sinan - okumedya · sinan meydan 1975 yılında artvin'de dogdu. ilk ve orta ögrenimini...

572

Upload: others

Post on 27-Dec-2019

17 views

Category:

Documents


3 download

TRANSCRIPT

- Gökten indiği samlan kitaplann dogmalan!

-Atatürk'ün sansürlenen mektubu!

-Lozan!

-Musul!

-Karabekir'in iddialan!

-Atatürk ve masonluk!

- Şalcı Bac"

- iskilipli Atıf!

- Hamidiye ve Rize!

-Atatürk'ün malvarlığı!

-Ayasofya!

-Atatürk ve Azerbaycan!

-Ali Şükrü Bey cinayeti!

-Kamal!

- Osmanlı belgelerinin satılması!

- Güzellik yanşmalan!

- inönü ve Harf Devrimi!

-Atatürk ve halifelik!

- Ezandaki felah!

- Hafta tatilinin pazara alınması!

-Atatürk ve Suriye-Filistin!

-Atatürk'ün soyağacı!

Ve daha pek çok konudaki yalana, çarpıtmaya, iftiraya cevap ...

•• .... . ..... ·il· INKllAP

SiNAN MEYDAN

YALANLARA, ÇARPITMALARA, iFTiRALARA

·

SINAN MEYDAN

ıııııını, ÇARPıTıIIIIRI, IFllu1ı1ı

Gerçeğe çağrı

Panzehir / Sinan Meydan

© 2015, inkılap Kitabevi Yayın Sanayi ve Ticaret AŞ

Yayıncı ve Matbaa Sertifika No: 1061 4

Bu kitabın her türlü yayın haklan Fikir ve Sanat Eserleri Yasası gereğince

inkılap Kitabevi'ne aittir. Tüm haklan saklıdır. Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar

dışında, yayınclnın izni alınmaksızın, hiçbir şekilde kopyalanamaz, çoğaltılamaz,

yayımlanamaz ve dağıtılamaz.

Genel yayın yönetmeni Senem Davis Yayınevi baş editörü Ahmet Bozkurt Editör Burcu Bilir Agalar Kapak tasanm Gökçen Yanlı Sayfa tasanm Derya Baleı

ISBN: 978-97 5-10-3 6414

1516171 8 765 432 1 istanbul, 2015

Baskı ve Cilt

inkılap Kitabevi Yayın Sanayi ve Ticaret AŞ Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sk. No. 8

34196 Yenibosna - istanbul Tel: (0212) 49611 11 (Pbx)

'ii: iNKa.AP Kitabevi Yayın Sanayi ve Ticaret AŞ Çobançeşme Mah. Sanayi Cad. Altay Sk. No. 8

34196 Yenibosna - istanbul Tel : (0212) 496 11 11 (Pbx) Faks: (0212) 49611 12 [email protected] www-inkilap_com

SININ MEYDIN

YALANLARA, ÇARPıTMALARA, iFTiRALARA

Gerçeğe çağrı

•• .... . -·il· INKllAP

sinan Meydan

1975 yılında Artvin'de dogdu. ilk ve orta ögrenimini Artvin Şavşat'ta, yükseköğrenimini Istanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih bölü­mündetamamladı. "Atatürk, Ön-Türk Tarihi ve Yakın Tarih" çalışmalarına devam etmekte ve Bütün Dünya dergisinde yazmaktadır.

Yayımlanmış eserleri şunlardır:

1. Atatürk ve Kayıp Kıta Mu, Istanbul, 2005. 2. Son Truvaldar, "'Truva/ı/ar'm Kayıp Kökleri", Istanbul, 2005. 3. "Atatürk'ü Anlamak için'" Nutuk'un Deşifresi, IstanbuL, 2006. 4. Sart Lacivert Kurtuluş, "Kurtuluş Savaşı'nda Fenerbahçe ve Atatürk"',

istanbul, 2006. 5. "Atatürk ve Kayıp Kıta Mu_2'N� Kökenı Istanbul, 2008. 6. AtaW,1( ile Allah Aras.ında, "81( Ömrün öteki Hikayesi"', IstanbuL,

2009. 7. Atatürk'ün Gi�Ji Kurtuluş Plan/art, "Parola Nuh"', Istanbul, 2009. 8� San Paşam, "Mustafa Kemal, ittiharçtla, ve II. Abdülhamit", Istanbul,

2010. 9. Atatürk ve Türklefio Sakft Tarihi" 'ITurk Tarih Te:ıi'nden Türk·lslam

Sentezi'ne!'� ist .. "t»,ıl, 2010. ı!o" C/JmhUliiyet Tcırih,j; Yalanıtan, (1. kItap), istanbuL, 2010. ll!. Cumrnııriyet Taribir Ya}:aFll�" (2. kıtap)" istanbuL, 2011. 12'., Akl-ı Ken:ıak "Atattirk'an Akılh P'�efi", (l.çitt)" istanbuL, 2012 .. ıı., Ak./�4! /(w.t4lIı "AtiiWlik'ıiilil, Akdıth ffioj�l�,V', (�.dlt), is'an�1, 2012, H., AkJi-11 i(�/t, "A.�/JVlflfij;", Akıdillı f,>{)jieJ.ieF('; (L,.cUt), ls.tanbul, ıQl ı. 1iS;.. Alt.lr4i /(�/�, "Atatül?k'vn. Akı/h f'rr,*lffV', H.çiU), istanbuL" .2013,. �6., "�bak�K l[�yyi/i!Jft:�'/� "f,<lrith 1[e�J�;(i/�"ftL..Ç�,,�, ls.taobul,

�l,�. V" AkIJ"J! K��ı, 'IAWıtifiIC:Wiı: Akııdiı; ('r,ojel�j,"; '5;.g'lt)", I$:ta®ul, 2014 .. �$. AkI;"lr K:�ı "�fik'iJlJtI Akıddtı; frrOjN/�iJl; (S �Ht �� af,a�-�'I

�t);" lst�lilıbut �H .. 1!� �ki�W!Akift 'IV��"; i�ıOOı.ıll, 2{)l�.

�w.�"�""'eM\..tf tl,

"Geçmişin resmen silinip yok edildiğini kavramıyor mu­sun? Geçmiş yalnızca şu cam parçası gibi üstünde hiçbir şey yazmayan nesnelerde yaşıyor. Artık Devrim'le, Devrim'den ön­ceki yıllarla ilgili hemen hiçbir şey bilmiyoruz. Bütün kayıtlar ya yok edilmiş ya da çarpıtılmış, bütün kitaplar yeniden yazıl­mış, bütün resimler yeniden yapılmış, bütün heykeller, sokaklar ve yapılar yeniden adlandınlmış, bütün tarihler değiştirilmiş. Üstelik bu işlem her gün, her dakika uygulanmaya devam edi­yor. Tarih durdu. "

"Geçmişin değiştirilebilirliği, İngsos'un ana ilkesidir. Geç­mişte oıup bitenlerin nesnel bir varlığının olmadığı, varlığını yalnızca yazılı kayıtlarda ve belleklerde sürdürdüğü ileri sürü­lür. Kayıtlar ve bellekler neyi kabul ediyorsa geçmiş odur. Par­ti, tüm kayıtlan da üyelerinin zihinlerini de tam bir denetim altında tuttuğu na göre geçmiş de parti nasıl olmasını istiyorsa öyle olacaktır. "

"Geçmiş silinmekle kalmıyor, silindiği de unutuluyor, so­nunda yalan gerçek olup çıkıyordu."

George ürweıı, "1 984 "

İçindekiler

.. Onsöz . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 17 George Orwell'in Kulaklarını Çınlatmak . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 17 Sosyal Medyadaki Atatürk Düşmanı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26

YALAN 1 ATATÜRK'ÜN SON MECLİS KONUŞMASı

"Gökten İndiği Sanılan Kitapların Dogmalan Sözü Atatürk'ün Dinsizliğini Kanıtlar!"

T ann 'yı Gökte Sananlann İman Ölçeri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 29 O Sözü Analiz Ederken Gözden Kaçanlar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 35 Matematikçi Kemal'in Matematiksel Cümleleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . .36 Atatürk'ün Meclis Konuşmasını Cımhızlamak. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 37 O Sözler Anlam Güçlendiricidir "CHP Prensiplerinin Hayattan Alındığını" Vurgular . . . . . . . . . . . .38 Dogrna ve Doktrin . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 41 O Sözün Çözümü . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 45 Atatürk'ün "Vatan ve Ulus" Vurgusu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .57 Atatürk'ün Bütün Meclis'e Ayakta Fatiha Okuttuğu Konuşma . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 58 Sonuç . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 60 O Sözün Mantıki Sağlaması.. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 62

YALAN 2 ATATÜRK'ÜN SANSÜRLENEN MEKTUBU

"Atatürk Ayete 'Safsata' Demiş! Demek ki Dinsiz ve Din Düşmanıdır!"

Atatürk'ün Sansürlenen Mektubunu Sömürmek . . . . . . . . . . . . . . . . . . 65 Atatürk'ü Sansürlemek . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 66 Atatürk'ten Bilimsel Tarihçilik Dersleri "Camii Ezher Kaçkım Zakir Kadiri" . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 67 O Mektubun Şifresi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 70 Atatürk'ün Yazdığı İslam Tarihi: Akıkı ve Bilimsel . . . . . . . . . . . . . . 78 Atatürk'ün Lise Tarih Kitabına Göre Türklerin Müslüman Olması (Üstelik Sansürsüz) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 86 Sonuç . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 91

YALAN 3 KARABEKiR. ATATÜRK VE DiN

"Atatürk, 'Dini ve Namusu Olanlar Kazanamazıar, ' Demiştir! " "Atatürk Kur'an'dan 'Araboğlu'nun Yaveleri'

Diye Söz Etmiştir!" "Atatürk Müslüman Türkleri Hıristiyan Yapmak istemiştir!"

Karabekir'in Takıntısı: Atatürk ve Din . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 93 Din ve Namus Tartışması . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. 94 Karabekir'e Cevaplar (1) ......... ......... ....... ...... .................. 95 Kur'an Tercümesi Tartışması. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . 100 Karabekir'e Cevaplar (2) . ........ ........... .. ........ ........... ...... 102 Hıristiyanlık Tartışması. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 106 Atatürk Diyor ki: Alçakça Uydurulmuş . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 111 Sonuç . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 111

YALAN 4 MEHMED AKiF ERSOyvE ŞAPKA "Akif, Şapka Devrimi Nedeniyle Mısır'a

KaçmıştırlSürgün Edilmiştir! "

Akif'in M�sır'a Gidiş Nedeni Şapka Devrimi Değildir . . . . . . . . 113

YALAN S ŞALCI BACI VE iSTiKLAL MAHKEMELERi

"Erzurum'da Şapka Kanunu Nedeniyle Şalcı Bacı'yı Astılar! "

Bir Yalanın Anatomisi ........................... .......... ........ ..... . 123 Yalanın Kaynakları ...................... .......... ..... .. ..... ...... .... 127 İskilipli Atıf Hoca ve İstiklal Mahkemeleri Parantezi .. ....... 129 Ustaca Kurgulanmış Bir Hikaye . ............... ............. .. .. . .. 134 Hikaye, Duyum ve Bilim . .......... ... ....... ................... ...... 136 Şalcı Bacı Yalanı, Necip Fazıl ve 1969'un Şifresi ................ 143 Yalanın Kısa Kronolojisi . .... .................. ................. ....... 144 Şalcı Bacı Yalanını çürütmek ..................... .... ............ .... 149 Şalcı Bacı Yalanı Gazetelerde de yok .......... ..... ................ 156 İstiklal Mahkemeleri ve Kadınlar ................ .................... 156 Cumhuriyet Döneminde İdam Edilen Kadınlar .................. 158 Velev ki Şalcı Bacı Asıldı! .................... ........ .. ... .... .... ..... 160 Şalcı Bacı Yalancısı Y obazın Unuttuğu Gerçek: Anadolu'da İşgalci Yunanın Vahşice Katlettiği Kadınlar ..... 162

YALAN 6 HAMiDiYE ZıRHlıSı VE RiZE

"Rizeliler Şapka Takmadı Diye Hamidiye Zırhlısı Rize'yi Bombaladı!"

Atma Yobaz Atma Din Kardeşiyiz. . . . . . . . . . . . . .. ........ ....... . .. 167 Rize Olaylarının Gerçek Yüzü Rize'de Hiç Kimse Şapka Takmadığı İçin Asılmamıştır ... ... 176 Atatürk'ün Rize Ziyareti "Rizeli Atatürk" ..... ............... ........... ............. ......... .. 181 Cumhuriyet'in Rizesi .............. ....... .... ... ....... ............ .. 183

YALAN 7 iSMET iNÖNÜ VE HARF DEVRiMi

"İnönü Hatıralar'ında, 'Harf Devrimi'ni Dinin Etkisini Azaltmak İçin Yaptık, ' Demiştir! "

Uyduruk Bir Belge ....... .. ........... ... .. ...... ........... ...... .... .. 189 İnönü'nün Hatıralarındaki Gerçek ......... ........ ................. 191 İsmet İnönü ve Harf Devrimi ............ ..... ............ ....... ..... . 192

YALAN 8 ATATÜRK'ÜN MALVARllGI

"Atatürk GayrimeŞ11l Yollardan Çok urıgin Olmu.ştur! '" .. Atatürk 'ün Seroetinin Kaynağı AçJt.kınama:�,! '"

Para ile Aldatmak . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 201 Parasız Devrimci Atatürk. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 202 Rüşvet A1rna� Hırsızlık Yapmadı, Devleti Soyma� Haram yemedi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 212 Atatürk'ün Malvarlığı: Bir Varmış Bir Yokmuş . . . . . . . . . . . . . . . . . 222 Atatürk'ün Malvarlığının Kaynaklan . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 224 Atatürk'ün Harcamaları ve Giderleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 230 Yasallık ve Etiklik . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 238 Örnek Çiftliklerin Kuruluşu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 240 II. Abdülhamid'in Çiftlikleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 249 İş Bankası'nın Kuruluşu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 252 Atatürk'ün 2307 Sayılı Özel Kanunu . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 255 Atatürk'ün Çiftliklerini Hazineye Bağışlaması . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 257 İnönü'nün Çiftlik Bulmacası . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 262 Sırları ve Mesajlarıyla Atatürk'ün Vasiyeti . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 268 Bir Parantez Padişah Vahdettin'in ile Sultan II. Abdülhamid'in Malvarlığı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 272 İş Bankası'nın Gelişiminde Atatürk'ün Etkisi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 274 DP ve 12 Eylül'ün Atatürk'ün Vasiyetini İptal Etmesi . . . . . . . . . 274 Kumar Parası yalanı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 278 Çeyiz Parası yalanı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 280 Sonuç: . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 281

YALAN 9 ATATÜRK VE HALİFELİK

"Atatürk Halifetiği Kaldırdığına Göre İslam'a Düşmandır!" .. Atatürk, İngilizler İstedi Diye Halifefiği Kaldırmıştır!"

İslam'da Halifelik (Sansürsüz) . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 283

Emperyalizm Halife Sever . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 288 Atatürk'ten Halifelik Dersleri . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 293

YALAN 10 ATATORKVETüRKÇEEZAN

u Atatürk 1932'de Ezanı Yasaklamıştırr'

YALAN 1 1 ATATüRK, ARAP HARFLER! VE KUR'AN

"Atatürk Harf Devrimi'yle Kur'an Harflerini Yasaklamıştır?"

YALAN 12 ATATORK VE AY ASOFY A'NIN MOZE YAPıLMASı "Ayasofya'nın Müze Yapılması Islam'a Düşmanlıktır!"

Ayasofya Kafası ve Ayasofya Şeriatçllığl.. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 312

YALAN 13 ATATüRK VE HAFTA TATİLİ

"Atatürk'ün Tatili Cumadan Pazara Almasının Nedeni Islam Karşıt/ığıdır!"

Osmanlı'da Hafta Tatili . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 315 Cumhuriyet'te Hafta Tatili . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . 316

YAlAN 14 ATATüRK VE SURİYE-FİLİSTİN

"Suriye-Filistin 'in Kaybedilmesinin Sorumlusu Atatürk'tür!"

L Dünya Savaıı'nın Son Zaferi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 321 Atatürk'üo Bağımsız Suriye Projesi . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 324

YAlAN 15 ATATÜRK VE AZERBAYCAN

"Atatürk, Azerbaycan'ı Ruslara Satmıştır!"

YALAN 16 ATATüRK VE ALİ ŞÜKRÜ BEY cİ NA YETİ

"Ali Şükrü Bey'i Atatürk Öldürtmüştür! "

YALAN 17 ATATüRK'ÜN SOYAGACI

"Atatürk Türk Değildir! " "Atatürk'ün Soyu Sopu Belli Olmadığı İçin Soyağacı

Çıkartılamıyor! " "Atatürk 'ün Soyu Devam Etmemiştir!"

YALAN 18 ATATÜRK VE LATİFE HANıM AYRıllGI

"Latife Hanım'ın Atatürk 'ten Ayrılma Nedeni, Atatürk 'ün Yanlış Davranışlarıdır! "

YALAN 19 ATATÜRK DEVRİMLERİ VE İSLAM

"Atatürk 'ün Tüm Devrimleri İslam'a Aykırıdır!"

YALAN 20 ATATüRK'Ü KORUMA KANUNU

"Atatürkçüler, Atatürk 'ün Yanlışlarını Kanunla Gizlemektedir!"

YALAN 21 KAMAL

"Atatürk 'ün Gerçek Adı Kemal Değil, Kamal'dır!"

YALAN 22 OSMANlı ARŞİv BELGELERİNİN SATıLMASı

"Atatürk, Osmanlı Arşiv Belgelerini Bulgaristan'a Satmıştır! " "Atatürk ve Cumhuriyet, Osmanlı Düşmanıdır! "

YALAN 23 ATATÜRK VE GÜZELLİK YARıŞMALARı

"Atatürk, Müslüman Türk Kızlarını Teşhir Etmek İçin Güzellik Yarışmaları Düzenletmiştir. "

YALAN 24 TÜRKÇE EZAN VE ARAPÇA FELAH

"Atatürk, Ezandaki Felah Sözünü Özellikle Tercüme Ettirmemiştir! "

YALAN 25 ATATÜRK VE MASONLUK

"Atatürk Masondur! "

Osmanlı'da Masonluk. ................................. .. ............... 399 Cumhuriyet'te Masonluk . . . ..... .. . . ....... . .. ............... ....... ... 402 Atatürk ve Masonluk ..... .. . ....... . . ...... ............. .. ......... . . ... 414

YALAN 26 LOZAN

"Lozan Hezimettir!"

Meczup ve Bilim .... .. ... ... .... . ....... ....... ........ ... .425 Lozan Antlaşması'nı Anlamak .... . ... ... . .... .. ... . ..... . ... ....... . 426 Lozan'da İngilizlerin Atatürk Korkusu ............................ .438 İsmet İnönü'nün Lozan Direnişi ...................................... 442 Lozan: Zafer mi Hezimet mi? ........... .. .. .. ...... .... . .. .. .... .... .45 8 Lozan'da Başarı, Başarısızlık ..... . .. .... ... ... .. ...... ....... ......... 471 Lozan ve Toprak ............ .. ... ... ........................... ........... 481 Büyükelçiler Konferansı. ...... ..... ..................................... 4 83 Lozan'ı Tamamlamak ... .. .... ........ .......... ...... .. ... . ........ ... .499 Akla Ziyan Lozan yalanları . .... .... .... ...... .. ............... . . . .... 504 Lozan Nedir? .............. ......... .... .......... ................. ........ 518 Lozan: Batı'nın Hezimeti ............. ........ .......... ................ 520

YALAN 27 23 NİsAN ÇOCUK BAYRAMı VE

ATATüRK "23 Nisan', Çocuklara Atatürk Armağan Etmemiştirt"

23 Nisan Yalancıları" " " "" " """" " " " '" """" """" "'" ",525

Atatürk'ün Çocukları."""", " " " "" " . . . . . . , . . . . . . , . . , . " " , . " � o ".528

Atatürk ve İlk Çocuk Hakları Bildirisi (Cenevre Beyannamesi) , , ' o , • • • • , • • , . , • • " • • • , " � , o " " , • • . , ' • • , • • , ' O , . ,,529

Atatürk ve Himaye-i Etfal Cemiyeti . . .. . .... .. . " ......... "." ..... 530

Çocukların Koruyucusu Kutsal Umay . . ,., .. ,.".,.", .. , .. """,.531

Çocuk Cemiyetinin Koruyucusu Atatürk"" ... """.' , ... '. '. " .. 532

Atatürk'ün Cemiyete Para Yardımı, . . " . . . . , , , . , . . , , , o " ........... 534

Cemiyete Devlet Desteği, . . . . . . . " � " � o " " , . " � , o " � , o , • • " � o " � o " � , o " � o , • • ,,534

Çocuk Bayramı Fikri Atatürk'e Aittir." . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 536

23 Nisan Çocuk Bayramlan, . . ,. ,. ,. "" .. ,. , ..... , .. , ... ,. ". , ... ".,539

Çocuk Bayramı'nda Atatürk'ün Eşi Temsilci . . . . , .... " ...... , ... 541

Çocuk Bayranılan Bütün Yurtta Coşkuyla Kutlanmıştır . . . . . . . 542

Atatürk'ün Çocuk Bayramı'nda Çocuklara Annağanlan . .. . . . 543 Çocuklara Bir Gün Yetmez. Bir Hafta Olsun . . . . ... .. . . . . . . . , ........ ,. ,545

Atatürk, Türk Ocağı, Halkevi ve Orman Çiftliği'ni Çocuk Bayramı Kutlamalanna Ayırdı . . .. . . . . , ...... , .............. 547

23 Nisan SömürücüIerinirı Dramı . . . . . . . . . . . . . . .. . . . .. . , ............... 552

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı Kronolojisi . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . . . . . . . . . . . . .. . . . . . . 557

Sonuç . . . ,.,. , .. , .... ,. , .. , .. , ..... , .... , ..... " ... , .. , ........ , ................... 558 Kaynakça, . . . . . " . . . . . . . . . _ _ _ _ ' . . . . . . . . . . .. . _ _ .. .. .. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 559

Önsöz

George Orwen'in KulaidanDI ÇmlabOak 20. yüzyıl edebiyatımn en büyük isimlerinden biri olan

George Orwell� H. Dünya SavaŞl'odan sonra yazıp yayımIaru­

ğı (1943-1948) "1984'� adlı sanş rekorlan kınm romanında,.

dünyanın gelecekte yaşayabileceği büyük bir tehlikeyi; tarihin en büyük totafu:erlbaskıa cinlerini «Okyamısya'yı)l anılatmıştu_ İnsanları en özel alanlarına kadar koşanp kontml 00m,. �ymleri

yıkayan� hafızalan silen, bilinçlcri dönüştüren bir diktatörlüktür

OlcyanuSY;L. Celal ÜSleri» ifadesiyle. "1984" romanmda an­

latılan toplum düzeni,. "'güç ve iktidmm smırsızca 1!IJfgHlamI,ğı�

bellek .. diişii:nce. di/ve aşkm iğdiş edilerek öqü1rlüklerm tiiimden

ortadan luıldmld'ğı im biiyiik gijzahıdu_ "'1 Bu boyutta baskıcı bir düzenin ktnııilinası için sadece .. �

BÜ" kontrol etmenin yetme'fcceğjni döış.üıııen OkYaDosya Iktidan,.

"'dimü" de kontrol; dmey'e �_ Maıııtımk şudw-: '"'Geçmişi dtmelim allmJts tJıIfrm,. geleceği de dmetim Qhı1'flia WaT; şmı­tliyi denetim dmda t7Jdan,. geçmişi de de7lfe#im 1LIh� ftIıI6mr. "·22 0nVdI" romamnda "şiimdi>ryi demettim aittmdıa tıaıtım � ik­tidar� "'�,. ve .. �,. die· dieıırcrim aILınınıdia � iÇıml bU- taraftan � ��tıen y�ış olan taıJriı1Iı:i silip yok edcrlı;m diF taraftan pb� tınpmmmsaıll d!iıiruııx' nııygııımıı yeııırii bir tarih llEJdıımlıııığıımliJl :ıuııb��

] � O�",d'� 11�" ÇIfV •. Cida,ji NSliıu" 4l(i)!. IMs.,. İ!oıııanhL 29']3,. &. ]4. ]5 (.Cdml USl1el;'"J!Il) fUıı5iIi�)�

1. ap' • .,.s..232.

H'

Orwell, "İktidarı ellerinde tutanlar, her çağda yönettikle­ri insanlara dünyaya ilişkin düzmece bir bakış açısı dayatmaya çalışmışlardı. ( . . . ) Hiç kuşkusuz gazeteler ve tarih kitapları her zaman yanlı ve yanıltıcıydı, ama bugün uygulanan çarpıtmalar söz konusu değildi, Hı diyerek hiçbir dönemde tarihin Okyanus­ya' daki kadar çok çarpıtılmadığını ifade etmiştir.

Okyanusya'da bir "Gerçek Bakanlığı" vardır. Görevi, bir ta­raftan "iktidarın gerçekleri" dışındaki tüm gerçekleri yok etmek, diğer taraftan iktidarın işine yarayacak "yeni gerçekler" üretmektir:

" Geçmişin hangi bölümünün korunacağını, hangi bölümü­nün çarpıtılacağını, hangi bölümünün tümden silinip ortadan kaldırılacağını belirleyen politikaları saptayan kimliği belirsiz beyinler vardır."4

Okyanusya'da tarihin silinip yeniden yazılması süreci şöyle gerçekleşmiştir:

" Winston'un 'Gerçek Bakanlığı 'ndaki küçük odasında bu­lunan basınçlı boruların birinden eski gazetelerin düzeltilmesi gereken sayıları, birinden de yazılı mesajlar gelir. Mesajlarda nelerin nasıl düzeltileceği yazılıdır. Örneğin Times gazetesinin belirli bir sayısında gerekli görülen tüm düzeltmeler bir araya getirilir getirilmez o sayı yeniden basılır, asıl sayı yok edilir ve arşivde asıl sayının yerini düzeltilmiş sayı alır. Üstelik bu değiş­tirme işlemi yalnızca gazeteler için değil, kitaplar, süreli yayınlar, broşürler, posterler, filmler, ses bant/arı, karikatürler, fotoğraf­lar, siyasal ya da ideolojik bakımdan önem taşıyabilecek her tür­lü kitap ve belge için de geçerlidir. Giderek geçmiş, günü günü­ne, dakikası dakikasına 'güncellenir'. Böylece hem partinin tüm örgütlerinin ne kadar doğru olduğu belgeleriyle kanıtlanmış olur hem de günün gereksinimleriyle çelişen tüm haber ve görüşler kayıtlardan silinir. Artık tüm tarih, 'gerektikçe sık sık kazınan ve yeniden yazılan bir palimpsesteS dönüşmüştür. Yok edilmesi

.3 age., s. 22M. 4 age., s. 67. 5 Palimpsest: Eski çağlarda üzerindeki yazı silinerek yeni bir yazı yazılabilen rulo

veya kitap sayfası.

18

gereken belgeler ise bellek deliği denen bir yarıktan içeri atılır ve binanın gizli bir köşesinde dev fırınları boylar.

İnsan, kendi belleği dışında hiçbir kayıt kalmayınca, en be­lirgin gerçeği bile nasıl kanıtlayabilir ki? Kaldı ki belleğinizde kalanlar ve bildikleriniz de 101 Numaralı Oda'daki 'işlemlerle tertemiz edilince, tüm bunların sonucunda toplumun ve bireyin belleğinden geriye hiçbir şey kalmayacak, tekmil tarih ve geçmiş partinin istemine uygun bir biçime bürünecektir. ,,�

Okyanusya'da iktidar, yazılı ve sözlü belgeler yanında arke­olojik, antropolojik ve mimari belgeleri de yok etmiştir. Böylece; "İnsan, tarihi kitaplardan öğrenemediği gibi mimariden de öğ­renemiyordu . . . Heykeller, yazıtıar, anıtlar, sokak adları . . . Geç­mişe ışık tutabilecek her şey sistemli bir biçimde değiştirilmişti. "7

Orwell'in Okyanusyası'ndaki "Gerçek Bakanlığı" , işine gel­meyen bütün belgeleri ve bütün tarihi gerçekleri tek tek ayık la­yıp "Bellek Deliği "nde yok ettikten, geçmiş hakkında hilgi veren tarihi eserleri, heykelleri vs. yaktıktan sonra, "101 Numaralı Oda "da insanların hafızalarını da yıkayarak "geçmişi silme" işlemini tamamlayacaktır. Hafızalardaki tarihi gerçeklerin silin­mesi biraz zaman alsa da, sonunda silinecektir .

"Parti Okyanusya 'nın hiçbir zaman Avrasya 'yla bağlaş­maya girmediğini söylüyordu. Ama o Winston Smith olarak Okyanusya'nın daha dört yıl önce Avrasya'yla bağlaşma içinde olduğunu biliyordu. Peki bu bilgi neredeydi? Yalnızca kafasının içinde, o da pek yakında yok edilip gidecekti nasıl olsa. Ve eğer başka herkes partinin dayattığı yalanı kabulleniyorsa -eğer bü­tün kayıtlar aynı masalları söylüyorsa- yalan, tarihe geçecek ve gerçek olacaktı. Parti sloganında ne deniyordu: 'Geçmişi dene­tim altında tutan geleceği de denetim altında tutar, şimdiyi de­netim altında tutan geçmişi de denetim altında tutar. ' Üstelik geçmiş, doğası gereği değiştirilebilir olmasına karşı hiçbir zaman değiştirilmemişti. Şimdi gerçek olan sonsuza dek gerçekti . . . "x

6 Orwell, age., s. 17. 7 age., s. 124.

8 age., s. 59.

19

Okyanusya'da bir şekilde hafızalarının silinmesini engelle­meyi başaranlar, az çok geçmişi hatırlayanlar gelecek kuşakların tek umududur. Bütün tarihi belge ve bilgilerin yok edildiği bir ortamda bu "bilgelere" çok iş düşecektir.9

Bütün tarihi belgeler ve bilgiler yok edilip gerçek bir kere silindikten sonra, aradan yıllar geçtikten sonra gerçeği bir daha hatırlayıp gelecek kuşaklara hatırlatmak neredeyse olanaksız olacaktır. Orwell'in ifadesiyle, "Her şey bir sis bulutu içinde yi­tip gidiyordu. Geçmiş silinmekle kalmıyor. silindiği de unutu­luyor, sonunda yalan gerçek oıup çıkıyordu."1O

Parti, bir taraftan işine gelmeyen gerçek geçmişi silerken, di­ğer taraftan işine yarayacak biçimde yeni bir geçmiş kurgulamı.ş­tır. OrweU Okyanusya'd� iktidarın işine yarayacak biçimde geç­mişi yeniden yazan bir "Kurmaca Dairesr'nden söz etmektedir. II

İktidar, geçmişi silip yeniden yazarak bugün ile geçınitin kı­yaslanmasım ve bugünün sorgulanmasını engellemek istemiştir.

"Örneğin, partinin t4rih kitaplarında ileri sürüMüğü gibi uçakları partinin icat .ettiğidoğru değildi. Winston. daha küçük bi,. çocukken bile uçaklarınvar olduğunu anımsıyordu. Ama hiçbir şeyi kanıtlamak mümIWn değildi. OrttuUı hiçbir kanıt

yo.kı:u_"u

.Ancak zamanla partinin uydurduğu bu "yalan tarih" gerçek zannedilmeye başlanacaktır:

Ömeğıi� Okyanusya' da çocuklar "okulda öğretildiği gibi uçağa pa:rtmin iazt etmiş olduğuna" inanmaya b.afLamıfttC . .. An­ZıışJ:ıın pra.rti ,bir Jw.'f11k 50MlJ buh.ll.rh m.alUrteni.nicadına da :Sahip

çıIuzaa.'iwı. "[3 ilk!tidar�dıün."Ü:iderek bugünü mqndaiUrnıayt amaıçlanu.'iW'.

Çıiıiımkiiıi diıin bm'lliıı:meyıin.oe veya yanlı.j bilminoe� hugfu:ı çok kötü de <O!l� dilide :sa:ğllııJclıı ıbK ikarşdai'tıımı.a fapıılamad,ğuıld� bu­gWl""çdk ıiyii" :diiy:e�laıı:ı.aibii.l1ooekıtıic.

" QC .. &. n [1.2 .. [ro> �e., -&. [((i)O n [ J!F." s. 115 li. il2 .• ..,-&.,,11.. B .J!F-, 'Ii. lU!lI..

"Tw k� DevriM'dM {Ok� Jik�­niiH Im�' oNakii """yiltmşiMJik� tiiWıiiYIre f4lrkh oldftp yatıyor. Bugti"h� bik�wıiz .�ko,*fmÇ bi,. baSIU, aJ4lretsizLik .� yoksıJJMk VM'ffU.Ş. B� UMM.,.a;'dlI bile balkU! büyük çoğfmlağN yan aç YMr tok � H.m ytınSuun �da giyerc;ek �yakWısf bik yok.maş. GiitItJre tl s4at Ç4lışır, 9 y.ıptrJ.a okula ıet* Mn, bir � W kişi �-1fUŞ. BIUfd karşı kqiNIisı dedikkri � w kiiçiik bif- u,mlık f1d1lfUŞ. sayıLın birk.dIÇ bmi�. He,. �m S4hibi OaI.tınmŞ ( ... ' şampanya içn, silmJirftllJkal4r t4k� ... "u

Ançak Okyanusy.ı'nın yeni tarih kitaplannda yazan bütün bu bilgiler gerçekdışıdır; iktidann uydurma tarihidir bu. Önemli gerçeklerin tamamı belleklerden sHindiği için insanlar Orweel'm deyişiyle. "'küçük NeSNeleri görebile� """'" büyü. MS� gö­remeyen karınulara" benzemiştir. '" Bellekkr Ş4ŞL/I kayıtlM (4r­pıtılmca da, partinin yaşanı koşullarnu iyikştirdiği yobutJtaki savııu luıbullelflffekren başka çare kalmıyordu, çiOfkü bu savIH sınanaaığı hiçbir ölçüt yoktu ve hiçbir � da 'Olmayacaktı. "IS

Peki ama yaşannuş, gerçek tarihin silinip yerine yaşanma­mtş, kurmaca bir tarihin k'Oyulmasl sürecinde insanlar bu 'Olup bitenleri nasıl benimsemiştir? Orwell, Okyanusya'da bu işi ko­laylaştlrmak için "Gerçeklik Denetimi" veya "Çiftedüşün Yön­remi" denilen bir söylemden yararlanıldtğım anlatmıştır:

İktidar, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar söylerken bir yandan da tüm gerçeğin farkında olarak, çelişrilderini bilerek ve her ikisine de inanarak birbirini çürüten iki görüşü aynı anda savunmuştur. Orwell bu durumu. "'Mantığa karşı mantığı kul­lanmak, ahlaka sahip çıktığım söylerken ahlakı yadsımak, hem demokrasinin oltınaksızlığına hem de partinin dem'Okrasinin ko­ruyucusu olduğuna inanmdk; unutulması gerekeni unutmak, ge­rekli olur olmaz yeniden anımsamdk, sonra birden yeniden unu­tuvermek. ( ... J bilinçli bi,. biçimde bilinçsizliği özendirmek ... " diye açıklamıştlr."

14 age.., s. 115. ıs age., s. 1 LS. 16 age., s. 59.

ıı

Okyanusya'da parti, insanları, gerekli olduklarında uyandı­rılmak üzere adeta uyutmuş gibidir. Tüm geçmişi, tüm hafızası si­linen ve partinin ilkelerine uygun olarak yeniden şekillendirilen in­sanlar, aynı zamanda birçok yapay uyarıcıya maruz bırakılmıştır:

"ProLeterLerin edebiyatı, müziği, tiyatrosu ve eğLencesiyLe ilgiLenen pek çok daire vardı. Spor, cinayet haberLeri ve astroLoji­den başka bir şey içermeyen beş para etmez gazeteler, iç gıcıkLa­yıcı ucuz romanLar, seks sahneLeriyle dolu filmler, uyakdüşüren diye biLinen özeL bir kaLeydoskopta tümüyLe mekanik bir biçim­de bestelenen hisLi şarkılar buraLarda üretiliyordu. " 17

Ayrıca insanlar ağır koşullarda boğaz tokluğuna çalışmak­tan, birbirleriyle kavga etmekten, sinema, futbol, bira ve evlerin­deki "tele-ekranlar" ile en önemlisi de kumar yüzünden kafala­rını çalıştırıp bir türlü uyanmaya fırsat bulamamıştır.

" Onları denetim aLtında tutmak hiç de zor değiLdi. Düşünce Polisi'nin araLarına saLdığı birkaç ajan asılsız söylentiLer yayıyor, tehLikeli oLabiLeceği düşünüLenLeri saptayıp etkisiz kılıyordu. "18

Parti en çabuk "bağnazlar" ve "cahiller" üzerinde etkili ol­muştur. Yaşanılan şekliyle geçmişi ya hiç bilmeyen veya yaşa­nılan o gerçek geçmiş, bağnazlıklarına dokunduğu için ona bir türlü inanmayan insanlar, partinin yazdığı "kurgusal geçmişi" çok kolay kabul etmiştir.

"Partinin dünya görüşü, onu hiç anlamayan insanLara çok daha koLay dayatılıyordu. Gerçekliğin en açık biçimde çarpıtıLma­sı böyLelerine kolayca benimsetilebiLiyordu, çünkü kendiLerinden istenilenin iğrençliğini hiçbir zaman tam oLarak kavrayamadıkLarı gibi, toplumsaL oLayLarLa yeterince ilgilenmedikleri için neler oLup bittiğini de göremiyorLardı. ( . . . ) Her şeyi yutuyorlar ve hiçbir zarar görmüyorLardı, çünkü tıpkı bir mısır tanesinin bir kuşun bedenin­den geçip gitmesi gibi yuttuklarından geriye bir şey kalmıyordu." i 9

Orweıı, ABD'de bir sendikacıya yazdığı mektupta, "Kitapta anLattığım toplumun bir gün mutlak gerçek oLacağına inandığı-

17 age., s. 67, 68. 18 age., s. 96. 19 age., s. 186.

22

mı söyleyemesem de, ona benzer bir toplumun gerçek olabilece­ğine inandığımı söyleyebilirim," demiştir. 20

Orwell maalesef yanılmamıştır. Çok uzaklara gitmeye gerek yok! Üzülerek söylüyorum! Bu­

gün Türkiye'de, Orwell'in "1 984" romanında anlattığı topluma benzer bir toplum yaratılmak üzeredir.

Ve ne garip tesadüftür ki bu toplum, adeta Orwell'in roma­nına gönderme yaparcasına 1980'lerde yaratılmaya başlanmıştır.

Türkiye 12 Eylül 1 980 Darbesi'nden itibaren özgürlüklerin tamamen kısıtlandığı, ağır aksak işleyen demokrasinin her geçen gün baltalandığı ve en önemlisi de yüzyılın başında bir bağımsızlık ve uygarlık savaşıyla kurulan Atatürk Cumhuriyeti'nin acımasızca altının oyulduğu Amerikancı-dinci bir düzene doğru evrilmiştir.

Bugün (20 15) geldiğimiz noktada AKP Türkiyesi'nin G. Orwell'in "1 984" romanında anlattığı Okyanusya'dan pek bir farkı kalmamıştır: Özgürlüklerin kısıtlanması, halkın her bakım­dan baskı altına alınması, ya pa y uyarıcılarla, "tele-ekranlarla" insanların uyutulması ve geçmişin silinip iktidarın işine gelecek şekilde yeniden yazılması gibi birçok bakımdan 20 15 Türkiyesi, 1 984 Okyanusyası'na benzemektedir.

AKP iktidarı da tıpkı Okyanusya iktidarı gibi geçmişi, tari­hi silip kendi ideolojisine uygun bir kurgusal tarih yazmaktadır. AKP, "resmi tarihle yüzleşme! " kılıfı altında Atatürk'ü ve onun kurduğu Cumhuriyet' i hafızalardan silmek istemektedir. Ger­çek tarihi çarpıtıp, silip yerine yeni bir tarih yazmak için AKP iktidarı da tıpkı Okyanusya iktidarı gibi özel birimler, daireler kurmuştur. Televizyon ekranlarında, gazete köşelerinde, dergi­lerde ve kitaplarda, hatta son zamanlarda yavaş yavaş okullarda yeni yazılan kurmaca Cumhuriyet tarihi anlatılmaya başlanmış­tır. AKP iktidarının yazdırıp öğretmeye çalıştığı bu yeni tarih, Okyanusya'daki "Savaş banştır, özgürlük köleliktir, cahillik güçtür!" sloganlarını akla getirmektedir. Çünkü bu yeni tarih, Atatürk'ü "hain", Şeyh Sait'i "kahraman" olarak konumlandı­ran "tersyüz" bir tarihtir.

20 age., s. 14 (Celal Üster'İn önsözünden) .

23

AKP iktidarının, tarihi çarpıtmasındaki amaç da Okyanus­ya iktidarıyla aynıdır. AKP iktidarı, kendisinden önceki tarihi çarpıtıp, hatta silip yeniden yazarak tıpkı Okyanusya iktidarı gibi "Geçmiş çok kötüydü! Geçmişte hiçbir şey yoktu! Her şeyi biz yaptık! " demiştir.

İlginçtir! AKP'nin bazı tarihi yalanları Okyanusya'daki tari­hi yalanlarla birebir aynıdır. Örneğin, Okyanusya iktidarı, ger­çek tarihi silip yerine yazdığı yalan tarihte "İlk uçağı biz yaptık! " demiştir. Aynı şekilde AKP iktidarı da 2015 seçim kampanya­sında "İlk uçak fabrikasını biz kurduk! " demiştir. Ancak "Akl-ı Kemal, Atatürk'ün Akıllı Proje/eri" adlı kitabımda ayrıntılı ola­rak anlattığım gibi Türkiye'de ilk uçak fabrikalarını 90 yıl önce Atatürk Cumhuriyeti kurmuştur.

AKP iktidarı da tarihi silerken Okyanusya iktidarının yön­temlerini kullanmaktadır. AKP de bir taraftan tarihi çarpıtıp siler­ken, diğer taraftan yerine yeni tarih yazmaktadır. Bu süreçte AKP de Okyanusya gibi "Çiftedüşün YönetimiDni kullanmaktadır. Yani işine gelince geçmişi hatırlamakta, işine gelince unutmak­ta, dün beyaz dediğine bugün siyah diyebilmektedir. Orwell'in ifadesiyle, "ahlaka sahip çıktığını söylerken ahlakı yadsımak, hem demokrasinin olanaksızlığına hem de partinin demokrasinin koruyucusu olduğuna inanmak; unutu/ması gerekeni unutmak, gerekli olur olmaz yeniden anımsamak, sonra birden yeniden unutuvermek .. . " AKP'nin yaptığı da aynen budur.

AKP iktidarı da tıpkı Okyanusya iktidarı gibi insanları hem büyük bir baskı altında tutmakta, hem yetersiz ekonomik koşul­larla geçim derdine düşürmekte hem de yandaş televizyon, dergi, kitap, gazete vb. ile uyutmaktadır.

Ve sonuçta AKP iktidarının yakın tarihi silip yeniden yaz­masına -eğer görevli Cumhuriyet düşmanlarını saymazsak- en çok " bilgisiz" ve " bağnaz" çevreler destek vermiştir. Bu çevre­ler yakın tarihten, Atatürk Cumhuriyeti'nden rahatsız oldukları için AKP'nin gerçek tarihi çarpıtıp, silip yerine yeni bir tarih uy­durmasına hiçbir tepki göstermedikleri gibi, kısa sürede "gerçek tarih" diye bu yeni "kurmaca tarihe" inanmaya başlamışlardır.

24

Çünkü bağnazlığın ve cehaletin doğal sonucu sorgulamadan inanmaktır.

Ancak Okyanusya iktidarına nazaran AKP iktidarının bü­yük bir sorunu vardır. O da şudur: Orwell Okyanusya'da "ta­rihi silmek" için gazetelerin, kitapların, belgelerin, heykellerin, anıtların, mimari eserlerin, ses kayıtlarının vs. yok edilmesini yeterli görmüştür, ancak 21. yüzyılın bilgi çağının ötesinde "in­ternet çağı" olacağını öngörememiştir. Bu nedenle bugün 2015 Türkiyesi'nde AKP'nin tarihi silmesi ve yeniden yazması, 1984 Okyanusyası kadar kolay olmayacaktır! Çünkü bu bilişim ça­ğında bazı belgeleri yok etmek mümkün olsa bile bazı belgele­ri ve bilgileri yok etmek mümkün olmayacaktır. Ayrıca sadece Türkiye'deki belgeleri yok etmek de işe yaramayacaktır. Tüm dünyada Cumhuriyet tarihimizle ve Atatürk'ümüzle ilgili belge­leri de yok etmek gerekecektir. Dünyadaki bütün belgeler yok edilse bile, bilginin artık evrenseııeşmesi ve kökleşmesi nedeniyle tarihsel gerçeği tamamen silmek veya tersyüz etmek mümkün ol­mayacaktır. Ayrıca belgeleri yok edip tarihi silmek de yetmeye­cektir. Partinin ideolojisine uygun olarak yazılan yeni kurgusal tarihi sadece Türkiye'ye değil tüm dünyaya kabul ettirmek için de daha çok çaba harcamak, dünyada lobiler oluşturmak, yıllar­ca bu uğurda mücadele etmek gerekecektir.

Ancak bütün bu güçlüklere rağmen AKP yakın tarihi çar­pıtmaya, Atatürk'ü silip Cumhuriyet tarihini yeniden yazmaya kararlıdır: Bunun için kitapları değiştirmeye, belgeleri yok etme­ye, bilgileri çarpıtmaya, anıtları, mimari eserleri yıkmaya çoktan başlamıştır. AKP, "Yeni Türkiye'ye yeni tarih" yazmakta, kendi resmi tarihini oluşturmaktadır.

AKP'nin yazdırdığı uyduruk tarihin boyutlarını görmek, bu kurgusal tarihin ne kadar yayıldığını anlamak için internette Cumhuriyet tarihi ve Atatürk konusunda bazı aramalar yapma­nız yetecektir.

İşte elinizdeki kitap, Atatürk'ü ve onun Cumhuriyeti'ni sil­mek amacıyla uydurulan yalan, çarpıtma, ve kurgusal tarihin "Panzehir"idir.

25

Sosyal Medyadaki Atatürk Düşmanı

Mayıs lOIS'te sosyal medyada (instagram'da) bir Atatürk düşmanının bazı ibretlik sorularıyla karşılaştım. Aslında benim kitaplarımda yıllardır belgelerle yanıt verdiğim tipik yobaz ya­lanlarının bilindik türevIerinden ibaret olan bu sorular, AKP'nin uydurduğu kurgusal tarihle ilgili fikir vermesi bakımından çok önemlidir.

26

• h.ayaydinn

ATATOAK � BU SOAUI.ARA CEVAP VEROICINIZDE.ooc:RMJ· YANlıŞI ZATEN AYRT EDEBIL.ECEKSNZ. ... i· � ...... ,.." 1ıaIdırdrt? 2· lt32da eıanı ı--. yM8IdaııItn? 3·�·yı nadIn�? •• Kw'an 1IerfIemj,.." r-..... ? r.. TaI. nadin eı.nadan paı... Ibrı? i- Bır bel � ...... içln Mdan aIrftarI aAn? 7· FLIııIUndI nedan ihanet .aırı? I-�"""'�""? i· Nı $i*U Bey! nedan ClldiWftUn? LO· Soraı)aan nadin � II· LalII. Haıwn .,..,., nadin aynIdı1 12· Tam dawı.,..,i, nadin ISLAMA aylun1 13- 0ıiırnUNe lOYUn nadan 1ıeIıIdı. aIınıbaIann yalı mu? i.· saldı N\ftI ..,. nadan SUIYan dedi? ır.- Nadan -*' g8f9IIıIanri ....,. ıçın 5111 YDD Qllandı1

• 29!ıe6enme h.ayaydlnn Hadi bunuda cevaplayın alaPUTCUlAR

Gerçi şimdiye kadar hangi sorulara cevap

Sosyal medyadaki Atatürk düşmamnın Atatürk'e sorduğu o sorular

"h.ayaydınn" rumuzlu bir instagram hesabından "Atatürk Hakkındaki Bu Sorulara Cevap Verdiğinizde Doğruyu Yanlışı Ayırt Edeceksiniz . . . " başlığıyla ve "Hadi bunları cevaplayın ata­PUTÇULAR. Gerçi şimdiye kadar hangi sorulara cevap verebil­diniz ki?" diye sorulan sorulara facebook hesabırndan 27 Mayıs 2015 tarihinde "Bir Atatürk Düşmanının ibretlik Sorularına Atatürk 'ten Kısa Cevaplar" başlığıyla tek tek yanıt verdim. Bu yazım kısa sürede çok fazla beğeni alıp sosyal medyada en çok paylaşılan ve konuşulan paylaşımlar arasına girince usta gazeteci Uğur Dündar, bu yazımı Sözcü gazetesindeki köşesine taşıdı.

Dündar, 3 Haziran 20 15 tarihli Sözcü gazetesinde tam say­fa, "Atatürk Düşmanının ibretlik Sorularına Atatürk 'ten Tokat Gibi Cevaplar" başlığıyla benim söz konusu yazımı okuyucula­rına ulaştırdıY Böylece Atatürk düşmanının sorularına verdiğim yanıtlar çok daha geniş bir kitleye ulaştı. Bu büyük ilgi, ister istemez, yeni soruları ve yeni yanıtları gündeme getirdi.

Sözcü,3 Haziran 2015

İşte Panzehir, "Bir Atatürk Düşmanının ibretlik Sorularına Atatürk 'ten Kısa Cevaplar" başlığı altında verdiğim yanıtların dipnotlu, kaynaklı daha gelişmiş şeklini ve buna ek olarak Ata­türk düşmanlarının sürekli karşınıza çıkan diğer "kült" yalanla­rına, çarpıtmalarına, iftiralarına verdiğim bilimsel yanıtları içer-

21 Uğur Dündar, "Atatürk Düşmanının İbret/ik Soru/arına Atatürk'ten Tokat Gibi Cevap/ar", Sözcü, 3 Haziran 2015, s. 1, 4.

27

mektediı� f'�w·. cevap �� wnııbnn yamdaru:ııı "�i:_ R.. T�c, E���Vfl 7iımiiIJJ., 1'ede.,,;/,1If/e EL-CEVAP'" ve "'C��ef: T_i! Y'�" «2: r;iiQbr' adil kitaıpl!anmda hıılr labıiıJ�.

PlVllZeIPint� as:lıında Ata'ilil ve Ct.ıı:ıı:iliwriiyet �n.run ya­lanluma: bır� bü aede yıılilJa.rdu- .wam edemı bU· cıhrnııiış: (i;�­sinimı son s,avwıımas.ııdw. Beııııdeıı � rrallmıetl!i: TıııırglıJıt Öza,kma,m. ve İsme1ı Görg,iıliiU ",bt � d!eğet'1!i 1!ari.bçi� yazar� ak.ade�yett Atarild. ve Cwmıhmiyet �rııııanJıa,rmm yabaıııılWrıımıa. çarpflrmıaı,b­ıma � cevaplar �. OııııIara dıa teş,eUWi bOEÇJiuyU2i�

P��iin sWlbre 1ıII'�smd!aı sevgili eşim Ö:tkm Alloç Meydan"Ul birliiık �. tath hzlanm idiiE Maya Meydian ye Daıy Mdd: Meydan'm �hlUan..lnkıJJaıp Kiıtabeyt ç�­mıd.am Buırcu LWtır· AgaIIar. Gölt�em, Yaııı.hıı" Deryaı &ıila ve Ahmet bk.wt�ıım Öıne.ıı1ili ve yömJlemıdı'iiriic latbllan çol etkili obn1ılŞtW'. � S'O.ılltSW' te� s,wr.tı:mm.

İyi oA:ıaııımalaır."

2.8

siaaa MEYDAN IMyüıkçebm.«eLlstanbuıl'l201l 5

YALAN 1

ATATÜ RK'Ü N SON MECLis KON UşMAS ı

"Gökten İndiği Sanılan Kitapların Dogmaları Sözü Atatürk'ün Dinsizliğini Kanıtlar!"

Tann'yı Gökte Sananların İman Ölçeri

Gazeteci, yazar Can Dündar, 2008 yılında gösterime giren Mustafa adlı belgesel filminde Atatürk'ün son Meclis konuşma­sındaki "Gökten indiği sanılan kitaplann dogmalan ... " sözüne de yer vermişti. Dündar, o günlerde Ayşe Arman'a verdiği bir röportajda aslında filmin merkezine Atatürk'ün bu sözünü yer­leştirmek istediğini ifade etmiştir:

"Atatürk'ün hayatında, ben onu fark ettim ama gelen tep­ki/ere baluyorum da filme çok yedirememişim. Asıl mücadele ne Yunanl,lara ne asi Kürtlere ne de gericilere karşı veriliyor. AtalÜr·k'ün asıl mücadelesi, 'Iktidan, gökyüzünden yeryüzüne mdirme meselesi.' Ben bütün mücadelesini topyekun elden ge­çirdiğimde bunu gördüm. Üstelik yapmaya çalışt,ğı çok özel bir şey� sadece Türkiyey,i değil, bütün insanlığı ilgilendiriyor. Bütün in5a14lığ� dom;ştürebilecek bir şeyden söz ediyor. O sonda yaptığı koırıuşmı;ıJa söylediği bir şey var ki -ben I:nmım filmin en çok

konuşUI'clcak şeyi olacağını sanryordum, üzerine kimse bir sattT bile- yaz'W4id1r bunu insanlık tarihinde söyleyebilecek başka bir /titk-r bil7ı1'1d.yoruz. 'Sk j/hamla-mmz,ı gökten tkğil, yeryiiz-.drıı

alıyoruz, bizim ilkelerimiz gökten indiği sanılan kitaplann dog­malanyla bir tutulmamalıdır,' diyor. Burada sadece İsLam da söz konusu değiL, bütün dinLere bir gönderme var. " Dündar şöyle devam ediyor: " . . . Bu koLay bir mesaj değiL, Atatürk bunu sere serpe Meclis kürsüsünden söyLeyebiLiyor, biz üzerinden 70 yıL geçtikten sonra biLe henüz o cesarette değiLiz. Bahsettiği, Barack Ohama'nın İnciL'e eL basarak yemin etmesine uzanan bir süreç. Bütün insanLık tarihinde dinin tamamen siyasaL ve topLumsaL ha­yattan silinmesinden söz ediyor. Bu kadar radikaL bir lider!"1

Dündar, Atatürk'ün en önemli meselesinin "iktidan gökyü­zünden yeryüzüne indirme meseLesi" olduğunu söylüyor. Haklı! Gerçekten de Atatürk, tüm hayatını sadece dinsel ilkelerle (üs­telik yüzyıllar içinde iyice boş inançlar/hurafelerle kaplanmış ilkelerle) biçimlendiren, iktidarınlkutsalın gökte olduğuna inan­dınlmış bir toplumda, evet "iktidarı gökyüzünden yeryüzüne in­dimzek" istemiştir. Öncelikle de kendini "ALLah'ın yeryüzündeki gölgesi" olarak adlandıran ve meşruiyetini dinden alan sultanl halife şirk düzenine, Atatürk'ün bizzat ifadesiyle "çürümüş göl­ge adamlara" son vermiştir. Ancak bunu yaparken -zaman za­man din eleştirileri yapsa da- Tanrı'ya ve dinlere, özellikle de mensubu olduğu İslam dinine asla savaş açmamıştır . Tam ter­sine "Türk milleti daha dindar oLmalıdır. Yani bütün sadeliği ile dindar oLmalıdır, demek istiyorum. Dinime, bizzat hakikate nasıl inanıyorsam, buna da öyle inanıyorum. Düşünceye aykı­n, ilerLemeye engel hiçbir şey içermiyor, "2 derken altını çizdiği () "sade din" için 1924'te Diyanet İşleri Başkanlığı'nı kurdurup, i 925'te Kur'an'ın Türkçe tefsir ve tercümesini yaptırmaya, sağ­lam hadisleri Türkçeye çevirtmeye başlamıştır. 1 932'de din dili­ni; czanı, duaları, hutbeleri, salatı Türkçeleştirerek bir anlamda "Dinde Öze Dönüş Hareketi"ni başlatmıştır. Atatürk'ün amacı kabaca dini yok etmek değil, dinin anlaşılmasını sağlayarak ön­celikle din istismarını, dinin kullanılmasını önlemektir.)

1 "Caıı Diiııdar: Tabı/yıı Şimdi Aıııadım", www.haberZ.com. 9 Kasım 2008. Utkan Kocatürk, Atatürk'ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1999, s. 232.

'ıtürk'lin Dinde Öze Dönüş Hareketi'nin ayrıntıları hakkında bkz. Sinan Mey-

Atatürk'ün tartışmasız en önemli ilkelerinden biri duru­mundaki laiklik ilkesi de asla "dinsizlik" veya "din düşmanlığı" değildir. Laiklik bir taraftan din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasını; dünya işlerinin "vahiy" kaynaklı dinsel kuraııarla değil, "akıl" kaynaklı hukuksal ve bilimsel kurallarla yürütü 1-mesini, diğer taraftan hem devletin bireylere karşı hem de bi­reylerin birbirlerine karşı anayasadaki din ve vicdan özgürlüğü­ne uygun şekilde davranmasını amaçlayan bir ilkedir. Nitekim Atatürk'ün laik Türkiyesi'nde inanç ve ibadet yasak değildir; ca­miler açıktır, ezanlar okunmuştur, dini bayramlar kutlanmıştır, İslam'ın temel kaynağı Kur'an ve sağlam hadisler devlet eliyle en mükemmel şekilde Türkçeleştirilip bastırılıp yine devlet eliyle halka dağıtılmıştır. Ancak aynı Atatürk Türkiyesi'nde insanla­rı herhangi bir dine inanmaya veya inanmamaya zorlamak da yasaktır. Atatürk Türkiyesi'nde din istismarı da yasaktır. Dini hem devlete, hem bireylere karşı silah olarak kullanmak ve dini kullanıp Cumhuriyet düşmanlığı yapmak da yasaktır. Kısacası Atatürk Türkiyesi'nde "din" değil, "dincilik" yasaktır. Atatürk "dindarlara " değil, "dincilere" düşmandır. Örneğin Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi gibi vatansever gerçek din adamlarına büyük saygı duyan, ölünceye kadar onlarla dostluğunu, yakınlı­ğını sürdüren Atatürk, Şeyhülislam Mustafa Sabri gibi işbirlikçi, sahte din adamlarına müthiş düşmandır.

Atatürk, Türklerin "emperyalizm" ve "geri kalmışlık" ba­taklığına saplanmalarında yüzyıllardır "aklın" ve "bilimin" fazlaca ihmal edilmiş olmasının çok belirleyici olduğu sonucu­na varmıştır. Bu topraklarda yüzyıllardır aklın ve bilimin ihmal edilmesinde dinin, daha doğrusu "dinciliğin" çok etkili oldu­ğunu gömüştür. Bu nedenle cumhuriyetin ilanıyla birlikte iki önemli adım atmıştır: 1. Öncelikle hayatın merkezine aklı ve bilimi yerleştirmek iste­

miştir. Atatürk'ün bütün devrimleri bu temel amaca yöneliktir.

dan, Akl-ı Kemal, "Atatürk'ün Akıllı Projeleri", 5 cilt hir araJa (özel baskı), 2. bas., İstanbul, 2015, s. 876-953.

.3 ı

2. Dinin anlaşılmasını sağlamak istemiştir. Bunun için de din dilini Türkçeleştirmiştir. Atatürk'ün dinin anlaşılmasına çalışmasını, onun toplumu "dindarlaştırma" veya "dinsiz­leştirme" çabası olarak yorumlamak yanlıştır. Atatürk, ina­nanlara neye inandıklarını; inanmayanlara neye inanmadık­larını göstermek istemiştir. Bu bakımdan Atatürk'ün dinin anlaşılmasına yönelik çabaları, örneğin Kur'an'ı ve hadis­leri Türkçeye tercüme ettirmesi özünde " laik" bir çabadır. Atatürk bir taraftan akla ve bilime vurgu yaparken, diğer taraftan yine aklın ve bilimin bir gereği olarak "dinin anla­şılmasına" çalışmıştır. Atatürk'ün, dinin anlaşılmasını istemesinin "dini bakım­

dan" iki temel nedeni vardır: ı . Din adına hayata saçılmış olan boş inançlarılhurafeleri her­

kese göstermek. 2. Dini kullanarak halkı kandıran din istismarcılarının, dinci­

lerin maskesini düşürmek . . . Atatürk'ün bütün bu çalışmalarını "dinsizlik" veya "din

düşmanlığı" diye adlandırmak Atatürk'ü ve devrimlerini hiç an­lamamaktır. Bu çerçevede Can Dündar'ın, Atatürk "Bütün in­sanlık tarihinde dinin tamamen siyasal ve toplumsal hayattan silinmesinden söz ediyor!" cümlesi, Atatürk'ün insanlık ütopya­sını akla getirmektedir. Nitekim Atatürk bir keresinde, "Sömür­gecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetilmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı olacaktır, '''! demiştir. Ancak Atatürk, burada sözünü ettiği o "ahenk ve işbirliği çağı" için henüz çok erken olduğunun da farkındadır. Nitekim "Nutuk "ta bundan "tatlı bir düş" diye söz etmiştir.s Atatürk, evet "dini" siyasal

4 Utkan Kocatürk, Atatürk'ün Fikir ve Düşünceleri, s. 383.

5 Şoyle demiştir: "Baylar, bütün insanlığın görgü, bilgi ve düşünüşte yükselip oL­gunlaşması, Hıristiyanlıktan, Müslümanlıktan, Budizmden vazgeçerek yalınlaş­tınlmış ve herkes için anlaşılacak bir duruma getirilmiş katıksız ve lekesiz bir dünya dininin kurulması ( . . . ) 'Birleşik Dünya Devleti kurma düşünün tatlı ol­duğunu yadsıyacak değiliz. " (Gazi Mustafa Kemal , Nutuk/Söylev, C II, Ankara,

1 989, s. 948-95 1 . )

32

hayattan; dini değil, ama "dinciliği" , "bağnazlığı" da toplumsal hayattan silmek istemiştir.

Konumuz açısından burada Can Dündar'ın "iktidan gök­yüzünden yeryüzüne indirmek" ifadesine dikkat çekmek isti­yorum. Bu ifadeyle anlatılmak istenen şüphesiz "dünyevileşme arzusudur" . Gerçekten de Atatürk yüzyıllardır dinin, Tanrı'nın egemenlik alanına bırakılmış olan birçok konunun insanların kendi akıllarıyla, iradeleriyle, plan ve programlarıyla düzenlen­mesini amaçlayan bir pozitivist, seküler, dünyevi anlayışı hayata geçirmek istemiştir. Atatürk'ün bu "dünyevileştirme" hareketi öteden beri "iktidarı gökten yere indirmek" olarak adlandırıl­mıştır. Ancak "Gök ve Tanrı özdeşiiği" kuranların bilinçaltında dinin, Tanrı'nın gökyüzünde olduğu yönünde eski ve kaba bir inanç vardır. Çok tanrılı dönemlerde güneşin, ayın, yıldızların; gökcisimlerinin kutsal görülmesi ve Tanrı'nın kutsallığından do­layı "yukarıda", dolayısıyla "gökte" tasvir edilmesi aslında in­sanlık tarihi kadar eski bir alışkanlıktır ve neredeyse bütün din­lere yerleşmiş bir genel kabuldür. Dolayısıyla insanlar dinlerden ve Tanrı'dan söz ederken veya dua ederken gökyüzünü gösterir­ler. Özellikle Türkler, İslam öncesindeki Gök Tanrı inancı gereği "Gök" ve "Tanrı" özdeşliği kuran milletlerin başında gelir. Gök ve Tanrı özdeşliği kuran eski Türkler Tanrı'ya, göğe daha yakın olmak için ibadetlerini yüksek dağların zirvelerinde yapmıştır.

İşin ilginç yanı "Kur'an Şairi" olarak bilinen Mehmed Akif Ersoy bile İslam dini ve gök özdeşliği kuranlardan biridir.

Şu dizeler Akif'e aittir: "O yerin gökten inen dini, hayatın dini?'>6 ( . . . ) "Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir; Müslümanlık, bilmem ama galiba göklerdedir. JJ7 Dante Alighieri, 1307- 1321 arasında, ortaçağda kaleme al­

dığı ve "öteki dünyaya" yaptığı düşsel geziyi destanlaştıran ünlü

6 Mehmed Akif Ersoy, Safahat, haz. Komisyon, İstanbul, 1 996, s. 411.

7 age., s. 3 1 2.

33

"İlahi Komedya "sında cehennem ve araf gibi cennetin de on kat­tan oluştuğunu ve Tanrı'nın göğün onuncu katında olduğunu belirtmiştir. Dante'ye göre göğün ilk katında Ay, ikinci katında Merkür, üçüncü katında Venüs, dördüncü katında Güneş, beşin­ci katında Mars, altıncı katında Jüpiter, yedinci katında Satürn gezegenleri vardır! Sekizinci katta dönmeyen yıldızlar, dokuzun­cu katta "İlk Devindirici" yer alır! "Ari ışıktan oluşan maddeden arınmış onuncu kat ise, kutlu ruhlarla Tanrı'nın katıdır. " Dante, bu katın merkezinde yer alan Tanrı'yı "öncesiz ve sonrasız güçlü ışık" olarak tanımlamıştır. B

İşte Atatürk'ün son Meclis konuşmasındaki " Gökten in­diği sanılan kitapların dogmaları " sözünden "dinsizlik" , hatta "tanrısızlık" anlamı çıkaranların neredeyse tamamı, tıpkı Akif ve Dante gibi bu kadim dinffanrı ve gökyüzü özdeşliğinin etki­sinde kalanlardır.

Atatürk'ün son Meclis konuşmasındaki "Gökten indiği sa­nılan kitaplann dogmalan" sözünden "dinsizlik", hatta "Tanrı­sızlık" anlamı çıkaranlardan biri de gazeteci Murat Bardakçı'dır. Bardakçı, 201 4 yılında "Tarihin Arka Odası " adlı televizyon programında Atatürk'ün bu sözlerinin "materyalizm" , "ateizm" olduğunu iddia etmiştir. Ancak bir an Atatürk'ün bu sözleriy­le kutsal kitapları, dinleri "reddettiğini" kabul etsek bile, bu sözlerine dayanarak onun Tanrı'yı reddettiğini, yok saydığını, Tanrı'ya inanmadığını söyleyemeyiz. Çünkü bilindiği gibi dinle­ri, kutsal kitapları reddetmek illa da Tanrı'yı reddetmek anlamı­na gelmez. Şöyle ki, her dinsiz, ateist değildir; dinleri reddeden ama Tanrı'yı, onun yaratıcılığını, varlığını kabul eden çok in­san vardır. Örneğin, Tanrı'nın varlığını kabul eden ama dinleri reddeden deisder vardır. Dolayısıyla "gökten indiği sanılan ki­tapların dogmaları " sözünden Aristo mantığıyla, düz bir bakışla "dinsizlik" anlamı çıkaranların, aynı sözlerden bir de "Tanrısız­lık" anlamı çıkarmaları, mantıki derinliği olmayan, son derece sığ ve zorlama bir yorumdur. Çünkü Atatürk burada "Tanrı'nın

8 Dante Alighieri, İlahi Komedya, çev. Rekin Teksoy, İstanbul, 201 1 , s. 23.

34

varlığına" değil, "gökten kitap inmesi" düşüncesine, bunu savu­nan dinsel anlayışa itiraz etmiştir. Çok daha önemlisi, "gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla/değişmez kuraııarıyla " ülke yönetilmesine itiraz etmiştir. Ayrıca "KutsaL kitapLarı Tanrı göndermedi!" önermesi bile tek başına Tanrı'yı reddetmek anla­mına gelmez; böyle bir önerme kutsal kitapları, kutsal kitapların kaynağını, ortaya çıkış biçimini sorgulamak anlamına gelir. Bu tür bir sorgulama klasik dinsel öğretiye aykırı bir davranış ola­rak görülüp yadırganabilir, ancak buradan "dinsizlik", hele hele "Tanrısızlık" anlamı çıkarılamaz.

o Sözü Analiz Ederken Gözden Kaçanlar

Atatürk'ün "gökten indiği sanıLan kitapLarın dogmaLarı" sö­zünü analiz ederken şu gerçekler gözden kaçırılmamalıdır: 1 . İslam dinine göre evet kutsal kitaplar inmiştir; ama gökyü­

zünden inmemiştir. Atatürk'ün dediği gibi bu bir "sanrı"dır. 2. Atatürk İslam dinini son derece iyi bilmektedir. Kur'an'ı

okumuş, ayetlere hakimdir. 3. Atatürk bir dahidir. Dahinin felsefi kodlarını bilmeden,

onun -üstelik bağlamından, amacından koparılmış, başı sonu kesilmiş- sözlerini doğru anlamlandırmak zordur.

4. Atatürk'ün ne dediği kadar nerede, ne zaman, kime ve ne amaçla dediği de çok önemlidir.

5 . Atatürk çok önem verdiği bazı mesajlarını daha etkili biçim­de iletebilmek için zaman zaman anlam güçlendirici cüm­lelere, karşılaştırmalara başvurmuştur. Bu cümlelerin, kar­şılaştırmaların ortak özeııiği genel kabuııere aykırı, sarsıcı, şaşırtan ve ezber bozan cümleler, karşılaştırmalar olmasıdır.

6. Atatürk'ün herhangi bir sözüyle gerçekten ne demek is­tediğini anlayabilmek için sadece o sözüne değil, o konu­daki tüm sözlerine ve uygulamalarına bakmak gerekir. (Atatürk'ün sözlerinin tamamı 30 ciltlik "Atatürk 'ün Bütün EserLeri"nde toplanmıştır. )

35

Matematikçi Kemal'in Matematiksel Cümleleri

Atatürk'ü doğru anlamak isteyenlerin bilmesi gereken ilk şey, Atatürk'ün her sözünün ve davranışının arkasında bir "ma­tematiksel akıl" olduğu gerçeğidir. Bu nedenle Hans Froemgen, Atatürk'ü "Matematik çi Kema/" diye adlandırmıştır ki, çok haklıdır.

"Atatürk bir konuyu, bir sorunu işlerken matematik çi man­tığı ile değişik olasılıkları ve çözümleri irdeleyip değerlendirmiş­tir. O, kimi düşüncelerini açıklarken niceliksel terimleri, yani matematiksel kavramları özellikle kullanmıştır. ( . . . ) Onun öz­gün, kısa ve özlü anlatımı matematik çi mantığına dayanmakta­dır. Çünkü matematiksel bir ifadede hiçbir terim rastgele biçimde yer almaz, çıkarılmaz değiştirilemez. Nitekim onun düşüncele­rinde hiçbir sözcük, hiçbir cümle rastgele kullanılmamış, belli bir matematiksel dizi/im içinde bütünleşmiştir. Onun hangi ko­nuya ilişkin olursa olsun tanımları, tıpkı geometri tanımları gibi sadece gerekli kavramları yeterli biçimde içermektedir. "9

Matematiksel akılla hareket eden "dahi" Atatürk'ün sözle­rinin; üstelik ezber bozan, sarsıcı sözlerinin, fazlaca düşünülme­den öylesine söylenmiş sözler olduğunu iddia etmek Atatürk'ü hiç tanımamaktır.

Atatürk, konuşmalarını önceden büyük bir dikkatle, her sözcüğün üzerinde durup düşünerek hazırlayan biridir. Nite­kim onun gençliğinden beri tuttuğu elimizdeki not defterlerinde yapacağı bazı konuşmaların taslakları vardır. Bu konuşma tas­laklarına bakıldığında, önce yazıp, sonra beğenmeyerek üzerini çizdiği veya değiştirdiği sözcükler göze çarpmaktadır. Görülen o ki Atatürk, konuşmalarındaki sözcükleri, sözcüklerin yerle­rini ve anlamlarını iyice düşünerek belirlemiştir. Hele hele söz konusu olan Meclis konuşmaları olunca daha da dikkatlidir. Çünkü Atatürk'ün Meclis konuşmaları sıradan konuşmalar de­ğildir; Atatürk'ün Meclis konuşmaları, geçen bir yılın her türlü

9 Cemi! Uğurlu, "Atatürk'te Rasyonel ve Matematik Düşünce". Bilim ve Teknik, Kasım, 1985, s. 13.

36

muhasebesinin yapıldığı bir tür " icraatın içinden" konuşmaları­dır. Hükümeti ve halkı yönlendirici niteliğe sahiptir. Bu nedenle Atatürk'ün Meclis konuşmalarındaki cümleleri, sözcükleri rast­gele kullanılmış cümleler ve sözcükler değildir. Atatürk her cüm­lesini, her sözcüğünü iyice düşünerek, bilerek, isteyerek, belli amaçlara yönelik olarak kullanmıştır.

Dolayısıyla Atatürk, son Meclis konuşmasındaki "gökten indiği sanılan kitaplann dogmalan" cümlesini kurarken de üzerinde durup düşünerek, sözcükleri ve sözcüklerin yerlerini özellikle seçerek kullanmıştır. Biraz önce ifade ettiğimiz gibi, "Matematiksel bir ifadede hiçbir terim rastgele biçimde yer al­maz, çıkarılmaz, değiştirilemez. Nitekim onun düşüncelerinde hiçbir sözcük, hiçbir cümle rastgele kullanılmamış, belli bir ma­tematiksel dizilim içinde bütünleşmiştir. " Bu cümlesi de öyledir. Nitekim bu cümlesindeki bir sözcüğü değiştirince veya cümleden çıkarınca "matematiksel dizilim" tamamen bozulmaktadır. Ör­neğin bu cümleyi Atatürk, "gökten inen kitapların dogmaları! " biçiminde kursaydı, cümleye çok daha başka bir anlam yüklemiş olacaktı. Ancak o, cümleyi özellikle "gökten indiği sanılan ki­tapların dogmaları " biçiminde kurmuştur. Burada kilit, "sanı­lan" ifadesidir.

Atatürk'ün Meclis Konuşmasını Cımhızlamak

Öncelikle peşinen söyleyeyim ki, burada amacım bazıları­nın yaptığı gibi elime bir " iman ölçer" alıp Atatürk'ün dinini, imanını ölçmek değildir. Ayrıca bu hiç kimsenin haddine değil­dir. Atatürk yapıp ettikleriyle her şeyden önce Türk insanının canını, namusunu, vatanını kurtarmıştır. Ona minnet duymak için onun "dindar" veya "dinsiz" olmasının hiçbir anlamı yok­tur. Ona minnet duymak için bu ulus için yapıp ettikleri yeter de artar bile. Benim amacım çokça çarpıtılan bir konuyu açıklığa kavuşturmaktır.

Son zamanlarda sözüm ona "Atatürk'ün dinsizliğine" (san­ki Atatürk dinsiz olsa değeri azalacakmış veya artacakmış

37

gibi) en büyük kanıt olarak onun 1 Kasım 1 937 tarihli Meclis açış konuşmasının sonundaki "gökten indiği sanılan kitapların dogmaları!" sözü gösterilmektedir.

Öncelikle Atatürk'ün o sözünü -Atatürk'ü dinsiz göstermek isteyenlerin yaptığı gibi- cımbızlamadan, öncesiyle sonrasıyla ortaya koyalım: İşte Youtube'da yayınlanan o video da yer al­mayan bölümleriyle Atatürk'ün 1 Kasım 1 937 tarihli Meclis açı Ş konuşmasındaki o kısım (Meclis Zabıt Cerideleri'nden aynen aktarıyorum):

"Aziz milletvekilleri, Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki

ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetim de ve politikada bizi aydınlatıcı ana çizgilerdir. Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitapla­nn dogmalanyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlanmızı gök­ten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bu­lunuyoruz. (Alkışlar) Bizim yolumuzu çizen, içinde yaşadığımız yurt; bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir de uluslar tarihinin bin bir acıklı olay ve sıkıntı ile dolu yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır. Elimizdeki programın ruhu, bizi sadece bir kısım vatandaşlarfa ilgilenmekten engeller, biz bütün Türk ulusuna hizmet ederiz. Geçen yıl içinde, parti ile hükümet kuruluşunu birleştirmekle vatandaşlar arasında ayrılık tanımadığımızı fiilen göstermiş olduk. (Var ol sesleri). Bu olayın bizim, devlet yöne­timinde kabul ettiğimiz, 'Kuvvet birdir ve o ulusundur' gerçeği­ne uygun olduğu ortadadır. (Alkışlar) . Gücün tek kaynağı olan Türk Milletinin seçkin vekillerini, büyük mutfulukla, eğilerek selamlarım. (Bravo, yaşa sesleri, şiddetli ve sürekli alkışlar). "JO

o Sözler Anlam Güçlendiricidir "CHP Prensiplerinin Hayattan Alındığını" Vurgular

Her şeyden önce Atatürk, 1 937'deki bu Meclis açış konuş­masında, daha önceki Meclis açış konuşmalarında olduğu gibi

10 Millet Meclisi Tutanak Dergisi, D. V, C 20, S. 3, 1 Kasım 1937.

38

Türk milletinin yükselmesi, ilerlemesi, refahı, mutluluğu için ne­ler yapılacağını açıklamıştır. Ağır sanayinin kurulmasından ma­denlerin işletilmesine, demiryollarından kültür sanat politikala­rına kadar Türk milletinin kalkınmasını sağlayacak birçok farklı alanda yapılanları ve yapılacakları sıralamıştır. Bütün bunları dönemin hükümetinin; CHP'nin yaptığını, yapacağını ifade et­miştir. Daha sonra "Dünyaca bilinmektedir ki, bizim devlet yönetimimizdeki ana programımız, Cumhuriyet Halk Partisi programıdır. Bunun kapsadığı prensipler, yönetim de ve politi­kada bizi aydınlatıeı ana çizgilerdir," demiş ve bu prensiplerin, yani CHP'nin ilkelerinin (6 Atatürk ilkesi) zamana uygunluğu­nu, çağdaşlığını çok etkili bir şekilde vurgulamak için de, "Fakat bu prensipleri, gökten indiği sanılan kitaplann dogmalanyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilhamlanmızı, gökten ve gaipten de­ğil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz," demiş­tir. Böylece Atatürk CHP'nin prensiplerinin ( ilkelerinin) dogma (donmuş, kalıplaşmış, değişmez) olmadığını, çünkü bu prensip­lerin akıp giden hayattan alındığını belirtmiştir. Yani Atatürk, "gökten indiği sanılan dogmalar" sözünü kutsal kitapları aşağı­lamak amacıyla değil, CHP'nin prensiplerinin hayattan alındığı­nı, dolayısıyla çağa uygun, dinamik, gelişebilir prensipler oldu­ğunu çok güçlü ve sarsıcı bir şekilde ifade etmek için söylemiştir. Bu söylem tarzı (sarsıcı teşbihlbenzetme) Atatürk'ün sıkça baş­vurduğu yöntemlerden biridir. Atatürk konuşmalarında özellik­le öne çıkarmak, altını çizmek istediği noktaları böyle dikkat çe­kici, sarsıcı benzetmelerle, karşılaştırmalarla belirginleştirmiştir. Burada da CHP 'nin prensiplerinin hayattan alındığını, bu pren­siplerin zamana uygunluğunu, çağdaşlığını, dinamikliğini vurgu­lamak için çok radikal bir şekilde bu prensipleri kutsal kitaplar­daki değişmez, donmuş hükümlerle/dogmalarla karşılaştırmıştır. Ancak Atatürk bu karşılaştırmayı yaparken -hep iddia edildiği gibi- asla dinlere, kutsal kitapıara hakaret etmemiştir.

Atatürk'ün 1 937 tarihli Meclis konuşmasındaki o tartışılan sözlerini tekrar hatırlayalım: " . . . Fakat bu prensipleri (CHP il­keleri), gökten indiği sanılan kitaplann dogmalanyla asla bir

39

tutmamalıdır. Biz, ilhamlanmızı, gökten ve gaipten değil, doğ­rodan doğroya yaşamdan almış bulunuyoroz."

Atatürk'ün bu sözlerini, bu sözleriyle neredeyse aynı anlama gelen (başka bir konuşmasında dile getirdiği) şu sözleriyle birlik­te değerlendirmek gerekir:

"Ben miras olarak hiçbir ayet,ıı hiçbir dogma, hiçbir don­muş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorom. Benim manevi mira­sım akıldır, bilimdir."

Prof. Cihan Dura, Atatürk'ün bu sözlerini şöyle çözümle­miştir:

"Anlamı açık: Kısaca ifade etmem gerekirse, gelecek ku­şaklara bıraktığım manevi miras 'akıl' ve 'bilimdir' diyor. An­cak sadece bu açıklamayla yetinirsek yorum eksik olur. Çünkü Atatürk 'ün söz konusu ettiği miras, 'temel eksen üzerinde akıl ve bilim'dir . . .

Burada izah isteyen kavramlar vardır: Ayet, dogma, 'don­muş ve kalıplaşmış kural' gibi . . . Bunlar kolayca görüleceği gibi ifadede aynı anlamda kullanılmış terimlerdir. Atatürk 'dogma' diyor, sonra bunu daha da açık söylemiş olmak için, 'donmuş ve kalıplaşmış kural' diyor. Ayet sözcüğünü, 'değişmezlik, kesinlik ' özelliğini kastederek yine 'dogma' anlamında kullanıyor. " 1 2

Görüldüğü gibi Atatürk'ün farklı zamanlarda dile getirdiği her iki söz, hem içerik ve anlarnca hem de yöntem bakımdan birbirinin aynısı gibidir. İçerik olarak Atatürk her iki sözünde de "akıl" ve "bilim" eşliğinde sürekli değişimden, dönüşümden, çağa uygunluktan söz etmiştir. Yöntem olarak ise her iki sözün­de akıl ve bilim eşliğinde sürekli değişime vurgu yaparken an­lam güçlendirici olarak dogma/ayetldin imgelerinden yararlan­mıştır. Aslında Atatürk, zıtlıkların/karşıtlıkların gücüne/etkisine başvurmuştur. Her iki sözünde de akla ve bilime dayalı sürekli değişim, dönüşüm, çağa uygunluk vurgusunu en iyi şekilde ya-

1 1 Atatürk'ün asıl kullandığı terim "nass-ı kah"dır. "Kesin luınıt olan Kuran ayeti" anlamına gelir. (C.D.)

12 Cihan Dura, "Atatürk 'ün Manevi Vasiyeti Üzerine" , www.cihaodura.com. 14 Ekim 201 1 .

40

pa bilmek için değişimin, dönüşümün, çağdaşlığın en zıddını, en karşıtını; donmuş, kalıplaşmış, değişmeyen kuralları; kutsal ki­tapları, dogmaları özellikle kullanmıştır. Bu karşılaştırmalarla amacı, dine/dinlere hakaret etmek değil, akla ve bilime dayalı değişimi, dönüşümü en etkili, en sarsıcı, en çarpıcı şekilde dile getirmektir.

Dogma ve Doktrin

Dogma, tartışılmayan bir doktrini ifade ederY "Dogma" ve "Doktrin", her ikisi de değişmeyen, donmuş sistemleri tanımla­makta kullanılır.

Şevket Süreyya Aydemir, "Atatürk bir doktrin adamı mıy­dd" sorusuna şu yanıtı vermiştir:

"Hayır! Atatürk bir doktrin adamı değildi. Çünkü Atatürk önceden sistemleştirilmiş ve tartışı/abilse dahi fikir ve hareket prensipleri belli, sınırlı bir fikir sistemine kendini bağlamadı. ( . . . ) O tıpkı bir kurmay gibi memleket ve dünya ölçüsünde hareket­lerini, manevralarını karşılaştığı ve içinde yaşadığı şartların açıl­masına, gelişmesine göre düzenledi. ( . . . ) Kaldı ki kendini zaten bir doktrin adamı saymazdı . . . "14

Yani dogmaya karşı olan Atatürk doktrine de karşıdır. Yine Şevket Süreyya Aydemir'e kulak verelim: "Doktrine gelince, doktrin aslında 'nas' demektir. Yorum

kabul etmez ilkeler demektir. Oysa Atatürk, tartışma kabul et­mezliğin, değişmezliğin daima karşısında oldu. Yakup Kadri Ka­raosmanoğlu ile olan şu konuşması ne kadar ilgi çekicidir. Bu konuşma 1 923'te ve Gazi'nin Halk Fırkası'nı kunna çabalan sırasında geçer:

'Fakat Paşam, bu fırkanın doktrini yok?' "Eğer bir doktrine bağlanırsak oğlum, inkılabı donduru­

ruz . . . "15

13 Necati Gündüz, Atatürk çağı ve Zihniyeti, Ankara, 1973, s. 1 84. 14 Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam Mustafa Kemal, ( 1922-1938), C III, 22.

bas., İstanbul, 2007, s. 474. 15 Şevket Süreyya Aydemir, "Atatürk 'ün Kişiliği", Türk Dili, Kasım 1965, S. 1 70.

41

Gerçekten de Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun aktardığına göre Atatürk, "Doktrin istemem, donar kalınz, biz yürüyüş ha­lindeyiz," demiştir. 1 6

"Manevi mirasım akıl ve bilimdir," diyen Atatürk'ün, top­lumların donup kalmasına neden olan dogmaya da doktrine de karşı olmasına şaşırmamak gerekir.

Şimdi de Falih Rıfkı Atay'a kulak verelim: "Atatürk devrimlerinin iki temel taşı laisizm ve eğitim bir­

/iğidir. Millet bütün dünya işlerinde ne şeriat (dogma) ne de herhangi bir ideolojinin (doktrinin) baskısı altında olmayarak, yalnız günün şartları içinde kendisi için en yararlıyı düşünerek karar verir: Öz Atatürkçülük budur. " 1 7

Atay şöyle devam ediyor: "Atatürkçülük nedir? Laisizm ve eğitim birliği (ulusal, laik,

çağdaş eğitim) temeli üzerinde toplum işlerini sadece akıl yolu ile ve değişken ihtiyaç ve şartlara göre yürüten hür Batı Türklüğünü kurmak . . . " 1 8

"Atatürkçü[ük nasçılığa karşıdır . . . "19 "O insan değereisi idi. ( . . . ) Atatürkçülük demek akıl ve vicdan hürriyetleri yolu ile Türk

milletini Batı medeniyet toplumları arasına katmak demektir. "20

Şevket Süreyya Aydemir'in özetlediği gibi, "Hülasa Atatürk, ( . . . ) doktrini kendisinin; şartlara ve akla dayanan dinamik mü­dahalelerinde bir engel, bir donmuşluk sayıyordu. "2 1

KemalizminlAtatürkçülüğün temel dinamikleri şunlardır: • Donup kalmamak, • Sürekli yürüyüş, sürekli değişim halinde olmak, • çağa ayak uydurmak, • Çağdaş (muasır) medeniyetler düzeyinin üstüne çıkmak . . .

Aktaran Gündüz, age., s . 1 85. 1 6 Gündüz, age., s. 1 8 8, 1 90; Aydemir, Tek Adam, C III, s. 474. 17 Fatih Rıfkı Atay, Atatürkçülük Nedir?, İstanbul, 1 966, s. 27. 1 8 age., s. 55. 1 9 age., s. 58 . 20 age., s. 63 . 2 1 Aydemir, Tek Adam, C III, s . 474.

42

Bu temel amaçlara ulaşmak, ne donmuş kalıplaşmış din ku­rallarıyla (dogmalarla) ne de donmuş kalıplaşmış ideoloj ilerle (doktrinlerle) mümkündür. İşte bu nedenle Atatürkçülüğün "tek yol göstericisi" akıl ve bilimdir. Çünkü uygarlık bugüne kadar akıl ve bilimle gelişmiştir, bugünden sonra da akıl ve bilimle gelişecektir. Tarihte bugüne kadar dogmayla gelişen, kalkınan, uygarlaşan bir toplum görülmediği gibi, doktrinle gelişen, kalkı­nan, uygarlaşan bir toplum da görülmemiştir.

Atatürk bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: "Dünyada her şey için; medeniyet için, hayat için, muvaffa­

kiyet için en hakiki mürşit ilimdir, fendir. İlmin ve fennin dışında mürşit aramak gaflettir, cehalettir, delalettir. Yalnız ilmin, yaşa­dığımız her dakikadaki safhalarının tekamülünü idrak etmek ve ilerlemelerini zamanla izlemek şarttır. "

Atatürk'ün "dogmaya " ve " doktrine" karşı olmasının teme­linde "ilim ve fen" sevgisi yatmaktadır.

"Medeniyet yeni yeni buluşları, fennin harikaları, dünyayı durmadan değiştirdiği bir devirde, asırlık köhne zihniyetlerle, maziye takılıp ona tapmakla (maziperestlikle) varlığımızı muha­faza etmek mümkün değildir. "

Yani "ilmin ve fennin kuracağı bir medeniyet, aklın, mantığın, araştırmanın, tenkidin, bütün sebep ve kaynaklarını yok eden ve in­san ruhunu, sadece körü körüne inanmaya, şuursuzca bağlanmaya kadar götürüp orada bırakan ve kuvvetlerini öldüren her türlü te­si rlerin üstünde olmalı, ancak aklın idaresini kabul edebilmelidir. "22 Bu nedenle Atatürk, belli bir aşamadan sonra aklın ve bilimin devre dışı kalmasına neden olan dogmaya da doktrine de karşıdır.

Atatürk'e göre aklın ve bilimin devre dışı kalmasının te­mel nedeni yüzyıllardır milletin beynini, dimağını paslandırmış, uyuşturmuş olan hurafelerdir. İşte Türk Devrimi bu hurafeleri yıkmayı amaçlamıştır:

"Yaptığımız ve yapmakta olduğumuz inkıltıpların gayesi Tür­kiye Cumhuriyeti halkını tamamıyla asri (çağdaş) ve bütün mana

22 Ziya Somar, "Atatürk İnkıliiplarının Fikir Kaynakları", Türk Kültürü, Atatürk Sayısı, Kasım 1 965, S. 37, s. 45, 46.

43

ve şekilleriyle medeni bir cemiyet haline getirmektir. İnkıiapların temel prensibi budur. Bu gerçeği kabuk etmeyen zihniyetieri dar­madağın etmek zaruridir. Şimdiye kadar milletin dimağını pas­landıran, uyuşturan bu zihniyette bulunanlar olmuştur. Her hal­de zihniyetlerde mevcut hurafeler (uydurma hikayeler) baştan başa kovulacaktır. Onlar çıkarılmadıkça dimağa (kafalara-beyin­lere) hakikat nuriarını sokmak imkcınsızdır. "23

Türkiye Cumhuriyeti halkını, tamamıyla çağdaş bir cemiyet haline getirmek için zihinlerden "hurafeleri" kovmak ve zihinleri "hakikat nurları" ile aydınlatmak gerekir. Burada geçen "hura­feler" dogma, "hakikat nurları" ise akıl ve bilimin ışığıdır.

Atatürk 27 Ekim 1 922'de Bursa'da İstanbul öğretmenlerine yaptığı konuşmada şöyle demiştir:

"Milleti millet yapan, ilerleten ve yükselten kuvvetler vardır. Fikir kuvvetleri ve içtimai kuvvetler . . . Fikirler manasız, mantık­sız safsatalarla dolu olursa, o fikirler hastadırlar. Bunun gibi ce­miyet hayatı, akıl ve mantıktan uzak, faydasız ve zararlı birta­kım inançlar ve geleneklerle dolu olursa felce uğrarlar. " Milleti bu hastalıklardan kurtarmak için sadece fedakarlık, hamiyet, iyi niyetlilik lazımsa da kafi değildir. "Bu niteliklerin yanında ilim ve fen lazımdır. "

Atatürk aklın, bilimin, fennin egemen olduğu bir toplum yaratmak istemiştir. Hükümetin halka, öğretmenlerin öğrencile­re, hayata dinsel pencereden değil, bilimsel pencereden bakmayı öğretmesini istemiştir. Bu konuda sayısız örnek olay vardır. Ör­neğin, Atatürk 1 93 3 yılındaki büyük Anadolu gezisi sırasında Samsun'da bir liseye uğramış ve orada bir felsefe dersine gir­miştir. İlahiyat Fakültesi çıkışlı felsefe öğretmeni, Atatürk sını­fa girdiği sırada metafizik meselelere dalmış, hararetli hararetli Tanrı'nın varlığıyla ilgili doktrinleri anlatarak, bu konuyu fel­sefeye uydurmaya çalışmaktadır. Öğretmenin dersini büyük bir nezaket ve dikkatle izleyen Atatürk, dersin sonuna doğru öğret­menden izin alıp öğrencilere şunları söylemiştir:

23 Utkan Kocatürk, Atatürk'ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1 969, s. 63.

44

nT alebe efendiler, değerli hocanızı dikkatle ve zevk le dinle­dim. Gördüm ki siz de aynı dikkati gösteriyor ve zevkle dinliyor­sunuz. istifade ettim, kendisine teşekkür ederim. Ancak demin­den beri bu söylenenlerin neresinde felsefe olduğunu bir türlü kavrayamadım. Efendiler, bence felsefe, ilim demektir; müspet ilme dayanmayan, sadece metafizik meseleler üzerinde duran bir düşünceye felsefe değil, ilm-i kelam derler. Biliniz ki Türk milletinin istediği ve özlediği felsefe, onu müspet ilm e, müspet hakikatlere götürecek bir felsefedir. Bunun dışında kalacak bir felsefe ise, zamanlarımızı boşa harcamak, değersiz fikirler peşin­de sonuçsuz çabalar sarf etmek olur. "24

Atatürk'ün dine bakışı da akıkıdır. Şöyle demiştir: "Hangi şey ki akla mantığa, milletin menfaatine, İslam'ın menfaatine uygunsa, kimseye sormayın, o şey dinidir . . . "25

o Sözün Çözümü

Atatürk'ün dinsizliğinin kanıtı olarak gösterilen nGökten indiği sanılan kitapların dogmaları " cümlesi birbirine bağlı iki parçadan oluşmuştur: 1 . Gökten inme sanrısı 2. Kitapların dogmaları

Sırayla gidelim:

1. Gökten İnme Sanrısı Her şeyden önce ngökten indiği sanılan kitaplar" cümle­

sinde dinlere hakaret yoktur. Şöyle ki: Evet! Burada bir eleştiri vardır, ancak bu eleştiri dinlere ve kutsal kitapıara yönelik bir eleştiriden çok, kitapların "gökten indiği" bilgisine, Atatürk'ün ifadesiyle "sanrısına" yönelik bir eleştiridir. Çünkü ilahi dinle­rin (Tanrısal kaynaklı-kitaplı dinlerin) kutsal kitapları aslında gökten inmemiştir. Kutsal kitapların gökten indiği iddiası hem gerçek İslam'a hem de bilime aykırı bir iddiadır.

24 Somer, agm., s. 48. 25 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, C II, s. 131 , 132.

45

Öncelikle Kur'an'ın gökten indiğini iddia etmek için Allah'ın gökte olduğuna inanmak gerekir. Kur'an'da "Zuhru{ 84 "te " Göklerde ilah olan da o, yerde ilah olan da o. O'dur hakim, O'dur alim, " denilerek Allah'ın gökte, yerde, yani her yerde ol­duğu belirtilmiştir.26 Sonuçta İslam'a göre "Allah zamandan ve mekandan münezzehtir." İlahiyatçı Prof. Süleyman Ateş'in yo­rumuyla: "Allah mekandan münezzehtir. Yani bir yerde bulun­maya muhtaç değildir. Zira varlığı bir mekana, herhangi bir şeye bağlı değil, kendiliğindendir. Zaten zamanı ve mekanı da O ya­ratmıştır. Gökler, evren yaratılmadan önce de O var idi. O halde Allah 'ın gökte veya bir mekanda olduğunu söylemek, göklerden önce O neredeydi sorusunu akla getirir. Onun için İslam bilgin­leri Allah 'ın mekan'dan münezzeh olduğunu söylemişlerdir. "27

Belli ki Allah'ın gökyüzünde olduğunu düşünen, İslam'ın se­mavi (göksel) din, Kur'an'ın semavi (göksel) kitap olduğuna ina­nanlar28 yüzeysel bir bakışla, Kur'an'ın da gökten yere indiğini düşünmektedirler. Daha önce de belirttiği m gibi aslında gökteki bir tanrı inancı hem İslam'a inananların hem de ona inanma­yanların ortak bilinçaltıdır. Ancak İslam'a göre ne Tanrı sadece göktedir, ne İslam semavi bir dindir, ne de Kur'an gökten inen bir kitaptır.

Burada "inmek " sözüyle kastedilen " boyutsal" bir durum­dur. İslami kaynaklara göre Kur'an, İslam peygamberi Hz. Mu­hammed'e vahiy şeklinde " ilham" edilmiştir, Hz. Muhammed'in kalbine indirilmiştir, ama "gökten" indirilmemiştir. Kur'an'da geçen "İnme" sözcüğünün Arapçası "Nüzul" dur ki, "Nüzul" çok farklı anlamlarda kullanılmıştır, kullanılabilir. Birkaç örnek ver-

26 Kur'an'daki " O göktekinin çakıl taşları taşıyan bir rüzgarı üzerinize salmayaca­ğından emin misiniz? O zaman bileceksiniz nasılmış uyarım! " diyen "Mülk 1 7" ve başka bazı ayetler, bazı ilahiyatçılara Allah'ın gökyüzünde olduğunu düşün­dürmüştür! Ancak bu düşünce Kuran'daki Allah imgesine tamamen aykırı bir düşünüştür.

27 Süleyman Ateş, "Allah'ın Mekandan Münezzeh Olması Ne Anlama Gelir", http://www.suleyman-ates.com. (Son erişim, 2 Temmuz 201 5 ).

28 Mehmed Akif Ersoy bile Kur'an için "Semadan inmemiştir, şüphesiz, lakin sema­vidir, " demiştir. (Ersoy, age., s. 44.)

46

rnek gerekirse: Örneğin "Nüzul" sözcüğünün kökü "NZL"dir. Buradan hareketle örneğin, "teNZiLat" indirimdir, ama "gökten indirim değil" , fiyatlarda indirimdir! "NeZLe" "sinüslerdeki akın­tının akciğerlere inmesi" olayıdır. Burada "sinüs akıntısının gökten inmesi" değildir kuşkusuz! Hatta birde "inme" vardır, yani "felç" . Bilindiği gibi felç de gökten inmemiştir! Örnekleri çoğaltmak mümkündür. Aslında bizzat İslam dininin ana kaynağı Kur'an'da, Kur'an'ın indiği ancak gökten inmediği açıkça ifade edilmiştir. Şöy­le ki Kur' an' da "39-Zümer-l" de "Tenzilul kitabi minailahi! azizil hakim (hakimi)". ( f'II�;,)1 jlıJt;,)1 �a.ıı � "'rI1�1 �lıjO ) yani "Bu kitabın indirilişi aziz ve hakim olanAllah'tandır" . Elmalılı Hamdi Yazır başta olmak üzere bütün Kur'an tercümelerinde bu ayet bu­rada verdiğim meale yakın bir şekilde çevrilmiştir. Hiçbir tercüme de "gökten indirildi" ifadesi yoktur. Daha doğrusu "gök" , "gök­yüzü" ifadesi yoktur. Görüldüğü gibi Atatürk çok haklıdır. Ger­çekten de kutsal kitapların, özellikle Kur'an'ın gökten indirildiği Kur'an'a göre de hakikaten bir "sanrıdır" . Bana soracak olursanız, asıl dine hakaret "Kur'an'ın gökten indirildiğini sanmaktır".

Atatürk'ün Kur'an Bilgisi

Burada, "İyi de Atatürk 'ün bu kadar derin Kur'an bilgisi var mıdır? Atatürk ayetleri biliyor muydu? " sorusu akla gele­bilir. Atatürk'ün Kur'an kültürü konusunu "Atatürk ile Allah Arasında " adlı kitabımda çok ayrıntılı olarak anlattığım için bu­rada Atatürk'ün Kur'an kültürünün ayrıntılarına girmeyeceğim. Ancak Atatürk'ün Kur'an'ı iyi bildiğini söyleyebilirim.

"Atatürk ile Allah Arasında" adlı kitabımda Atatürk'ün Kur'an'ı iyi bildiğini gösteren çok sayıda örnek olaya yer verdim. Bu nedenle Atatürk, son Meclis konuşmasında "kutsal kitapla­nn gökten inmediğini" söylerken, bu söylediği sözün Kur'an'a da uygun olduğunun farkındadır.

Atatürk'ün Kur'an'ı iyi bilmesi, onun İslam dinine ve İslam dininin temel kaynağı Kur'an'a akılcı ve bilimsel gözle bakması­nı kolaylaştırmıştır.

47

Allah'ın Yeryüzündeki Gölgesi veya çürümüş Gölge Adamlar

Atatürk, CHP'nin prensiplerinin hayattan alınmış, değişen zamana uygun, dinamik prensipler olduğunu "etkili bir dille" anlatmak için kullandığı "gökten indiği sanılan kitaplar' ifade­siyle dine dayalı Osmanlı yönetim anlayışını da ağır bir şekilde eleştirmiştir.

Bilindiği gibi Osmanlı padişahları kendilerini "Allah'ın yer­yüzündeki gölgesi" olarak görmüştür. Örneğin Topkapı Saray'ı Bab-ı Hümayun Kapısı'nda Osmanlı padişahından "iki alem için Allah'ın gölgesi!" diye söz edilmiştir. Yine Bab-ı Hüma­yun Kapısı'na padişahlar için "Es-Sultan-ı zıllulltihi (i'l-arz, ye'viileyhi külli mazlumin!", yani "Sultan, Allah'ın yeryüzün­deki gölgesi ve dünyadaki bütün mazlumlann da koruyucusu­dur!" ifadesi kullanılmıştır. Kanuni Sultan Süleyman da Fran­sa kralı Fransuva'ya gönderdiği mektubuna, "ben ki, sultanlar sultanı, hakanlar hakanı, hükümdarlara taç giydiren, Allah'ın yeryüzündeki gölgesi!" diye başlamıştır.29

Osmanlı padişahlarınınlhalifelerinin kendilerini "Allah'ın yeryüzündeki göLgesi" olarak görmeleri, her şeyden önce padi­şahların da "Allah'ın gökyüzünde olduğu" şeklindeki -Kur'an'i açıdan sorulu- sembolik anlatımı kullandıklarını göstermekte­dir. Kendisini " (gökyüzündeki) Allah'ın yeryüzündeki gölgesi" olarak gören padişahların yönetim ilkeleri doğal olarak "gökseV TanrısaVdinsel" ilkeler olacaktır. Ayrıca kendisini " Allah'ın yer­yüzündeki gölgesi" olarak gören padişahın -doğru, yanlış- tüm

29 Sultan!halifeler kendilerini " Allah 'ın yeryüzündeki gölgesi" olarak ilan ederken bir kısım hadislere dayanmışlardır. Örneğin İbn Neccar'ın Ebu Hureyre'den, Beyhaki (Şuabu'I-İman, 9/475) ve Hakim'in de İbn Ömer'den rivayet enikle­ri ne göre Hz. Muhammed şöyle buyurmuştur:" Sultanlpadişah/devlet reisi, Allah'ın yeryüzündeki gölgesidir. Allah'ın bütün mazlum kullan ona sığınır­lar . . . " (Acluni, 11521 ) İbn Ebi Şeybe'nin bildirdiğine göre Hz. Ebubekir-i Sıd­dık da şöyle demiştir: "Mütevazı ve adil olan bir sultan, Allah'ın yeryüzün­deki gölgesi ve mızrağıdır. Ona yetmiş sıddıkın sevabını verir." (Acluni, a.y.) Kur'an'daki İslam'a göre peygamber dahil hiç kimse " Allah'ın gölgesi" olama­yacağından bu tür hadislerin "uydurma" olduğu açıktır.

48

kararları bir şekilde fetvalarla vs. dinsel ilkelere dayandırıldığı için eleştirilmez, sorgulanamaz, değişmez olacaktır. Soru şu: Meşruiyeti dine dayalı olan bu kararlar, akıp giden hayata, ya­şanılan çağa ne kadar uygundur? Nitekim "Allah'ın yeryüzün­deki gölgelerince! " güya "dinsel ilkelere" dayalı olarak alınan kararların çoğu, maalesef hayata, gelişen ve değişen çağa uygun olmadığı için Osmanlı Devleti büyük bir gürültüyle yıkılmıştır.

İşte Atatürk, "gökten indiği sanılan kitaplar/dogmalar" ve "Biz ilhamlanmızı gökten ve gaipten almıyoruz, doğrudan doğruya hayattan alıyoruz," derken Osmanlı padişahlarının "(gökteki) Allah'ın yeryüzündeki gölgesi!" olmalarına da gön­derme yaparak, laik Türkiye Cumhuriyeti'nde, bu tür "yanlış" bir anlayışın egemen olmayacağını anlatmak istemiştir. Böylece Atatürk, yeni Türkiye'nin yönetim ilkelerinin (CHP'nin ilkele­rinin), kendilerini "(gökteki) Allah'ın yeryüzündeki gölgesi" olarak gören, "İlhamlannı gökten ve gaipten alan" Osmanlı padişahlarının gökseVtanrısaVdinsel; donmuş, kalıplaşmış, sor­gulanamaz ilkeleri gibi değil; akıkı, bilimsel, hayata uygun, di­namik, çağdaş ilkeler olduğunu anlatmak istemiştir. Atatürk, kendilerini Allah'ın yeryüzündeki gölgesi olarak gören padişah­lar için "çürümüş gölge adamlar" ifadesini kullanmıştır.JO

Atatürk, 8 yıl sonra 1 927 yılında İstanbul'a gelip Dolma­bahçe Sarayı'na gittiğinde, orada halka seslenirken bir ara şöyle demiştir:

"Yalnız artık bu saray zıllullahlann (Allah'ın gölgelerinin) değil, zıl olmayan (gölge olmayan) milletin sarayıdır ve ben bu­rada, milletin bir ferdi, bir misafiri bulunmakla bahtiyanm. "Jl

Atatürk TBMM'yi açıp, saltanatı ve halifeliği kaldırarak "çürümüş zıllullahlara" son vermiştir. Tarih içinde İslam dinine yapılmış en büyük hizmetlerden biri budur.

30 Atatürk şöyle diyor: "Saraylarm içinde Türkten (arklı unsurlara dayana­rak, düşmanlarla ittifak ederek, Anadolu'nun, Türklüğün aleyhinde yürüyen çürümüş gölge adamlann Türk vatanından kovulması, düşmanlann denize dökülmesinden daha kurtarıcı bir harekettir. " (Utkan Kocatürk, Atatürk'ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1 999, S_ 63).

31 Aydemir, age_, s. 284, 285.

49

Atatürk Diyor ki: "Kur'an Sureleri Açık Semada Peyda Olmadı, Gökten İnmedi."

Burada şöyle bir soru akla gelebilir! "Kutsal kitapların, özellikle Kur'an'ın gökten inmediğine

inanan Atatürk'e göre, peki kutsal kitaplar nasıl inmiştir? Özel­likle de Kur'an nasıl ortaya çıkmıştır? "

Dinlerin ortaya çıkışıyla ilgili "vahyin" söyledikleri ile "bi­limin" söyledikleri farklı olduğu için doğal olarak Atatürk de bu soruya dinsel açıdan başka, bilimsel açıdan başka cevap vermiş­tir. Ayrıca Atatürk dinsel, "vahyi" bilgilere de "akli" ve "mantı­ki " açıklamalar getirmeye çalışmıştır.

Atatürk bu soruya dinsel açıdan 1 Kasım 1 922'de saltanatın kaldırılması dolayısıyla Meclis'te yaptığı konuşmada şöyle cevap vermiştir:

"Ey arkadaşlar! Tann birdir, büyüktür. İlahi adet/erin olu­şumuna bakarak diyebiliriz ki, insanlar iki sınıfta, iki devirde düşünülebilir. İlk devir, insanlığın çocukluk ve gençlik devridir. İkinci devir, insanlığın erginlik ve olgunluk devridir. İnsanlık bi­rinci devrede tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi yakından ve maddi araçlarla kendisiyle uğraşılmayı gerektirir. Allah, kullan­nın gerekli olan olgunlaşma noktasına ulaşmasına kadar içle­rinden araçlarla bile kullanyla uğraşmayı ilahlık sıfatı gerekle­rinden kabul etmiştir. Onlara Hazreti Adem Aleyhisseıam' dan itibaren yazılı ve yazısız, sonsuz denecek kadar çok nebiler, peygamberler ve resuller göndenniştir. Fakat Peygamberimiz aracılığıyla en son dini ve medeni gerçekleri verdikten sonra artık insanlıkla, aracı ile ilişkide bulunmaya gerek gönnemiş­tir. İnsanlığın anlayış derecesi, aydınlanması ve olgunlaşması her kulun doğrudan doğruya ilahi esinlenme ile ilişki yetene­ğine ulaştığını kabul buyurmuştur ve bu nedenledir ki, Cenabı Peygamber, peygamberlerin sonuncusu olmuştur ve kitabı, en kusursuz kitaptır. Son peygamber olan Muhammed Mustafa (Sallallahü Aleyhi Vesellem) (1394) sene önce Rumi Nisan içinde

50

Rebiulevvel ayının on ikinci Pazartesi gecesi sabaha doğru tan­yeri ağarırken doğdu, gün doğmadan . . . Bugün o gündür. İnşal­lah büyük rastlantıdır (İnşailah! Sesleri). Gerçekten Arabi tari­hiyle bu akşam doğum gününün yıldönümüne rastlıyor. Hazreti Muhammed, çocukluk ve gençlik günlerini geçirdi. Fakat henüz peygamber olmadı. Yüzü nurlu, sözü ruhani, ergin ve yardım­da karşılıksız, sözünde sadık ve yumuşak huylu ve insaniyetçe üstün olan Muhammed Mustafa, öncelikle bu özel nitelikleri ve görüntüsüyle kabilesi içinde "Muhammed-ü/-emin " (Güvenilir Muhammed) oldu . . . "32

Atatürk bu konuşmayı, saltanatla hilafetin birbirinden ayrı­lıp saltanatın kaldırıldığı gün yapmıştır. Yüzlerce yıldır dinden meşruiyet alan, dinin bir gereği sanılan saltanatın kaldırıldığı gün Atatürk gibi bir strateji ustasının saltanatınlhilafetin aslında dine aykırı olduğunu anlatırken vahiy kaynaklı dine vurgu yap­ması son derece gerekli ve normal bir durumdur. Ancak dikkatli bir gözün kolaylıkla görebileceği gibi Atatürk, vahiy kaynaklı dine vurgu yaparken bile satır aralarında son derece özgün, akıl­cı, bilimsel çıkarırnlar yapmıştır. Şöyle ki, Atatürk'ün insanlığın, "çocukluk" ve "gençlik" devri diye iki devirden oluştuğunu be­lirtmesi pozitivist Auguste Comte'un görüşleriyle örtüşmektedir. Atatürk'ün bu açıklaması, Auguste Comte'un teolojik ve meta­fizik süreçlere getirdiği açıklamanın neredeyse aynısıdır. Yine, "Cenabı Peygamber, peygamberlerin sonuncusu olmuştur ve kitabı, en kusursuz kitaptır," derken hem Kur'an'ın "gökten in­diği" şeklindeki yanlış ezberi tekrarlarnamış, hem de Kur'an'ı, "Allah'ın son peygamberinin (Cenabı Peygamber'in) kusursuz kitabı" olarak tanımlamıştır ki, onun bu tanımının da klasik anlamda "vahyi" Kur'an tanımının çok ötesinde "bilimsel" bir tanım olduğunu birazdan göstereceğim.

Yine Atatürk döneminde hazırlatılan "Cumhuriyet Çocu­ğunun Din Dersleri" ( 1 928), "Askeri Din Dersleri" ( 1 928) vb.

32 (Sadeleştirilmiştir). Konuşmanın tamamı için bkz. Atatürk'ün Söylev ve Demeç­leri, lTK Yayınları, C 1, Ankara, 1 997, s. 287-298.

51

dinsel içerikli kitaplarda da Kur'an'ın indirilişi, hurafelerden, uydurmalardan uzak şekilde akıkı ama "vahiy" kaynaklı ola­rak anlatılmıştır. Bu arada "Atatürk ile Allah Arasında " adlı kitabımda ayrıntılarıyla anlattığım gibi Atatürk hem Kur'an'ın anlaşılması için mücadele etmiş hem de Kur'an'ı okumuş, incele­miştir. Ayrıca Kur'an'a saygı duymuştur.

Ancak aynı Atatürk, dinlere ve dinler tarihine bilimsel açı­dan yaklaşırken vahiy kaynaklı, nakiki açıklamaları değil, ta­mamen akıkı ve bilimsel açıklamaları tercih etmiştir. Örneğin hazırlattığı bilimsel kitaplarda, (temel bilimler ders kitaplarında vs.) kutsal kitapların ve Kur'an'ın ortaya çıkışını akıl, mantık ve bilim çerçevesinde anlattırmıştır. Hatta bu bilimsel kitaplarda dinlerin, dinler tarihinin anlatımını akıkı, bilimsel bulmayınca oturmuş, bu bilimsel kitapıara ("Tarih II" ve " Vatandaş İçin Medeni Bilgiler") bu konuları bizzat kendisi yazmıştır.))

Atatürk'ün o dönemde okullarda okutulan "Tarih II" ki­tabı için kendi el yazısıyla yazdığı İslam'ın doğuşu ve Kur'an'ın ortaya çıkışı bölümü şöyledir:

"(Hz.) Muhammed'in Peygamberliği: Muhammed'in peygamberlik vazifesinin nasıl başladığını

izah etmek en nazik ve en müşkül meseledir. Muhammed'in bir melek ile, Allah ile hakikaten konuşmuş

olduğu kanaatinde bulunanlar olduğu gibi, Muhammed'in iste­yerek böyle söylediğini ileri sürenler de olmuştur.

Bu {araziyeleri bir kenara bırakmak ve meseleyi ilim ve mantık çerçevesi içinde mütalaa etmek daha doğru olur.

Kur'an'dan öğrendiğimize göre Muhammed hiç değişmeden yaşamış bir insan değildi. O da hayat ve hadiselerin zaruri icap­ları karşısında adeta her gün değişmiştir.

Muhammed, iptida Allah'ın resulüyüm diyerek ortaya çıkma­mıştır; bunu düşünmemiştir. Bu düşünce sene/erce mücadele ettik­ten ve fikirlerini neşreyledikten sonra kendisinde hasıl olmuştur.

33 Bu konu ileride " Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu" bölümünde ayrıntılı olarak anlatılacaktır.

52

Asıl meselenin hal noktası şuradadır: Bütün iptidai kavimlerde olduğu gibi Araplarda da şairlerin

akıl erdiremedikleri kuvvetlerden ilham aldıklarına inanırlardı. Bu kuvvetler Araplar için cinlerdi. Cinler güya kahinlere de ka­yıptan haber vermek kudretini ilham ederlerdi. Bu nevi itikatlar Arabistan'da her zaman o kadar canlı ve derin olmuştur ki, Mu­hammed dahi cinlerin vücuduna samimi olarak inanmıştır. Haki­katen cinlerin şair/ere şiir ilham ettiğine kani idi. Muhammed'in İsa ve Musa dinlerine dair öğrendikleri de bu itikadını kuvvet­lendirmiştir. ( . . . ) Fakat Muhammed diğer taraftan tabiat fevkin­de bir kuvvetin ilhamlarına maruz kaldığına inandı. Muhammed ilhamlarını cinlerden almadığını ve fakat cinlerden yüksek olan Allah 'tan aldığını söyler. Bu sebeple Kur' an ayetlerinin manzum değil mensur olduğunu delil gösterir.

Muhammed başlangıçta her halde şedit bir heyecana maruz oldu. Birtakım dini endişeler ve vicdani mülahazalarla samimi surette üzüldü. Muhammed namuskar, samimi ve menfaat fik­rinden ari (annmış) olarak ortaya atıldı. Onun gayesi ırkdaş­lannın ahlak ve dinini ıslah etmekti.

İlk Vahiy: Muhammed'in peygamberliğinin başlangıcına dair birçok

eski rivayet vardır. Bunlar artık efsanelere karışmıştır. Hakikat­te Peygamber'in ilk söylediği Kur'an ayetinin ne olduğu malum ve belki de mezbut değildir. Kur'an sureleri Muhammed'e açık semada peyda olmuş, bir şimşek gibi günün birinde birden bire inmiş değildir. Muhammed'in beyan ettiği sureler uzun bir de­virde dini tefekkürlerin mahsulü olmuştur. Muhammed, bu sure­/ere birçok çalıştıktan ve tedkikler yaptıktan sonra edebi bir şekil vermiştir. Mamafih kendisini tahrik eden batıni (gizli) amilin, söy­lediğimiz gibi tabiatın üstünde bir vücut olduğuna kani idi.

Muhammed'i harekete geçiren bir amil, samimi heyecanlar olmuştur . . . Muhammed daha sonra irticalen dini hitabede bu­lunan bir vaiz oldu. Vaizlikten nebiliğe, nebilikten de nihayet Allah 'ın resulü haline geçti.

53

İ çinde yaşadığı insanların manevi menfaati için ve büyük bir hakikat namına büyük bir mücadeleye atılmış olan Muhammed, sonunda dini bir imparatorluğun mutlak reisi ve bütün dünyaya hakim olmak iddiasını besleyen muharip bir dinin müessisi sıfatı ile ömrünü bitirdi. Bu iki netice münhasıran kendi manevi ve fikri kuvvetinin mahsulü idi.

Muhammed'in neşrettiği din insanların kalplerinde derin bir ihtizaz uyandırdı. O ölüp gittiği halde hala İslamiyet'in kalp­lerde ihtizaz husule getirmekte olduğu hissoluyor. Bu hakikatin sebebini araştırırken yalnız Muhammed'in şahsı üzerinde dur­mak kafi değildir. O unsurlar, mevzubahis olan kavmin faaliyet sahasını teşkil eden kavmin halleridir. Her halde içtimai heyet Muhammed'in ilk telkinlerini bati bir tekamül ile tadil ve tevsi etmiştir. " H

Görüldüğü gibi Atatürk'ün liselerde oku tu lacak "Tarih II" kitabı için 1 930'da bizzat kaleme aldığı bu satırlar, onun İslam'a ve Kur'an'ın ortaya çıkışına tamamen akli, mantık i ve bilimsel çerçevede yaklaştığını göstermektedir. Nitekim söz ko­nusu notlarında bu gerçeği, "Muhammed'in bir melek ile, Allah ile hakikaten konuşmuş olduğu kanaatinde bulunanlar olduğu gibi, Muhammed'in isteyerek böyle söylediğini ileri sürenler de olmuştur. Bu faraziyeleri (olasılıkları) bir kenara bırakmak ve meseleyi ilim ve mantık çerçevesi içinde mütalaa etmek daha doğru olur" cümleleriyle açıkça ifade etmiştir.

Atatürk'ün bu notlarında konumuz açısından asıl önemli olan bölüm, Kur'an'ın ortaya çıkmasıyla ilgili şu cümleleridir:

Atatürk'e göre, "Kuran sureleri Muhammed'e açık semada peyda olmuş, bir şimşek gibi günün birinde birdenbire inmiş de­ğildir. Muhammed'in beyan ettiği sureler uzun bir devirde dini tefekkürlerin mahsulü olmuştur. Muhammed, bu surelere birçok çalıştıktan ve tetkikler yaptıktan sonra edebi bir şekil venniştir.

34 Atatürk'ün EI Yazısıyla Muhammed ve İslamiyet'in Doğuşu Hakkında Lise Tarih Kitabı İçin Yazdıklan, 1 930, s. 4-16. Özgün Belge Anıtkabir Kütüphanesi'nde, fotokopileri TIK'da, ATASE'de ve Aydınlık gazetesi arşivindedir. Bkz. Doğu Pe­rinçek, Din ve Allah, "Kemalist Devrim ll", İstanbul, 1 994, s. 227-251 .

54

Mamafih kendisini tahrik eden batıni (gizli) amilin, söylediği­miz gibi tabiatın üstünde bir vücut olduğuna kani idi. "35

Çok açık bir şekilde görüldüğü gibi gerçekten de Atatürk Kur'an'ın "gökten indiği" düşüncesine katılmamaktadır. Çünkü bu düşünce hem akla, mantığa, bilime hem de -daha önce anlat­tığım gibi- Kur'an'daki dine aykırıdır. Meseleye bilimsel, akılcı gözle yaklaşan Atatürk'e göre, "Kuran sureleri açık semada peyda olmuş, bir şimşek gibi günün birinde birdenbire (gökten) inmiş değildir'. Ona göre Kur'an, (Hz.) Muhammed'in uzun sü­reli dini tefekkürlerinin, çalışmalarının, incelemelerinin ürünü­dür. Bununla birlikte Atatürk, Hz. Muhammed'in Kur'an'ı orta­ya koyarken, kendisini harekete geçiren tabiatın üstünde gizli bir güce "samimi" olarak inandığım da belirtmiştir.

2. Kitapların Dogmaları

"Gökten indiği sanılan kitapların dogmaları " cümlesin­deki "dogmalar" ifadesi de kutsal kitap sözlerine hakaret de­ğildir. Şöyle ki, bütün sözlüklerde "dogma " sözcüğü "Kat'i olarak ileri sürülen fikir" anlamındadır. Sözcük Fransızca "dog­me" sözcüğüne dayanmaktadır. "Dogma " sözcüğü Türk Dil Kurumu'nun "Türkçe Sözlüğü "nde aynen şöyle tammlanmıştır: "(Fr. Dogme. Yunan. FeL.) Doğruluğu sınanmadan benimsenen, bir öğretinin veya ideolojinin temeli yapılan sav, nas. "36 Do­layısıyla kutsal kitapların " dogma" olduğunu söylemek kutsal kitapıara hakaret değil, gerçeği ifade etmektir. Bilindiği gibi Kur'an'daki ilkelerin değişmez ilkeler, Fransızca söylersek (dog­me) olduğunu bizzat Kur'an ifade etmiştir. Müslümanlar da bu ilkeye inanmıştır. Asıl Kur'an'ın "dogma" (değişmez) olmadığı­m söylemek Kur'an'a hakarettir. Bu nedenle Atatürk, "kitapla­rın dogmaları" derken kutsal kitapıara ve özellikle de Kur'an'a hakaret etmemiş, gerçeği ifade etmiştir. Nitekim Atatürk, söz

35 Atatürk'ün bu düşüncelerinin birebir kaynağı L. Caetani'nin "İs/am Tarihi" adlı 9 ciltlik eseridir.

36 TDK, Türkçe Sözlük, 9. bas., Ankara, 1 998, s. 609.

55

konusu konuşmasında, "Bizim prensiplerimizi dogmalarla bir tutmamalıdır," dedikten sonra, "Biz, ilhamlanmızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyo­ruz," demiştir ki, burada da "dogma" sözcüğünün bire bir söz­lük anlamından, yani "Doğruluğu sınanmadan benimsenen, bir öğretinin veya ideolojinin temeli yapılan sav, nas" açıklamasın­dan hareket etmiştir. Atatürk, "Bizim prensiplerimiz dogma de­ğildir, " derken, kendi prensiplerinin "gökten " veya "gaipten ", yani " bilinmeyen bir kaynaktan/görünmez alemlerden" değil doğrudan doğruya bilinen, görünen yaşamdan alındığını, yani dogmaların aksine "doğruluğunun sınandığını", yani " bilimsel" olduğunu anlatmak istemiştir. Böylece devletin din kurallarıyla değil, hayattan alınan dünyevi kurallarla yönetileceğini, doğru­sunun bu olduğunu belirtmek istemiştir. Atatürk bu sözleriyle çok güçlü, "sarsıcı " bir laiklik vurgusu yapmıştır.H

Tabii ki Tanrı'nın gökte olduğunu, kutsal kitapların gökten indiğini düşünen ve dahası devletin kutsal kitap kurallarıyla, din kurallarıyla/dogmalarla yönetilmesini isteyen birinin bunu anla­ması olanaksızdır. Atatürk bu sözleriyle değişken, dinamik bir yapısı olan devlet yönetiminin "dogmalara", yani değişmeyen

37 Ayrıca bu söylem tarzı; yani CHP'nin ilkelerinin dine dayalı veya "dinsel ilke­ler" olmadığının vurgulanması o dönemde yaygın bir söylem biçimidir. Örneğin Atatürk döneminde liselerde okutulan Necmeddin Sadak'ın yazdığı "Sosyolojin kitabında laiklik anlatılırken şu cümlelere yer verilmiştir: " . . . 'Din telakkisi vic­dani olduğundan, fırka din fikirlerini devlet ve dünya işlerinden ve siyasetten ayrı tutmayı milletimizin muasır terakkide başlıca muvaffakiyet amili görür.' CHP programında gördüğümüz bu maddenin birinci fıkrasında devlet idaresine ait kanun ve nizamların, muasır medeniyete, ilmin temin ettiği esasa ve dünya ihtiyaçlarına göre yapılacağı kabul edilmiştir. Bu demektir ki CHp, teokratik ve dogmatik, yani meshebi ve nassi görüşlere itibar etmez, ancak ilim ve fenne göre hareket eder; metafizik endişeleri değil, yalnız dünya ihtiyaçlannı dikkate alır . . . "(Necmettin Sadak, Sosyoloji, Devlet Basımıevi, İstanbul, 1 938, s. 97.) Necmettin Sadak'ın 1 938'de, "CHp, teokratik ve dogmatik, yani meshebi ve nassi görüşlere itibar etmez, ancak ilim ve fenne göre hareket eder; metafizik endişeleri değil, yalnız dünya ihtiyaçlannı dikkate al,r," demesiyle, Atatürk'ün "Biz, ithamlanmızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan al­mış bulunuyoruz," demesi aşağı yukarı aynıdır. Her ikisi de CHP'nin prensip­lerinin "çağdaş" ve "hayata uygun" prensipler olduğunu ifade ederken "dinsel olmamaya" vurgu yapmıştır. Yani her ikisi de bilimsel olmaya ve din ile devlet işlerinin ayrılığına, yani laikliğe vurgu yapmıştır.

56

kanunlara, kutsal kitaplara/dinlere göre belirlenmesine ve bir de "kitapların gökten indiği sanrısına" itiraz etmiştir.

Yani aslında Atatürk bu sözleriyle şu iki gerçeğin altını çiz­miştir. ı . Dogmalarla/değişmeyen kutsal kitap sözleriyle ülke yönetil­

mez, 2. Kutsal kitaplar gökten inmez, bu bir "sanrıdır" .

Bence her iki düşüncesi d e son derece doğrudur. Tabii buradaki yanlış anlaşılmada zaman içinde sözcükle­

rin içinin boşaltılması ve o sözcülere yeni anlamlar yüklenmesi de etkilidir. Örneğin Atatürk'ün kullandığı "dogma" sözcüğü Fransızcadan dilimize ilk geçtiği zamanlarda "sözlük anlamıyla" kullanılmıştır, ancak zaman içinde içi boşaltılıp, adeta "dinlere hakaret" anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Ancak "dogma" sözcüğünü bugün dinlere hakaret olarak kullananların olması, 76 yıl önce Atatürk'ün o sözcüğü yukarıda verdiğimiz şekilde "söz­lük anlamıyla" kullandığı gerçeğini değiştirmez. Nitekim Ata­türk, "Ben manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiç­bir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım akıldır, bilimdir," derken, dogma ile ayeti aynı anlamda kullanmış, "donmuş ve kalıplaşmış kural" olarak adlandırmıştır. Ama günümüzün Atatürk karşıtı "psikolojik savaş uzmanları" değişik kurnazlıklarla gerçekleri çok ustaca çarpıtabilmektedir.

Atatürk'ün "Vatan ve Ulus" Vurgusu

Çok daha önemlisi Atatürk, algı mühendislerinin cımbız­ladıkları 1937 tarihli o konuşmasında çok çarpıcı bir şekilde, "yolunu çizen şeyin" vatanı, Türk milleti ve tarihten aldığı ders­ler olduğunu belirterek, ayrım yapmadan bütün Türk ulusuna hizmet edeceklerini şöyle ifade etmiştir: n Bizim yolumuzu çi­zen, içinde yaşadığımız yurt; bağrından çıktığımız Türk ulusu ve bir de, uluslar tarihinin bin bir acıklı olay ve sıkıntı ile dolu yapraklarından çıkardığımız sonuçlardır. Elimizdeki programın ruhu, bizi sadece bir kısım vatandaşlarta ilgilenmekten engeller,

57

biz bütün Türk ulusuna hizmet ederiz. Geçen yıl içinde, parti ile hükümet kuruluşunu birleştirmekle vatandaşlar arasında ayrılık tanımadığımızı fiilen göstermiş olduk. (Var ol sesleri) Bu olayın bizim, devlet yönetiminde kabul ettiğimiz, 'Kuvvet birdir ve o ulusundur' gerçeğine uygun olduğu ortadadır. (Alkışlar) Gücün tek kaynağı olan Türk milletinin seçkin vekillerini büyük mutlu­lukla, eğilerek selamlarım. "

Görüldüğü gibi Atatürk, kendisini "din düşmanı" olarak göstermek isteyen "cımbızcıların" görmezden geldikleri bu söz­leriyle "gücün tek kaynağının Türk milleti olduğunu ve aynm yapmadan Türk milletine hizmet ettiklerini" ifade etmiştir. Önemli olan da bu değil midir? Aslında 1 937 Meclis konuşma­sının en can alıcı noktalarından biri "gökten indiği sanılan ki­tapıann dogmalan" sözünden hemen sonra gelen "bağnndan çıktığımız yurt (VATAN) ve TÜRK ULUSU" vurgusudur.

"Biz, ilhamlanmızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz," diyen Atatürk, başka bir konuşmasında "ilham kaynaklarının" yine Türk milleti ol­duğunu şöyle ifade etmiştir: "Bizim ilham menbaımız doğrudan doğruya büyük Türk milletinin vicdanı olmuştur ve daima da öyle olacaktır. »38 • ilhamları gökten ve gaipten/bilinmeyen kaynaktan almamak, • ilhamları doğrudan doğruya yaşamdan almak, • ilham kaynağının milletin vicdanı olması,

Bundan daha açık, daha doğru, daha gerçekçi ve daha bi­limsel ne olabilir?

Atatürk'ün Bütün Meclis'e Ayakta Fatiha Okuttuğu Konuşma

Atatürk'ün 1 937 Meclis konuşmasındaki bir sözünü cım­bızıayıp çarpıtarak "Atatürk'ü dinsiz" göstermeye çalışanlar, nedendir bilinmez ( ! ) Atatürk'ün diğer Meclis konuşmalarındaki

38 M. Agah, Gazi'nin Vecizeleri, İstanbul, 1 930, s. 40. Aktaran Gündüz, age., s. 1 98.

58

dinsel vurgularını, İslam dininden övgüyle söz etmelerini ve hat­ta bir keresinde bütün Meclis'i ayağa kaldırıp Fatiha okutmasını toplumdan gizlemişler veya bunun farkında bile olmamışlardır.

Evet! Yanlış okumadanız, Atatürk Kurtuluş Savaşı'nın he­men sonrasındaki 1 3 Ağustos 1 923 tarihli Meclis konuşmasında Kurtuluş Savaşı'nın nasıl güçlüklerle kazanıldığını ifade edip, milletvekillerini şehitleri n ruhlarına Fatihalar okumaya çağır­mıştır. İşte bizim uyanık "cımbızcıların" hiç dikkatini çekmeyen Atatürk'ün o Meclis konuşması:

" Sayın arkadaşlar! Açıklamalanma son venneden önce he­pinizi büyük bir göreve davet etmek istiyorum. Geçirdiğimiz buhranlı günlerin onurlu kahraman lan n ı hep birlikte kutsaya­lım. (Alkışlar)

Onlar arasında, savaş alanlannda düşman silahlan ile gö­ğüsleri delinmiş mutlu kişiler olduğu gibi, yangınlarda, ateşler­de yakılmış talihsiz çocuklar, kadınlar ve ihtiyarlar da vardır. Onlar arasında namuslan saldınya uğramış sonsuza dek ağla­yacak genç kızlar da vardır.

Onlar arasında yurtlannı kaybetmiş aileler, evlatlannı göm­müş analar vardır ve yine onlar arasında savaştaki namus görevi­ni onurla yaparak bugün memleketierine dönmüş gaziler vardır.

Onlardan şehitlik mertebesine erişenlerin ruhlanna Fati­halar annağan edelim. (Ayakta Fatiha okundu)."39

Meclis tutanağına yansıdığı şekliyle Atatürk şehitlerin ruh­larına Fatihalar okunmasını isteyince milletvekilleri "ayakta Fa­tiha okumuştur. "

Atatürk'ün 1 3 Ağustos 1 923 tarihli bu Meclis konuşması­nın ve sonrasındaki davranışının arkasında bir şeyler arayanlar, " canım o strateji! " diyenler, nedense 1937 konuşmasındaki sö­zünün neden, hangi amaçla söylendiğini hiç araştırma ihtiyacı hissetmemişlerdir. Hatta yukarıda anlattığım gibi o sözleri ger­çek bağlamından koparıp başını sonunu kesip (cımbızlayıp) çar­pıtmışlardır.

39 Millet Meclisi Tutanak Dergisi, D. II, C 1, s. 36.

59

Atatürk'ün 1 923 tarihli konuşmasının ardından Meclis'e ayakta Fatihalar okutmasına dayanarak Atatürk'ü "dindar" ve "din sever" ilan etmek ne kadar gerçekdışıysa, Atatürk'ün 1 93 7 tarihli Meclis konuşmasındaki o sözlerine dayanarak Atatürk'ü "dinsiz" ve "din düşmanı" ilan etmek de o kadar gerçekdışıdır. Stratej i dehası Atatürk'ün her iki davranışı da belli amaçlara yö­neliktir. 1 923'te Kurtuluş Savaşı ateşinin henüz sönmediği bir ortamda Meclis'te şehitlere Fatihalar okutmayı gerekli gören Atatürk, 1 93 7'de ise Türk Devrimi'nin lokomotifi CHP'nin akla, bilime, hayatın gereklerine uygun bir şekilde dinamik prensip­lere sahip olması gerektiğini; bilimselliği, laikliği yine Meclis'te vurgulamayı gerekli görmüştür. Her iki davranışı da özünde ta­mamen ülke menfaatleri doğrultusunda, akılcı davranışlardır.

Sonuç

Biliyorum, bu tekrarlardan sıkılıyorsunuz ama yine de bir özeti gerekli görüyorum.

" . . . Fakat bu prensipleri (CHP ilkeleri), gökten indiği sanı­lan kitaplann dogmalanyla asla bir tutmamalıdır. Biz, ilham­lanmızı, gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya yaşamdan almış bulunuyoruz," diyen Atatürk'ün çok tartışılan bu sözü­nün çözümünü şöyle özetlemek mümkündür:

1 . Atatürk bu sözü, CHP ilkelerinin zamana, çağa, hayata uy­gun ilkeler olduğunu daha iyi vurgulamak için "anlam güç­lendirici" olarak kullanmıştır. Bu "etkili, sarsıcı anlatım" biçimi onun yöntemlerinden biridir.

2. Üstelik kutsal kitaplar, örneğin İslam'ın kutsal kitabı Kur'an Allah tarafından indirilmiştir/ilham edilmiştir, ama gökten indirilmemiştir. Bu konuda "Zumer Süresi-I " de "Kur'an'ın Allah tarafından indirildiği" ifadesi vardır, ancak Kur'an'ın "gökten indirildiği" ifadesi, daha doğrusu "gök" ifadesi yoktur. Çünkü İslam'a göre Allah sadece gökte değildir. İslam'a göre "Allah insana şah damarından daha yakın-

60

dır, Allah her yerdedir. " Allah'ın gökte olduğu inancı daha çok İslam öncesi zamanlara ait kaba bir düşünceye daya­lıdır. Yani Atatürk dinsel açıdan haklıdır. Kutsal kitaplar ve İslam'ın kitabı Kur'an "gökten " inmemiştir. Dolayısıyla kitapların gökten indirildiğini düşünmek Atatürk'ün dediği gibi "sanmak"tır.

3 . "Kitaplann dogmalan" ifadesi de son derece doğru bir kul­lanımdır. Çünkü "dogma" sözcüğü "değişmeyen kurallar" anlamına gelmektedir. Bilindiği gibi İslam'a göre Kur'an da değişmeyen, değişmeyecek bir kitaptır. Atatürk, sadeleştiril­miş haliyle, "Bizim prensiplerimizi, (dogmalann) değişme­yen kurallann yer aldığı kitaplarla asla bir tutmamalıdır," derken, kendi prensiplerinin "değişkenliğine" vurgu yapmış ve devletin değişmeyen "dinsel" kurallarla değil, değişen, "dünyevi" kurallarla yönetilmesi gerektiğini anlatmak iste­miştir. Yani din ve devleti ayırmış, laiklik vurgusu yapmıştır. Atatürk bu sözüyle kutsal kitapların "gökten inmesi" san­rısını ve "değişmez din kurallarının" (dogmaların) devlet yönetimine egemen olmasını eleştirmiştir (Laiklik) . Bu eleş­tirisini "etkili" bir şekilde yapabilmek için de "Biz ilhamla­nmızı gökten ve gaipten değil, hayattan alıyoruz, " demiştir.

4. ilhamlarını göktenidinden alan milletlerin değil, ilhamları­nı akıldan ve bilimden alan milletlerin geliştiğini, uygarlığa katkı yaptığını tarih göstermiştir. Atatürk, bu acı gerçeği ha­tırlatmıştır. Aslında Atatürk'ün "Biz ilhamlanmızı gökten ve gaipten değil, hayattan alıyoruz" sözü ile aynı anlama gelen daha birçok sözü vardır. İşte bir örnek: "Dünyada her şey için, maddiyat için, maneviyat için, hayat için, mu­vaffakiyet için en hakiki yol gösterici ilimdir, fendir. ilim ve fennin dışında yol gösterici aramak bilgisizliktir, doğru yoldan sapmaktır. Yalnız ilmin ve fennin yaşadığımız her dakikada safhalarının gelişmesini kavramak ve ilerlemele­rini zamanında izlemek şarttır. Bin, iki bin, binlerce sene evvelki ilim ve fen dilinin çizdiği kuralları, şu kadar bin sene

61

sonra bugün aynen uygulamaya kalkışmak, elbette ilim ve fennin içinde bulunmak değildir. "40

5 . Atatürk, ölümünden yaklaşık bir yıl kadar önce bu kısa cümleye adeta DEHASINI saklamış gibidir. Nereden bile bi­lirdi cahil bırakılmış, dinle kandırılmış veya hem gerçek dine hem bilime yabancı ve Atatürk'ü yeterince tanımayan gele­cek nesillerin, onun bu kısa cümlesinde saklı dehayı görmek yerine bu cümleyi anlayamayacağını, hatta çarpıtacağını.

o Sözün Mantıki Sağlaması

Atatürk'ün bu sözlerini Atatürk'ün "dinsizliğine", hatta "din düşmanlığına " yoranlara, "Atatürk, bu sözlerinin tam ter­sini mi söyleseydi ? " diye sormak gerekir.

Yani Atatürk şöyle deseydi, dine ve dünyaya yönelik daha doğru bir mesaj mı vermiş olacaktı:

« • . • Fakat bu prensipleri (CHP ilkelerini), gökten inen ki­tapıann dogmalanyla her zaman bir tutmalıdır! Biz, ilhamlan­mızı, gökten ve gaipten alıyoruz, doğrudan doğruya yaşamdan almıyoruz!"

Görüldüğü gibi Atatürk eğer böyle bir cümle kurmuş olsaydı; 1 . CHP'nin prensiplerini kutsal kitaplarla Kur'an'la bir tutmuş

olacaktı. 2. Kutsal kitapların gökten indiğini belirtmiş olacaktı. 3 . ilhamlarını gökten ve gaipten/dinden aldığını, hayattan al­

madığını söylemiş olacaktı. Atatürk'ün, CHP' nin prensiplerini kutsal kitapların ilkele­

riyle bir tutması ve kutsal kitapların gökten indiğini belirtmesi her şeyden önce islam dinine aykırı, hatta Allah'a ortak koşmak (şirk) olacaktı. ilhamlarını hayattan değil de gökten ve gaipten, yani dinden aldığını söylemesi ise akla, bilime, çağın gelişme­lerine ve laikliğe aykırı olacaktı. işte o zaman Atatürk'ü hem gerçek dine hem çağdaş dünyaya aykırı yaklaşımda bulunmakla suçla ya bilirdik.

40 Kocatürk, age., s. 140.

62

Ya da başka bir sözünü tersinden şöyle mi söyleseydi: "Ben manevi miras olarak bir sürü ayet, bir sürü dogma, bir sürü donmuş ve kalıplaşmış kural bırakıyorum! Benim manevi mi­rasım akıl ve bilim değildir!"

Bu durumda da Atatürk, hem kendi sözlerini kutsal kitap sözleriyle, ayetlerle bir tutarak Allah'a ortak koşmuş olacak hem de akıl ve bilimi dışlayarak son derece gerici, bağnaz bir yakla­şım sergilemiş olacaktı. Yani yine hem dinin, hem bilimin ger­çeklerine aykırı davranmış olacaktı.

* * *

Atatürk'ün 1 93 7 Meclis konuşmasındaki o sözleri Ata­türk'ün " dinsizliğinin" veya "din düşmanlığının" değil, Ata­türk'ün bilime ve laikliğe verdiği önemin işaretidir. Atatürk o sözleriyle din ve dünya işlerinin birbirinden ayrılmasına ve dün­ya işlerinin değişmez din kurallarıyla değil, akılla, bilimle, de­ğişken hayat kuraııarıyla yürütülmesine ne kadar büyük önem verdiğini göstermek istemiştir. Sarsıcı, etkileyici, ezber bozan bir laiklik vurgusu yapmıştır.

Görüldüğü gibi Atatürk inansın, inanmasın, az inansın, çok inansın; özünde hiçbir önemi yoktur. Gerçek şu ki: O günümü­zün dindar geçinenlerinden çok daha fazla İslam dinine ve o dinin kutsal kitabı Kur'an'a hakimdir. Aynı şekilde yine günümüzün materyalist, pozitivist, sosyalist geçinenlerinden çok daha fazla akla, bilime, sürekli değişime, çağdaş uygarlığa değer vermiştir.

Bu arada Atatürk'ün "gökten indiği sanılan kitapların dog­maları" sözünden daha ağır sözleri de vardır. Örneğin, "Vatan­daş İçin Medeni Bilgiler" kitabında hayatın başlangıcını "evrim­le" açıklayan, dinleri vahiyle değil, tamamen akılla, mantıkla ve bilimle açıklayan, vahiy kaynaklı dinsel açıklamaları ağır bi­çimde eleştiren ifadeleri vardır.41 Atatürk, yeni kurduğu çağdaş

41 Atatürk'ün din eleştirileri hakkında bkz. Sinan Meydan, Atatürk ile Aııah Ara­sında, 8. bas., İstanbul, 2014, s. 271 -302.

63

devletin akıkı ve bilimsel ilkelere değer veren lideri olarak doğru olanı yapmıştır.

Atatürk bireysel anlamda Tanrı'ya, dinlere inanıyor ve din­leri sosyolojik bir olgu olarak kabul edip dinlere ve dindarla­ra büyük bir saygı duyuyor olsa bile söz konusu olan genç ku­şakların, halkın eğitilmesi olduğunda, "dinsel" değil " bilimsel" açıklamaları dikkate almıştır; dinsel değil bilimsel açıklamalara önem vermiştir. Olması gereken de budur. Çünkü din sonuçta Atatürk'ün dediği gibi nAllah ile kul arasındaki bağlılıktır" .

64

YALAN 2

ATATÜ RK'Ü N SAN SÜRLEN EN M E KTU BU

"Atatürk Ayete 'Safsata' Demiş! Demek ki Dinsiz ve Din Düşmanıdır!"

Atatürk'ün Sansürlenen Mektubunu Sömürmek

201 1 yılında araştırmacı Atilla Oral'ın «Atatürk'ün San­sür/enen Mektubu " adlı kitabı yayımlandl.42 Oral'ın bu önemli çalışması yayımlanır yayımlanmaz kıdemli ve tescilli Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarından fesli Kadir Mısıroğlu başta olmak üzere, AKP'nin derin tarihçisi Mustafa Armağan ve Türkiye'yi soykırım yapmakla suçlayan sorosçu tarihçi Halil Berktay gibi eli biraz kalem tutan, ağzı biraz laf yapan Atatürk ve Cumhuri­yet düşmanı tarihçiler, yazarlar, araştırmacılar, gazeteciler hep birlikte Atatürk'e "dinsiz" ve "din düşmanı" diye saldırmaya başlamıştır. İlginçtir, bunların arasında ateist olanlar bile vardır.

En başından söylemeliyim ki, ortada büyük bir sömürü var. İşlerine yarayan her şeyi sonuna kadar sömürmeye alışmış olan bu Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları, aslında Atatürk gerçeğinin ortaya çıkmasına büyük bir katkı sağlayacak olan «Atatürk'ün Sansür/enen Mektubu "nu Atatürk gerçeğini anla­mak için kullanmak yerine, sonuna kadar sömürmeyi tercih et-

42 Atilla Oral, Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu, Istanbul, 201 1 .

65

mişlerdir. Böylece "Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu ", birden­bire "Atatürk 'ün Sömürülen Mektubu "na dönüşmüştür.

Atatürk'ün 1 6-1 7 Ağustos 1 93 1 tarihli 2 1 sayfalık mektubunun elyazılı orijinal/eri

Atatürk'ü Sansürlemek

Atatürk'ün şu sözleri (son cümlesi hariç) hepinizin malu­mudur: "Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapana sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtan bir hal alabilir. Siz buna razı mısınız?" Ancak bırakın bu cümle­nin yer aldığı mektubun tamamını, bu cümlenin sonundaki "Siz buna razı mısınız?" ifadesi bile sansürlenip kesildikten sonra, Atatürk'ün bu ünlü sözü, Türk Tarih Kurumu'nun merkez bi­nasındaki mermer levhaya kazınmıştır. Atatürk'ün 16-17 Ağus­tos 193 1 tarihli 21 sayfalık bir mektubundan alınan bu cüm­le, ilk olarak 1939'da Türk Tarih Kurumu üyesi Hasan Cemil Çambel'in Bel/eten dergisindeki bir makalesinde yer almıştır.43 Ancak uzun yıllar boyunca Hasan Cemil Çambel veya başka biri

43 Hasan Cemil Çambel, LTK Belleten, C 3, S. 1 0, 1 939. Aktaran Kocatürk, Atatürk'ün Fikir ve Düşünceleri, s. 1 63 .

66

Atatürk'ün bu cümlesinin de içinde yer aldığı söz konusu mektu­bun tamamından hiç söz etmemiştir. Ta ki Atilla Oral, 201 1 yı­lında söz konusu mektubun tamamını "Atatürk 'ün Sansürlenen Mektubu " adlı kitabında -sansürsüz- olarak yayımlayana kadar mektup gizli kalmıştır.44

Atatürk'ten Bilimsel T arihçilik Dersleri "Camii Ezher Kaçkım Zakir Kadiri"

Atatürk, 1930'ların başında yeni Türkiye'ye yakışır şekilde "akılcı" ve "bilimsel" nitelikte yeni ders kitapları hazırlatmak istemiştir. Hazırlanacak yeni ders kitaplarının yeni Türkiye'nin ulusal, laik ve çağdaş eğitim sistemine uygun şekilde çağın en son bilimsel verileri dikkate alınarak hazırlanmasını istemiştir. Yeni Türkiye'nin kuruluş sürecinde özellikle tarihe, tarih der­sine büyük bir önem veren Atatürk, tarih kitaplarının da bel­gelere dayalı, tarafsız ve bilimsel nitelikte kitaplar olmasını is­temiştir. Atatürk, yeni tarih kitaplarının yazımı için Türk Tarih Tetkik Cemiyeti'ni görevlendirmiştir. Cemiyet liselerde okutula­cak tarih kitaplarının yazımına başladığında "İslam Tarihi" ve "Türklerin İslam'daki Yeri" konulu bölümü de Mısır'daki ünlü El Ezher Camii ve Üniversitesi mezunu Zakir Kadiri (Ugan)'a hazırlatmıştır.45

Atatürk, Zak ir Kadiri'nin hazırladığı "İslam Tarihi" ve "Türklerin İslam'daki Yeri" konulu bölümlerde Arap milliyet­çiliğine ve bilimdışı değerlendirmelere yer verildiğini görüp buna itiraz etmiş ve bazı düzeltmelerin yapılmasını istemiştir. Ancak düzeltmeler istediği şekilde yapılmayınca, Atilla Oral'ın tabiriy­le, adeta "ateş püskürmüştür".

44 Atatürk'ün tarihin tarafsızlığına vurgu yaptığı bu sözleri mektubun 21 . ve son sayfasında yer almaktadır. Oral, age., s. 64.

45 Aslen Türkistanlı olan Zakir Kadiri Ugan 1 878 yılında dünyaya geldi. Mı­sır'daki EI Ezher Üniversitesi'nde eğitim gördü. Ders kitapları için hazırladığı "İslam Tarihi ve Türklerin İslam'daki Yeri" konularını, Camii Ezher Med­resesi şeyhlerinin kabul ettiği Arap milliyetçiliği düşüncesine göre yazınca Atatürk'ü çileden çıkardı. ( "80 Yıl Önce Sansürlenen Mektup Bulundu", Ha­bertürk, 1 9 Haziran 201 1 . )

67

Atatürk, dönemin Türk Tarih Kurumu Başkanı Tevfik Bı­yıklıoğlu'na gönderdiği mektubunda hangi ilkelere uygun bir İs­lam Tarihi yazılması gerektiğini anlattıktan sonra şöyle demiştir:

"Tevfik Beyefendi! Zakir Kadiri'nin ahmakçasına notlarını düzeltirken bu nok­

talara da dikkat buyurunuz. Bu münasebetle yüksek heyetini­zin başkanı bulunan size hatırlatırtm ki, yeni dünya ufuklarına açacağınız yeni tarih semasında dikkatli olunuz. Sonradan, uy­durma bir eser meydana getirerek ardından pişman olmaktan­sa, hiçbir eser meydana getirmemek beceriksizliğini itiraf etmek daha iyidir.

İlim alanında şüpheli olmak Mısır'ın Camii Ezher'i mezun­larına inanmaktan daha iyidir. "

( . . . ) " . . . Biz daima gerçeği arayan ve onu buldukça ve bu bul-

duğumuza inandıkça, ifadeye cesaret gösteren adamlar olma­lıyız.

" . . . Bu yolda yürürken Camii Ezher kaçkınlanndan mı yardım dileyeceksiniz ?'>46

"Her şeyden önce kendinizin dikkatle ve itina ile seçeceği­niz belgelere dayanınız. Bu belgeler üzerinde yapacağınız ince­lemede her şeyden ve herkesten önce kendi karar verme yetinizi ve ince milli süzgecinizi kullanınız. Sizi büyük hedefe ancak bu görüşlerden kıskanç olmak ulaştırabilir. Yoksa dünyanın bin bir şarlatanı ve bin bir milletin tarihşinas yaşayan sokak politikacı­sının ve bunları yüksek ölçekte temsil eden Camii Ezher kaçkını­nın oyuncağı kılar. "47

"Bana bu kadar söz söyleten nedeni açıklayayım: Camii Ezher kaçkınını bulan sizsiniz. Eseri diye, Ankara'dan

ayrıldığım son gün önüme koyduğunuz örümcek Arap yazılı paçavralan okuduğunuz zaman derhal itirazımı serdetmiştim. Bunu nazarı dikkate alacağınızı vaat etmiştiniz! İncelemenizden

46 Oral, age., s. 62. 47 age., s. 63.

68

sonra bana verilen yazılar o kadar sersem ve cahil ve Camii Ez­her kaçkını bu adamın mahsulü olduğunu gördüm ki, sizi ren­cide edecek bir söz söylemeden bu paçavralar üzerinde yeniden çalışmaya mecbur oldum. Bu sözlerimi sizi utandırmak için yaz­mıyorum. Bu yazılarımı, bundan sonraki mesainizde dikkat ve intibah dersi olması için yazıyorum. "

"Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan yapa­na sadık kalmazsa, değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtan bir hal alabilir. Siz buna razı mısınız? "48

Bu cümlelerde çok açıkça görüldüğü gibi Atatürk'ün temel kay­gısı bilimselliktir. Türk Tarihi Kurumu'nu, Türk Dil Kurumu'nu, Türkiyat Enstitüsü'nü, Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'ni, Türk Antropoloji Kurumu'nu kuran; Anadolu'nun dip kültürünü açığa çıkarmak için "milli kazılar" yaptıran; Anadolu'nun binlerce yıllık tarihini sergilemek için Türkiye'nin dört bir yanında arkeolo­ji müzeleri açtıran; Tarih ve Dil Kurultayları, tarih sergileri düzen­leten; Uluslararası Antropoloji ve Tarihöncesi Arkeoloji Kongrele­rine temsilci gönderen, hatta bu kongrelere ev sahipliği yapan; yeni tarih kitapları yazdıran; kısacası zamanın tüm bilimsel yöntemle­riyle emperyalizmin güdümündeki Batı merkezci tarihe başkaldı­ran Atatürk, Türk ve dünya tarihi gibi İslam tarihinin ve Türklerin İslam tarihindeki yerinin de Batı merkezci veya Arap milliyetçisi gözünden anlatılmasını istememiştir. O bu konuların da belgelere dayalı, tarafsız, en önemlisi de dinsel değil bilimsel, dolayısıyla ger­çeği ortaya çıkaracak biçimde yazılmasını istemiştir.

Ancak, yeni Türkiye'de liselerde okutulacak yeni tarih ki­tapları için "İslam Tarihi" ve "Türklerin İslam'daki Yeri" ko­nularını yazan Camii Ezher mezunu Zakir Kadiri'nin Arap mil­liyetçiliğine ve bilimsel olmayan "dinsel" bilgilere ve yorumlara yer vermesi Atatürk'ü çileden çıkarmıştır.

Atatürk öfkelenmiştir. Bilimle uğraşanların, aklı ve bilimi göz ardı etmelerindedir öfkesi. Bu nedenle mektubunda adeta bir tarih profesörü gibi tarih biliminden söz etmiştir. Belgelere

48 age., s. 63, 64.

69

dayanmayan, gerçekçi olamayan tarih yazımını "paçavra" ola­rak adlandırmıştır.

Atatürk'ün söz konusu mektubundaki şu bilimsel çıkarırn­lar, tüm tarihçilerin kulağına küpe olması gereken türden temel ilkelerdir: • Uydurma bir eser vermektense hiç eser vermemek beceri k-

sizliğini ifade etmek daha iyidir. • İlim alanına şüpheli olmak gerekir. • Gerçeği arayıp bulduktan sonra açıklamalıdır. • Tarih yazarken kendi seçeceğiniz belgelere dayanınız. • Belgeleri incelerken kendi kararımza ve milli süzgecinize gü­

venınız. • Tarih yazmak tarih yapmak kadar önemlidir, yazan yapana

sadık kalmalıdır.

o Mektubun Şifresi

Atatürk, "Camii Ezherkaçkını" dediği Zakir Kadiri'nin "İs­lam Tarihi ve Türkler" konusunda yazdıklarına yönelik "bilim­sel öfkesini" Türk Tarih Kurumu Başkanı Tevfik Bıyıklıoğlu'na gönderdiği bu zehir zemberek mektupta şöyle ifade etmiştir:

"Son senelerde İstanbul'da yayımlanan gazetelerde roman diye okuduğumuz bazı tarihi eser/er vardır ki, bunlar şüphesiz yüksek heyetinizin gözlerinden kaçmış değillerdir. Bu roman sayfaları bence gerçek tarih belgelerinin yorumudur. Bu roman sayfalarında görülen şeyler yaklaşık şöyle açıklanabilir: Arabis­tan Yanmadası'nın kumsal çöllerinden; (ikra, bismi, Rabbi) safsatasını esas tutmuş olan Araplar, uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamış­tır. Bu zihniyetle hareket edenler İslam'dan önce evrensel Türk uygarlığının bütün belgelerini imha etmekte engel görmediler.

Yazacağınız İslam tarihinin de bu doğrultuda toplayabile­ceğiniz belgelere dayanarak açıklanmasını önemli görürüm. "49

49 age., s. 6 1 .

70

- -iJ-

Atatürk'ün sansürlenen mektubunun "(İkra, Bismi, Rabbi) safsatası " ifadesinin yer aldığı 1 5. sayfa.

Atatürk'ün sansürlenen mektubunda en çok tartışılan, " . . . Arabistan Yanmadası'nın kumsal çöllerinden; (İkra, Bismi, Rabbi) safsatasını esas tutmuş olan Araplar, " cümlesidir.

Sırayla gidelim: ı . Atatürk'ün parantez içinde kullandığı "(İkra, Bismi, Rabbi)

safsatası" ifadesi Kur'an'daki Alak Suresi'nin ı . Ayeti'nde geçmektedir. Surede "Ikra'bismi rabbikellezi halak (halaka) " denilmektedir. Burada "ikra/oku", "bi(i)smilismiyleladıyla" , "Rabbi (ke)IRabbin" anlamlarındadır. Dolayısıyla (ikra, bis­mi, Rabbi), "Rabbinin ismiyle/adıyla oku" demektir. Türk Dil Kurumu'nun Türkçe Sözlüğü'ne göre safsata ise "Boş, temelsiz, asılsız söz" anlamındadır.

2. Atatürk'ün bu ifadesi, kendi anlatımıyla "gerçek tarih bel­gelerinin yorumu" olan bazı tarihi romanlardan yaptığı bir çıkarırndır. Nitekim Atatürk, "Bu roman sayfalannda gö-

71

rülen şeyler yaklaşık şöyle açıklanabilir:" dedikten sonra parantez içinde "(ikra, bismi, Rabbi) safsatası" ifadesini -o sözünü ettiği romanlardan- alıntılamıştır veya çıkarım yap­mıştır.

3. "İkra, bismi, Rabbi" ilkesini, "safsata" ve "ilkel ve cahi­liyet devrinin simgesi olan ilke" diye adlandıran Atatürk, Arapların "bu ilkeye" dayanarak "uygar dünyada" özel­likle Türklerin zengin ve uygar bölgelerinde tahribat yap­tıklarını belirtmiştir. Devamında da "Bu zihniyetle hareket edenler, İslam'dan önce evrensel Türk uygarlığının bütün belgelerini imha etmekte engel görmediler, " demiştir. Burada yanıtlanması gereken önemli birkaç soru vardır:

Öncelikle "Rabbinin adıyla oku" ilkesi nasıl "ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi" olabilir? Ve nasıl olur da ilk emri "oku" olan bir dinin mensupları, "Araplar, uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak" tahrifat yapıp " İslam'dan önceki Türk uygarlığının bütün belgelerini" yok edebilirler?

Ancak tarihi belgeler gerçekten de Atatürk'ü doğrulamakta­dır. Müslüman Araplar, Hz. Osman döneminden itibaren henüz Müslüman olmayan Türklere saldırmışlar; özellikle Emeviler Türkleri kılıçtan geçirmişler, katletmişler, Türklerin mallarını yağmalamışlar, Türk kadınlarını, kızlarını cariye olarak almış­lar, köle pazarlarında satmışlardır. Emevilerde Muaviye, Yezit, Kuteybe Bin Müslim, Zalim Bin Haccac gibi Arap halifeler, idareciler ve komutanlar Türklere kan kusturmuştur. Örneğin Emevi Halifesi Abdülmelik, Horosan Valiliği'ne Haccac'ı getir­miştir. Haccac da Kuteybe Bin Müslim'i Türklere saldırtmıştır. Kuteybe, Türklerin ticaret merkezlerinden Beykent'e yürümüş­tür. İki aylık bir kuşatmadan sonra Araplar barış yaparak kente girmiştir. Ancak bu kentin zenginliğini görünce yağmaya başla­mışlardır. Birkaç günlük yağmadan sonra bu güzel Türk kenti­ni yakıp yıkmışlardır.50 Doç. Dr. Bahriye Üçok'un anlatımıyla,

50 Bahriye Üçük, İslam Tarihi, Emeviler-Abbasiler, Ankara, 1979, s. 55.

72

"Şehirde eli silah tutan ne kadar Türk varsa hepsini öldürdüler; kadın ve çocukları esir edip Horosan'a gönderdiler. "51 Kuteybe, Beykent'teki işgal, katliam ve yağmadan sonra Türklerin en ba­yındır kentlerinden Talkan'a saldırmıştır. Yine Bahriye Üçok'un anlatımıyla, "Halk katledildi. Bu işten yorulanlar Türkleri sıra ile ağaçlara astılar. Talkan yolunun 6 kilometrelik bir kısmı böyle asılmış insanlarla çevrildi. Kuteybe 1 2 yıl zengin ve ma­mur Türk şehirlerini yıkmakla uğraştı; işitilmedik vahşetler işle­di; geçtiği yerlerde yanık kokusundan başka bir şey bırakmadı, ama gene de kesin bir sonuç alamadı. O kadar ki Semerkant Türkleri Kuteybe'ye vergi vermeyi kabul eden hanları Tarhun'u tahttan indirdiler. "52 Müslüman Araplar Harezm bölgesinde de benzer insanlık dışı olaylar gerçekleştirmiştir. Kuteybe, "zengin ve bakımlı" Harezm kenderini yağmalamıştır. Kuteybe, karde­şi Abdurrahman'ın esir ettiği 4000 Türk gencini öldürmüştür.S) Uzatmayalım, Müslüman Araplar, sadece Talkan ve Curcan kat­liamlarında onbinlerce Türkü kadetmiştir.

Gerçek şu ki, Atatürk'ün dediği gibi Müslüman Araplar, İslamiyet'i yayarken o zamanın "uygar dünyasını " tahrip etmiş­ler, özellikle Türklere büyük zararlar vermişlerdir. Görülen o ki, ilk emri "Rabbinin adıyla oku" olan bir dineIİslam'a inanan Müslüman Arapların, (Bu nasıl Müslümanlıksa? ) özellikle Türk­lere yönelik saldırıları, düşmanlıkları Atatürk'ün "(ikra, bismi, Rabbi) safsatası" ifadesini kullanmasında etkili olmuştur. Çün­kü "Rabbinin adıyla oku" ilkesiyle hareket eden Emevi Arap­ları, en azından belli bir süre maalesef okumaya, eğitime, kül­türe, sanata, barışa ve uygarlığa değil, tam tersine "tahribata", yıkıma, yağmaya, savaşa ve "uygarlık düşmanlığına" yönelmiş­lerdir. Arapların "Rabbinin adıyla oku" ilkesinden anladıkları, herkesi bir şekilde (örneğin Türkleri kılıç zoruyla) Müslüman yapıp "Rabbin adıyla okumaları"nı, yani Rab'bin/Allah'ın adı-

51 age., s. 55, 56. 52 age., s. 56. 53 age., s. 56.

73

nı anmalarını sağlamaktır. Atatürk bunu bir başka yazısında "Allah kelimesinin yükseltilmesi" olarak adlandırmış ve eleştir­miştir.54 Kısacası Arap Emevi halifeleri, idarecileri, komutanları yıkımlarına, katliamlarına, yağmalarına Kur'an'ın "Rabbinin adıyla oku" ilkesiyle, "Allah'ın adını yükseltme! " iddiasıyla, İslamiyet'i yayma "yüce amacıyla" meşruiyet kazandırmışlardır. İşte Atatürk "Biz Allah'ın adını yükseltiyoruz! " diye kendinden geçip Türklere her türlü çirkefliği yapanlara öfkelenmiştir.

Atatürk söz konusu mektubunda "İslam Tarihi ve Türkler" konusuna "öfkeli" ama "bilimsel" bir şekilde yaklaşmıştır. Öf­kesi, Zakir Kadiri gibi " Arapçılık" ve "dincilik" adına bilimi hiçe sayanlaradır. "Camii Ezher kaçkını " Zakir Kadiri'nin Arap mil­liyetçisi ve bilimdışı yaklaşımına karşı Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Atatürk, soğuk bilimsel gerçeklerin altını çizmiştir.

Atatürk'ün sansürlenen mektubundan okumaya devam ede­lim:

"Halife Ömer'in ( . . . ) yürüyerek; Arap ırkından başka yük­sek ırkıardan oluşan ordunun yüksek ve muhteşem huzurunda o ordunun kumandanıanna karşı yerden taş alarak atmak su­retiyle gösterdiği çıplak ve çıfıt Araplık malumunuzdur. Bunu artık Türk çocuklanna bir erdem gibi okutmakta ısrar gösteren notlan göz önüne almalısınız. "55

"Bir hırka ve bir hunna hikayesi artık bir insanlık erdemi olarak gösterilmek felsefesi esas tutularak tarih yazılmamalıdır."

"Bunun gibi Arap ordulannın birçok esirlerinden bir köle sınıfı vücuda getirdiğinden bahsedilirken bu kölelerin Türk ço­cuklan olduğu dile getirilerek hangi taraf için ne anlamda bir övünme nedeni arandığı araştınlıp incelenmeden Türk tarihi içine konulmamalıdır. "56

54 Atatürk, bu durumu 1 930'da hazırlanan " Vatandaş İçin Medeni Bilgiler" ki­tabında şöyle ifade etmiştir: "Muhammed'in dinini kabul edenler, kendilerini unutmaya, hayatlarını Al/ah kelimesinin her yerde yükseltilmesine hasretmeye mecburdurlar. "

55 Oral, age., s. 62. 56 age., s. 62.

74

"Türkler ( . . . ) Arap imparatorluğu unvanını taşıyan bü­tün memleketlerde birinci derecede güç ve hakimiyet sahibi olmuşlardır. En nihayet Muhammed'in Halifesi unvanını ta­şımak maskaralığında bulunanlan emir ve iradelerine boyun eğdirmişlerdir. "57

Atatürk'ün mektubunda yer alan "İslam Tarihi ve Türkler" konusundaki bu cümleleri de ilk bakışta birilerine "dinsizlik" veya "din düşmanlığı" gibi gelebilir. Ancak biraz durup düşü­nünce, Atatürk'ün bu sözleriyle yine öfkeli, ama bilimsel bir dille çıplak tarihsel gerçekleri ifade ettiği görülecektir.

Atatürk'ün; • Halife Ömer'in Arapçılığl,58 • Bir hırka bir hurma hikayesinin artık bir insanlık erdemi

olmadığı,59 • Arapların köleleri arasında Türk çocuklarının da olduğu, • (Hz). Muhammed'in Halifesi unvanını taşıma "maskaralı­

ğında " bulunanlar,60 biçimindeki tarihsel açıklamaları sıradan bir Müslümanı

rahatsız etse de, bu açıklamaların bilimsel gerçekliği inkar edi­lemez.

Prof. Celal Şengör diyor ki: "Ortaya çıkmış olan belgenin mantıki şüphe uyandıracak bir yanı yok mudur? Bir cinayet araş­tırmasının ilk adımı <niyet' aramak, yani bu cinayeti iş/emek için

5 7 age. , s. 62. 58 Tarihi kaynaklar Hz. Ömer'in de Arapçılık yaptığını doğrulamaktadır. Doç. Dr.

Bahriye Üçok bu konuda şöyle diyor: "Daha Hz. Ömer zamanında onun ünlü ada­letine rağmen Araplık taassubu açıkça görülmeye başlamıştı . . . " (Üçok, age., s. 58.)

59 Prof. Celal Şengör'den okuyalım: " . . . Bir lokma bir ekmek ve bir hırka ile kana­at eden insan yaratıcı olmaz. Bu (else(eyi öven hiçbir düşünce yaratıcı bir toplum ortaya çıkaramaz. Oku/larında itaat ve kanaat öğreten toplumlar, başkalarına itaate ve kendilerine verilene kanaate mecbur olurlar. Önce bu bakış açımızı de­ğiştirmeyi, problemi görmeyi ve rahatsız yaşamayı öğrenmeliyiz." (A. M. Celal Şengör, Aptalı Tanımak, 4. bas, İstanbul, 2015, s. 37.)

60 Özellikle Emevilerden itibaren İslam tarihindeki halifelik uygulaması tama­men Kur'an dıŞı, İslam dışı bir uygulamadır. "Allah'ın halifesi" kavramı gibi "Muhammed'in halifesi" kavramı da Atatürk'ün ifade ettiği gibi gerçekten de " maskaralıktır". İleride halifeliğin dindeki yeri ayrıntılı olarak anlatılacaktır.

75

kimin ne sebebi olabilir' sorusunu sormak değil midir? Sonra ilk şüpheli hemen suçlu mu ilan edilir?"61 Atatürk'ün bir mektubun­daki birkaç cümleye dayanarak, üstelik o cümleleri de bağlamın­dan koparıp kabaca "Atatürk dinsiz! " sonucuna varanların ne "mantıki şüphe" den ne de "niyet aramak"tan haberleri vardır. Sorulacak ilk soru şudur: Atatürk bu mektubu ne sebeple, hangi niyetle yazmıştır?

Her şeyden önce Atatürk, sansürlenen mektubunda kullan­dığı "(ikra, bismi, Rabbi) safsatası" ve "Muhammed'in Halife­si unvanını taşımak maskaralığında bulunanlar . . . " gibi zehir zemberek ifadeleri, çok önemli bir amaca yönelik olarak tama­men bilinçli şekilde seçip kullanmıştır. Çünkü bir sebebi, bir ni­yeti vardır. Nitekim bu ifadelerin yer aldığı mektubu herhangi bir dostuna veya yakınına değil, Türk Tarih Kurumu Başkanı nezdinde kurum üyelerine göndermiştir. Yani burada bir strateji vardır. Atatürk, yeni Türkiye'nin okullarında Türk çocuklarına okutulacak tarih kitaplarındaki "İslam Tarihi ve Türkler" konu­sunun "Arap milliyetçisi" ve alışılagelmiş "Arap-İslam anlayışı" çizgisinde değil, tamamen "tarafsız" ve " bilimsel" nitelikte ol­ması gerektiğini Türk Tarih Kurumu üyelerine en iyi, en etkili şe­kilde anlatabilmek için hem Camii Ezher'li Zakir Kadiri'yi hem de bilimsel olmayan klasik din ve tarih anlayışını en ağır şekilde eleştirmiştir. Yani, Zakir Kadiri'ye "Camii Ezher kaçkını", ikra, bismi, Rabbi ilkesine "safsata" ve "ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilke", halifelere de "maskara" diyerek kendisini bir türlü anlamayan muhataplarına -onların anlayacağı dilden- sar­sıcı bir tür şok tedavisi uygulamıştır. Böylece Atatürk, Türk Ta­rih Kurumu üyelerine, "Size bugüne kadar öğretilen, alıştığınız 'İslam Tarihi ve Türkler' anlatılarını unutun. Konuya belgeler ışığında ve -Müslüman olsanız bile- tamamen dışarıdan bilim­sel bir gözle yaklaşın. Dinsel veya duygusal nedenlerle gerçekleri çarpıtmayın. Değerlendirmelerinizde milli süzgeçlerinizi kul-

61 Şengör, age., s. 27, 28.

76

lanın. Tarihi gerçekleri olduğu gibi anlatın." demek istemiştir. Atatürk'ün gerçeğe ölümüne bağlılığı ve gerçek biliminsanıarına özgü bu bilimsel duyarlılığı takdire şayandır.

Bu strateji konusunu şöyle örneklendirelim: Nasıl ki Atatürk'ün, Kurtuluş Savaşı yıllarında dünya Müslümanlarını Hıristiyan işgalciye karşı Türkiye'ye yardıma çağırmak amacıyla Kur'an ayetleriyle süslü İslam dünyasına yönelik beyannameleri­ne bakarak, «Bak, ayeti yüceltti!" diye onu "dindar" ilan etmek doğru değilse; Laik Cumhuriyet'in laik okullarında okutulacak bilimsel tarih kitaplarındaki "İslam Tarihi ve Türkler" bölümü­nün dinsel değil, bilimsel yazılmasını sağlamak amacıyla Tarih Kurumu üyelerine yazdığı mektuptaki sarsıcı din eleştirilerine bakarak da, «Bak, ayete safsata dedi!" diye onu "dinsiz" ilan etmek doğru değildir. Tabii ki Atatürk'ün her iki stratejik yak­laşımı da zamanına göre inandığı "güçlü gerçeklere" dayalıdır. Nasıl ki Kurtuluş Savaşı'nda "İslam'ın birleştirici, bütünleştirici gücü" inandığı güçlü bir gerçek ise, laik Cumhuriyet'in bilimsel tarih kitaplarında "İslam Tarihi ve Türkler" konusunun dinsel değil bilimsel yazılması da inandığı güçlü bir gerçektir.

Başka bir örnekle konuyu biraz daha netleştirelim: Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında, 1 Ağustos 1335 ( 1 920) tarihinde an­nesi Zübeyde Hanım'a yazdığı mektupta bir yerde şöyle demiştir: «Muhterem Valideciğim, ( . . . ) Ulusal gücü kullanmaktan başka çare yoktu. Ben de öyle yaptım. Elhamdülillah başanlı oluyo­rum. Pek yakında elle tutulur sonucu bütün dünya görecektir. ( . . . ) Yoksa her ne olursa olsun elhamdülillah önemi yoktur. ( . . . ) Madamın benim hakkımda bir riyası vardı. Galiba o çıkacak­tır. inşallah yakında sevinç içinde görüşeceğiz . . . '>62 Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım, beş vakit namazını kılan, orucu nu tu­tan, Kur'an'ını okuyan, her bakımdan çok dindar bir kadındır. Annesinin dindarlığının farkında olan Atatürk, annesinden ayrı olduğu Kurtuluş Savaşı'nın o zor günlerinde çok sevdiği anne-

62 Sa dj Borak, Atatürk'ün Özel Mektuplan, İstanbul, 1 998, s. 204.

77

sine yazdığı mektubunda "Elhamdülillah başarılı oluyorum ", "Elhamdülillah önemi yoktur". "İ nşalfah yakında sevinç için­de görüşeceğiz" gibi İslami terminolojiye uygun ifadeleri mek­tup içine adeta özenle yerleştirmiştir. Atatürk'ün mektup içine özenle yerleştirdiği bu dinsel ifadeler onun "dindarlığını " değil, "dindar annesini" mutlu etmek, sevindirmek, onu başaracağına inandırmak istediğini kanıtlar. Demem o ki: Atatürk'ün «elham­dülillah, İnşailah . . . " gibi dinsel ifadelerle dolu 1 Ağustos 1920 tarihli mektubu "Atatürk'ün dindarlığını" kanıtlamadığı gibi, Atatürk'ün «(ikra, bismi, Rabbi) safsatası" ifadesinin yer aldığı 16-17 Ağustos 1931 tarihli mektubu da "Atatürk'ün dinsizliği­ni" kanıtlamaz. Her iki mektupta da "Atatürk'ün ne dediğinden önce niye dediği? " sorusunun yanıtı daha önemlidir. Sonuçta her iki mektubu da stratejiktir. Ancak yine -yukarıda belirtti­ğim gibi- bu stratejiler inandığı gerçekIere dayalıdır. Örneğin, 1 Ağustos 1 920 tarihli mektubunda "rüyaya inandığı" izlenimi vermiştir ki, gerçekten de Atatürk rüyaya inanmaktadır. 16-17 Ağustos 1931 tarihli mektubunda ise dinlere bile bilimsel göz­le bakmak gerektiği izlenimi vermiştir, ki Atatürk gerçekten de "tek yol gösterici" olarak aklı ve bilimi görmektedir.

Falih Rıfkı Atay'ın dediği gibi, "Atatürk çok defa söyledik­lerinin ve yazdıklarının arkasındadır (ötesindedir), onu yaptıkla­rı ile ele almak gerekir. "63

Atatürk'ün Yazdığı İslam Tarihi: Akılcı ve Bilimsel

Prof. Celal Şengör diyor ki: " Üniversitenin tahammül ede­meyeceği tek şey gözlemle denetlenemeyen, mantıken tartışılma­yan düşünce ürünlerinin değişmez gerçekler olarak öğretilmeye kalkılmasıdır. ( . . . ) Bir yandan dünyanın yedi günde yaratıldığı­na inanıp jeoloji öğrenmek nasıl mümkün değilse, diğer yandan Adem ile Havva efsanesine inanıp biyoloji yapmak da öyle müm­kün değildir. Dünyanın üzerindeki yedi kat göğe inanıp astrono-

63 Falif Rıfkı Atay, Atatürkçülük Nedir?, İstanbul, 1 980, s. 5.

78

mi yapmak ne denli oLanaksızsa, nedenselliği AL-GazaLi'nin yap­tığı gibi reddedip fizik yapmak da o kadar mümkün değiLdir. "64

Yine Şengör'den okuyalım: "BilimseL oLmayan bir fikir, bilim öğreten bir derste ve müf­

redat programında oLamaz. ( . . . J Herhangi bir önermenin biLim­seL oLabiLmesi için betimLediği ve/veya açıkLadığı gerçek dünya iLe temas kurabiLmesi gerekir. "65

"Deney veya gözLemLe test ediLemeyen her varsayım bilimdı­şıdır ve güveniLemez. Buna sicim teorisi de, test yolları önerme­yen tüm sosyaL kuramLar ve tüm dinLer de dahiLdir. Test ediLmesi mümkün oLmayan fikirLerin peşine takıLan herkes cehaLeti peşinen kabullenmiş demektir. Cemiyet ise cahiLLere tesLim ediLemez. "66

Atatürk'ün öncelikli amacı da "cehaleti yenmek"tir. Bu ne­denle Atatürkçü eğitim her şeyden önce bilimseldir. Bilimselliğin temelinde ise laiklik vardır. Atatürk, yeni Türkiye'de okullarda Türk çocuklarına okutulacak ders kitaplarının bilimsel, laik ve ulusal, dolayısıyla çağdaş olmasına büyük özen göstermiştir. Bu nedenle "Dinler Tarihi" ve onun içinde " İslam Tarihi ve Türk­ler" anlatılırkenlyazılırken de bu "bilimsellik" ve "ulusallık" öl­çülerinin göz ardı edilmemesini istemiştir.

Daha önce de vurguladığım gibi Atatürk tarih ders kitap­larındaki " İslam Tarihi ve Türkler" konusunun da dinsel kay­naklarla değil, tamamen " bilimsel" kaynaklarla, "belgelerie" anlatılmasını istemiştir. Ancak Atatürk'ün bu isteği tam olarak yerine getirilernemiştir. Bunun üzerine Atatürk, oturmuş lise­lerde okutulacak olan "Tarih II, Orta ZamanLar" adlı kitabın "İsLam Tarihinin Doğuşu ve GeLişimi" bölümünün önemli bir kısmını kendisi yazmıştır. 67

Afet İnan'a kulak verelim: " YaLova'da çaLışmaLarda ele alman konuyu da belirtmek is­

terim. İslam tarihi için hazırlanan yazıyı Atatürk iyi buLmamıştı.

64 Sengör, age., s. 98. 65 age., s. 1 3 1 . 6 6 age., s . 1 6 1 . 6 7 Doğu Perinçek, Atatürk, Din v e Laiklik Üzerine, İstanbul, 1 995, s . 2 1 9.

79

Onun için bana söylediği şu oldu: 'İslam tarihine ilişkin kitap­lan toplayınız. Yalova'ya götüreceğiz. ' Bir sandık kitap oraya götürüldü. Ayrı ayrı kimselere bunları okuyup not almaları için vazifeler verildi. Ben de bunlardan bir kısmını okudum. Atatürk, özellikle Hz. Muhammed'in gazvelerini incelerken, onların hari­talarını da kendisi çizmiştir. "68

Burada, peki ama Atatürk "İslam Tarihi" yazacak kadar bilgi, birikime sahip midir sorusu akla gelebilir. Evet, sahiptir. Şöyle ki: Atatürk'ün okuduğu 4289 kitaptan 1 6 1 'i doğrudan dinle ilgilidir. Bunlardan 121 'i doğrudan İslam diniyle, 21 'i diğer dinlerle, 19'u da din, toplum ve siyasetle ilgilidir.

Özetlemek gerekirse Atatürk, Filibeli Ahmed Hilmi'nin "Allah'ı İnkar Mümkün müdür? ", "Tarih-i İslam "; Bon Sens'in Abdullah Cevdet Çevirisi "Akl-ı Selim "; Cemil Sait'in "Kur'an-ı Kerim Tercümesi"; Ruşeni'nin "Din Yok Milliyet Var"; Ahmet Naim'in "Sahih-i Buhari", "Kitabı Mukaddes "; Ziya Paşa'nın "Endülüs Tarihi"; R. Rozy'nin "İslam Tarihi Üzerine De­neme"; Ernst Haeckel'in "Din ve Evrim "; Corci Zeydan'ın "Medeniyet-i İslamiye Tarihi"; M. Şemsettin Günaltay'ın "İs­lam Tarihi"; Enrico Insabato'nun "İslam ve Müttefiklerinin Po­litikası " ve Leon Caetani'nin Hüseyin Cahit Yalçın tercümesi 9 ciltlik "İslam Tarihi" adlı eserlerini altını çizerek, sayfa ke­narlarına notlar alarak okumuştur.69 Atatürk bu okumalarında özellikle Leon Caetani'nin "İslam Tarihi" adlı kitabından etki­lenmiştir. Caetani, İslam Tarihi'ne "dinsel" bir gözle değil "akıl­cı" ve "bilimsel" bir gözle yaklaşan biridir. Atatürk, "Tarih II" kitabında "İslamiyet'in Doğuşu " bölümünü yazarken daha çok Caetani 'nin yazdıklarından yararlanmıştır. 70

68 A. Afet İnan, Atatürk'ten Mektuplar, Ankara, 1 989, s. 20. 69 Ayrıntılar için bkz. Meydan, Bir Ömrün Öteki Hikayesi, Atatürk ile Allah Ara­

sında, s. 237-242. 70 Atatürk'ün bu yazıları incelendiğinde, L. Caetani'nin "İs/am Tarihi"nden izler

taşıdığı görülmektedir. Ayrıca Atatürk'ün bu yazıları yazarken Afet İnan'a L. Caetani'nin "İslam Tarihi"nden bazı bölümleri çevirtmesi, onun Caetani'yi kay­nak olarak kullandığını kanıtlamaktadır. Çeviriler için bkz. Perinçek, age., s. 252-266.

80

Atatürk'ün "Tarih II" kitabı için Kur'an'la ilgili yazdıkları­nın bir kısmı şöyledir:

"Muhammed'in bir melek ile ve Allah ile hakikaten konuş­muş olduğu kanaatinde bulunanlar olduğu gibi, Muhammed'in isteyerek böyle söylediğini de ileri sürenler olmuştur.

Bu faraziyeleri bir kenara bırakmak ve meseleyi ilim ve mantık çerçevesi içinde mütalaa etmek daha doğru olur. "71

Daha önce de dikkat çektiğim gibi Atatürk burada açıkça İslam Tarihi'ne "faraziyelerle" değil, "ilim" ve "mantık" çerçe­vesinde bakmak gerektiğini belirtmiştir.

Nitekim Atatürk -yine hatırlayacağınız gibi- " . . . Muham­med'in beyan ettiği sureler, uzun bir devirde dini tefekkürün mahsulü olmuştur, 'm diyerek, Kur'an'ın ortaya çıkışını da "akli" ve "mantıki" çerçevede açıklamaya çalışmıştır.

Atatürk'ün katkılarıyla yazılan "Tarih II" kitabında "Kur'an ve Vahiy" başlığı altında Kur'an-ı Kerim'le ilgili ayrıntılı bilgilere yer verilmiştir: Kur'an'ın tanımından temel Kur'an kavramları­na, ayetlerin toplanmasından Kur'an'ın içeriğine kadar birçok Kur'an merkezli konu, alışılmışın dışında, bilimsel ve akıkı bir şekilde şöyle anlatılmıştır:

"Muhammed'in peygamberliğinin başlangıcına dair bir­çok rivayet vardır. Bunlar pek çok efsaneye kanşmıştır. Gerçek­te Peygamberin ilk söylediği Kuran ayetinin ne olduğu kesin olarak bilinmemektedir . . . »73

"Muhammed'in koyduğu esaslann toplu olduğu kitaba Kur an denir. Bu esaslan ihtiva eden cümlelere ayet, ayetler­den mürekkep parçalara da sure derler. İslam rivayetlerinde bu ayetlerin Muhammed'e Cebrail adında bir melek aracılığıyla Allah tarafından vahiy, yani ilham edildiği kabul olunur. »74

71 Perinçek, age., s. 234, 235. 72 age., s. 245, 246. 73 Tarih II, Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri ( 1931-1941), 4. bas., İstanbul, 2005,

s. 9 1 . 74 age., s . 90.

8 1

82

TA.ıIR

tli n zınndın mOhim bir vak'. �Io' eder, Ebubtltlr kuv elli bır muhakeme hi i kıl, om. de pek faal ve dlr'eUidl

Muhımmet Melekelilerin hakıret ve ' hzwnı bıri. ktflılımı, ve biltOn muva kı e ılııılere OtO' "enni,Ur, Hıticenin v Ebutalibin ve tHe Iki bOyOk him nı kay' betmiştir. Bunlann veratından son uhımmet Mekkeyi

kederek i ncı ellere hlcret etmek mecburiyetınl hı. m r, uhammet le e i i n ırap kıbileler nı e

b m yında MedlnelBeri de mlye dave etmi" Me. dinelli rin b r le mı Isllm yeti kabul etti. Medineın r ıktı·

dı c heUtn Vıhudl te&irinde ldller, Yahudiler ve Hı if· ler va ıla ile vıhdınlyet dınlnin esa,lınnl bUI orlal'dı. Muh&mmet e bunlan vahdtni eI dıvet ediyordu. Medln Arıplan ıılık Idller, Bundan bı k. arı anodı bır ba�1ı1ık ta yoktu. Ktııdl1erinl bır IflYI toplayıcak bır rci muhtsç OL· duklannı kdlr edi orlardı. Medinelilerle ekkeliler ırasındı d n bır dO mantık tı v rdı. edindi l ri, Muhammed!n dıvetlne icabet elmiye sevleeden pler bunlar· dır, ŞDph 7 en mOe r ıe p uhamm dırı Iye dır, MedlnelUer MuhMlmedl ve mQ.IOmınlarl himaye ed�lde­rlne söı verdiler. uhammet M kkeden kılkıp Medineye k�tı (622); bunı dtn Idi ve bu bicl'tt [sI1m taribine $oradan ba$l n(1Ç oldu.

a.AII YI , y Muh mmedln koydu u alann toplu OL· du klllht (ımı denir . Bu

ibtlvı eden dlmJelere A AyeU rd n mOr kep par· rf derler. tallm an'ın nd bu i etin

t ıdında blr melek vl$1\ı ile Allah • artı !hım edılef' . kabul olunur.

T noktsi naZlrdln dı mOtal tdlld zam. n rilıayor kı: Mubımmet blrdenblre Allıhın R ul yDın d ycrtk orta i çık'mımı$br, 0, Arapların ıhllk v 6d lerin n k

'tna 'ıl pek IpUdal e ıhı muhile olduQ'Inu artlam unl.n i ı.h Için (tnhı ' rı eı e çekıler k rce da.On·

mO, e ylJlım t kk Or n ra kendıı nde vıhly ve il ım nkr doQmuttur. Valıly, IIhım fıkı1 uhımmeHen e'el d Araplafta meçhu l detild B ttın iptidaJ klvlmler Ib� AreS)' lu ctı, .. Irlerin, akıl erdlremtdiklerl kuvvet erden IIhınl

Tarih Il, s. 90

Hz. Muhammed'in sağlığında Kur'an ayetlerinin derilere, kemiklere, çömlek parçalarına, hurma dallarına yazıldığı an­cak bir araya toplanamayıp ayrı ayrı parçalar halinde kaldığı, önce halife Ebubekir'in, son olarak da halife Osman'ın (656-664) Kur'an'ı topladığı, Kur'an toplanırken Fatiha suresi istisna, uzun surelerin başa, kısaların sona konulduğu, Kur'an sureleri­nin Mekke ve Medine'de söylendiği, Mekke ayetlerinin az çok hissi ve edebi, Medine ayetlerinin ise içerik olarak daha ciddi ancak edebi olarak Mekke'den zayıf olduğu belirtilmiştir.7s

Sonra şöyle devam edilmiştir: "Kur'an'ın içindekiler başlıca üç bahisle incelenebilir: Birincisi ve önemlisi, Allah'ın bir olduğuna ve O'ndan baş­

ka bir Allah olmadığına ve (Hz. Muhammed'in) O'nun resulü olduğuna inanmak.

İkincisi, hukuki hükümler ve ibadetler, Üçüncüsü, tarihe ait bilgilerdir. "76 1400 yıl önce konulan hukuki kanunların yerine zaman

içinde yeni kanunlar, usuller konulmak zorunda kalındığı, bun­ların da sonsuz olmayıp, zamanla değişmeye mahkum olduğu belirtilmiştir.

Tarihe ait bilgilere gelince, yeni bilimlerin ortaya çıkardığı gerçeklerin yakın tarih bilgilerini bile temelinden sarstığı ifade edilmiştir.

«İmana ait olan birinci esas sadeliği itibariyle gerçekten pek önemlidir. Bu esasın her muhatabın kabiliyetine göre iza­hı nda güçlük çekilmez. 'm

Çok açıkça görüldüğü gibi Atatürk "İslamiyet'in Doğuşu ve Gelişimi" konusuna son derece akılcı ve bilimsel şekilde yak­laşmıştır. • Kur'an surelerinin uzun bir dini tefekkürün ürünü olduğu, • Peygamberin ilk söylediği Kur'an ayetinin kesin olarak bi­

linmediği,

75 age., s. 92. 76 age., s. 92. 77 age., s. 92.

83

• Muhammed'in koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kur'an dendiği biçimindeki değerlendirmeler neresinden ba­kılırsa bakılsın dinsel açıdan ezber bozan türdendir. Aslında konuya bilimsel açıdan bakılınca aşılmış "dinsel

ezber"lerin bozulması çok doğaldır. Konuya sadece İslam dini açısından bakan sıradan bir Müslümanın bu değerlendirmeleri kabul etmesi imkansızdır. Ancak konuya bilimsel açıdan bakan, daha doğrusu buna cesaret edebilen bir Müslüman -hiç istemese de- eninde sonunda bu gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalacak­tır. Çünkü en azından şimdilik "Allah'tan vahiy alan peygam­ber!" dinsel bilgisini doğrulayacak hiçbir bilim; hiçbir bilimsel ölçü, yöntem ve bilgi yoktur. Konuyu gerçekçi bir cesaretle şöyle örneklendirmek mümkündür: Dinsel açıdan bakınca, yani sade­ce vahyi dikkate alınca "Allah'ın kitabı!" olan Kur'an, konuya bilimsel açıdan bakınca, sadece pozitif bilimle, akıl ve mantık ölçüleriyle hareket edince "(Hz.) Muhammed'in kitabı!" olacak­tır. Dolayısıyla lise tarih kitabında konuya bilimsel açıdan bakan Atatürk'ün "Muhammed'in koyduğu esaslann toplu olduğu ki­taba Kur' an denir!" demesi "din düşmanlığı" değil tamamen bilimsel bir yaklaşımdır.

İşte tam da burada yeniden Atatürk'ün sansürlenen mek­tubundaki "(ikra, bismi, Rabbi) safsatası" ifadesine dönersek, taşlar yerli yerine oturacaktır. Bilindiği gibi " ikra, bismi, Rabbi" ilkesi vahiy kaynaklı dinsel bilgilere göre Kur'an'ın ilk emridir (Rabbinin adıyla oku) . Ancak bu dinsel bilgiyi doğrulayacak herhangi bir bilimsel veri -en azından şimdilik- yoktur.

Yani bir anlamda Atatürk'ün laiklik anlayışında sadece din ve devlet işleri değil, din ve bilim işleri de birbirinden ayrılmış­tır. Burada en temel sıkıntı, dinsel kültürün ve alışkanlıkların bilimin gelişmesini engellemesidir. Ancak Atatürk hurafelerden arındırılmış, sadeleştirilmiş, özleştirilmiş, Türkçe, yani anlaşılan bir İslam dininin akla ve bilime fazla engel olmayacağı düşünce­sindedir. Ayrıca İslam dininin özü itibariyle de "akılcı" bir din olduğunu söylemektedir.

84

Şu sözler Atatürk'ündür: "Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir değer öl­

çüsü vardır. Bu değer ölçüsü ile hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca anlayabilirsiniz.

Hangi şey ki akla, mantığa, milletin menfaatine, İslam'ın menfaatine uygunsa, kimseye sonnayın, o şey dinidir. m8

Söz konusu bilim, bilimsel kitaplar olunca bu kitaplarda dini konulara bile mutlaka akılcı ve bilimsel pencereden bakan, gerektiğinde dinleri de eleştiren Atatürk, söz konusu din, dinsel kitaplar olunca dini konulara yine "akılcı" ancak bu sefer dinsel pencereden bakmıştır. Örneğin Atatürk'ün hazırlattığı ve ilko­kullarda okutulan "Cumhuriyet çocuğunun Din Dersleri" adlı kitapta, yine Atatürk'ün hazırlattığı ve orduda okutulan "Askeri Din Dersleri" adlı kitapta ve Atatürk'ün Diyanet İşleri'nden Ah­met Hamdi Akseki'ye hazırlattığı iki ciltlik "Yeni Hutbelerim " adlı kitapta dinsel konular tamamen dinsel kaynaklara uygun olarak anlatılmıştır. Bu konudaki en çarpıcı örnek, Atatürk'ün İslam dininin ana kaynağı Kur'an-ı Kerim'i en mükemmel şekil­de tefsir ve tercüme ettirmiş olmasıdır. İlginçtir! Lise tarih kitabı için Türk Tarih Kurumu Başkanı Tevfik Bıyıklıoğlu'na bir uyarı mektubuyla "bilimsel talimatlar" veren Atatürk, Kur'an tefsiri ve tercümesi hazırlayacak olan Elmalılı Hamdi Yazır ve Meh­med Akif Ersoy'a da 7 maddelik "dinsel talimatlar" vermiştir. Bu talimatlar arasında, ayetlerin arasındaki ilişkilerin gösterilmesi, ayetler in iniş sebeplerinin kaydedilmesi, Hanefi fıkhma bağlı ka­lınması, ayetlerin işaret ettiği ilmi ve felsefi konularda bilgi veril­mesi, Batılıların yanlış tercümeleri konusunda gerekli açıklamala­rın yapılması gibi önemli dinsel noktalar vardır.79 Atatürk'ün bu dinsel talimatlarının da "akılcı" olduğu görülmektedir.

Atatürk'ün bilimin ve dinin yeri konusundaki düşüncesinin özü şudur: Camide din, Kur'an kursunda din, din kitabında ve din dersinde (hurafelerden uzak şekilde) din; buna karşın çağdaş

78 Atatürk'ün Söylev ve DemeçIeri, C II, s. 1 3 1 , 1 32. 79 Meydan, Akl-ı Kemal, Atatürk'ün Akıllı Projeleri, (5 cilt bir arada), s. 898, 899.

85

okulda bilim, tarih kitabında bilim, matematik ve fizik dersinde sadece bilim.

Bu durum bir din-bilim çatışması doğurmaz mı? Osman­lı'daki gibi iki farklı nesil ortaya çıkmaz mı diye sorulabilir.

Aslında Atatürk bunun da önlemini almıştır: Bir taraftan toplumsal hayatta bilimin kapsayıcılık alanını sürekli genişletir­ken ve dini eğitimin yerine ulusal ve çağdaş eğitime ağırlık ve­rirken, diğer taraftan anlaşılan, akılcı ve sade bir din anlayışının gelişmesi için çaba sarf etmiştir.

Atatürk Türk Ocağı yetkililerine yaptığı bir konuşmada devrimin temel ilkesinin "dini" değil "milli" eğitim olduğunu şöyle ifade etmiştir: "Eğitim ya milli olur, ya dini olur; biz dini eğitimi aileye bıraktık. Milli eğitimi de devlete aldık. "80

Yeniden Atatürk'ün sansürlenen mektubuna dönelim:

Atatürk'ün Lise Tarih Kitabına Göre Türklerin Müslüman Olması (Üstelik Sansürsüz)

Hatırlanacağı gibi Atatürk mektubunda Müslüman Arapların, "uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar bölgelerinde tah ri­fat" yaptıklarını belirtip, "Bu zihniyetle hareket edenler, İslam'dan önce evrensel Türk uygarlığının bütün belgelerini imha etmekte en­gel görmediler, " diyerek yazılacak İslam tarihinin bu doğrultudaki belgelere dayalı olarak yazılmasını istemiştir. Atatürk'ün bu isteği kabul edilmiş ve liselerde okutulacak "Tarih II" kitabında Türk­lerin İslamiyet'i kabul etmesi tamamen tarihi kaynaklara uygun olarak, tarafsız ve bilimsel bir gözle anlatılmıştır.

"Tarih II" kitabında "Emevi Saltanatı " adlı bölümde "Ab­dülmelik'in Faaliyetleri" başlığı altında Emevi Araplarının Türk­lere yönelik kanlı saldırılarından şöyle söz edilmiştir:

"Horosan Valisi Kuteybe Bin Müslüm Türklerle giriştiği kanlı mücadelelere daha büyük bir şiddetle devam etti. Bir ta­raftan Seyhun boylarına, diğer taraftan Sint kıyılarına, Afganis-

80 Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, 2. bas., İstanbul, 1 978, s. 680, 68 1 .

86

tan içlerine, Kaşgar sınırlarına kadar akınlar yaptı. Fakat bü­tün bu kanlı maceralara rağmen Türk ellerini kesin olarak Arap hakimiyeti altına alamadı. "81

Daha sonra "Türk-Arap Mücadelesi" başlığı altında 7 sayfa kadar Emevi Araplarının Türklere yönelik saldırıları, yıkım ve katliamları tamamen tarihi belgelere dayalı olarak çok ayrıntılı bir şekilde anlatılmıştır.

Örneğin "Arap Saldırısına Uğrayan Türk Medeniyeti" ara başlığı altında şunlar anlatılmıştır:

Çin, Hint ve İran arasındaki ticaretin buralardaki Türklerin elinde bulunduğu; "İnci ırmağı'nın altın saçan kıyılarının sayısız bayındır köy ve şehirle süslü " olduğu; Buharı Hanlığı'nda 40 bü­yük şehir ve 1000'den fazla "bayındır köy", Taşkent Hanlığı'nda ise SO'den fazla şehir bulunduğu; her tarafta büyük ve zengin çiftlikler olduğu; ekilmemiş bir karış toprağın olmadığı; Se­merkant, Buhara, Beykent, Herat ve Belh gibi büyük şehirler­de dünyanın önemli ülkeleriyle ticaret yapan büyük tüccarların yaşadığı; Buhara'da kağıt fabrikalarının, ipekli kumaşlar üreten tezgahların; küçük, büyük imalathanelerin durmaksızın çalıştığı; Türk sanatının Çiniileri bile hayrete bırakacak kadar çok gelişti­ği; Suğdakların en küçük köylerinde bile okul bulunduğu; "Ma­veraünnehir ve Toharistan'da fikri hareket ve kültürün o sırada Asya'nın her tarafından daha yüksek " olduğu; Hint'e ve Çin'e giden Türk alimlerin oralara Türk kültürünü de götürdükleri ör­neklerle açıklanmıştır. Sonra da işte bu büyük Türk uygarlığının "Arabistan çöllerinden taşan ", İran ovalarını geçen, "Bedevi sel­leri" tarafından "silinip süpürüldüğü" belirtilmiştir. 82

"Abdülmelik Zamanında Başlayan Mücadele" başlığı altın­da ise Haccac ve Kuteybe'nin Türklere yönelik kıyım ve katliam­larına yer verilmiştir:

Abdülmelik'in Horosan Valisi yaptığı Haccac'ın, Kuteybe'yi "Türk ellerini zapt etmekle" görevlendirdiği, "kanlı bir kumandan"

8 1 Tarih ll, s. 128. 82 age., s. 141- 143.

87

olan Kuteybe'nin Türkler arasındaki bazı çekişmelerden yararlanıp Toharistan'da bazı şehirleri aldığı, "Buhara'da o zaman Asya'nın en büyük ve en zengin ticaret merkezi olan Beykent şehri üzerine yürüdüğü", iki aylık bir uğraştan sonra barış yoluyla Beykent'e gir­diği, şehrin zenginliğini görünce şehri birkaç gün yağmalayıp yakıp yıktığı, "şehirde eli silah tutan ne kadar Türk varsa vahşice boğaz­ladığı", kadınları ve çocukları da esir edip Horosan'a gönderdiği, "katliamlar yoluyla tecavüze başlayan Kuteybe'nin hayatının son günlerine kadar bu vahşete devam ettiği", daha sonra "bayındır Talkan şehrini" yakıp yıktığı, "burada da tüyler ürperten korkunç bir katliam yaptığı", Arapların, "teslim olan Türkleri kılıçla doğ­ramaktan yorulunca zavallıları sıra sıra ağaçlara astıkları", bunun sonunda "Taıkan'a giren yolun 6 kilometre uzunluğundaki kısmı­nın iki taraflı ağaçlara asılan insan cesetleriyle korkunç bir koruluk şeklini aldığı ", Harezm'de de "aynı facialar olduğu", Kuteybe'nin zengin Harezm şehrini yağmaladıktan sonra "Abdurrahman'ın esir ettiği 4000 Türk gencini boğazlattığı " anlatılmıştır.B3

Evet! Çok haklısınız! Bu satırların neredeyse bire bir aynı­sını birkaç sayfa önce de okudunuz! Ama rahat olun! Tekrara düşmüş falan değilim! Bu satırlar, Atatürk'ün 193 1 'de hazırlat­tığı ve bizzat kontrol ettiği, 193 1 - 1 941 yılları arasında liselerde okutulan "Tarih II" kitabından. Oysa birkaç sayfa önce aynı konuyla ilgili okuduğunuz o satırlar -hatırlayacağınız gibi- Doç. Dr. Bahriye Üçok'un 1 979 basımı "İslam Tarihi, Emeviler ve Abbasiler" adlı kitabındandı. İşin özü şu: Atatürk'ün 1 9 3 1 'de lise tarih kitabındaki bu bilgiler tarihsel gerçekıere o kadar uy­gundur ki, -bilimsel gerçekleri anlattığı için alçakça katledilen biliminsanlarından- Bahriye Üçok, 1979'da, yani Atatürk'ün lise tarih kitabının yazılıp yayımlanmasından tam 48 yıl sonra, Emevi Araplarının Orta Asya'daki Türklere yönelik kanlı savaş­larını ve katliamlarını tıpkı Atatürk'ün lise tarih kitabındaki gibi, hatta o lise tarih kitabındaki cümlelerin aynısıyla anlatmıştır.84

83 age., s. 143, 144. 84 Bkz. Üçok, age., s. 55-56.

88

"Tarih II"den okumaya devam edelim: "Buhara ve Semerkant Türklerinden birçoğu İslam dinini

kabul ettiklerini söylediler. Fakat halkın önemli bir kısmının Müslümanlık iddiasıyla cizye vermemesi gelirleri birdenbire dur­durdu. Buhara kıtasını Emevilerin malikanesi sayan Şam Sarayı telaşa düştü. Müslüman olan Türklerden de cizye alınmak ta de­vam edilmesi emrini verdi. Fakat bu emir yeni isyanlara sebep oldu. "85

"Tarih II"ye göre Emevi Arapları, Müslüman olan Türklere İslam'a uygun davranmamıştır:

"Arapların Türkler hakkında uyguladıkları siyaset, zulüm ve topluca öldürme/erle özetlenebilir. Arapçılık siyasetini takip eden Emeviler devrinde Araplar Türklere, İslam dinini kabul edenlerine dahi, aşağılayan gözle bakmak istemişlerdi; halbuki Türkler kendilerini Araplardan çok yüksek görürlerdi. Araplar, Türklerin canını ve malını kendileri için helal sayarlardı. Arap halifeleri ve onların temsilcileri Türkler için hiçbir hak tanımak istemiyorlardı. ( . . . ) "

"Arap kumandanıarı Türk ellerini kan sellerine boğan sal­dırılarında çöl Araplarının yağmacılık hislerini tatminden başka bir amaç takip etmiyorlardı. ( . . . ) Türklerin yüksek medeniyeti bütün eserleriyle beraber mahvoldu. Bunca bayındır ve zengin şehir birer birer harabe haline geldi. "86

Atatürk Cumhuriyeti'nin lise tarih kitabı "Tarih II"nin Emevi Araplarının Türklere yönelik saldırılarını ve kanlı katli­amlarını İslam dinine veya Emevilerin İslamiyet'i yayma aşkına bağlamaması dikkat çekici ve çok önemlidir:

"Araplann istila amaçlannı İslamlığın yayılması gibi dini bir ülküye atfetmek kesinlikle doğru değildir. Özellikle Eme­vi halifelerine, inanmadıklan ve çok kere aşağıladıklan (Hz.) Muhammed dininin yayılması gibi bir amaç atfetmek, gerçek­ten çok uzaklaşmaktır. Onlar yalnız zengin ve bayındır ülkeleri

85 Tarih ll, s. 145, 146. 86 age., s. 1 46.

89

talan etmek, gittikçe genişleyen bütçelerine yeni yeni gelir kay­naklan bulmak gibi alçakça emeller arkasında koşmuşlardır. "B7

"Tarih II"ye göre "Türkleri köle yapmak isteyen " Emevi Araplarının kanlı katliamları Türklerin Müslüman olmasını sağ­layamamıştır. «Türkler ancak kendilerini köle yapmak isteyen Araplann efendisi olmaya karar verdikten sonradır ki, kütle halinde İslam dinine ginnişlerdir. "88

İşte 1930'larda liselerde okutulan Atatürk Cumhuriyeti'nin tarih kitabı ve o kitapta Türklerin Müslüman olmalarının anla­tıldığı bölümler . . .

1930'lar tüm dünyayı kasıp kavuran i . Dünya Savaşı'nın artçı şoklarının sürdüğü, 1929 Dünya Ekonomik Buhranı'nın en uygar milletleri bile aşırı uçlara savurduğu, Avrupa'nın dikta­törlüklerin pençesine düştüğü; faşizm çağının yaşandığı bir dö­nemdir. Bu faşizm çağında Avrupa'da liselerde okutulan ders ki­ta pları genelde "ırkçılık" ve "dincilik" eksenlidir. Batı gençliği, örneğin Almanya' da "Ari ırk" ve "Yahudi düşmanlığı" tezleriyle yetiştirilmektedir. İşte bu atmosferde Atatürk Cumhuriyeti'nde tüm " ırkçı" ve "dinci" tezlere "bilimsel" yöntemle baş kaldırıl­mıştır. Yukarıda görüldüğü gibi Türklerin Müslüman olma sü­reçleri (Türkler Müslümandır diye sansür edilmeden) tamamen tarihi gerçekıere uygun olarak anlatılmıştır.

1 9S0'lerden itibaren Türk Tarih Tezi'nin yerine Türk-İslam Sentezi'nin yerleştirilmeye başlamasıyla birlikte Türkler adeta "doğuştan Müslüman"mış gibi gerçekıere aykırı, bilimdışı bir tarih anlatımı geliştirilmiştir. Atatürk'ten sonra Türkiye'de ya­zılan Türk-İslam Sentezci tarih kitaplarında Emevi Araplarının Türklere yönelik saldırıları; Zalim Bin Haccac'ın ve Kuteybe Bin Müslüm'in Türk katliamları sanki hiç olmamıştır. Sanki uygar Türk kentleri Emevi Arapları tarafından hiç yağmalanmamış, yakılıp yıkılmamıştır. Türkler Müslüman Araplarla karşılaşınca -eski dinleri Gök Tanrı dini İslam dinine benzediği için ( ! )- bir-

87 age., s. 146. 88 age., s. 146.

90

denbire hidayete er ip "Kelime-i Şahadet" getirerek topluca Müs­lüman olmuşlardır! Üniversite sınavlarında Türklerin topluca Müslüman olmalarını sağlayan Talas Savaşı sorulur, ama Türk­lerin topluca öldürüldüğü Talkan Katliaını sorulmaz. Tamamen çarpıtılmış gerçekdışı bir tarihtir bu. İşte öncelikle yüzleşiirnesi gereken asıl resmi tarih budur.

Bugün (2015) Türkiye'de lise tarih kitapları hem bilimsellik hem de demokratiklik (dinlere ve ırkıara yaklaşım) bakımından Atatürk Cumhuriyeti'nin, 1 930'ların çok çok gerisindedir.

Yeniden "Atatürk 'ün Sansür/enen Mektubu "na dönersek: İşte 1930'ların Türkiyesi'nde lise tarih kitabında "İslam Tarihi ve Türkler" gibi zor bir konunun bu kadar tarafsız ve bilimsel yazılmasında Atatürk'ün 16-17 Ağustos tarihli o zehir zemberek mektubunun çok büyük bir etkisi vardır.

Sonuç

Bakmaktan çok görmek, okumaktan çok anlamaktır önemli olan. Ağaçlara bakarken, ağaçların arasından kaybolmadan or­manı görebilmektir önemli olan!

* * *

Not: "Atatürk, ayete sa{sata dedi!" diyerek salya sümük Atatürk'e saldıran din bezirganlarının, 1 7-25 Aralık Hırsız­lık Operasyonları (201 3 ) sırasında ortaya çıkan ses kayıtların­da "Bakara-makara!" diyerek "Bakara Suresi"yle dalga geçen AKP'li Egemen Bağış'a ses çıkaramadıkları da hepimizin malu­mudur.

91

YALAN 3

KARAB E Kİ R ATATÜ RK VE D İ N

"Atatürk, 'Dini ve Namusu Olanlar Kazanamazıar,' Demiştir!"

"Atatürk, Kur'an'dan 'Araboğlu'nun Yaveleri' Diye Söz Etmiştir!"

"Atatürk Müslüman Türkleri Hıristiyan Yapmak İstemiştir!"

Karabekir'in T akıntısı: Atatürk ve Din

Karabekir: "Kur'an-ı azimüşşan Türkçeye çevrilemez. " Atatürk: "Niçin çevrilemez efendim? Bu sözünüz, Kur'an'ın

manası yoktur, demektir. " Karabekir: "Hayır, efendim ama, mesela elif-lam-mim . . . ne

diyeceğiz buna?" Atatürk: "Ne demektir, elif-lam-mim?" Karabekir: "Meçhul efendim. " Atatürk: "Öyle ise karşısına bir sıfır koyar, çevirmeye de­

vam edersiniz. "89

İlginçtir! Bazı Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları Atatürk'ü "aşa­

ğılamak ", bazı Atatürkçüler ve Cumhuriyetçiler ise Atatürk'ü

89 Atay, Atatürkçülük Nedir?, İstanbul, 2006, s. 38.

93

"yüceltmek" için Atatürk'ün "dinIİslam karşıtı" olduğunu id­dia etmektedirler. Çünkü "dinIİslam karşıtlığı" kimilerine göre "aşağılık" , kimilerine göre ise "yüce" bir tutumdur. Bu kişiler gerçeğin değil, kendi gerçeklerinin peşindedirler.

Atatürk'ün din karşıtlığına, hatta İslam düşmanlığına yö­nelik yıllardır sürekli tekrarlanan sözüm ona belgelerden biri Kazım Karabekir'in Atatürk ve din konusunda anlattıklarıdır. Evet! Tabii ki anılar da birer tarihi belgedir. Ancak anıların tari­hi belge olarak kullanılması için başka belgelerle desteklenmesi, eleştirilmesi, bir anlamda doğruluğunun kanıtlanması gerekir.

Bu bölümde Kazım Karabekir'in kitaplarında, anılarında geçen " Atatürk ve din" konulu bazı iddialarını, başka belgelerle hatta bizzat Karabekir'in farklı zamanlarda yazdıklarıyla karşı­laştıracağım. Bakalım ne kadarı doğru ne kadarı yalan!90

Din ve Namus Tartışması

Tarih: 10 Temmuz 1923 Yer: Ankara Tren İstasyonu Karabekir, anılarında o gün orada Atatürk'le aralarında din

konusunda bir tartışma yaşandığını belirtip şunları anlatmıştır: "Mustafa Kemal Paşa, 'Dini ve namusu olanlar aç kalmaya

mahkumdur. Dini ve namusu olanlar kazanamazıar, fakir ol­maya mahkumdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştir­mek mümkün değildir. Bunun için önce din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz. Partiyi (CHP) bunu kabul edenlerle kuvvetlen­dirmeli ve bunlan çabuk zengin etmeliyiz. Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk olur. Dini ve ahlaki inkıUip yapmadan önce hiç­bir şey yapmak mümkün değildir. Bunu da ancak bu prensipleri kabul edebilecek genç unsurlarla yapabiliriz."

Karabekir, Atatürk'ün bu sözlerine şöyle yanıt verdiğini be­lirtmiştir:

90 Kazım Karabekir'in Atatürk ve Kurtuluş Savaşı'yla ilgili iddialarına daha önce başka bir kitabımda yanıt vermiştim. Bkz. Sinan Meydan, Parola Nuh, Atatürk'ün Gizli Kurtuluş Planları, 3. bas., İstanbul, 2013, s. 423-448.

94

"Dinsiz ve ahlaksız millete bu dünyada hayat hakkı olma­dığını tarih gösteriyor. Paşam, bu yeni ak ide bizi Bolşevikliğe götürür. Siz millet kürsüsünden haykırdınız ki, sulhtan sonra millet saflan içine çekilerek bir ferdi millet gibi yaşayacağım. Halbuki şimdi halkın asla hoşuna gitmeyeceği ve benim bile derin bir uçurum gördüğüm bir formülü zorla kabul ettirecek bir idare kurmaya gidiyorsunuz. Bunu yapmayınız. Milli bir­liğimiz sarsılır ve bir asalak tabaka halkın başına geçerek ka­nını emer. Hiçbirimizin hayatı uzun değildir. Bu milletin yeni sarsıntılara tahammülü yoktur. Planlı ve programlı olarak İs­tiklal Harbimiz'deki ruhumuzla yürüyelim. İstiklal Harbi'ni canıyla, kanıyla kurtaran milletimize hürriyet ve aşk saadetini tattıralım. 'J91

Karabekir'e Cevaplar ( 1 )

Sırayla gidelim: Bir: Bu iddia sadece Karabekir tarafından anlatılan, başkaca

hiçbir tanığı olmayan tek taraflı bir iddiadır. İki: Yeri ve zamanı gelmeden kafasındaki devrimci düşün­

celeri ve planları en yakın arkadaşları da dahil hiç kimseyle paylaşmayan strateji ustası Atatürk'ün, 10 Temmuz 1923 gibi, Türk Devrimi için henüz çok erken bir tarihte (henüz Lozan im­zalanmamış, halifelik kaldırılmamış, tekke ve zaviyeler kapatıl­mamış, eğitim öğretim birleştirilmemiş, Şeriye ve Evkaf Vekaleti kapatılmamış, Osmanlı hanedanı yurtdışına sürgün edilmemiş, medreseler kapatılmamış ve laiklik hayata geçirilmemiştir) üste­lik Karabekir gibi muhafazakar takılan birinin yanında, uluor­ta "Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkumdur!" diyerek dine saldırması her şeyden önce akla yatkın değildir. Atatürk o günlerde din konusunda çok dikkatlidir. Örneğin, Ocak 1923'te İzmit'te Kılıçzade Hakkı'nın "Yeni kurulacak devletin bir dini

<J i Kazım Karabekir, Nutuk'a Cevaplar, haz. Faruk Özerengin, C 12, İstanbul, 1 997, s. 3808; Kazım Karabekir, Paşalann Kavgası, Atatürk-Karabekir Kavgası, İstanbul, 1 992, s. 142-145.

95

olacak mı, yeni devlet bir din ile tedeyyin edecek mi?" sorusuna Atatürk o meşhur taktisyenliğiyle -henüz zaman ve zemin uygun olmadığı için- şöyle dikkatli bir yanıt vermiştir: " . . . Edilecek mi edilemeyecek mi bilemem. Bugün mevcut olan kanunlarda aksine bir şey yoktur. Millet dinsiz değildir, mütedeyyindir ve dini de İslam'dır. Yani komünistlik gibi dini reddedecek ortada bir meslek yoktur. " Atatürk, 1923 ortamında verdiği bu yanı­tın taktiksel bir yanıt olduğunu 1927'de "Nutuk "ta şöyle açık­lamıştır: "Gazeteci muhatabımın sorusuna 'Hükümetin dini olmaz!' diyemedim. Aksini söyledim: � ardır efendim, İslam dinidir,' dedim. Fakat ardından 'İslam dini fikir hürriyetine maliktir' cümlesiyle cevabımı açıklama ve yorumlama gere­ği hissettim."92 Ocak 1923'te Kılıçzade Hakkı'ya "Hükümetin dini olmaz!" diyemeyen Atatürk'ün sadece 6 ay sonra Temmuz 1 923'te Kazım Karabekir'e, "Dini ve namusu olanlar aç kalma­ya mahkumdur!" demiş olması mümkün müdür Allah aşkına?

Atatürk, özellikle radikal devrimlerin öncesinde, 1923 yılın­da yerli veya yabancı hiç kimseye din/İslam eleştirisi yapmamış­tır. Örneğin o günlerde Asaf İlbay'ın "Paşam, din hakkındaki düşüncelerinizi öğrenmek istiyorum" sorusuna Atatürk şu ya­nıtı vermiştir:

"Din vardır ve lazımdır. Temeli çok sağlam bir dinimiz var. Malzemesi iyi fakat bina uzun asırlardır ihmale uğramış, harçlar döküldükçe yeni harç yapıp binayı takviye etmek lü­zumu hissedilmemiş, aksine olarak birçok yabancı unsur (tef­sirler-hurafeler gibi) binayı fazla hırpalamış. Bugün bu binaya dokunulamaz, tamir de edilemez. Ancak zamanla çatlaklar de­rinleşecek ve zamanla sağlam temeller üzerinde yeni bir bina kurmak lüzumu hasıl olacaktır . . . "93

Görüldüğü gibi Karabekir'e güya, "Dinsiz ve namussuz ola­lım!" diyen Atatürk, Asaf ilbay'a "Din vardır ve lazımdır. Te­meli çok sağlam bir dinimiz var!" demiştir.

92 Mustafa Kemal Atatürk, Nutuk, 12. bas., İstanbul, 2002, s. 564. 93 Asaf ilbay, Çocukluk Arkadaşım Atatürk, Mustafa Kemal'le 45 Yıl, İstanbul,

2014, s. 108, 1 09.

96

Atatürk, 29 Ekim 1 923'te -yani Karabekir'e "Dinsiz ve na­mussuz olalım! " dedikten 3 ay sonra- Fransız gazeteci Pernot'a da "Dinime, bizzat gerçeğe nasıl inanıyorsam buna da öyle ina­nıyorum. Şuura aykın, ilerlemeye engel hiçbir şey içenniyor," demiştir.94

22 Ocak 1923'te -Karabekir'e "Dinsiz ve namussuz ola­lım! " demeden 6 ay önce- Bursa'da halka, "Milletimiz din ve dil gibi kuvvetli iki fazilete sahiptir. Bu faziletleri hiçbir kuv­vet, milletimizin kalp ve vicdanından söküp alamamıştır ve alamaz," demiştir. 95

Karabekir güya, "Dinsiz ve namussuz olalım! " diyen Ata­türk'ü, "Dinsiz ve ahlaksız bir millete bu dünyada hayat hakkı olmadığını tarih gösteriyor!" diye uyardığını( ! ) iddia etmiştir. Ancak Karabekir'in Atatürk'e böyle bir uyarıda bulunması da anlamsızdır. Çünkü bir gerçekçi olan Atatürk de milletler için dinin gerekli olduğunu düşünmektedir. Örneğin 1930'da aynen şöyle demiştir: "Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkan yoktur. Yalnız şurası var ki din, Allah ile kul arasındaki bağlılıktır. " 96

Yine Karabekir'in " . . . Paşam bu yeni akide (dinsizlik ve namussuzluk) bizi Bolşevikliğe götürür!" diyerek Atatürk'ü uyardığı iddiası da çok anlamsızdır. Çünkü Atatürk de zaten Bolşevikliğe ve komünizme karşıdır. Nitekim 2 Aralık 1922'de Petit Parisien muhabirine verdiği demeçte, "Biz ne Bolşevik, ne komünist, ne biri ne diğeri olamayız. Çünkü biz milliyetperoer ve dinimize hünnetkanz," demiştir.

Üç: Karabekir'in Atatürk'ün ağzından aktardığı "Dini ve na­musu olanlar aç kalmaya mahkumdur. Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir olmaya mahkumdurlar . . . Bunun için önce din ve namus anlayışını değiştinneliyiz!" şeklindeki sözler her şeyden önce Atatürk'ün üslubuna, yaşam görüşüne, gerçekçiliğine

94 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, C III, 5. bas., Ankara, 1 997, s. 93. 95 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, C II, 5 . bas., Ankara, 1 997, s. 70, 71. 96 Kılıç Ali, Atatürk'ün Hususiyetleri, İstanbul, 1 955, s. 1 1 6; Kocatürk, Atatürk'ün

Fikir ve Düşünceleri, s. 228.

97

ve ahlak anlayışına uygun değildir. İşin ilginç yanı, Karabekir'in iddiasına göre güya, 10 Temmuz 1923'te bizim "Dinsiz ve na­mussuz olmamızı" isteyen( ! ) Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nı, kendi ifadesiyle bir "Namus Cephesi"yle kazandığını belirtmiştir. Ata­türk 27 Ocak 1923'te İzmir Hükümet Konağı'nda yaptığı konuş­mada bu "Namus Cephesi"nden şöyle söz etmiştir:

" . . . İzmir ve çevresinin ÇOK NAMUSLU ve vatansever hal­kı hiçbir zaman bu hükümdar (Vahdettin) ile ve onun heyeti ile beraber olmadı, olmak istemedi ve olamazdı. Onun için derhal Redd-i İlhak adıyla kurduğu cemiyet aracılığıyla bütün halkı vatan savunmasına çağırdı. Bu nedenle o cemiyetin adını say­gıyla anmayı bir borç sayanm. Bu girişim ile düşman karşısın­da bir NAMUS CEPHESİ oluştu. Bu cephe çok büyük, maddi olarak çok kuvvetliydi denilemez. Fakat çok YÜKSEK NAMUS ve manevi kuvvete sahipti. Şüphe yok, bu NAMUS CEPHESİ bütün memleket için bir çağn ve yüreklendirme, harekete ge­çirme cephesiydi. Bunu oluşturan insanlar çok iyi biliyordu ki, bütün vatandaşlar bu cepheye koşacaktı. Gerçekten öyle oldu. Bütün millet gerçeği anladı. İşbirliği yaptı ve bu cephenin des­teklenmesine koştu. Ancak düşmanlanmız bunu anlamışlar ve buna imkan ve fırsat vermemek için derhal o NAMUS CEPHE­SİNE saldırmışlardı. Efendiler, NAMUS CEPHESİ hiçbir za­man yıkılmaz, yenilemez. Bundan dolayı o cephe yıkılmamış, mağlup edilememiştir. ( . . . ) Bir devir yaşıyoruz ki ( . . . ) millet ve memlekete izzet, şeref, NAMUS kazandınyor ve muvaffakiyet, muzafferiyet veriyor, o da bu devirdir. '>97

Görüldüğü gibi Atatürk bizzat kendi ağzından koca bir Kurtuluş Savaşı'nı "namus" kavramıyla açıklamıştır. Kurtuluş Savaşı'nı Atatürk'ten başka hiç kimse "Namus Cephesi" ola­rak adlandırmamıştır. Ona göre halkın işgallere karşı gösterdi­ği direnişle, yani Kuvayı Milliye hareketiyle bir Namus Cephesi kurulmuştur. Çünkü İzmir'in işgal edileceğini duyan vatansever

97 Atatürk'ün Söylev ve Demeçieri, C II, s. 82, 83; Atatürk'ün Bütün Eserleri, C 14, s. 396, 397.

98

İzmirli gençlerin kurduğu Redd-i İlhak Cemiyeti ve işgallere karşı Anadolu'nun dört bir yanında kurulan direniş cemiyetleri kelimenin ilk anlamıyla önce bireysel, sonra toplumsal namu­su korumayı amaçlamıştır. Atatürk'ün ifadesiyle «Bu cephe ( . . . ) çok yüksek namus ve manevi kuvvete sahipti." Görüldüğü gibi Atatürk, bırakın halkın namus anlayışını değiştirmeyi, halkın "namusuyLa " ve "manevi kuvvetiyLe" övünmektedir.

2 7 Ocak 1923 'te «Efendiler, Namus Cephesi hiçbir za­man yıkılmaz, yenilemez. Bundan dolayı o cephe yıkılmamış, mağlup edilememiştir," diyerek "namus" kavramını yücelten Atatürk'ün 6 ay sonra, 10 Temmuz 1923'te «Dini ve namusu olanlar aç kalmaya mahkumdur! ( . . . ) Bunun için önce din ve namus anlayışını değiştinneliyiz!" diyerek "namus" kavramına saldırması düşünülebilir mi ?

Dört: 1 O Temmuz 1 923 'te Kara bekir gerçekten de Atatürk'le din konusunda bir tartışmaya girmiş olabilir. Çünkü Atatürk, tam da o günlerde benim "dinde öze dönüş" veya "dinde ye­niden yapılanma" diye adlandırdığım bir projeye kafa yormak­tadır.98 Atatürk, o gün Karabekir'e bu projesinden söz etmiş olabilir. Yaşanan biçimiyle dini eleştirmiş de olabilir. Ancak Karabekir, maalesef hep yaptığı gibi, Atatürk'ün dinde yeniden yapılanma projesini -din dilinin Türkçeleştirilmesi, hurafelerle mücadele edilmesi ve bazı din eleştirilerini vb.- Atatürk'ün hal­kı "dinsizleştirme ve namussuzlaştırma" projesi olarak bize ak­tarmıştır. İleride göreceğiniz gibi Karabekir, olayların üzerinden on yıl geçtikten sonra, Atatürk'ten bir anlamda intikam almak amacıyla kaleme aldığı anılarında olayları karıştırmış, çarpıtmış, hatta zaman zaman açıkça olay uydurmuştur.

Beş: Bir olasılık da şudur: Atatürk din konusunda Kara­bekir'in nabzını yoklamak istemiş olabilir. Bazen yaptığı gibi muhatabını öfkelendirecek çok ağır şeyler söyleyip, muhata-

�8 Atatürk'ün dinde öze dönüş projesinin ayrıntıları için bkz. Meydan, Akl-I Ke­mal, Atatürk'ün Akıllı Projeleri, (5 ci lt bir arada), s. 850-953.

99

bınınlKarabekir'in tüm içini dökmesini amaçlamış da olabilir. Eğer bu olasılık doğruysa Atatürk amacına ulaşmıştır!

Altı: Son bir olasılık da şudur: Atatürk, din konusundaki du­yarlılığını bildiği Karabekir'le yarı şaka yarı ciddi dalga geçmiştir!

Atatürk o gün gerçekten ne dedi? Karabekir ne anladı? Ne kadarını bize aktardı? Allah bilir!

Ama Allah aşkına! Bırakın Atatürk gibi çağını aşmış bir strateji dehasını, kim, -gerçekten öyle düşünüyor olsa bile-, muhafazakar bir arkadaşına, üstelik çok zamansız bir şekilde, ağzını aramak için bile olsa, "dinsiz ve namussuz olalım!" der? Bırakın tarihi, biraz mantık yeter bu bulmacayı çözmek için?

Yedi: Karabekir'in en büyük çelişkisi ise şudur: Anılarında bir yerde "Atatürk, dinsiz ve namussuz olmamızı istiyordu ! " di­yen Karabekir, birazdan göreceğiniz gibi, aynı anılarında başka bir yerde "Atatürk Hıristiyan olmamızı istiyordu ! " diyecektir. Karabekir din, iman üzerinden Atatürk düşmanlığı yapanlar gibi mantık gözetmeden Atatürk'ü Müslüman halkın gözünden düşürecek her yolu denemiştir. Karabekir'in Atatürk'e yönelik iddialarında gerçekten insanı güldüren bir mantıksızlık vardır. Örneğin, Atatürk dinsiz olmamızı istiyorsa, Hıristiyan olmamızı isteyemez, Hıristiyan olmamızı istiyorsa dinsiz olmamızı isteye­mez! Çünkü sonuçta Hıristiyanlık da bir dindir!99 Karabekir'in Atatürk karşıtlığı aklını karıştırmış, gözlerini kamaştırmış olsa gerek ki kitabındaki bu tür çelişkileri, mantıksızlıkları göreme­miştir! Çünkü Karabekir tek bir amaca kilitlenmiş; öyle ya da böyle Atatürk'ü İslam düşmanı göstermeye odaklanmıştır. So­nuçta "dinsizlik" isteyen Atatürk de "Hıristiyanlık" isteyen Ata­türk de " İslam düşmanı" Atatürk imgesine hizmet edecektir.

Kur'an Tercümesi Tartışması

Karabekir'in, Atatürk'le ilgili çok tartışılan iddialarından biri de Kur'an tercümesiyle ilgilidir.

99 Karabekir'in çelişkileri için bkz. Sinan Meydan, Atatürk'ü Anlamak İçin Nutuk'un Deşifresi, 4. bas., İstanbul, 20 14, s. 5 1 5.

100

1 5 Ağustos 1923 Çarşamba günü Eğitim Bakanı Hamdullah Suphi (Tanrıöver) Darü'l Muallim'in salonunda bir heyeti ilmiye toplantısı düzenlemiştir. İki gün önce yeniden TBMM Başkanı seçilen Atatürk'ün " şeref misafiri" olarak katıldığı toplantıya Köprülüzade Fuat ve İsmail Hakkı (Baltacıoğlu) gibi Darülfünun hocaları yanında Kazım Karabekir de davetlidir.

Vakit gazetesinin haberine göre o toplantıda Kur'an tercü­mesi konusu da konuşulmuştur:

"( . . . ) Kuran-ı Kerim'in tefsir ve tercümesi üzerine saat­lerce süren münakaşalar yapıldı. ( . . . ) Hamdullah Suphi Bey, Gazi'yi ve hazır bulunanlan çaya davet ettiler. Gazi Paşa, 'Bu münakaşa çaydan daha tatlı! Burada oturrnama müsaade edi­niz, dediler ve münakaşaya devam ettiler. ( . . . ) Gazi Paşa, yine Kuran tefsiri bahsine döndüler. Münakaşalar gene kızıştı ve tam beş buçuk saat geç vakte kadar bu dostluk muhitinde, bü­yük kahramanlanmızın muhabbet ve samimiyeti içinde, mesut dakikalarda hislendik . . . »1 00

Karabekir'in, Atatürk'le ilgili aşağıdaki iddiaları işte bu top­lantıya dayalıdır.

Karabekir'e göre Kur'an'ın Türkçeye tercüme konusunun tartışıldığı o toplantıda Şeriye Vekili ve Konya milletvekili Hoca Vehbi Efendi ve diğer sözüne güvendiği bazı zatlar Karabekir'e şunları söylemiştir:

"Gazi Kuran-ı Kerim'i bazı İslamlık aleyhtan zübbelere tercüme ettirrnek arzusundadır. Sonra da Kuran'ın Arapça okunmasını namazda bile yasaklayarak bu tercümeyi okutacak ve zübbelerle işi alaya boğarak güya Kuran'ı da, İslamlığı da (ortadan) kaldıracaktır. "1 0 1

Karabekir bu toplantıda bir ara Atatürk'ün hiddetlenerek

1 00 Vakit, 1 7 Ağustos 1 923; Hakiıniyet-i Milliye, 16 Ağustos 1 923; Atatürk'ün Bütün Eserleri, C 16, s. 85; Osman Selim Kocahanoğlu, Atatürk-Karabekir Kavgası, Kurtuluş, Kuruluş ve Sonrası, 2. bas., İstanbul, 2013, s. 440.

1 0 1 Karabekir, Nutuk'a Cevaplar, s. 3 823; Uğur Mumcu, Kazım Karabekir, İstan­bul, 1 990, s. 93, 94. Burada geçen "zübbeler" ifadesi Uğur Mumcu'da "kimse­ler" olarak yer almıştır.

101

bütün içini ortaya döktüğünü belirtmiştir! Karabekir'in iddiası­na göre Atatürk şunları söylemiştir:

" . . . Evet, Karabekir, Araboğlu'nun yavelerini Türk oğul­lanna öğretmek için Kur'an'ı Türkçeye tercüme ettireceğim ve böyle de okutturacağım. Ta ki budalalık edip aldanmakta de­vam etmesinler . . . "1 02

İşte Karabekir'in bu iddiaları, 1930'lardan beri özellikle Atatürk düşmanlarının ağzında sakız olmuştur. Atatürk düş­manları bu sakızı sürekli şişirip büyük bir gürültüyle patlat­mışlardır. Malum çevreler, "Din düşmanı! Kur'an düşmanı ! " Atatürk algısı yaratırken en çok Karabekir'in bu iddialarından yararlanmışlardır.

Örneğin, Burhan Bozgeyik, "Mehmed Akif, M. Kemal'in liderliğini yaptığı Birinci Grup'un tavırlarını tasvip etmiyordu. Onlara ve dolayısıyla M. Kemal'e muhalifti. Ancak onun M. Kemal'le kavgasının temel sebebi Kur'an'a karşı takınılan tavır­dı. Kazım Karabekir Paşa, bu tavır için şu bilgileri verecekti, " dedikten sonra Karabekir'in yukarıda yer verdiğim iddialarını -peşinen doğru kabul ederek- sıralamıştır . 103

Atatürk'ün dinJİslam düşmanlığını kanıtlamak isteyen Ata­türk ve Cumhuriyet düşmanları, Karabekir'in, "Atatürk Kur'an'a 'Araboğlu'nun yaveleri' dedi! " iddiasını hiç sorgulamadan adeta bir kutsal kitap sözü gibi peşinen doğru kabul etmişlerdir.

Karabekir'e Cevaplar (2)

Peki ama Karabekir'in bu meşhur iddialarının doğruluk payı nedir?

Sırayla gidelim: Bir: Karabekir'in, "Gazi Kur'an-ı Kerim'i bazı İslamlık

aleyhtan zübbelere tercüme ettirmek arzusundadır!" iddiasını her şeyden önce tarih çürütmüştür. Çünkü bilindiği gibi Gazi, Kur'an-ı Kerim'i "İslamlık aleyhtarı zübbelere" değil, İslam'ı en

1 02 Karabekir, age., C 1 2, s. 3824; Uğur Mumcu, age., s. 93, 94. 1 03 Burhan Bozgeyik, Mustafa Kemal'e Karşı Çıkanlar, İstanbul, 1 996, s. 236.

102

iyi bilen Mehmed Akif (Ersoyl'e ve Elmalılı Hamdi (Yazırl'ye tercüme ve tefsir ettirmek istemiştir. Daha önce de değindiğim gibi Atatürk'ün Kur'an tercümesinden beklediği amaç toplumu "dinsizleştirmek" olmadığı gibi "dindarlaştırmak" da değildir. Burada Atatürk'ün temel amacı, büyük bir çoğunluğu Müslü­man olan Türk toplumunun kutsal kitabını okuyup anlamasını sağlamaktır. Çünkü düşünmek ve sorgulamak, doğruyu yanlış­tan ayırmak ve kandırılmamak için önce anlamak gerekir. Anla­dıktan sonra düşünerek dine bağlanmak veya düşünerek dinden uzaklaşmak ise tamamen insanların kendi bileceği iştir.

İki: Karabekir'in, Atatürk «Kur'an'ın Arapça okunmasını namaıda bile yasaklayarak bu tercümeyi okutacak!" iddiasını da yine tarih çürütmüştür. Bilindiği gibi Atatürk namazda Arap­ça Kur'an okunmasını hiçbir zaman yasaklamamıştır.

Üç: Karabekir'in Atatürk'ten duyduğunu iddia ettiği, «Arab­oğlu'nun yavelerini Türk oğullanna öğretmek için Kur'an'ı Türkçeye tercüme ettireceğim . . . " biçimindeki ifadelere gelin­ce . . . İleride kanıtlayacağım gibi bu ifadeler Atatürk'e ait değil, Karabekir'in uydurmasıdır. Ama varsayalım ki Atatürk'e aittir! Bu cümleyi kurgulayan Karabekir -belki farkında değil- ama aslında bu cümle, anafikir olarak, Atatürk'ün Kur'an tercüme­sinden beklediği amacı özetler nitelikte bir cümledir. Çünkü Türkler maalesef yüzyıllardır Allah ile, Kur'an ile aIdatıImıştır. Türk insanının anlamadığı Arapça Kur'an, Atatürk'ün ifadesiyle "din oyunu aktörleri" tarafından bir aldatma aracı olarak kul­lanılmıştır. Atatürk, Arapça Kur'an'ı Türkçeye tercüme ettirerek Türk halkının Kur'an'ı anlamasını, böylece "budalalık edip al­danmakta devam etmemesini" amaçlamıştır.

Dört: Atatürk'ün, Kur'an-ı Kerim'i «Araboğlu'nun yavele­ri!" diye adlandırmış olduğu iddiasına gelince: Normalde Ata­türk, yüzyıllardır Türklerin Kur'an'ı anlamadan Arapça oku­malarına ve bu topraklarda Arapça Kur'an'ın yüzyıllardır bir "aldatma aracı" olarak kullanılmasına duyduğu büyük tepkiyi en etkili şekilde dile getirmek için böyle bir ifade kullanmış ola­bilir. Çünkü -daha önce de anlattığım gibi- gerektiğinde bu tarz,

103

muhatabını sarsıcı ifadeler kullanmak Atatürk'ün etkili anlatım yöntemlerinden biridir. Ancak Karabekir gibi huyunu suyunu bildiği muhafazakar geçinen birinin yanında -yöntem gereği de olsa- Kur'an'dan böyle söz etmesi her şeyden önce Atatürk'ün o meşhur stratejisine uygun değildir.

Beş: Olayla ilgili Karabekir'in yazdıklarıyla Vakit gazete­sinin haberinde yazılanlar (Kur'an tercümesi konusunun tartı­şılması, olayın tarihi ve yeri dışında) birbirine uymamaktadır. Karabekir'in yazdıklarına göre kendisi Atatürk'le yüksek tonda bir tartışmaya girmiştir! Kur'an'ın tercümesinin "Rastgele şunun bunun içinden çıkabileceği basit bir iş olmadığı gibi, kötü politika zihniyetinin de işi karıştırabileceği göz önüne alınarak " hareket edilmelidir, diyerek Atatürk'ü uyarmıştırP04 Yine Karabekir'e göre Atatürk bir ara öfkelenip o meşhur " Arapoğlu'nun yavele­rini! " cümlesini kurmuştur! Vakit gazetesinin haberine göre ise tartışmada Atatürk'ün hiç de öyle öfkeli, sinirli bir hali yoktur. Öyle ki, kendisini çaya davet eden Hamdullah Suphi Bey'e, "Bu münakaşa çaydan daha tatlı!" yanıtını verip "münakaşaya " de­vam edecek kadar rahattır, sakindir. Gazeteye göre tartışmalar "dostluk muhitinde", "muhabbet ve samimiyeti içinde" geçmiş ve oradakileri de "mesut dakikalarda hislendirmiştir".

Osman Selim Kocahanoğlu'nun dediği gibi: "Bu sözler an­cak öfke ve şiddetin zirvesinde söylenebilir. Mustafa Kemal aca­ba bu sözleri söylemiş midir? Söylemişse hangi bağlama getir­miştir? Veya aynen böyle mi söylemiştir? ilim Heyeti önünde yaşanan tartışmayı gören Maarif Vekili Hamdullah Suphi ile Ruşen Eşref yanlarına gelerek, 'Paşam çaylar hazır, sofrada her­kes sizi bekliyor, ' diye tartışmayı sona erdirirler. Karabekir'in, 'Berbat şekle dönüştü, ' dediğine bakılırsa, nezaket dışı bir ağız dalaşı olmuşa benzer . . . Ne Hamdullah Suphi ne Ruşen Eşrefin anılarına geçmeyen; gazetelere yansımayan bu cümle cemaat ta­rihçilerinin tektir lügatine buralardan girmiştir . . . "105

1 04 Karabekir, age., C 12, s. 3824. 1 05 Kocahanoğlu, age., s. 442.

1 04

Kısacası Atatürk'ün o toplantıda Kur'an'a saldıracak kadar öfkelendiğine ilişkin elimizde -Karabekir'in olaydan yıllar sonra yazdıkları dışında- hiçbir kanıt yoktur. Tam tersine bu olayla ilgili elimizdeki tek kanıt durumundaki Vakit gazetesinin haberi de Karabekir'i adeta tekzip etmektedir.

Altı: Olayın meydana geldiği tarih de Karabekir'in iddiala­rını çürütmektedir. 15 Ağustos 1 923 tarihi Atatürk'ün, herkesin içinde uluorta Kur'an'la ilgili dedikodu malzemesi olabilecek şey­ler söylemeyeceği kadar erken bir tarihtir. Atatürk'ün en önemli özelliklerinden biri radikal düşüncelerini yeri ve zamanı gelme­den önce asla açıklamamasıdır. "Nutuk "ta bu özelliğini bizzat itiraf etmiştir. Daha cumhuriyetin bile ilan edilmediği, halifeliğin kaldırılmadığı, hanedanın yurtdışına sürgün edilmediği, tekke ve zaviyelerin, medreselerin kapatılmadığı; kısacası neredeyse hiç­bir radikal devrimin yapılmadığı bir ortamda Atatürk'ün -nabız yoklamak amacıyla bile olsa- Kur'an'a yönelik bu tür sözler söy­lemesi her şeyden önce onun meşhur taktisyenliğine aykırıdır.

Yedi: Karabekir'in iddialarının Karabekir'den başka tanığı yoktur. Oysa ki o günkü Kur'an tercümesi tartışmasında Karabekir ve Atatürk baş başa değildir: Toplantıda Köprülüzade Fuat, İsmail Hakkı (Baltacıoğlu), Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ve Ruşen Eşref (Ünaydın) gibi daha pek çok önde gelen, eli kalem tutan insan­lar da oradadır. Ancak ne hikmetse onlardan hiçbiri, Atatürk'ün o gün orada Karabekir'in iddia ettiği gibi Kur'an'la ilgili olumsuz şeyler söylediğine ilişkin tek bir satır bile yazmamıştır.

Sekiz: Karabekir'in bu iddialarını yine Karabekir'in bizzat kendisi çürütmüştür. Şöyle ki: Karabekir, Atatürk'le ilgili bu id­dialarına, olayın üstünden yaklaşık on yıl geçtikten sonra -öf­keyle- yazdığı kitabında yer vermiştir. Ancak son zamanlarda bir de Karabekir'in günlükleri ortaya çıkmıştır. Fakat ne ilginçtir ki, Karabekir'in günlüklerinde ne 15 Ağustos 1923 tarihinde ne de başka bir gün yazılmış böyle bir not vardır. Karabekir o gün günlüğüne aynan şunları yazmıştır: CC • • • 15 Ağustos 1923 Çar­şamba. Heyet-i İlmiye'nin son müzakeresinde bulundum. Kitap bayramı teklifimi kabul ettiler. Akşam Maarifin ziyaretine beni

105

çağırdılar. Terbiye mütehassısı İsmail Hakkı ile Köprülü Fuat Beylerle din ve ahlak ve terbiye hususunda görüştük, mütalaa­mı kabul ettiler . . . "106

Görüldüğü gibi Karabekir'in günlüklerinde, on yıl sonra -Atatürk'le yolları ayrılınca- ortaya atacağı (uyduracağı) iddi­alardan hiçbir eser yoktur. Günlüklerinde o gün Atatürk'le tar­tıştığına veya bu tartışmada Atatürk'ün öfkelendiğine ilişkin tek bir satır yoktur. Karabekir, tüm günlük tutanlar gibi, başından geçen, onda birazcık olsun iz bırakan bütün önemli olayları bir­kaç satırla da olsa günlüklerine kaydettiğine göre, Atatürk'ün Kur'an'a yönelik yukarıdaki "aykırı" ifadelerini -özetleyerek de olsa- sıcağı sıcağına günlüğüne neden yazmamıştır? On yıl son­ra anılarını yazarken geçmiş olayları bu günlüklerinden izleyen Karabekir, nasıl olmuş da on yıl önce sıcağı sıcağına günlüğüne yazmaya gerek görmediği bir olayı on yıl sonra noktasına, virgü­lüne kadar anımsayıp kitabına yazabilmiştir?

"Görülür ki kendi notları ile zerzevat tarihçilerinin İnkılap Tarihi saydığı 'Nutuk'a Cevaplar' arasında hiçbir mutabakat yok . . . Yani ajandasına (günlüğüne) yazdıkları on sene sonra yazdığı anılarını tekzip ediyor; olayları çarpıtma, cümleleri uy­durma ve kurgulama becerisi yeterli düzeyde . . . " 107

Hıristiyanlık Tartışması

Karabekir, "Nutuk'a Cevaplar" adlı kitabında, 1 6 Ağus­tos 1923'te Meclis kulisinde görüştüğü Dışişleri Bakanı İsmet Paşa'ya -dün geceki toplantı ile ilgili- şunları söylediğini iddia etmiştir:

" Gazi'nin ( . . . ) dün gece heyet-i ilmiye karşısında Peygam­benmiz ve Kur'an'ımız hakkında hanr ve hayale gelmeyecek biçimde konuştuğunu anlattım . . .

"ıos

1 06 Kazım Karabekir, Günlükler, C ll, İstanbul, 2009, s. 871 . 107 Kocahanoğlu, age., s . 443. 108 Karabekir, age., C 1 2, s. 3828.

106

Yine Karabekir'in "Nutuk 'a Cevaplar"da yazdığı kadarıyla İsmet Paşa Karabekir'e, «( • . • ) İslam kaldıkça müstemlekeci dev­letlerin ve bilhassa İngilizlerin daima aleyhimizde olacaklannı ve istiklalimizin daima tehlikede kalacağını . . . " anlatmıştır! Ka­rabekir ise «bu fikre iştirak etmediğini" söylemiştirP09

Olaydan on yıl sonra kaleme aldığı kitabında " Bunları bana İsmet Paşa söyledi!" diyen Karabekir, on yıl önce sıcağı sıcağı­na yazdığı günlüklerine " Bunları bana Fethi Bey söyledi!" diye yazmıştır. I IO

Görülen o ki Karabekir öyle ya da böyle Atatürk'ü, hatta zaman zaman da İsmet İnönü'yü "din düşmanı" göstermeye ka­rarlıdır.

Bu sefer tersten gidelim. Önce Karabekir'in "Günlükler"ine bakalım:

«19 Ağustos 1923 Pazar. Gazi Paşa, Latife Hanım ve İsmet Paşa akşam yemeğe geldiler. Ati programı hakkında saatler­ce görüştük. İsmet, hocalan toptan kaldıralım diyor. Hocala­n kaldımıadıkça bir iş yapamayız. Bugünkü kudretimizle bu inkıfabı yapamazsak başka hiçbir zaman yapamayız . . . "1 1 1

Görüldüğü gibi Karabekir günlüklerinde "Hocalan toptan kaldıralım!" ifadesini İsmet Paşa'nın söylediğini yazmıştır. An­cak gelin görün ki yıllar sonra yazdığı "Nutuk 'a Cevaplar"da bu sözleri Atatürk'ün söylediğini yazacaktır. l l 2

Güya Karabekir o günkü görüşmede Atatürk'e ve İsmet Paşa'ya, «( . . . ) Peki, ama siz ne olmak istiyorsunuz? Hıristiyan mı, dinsiz mi? Münevver Hıristiyanlık ilim zihniyetine uygun yeni bir din araştınrken bizim onlann köhne müesseselerini be­nimsememiz geri bir hareket olur . . . "1 1 3 demiştir!

Karabekir böylece Atatürk'ü ve İnönü'yü İslam'ı ortadan kaldırıp Türkleri Hıristiyan yapmak isteyen kişiler olarak gös-

1 09 age., 5. 3829. 1 1 0 Karabekir, Günlükler, C II, s. 871 . 1 1 1 age., s. 872. 1 12 Karabekir, Nutuk'a Cevaplar, C 12, s. 3 833. 1 13 age., s. 3833.

107

termiştir. Ayrıca kendisinin bunu engellemeye çalıştığını yazmış­tır. Sonunda da onları ikna ettiği kanaatine varmıştırY4

Yani Karabekir Paşa olmasaymış " İslam düşmanı" Atatürk ve İnönü, Türkiye'yi Hıristiyan yapacakmışP I s Vah! Vah !

Atatürk'ü ve İnönü'yü "Türkiye'yi Hıristiyanlaştıracaklar­dı ! " diye suçlayan Karabekir'i yalanlamak çok kolaydır doğru­su: Birincisi, Atatürk'e göre akla ve bilime en uygun din, son din olan İslamiyet'tir. Dolayısıyla İslamiyet dururken, (Atatürk'ün ifadesiyle onu anlaşılır kılmak, sadeleştirmek varken) Hıristiyan­lığı kabul etmek mantıksızlıktır. İkincisi, 1000 yıldan fazla bir zamandır Müslüman olan ve tarih boyu sürekli Hıristiyan-Haçlı ruhuyla karşı karşıya kalan Müslüman Türkleri Hıristiyan yap­mayı düşünmesi her şeyden önce Atatürk'ün o soğuk gerçekçili­ğine aykırıdır. Üçüncüsü, Atatürk, Batı medeniyetinin gelişimin­de Hıristiyanlığın ilerletici değil, geriletici bir etken olduğunu düşünmektedir. Ona göre Batı, Hıristiyanlık engelini aştığında (Reform, Rönesans ve Aydınlanma) ilerlemiştir.

Karabekir'in bu tuhaf Hıristiyanlık iddiasını yerle bir eden birçok örnek olay vardır:

1928 yılında Bursa'daki Amerikan okulunda 3 öğrencinin Hıristiyan olması üzerine Cumhuriyet hükümeti okulda soruştur­ma başlatmış, soruşturma sonunda 3 Amerikalı öğretmene hafif para ve hapis cezası verilmiş ve okul kapatılmıştır. 1 l6 Türkiye'de­ki ilk ABD Büyükelçisi John Grew, bu olayı şöyle yorumlamıştır:

"8 Mayıs 1 928. Bursa okulunun kapanması, öğretmenlerin mahkum edilmesi olaylarını gözden geçiren bir insan tam bir laikleşme durumunda bulunan bir hükümetin neden bu kadar telaş ve gürültü çıkardığını sormamazlık edemez. Ancak olayın Türkler için taşıdığı anlam birkaç öğrencinin Hıristiyan olma­sı değil, fakat dini bir sorunun milliyetçiliğe aykırı bir yöneliş

1 14 age., s. 3 834. 1 15 Bkz. Kadir Mısıroğlu, Geçmiş Günü Elerken, C II, İstanbul, 1 995, s. 322. Nak­

leden Kocahanoğlu, age., s. 447. 1 1 6 John Grew, İlk ABD Büyükelçisinin Türkiye Habralan, Atatürk ve İnönü, Şu­

bat, 2000, s. 93-1 15 .

108

olarak yorumlanmasıdır. ( . . . ) Ana neden kültür uygarcılığıdır. Hıristiyanlığın kendisi, dinsiz bir hükümetin gözünde pek önem taşımaz. Türk öğrencilerine Hıristiyanlık telkini yapılması, gerek Türk halkı, gerek Türk hükümeti gözünde tehlikeli olan yönü, bu din hakkında yalnız tartışmalar yapılmasının bile çabuk etki altında kalan gençlerin Türk devletine karşı manevi bağlarını ko­parması olasılığıdır. ( . . . ) Kültür milliyetçiliği . . . Bütün sorunun özünü meydana getiren şey, en basit deyimi ile işte budur. " I 1 7

ABD Büyükelçisi Grew, bazı Müslüman Türk çocuklarının Hıristiyan olması nedeniyle Bursa'daki okulu kapatan Cum­huriyet hükümetini "dinsizlikle" suçlamıştır. Ancak Amerikan Büyükelçisi'nin iddiasının aksine, "kültür/uygarlık milliyetçili­ği" ve okullarda Hıristiyanlık propagandasının (daha doğrusu din propagandasının) yasaklanması, Cumhuriyet hükümetinin "dinsizliğinin " değil ulusal, laik ve bilimsel eğitim politikasının bir sonucudur.

İsmet Paşa, Lozan müzakerelerine devam ederken, Cumhu­riyet hükümeti İstanbul'da "Genç Hıristiyanlar Cemiyeti "nin kapatılmasına karar vermiştir. İsmet Paşa, I Haziran I 923'te Lozan'dan Başbakanlığa gönderdiği telgrafta bu kararın aleyhi­mizde kullanılmaması için "Barışın imzalanmasından sonraya bırakılmasını " istemiştir. l l s Başbakan H. Rauf Bey, 3 Haziran I 923'te İsmet Paşa'ya gönderdiği telgrafta "Birçok Müslümanı Hıristiyan yapmaya çalışan 'Genç Hıristiyanlar Cemiyeti'ne kar­şı tedbir almak ile yabancıların Türkiye'de oturma hakkı başka başka konulardır" 1 1 9 diyerek Genç Hıristiyanlar Cemiyeti'nin kapatılacağını belirtmiştir. Cemiyet kapatılmıştır.

İsmet Paşa, Lozan'da, Türkiye'deki Hıristiyan okullarına Türk öğretmenler atanmasını istemiştir. Ancak Fransız temsilci ve Papa'nın vekili, Türkiye'deki Katolik okulları na Türk öğret­menler atanmasına itiraz etmiştir. 120

1 1 7 age., s. 1 14, 1 1 5 . 1 1 8 Bilal Şimşir, Lozan Günlüğü, Ankara, 2012, s. 5 1 8 . 1 1 9 age., s . 521 . 120 age., s . 529.

109

Genç Cumhuriyet ayrıca sürekli Müslüman Türklerin hak­larını korumak için mücadele etmiştir.

Karabekir'in, "Atatürk ve İnönü Türkiye'yi Hıristiyanlaş­tıracaktı! " yalanına inanmamız için Atatürk Cumhuriyeti'nin, Lozan Antlaşması'yla Fatih'in geniş yetkiler verdiği Ortodoks Fener Rum Patrikhanesi'nin yetkilerini kısıtladığını ve Türki­ye'deki Hıristiyan unsurların (Rumiarın) önemli bir bölümünü mübadeleyle gönderdiğini unutmamız gerekir.

Özetle: Karabekir'e göre Atatürk;

1 . Dinsiz ve namussuz olmamızı istiyordu! 2. Kur'an-ı Kerim'i bazı İslamıık aleyhtarı "züppelere" tercü-

me ettirmek arzusundaydı! 3 . Kur'an'ın Arapça okunmasını namazda bile yasaklayacaku! 4. Kur'an'ı da, İslamlığı da (ortadan) kaldıracaktı! 5 . Araboğlu'nun yavelerini Türk oğullarına öğretecektil 6 . Hocaları toptan kaldıracaktı! 7. Bizi Hıristiyan yapacaktı!

Ancak Atatürk; 1 . Kurtuluş Savaşı yıllarında "Namus Cephesi"ni kurdu. Top­

lumu dinsizleştirmek isteyecek kadar hayalci değildi. 2. Kur'an-ı Kerim'i Karabekir'in ifadesiyle "bazı züppelere"

değil, Mehmed Akif ile Elmalılı Hamdi Yazır gibi "üstat­lara " tercüme ve tefsir ettirmek istedi. Elmalılı tercümesini binlerce adet bastırıp ülkeye dağıttı.

3 . Kur'an'ın namazda Arapça okunmasını hiçbir zaman yasak­lamadı.

4. Kur'an'ı da, İslamlığı da ortadan kaldırmadı. 5 . Kur'an'ı aşağılamak için "Araboğlu'nun yavelerini öğret­

mek " diye bir cümle hiç kurmadı. 6 . Hocaları toptan kaldırmadı, sadece hain ve cahil hocalarla

mücadele etti. 7. Müslüman Türkleri Hıristiyan yapmadı. Tam tersine Os­

manlı'nın son zamanlarında açılmış "Türkleri Hıristiyan

1 10

yapmayı amaçlayan" misyoner okullarını kapattı ve Patrik­hane'nin yetkilerini kısıtladı. Mübadele ile Anadolu'daki Hı­ristiyan RumIarın Yunanistan'a gönderilmesini kabul etti.

Atatürk Diyor ki: Alçakça Uydurulmuş

Şu gerçek bilinmeden Karabekir'in Atatürk'e yönelik bu id­diaları anlaşılamaz:

Kazım Karabekir, Atatürk'le yolları ayrıldıktan; kurduğu Te­rakkiperver Cumhuriyet Fırkası kapatıldıktan ve İzmir Suikastı nedeniyle İstiklal Mahkemesi'nde yargılandıktan sonra ve özel­likle Atatürk'ün 1927'de Karabekir'i çok ağır biçimde eleştiren "Nutuk "u okumasıyla birlikte büyük bir öfkeyle kaleme sarılıp Atatürk'ü halkın gözünden düşürmek için yazdığı kitaplarında ( "İstiklal Harbirniz" ve "Nutuk 'a Cevaplar") birçok gerçekdışı iddiaya yer vermiştir. 121 İşte Karabekir'in İslam dini ve Kur'an ter­cümesi konusunda Atatürk'e atfederek anlattığı hikayelerin çoğu da maalesef ya abartma ya çarpıtma ya da uydurmadır. Nitekim Atatürk, Karabekir'in bu tür gerçekdışı iddialarının bazılarına bizzat yanıt vermiştir. Örneğin, Karabekir'in kendisini Bolşevik­Iikle suçladığı yere Atatürk elyazısıyla şu notu düşmüştür:

"Sayfa 54: Bolşeviklik. . . Çok alçakça uydurmak istediği bir hikaye . . . Bana yapıştırmak istiyor. "122

Atatürk'ün ifadesiyle Karabekir'in Atatürk'le ilgili "uydur­mak istediği" şeyler, Atatürk'e "yapıştırmak istediği" etiketler vardır. Bu etiketlerden biri de "din düşmanı" etiketidir. Ancak, yukarıda ifade ettiğim gibi bu tür uydurma, çarpıtma ve yalanla­rı aslında yine tarih çürütmüştür.

Sonuç

Atatürk'ün dinsiz olduğunu iddia edebilirsiniz! Dinsizlik ayıp değil, bunda hiçbir sakınca yok. Ancak bu iddiaya, Kara-

1 2 1 Atatürk'ün "Nutuk "taki Karabekir eleştirileri için bkz. Meydan, Atatürk'ü Anlamak İçin Nutuk'un Deşifresi, s. 479-5 1 9.

1 22 Uğur Mumcu, Kazım Karabekir Anlahyor, ı l . bas., İstanbul, 1 998, s. 8, 9.

1 1 1

bekir'in Atatürk ve din konusundaki belli belirsiz, çoğu çarpıt­ma, hatta uydurma anılarını kaynak olarak gösterirseniz, hem siz yanılırsınız hem de insanları yanılttrsınız. Karabekir'in an­lattıkları üzerinden Atatürk'ün dinini, imanını ölçmeye kalmak -araştırmacı Osman Selim Kocahanoğlu'nun deyimiyle- "zer­zevat tarihçilerinin" işi olabilir. Dikkat ederseniz, Karabekir Atatürk'ün "dinsizliğinden" çok, "din düşmanlığı" üzerinde durmuştur. Atatürk'ü Müslüman Türk toplumunun gözünden düşürmek için onu kaba şekilde din düşmanı göstermeye çalış­mıştır.

1 12

YALAN 4

M E H M E D AKİ F E RS OY VE ŞAP KA

"Akif, Şapka Devrimi Nedeniyle Mısır'a KaçmıştırlSürgün Edilmiştir!"

Akif'in Mısır'a Gidiş Nedeni Şapka Devrimi Değildir

Mehmed Akif'i kullanıp Atatürk'e saldıranların en büyük yalanlarından biri, Akif'in güya Şapka Devrimi'ne karşı olduğu için, şapka takmamak için Mısır'a gittiği şeklindedir.

Bir başka yalana göre Akif Mısır'a gitmemiş, Atatürk Cum­huriyeti tarafından Mısır'a sürgün edilmiştir! 123

Peki, ama Akif neden Mısır'a gitmiştir? Öncelikle Akif'in Cumhuriyet döneminde İstanbul'da geçir­

diği iki yılı ve Mısır'la ilişkisini gözden geçirelim: Akif ilk olarak 1914 yılı başlarında Abbas Halim Paşa 'nın

maddi desteğiyle Mısır'a gitmiştir (Mısır ve Medine'de iki ay ka­dar kalmıştır} . 124

1922'de Ankara'da İslami Araştırmalar ve Telifler Akade­misi'ne üye seçilmiştir.

123 Mehmed Akif hakkındaki tüm gerçekler için bkz. Sinan Meydan, Vaiz, Öteki Mehrned Akif, 2. bas., İstanbul, 2015.

1 24 M. Orhan Okay, Ertuğrul Düzdağ, "Mehmed Akif Ersoy ", TDV İslam Ansik­lopedisi, C 28, s. 433. (Safahat: Beşinci Kitap: Hatıralar'daki "el-Uksur'da" şiiri bu seyahati anlatır.)

113

Kurtuluş Savaşı bitince 1923'te İstanbul'a dönmüştür. Bey­lerbeyi'nde Çakaltepe'ye yerleşmiştir.

1 923'ten itibaren başyazarlığını yaptığı Sebilürreşad İstan­bul'da çıkmaya başlamıştır.

1 923'te Abdülaziz Çaviş'in "İçkinin Hayat-ı Beşerde Açtı­ğı Rahneler", "Müslümanlık Fikir ve Hayatı Neler Bahşetti " , "Müslümanlıkta Kadın Hukuku " ve "Anglikan Kilisesi'ne Ce­vap " adlı üç eserini tercüme edip Sebilürreşad'da yayımlamış­tır. 125

II. TBMM'ye aday gösterilmemiştir. 1 1 Ağustos 1 923'te II. TBMM açılmıştır.

Akif, Ekim 1923'te Abbas Halim Paşa'nın davetlisi olarak M�sır'a gidip 7 ay kalmıştır . ı ı6

1 924 yazında İstanbul'a dönen Akif, aynı yıl hem Asım'ı yayımlamış, hem de Abdülaziz Çaviş'in "Esrar-ı Kur'an" adlı kitabını tercüme edip bölümler halinde Sebilürreşad'da yayım­lamıştır.1 27

1 924 yılının sonunda yeniden M�sır'a gitmiştir. Bu sefer de 1925 Mayısı'nda geri dönmüştür.

Yani Akif, 1 923-1 925 arasında iki yıl kışları Mısır' da, yaz­ları Türkiye'de geçirmiştir. 128

Akif son kez 1925 Eylülü'nde M�sır'a gitmiştir. 1 1 yıl Mısır Hilvan'da yaşadıktan sonra 17 Haziran 1 936'da hasta vaziyette yurda dönmüştür.

Görüldüğü gibi Akif, biri Cumhuriyet'ten önce olmak üzere ( 1 914) tam dört kez ( 1 923, 1924, 1 925) M�sır'a gitmiştir.

Peki, ama Akif 1 925'te neden temelli olarak Türkiye'den ayrılıp M�sır'a yerleşmiştir?

Akif, Şapka Devrimi'ne karşı olduğu için veya sürgün edil­diği için mi M�sır'a gitmiştir? Yoksa bu gidişin daha başka ne­denleri mi vardır?

125 Hüseyin Tuncer, Meşrutiyet Devri Türk Edebiyan, İstanbul, 200 1 , s. 540. 126 Okay, Düzdağ, agm., DVİA, s. 434; Tuncer, age., s. 540. 127 Tuncer, age., s. 540. 128 Okay, Düzdağ, agın., s. 434.

1 14

Mehmed Akif üzerine araştırmalarıyla tanınan Ertuğrul Düzdağ bu soruya şöyle yanıt vermiştir:

"Bunda hak kazandığı emekli maaşının bağlanmamasından doğan geçim sıkıntısı ve hükümetin muhalif kabul ettiği birçok fikir ve siyaset adamı arasında kendisinin de polis takibine alın­masının ağırına gitmiş olması önemli rol oynamıştır. Ayrıca bu yılın başında çıkan Şeyh Said İsyanı vesilesiyle hükümet muhalif­ler üzerine baskı kurmuş, aralarında Sebilürreşad'ın da yer aldığı pek çok dergi ve gazeteyi kapatarak sahiplerini ve bazı yazarları­nı İstiklal Mahkemelerine sevk etmiş bulunuyordu. "129

Akif'in en yakın arkadaşlarından Neyzen Tevfik'in kardeşi Şefik Kolaylı\3O Akif'in kendisine, "Arkamda polis hafiyesi gezdi­riyorlar. Ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye tahammül edemiyorum ve işte bundan dolayı gidiyorum, " dediğini aktarmıştır. ! 3 !

Yeni rejimin tutunmaya çalıştığı o günlerde muhalifler ve rejim karşıtlarıyla birlikte rejim karşıtı olabileceği düşünülenler de polis takibine alınmıştır. Örneğin o günlerde muhaliflerden Kazım Karabekir de polis takibine alınanlardandır.

Hasan Basri çantay'ın anlattığına göre, Çanakkale Zafe­ri'nin yıldönümünde dönemin önemli şairlerinden birinin, "Maa­lesef Çanakkale Şehitleri için güzel, şehitlerimizin şanına ıayık bir Türk şairi tarafından şiir yazılamadı. Çanakkale destanını yazan maalesef Türk değildir. Çaresiz Türk olmayan bir adamın şiirini okuyacağız" şeklindeki " ırkçı" bir yaklaşımda bulunduktan son­ra gönülsüzce, "Çanakkale Şehitlerine" adlı şiirini okuduğunu du­yan Akif, buna çok üzülüp kırılmış, hatta o kadar ki dayanamayıp ağlamıştır. Aynı günlerde bir yazarın Akif'e, "Hadi git artık, sen kumda ayna!" demesi de Akif'i küstürmüştür. 132

129 agm., s. 434. 1 30 Akif, Ankara soğuğunda giyecek paltosu yokken çok şiddetli günlerde, Medis'e

giderken Şefik Kolaylı'nın muşambasını ödünç alırmış. 1 3 1 Şefik Kolaylı bu açıklamayı, 27 Aralık 1 950 tarihinde Ziraat ve Veteriner Fa­

kültesi salonunda yapılan Mehmed Akif'i anma toplantısında yapmıştır. 1 32 Yeni İstanbul, 3 1 Aralık 1 967 (Osman Yüksel Serdengeçti-Hasan Basri

çantay'dan naklen).

1 1 5

1925 Şeyh Sait İsyanı nedeniyle yeni kurulan rejim büyük bir tehlike atlatmıştır. Bu nedenle yokluk ve yoksulluk içinde kurulmaya çalışılan bağımsız ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti'ni din ve şeriat oyunlarıyla daha doğmadan boğmaya çalışanlara karşı her türlü önlem alınmıştır. Takrir-i Sükfın Kanunu çıkarıl­mış, İstiklal Mahkemeleri kurulmuş ve basın kontrol altına alın­mıştır. Hükümet özellikle dinin kullanılmasına, istismar edilme­sine karşı aşırı duyarlı hale gelmiştir. İşte o kritik günlerde Akif'i de polis takip etmiştir. Akif bu duruma, "Ben vatanını satmış ve memlekete ihanet etmiş adamlar gibi muamele görmeye taham­mül edemiyorum, " diye isyan edip Mısır'a gitmiştir. Kurtuluş Savaşı yıllarındaki vatanseverliğini anımsayınca Akif'e hak ver­memek elde değildir. Ancak Akif'in de bu Cumhuriyet'in hangi güçlüklerle göğüs gerilerek kurulduğunu en iyi bilenlerden biri olarak Şeyh Sait İsyanı gibi geniş çaplı bir etnik ve dini kışkırt­maya karşı hükümetin aldığı önlemleri -bu önlemler arasında kendisini takip etmek bile olsa- biraz olsun anlayışla karşılaması gerekirdi. Ne de olsa çiğ yememişti ki karnı ağrısın! Örneğin Akif'in yakın arkadaşlarından Sebilürreşad'ın sahibi Eşref Edip tutuklanmış, İstiklal Mahkemelerinde yargılandıktan sonra ser­best bırakılmıştır. Nitekim o dönemde benzer tatbikatlara uğra­yan, hatta İstiklal Mahkemelerinde yargılanıp "suçsuz" oldukla­rı için beraat eden ve daha sonra genç Cumhuriyet'e hizmet eden Elmalılı Hamdi Yazır, Ahmed Hamdi Akseki gibi çok sayıda din adamı vardır. Ancak ne ilginçtir ki şiirlerinde, yazılarında ça­!ışmaktan, mücadele etmekten, umutsuz olmamaktan söz eden Akif, mücadele etmekten kaçmıştır. Bir kenara çekilip yalnız ba­şına ağlamayı tercih etmiştir. Akif'i iyi tanıyan Mithat Cemal Kuntay'ın anlatımıyla; "Bir kenarda olmak, uzak olmak, kim­seye çarpmamak için az mevcut olmak istiyordu. Ktmtldadtkça başkalarının yerini alıyor gibi çekingen bir hali vardı. Dertlerini kendi emziriyor, kendi büyütüp yetiştiriyor, bir kadın gibi gizli gizli ağlamayı biliyordu. "

Akif, kendisine "Türk değil", "mürted" ve "kumda oyna" diyenleri fazla ciddiye almamak veya onlara mükemmel yanıtlar

1 16

verebilecek zeka ve yeteneğe sahiptir. Ama maalesef o, hakkın­daki bu tür eleştirileri fazla ciddiye almak ve Mithat Cemal'in ifadesiyle "gizli gizli ağlamak" dışında bir şey yapmamıştır.

Özetle Akif, Şapka Devrimi'ne karşı olduğu için değil, po­lis takibatına uğramayı, kendisine gerekli değerin verilmemesini ve bazı ağır eleştirileri hazmedemediği için M�sır'a gitmiştir. Bu arada uzaklaşmak, yalnız kalmak istemiştir. Ayrıca Mısır'da Ab­bas Halim Paşa'nın himayesinde içine düştüğü geçim sıkıntısın­dan kurtulacağını düşünmüştür. \J3

Yusuf Ziya Ortaç, Akif'in Mısır'a gidişini şöyle açıklamıştır: "Safahat şairini Abbas Halim Paşa davet etmişti. Hayalin­

deki eseri, hele büyük bir aşk ile yazmak istediği 'Selahaddin Eyyübi' isimli manzum piyesi yaratabilmesi için geçim zorluğun­dan uzak, rahat bir hayat hazırlamıştı ona . . . İşte Akif'in seyahat sebebi. " (Portreler, s. 65) . 134

Anlayacağınız, Akif'in Mısır'a gitmesinin nedenleri arasın­da, görebildiğimiz kadarıyla, "Şapka Devrimi'ne tepki duyması" gibi bir neden hiç yoktur.

İşin ilginç yanı Akif, Eylül 1 925'te Mısır'a gitmiştir. 671 nolu "Şapka İktizası Hakkında Kanun" ise 25 Kasım 1925 tari­hinde kabul edilmiş, 28 Kasım 1925'te resmi gazetede yayımla­nıp yürürlüğe girmiştir. Yani Akif, Şapka Devrimi gerçekleştiril­meden 2 ay kadar önce Mısır'a gitmiştir.

Buna rağmen Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları "Akif Şapka Devrimi nedeniyle Mısır'a gitti ! " yalanını tekrarlamaya devam etmişlerdir. Asıl şaşırtıcı olan ise bu komik yalanı, ken­dini solcu, hatta Atatürkçü diye adlandıran bazı kesimlerin de

133 Akif bir dönemler geçim sıkıntısı çekmiş olmasının etkisiyle olsa gerek paranın önemini geçte olsa anladığını belirtmiştir. 1 925'de damadı Ahmed Bey'e yaz­dığı mektupta 'paranın önemini' şöyle anlatmıştır: "Suad'", muktesit oluşu çok iyi bir hadise. Dünyada para kadar lüzumlu bir şey daha olmadığı için onu idare ile harc etmek en ziyade aranılacak bir meseledir. Biz bu hakikati pek geç anladık. Siz vaktiyle anlamışsınız demektir ki, ciddi söylüyorum, şayan-ı tebrik ve hürmetsiniı;. Her ikinize de aferin. " (Kürşad Oğuz, u Mısır Sürgünü Istiklar Marşı Şairi", Habenürk, 1 1 Ekim 201 1 . )

134 Tuncer, age., s . 541.

117

aynen tekrarlamış olmasıdır. Örneğin, çok satan tarihi roman­ıarın yazarı Hıfzı Topuz, "Çılgın ve Özgün" adıyla yayımladığı Neyzen Tevfik romanında şu cümlelere yer vermiştir:

"Meclis 25 Kasım 1 925'te Şapka Kanunu'nu onayladı. Mehmed Akif de şapkaya karşı gelenler arasındaydı. Ertesi yıl Mısır'a giderek ( . . . ) Hilvan'a yerleşti. " 135

Hıfzı Topuz, Mehmed Akif'in Mısır'a gidişini Şapka Devri­mi'yle ilişkilendirmek için Akif'i 1 926'da Mısır'a göndermiştir!

Akif, 1925'te Mısır'a temelli gidinceye kadar Türkiye'de 1 922'de Saltanat kaldırılmış, 1923'te cumhuriyet ilan edilmiş, 1 924 'te halifelik kaldırılmış, Osmanlı hanedanı yurtdışına sür­gün edilmiş ve yine 1924'te medreseler kapatılmıştır. Bu radikal devrimler olurken Akif'in bir ayağı hep Türkiye'dedir. Bu dev­rimler nedeniyle Türkiye'yi temelli terk etmeyen Akif'in sırf Şap­ka Devrimi nedeniyle Türkiye'yi temelli terk ettiğini iddia etmek her şeyden önce Akif'e saygısızlıktır.

Akif'in Şapka Devrimi yüzünden Mısır'a gitmediğini fark eden bazı uyanık Atatürk düşmanları, "Evet! Şapka Devrimi yü­zünden gitmemiş olabilir ama bir daha geri dönmemesinin ne­deni Şapka Devrimi'dir," demeye başlamıştır. Örneğin, Burhan Bozgeyik, "M. Kemal'e Karşı Çıkanlar" adlı kitabında şöyle de­miştir: "Şapka devriminden sonra, başına şapka koymamak için bir daha Türkiye'ye dönmemişti. "1 36

Bu arada Akif'in Şapka Devrimi nedeniyle Mısır'a gittiği ya­lanı, akıllarda şapkaya düşman, fese ve sarığa hayran bir Akif portresi oluşturmuştur.

Oysaki Akif, İslam dinini başlığa; fese, sarığa ve şapkaya indirgeyen şekileilerden değildir. Onun için fesin, sarığın ve şap­kanın hiçbir " kutsallığı" , "dinselliği" yoktur.

Örneğin, "Asım "da bir yerde, "Fes yıkık, kelle çıkık, kaş yı­lışık, göz süzgün " / "İğne, boncuk, yakalık, tasma, yular . . . Hep-

135 Hıfzı Topuz, Çılgın ve Özgün-Neyzen Tevfik'in Romanı, 7. bas., İstanbul, 2014, s. 1 56.

136 Bozgeyik, M. Kemal'e Karşı Çıkanlar, s. 239.

1 1 8

si tamam " / "Koçyiğit sanki bunak ". 137 diyerek fesli bir "zamane züppesini" tasvir etmiştir.

Çok daha önemlisi Osmanlı dönemindeki Müslüman kılık kıyafetini "maskara" olarak adlandıran Akif, bazı şiirlerinde fesle dalga geçmiştir.

"Bugün ne maskara olmuşsa milletin kılığı, " diyen Akif, "Berlin Hatıraları "nda kendi kılık kıyafeti üzerinden Müslü­manların kılık kıyafetini eleştirirken fesle şöyle dalga geçmiştir:

"Meğerse da 'vet edermiş bizim fesin ibiği, O yıldırım gibi enzarı bir siperden iyi! Kararı bende kılarmış yığınla berk-i nigah, Uzak, yakın nereden çaksa . . . Hem maazallah. Zemine sarkamasaymış . . . Tutup da püskülümü, Tepemde kışlayacakmış . . . Görür müsün ölümü! Demek ki: Hiç daha fes giymemiş bu memlekete . . . Bizimkiler ne giyermiş külah mı? Elbette! Çenemle gömleğimin irtibatı bir aralık, Çözülmesiyle kafam şöyle doğrulup azıcık, Ne var ne yok diye etrafı etti istikşa{ "138

Akif, Safahat'ta Asım'la diyaloğunda da fesi ve sarığı şöyle hafife almıştır:

"Başta bir dalgalı fes, ta tepesinden o ibik, Cuk oturmuş bakıyor; mavi beş on kat iplik, Sapı yok püskülü tutmuş da, dışından ibiğe, Bağlamış sımsıkı, 'Artık bu da kopmaz ya!' diye, Önü çökmüş sarığın, arka taraf vermiş bel; Çağlıyor püsküle baktım, üzerinden tel tel. "1 39

"Küfe " adlı şiirinde fesle dalga geçmeyi sürdürmüştür: "O yumru yumru beden, up uzun boyun, o bacak, O arkasındaki püskül ki kuyruğu olacak ! "

137 Mehmed Akif Ersoy, Safahat, haz. Cemil Kurnaz, Mustafa Tatc], Kamil Akar­su, Abdülkadir Hayber, Sezai Toplu, İstanbul, 1996, s. 73.

138 age., s. 336, 337. 139 age., s. 416.

1 1 9

"Ayakta kundura yok, başta var mı fes? Ne gezer! Düğümlü, alnının üstünde sade bir çember. "140

Akif, Müslümanların fesli, şapkalı kavgasının yarattığı bö­lünmüşlükten de rahatsızdır. Bunun Müslümanlığa sığmayan "nifak alametleri" olduğunu şöyle ifade etmiştir:

"Ne Müslümanlığıdır, anlamam ki, yaptığınız? Çıkar yol olmayacak korkarım, bu saptığınızı Görünce fesli, atılmak, tasarlayıp bıçağı; Görünce şapkalı, sinmek değiştirip sokağı; Gönüller ayrı olmuş, sineler bir olsa bile . . . Nifak alamet; bunlar, kuzum tamamıyla. "14 1

Burada çok açıkça görüldüğü gibi Akif, "Görünce şapkalı, sin­mek değiştirip sokağı" diyerek şapkaya, şapkalıya düşman olmanın yersiz olduğunu belirtmiştir. Şapkalı görünce sinip sokağı değişti­renleri eleştiren Akif'i şapka karşıtı diye tanıtmak da neyin nesidir?

Akif'in özellikle Mısır'da çekilmiş fotoğraflarına bakılacak olursa son derece Batılı, modern giysiler içinde olduğu görülecek­tir. Örneğin Mısır'da çekilen yandaki fotoğrafta, bacağında Batı tarzı bir pantolon, sırtında moda bir ceket, onun altında bir ye­lek ve dik yakalı kolalı gömlek ve boğazında bir kravada objektife poz veren Akif'in başına şapka takıp takrnaması çok da önemli değildir doğrusu! Fatih Fethiye Medresesi'nde öğrenci olan Neyzen Tevfik'le Galata Mevlevihanesi'nde tanışıp dost olan Akif, Neyzen Tevfik'e bir setre pantolon vermiştir. Neyzen Tevfik medresenin resmi okul kıyafeti cüppe ve şalvar yerine bu pantolonu giyince okuldan kovulmuştur. 14l Bu arada Akif'in 1936'da Türkiye'ye ba­şında bir şapkayla döndüğüne ilişkin iddialar vardır. Ayrıca Akif'i anlattığım "Vaiz" adlı kitabımda ifade ettiğim gibi karısının ve kız­larının başı açıktır. Oğulları da son derece modern giyinmektedir.

"Akif, Şapka Devrimi nedeniyle Mısır'a gitti" yalanı tutma­yınca "Akif Mısır'a sürgün edildi! " yalanı üretilmiştir.

140 age., 5. 59. 141 age., 5. 291. 142 Lemi Ozgen, Mlttihatçı Is/amCl", K Dergisi, 14 Eylül, 2007, s. 22.

120

Akif'in Mısır'daki son yıllarında çekilmiş bir fotoğrafı

Örneğin, 1 1 Ekim 201 1 tarihinde Habertürk gazetesinde Kür­şat Oğuz'un köşe yazısının başlığı "Mısır Sürgünü İstiklal Marşı Şairi"dir. Akif Emre'nin 27 Aralık 2012 tarihli Yenişafak gazete­sindeki yazısının başlığı ise "Bir Sürgün Şairi Mehmed Akif'tir.

Ancak Akif sürgün edilmemiş, biraz önce de anlattığım gibi kendi isteğiyle M�sır'a gitmiştir.

Yine "Vaiz "de ayrıntılı olarak anlattığım gibi, Atatürk Cumhuriyeti Akif'e belli bir para karşılığında Kur'an-ı Kerim'i Türkçeye tercüme etme görevi vermiştir. Akif de Cumhuriyet hükümetinin kendisine verdiği bu görevi kabul etmiştir.

Bu nasıl sürgünlüktür! Hükümet hiç sürgün ettiği birine görev verip o göreve karşı­

lık o kişiye para ödemeyi taahhüt eder mi? Peki ya sürgün edilen kişi, onu sürgün edenlerin verdiği gö­

revi kabul eder mi? Sonuç olarak Akif'in M�sır'a sürgün edildiği iddiası gülünç

bir yalandır. Akif kendi isteğiyle gönüllü olarak M�sır'a gitmiştir. Bu ger­

çeği Mısır'dan yazdığı mektuplarından birindeki "İhtiyarımla (seçimimle-isteğimle) çekildiğim şu inziva aleminde . . . "143 cüm­lesiyle bizzat itiraf etmiştir.

143 Yusuf Turan Günaydın, Mehmet Akif'in Mektupları, Ankara, 2009, s. 1 25.

121

YALAN 5

ŞALC I BAC I VE İ STİ KLAL MAH KEM E L E Rİ

"Erzurum'da Şapka Kanunu Nedeniyle Şalcı Bacı'yı Astılar!"

Bir Yalanın Anatomisi

"Yalan ne kadar büyük olursa inananı da o kadar çok olur. "

Hitler'in propaganda bakanı Joseph Goebbels

Türkiye'de son zamanlarda gittikçe büyüyen yalanlardan biri de " 192S'te Erzurum'da Şalcı Bacı adlı bir kadının Şapka Kanunu yüzünden idam edildiği ! " şeklindedir. İnternet ortamın­da adeta bir kartopu gibi büyüdükçe inananı da büyüyen bir ya­landır "Şalcı Bacı" yalanı. Google'da "Şa/cı Bacı " diye bir arama yapıldığında karşınıza " Yak/aşık 1 6.000 sonuç" çıkmaktadır. Bu 1 6.000 sonucun hiç abartısız 1S.999'unda "Şapka Kanunu nedeniyle idam edilen Şalcı Bacı" yalanı -kes yapıştır- neredeyse aynı cümlelerle tekrarlanmıştır.

123

Internette dolaşan ŞalCl Bacı yalanının uyduruk görseli: ŞalCl Bacı yalanından söz edilen birçok yazıda ve haberde bu darağacındaki

(gerçekten komik) ŞalCl Bacı çizimiyle algı operasyonu yapılmaktadır. (Bu arada söz konusu görseli hazırlayanlara "dahi" anlamındaki

"de-da "nın ayrı yazılması gerektiğini de hatırlatalım!)

İnternette dolaşan "Şalcı Bacı" yalanının sürekli tekrarla­nan metni bu tür yalanların üstadarından İslamcı Mehmet Şev­ket Eygi'ye aittir:

" YIL 1926 . . . Yer Erzurum . . . Şehirde gizli bir heyecan var . . . Bir kadın asılacak . . . Osmanlılar zamanında kadınlar idam edil­mezmiş . . . Bir meydana bir sehpa kurulmuş . . . Jandarmalar kadı-nı götürüyorlar . . . Kadın çarşaf/ı . . . O tarihte Anadolu'da bütün Müslüman kadınları çarşaf/ıydı . . . Kadının suçu ne? Yeni çıkartı-lan Şapka Kanunu'nu tenkit etmiş . . .

Kadın bohçacıfık yapan ve 'Şalcı Bacı ' adıyla tanınan bir vatandaş. idam edilmeye götürülürken Erzurum ağzıyla 'Kadın şapka giye ki asıfa . . . ' diye söyleniyor. Kadın söyleniyor, kadın sürükleniyor, kadın asılacak . . .

Jandarmalar ite kaka kadını sehpanın yanına götürüyor. Kara yüzlü cellat orada.. . Kadının boynuna yağlı ilmeği geçiri­yor, ayaklarının altındaki sandalyeyi çekiyor. Kadının vücudu

124

titriyor, sallanıyor . . . Şalcı Bacı 'nın gırtlağından ölüm hmltıları çıkıyor. Acaba o son dakika ve saniyelerinde Kelime-i Şehadet getirebildi mi? inşallah getirmiştir. Cellat kadının bacaklarından hızla çekiyor, boyun kemiğini kırıyor. Kadın ölüyor. Cesedi seh­pada sabah rüzgarı ile sal/anıyor. Titrek bir ezan sesi duyuluyor .. .

Bu kadının idam hükmünü Çetin Altan'ın dedesi Tatar Ha­san Paşa vermiştir. Altan bu konuda şu satırları yazmıştır:

'Dedem Hasan Paşa çok sert bir askerdi. ismet Paşa topçu okulunda öğrenci iken, Hasan Paşa okul müdürüydü. Sonrası ünlü komutanlar olan o dönemin öğrencileri, anlatıp dururlar Hasan Paşa'nın sertliğini. Bir şapka isyanını bastırmakla görev­lendirildiği bir kentte, hızını alamayıp bir de kadın asmıştı. Sa­nırsam siyasal suçtan ilk asılan kadın odur tarihimizde. Kadın sehpaya çıkmadan önce, 'Ben bir hatun kişiyim. Şapka ile ne derdim ola ki?' demiş galiba. Ben o tarihte henüz doğmamışım. Çok ama çok sonradan öğrendim bunları. Ve inanın ince sızı gibi tatsız bir burukluk kaldı içimde. '

Gazeteci Nimet Arzık, bu olayı duyduğunda bir hikaye yaz­mış (gerçek hikaye) ve başlığını 'Şalcı Bacı Asılmaya Gidiyordu ' koymuştur.

Şalcı Bacı'nın asıldığı gün bütün Erzurum ağlamıştı. O deh­şet günlerinde açıktan, herkesin önünde hıçkıra hıçkıra ağlamak suçtu. Rejime ve inkılaplara karşı gelmek demekti. Erzurumlu­lar kıyıya kenara çekilmişler ve sessiz sedasız ağlamışlardı. Şalcı Bacı şehid olmuştu. Şalcı Bacı 'yı şehid etmişlerdi.

Şapka yüzünden asılan, şehid edilen Müslüman sadece o mazlum kadın değildi. Ülkenin nice yerinde idamlar sergilenmiş­ti. Ulemadan iskilipli Atıf Efendi, Babaeski Müftüsü ve daha binlerce kişi . . .

Şalcı Bacı Şapka Kanunu'na muhalefetten asıımıştı. O za­vallı bir bohçacı kadındı. Sırtında bohçası, bohçasının içinde kumaşlar, havlular, başörtüleri; evden eve dolaşır, bir iki parça mal satarak ekmek parası çıkartırdı. Kocası var mıydı, çocukla­rt var mıydı? Bilmiyorum. Mutlaka kendisini sevenler, ona acı­yanlar vardı. Çok ağladılar ama gözyaşları ölüleri diriltmiyordu.

125

Şalcı Bacı 'yı astılar, sehpa da sallanan cesedini bir iki gün, halkı korkutmak, dehşete düşürmek için teşhir ettiler, sonra kaldırıp bir çukura gömdüler. Acaba cenazesi yıkandı, kefenlendi mi, na­mazı kılındı mı, kendisine rahmet okundu mu?

Şapka Kanunu'na muhalefet eden bir asiye rahmet dilemek de o devirde büyük suçtu. Atıf Efendi'nin mezarı belli mi?

Şalcı Bacı'nın ahı ne oldu? Yerde kaldı, yerde kaldı. Bu ülke­nin Müslümanları Şalcı Bacı'nın hakkını aramadılar.

Demokrasi geldi, az çok fikir hürriyeti var ama Şalcı Bacı 'nın hiç olmazsa hatırasını temize çıkartacak bir girişim olmadı.

Rant olsaydı bu işte, Şalcı Bacı aklanırdı ama rant yoktu. Rant olmayınca bir kısım İslamcılar harekete geçmezler, küçük parmaklarını bile kıpırdatmazlardı.

Şalcı Bacı, Şalcı Bacı . . . Asıl ismi neydi acaba? Ardından bir Fa­tiha üç İhlas okuyan kaç kişi çıktı? Yasin okuyan oldu mu acaba?

Aradan seksen seneden fazla zaman geçti, acaba şehid Şalcı Bacı için gıyabında cenaze namazı kılmak caiz olur mu?

Ah, Şalcı Bacı ... Bir Müslüman olarak senden utanıyorum . . . Bir tek Şalcı Bacı'nın ahı bile bu memleketi uğursuzluk karan­

lıklarında bocalatmaya yeter de artar. Başka nice ahlar, vahlar var. Şalcı Bacı'ya, öteki mazlum şehidlere, zindanlarda çürüyen-

lere, sürgünlerde sefalet çekenlere, ezilenlere rahmet okuyorum. Zalimlere lanet, lanet, lanet. Cafil ve vefasız Müslümanlara ne desem bilmem ki . . . En iyisi bir kenara çekilip ağlamak. {İnternetten / Şalcı Bacı Şapka İdam / kelimeleriyle ararsanız

tafsilatlı bilgi edinebilirsiniz.} " 144 Parantez içindeki son cümleden anlaşıldığı kadarıyla -ne il­

ginçtir ki- internette en çok tekrarlanan M. Şevket Eygi'nin bu "Şakı Bacı" hikayesi metninin kaynağı da yine internettir.

Peki ama Mehmet Şevket Eygi'ye de ilham kaynağı olan ve zaman içinde bir "internet gerçeği" haline gelen bu "Şakı Bacı" yalanı asıl kim tarafından nasıl üretilmiştir?

144 Mehmet Şevket Eygi, "Şehit Edilen Şalc, Bacı", Milli Gazete, 19 Aralık 2008,

1 26

Sizleri fazla merakta bırakmadan hemen söyleyeyim: "Şal­cı Bacı" yalanı mimar, yazar Cihan Aktaş tarafından üretilmiş­tir . 145 Daha doğrusu, bu yalanı bir tarih tezi haline getiren odur.

Yalanın Kaynakları

Şalcı Bacı yalanı Cihan Aktaş'ın 1 991 'de yayımlanan "Tan­zimat'tan 1 2 Mart'a Kılık-Kıyafet ve İktidar" adlı " bilimsel araş­tırma" kitabında yer almıştır.

Aktaş, "Şalcı Bacı" konusuyla nasıl karşılaştığını 8 Ocak 2010 tarihli "Bir Alim, Bir Bohçacı ve İdam " başlıklı ya­zısında şöyle anlatmıştır:

"1 987-88 yıllarında 'Tanzimat'tan Günümüze Kılık Kıyafet ve İktidar' isim­li kitabım için Beyazıt Kütüphanesi'nde araştırmalar yapmaya başladığımda, bir yerde konu İstiklal Mahkemelerine geldi Cihan Aktaş dayandı ve orada da karşıma dönemsel şiddetin rüzgarının darağacına sürüklediği iki isim çıktı: İski/ipli Atıf Efendi ve Şalcı Bacı. Bu iki isim, biri ulemadan ünlü bir kişi, diğeri ise Erzurum çevresinde bohçacılık yaparak hayatını kazanan Şalcı Bacı, arka arkaya çıkartılan devrimlerin kabulü yönünde psikolojik bir ortam hazırlanmasının kurbanı olmuş­lardır. Öyle ki, ah/arını işitmek hala mümkün, yazılı tarihin sun­duğu kısıtlı satırların aralarında.

İlki, bütün ömrünü ilim yoluna adamış ve ölüme de ilmiy­le bütünleşen bir sebatla giden 1 876 doğumlu bir alim, ikincisi

145 Cihan Aktaş: "1 960'ta Refahiye'de doğdu. 1982'de İstanbul Deıılet Güzel Sanat­lar Akademisi Mimarlık Fakültesi'ni bitirdi. Mimar, basın danışmanı ve gazeteci olarak çalıştı. Yeni Devir gazetesindeki köşe yazılarından oluşan 'Sömürü Oda­ğında Kadın' isimli kitabı 1 985'te yayımlandı. Hz. Fatıma (1 984) ve Hz. Zeynep (1 985) üzerine yaptığı biyografi çalışmalarını Veda Hutbesi (1 985) üzerine ince­lemesi izledi. Sistem İçinde Kadın (1 988), Tanzimat'tan Günümüze Kılık Kıyafet ve İktidar (1 989), Tesettür ve Toplum; Başörtülü Öğrencilerin Toplumsal Kökeni Üzerine Bir Inceleme (1991), Mahremiyetin Tükenişi (1991) . . . gibi araştırma Ile incelemeye dayalı çeşitli kitapları yayımlandı . . . " (Cihan Aktaş, Tanzimat'tan 12 Mart'a Kılık Kıyafet ve İktidar, 2 . bas., İstanbul, 2006, biyografiden.)

127

idamına götüren suçu nasıl işlediğine dair yeterince bilgiye sahip olamadığımız, ekmeğini kapı kapı dolaşarak çarşaf, havlu, ya­tak örtüsü, puşu, şal satışıyla kazanan bir Anadolu kadını. Bir medeniyetin birikimini taşıyan ilmi hükümsüz kılınmak istenen alimle, geçimini şal satışına bağlamış kadın, aynı gerekçeyle idam sehpasına çekiliyorlar: Şapka Kanunu'na muhalefeti etkilemek.

Atıf Efendi Şapka Kanunu çıkmadan önce başörtüsü konulu bir risale yazıyor ve bu risale İstanbul Maarif Müdürlüğü'yle Mat­buat Umum Müdürlüğü'nün resmi neşir müsaadesinin ardından, 1 924'te basılıyor. Şalcı Bacı ise, isminin gösterdiği gibi bohçası içinde herhalde şal, yani bir tür başörtüsü de bulunduruyor. Boh­çasıyla girdiği evlerde, avlularda şallarını sergilerken Şapka Kanu­nu hakkında ileri geri laflar etmiş olabilir mi, emin olamıyoruz.

Şalcı Bacı'nın idamını, Nimet Arzık 'ın bir kitabında okudum önce. Arzık bu hadiseyi duyduğunda çok etkilendiğini ve 'Şalcı Bacı Asılmaya Gidiyordu' başlığını taşıyan bir hikaye yazdığı nı anlatır. Şapka Kanunu'na muhalefet suçuyla jandarmalar tarafın­dan ite ka ka götürülen kadıncağızın hali, yol üzerinde bu duruma tanık olan 'donuklaşmış insanların iç/erini kabartmıştır'. { . . . j

Savcı Necip Ali'nin, Şapka Kanunu çıkarılmadan bir yılı aşkın bir süre önce yazdığı 'Fren k mukallitliği ve Şapka' isimli risale nedeniyle üç seneden az olmamak üzere hapis ve küreğe koşulmasını talep etmesine karşılık, Atıf Efendi 4 Şubat 1 926 tarihinde 'Şapka Kanunu'na muhalefet' gibi bir suçlamayla idam ediliyor ve Mamak Mezarlığı'ndaki 'kimsesizler' bölümüne def­nediliyor. ( . . . j

İstiklal Mahkemesi istatistiklerine göre, Şapka Kanunu'nun yürürlüğe sokulduğu iki buçuk ay içinde tam 57 kişi idam edil­miş, yüzlerce kişi de çeşitli hapis cezalarına çarptırılmışlardır. Darağacı yolunda şaşkınlık içinde, 'Kadın şapka giye ki ası/af' diye soran bir bohçacının idamının, kadınlara şapka giyme yo­lunun hazırlanmasında fayda sağladığından söz edenler olur. Erzurum'da Vali ve Kumandan Paşa bir araya gelmiş, Şapka Kanunu'nun muhayyelelere dehşet salmak suretiyle kabulü için bir kadını asma gibi bir karara varmışlardır. Asılacak kadın, iki

128

metre boyuyla, <izli' yüzüyle, yılan yılan incelmiş örgüleriyle, si­yah puşusuyla ve bütün sabır felsefesiyle, Şalcı Bacı 'dır. Ağzı laf yapan, bazen <bir kitaplık ' laf eden bohçacı kadın, bir ihbarın kurbanı olmuştur. ( . . . ) "146

Çok açık bir şekilde görüldüğü gibi Cihan Aktaş, "Şapka Devrimi nedeniyle asılan Şalcı Bacı ! " yalanını kurgularken baş­ka bir Şapka Devrimi yalanına; "Şapka Devrimi nedeniyle ası­lan İskilipli Atıf Hoca! " palavrasına yaslanmış; yalanı yalan la beslemiştir. Aktaş, İskilipli Atıf gibi bir "alimi" idama götüren "dönemsel şiddet"in Şalcı Bacı gibi bir bohçacıyı da idama gö­türdüğünü( ! ) belirterek Şapka Devrimi üzerinden yarattığı iki mağdur -İskilipli Atıf Hoca ve Şalcı Bacı- sayesinde Atatürk Cumhuriyeti'ne saldırmıştır. Doğrusu müthiş bir algı yönetimi!

İskilipli Atıf Hoca ve İstiklal Mahkemeleri Parantezi

Ancak Cihan Aktaş, «Atıf Efendi 4 Şubat 1 926 tarihinde <Şapka Kanunu'na muhalefet' gibi bir suçlamayla idam edili­yor . . . " diyerek düpedüz tarihi gerçeği çarpıtmış, yalan söyle­miştir. «Başbakan R. Tayyip Erdoğan'ın Tarih Tezlerine EL­CEVAP" adlı kitabımda belgeleriyle anlattığım gibi İskilipli Atıf, yazdığı "Frenk Mukallitliği ve Şapka " risalesi dolayısıyla Gire­sun İstildal Mahkemesi'nde yargılanıp beraat etmiştir. Bu arada söz konusu kitabın dinsel duyguları istismar ederek halkı yeni rejime karşı kin ve düşmanlığa sevk ettiği gerekçesiyle dağıtımı yasaklanmış ve kitap toplatılmıştır Ancak İskilipli Atıf, -daha sonra Ankara İstiklal Mahkemesi'nin belgeleyeceği gibi- bu ya­sak kararına rağmen kitabını el altından Anadolu'nun değişik il­lerine dağıtmaya devam etmiştir. Bunun üzerine bu sefer Ankara İstiklal Mahkemesi'nde yargılanmıştır. 25 Şubat 1 925'te Meclis tarafından onaylanan "Dini ve Dinin Kutsal Kavramlann, Si­yasete Alet Edenler Hakkındaki Kanun"a göre «Dini veya dinin kutsal kavramlarını siyasi amaçlara esas ya da alet ederek devle-

146 Cihan Aktaş, "Bir Alim, Bir Bohçacı ve Idam ", http:Uwww.duoyabulteni.oet, 8 Ocak 2010.

129

tin şeklini değiştirmek ve başkalaştırmak ya da devletin güvenini bozmak veya dini ya da dinin kutsal kavramlarını alet ederek her ne suretle olursa olsun halk arasına bozgunculuk ve ayrımcılık sokmak için gerek tek başına ve gerek toplu olarak sözle ya da yazı ile ya da fiilen ya da nutuk söyleyerek ya da yayın yapa­rak harekette bulunanlar da vatan haini sayılırlar. " İşte İskilipli Atıf, Ankara İstiklal Mahkemesi'nde; 1 . Yayın yaparak "Dini ve Dinin Kutsal Kavramlarını Siyasete Alet Edenler Hakkındaki Kanun"a muhalefet nedeniyle, 2. Kurtuluş Savaşı yıllarında Te­ali İslam Cemiyeti Başkanlığı döneminde bu cemiyetin hazırlayıp Yunan uçaklarından attırdığı Kurtuluş Savaşı karşıtı beyanna­meler nedeniyle "vatan hainliği"nden idama mahkum edilmiştir. Biraz daha açarsak, İskilipli Atıf, Türk Ceza Kanunu'nun 55. Maddesi'nin "TC'nin Teşkilatı Esasiye Kanunu'nun tamamen veya kısmen tağyir . . . veya ifa-yı vazifeden men'ine cebren te­şebbüs edenler idam olunur diyen muharrer fırkası mucibince" vatan hainliğinden idam edilmiştir. Ayrıca İskilipli Atıf'la birlik­te aynı suçtan hüküm giyen Babaeski Müftüsü Ali Rıza da idam cezasına çarptırılmıştır. Müftü Ali Rıza'nın da Yunan işgaline karşı direnilmemesi için çalışmalar yaptığı kesin olarak belge­lenmiştir. Ankara İstiklal Mahkemesi'nde yargılanan diğer ho­calar ise ya beraat etmiş ya da hafif cezalar almıştır. Ömer Rıza (Doğrul) ve Tahirü'l Mevlevi, Elmalılı Hamdi (Yazır) ve Ahmet Hamdi (Akseki) gibi hocalar da yargılanmış, ama suçsuz olduk­ları anlaşıldığı için beraat etmişlerdir. 147

Cihan Aktaş, Şakı Bacı'nın Şapka Kanunu'na muhalefet suçundan idam edildiğini belirtmiştir. Ancak Şapka Kanunu'na muhalefetin cezası (dini kullanarak halkı kışkırtıp isyana teşvik edilmediği sürece) idam değil, para veya hapistir. Örneğin bir belgeye göre "Şapka giymemek suçundan 1 gün hafif hapis ce­zasına mahkum edilen İsmail oğlu Ahmet'in hastalığı sebebiyle

147 Ayrıntılar için bkz. Sinan Meydan, Başbakan R. Tayyip Erdoğan'ın Tarih Tez­lerine EL-CEVAP, 4. bas., İstanbul, 2014, s. 571 -63 1 .

130

cezası " affedilmiştir. 148 Resmi kayıtlarda Şapka Kanunu'na mu­halefet suçundan toplam 27 kişinin idam edildiği görülmekte­dir.149 Bunların arasında tek bir kadın yoktur. Bu 27 kişi de şap­ka takmadığı için değil, Şapka Kanunu'nu bahane ederek, dini kullanarak halkı devlete, yeni rejime karşı kışkırtıp "isyan" çı­karmak ve "vatana ihanet" niteliğindeki başka suçlardan dolayı idam edilmiştir. 150

İstiklal Mahkemeleri genel anlamda ikiye ayrılır: Kurtuluş Savaşı yıllarında kurulan İstiklal Mahkemeleri ( 1 921-1925 ara­sında toplam 1 3 mahkeme) ve Cumhuriyet döneminde kurulan İstiklal Mahkemeleri ( 1 923-1 927 arasında toplam 3 mahkeme) .

Kurtuluş Savaşı yıllarında kurulan İstiklal Mahkemelerinde 381 1 idam kararı verilmiştir. Bunun 1054'ü infaz edilmiştir. I S I İdam edilenler asker kaçakları, asiler, hainler, bozguneular, ka­tiller, ırz düşmanları, hırsızlar, easuslar, halka eziyet eden görev­liler ve işbirlikçi azınlıklar vs. 'dir.ı s2

Cumhuriyet döneminde kurulan İstiklal Mahkemelerinde ise toplam 576 idam kararı verilmiştir. 153 Bu dönemde kurulan

148 Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, Tarih: 5/10/1937, S. 7470, Dosya: 3 1-363, Fon Kodu: 30 .. 1 8 . 1 .2, Yer No:79.83 .. 1 9

149 Ergun Aybars, "İstiklal Mahkemeleri", Milliyet, 2 9 Ekim 1 996, s . 1 8; Tur­gut Özakman, Vahdettin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele, 6. bas., Ankara, 2007, s. 649; Meydan, Başbakan R. Tayyip Erdoğan'ın Tarih Tezlerine EL­CEVAP, s. 631 .

150 Bu konudaki başka bir yalan da şudur: Güya Kahramanmaraş'ta yine 1 925'te İstiklal Mahkemesi şapka takmadıkları gerekçesiyle 500 kişiyi idam etmiştir! Bu yalan da çürümüştür. DHA'nın haberine göre, "Sütçü İmam Üniversite­si Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet Eyicil, Kahramanmaraş'ta 1 925 yılın­da şapka takmadıkları için 500 kişinin idam edildiği iddiasının akademik araştırmasını yaptı. Prof. Dr. Eyicil, İstiklal Mahkemesi Zabıtlarını ince­leyerek 5 ayda hazırladığı araştırmasında Şapka Kanunu 'na muhalefet et­tikleri için değil, hırsızlık ve benzeri suçlardan 7 kişinin idama mahkum edildiğini ve tutuldukları nezaret kapısının açık bırakılmasıyla 4'ünün kaç­tığını, 3 'ünün ise ası/dığını belirtmiştir. " ("Şapka Takmadıkları lçin Değil, Hırsızlıktan İdam Etmişler", http://www.mynet.com. 6 Şubat 2015. )

1 5 1 Ergun Aybars kayıtlardaki hataları da dikkate alarak bu sayının 1450-1500 olabileceğini belirtmiştir. Ergun Aybars, İstildal Mahkemeleri, Ankara, 2009, s. 1 55.

1 52 Aybars, age., s. 401 -403. 1 53 Özakman, age., s. 649.

131

Şark İstiklal Mahkemesi 1925-1 927 arasında toplam 420 idam kararı vermiştir. 1 54 Şark İstiklal Mahkemesi, bir kaynağa göre 1 9 1 1 , başka bir kaynağa göre de 1376 kişiyi çeşitli cezalara çarptırmıştır.l55 Bunlardan sadece 9'u Şapka Kanunu'na muha­lefetten dolayı cezalandırılmıştır. IS6 Şark İstiklal Mahkemesi, bir kaynağa göre 2779, başka bir kaynağa göre 2540 kişiyi beraat ettirmiştir.ls7 Bu dönemde kurulan Ankara İstiklal Mahkemesi ise 1925-1 926 arasında toplam 2436 kişiyi yargılamış, bunlar­dan 1 343'ünü beraat ettirmiştir. Bu mahkeme 150 vicahi, 90 gı­yabi olmak üzere toplam 240 civarında idam kararı vermiştir. ls8

Ankara İstiklal Mahkemesi, casusluk, darp, dolandırıcılık, emniyeti ihlal, firar, Hıyanet-i Vataniye, hırsızlık, isyan, kanun­lara muhalefet, cinayet, tecavüz, komünistlik, silah atmak, rüş­vet, suiistimal, yardım ve yataklık gibi suçları cezalandırmıştır. I S9

Sonuçta -hatta resmi rakamları biraz da abartarak- şöyle bir hesap yapmak mümkündür: Kurtuluş Savaşı sırasındaki 1 . Dönem İstiklal Mahkemelerinde toplam 1500, Cumhuriyet dö­nemindeki 2. Dönem İstiklal Mahkemelerinde toplam 600 kişi değişik suçlardan idam edilmiştir. Yani Cumhuriyet tarihi ya­lancılarının 5000, 10.000, 50.000 kişiyi idam ettiğini ileri sür­dükleri İstiklal Mahkemeleri 1921-1927 arasında toplam 2000 kadar idam kararı vermiştir. 1 60 Ergun Aybars'ın dediği gibi bu mahkemelerde suçsuz olarak mahkum edilenler de vardır, ancak bu sayı çok azdır. 16 1

1 54 Aybars, age., s. 272. Mahmut Akyürekli ise Şark İstiklal Mahkemesi'nin 435 kişi hakkında idam kararı verdiğini, 105 kişinin davasının vefatından dolayı düştüğünü belirtmiştir. (Mahmut Akyürekli, Şark İstiklal Mahkemesi, 1 925-1927, İstanbul, 2013, s. 133. )

155 Aybars, age., s . 272. 156 age., s. 273. 157 age.,s. 272. 158 age., s. 329, 330, 373, 374. 159 age., s. 373, 374. 160 Bazı Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarına göre İstiklal Mahkemeleri onbinler­

ce, yüzbinlerce insanı asmıştır! Örneğin İstiklal Mahkemeleri Mehmet Altan'a göre 30.000, Abdurrahman Dilipak'a göre 120.000, fesli Kadir Mısıroğlu'na göre ise 500.000'den fazla insanı asmıştır. (Özakman, age., s. 647).

1 6 1 Aybars, age., s. 405.

132

Ankara 1$lik151 Mahkemesin ı n eraa i

niL gr7ici mahkemen in bak ıı�ı davalar, yeni çıka rılan kii�ıt paraların

de/kri h., \;.k IIHI., kuşkular yayıl masına varıncaya değin (20R.9) çnk çe�itli Olı ıp, ş.,r " I�t ik l;il Mahkeme i için yapııgım ıı gibi bunun da yalnııen VCr • !Lo -ui�i bilim cpolarının başhç.,larına isaret edeceAız.

5 Ma}'ı� 1 925 : Su ik a't hazırl!!!. nedeniyle Ermen i Manok �fıınok)'al1 ( 1 73 ; ayrıca Kandemir, A tatürk � SlıikaJt[er, s. 1 1 0· 1 3)

2R H37ir;ın

2 �usıos

19 f yl ül 2 1 r: ı ü!

n im " r.k im 31 A ralık

K ırşehir'ue işlenen bir cinayet dola}"sıy!a 1 13�:ın, o�lu Mehme t ve A h met Çavuş ( 1 74) Tarikat.ı Selilbiye davasından Sabıl( Yzb. Nihat ve LO ki· şi ( 1 82·83) Soygun ve kat ilden Ispartah Raşit. Deli Hüseyin ve Ra ma7An (192)

: .F�ri Ahmet çetesinden 8 k işi ( 1 92) Yunanlılara katılıp K. Elefıhoros adın ı alan I�mail Hak· kı (202)

a nrrci Incııin Be i öldüren Kok !) lu�ı;ıf ( 201 ) (' ina et te a o lu ı ınsa n ve 2 1dşı (?(J�) Şoyguncu luk.tan Mehmet, Arif. Sülcym�n , e ı ıu�c· yin ('2 1 3)

2 Ocak 1 926 : Katilden htibli Recep o�lıı 'ili. (2 1 3) Hı Ocak : ·

Y7b. I�nıail Hak k ı. Alb. Ka�a(l Osman, Rdet Reı� ,e e�·

I I - I J Ocak 24 Şııhat I I M art

28 Mart 7 N ı��n

17 N i�3n

ki Kırşehir mebuçu RI73 Dey i (2 1 4 ) Soygun ve cina)Cllen 5 k işi (2 1 5) Ca�u� Nikolıı (220)" �c\l luktaıı Mihls Belediye Reisi i laiiI ıbrahim Hoca. Kürt Şerif. Çtrkes SUleymon (22 1 )" Soyguntıılıık,!ıuı Ali (222) Sn\"guncııhıktan Alabaş hmail ve Must:ıfa (222) aursa Hapishane MüdürUnü öldürmekten Slııçü l Iam· di (222)

7 M:ıyı� : SoygunculuktDo Molla Mehmet ve 6 arkadaşı (223)

niL Mnhkc';;'- verdj�i hUkümlerin büyiik bir bölümiinü hıyanet·j 'o· tnıı iyeye b:ı�laml�lır (Ayb3r�. S. 267'deki suç türlerine göre ayrım çiıelge ·

�i)

Ankara İstiklal Mahkemesi'nin verdiği belli başlı idam kararları ve gerekçelerine bazı örnekler. 162

1 62 Bu tablolar Atatürk Cumhuriyeti'ne eleştirel bakan Prof. Dr. Mete Tunçay'ın " Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması" adlı kitabından alınmıştır. Onun da kaynağı Ergün Aybars'ın bilimsel araştırmasıdır. (Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, 3. bas., İstanbul, 1992, s. 160, 1 61 . )

133

İstiklal Mahkemeleri "devrim mahkemeleri"dir. Bu neden­le dünyadaki diğer devrim mahkemeleri ile karşılaştırılmaları gerekir. Fransız Devrimi'nde yalnız 1793 yılında yargılanarak 1 7.000 kişi idam edilmiştir. Yargılanmadan idam edilenlerle bir­likte bu sayı 40.000'i aşmıştır. Rus Devrimi'nde ise milyonlarca insan öldürülmüştür . 163

"İstiklal Mahkemeleri" parantezini kapatıp yeniden "Şakı Bacı" yalanına dönelim.

Ustaca Kurgulanmış Bir Hikaye

Cihan Aktaş, Şakı Bacı'yı Nimet Arzık'ın bir hikayesinden öğrendiğini şöyle itiraf etmiştir: "Şalcı Bacı'nın idamını, Nimet Arzık 'ın bir kitabında okudum önce. Arzık bu hadiseyi duydu­ğunda çok etkilendiğini ve 'Şalcı Bacı Asılmaya Gidiyordu' baş­lığını taşıyan bir hikaye yazdığını anlatır. "

Yazısı dikkatle okunduğunda aslında Cihan Aktaş'ın Şakı Bacı hakkında doğru dürüst bir bilgiye sahip olmadığı kolayca görülecektir.

Aktaş'ın şu cümlelerini tekrar okuyalım: "Erzurnm çevresinde bohçacılık yaparak hayatını kazanan

Şalcı Bacı arka arkaya çıkartılan devrimlerin kabulü yönünde psikolojik bir ortam hazırlanmasının kurbanı . . . "

"İdamına götüren suçu nasıl işlediğine dair yeterince bil­giye sahip olamadığımız, ekmeğini kapı kapı dolaşarak çarşaf, havlu, yatak örtüsü, puşu, şal satışıyla kazanan bir Anadolu kadını. Bir medeniyetin birikimini taşıyan ilmi hükümsüz kı­lınmak istenen alimle, geçimini şal satışına bağlamış kadın . . . "

"Şalcı Bacı ise, isminin gösterdiği gibi bohçası içinde her­halde şal, yani bir tür başörtüsü de bulundurnyor. Bohçasıyla girdiği evlerde, avlularda şallannı sergilerken Şapka Kanunu hakkında ileri geri laflar etmiş olabilir mi, emin olamıyornz . . . "

"Erzurnm'da vali ve kumandan paşa bir araya gelmiş, Şap­ka Kanunu'nun muhayyelelere dehşet salmak suretiyle kabulü

1 63 Aybars, age., s. 399.

134

için bir kadını asma gibi bir karara vannışlardır. Asılacak kadın, iki metre boyuyla, 'izli' yüzüyle, yılan yılan incelmiş örgüleriyle, siyah puşusuyla ve bütün sabır felsefesiyle, Şalcı Bacı'dır . . . "

Ustaca kurulmuş bir hikaye! Yer: Şapka Devrimi'ne karşı isyanların çıktığı illerden biri

olan muhafazakar Erzurum! Kurban: Bohçacılık yaparak, başörtüsü satarak hayatını ka­

zanan bir kadın, Şakı Bacı! İşin ilginç yanı Aktaş, "İdamına götüren suçu nasıl işlediğine

dair yeterince bilgiye sahip olamadığımız," diyerek Şakı Bacı'nın hangi suçu işlediği ve neden idam edildiğine dair yeterince bilgi­sinin olmadığını bizzat itiraf etmiştir. Ortada bir bilgisizlik, bi­linmezlik, hatta bir mantıksızlık vardır. Çünkü ortada bir yalan vardır. Ama mimar yazarımız Cihan Aktaş, Nimet Arzık'ın Şakı Bacı hikayesini ete kemiğe büründürmeye kararlıdır. Boşlukları ustaca doldurup kendince mantıklı bir açıklama bulmuştur: Şal­cı Bacı'nın "Devrimlerin kabulü yönündeki psikolojik ortamın kurbanı!" olduğunu belirtmiştir. Zekice bir açıklama! Aktaş ve onun kaynak olarak kullandığı Nimet Arzık, Şapka Devrimi'nin kadınlara yönelik bir devrim olmadığını ve kadınlara herhangi bir yaptırım getirmediğini hatırlamış olacaklar ki, buna da bir kılıf hazırlamışlardır: "Devrimlerin kabulü yönündeki psikolo­jik ortam . . . " gibi yuvarlak bir cümle, iyi bir kılıftır hani! Ayrıca Şapka Devrimi nedeniyle idam edilen kadın -ne büyük tesadüf­bir bohçacıdır/şakıdır. Ve tabii bohçasında çarşaflar, başörtüleri vardır! Aktaş'ın ifadesiyle, " . . . İçinde herhalde şal, yani bir tür başörtüsü de bulunduruyor. Bohçasıyla girdiği evlerde, avlu­larda şallannı sergilerken Şapka Kanunu hakkında ileri geri laf/ar etmiş olabilir mi emin olamıyoruz . . . " Yani "başörtüsü" satan Şalcı Bacı, Şapka Devrimi'ne karşı ileri geri laflar ediyor! Aslında Aktaş bundan da emin değildir. Elinde hiçbir güvenilir bilgi ve belge olmadığı için Şakı Bacı, ". . . Şapka Kanunu hak­kında ileri geri laf/ar etmiş olabilir mi, emin olamıyoruz . . . " diyerek aslında bütün bu anlattıklarının hiçbir kanıtı olmadığını yine itiraf etmiştir.

135

Sonuçta Aktaş bir hikayeden, Erzurum'da başörtüsü satan Şakı Bacı'nın, " başörtüsü düşmanı Cumhuriyet" tarafından "Devrimlerin kabulü yönündeki psikolojik ortam"ın etkisiyle idam edildiği şeklinde bir Cumhuriyet tarihi yalanı üretmiştir.

Hikaye, Duyum ve Bilim

Şimdi tekrar dönelim Şakı Bacı yalanının ana kaynağı duru­mundaki Cihan Aktaş'ın, "Tanzimat'tan 1 2 Mart'a Kılık-Kıya­fet ve İktidar" adlı "bilimsel" kitabına!

Aktaş söz konusu kitabında "Şapka İdamlarında Bir Kadın: Şalcı Bacı" başlığı altında bakın neler anlatıyor:

"Şapka Kanunu'na muhalefet ettiği gerekçesiyle idama mahkum olanlar arasında bir kadından da söz edilir. Bu, boh­çacılık yaparak hayatını kazanan ve 'Şalcı Bacı ' diye tanınan bir kadındır. Gazeteci Nimet Arzık, bu olayı duyduğunda bir hikaye yazdığı nı ve adını 'Şalcı Bacı Asılmağa Gidiyordu' koyduğunu anlatır. Nimet Arzık, Şalcı Bacı'nın 'Şapka Kanunu'na Muhalefet suçundan asılacağı' kararına şaşırdığını, 'jandarmalar' onu iterek götürürlerken 'Kadın şapka giye ki asıla?' diye sorarak geçtiği yol­lardaki 'donuklaşmış' insanların içlerini kabarttığını da ifade eder.

Şalcı Bacı'nın 'Kadın şapka giye ki asıla?' şeklindeki safça şaşkınlığı yansıtan sorusunu Nimet Arzık şöyle cevaplandırır:

'Giyer, giymez, ama 'icaplar' vardı . . . Görev icapları, ödev icapları, ibret icapları, gösteri icapları . . . Şalcı Bacı 'yı iki metre bo yuyla, 'isli' yüzüyle, yılan yılan incelmiş örgüleriyle, siyah pu­şusuyla ve bütün sabır felsefesiyle darağacına vardırıyordu bu icaplar . . . Bildik evler arkasında kalıyordu, hükümet meydanına dek . . . Erkek adımlarla, bilmedik bir dünyaya doğru yürüyor-du . . . Donuklaşmış halkın arasından, koşuşanlar vardı ağlaya-rak, onu o bilmedik dünyanın eşiğine kadar uğurlayan. '

'Şapka Kanunu'na Muhalefet' suçundan Şalcı Bacı'yı idama gönderenlerden biri, gazeteci-yazar Çetin Altan'ın dedesi Ku­mandan Tatar Hasan Paşa'ydı. Altan bir kitabında bu olayın kendisini nasıl etkilediğini şöyle anlatmıştı:

136

<Dedem Hasan Paşa çok sert bir askerdi. İsmet Paşa topçu okulunda öğrenci iken, Hasan Paşa okul müdürüydü. Sonrası ünlü komutanlar olan o dönemin öğrencileri, anlatıp dururlar Hasan Paşa'nın sertliğini. Bir şapka isyanını bastırmakla gö­revlendirildiği bir kentte, hızını alamayıp bir de kadın asmıştı. Sanırsam siyasal suçtan ilk asılan kadın odur tarihimizde. Ka­dın sehpaya çıkmadan önce <Ben bir hatun kişiyim. Şapka ile ne derdim ola ki' demiş galiba. Ben o tarihte henüz doğmamıştım. Çok ama çok sonradan öğrendim bunları. Ye inanın ince sızı gibi tatsız bir burukluk kaldı içimde. '

Erzurum'da halk içinde Şapka Kanunu'na gösterilen muha­lefet üzerine Yali Paşa'yla Kumandan Tatar Hasan Paşa kafa kafaya vererek bu muhalefeti kırmak için <daha kestirmeden' bir çözüm arayışına düşmüşlerdi. İşte Şalcı Bacı 'yı idama götüren gelişmeler böyle başlamıştı. Nimet Arzık 'ın anlattığına göre Vali ve Kumandan Paşa şöyle demişlerdi:

<Ne yapalım, muhayyelelere dehşet salmak için kimse hükü­metin emrinden dışarı çıkmasın diye. N'apalım? Bir kadın asa­lım, inkılaplara karşı geldi diye. '

Sonrası da şöyle: < • • .İnkılaba karşı, gösterişli boyundan ötürü Şalcı Bacı'yı bul­

muşlardı. Bohçacıydı yazık . . . Evden eve gezer, çarşaflar, yatak örtüleri, puşular satardı, dolaştıkça yassılaşan bohçasına sarılı . . .

Ve evlerinde rahat oturan kadınların şikayet/erini dinlerdi, <izli' yüzünün huzuru bozulmadan bazen bir <kitaplık ' laf eder­di, yerini bulan . . . Şalcı Badnın ne şapka' dan, ne de inkılaptan haberi vardı . . . Ama <ihbar' diye bir müessese vardır, hala acı acı işler Türkiye'de . . . İşte o müessese işlemişti. '

Böylece Şalcı Bacı'nın yüzü inanamazlık ve şaşkınlıkla ka­rışmıştı. İkide bir de duralarken <Kadın şapka giye ki asıla?' diye sorarak direnmişti. Arzık hikayesinde diyor ki:

<Ye asıldı. . . Sarkmış vücudu ne kadar, ne kadar uzandı, Türkiye'nin her tarafına gölgeler salacak kadar uzun. '

İşte Tatar Hasan Paşaların ve Vali Paşaların işine öyle ge­liyor diye, kendi halinde zavallı bir bohçacı kadın, şapka giy-

137

mesi mümkün olmayan savunmasız Şalcı Bacı bir çırpıda Şapka Kanunu'na muhalefetten idam edilenler kervanına katılmıştı. "164

En büyük romancıların bile aklına gelmeyecek incelikte, us­taca örülmüş bir kurgu!

Nasıl da duygu yüklü, yürek burkan, nasıl da insanı derin­den yaralayan bir öykü!

Okuyup da inanan insanları nasıl da oracıkta Cumhuriyet düşmanı, Atatürk düşmanı yapacak güçte bir anlatı! -ki amaç da zaten bu.-

Bu öyküye inanan masum insanlar ister istemez şöyle düşü­necek: Bu Cumhuriyet'i kuranlar, Şapka Devrimi'ne muhalefet eden erkekleri asmışlar, yetmemiş bir de Erzurum'da masum bir bohçacılşakı kadını asmışlar! Zalim bunlar! Batsın böyle dev­rim, böyle Cumhuriyet!

Nitekim gerçekten de internette çığ gibi büyüyen bu öyküye binlerce, onbinlerce insanımız inanmıştır.

Sonuçta Şakı Bacı yalanı amacına ulaşmıştır. "Şapka Dev­rimi nedeniyle idam edilen Şakı Bacı" masalılhikayesi üzerinden binlerce, onbinlerce insanımız Cumhuriyet'e, Atatürk'e düşman edilmiştir.

Şimdi gelin Cihan Aktaş'ın yukarıdaki Şakı Bacı anlatısını başka bir gözle; bilimsel gözle, tarihçi gözüyle okuyalım. Baka­lım Aktaş'ın "bilimsel" ( ! ) kitabına koyduğu Şakı Bacı bölümü­nün ne kadarı tarih, ne kadarı hikaye/masaUroman ya da başka bir ifadeyle ne kadarı gerçek, ne kadarı kurgu?

Önce Aktaş'ın Şakı Bacı bölümünün kaynaklarını görelim: 1 . Gazeteci Nimet Arzık'ın "Şa/cı Bacı Asılmağa Gidiyordu"

adlı hikayesi . . . Aktaş, kitabının 1 80. sayfasında 333 nolu dipnotta Nimet Arzık'ın "Çetin Altan'dan Demirel'e Eş Kişi­ler Zinciri" adlı 1969 basımı kitabını kaynak göstermiştir. 165

2 . Çetin Altan'ın, dedesi Kumandan Tatar Hasan Paşa hak­kındaki bir duyumu . . . Aktaş, kitabının 1 8 1 . sayfasında 335

1 64 Aktaş, Tanzimat'tan 12 Mart'a Kılık-Kıyafet ve İktidar, s . 180-1 82. 165 Nimet Arzık, çetin Altan'dan Demirel'e Eş Kişiler Zinciri, Ankara, 1969, s. 23.

138

nolu dipnotta Çetin Altan'ın «Kahrolsun Komünizm Diye Diye" adlı 1976 basımı kitabını kaynak göstermiştir. 166 Evet, hepsi bu! Cihan Aktaş, adı geçen "bilimsel" kitabının «Şapka İdam­

larında Bir Kadın: Şalcı Bacı " başlıklı bölümünü işte bu iki "çok bilimsel" ( ! ) kaynağa dayalı olarak yazmıştır! Gazeteci Nimet Arzık'ın bir "hikayesi" ve gazeteci, yazar Çetin Altan'ın kita­bındaki bir "duyumu" . . . Aktaş, okuyup inananı gözyaşlarına boğan "zavallı" Şakı Bacı anlatısını başkaca hiçbir bilgiye ve belgeye dayandırmadan " bilimsel" kitabına koymaktan hiç çe­kinmemiştir. Görüldüğü gibi Aktaş'ın Şakı Bacı anlatısında ne bir resmi belge, ne bir mahkeme kararı, ne bir gazete haberi, ne bir fotoğraf ne de herhangi bir anılhatırat kırıntısı vardır.

Görülen o ki, bir gazetecinin "hikayesi" ve başka bir ga­zetecinin "duyumu", mimar-yazar Cihan Aktaş kardeşimizin maharedi eııerinde «Şapka İdamlarında Bir Kadın: Şalcı Bacı" biçiminde bir tarihi olaya dönüşmüştür. Mimar yazarımız mi­marlığını konuşturmuştur besbelli!

Peki, ama bir "hikaye" ve bir "duyum"a dayalı olarak tarih yazılır mı? Bunlara dayalı olarak yazılan şeye tarih denilebilir mi? Bu yazılanlar bilimsel gerçek olarak kabul edilebilir mi ?

Tabii ki hayır! Tarih yazarken her türlü malzemeden; gazete haberi, maka­

le, kitap, anı vb. yararlanılabilir, yararlanılmalıdır. Ancak tarih, her şeyden önce belgeye dayalı olarak yazılır. Kurgusal eserle­re; hikayelere, romanıara, masallara dayanarak tarih yazılmaz. Duyumlara dayanarak da tarih yazılamaz. Hikayeler, romanıar, masaııar ve duyumlar tarihçiye araştırmalarında ilham kaynağı, yol gösterici olabilir, hepsi bu. İşte Cihan Aktaş, bu temel "bi­limsel" kuraııarı ihmal ederek -daha doğrusu işine öyle geldiği için- bilerek görmeyerek en hafif tabirle "tarih uydurmuştur" .

Şimdi d e gelin, yine Aktaş'ın yukarıdaki Şakı Bacı anlatı­sının satır aralarını okuyarak nasıl tarih uydurduğunu görelim:

166 Çetin Altan, Kahrolsun Komünizm Diye Diye, Ankara, 1976, s. 1 8 1 .

139

Şakı Bacı yalanının en zayıf karnı Şapka Devrimi'nin kadın­ları ilgilendiren bir devrim olmamasıdır. Kadınların şapka takması veya takrnaması hiçbir devrim kanunuyla düzenlenmemiştir. Daha­sı kadın kılık kıyafeti konusunda da -belediyelerin tavsiye kararları dışında- hiçbir devrim kanunu yoktur. Cumhuriyeti kuranlar her­hangi bir devrim kanunuyla kadınların çarşaflarını, başörtülerini çıkarmadıkları gibi, Şapka Devrimi'yle de kadınları şapka giyerneye zorlamamışlardır. Dolayısıyla Şapka Devrimi nedeniyle bir kadının idam edilmesi her şeyden önce o dönemin kanunlarına aykırıdır. Bu durumun farkında olan Nimet Arzık, kurguladığı Şakı Bacı hikayesinin "zayıf karnını" şu cümlelerle güçlendirmeye çalışmıştır:

Cihan Aktaş'tan okuyalım: "Şalcı Bacı'nın 'Kadın şapka giye ki ası/af' şeklindeki safça

şaşkınfığı yansıtan sorusunu Nimet Arzık şöyle cevaplandırır: 'Giyer, giymez, ama 'icaplar' vardı. . . Görev icaplan, ödev

icaplan, ibret icaplan, gösteri icaplan . . . Şakı Bacı'yı iki metre boyuyla, 'isli' yüzüyle, yılan yılan incelmiş örgüleriyle, siyah pu­şusuyla ve bütün sabır felsefesiyle darağacına vardınyordu bu icaplar . . . Bildik evler arkasında kalıyordu, hükümet meydanına dek. . . Erkek adımlarla, bilmedik bir dünyaya doğru yürüyor­du. . . Donuklaşmış halkın arasından, koşuşanlar vardı ağlaya­rak, onu o bilmedik dünyanın eşiğine kadar uğurlayan.'"

Evet! İşte "Şapka Devrimi nedeniyle asılan Şakı Bacı " yala­nının yerle bir olduğu nokta tam da burasıdır.

Şapka Devrimi nedeniyle bir kadının idam edilmesindeki mantıksızlığı, tutarsızlığı "icaplar vardı!" Öyle icaplar ki Şakı Bacı'yı "darağacına vardırıyormuş bu icaplar" ! Masum bir ka­dını darağacına vardıran zalim icaplar! Vah vah !

Bu da demek oluyor k i Cumhuriyet, devrim kanunlarıyla değil "devrim icaplarıyla" kurulup kurumlaşmış da bizim ha­berimiz yok! Ayrıca bunlar nasıl icaplarsa başka yerde değil de sadece Erzurum'da zavallı bir bohçacı (çarşaf, başörtü satıcısı) kadına uygulanmışı t67

167 Şalcı Bacı yalanını hikiyeleştirip Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarına kaynaklık eden Nimet Arzık, erken Cumhuriyet tarihine, özellikle de İnönü'ye eleştirel bakan bir gazetecidir. "Bitmeyen Kavga " adlı kitabında İsmet İnönü

140

Cihan Aktaş'ın Şalcı Bacı yalanının ikinci kaynağı, gazete­ci yazar Çetin Altan'ın "Kahrolsun Komünizm Diye Diye" adlı 1976 basımı kitabındaki "Sırtında Üç Ölüyle Dolaşan Kişi" baş­lıklı 28 Ekim 1974 tarihli bir yazısının şu paragrafıdır:

"Dedem Hasan Paşa çok sert bir askerdi. İsmet Paşa topçu okulunda öğrenci iken, Hasan Paşa okul müdürüydü. Sonrası ünlü komutanlar olan o dönemin öğrencileri, anlatıp dururlar Hasan Paşa'nın sertliğini. Bir şapka isyanını bastırmakla gö­revlendirildiği bir kentte, hızını alamayıp bir de kadın asmıştı. Sanırsam siyasal suçtan ilk asılan kadın odur tarihimizde. Ka­dın sehpaya çıkmadan önce 'Ben bir hatun kişiyim. Şapka ile ne derdim ola ki' demiş galiba. Ben o tarihte henüz doğmamış­tım. Çok ama çok sonradan öğrendim bunlan. Ve inanın ince sızı gibi tatsız bir burukluk kaldı içimde. "1 68

Çetin Altan burada dedesiyle ilgili bir duyumdan söz etmiş­tir: "Bir şapka isyanını bastırmakla görevlendirildiği bir kentte, hızını alamayıp bir de kadın asmıştı. Sanırsam siyasal suçtan ilk asılan kadın odur tarihimizde!" Şapka isyanını bastırmakla görevlendirilen birinin "hızını alamayıp bir de kadın asması" ne demektir? Altan, dedesi Hasan Paşa'nın sertliğini kanıtlamak için "Dedem bir kentte hızını alamayıp bir de kadın asmış," demiştir. Ancak dedesinin hangi kentte kimi astığından bile ha­bersizdir. Çünkü o da bilgisizdir, belgesizdir. Nereden ve kimden öğrendiğini -söylemediği için- bilmediğimiz bu duyumu "Ben o tarihte henüz doğmamıştım. Çok ama çok sonradan öğrendim bunlan," diyerek itiraf etmiştir.

hakkında şöyle ağır cümleler sarf etmiştir: " . . . Bitmeyen bir kavgadır İnönü kavgası. Tabiata aykırıdır. Geçmişten aldığı hızla gelecekteki kuşakların ka­derine hükmeden 'padişah'tır İsmet İnönü: 'C'est cas monstre' Fransızların deyişiyle . . . Lider birleştiricidir. İnönü kadar 'ayırıcı' varlığa rastlamak güç! İnönü padişahtır. Son padişah olduğundan, kimi hiç zedelenmemesi gereken müesseseleri zedeledi, 'Benden sonra tufan' diye . . . Bizde insan eser vermez, insanın hataları eser verir. ınönü'nün ve CHP 'nin eseri işte bu yaşadığımız 'gün'dür . . . " İnönü'yü eleştirrnek ayrıdır -ki ben de yeri gelince İnönü'yü e1eş­tiririm- çalakalem İnönü'ye saldırmak ayrıdır. Bir ara Aydınlık hareketi içinde yer alan Arzık, çok önemli yazılarının yanında maalesef dinci sağa kaynaklık eden bu tür yazılara da imza atmıştır.

168 Altan, Kahrolsun Komünizm Diye Diye, s. 59.

141

Çetin Altan, dedesinin bir de kadın astığını iddia ettiği "Sır­tında Üç Ölüyle Dolaşan Kişi" başlıklı yazısında Cumhuriyet tarihindeki hukuksuzluklardan, idamlardan söz etmiştir. İşin ilginç yanı Altan'ın burada anlattığı üç olayın da herhangi bir belgesi yoktur. "Ondan duydum, şundan dinledim" diye söze başlamıştır. Örneğin Altan, aynı yazının girişinde güya İsmet Paşa'nın, sorgusuz sualsiz adam asan Çerkez Ethem'e haber gön­derip "astıkların için bir dosya tut. Dosyaya bir de mahkeme kararı koyuver sonradan" dediğini aktarmıştır! 169

Görülen o ki, Çetin Altan'ın sıra dışı idam örnekleriyle Cum­huriyet döneminin hukuksuzluklarını anlatma hevesi, "bir ilde" şapka isyanını bastırmakla görevli dedesi Hasan Paşa'nın "hızı­nı alamayıp bir de kadın asması" gibi absürt bir duyumu bile sorgulamasına engel olmuştur. Mimar yazar Cihan Aktaş, Nimet Arzık'ın "öyküsüne" inandığı gibi Çetin Altan'ın bu "absürt" du­yumuna da hemen inanmıştır. Çünkü inanmaya hazırdır.

Cihan Aktaş'tan Şalcı Bacı yalanının satır aralarını okuma­ya devam ettiğimizde senaryo, kurgu çok daha nedeşmektedir:

Cihan Aktaş'tan okuyalım: "Erzurum'da halk içinde Şapka Kanunu'na gösterilen mu­

halefet üzerine Vali Paşa'yla Kumandan Tatar Hasan Paşa kafa kafaya vererek bu muhalefeti kırmak için 'daha kestirmeden' bir çözüm arayışına düşmüşlerdi. İşte Şalcı Bacı 'yı idama götüren gelişmeler böyle başlamıştı. Nimet Arzık'ın anlattığına göre vali ve kumandan paşa şöyle demişlerdi: 'Ne yapalım, muhayyelelere dehşet salmak için kimse hükümetin emrinden dışarı çıkmasın diye. N'apalım? Bir kadın asalım, inkılaplara karşı geldi diye. JJ

Gülmernek için kendimi zor tutuyorum! Şimdi düşünebiliyor musunuz? Erzurum'da Şapka Kanu­

nu'na gösterilen muhalefeti kırmak için Vali Paşa ile Kumandan Tatar Hasan Paşa kafa kafaya verip daha kestirmeden bir çözüm arıyorlar ve "N'apalım? Dehşet salmak için inkııaplara karşı

1 69 age., s. 57.

142

geldi diye bir kadın asalım!" diyorlar! (Lütfen bu gerekçeyi unutmayınız. İleride işimize yarayacak.)

Gazeteci Nimet Arzık'ın ve onu kaynak gösteren mimar, yazar Cihan Aktaş'ın hayal dünyalarında Atatürk Cumhuriyeti bir kanunsuzluk, hukuksuzluk, zorbalık ülkesidir! İsteyen vali ve kumandan "aleme ibret olsun " diye adam/kadın asabilir ! Bu kafa, erken Cumhuriyet dönemi hakkında cidden bilgisizdir, cahildir. Ne İstiklal Mahkemeleri tutanaklarını incelemişler, ne resmi gazeteye bakmışlar ne de dönemin basınını taramışlardır. İşlerine yarayan her bilgiyi, acaba doğru mu yanlış mı diye hiç sorgulamadan "gerçek" diye kullanmışlar ve tabii sonuçta da komik duruma düşmüşlerdir. Ancak onlar komik duruma düş­me pahasına kitleleri Cumhuriyet düşmanı yapmayı baştan göze almışlardır .

Şalcı Bacı Yalanı, Necip Fazıl ve 1969'un Şifresi

Aslında Şakı Bacı yalanını -isim vermeden de olsa- ilk orta­ya atan kişi bu tür Cumhuriyet tarihi yalanlarının üstadı Necip Fazıl'dırYo Necip Fazıl, 1 969 basımı "Son Devrin Din Maz­lumları " adlı kitabının "Şapka Kurbanları " başlıklı bölümünde Erzurum'da Şapka Devrimi'ne karşı gerçekleştirilen "Mahzun Müslümanların acıklı direnişini(f) " anlatırken şöyle demiştir:

"İ Iki Erzurum: Çarşıda kapatılan dükkanıarın kepenk sesleri . . . Heyecanlı

bir kalabalık . . . Kalabalık vilayet binasının önünde . . . Sesler . . . 'Şapkayı istemiyoruz! Gavur kılığına giremeyiz! ' Kalabalık süngülü jandarma zoruyla dağıtılıyor. Erzurum'da

sıkıyönetim . . . İstiklal Mahkemesi . . . Başta Gavur İmam lakaplı bir hoca ile Hoca Osman isimli bir din adamı, aralannda da bir kadın, sehpa da 33 ceset . . . " 1 71

1 70 Necip Fazıl'ın diğer Cumhuriyet tarihi yalanları hakkında bkz. Meydan, Baş­bakan R. Tayyip Erdoğan'ın Tarih Tezlerine EL-CEVAP, s. 143-179.

171 Necip Fazıl Kısakürek, Son Devrin Din Mazlumlan, 30 bas., İstanbul, 2012, s. 78.

143

Necip Fazıl'ın kaynağı nedir diye soruyorsanız, çok bek­lersiniz! Çünkü Necip Fazıl kaynak kullanmaz. Bu konuda da hiçbir kaynağı yoktur. Belli ki yine o şairane hayal gücünü kul­lanmıştır!

Gördüğünüz gibi taşlar iyice yerli yerine oturuyor. Böylece gazeteci Nimet Arzık'ın Şakı Bacı yalanının ilk kay­

nağını da öğrenmiş bulunuyoruz. Görülen o ki Necip Fazıl'ın "Şapka Devrimi nedeniyle

Erzurum'da bir de kadın asıldı ! " yalanından Nimet Arzık "Şalcı Bacı Asılmağa Gidiyordu" başlıklı bir hikaye kurgulamıştır. Ne ilginçtir ki, Necip Fazıl'ın 1969'da yayımlanan "Son Devrin Din Mazlumları " adlı kitabında ortaya attığı bu iddiayı Nimet Arzık, yine 1969'da yayımlanan "Çetin Altan'dan Demirel'e Eş Kişiler Zinciri" adlı kitabında kullanmıştır. Yani yalanın ortaya çıkış tarihi 1969'dur.

Şakı Bacı yalanının 1969'da ortaya atılması da tesadüf değildir. Çünkü 1 969 yılı, Atatürk Cumhuriyeti'ne yönelik Amerikancı-İslamcı saldırıların iyice arttığı, Komünizme kar­şı Amerikan yapımı Türk-İslam Sentezeiliğin alıp başını gitti­ği, Mehmet Şevket Eygi gibi Amerikancı-İslamcı kışkırtıcıların Bugün gazetesi gibi tetikçi yayın organlarıyla bir taraftan din istismarı yapıp diğer taraftan yakın tarihi çarpıttıkları bir yıldır. Nitekim 1969'da İstanbul'a gelen ABD'nin 6. Filosu'nu "Tam bağımsız Türkiye" sloganlarıyla Dolmabahçe'den denize döken antiemperyalist Türk gençlerine radikal İslamcı Mahmut Şevket Eygi'nin Bugün gazetesinin kışkırtmasıyla satırlı sopalı Ameri­kancı-İslamcı gençler saldırmış. Bu saldırı sonunda 2 kişi öldü­rülmüş, 200'den fazla kişi de yaralanmıştır.

Yalanın Kısa Kronolojisi

"Şapka Devrimi nedeniyle asılan Şakı Bacı! " yalanı, 1969'dan bugüne (2015) bir kartopu misali, gittikçe büyümüştür.

Yalanın kısa bir kronolojisini yapmak gerekirse şöyle bir tablo ortaya çıkmaktadır:

144

1 969, Necip Fazıl, "Son Devrin Din Mazlumları" adlı kita­bında Şapka Devrimi nedeniyle Erzurum'da asılan "bir kadın" dan söz etmiştir.

1969, Nimet Arzık, "Çetin Altan'dan Demirel'e Eş Kişiler Zinciri" adlı kitabında Şapka Devrimi nedeniyle Erzurum'da asılan o " bir kadın"ın Şakı Bacı olduğunu belirtip, "Şalcı Bacı Asıımağa Gidiyordu" başlıklı bir hikiiye yazmıştır.

1974, Çetin Altan, "Sırtında Üç Olüyle Dolaşan Kişi" baş­lıklı köşe yazısında dedesi Hasan Paşa'nın "hızını alamayıp " Erzurum da bir de kadın astığını belirtmiştir. Altan bu yazısını 1976'da yayımlanan "Kahrolsun Komünizm Diye Diye" adlı ki­tabına da koymuştur.

1991, Cihan Aktaş, "Tanzimat'tan 1 2 Mart'a Kılık Kıyafet ve İktidar" adlı kitabının "Şapka İdamlarında Bir Kadın: Şalcı Bacı" başlıklı bölümünde Nimet Arzık ve Çetin Altan'ı kaynak göstere­rek Şakı Bacı yalanından kendince "bir tarih tezi" yaratmıştır.

2010, Yavuz Bahadıroğlu, "Şapka İnkılabından Kaç Kişi Asıldı?" başlıklı köşe yazısında Nimet Arzık'ı kaynak olarak gös­terip İslamcı okurlarına klasik bir Şakı Bacı masalı anlatmıştır.ın

201 1 , Ayşe Böhürler, "Şapka Giymeyen Kadın Niye Ası­lır?" başlıklı köşe yazısında Cihan Aktaş'ı kaynak gösterip Cum­huriyetçilerden Şakı Bacı'nın hesabını sormuştur? I?3

201 1 , Mehmet Sılay, "İski/ipli Atıf Hoca " adlı kitabında "Erzurum'da Şapka Direnişi ve Şalcı Şöhret Bacı'nın Direnişi " başlıklı bölümde Çetin Altan'ı kaynak göstererek Şakı Bacı'nın Şapka Devrimi nedeniyle asıldığı iddiasını tekrarlamıştır. İşte Sılay'ın kitabından bir Şakı Bacı (Şöhret Kadın) sahnesi:

"Şöhret kadın, senin oğlanlar, hükümeti taşa tutuyor, git onlara sahip çık. '

Şöhret kadın bohçasını kapıp hamamdan dışarı fırlamış. Hükümet konağının önüne geldiğinde bakıyor ki, asker bir sıra,

1 72 Yavuz Bahadıroğlu, "Şapka İnkılabından Kaç Kişi Asıldı? ", http:Uwww.time­turk.comltr, 19 Temmuz 2010.

1 73 Ayşe Böhürler, "Şapka Giymeyen Kadın Niye Asılır? ", Yeni Şafak, 26 Kasım 201 1 .

145

zabitler bir sıra, millet bir sıra birbirlerine sert sert bakıyorlar. Şöhret kadın yetimlerini kalabalığın arasında göremeyince jan­darmaların onları alıp götürdüklerini sanmış ve köpürmüş. Ba­ğırarak bohçasındaki takunyaları çıkarmış, zabitlere (ırlatmış. 'Ula soykanızda kala! Şapkanıza bilmem ne edeyim! Nerede be­nim balalarım?' diye de şapkalarına sövmüş. İşte Şalcı Şöhret Kadın'ın suçu bu kadar . . . "

"Yetimlerini koruma içgüdüsü, ana yüreği, din gayreti ve galeyan halet-i ruhiyesi . . . Ne olduğunu anlamadan onu hemen tutukladılar. 22 erkekle birlikte onu da salben asılarak idam etti­ler. Yalnız Şalcı Şöhret Kadın'ı halktan daha (azla tepki almasın diye başına beyaz un çuvalı geçirip astılar. Hükümetler ve basın, Şalcı Şöhret Kadın'ın idamını yıllarca gizledi. Ancak yıllar sonra Çetin Altan bu acı olayı da sütununa taşıdı . . . " 174

Mehmet Sılay, Şakı Bacı'nın suçunun Şapka Devrimi'ne muhalefet edenleri bastırmak isteyen askerlere hakaret etmek olduğunu belirtmiştir. Ama Allah aşkına! Böyle bir suçun eezası nasıl idam olabilir? Daha önee de belirttiğim gibi Şakı Baeı ya­lanının en zayıf noktası Şakı Bacı'nın idam gerekçesidir. Daha doğrusu bu konuda ya hiçbir gerekçe gösterilmemekte veya bi­raz önee görüldüğü gibi akla aykırı, mantığı zorlayan bir gerekçe uydurulmaktadır.

Burada dikkat çeken bir diğer nokta, Şakı Baeı'nın halkın tepkisini çekmesin diye başına beyaz un çuvalı geçirilerek idam edildiği yalanının üretilmiş olmasıdır.

2013, Sefer Daneı, "Şalcı Bacı; Türkiye'de Asılarak İdam Edilen İlk Kadının Öyküsü " adlı romanında "Şakı Bacı" yala­nını ete kemiğe büründürmüştür. Daneı, "Darağaçlarında can veren masumlara" ithaf ettiği romanının "gerçek tarihten ilham alınarak kurgulandığını " belirtmiştir. 1 75 Darıeı'nın romanının hangi gerçeklerden ilham alınarak "kurgulandığını" anlatmama sanırım artık gerek yok! Şakı Baeı'nın romanını yazan Darıeı

1 74 Mehmet Sılay, İskilipli Atıf Hoca, İstanbul, 201 1 , s. 72. 175 Sefer Dancı, ŞalCl BaCl, "Türkiye' de Asılarak İdam Edilen İlk Kadının

Öyküsü", 2. bas., İstanbul, 2014.

146

da Şakı Bacı'nın güya bilimsel araştırmasını yapan Cihan Aktaş gibi " Şakı Bacı, örtün me ve din" arasında bir ilişki kurup söz­de idamı, genç Cumhuriyet'in çarşaf, örtünme, dolayısıyla din düşmanlığına yormuştur. Birlikte okuyalım: "Şalcı Bacı kadındı. Üstelik çarşaflıydı. Bu şekiLde asıLması infiaL yaratabiLirdi. HaLk gaLeyana gelebiLir, yeniden oLayLar patLak verebiLirdi. Kadın oL­duğunun iLk anda beLLi oLmaması gerekiyordu. Tatar Hasan Paşa seslendi: 'Çarşafı başından çıkar! ', 'Ben bugüne kadar bu çarşa­fı çıkarmadım. Bir başına duL bir kadın oLarak namusumu hep korudum. Bundan sonra da çıkarmam', 'Sen biLirsin o zaman!' Tatar Hasan Paşa yanındaki askerLere dönerek em re tti: 'Bir un çuvalı getirin!' ŞaLcı Bacı bu Lafı duyunca Tatar Hasan Paşa'ya ağzına geLeni saymaya başLadı . . . "176 ( • • • J "Savaşın biLe bir hu­kuku vardı. Ama Erzurum'da o dönem yaşananLar insanın eLine fırsat veriLince ne kadar gaddar olabiLeceğini bir kez daha gözLer önüne seriyordu . . . "177

Gördüğünüz gibi güya Şakı Bacı asılırken başına beyaz un çuvalı geçirildiği yalanı da sürekli tekrarlanan bir ayrıntı halini almıştır.

Sanırım çelişkiyi yakaladınız! Hatırlayacaksınız! Cihan Ak­taş, sözde bilimsel kitabında Şakı Bacı'nın "aleme ibret olsun" diye asıldığını ileri sürmüştü. Ama Mehmet Sılay ve Sefer Darıcı, Şakı Bacı asılırken "halkın tepkisini önlemek için başına beyaz un çuvalı geçirildiğini" ileri sürmüşlerdir. Aleme ibret olsun diye asılan birini alemden saklamak da neyin nesidir diye sormadan edemiyor insan!

2014, Ş. Alparslan Yasa, "MilLetimize Reva GörüLen KüLtür fenosidi" adlı kitabında Şakı Bacı'nın sözde idamından bir kül­tür soykırımı çıkarmıştır. Cumhuriyet tarihi yalancılarının ma­haredi zihinlerinde bir yalan kolayca başka yalanlara evrilmiştir.

2014, Hilal Kaplan, "Ruhun Şad Olsun Şacı Bacı" adlı köşe yazısında sözde Şakı Bacı'nın idamından yola çıkarak sözü ba-

176 age., s. 1 79, 1 80. 177 age., s. 1 8 1 .

147

şörtüsü meselesine getirmıştır. Kaplan yazısında "İbreti alem olsun diye naşı iki gün darağacında bekletilen ve sonra bir çuku­ra gömülen Şalcı Bacı, başörtüsü davasını kendisinden itibaren başlatabifeceğimiz Cumhuriyet tarihindeki ilk kadın şehiddir, " diyerek bilindik yalanı tekrarlamıştır. 178

Yine dikkatinizi çekmiştir! Hilal Kaplan da "ibreti alem olsun diye naşın iki gün darağacında bekletildiğini" belirtiyor. Eee, hani halktan saklamak için asılırken başına beyaz un çuvalı geçirilmişti ? Yalan işte söylendiği gibi durmuyor! Ayrıca daha da ileri giderek " başörtüsü meselesini" Şakı Bacı' dan başlatmıştır.

2014, Hasan Karakaya, "Kadına Şiddet Ne Ki: Bu Ülke­de Şalcı Bacı'yı Astılar" başlıklı " ibretlik" köşe yazısında ka­dına şiddetin köklerini Atatürk Cumhuriyeti'ne uzatmak için o bilindik Şakı Bacı yalanını balıandıra balıandıra anlatmış­tır. Şöyle demiştir Karakaya: " . . . Kadına şiddet, bu ülkede ilk olarak devlet tarafından yapılmıştır. Bugün ülkemizde her 5 kadından 2 'si şiddet görmektedir. Bunun tek sebebi de eği­timde insanların kalbine Allah korkusu ve kul hakkı anlayışı­nın yerfeştirifmemesidir . . . "1 79 Karakaya, Osmanlı'da kadınların saraylarda cariye, haremde gözde olduğunu, köle pazarlarında alınıp satıldığını unutmuş gibidir!

2014, Aslı Çavuşoğlu, "lVıdın Şapka Giye ki Asıla " adlı bir proje hazıclamıştır. Cihan Aktaş'ı kaynak olarak kullanan Aslı Çavuşoğlu'nun bu proje kapsamında yaptığı Şakı Bacı heykeli Şişhane Otoparkı'ndaki Moving Museum sergisinin girişine ko­nulmuştur. Bu heykeli gören Cihan Aktaş şöyle demiştir: "Ben gördüğümde doğrusu çok duygulandım!"1BO

Ne ilginç değil mi? Eee, hani heykel yapmak günahtı! Eee, hani Atatürk heykelleri puttu! Bizim Cumhuriyet tarihi yalancı­larının işine gelince her şey sevap!

1 78 Hilal Kaplan, "Ruhun Şad Olsun Şalcı Bacı ", bttp:llwww.dikcn.com.tr. 30 Kasım 201 ı.

1 79 Hasan Karakaya, "Kadına Şiddet Ne Ki: Bu Ülkede Şalcı Bacı'yı Astılar", Yeni Akit, 26 Kasım 2014.

1 80 Cihan Aktaş, "Şalcı Bacı: Kurban mı, Eylemci mi? ", http:Uwww.haberfx.net. 27 Aralık 2014.

148

Şalcı Bacı Yalanını çürütmek

Peki, ama Şakı Bacı'nın gerçekten Şapka Devrimi nedeniyle asılmadığını bilimsel olarak kanıtlayabilir miyiz?

Aslında, biz değil iddiayı ortaya atanlar iddialarını kanıt­lamalıdır. Ancak iddiayı ortaya atanların kanıtlarının ne kadar çürük olduğunu gördük.

2 1 . yüzyılda bir teorinin -ne kadar saçma olursa olsun- çü­rütülebilmesi için "yanlışlanabilmesi" gerekmektedir. 1 8 1

Önce, sözde Şakı Bacı'nın idam gerekçesi olarak gösterilen Şapka Kanunu'na göz atalım:

TBMM'de 25 Kasım 1 925'te 671 sayılı Şapka Kanunu ka­bul edilmiştir. Kanunun 1 . maddesi şöyledir:

"TBMM üyeleri ile genel, özel ve bölgesel idarelere ve bütün kuruluşlara bağlı memurlar ve müstahdemler Türk milletinin giymiş olduğu şapkayı giymek zorundadır. Türkiye halkının da genel başlığı şapka olup buna aykırı bir alışkanlığın sürdürülme­sini hükümet yasaklar. " 1 82

676 sayılı kanunla ceza mevzuatında yapılan bir değişiklik­le bu Şapka Kanunu'na aykırı davrananların 3 aydan 1 yıla ka­dar hapsedilmeleri kararlaştırılmıştır. Daha sonra da Türk Ceza Kanunu'nun 526. maddesine göre Şapka Kanunu'na aykırı hare­ket edenlerin 2 aydan 6 aya kadar hapis veya 100 liradan 5000 li­raya kadar para cezası ile cezalandırılmaları hükme bağlanmıştır.

Turgut Özakman'ın dediği gibi, "Hiç kimse şapka giymedi diye idam edilmemiştir. Zaten 671 sayılı Şapka İksası Hakkın­da Kanun'da da, başka kanunlarda da böyle bir müeyyide bu­lunmuyor. Şapka giymek memurlar için zorunlu tutulmuş, halk şapka giymeye zorlanmamıştır. Şapka davası diye adlandırılan davaların şapka giyip giymemekle hiçbir ilgisi yoktur. O dava­larla ilgili suçun vasfı 'şapka olayını vesile ve istismar ederek halkı isyana kışkırtmak ve isyana katılmak 'tır. "183

1 8 1 Yanlışlanabilirlik ilkesi, Karl Popper ve Thomas Khun'a aittir. 1 82 Resmi Ceride, 28 Teşrinisani, 1 341, S. 230; Yücel Karlıklı, Türk Devrimi'nin

Temel Belgeleri, İsranbul, 2010, s. 47. 1 83 Ozakman, age., s. 650.

149

Ayrıca Şapka Kanunu'na muhalefetten mahkum olanların cezaları 13 Mayıs 1 929 tarihli 1441 sayılı bir kanunla önce erte­lenmiş184 daha sonra da affedilmiştir.

Şapka Kanunu'nun Meclis'te kabul edilmesiyle birlikte Anadolu'nun değişik illerinde bazı kışkırtmalar ve buna bağlı olarak isyanlar baş göstermiştir. Erzurum, Rize, Sivas, Maraş ve Giresun'da Şapka Kanunu bahanesiyle harekete geçen bazı din simsarları bir kısım halkı Cumhuriyet'e karşı isyan ettirmiştir.

Sözde Şakı Bacı'nın da idam edildiği Erzurum'daki olaylar şöyle başlamıştır. Prof. Dr. Ergün Aybars'ın "İstiklal Mahkeme­leri" adlı -gerçekten bilimsel- eserinden okuyalım:

"24 Kasım'da Erzurum'da halkın bir kısmı çarşıyı kapatıp valinin evinin önünde, 'Biz gavur memur istemeyiz' diye bağır­mışlardı ve polisin uyarılarına aldırış etmeyenıere karşı kuvvet kullanarak 27 kişi tutuklanmıştı. Olayı, daha önce casusluk yapmış, genel aftan yararlanarak serbest kalmış ve içlerinde bazı şeyhlerin de bulunduğu bazı kimseler çıkarmıştı. Hükümet Erzurum'da bir ay süreyle sıkıyönetim ilan ederek 24 Kasım 1 925'te Meclis'e sundu ve kabul edildi. Ayaklanma ile ilgili ilk dava, İstiklal Mahkemesi Erzurum'da bulunmadığı için Sıkıyö­netim Mahkemesi'nce yapıldı. Suçlu bulunanlar idama mahkum edilerek asıldılar. "185

Aynı olay Mahmut Goloğlu'nun "Devrimler ve Tepkileri" adlı bilimsel kitabında da şöyle anlatılmıştır:

"Erzurum'da cereyan eden ve 33 kişinin mahkumiyeti ile biten olayın elebaşıarı GJvur İmam adında bir hoca ile Hoca Osman adında biri idi . . . "1 86

Aynı olayı Cumhuriyet tarihine eleştirel bakan Prof. Dr. Mete Tunçay, "Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Parti Yönetimi'nin Kurulması" adlı bilimsel kitabında şöyle anlatmıştır:

1 84 TC Resmi Gazete, 1 6 Mayıs 1 929, S. 1441 . 1 85 Aybars, İstiklal Mahkemeleri, s . 320. 1 86 Mahmut Goloğlu, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi-1 ( 1924-1930) "Devrimler ve

Tepkileri", İstanbul, 2007, s. 174.

150

"Şapka İktisası Hakkındaki Kanun'un TBMM'den çıktığı gün 'Erzurum' da bazı mutassıpların mürteciyane bir nümayiş teşebbüsü 'nde bulundukları ertesi sabahki gazetelere manşet ol­muştur: 'Kara kuvvetin uyumadığını gösteren bu hareket derhal bastırılmış ve mürteciler yakalanmıştır . . . Erzurum'da dünden itibaren bir ay müddetle İdare-i Örfiye ilan edilmiştir. (Cumhuri­yet, 26 Teşrinisani 1 341) ' Sıkıyönetim hakkındaki Bakanlar Ku­rulu kararının TBMM'de onaylanması görüşülürken İsmet Paşa yaptığı açıklamada, gericilerin 'Gavur memur istemeyiz!' sloga­nıyla ayaklandıklarını belirtmiştir. Olayın üçüncü günü Erzu­rum Divan-ı Harbi Örfisi'nin 'ilk hükmü' verdiğini gazetelerden okuyoruz. (Cumhuriyet, 29 Teşrinisani 1 341). 1 1 4 mevkuftan 3 kişi idama 2 kişi onar seneye mahkum edilmiştir. "1 87

Bu arada Erzurum halkı bu gerici olayı nefretle karşılamıştır. Örneğin Erzurum Belediye Başkanı Nafiz, Müftü Sadık, Ticaret Odası Başkan Vekili Salim, Halk Partisi Başkanı Ahmet Rıza ve birçok Erzurumlunun ortaklaşa imzalayıp Ankara'ya gönderdiği bir telgrafta şöyle denilmiştir:

"Ayaklanmayı kışkırtmaya, gericiliğe karşı nasıl bir nefreti olduğunu ve nasıl tez elden yok edilmesini bir borç saydığını, ön­ceki olaylarda canına minnet bildiği hizmeti ile ispatlamış olan Erzurum'un temiz halkı bu üzücü olaydan ve kendisine yapılan iftiradan ötürü üzüntülerini bildirir ve sebep olanlara lanet eder, memleketimize sürülmesi muhtemel olan lekenin, sebep olanla­rın çok ağır bir şekilde ve asıl tertipçilerle kışkırtıcıların adalet sehpasında çırpınmaları suretiyle silinmesini Erzurumlu/arın en yürekten istekleri olarak arz ederiz. "188

Erzurum'da meydana gelen bu olaylar sırasında Kayseri'de bulunan Ankara İstiklal Mahkemesi 25 Kasım'da Sivas'a geç­miştir. İstiklal Mahkemesi Sivas'ta bulunduğu 26 Kasım'da Başbakan İsmet Paşa'dan Erzurum olayları hakkında bir rapor almıştır. Raporda 3 bin kişilik bir kalabalıkça gerçekleştirilen

1 87 Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Pani Yöneriminin Kurulması ( 1 923-1 93 1 ), s. 1 52.

188 Goloğlu, age., s. 1 75.

151

ayaklanmada bir j andarma subayının ağır yaralandığı, halktan 3 kişinin öldüğü, bu nedenle sıkıyönetim ilan edildiği, tutuklular arasında Erzurum mebusu Rüştü Paşa'nın iki kardeşinin de bu­lunduğu, Rize'de de bazı köylerde ayaklanma çıktığı, hilafetçile­rin her yerde olduğu belirtilmiştir . 189

İstiklal Mahkemesi 29 Kasım'da Tokat'a geçmiştir. Bu sıra­da Erzurum olaylarını görüşen Bakanlar Kurulu, " . . . irticanın en kuvvetli yeri ve dayanak noktası olan Erzurum hadisesinin ye­rinde incelenmesi için" İstiklal Mahkemesi'nin en çabuk şekilde Erzurum'a gitmesine karar vermiştir. 190

İstiklal Mahkemesi 30 Kasım'da Tokat'tan Amasya'ya hare­ket etmiştir. Mahkeme 1 Aralık'ta Samsun'a geçmiş, 4 Aralık'ta Trabzon'a varmıştır. 6 Aralık'ta da Erzurum'a ulamıştır. 191 Er­zurum'a varır varmaz Erzurum olaylarını araştıran mahkeme aynı günün akşamı BMM Başkanlığı'na bir rapor göndermiştir.

Bu rapora göre, "Erzurum'da çıkan ayaklanma Şeyh Hacı Osman Hoca'nın çevresinde 20, 30 kişi ile sabah namazından sonra, din namına şapka meselesini alet ederek bir kısım hal­kı ayaklanmaya kışkırtmasıyla başladı. Valinin ciddi tutumu, Müstahdem Mevki Komutanı Hasan Paşa'nın fiilen askeri mü­dahalede bulunması üzerine ayaklanma bir iki saat içinde bastı­rıldı. Bundan sonra sıkıyönetim uygulaması ile birlikte kurulan sıkıyönetim mahkemesi olaya resen tertip çi ve kışkırtıcı olarak tutuklananları cürm-ü meşhud noktasından yargılayıp mahkum etti. Suçları dördüncü ve beşinci derecede olanların yargılanması sürerken ise İstiklal Mahkemesi Erzurum'a gelerek duruma el koydu. Şapka ve hükümetin her yenileşme çabasına karşı çık­tıkları için sıkıyönetim mahkemesince yargılanmak ta olan 1 0 kişinin yargılanması, özellikle olayın manevi yönü göz önüne alınarak dosyaları İstiklal Mahkemesi'ne devredildi. ( . . . ) Vali ve komutan ile yapılan görüşmeden sonra davanın Ankara'da yapılmasına karar verildi. Bu olayla ilgili Kars'ta bazı kişilerin

189 Aybars, age., s. 321 . 1 90 age., s. 321 . 191 Tunçay, age., s . 1 56.

152

evlerinde araştırma yapılarak ele geçen belgelere dayanarak Er­zurumlu Hafız tutuklandı, Ankara'ya yollandı . . . "192

Erzurum'da bulunan İstiklal Mahkemesi'nin hazırlayıp BMM Başkanlığı'na gönderdiği raporda olayla ilgili en küçük ayrıntılara bile yer verilirken -örneğin Kars'ta bazı kişilerin evin­de yapılan aramalar ve Erzurumlu Hafız'ın tutuklanması gibi­olaya katılan, tutuklanan ve idam edilen bir kadından (Şalcı Bacı veya başka birinden) söz edilmemiştir.

Ahmet Nedim, "Ankara İstiklal Mahkemesi Zabıtları 1 92 6 " adlı Cumhuriyet'e eleştirel bakan bilimsel kitabında Erzurum olaylarını şöyle anlatmıştır:

"O/ayı yaşamış tanık/arın ifade/erinden de tespit ettiğimi­ze göre; 24 Kasım günü vilayet önünde toplanan, sayıları 20'yi bile bulmayan bir topluluk ellerindeki bir dilekçeyi sunmak için valiyi görmek istemiş/erdi. Bütün istedikleri Milli Mücadele'nin de adeta sembolü haline gelmiş, halk arasında adına 'kabalak ', 'ağniye' denilen ve yüzyıllardır giyilmekte olan kalpak benzeri bir mahalli başlığı, biraz da kışın o sert ve acımasız şartları altında şapka yerine kullanmak istemeleri idi. Vali Zühtü Bey'in, dilek çe­leri almak bir yana vatandaşı jandarma ve polis marifetiyle zorla dağıttırmaya kalkışması ve üstelik halkın gözü önünde eşraftan 8-1 0 kişiyi ağır küfür ve hakaretlerle sürükleyerek nezaret al­tına attırması üzerine galeyana gelen Erzurumlular bu kez vali aleyhine tezahüratlarla Kolordu'ya doğru yürümüşlerdi. Bu kez, Garnizon Komutanı olarak görevli Hasan Paşa karargahta ken­dinden üst rütbede 7 amiri bulunmasına ve üstelik hiçbir makam­dan emir almamasına rağmen, halkın üzerine ateş açtırmış, her ne kadar resmi açıklamalarda 3 diye geçse de 23 vatandaş hayatını kaybetmişti. Valinin olayları örtbas etmek amacıyla uygulamaya koyduğu sokağa çıkma yasağı aynı gece Bakanlar Kurulu kara­rıyla bir ay süreli sıkıyönetime çevrilmişti. Bir taraftan ale/acele Divan-ı Örfi kurulurken, diğer taraftan da şehirde tam bir in­san avı başlamıştı. Başta Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve

1 92 TBMM Arşivi, T-3, Dosya 3 1 1 , Zarf 1 ; Aybars, age., s. 322.

153

Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti'nin Erzurumlu üyeleri olmak üzere hemen bütün muhalifler ile şehirdeki belli başlı tarikatların mensupları yakalanarak mahkeme önüne çıkarılmıştı. ( . . . ) Erzu­rum Sıkıyönetim Mahkemesi'nin kararı, İstiklal Mahkemesi'ne bile rahmet okutacak derecede sert oldu. Başta 79 yaşında Şeyh Hacı Osman olmak üzere 21 maznun asılarak idam edildi. Valilik tarafından hazırlanan dosyaları ve Sıkıyönetim Mahkemesi'nin verdiği kararları inceleyen İstiklal Mahkemesi heyeti, soruştur­mayı Kars'a kadar uzatarak oradan tutuklattığı kimi muhalifler ile Erzurum'da henüz mahkemeleri yapılmamış 1 0 kadar sanığı yargılanmak üzere Ankara'ya göndertti . . . "193

Bu anlatıyı analiz etmeden önce bu anlatının sahibi Ahmet Nedim'i birazcık tanıyalım: Ahmet Nedim, erken Cumhuriyet dönemine eleştirel bakan, daha doğrusu Cumhuriyet'i kuranların "hacıları-hocaları", Şapka Devrimi'ne karşı gelenleri bir bahaneyle idam ettiğini düşünen biridir. "Ankara İstiklal Mahkemesi Zabıt­ları 1 926" adlı bilimsel kitabında belgeler dışında kalan yorumları son derece taraflıdır. Nitekim kitabını "Başta Şapka Maznunları ve İstiklal Mahkeme/erinin Bütün Mazlumlarına" ithaf etmiştir.

Ancak Mahmut Goloğlu'nun dediği gibi "Bu olaylarda mahkum olanlar şapka giymedikleri için ceza almamışlardır. Bunlar şapka giyilmesini protesto ettikleri, buna engel olmak is­tedikleri, bu nedenle başkaldırdıkları, ayaklanma teşebbüsünde bulundukları için cezalandırılmışlardır. "194

Ahmet Nedim'in yukarıdaki anlatısı kendi deyişiyle "Ola­yı yaşamış tanıklann ifadelerine" dayalıdır. Kitabında An­kara İstiklal Mahkemesi Zabıtları'na, yani resmi belgelere yer veren Nedim'in, Erzurum olayları konusunda Ankara İstiklal Mahkemesi'nin Erzurum'dan TBMM Başkanlığı'na gönderdiği 6 Aralık 1 925 tarihli resmi rapora, belgeye değil de olayı yaşa­mış tanıkların ifadelerine -üstelik o tanıkların kim olduklarını da belirtmeden- yer vermesi düşündürücüdür.

1 93 Ahmet Nedim, Ankara İstiklal Mahkemesi Zabıtlan 1926, İstanbul, 1 993, 5. 349. 1 94 Goloğlu, age., s. 176.

154

Yine de Nedim'in anlatısında önemli ipuçları vardır: Birincisi Nedim, olayların büyümesinde etkili olduğunu iddia ettiği Hasan Paşa'nın "hiçbir makamdan emir almadığını" belirtmiştir. Dola­yısıyla eğer gerçekten Hasan Paşa Çetin Altan'ın deyişiyle "hızı­nı alamayıp" bir kadını astıysa bu tamamen kendi tasarrufudur. İkincisi Nedim, valinin "olaylan örtbas etmek için" sokağa çıkma yasağı ilan ettiğini ifade etmiştir. Bu da Şalcı Bacı yalancılarının "aleme ibret olsun diye bir de kadın astılar! " iddiasını çürütmek­tedir. Üçüncüsü de Nedim, olay sonunda "21 maznun asılarak idam edildi" diyerek idam edilenler hakkında bilgi vermesine kar­şın, idam edilenler arasında bir de kadın (Şalcı Bacı veya başka birinin) olduğuna ilişkin en ufak bir imada bile bulunmamıştır.

Sonuçta "olayı yaşamış tanıkların ifadeleri" ve arşiv belgeleri; İstiklal Mahkemesi Zabıtları "Şalcı Bacı" yalanını çürütmektedir.

Özetlersek; Ergün Aybars'ın tamamen arşiv belgelerine dayanan "İstik­

lal Mahkemeleri" adlı bilimsel kitabında Erzurum Sıkıyönetim Mahkemesi'nin veya İstiklal Mahkemelerinin Şapka Kanunu ne­deniyle bir de kadın (Şalcı Bacı veya başka birini) astığı hakkın­da hiçbir belge ve bilgi yoktur.

Mete Tunçay'ın arşiv belgelerine, gazete haberlerine dayalı "Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Parti Yönetiminin Kurulması, 1 923-1 93 1 " adlı bilimsel kitabında Şapka Kanunu nedeniyle bir de kadının (Şalcı Bacı veya başka birinin) asıldığına ilişkin hiçbir belge ve bilgi yoktur.

Ahmet Nedim'in arşiv belgelerine dayalı "Ankara İstiklal Mahkemesi Zabıtları, 1 926" adlı bilimsel kitabında Şapka Ka­nunu nedeniyle bir de kadının (Şalcı Bacı veya başka birinin) asıldığına ilişkin herhangi bir belge ve bilgi yoktur.

Mahmut Akyürekli'nin tamamen arşiv belgelerine dayanan "Şark İstiklal Mahkemesi, 1 925-1 927" adlı bilimsel kitabında da Sıkıyönetim Mahkemesi'nin veya İstiklal Mahkemesi'nin bir de kadın (Şalcı Bacı veya başka birini) astığı yönünde herhangi bir belge ve bilgi yoktur. 195

1 95 Bkz. Mahmut AkyürekIi, Şark İstiklal Mahkemesi, 1925-1927, İstanbul, 2013.

1 55

Şapka Kanunu'na muhalefetten Ankara İstiklal Mahkeme­si'nde yargılanan Tahirü'l-Mevlevi, "Matbuat A.lemindeki Ha­yatım ve İstiklal Mahkemeleri" adlı anılarında da Sıkıyönetim Mahkemesi'nin veya İstiklal Mahkemesi'nin astığı bir kadından (Şalcı Bacı veya başka birinden) söz etmemektedir. 196

Şalcı Bacı Yalanı Gazetelerde de Yok

Sadece arşiv belgelerinde değil, Resmi Gazete'de ve en önemlisi Erzurum olaylarını tüm ayrıntılarıyla veren basında da (Hakimiyet-i Milliye, Akşam, Tanin, Cumhuriyet, Vakit gazete­lerinde ve yerel gazetelerde) Erzurum'da Şapka Kanunu'na mu­halefetten bir kadının (Şalcı Bacı veya başka birinin) asıldığına dair tek bir cümle, hatta tek bir ima bile yoktur. 197

Şalcı Bacı yalanının tekrarcıları bu durumdan rahatsızdır. Mehmet Sılay şöyle diyor:

". . . Bugün ulusal basın dediğimiz devletten güdümlü İstan­bul gazetelerinden Hakimiyet-i Milliye, Akşam, Tanin ve Cumhu­riyet gazetelerinin hiçbiri bu olayı yazmadılar. Hükümetin yahut mahkeme heyetinin beyanlarında da en ufak bir ima olmadı. " 1 98

İstiklal Mahkemeleri ve Kadınlar

Nimet Arzık, Çetin Altan, Cihan Aktaş, Mehmet Sılay ve A'dan Z'ye bütün Şalcı Bacı yalancıları yine söz birliği etmiş­çesine, güya Şalcı Bacı'nın "siyasi suçla idam edilen ilk kadın" olduğunu ileri sürmüşlerdir çekingen bir dille! Aslında hiçbiri bundan da emin değildir. Bu nedenle "sanırım ", "her halde" gibi belirsizlik ifadesi sözcükler kullanmışlardır. Örneğin Çetin Al­tan, "Sanırsam siyasal suçtan ilk asılan kadın odur tarihimizde! " derken Mehmet Sılay da, "Bir kadının siyaseten idam edilmesi

196 Bkz. Tahirü'I-Mevlevi, Matbuat Alemindeki Hayatım ve İstiklal Mahkemeleri, 2. bas., İstanbul, 1 99 1 .

1 97 Atatürk Cumhuriyeti'ne muhalif Prof. Mete Tunçay basında böyle bir habere rastlamış olsa hiç şüpheniz olmasın kitabında kullanırdı. Ancak dönemin bası­nına yansımış böyle bir haber yoktur. (Bkz. Tunçay, age., s. 1 55, 1 56.)

198 Sılay, age., s. 71 .

156

herhalde adalet tarihinde ilk defa Erzurum'da vuku bulmuştur! " demiştir. 199

"Sanırım" ve "her halde" gibi belirsizlik ifadelerinin ardın­da koca bir yalan gizlidir.

Erzurum olaylarından hemen sonra kurulan Erzurum Sıkı­yönetim Mahkemesi tutukluları yargılamış ve bazı kaynaklara göre 2 1 , bazı kaynaklara göre 33 kişiye idam cezası vermiştir. Ancak bu idamııklar arasında bir de kadının (Şalcı Bacı veya başka birinin) olduğundan söz eden hiçbir resmi belge veya cid­diye alınır bir anı yoktur.

Şark İstiklal Mahkemesi Karar Defteri İlamlarına ve Anka­ra İstiklal Mahkemesi Zabıdarına göre İstiklal Mahkemelerinde zaman zaman kadınlar da yargılanmış, beraat edenler olduğu gibi mahkum olanlar da olmuştur. Ancak yine hiçbir İstiklal Mahkemesi tutanağında Erzurum'da Şapka Kanunu veya başka bir nedenle bir kadının (Şalcı Bacı veya başka birinin) asıldığına ilişkin hiçbir kayıt yoktur.

Mahmut Akyürekli'nin Şark İstiklal Mahkemesi Karar Defterlerine dayanarak verdiği bilgilere göre2aa mahkeme ka­rarlarında yer alan ilk kadın tutsak Haneli Mustafa Bey'in kızı Hacer'dir. Hacer, halkı hükümet aleyhine kışkırttığı suçlamasıy­la yargılanıp beraat etmiştir.

Haneli Mustafa Bey'in eşi Kadriye, kardeşi Hamide ve hiz­metçileri ile Hatice de isyan ın tertipçileri olarak yargılanıp bera­at etmiştir.

Firari mahkumlardan Yado'nun kayınbiraderinin kızı Güle de isyan suçundan yargılanıp beraat etmiştir.

Palu Şağvelet köyünden Kör Hüseyin'in bacısı Hatun, Leyh Abdürrahim ve arkadaşlarına yardım ve yataklıktan 3 yıl hapisle cezalandırılmıştır. Yine dayısı Hüseyin'e erzak taşımak suçun­dan yargılanan Fatma bulunamadığı için hakkında hüküm ve­rilememiştir.

199 age., s. 71 . 200 Bkz. Akyürekli, age., s. 1 31-132.

157

isyancılardan Hoca 'ya bilgi aktaran ve fiili olarak da is­yana katılan yeğeni Sare yargılanmış, mahkum olmuş ancak Suriye'ye kaçtığından yakalanamamıştır. Yusuf'un eşi Hazer Salo Konco'nun kızı Naime, annesi Fatma ve Ahmet Harun'un eşi Kahle de Saro'nun yargılandığı davadan ( isyancılara yardım) yargılanıp beraat etmişlerdir.

1925-1 927 arasında Doğu'da meydana gelen Kürtçü isyan­lara silahla katılan kadınlar da vardır. Bunlardan biri Yado'nun karısı Teli Hanım'dır. 1 927'de Bicar Dağları'nda kocasıyla bir­likte Mehmetçiğe kurşun sıkan Teli Hanım askerlere e vumlarak öldürülmüştür.

Bu kadınlar dışında 6'sı Şeyh Sait isyanı'yla ilişkili olmak­tan, 1 1 ' i isyancılara yardım ve yataklıktan 6'sı iştirak ve yağma­cılıktan olmak üzere toplam 42 kadın istiklal Mahkemelerinde yargılanmıştır. Bu kadınlardan 38'i beraat etmiş, 2'si firar et­miş, sadece 2'si hüküm giymiştir.20! Kısacası Şapka Kanunu veya başka bir devrim kanununa muhalefet nedeniyle Şakı Bacı veya başka bir kadın idam edilmemiştir.

Cumhuriyet Döneminde İdam Edilen Kadınlar

Bir araştırmaya göre TBMM'nin açıldığı 1 920'den, fiili ola­rak idam cezasının kaldırıldığı 1 984'e kadar Meclis tarafından onaylanan ve infazı gerçekleştirilen idam cezası kararı sayısı ?l2'dir. Bunlardan sadece 15' i kadındır.202

Resmi Gazete'ye yansıdığı kadarıyla; TBMM kararıyla idam edilen ilk kadın Isparta'nın Darıbükü köyünden Hasan Kızı Fatma'dır. Fatma, aynı köyden Eşref'in Hanife'yle evlenme­sini temin etmek için Eşref'in karısı Ümmüşani'yi "20'lik altın"

201 age., s. 132. 202 Tarık Işık, "Öteki İdamlıklar; Darağacında 15 Kadın ", Radikal, l I Ka­

sım 2012. Bu araştırmayı yapan Tarık Işık da maalesef Şalcı Bacı yalanının esiri olmuştur. Şöyle diyor yazısının başında: "Ancak bu rakamlara İstiklal Mahkemeleri'nde idam edilen hükümlülerin dahil olmadığını hatırlatmak ge­rek. Şapka Devrimi'ne karşı geldiği gerekçesiyle İstiklal Mahkemesi tarafından 1 925'te idam edilen ve hakime, 'kadın kısmının idam edildiği nerede görülmüş­tür' dediği rivayet edilen Erzurum lu Şalcı Şöhret gibi. "

158

ve tarla karşılığı öldürmüş ve 14 Aralık 1 9 3 1 'de Tuzpazarı'nda asılmıştır.203

Şimdi sıkı durun! Şalcı Bacı yalanını internet ortamında yayan uyanıklar,

Cumhuriyet tarihinde cinayet suçu nedeniyle idam edilen ilk kadın olan işte bu Hasan Kızı Fatma'yı Şalcı Bacı diye millete yutturmak istemişlerdir: Sosyal medyada bir süredir darağacın­da bir kadın fotoğrafı dolaşmaktadır. Fotoğraf altına ise aynen şöyle yazılmıştır; "Erzurum'da Şapka Kanunu'na karşı çıktığı için idam edilen 'Şalcı Bacı'. İşte Mustafa Kemal'in kadınlara verdiği hak (!) Unutulmadı. "204

UNU UıuıtADı

İşte Şalcı Bacı diye yutturulmak istenen Hasan kızı Fatma'ya ait o fotoğrafos

L03 Resmi Gazete, 9 Kanunuevvel 1 931 , S. 1 971 . ıo4 Ayrıntılar için bkz. " Ya/anın Batsın", http:Uwww.a;aos32.com. 27 Aralık 2014. LOS fotoğraf: Abdurrahman Kökdoğan arşivinden alınmıştır.

159

Lüleburgaz'ın Büyükkarıştıran köyünden olan Sadberk Ha­nım, cinayetten dolayı 20 Haziran 1934'te idam edilmiştir.

iki dostu ile birlikte kocasını boğup, cesedi kuyuya atan Ümmühan 20 Şubat 1 936'da idam edilmiştir.

Konya'nın Hasandede Mescid Mahallesi'nden Huriye Senel, 1936'da yaptığı hırsızlığın şahidi olan Fatma'yı, aynı yılın ma­yıs ayında öldürmüş, bu nedenle idamla cezalandırılmıştır. idam kararı 12 Haziran 1 939'da Resmi Gazete'de yayımlanmıştır.206

Kocasını öldüren Didar Savaş, Çanakkale Ağır Ceza Mah­kemesi'nce idamla cezalandırılmıştır. idam kararı 1 6 Mayıs 1939'da Resmi Gazete'de yayımlanmıştır.20?

Bodrum'un Karakaya köyünden Fatma Satılı, ilişkide bu­lunduğu Mustafa ile birlikte kocası Hasan'ı başını taşla ezip öldürmek suçundan idamla cezalandırılmıştır. idam kararı 23 Haziran 1 939'da Resmi Gazete'de yayımlanmıştır.2os

Bir başkasıyla evlenmek için kocasını öldüren Malatyalı Hanım Kuzu idam la cezalandırılmıştır. idam kararı 27 Mart 1944'te Resmi Gazete'de yayımlanmıştır.209

Görüldüğü gibi erken Cumhuriyet döneminde idam edilen kadınlar ki -1 923-1939 arasında- toplam 6 kadındır. Hepsi de herhangi bir devrime muhalefet etmek suçundan değil, adam öl­dürmek suçundan, cinayetten idam edilmiştir.

Şapka Kanunu'nu muhalefet eden kadınlar ise sadece uyarı 1-mıştır. Örneğin Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'ndeki bir belge­ye göre "Şapka aleyhinde bulunan kadın muallimlere ihtarda bulunulması" istenmiştir.210

Velev ki Şalcı Bacı Asıldı!

Diyelim ki gerçekten Erzurum'da Şakı Bacı asıldı! Buradan ne çıkar?

206 Resmi Gazete, 12 Haziran 1 939, S. 4230. 207 Resmi Gazete, 16 Mayıs 1 939, S. 4209. 208 Resmi Gazete, 23 Haziran 1 939, S. 4240. 209 Resmi Gazete, 27 Mart 1 944, S. 5665. 210 Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), Fon Kodu: 1 80.9.0.0, Yer No: 1 .6.8.

160

Atatürk düşmanı Cumhuriyet tarihi yalancılarının dediği gibi buradan, Atatürk Cumhuriyeti'nin acımasızlığı, zorbalığı, baskıcılığı mı çıkar? Yoksa buradan, Şapka Devrimi kadınları il­gilendirmediği halde "hızını alamayıp bir de kadın asan" Çetin Altan'ın dedesi Hasan Paşa'nın "mallığı", "zorbalığı", "kanun tanımazlığı" mı çıkar? Atatürk veya başka biri Hasan Paşa'ya " Git aleme ibret olsun diye bir de kadın as! " dernediğine göre, eğer gerçekten Şakı Bacı adlı biri Şapka Devrimi'ne muhale­fet nedeniyle idam ediidiyse, bunun en büyük sorumlusu Çetin Altan'ın ifadesiyle "hızını alamayan" Hasan Paşa'dır.

Burada göz ardı edilmemesi gereken önemli bir nokta da şudur: Evet! Şapka Kanunu kadınları ilgilendirmeyen bir kanun­dur. Şapka Kanunu'nda kadın kılık kıyafetine yönelik hiçbir hü­küm yoktur. Ancak "Şapka Kanunu'na Muhalefet" suçu, (yani Şapka Kanunu'nu bahane edip dini kullanarak halkı kışkırtmak, halkı isyana teşvik etmek veya bu tür bir isyana katılmak) kadın erkek herkesi ilgilendirir. Dolayısıyla bu tür bir kışkırtmaya yol açan veya bu tür bir isyana katılan bir kadın da pekala "kanun gereği" yargılanıp cezalandırılabilir.

Sonuçta eğer Şakı Bacı asıldıysaı ! ) bu durumda iki olasılık vardır. 1 ) Şakı Bacı, ya Şapka Kanunu bahanesiyle dini kulla­nıp yeni rejime karşı halkı kışkırtmak, isyana katılmak suçun­dan yargılanıp suçlu bulunarak asılmıştır ya da idam gerektiren başka bir suçtan yargılanıp asılmıştır, ki bu durumda ortada bir mağduriyet yoktur. 2) Erzurum olaylarını bastırmak isteyen Ko­mutan Hasan Paşa, hiçbir yerden emir almamasına karşın Çetin Altan'ın ifadesiyle "hızını alamayarak " bir de kadın asmıştır, ki bu durumda sorumlu doğrudan doğruya Hasan Paşa'dır. Her iki durumda da Atatürk'ü, Cumhuriyeti suçlamak mantıksızlıktır. Ayrıca her iki durumda da bu olay, başka yerde benzerine rast­lanmayan, münferit bir örnektir. Bir istisnadan hareketle kaideyi bozmak, uyduruk genellemeler yapmak da neyin nesidir?

161

Şalcı Bacı Yalancısı Y obazın Unuttuğu Gerçek: Anadolu'da İşgalci Yunanın Vahşice Katlettiği Kadınlar

Şakı Bacı yalanı üzerinden Atatürk Cumhuriyeti'ne saldıran yobaz, liboş takımının unuttuğu bir gerçek de şudur: 15 Ma­yıs 1919'da İzmir'e ayak basan Yunan ordusu, Batı Anadolu'da ilerl�rken binlerce kadınımıza, kızımıza tecavüz etmiş, yüzlerce kadınımızı -aralarında hamileler, yaşlılar ve çocuklar da vardır­gözünü kırpmadan katletmiştir.

İşte bazı örnekler: Maraş'ta Araplar köyünde karargah kuran bir Fransız bir­

liği 1 5 Türkü katlettikten sonra 2 kadına tecavüz etmiş, bir kız çocuğunu, kadınlık organına ağaç sokarak yaralamıştır.21 1

15 Mayıs 192 1 'de Orhangazi ve Gemlik'te, Karacaali köyün­de 200 Yunan askeri kadınlara tecavüz edip kurşuna dizmiştir.212

14 Mayıs 1 92 1 'de Hamidiye köyünde 200 Yunan askeri kızların ırzına geçip, çocukları süngü ile delik deşik etmiştir. 213

14 Mayıs 1921 'de Muratoba köyünde Yunan askerleri köy camiine doldurdukları kadınların ırzına geçmiştir.214

Armutlu'nun Sultaniye köyünde Yunanlılar erkekleri dı­şarıda topladıktan sonra evlere girip kadınları şarap içmeye ve eğlenmeye zorlamıştır. Bu rezaleti reddeden kadınlar kocaları­nın yanına getirilip kocalarıyla birlikte kurşuna diziImiştir. Can çekişen kocasına su verirken tekmelenen Hasene kendisini tek­meleyen Yunan askerini boğmuştur. Yunan askerleri Hasene'yi öldürüp cesedini parçalamıştır.2ls

15 Ekim 1921 tarihli bir rapora göre Orhangazi'de çırılçıp­lak soyulan erkekler ellerine kırbaçlar verilerek kendi eşlerini dövmeye zorlanmıştır. Bu sırada Yunan askerleri Se bile adlı yaşlı bir kadını öldürmüştür.2l6

2 1 1 Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Kadınları, 2. bas., Ankara, 2006, s. 58. 212 age., s. 59. 213 age., s. 59. 214 age., s. 59. 215 age., s. 59. 216 age., s. 60.

162

1 9 Ekim 1921 tarihli bir rapora göre de Cihanköy'de beş yaşına kadar olan çocuklar evlerinden toplanarak annelerinin gözleri önde süngüye takılıp diri diri ateşe atılmıştır.217

Cinsel organları kesilen, kesilen organları ateşte pişirilen ka­dınlarımız, kızlarımız büyük bir vahşetin kurbanı olmuştur.218

Çınarcık'ta Yunan askerlerinin öldürdüğü kadınlarımız ve öldürülme biçimleri şöyledir: İmam Hafız'ın kızı Emine (başı ke­silerek), Emine kızı Hatice (süngü ile), Emine kızı Nerime (süngü ile delik deşik), Celal Efendi'nin torun u dört yaşındaki Nigar (kazığa vurularak), ablası Faik'e (kazığa vurularak), İbrahim Çavuş'un annesi Fadime (yakılarak), Arnavut Mehmet Çavuş'un 9 kişilik bütün ailesi (balta ile) kadedilmiştir.219

Kurtuluş Savaşı yıllarında Anadolu'da daha yüzlerce kadın, üstü başı yırtılarak, organları kesilerek, ırzına geçilerek vahşice ka dediimiştir. 220

Atatürk sadece vatanı değil, Anadolu kadınının ırzını, na­musunu ve canını kurtarmak için de mücadele etmiştir. Zaten biraz da bu nedenle Milli Mücadele'yi "Namus Cephesi" olarak adlandırmıştır.

Atatürk, 1 6 Ocak 1921 'de United Telgrafın sorularına ver­diği yanıtta Antep'te birçok kadın ve çocuğun kadedildiğini be­lirtmiştir. 12 Nisan 1921 'de "İnsanlık ve Medeniyet Alemine" başlıklı bir bildiri yayımlamıştır. Bildiride Yunan ordusunun bü­tün anlaşmaları ayaklar altına alarak ( . . . ) muharip olmayan ka­dın, erkek İslam halkı topluca öldürmek ( . . . ) İslam kadınlarının namuslarına saIdırmak ( . . . ) gibi cinayet ve faciaları uygulamada kusur etmediğini anlatmış ve bu Yunan vahşetine örnekler ver­miştir. Düşmanın Afyon'da kadınların namuslarına saldırdığı­nı, Bilecik'te kadınları depolara hapsederek her türlü kötülüğü yaptığını belirtmiştir.221 Atatürk, Yunan ordusunun kaçarken de

217 age., s. 60. 218 age., s. 60. 2 1 9 age., s. 60. 220 Ayrıntılar için bkz. Sarıhan, age., s. 61 vd. 221 age., s. 69.

163

kadınlarımıza, kızlarımıza saldıracağını tahmin ettiğinden 1 Ey­lül 1 921 tarihinde kurtuluş bekleyen halka yayımladığı bildiride, nKadınlanmızı ve çocuklanmızı, düşman kaçarken dağlara ve emin yerlere saklayınız," demiştir. Atatürk, kurtuluşun ardın­dan Ankara'ya dönüp Meclis'te yaptığı konuşmada da şunları söylemiştir: nDüşman çekilirken uğradığı her yeri yakmış, yık­mış ve aciz, müdafaasız ahaliyi; kadınlanmızı ve çocuklanmızı öldürmüş ve yakmıştır. Bu müthiş faciayı büyük bir lanet ve nefretle yad etmek lazım gelir. "222

Atatürk her şeyden önce Kurtuluş Savaşı'nı kazanarak Müslüman kadınının ırzını, namusunu ve canını işgalci ecnebi­den kurtarmıştır. Şalcı Bacı yalanı üzerinden Atatürk'e ve onun kurduğu Cumhuriyet'e saldıran vicdansızlar, Anadolu'da işgal­ci Yunanlıların yüzlerce kadınımızı kadettiğinden söz etmezler, hatta Yunan işgalini küçümseyip önemsizleştirmeye çalışırlar.

Türk kadını, özellikle her bakımdan Kurtuluş Savaşı'na des­tek olan Anadolu köylü kadını; Kara Fatma, Tayyar Rahime, Gördesli Makbule, Asker Saime, Binbaşı Emire Ayşe vb. kahra­man kadınlar Atatürk'ün gözbebeğidir.

Atatürk'ün şu sözleri, onun Anadolu kadınına bakışını göz­ler önüne sermektedir:

n. . . Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir milletinde, Anado­lu köylü kadınının üstünde kadın çalışmasından söz etmek imkanı yoktur ve dünyada hiçbir milletin kadını, 'Ben, Ana­dolu kadınından daha fazla çalıştım, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmek te Anadolu kadınından daha fazla yoruldum, milletimi kurtuluşa ve zafere götürmekte Anadolu kadını kadar emek verdim,' diyemez. "223

Anadolu köylü kadınının önce canını, namusunu, malını kurtaran Atatürk, sonra o fedakar kadına medeni haklar vermiş, daha sonra da birçok Avrupa ülkesinden önce siyasi haklar ve­rerek Meclis'e sokup milletvekili yapmıştır. Örneğin Ankara'nın

222 age., s. 70. 223 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, C II, s. 148.

164

Kazan köyünde önce köy muhtarı seçilen San Kadın, sonra Atatürk'ün "işte mebus olacak kadın" iltifatıyla 1 935'te ilk köy­lü kadın milletvekili olarak seçilip TBMM'ye girmiştir.224

Şalcı Bacı yalanı üzerinden Atatürk düşmanlığı yapanların Satı Kadın gerçeği üzerinden Atatürk dostluğu yaptığını hiç gö­remezsınız.

ol- ol- ol-

Şalcı Bacı yalanı üzerinden kadın düşmanı, halk düşmanı ve Erzurum düşmanı ilan edilmek istenen Atatürk, eşiyle birlikte Erzurum depreminde zarar gören Erzurumluiara I O'ar bin lira yardım etmiştir. ( 1 Ekim 1 924) .225

Sonuç olarak Şalcı Bacı yalanı üzerinden Atatürk'e saIdır­mak cahilliktir, ahmaklıktır, vicdansızlıktır.

ol- ol- ol-

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları buna benzer başka yalan­lar da üretmiştir. Örneğin onlardan en ilginci şudur: Erzincan'ın Kemah ilçesi Müşekrek köyünden Mevlevi Şeyhi İbrahim Hakkı Efendi'nin sakalının zorla kesildiği, Kur'an'ının toprağa gömül­düğü ve bu arada eceliyle öldüğü, ama devrimlere karşı oldu­ğu iddiasıyla Erzincan İstiklal Mahkemesi'nce idama mahkum edildiği ve Cumhuriyet Savcısı'nın emriyle cesedinin mezardan çıkarılıp asıldığı yalanı söylenmiştir. Hatta 1 990'larda bununla ilgili İslamcı Emine Şenlikoğlu, "Bize Nasıl Kıydınız?" adlı bir roman yazmış ve bu roman aynı adlı bir de filme konu olmuştur. Rahmetli Turgut Özakman " Vahdettin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele" adlı dev eserinde bu yalanı yerle bir etmiştir.226

224 Afet İnan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, haz. Arı İnan, 5. bas., İs­tanbul, 2007, s. 357, 358.

225 Yaşar Baytal, Atatürk Döneminde Sosyal Yardım Faaliyetleri (1923-1938), An­kara, 2012, s. 249, 284.

226 Özakman, age., s. 651 vd.

165

>i- >i- >i-

Şakı Bacı yalanı bana 1 3 Haziran 201 3 tarihli Star gazete­sinde manşetten verilen Elif Çakır imzalı "Kadınlar Küfrediyor, Erkekler Vuruyordu " başlıklı "Kabataş Yalanı"nı anımsatıyor. Habere göre, "Bir anda üzerleri çıplak, elleri deri eldivenli 70-ı 00 kişilik kalabalığın ortasında kaldığını "( ! ) anlatan Bahçeliev­ler Belediye Başkanı'nın gelini Z.D. "İçlerinden bazıları hakaret ve küfürlerle bana ve bebeğime saidırmaya başladı. Devrim yap­tıklarını, Erdoğan'ı asacaklarını söylüyorlardı. Yediğim darbe­lerle kendimi kaybetmişim. Hiçbir şey hatırlamıyorum. Kendime geldiğimde üzerim idrar kokuyordu, " demiştir.

İçinde yaşadığımız bugünü çarpıtanlar, bugünle ilgili bu tür yalanlar söyleyenler için dünü çarpıtmak, dünle ilgili yalanlar söylemek çocuk oyuncağıdır doğrusu . . .

166

YALAN 6

HAM İ D İYE z ı RH lı s ı VE Rİ z E

"Rizeliler Şapka Takmadı Diye Hamidiye Zırhlısı Rize'yi Bombaladı!"

Atma Yobaz Atma Din Kardeşiyiz

Cumhuriyetçiliğinden, Atatürkçülüğünden en ufak bir kuş­kumuz olmayan yılların gazetecisi Yalçın Bayer'in bile inandığı! inandırıldığı bir Cumhuriyet tarihi yalanıyla karşı karşıyayız!227

227 Yalçın Bayer'in "Şapka da Giyeceğiz Vergi de Vereceğiz! " başlıklı yazısı. Aynen aktarıyorum: "Taksim Gezi Parkı'nda yaşananlar dikkate alınınca çok şeyle bağ kurmak gerekiyor. Bazı anılar dikkat çekiyor! Atatürk Şapka Kanunu'nu çıkarıyor. Ancak büyük tepki verilen bölgelerden biri de Karadeniz oluyor. 1 5 Aralık 1 925 günü halk, 'Biz zorla şapka giymek istemiyoruz, sarığımız bize yeter!' diyerek Vlu Cami önünde toplanıyor, uyarının dinlenmemesi üzerine ;andarma bunlara ateş açıyor, 1 7 kişi öıüyor. Rizeli/erin isyanı karşısında, yeni Cumhuriyet hükümeti donanmanın en büyük harp gemisi olan Hamidiye kruvazörünü Rize sahil/erine gönderiyor. Vlu Cami'nin bulunduğu Batineye yamaçlarını dövüyor. Sadece bir gün içinde 143 kişinin yargılama işlemi biti­riliyor. 1 4 kişi 15'er yıl, 22 kişi l O 'ar yıl, 1 9 kişi de 5'er yıl kalebent denilen ağır hapis cezalarına çarptırılıyor. Geriye kalanlar ise dayak ve para ödeme gibi hafıf cezalar alıyorlar. İstiklal Mahkemesi'nin hızla verdiği kararla 8 kişi hemen Vlu Cami önünde kurulan darağacında idam ediliyor. Yıllar sonra bu bombardıman hadisesi türkülere konu oluyor. 'Atma Hamidiye atma din kar­deşiyiz! Ula şapka da giyeceğiz vergi de vereceğiz!' (Bazı metinlerde askere de gideceğiz ifadesi yer alıyor). Eski CHP milletvekili ve bakan Ali Topuz, 'Ali Topuz Anlatıyor-Düzeni Değiştirmek ' adlı iki ciltlik anılarında bu konuya da yer veriyor. Dedesinin de şapka devriminin karşısında yer aldığını söyleyen

167

"Erzurum'da Şapka Kanunu nedeniyle asılan Şakı Bacı! " yalanı gibi özellikle internette Çığ gibi büyüyen bir yalan da "Şap­ka takmadılar diye Hamidiye Rize'yi bombaladı! " yalanıdır.

Şapka Kanunu'na en buyük tepki verilen

---'''�---bolgelerden bın de Karadenız dı

"Atma Hamidiye atma din kardeşiyiz. ma apka da 'yeceğiz vergı de vereceğiz! "

İnternette "Şapka için Hamidiye Rize'yi bombaladı! " yalanını yaymakta kullanılan görsellerden biri

Usta gazeteci Yalçın Bayer'in bile inandırıldığı bu yalanın kartopu misali büyümesinde yine Atatürk ve Cumhuriyet düş­manı yazar-çizer takımı etkili olmuştur. Örneğin Cumhuriyet tarihini çarpıtmak la tanınan İslamcı yazarlardan Yavuz Bahadı­roğlu, Yeni Akit gazetesindeki "Şapka mı Musul mu? " başlıklı yazısında "Şapka takmadılar diye Hamidiye Rize'yi bomba la­dı! " yalanını şöyle tekrarlamıştır:

168

Topuz . . . ( . . . ) 'Yaptığım incelemelerde gördüğüm kadanyla orantısız ceza uygulamışlar. İdam cezalannın olmaması gerektiğini düşünüyorum. Şapka isyanında Rize'de 18 kişi asıldı (doğrusu 8 olmalı). Evet bir inkılap yapılmış, otorite sağlanması lazım, ama bunun için idam cezasını kullanmak (evkalade yanlış olmuştur. Suç işlemişse ceza vennenin başka yollan vardır. Hürriyetleri tehdit edersin ama canını almak olur mu? Hangi akla alıyorsun canını? İs­tiklal Mahkemelerindeki idam cezalan, Yassıada'daki idam cezalan, insanlık adına savunulacak şeyler değildi. Keşke bunlar olmasaydı!' ( . . . ) (Yalçın Ba­yer, "Şapka da Giyeceğiz, VeTgi de Vereceğiz", Hürriyet, 6 Haziran 2013.)

.. Erzurumluların 'Şöhret Ana' yahut 'Şalcı Bad olarak ta­nıdığı bir de bohçacı kadın vardı: Şal örüp sokaklarda satardı. Şapka Kanunu'na muhalefetten o da asıldı. Cellatlar tarafından sehpaya sürüklenirken, 'Kadın şapka giye ki asıla . . . ' diye ağlıyor, fakat kimse dinlemiyordu. Kadın olduğu anlaşılmasın da fazla tepki çekmesin diye de başına çuval geçirilmişti.

Neyse: İşin özü ve özeti şu ki, başka ülkelerde sıradan bir aksesuvar olan 'şapka' uğruna, bu ülkede insanlar asıldı, ocak­lar söndürüldü, Şehirler (Rize/Of bölgesi) bombalandı. Hami­diye savaş gemisi tarafından şehirleri bombalanırken, bizim uşaklar (Rizeliler) ne kadar çaresiz kaldılar ki, 'Atma Hamidiye atma! Şapka da giyeceğuz, vergi de vereceğuz, askere de gidece­ğuz!' diye bağırarak, devlete karşı tüm yükümlülükleri bir çırpı­da üstlendilerr'228

Daha önce Cihan Aktaş'ın "Şakı Bacı" yalanını "İskilipli Atıf Hoca " yalanıyla beslernesi gibi burada da Yavuz Bahadı­roğlu "Şapka için Hamidiye Rize'yi bombaladı! " yalanını "Şakı Bacı" yalanıyla beslemiştir. Bu yalanı yalanla besleme durumu Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının ortak taktiği gibidir.

Gördüğüm kadarıyla "Şapka için Hamidiye Rize'yi bomba­ladı! " yalanının -kes yapıştır şeklinde- internette en çok tekrar­lanan metni şudur:

... . . Rizeli 8 alim ve Müslüman şapka giymedikleri, dindar­lara zulmü kınayıp, hükümete, 'Sarığımıza, sakalımıza ve cüb­bemize dokunulmasın şapka giyenler giysin, ama giymeyenler hapse atılmasın' diyerek, jandarma karakoluna yürümüşler ve halk da onlara katılmıştır. Bu olay büyüyünce Rize isyanı kabul edilmiş ve Hamidiye zırhlısı Rize'yi top atışlarıyla tehdit etmiş­tir. Bundan dolayı Rizeliler 'ATMA HAMİDİYE DİN KARDE­şİYİZ, ' demişlerdir.

Güneysu (eski adıyla Potomya/ Başbakan Tayyip Erdoğan'ın memleketi) Rize'den 1 3 kilometre uzakta bulunan bir nahiye.

228 Yavuz Bahadıroğlu, "Şapka mı Musul mu?", Yeni Akit, 26 Kasım 2014.

169

1 925 yılında Güneysu'da başlayan isyanın haberini alan za­manın Rize Valisi Mehmet Hurşit Bey derhal durumu telgrafla Ankara'ya bildirir. Valinin çektiği telgrafın ardından, Hamidiye kruvazörü Rize açıklarına gelip dağları topa tutar. Bazı anla­tımlara göre şehir de bombalanır ve ağır zayiat görür. Olayın ilginç yanı ise, Hamidiye kruvazörü dağları topa tuttuğu zaman, Rize' de devam etmekte olan bir isyan yoktur. Güneysu' dan şehir merkezine yürüyen insanların da çoğu kendi teslim olur. Teslim olanlar hiç vakit kaybedilmeden İstiklal Mahkemelerine çıkar­tılır ve Takrir-i Sükun Kanunu doğrultusunca yargılanır. Yar­gılama sonucunda 8 idam kararı çıkar, suçsuz onlarca insan da Sinop ve Adana'daki cezaevlerine gönderilir. ( . . . )"

"15 Aralık 1925 günü <Biz zorla şapka giymek istemiyo­ruz, sanğımız bize yeter!' diyerek Ulu Cami önünde toplanan halkın üzerine jandarmalar ateş açıyorlar. Uyanya rağmen da­ğı lmayan kalabalığın üzerine gelişi güzel ateş sonucu 1 7 kişi öıüyor. Bağıran-inleyen yaralılara kimse dokunamıyor. 1 43 kişi tutuklanıyor. Olaylar üzerine, düşman üzerine sefere çıkarcası­na dönemin en büyük harp gemisi olan Hamidiye Kruvazörü Rize sahillerine gelip demir attı. Birinci Dünya Savaşı'nda İn­gilizlerin dövemediği Karadeniz sahillerini, millete zorla şap­ka giydirmek için HAMİDİYE ZıRHLıSı GÜMBÜR GÜMBÜR BOMBALAMAYA BAŞLADI. Hamidiye zırhlısı, sivil halkın ve yerleşim alanlannın çok olduğu ve Ulu Cami'nin bulunduğu Botaniye yamaçlannı dövüyordu. Halk korkutulup sindirilmek isteniyordu . . . "229

Nevzat Çiçek imzaslOı taşıyan bu "kült" anlatının hiçbir bilimsel kaynağı yoktur. Ne bir belge ne bir anı, hiçbir kanıt yoktur. Anlaşılan o ki Nevzat Çiçek, -birazdan göreceğiniz gibi- başta Necip Fazıl'ın bu konuda yazdıkları olmak üzere oradan buradan topladığı uyduruk bilgi kırıntılarını tıpkı Cihan Aktaş'ın yaptığı gibi bir "tarih tezine" dönüştürmüştür. Nevzat

229 Nevzat Çiçek, "Şapka Yüzünden Rize'de İdamlar Bugün Yapıldı!", hını:LL www.timeturk.com/rr. 12 Aralık 2012.

170

Çiçek'in bu anlatısı neredeyse aynı cümlelerle Mehmet Sılay'ın "İskilipli Atıf Hoca " adlı kitabının "Rize'de Şapka Mağdurları " başlıklı bölümünde yer almıştır.23o

"Durmuş saat bile günde iki kez doğruyu gösterir," deyi­minde olduğu gibi Nevzat Çiçek de bozuk saat misali iki kez olmasa da bir kez doğruyu göstermiş; Rize'de 8 kişinin başlattığı bir isyan olduğunu şöyle itiraf etmiştir: " . . . Rizeli 8 alim ve Müs­lüman şapka giymedikleri, dindarlara zulmü kınayıp ( . . . ) jan­darma karakoluna yürümüşler ve halk da onlara katılmıştır. Bu olay büyüyünce Rize isyanı kabul edilmiş . . . " Çiçek, Rize isyanını bir sonraki paragrafında da şöyle itiraf etmiştir: " . . . 1925 yılın­da Güneysu'da başlayan isyan ın haberini alan zamanın Rize Valisi Mehmet Hurşit Bey derhal durumu telgrafla Ankara'ya bildirir . . . "

Dikkatinizi çekmiştir! Çiçek bu yazısında bütün Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının yaptığı gibi Cumhuriyet hüküme­tini ve Cumhuriyet ordusunu kendi halkına zulmedecek kadar acımasız, baskıcı, katliamcı göstermek için özel bir çaba harca­mıştır: Ulu Cami önünde toplanan "kalabalığa gelişigüzel ateş açan jandarmalar!" ve "millete zorla şapka giydirmek için Rize sahillerini gümbür gümbür bombalayan Hamidiye Zırhlısı! .. " şeklindeki aşırı, abartılı, uyduruk, hatta yalan anlatılar başka nasıl açıklanabilir?

Şimdi gelelim Çiçek'in uydurmalarına: Çiçek, Rize isyanı sırasında " . . . Ulu Cami önünde toplanan

halkın üzerine jandarmalar ateş açıyorlar. Uyanya rağmen da­ğılmayan kalabalığın üzerine gelişi güzel ateş sonucu 1 7 kişi ölüyor," demiştir. Ancak bu iddianın hiçbir dayanağı yoktur. Hiçbir resmi belgede veya anıda bu yönde bir bilgi yoktur.

Peki ya Hamidiye'nin Rize'yi bombaladığı iddiası! Çiçek, Rize'deki şapka isyanını bastırmak için Hamidiye

zırhlısının Rize sahillerine gelip "dağlan topa tuttuğunu", "bazı anlatılara göre" -onlar hangi anlatılarsa- «. . . sivil halkın ve

230 Sılay, age., s. 75-78. [Vurgular bana aİt. (S.M.))

171

yerleşim alanlannın çok olduğu ve Ulu Cami'nin bulunduğu Botaniye yamaçlannın da bombalandığını ve şehrin ağır zayiat gördüğünü" belirtip " . . . Birinci Dünya Savaşı'nda İngilizlerin dövemediği Karadeniz sahillerini, millete zorla şapka giydir­mek için Hamidiye Zırhlısı gümbür gümbür bombalamaya başladı. Hamidiye Zırhlısı, sivil halkın ve yerleşim alanlannın çok olduğu ve Ulu Cami'nin bulunduğu Botaniye yamaçlannı dövüyordu . . . " demiştir.

Ancak; 1 . Hamidiye Zırhlısı'nın Rize dağlarını topa tuttuğu, Karade­

niz sahillerini "gümbür gümbür" bombaladığı yalandır. 2. Hamidiye Zırhlısı'nın sivil halkın bol olduğu yerleri dövdü­

ğü ve şehrin ağır zayiat gördüğü de yalandır. Hamidiye'nin Rize'yi bombaladığına yönelik elimizde hiçbir

belge ve güvenilir bilgi yoktur. Ancak Çiçek, Hamidiye zırhlısının "gümbür gümbür şehri dövdüğünü!" iddia etmiştir. Ve bu iddi­asından çok değil, bir cümle kadar önce bu bilginin kaynağının "bazı anlatılar!" olduğunu belirtmiştir. Ancak o anlatıların ne­ler olduğunu açıklayamamıştır. Çiçek'in açıklayamadığı "o anla­tılardan" birini "Rize'nin Yüzü " adlı kitabın yazarı Fatih Sultan Kar açıklamıştır.2l I Kar, Rize isyanı sonrasında asılan 8 kişiden biri olan Sabit Tarakçığlu'nun ölmeden birkaç saat önce yaz­dığı bir "destan"ı ele geçirmiştir. İdama giden Tarakçıoğlu'nun tam 45 kıtalık bu destanında Hamidiye'nin Rize sahillerini ve Botaniye'yi bombaladığına ilişkin tek bir mısra, hatta en ufak bir ima bile yoktur.

Sabit Tarakçıoğlu demişken aklıma Necip Fazıl geldi. Çün­kü Necip Fazıl, 1969'da yayımlanan "Son Devrin Din Mazlum­ları " adlı yalanlarla dolu kitabında Rize olaylarını anlatırken Sabit Tarakçıoğlu'na özel bir yer ayırmıştır.

231 Ayrıntılar için bkz. fatih Sultan Kar, "Rize'de Şapka Zulmü'nü Anlatan Bir Destan", http://www.pazarS3 com, 3 Kasım 201 3. (Son erişim, 1 9 Haziran 2015) Rize olaylarını, isyanını "Şapka Zulmü" diye adlandıran Kar, yazısında da hiçbir yerde " Hamidiye Rize'yi bomba/adı!" iddiasına yer vermemiştir.

172

Bu arada "Kambersiz düğün olmaz" misali, Necip Fazıl'ın öncülük etmediği bir Cumhuriyet tarihi yalanı da olmaz. Kolay­ca tahmin edeceğiniz gibi "Şapka için Hamidiye Rize'yi bomba­ladı ! " yalanı da Necip Fazıl'dan ilham alınarak üretilmiştir.

Necip Fazıl'dan okuyalım: "Rize: Güneysu nahiyesi . . . Sabit Tarakçıoğlu adında gayet

itibarlı, kafası ilim ve kalbi vecd dolu bir vaiz halka hitap ve şapkanın din gözünde mahiyetini izah etmekte . . . Heyecan . . . Ca­miden çıkan yığın soluğu karakolda alıyor:

Karakoldaki onbaşı halka, 'Ben de sizdenim!' diyor ve ba­şındaki şapkayı yere çalıyor. Ne hazindir ki İstiklal Mahkemesi geldiğinde direnicileri tek tek haber veren ve kimi gösterdiyse asılmasına sebep olan ve mahkemece lütuflandırılan bu alçaktır:

Güneysu ahalisi Rize istikametinde yürümeye koyuluyor. Yolda bazı nasihatçilerin tesiriyle kalabalık zayıflıyorsa da civar köylerden bazı katılımlarta yine dolgunca çapta il merkezine va­rıyor.

Vali Hurşit te/graf başında! 'Rize ayaklanmıştır! Süratle tedbir! .. ' Halbuki bütün suçu 'şapka giymeyiz!' demekten ibaret ve

her türlü fiili isyan davranışından çekingen kalabalık, çoğu se­yirci ve körü körüne katılmış 80-100 kişi . . .

Ankara telaşta. . . Bir zamanların kahraman Hamidiyesi Şimdi Rize önünde ve kahramanlık toplarını havaya ateş etmek­le göstermekte . . . İstiklal Mahkemesi de tezgahını kurmuş, dir­hem kafesi yere mıhlı adalet terazisini dengelemekle meşgul . . .

8 idam kararı . . . Vaiz Sabit Tarakçıoğlu, Mehmed Peçe, Ars­lan Peçe, köy muhtarı Yakup Peçe, köy bekçisi Kadir Koliva, Hafız Şaban Koliva, Hasan Külünkoğlu, Mahmut Kamburoğ­lu . . . ( . . .)

Asılanları deniz kenarında rastgele atıldıkları çukurlar için­de kumluğa gömüyorlar . . .

Yakınları tarafından cesetleri çalınmasın diye de başlarında süngülü nöbetçi bekletiliyor. 3-4 ay sonra gece çıkartılmak şar­tıyla, ailelerine cesetleri almak müsaadesi çıkıyor.

173

Çukurlar açılınca meydana çıkan müthiş manzara: Hiçbir ceset çürümemiş ve hepsinin gözü kıbleye doğru! Cesetleri kilimlere sarıyor, sırıklara takıyor ve köylerine gö-

türüp gömüyorlar . . . "232 Sanırım yine fark ettiniz! Necip Fazıl o bilindik Mehmet­

çik düşmanlığıyla Rize isyanını başlatan "direnicileri" İstiklal Mahkemesi'ne tek tek ihbar eden onbaşıyı "alçak " diye adlan­dırmıştır.

Aslında "Şapka için Hamidiye Rize'yi bombaladı! " yalan­cılarının ana kaynağı Necip Fazıl'ın "Son Devrin Din Mazlum­ları " adlı kitabındaki bu anlatıdır.m Ancak görülen o ki takip­çileri -boynuz kulağı geçer misali- Necip Fazıl'ı geçmiş, Necip Fazıl'ın aklına bile gelmeyen ilginç ayrıntılarla olayı daha da al­layıp pullamışlardır. Örneğin, olaylar tırmanınca jandarmanın halkın üzerine ateş açtığı ve o arbedede 1 7 kişinin öldürüldüğü bilgisi Necip Fazıl'da yoktur. Çok daha önemlisi "Hamidiye'nin Rize'yi bombaladığı ! " bilgisi de Necip Fazıl'da yoktur. O bile bu kadarını akıl edememiştir! Necip Fazıl, Hamidiye konusunda aynen şöyle diyor: "Bir zamanlann kahraman Hamidiyesi Şim­di Rize önünde ve kahramanfık toplannı HAVAYA ATEŞ ET­MEKLE göstermekte . . . " Çok açık şekilde görüldüğü gibi Necip Fazıl, Hamdiye'nin Rize'ye, Botaniye yamaçlarına veya Karade­niz sahillerine değil, havaya ateş ettiğini yazmıştır. İşte Yavuz Bahadıroğlu, Nevzat Çiçek gibi Cumhuriyet tarihi yalancıları Necip Fazıl'ın "havaya ateş eden" Hamidiyesi'ni alıp "gümbür gümbür Rize'yi bombalayan! " Hamidiye'ye dönüştürmüştür.

Doğrusu benim için Necip Fazıl'ın ne dediğinin hiçbir öne­mi yok, ama gerçekten de Hamidiye Rize'yi bombalamamıştır. Hamidiye eğer gerçekten -yalancıların iddia ettiği gibi- Rize'yi, Botaniye'yi bombalamış olsa, can ve mal kaybı olması kaçınıl-

232 Kısakürek, age., s. 78, 79. 233 Necip Fazıl'ın bu anlatısını yine neredeyse aynı cümlelerle Mehmet Sılay

"İski/ipli Atıf Hoca " adlı kitabında kaynak göstermeden tekrarlamıştır. İşin ilginç yanı Sılay, bilerek veya bilmeyerek bu bilgileri "O/ayı yaşayan başka bir şahit an/atıyor" diyerek aktarmıştır. Sılay, age., s. 78.

174

mazdı. Ancak Rize' de Hamidiye yüzünden tek bir kişinin burnu kanarnadığı gibi, hiç kimsenin malına da zarar gelmemiştir. En fazla Hamidiye'nin isyancıları korkutmak, sindirrnek için hava­ya ateş ettiği veya boş sırtlara birkaç kuru sıkı atış yaptığı dü­şünülebilir. Nitekim Deniz Kuvvetleri Komutanlığı'nın (hmı;LL www.dzkk.tsk.tr) adresindeki "Bahriye Wiki" adlı sayfasında Hamidiye'nin Rize olaylarının bastırılmasındaki rolünden şöyle söz edilmiştir: "1 925 yılında Şapka Devrimi aleyhinde Rize köy­lerinde meydana gelen olaylarda da emniyet görevi üstlenmiştir. Olayların büyüyerek civar ilçe ve illere yayılmasına meydan ver­memek için yakalananların İstiklal Mahkemesi'nde yargılanma­ları boyunca Rize'de kalmıştır. "234

Rize olayları sırasında Hamidiye'nin, Necip Fazıl'ın ifade­siyle, "toplannı havaya ateş etmesi", zeki ve yaratıcı Karadeniz insanının hayal dünyasından süzülen fıkralara, hatta türkülere konu olmuştur. "Hamidiye şapka için Rize'yi bornbaladı ! " yala­nının etnografik kanıtı olarak sunulmak istenen "Atma Hamidi­ye atma, vergi da vereceğuk" I"Şapka da giyeceğuk!" şeklindeki türkü de böyle ortaya çıkmıştır.

Necip Fazıl, Hamidiye'ye Rize'yi bombalatmayı akıı edeme­miştir, ama öyle bir şey akıl etmiştir ki evlere şenlik!

"Çukur/ar açı/ınca meydana çıkan müthiş manzara: Hiç­bir ceset çürümemiş ve hepsinin gözü kıbleye doğru!"

Din istismarında, duygu sömürüsünde zirve budur! Bunun üstüne tanımam!

Rize Olaylarının Gerçek Yüzü Rize' de Hiç Kimse Şapka T akmadığı İçin Asılmamıştır

Peki, ama 1 925 Kasırnı'nda Rize'de gerçekten ne oldu ? Cumhuriyet tarihi yalancılarının uydurmalarını bir kenara

bırakıp olayın iç yüzünü gerçek belgelerden öğrenelim:

234 "Hamidiye Kruvazörü'nün Akın Harekatı ", http://www.dzkk.tsk.tt. (Son eri­şim 20 Haziran 2015).

175

Şapka Kanunu'ndan hemen sonra Anadolu'nun değişik il­lerinde başlayan şapka isyanlarının en etkili si Rize'de meydana gelmiştir.

İstiklal Mahkemesi Erzurum olaylarını soruşturduktan son­ra 3 Aralık 1 925'te "Rize mürteci ayaklanmasını" soruşturmak üzere Trabzon'a hareket etmiştir. Mahkeme ertesi gün Akdeniz Vapuru ile Rize'ye geçmiştir. İstiklal Mahkemesi Rize'de 1 1 Aralık'ta çalışmaya başlamış ve 1 1, 12, 1 3 Aralık'ta Rize'de 143 sanık yargılamıştır. 235

İstiklal Mahkemesi'nin yargılaması sonucunda olayın bütün a yrıntıları orta ya çıkmıştır.

1 5 Kanuevvel 1 34 1 ( 1 925) tarihli Cumhuriyet gazetesinin haberine göre, "Rize'deki mürtecilerin muhakemesini süratle" gören İstiklal Mahkemesi isyanda "Fatih Müderrislerinden İski­lipli Atıf Hoca'nın 'Fren k Mukallitliği ve Şapka' risalesinin kış­kırtıcı etken olduğunu " belirtmiştir .136

1 6 Kanuevvel 1341 ( 1 925) tarihli Cumhuriyet gazetesi Rize olaylarının ayrıntılarını şöyle vermiştir:

"Rize'nin Potemya mıntıkasında İmam Şaban ile Muhtar Yakup ağa ve rüfekası civar köyler halkını Ulu Cami nam mev­kide içtimaa davet ve öteden beri şekavetle me'luf (eşkıyalıkla tanınan) birçok eşirrayı silahlarıyla birlikte celp eylemişlerdir. " Gazeteden öğrendiğimize göre halk bunu genel bir dua toplantısı sanarak gelmiştir. Ancak toplanan halk şapka bahane edilerek yeni rejime karşı kışkırtılmıştır. Mahmut Goloğlu'nun ifadesiyle "İki hocanın elebaşıfığı ile hükümetin dinsizliğe gitmesini ön­leme diye bir hareket yapılmak" istenmiştir.237 Halkı kışkırtıp ayaklandıran Şa ban ve Yakup kendilerine katılan silahlı eşkıya ile birlikte Botaniye Karakolu'nu basarak 6 jandarmayı esir al­mıştır. İsyanın elebaşıarından İmam Şaban, şeriatın korunma­sı için Rize'yi basıp yağmalamayı, hapishaneleri boşaltmayı ve

235 Aybars, age., s. 322. 236 Cumhuriyet, 15 Kanunuevvel 1341 ( 1 925); Aybars, age., s. 322; Tunçay, age.,

s. I54. 237 Goloğlu, age., s. 1 75.

176

hükümet konağını ele geçirme yi teklif ederek bunu kabul et­meyenleri oracıkta öldüreceğini söylemiştir. Muhtar Yakup'un akrabası Peçeli Mehmet, "Ey ahali! Ankara ihtilal içindedir! Mustafa Kemal Paşa üç yerinden yaralı olarak doktorlar elin­dedir. İsmet Paşa ortadan kaldmımıştır. Dindar paşalanmız hükümeti ellerine aldılar, şeriatı kurtanyorlar. Korkacak bir şey kalmamıştır. Erzurum yapacağını yaptı. Biz de iştirak ede­lim," diyerek halkı ayaklandırmıştır. Daha sonra da Yeni Pazar köyünden Muharrem Hoca'nın şapka aleyhinde fetva şeklindeki açıklaması nakledilmiş ve orada hazır bulunan hocalar tarafın­dan tekrar edilmiştir.138

Böylece bazı Cumhuriyet düşmanı yobaz din bezirganlarının şapkayı bahane edip dini kullanarak halkı kışkırtmasıyla isyan başlamıştır. Silahlı 150 kişi Rize'yi yağmalamak için hareket etmiştir. Bu sırada başta İslahiye köylüleri olmak üzere isya­na katılan bazı köylüler, jandarmaların silahlarını geri vererek yerlerine dönmüştür. Olayla ilgili olanlar tutuklanmıştır. İstik­lal Mahkemesi'nin soruşturması sonunda olayların çıkmasında devrimlere karşı olan Rize Asliye Mahkeme Başkanı Hafız Os­man ile kardeşi Avukat Hulusi ve Rizeli imam Hafız Kamil'in etkili oldukları anlaşılmıştır. 239

İstiklal Mahkemesi yargılama sonunda 14 Aralık 1925 günü, 143 sanıktan 8 'ini idarna, 14'ünü l S'er, 22'sini 10'ar ve 19'unu da S'er yıl hapse (küreğe) mahkum etmiştir. 80 kişiyi ise beraa t ettirmiştir. 240

8 kişi, "halkı (şapkayı bahane ederek) hükümet aleyhine is­yana teşvik suçundan " idam edilmiştir.241 Dolayısıyla "Rize'de 8 hocanın şapka takmadığı için idam edildiği" de kocaman bir yalandır.

238 Cumhuriyet, 16 Kanunuevvel 1 34 1 ( 1 925); Aybars, age., s. 323; Tunçay, age., s. 1 54, 1 55.

239 Aybars, age., s. 323. 240 TBMM Arşivi, T-3, Dosya 3 1 1 , Zarf 1; Hakimiyeti Milliye, 1 6 Aralık 1 925;

Tunçay, age., s. 323; Nedim, age., s. 350. 241 Nedim, age., s. 349.

177

"!,.,!4 . ..sfi..J�' �h\ .. ,� J.�"'��;"N�

J:.J{.J� 'JıÜ ' � Jy Glk' ��..; ;".J(. J' �

J"�""� ' ... � .J=:...J �fir".J IV'ı;f�f, �J;!\: J\(

" . .. .. ' .... ı. • .... ,t ... ' 4J ...... ,ll J.>".i! .1 ,.,...�i ' • 4II ..... : ....... t \! .... ..;.f."" .;.�

30 Kanunuevvel 1 341 (1 925) tarihli Cumhuriyet gazetesinde, İstiklal Mahkemesi kararı ile idam edilen Rizelilerin (Hoca Şayan, Yakup Çavuş, Hasan Ağa, Kadir Ağa, Peçelerden Mehmet, Kalyoncu Mahmut, Tarakçı Sabit, Peçeoğlu Arslan Çavuş) fotoğrafı yayınlanmıştır. Gazete

"Rize'de Sükim Tamamen Avdet Etti" başlığının altında olayın ayrıntılarına yer vermiştir. Haberde "isyan mıntıkasındaki halkın, ellerindeki binlerce silahı

hükümete teslim ettikleri" belirtilmiştir.

İstiklal Mahkemesi yaptığı soruşturmada bu ayaklanmanın başlamasında İskilipli Atıf Hoca'nın "Frenk Mukallitliği ve Şap­ka " adlı risalesinin ve İstanbul'daki gizli bir örgütün etkili oldu­ğunu tespit etmiş ve İstanbul'da araştırma yapılması için hükü­meti uyarmıştır. Ayrıca valiliklerin de belli bölgelerde araştırma, soruşturma yapması istenmiştir. Valilikler bu doğrultuda gerekli soruşturmayı yapıp bazı şüphelileri tutuklamıştır.242

242 Aybars, age., s. 322, 323; Nedim, age., s. 350.

178

Özetlersek; ı . 1 925 Kasım sonlarında Rize'de Şapka Kanunu bahanesiyle

ve din istismarıyla bir "mürteci isyanı" çıkmıştır: isyanın çıkmasında iskilipli Atıf Hoca'nın "Frenk Mukallitliği ve Şapka" adlı risalesi; imam Şaban, Muhtar Yakup ve onun akrabası Peçeli Mehmet'in ve başka bazı hocaların kışkırt­maları, Rize Asliye Mahkeme Başkanı Hafız Osman ile kar­deşi Avukat Hulusi ve Rizeli imam Hafız Kamil'in çabaları etkili olmuştur.

2. isyanın elebaşıarından Şaban ve Yakup, kendilerine katılan eşkıyalarla birlikte Botaniye Karakolu'nu basıp 6 jandarmayı esir almıştır. (Dikkat! Karakol basıp jandarma esir alınıyor. )

3 . imam Şaban, şeriatın korunması için Rize'yi basıp yağma­lamayı, hapishaneleri boşaltmayı ve hükümet konağını ele geçirmeyi istemiş, buna karşı gelenleri öldüreceğini söyle­miştir.

4 . Sonuçta silahlı 150 kişi din ve şeriat isteğiyle Rize'yi yağma­lamak için harekete geçmiştir.

5. İstiklal Mahkemesi işte bu 150 kişinin 143'ünü yargılamış­tır . Yargılama sonunda 63 kişiyi mahkum etmiş, 80 kişi­yi ise beraat ettirmiştir. Bu 63 kişinin sadece isyanın ele­başı durumundaki 8 'ine idam cezası vermiştir. Eğer istiklal Mahkemesi'nin amacı -Cumhuriyet tarihi yalancılarının dediği gibi- gerçekten de tüm din adamlarını veya tüm Ri­zelileri cezalandırmak olsa hem mahkum edilenlerin hem de idam edilenlerin sayısı çok daha fazla olurdu.

6. istiklal Mahkemesi'nin 8 idam kararı verdiği 143 sanığın yargılanması -Cumhuriyet tarihi yalancılarının iddia ettiği gibi- bir gün değil üç gün ( 1 1 -12-13 Aralık) sürmüştür.243

7. İdam edilen 8 kişi şapka takmamak nedeniyle değil, "şapka­yı bahane edip dini kullanarak halkı hükümete karşı kışkır­tıp isyan çıkarmaktan" dolayı idam edilmiştir. (Ne şapkası? isyanın elebaşıarı karakol basıp jandarmayı esir almıştır.)

243 Nedim, age., s. 349, 350; Aybars, age., s. 322.

179

8. Dönemin basınında ( Cumhuriyet, Hakimiyet-i Milliye vb. ) veya herhangi bir resmi veya gayrıresmi belgede Rize "mür­teci isyanını" bastırmak için Hamidiye Zırhlısı'nın Rize'yi gerçekten bombaladığına ilişkin hiçbir bilgi yoktur. Ay­rıca Ergün Aybars'ın "İstiklal Mahkemeleri", Mahmut Goloğlu'nun "Devrimler ve Tepkileri", Ahmet Nedim'in "Ankara İstiklal Mahkemesi Zabıtları " ve Mete Tunçay'ın "Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Parti Yönetimi'nin Kurul­ması " adlı kitaplarında da -son ikisi Cumhuriyet dönemine eleştirel bakan çalışmalardır- bu konuda hiçbir belge, hiçbir bilgi yoktur.244 Belgelere göre Hamidiye, isyanın bastırılması süresinde Rize'de "emniyet görevi" üstlenmiştir. Bu sırada -Necip Fazıl'ın ifadesiyle- toplarını «havaya ateşlemiş", is­yancılara gözdağı vermek için birkaç «kurusıkı" atış yapmış olabilir, hepsi bu! Buradan "Rizeliler şapka takmadılar diye hükümet, Hamidiye Zırhlısı'na Rize'yi bombalattı ! " yalanı üretilmiştir. Dolayısıyla "Atma Hamidiye atma din kardeşiyiz!" türkü­

sünün doğrusu "Atma yobaz atma din kardeşiyiz! " olmalıdır!

Atatürk'ün Rİze Ziyareti "Rizeli Atatürk"

Atatürk -Rize isyanından bir yıl kadar önce- 1 7 Eylül 1 924'te eşi Latife Hanım, Yozgat milletvekili Salih (Bozok), İstanbul milletvekili HamduHah Suphi (Tanrıöver), Gaziantep milletvekili Kılıç Ali, Rize milletvekili Rauf (Benli) ile birlikte Rize'yi ziyaret etmiştir.

244 İ�in ilginç yanı, bu kitaplarda "Hamidiye Rize'yi bombaladı !" yalanı hakkın­da hiçbir belge ve bilgi olmamasına kar�ın, Ömer Aymalı adlı bir "uyanık", 12 Aralık 2013'te (http:Uwww.dunyabulteoi,oet)'te yayımlanan "Hamidiye Rize'yi Niçin Topa Tutmuştu?" ba�lıklı yazısında "Hamidiye'nin Rize'yi bom­baladığı" yalanına, Mahmut Goloğlu'nun "Devrimler ve Tepkileri" ile Mete Tunçay'ın "Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Parti Yönetimi'nin Kurulması" adlı kitaplarını kaynak olarak göstermi�tir. Yalancılığın bu kadarına da pes doğrusu!

1 80

İşin ilginç yanı Atatürk Rize ziyaretini Hamidiye Zırhlısı'yla gerçekleştirmiştir. Saat 1 8 .00'de Rize'ye varan Atatürk ve ma­hiyetindekiler büyük bir coşkuyla karşılanmıştır. Coşkuya Ha­midiye de eşlik etmiş, I I pare top atmak suretiyle Atatürk'ü se­lamlamıştır. Bu sırada Atatürk'ü sırtına alıp karaya çıkarmak isteyen bir gence Atatürk, "Bırakın ayaklarım memleketimin su­larında ıslansın!" diyerek bu isteği kibarca geri çevirmiştir. Evet! Yanlış okumadınız! Atatürk "memleketimin sularında" demiş­tir. Çünkü Atatürk, LO Nisan 1 923'te Rize Livası İdare Meclisi üyelerinden Hüseyin Bey ile arkadaşlarına gönderdiği bir yazıyla Rizelilerin hemşerilik teklifini kabul edip Rize'nin hemşerisi 01-muştu.245

Atatürk Rize Valisi Mehmet Hurşit Bey'le hükümet konağına giderken

Atatürk Rize'deki temasları sırasında bir yıl sonraki "ir­ticai isyanın" ilk işaretleriyle de karşılaşmıştır. Valiliği ziya­ret edip Adliye'ye indiği sırada Rize Müftüsü Mehmet Hulusi Efendi (Alemdar) ve Pazar müftüleri, daha yeni kapanmış olan medreselerin yeniden açılmasını isteyen bir dilekçe vermişlerdir

245 Hakimiyet-i Milliye, 29 Nisan 1 923; Yenigün, 29 Nisan 1 923.

I S I

Atatürk'e . . . Atatürk dilekçeyi okuyup bitirdikten sonra ses to­nunu gittikçe yükselterek, "Demek okul istemiyor da medrese istiyorsunuz. Oysa bu millet okul istiyor. Şu zavallı milletin yakasını artık bırakın da vatan evladı yetişsin, yükselsin. Med­reseler asla açılmayacaktır hocam. Bunu böyle bilesiniz. Eğer, kendi şahsınızdan, kendi hayatınızdan, kendi maişetinizden endişe ediyorsanız buna imkan yoktur. Siz ibadetle meşgul olu­nuz. Böyle şeyler düşünmekte mana yoktur. Bu bir kanundur. Bu kanunu yapanlar sizden daha alimdirier," diye dilekçeyi verenleri azarlamıştır. Bu olay Atatürk'e Rize'de rejim karşıtı birtakım gizli hareketlerin olduğunu düşündürmüş, bu neden­le Rize'den ayrılıp Giresun'a giderken yolda Başbakan İsmet Paşa'ya şifreli bir tel çekerek hükümeti uyarmıştır.246

Atatürk Rize'ye gelişi sırasında trafiğe açılan caddeye Ata­türk Caddesi adının verilmesine karşı çıkarak, caddenin adının Cumhuriyet Caddesi olmasını istemiştir.

Atatürk geceyi Rize Kuvayı Milliye Reisi Mataracı Mehmet Efendi'nin evinde geçirmiştir. Mehmet Efendi, Atatürk'e bir kal­pak hediye etmiştir. Atatürk de İstanbul'a dönünce o kalpak­la çektirdiği bir imzalı fotoğrafını Mataracı Mehmet Efendi'ye göndermiştir.

Atatürk, kendi elyazısıyla Rize Müdafaa-i Hukuk Cemiye­ti'ne gönderdiği telgrafında Rizelilerin Kurtuluş Savaşı'ndaki kahramanlığından şöyle söz etmiştir:

"Öteden beri herkesin yakından bildiği kahramanlıklarıyla kendilerini tanıtmış olan Lazistan ahalisinin ülkenin kurtuluşu için azim ve üstün gayretlerini takdir ederiz. "247

246 Atatürk şifreli telinde şöyle demiştir: "Bugün Rize'den ayrılışım sırasında Rize ve Atina (Pazar) müftülerinin temsil ettiği bir hoca heyeti, kapattırılan med­reselerin açılmasını teklif ettiler. İstidayı tetkikten sonra çok kızdım, yüksek bir sesle kendilerini azarladım ve memleketin, milletin şimdiye kadar felaketi sebeplerinin kendileri olduğuna işaret ettim. 'Mektep istemiyorsunuz! Halbuki millet onu istiyor. Bırakınız artık bu zavallı millet, bu evMd-1 memleket yetiş­sin. Medreseler açılmayacaktır. Millete mektep lazımdır' diye bağırdım. "

247 Atatürk'ün Rize ziyaretinin ayrıntıları için bkz. Dursun Kazmaz, "Atatürk 'ün Rize'ye Gelişi", Rize Haber Dergisi, Yıl 1 , S. 7, İstanbul, 1 983, s. 4, 5; Mehmet Önder, Atatürk'ün Yurt Gezileri, Ankara, 1 975; Nuri Onat, Mustafa Kemal

1 82

Şimdi düşünebiliyor musunuz? 1 923'te Rize'nin hemşerisi olan, 1 924'te Hamidiye ile Ri­

ze'yi ziyaret eden, Rize'de Mataracı Mehmet Efendi'yle dostluk kuran, Rizelilerin Kurtuluş Savaşı sırasındaki kahramanı ıkı arın­dan övgüyle söz eden Atatürk'ü -1925'te Hamidiye'ye Rize'yi bombalattı yalanıyla- "Rize düşmanı" gibi göstermek en hafif tabirle şark kurnazlığıdır.

Bu arada Atatürk'ü Rize'ye getiren Hamidiye Zırhlısı Atatürk'ün Rize'ye gelişini selamlamak için 21 pare top atmıştır. Sanırım Cumhuriyet tarihi yalancılarının bu bilgiden haberleri yok! Eğer bu bilgiden haberdar olsalardı hiç zaman kaybetme­den, "Atatürk 1924'teki Rize ziyaretinde Hamidiye'ye Rize'yi bombalattı ! " yalanını da üretebilirlerdi. Bunu gören bir uyanık Rizeli de "Atma Hamidiye atma Atatürk de Rizeli! ", "Atma Ha­midiye atma Atatürk de Rize'de!" diye bir türkü uydurabilirdi!

Sanırım eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmüş gibi oldum!

Cumhuriyet'in Rizesi

Atatürk Cumhuriyeti'nin temel politakalarından biri, Sel­çukluIardan beri adeta kaderine terk edilen Anadolu'yu bir an önce kalkındırmaktır. Bu nedenle Anadolu'nun kalbini; Ankara'yı Cumhuriyet'e başkent olarak seçmiştir. Atatürk Cumhuriyeti'nin Anadolu merkezli kalkınma projesinde Rize'nin de çok özel bir yeri vardır. Cumhuriyet, kıt olanaklarına rağmen Doğu Karadeniz'in bu güzel kentini kalkındırmak için elinden geleni yapmıştır.

Başbakan İsmet İnönü, 1 935 yılında Doğu illerini gezerek bir rapor hazırlayıp Atatürk'e sunmuştur. İnönü'nün ziyaret et­tiği illerden biri de Rize' dir.

İnönü'nün raporundan okuyalım: "Rize temiz, şirin bir kasabadtr. Son zamanlarda portakal,

mandalina yetiştirmekle biraz geçim bulmuşlar. Şimdi bir ümit-

Paşa'nın Sonbahar Gezileri, İstanbul, 1 984; fatih Sultan Kar, Evvel Zaman İçinde Rize, İstanbul, 2010.

1 83

leri de çaydır. Ziraat İstasyon Müdürü çay için çok hevesli ve teşvikçidir.

Rize'ye geçim bulmak, Karadeniz'in diğer kalabalık vila­yetleri gibi başlıca meselelerdendir. Yunus balıkçılığı, yani balık yağı ve köselesi Rize, Trabzon ve Giresun için ümit mevzuudur.

Rize' de fasulye, balmumu, narenciye, fındık, ceviz, çay kıy­metli mevzular sayılır. çay fabrikası istiyorlar. Fakat bugün elde bu fabrikayı idare edecek mahsul yoktur. ( . . . ) çay kültürünü ilerletebilirsek bizim için değeri fazla olur. Rize' de mühim bir mevzu keten bezidir. ( . . . ) Keten dokumasında saha almak mem­leket için mühim bir kazanç olacaktır. ( . . . j"

İnönü'nün raporundaki şu ayrıntı da dikkat çekicidir: "Bazı köylülerin terbiye ve saygı ile 'Bize çalışacak iş bulunuz!' deme­leri ve yalnız bunu söylemek için ayağa kalkmaları çok dikkati­mi çekti. " 248

Bugün Rize'nin temel geçim kaynağı durumundaki çayı Rize'ye Cumhuriyet getirmiştir. Evet! Yanlış okumadınız! çay Rize'ye Cumhuriyet'in bir armağanıdır. 1930'larda Zihni Derin, Cumhuriyet hükümetinin katkıları ve teşvikleriyle Rize'de çay üretimini başlatmıştır.

1924'te "Rize Vilayetiyle Borçka Kazasında (şimdi Artvin'e bağlı) Fındık, Portakal, Limon, Mandalina ve çay Yetiştirilme­si Hakkında Kanun" kabul edilmiştir.249

1 938'de Rize çay Fidanlığı'nı daha da geliştirmek için 2 memur, masrafları devlet tarafından ödenerek Rusya'ya gönde­rilmiştir.250

27 Mart 1940'ta da 3788 sayılı "çay Kanunu" çıkarılmış­tıryı Kanunun 4. maddesine göre "Ziraat Vektıleti çay bahçesi kuracak olanlara" çay tohumu veya fidanını, kimyevi gübre ve yeşil gübre tohumunu fidan dikiminden itibaren beş sene parasız

248 Saygı Öztürk, İsmet Paşa'nın Kürt Raporu, İstanbul, 2007, s. 47, 48. 249 Resmi Gazete, 21 Şubat 1 924, S. 59. 250 Başbakanhk Cumhuriyet Arşivi (BCA) Tarih: 26 Ekim 1 938, S. 9776, Dosya:

238-465, Fon Kodu: 30. 1 8 . 1 .2, Yer No. 85.91 . 1 1 . 2 5 1 Resmi Gazete, 2 Nisan 1 940, S . 4474.

1 84

verecektir. Ayrıca çay bahçesi sahiplerine birer sene ara ile üç defa 20'şer liraya kadar faizsiz kredi verilecektir. 7. maddeye göre devlete ait olan toprak ve çalılık gibi yerlerde çay tarımı yapmak isteyenlere 5 dekarı geçmemek üzere -topraksız ya da az toprağı olanlar tercih edilerek- çay tarımı yapma izni verile­cektir. Bu şekilde oluşturulan çay bahçeleri buraları oluşturan­lara bedelsiz olarak verilecektir. 10. maddeye göre Devlet Ziraat İşletmeleri Kurumu "çay yapraklannı tespit edilen bedel ile almaya mecburdur" . 12. maddeye göre dışarıdan getirilecek çay tohumu gümrük vergisinden, 8 yıl arazi vergisinden ve diğer bazı vergilerden muaf tutulacaktır.

1940'larda Cumhuriyet hükümetinin Rize'de kurduğu çay atölyeleri daha sonra Rize çay Fabrikası'na dönüşmüştür.

1 944'te "çay ziraatı ve sanayiine dair incelemelerde bu­lunmak üzere Rize çay Atelyeleri Müdürü Asım Zihnioğlu 'na 2/9390 sayılı karar gereğince yevmiye verilerek" Hindistan'a gönderilmiştir.252

Atatürk Cumhuriyeti, tüm Türkiye'de olduğu gibi Rize'de halkın sanat ve sporla ilgilenmesi için de çok büyük çaba harca­mıştır. Özeııikle 1930'larda Rize Halkevi, Rize halkının her ba­kımdan kendini geliştirip bilinçlenmesinde etkili olmuştur. Rize Halkevi'nin açtığı kurslar, verdiği konferansıar, gerçekleştirdiği temsiııer, açtığı resim ve fotoğraf sergileriyle Rize'nin kültür sa­nat hayatı hiçbir dönemde olmadığı kadar canlanmıştır. Cumhu­riyet Arşivi'ndeki belgelere göre Rize Halkevi'nin radyo, sinema makinesi ve film talepleri hükümet tarafından derhal karşılan­mıştır.

Cumhuriyet hükümetleri kıt olanaklarına karşın Rize'ye her türlü yardımı yapmıştır.

İşte birkaç örnek: 1925'te "Savaşlardan dolayı harap olan Rize ilinin tamiri

için ödenek tahsisine" karar verilmiştir. 253

252 DCA, Tarih: 28 Şubat 1944, S. 474, Dosya: 49-41, Fon Kodu: 30. 18 . 1 .2, Yer No: 104.1 3.19.

253 DCA, Tarih, 1 3 Ocak 1 925, S. 1 387, Dosya: 137-64, Fon Kodu: 30. 18 . 1 . 1 , Yer

185

1 925'te Rize'de çığdan zarar görenlere para yardımı yapıl­mıştır.254

1 929' da "Trabzon ve Rize'ye bağlı çeşitli köylerdeki ku­raklık sebebiyle muhtaçlara yardım" yapılmıştır. w

1 930'da Rize'de selden zarar görenlere arazi dağıtılmıştır.256 5 Ağustos 1939 tarihli bir belgeye göre " Rize-İspir yolu için

şose ve köprülere yardım faslından 5000 liranın Rize iline yar­dım olarak verilmesi" kararlaştırılmıştır.257

1 Mayıs 1 932 tarihli bir belgeye göre "Rize Fidanlığı için 60 kg sitras trifalyata tohumu satın alınmasına" karar verilmiştir.258

Genç Cumhuriyet, Rizelilerin çağdaş biçimde giyinmeleri için de gereken yardımı yapmıştır: Örneğin 1 939'da, "Rize hal­kının medeni bir şekilde giyinmesi için" Sümerbank tarafından Rize'ye "elbiseler ve mantolar" gönderilmiştir.259

Uzatmayalım! Gerçek şu: Atatürk ve İnönü dönemlerinde Cumhuriyet hü­

kümetleri eldeki olanaklar doğrultusunda Türkiye'nin diğer il­leri gibi Rize'nin kalkınması için de çaba harcamıştır. Rize'nin şapka isyanı nedeniyle "cezalı olduğu" da kocaman bir Cumhu­riyet tarihi yalanıdır.

"Hamidiye Rize'yi bombaladı ! " yalanını dillerine dolayan Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarından bu gerçekleri hiç duya­mazsınız.

No: 1 2.68. 1 7. 254 BCA, Tarih: 1 1 Şubat 1 925, S. 1 53 1 , Dosya: 99- 13, Fon Kodu: 30. 1 8 . 1 . 1 , Yer

No: 1 2-76. 1 . 255 BCA, Tarih: 2 7 Haziran 1 929, Dosya:99D4, Fon Kodu:30.1O.0.0, Yer No.

1 20.858.4. 256 BCA, Tarih: 29 Temmuz 1 930, Sayı: 9777, Dosya: 99-30, Fon Kodu: 30. 12 . 1 .2,

Yer No: 13 .53.1 .2. 257 BCA, Tarih: 5 Ağustos 1 938, Sayı: 1 1 695, Fon Kodu: 30. 1 8,1 .2, Yer No:

88.77, 20. 258 BCA, 1 Mayıs 1 932, Sayı: 1 2773, Dosya: 2 1 7- 1 8, Fon Kodu: 30. 1 8.1 .2, Yer

No. 28.35.10. 259 BCA, Tarih: 1 3 Temmuz 1 939, Dosya: 7456, Fon Kodu: 30.10.0.0, Yer No:

67.447, 5.

1 86

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları yıllarca yalanlarla, if­tiralarla Rizelileri Atatürk'e ve Cumhuriyet'e düşman etmeye çalışmıştır. Doğrusunu söylemek gerekirse yıllardır devam eden bu çirkin kampanyadan çok insan etkilenmiştir. Öyle ki 2015 yılında AKP'li Rize Belediyesi Rize'de Atatürk heykelini kaldırıp yerine bir çay bardağı koymayı düşünmüş, kamuoyundan gelen yoğun eleştiriler üzerine "Atatürk mü çay bardağı mı? " diye hal­ka sormaya karar vermiştir.

Tarih bu namussuzluğu unutmayacaktır.

187

YALAN 7

i S MET i NÖNÜ VE HARF D EVRi M i

«İnönü Hatıralar'ında, <Harf Devrimi'ni Dinin Etkisini Azaltmak İçin Yaptık,' Demiştir!"

Uyduruk Bir Belge

Son zamanlardaki en ilginç ve en komik Cumhuriyet tarihi yalanlarından biri İsmet İnönü'nün anıları üzerinden söylenmek­tedir. İnternette, özellikle sosyal medyada çığ gibi büyüyen bir id­diaya göre güya İsmet İnönü " Hatırafar"ında, «Harf Devrimi'ni dinin etkisini azaltmak için yaptık!" demiştir.

Söz konusu iddianın belgesi diye internette -kes yapıştır­dolaşan metin ve görsel şudur:

"Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı okuma yazmanın yaygınlaşmasını sağlama değildir. Devrimin temel gayelerinden biri yeni ne­siltere geçmişin kapılannı kapamak, Arap-isıam dünyası Ile bağlan koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı. Yeni nesiller, eski yazıyı öğrenemeyecekler. yenı yazı Ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak. dlnin toplum üzerin· deki etkisi azalacaktı . ff

ıSmet lnönu, Hatıralar C.2 sf. 223

Internette dolaştırılan sahte belge

189

Bu yalan öylesine yayılmıştır ki, örneğin 2014 yılında Habertürk'te Eğitim-Bir-Sen Başkanı Ahmet Gündoğdu, İsmet İnönü'ye ait olduğu iddia edilen yukarıdaki metin üzerinden Harf Devrimi'ne ve Atatürk'e saldırabilmiştir.260

Hangi uyanık Atatürk ve Cumhuriyet düşmanının hazırladı­ğını bilmediğimiz bu sahte belge bazı internet sitelerinde -daha inandırıcı olsun diye- eski sarı bir kitap sayfasına benzetilmiş­tir. Görselin sağ üst köşesine ciddi ve çağdaş giyimli bir İnönü fotoğrafı konulmuş, bu sözlerin İnönü'den alıntılandığı kanısını uyandırmak için metin tırnak içinde verilmiş ve metnin sağ alt köşesinde ise, bu bilginin kaynağı açıklanmıştır. Kaynağın cildi, hatta sayfası verilerek de inandırıcılık artırılmaya çalışılmıştır. Bu sahte belgeyi hazırlayanların öncelikli hedefi hiç şüphesiz sorgulamadan inanan insanlardır ve Türkiye maalesef sorgula­madan inananlar cennetidir. Sonuçta bu basit sahte belgeye bile onbinlerce insan inanmıştır. Üzülerek söylüyorum ki, bu sahte belgeye inanan onbinler, derin bir bilgisizlik ve cehalet içindedir. Çünkü az çok tarih, biraz mantık bilen ve düşünen herkes bu belgenin sahte olduğunu kolayca görecektir.

Şöyle ki: Sahte belgede yer alan metnin yumuşak karnı, «Harf devrimi

ile ( . . . ) din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmaya­cak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı" cümlesidir. Birin­cisi, Harf Devrimi Arap harfleriyle yazmayı yasaklamıştır, okumayı değil. . . Arap harfleriyle okuma bilenler -ki bu o zamanki toplumun yüzde Tsi kadardır- Arap harfleriyle yazılmış diğer eski kitaplar gibi dini kitapları da okuyabilmişlerdir. Harf Devrimi'nden önce toplumun yüzde 93'ü zaten Arap harfleriyle yazılan metinleri, ki­tapları okuyamamaktadır. Ayrıca din kitaplarını, özellikle Kur'an'ı Arap harfleriyle okumak da yetmez; Kur'an'ı anlamak için Arapça da bilmek gerekecektir. Ancak o günlerde Osmanlı'da Arapça bilen insan sayısı yüzde 1 -2 bile değildir. İkincisi, Harf Devrimi'yle Arap harfleri yerine Latin kökenli yeni Türk harflerini kabul eden Ata-

260 Gündoğdu'nun bu yalanı kendi sendikasının sitesinde de tekrarlanmaktadır: (QP: timbirsen.o[g.trlmanset-habederilhalkin-terciblerine-sa,:ıP-gosteren-bir-qitim­sistemi-isti,:oruz-a942) Habertürk'teki o programın konuklarından biri olan ga­zeteci Orhan Bursalı bir hafta sonra köşesinde bu yalana cevap vermiştir. (Orhan Bursalı, "Ekranda ınönü Üzerine Bir Yalan", Cumhuriyet, 14 Aralık 2014).

190

türk Cumhuriyeti, halk anlasın diye İslam dininin temel kaynakları­nı; Kur'an'ı, hadisleri, hutbeleri ve hatta ezanı hem Türkçeleştirmiş hem de yeni Türk harfleriyle yazmıştır. Yani Harf Devrimi'ni yapan Atatürk, din eserlerini eski yazıyla yazılmış olarak bıraksaydı o za­man Harf Devrimi'nin dinin etkisini azaltmak için yapıldığı söy­lenebilirdi. Bu basit analizi yapan herkes, İsmet İnönü'nün böyle saçma sapan bir açıklama yapmayacağını görecektir. Bu mantıki şüphenin etkisiyle de İsmet İnönü'nün "Hatıralar"ına bakacaktır.

Ancak şüphe duymak, sorgulamak ve gerçeğe ulaşmak akıl­cı insanların işidir.

İnönü'nün Hatıralanndaki Gerçek

Şimdi gelin gerçek belgeyi görelim: Sahte belgeciler, İsmet İnönü'nün "Hatıralar"ının 2. cildinin 223'üncü sayfasındaki şu cümlelerini çarpıtmışlardır:

"Harf İnkılabı bir okuma yazma kolaylığına bağlanamaz. Okuma yazma kolaylığı Enver Paşa'yı tahrik eden sebeptir. Ama Harf İnkılabı'nın bizde tesiri ve büyük faydası, kültür değişmesini kolaylaştımıasıdır. İster istemez Arap kültüründen koptuk . . . '>261

Harp Ink.lab. bır okuma yazma kOıayllQına baQlanamaz. Okuma yoz· ma kolayllO' Enver POfOV' tahrtk eden sebeptır. Ama, harf Inkılabının bIZde tesırı ve bOyük faydası, kOltOr deOlşmeslnl kalayla,lırma8Idır. Iııer Istemez Arap kOitOrOnden kaptuk. Arap kOltürOnOn ve Arap dilinin t"ırt hakkında. yenı nesiller bizim kadar fikir edlnemezlor, Bır mlllOl olarak söylemek Isterim: Benim çOCukluOumda kOltOr sahibi adamlar, TOrk dili. nın kllayetslzll(jlnden. ek8lkliOlnden meyu9 olarak bahsederlerdi ve bu. nun ıçın cemiyet ıçınde hem TOrk diye bır millet olarak Araplan aynhOI �aldırmalıyıdık, hem de eaOlam bır dile kavu,mak makllOdıyla Arapçayı kabul eımellydlk, derlerdi. Vanl vaktiyle devleti kurarken ve TOrk dilini yaparken Arap dil ini kabul etmek doOru olacaktı. görü,OnO hararetle 110' vunurlardı.

Anadolu'da Ilk TOrk devletini kuronlann hepsi TOrk beyl alarak dev. let başına gecmlşler ve m ıllı hususiyetlerini muhafaza etmi,lerdlr. Sonra Osmanlılar devrinde, edeblvot vesll9lllylo dil Ihtivacı genl,ledlkQe lIOnatı Arap diLi üzerınde Işlemek hevesi milli kOitürü ıoyıllatmı,tır. Bizim devri. mizde latin harflerine geçmek TOrk dilini ve mıllı kOltOrü kurtarmak 100n

esaslı bır etken olmul'tur. Şımdı ' bütOn sapmalara ra�men, vazıyı venl harflerle oorenml, olan­

lar eekl harflere dönemezler. Kuran kumuna gidenler IQln de böyledir.

223

İsmet İnönü, HatITalaT, C 2, Ankara, 1 992, s. 223.

26 1 İsmet İnönü, Hatıralar, C 2, 2. bas., Ankara, 1 992, s. 223; İsmet İnönü, Han­ralar, (tek cilt), 3. bas., Ankara, 2009, s. 485.

191

ısmet İnönü, "Hatıralar"ındaki bu cümlelerinin benzerini Abdi İpekçi'ye verdiği röportajda da tekrarlamıştır:

"Harf inkılabı yalnız milleti okuyup yazdınr hale getirmek için vasıta kolaylığı değildir. Aynı zamanda kültür istikameti­dir. En mühim yeri orasıdır. Bunun için tesirleri iyi olmuştur ve neticeleri daha büyük olacaktır. '>262

İnönü, "Hatıralar"ındaki bu cümlelerin benzerini 9 Ağustos 1953'te Ulus gazetesine yazdığı başyazıda da tekrarlamıştır:

''Yeni harfler, Cumhuriyet'in Batı medeniyeti cemiyeti­ni kabul etmesinin de başlıca dayancı olmuştur. Yeni harfler Türk milletini bir kültür aıeminden başka bir kültür alemine nakletmiştir . . . "263

Görüldüğü gibi İsmet İnönü'nün "Hatıralar"ında dile ge­tirdiği "Harf İnkııabının bizde tesiri ve büyük faydası, kültür değişmesini kolaylaştırmasıdır. İster istemez Arap kültüründen koptuk . . . " ifadesini sahte belgeciler, "Yeni nesillere geçmişin kapılannı kapamak", "Dinin toplum üzerindeki etkisini zayıf­latmak", "Eski yazıyla yazılmış din eserlerinin okunamaması" şeklinde çarpıtmışlardır.

Sahteciler, İsmet İnönü'nün hatıralarında, -hatta Abdi İpek­çiye verdiği röportaj ında ve Ulus gazetesine yazdığı yazıda- ol­mayan cümleleri varmış gibi göstermişler, açıkça yalan söyleyip kamuoyunu kandırmışlardır.

İsmet İnönü ve Harf Devrimi

Atatürk'ün diğer silah arkadaşları gibi maalesef İsmet İnönü de önceleri Harf Devrimi'ne karşı çıkmıştır. Sadece İsmet İnö­nü değil, dönemin neredeyse önde gelen bütün aydınları Harf Devrimi'ne karşıdır. Öyle ki, 1926 yılında Akşam gazetesinin Harf Devrimi'yle ilgili anketine verilen yanıtlarda sadece 3 kişi (Dr. Abdullah Cevdet, Mustafa Hamit, Rafet Avni) Latin harf-

262 Abdi İpekçi, İnönü Atatürk'ü Anlatıyor, Kasım 1 997, s. 50. 263 Şerafettin Turan, İsmet İnönü, Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği, 2. bas., Ankara,

2003, s. 1 7 1 .

192

lerini savunmuş, geri kalan 1 3 kişi karşı çıkmıştır:264 1923 İz­mir İktisat Kongresi'nde İzmirli işçi delegelerden Nazmi ve iki arkadaşı Latin harflerinin kabulü için bir önerge vermiş, fakat kongre başkanı Kazım Karabekir Paşa bu önerge ye şiddetle kar­şı çıkmıştır.265 Karabekir, Hakimiyet-i Milliye gazetesine verdi­ği derneçte Latin harfleri kabul edilecek olursa, "Derhal bütün Avrupa'nın eline güzel bir silah verilmiş olacak, bunlar alem-i İslam'a karşı diyeceklerdir ki, Türkler ecnebi yazısını kabul et­mişler ve Hıristiyan olmuşlardır. İşte düşmanlarımızın çalıştığı şeytanatkarane (şeytanca) fikir budur, " demiştir.266 Her yeniliğe "Aman Bolşevik oluruz !" , "Aman Hıristiyan oluruz! " diye bu­run kıvıran Karabekir, Harf Devrimi'ne de "Hıristiyan oluruz! " diye karşı çıkmıştır.

İsmet İnönü "Hatıralar"ında, başlangıçta Harf Devrimi'ne neden karşı çıktığını şöyle açıklamıştır:

"Harf İnkıfiıbı 1 928'de ilan oldu. Atatürk, bir iki seneden beri bunu düşünüyordu. Vakit vakit bana açmıştı. Ben önce buna mukavemet ettim (karşı çıktım). "267 İnönü, Enver Paşa'nın i. Dünya Savaşı'ndan önceki "yeni yazı" denemesinin başarı­sızlıkla sonuçlanmasından dolayı Harf Devrimi'nin de başarısız olacağını düşünerek bu devrime karşı çıktığını belirtmiştir:

"Şimdi ben bu macerayı biliyorum. Harf İnkılabı ilan edilme­den iki sene evvel Atatürk 'e söyledim: 'Bu kolay iş değildir. Sen harp zamanı karargahta çalıştın mı?' dedim. 'Hayır, ' dedi. "Ben bilirim, ' dedim. 'Bunu tecrübe ettim. Bütün devlet muamelatı, her şey bozulacak. Herkes iki yazı kullanacak, bir de asıl işidir, kıymet­li işidir diye eski harfleri kullanacak. Başa çıkamayız, iyi düşün. '

Atatürk'e bunları söyledim ve benim ikazım cesaretini kır­dı. Harf inkılabını iki sene sürükledi. Resmi beyanlarında, gu­rupta, partide yaptığı konuşmalarda yeni harfleri düşünüyoruz, diyordu. Fakat başlamıyordu. Nihayet Harf inkılabını emrivaki

264 Sami N. Özerdim, Yazı Devriminin Öyküsü, Ağustos 1 998, s. 1 8, 1 9. 265 age., s. 1 8 . 266 M . Şakir Ülkütaşır, Atatürk v e Harf Devrimi, Mart 1 998, s . 42. 267 İnönü, Hatıralar, 3. bas., Ankara 2009, s. 483.

193

halinde ilan etmeden önce kendisine şöyle dedim: 'Bunu istiyor­sunuz, yapacaksınız. Fakat tatbik etmeyeceksiniz. ' 'Kim?' dedi. 'Siz, ' dedim. 'Başta siz olmak üzere hiçbiriniz tatbik etmeyecek­siniz. Büyük bir inkılap hareketi yapacağız. Bir inkılap yapıldığı zaman bunu tatbik etme mevkiinde bulunanların kararlarındaki inanç, ciddiyet ve sebat hakkında hiçbir şüphe olmamalı. Evvela biz, bunun birinci derecede tatbikçisi olmalıyız, riayet etmeliyiz. '

Atatürk söz verdi: 'Tatbik edeceğiz, ben başta olmak üzere hepimiz tatbik edeceğiz. "268

İnönü şöyle deve m ediyor: "Bütün bu anlattığım güçlükleri düşünerek, bilhassa yetişmiş insanların yazı ile münasebetlerinin bozulacağından ve cemiyette kültür hayatının kötürüm olaca­ğından endişeliydim. İki harf kullanacağız ve yeni yazıyla tek harfli bir cemiyet hayatına geçiş için son derece uzun bir intikal devri olacak. Bu endişeyi duyuyordum. 'Yapamazsınız; siz yapa­mayacaksınız, başkası hiç yapamaz!' derken, bana işin aslından gelen bir endişe havası hakimdi. "269

İnönü daha sonra, aslında "Harf inkılabına taraftar" oldu­ğunu, ancak yukarıdaki nedenlerle "mukavemet" gösterdiğini belirtmiştir. Gösterdiği "mukavemeti" Atatürk'ün "samimi ola­rak karşıladığını" ifade etmiştir po

1925'te ödeneği bütçeye konulan Yeni Yazıyı Araştırma Kurulu'nun üç yıl sonra toplanabilmesinin nedeni Başbakan İs­met (İnönü)'nün Harf Devrimi karşıtlığı ve buna direnmesidir. Harf Devrimi'ne inanıp savunan az sayıdaki aydından biri de Ahmet Cevat Emre'dir. Atatürk, Emre'nin "Gereksindiğimiz Dil Devrimi" adlı tezini İnönü'ye tam 7 saat okuyup tartışmış ve İnönü'yü ancak o şekilde ikna etmeyi başarmıştır.271

Şimdi düşünebiliyor musunuz? Kimilerinin iddia ettiği gibi Atatürk devrimleri gerçekten "tepeden inmeci", zorla yapılan devrimler olsa ve yine kimilerinin iddia ettiği gibi Atatürk gerçek-

268 age., s. 483, 484. 269 age., s. 484, 485. 270 age., s. 485. 271 Şükrü Galip Erker, Türk Kültür Devrimi ve Karşı Devrim, Ankara, 1 976, s. 80.

194

ten bir "diktatör" olsa, hiç İsmet İnönü'yü ikna etmek için Harf Devrimi gibi çok önemli bir devrimi en az 2 yıl erteler miydi?

Kazım Karabekir'in, İsmet İnönü'nün ve neredeyse tüm ay­dınların karşı çıktığı Harf Devrimi, hiç tartışmasız Atatürk'ün eseridir: 3 Ağustos 1928 tarihli Milliyet'ten okuyalım: "Gazi, geçenlerde yeni harflerin kabul ve tatbikinden bahsedilirken et­rafında bulunanlara şöyle dedi: 'Büyük T aaarnz' a karar verdi­ğim zaman İsmet Paşa'ya, 'göreceksiniz neler olacak' demiştim. Şimdi size söyıüyornm. Göreceksiniz neler olacak."272

İsmet İnönü ikna edildikten sonrası çorap söküğü gibi gel­miştir:

8 Mart 1 928'de Başbakan İsmet (İnönü), Türk Ocağı Hars Heyeti'nde Latin yazısı konusunda bir danışma toplantısı yap­mıştır.l73

23 Mayıs I928'de yeni yazıyı incelemek için bir Dil Heyeti! Encümeni kurulmasına karar verilmiştir. İsmet (İnönü), bu heye­tin 1 7- 19 Temmuz toplantılarına katılarak alfabe çalışmalarını izlemiş, önerilerde bulunmuştur. Örneğin Latin esaslı yeni alfa­beye "Türk Alfabesi" adını veren odur.274

Atatürk, 1 928 yılı 8-9 Ağustos gecesi Sarayburnu'nda yeni Türk harflerini müjdeleyen bir konuşma yapmıştır. Atatürk ko­nuşmasında, "Arkadaşlar güzel dilimizi ifade etmek için yeni Türk harflerini kabul ediyoruz. Bizim güzel, ahenktar, zengin lisanımız, yeni Türk harfleriyle kendini gösterecektir. Asırlardan beri kafalarımızt demir çerçeve içinde bulunduran, anlaşılmayan ve anlamadığımtz işaretlerden kendimizi kurtarmak ve bu lüzu­mu anlamak mecburiyetindeyiz . . . " demiştir.

1 1 Ağustos 1928'de Dolmabahçe Sarayı'nda yeni Türk harf­leri konusunda ilk uygulama dersi açılmıştır. Bu ilk derse millet­vekilleri, memurlar ve gazeteciler katılmıştır. O günkü üçüncü derste konuşan İsmet (İnönü) şunları söylemiştir: "Efendiler! La­tin harfleri Türk milletinin en kati ve en derin bir ihtiyacına temas

272 Özerdim, age., s. 99. 273 age., s. 1 9. 274 age., s. 20.

195

ediyor. ( . . . ) Gazi Hazretleri böyle büyük bir mücadeleyi açarken yalnız Türk milletini ve yalnız onun irfanını ve yalnız onun kur­tulmasını düşündü. ( . . . ) Çocuk dört beş sene mektebe gider gelir. Fakat hepsi o kadar. Hiçbir şey öğrenemez. Kur'an'dan birkaç sure okur; fakat gazete yazısını söktüremez. Efendilerim! Bütün bu müşkülat Arap harfleri yüzündendir. ( . . . ) Türk milleti de niha­yet kendi harflerini bulmuştur. Dil Encümeni'nin bütün faaliyet ve dikkatini teksif ederek bulduğu bu harfler hiçbir zaman Al­man, Fransız, İngiliz alfabesine benzetilemez. Tamamen Türktür ve bütün dünya milletleri buna 'Türk Elifbası' demekte tereddüt etmeyecektir. ( . . . ) Efendiler! Maarifimizi, maarif sırasına sokmak ve milletimizi cehaletten kurtarmak için vardığımız netice budur. Tekrar ederim ki, bu alfabe Türk alfabesidir, kat'idir, ebedidir. "275

Harf Devrimi ile kabul edilen yeni harflere ya "Latin köken­li Türk harfleri" ya da "Yeni Türk harfleri" adı verilmiştir. Ata­türk ve İnönü yeni harflerden söz ederken bu iki kullanımdan birini tercih etmişlerdir.

İlginçtir! 1 1 Ağustos I 928'de Dolmabahçe Sarayı'nda top­lanan kongrede Harf Devrimi'ni başlatan önergeyi de -çok değil, daha birkaç gün önce Harf Devrimi'ne karşı çıkan- İsmet İnönü vermiştir.276

Dil Encümeni'nin hazırladığı Elifba Raporu'nu inceleyen Atatürk, 29 Ağustos I 928'de İsmet (İnönü) 'nün ve milletvekille­rinin hazır bulunduğu bir toplantıda yeni Türk harfleriyle ilgili olarak Dolmabahçe Kararlarını aldırmıştır.277

29 Ağustos I 928'de Dolmabahçe Sarayı'nda profesörler, milletvekilleri, gazeteciler, yazarlar toplanıp Atatürk'ün huzu­runda yeni harfleri konuşmuştur. Başbakan İsmet (İnönü), "Ka­bul edilen harfler Fransız harfleri değildir, Türk harfleri, Türk alfabesidir," demiş ve şunları söylemiştir: '�eni alfabe bilim­seldir ve Türk ulusunun alfabesidir. Türklerin gereksinimlerine yeter. " İnönü daha sonra i. Necmi Dilmen'e yeni harflerle şu

275 Ülkütaşır, age., s. 72. 276 age., s. 73. 277 Özerdim, age., s. 20.

1 96

kararı yazdırmıştır: "Ulusu bilgisizlikten kurtannak için kendi diline uymayan Arap harflerini bırakıp Latin esasından Türk harflerini kabul etmekten başka çare yoktur. " Bu karar oybirli­ğiyle kabul edilmiştir.278

Harf Devrimi'nden hemen önce başta Cumhurbaşkanı Atatürk olmak üzere Başbakan İsmet İnönü ve milletvekilleri yurt gezileri­ne çıkarak halka yeni harfleri anlatmıştır. Başbakan İsmet İnönü, "Bir öğretmen olarak yola çıkıyorum, " diyerek gittiği Malatya'da 1 3 Eylül 1928'de yaptığı uzun konuşmada şunları söylemiştir:

"Büyük Türk ulusu, büyük ve üstün evladı Gazi'nin önderli­ğiyle okuyup yazma bilmeyen uluslar arasından çıkmak için La­tin esasından alınmış yeni Türk harflerini kabul ettirmek kararını veriyor. Gelecekte bugünkü kuşağa övünç verecek saygıdeğer bir işe girişmiş bulunuyoruz. Bu Türk milleti içinde ayırtsız herkese yeni yazıyı öğretmek girişimidir. Bu kadar hayırlı ve güçlü bir tedbirin niçin bugüne kadar geri kaldığını geleceğin eleştiricile­rine anlatmak kolay olmayacaktır. Fakat ben onlara diyeceğim ki, insanlar göreneğe o kadar bağlıdırlar ki, görenekten ayrılıp hayırlı ve kesin bir karara varabilmek için Türk devletinin büyük Gazi gibi türlü denemeler ve tehlikeler içinde ulusun onurunun ve gücünün özü gibi yetişmiş ve devlet başkanı olduğu halde köy köy dolaşıp alfabe öğretmenliği edecek kadar çalışkan, azimli ve fedakar bir başkanın gelmesi gerekliydi. "

İnönü sözlerini şöyle bitirmiştir: "Gelecek kuşaklar, babala­rının bütün azim ve başarılarının sırrını onların gerçek ve özden cumhuriyetçi olmalarında ve özellikle cumhuriyetin kurucusu bulunan, cumhuriyetin bu yurdun bütün çocuklarına kutlu bir ülkü olarak yerleşmesi için bütün hayatını adamış olan büyük Cumhurbaşkanını güven ve sevgi ile izlemesinde arasınlar. "279

İsmet İnönü yeni harfler hakkında Anadolu'da gördükleri­ni şöyle ifade etmiştir: "Yeni yazı, Türk Alfabesi, daha doğrusu birçok yerlerde halkın kendiliğinden söylediği veçhile Gazi Al-

278 age., s. 28. 279 Özerdim, age., s. 29, 30.

197

fabesi hakkında gördüklerim beni bahtiyar etmiştir. Bu, cahil kalmaktan mütevellit bir sıkıntı içinde bunalmış büyük bir mil­letin kurtuluş hamlesidir. Emniyetle söyleyebiliriz ki, yeni yazıya geçmek, bizim ilk önce tahmin ettiğimizden inanılmaz derecede çabuk olacak, milletin hemen okuyup yazabilecek hale gelmesi ancak birkaç seneye çıkacaktır. "280

İsmet İnönü, Meclis'te süratle müzakere edilmesini tek­lif ettiği Türk Harfleri Kanun Layihası için şunları söylemiştir: «Reisicumhur Hazretlerinin işaret buyurduklan gibi Türk harf­leriyle Türk milleti yeni bir nur alemine girecektir. Biz buna samimiyetle ve vicdani bir itimatla inanıyomz. "281

Yeni Türk Alfabesi 1 Kasım 1928'de 1353 sayılı kanunla kabul edilmiştir.

Önceleri Harf Devrimi'ne karşı olan İsmet İnönü, Atatürk tarafından ikna edildikten sonra Harf Devrimi'nin Atatürk'ten sonraki iki numaralı savunucusu olmuştur. O kadar ki, Harf Devrimi'nden sonra İnönü eski yazıyı hiç kullanmamıştır:

"Harf İnkııabı oldu. Herkes bilir ki, ondan sonra ben eski yazıyı kullanmış değilim. Her İnkııabı çıktıktan sonra, şimdiye kadar eski yazıyla yazmış olduğum 20 satırı bulmaz. Yapmadım, yapamadım. Akıllılık ettim. Çünkü ilk sıkıntıya katlanmayanlar, ömürlerinin sonuna kadar yeni yazıyı kullanamadılar . . . "2S2

Sonuçta İsmet İnönü, Latin kökenli yeni Türk harflerinin kabul edilmesinin «Türk dilini ve milli kültürü kurtannak için esaslı bir etken" olduğunu belirtmiştir.283 İnönü, gazeteci Abdi İpekçi'ye verdiği röportajında da Harf Devrimi'nin Atatürk dev­rimlerinin en ileri iki devriminden biri olduğunu söylemiştir: "İnkııaplarda benim kanaatimce en ileri iki tanesi vardır: Biri Harf İnkııabı'dır, biri de kadınların cemiyete girmesi, kadın hür­riyetidir. Bu ikisini en ileri görürüm ben. "284

280 Ülkütaşır, age., s. 1 15. 281 age., s. 82. 282 İnönü, age., s. 484. 283 age., s. 485. 284 İpekçi, age., s. 49, 50.

198

İnönü, bugün (2015) yeniden Arap harflerine dönmeyi dü­şünen dün'cülere ve biz Atatürkçülere 1953 yılından şöyle bir mesaj göndermiştir:

"Harf inkıliibı muvaffak olmuştur. Geriye dönmek ve tek­rar Arap harflerini getinnek maddeten mümkün değildir. Bize bu emniyeti veren tek unsur, geçmiş olan 25 senedir. Bugün 30 yaşında olan kız ve erkek Türkler eski harfleri bilmiyorlar. ( . . . ) Yaşlılar, (Karşıdevrimciler) ( . . . ) zevklerinin veya birikmiş hiddetlerinin nöbetlerine tutulduklan zaman yeni yazı ya­nında eski yazıya da ihtiyari (seçmeli) olarak izin ve kolay­lık venneye kalkabilirler. Böyle bir irtica hareketi her zaman mümkündür. »285

İşin özü şu: Sahte belgecilerin iddia ettiği gibi -bırakın İnönü'nün " Hatıralar"ını- İnönü'nün hiçbir söylevinde veya rö­portajında "Harf Devrimi'ni dinin etkisini azaltmak için yap­tık!" şeklinde bir sözü yoktur.

285 Turan, age., s. 171 , 172.

199

YALAN 8

ATATÜ RK'Ü N MALVARll G I

"Atatürk Gayrimeşru Yollardan Çok Zengin Olmuştur!" "Atatürk 'ün Servetinin Kaynağı Açıklanamaz!"

Para ile Aldatmak

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının sürekli ısıtıp günde­me getirdikleri ahmakça yalanlardan biri de Atatürk'ün malvar­lığıyla ilgilidir.

Yalanlar şunlar: • Atatürk mal edinip zengin olma hırslısı imiş! • Vahdettin, Atatürk'e, Kurtuluş Savaşı'nı başlatsın diye

40.000 altın vermiş! • Gayrimeşru yollardan servet edinip, çok zengin olmuş; çift­

likleri ve bankası varmış! • Devletin parasını keyfi olarak zevk-ü sefa alemlerinde, hatta

kumarda harcamış! • Hint Müslümanlarının Kurtuluş Savaşı'na yardım için gön­

derdikleri parayı zimmetine geçirmiş! • Atatürk'ün serveti izah edilemez imiş!

Atatürk'ün malvarlığıyla ilgili bu tür yalanlar özellikle 2000'lerde AKP iktidarı döneminde ayyuka çıkmıştır. Son za­manlarda (2015) , tescilli Atatürk ve Cumhuriyet düşmanların­dan Kadir Mısıroğlu, Mustafa Armağan, Yavuz Bahadıroğlu ve

201

özellikle Said Alpsoy adlı biri, yandaş gazetelerde ve televizyon­larda malvarlığı üzerinden Atatürk'e saldırmıştır. İşin ilginç yanı Atatürk'ü "zengin para babası, hatta hırsız" göstermek için tari­hi gerçekleri çarpıtanlar, çok sevdikleri Recep Tayyip Erdoğan'ın 17 Aralık Operasyonu'yla ortaya çıkan "sıfırlanan paralarını", İsviçre hesaplarındaki milyon dolarlarını, Ankara'da Atatürk Orman Çiftliği'ne inşa edilen kaçak sarayını görememişlerdir!

Y obazın "Zengin Atatürk" imgesi, liboşun ve tatlı su solcu­sunun "Burjuva-jakoben/tepeden inmeci Atatürk" imgesini akla getirmektedir. Aslında bunlar birbirini tamamlamaktadır. Hal­buki gerçek anlamda halkın içinden çıkan, tırnaklarıyla kazıya­rak, ortaçağ sisteminin kalıntılarıyla ve emperyalizmle mücadele ederek yükselen, ömrü savaş meydanlarında geçen ve sonuçta bir halk devrimiyle bağımsız ve çağdaş bir devlet kuran Atatürk, ne j akobendir ne de zengin.

Burada bir algı yönetimi söz konusudur. Oluşturulmak istenen algı şudur: Beyaz Türk, jakoben, zengin, dolayısıyla halktan ko­puk Atatürk( ! ) bir tarafta; zenci Türk, fakir, dolayısıyla halk adamı Erdoğan( ! ) diğer tarafta !286 Atatürk Cumhuriyeti tasfiye edilirken Türk halkı böyle bir algı operasyonuyla aldatılmak istenmektedir.

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları aldatıcıdır. Bazen din ile, bazen tarih ile, bazen de para ile halkı aldatmaktan çekinmezler.

Parasız Devrimci Atatürk

"İnsan hürriyet vasıtası olarak servete sahip olmalıdır. Yoksa servete esir olmak için değil!"

AtatürklS7

Atatürk'ün malvarlığı konusundaki ilk yalan, azılı bir Ata­türk düşmanı olan ISO'liklerden Mevlanzade Rıfat'a aittir. Mev-

286 "Zenci Türk" ifadesini, 2015 yılında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan kendisi için kullanmıştır. ("Erdoğan: Ben Zenci Türk Olmaktan Gurur Duyu­yorum" , Yeni Akit, 24 Haziran 2015.)

287 Afet İnan, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk'ün EI Yazılan, Ankara, 1969, s. 74.

202

lanzade Rıfat, daha Atatürk Samsun'a çıkmadan önce 24 Mart 1919'da Hukuk-i Beşer adlı gazetede i. Dünya Savaşı'na katılan komutanlara -dolayısıyla Atatürk'e- İttihatçıların vagon vagon altın dağıttıklarını ileri sürmüş ve komutanlara "büyük alçak­lar ve haydut başlan . . . " diye hakaret etmiştir. Bunun üzerine Atatürk Harbiye Nezareti'ne bir dilekçeyle başvurarak bu yazıyı kaleme alan Mevlanzade Rıfat'ın cezalandırılmasını istemiştir. Atatürk, bir nüshasını da Vakit, Alemdar ve Yeni Gün gazete­lerine gönderdiği dilekçesinde "o sefil iftiracı . . . " diye hitap et­tiği Mevlanzede Rıfat'ın Türk ordusunun şerefli komutanlarına "hırsızlık" suçlamasıyla hakaret etmesine çok bozulmuştur. Bu­nun "büyük bir ahlaksızlık ve sefil bir vicdansızlık" olduğunu belirterek bu "namussuzca iftirayı ve sahibini lanetlediğini" be­lirtmiştir.m Atatürk'ün Harbiye Nezareti'ne gönderdiği şikayet dilekçesi işleme konulmadığı gibi, Mevlanzade Rıfat kendisine hakaret edildiği gerekçesiyle Atatürk'e dava açmıştır.289

Atatürk'ün malvarlığı konusundaki ikinci yalan Kurtuluş Savaşı yıllarında İstanbul'da mütareke basınınca ortaya atılmış­tır. Atatürk'ün İstanbul Divanı Harbi Örfisi'nce idama mahkum edildiği günlerde İstanbul'da İtilaf Devletlerinin parasıyla çıkan İkdam gazetesinde "Mustafa Kemal'in Ahvali Hususiyeti" başlıklı bir makalede Jurnal Deryan gazetesinin Ankara'daki muhabirinin aktardığı şu bilgilere yer verilmiştir: "Mustafa Kemal'in Ankara'da oturduğu konak Ankara eşraf ve tüccarlarından Hüseyin Bey adın­da birisinin konağıdır. Beyaz boyalı ve 12 odalı olan bu mesken haricen İstanbul civarındaki köşklere benzemektedir. Pencerelerde görülen manzara sahil/eri ağaçlarla sayeder Çubuk Suyu'nun sula­dığı kadim Ankara Ovası'na kadar imtidad etmektedir. Mavi sema üzerinde tepeleri dumanlı Elmadağ'ı görünmektedir. İşte Mustafa Kemal, her sabah şafaktan biraz sonra kalktığı zaman bu nefls pa­noramayı temaşa eylemektedir. ( . . . ) Mustafa Kemal Paşa, Trablus­garp Harbi'nde sol gözünü kaybetmiştir. Bunu halktan hiçbir kim-

288 Vakit, Yeni Gün, Alemdar gazeteleri, 25 Mart 1919. 289 Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanlan, ı . Kitap, 8. bas., İstanbul, 201 5,

s. 1 04.

203

se bilmez. ( . . . ) "290 İkdam gazetesinin bu haberine göre Atatürk, sanki Ankara'da " 12 odalı sahil manzaralı bir sarayda! " ikamet etmektedir. Üstelik bir gözü de kördür! Ancak Atatürk Ankara'da önce Ziraat Mektebi'nde sonra istasyon binasında oturmuştur. Sonra da Ankaralılar, Çankaya'da Bulgur Tevfik Efendi'nin evini 4500 liraya satın alarak Atatürk'e hediye etmişlerdir. Burası önce Kasapoğlu Agob'un eviydi. Tevfik Efendi'nin Agob Efendi'nden satın aldığı bu evi belediye de Tevfik Efendi'den satın alıp Atatürk'e hediye etmiştir.m Bu ev kendisine hediye edilmek istendiğinde evin tapusunun kendi üzerine yapılmasını kabul etmemiş, evin tapu­su ordu adına yapılınca ancak eve taşınmıştır.292 Enver Behnan Şapolyo'nun anlattığına göre Atatürk'ün ikamet ettiği «Çankaya Köşkü basit bir şekilde döşenmiştir. "

Atatürk, «Para sarf etmesini sevmez, çok muktesittir. "293 O günlerde "Ankara mebusu" olarak 100 lira maaş almaktadır.294

Gerçek şu ki, 1920'lerde Atatürk Ankara'da 12 odalı saraylar­da değil, mütevazı binalarda ikamet etmiştir, ama 2000'lerde Re­cep Tayyip Erdoğan Ankara'da «1 1 50 küsur odalı" Kaçaksaray'da ikamet etmektedir.295 Atatürk'ün bir gözünün kör olduğu da yalan­dır. Ayrıca kör olsa ne yazar?

Atatürk'le ilgili bu tür yalan haberlerin amacı, işbirlikçi İstanbul Hükümeti'nin "asi", "eşkıya" ve "din düşmanı" diye idama mahkum ettiği Atatürk'e karşı halk tepkisini artırmaktır.

Atatürk'ün kendi ifadesiyle "büyük ihtirasları " vardır, an­cak bunlar "büyük paralar elde etmek gibi maddi ihtiraslar" de­ğildir. Bir mektubunda şöyle demiştir: «Benim ihtiraslanm var, hem de pek büyükleri, fakat bu ihtiraslar yüksek makamlar iş­gal etmek ve büyük paralar elde etmek gibi maddi emellerin

290 Enver Behnan Şapolyo, Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, İstanbul, 1958, s. 415.

291 age., s. 390. 292 Yaşar Nuri Öztürk, Kur'an Penceresinden Kurtuluş Savaşı'na Bir Bakış, 4.

bas., İstanbul, 2012, s. 1 36. 293 Şapolyo, age., s. 408. 294 age., s. 391, 408. 295 "Erdoğan Kaçaksaray'dlıki Odlı Sayısını Açıkladı", Cumhuriyet, 6 Aralık 2014.

204

tatminiyle değiL. Ben bu ihtiraslann gerçekleşmesini, vatanıma büyük faydalan dokunacak, bana da liyakatle bir vazifenin canlı iç rahatlığını verecek büyük bir fikrin başansında anyo­rum. Bütün hayatımın ilkesi bu olmuştur. Ona çok genç yaşım­da sahip oldum ve son nefesime kadar da onu korumaktan geri kalmayacağım. "296

Bu mektubunda "Büyük paralar elde etmek gibi maddi emellerim yok!" diyen Atatürk, başka bir mektubunda da "Hiç­bir zaman şahsi amaçlar peşinde koşmadım, " demiştir:

" Benim bütün hayatımda, bu ana kadar takip ettiğim gaye hiçbir vakit şahsi olmamıştır. Her ne düşünmüş ve her neye te­şebbüs etmiş isem daima memleketin, milletin ve ordunun adı­na ve çıkanna olmuştur. Hiçbir zaman şahsımın sivrilmesini ve üste çıkmasını göz önüne almamışımdır. "297

Şimdi de "Aynası iştir kişinin, lafa bakılmaz" misali Ata­türk'ün parayla ilişkisine göz atalım:

Küçük yaşta yetim kalan yoksul aile çocuğu Atatürk, 57 yıllık ömrünün en az 40 yılını para sıkıntısı içinde geçirmiştir. Falih Rıfkı Atay'ın deyişiyle, "Gazi varlıksız bir aile çocuğu gibi hayli sıkıntılı bir öğrencilik ve subay hayatı geçirmişti. Aylığı hiçbir zaman masrafına yetmezdi. Biraz rahat bir hayata büyük komuta rütbelerinde kavuşabilmiştir. "m Çok hesaplı olduğu da söylenemez. Örneğin 1904 yılında 23 yaşındayken tuttuğu not defterlerinden birine hesapsızlık yüzünden parasızlık çektiğini şöyle ifade etmiştir: "Pazartesi saat 6. Bugün bütçemin hesabıma göz gezdirdim. Masrafları gelirin çok üstünde buldum. Şimdi­ye kadar para çantama girip çıkan parayı hesap etmek hatırıma bile gelmemişti. Bu hesapsızlığın kötü sonucu olmak üzere pek büyük ıstıraplar altında manen, maddeten ezildim. "299 i. Dünya Savaşı öncesinde 19 14'te Sofya'da askeri ateşeyken de parasız-

296 Sadi Borak, Öyküleriyle Atatürk'ün Özel Mektuplan, s. 68'den aktaran İsmet Görgülü, Atatürk'ün Özel Yaşamı, Uydurmalar, Saldınlar, Yanıtlar, Ankara, 2003, s. 1 08.

297 Borak, age., s. 52; Görgülü, age., s. 1 08. 298 Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Pozitif Yayınları, İstanbul, ty., s. 525. 299 A. Mithat İnan, Atatürk'ün Not Defterleri, 2. bas., Ankara, 1 998, s. 43.

205

lık çekmiştir. Aralık maaşının donanma yardımı olarak kesil­mesi üzerine Savunma Bakanlığı'na çektiği telgrafta "Sofya'ya geldiğim günden bugüne kadar ödeneklerimin düzensiz veril­mesi yüzünden her bakımdan büyük zorluklar içinde kaldım ve birbiri üzerine yığılan ikamet, beslenme vesaire masraf/arını 2500 kuruşla kapatma imkanı yoktur, " diyerek yaşadığı para sıkıntısından söz etmiştir.30o Atatürk o günlerde Sofya'dan İtti­hat ve Terakki'nin etkili isimlerinden Cemal Paşa'ya yazdığı bir mektupta da aylığının zamanında gelmediğini, Fethi Bey (Ok­yar) sayesinde karnını doyurduğunu, annesi ve kız kardeşinin Selanik'te parasızlıktan dolayı "çırpındıklarını", terzinin parası­nı bile ödeyemediğini ve bir yakınının "İstanbul'da sefil bir halde süründüğünü " yazmıştır. 301

Atatürk hayatındaki en büyük para sıkıntısını Kurtuluş Savaşı yıllarında yaşamıştır. 19 Mayıs 1 9 19'da Samsun'a çı­karken kendisine Dahiliye Nezareti ödeneğinden 1000 lira ile 23 karargah mensubunun 3 aylık maaşları, yollukları ve yüz­de 50 zam verilmiştir.302 Ayrıca bazı kaynaklarda değişik ihti­yaçlar için de 25 bin lira verildiği iddia edilmiştir.303 (Atatürk'e bu parayı verip onu Anadolu'ya gönderen Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit'in ondan bekledikleri -İngilizlerin is­teği doğrultusunda- halkın elindeki silahları toplayıp, şuraları dağıtıp Anadolu'daki direniş hareketlerini sona erdirmesiydi. Fakat Atatürk, kendisine verilen görevin tam tersine hareket edince, önce İstanbul'a geri çağrılmış, sonra görevden alınmış, sonra da idamına karar verilmiştir) . 1 9 19'da Atatürk'e ve 23 kişilik karargahına 1000 lira (bazı kaynaklara göre ayrıca 25 bin lira) verip Anadolu'ya gönderenler, 1920'de Sadrazam Da-

300 Atatürk'ün Bütün Eserleri, C 1, s. 1 8 1 . 301 Murat Bardakçı, "Mustafa Kemal'in Mektuplarında Sözünü Ettiği Meçhul Ak­

rabalar", Hürriyet, 7 Ağustos 2005, s. 27. 302 Özakman, Vahdettin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele, s. 279; Sabahattin

Selek, Anadolu ihtilali, l I . bas., istanbul 2004, s. 1 37; Tayyip Gökbilgin, Milli Mücadele Başlarken, C 1 , Ankara, 1 959, s. 84.

303 Selek, age., s. 137, Ancak bu 25 bin lira iddiası da henüz belgelenememiştir. Özakman, age., s. 28 1 .

206

mat Ferit'e ve birkaç kişilik heyetine 70 bin lira verip Paris Barış Konferansı'na göndermişlerdir.304 Vahdettin'in, Samsun'a giden Atatürk'e 40 bin altın verdiği yalanını ise hem matematik bilimi hem de Atatürk'ün özellikle Kurtuluş Savaşı'nın hazırlık aşa­masında çektiği maddi sıkıntılar çürütmüştür. Rahmetli Turgut Özakman, " Vahdettin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele" adlı eserinde bu akıl ve mantıkdışı komik yalanı yerle bir etmiştir.30s Bu arada Padişah Vahdettin ve Sadrazam Damat Ferit, Ata­türk Anadolu'ya geçip de kendisine verilen görevin tam tersine halkı direnişe çağırıp Milli Hareket'i alevlendirince Atatürk'ü yok edip Milli Hareket'e son vermek için kurdukları Kuvay-ı İnzibatiye'ye tamı tamına 1 .250.850 lira ödenek ayırmışlardır.306 İşin daha da iğrenç tarafı şu: 1 3 Mayıs 1920 tarihinde Peyam-ı Sabah gazetesinde "Mustafa Kemal ve Arkadaşlarının İdamı" başlığıyla Divan-ı Örfi Riyaseti'nin idam kararı yayımlanmıştır. Bu idam karar metninin sonunda Atatürk'ün "mallannın da haczedilmesine" karar verildiği belirtilmiştir. 307

Atatürk ve Temsil Heyeti Sivas'tan Ankara'ya hareket eder­ken tam anlamıyla "yoksulluk" içindedir. Mazhar Müfit Kansu bu yoksulluğu "Bütün paramız, yol için 20 yumurta, bir okka peynir ve 1 0 ekmeğe yettiğinden bunları aldırdık, " diye ifade etmiştir. Sabahları bir bardak çay ile bir dilim ekmek yediklerini belirtmiştir. Kansu şöyle devam etmiştir: "Ekmekçilere bile vere­cek paramız kalmamıştı . . . Benim bir kürküm vardı. Erzurumlu Nafız Bey'e müracaat ederek sattmlmasını rica ettim. Naliz Bey, 'Ocak ayı içindeyiz, ne giyeceksin?' diyerek satmamakta ısrar ettiyse de ne olursa olsun kulağıma giremezdi. Aç mı kalacaktık? Nihayet onu da sattık. Kimsede satılacak bir şey kalmadı. Paşa

304 Mahmut Kemal İnal, Son Sadrazamlar, C 4, İstanbul, 1 982, s. 2059; Özakman, age., s. 278; Tayyip Gökbilgin, Milli Mücadele Başlarken, C 2, Ankara, 1965, s. 403.

305 Bu yalana benim verdiğim yanıt için bkz. Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanla­rı, 1 . Kitap, s. 24 1 -247.

306 Engin Berber, Kurtuluş Savaşı'nda Mustafa Kemal ve Vahdenin, Ankara, 1 998, s. 75.

307 Şapolyo, age., s. 414.

207

ile bu konuda bir çare bulamayarak 'Hele sabah olsun' diyerek odalarımıza çekildik. Ankara'ya geldiğimiz zaman hemen bir hafta bizi belediye besledi. " 308

Trakya'daki Müdafaa-i Hukukçular, i. Ordu Komutanı Ca­fer Tayyar Paşa aracılığıyla Temsil Heyeti'nden para isteyince Atatürk Trakya örgütüne "Müdafaa-i Hukuk Örgütü'nün pa­rası yoktur," diyerek kendi gelir kaynaklarını kendilerinin yarat­masını istemiştir. 309

Atatürk para sıkıntısı çekilen o günlerde 3 Mayıs 1 920'de Kazım Karabekir Paşa'ya çektiği bir telgrafta, "Elde beş para bulunmadığı malum-u devletleridir. Şimdilik içeride bir kay­nak da bulunmuyor. Başka taraftan sağlanıncaya kadar Azer­baycan hükümetinden en geniş ölçüde borç alma olanağının düşünülmesini ve sağlanmasını rica ederim," demiştir. 3\0

Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'nın örgütlenme döneminde çek­tiği büyük maddi sıkıntıları daha önce başka kitaplarımda an­lattım. Bu nedenle onları tekrarlamayacağım. Ancak o günlerde yaşanan büyük para sıkıntısının aşılmasında Rauf Orbay'ın bul­duğu 1000 liranın, Kılıç Ali'nin Ali Galip Olayı'nda el koyup Atatürk'e verdiği 6000 altının, Binbaşı Süleyman Bey'in ayar­ladığı 900 liranın, Erzurum Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyele­rinin kendi aralarında toplayıp Atatürk'e verdikleri 1000 lira­nın, Sivas Osmanlı Bankası Müdüründen alınan 1000 liranın ve Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi'nin Ankara tüccarından toplayıp Atatürk'e teslim ettiği 1000 liranın etkili olduğunu hatırlatma­dan geçemeyeceğim.3l 1

Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı yıllarındaki ekonomik sıkıntı­sı özel hayatında da devam etmiştir. Örneğin, Büyük Taarruz hazırlıkları öncesinde 1 9 Haziran 1922 tarihinde yazdığı bir mektupta üç sene boyunca annesi Zübeyde Hanım'a yaptığı yar-

308 Mazhar Müfit Kansu, Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraber, C 1, Ankara 1 997, s. 449,481, 487, 506-508.

309 Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C 3, İstanbul, 1 998, s. 1 008. 310 Kazım Karabekir, İstiklat Harbimiz, 2. bas., İstanbul, 1 969, s. 658. 3 1 1 Meydan, Akl-ı Kemal, Atatürk'ün AkıUı Projeleri, özel baskı (5 cilt bir arada),

s. 521-522.

208

dımlardan dolayı Sezai Ömer Bey'e teşekkür ederek, ondan o sırada İstanbul'da bulunan "halası ve bazı akrabalarının geçim­lerini sağlayabilmeleri için " kız kardeşi Makbule Hanım'a her ay 1 00 lira verilmesini rica etmiştir. Sezai Ömer Bey, bu parayı Atatürk'ün bıraktığı 2000 liradan ödeyecektir.Jl2 Öyle bir za­man gelmiş ki annesi ve kız kardeşi işgal İstanbulu'nda tamamen parasız kalmıştır. Atatürk de onlara evdeki halıları ve kilimleri satmalarını söylemiştir.

Atatürk'ün para sıkıntısı Sakarya Savaşı öncesinde de devam etmiştir. O günlerde Çankaya'da yaver dairesinin nöbetçi çavuşu Ahmet Çavuş, bir gün Miralay İzzettin (Çalışlar) Bey'in karısının gelip Atatürk'le görüşmek istediğini, biraz sonra Polatlı'ya hare­ket edecek olan Atatürk'ün, İzzettin Çalışlar'ın karısıyla yaverlik dairesinde şöyle bir görüşme yaptığını belirtmiştir:

"Gazi hazretleri: 'Hayrola!' diye sorunca kadın elindeki mek­tubu uzatıp, iki çocuğu olduğunu, kendisine Kayseri'ye gitmek için yardımda bulunmasını istedi. Bunun üzerine Gazi hazretleri cebinden cüzdanını çıkarıp: 'Bütün param budur . . . Başka param yok hanım . . . (Üzüntüyle) eğer başka param varsa gövdeme yapış­sın' diyerek kadına bütün bir 50 liralık banknotu verdi. 'Üzülme, Allah büyüktür. İnşailah her şey düzelecek, iyi olacak, ' dedi. "313

Kurtuluş Savaşı'nın başlarında "Paramız yok! " diyenlere kendinden emin bir şekilde, "Bulunur! " diyen Atatürk, gerçek­ten de Kurtuluş Savaşı'nı başarıya ulaştıracak kadar para bul­mayı başarmıştır. Atatürk, 1 92ı 'de Tekalif-i Milli Emirleri'ni (Milli Yükümlülükleri) yayımlayarak iğneden ipliğe, çarıktan çoraba kadar ordunun tüm ihtiyaçlarını karşılamak için halktan -savaş sonrasında geri ödenmek üzere- yardım istemiştir. Milli Mücadele'nin temel gelir kaynakları halktan alınan vergiler, ba­ğışlar, yardımlar, Sovyetler Birliği'nden alınan silahlar ve paralar, Hindistan Müslümanlarından gelen paralar ile Azerbaycan'dan gelen gazyağı, petrol ve bir miktar altındır.

312 Bardakçı, agm., s. 27. 313 Said Arif Terzioğlu, Atatürk'ün Ahmet Çavuşu, Ankara, 1968, s. 59, 60.

209

Atatürk'ün 1922 tarihli 19 Numaralı not defterine yazdık­larına bakılacak olursa, taarruz için ciddi paraya ihtiyaç vardır:

"Ordunun libası ve teçhizatın ikmali için 45-50 milyon lira (lazım) "

"Harekata başlayabilmek için 200 bin cepheye, 300 bin başkomutanlık nakliyatı için verdim. "

"Bir miktar para verebilmek için 420 bin lira istiyorum. Maliye Vekili Çalışıyor. "

"Bir tarafta Fransa'dan, bir tarafta Rusya'dan ihtiyaçları temine çalışıyoruz. "

"Bazı ordu kumandanıarı maaş meselesini ortaya koyarak orduyu rencide etti. "

"Maaş hakkındaki emir olamıyor ( . . . ) Maliye Vekili Hasan Bey'le görüşeceğim. "314

Başkomutan Atatürk, Büyük T aarruz öncesinde daha fazla beklenilmeden taarruza geçilmesini isteyen Meclis'e, "Taarruza geçilmesi için önce askeri hazırlığı ikmal etmek lazımdır. Askeri hazırlığın ikmali için de 15 milyon lira lazımdır," diye seslenerek Maliye Vekaleti'nden derhal IS milyon liranın bulunup kendisine verilmesini istemiştir. Atatürk'ün bu isteğine Maliye Vekili Hasan Fehmi Bey ve bazı milletvekilleri, "Bu kadar para nereden bulu­nur? Bari ordunun mevcudunu azaltalım, " teklifinde bulununca Atatürk tekrar kürsüye gelerek şunları söylemiştir: "Arkadaşlar! Ben ordunun mevcudiyet ve kuvvetini paramızla dengeli bu­lundurmak nazariyesini kabul edenlerden değilim. Para vardır, ordu yapanz. Paramız bitti, ordunun mevcudu azalsın . . . Benim için böyle bir mesele yoktur. Napolyon muvaffak olmak için üç şart lazımdır: Para, para, para demiş. Ben bu kanaate iştirak etmiyorum. Para vardır veya yoktur. Muvaffak olmamız için ordu vardır ve olacaktır."315 Atatürk'ün bu çıkışından sonra iti­razlar kesilmiş ve Büyük Taarruz için gereken paranın bulunma-

3 14 Ali Mithat İnan, Atatürk'ün Not Defterleri, 2. bas., Ankara, 1998, s. 101, 102. 3 15 Enver Ziya Karaı, Atatürk'ten Düşünceler, s. l OTden aktaran Tahsin Ünal,

"Atatürk Parasızlığı da Yenmişti", Türk Kültürü-Atatürk Sayısı, Kasım 1 965, S. 37, s. 100, 101 .

210

sı için çalışmalara başlanmıştır. Maliye Vekili Hasan fehmi Bey, Rusya'dan gelen son 300 bin altın, Osmanlı Bankası Müdürü'nden aldığı 1 .5 milyon lira ve Hindistan Hilafet Cemiyeti'nin Kurtuluş Savaşı'na yardım için gönderdiği paradan 500 bin lira olmak üze­re elde toplam 2 milyon 100 bin lira olduğunu belirtmiştir. Geri kalan 12 milyon 900 bin lira da tahsisat ve vergilerle sağlanmış ve 15 milyon lira hazırlanıp Başkomutan Atatürk'e verilmiştir.3!6

* * *

Kurtuluş Savaşı kazanılmış, Anadolu düşmandan temizlen­miş, vatan kurtulmuştur. Kurtuluş Savaşı'nın hemen ardından "Hayatımı tehlikede hissediyorum," diyerek işgalci İngilizlere sığınıp Türkiye'den kaçan son padişah Vahdettin, yanındaki yüklü miktarda parayı, İtalya'da Sanremo'da har vurup harman savurduktan sonra maddi sıkıntı çekmeye başlamış ve hiç utanıp sıkılmadan bir mektupla Atatürk'ten yardım istemiştir.

Hasan Rıza Soyak söz konusu mektubu Atatürk'e okudu­ğunda, Atatürk şunları söylemiştir:

"Gördün mü dünyanın halini çocuk; nerede o haşmet, ne­rede o azamet, nerede o saltanat? Şimdi hepsinin yerinde yeller esiyor. Hiçbir şeye güvenilmez. Bundan dolayı hayatta daima çok ölçülü olmak lazımdır. "

Daha sonra kendi şahsi serveti olmadığını, devletin hazinesinin de boş olduğunu, ayrıca zengin de olsa devlet hazinesinden yardım etmeye hakkı olmadığını belirterek sözlerini şöyle sürdürmüştür:

"Diğer taraftan bahis mevzusu olan zatın hataları yüzün­den, vatan ve hak savunması için boğuşmak mecburiyetinde ka­larak şehit olan memleket evlatlarının yetim bıraktığı, yüzbin­lerce devlet yardımına muhtaç insan var. Binaenaleyh, bu bahsi bırakalım çocuk . . . Yalnız mektubu bir vesika olarak sureti mah­susada saklayınız!"3!?

316 Selek, age., C l, s. 1 14, 1 15; Ünal, agm., s. 10L . 3 17 Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, 2. bas., İstanbul, 1 978, s.

1 54, 155.

211

Rüşvet Almadı, Hırsızlık Yapmadı, Devleti Soymadı, Haram Yemedi

Emperyalizmin ve geri kalmışlığın pençesinde borçlu ve yoksul bir devletin cepheden cephe ye koşan vatansever bir neferi olan Atatürk, hayatının hiçbir döneminde rüşvet almamış, hır­sızlık yapmamış, devleti soymamış ve haram yememiştir.

Atatürk 1905'te Şam'da kurmaylık stajını yaparken o böl­gedeki bazı askerlerin ve komutanların halkı soyduğuna, rüşvet aldığına tanık olmuştur.

Atatürk'ün arkadaşı Müfit anlatıyor: "Çok para kazanılmış, benim hisseme oldukça altın isabet

etmiş. Dün akşam bu altınları bana getirdiler, vermek istediler. Ben tereddüt ettim. ( . . . ) Arkadaşınız Mustafa Kemal'e senin al­dığından birkaç misli verilecektir, dediler. Ben de müsaade edi­niz bir kere kendisinden sorayım dedim.

Mustafa Kemal: 'Sakın Paralan almış olmayasın!' Bay Müfid: 'Hayır!' Mustafa Kemal: 'Müfid, sen (bu) günün adamı mı olmak

istiyorsun, yoksa yannın adamı mı?' Müfid: 'Elbette yarının adamı olmak isterim!' deyince, Mus­

tafa Kemal: 'Elbette bu paralan alamazsın, esasen ben de ala­mam, ' demiştir. "

"Bu hadisden dolayı kendisine düşman oluyorlar. Sebebi de hesap kitaplara man i olduğu için. Mustafa Kemal onlara şu sözleri söylüyor: ( . . . ) Efendiler, ben namuslu bir adamım, be­nimle arkadaş olanlann da namus lu olması gerekir. Sizin bana bahsettiğiniz hesaplara benim ak/ım ermiyorsa ve bunu Şam'a gönderip tetkik etmeyi teklif ediyorsam, bana bir şey demeğe hakkınız olmamalıdır. Yarın Müfid'i Şam'a göndereceğim. "3 1 8

1 905'te Atatürk, "Ben namuslu bir adamım, benimle arka­daş olanlann da namuslu olması gerekir," diyerek rüşvet alma­yı reddettiğinde daha 24 yaşındadır.J l 9

318 Şapolyo, age., s. 75, 76. 3 19 "Atatürk namussuz olmamızı istiyordu!" diyen Kazım Karabekir'in kulakları

çınlasın!

212

i. Dünya Savaşı'nda Suriye-Filistin Cephesi'nde 7. Ordu Ko­mutanlığı yapan Atatürk, yeni görevi için İstanbul'dan Halep'e hareket etmeden önce, ordusunun bağlı olduğu Yıldırım Ordula­rı Grup Komutanı Mareşal Falkenhayn'ın kendisine gönderdiği rüşvet altınlarını kabul etmeyerek nasıl iade ettiğini 1926 yılında Falih Rıfkı Atay'a ayrıntılı olarak anlatmıştır. Alman komutanın altın dolu sandıklarla kendisini satın alıp Alman çıkarlarına hiz­met ettirmek istediğini belirterek «Bana böyle yapıldığtna göre, kim bilir başkalanna neler yapılmıştır, " demiştir.

Atatürk'e kulak verelim: "YıLdırım Ordusu KomutanLığı'na atanıp İstanbuL'dan Ha­

Lep 'e hareket ettiğim günün gecesi idi. FaLkenhayn, karargahında buLunan bir Türk subayı iLe yanında bir genç ALman subayı, Aka­retLer'deki 76 numaraLı evime geLdi, ufak ve zarif sandıkLar için­de, FaLkenhayn tarafından bana bazı şeyLer getirdiğini söyLedi. O şeyLerin, kendiLerini kabuL ettiğim odaya getiriLmesini emrettim. SaLon kapısının yanında ufacık sandıkLar istif edildi.

'Bunlar nedir?' dedim. Alman subayı dedi ki: 'İstanbul'dan ayrılıyorsunuz, size Mareşal FaLkenhayn tara­

fından bir miktar altın gönderiLmiştir. ' Kimseye hiçbir ihtiyacımdan bahsetmemiştim; fakat zan­

nederim ki mareşaL bu parayı ordunun ihtiyacına sarf ediLmek üzere göndermiştir. Onun için tercümanlık eden Türk subayına dedim ki:

'Bu sandıklar bana yanLış geLdi. Ordunun Levazım reisine gönderilmek lazımdı; benim için fazla külfettir. '

Subay sözlerimi Alman subayına nakletti. ALman derhal: 'Efendim, o da başka!' dedi. Bizim subaya: 'Paranın miktarını bu subaydan iyi tahkik et,

huzurunda alındığına dair bir senet yaz, ver imza edeyim, ' dedim. Subay emrimi yaptı, fakat Alman, imzalı senedi kabul et­

mek istemedi, tekrar; 'Bu subay bilmiyor, ' dedim. 'Senedi alsın ve mareşale versin ve siz de bu paraları alması için Levazım reisi­ne haber gönderiniz. '

213

Doğal olarak iş böyle bir cereyan takip etti. Bu sandıklar ve içindekiler ordunun Levazım Reisliği'nde

ve benim bunlara karşılık verdiğim senet de Falkenhayn'ın mah­rem dosyasında birkaç ay birbirlerini bekler şekilde kaldılar. İşte yukarıda söylediğim üzere Yedinci Ordu Komutanlığı'ndan ken­dimi affettikten sonra, Komutanlığa vekil bıraktığım Ali Rıza (Sedes) Paşa'ya bu sandıkları teslim ettim ve kendisinden aldı­ğım senedi o vakit yaverlerim bulunan Cevat Abbas -şimdi Bolu mebusu- ve Salih -şimdi Bozok mebusu- beylere vererek kendi­lerine şu emri verdim:

'Hemen Falkenhayn'ın karargahına gideceksiniz, bizzat kendisini görüp bu senedi vereceksiniz ve benim kendisinde bu­lunan senedimi alacaksınız. '

Yaverlerim bizzat Falkenhayn'ı görmek hususunda biraz güçlük çekmekle beraber emrimi harfiyen yapmışlar. Biraz sonra yanıma gelerek dediler ki:

'Mareşal Falkenhayn size böyle bir para vermiş olduğunu hatırlamıyor ve bu para için sizin imzanızı taşıyan bir belgenin kendisinde mevcut olduğunu bilmiyor; dolayısıyla Ali Rıza Paşa imza lı senedi kabul etmiyor. '

Tekrar yaverlerime dedim ki: 'Şimdi size çok ciddi emrediyorum. İkiniz tekrar Falken­

hayn'ın odasına gireceksiniz ve diyeceksiniz ki, verdiğiniz altın­lar olduğu gibi saklıdır. Buna karşılık size senet verilmiştir. Senet olmadığını iddia etmek altınların varlığını ortadan kaldırmaz. Belgeyi kaybetmiş olabilirsiniz, o halde verdiğiniz altınları size iade edeceğiz. Aldığınıza dair siz bir belge veriniz. Ve diyeceksi­niz ki, bizi buraya gönderen komutanın altın karşılığı memleket menfaatleri hakkında müsamaha gösterecek insanlardan olma­dığını çoktan öğrenmeli idiniz. Hata bunda tereddüttünüz varsa komutanımız bunu size ve kamuoyuna daha başka türlü ispat edebilir. Paralarınız duruyor, fakat bu paralardan daha çok kıy­metli Mustafa Kemal imzası sizde kalamaz. Ve müsbet netice almadıkça karşıma gelmeyeceksiniz'.

214

Emir verdiğim arkadaşlar Grup Komutanı Falkenhayn'ı ta­nıyan adamlar değildi; fakat beni çok iyi tanıyorlardı. Onun için bir saat sonra Falkenhayn'ın elinden benim imzamı taşıyan kağıt parçasını alıp dönmüşlerdir. Kolayca tahmin etmek mümkün­dür ki Mareşal Falkenhayn beni, belki benden başka birçoklarını böyle sandıklarta altın vererek iğfal etmek yolunda idi. "320

Üzerinde durmaya değer sanırım: Alman Mareşal Falken­hayn'ın sandıklar dolusu altın rüşvetini elinin tersiyle iten Atatürk'ün cebinde Halep'ten İstanbul'a dönecek yol parası yok­tur. Kendi anlatımıyla "Halep'ten İstanbul'a gitmek için tren üc­reti verecek param olmadığının farkında değilmişim, yalnız beş on atım ve kısrağım vardı; zamanla edinilmiş, yetiştirilmiş cins atlar ve kısraklar. Salih'i çağırdım ve, 'Bu atlardan birkaçını sa­tın da İstanbul'a gidebilelim, ' dedim."32 1 Ancak atlarına pazar­da alıcı bulunamamıştır. Bunun üzerine Cemal Paşa Atatürk'ün atlarını 2000 lira karşılığında satın almış, Atatürk de cebindeki bu parayla İstanbul'a gelmiştir. Bir süre sonra Cemal Paşa da bu atları 5000 liraya başka birine satmıştır. Ayrıca Cemal Paşa, bü­yük bir incelikle, atların satışından elde ettiği 3000 liralık farkı da Vasıf Paşa aracılığıyla Atatürk'e göndermiştir.322

Cemal Paşa'nın bu eli açıklığı bana Atatürk'ün bir yıl ka­dar önceki benzer bir eli açıklığını anımsattı. Atatürk i. Dün­ya Savaşı'nda Diyarbakır'da ordu kumandanı olduğu günlerde Arap aşiretlerinden cins bir tay almak istemiş, (bir yıl sonra sattığı atlardan biri muhtemelen bu taydır) bu isteğini oradaki jandarma alay komutanı Süreyya Bey'e bildirmiştir. Süreyya Bey de mülazım Tahsin'i bu işle görevlendirmiştir. Tahsin, tayı satın alıp Atatürk'e getirmiştir. Tayı çok beğenen Atatürk, "Kaç lira­ya satın aldınız? " diye sormuştur. " 1 1 altına . . . " cevabını alınca cebinden 20 altın çıkarıp vermiştir. Mülazım Tahsin, fazlasını

320 Atatürk'ün Anıları, haz. İsmet Görgülü, 2. bas., Ankara, 1 998, s. 49-52; Gör­gülü, Atatürk'ün Özel Yaşamı, s. 144-147; Falih Rıfkı Atay, Atatürk'ün Bana Anlanıklan, Ocak 1 998, s. 22-24.

321 Atay, age., s. 24, 25. 322 age., s. 27.

215

kabul etmeyince Atatürk, "Al, al . . . " demiş, "Ben senden fazla kazanıyorum. Üstü senin zahmetinin karşılığıdır, "323 diyerek 20 altını Mülazım Tahsin'e vermiştir.

Atatürk, kendi ifadesiyle cebindeki "at ve kısrak parası" 5000 liranın 3000 lirasıyla -gelecekteki faaliyetleri için paraya ihtiyacı olacağını düşünerek- Fethi Okyar ve Cevat Abbas'la bir­likte İzmir'de zeytinyağı, incir, üzüm ticareti yapan bir tüccarla iş ortaklığına girmiştir. Ancak uyanık tüccar "Yeterince ürün alamadım, ürünleri satamadım!" diyerek bırakın ortaklara kar ödemeyi, anaparayı bile geri vermemiştir. Böylece Atatürk'ün cebinde 2000 lira kalmıştır. Atatürk de o parayla Minber gaze­tesine ortak olmuştur.324 Falih Rıfkı Atay'ın anlatımıyla, "Bütün kumandanlık hayatından nesi kalmışsa o da ( . . . ) bir gazetede eriyip gider. "325

Atatürk, mütareke İstanbulu'nda -kendi ifadesiyle- "Adi entrikacılann küstahça teklifleriyle" karşılaşmıştır. Atatürk'ten dinleyelim:

"Ben mütareke zamanı İstanbul' da bulunurken ve çok geniş teşebbüslere karar verirken, bana bu teşebbüslerimin manasını hissedenler tarafından çok tekliflerde bulunulmuştur. Hepsini reddettim. Çünkü bana bu yolda teklif yapanlar ideal sahibi adamlar değillerdi. Tabirimi maruz görürseniz ve bu sanrlan okuduklan zaman kendilerinin ima edildiklerini anlayacakla­nna şüphe olmayan o zevat dahi, adi entrikacılar olduklannı kabul edeceklerdir. "326

Atatürk'e rüşvet teklifleri Kurtuluş Savaşı yıllarında da de­vam etmiştir:

Bilindiği gibi Atatürk Samsun'a çıktıktan 20 gün sonra, 8 Haziran 1919'da İstanbul'a geri çağrılmıştır. Ancak Atatürk geri dönmemiş; müfettişlik görevinden ve askerlikten istifa ede-

323 Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s. 198 . 324 Falih Rıfkı Atay, Çankaya, s . 1 79-182. Ayrıntılar için bkz. Falih Rıfkı Atay,

Mustafa Kemal'in Mütareke Defteri, İstanbul, 2010, s. 53-58. 325 Atay, Mustafa Kemal'in Mütareke Defteri, s. 58. 326 Atay, Atatürk'ün Bana Anlatnklan, s. 28.

216

rek sivil bir "ferd-i mücahit" olarak Milli Mücadele çalışmala­rını sürdürmüştür. Bunun üzerine -Atatürk'ün ifadesiyle, kur­naz, entrikacı- Padişah Vahdettin devreye girmiş, 2 Temmuz 1 9 1 9'da Atatürk'e bir telgraf çekerek "İki ay hava değişimi al, Anadolu'da istediğin bir yerde otur, fakat bir işe kanşma!" teklifinde bulunmuştur. Atatürk bu teklifi, "Buralarda havalar iyi!" diyerek reddetmiştir. 327

Vahdettin demek istemiştir ki, yeter ki sen Milli Mücadele sevdasından vazgeç. Hiçbir işe karışma. Anadolu'nun istediğin herhangi bir yerinde rahatça yaşamını sağlayacağız. Ordu ko­mutanlığı aylığını her ay tıkır tıkır ödeyeceğiz, diğer haklarını da devam ettireceğiz. İsmet Görgülü'nün dediği gibi "Bu ne demek­tir? Bu riişvettir. "328

Padişah Vahdettin'de biraz öngörü olsaydı, Atatürk'ün bu çirkin teklifi asla kabul etmeyeceğini tahmin edebilirdi. Çünkü aynı Atatürk çok değil, iki yıl kadar önce Vahdettin'in kızıyla evlenip saraya damat olma ve zengin bir yaşam süreme teklifini reddetmişti.329

Daha da önemlisi Atatürk eğer gerçekten para pul meraklısı, zenginlik heveslisi olsaydı bir ölüm ka lım savaşına atılmaz, "ya istiklal ya ölüm" sloganıyla emperyalizme ve yerli işbirlikçi le­rine kafa tutmazdı. Paşalık rütbesini, ordu müfettişliği görevi­ni, kendisini rahat geçindiren maaşını, çok daha önemlisi canını hiçe saymazdı.

Sadece işbirlikçi Padişah Vahdettin mi? İşgalci İngilizler de Atatürk'e rüşvet teklif etmiştir.

Atatürk "Nutuk "ta İngilizlerin amaçlarına ulaşmak için Temsil Heyeti'ni aldatmak istediklerini belirtmiş, ama bunun ayrıntılarını açıklamamıştır. Muhtemelen "Nutuk "u okuduğu 1 927 yılında gelişmekte olan Türk-İngiliz dostluğu na zarar ver­mek istememiştir. Çünkü bir sene önce, 1 926'da yayımlattığı anı-

327 Kemal Atatürk, Nutuk, haz. Zeynep Korkmaz, Ankara, 1 995, s. 33; Görgülü, age., s. 142.

328 Görgülü, age., s. 1 42. 329 age., s. 1 08.

217

larında 19 17'de kendisine verilen Alman rüşvetini açıkladığında Almanya buna diplomatik tepki göstermişti. Atatürk bu sefer de İngilizlerin benzer bir tepki göstermesini, ilişkilerin gerilmesi­ni istememiş olmalıdır. BO Nitekim Falih Rıfkı Atay, "Çankaya" adlı ünlü eserinde, "Kuvayı Milliye devrinde İngiliz entelijansı adına -hareketin başından ayrılmak şartıyla- Mustafa Kemafe büyük para ve İtalya'da bir villa vaat edilmişti, " demiştir.m

Atatürk Kurtuluş Savaşı'ndan sonra hizmetlerinden dolayı Meclis kararıyla kendisine verilmek istenen 1 .000.000 (bir mil­yon) lirayı da geri çevirmiştir. Falih Rıfkı Atay'ın anlattığına göre Meclis'te şöyle bir kanun teklifi hazırlanmıştır: "Hidematı vataniyesine mükafaten (vatan için yapacağı hizmetlere karşılık) Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine bir milyon lira ihda (he­diye) edilmiştir. "

Falih Rıfkı Atay bu garip kanun teklifinden şöyle söz etmiştir: "İmzalayanlardan bazıları belki de pekiyi niyetliydiler. Muzaf­

fer komutanlarını para ile mükôfatlandırmak İngilizlerin de adeti değil miydi? Sonra Mustafa Kemal, devrimler yapacak ve devrim­ler düzenini memlekette kökleştirrnek ve korumak için büyük bir partiyi teşkilatlandıracaktı. Bunun için para lazımdı. Beynimizden vurulmuşa döndük. Sanki zafer ve onun bütün şanları ve şerefleri satılığa çıkarılmıştı. ( . . . ) (Bu) Gazi Mustafa Kemal'i, devrim tarihi­nin ilk günlerinde suikastiarın en alçakçası ile öldürmek demekti.

Gazi'nin haberi olup olmadığını düşünmeden reislik oda­sında kendisini bulduk. Hamdullah Suphi heyecanlı sözleri ile hepimizin ıstıraplarını anlatmaya çalıştı.

Gazi: 'Hiç haberim yok . . . Küstahlık etmişler, teklifi bana buldu­

runuz, ' dedi. Getirtti ve yırttı. Derin bir gönül rahatlığı duyduk. "]]2 Atatürk, cumhurbaşkanlığı döneminde de devletin malını,

devletin parasını korumaya büyük özen göstermiştir.

330 age., s. 143. 331 Atay, Çankaya, s. 524. 332 age., s. 524, 525.

218

Kılıç Ali'nin anlattığına göre Atatürk, Fethiye'de zafer torpi­dosundan donanma şenliklerini seyrederken atılacak torpillerde birinin 50 bin lira olduğunu öğrenince, " Vazgeçin torpil atmak­tan, bu millet o kadar zengin değil, " demiştir. 333

Atatürk, gerektiğinde birkaç kuruşun bile hesabını yapmış­tır. Bir keresinde Çankaya Köşkü'ne davet ettiği tarih öğretmen­lerinden birinin Halep'ten tanıdığı Mahmut olduğunu görünce, "Mahmut, sana kaç kuruş borcum var?" diye sormuş, Mahmut derhal hatırlayıp, "35 kuruş, Atam!" demiştir. Atatürk, "Doğ­ru!" dedikten sonra "Alacağını istiyor musun?" diye sorunca Mahmut da şakayla, "Hem de gümüş 35 kuruş yerine fazlasıyla beraber 35 sarı altın isterim!" karşılığını vermiştir. Bunun üzeri­ne Atatürk "0000 . . . Mesele çatallaştı. Ya vermezsem! " deyince Mahmut'un, "Dava ederim! " cevabı Atatürk'ü güıümsetmiştir.334

Bu şakayla karışık 35 kuruş hikayesi bana, o günlerde 40 kuruşun hesabını soran İsmet İnönü'yü anımsattı. Sabiha Gökçen'in anlattığına göre bir gün THK'nın hesaplarını kont­rol eden İnönü, "hesaplarda 40 para oynadığını " görmüş ve bu durumu Atatürk'e nakletmiştir. Gülümseyen Atatürk, "Demek mesele bu . . . 40 paranın hesabı seni bu kadar yorup üzdü. Tam adamını bulup (Fuat Bulca) bunlann başına getinniştim . . . Haklısın. . . 40 para günün birinde 40 lira, 40 lira 400 lira olur. . . Bu da giderek büyür halkın ağzında. . . Böyle kuruluş­lara olan güveni sarsar . . . Biz Cumhuriyet'i kurarken, böyle 40 paralara çok ihtiyacımız oldu . . . " İnönü yaptırdığı inceleme so­nunda bu 40 paranın yanlışlıkla bir başka hesaba geçirildiğini belirlemiştir. Sabiha Gökçen şöyle diyor: "Bu benim yakından tanık olduğum bir konuşma, bir olaydır. THK'nın 40 parası uğruna harcanan emek ve zamanı belgeleyen kutsal bir olay . . . Şayet ülke ve bazı müesseseler bugüne kadar sarsılmadan, alın aklığı ile gelebilmişse hep bu '40 paranın' hesabı sorulduğu, mil-

333 Görgülü, age., s. 1 37, 138. 334 Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, C 2, İstanbul, 1967, s.

1 99-202.

219

letin parası üzerine titrendiği için gelinebilmiştir kanısındayım . . . Onlar bir başka devlet adamlarıydı. "335

Gerektiğinde 35, 40 kuruşun hesabını yapan Atatürk ve İnönü döneminde Almanya'dan gelip Türkiye'deki İstanbul Üniversitesi'nde, enstitülerde ve yüksekokullarda görev alan ya­bancı profesörler ile Türk koruyucu hekimlerine, salgın hasta­lıklarla mücadele eden teşkilat başkanlarına milletvekillerinin üç katı maaş verilmiştir.336

Yetmemiş, bu ülkeye "bir gün bile başbakanlık ve bakan­lık edenlere" geçinebilecekleri düzeyde bir maaş bağlatılmıştır. "Atatürk'ün bütün düşmanları bundan faydalanacaklardı. Ata­türk teklifi kabul etti. "337 Çok insancıl bir düşünceyle, emekli­lik maaşı alırken "Yüzellilik" vatan hainliği listesine konulup uyruklukları düşürülen ve Türkiye dışına çıkarılanlardan ölmüş olanların Türkiye'de kalan yakınlarına dul ve yetim maaşı veril­miştir.m

Yurtdışından kitap sipariş eden Atatürk, sipariş ettiği kitap­ların parasını da cebinden ödemiştir.

Atatürk sahibi olduğu Hakimiyet-i Mil/iye gazetesine devlet parasıyla yeni bir makine bile almamıştır. Yeni bir makine al­mak gerektiğinde Başbakan İsmet Paşa, Falih Rıfkı Atay'a, "Ga­zete bir şahsındır. Ben şahıs gazetesine nasıl para yardımı yapa­bilirim? " demiştir.339 "Atatürk 'ün bir makine almak da elinde idi, bir milyon abone yazdırıp milyoner olmak da!"340 Ama o gazetesine devlet parasıyla bir makine aldırmak yerine gazetesini partiye vermeyi tercih etmiştir.

335 Sabiha Gökçen, Atatürk'le Bir Ömür, İstanbul, 1 996, s. 75, 76. 336 Örneğin milletvekillerinin 300 lira maaş aldığı dönemde yabancı profesörlere

1000 lira maaş ödenmiştir. Aynı şekilde bir sıtma savaş hekiminin maaşı vekil­den fazla, trahom savaşı teşkilatı başkanının maaşı ise milletvekili maaşının üç katıdır. (Meydan, Akl-I Kemal, s. 1241,1295.)

337 Atay, Mustafa Kemal'in Mütareke Defteri, s. 67. 338 Goloğlu, Devrimler ve Tepkileri, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi 1, 1924-1930, s.

205. 339 Atay, age., s. 58. 340 age., s. 59.

220

Atatürk, 1937'de Nazilli'de Sümerbank Basma Fabrikası'nın açılışını yapmıştır. Atatürk'ün açılışa geleceğini bilen yetkililer bir altın anahtar hazırlatmıştır. Atatürk anahtarı kilide sokup, "uğurlu olsun!" dedikten sonra, anahtarı alıp yanında duran Başbakan Celal Bayar'ın mendil ce bine yerleştirmiş ve şöyle de­miştir: "Altın, milletin hazinesinde durur . . . " 341

1 938 yazında, Atatürk'ün hastalık günlerinde, İzmir Beledi­ye Başkanı Dr. Behçet Uz, Atatürk'e annesi Zübeyde Hanım için Belediye Meclisi kararıyla hazırlanmış bir türbe projesi sunmuş­tur. Projeyi gören Atatürk, Hasan Rıza Soyak'a dönerek, "Ha­yır!" demiş, "Ben sana mezarın nasıl yapılacağını tarif etmiştim; gene öyle yapılmalıdır. Hem belediyenin masraf etmesine lüzum yoktur, bunu biz yaptıralım. " Bunun üzerine 1 500, 2000 liraya yapılabilecek çok daha mütevazı bir mezar projesi hazırlanmış­tır. Ancak Dr. Behçet Uz, bu mezarı İzmirlilerin yaptırmak iste­diği konusunda ısrar edince Atatürk bu yeni ve ucuz projenin belediye tarafından yapılmasını kabul etmiştir.342

Atatürk rüşvet almadı, hırsızlık yapmadı, devleti soymadı, haram yemedi; ama maalesef o dönemde de rüşvet alan, hırsız­lık, yolsuzluk yapan, hatta devleti soymaya çalışanlar yok değil­di. Falih Rıfkı Atay bu gerçeği şöyle dile getirmiştir:

"İttihat Terakki devrindeki nüfuz kazançlarına hasret çeken veya Kuvayı Milliye'nin çetecilik günlerinde vurgun ve yağma zevki tatmış olanlar, Gazi'nin yanında ve Meclis'te idi. Birçok­larının, devrimin umurlarında bile olmadığını biliyorduk. Mil­letvekilliği de, boğaz tokluğu geçime yeter yetmez maaşlı bir görevdi. İşleri yalnız idealist tarafından görenler yeni bir Batı Türkiyesi'nin ve bu Türkiye içinde yeni bir topluluğun kuruluş savaşlarına katılmanın şevki dışında her şeyi unutuyorlardı. Bu heyecanı duymayanların hatırladıkları tek şey nüfuzlarını sat­maktan ibaretti. Para kazanmak için tek sermayeleri de nüfuz­ları idi. "343

341 Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, İstanbul, 1 978, s. 194, 195. 342 Hasan Rıza Soyak, Doğumundan Ölümüne Kadar Fotoğraflarla Atatürk ve

Atatürk'ün Hususiyetleri'nden nakleden Banoğlu, age., s. 713. 343 Atay, Çankaya, s. 525.

221

Ancak Atatürk döneminde hırsızlık, yolsuzluk yapan millet­vekilleri Yüce Divan'da yargılanmış, suçlu olanlar cezalandırıl­mıştır. Yine Falih Rıfkı Atay'dan okuyalım:

"Biz de tek parti devri iken, yolsuzluk yüzünden bakanlar yalnız o devirde Yüce Divan'a verilmiştir. Nüfuz zenginleri ol­mamış değildir; fakat 27 yılın bütün zenginleri, 1 950 sonrası çok partili devrin nüfuz tüccarlarının sayısı yanında hemen hemen sıfır sayılabilir. Eski hidivden yardım istedikleri kendine anlatı­lınca, Atatürk başyaverini de genel sekreterini de hemen yanın­dan atmıştı. Bakanların yolsuzluğu için ispat hakkı kullanılması çok partili devirde yasak edilmiştir. (1 950 sonrası) seçmenler, çoğunluğu çaldıkLarı açıkça bilinen nüfuz tüccarlarını hacı hoca etkisi altında, tekrar tekrar seçmiştir .. . "344

Atatürk'ün Malvarlığı: Bir Varmış Bir Yokmuş

"Ben icap ettiği zaman en büyük hediyem olmak üzere Türk mil/etine canımı vereceğim. "

Atatürk

Atatürk'ün tartışılan malvarlığı 1923-1 93 8 arasındaki 15 yıl içinde üzerinde görünen para, senet ve taşınmaz mallardır.

"Atatürk 'ün parası oLmuştur. GeLirlerinden biriktirdikleri ile bir miktar nakit para sahibi olmuştur. Bunun bir bölümü ile yatırım yapmıştır. "345 Ancak Atatürk, 1 930'da " Vatandaş İçin Medeni BiLgiler" kitabındaki ifadesiyle, "İnsan hürriyet vasıta­sı olarak servete sahip oLmaLıdır. Yoksa servete esir oLmak için değil" ilkesi çerçevesinde hiçbir zaman paraya, servete esir ol­mamış; tüm parasını ülkesinin kalkınmasına ve ihtiyacı olanlara harcamıştır. Ölmeden önce üzerinde gözüken tüm malvarlığını da -son kuruşuna kadar- milletine bağışlamıştır.

344 Atay, Atatürkçüıük Nedir?, İstanbul, 2006, s. 3 1 . 345 Görgülü, age., s . 1 10 .

222

Onu tanıyanlardan öğrendiğimize göre "Atatürk yanında para taşımaz. Hatta paraların şeklini dahi pek birden hatırlaya­mazdı. Eline bir on liralık alınca evirir çevirir, her tarafına bakar dururdu. "346

Atatürk'ün parayla ilişkisini, uzun yıllar onun para işlerini yürüten Atatürk'ün Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak'tan daha iyi bilen yoktur.

Soyak anlatıyor: "Atatürk'ün para ve mala karşı büyük bir meyli yoktu; şahsi

gelir ve masrafları ile de hiç alakadar olmazdı; bu hususta kat­landığı tek külfet, maaş senedini imzalamaktan ibaretti. Hemen ilave edeyim ki, dairenin resmi masrafları üzerinde -tam aksine­çok titiz davranırdı. "

"İlk zamanlarda ev ve diğer şahsi masrafları işini, Özel Ka­lem Müdürü rahmetli Hayati Bey, evli bulunduğu yıllarda da muhterem refikası idare ediyordu. Ondan sonra, lütfettiği Umu­mi Vekillik sıfatıyla bu hesaplarta ben meşgul olmaya başladım ve bu fani hayattan çekildiği güne dek böyle sürüp gitti . . . Üze­rinde para taşımazdı; gezdiği yerlerdeki masraflarını benden avans olarak alıp yanlarında bulundurdukları paradan yaverleri öderdi.

Her ay gelir ve giderleri, tafsilatıyla gösterir bir hesap cetveli tanzim ve belgeleriyle birlikte kendilerine arz ederdim; bunları daima eliyle iter, incelemek şöyle dursun, bir göz atmayı bile fazla bulurdu. Tabii ben böyle kontrolsüz bir durumda ve bu kadar ağır bir sorumluluk altında kalmaktan çok üzüntü duyu­yordum. ( . . . J Kontrolsüzlükten doğan huzursuzluğum gittikçe artıyordu; nihayet aylık hesapları denetlemek üzere Başyaver, Özel Kalem Müdürü ve Daire Müdürü'nden mürekkep bir ko­misyon kurmayı düşündüm ve kurdum, bu suretle sıkıntım hayli hafiflemişti. "347

346 Banoğlu, age., s. 566. 347 Hasan Rıza Soyak, Atatürk'ten Hamalar, C 2, İstanbul 1 973, s. 683.

223

Atatürk'ün Malvarlığının Kaynaklan

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları, sanki gizli saklıymış gibi Atatürk'ün malvarlığının dökümünü yapıp, Atatürk'ün bu malvarlığını, devleti soyarak veya gayrimeşru yollardan edindi­ğini iddia etmektedirler.348 Son zamanlarda (2015), Atatürk'ün malvarlığı üzerinden Atatürk'e saldıran Said Alpsoy adlı bir şar­latan, yandaş televizyonlarındaki konuşmalarında "Atatürk'ün seroeti izah edilemez!" diyerek son derece çirkin bir üslupla Atatürk'e iftira atmaktadır.

Said Alpsoy: Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı yandaş televizyonların son zamanlardaki prensierinden (f)

Sait Alpsoy gibi zerzevatçıların "izah edilemez" diyerek gay­rimeşru yollardan edinildiğini ima ettikleri Atatürk'ün malvarlı­ğını/servetini izah edelim:

Atatürk'ün sahip olduğu değerler şunlardır: 1 . Çiftlikleri 2. Taşınmaz malları (gayrimenkulleri) 3. Hisse senetleri 4. Paraları 5 . Taşınır malları ve özel eşyası349

348 Hasan Rıza Soyak, Atatürk'ün tüm malvarlığını en ince ayrıntısına kadar açık­lamıştır. Bu konudaki bütün belgeler İş Bankası arşivindedir.

349 Mazhar Leventoğlu, Atatürk'ün Vasiyeti, İstanbul, 1 968, s. 135.

224

Atatürk'ün (ileride ayrıntılı olarak dökümünü vereceğim) bu mallarının beş kaynağı vardır: 1 . Cumhurbaşkanlığı maaşı ve ödeneği, 2. Emekli subay maaşı, 3 . Hindistan'dan gönderilen paraların bir bölümü, 4 . Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa'nın bağışladığı paralar, 5. Belediyelerin yaptığı bağışlar (evler, arsalar) .

Atatürk'ün çiftliklerinin gelirleriyle, Türkiye İş Bankası'nda­ki hisse senetlerinin gelirleri ve bankadaki parasının faizi de Atatürk'ün malvarlığının artmasında etkilidir. 350

Şimdi sırasıyla bu kaynakların ayrıntılarını açıklayalım:

ı. Cumhurbaşkanlığı Maaşı ve Ödeneği: Atatürk, cumhurbaşkanı olarak 1923- 1927 arasında (4 yıl)

ayda 5000 lira maaş, 7000 lira olağanüstü ödenek olmak üze­re toplam 12.000 lira maaş almıştır. 1927'de genel bir yasayla 2480 lira "pahalılık zammı " eklenmiştir. 1927 ve 1 928 yılların­da bu gelirlerden ayda toplam 453 lira, 1929 ve 1930 yıllarında 724 lira, 193 1 yılında da 1293 lira vergi kesilmiştir. Dolayısıyla örneğin 1931 'de Atatürk'ün net maaşı 1 3 . 1 86 liradır.351

1932 yılında yürürlüğe giren ve yüksek maaş ve ücretlere ağır bir vergi getiren yasadan sonra Atatürk'ün maaş ve öde­neğinden 5401 lira vergi kesilmiştir. Böylece 1932'den itibaren Atatürk'ün eline aylık net 9078 lira geçmiştir. m

Özetle, Atatürk'ün cumhurbaşkanlığı maaşı ve ödeneği, 1 923-192 7 arasında 4 yıl 12.000 lira, 1928-193 1 arasında 3 yıl 14.000 lira civarında 193 1 'de 1 3 . 1 86 lira, 1 932-1938 arasında 6 yıl 9078 liradır. Yani Atatürk'ün cumhurbaşkanlığı maaşı ve ödeneği, 1923-1938 arasında ortalama 10.000 lira civarındadır.

Ancak birazdan anlatacağım gibi Atatürk bu paranın büyük bir bölümünü ihtiyacı olanlara ve çevresindekilerin masraflarına

350 age., s. 1 35. 351 Soyak, age., s. 691. 352 age., s. 691.

225

harcamıştır. Dolayısıyla bu paradan pek tasarruf yapamamıştır. Hasan Rıza Soyak'ın ifadesiyle, "Hastalığının devam ettiği uzun aylar zarfında fazla masraf olmadığından İş Bankası'ndaki 4 numaralı hesabına yatırılan hususi tasarrufu da 53.463 lira 1 8 kuruş olmuştu. "353

2. Emekli Subay Maaşı

Atatürk'e, 19 Eylül 192 1 tarihinde 2 1 80 numaralı kanun ile "gazilik unvanı ve mareşallik rütbesi" verilmiştir.354

Atatürk, 30 Haziran 1927 tarihinde mareşallikten emekli olmuştur.355

Büyük Millet Meclisi özlük dosyasındaki emeklilik yazışma­larına göre Atatürk 4 1 yıl, 3 ay, 29 gün hizmet süresiyle emekli olmuştur. m

Mareşal Gazi Mustafa Kemal Paşa'ya bağlanan emekli ma­aşı 40 küsur liradır. Sonradan ordu komutanlığı ve vekillik ya­panlar için çıkarılan bir kanunla emeklilik maaş i 150 lira olmuş­tur.m Hasan Rıza Soyak'ın aktardığına göre, "Bu parayı sarf etmiyor. 'Bakalım seneler sonra ne kadar olacak ' diye verdiği emir üzerine İş Bankası 'nda açılan ayrı bir hesapta biriktiriyor­duk. Fani hayattan çekildiği gün bu hesapta toplanan miktar: Ancak 1 9.566 lira 80 kuruşu bulmuştu. "358

3. Hindistan'dan Gelen Paralar

Kurtuluş Savaşı, emperyalizme karşı verilen antiemperya­list bir mücadeledir. Kurtuluş Savaşı ideolojisinin özü mazlum milletlerin kurtuluşudur. Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nın sömürü-

353 age., s. 683. 354 Kara Kuvvederi Komutanlığı Arşivi, Atatürk'ün Özlük Dosyası ve Ulu Ön­

der Atatürk'ün Emeklilik Belgeleri, s. 8, 9'dan aktaran Ali Güler, "Atatürk 'ün Emeklilik Işlemleri, Maddi Birikimi ve Hindistan'dan Gelen Para", Düşünce ve Tarih, Kasım 2014, S. 2, s. 1 2, 13 .

355 Güler, agm., s. 12 . 356 agm., s . 13 . 357 Soyak, age., s. 683. 358 age., s. 683.

226

len tüm "mazlum milletlerin" kurtuluşuna kaynaklık etmesini istemiştir. Bu nedenle emperyalizme karşı duran Sovyet Rus­ya ve emperyalizmin boyunduruğundan kurtulmaya çalışan Hindistan'la iyi ilişkiler geliştirmiştir. Bu çerçevede Hindular ve Hint Müslümanları Atatürk'ün önderliğinde ki Türk Kurtuluş Savaşı'na büyük ilgi göstermiştir. Bu ilgi doğrultusunda Türkiye için destek mitingleri ve kongreler düzenlemişler ve para topla­yıp Atatürk'e göndermişlerdir.

Yardım paralarını Hindular "Yardım Fonu"nda, Hint Müs­lümanları ise "Hilafet Fonu"nda toplayıp değişik zamanlarda parça parça "İslam'ın Kılıcı" ilan ettikleri Mustafa Kemal Paşa adına ve şahsına Ankara'ya göndermişlerdir.359

Hindistan'dan gelen paranın miktarı Cumhurbaşkanlığı Arşi­vi'ndeki belgelerde bellidir. Bu belgelerden yararlanılarak Genel­kurmay Harp Tarihi Başkanlığı tarafından hazırlanan "Türk İstik­lal Harbi İdari Faaliyetleri" adlı 1975 basımı eserde Hindistan'dan ne zaman ne kadar para geldiği tek tek gösterilmiştir.

26 Aralık 1921-12 Ağustos 1 922 tarihleri arasında 14 se­ferde ve farklı miktarlarda gönderilen toplam para 106 bin İn­giliz lirası veya 675 bin Türk lirasıdır.360 Nitekim Hasan Rıza Soyak da hatıralarında "Hindistan'dan şahsına yekunu takriben 500-600 bin lira kadar tutan bir para gönderilmişti, " demiştir.36 1 Resmi belgeler Soyak'ı doğrulamaktadır.

Hindistan'dan doğrudan Atatürk adına gönderilen bu para Maliye Bakanlığı kayıtlarına ve hazineye girmemiş, Atatürk'ün emrinde tutulmuş ve Osmanlı Bankası'nda saklanmıştır.J62

Büyük Taarruz öncesinde 1 5 milyon liraya ihtiyaç duyulan, bazı subayların 14 aydır maaş alamadıkları, büyük para sıkıntısı yaşanan günlerde bile Atatürk bu parayı kullanma konusunda

359 Görgülü, age., s. 147; Ali Güler, Atatürk'ün Son Sözü A1eykümesse1am, İstan­bul, 2013, s. 1 59, 1 60.

360 Cumhurbaşkanlığı Arşivi, A.III-10-a 3 Dos. 44, F.47, F. 1 0-23. Türk İstiklal Harbi, İdari Faaliyetler, C VII, Ankara, 1975, s. 1 75; Görgülü, age., s. 148; Güler, age., s. 1 60.

361 Soyak, age., s. 684. 362 Görgülü, age., s. 150

227

isteksiz davranmıştır. Atatürk bu parayı, askeri zaferden çok daha önemli gördüğü "ilim ve iktisat" zaferlerine saklamış gi­bidir.

Maliye Bakanlığı ordunun ihtiyaçlarını karşılamak için para ararken, Milli Savunma Bakanı Kazım Özalp Atatürk'ün em­rindeki bu paradan 600 bin lira istemiş, Atatürk de vermiştir.363

Hasan Rıza Soyak, Atatürk'ün ordu ihtiyaçları için 500 bin lira verdiğini belirtmiştir. 364

Atatürk de Büyük T aarruz öncesinde tutuğu not defterinde "500 bin lira verdim, " demiştir. 365

Ayrıca Atatürk, Büyük Taarruz'dan sonra İzmir'e yürürken, Yunan ordusunun kaçarken yakıp yıktığı şehir, kasaba ve köy­lerde aç ve açıkta kalan insanlarımıza da Hindistan'dan gelen paradan yardım etmiştir. 366 Sabahattin Selek bu yardımın 1 1 O bin lira olduğunu belirtmiştir.367

Bu aşamada İsmet Görgülü'nün şu yorumuna aynen katılı­yorum: "Bu bilgiler bizi kesin olmamakla beraber bir yere götü­rüyor. Kazım Özalp'ın dediği 600 bin lira, ordu için ve halk için verilen paraların yuvarlak ifadesi olabilir. Yani Büyük Taarruz döneminde Hint parasından 500 bin lira ordu için, 1 1 0 bin halk için harcanmış, geriye 65 bin lira kalmıştır. "368

Zaferden sonra Bakanlar Kurulu savaş yıllarında harcanan 600 bin liranın 380 bin lirasını Atatürk'e iade etmiştir.369 Ba­kanlar Kurulu bu parayı neden Atatürk'e iade etmiştir sorusu­nun yanıtı şudur: Çünkü bu para Atatürk'e, Atatürk'ün şahsına gönderilmiştir. Neden tamamı iade edilmemiştir sorusuna İsmet Görgülü şöyle yanıt vermiştir: "Hindistan Hilafet Kongresi, yar-

363 Kazım Özalp, Milli Mücadele, C 1, Ankara, 1 971 , s. 223; Görgülü, age., s. 152.

364 Soyak, age., s. 684. 365 Atatürk'ün Özel Arşivinden Seçmeler, ın, Ankara, 1 994, s. 143; Görgülü, age.,

s. 152. 366 Soyak, age., s. 684. 367 Selek, age., C ı, s. 141 . 368 Görgülü, age., s . 1 53. 369 Soyak, age., s. 684.

228

dım kararı alırken, 'İzmir'de felakete uğrayanlara' diye de bir karar alır. Halka yapılan yardım doğrudan bu kapsama girdiğin­den iadesi düşünülmemiş olabilir. Ayrıca orduya verilen para­dan 1 2 0 bin lira kesilmiş olmasının da benzer nedene dayandığı değerlendirilmektedir. "370

Özetle Kurtuluş Savaşı'ndan sonra Hindistan'dan gelen pa­radan Atatürk'ün elinde 3 80 bin+65 bin = 445 bin Türk Lirası vardır.37!

Atatürk, bu paranın tamamını -ileride anlatacağım gibi­Türkiye'nin kalkınmasında kullanmıştır.

4. Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa'nın Bağışladığı Paralar

Atatürk'ün malvarlığının bilinmeyen kaynaklarından biri de zengin Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa'nın bağışladığı 900 bin liradır. Hasan Rıza Soyak bu paradan, "Eski Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa'nın Türkiye Cumhuriyeti tabiiyetine girmesi münasebetiyle CHP'ye teberru ettiği (900.000) lira civarındaki para . . . " diye söz etmiştir. J72

Mazhar Leventoğlu, "Atatürk 'ün Vasiyeti " adlı önemli ki­tabında Atatürk'ün malvarlığının iki ana kaynağından birinin "Hindistan'dan gönderilen para", diğerinin ise "Mısır eski Hi­divi Abbas Hilmi Paşa'nın CHP'ye bağışladığı para " olduğunu belirtmiştir.373

Ancak Atatürk, İş Bankası 2 numaralı hesapta yer alacak olan paradan (Hindistan'dan gelenden kalan 445 bin lira + Ab­bas Hilmi Paşa'nın verdiği 900 bin lira = 1 milyon 345 bin lira­dan) şahsı için hiçbir harcama yapmamıştır. Genel Sekreteri Ha­san Rıza Soyak hatıralarında birkaç kere bunu tekrarlamıştır.374

370 Görgülü, age., s. 153; Güler, age., s. 162. 371 Görgülü, age., s. 154; Güler, age., s. 162. 372 Soyak, age., s. 686. 373 Leventoğlu, age., s. 1 35. 374 Görgülü, age., s. 128.

229

5. Belediyelerin yaptığı bağışlar (evler, arsalar)

Atatürk'ün malvarlığının dökümü yapıldığında (Atatürk düşmanları bunu çok sömürmektedir) değişik illerde Atatürk'ün evleri göze çarpmaktadır. Mazhar Leventoğlu'nun ifadesiyle "Atatürk' e özel idareler, belediyeler gibi kuruluşlar bazı taşın­maz mallar hediye etmiştir. "375

Atatürk bunların tamamını belediyelere geri vermiştir.

Atatürk'ün Harcamaları ve Giderleri

Şimdiye kadar anlattıklarımdan ortaya çıkan çok önemli bir gerçek var: Atatürk'ün kağıt üzerindeki malvarlığı ikiye ayrıl­maktadır:

A. Şahsi gelirlerinden elde ettiği malvarlığı: 1 . Cumhurbaşkanlığı maaşı ve ödeneği 2. Emekli subay maaşı

B. Yardımlar ve bağışlardan gelen malvarlığı: 1 . Hindistan'dan gelen paralar 2. Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa'nın bağışı 3. Belediyelerin yaptığı bağışlar

Yardımlar ve bağışlardan gelen bu malvarlığı, İş Bankası 'nda 2 numaralı hesapta değerlendirilmiştir.

Atatürk özel harcamalarını, çevresindekilerin giderlerini, yap­tığı yardımları "şahsi gelirlerinden elde ettiği malvarlığından" kar­şılamıştır.

Atatürk, "yardımlar ve bağışlardan gelen malvarlığının" yer aldığı 2 numaralı hesaptan Hasan Rıza Soyak'ın ifadesiyle "Şah­sına hiçbir masraf yapmamıştır"Y6 Falih Rıfkı Atay da bu duru­mun altını çizmiştir: " . . . o sermaye hesabı daima ayn tutulmuş, parti işleri için kullanılmış ve partiye bırakılmıştır. "377 Atatürk, yardımlar ve bağışlardan gelen paraları sadece ülke yararına yap-

375 Leventoğ\u, age., s. 1 35. 376 Soyak, age., s. 686. 377 Atay, Çankaya, s. 528.

230

tığı yatırımlara harcamıştır (İş Bankası ve Örnek Çiftlikler kurup işletmek vb. ). Kalanı da CHP'nin denetiminde, ITK ile TOK'ya bırakmıştır.

Atatürk, şahsi gelirlerinden elde ettiği malvarlığını da kendi­sinden çok çevresindekilere harcamıştır.

Hatırlanacağı gibi Atatürk'ün "Cumhurbaşkanlığı maaşı ve ödeneği + Emekli subay maaşı" aylık ortalama 10.000 lira civa­rındadır.

Atatürk bu 10.000 lirayı her ay şöyle harcamıştır.

A. Yakınlarına Verdiği Aylıklar

1 . İsmet İnönü'ye 1 925-1 928 arasında 1000 lira, 1929-1937 arasında 2000 lira, 1 937- 1938 arasında 3000 lira.

2. Dr. Refik Saydam'a, 1 937- 1938 arasında 500 lira. 3 . Makbule Atadan'a (kız kardeşi) 1927- 193 8 arasında her ay

200 lira . . . 4 . Bülent Nejat Hanım'a 1 927-1928 arasında her a y 100 lira . . . 5. Fahima Zeliha Hanım'a 1930-1932 arasında her ay 100

lira . . . 6 . Özel Hafızı Bnb. Yaşar Okur'a 193 1 - 1 938 arasında her ay

100 lira . . . 7. Jandarma Yüzbaşısı Hüsnü Erkin'e378 193 1 - 1938 arasında

her ay 100 lira . . . 379 8 . Eşi Latife Hanım'a (boşandıktan sonra) 1925-1938 arasın­

da her ay 500 lira . . . 38o

378 Yüzbaşı Hüsnü Erkin, Atatürk'ün manevi evlatlarından Rukiye Erkin'in koca­sıdır. (S.M.)

379 Uygar Kocabaşoğlu, Türkiye İş Bankası Tarihi, (basılmamış). Aktaran Can Dün­dar, "İşte Atatürk'ün Banka Hesabı", Sabah, 26 Ağustos 2000; Soyak, age., s. 691, 713; Görgülü, age., s. 1 20, 121; Güler, "Atatürk'ün Emekli/ik Iş/em/eri, Maddi Birikimi Ile Hindistan'dan Gelen Para", s. 17; Güler, age., s. 157, 158.

380 Turgut Özakman, Cumhuriyet Türk Mucizesi, 2. Kitap, 22. bas., Ankara, 2010, s. 1 65, 709. Atatürk'ün Bütün Eserleri, C 1 7, S. 272. Bu gerçeğe rağ­men İpek Çalışlar "Latife Hanım" adlı romanında "Latife Hanım, Mustafa Kemal'in maddi yardım teklifini 'ihtiyacım yok' diye reddetmişti, " diye yaza­bilmiştir. İpek Çalışlar, Latife Hanım, İstanbul, 2006, s. 367. (Özakman, age., s. 709.)

23 1

9. Refik Saydam'a, Fuat Bulca'ya, Ülkü'ye, Asaf İlbay'a, Fev­zi Çakmak'a ve Semih Rifat'a hediye ettiği evlere/köşkle­re harcanan paralar . . . Atatürk, bekar yaşayan Dr. Refik Saydam'a Çankaya'da Genel Katiplik Konutu'nun yanında bir köşk yaptırıp hediye etmiştir.38 1 Ankara'nın imarıyla görevlendirdiği Avusturyalı mimar Ernst Arnold Egli'den, THK Başkanı Fuat Bulca'ya da modern bir ev yapmasını is­temiştir. Egli'nin ilk projesini pahalı bulmuş, daha mütevazı ve daha ucuza mal olacak bir proje istemiştir. Yeni proje­yi beğenmiş, Egli de buna göre bir ev inşa etmiştir.382 Ata­türk, Egli'ye manevi kızlarından Ülkü Adatepe'ye de bir ev yaptırmıştır. Ancak yine başlangıçta ev planını ve ev yerini beğenmemiştir. Egli, Atatürk'ün "kendi elyazısıyla hazırla­dığı ayrıntılı bir inşaat programına" göre evi inşa etmiştir.383 Asaf İlbay'a da bir ev inşa edebileceği kadar para vermiştir. Asaf İlbay anlatıyor: "Gazi dedi ki: 'Sen mühendissin. Beş, altı adalı konforluca bir ev kaça yapılabilir?' '12-15 bin li­raya çıkabilir, ' diye cevap verdim. Meclis'te hazır bulunan İş Bankası Müdürü Celal Bayar Bey'e döndü: 'Bu miktar parayı Asaf Bey'e veriniz, ' ve bana da, 'bir plan hazırla ben göreyim, ' buyurdular. "384 Atatürk, Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak'a da Ankara'da kendi malı olan bir köşk tah­sis etmiştir. Sonradan bu köşkü Mareşal Fevzi Çakmak'a bırakmıştır.385 Atatürk, dilci Semih Rifat'a da Ankara'da İs­met Paşa Caddesi'nde 9 bin liralık bir ev hediye etmiştir.386 Hasan Rıza Soyak, Atatürk'ün, İsmet İnönü ve Refik Say-

dam'a yaptığı yardımlar konusunda şunları anlatmıştır:

381 Soyak, age., s. 712. 382 Ernst A. Egli, Atatürk'ün Mimannın Anılan-Genç Türkiye İnşa Edilirken, çev.

Güven Göktan Uçer, İstanbul, 2013, s. 39. 383 age., s. 65-67. 384 Asaf İlbay, Çocukluk Arkadaşım Atatürk, Mustafa Kemal'le 45 Yıl, İstan­

bul, 2014, s. 78; Asaf İlbay, biraz birikmişleri, biraz piyasaya borçlanarak, biraz da Atatürk'ün verdiği parayla Ankara'daki ilk apartman olan "Vardar Apartmanı"nı yaptıklarını belirtmiştir. (İlbay, age., s. 79.)

385 İlbay, age., s. 78. 386 Atay, Mustafa Kemal'in Mütareke Defteri, s. 80.

232

"(Atatürk) (1 932'den itibaren aldığı 9072 liralık maaşın) 2000 lirasını aşağıda izah edeceğim veçhile her ay İnönü'ye ver­mekte olduğundan hakikatte elinde kalan miktar 7000 liradan ibaretti. "387

Soyak şöyle devam etmiştir: "(Atatürk dedi ki:) Her ikisinin de hayatlannda bir deği­

şiklik olmasını istemem. Şimdi İş Bankası'na ayn ayn iki tez­kere yaz. Bugünden itibaren her ay İsmet Paşa'ya maaş hesa­bımdan verilmekte olan 2000 lirayı 3000 olarak ödesinier. Dr. Saydam'a da aynı hesaptan 500 lira versinler. İsmet Paşa'nın vasıtası (arabası) temin edilmiştir. Dr. Saydam'a da bizim oto­mobillerden birini tahsis edersiniz,' emrini verdi. Derhal mek­tupları yazdım; imza ederken Dr. Saydam'ınkini bizzat götürüp vermemi ve arzusunu söylememi, diğerini de bankaya gönderme­mi söyledi. ( . . . ) İş Bankası 'ndan aldığım son hesaba göre gerek İnönü gerek Saydam, kendilerine tahsis edilen yardımın Kasım 1 938 ayına ait olanını da tahsil etmişlerdir. "388

Atatürk, eşi Latife Hanım'dan ayrıldıktan sonra Latife Ha­nım'a verilecek para hakkında Ağustos 1 925'te kaleme aldığı yazıda şöyle demiştir:

"Kendisine mühim bir para vereceğim. Bu parayı aşağıdaki şartlarla İş Bankası'na yatırmayı kendi hayatı için daha münasip düşünüyorum. Senede 6 bin liradan fazla alamayacaktır. Yani ayda 500 lira. Bu parayı mazbut bir hayat için kafi görüyorum. Senede 6 bin liradan fazla almak isterse veya paranın tamamını birden alıp başka surette kullanmak isterse, banka benim onayı­mı almaya mecbur olacaktır . . . "389

Şöyle basit bir hesapla tespit edebildiğim kadarıyla Ata­türk'ün 1 923-1938 arasında maaşından yakınlara verdiği (evler hariç) sadece aylıkların toplamı 456.940 TL'dir.

387 Soyak, age., s. 691. 388 age., s. 713. 389 Atatürk'ün Bütün Eserleri, C 17, s . 272.

233

B. Köşk Çalışanlarının İaşeleri ve Yokuluk Masrafları

ı . Yaverler ve muhafız polislerin tüm masrafları, 2. Köşkün içinde ve dışında çalışan bütün müstahdemin iaşesi, 3 . Köşkün bütün masrafları, 4. İstasyon binasındaki tüm özel kalem memurlarının öğle ye­

mekleri, 5. Sabah akşam misafirlerle birlikte günlük 90-100 kişinin tüm

masrafları, 6 . Seyahatlerinde devlet tarafından verilen tren veya vapur dı­

şındaki tüm yol masrafları.J90 (Başbakan ve milletvekilleri bütçeden yol masrafı ve yevmiye alırken Cumhurbaşkanı Atatürk'ün ve mahiyetinin harcırahı yoktur. )391 Atatürk'ün "Çelebi" diye seslendiği uşağı Cemal Granda,

yolculuklarda tüm masraflarını Atatürk'ün cebinden karşıla­dığını anlatmıştır: nAtatürk hiçbir yerde belediyelerin konuğu olmamış, her yerde masrafı cebinden ödemiştir. Yalnız 1 92 7 yılında İstanbul'a ilk gelişinde İstanbul Belediyesi'nin konuğu olarak kaldığını hatırlarım. Öbür yıllar İstanbul'a gelişinde mas­rafı hep kendi ödemiştir. Hiçbir otelcinin, gazinocunun etkisin­de kalmamıştır. Onlar her ne kadar para almak istemezlerse de Atatürk, 'Bir daha gelmem sonra!' diyerek parasını öder ve baş­yavere sorardı: 'Gazinocu parasını aldı mı?' 'Verildi, ' cevabını almadan da gazinodan çıkmazdı. "392

Hasan Rıza Soyak anlatıyor: "Hele bazen, bilhassa İstanbul'da bulunduğumuz aylarda

elimize geçen maaş ve tahsisatı masraflan karşılamaz olurdu, borçlanırdık ve sıkıntıya düşerdik. Böyle durumları kendileri­ne izah etmeye çalıştığım zaman sözümü keser, gülümseyerek, 'Peki, peki Ankara'da kendimizi biraz sıkar, açığı kapatmaya

390 Soyak, age., s. 691 . 391 Bu durumun yanlış olduğunu düşünen Hasan Rıza Soyak, "Memurun ve müs­

tahdemin iaşesi" için bütçeye bir tahsisat koyulmasını önermiş ve Soyak'ın bu önerisi kabul edilerek sonradan bütçeye böyle bir tahsisat konulmuştur. (So­yak, age., s. 693)

392 Turhan Gürkan, Atatürk'ün Uşağının Gizli Defteri, İstanbul, 1 971, s. 1 57.

234

çaltşırız, ' der geçerdi. Filhakika Ankara' da masraf daha az oldu­ğundan birkaç ay içinde vaziyet düzelirdi. "393

Atatürk, 1 927'de (3 ay), 1 928'de (4 ay), 1929'da (2 ay), 1930'da (5 ay), 1 93 1 'de (2 ay), 1932'de (5 ay), 1 933'te (4 ay), 1 934'te (3 ay), 1935'te (5 ay), 1936'da (4 ay), 1 937'de (1 ay), 1938'de (6 ay) İstanbul'da kalmıştır.394 İstanbul'a ilk geldiği 1927'de masrafları belediyenin karşıladığı 3 ayı ve hasta olduğu son 6 ayı saymazsak Atatürk, yaklaşık 35 ay İstanbul'da bu­lunmuştur. Hasan Rıza Soyak'ın "İstanbul'da bulunduğumuz aylarda elimize geçen maaş ve tahsisatı masraflan karşılamaz olurdu, borçlanırdık ve sıkıntıya düşerdik" açıklamasını dikka­te aldığımızda, Atatürk mahiyetindekilerle İstanbul'da bulundu­ğu işte bu 35 ayda (3 yıl) " borçlanıp, sıkıntıya düşmüştür" .

c . Yaptığı Sosyal Yardımlar

Atatürk'ün cumhurbaşkanlığı maaşının ve ödeneğinin yer aldığı İş Bankası'ndaki 4 numaralı hesabındaki para hareketleri incelendiğinde yardım, bağış ve giderler için çok ciddi harcama­lar yapıldığı görülecektir. Atatürk'ün bu hesabından ilk yıııarda Şişli Sıhhat Yurdu ve Tayyare Cemiyeti gibi kurumlara yardım­lar yaptığı anlaşılmaktadır.

Atatürk'ün beııi başlı sosyal yardımları ve miktarları şöyledir: ı . 2 0 Temmuz 1 922'de Türkiye Öğretmenler Dernekleri Birli­

ği'ne 100 lira bağış, 2. 28 Temmuz 1 923'te İzmir'de kurulan İhtiyat Zabitleri Ce­

miyeti'ne 10 bin lira bağış, 3 . 23 Ekim 1923'te eşi Latife Hanım'la birlikte Türk Ocağı'nda

açılan resim sergisini gezip sanatçılara destek amacıyla bazı tabloları satın alması,

393 Soyak, age., s. 683. 394 Ayrıntılar için bkz. Yücel Özkaya, " Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın 1 927 Istan­

bul ve Sonraki Gezileri", http;Udeı:gjJer.ankara.edu.tr!de�iler/45/808110284. pdf (Son erişim, 23 Temmuz 2015) .

235

4. 1 Ekim 1 924'te Erzurum depreminde zarar görenlere eşi La­tife Hanım'la birlikte 10'ar bin lira yardım,

5. 24 Ağustos 1924'te Kastamonu Kütüphanesi'ne 500 lira bağış, 6. 8 Nisan 1925'te Ankara Memurlar İstihlak Kooperatifi'ne 1

numaralı kurucu olmak için 6 bin lira katılım payı, 7. 29 Mayıs 1935'te Türk Hava Kurumu'na 10 bin lira bağış, 8 . 20 Temmuz 1 921'de Türkiye Öğretmen Dernekleri Birli­

ği'nin fahri başkanlığını kabul ederek derneğe 100 lira bağış, 9. 24 Ağustos 1 921'de Üsküdar yangınında evleri yananlara

dağıtılmak üzere 5 bin lira bağış, 10 . 1928 yılında himayesi altındaki Himaye-i Etfal Cemiyeti'ne

(Çocuk Esirgeme Kurumu) 1000 lira bağış, 1 1 . 7 Mart 1928'de fakir öğrencilere dağıtılmak üzere Çocuk

Esirgeme Kurumu'na 1000 lira bağış, 12 . 1 Nisan 1928'de Torbalı depreminde zarar görenlere dağı­

tılmak üzere 10 bin lira yardım, 1 3 . 8 Aralık 1 936'da Kızılay'a 10 bin lira bağış, 14. 20 Haziran 1932'de binası yanan Fenerbahçe Kulübü'ne

500 lira yardım, 15 . 29 Mayıs 1 935'te Türk Hava Kurumu'na 10 bin lira bağış, 16 . 8 Aralık 1936'da Adana çevresinde sel felaketinden zarar

görenlere dağıtılmak üzere Kızılay'a 10 bin lira yardım,m 1 7. Kurtuluş Savaşı yıllarında Yunan saldırısında yıkılan Eski­

şehir Mihalıççık Camii'nin yeniden yapılması için 5000 lira yardım.396 Atatürk'ün 4 numaralı hesabından ayrıca Terzi Anastas

Ekonomidis, Samanpazarı'nda otelci Mustafa Ağa, müteahhit Erzurumlu Nafiz Bey gibi serbest meslek erbabına ve yanındaki Vekil-i Harç Tahsin Coşkan Bey, Umumi Katip Hasan Rıza So-

395 Nail Tan, "Atatürk'ün Sosyal Çalışmalarından Ornekler", Atatürkçü Düşün­ce, Yıl: 4, Aralık 1 977, S. 44, s. 28-30; Yaşar Baytal, Atatürk Döneminde Sos­yal Yardım Faaliyetleri (1923-1938), Ankara, 2012, s. 284-286.

396 Ali Metin çavuş'tan aktaran Yurdakul Yurdakul, Atatürk'ten Hiç Yayımlan­mamış Anılar, İstanbul, 2005, s. 1 56; Meydan, Başbakan R. Tayyip Erdoğan'ın 'Tarih Tezleri'ne EL-CEVAP, s. 248.

236

yak Bey, Kalem-i Mahsusa Memuru Ekrem Bey, Seryaver Rasu­hi Bey gibi kişilere de değişik miktarlarda ödeme yapılmıştır.J97

Çocukları çok seven Atatürk, hem Çocuk Esirgeme Kuru­mu aracılığıyla hem de doğrudan çocuklara yardım etmiştir. Ör­neğin Kılıç Ali'nin aktardığına göre Atatürk, bir gezi sırasında Kanlıca'da Atıf ve Saha adlı iki sünnet çocuğu na para yardımı yapmak istemiştir. Çocuklara İş Bankası'ndan bir miktar para verilmesi için hemen oracıkta yazdırdığı mektubu imzalayıp ba­baları Fuat Bey'e vermiştir. Fuat Bey Atatürk'e teşekkür ettikten sonra, "İzin verirseniz bu parayı bankadan tahsil etmeyeceğim, " demiştir. Atatürk "Neden?" diye sorunca, Fuat Bey şu açıkla­mayı yapmıştır: "Efendim, parayı tahsil için imzamzı içeren bu belgeyi İş Bankası'na vermem gerekecek. Para alınır, harcanır, gider. Oysa bu belge, çok değerli bir hatıra olarak bana, çocuk­larıma ve torunlarıma kalır. Bu nedenle para karşılığında bu değerli belgeyi elimden çıkaramam. " Bunun üzerine Atatürk, Başyaver Celal Bey'i çağırarak İş Bankası'na başka bir mektup yazmasını, o mektupla paranın ödenmesini, bu mektubun ise Fuat Bey'de hatıra olarak kalmasını istemiştir. m

Şöyle basit bir hesapla -tespit edebildiğim kadarıyla- Ata­türk, 1 923-1938 arasında toplam 89.200 TL sosyal yardım ve bağış yapmıştır.

Sonuçta emekli maaşlarından Atatürk'ün elinde aylık olarak neredeyse hiçbir şey kalmamaktadır. Örneğin, Atatürk'ün eline 1932 yılında ayda 9078 lira emekli maaşı geçmektedir. Bunun 2000 lirasını İsmet İnönü'ye, 200 lirasını Makbule Atadan'a, 100 lirasını Fahima Zeliha Hanım'a, 100 lirasını Hafız Yaşar Okur'a, 100 lirasını Yüzbaşı Hüsnü Erkin'e, 500 lirasını binası yanan Fenerbahçe Kulübü'ne vermiştir. Böylece 9078 liralık maaşının tespit edebildiğimiz kadarıyla toplam 3000 lirasını dağıtmıştır. Geriye elinde 6078 lira para kalmıştır. Bunun da önemli bir bö­lümünü köşk çalışanlarına ve yolculuk masraflarına harcamıştır.

397 Can Dündar, "Işte Atatürk ·ün Banka Hesabı", Sabah, 26 Ağustos 2000; Güler, agm., s. 15.

398 Hulusi Turgut, Atatürk'ün Sırdafl Kıbç AIi'nin Arulan, 6. bas., İstanbul, 2005, s. 579, 580.

237

Görülen şu ki, Atatürk şahsi gelirlerinden elde ettiği mal­varlığının neredeyse tamamını köşk ve yolculuk masraflarına, ihtiyacı olanlara, sosyal yardımlara ve bağışlara harcamıştır. Öyle ki Atatürk vefat ettiğinde Emekli hesabında 19.566 lira 80 kuruş; 4 numaralı şahsi hesabında 53.453 lira 18 kuruş olmak üzere toplam 73.019 lira 98 kuruş birikmiştir.399

"Aylık ortalama gelirinin 1 0 bin lira olduğu kabul edildiğin­de, yaklaşık 7 aylık geliri kadar bir birikim yapmıştır. Bu durum da göstermektedir ki, parayla ilişkisinde çok hassas olan Ata­türk, aylık maaş gelirinin dışında başka bir gelir edinme peşinde olmamıştır. Bazılarının dediği gibi 'rüşvet' yememiş, devlet para­sını zimmetine geçirmemiştir. "400

Atatürk, yardım ve bağışlardan gelen malvarlığını ise şöyle harcamıştır: A. Hindistan'dan gelen paradan kalan 445 bin liranın kullanımı: ı . 120 bin liraya örnek çiftlikler kurmuştur.401 2. 250 bin lirayı İş Bankası'nın kuruluşuna harcamıştır.402 3 . Bu paradan geriye kalan 75 bin liraya İş Bankası'ndan ve

Maden T.A.Ş'dan hisse senetleri satın almıştır.403

B. Abbas Hilmi Paşa'nın bağışladığı 900 bin liranın kullanımı: ı . İş Bankası'nda değerlendirmiştir. ( 2 Numaralı hesaba yatır­

mış ve İş Bankası'ndan hisse senetleri almıştır. )404

Yasallık ve Etiklik

Atatürk'ün Hindistan'dan gelen parayı kullanması yasal mı­dır, diye bir soru sorulabilir. Evet, yasaldır. Çünkü bu para doğ­rudan doğruya Atatürk'e gönderilmiştir. Harcanması, değerlendi-

399 Soyak, age., s 683, 686. 400 Görgülü, age., s. 1 22; Güler, age., s. 158, 1 59. 401 Soyak, age., s. 685. 402 age., s. 684. 403 Görgülü, age., s. 154. 404 Soyak, age., s. 686.

238

rilmesi doğrudan doğruya Atatürk'ün kararına bağlı bir paradır. Dolayısıyla Atatürk bu parayı kullanma şeklinde özgürdür.405

Burada şöyle bir itiraz yükselebilir: Gönderilen yardım pa­rası Atatürk adına gönderilmiş olsa bile bir amaç için (Türk ulu­sunun bağımsızlığı ve halifenin kurtarılması amacıyla) Türk mil­Ietine verilmiştir. Bu nedenle Atatürk bu parayı "kişisel amaçlı" kullanmamalıydı! Yaptığı doğru değildir!406

Nitekim Falih Rıfkı Atay, Atatürk'ün bu parayla İş Banka­sı'nı kurmasının doğru olmadığını belirtmiştir:

"İş Bankası'nın ilk sermayesi de Hindistan'dan Mustafa Kemal'e gönderilen paranın geri kalanı idi . . . Bu para millete ve devlete gönderilmişti. Mustafa Kemal el sürmemeli idi. Gerçi o sermaye hesabı daima ayrı tutulmuş, parti işleri için kullanılmış ve partiye bırakılmıştır. Ama Mustafa Kemal yanındakilere iyi bir örnek olmalı idi. "407

Tersten düşünelim! O parayı Atatürk kendi hesabında tut­masaydı, o para millet ve devlet yararına daha iyi kullanılabilir miydi? Aslında bu sorunun yanıtını yine en iyi verecek kişi Falih Rıfkı Atay'dır. Atay, "Çankaya" adlı eserinde Atatürk'ün etra­fını ve devleti saran "nüfuz tacirlerini", yolsuzluk peşinde ko­şan uyanıkları, vurguncu "arazi spekülatörlerini", İş Bankası'nı soymaya çalışan girişimcileri en ince ayrıntısına kadar anlatmış­tır.408 İşte Atay'ın gördüğü bu manzarayı Atatürk de gördüğü için -üstelik bu tür eleştirileri göze alarak- o parayı kendi hesa­bında tutmuştur. Atatürk, böylece Türk milletine gönderilen o yardım paralarının, Cumhuriyet'in yoktan var edildiği bir süreç­te, birilerince çarçur edilmesini önlemiş; millet ve devlet yararına kullanılmasını sağlamıştır. Atatürk, o paralarla yeni Türkiye'nin iki büyük projesini ( ı . Örnek Çiftlikler, 2. İş Bankası) hayata geçirmiş; üç büyük projenin (CHP, TTK ve TDK) de sürekliliğini sağlamak istemiştir.409 Ve yine Falih Rıfkı Atay'ın çok iyi bildiği

405 Görgülü, age., s. 1 15. 406 age., s. 1 1 5. 407 Atay, age., s. 528. 408 age., s. 490, 525-532, 409 Şu cümle Falih Rıfkı Atay'a aittir: "Planlı imara ve doğrudan doğruya imara

239

gibi, Atatürk o paralara "el sürmemiştir" . "Örnek olma " mese­lesine gelince Atatürk, bir cumhurbaşkanının, kendi hesabında bile olsa, millete ve devlete ait bir paraya "el sürmemesi" gerek­tiğini göstererek "yanındakilere çok iyi bir örnek olmuştur" .

Atatürk eğer o yardım paralarını millet ve devlet yararına değil de kendi yararına kullanmış olsaydı veya yakınlarına, eşi­ne dostuna, yandaşına peşkeş çekmiş olsaydı ya da çevresinden birilerine miras bırakmış olsaydı her türlü eleştiriyi hak ederdi. Ancak Atatürk o parayı son kuruşuna kadar millet ve devlet ya­rarına harcamış; dahası yakınlarına tek kuruş bırakmamak için "özel kanun" çıkarmış ve ölmeden önce de çiftlikleri hazineye, bankadaki paraları ise CHP'nin denetiminde ülkenin iki büyük kurumuna; TIK ve TOK'ya bırakmıştır.

Örnek Çiftliklerin Kuruluşu

" Üreten köylü milletin efendisidir, " diyen Atatürk, önce köylüyü ağır vergi yükünden kurtarmıştır. Örneğin devlet hazi­nesinin çok önemli bir gelir kaynağı durumundaki Aşar Vergisi'ni kaldırmıştır. Daha sonra topraksız köylüye toprak dağıtmanın, toprak reformunun yollarını aramıştır. Köy okulları kurup, Köy Eğitmenleri Projesi'ni başlatıp, Köy Enstitülerinin temellerini at­mıştır. Köylünün eğitimine büyük önem veren Atatürk, bu eğiti­min, köylüye pratik faydalar sağlayacak nitelikte olmasına özen göstermiştir. Köy okullarında köy öğretmenleri köylüye sadece okuma-yazma öğretmek ve temel bilgiler vermekle yetinmemiş, özellikle tarım, hayvancılık ve sağlık konularında bilgiler ver­miştir. Ayrıca Millet Mektepleri, Halkevleri ve Halkodalarının köylere yönelik çalışmalarıyla köylü her bakımdan aydınlatıl­mak istenmiştir. Kazım Dirik'in geliştirdiği Atatürk'ün uygulan­masını istediği İdeal Cumhuriyet Köyü Projesi ile Anadolu'nun her yanında her bakımdan çağdaş köyler kurulmak istenmiştir.

240

karşı yalnız Atatürk anlayış göstermiştir. Hükümetler, hayır! Zati Atatürk'ün ölümünde ne kadar imar eseri varsa ( . . . J Orman Çiftliği, hepsi rahmetli liderin eseridir. " (Atay, age., s. 495).

Atatürk, köylünün özellikle modern tarım ve hayvancılık yapacak bilgiye, beceriye ve teknik donanıma sahip olmasına büyük önem vermiştir. Bu amaçla Cumhuriyet'in ilk yılların­da modern tarım ve hayvancılık eğitimine başlanmıştır. Başta Ankara Ziraat Enstitüsü olmak üzere ülkenin dört bir yanında tohum ıslah enstitüleri, fidanlıklar, yetiştirme/üretme çiftlikleri, damızlık istasyonları, haralar kurulmuştur. Cumhuriyet önce­sinde tarımsal üretimde dışa bağımlı bir ülke durumundaki Tür­kiye, 1 930'lardan itibaren buğday, pamuk, şeker, tütün, zeytin, koyun, sığır üretiminde dışa bağımlılığını büyük oranda yenip, bazı tarımsal ve hayvansal ürünleri ihraç etmeye bile başlamıştır.

İşte bu atmosferde Atatürk modern tarım ve hayvancılık konusunda köylüye örnek olmak için ülkenin değişik yerlerinde "örnek çiftlikler" kurup örnek çiftçilik yapmıştır.

Atatürk'ün örnek çiftliklerinin üç temel amacı vardır: 1 . Köylüye modern tarım ve hayvancılık, hatta sanayi konu­

sunda hem örnek olmak, hem yardım etmek (örnek çiftçilik ve örnek girişimcilik) .

2. çevreye zarar vermeden, hatta doğayı koruyup zenginleşti­rerek kalkınmanın sağlanabileceğini göstermek.

3 . Halka hem ucuza tarımsal ve hayvansal ürün sağlamak hem de gezecek, eğlenecek yeşil bir çevre yaratmak. "Akl-ı Kemal, Atatürk'ün Akıllı Projeleri" adlı kitabımda

anlattığım gibi Atatürk'ün Örnek Çiftlikler Projesi'ne aslında "Yeşil Cennet Projesi " adını vermek gerekir. Çünkü Atatürk'ün hayalinde üreten, her bakımdan kalkınmış, ağaçlı, ormanlı yeşil bir Türkiye vardır.

Birbiri ardından Ankara'da Orman Çiftliği ve Güvercin Çift­liği, Silifke yakınında Tekir ve Şövalye çiftlikleri, Dörtyol'da Ka­rabasamak Çiftliği ve büyük bir portakal bahçesini ve Yalova'da Baltacı ve Millet çiftliklerini parça parça satın alarak işe koyul­muştur.4 1O

410 Soyak, age., s. 685.

241

Atatürk'ün bu çiftlik ve bahçelerinin toplam yüzölçümü 1 54.729 dönümdür.41l Atatürk Çiftlik Müzesi'ne göre, Ata­türk'ün hazineye bağışladığı çiftliklerin toplam büyüklüğü 1 52 bin dekardır.m

Ancak Atatürk bütün bu çiftlik arazilerini son derece uygun bir fiyata satın almıştır. Hasan Rıza Soyak'ın ifadesiyle, "O za­man arazi çok ucuz, paramız da o nispette kıymetli idi; bütün bu arazi için ödenen para miktarı 1 00-1 20 bin lirayı geçmiyordu. "4 1 3

Örneğin, Atatürk'ün Ankara'da Orman Çiftliği için satın aldığı arazi, "bataklık, sazlık, ot bitmez" denilen türden 20 bin dönüm kötü bir arazidir.4 14 Hatta uzmanlar bu "kötü arazide" bir çiftlik kurmanın imkansız olduğunu söyleyip Atatürk'e karşı çıksalar da Atatürk, çiftliğin ısrarla o arazide kurulmasını iste­miştir. Dolayısıyla Atatürk, Ankara Orman Çiftliği'nin bu arazi­sini -doğal olarak- ucuza mal etmiştir.415

Atatürk, Ankara'da çok amaçlı bir örnek çiftlik kurmak istemiştir. Bu nedenle, «Çiftlik modern, bilimsel, bize uygun, tan m için iyi bir örnek olmalı . . . Köylü gençler burada bir süre çalışarak, köylerine doğru tan mı götürmeliler. T anm aletlerini kullanmayı, onarmayı öğrenmeliler," demiştir. Atatürk'ün çift­likle ilgili başka hayalleri de vardır. Her zaman olduğu gibi yine halkıyla ilgilidir hayalleri: "Halk için büyük, çok güzel bir şey yapalım. . . Gelip eğlensinler, çocuklar oynasın. Büyük bir ha­vuz olsun. Dileyen yüzsün, dileyen sandala binsin. Uygun yer

4 1 1 age., s. 689. 412 Görgülü, age., s. 1 32. 413 Soyak, age., s. 685. 414 Şerafettin Turan, Mustafa Kemal Atatürk, Kendine Özgü Bir Yaşam ve Kişilik,

2. bas., Ankara, 2008, s. 559. Atatürk Orman Çiftliği'ndeki Atatürk ve Çiftlik Müzesi'ndeki bilgilere göre Atatürk Orman Çiftliği 52 bin dekardır. (Görgülü, age., s. 1 32).

415 Ancak yıllar sonra orada Atatürk Orman Çiftliği kurulup işletilince ister is­temez arazi çok değerlenmiştir. Bunun özerine araziyi Atatürk'e satanlar ve mirasçılar 1 950'lerde Atatürk'e dava açarak para talep etmişlerdir. Bugün Atatürk düşmanları, o günlerde basma yansıyan bu davayı gündeme getirip, "Atatürk Orman Çitliği'nin arazisi gasp edilmiştir! " diyerek Atatürk'e saldır­maktadırlar. Açgözlülük, akılsızlık, ahlaksızlık ve vicdansızlık üst üste gelince durum budur!

242

bulunabilirse bir havuz daha yapalım. Ankara suya, yüzmeye alışsın. Su uygarlıktır. Benim için de tepeciklerden birinin üze­rine bir ev yeri ayınn . . . "41 6

O günlerin tanıklarından Hasan Rıza Soyak'a kulak verelim: "Gaye; iklim ve mahsul itibariyle birbirinden farklı bulunan

bu bölgelerde serbest çalışan numune çiftlikleri vücuda getirmek ve bir yandan çeşitli tecrübeler yaparken, bir yandan da civar köylere örnek ve rehber olmaktı.

Bu müesseselerde, yeni Türkiye'nin bir numaralı çiftçisinin direktifleri ve daimi nezareti altında rahmetli arkadaşım Tah­sin Coşkan olmak üzere, ekserisi genç, enerjik, feragat ve ideal sahibi ziraatçilerimiz tarafından cidden takdir ve iftihara layık, büyük gayretler sarf olunarak memleket için faydalı başarılar elde edilmişti.

Bilhassa Ankara'nın başlıca giriş kapısında bulunan Orman Çiftliği'nde yeni usul ve geniş makineli ziraatla beraber, ziraat sanatlarının hemen hemen her çeşidi için mükemmel çalışma yerleri; pastörize süt, tereyağı, yoğurt ve peynir imalathanele­ri, pulluk ve bira fabrikaları, sebze ve meyve bahçeleri, bağlar, halkın istifadesine açılan büyük parkıar, Marmara ve Karadeniz havuzları gibi hem sulamaya hem de su sporları yapmaya elve­rişli geniş havuzlar tesis edildi.

Ankara Belediyesi'nin teşviki ile şehirde birkaç satış mağa­zası da açılmıştı. Bu mağazalar, çiftlikte çıkan karışıksız mahsul ve mamul/eri çok ucuz fiyatlarla satıyor, bu suretle kendi piya­sasında esaslı bir nazım rolü de ifa ediyordu. Yalova'daki Millet ve Baltacı çiftlikleri kurulduktan sonra İstanbul' da da iki satış mağazası açılmıştı.

Ankara ve civarı, o zamanlar ağaç ve yeşil/ik hasreti çeki­yordu. Atatürk, orman idaresini de harekete geçirmişti; bu ida­reye ayırdığı geniş arazi üzerinde -ki çiftlikten, şehre doğru uza­nıyordu- büyük bir orman tesisine başlanmıştı.

416 Ayrıntılar için bkz. İzzet Öztoprak, Atatürk Orman Çiftliği'nin Tarihi, Ankara, 2006.

243

Ayrıca tasarrufu altındaki büyük arazinin mühim bir kısmı­nı, içindeki bina ve tesisleri ile beraber, göçmen iskanına tahsis ederek, yine yakın alaka ve nezareti altında, Ankara civarındaki Etimesut Numune Köyü'nün kurulmasını sağlamıştı. "417

Atatürk Orman Çiftliği'nin temeli, 5 Mayıs 1 925 tarihinde bir Hıdrellez günü atılmıştır.

Çiftlik inşaatının başladığı Y assıdere' de Atatürk ve arkadaş­ları için de üç çadır kurulmuştur. Atatürk, Rasuhi Bey, İsma­il Hakkı Bey, Nuri Conker, Salih Bozok ve Kılıç Ali çadırların önündeki hasır koltuklara oturarak çiftliğin temel atma törenine ve sonraki çalışmalara tanıklık etmişlerdir.

Ankara'daki Atatürk Orman Çiftliği hiç abartısız Atatürk'ün eseridir. Atatürk, çiftliğin yerinin tespitinden çiftlikte yer alacak yapılara, dikilecek ağaçların miktarına ve türüne kadar her şeyle adeta bir tarım mühendisi gibi ilgilenmiş, bu da yetmemiş sürek­li çiftlik inşaatının başında bulunarak yapıları, tarım alanlarını, ağaçları denetlemiştir.

Atatürk, çiftliğe her yıl 50 bin ağaç dikilmesini istemiştir.m Sekiz yıl geçmeden çiftliğe 3 milyondan fazla çeşitli fidanlar di­kilmiş ve hepsi de tutmuştur.4l9

Çiftliğe dikilen güller Hollanda ve Almanya'dan getirilmiş­tir. Çiftlikte bir hayvanat bahçesi ile bir de tavuk çiftliği kurul­muştur.420

Atatürk'ün Ankara Orman Çiftliği başta olmak üzere örnek çiftliklerinin çalışma alanları genel olarak şöyle sınıflandırılabilir: 1 . Makineli tarım yöntemiyle geniş ölçekte buğday yetiştirmek. 2. Bilimsel yöntemlerle tohum cinslerini iyileştirmek. 3 . Orta Anadolu için e n sağlam zenginlik kaynaklarından biri

olan koyunculuk (özellikle kıvırcık koyun cinsi ile yerli cins­lerden karaman, yabancı cinslerden merinos, kürkçülük sanayi ve ticaretinde çok önemli ve şimdiye kadar yalnız

4 1 7 Soyak, age., s. 687. 4 1 8 Öztoprak, age., s. 63. 419 Tarih IV, s. 292. 420 Turan, age., s. 559.

244

Türkistan'da yetiştirilmiş olan Karagöl koyunları; maltız cinsinden keçilerle, Ankara'nın yerli tiftik keçileri) üzerinde çalışmak.

4. İnekçilik. ( 1 93 1 'de Gazi'ye Türk-Amerikan Dosduk Cemi­yeti başkanı tarafından hediye edilen her biri 15-20 bin lira değerinde çok verimli ineklerle bu alanlardaki tecrübeler önemli safhalara girmiştir.)

5 . Çok yumurdayıcı tavuk cinsleri üretmek. 6. Peynircilik ve tereyağcılık. 7. Meyve ağaçları tarımı; bağcılık ve türlerinin iyileştirilmesi.

(Bu tecrübeler için 500 dönümlük fidanlık oluşturulmuştur.) 8 . Yetenekli gençlerden bilimsel ve pratik bilgilerle donanmış

çiftçiler yetiştirmek. 9. Tohumların ayrılmasına, ziraat makinelerinin tamiri için

atölyeler; Anadolu tarımını karasabandan kurtarmak, yerli pulluk üretimine yol göstermek için kurulan pulluk ve diğer çift atölyeleri imalathaneleri.421 Hasan Rıza Soyak'ın verdiği bilgiye göre -hazineye bağış­

landığı 1 93 8 itibariyle- bu çiftliklerde 5 82 dönümü meyvelik, 700 dönümü fidanlık, 148 bin dönümü tarımsal arazi, 1450 dö­nümü oranlık, 400 dönümü Amerikan asma fidanlığı, 100 dönü­mü park ve bahçe, 220 dönümü bağ, 220 dönümü zeytinlik, 375 dönümü portakalıık, 15 dönümü kuşkonmazlık, 2650 dönümü çayır ve yoncalık, 148 bin dönümü ziraata elverişli tarla ve mera olmak üzere toplam 1 54.729 dönüm arazi . . . Ağaç fidanlıkların­da meyveli ve meyvesiz 650 bin fidan, Amerikan asma fidanlı­ğında 560 bin kök bağ çubuğu, bağlarda 8 8 bin adet bağomçesi, zeytinliklerde 6600, portakal bahçesinde 1 654 ağaç vardır.

Mefruşat ve demirbaşları ile 45 ikametgah ve daire binası, 7 ağıl, 6 mandıra, 8 ahır, 7 ambar, 4 samanlık ve oduk, 6 hangar, 4 lokanta ve gazino, 2 fırın, 2 ser olmak üzere toplam 91 bina vardır.

Bu çiftliklerde, yılda 7000 hektolitre çeşitli bira yapacak bü­yüklükte 1 bira fabrikası, 1 malt fabrikası, günde 4 ton buz ya-

421 Tarih IV, s. 293, 294.

245

pan 1 buz fabrikası, günde 3000 şişe soda ve gazoz yapan 1 soda ve gazoz fabrikası, 1 ziraat aletleri ve demir fabrikası, 2 modern pastörize süt fabrikası, 2 geniş yoğurt imalathanesi, yılda 80 bin litre şarap yapacak ölçekte 1 şarap fabrikası, iki taşlı elektrikle işleyen 1 un değirmeni, İstanbul'da bulunan 1 çeltik fabrikasının yüzde 40 hissesi, 2 kaşar ve beyaz peynir ile yağ üreten 1 ima­lathane, 2 tavuk çiftliği, 5 satış mağazası, 13 . 100 koyun, 443 baş sığır, 69 baş inek ve koşum atı, 2450 tavuk, 1 6 traktör, U harman ve biçerdöver makinesi, 35 tonluk bir deniz motoru, 5 kamyon ve kamyonet, 2 binek otomobili, 1 9 araba ve muhtelif sulama tesisleri ile 1 hususi telefon şebekesi vardır.m

Bu örnek çiftlikler Atatürk'ün hem örnek çiftçi, örnek müte­şebbis hem de örnek çevreci olarak halkına örnek olup ülkesinin üretimine, kalkınmasına katkı sağladığını kanıtlamaktadır.423

Atatürk düşmanları, Atatürk'ün çiftliklerini hazineye ba­ğışlarken yazdığı mektuba iliştirdiği yukarıdaki listedeki taşınır taşınmaz malları tek tek sayıp, "Bakın işte Atatürk ne kadar da zenginmiş! Bütün bu malı mülkü nasıl elde etmiş?" diyerek bu çiftlik varlıkları üzerinden Atatürk'e saldırmayı adet haline ge­tirmişlerdir.

Ancak gerçek şudur: Atatürk, örnek çiftliklerini 1925'te kurmaya başlamış, tam

13 yıl işlettikten sonra 1937' de hazineye bağışlamıştır. Burada gözden kaçırılan nokta, bütün bu çiftlikler yukarıdaki listede sa­yılan malvarlıklarıyla değil, genelde " boş arazi" olarak oldukça ucuza satın alınmıştır. Hatırlayacaksınız! Hasan Rıza Soyak'ın dediği gibi "O zaman arazi çok ucuz, paramız da o nispette kıy­metli idi; bütün bu arazi için ödenen para miktarı 1 00-1 20 bin lirayı geçmiyordu. " Atatürk'ün 120 bin liraya satın aldığı bu çiftlikler, kurulup geliştirilip 1 3 yıl işletildikten sonra doğal ola­rak çok değerlenmiştir. Atatürk, çiftliklerin gelirlerini hem yine

422 Soyak, age., s. 689, 690. 423 Atatürk Orman Çiftliği ve Atatürk'ün Örnek Çiftlikler Projesi için bkz. Mey­

dan, Akl-I Kemal, (özel baskı), s. 256-279.

246

çiftliklere harcamış hem de bu gelirleri İş Bankası'nda özel bir hesa pta değerlendirmiştir.

Hasan Rıza Soyak'tan okuyalım: "Bilindiği gibi Atatürk'ün daha 1 927 senesinde yaptığı bir açıklama ile partisine ait oldu­ğunu bildirdiği çiftliklerin temin ettikleri kazançlar kendi in­kişaflarına sarf ediliyor; hatta bunlara yeni sermayeler ve top­raklar ilave ediliyordu. Eski Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa'nın Türkiye Cumhuriyeti tabiiyetine girmesi münasebetiyle CHP'ye teberru ettiği (900.000) lira civarındaki para İş Bankası 'ndaki hisse senetlerinden alınan temettü ve mevduat faizleri bu ilavele­ri karşılamakta idi ve bu gibi gelirlerle o yolda yapılan harcama­lar yine İş Bankası 'nda açılmış olan 2 numaralı bir hesap içinde muamele görmekteydi . . . Burada tasrih etmeliyim ki Atatürk bu hesaptan şahsı için hiçbir masraf yapmamıştır. "424

Gerçekten de belgeler, Atatürk Orman Çiftliği'yle ilgili tüm harcamaların İş Bankası'ndaki bu 2 numaralı hesaptan yapıldı­ğını göstermektedir. Atatürk'ün çiftlik arazilerinin satın alınması için vekilet verdiği Hasan Rıza Soyak, 22 Temmuz 1 925, 10 Ha­ziran 1936 arasında 1 9 defa; Tahsin Coşkan ise 5 Mayıs 1925, 25 Ocak 1928 arasında 25 defa bu hesaptan işlem yapıp para çekmiştir.425 Atatürk'ün İş Bankası'ndaki 2 numaralı hesabından çekilen bu paralar tamamen çiftliklerin yapımı ve ihtiyaçları için kullanılmıştır .

Atatürk, çiftlik gelirlerini hiçbir zaman kendi geliri olarak görmemiştir. "Yoktan var ettiği işletmelerin işletilmesiyle, geliş­tirilmesiyle sahibi gibi yakından ilgilenmiş, çalışmış, ancak iş­letmelerin geliri söz konusu olduğunda sıradan bir yurttaş gibi davranmıştır. Gelirini sahiplenmemiştir. Kendi geliri gibi görme­miştir. 1 927 yılına kadar işletme gelirlerini tamamen işletmenin

424 Soyak, age., s. 686. 425 Ayrıntılar için bkz. Öztoprak, age., s. 1 7- 19. Hasan Rıza Soyak ve Tahsin

Coşkan'ın, Atatürk'ün İş Bankası'ndaki 2 numaralı hesabından çektikleri pa­ranın dökümü için bkz. Türkiye İş Bankası Tarihi, Ankara, 201 1 , s. 614; Gü­ler, agm., s. 15 .

247

bünyesinde kullandırmış, 1 927- 1 93 7 döneminde CHP'ye bırak­mış, sonrasında tüm varlığıyla birlikte hazineye, millete bağışla­mıştır. 'Ben kurdum, benim, ' dememiştir. Bir kilo elmasını dahi bedava yememiştir. Hediye veya örnek gönderilenlerin bile pa­rasını ödetmiştir. Bunda aşırı duyarlılık göstermiştir. Bu duyarlı davranışı da gösteriyor ki; işletmelerini kendi malı gibi görmü­yor, milletin malı olarak kabul ediyor ve işletmeleri tam verimle çalışır hale getirdikten sonra da asıl sahibi olarak kabul ettiği milletine bırakıyor. O sadece mil/etine tarım ve sanayi işletmesi kazandırmış oluyor. Neyle? Kendi gayreti ve çalışmasıyla . . . Ça­lışmasının karşılığını bile almayı düşünmüyor.

Böyle bir uygulama üzerine, 'Yardım parasıyla mal edindi, parayı zimmetine geçirdi' şeklinde Atatürk 'ü suçlamak büyük haksızlıktır, iyilik bilmemektir, gerçeği görmemektir, en basit ifadesiyle kasıtlı olmaktır . . . "426

Atatürk'ün bu çiftlikleri hiçbir zaman kendi şahsi malı, ge­lirlerini kendi geliri olarak görmediğinin üç önemli kanıtı vardır: ı . 1925'te kurduğu bu çiftlikleri, çok değil sadece 2 yıl sonra

1 92Tden itibaren fiilen CHP'ye bırakması,m Şevket Sü­reyya Aydemir'in dediği gibi, "Bunları hiçbir zaman ken­di kazancı ve müktesep hakkı saymadı. Nitekim daha ilk parti kongresinde hareketlerinin hesabını verip Cumhuriyeti gençliğe emanet ettiği günlerde 1 9 Ekim 1 927'de, bu mülk­leri kendisinin ve kendi mücadelelerinin bir devamcısı olaca­ğını düşündüğü Cumhuriyet Halk Fırkası'na bağışladı. "428

2. 1 933'te 2307 sayılı özel bir kanun çıkartarak -Medeni Ka­nun gereği akrabalarına bırakması gereken 'mahfuz hisse' de dahil- tüm mallarını hazineye bağışlamaya karar verme­si. m Yani çiftliklerin mirasçılarına geçmesini önlemek için "özel kanun" çıkarttırması . . . Ve 1 1 Haziran 1 937 tarihinde

426 Görgülü, age., s. 1 16. 427 Görgüıü, age., s. 1 1 1, 1 13; Soyak, age., s. 686. 428 Aydemir, Tek Adam, C ın, s. 295. 429 Soyak, age., s. 754.

248

de çiftliklerini, üzerindeki tüm taşınır taşınmaz mallarla bir­likte hazineye bağışlaması.

3 . Çiftliklerin gelirlerini, hatta çiftliklerin ürünlerini asla şahsi malı olarak görüp kullanmamas! . . . İsmet Görgülü'nün dediği gibi, " . . . çiftlik ürünlerini kendisi dahi parasıyla satın almış, bunların gelirlerini kendi gelirleri içine hiç katmamıştır. "430 Çiftliklerden elde ettiği gelirleri de hiçbir şahsi harcama yap­madığı İş Bankası 2 numaralı hesapta değerlendirmesi . . .

II. Abdülhamid'in Çiftlikleri

Atatürk'ün parasını vererek satın alıp kurduğu, geliştirip ülke yararına kullanarak milletine bağışladığı çiftliklerini dille­rine dolayan Atatürk düşmanlarının, çok sevdikleri II. Abdül­hamid'in "gayrimeşru" çiftliklerinden söz etmemeleri çok nor­maldir!

Vasfi Şensözen, "Osmanoğul/arı'nın Varlıkları ve II. Ab­dülhamit'in Emlaki" adlı bilimsel çalışmasında, II. Abdülha­mid'in dudak uçuklatan malvarlığının bir parçası durumundaki özel çiftliklerini de anlatmıştır.

II. Abdülhamid, Hazine-i Hassa Müdürü yaptığı Agop Paşa eliyle, bir taraftan daha önce Maliye Hazinesi'ne verilmiş olan Emlak-ı Humayun'u padişahın malı durumundaki Hazine-i Hassa idaresine geri almış, diğer taraftan da savaş nedeniyle sa­hipsiz kalmış topraklara ve halkın elindeki çiftliklere gayrimeşru yollarla el koyarak Karun kadar zenginleşmiştir.

Şensözen'den okuyalım: "Mahlül topraklar, sahipsiz kalmış yerler, imar ve ihyaya

müsait arazi, işletilecek madenier, liman ve rıhtım resimleri, gemi işletme imtiyazları gibi daha birçok gelir kaynakları, titiz bir kıskançlıkla hep padişah hazinesine mal edildi. Edinilme yol­ları, devrin zihniyet ve ahlakını göstermek bakımından ibretle üzerinde durulmaya değer hal/erdir. Bir taraftan vilayetlerde bir kısım yüksek memurlar sarayın teveccühünü kazanmak, rütbe

430 Görgü/ü, age., s. 1 1 1 , 1 1 3.

249

ve nişan gibi taltifata nail olmak için, mahlüller haber vererek, arz-ı ubudiyet ediyorlar, öte yandan Hazine-i Hassa idaresi de vilayetlere bu iş için memurlar çıkararak geniş ve verimli yerler tespit ettiriyordu. Elverişli topraklar saraya arz olunarak, çıkarı­lan iradelerle hemen Emlak-ı Hümayun'a ilhak olunuyordu. Bu yoldaki çalışmalarla kurulan çiftliklerin sayısı ı sO'ye varmıştı.

Edinilen toprakların çoğu bedelsiz olmakla beraber, bazısı için meşru iş yapılıyormuş hissi verilmek üzere Maliye Hazinesi adına bedel tayin edilmiştir . . . "431

Bu şekilde "açık yolsuzluklarla" toprak edinen II. Abdül­hamid, bu yetmemiş kardeşi V. Murad'ın emlakini de zapt ede­rek yönetimini Hazine-i Hassa'ya vermiştir. II. Abdülhamid, V. Murad'ın "menkul eşyasıyla" mücevherlerine de el koymuş, an­cak V. Murad'ın borçlarını ödememiştir.432

Dönemin şairlerinden biri II. Abdülhamid'in icraatlarını sa­yarken Mithat Paşa'nın Taif'te öldürülmesini, V. Murad'ın Çı­rağan Sarayı'nda hapsedilmesini, Genç Türklerin lideri Ahmet Rıza'nın yurtdışında yaşamak zorunda kalmasını anlattıktan sonra II. Abdülhamid'in arazilerinden, çiftliklerinden; zenginli­ğinden şöyle söz etmiştir:

"Maliyyeden de zengin Oldu bugün akarın "

Şair Eşref de II. Abdülhamid'in "halktan zorla zapt ettiği" çiftliklerine gönderme yapmıştır:

"Cihanda padişahım, hayret-efzadır fütuhatın Ahalinin elinden zaptolunmuş çiftlikatın var Ne mutlu memleket, gittikçe artar feyz-u lutfunla Memalikte senin milyon kadar müstemlekatın var. "433

431 Vasfi Şensözen, Osmanoğulları'nın Varlıklan ve U. Abdülhamit'in Emlaki, İs­tanbul, 201 3, s. 75.

432 age., s. 76. 433 age., s. 83, 84.

250

II. Abdülhamid'in "çiftlik yolsuzlukları silsilesi "434 şöyle iş­letilmiştir: 1 . Abdülhamid'in el koyduğu çiftliklerde çiftçilik yapanlar nü­

fusa yazılmaya zorlanmamıştır. Nüfusa yazılmadıkları için de yıllarca askerlik yapmaktan kurtulmuşlardır.

2. Abdülhamid'in el koyduğu çiftliklerden alınan vergiler hem azaltılmış hem de bu vergiler devlet hazinesine değil, doğ­rudan padişahın hazinesine gitmiştir. Örneğin, çiftçiden alınan Aşar Vergisi normalde devlet hazinesine kaldığı hal­de bu çiftliklerden alınan Aşar Vergisi padişahın Hazine-i Hassası'na mal edilmiştir.

3 . Abdülhamid'in e l koyduğu çiftliklerden posta ve telgraf üc­reti alınmamıştır.

4. Çiftliklerini, topraklarını Hazine-i Hassa'ya vermek isteme­yenler üzerinde büyük baskılar kurulmuş, çiftliklerin bulun­duğu köyler tahrip edilmiş, tarlalara zarar verilmiştir.

5. Hem kendilerine sunulan olanaklardan yararlanmak hem de baskıdan kurtulmak isteyenler kendi topraklarının da Emlak-ı Şahane sınırları içine alınmasını istemişler, böylece II. Abdülhamid'in çiftliklerinin sayısı her geçen gün daha da artmıştır.435 İşin ilginç yanı II. Abdülhamid'in emlaki vergiden de muaf­

tır. "Emlak-ı Hümayun'un her türlü rüsum ve tekaliften müs­tesna olması keyfiyeti geniş bir tefsire tabi tutulmak suretiyle Abdülhamid, memleket içinde kendine mahsus olarak bir nevi feodalite usulünü tesis etmiş bulunuyordu. "436

Vasfi Şensözen, II. Abdülhamid'in değişik kurnazlıklarla halkın çiftliklerini ele geçirmesini "hukuk tarihimizin affedeme­yeceği bir kanun bozgunculuğu" olarak adlandırmıştır:

"Bu kanun dışı hareket tarzı o kadar ileri götürülmüştür ki ellerinde zaten tapu senetleri bulunan çiftlik sahasındaki köylü­ler bu senetlerini Hazine-i Hassa senediyle değiştirmeye zorlan-

434 age., s. 84. 435 age., s. 84, 85, 99. 436 age., s. 86, 87.

251

mış ve yurtiçinde uyrukluk değiştirme gibi bir zavallılık içinde köylü buna da katlanmıştır. "437

Abdülhamid'in Emlak-ı Hümayun İdaresi'nin son yıllardaki geliri LS milyon altın liradır.m

Ahmet Emin Yalman, "Gördüklerim ve Geçirdiklerim" adlı eserinde II. Abdülhamid'in sadece halktan gasp ettiği çiftlikleri değil, tüm ülkeyi "kendi has çiftliği" olarak gördüğünü belirt­miştir.'439

II. Abdülhamid'in Osmanlı'nın dört bir yanına dağılmış çift­liklerinin sayısı son zamanlarda ISO'ye yaklaşmıştır. Atatürk'ün -üstelik tamamen devlet malı mantığıyla- satın alıp, gelişti­rip milletine bağışladığı 3-S çiftliği dillerine dolayanların II. Abdülhamid'in halktan gasp ettiği ISO'ye yakın çiftlikten hiç söz ettiklerini duydunuz mu?

İş Bankası'nın Kuruluşu

Kapitülasyonları kaldıran, Duyunu Umurniye'ye son veren yeni Türkiye'nin üretebilmesi, dış borç almadan kalkınabilme­si için ekili tarlarla, bacası tüten fabrikalara, bozkıra ışık saçan okullara ve tabii ki büyük sermayeli milli bankalara ihtiyacı var­dır. Osmanlı'dan kalan bankaların çoğu yabancıların elindedir. Osmanlı Bankası'nın bile adı dışında neredeyse her şeyi yabancı­dır. Osmanlı'dan kalan Ziraat Bankası yetersizdir, onun da ye­niden yapılandırılıp özellikle çiftçiye düşük faizli kredi verecek bir hale getirilmesi gerekecektir. Atatürk, cumhuriyeti ilan ettiği günlerde kafasındaki Karma Ekonomi'ye uygun bir milli banka kurmak düşüncesindedir. Devletin yapamadığını millet, milletin yapamadığını devlet yaparken, gereken parayı sağlayacak, yeni Türkiye'ye yaraşır güçlü bir bankadır kurmak istediği; İş Banka­sı işte bu düşüncelerle kurulmuştur.

437 age., s. 87. 438 age., s. 91 . 439 Ahmet Emin Yalman, Gördüklerinı, Geçirdiklerim, C l, s . 46'dan aktaran Şen­

sözen, age., s. ı oo.

252

İş Bankası'nın kuruluşuna Atatürk'ün nasıl karar verdiğini Hasan Rıza Soyak'tan okuyalım:

"Atatürk bu (Hindistan 'dan gelen) paranın memleket hesa­bına en hayırlı, en faydalı şekilde nasıl ve nerede kullanabilece­ğini düşünüyordu. Bu sırada kendisine bir milli bankanın kurul­masından bahsedilmiştir. ( . . . )

Binaenaleyh derhal kararını verdi; elindeki paranın 250.000 lirasını temel sermaye olarak bu işe tahsis etti ve ayrıca toplanan sermayenin katılması ile şimdiki büyük ve itibarlı mali müesse­semiz, Türkiye İş Bankası vücut buldu . . . "440

Atatürk, İş Bankası'nı 26 Ağustos 1924'te kurmuştur. Ban­ka 1 milyon sermaye ile kurulmuştur. Bu paranın dörtte birini, yani 250 bin lirayı Atatürk ödemiş; ödenmemiş sermayenin 750 bin lirası ise taahhüt edilmiştir. Bankanın bu 1 milyon liralık sermayesi her biri 10 lira değerinde 100 bin hisseye ayrılmıştır. Atatürk, Türkiye İş Bankası Genel Müdürlüğü'ne, İmar ve İskan Vekilliği yapmış İktisat Vekili Celal Bayar'ı getirmiştir.441

47 ortak tarafından kurulan İş Bankası'nın en büyük orta­ğı Atatürk'tür. İlk yönetim kuruluna özellikle Atatürk'e yakın isimler seçilmiştir. Bunlar, eski yaveri ve Bozak milletvekili Sa­lih (Bozok), Trablusgarp'tan beri arkadaşı Rize milletvekili Fuat (Bulca) , Bilecik milletvekili Dr. Fikret (Onuralp) , Siirt milletveki­li Mahmut (Soydan), Gaziantep milletvekili Kılıç Ali, Osmaniye milletvekili İhsan (Eryavuz), İzmir milletvekili Rahmi (Köken), Sivas milletvekili Rasim (Başara) ile Ankara milletvekili Şakir (Kınacl)'dır.442 İş Bankası'nın yönetim kurulu, Atatürk'ün ölü­müne kadar, bir iki isim değişse de, hep Atatürk'e yakın isim­lerden oluşmuştur.443 Osmanlı döneminde nice yolsuzluklara, rüşvetlere, adam kayırmalara, suiistimallere tanık olan Atatürk, bankanın yönetim kurulunu tanıyıp güvendiği kişilerden oluş­turmaya özen göstermiştir.

440 Soyak, age., s. 684. 441 Leventoğlu, age., s. 79. 442 Gürer, Atatürk'ün Yaveri Cevat Abbas Gürer, s. 325, 326. 443 Türkiye İş Bankası Tarihi, İstanbul, 2001 , s. 1 7; Gürer, age., s. 325.

253

Türkiye İş Bankası'nın sermayesi 1926'da 2 milyon liraya, 1927'de İtibar-ı Milli Bankası'nın İş Bankası'na katılmasıyla 4 milyon liraya yükselmiştir.

İş Bankası 1 930'da 10'ar liralık 100 bin adet hisse senedi çıkarmıştır, böylece sermayesi 5 milyon lira olmuştur.

Türkiye İş Bankası'nın karı yıllar içinde artmıştır. İş Bankası 1 937 yılında ortalama 75 1 bin lira kar etmiştir.444

Atatürk, Hindistan'dan gelen paradan kalan 75 bin liraya da İş Bankası'ndan ve Maden T.A.Ş'dan hisse senetleri satın almıştır.

Ayrıca çiftliklerin gelirlerini de İş Bankası'nda değerlendir­miştir.

Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa'nın CHP 'ye bağışladığı 900 bin lirayı da İş Bankası'na yatırmıştır.

Atatürk bu paralardan tek kuruş şahsi harcama yapmamış­tır. İş Bankası 2 Numaralı hesaptaki bu paraları ölmeden önce CHP'nin denetiminde, TIK ve TDK'ya bırakmıştır.

Burada Atatürk'ün, "Hint Müslümanlarının Kurtuluş Sa­vaşı'nda kullanılsın" diye gönderdiği para ile İslam'ın yasakla­dığı "faiz" veren bir banka kurması doğru değildir, diye dinsel, duygusal bir eleştiri yapılabilir!

Ancak Atatürk için Türk milletinin gerçek kurtuluşu, sadece cephede düşmanın yenilmesiyle sağlanmış değildir, Atatürk Türk milletinin gerçek kurtuluşunun "ilim ve iktisat" zaferleriyle gerçek­leşeceğini düşünmüştür. Hindistan'dan gelen para mademki Türk milletinin "kurtuluşu" için Atatürk'ün şahsına gönderilmiştir. Ata­türk, bu parayı Türk milletinin kurtuluşu yolunda harcadığı sürece ortada hem yasal olarak hem de etik olarak hiçbir sorun yoktur.

Soru şudur? İş Bankası'nın kurulması "Türk milletinin kur­tuluşu" yolunda bir adım mıdır? En azından niyet olarak ke­sinlikle öyledir. Ayrıca İş Bankası'nın Türkiye Cumhuriyeti'nin kalkınmasındaki rolü de yabana atılamaz.

Faiz meselesine gelince! "Müslüman" Osmanlı Devleti yüz­yıllarca kapitülasyonlar, dış borçlar altında kapitalist-emperya­list Batılı ülkelerce borç-faiz kısırdöngüsünde- iliklerine kadar

444 Leventoğlu, age., s. 79.

254

sömürülmüştür. Osmanlı'yı borçlandıran Batılı kapitalist ülkeler Osmanlı'ya çok yüksek faizle borç vermişlerdir. Sonunda Os­manlı, bu borçların faizlerini bile ödeyemez hale gelince iflas et­miştir. Alacaklı olan Batılı ülkeler 1 8 8 1 'de Duyunu Umumiye'yi kurup Osmanlı'nın gelirlerine el koyarak alacaklarını faizleriyle bu gelirlerden tahsil etmeye başlamışlardır. Osmanlı'nın tüm ge­lirleri, kaynakları ve yatırımları yabancıların kontrolünde oldu­ğu için, Osmanlı'da milli sermaye gelişmemiştir.

İşte Atatürk, doğmamış nesillerin bile borçlu olduğu, tüm ge­lirlerine el konulmuş, üretemeyen, sanayileşmemiş Osmanlı'nın bu bağımlı ekonomisine son vermek için önce kapitülasyonları kaldırmış, sonra millileştirme ve Devletçilik politikalarıyla milli ekonominin kurulmasını sağlamıştır.

Atatürk, borç-faiz sarmalıyla iliklerine kadar sömürülüp çöken Osmanlı'nın yerine kurduğu Türkiye Cumhuriyeti'nin mümkün olduğunca borç almadan kalkınmasını sağlayacak ta­mamen milli bir ekonomik düzen kurmuştur.

Atatürk'ün bu milli ekonomik düzeninin kalbi İş Bankası'dır. Bir taraftan Osmanlı borçlarını ödemek, diğer taraftan yabancı şirketlerin elindeki varlıkları millileştirmek, öteki taraftan da ülkenin dört bir yanında küçük büyük sanayi kuruluşları ya­ratmak için paraya, sermayeye ihtiyaç vardır. İş Bankası -falih Rıfkı Atay'ın anlattığı tüm eksiklerine, yanlışlarına rağmen­yoktan var edilen bir ülkenin yoktan var edilen bir bankası ola­rak önemli bir işlev görmüştür.

Sonuçta Hindistan'dan gelen paranın kalanıyla İş Banka­sı'nın kuruluşuna katkıda bulunduğu için Atatürk'ü eleştirmek değil, ona teşekkür etmek gerekir.

Atatürk'ün 2307 Sayılı Özel Kanunu

Gördüğüm şu: Mal, mülk ve para Atatürk'e ağırlık ver­miştir. Atatürk bu ağırlıktan kurtulmak için daha 1927 yılın­da çiftliklerinin gelirlerini fiilen CHP'ye bırakmıştır. 445 Çünkü

445 Atatürk, "Nutuk "u okuduğu otururnların birinde 1 5-20 Ekim 1 927'de çiftlik­lerinin CHP'ye ait olduğunu belirtmiştir. (Görgütü, age., s. 1 1 1 , 1 1 3, 1 16, 1 22; Soyak, age., s. 753. )

255

o dönemde henüz partinin devlet bütçesinden ödeneği yoktur. Atatürk, bir taraftan yeni Türkiye'yi kuran, diğer taraftan bir tür siyaset okulu olan CHP'nin mümkün olduğu kadar güçlenmesini istemiştir.

Atatürk, daha 1 933 yılında bütün malvarlığını hazineye bırakmak istemiş, ancak Medeni Kanun'daki "mahfuz hisse" nedeniyle üzerindeki malların bir kısmını mirasçılarına bırakma zorunluluğuyla karşı karşıya kalmıştır. Atatürk, bu zorunluluk­tan kurtulmak için -dünyada benzerine rastlanılmadık bir şe­kilde- "özel kanun" çıkarttırmıştır. Yani Atatürk, malvarlığının tamamını "özel kanunla" devlete-millete bırakmıştır.

Atatürk, tüm malvarlığını önce partisine, sonra hazineye bı­rakmak istediğini söyleyince Hasan Rıza Soyak "Bunun Medeni Kanun'a göre imkansız olduğunu, mirasçıların 'mahfuz hisseleri' bulunduğunu " belirterek itiraz etmiştir. Bunun üzerine Atatürk, "Her ne ise . . . Bir çaresini bufmalı ve mutlaka istediğim gibi bir vasiyetname yapmalıyız; sen bu işle meşgul ol . . . " diyerek Ha­san Rıza Soyak'ı bu işi halletmekle görevlendirmiştir.446

Büyük hukukçulardan Saruhan milletvekili Mustafa Fevzi Efendi, "Paşa Hazretleri için hususi bir kanun çıkarmaktan başka çare bulamadım, " diye bir yol gösterince Atatürk gerekli adımları attırıp kendisi için aşağıdaki "özel kanunu" çıkarttırmıştır.

Kabul tarihi: 12 Haziran 1933 Kanun no: 2307 "Madde 1 : Gazi Mustafa Kemal Hazretlerinin, Kanunu

Medeni'nin 452. maddesi dairesindeki tasarrufları, mahfuz his­seler hakkındaki hükümden müstesna olup bütün mallarında muteberdir.

Madde 2: Bu kanun neşri tarihinden muteberdir. Madde 3: Bu kanunun hükümlerini icraya, İcra Vekilleri

Heyeti memurdur. "447

446 Soyak, age., s. 754. 447 age., s. 754.

256

Bu kanunun çıkarıldığı tarihte Atatürk'ün henüz herhangi bir hastalık belirtisinin olmadığı, ruhen ve fiziken sapasağlam olduğu da göz ardı edilmemelidir.

12 Haziran 1933 tarihli bu özel kanundan sonra -kağıt üze­rinde/banka hesabında görünmesine karşılık- aslında Atatürk'ün artık bir dikili ağacı yoktur.

Tekrarlıyorum: Atatürk, İş Bankası'nda 2 numaralı hesap­ta değerlendirdiği Hint Müslümanlarının yardım paralarından kalan 75 bin lirayı, örnek çiftliklerin gelirlerini ve Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa'nın bağışladığı 900 bin lirayı kendi malı ola­rak görmemiş, dolayısıyla milletin malının, mirasçıları arasında (kız kardeşi, kardeşinin olabilecek çocukları, evlatlıkları) Mede­ni Kanun'un öngördüğü oranda paylaşılmasını önlemek için bu "özel kanunu" çıkarttırmıştır. "Böylece hem mil/et malını koru­muş hem de dürüstlüğünü göstermiştir. Devlet hizmetine soyu­nacaklara bir ders vermiştir. "448

Dünya mal mülk sahibi olmak için "özel kanun" çıkaran devlet adamlarını çok görmüştür de -Atatürk'ten başka- tüm malını, mülkünü milletine bağışlamak için "özel kanun" çıkaran başka birini daha görmemiştir.

Atatürk'ün Çiftlikleri Hazineye Bağışlaması

Atatürk'ün, -gelirlerine el sürmese de- çiftlik, mal mülk sahi­bi olması bazı dedikodulara neden olmuştur. Bu durum Atatürk'ü bir hayli üzmüştür.

Atatürk bir gün çiftlikteki Marmara Köşkü'nde kendi ha­yatını ve fikirlerini sembolik bir şekilde anlatan, Münir Hayri Egeli'ye yazdırdığı "Bayönder" piyesinin düzeltmelerini yapar­ken piyeste kendisini temsil eden Bayönder'in, ömrünün sonun­da bütün malvarlığını dağıtması gerektiği bölüme gelince ayağa kalkarak pencereden çiftliğe doğru bakıp şunları söylemiştir:

"Bazı kör kafalılar benim bu çiftlikleri kurmamı dünya hırsına atfediyorlar. ( . . . ) Ben parayı ne yapayım? Malı ne ya-

448 Görgülü, age., s. 1 24.

257

payım? Öldükten sonra elbet millet gömüldüğüm çukurun üze­rine bir taş diker. Örnek olmayı da düşünebilirim. Ama bütün vanmı yoğumu Halk Partisi'ne bırakacağım. Bu parti benim fikirlerimi, benim bıraktığım para ile daha iyi ve daha kolay yapabilir. "

Atatürk, daha sonra bakışları çiftlik arazisinin yeşil derin­liklerinde kaybolmuş biçimde, Münir Hayri Egeli'ye "irticaien" şu satırları yazdırmıştır:

"Bayönder Her tek, bir ödev içindir, gelir gider. Belki bilmez borcu nedir. Yalnız onu öder. Beyler, sizi buraya şunun için çağırdım. Çağlardan beri sinerler Benim izimde yer yer . . . Dolaştınız, Savaştınız, Nice sarp dağ aştınız. Koştunuz, atıldınız, Bu ülkü gezisine hepiniz katıldınız. Sizi gönendirmek için, Nem var nem yoksa bugün. Sizlere veriyorum. Haznem sizindir bütün, Topraklarım sizindir. Yerimi, otağımı önünüze seriyorum. "449 Aradan çok zaman geçmeden gazeteler Atatürk'ün çiftlikle­

rini CHP'ye hediye ettiğini yazmıştır. Atatürk 1927'de CHP'ye bıraktığı örnek çiftliklerini 1 937

yılında hazineye bırakmaya karar vermiştir. Atatürk, 1937 yılı Mayıs ayında Paris yolculuğundan apar

topar geri çağırdığı Hazan Rıza Soyak'a "İnönü ile görüştükten sonra çiftlikleri, bütün tesis ve varlıklarıyla, hazineye hibe etmeye kati karar verdiğini" söylemiş ve Soyak'a şu talimatı vermiştir:

449 Münir Hayri Egeli, Atatürk'ün Bilinmeyen Hanralan, İstanbul, 1 954, s. 42, 43.

258

"Sen bu akşam Ankara'ya git; mevcudu tespit edip, bir lis­tesini yap. Ayrıca Başvekilliğe tarafımdan bir mektup hazırla. (Burada mektubun esaslarını dikte etti) . . . "450

Hasan Rıza Soyak, Atatürk'ün belirlediği esaslara uygun ola­rak bir vasiyet mektubu yazıp Trabzon'daki Atatürk'e sunmuştur.

1 2 Haziran 1937'de bir başbakanlık tezkeresiyle Meclis'e sunulan bu vasiyet mektubuna göre Atatürk, "Ticari esaslar dahilinde idare edildikleri ve memleketin diğer mıntıkalarında da mümasilleri tesis edildiği takdirde tecrübelerini müspet iş sa­hasından alan bu müesseselerin ziraat usullerini düzeltme, istih­salatı arttırma ve köyleri kalkındırma yolunda devletçe alınan ve alınacak olan tedbirlerin " hayata geçirilmesinde birer örnek olacakları kanaatiyle "Tasarrufum altındaki bu çiftlikleri bütün tesisat, hayvanat ve demirbaşları ile beraber hazineye hediye edi­yorum, " diyerek çiftliklerini, bütün taşınır taşınmaz mallarıyla ve gelirleriyle hazineye bırakmıştır.451

450 Soyak, age., s. 687, 688. 45 1 "Başvekalete; Malum olduğu üı;ere ı;iraat ve ı;irai iktisat sahasında fenni ve

ameli tecrübeler yapmak maksadıyla muhtelif zamanlarda memleketin muhte­lif mıntıkalarında müteaddit çiftlikler tesis etmiştim. 13 sene devam eden çetin çalışmaları esnasında faaliyetlerini bulundukları iklimin yetiştirdiği her çeşit mahsulattan başka her nevi ı;iraat sanatlarına da teşmil eden bu müesseseler, ilk senelerde başlayan bütün kazançlarını inkişaflarına sarf ederek, büyük kü­çük müteaddit fabrika ve imalathaneler tespit etmişler, bütün ı;iraat makine ve aletlerini yerinde ve faydalı şekilde kullanarak bunların hepsini tamir ve mühim bir kısmını yeniden imal edecek tesisat vücuda getirmişlerdir. Yerli ve yabancı birçok hayvan ırkıarı üı;erinde çift ve mahsul bakımından yaptıkları tetkikler neticesinde bunların muhitte en elverişli ve verimli olanlarını tespit etmişler, kooperatif teşkili suretiyle veya aynı mahiyette başka suretlerle civar köylerle beraber faydalı şekilde çalışmışlar, bir taraftan da iç ve dış piyasalarla daimi ve sıkı temaslarda bulunmak suretiyle faaliyetlerini ve istihsallerini bun­ların isteklerine uydurmuşlar ve bugün her bakımdan verimli, olgun ve çok kıymetli birer varlık haline gelmişlerdir. Çiftliklerin yerine göre araı;i ıslah ve tanı;im etmek, muhitlerini güı;elleştirmek, halka geı;ecek, eğlenecek sıhhi yerler, hilesiı; ve ne{is gıda maddeleri temin eylemek, baı;ı yerlerde ihtikarla {iili ve muvaffakiyetli mücadelelerde bulunmak gibi hiı;metleri de ı;ikre şayandır. Bün­yelerinin metanetini ve muvaffakiyetlerinin ernelini teşkil eden geniş çalışma ve ticari esaslar dahilinde idare edildikleri ve memleketin diğer mıntıkalarında da mümasilleri tesis edildiği takdirde tecrübelerini müspet iş sahasından alan bu müesseselerin ı;iraat usullerini düı;eltme, istihsalatı arttırma ve köyleri kal­kındırma yolunda devletçe alınan ve alınacak olan tedbirlerin hüsnü intihap ve

259

İki gün sonra Cumhuriyet'te Yunus Nadi, "Atatürk Bize Her Yerde ve Her Şeyde Örnek Oluyor" adlı başyazısında şöyle demiştir:

" . . . O bu çiftlik/eri hiçbir zaman benimsememişti. Evvelce onların partiye ait olduğunu ifade edip duruyordu. Şimdi parti ile hükmet ve devletin aynı şey olmak derecesine yükselmiş ol­masından dolayı çiftlikleri doğrudan doğruya memlekete verip hükümetin tasarruf ve idaresine bırakmıştır. "452

Atatürk'ün bağışı üzerinde BMM'de 1 3 milletvekili yaptık­ları konuşmalarla Atatürk'e teşekkür etmişlerdir.

Milletvekillerinden Refik Saffet İnce'nin konuşmasına kulak kabartalım:

"Çok ahlaki ve hakikaten bugün yaşayanlara ve yarın ya­şayacaklara verilmiş eşsiz, yeni bir ders karşısında bulunuyoruz.

Bunun hocası Atatürk, talebesi de bugün bizleriz, fakat her zaman bu milletin evlatları olacaktır.

Atatürk çiftliklerini, fabrikalarını bizim gibi bir mülk ola­rak görmüyor. O mülkü dahi bizim tanıdığımız gibi şahsiyeti­mizin muhafazası için bir vasıta değil, milletine icabında fayda vermek için toplanılmış, meydana getirilmiş bir vasıta olarak kullanıyor . . . "453

Sanırım yoruma gerek yok! Her şeyi çok açıkça ifade etmiş sayın İnce . . .

BMM Başkanı Mustafa Abdülhalik Renda, Meclis'in kararı doğrultusunda Atatürk'e şu teşekkür telgrafını göndermiştir:

"Memleketin zirai kalkınmasına yardım olmak üzere yıl­lardan beri bizzat uğraşarak yetiştirdiğiniz çiftlikleri ve içinde bulunan fabrika, hayvanlar, aletlerin, makinelerin ve diğerleri­nin tümünü, ziraatın gelişimi ve ilerlemesi uğrunda hükümetçe

i"kişaf,na çok müsait birer amil ve me"et olacaklarına kani bulunuyorum ve bu kanaatle tasarrufum altındaki bu çiftlikleri bütün tesisat, hayvanat ve de­mirbaşları ile beraber hazineye hediye ediyorum. Çiftliklerin arazisi ile tesisat ve demirbaşların, mükemmel olarak göstere" bir liste ilişiktir. Muktazi kanuni muameleni" yap,lnws,,,, dilerim. " (Soyak, age., s. 688-690).

452 Leventoğlu, age., s. 1 7. 453 Soyak, age., s. 695.

260

alınmakta olan tedbirlerin başarısını kolaylaştırmak gayesi ile bağışladıkları hakkındaki haber Kamutay'da (Meclis'te) derin heyecan uyandırmış ve duygularının ve derin teşekkürlerinin yüksek huzurunuza sunulmasına ittifakla karar verilmiştir. De­rin saygılarımla arz ederim. "454

Atatürk bu teşekkür telgrafına, -malvarlığı üzerinden Ata­türk'e saldıran soysuzlara şamar atarcasına- şu kısa yanıtı ver­miştir:

'ry apılan bir vazifedir. '>455 Bu arada Başbakan İsmet İnönü de Atatürk'e bir teşekkür

telgrafı göndermiştir: " . . . Kıymetli eserlerinizin, sizin daima refahını düşündüğü­

nüz köylümüze örnek ve okul alarak çok faydalı ve hayırlı ola­caklarına imanımız vardır. BMM alicenap bağışınızı heyecanla karşıladı. Milletin hayatı ve varlığı içinde kaynamış olan yüce varlığınızı, hükümetin ve bütün milletin en aziz varlığı saydığını en geniş tazim hislerimle arz ederim. "456

Atatürk'ün, İsmet İnönü'nün bu telgrafına verdiği yanıt, onun hazineye bağışladığı örnek çiftlikleriyle aslında neyi amaç­ladığını gözler önüne sermesi bakımından çok önemlidir.

Şöyle diyor Atatürk: "Başvekil İsmet İnönü'ye; Hatırlarsınız; Türk köylüsünün Türk'ün efendisi olduğunu

söylediğim zamanı . . . Ben, o efendinin arzu ve iradesi altında senelerden beri çalışmış bir hizmetkanm. Şimdi beni çok heye­cana getiren hadise, Türk köylüsü ne naç;zane olsa da ufak bir vazife yapmış olduğumdur. Milletin Yüksek Mümessiller Heyeti bunu iyi gönnüş ve kabul etmişlerse, benim için ne unutulmaz bir saadet hatırasını bana vennişlerdir. Bundan ve çok yüksek zevkle millet, memleket ve Cumhuriyet hükümetine yapmaya mecbur olduğum vazifeler karşısında gösterilmiş olan teveccüh­ten, takdirden ne kadar mütehassıs (coşkun) olduğumu ifadeye

454 age., s. 696. 455 age., s. 696. 456 age., s. 696.

26 1

muktedir değilim . . . Söz konusu olan hediye yüksek Türk mille­tine, benim asıl vemıeyi düşündüğüm hediye karşısında, hiçbir kıymete haiz değildir. Ben kap ettiği zaman en büyük hediyem olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim. ''457

Tüm ömrünü Türk milletine adadığına ilişkin hiçbir şüphe duymadığım Atatürk'ün, "Ben kap ettiği zaman en büyük he­diyem olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim," demesi benim için çok normaldir. Atatürk bunu çok içten söylemiştir. Ancak burada Atatürk'ün Türk milletine canını vermekten söz etmesinin özel bir nedeni daha vardır. O günlerde gece gündüz Hatay sorunuyla ilgilenmektedir. Gerekirse Hatay'a gidip bir milis gücü kurup Hatay'ı anavatana katmak için vuruşarak öl­mekten söz etmektedir. İşte 1 937 Haziran ayı içinde "Ben icap ettiği zaman Türk milletine canımı vereceğim," derken kafası­nın bir köşesindeki o Hatay davasına gönderme yapmıştır.

.. .. ..

Atatürk, çiftliklerini hazineye bağışladıktan sonra öteki ta­şınmaz mallarını da elinden çıkarmıştır.

1 1 Mayıs 1 93 8'de Ankara'da hipodrom ve stadyum civa­rındaki arsalar ile çarşıdaki bir oteli ve otelin altındaki 6 dükkanı Ankara Belediyesi'ne bırakmıştır.m

1 1 Mayıs 1 938'de Ankara'daki Ulus Matbaası'nı, eşyalarını ve civarındaki bir arsayı CHP'ye bırakmıştır.m

2 Şubat 193 8 'de Bursa kaplıcalarındaki 34.830 liralık his­sesini ve otel bahçesine bitişik köşkünü de Bursa Belediyesi'ne bağışlamıştır.46o

İnönü'nün Çiftlik Bulmacası

İşte tam da bu noktada bir an önce çözülmesi gereken "İnönü'nün çiftlik bulmacası" karşımıza çıkmaktadır.

457 age., s. 696. 458 Soyak, age., s. 697; Atatürk'ün Bütün Eserleri, C 30, s. 222. 459 Atatürk'ün Bütün Eserleri, C 30, s. 220. 460 Leventoğlu, age., s. 19 .

262

İsmet İnönü "Hatıralar"ında "Çiftlik Olayı " başlığı altında Atatürk'ün örnek çiftliklerini aslında bağışlamak istemediğini, "Ziraat Vekaleti'ne satmak istediğini", Atatürk'ü bu düşünce­den kendisinin vazgeçirdiğini iddia etmiştir:

"( . . . ) Ben buna itiraz ettim. Orman Çiftliği'ni yetiştirmek için çok emek sarf etmişsiniz, ama hükümet ve devlet de bir ör­nek göstermek için gösterdiğiniz gayreti kolaylaştırmak üzere çok emek sarf etmiştir. Büyük ölçüde hükümet yardımı ile hazine yar­dımı ile meydana gelmiş bir eseri tekrar hazineye satmak muame­lesi bizim için çok doğru olmaz. Ne olacak bu çiftlik, diye sordu. Ne olacak, bunu alacaklar bir gün dedim. Yolunu devlet yapar, suyunu devlet getirir, ağacını devlet diker, sonra eser meydana gelince bunu değer/endirir satarsın ( . . . ) E ne yapalım, dedi. Bilmi­yorum, ne yaparsın? Vereyim öyle ise, nereye vereyim dedi. Hazi­neye ver doğrudan doğruya dedim. Vereyim sözünü o söyledi. O halde ben vereyim dedi. Bu muamele böyle tekerrür etti aramızda ( . . . ) Aslında çiftliği elden çıkarmasının bir sebebi de zarar etmesi. Ondan kurtulmak için satış muamelesi düşünülüyor . . . "461

İnönü'nün "Hatıralar "ındaki bu satırlar, Atatürk düşman­ları tarafından kullanılmıştır. Örneğin, Atatürk düşmanı Musta­fa Armağan, İnönü'nün bu anlatısına dayanarak Atatürk'e sal­dırmıştır. Aynı zamanda bir İsmet İnönü düşmanı olan Mustafa Armağan, bir anlamda Atatürk'ü İnönü'yle vurmaya kalkmıştır.

Şimdi, gelin İnönü'nün bu çiftlik bulmacasını çözelim: İnönü'nün yukarıdaki anlatısında bir doğru, birkaç yanlış

vardır: Öncelikle İsmet İnönü'nün, Atatürk'ün örnek çiftliklerini

Ziraat Vekaleti'ne "satmak istediği" iddiası gerçekdışıdır. Ha­san Rıza Soyak "Atatürk 'ten Hatıralar "ında Atatürk'ün ör­nek çiftliklerini, "bütün varlık ve tecrübeleri ile devlete, dola­yısıyla Ziraat Vekaleti'nin istifadesine terk etmek . . . " istediğini belirtmiştir.462 Şevket Süreyya Aydemir de "Tek Adam "ında

461 İsmet İnönü, Hatıralar, 3. bas., İstanbul, 2009, s. 544, 545. 462 Soyak, age., s. 686.

263

Atatürk'ün bu çiftlikleri Ziraat Vek:ileti'ne "bağışlamasından" söz etmiştir.463 Örnek çiftlikleri Ziraat Vek:ileti'ne "satmak­la", Ziraat Vek:ileti'nin "istifadesine terk etmek" veya "Zira­at Vekdleti'ne bağışlamak " çok başka şeylerdir. Ayrıca Atatürk daha 1 927 yılında çiftliklerini CHP'ye bırakacağını bizzat söyle­miştir. Atatürk'ün kafasında "çiftlikleri satmak", buradan "gelir elde etmek" düşüncesi olsa, çiftlik gelirlerini 1927'de CHP 'ye bırakmaz; dahası 1933'te mirasçılarına çiftliklerden tek kuruş kalmasın diye "özel kanun" çıkarttırmazdı. Ancak, nedendir bilinmez! İnönü'nün "Hatırıları "nda ne Atatürk'ün çiftliklerini 1927'de CHP'ye bıraktığına ne de 1933'te çiftlikler mirasçıları­na kalmasın diye "özel kanun" çıkarttırdığına ilişkin tek bir satır bile yoktur.

Ayrıca soruyorum: Allah aşkına! Atatürk devlet malını dev­lete satıp gelir elde etmeyi düşünecek kadar mal mülk düşkünü, insanlık yoksunu biri midir?

Ve Allah aşkına! Devlet malını devlete satıp gelir elde etmeyi düşünecek kadar "alçalan" biri, nasıl olurda çiftliklerin gelirle­rinden tek kuruşu bile mirasçılara bırakmamak için "özel ka­nun" çıkarttıracak kadar "yükselir" ?

Ve vicdan sahiplerine soruyorum: Çiftliklerini "satıp" gelir elde etmeyi düşünen biri, neden çiftlik ürünlerini parayla satın alır, neden çiftlik gelirlerinin tek kuruşuna bile el sürmez?

İnönü, Atatürk'ün örnek çiftliklerinin "Büyük ölçüde hükü­met yardımı ile hazine yardımı ile meydana gelmiş!" olduğunu iddia etmiştir. Ancak -hatırlayacaksınız- Atatürk örnek çiftlik­lerini hükümet yardımıyla veya hazine yardımıyla değil, kendi hesabında duran Hindistan'dan gelen parayla kurmuştur. Bunun dışında, ne hükümet yardımı ne de hazine yardımı söz konusudur.

İnönü, Atatürk'ün çiftlikleri elden çıkarmak istemesinin ne­denlerinden birinin de "çiftliklerin zararetmesi" olduğunu belirt­miştir. Ancak -yine hatırlayacaksınız- Atatürk çiftliklerini kur­duktan 2 sene sonra, 1927'de fiilen CHP 'ye bırakmıştır. Çiftlik

463 Aydemir, Tek Adam, C III, s. 295.

264

gelirlerine el sürmemiştir . Yani çiftliklerin kar veya zarar etmesi Atatürk'ün kişisel yararına veya zararına bir durum değildir.

İnönü'nün "Hatıralar"ında "Çiftlik Olayı" başlığı altın­da anlattıkları içindeki tek "doğru" şudur: O da, Atatürk'ün İnönü'yle görüştükten sonra çiftliklerini kesin olarak hazineye bırakmaya karar verdiğidir. Çünkü 1 927'den beri çiftliklerini CHP'ye bırakmayı düşünen Atatürk, sonradan çiftlikleri hazi­neye bırakmayı düşünmeye başlamıştır.464 İnönü ile görüşmesi, bu konuda kesin karar vermesini kolaylaştırmıştır. Bu konuda Hasan Rıza Soyak şunu yazmıştır: "İnönü ile görüştükten son­ra çiftlikleri, bütün tesis ve varlıklarıyla hazineye hibe etmeye kati/kesin karar verdiğini söyledi"465

İnönü'nün çiftlik bulmacasının çözümünde anahtar, Ata­türk'ün Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak'tadır.

İsmet İnönü'nün bu konuda "Hatıralar"ında hiç söz etme­diği çok önemli bir gerçek vardır. Bu gerçeği, "Atatürk 'ten Hatı­ralar" adlı eserinde Hasan Rıza Soyak açıklamıştır.

Hasan Rıza Soyak, Atatürk'ün çiftliklerini ve çiftlik gelir­lerini hazineye bağışladığı vasiyet mektubunu Başbakan İsmet İnönü'ye sunmuştur. Mektubun 12 Haziran 1 937'de BMM'ye arz edilmesine karar verilmiştir.

Ancak o gün İsmet İnönü, Hasan Rıza Soyak' ı odasına ça­ğırıp, "Gel Soyak! Ben mektubu bugün Meclis'e arz etmekten vazgeçtim; bunu kasım toplantısına bırakmayı daha uygun bu-

464 Ancak Atatürk yine de çiftliklerini hazineye devrederken daha önce verdiği söz gereği CHP' ye de bir miktar para bırakmak istemiştir. Atatürk, Hasan Rıza Soyak'a bu konuda şunları söylemiştir: "Biliyorsun, ben 1 92 7 senesinde, Bü­yük Nutkumu verdiğim celselerden birinde BMM 'ye, bunların partiye ait oldu­ğunu söylemiştim. Bu itibarla devir esnasında, hükümetten parti için bir miktar para alırsak iyi olacaktır. Bakalım, ısmet Paşa'nın gelişinde meseleyi onunla da görüşeceğim, en münasip şekli o zaman kararlaştırırız . . . " (Soyak, age., s. 687). Buradan anlaşıldığı kadarıyla Atatürk, İnönü ile görüşürken, "devir esnasın­da hükümetten parti için bir miktar para almanın" yollarını aramıştır. Ancak İnönü, bu arayışı yıllar sonra kaleme aldığı "Hatıralar"ında, Atatürk'ün çift­likleri devlete satıp gelir elde etmek istediği şeklinde aktarmıştır. Söyleyecek söz bulamıyorum!

465 Soyak, age., s. 687.

265

luyorum . . . " demiştir. Hasan Rıza Soyak, "Niçin Paşam?" diye sorunca İsmet İnönü şunları söylemiştir:

"Önce bir husus i kanun ile cumhurreisinin maaş ve tahsisa­tından kesilen ağır vergiyi hafifletmek lazım. Aksi halde, çiftlik/e­ri devrettikten sonra, geçinme hususunda güçlük çeker diye düşü­nüyorum. Halbuki Meclis, bugün yarın tatil devresine girecektir; böyle bir kanunu yetiştirmek imkansızdır. İnşailah kasımda ilk iş olarak bunu yaparız. Ondan sonra da Meclis 'e arz ederiz. "

İnönü'nün bu garip çıkışına şaşıran Hasan Rıza Soyak şu yanıtı vermiştir:

"Aman paşam! Bu çok yakışıksız bir şey olur. Adeta taviz karşılığı hibe gibi bir şey . . . Atatürk bunu katiyen kabul etmez, eminim ki bunun düşünülmesinden bile aşırı derecede rencide olur . . . Hem o, çiftliklerden şimdiye kadar şahsen hiç istifade et­memiş, bir habbe dahi almamıştır ki . . . Köşke gönderilen çiftIik­Ierin mahsul ve mamullerinin de bedellerini herkes gibi fatura mukabilinde ödemiş ve ödemektedir; dolayısıyla düşündüğünüz gibi bir vaziyet mevcut değildir . . . "466

Hasan Rıza Soyak, uzun uğraşlardan sonra İnönü'yü ikna etmeyi başarmış ve mektup 12 Haziran 1 937'de BMM'ye arz edilmiştir.

İlginç değil mi? 1 937'de Atatürk "çiftlikleri devrettikten sonra, geçim sıkın­

tısı çeker" diye düşünerek buna bir çözüm arayan, bu nedenle devir işlemini geciktirmek isteyen İnönü, olaydan 50 yıl sonra, 1 987'de yayımlanan "Hatıralar"ında, Atatürk'ün çiftliklerini devlete "satıp" gelir elde etmek istediğini, Atatürk'ü, çiftliklerini hazineye bağışlamaya kendisinin ikna ettiğini iddia etmiştir.

İşin düşündürücü yanı, 1937'de Hasan Rıza Soyak, İnönü'ye Atatürk'ün şahsen o çiftliklerin ürünlerine ve gelirlerine el sür­mediğini, onları kendi malı olarak görmediğini açıklamış olma­sına rağmen İnönü, yıllar sonra kaleme aldığı "Hatıralar"ında Atatürk'ü "Büyük ölçüde hükümet yardımı ile, hazine yardımı

466 age., s. 690, 691 .

266

ile meydana gelmiş bir eseri tekrar hazineye satmak" istemekle suçlamıştır.

Gelin görün ki, Atatürk'ün çiftliklerini hazineye bağışladığı mektup 12 Haziran 1937'de BMM'ye sunulduğunda bu konu­da Atatürk'ü en çok takdir edenlerin başında yine İsmet İnönü gelmiştir. İnönü bu konuda o gün Meclis'te yaptığı konuşmada şunları söylemiştir:

"( . . . ) Yüksek heyetinizin ve bütün memleketin dikkatini celp edecektir ki, hazineye intikal etmekte olan bu çiftlikler, değeri milyonlar ifade eden bir servet halindedir. Bu çiftlikleri Atatürk senelerden beri tasarrufu altında ve bilhassa şahsi eme­ğiyle vücuda getinniştir. ( . . . ) çiftliklerin maddeten olan yüksek kıymetleri ancak bu kanaatle ve şahsi çalışma ile temin edil­miştir. Bu eserler meydana çıktıktan ve yüksek değerde olduk­ları anlaşıldıktan sonra Atatürk 'ün bunları maddi kıymetlerine bir lahza bakmaksızın, tamamen devletin istifadesine terk etmesi bütün vatandaşların bu nokta üzerinde dikkatlerini ve şükran­larını celp etmeye layık görülecektir. Atatürk, her türlü şahsi menfaatlerin kendi şahsına teveccüh edecek her türlü faydaların daima üstünde kalmış ve daima üstünde kalacak olan milli bir varlıktır. Atatürk 'ün bu eserleri vücuda getirdikten sonra, bun­ları hazineye bedelsiz ve karşılıksız terk etmesinde esaslı, büyük ve siyasi bir ideali vardır. Milli Mücadele'nin ilk günlerinden beri bu memleketin kudretini ve servetini, köylülerimizin kalkınma­sında, zengin ve müreffeh olmasında gördü. ( . . . ) "

İnönü uzun konuşmasını şu sözlerle bitirmiştir: "Atatürk bize bir defa daha kendi huzur ve rahatının, va­

tandaşlann refahında olduğunu söylüyor; Atatürk, bize bir defa daha şan ve şerefinin, vatanın şan ve şerefinde olduğunu gösteriyor. ( . . . ) Atatürk bizim en kıymetli hazinemizdir. Onun şan ve şerefini, biz vatanın kudreti, şan ve şerefi sayıyoruz . . . "467

Ne hazindir ki 1 2 Haziran 1 937'de Atatürk için bunları söyleyen İnönü, yıllar sonra "Hatıralar"ında Atatürk'ü, "Büyük

467 age., s. 693-695.

267

ölçüde hükümet yardımı ile, hazine yardımı ile meydana gelmiş bir eseri tekrar hazineye satmak" istemekle suçlamıştır.

İnönü'nün çiftlik bulmacası çözüldüğünde ortaya "insan" çıkmaktadır. İnsan zayıflıklarıyla, bencillikleriyle insandır.

Sırları ve Mesajlarıyla Atatürk'ün Vasiyeti

"Benim naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacaktır, ama Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalacaktır" ve "İki Mus­tafa Kemal var. Bir ben, et ve kemik, geçici Mustafa Kemal . . . " gibi sözleriyle dünyanın gelip geçici olduğunu hiç unutmayan ve ölüm gerçeğine hep hazır olan Atatürk, henüz hiçbir hastalık be­Iirtisinin görülmediği, sapasağlam olduğu günlerde, 1933 yılında "özel kanun" çıkarttırarak "mahfuz hisse" dahil, tüm maIvar­lığını bağışlamaya karar verdiği o günlerde bir de vasiyetname hazırlamak istemiştir.

Hasan Rıza Soyak'ı dinleyelim: "Bu kanun (2307 sayılı özel kanun) çıktıktan sonra vasi­

yetname tanzimini birer suretle ihmal etmiştik; burada benim büyük kusurum olduğunu itiraf ederim. Ne bileyim; taşıdığı ma­nadan dolayı olacak, böyle bir vesika tanzimine bir türlü elim varmıyordu ve her konuşuldukça bir vesile ile ileriye atıyordum.

'Hani seninle ara sıra bir işimizden bahsederdik ' sözleriyle Atatürk bana işte bunları hatırlatıyordu. "468

Sonunda Hasan Rıza Soyak ve Kocaeli milletvekili Selahattin Yargı'nın hazırladığı vasiyet taslağını okuyan Atatürk, üzerinde bazı düzeltmeler yaparak 5 Eylül 193 8 tarihinde Dolmabahçe'de şu vasiyeti yazmıştır:

"Malik olduğum bütün nukut ve hisse senetleri ile Çanka­ya'daki menkul ve gayrimenkul emvalimi, Halk Partisi'ne atide­ki şartlarla terk ve vasiyet ediyorum: 1 . Nukut ve hisse senetleri, şimdiki gibi Iş Bankası tarafından

nemalandırılacaktır;

468 age., s. 754.

268

2. Her seneki nemadan bana nispetleri şerefi mahfuz kaldık­ça, yaşadıkları müddetçe, Makbule'ye ayda 1 000, Afet'e 800, Sabiha Gökçen'e 600, Ülkü'ye 200 lira ve Rukiye ile Nebile'ye şimdiki 1 00' er lira verilecektir.

3 . Sabiha Gökçen'e bir ev de alabilecek para verilecektir. 4. Makbule'nin yaşadığı müddetçe Çankaya'da oturduğu ev de

emrinde kalacaktır. 5. İsmet İnönü'nün çocuklarına yüksek tahsil/erini ikmal için

muhtaç olacakları yardım yapılacaktır. 6. Her sene nemadan mütebaki miktar yarı yarıya Türk Tarih

ve Dil Kurumlarına tahsis edilecektir. "469 Dikkat edilmez, ancak Atatürk'ün vasiyetinin genelde göz­

den kaçan ilginç mesajları ve sırları vardır. Bu mesajları ve sır­ları Hasan Rıza Soyak'tan öğreniyoruz. Örneğin, "Bir maddede kendilerine aylık bağlanması vasiyet ettiği hanımlardan beşinin soyadıarı yazılı idi; yalnız Bayan Afet'in soyadı yoktu; o ailesi­nin soyadını kullanmıyordu. Henüz başka bir ad da almamıştı. Bunu görünce diğerlerinin de soyadıarını yazmadı. "470 Vasiyette yalnızca Sabiha Gökçen'in soyadına yer vermiştir. Onun nedeni de "Sabiha'nın Gökçen adını soyadı olmaktan ziyade tayyareci­liğin i belirten bir sıfat olarak " görmesiydi.m

Yine vasiyette geçen "vefatıarına kadar" ifadesini çizip yeri­ne " Yaşadıkları müddetçe" notunu düşmüştür. "Ona göre yaşa­mak esastı. Bir vasiyetnamede dahi olsa, bir insanın ölümünden bahsetmeyi nezakete uygun bulmuyordu. "472

Kız kardeşinin Çankaya'da oturduğu eve ait maddede "İka­metine müsaade edilecektir" denildiğini görünce bunu " Emrinde kalacaktır" şeklinde değiştirmiştir.

469 Soyak, age., s. 757, 758; Atila Sav, «Atatürk'ün Vasiyeti", Cumhuriyet, 24 Nisan 1 981 ; Leventoğlu, age., s. 50; Görgülü, age., s. 125, 126. Vasiyetin Atatürk'ün elyazısıyla orijinali Güler, age., s. 291; Atatürk'ün Bütün Eserleri, C 30, s. 266.

470 Soyak, age., s. 757. 471 age., s. 758. 472 age., s. 757.

269

İsmet İnönü'nün çocuklarına ait maddeyi yazarken de "Ken­disine bir hal olursa -Hasan Rıza Temelli'yi kastederek- kardeşi çocuklarına bakmaz" diye düşünerek yazmıştır.473

Atatürk'ün vasiyetindeki İnönü'nün çocuklarıyla ilgili mad­de çeşitli dedikodulara neden olmuştur. Örneğin, güya Atatürk'e İnönü'nün öldüğü söylendiği için Atatürk, İnönü'nün çocukları­na eğitim yardımı yapılmasını vasiyet etmiştir! Hatta Atatürk'ün İnönü'yü öldürtmeyi düşündüğü, bu nedenle çocuklarına yardım yapılmasını vasiyet ettiğini söyleyenler bile olmuştur.

Bu iddiaların tamamı yalandır. "Gerçek olan şudur: Atatürk herkesin iyiliğini isteyen, buna çalışan, politika icaplarıyla özel mü­nasebetlerini titizlikle ayırmayı bilen, arkadaşlıklarına ve dostluk­larına içten bağlı olan çok mert ve vefakar bir insandı; diğer yandan İnönü o sıralarda, safra kesesi iltihabı gibi tehlikeli bir hastalık ge­çiriyor ve Atatürk bununla yakından ilgileniyordu; emriyle her gün sıhhi durumu hakkında malumat alıyor, kendisine arz ediyorduk. Hatta hastalığı zamanına rastlayan bir gelişinde Prof Fissenger'i de Ankara'ya göndermiş, tedavisi ile alakadar etmişti. "474

Bu arada İnönü'nün çocuklarının yükseköğrenimierini yap­maları için vasiyetnamede öne sürülen yardıma gerek duyulma­mıştır.475

Atatürk'ün vasiyetindeki mesajlardan biri de ikinci madde­deki ". . . Bana nispetleri şerefi mahfuz kaldıkça . . . " ifadesidir. Atatürk bu ifadesiyle "Adları geçen altı kişinin kendisine yakın­lıklarının açık bir gerçek olduğunu anlatmak istemiştir. "476

Atatürk vasiyetini 6 Ekim 1938 tarihinde İstanbul 6. Noteri İsmail Kunter'e teslim etmiştir.477

Atatürk'ün vasiyeti 28 Kasım 1938 tarihinde Ankara Üçün­cü Sulh Hukuk Hakimliği'nde açılmıştır.478

473 age., s. 755. 474 age., s. 755. 475 Leventoğlu, age., s. 74. 476 age., s. 126. 477 age., s. 20-22. 478 age., s. 51 -54.

270

Atatürk'ün vasiyetindeki şartlarla CHP'ye devrettiği "nakit ve hisse senetleri" -1 0 Kasım 1938- itibariyle şöyledir479:

NükutlNakit Lira. Kuruş

Emekli Hesabı: . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 19.566.80 4 Numaralı Şahsi Hesabı: . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . .53.453.18 2 Numaralı Hesap: . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 1 .446.872.03

Toplam: 1 .519.892.0148o İş Bankası Hisse Senedi (10 liralık): . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 119.125 Müessis Hisse Senedi (500 liralık) : . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 569

Toplam: 119.694

M. Kömürü T .A.Ş Hisse Senedi: Nama Muharrer: . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12.750 Hamiline Muharrer: . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 12.250 Müessis Senet: . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 125

Toplam: 25.125

Genel Toplam: . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . Para: 1.5 19.892.01 Hisse Senedi: 144.891481

Bu tablodan ortaya çıkan sonuçlar şunlardır: 1 . Atatürk ölürken İş Bankası'nda emekli maaşlarmdan top­

lam 73.019 lira 98 kuruş birikim yapmıştır. Tüm şahsi mal­varlığı budur.

479 Soyak, age., s. 686. 480 Mazhar Leventoğlu, Türkiye Iş Bankası'nın Atatürk hesapları için kendisine

verdiği rakamların Hasan Rıza Soyak'ın verdiği bu rakamlardan biraz daha az olduğunu belirtmiştir. Buna göre Atatürk'ün emekli hesabında 1 9.996. 1 1 lira, 4 numaralı şahsi hesabında 54.271 .75 lira, 2 numaralı hesabında ise 1 .296.942.23 lira olmak üzere toplamda 1 .371.210.09 lira vardır. "Hasan Rıza Soyak'ın yazdığı rakam bankanın verdiğinden 149.929 lira 80 kuruş ar­tıktır". (Leventoğlu, age., s. 85).

481 Leventoğlu, İş Bankası'nın kendisine verdiği bilgiye göre Atatürk'ün hisse se­netlerinin sayısının; 320.650 tanesi �nama muharrer", 230.680 tanesi �hami­line muharrer" olmak üzere toplam 551 .680 tane olduğunu ileri sürmüştür. (Leventoğlu, age., s. 89-91 . )

271

2. Atatürk'ün İş Bankası 2 numaralı hesaptaki 1 .446.872 lira 03 kuruş ile 1 14.891 adet hisse senedi ise Hindistan'dan ka­lan 75 bin lira, örnek çiftliklerin gelirleri ve Abbas Hilmi Paşa'nın CHP'ye bağışladığı 900 bin liranın değerlendiril­mesiyle birikmiştir. Atatürk, şahsi harcamaları için bu para­lara asla el sürmemiştir.

3 . Atatürk, e l sürmediği bütün bu paraları iki büyük Cumhu­riyet kurumuna; CHP denetiminde, TfK ve TDK'ya bırak­mıştır.

Bir Parantez Padişah Vahdettin'in ile Sultan U. Abdülhamid'in Malvarlığı

Atatürk'ün kimilerince abartılan malvarlığının aslında ne ifade ettiğini anlamak için küçük bir karşılaştırma yapalım:

Son padişah Vahdettin'in aylık ödeneği ( 1 995 itibariyle) 80 milyar lira tutmaktadır. 1 9 1 8 Temmuzu'ndan 1 922 Kasımı'na kadar 5 1 ay tahtta kalan Vahdettin devletten toplam 1 .200.000 altın (yaklaşık 4 trilyon lira) ödenek almıştır.m

Tütüncübaşı Şükrü Bey'in verdiği bilgiye göre 1922'de yurt­dışına kaçan Vahdettin'in yanında ve hesabında 23.000 altın vardır. Bu ( 1 995 itibariyle) 92 milyar lira etmektedir.m

Padişah Vahdettin'in gurbet parası 140 milyardan fazladır.484 Kaçak padişah Vahdettin yurtdışında bu büyük serveti har

vurup harman savurmuştur. Öyle ki, öldüğünde cenazesini kal­dırmaya para bulunamamıştır.

Sultan II. Abdülhamid'in malvarlığını da anlatmak isterdim. Ancak söz konusu malvarlığını bu kitabın hacmine sığdıramaya-

482 Özakman, Vahdettin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele, s. 5 1 ; Meydan, Cum­huriyet Tarihi Yalanlan, ı . Kitap, s. 264.

483 Vasfi Şensözen, Osmanoğul1annın Varlıklan ve n. Abdülhamit'in Emlaki, An­kara, 1 982, s. 96; Engin Berber, Kurtuluş Savaşı'nda Mustafa Kemal ve Vah­dettin, Ankara, 1 998, s. 85; Meydan, age., s. 265.

484 Özakman, age., s. 52; Meydan, age., s. 265.

272

cağım için bu konuya girmiyorum.485 Ancak iki örnek vermeden geçemeyeceğim:

Ahmet Emin Yairnan "Gördüklerim Geçirdiklerim" adlı kitabında II. Abdülhamid'in malvarlığından şöyle söz etmiştir:

"Abdülhamit devrindeki haliyle memleket bir milli varlık olmaktan uzaktı. Padişah, memlekete kendi has çiftliği gözüyle bakıyordu. Memleketin yansı Hazine-i Hassa adı altında, ken­di tapuıu malı idi. Diğer yarısını da keyfinin istediği gibi tasar­ruf ediyordu. Geçmiş asırların debdebesi ve israfları içinde saray her şeyi sömürüyordu. Onun için yok yoktu. "486

Süleyman Nazif, "Çalınan Ülke" adlı eserinde padişahın günden güne zenginleşirken Osmanlı Devleti'nin günden güne fakirleştiğini şöyle ifade etmiştir:

"Postalar bir taraftan Dolmabahçe'deki Hazine-i Hassa ka­salarına Irak 'tan yük yük Mecidiye ve altın taşırken, diğer ta­raftan şimal vilayetlerinden Irak 'taki askere para yetiştirilmeye çalışılırdı. "487

Süleyman Nazif'in bu cümleleri, bana Atatürk'ün şu sözle­rini hatırlattı:

"O saraylar ve o sarayların etrafını çeviren hainler, asır­larca bu milleti dalgın bıraktılar; onu nura koşmaktan menet­tiler. Onlar bu milleti ve bu memleketi yalnız iki zamanda dü­şünürlerdi. Biri paraya, diğeri askere muhtaç oldukları zaman! Bir yandan memleketi soyarlar, diğer yandan milletten aldıkları askerle Viyana'yı, Mısır'ı, İran'ı zapt için fütuhata kalkarlardı. ( . . . ) Sonra onların saraylardaki debdebeyi temin için paraya ih­tiyaçları vardı. Bu parayı mil/etten sopayla alırlardı. Bütün bun­ların neticesi milleti fakirliğe, haraplığa, nihayet ölüm kıyısına götürdü . . . "488

485 II. Abdülhamid'in malvarlığı için bkz. Şensözen, age., İstanbul, 2013, s. 63 vd. 486 Ahmet Emin Yalman, Gördüklerim, Geçirdiklerim, C l , s. 46'dan aktaran Şen­

sözen, age., s. 1 00. 487 Şensözen, age., s. 99 488 Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, C 2, s. 125.

273

İş Bankası'nın Gelişiminde Atatürk'ün Etkisi

Mazhar Leventoğlu, Atatürk'ten kalan 1 .5 milyon liraya yakın paranın İş Bankası tarafından genellikle "öz kaynak" ve "sermaye" olarak kullanıldığını belirtmiştir. İş Bankası'nın yıl­lar içindeki hesapları incelendiğinde bu yargının doğru olduğu görülmektedir.

İş Bankası'nın net karları; 1924'te 1 7 bin lira; 1925'te 402 bin lira; 1926'da 8 3 1 bin lira; 1927, 1928, 1 929 yıllarında 1 mil­yon liranın üstünde; 1 929- 1938 arasında ise 606 bin lira ile 8 1 6 lira arasındadır.489 (Bu dönemde kardaki azalmada 1 929 Dün­ya Ekonomik Buhranı'nın etkisi de dikkate alınmalıdır. ) 1945-1 952 yılları arasında 2.061 .000 lira ile 3 .640.000 lira arasında kar elde etmiştir. 1 953'te 5 milyonun üstünde kar sağlamıştır. 1 954'ten 1958'e kadar İş Bankası'nın karı 7 milyonun altına düşmemiştir. 1958 karı 9 milyonun, 1959 karı 1 6 milyonun, 1 962 karı 19 milyonun üstündedir. 1 963'te 25.385.000 lira, 1 965'te 35.767.500 lira, 1 967'de 60.515.330 lira kar etmiştir.490

"Türkiye İş Bankası'nın Atatürk'ten sonraki gelişiminde Mustafa Kemal'in bıraktığı paraların büyük rolü olmuştur. "491 Öyle ki, 1938 yılı itibariyle bankanın 5 milyonluk sermayesinin yüzde 26.4'ünü Atatürk'ün hisse senetleri oluşturmaktadır.492

Ancak yine Leventoğlu'nun çok başarılı bir şekilde ortaya koyduğu gibi İş Bankası tüm bu gelişimine rağmen maalesef Atatürk'ten kalan parayı çok doğru bir şekilde değerlendireme­miştir.493

DP ve 12 Eylül'ün Atatürk'ün Vasiyetini İptal Etmesi

Atatürk'ün vasiyetine göre CHP'ye bıraktığı İş Bankası'nda­ki paralar ve hisse senetlerinin gelirleri her yıl yarı yarıya TIK

489 Leventoğlu, age., s. 79. 490 age., s. 100, 101 . 491 age., s . 1 70, 171 . 492 age., s . 172. 493 age., s. 172 vd.

274

ve TDK arasında paylaştırılacaktır. Yalnız bu paylaşım yapılma­dan -yine Atatürk'ün vasiyeti gereği- yıllık gelirden Atatürk'ün yakını altı kişiye bağlanan aylıklar ödenecektir. Ayrıca bu ay­lıklar, yalnız yaşadıkları sürece ödeneceğinden ve mirasçılarına geçmeyeceğinden bunların yaşamları sonunda söz konusu para­lar ve hisse senetleri gelirlerinin tümü de kurumlara verilecektir. CHP' ye gelince: Atatürk'ün malvarlığından vasiyetin yorumu gereği CHP'ye hiçbir şey kalmamıştır. CHP, İş Bankası'nın yö­netim kurullarına üç veya dört üye sokmuştur.494 CHP, kurum­lara verilen paranın üçe bölünerek kendisine de pay verilmesi için 1 969'da bir dava açmış, ancak sonuç alamamıştır. 1974'te ikinci bir dava daha açmıştır. 3 yıl süren bu dava sonunda Yargı­tay Hukuk Daireleri Kurulu, CHP' nin Atatürk'ün vasiyetindeki pay gelirlerinin yalnızca çıplak mülkiyetine sahip bulunduğuna ve gelirlerin bağışta bulunulan kişi ve kurumlara ödenmesi ge­rektiğine karar vermiştir. 495

CHP' nin, Atatürk'ün İş Bankası hisselerinden pay alabilmek için dava açtığı o günlerde Falih Rıfkı Atay, "Para" başlıklı bir yazı kaleme alarak CHP'yi çok ağır biçimde eleştirmiştir. Atay'a göre, "CHP, Atatürk 'ün mirasçısı değildir. Atatürk, İş Banka­sı 'ndaki parasını dil ve tarih gibi kültür işlerine vakfetmiştir. ( . . . ) Atatürk 'ün CHP'ye bıraktığı gerçek miras devrimleri idi. Bu dev­rimlerin iki esas temeli la is izim ve eğitim birliği CHP devrinde temelinden sarsılmıştır. CHP, İmam-Hatip Oku/larına fıkıh dersi koymakla eğitim birliğini yıkmıştır. O vakitten ve ortanın soluna döndüğünden beri CHP Atatürk'ün değil, İnönü'nün partisidir. "

Atay şöyle devam etmiştir: "Bir zamanlar Atatürk bir vasiyetinde 'partim' sözünü kul­

landığı vakit: 'Efendim! Neden Halk Partisi demiyorsunuz da 'partim' diyorsunuz', diye soranlara: 'Halk Partisi'nin sonuna kadar benim partim olarak kalacağını nereden bileyim?' cevabı­nı vermişti. "

494 age., s. 140,141 , 202. 495 Ayrıntılar için bkz. Ömer Asım Aksoy, "Adalet Son Sözü Söyledi", Türk Dili,

1 978, S. 316, s. 1-12.

275

Atay'ın şu sözleri, tüm CHP'lilerin kulağına küpe olmalıdır: "CHP, Atatürk mirasçılığını parada değil, bozduğu devrim­

lerde hatırlamalıdır. "496 Atatürk'ün vasiyeti gereği 1TK ve TDK'ya Atatürk'ün mi­

rasından ilk ödeme 1940'ta yapılmıştır. O yıl her iki kuruma da 49 bin lira ödenmiştir. TTK ve TOK'ya 1941 'de 1 87.500'er lira, 1 943'te 192.550 lira ödenmiştir. Bu kurumlara 1954'te 309 biner lira; 1 957, 1958, 1959 yıllarında 466 bin ile 483 bin lira arasında değişen miktarlarda para ödenmiştir. 1960'ta ödenen para 505 bin liradır. 1 96 1 , 1 962, 1963 yıllarında 900'er bin li­ranın üstünde para ödenmiştir. 1 964'te 1 . 8 15 .300'er, 1965'te 1 .804.693'er ve 1 966'da 1 .923.000'er lira ödenmiştir.497

Çok açıkça görüldüğü gibi Atatürk, sadece TTK ve TOK'yl kurmakla, bütün çalışmalarına katılmakla kalmamış, mirasını da kurumlara bırakarak bu kurumların gelecekte kendi ayak­ları üzerinde durabilmesini, hiçbir yere bağlı olmadan "özerk" olarak bilimsel çalışmalarını yürütmelerini garanti altına almak istemiştir.

Ancak maalesef belli bir dönemden sonra düşündüğü gibi olmamıştır: Atatürk'ün ölümünden hemen sonra gerçekleşme­ye başlayan ve 1950'de Demokrat Parti'nin başa gelmesiyle hızlanan karşıdevrim, Cumhuriyet'in tüm kazanımlarını yavaş yavaş ortadan kaldırmaya başlamıştır. Bu süreçte dünya hukuk tarihinde bir benzerine daha rastlanmadık biçimde Atatürk'ün vasiyetini devre dışı bırakan bir kanun çıkarılmıştır. 6195 sa­yılı " CHP'nin Haksız İktisaplarının İadesi Hakkında Kanun " 1 6 Aralık 1953'te Resmi Gazete'de yayımlanıp yürürlüğe gir­miştir. Bu kanun doğrultusunda Atatürk'ün vasiyeti gereğince güya "haksız kazanç" elde eden CHP' nin tüm mallarına el ko­nulmuştur. Ancak Türkiye İş Bankası Murahhas Üyesi Üzeyir Avunduk'un 1 5 Aralık 1 953 tarihli demecinde ifade ettiği gibi, " Vasiyetname gereğince CHP'ye bırakılmış hiçbir para yoktur

496 falih Rıfkı Atay, Bayrak, İstanbul, 1 980, s. 121, 122. 497 Leventoğlu, age., s. 101 .

276

ve CHP bu vasiyetnameyi infaza memur olmaktan başka bir hakka malik değildir. "498

Ayrıca Atatürk'ün vasiyetini iptal eden bu kanun gereği artık ITK ve TDK ile Atatürk'ün yakınlarına ödeme yapılmayacağı belirtilmiştir Bu çerçevede TIK ve TDK uzun süre para sıkıntısı çekmiştir. Bütçeden kurumlara yapılan yardımlar kesilmiştir.m

6 1 95 sayılı kanunu çıkarıp Atatürk'ün vasiyetini iptal eden karşıdevrimci DP'nin amacı, Atatürk'ün kurduğu çağdaş Cum­huriyet'in üç büyük kurumunu; CHP, TIK ve TDK'yı zayıfla­tıp dönüştürmek veya tamamen ortadan kaldırmaktır. Nitekim TIK ve TDK'yı tam 10 yıl ödeneksiz bırakan DP, Türkçeciliğe karşı çıkmış, ezanı ve Anayasa'yı eski dile çevirmiştir. soo Ayrıca Atatürk'ün Türk Tarih Tezi yerine Türk-tslam Sentezi'ne dümen kırmıştır. DP iktidara geldiğinde tüzük gereğince TDK'nın doğal başkanı Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri önce tüzükte bazı mad­deleri değiştirmek istemiş, sonra da kurumun çalışmalarına katıl­mak istemediğini açıklamıştır.soı DP döneminde adeta Türkçeye, Türkçeciliğe savaş açılmıştır. "Resmi yazışmalarda aşırı Türkçe sözcükler kullanılmaması yolunda genelgeler yayımlandığı, Milli Eğitim Bakanlarının arı Türkçe ile yazılmış kitapların okul/ar­da okutulmaması yolunda kararlar aldığı, dahası uydurma diye suçlanan bazı öz Türkçe sözcüklerin kullanılmasının yasaklan­dığı görüldü. "502

DP tarafından tüm mallarına el konulan CHP Anayasa Mahkemesi'nde "vasiyetin iptalinin iptali" konusunda bir dava açmıştır. CHP'nin, 6 1 95 sayılı kanunun iptali için açtığı dava 1 1 Ekim 1963 tarihinde 963/124 sayılı kararla sonuçlanmış ve Anayasa Mahkemesi 6 1 95 sayılı kanunun tümünü iptal etmiştir.

498 age., s. 104. 499 age., s. 147. 500 age., s. 147. 501 Şerafettin Turan, "Cumhuriyet Kavramının ve Ulus Devlet Anlayışının Pekiş­

mesinde Dil ve Tarih Çalışmalarının Önemi", Cumhuriyet Kazanımlan, Anka­ra, 2014, s. 62.

502 Agm., s. 66.

277

Anayasa Mahkemesi, gerekçeli kararında 6 1 95 sayılı kanunun Atatürk'ün vasiyetini iptal ettiğini, bu durumun Anayasanın 36. ve 1 1 . maddelerine açıkça aykırılık teşkil ettiğini belirtmiştir.j03

Hem Atatürk'ün sağlığında yaptığı açıklamalar hem de Atatürk'ün vasiyeti gereği özerk olmaları gereken TIK ve TOK, 12 Eylül darbecilerinin çıkardığı 17 Ağustos 1983 tarihli 2876 sayılı bir yasa ile (Atatürk Araştırma Merkezi ve Atatürk Kültür Merkezi adlı iki yeni kurumun da eklenmesiyle) Atatürk, Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu içine alınmış, böylece özerklikleri yok edilmiştir.j04 TOK Yönetim Kurulu'nun 29 Nisan 1981 'de Devlet Başkanı Kenan Evren'e dediği gibi, "Atatürk'ün vasiyet­namesini iptal anlamına gelen böyle bir girişim hukuk açısından kurumun yararlılığına son verilmesi anlamına" gelmektedir. jOj

Özetle, 1950'lerde DP ve Menderes, 1980'lerde 12 Eylül darbecileri ve Kenan Evren, Türkiye Cumhuriyeti'ni yeniden şekillendirme planları çerçevesinde Atatürk'ün vasiyetini iptal eden kanunlar çıkarmıştır.

Karşıdevrimciler sadece Atatürk'ün 5 Eylül 1938 tarihli İş Bankası'ndaki para ve hisse senetleriyle ilgili vasiyetini değil, 12 Haziran 1 937 tarihli çiftlik vasiyetini de iptal etmiştir. Sonuçta bugün Atatürk'ün hazineye bağışladığı örnek çiftliklerden Ata­türk Orman Çiftliği'nin arazisinde Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 1 000 küsur odalı Kaçaksaray'ı yükselmektedir.

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının son zamanlarda dil­lerine doladıkları "gizli vasiyet" saçmalığına ise hiç girmeyece­ğim. Böyle bir vasiyet yoktur.506

Kumar Parası Yalanı

Armstrong, "Bozkurt" adlı kitabını Atatürk'ün özel haya­tına yönelik yalanlarla süslemiştir. Bizim Atatürk düşmanları-

503 Leventoğlu, age., s. 109. 504 Turan, agm., s. 40, 61, 72-75. 505 Agm., s. 71 . 506 Atatürk'ün Gizli Vasiyeti hakkında bkz. Güler, Atatürk'ün Son Sözü Aleykü­

messelam, s. 1 77-1 86.

278

nın da temel kaynaklarından biri durumundaki "Bozkurt"ta, Armstrong'un Atatürk'e yönelik iftiralarından biri de Atatürk'ün para karşılığı kumar oynadığı şeklindedir. Atatürk, "Bozkurt"taki iftiralara ve yalanlara 7 Aralık 1 932'de Akşam gazetesinde Nec­mettin Sadak eliyle yanıt vermiştir.

Necmettin Sadak, Atatürk'ün asla para karşılığı oyun oyna­madığını belirterek şöyle demiştir:

"Hele oyun konusunda yazar, Gazi'yi hiç anlamadığını ka­nıtlıyor. Gazi, bazen ve çok ender arkadaşlarıyla poker oynar. Fakat Gazi'nin dahil bulunduğu bir oyunun ciddi para oyunu haline girdiği asla görülmemiş, işitilmemiştir. Her oyunun so­nunda, oyunun şaka olduğunu ilan eder. Yazar bunu, elçilerin­den bile araştırabilirdi. "507

Armstrong'un yapmadığını biz yapalım ve Amerika'nın ilk Türkiye Büyükelçisi John Grew'in bu konuda anlattıklarına ku­lak verelim.

24 Şubat 1 928 tarihinde Tevfik Rüştü Bey'in verdiği bir baloda Atatürk, Grew'le poker oynamak istemiştir. Atatürk ile Grew'in de aralarında bulunduğu beş kişi oyun odasında po­ker masasına oturup oyuna başlamıştır. Grew'in şansı yaver git­miştir. Kendi anlatımıyla, "Bir keresinde Gazi 500 demişti, ben bunu 5000 daha çıkardım. Gazi gördü. Gazi'nin (ulüne karşılık ben dört onlu açtım. Bunun üzerine öne doğru eğildi ve {işlerini benim önüme doğru iterken yanağımı dostane bir şekilde okşa­dı. " İlk oyunları Grew kazanmıştır. Grew, daha sonra yerini eşi Alice'e bırakmıştır. Alice'in de şansı yerindedir. Grew yeniden oyuna gelince artık o kadar da şanslı değildir, hep kaybetmiştir. Şimdi kazanan Atatürk'tür.

Grew sonrasını şöyle anlatmıştır: "O zamana kadar hep kaybetmiş olan Gazi ise şimdi kazan­

maya başlamıştı. ( . . . ) Son bir iki saat içinde Gazi'nin kazanmaya karar verdiği ve kazanacağına inandığı açıkça belli olmuştu. Ma­sada oturmadığım zaman her zaman elini bana gösteriyordu. En

507 Sadi Borak, Atatürk'ün Armstrong'a Cevabı, İstanbul, 2004, s. 59.

279

iyi oyuncularda bile görülmeyen tarzda poker oynuyor, bir floşu tamamlamak için iki kart çekiyordu; fakat tamamlayamazsa bile potu tamamlıyordu. Çünkü ötekiler hemen çekiliyorlardı. ( . . . J Saat 9 ' da bütün paraları kazanmış olan Gazi son bir oyun daha önerdi. Bu oyunun son elinde, baştan beri ortada dönmüş olan para onbinleri bulmuştu. Hesapları tutan Eşref Bey' den bir des te para aldı ve çok nazikane şekilde hepimize, kaç lira kaybetmiş­sek aynen o kadarını geri verdi. Böylece çok güzel bir zaman geçirmiş oluyorduk; ne kazanan ne de kaybeden vardı . . . "508

Çeyiz Parası Yalanı

Kumar parası demişken aklıma çeyiz parası geldi! İpek Çalışlar, "Latife Hanım " adlı romanında birkaç ya­

bancı gazeteye dayanarak Atatürk, Latife Hanım'la evlenirken Latife Hanım'ın babası Muammer Bey'in kızına 1 milyon lira çeyiz parası ( ! ) verdiğini yazmıştır. Çalışlar imalı bir şekilde, "Latife'nin getirdiği çeyiz parası nasıl kullanıldı, hangi ihtiyaçla­ra ayrıldı bilemiyoruz! " dedikten sonra, "Ankara'nın inşası için kullanılması mümkün!" tahmininde bulunmuştur. 509

Rahmetli Turgut Özakman şöyle diyor: "Bir milyon lira çeyiz parasına da, bu parayı Atatürk'ün ka­

rısının elinden alıp Ankara'nın inşasına harcadığına inanmak da serbest, inanmayıp gü/mek de serbest. Seçim sizinl " 51O

Bu palavraya inananlara şu soruyu sormadan geçemeyeceğim: 1 923 yılı itibariyle Latife Hanım'ın 1 milyon lira çeyiz pa­

rası getirdiğine inanıyorsunuz da, 1938 yılı itibariyle Atatürk'ün İş Bankası'ndaki 2 numaralı hesabında 1 ,5 milyon lira birikmiş olmasına neden inanmıyorsunuz?

Meraklısına not: Atatürk Latife Hanım'dan boşandıktan sonra çeyizlerini sayıp Latife Hanım'a göndermiştir. Bu eşyalar: gümüş sofra takımı, halılar, kıymetli gibi görünen şeyler, piya-

508 Grew, tık ABD Büyükelçisinin Türkiye Hancalan, s. 101 , 102. 509 Çalışlar, age., s. 291 . 5 10 Özakman, age., s . 658.

280

no, kitaplar, nişan yüzükleri ve hatıra defterleridir. Ayrıca ayda 500 liradan yılda 6000 lira para ödemiştir Latife Hanım'a . . . 5 1 1 Görüldüğü gibi Atatürk Latife Hanım'ın çok tartışılan o meş­hur hatıra defterlerini de Latife Hanım'a göndermiştir. Turgut Özakman'ın dediği gibi, " Yani Gazi, Latife Hanım'ın hatıra def­terlerinde ne yazdığını bilmektedir. Olumsuz şeyler olsa yolla­mazdı. Bu defterler şimdi Türk Tarih Kurumu'nda saklanıyor" . Latife Hanım'ın çeyizleri bunlardır. İpek Çalışlar'ın iddia ettiği gibi ne 1 milyon lira ne de yedi deve yüküdür?5 1ı

Ayrıldıktan sonra Latife Hanım'ın tüm çeyizlerini geri gön­deren Atatürk, bazı eşyaları geri gönderilmeye değer bulma­yarak şöyle demiştir: "Sarı karyolalar ve teferruatı, hasır san­dalyeler ve sarı kanepe ve sandalye ve bazı eski büfelerin genel kıymeti, nakliye masrafına tekabül etmez. Kendileri tarafından ihtiyaçlarına göre yenilerinin tedariki daha kolaydır: Bununla beraber, herhangi bir düşünceyle arzu ederlerse, size söylesinler, gönderilir. "513

Sonuç:

• Aslında Atatürk'ün Atatürk olduktan sonra mala, mülke ve paraya ihtiyacı yoktur. Enver Behnan Şapolyo'nun dediği gibi "Atatürk sağlığında yaptığı hizmetlerin bütün mane­vi mükafatlarını bizzat görerek yaşadı. Cihan tarihinin en bahtiyarları arasına girdi. Türk milletinin yüksek karakteri ve kadirşinaslığı ile yükseldi. Bu saadeti duya duya yaşadı. Millet ondan maddi manevi hiçbir şeyini esirgemedi. Türk milletini kurtardığı için ona şükranlarını hayata gözlerini yumana kadar gösterdi. Türk milletinin vicdanında ve bü­tün dünyada büyük adam vasfı ile çok iyi günler görerek mesut yaşadı. "514

5 1 1 Atatürk'ün Bütün Eserleri, C 17, s. 272, 273. 512 Ozakman, age., 5. 708. 513 Atatürk'ün Bütün Eserleri, C 17, s. 272. 5 14 Şapolyo, age., 5. 489.

281

• Atatürk, saraya damat olmayı; şanı, şöhreti ve parayı elinin tersiyle itip, "ya istikLaL ya öLüm" diyerek Kurtuluş Savaşı'nı örgütlemiştir.

• Sırasıyla Almanların, İngilizlerin ve padişahın yüklü rüşvet tekliflerini reddetmiştir.

• Cumhurbaşkanı olduktan sonra eline geçen hayli yüksek miktardaki parayı köşk çalışanlarına, günlük masraflara, ihtiyacı olanlara, bağış ve yardım olarak dağıtmıştır. Kalan parayla Türk Devrimi'nin iki büyük kurumunu (Örnek Çift­likler ile İş Bankası'nı) kurmuş; Türk Devrimi'nin dört bü­yük kurumunun (İş Bankası, CHP, TIK ve TOK) geleceğini garanti altına almak istemiştir.

• Milletine bağışlamak istediği malvarlığından yakınlarına, akrabalarına tek kuruş kalmaması için "özel kanun" çıkart­tırmıştır.

• Öldüğünde maaşlarından birikmiş çok az şahsi parası vardır. Toplam biriktirebildiği şahsi para 73.019 lira 98 kuruştur.

• Rüşvet almamış, devleti soymamış, hırsızlık yapmamış, ak­rabalarını kayırmamış; neyi var neyi yoksa ülkesine, milleti­ne bırakmıştır.

• Öyle ki, vasiyet i gereği -hayatta olduğu sürece- belli bir miktar aylık ödenmesini istediği kız kardeşi Makbule Ha­nım, bir zaman gelmiş, geçim sıkıntısı çekmeye başlamıştır. 19 Şubat 1948'de "geçim sıkıntısı çektiği belgelenen" Mak­bule Hanım'a aylık bağlanmasına karar verilmiştir.sıs

Bir gün Recep Tayyip Erdoğan'ın akrabaları da geçim sıkın­tısı çeker mi? Ne dersiniz?

5 1 5 Resmi Gazete, S. 6840.

282

YALAN 9

ATATÜRK VE HALi F E Li K

"Atatürk Halifeliği Kaldırdığına Göre İslam'a Düşmandır!"

"Atatürk, İngilizler İstedi Diye Halifeliği Kaldırmıştır!"

İslam'da Halifelik (Sansürsüz)

Kur'an'da peygamberin "halefi" veya "vekili" anlamında bir halifelik kavramı yoktur. Kur'an, krallıklsultanlık sistemleri­ni "zulüm ve zillet sistemleri" olarak tanımlamıştır. (Bkz. Nemi Suresi, 34 )St6 Dolayısıyla sultana/padişaha "dinsel dokunulmaz­lık" kazandıran halifelik de Kur'an dışıdır. Prof. Yaşar Nuri Öz­türk, halifeliği "sultanı tanrılaştıran sistem " olarak tanımlamış­tır.St 7 Kanımca halifeliğin en güzel ve en gerçek tanımı budur.

Hz. Ebu Bekir'in ilk halife olarak seçildiği toplantıda tar­tışmaların tırmandığı bir sırada Hz. Ebu Bekir, halifenin Mek­kelilerden olmaması gerektiğinde ısrar eden Hubab'a, "Benden kuşku mu duyuyorsun, ey Hubab?" diye sorunca Hubab, adeta geleceği görüreesine şu cevabı vermiştir: "Ey Ebu Bekir! Kor­kum senden değil; senden sonra gelecek olanlardandır. İslam uğruna verilen ilk savaşlarda babalarını, kardeşlerini katlettiği-

516 Öztürk, Kur'an Penceresinden Kurtuluş Savaşı'na Bir Bakış, s. 267. 5 17 age., s. 267.

283

miz insanların sizin ardınızdan bu işe el koymalarından kaygım vardır. Heyhat, ey Ebu Bekir!,,518

Kur'an'a göre peygambere vekalet, peygambere haleflik, ha­lifelik iddiası şirktir. Ancak tarih içinde peygamberin yetkilerini kullanmaya kalkanlar kendilerince buna da dinsel bir kılıf hazır­lamıştır. Peygamberin kendini atama hakkı olmadığı için yerine vekil bırakma hakkı da yoktur. Kur'an'a göre peygamberi Al­lah atamıştır. Kur'an'a göre Hz. Muhammed son peygamberdir. Dolayısıyla Allah, Hz. Muhammed'den sonra başka birine (asil veya vekil) ihtiyaç duymamıştır. Ayrıca Prof. Öztürk'ün dedi­ği gibi, "Allah asil bulmakta zorluk mu çekiyor ki işi vekillerle idare etsin?" Bu nedenle "Peygamberin vekili", "Peygamberin ha/efi, halifesi" gibi sözler küfürdür. "Peygamberlik bitmiştir. Biten, mühürlenen kurumda vekilden söz edilemez. Peygamber­liğin bittiğini Cenabı Hak söylüyor. "519

Kur'an'da dini/siyasi yetkilere sahip bir lider; "Allah'ın tem­silcisi", "Allah'ın halifesi" anlamında bir halifelik de yoktur. 520 '''Allah'ın halifesi'/ 'Allah'ın halifeleri' kavramı, hiçbir surette Kur'an'da geçmediğine göre, bazılarının cüretkar bir şekilde özellikle Bakara/30. ayetini 'Ben yerde kendime bir halife kıla­cağım' diye tercüme ederek, gerçekte orijinal metinde olmayan 'kendime' ifadesini kullanması, tercümeye tartışmalı bir yoru­mun ilave edilmesinden başka bir şey değildir. "521

Muhammed Abduh ve onun öğrencisi Reşit Rıza'ya göre, "Allah'ın halifesi" insandır.m Ancak yüzyıllarca İslam dünya­sında gücü ele geçiren hükümdarlar kendilerini "Allah'ın halife­si" ilan ederek halkı yönetmişlerdir.

5 1 8 age., s. 267. 5 1 9 age., s. 279. 520 Kur'an'da halifelik konusunda bkz. Muammer Esen, "Insanın Halifeliği Me­

selesi", AÜİFD XL V (2004), S. 1, s. 1 5-38 " . . . Dolayısıyla hiç kimse halife­den kastm, 'Allah 'ın halifesi' demek olduğunu, kesin bir ifadeyle söyleyemez. Çünkü Kur'an'da, bu durumu açıkça ifade eden hiçbir zahir kavram yoktur, yani izafet terkibi halinde 'Allah'ın halifesi' kavramı Kur'an'da geçmemekte­dir" ( Esen, agın., s. 21. )

521 Esen, agın., s. 34. 522 agın., s. 26, 27.

284

İlginç olan nokta şudur: Özellikle Emevi halifesi Muaviye' den sonraki halifeler, kendilerini "peygamberin halefi" olmanın ötesinde adeta "Allah'ın halefi" olarak görmeye başlamışlardır. Örneğin, Osmanlı halife/sultanları kendilerini "Allah'ın yeryü­zündeki gölgesi" olarak görmüştür. "Sultan/krallimam, Allah'ın yeryüzündeki gölgesidir. " Bu nedenle ona yönelik eleştiri yapı­lamaz, her türlü ahlaksal rezilliği yapsa da, zulümler sergilese de azledilemez. 1 876 Meşrutiyet Anayasası'nda bile Osmanlı padi­şahına verilen sıfatların birçoğu Kur'an'da Allah'a verilen sıfat­ların bire bir aynısıdır. "Zatı akdes, la yüs'eldir. Mukaddes padi­şah, kutsallar kutsalıdır, sorgulanamaz, sorumlu tutulamaz. "523

Muammer Esen'in dediği gibi, "Allah adına hareket edip (vekalet), O'nu en iyi bir şekilde temsil etme, beşerin gücünü ve sınırını aşar. Ayrıca halifenin anlamından da anlaşılacağı üzere halife olan varlık ile kendisine halife olunan varlığın aynı cins­ten varlıklar olması, halifelik görevinin ifasını mümkün kılacağı gibi, birbiri arasındaki vekalet ve temsilcilik sorununu da kolay­laştırır. Kaldı ki birinin yerine halife olanlar, onun bütün yetki ve sorumluluklarını da üstlenmiş olurlar; çünkü yarım yamalak bir veka/et bir şey ifade etmez. ( . . . ) Ka/dı ki halife/ik, birçok defa da izah edildiği gibi, helak olup ortadan kaldırılan bir kavmin veya bir toplumun yerini almak suretiyle gerçekleşen bir olgudur. "524

Prof. Yaşar Nuri Öztürk'e kulak verelim: «(Halifeler) önce/eri peygambere vekalet ederken daha sonra

Allah'a vekalete geçmiş ve kendisini 'yeryüzünde Allah'ın gölgesi' olarak dayatmıştır. Hatta bu anlamda bir de hadis uydurulmuş­tur. Şu işe bakın! Kur'an vahyedildiği peygambere bile Allah'a vekalet hakkı vermezken, Kur'an'ı tebliğ eden peygamber, ha­life/erin Allah 'ın vekili olduklarına ilişkin beyanda bulunuyor! Hiç kimse çıkıp da, 'Bu nasıl şeydir?' diye sormamıştır. "525

523 Öztürk, age., s. 148. 524 Esen, agm., s. 36. 525 Öztürk, age., s. 278.

285

Atatürk, halifeliği kaldırarak kendini "Allah'ın yeryüzünde­ki gölgesi" olarak gören sultanlarınlpadişahların mutlak otorite­sine dinsel meşruiyet kazandıran; "sultanları tanrılaştıran" yüz­lerce yıllık bir şeytani düzene son vermiştir. Böylece Muaviye'nin İslam'ın özüneIKur'an'a aykırı olarak yarattığı sultanlhalife ŞİRK DÜZENİ'ni yıkmıştır. Prof. Öztürk'ün deyişiyle, "Anla­şılan o ki Cumhuriyet devrimi, halifeliği kaldırmakla, Kur'an'ın yolu üstünden büyük bir şirk kalıntısını temizlemiştir. "526 Do­layısıyla halifeliğin kaldırılması İslam'a aykırı değil, tam tersine İslam'ın ruhuna uygundur.

Nitekim 3 Mart 1 924'te halifelik kaldırılırken de bu işin gerçek dine aykırı değil, dine uygun olduğunun ısrarla altı çizil­miştir. İzmir milletvekili ve Adalet Bakanı Seyit Bey'in halifeliğin kaldırılması dolayısıyla Meclis'te yaptığı konuşma bu bakımdan çok dikkat çekicidir: Seyit Bey'in, halifeliğin kaldırılmasının "İs­lam tarihinde yapılmış çok büyük bir devrim" olduğunu belir­terek sürdürdüğü konuşmasının bazı bölümlerini birlikte oku­yalım:

"Halifelik sorunu bir din sorunu olmaktan çok, bir dünya sorunudur. İnançla ilgili sorunlardan değildir, millete ait genel hukukla ilgili işlerdendir. "

"Halifelik demek hükümet demektir. Kur'an memleket iş­leri için iki düstur gösterir. Birinci düstur meşverettir (danışma). Memleket işleri, halkın kendi aralarındaki danışmaları yolu ile yapılacaktır ki, bugün uygarlık dünyasında uygulanan usul de budur. İkinci düstur: Emir verme durumunda bulunanlara uyma­dır ki, bu da hükümetsizliği, anarşiyi ortadan kaldırmak içindir. "

"Gerçi Kur'an'da halife deyimi vardır ama bir din esası olarak değil, eski peygamberler için adalet dağıtımı anlamında kullanılmıştır. ( . . . ) Halifelik, dinin temel sorunlarından değildir, milletin kendi işidir, politik bir sorundur. Zamana, alışkanlıkla­ra göre değişir. Bu nedenle peygamber ölürken yerine bir halife bırakmamıştır. "

526 age., s. 278, 279.

286

"Müslümanların birbirlerine yardım etmesi din gereğidir. Bu zorunluluk, bir kimsenin 'halife' adı ile bir makamda oturmasın­dan ötürü değildir. Çünkü İslamiyet'te ruhaniyet ve buna daya­nan bir hükümet yoktur. İslamiyet'te tek kutsal kavram 'hak'tır. "

"Önce de söylediğim gibi halifelik bir millet işidir, bir tür vekilliktir. Millet ile halife arasındaki anlaşmaya dayanan bir sözleşmedir. ( . . . J İslamiyet tam anlamıyla demokratik bir dindir. Hiç kimseye imtiyaz tanımaz. Büyük, küçük, aşağıda, yukarıda herkes Tanrı önünde eşittir. İslamiyet'te yalnız bir kişinin rızasız söz geçirme hakkı vardır ki, o da çocuğu karşısındaki babadır. "

"Tanrı 'nın istediği, beğendiği toplum yönetimi cumhuriyet­tir. Bu yönetimin aracı akıldır. Kur'an baştan sona kadar akıllıyı yüceltir. İslamiyet akıl ve mantık ile birlik, birleşiktir. ( . . . J Hal­kımız bütün bunları bilmiyorsa kabahat onun değil, anlatmadı­ğımız için bizimdir. Halkımıza gerçekleri anlatalım, uyaralım, aydınlatalım, öğretelim. Hilafet, hilafet diye çökmüş yoksullaş­mışız. Artık yürüyelim. "527

Kısacası, halifeliğin hiçbir kutsal yönü yoktur. Hz. Muham­med sonrası İslam tarihi biraz da halifelik savaşlarının, hilafet entrikalarının tarihidir. Örneğin Dört Halife'nin üçü öldürül­müştür. Zamanla gücü eline geçiren Müslüman hükümdar ken­dini halife ilan etmiş, böylece İslam dünyasında aynı anda birçok halife ortaya çıkmıştır. Emevi halifesi Muaviye halifeliği salta­nata dönüştürmüş, Emevi halifeleri Türklere kan kusturmuş, Endülüs Emeviler bir dönem halifeyi kovmuş, Selçuklu sultanı Tuğrul Bey, halifenin siyasi yetkilerine son vermiştir. Ve Osman­lılar Mısır'ı fethedip MemlG.k Devleti'ni yıkınca gücü ele geçiren Yavuz Sultan Selim kendini halife ilan etmiştir.

Halifeliğin tarih içinde Müslümanlara ve Türklere neredey­se hiçbir yararı olmamıştır. Tek tek görelim: 1 . Halifelik tarihin hiçbir döneminde Müslümanların birlik ve

bütünlüğünü sağlamadığı gibi tam tersine bölünmelere, par­çalanmalara, savaşlara neden olmuştur.

527 Goloğlu, Devrimler ve Tepkileri, s. 1 9-22.

287

2. Halifelik -güya en iyi kullanıldığı- II. Abdülhamid döne­minde Osmanlı'nın iliklerine kadar sömürülmesine engel olamamıştır. Borç batağına düşen Osmanlı bu dönemde iflas etmiş, Duyunu Umurniye bu dönemde kurulmuş, em­peryalist ülkeler Osmanlı'yı en çok bu dönemde sömürmüş, Osmanlı en çok bu dönemde toprak kaybetmiştir.

3 . Halifelik Hindistan, Mısır, Tunus ve Cezayir'in İngilizler ve Fransızlar tarafından sömürülmesini engelleyememiştir. Emperyalist Batı, İslam dünyasını halifelik kaldırıldıktan sonra değil, halifeliğin "en güçlü olduğu" dönemlerde daha çok sömürmüştür.

4. Halifelik, i. Dünya Savaşı'nda Müslüman Araplann Osman­lı'yı arkadan vurmasına engel olmamıştır. Sonuçta halifelik, 1 914- 1 9 1 8 arasında İngiliz entrikalanna ve Arap milliyetçi­liğine yenilmiştir.

5. Son halife/padişah Vahdettin, Türk ulusunun ölüm kalım savaşında Anadolu'daki Müslüman direnişçilerin ve Müs­lüman halkın yanında değil, Hıristiyan işgalci İngilizlerin yanında olmayı tercih etmiştir. Bu nedenle Osmanlı'yı par­çalayan idam fermanı Sevr Antlaşması'nda İngilizler, ısrarla halifenin/halifeliğin varlığını korumasını istemişlerdir. İngi­lizler, halifeliğin kaldırılacağı günlerde de Hint Müslümanı kılığındaki iki casuslarını (Emir Ali ve Ağa Han) devreye sokarak "halifeliğin kaldırılmaması" için çaba harcamıştır.

Emperyalizm Halife Sever

Tarih, halifeliğin İslam dünyasını sömürmek isteyen emper­yalist ülkelerin işini kolaylaştırdığını göstermektedir. Bu nedenle İngilizler sürekli hilafetin devam etmesini istemişler, hala da is­temektedirler. Sadece İngiltere değil, Amerika da aynı kafadadır. İslam dünyasının kanını emme k isteyen emperyalizm bir milleti kontrol etmektense, o milleti "koyun sürüsü" mantığıyla güden bir çobanı; dinsel dokunulmazlık kazanmış bir halifeyi kontrol etmenin daha kolay olduğunu yaşayarak görmüştür.

288

Atatürk, bu emperyalist hileyi çok önceden fark etmiştir. 29 Ocak 1921 tarihli TBMM görüşmelerinde halife-padişah hak­kında şunları söylemiştir:

"İngilizler, esaretleri altında bulundurdukları İslam !ılemine karşı daima baskılarını kolayca kurabilmek için değerli bir alete, bir araca muhtaçtırlar. Bu ihtiyaçlarını devir devir göstermişler­dir. İngilizler için bu değerli araç halifelik makamına oturtacak­ları kişidir. "

Hepinizce bilinir ki, İngilizler bir aralık Mısır'da böyle bir durum oluşturulmasına girişmişler ve bunun için birçok araçlarla hazırlıklarda bulunmuşlardır. İngilizler, Hicaz' da isyan ettirdikleri Emir ile yine böyle bir durum oluşturulmasını istemişlerdir. Yine İngilizler, belki bugün Afganistan'da böyle bir oyuncak icadına çalışmışlardır. İşte bu girişim içinde bulunan ateşkesin ardından o aradıkları araç ki, kendi anlatışlarınca kendilerinden işittim, 'une chose precieuse' pek değerli cevherdir. Mutlaka bunu avuç içinde bulundurmak gerektiği inancındadırlar. Gerçekten avuçları içinde buldular. Bu İngiliz avucunun içine giren şey Yüce Padişahtır.

Yüce Padişahın iki nedenle bu tuzağa düşmüş olduğu dü­şüncesindeyim. Birincisi, ciddi olarak memleketi bilmediğinden, mil/etini tanımadığından, milletinin anlatış ve yeteneğine dair atalarımızın örneklerini, belki hepimizden daha iyi tarih yaprak­larında okumuş olduğu halde, kesin bir bakış gücüyle vakıf ol­mamasından dolayı bu milletin kendi hayatını kendi kaynakları ve araçları ile savunabileceğine inanmış değildi.

İkincisi ki, kendisinin dayanak noktası olabilirdi. Bugün tamamen gerçekleşmek üzeredir ki, dış kuvvetler, İngilizler bile padişahlarını yalnız bırakmışlardır. Çünkü efendiler, İngilizler ve herhangi bir millet, herhangi bir hükümet ancak kuvvet kar­şısında konum alır, güçten ve kuvvetten mahrum olduğu mad­deten belli olmuş olan bir şahsın kendi deyimlerince, 'Petro'luğu kalmamıştır. Artık kendilerince hiçbir değeri olmayan padişah­Iarını bırakmışlardır . . . "528

528 Atatürk'ün Söylev ve Demeçieri, C I, Ankara, 1 997, s. 1 67, 168.

289

Atatürk düşmanları Atatürk'ün İzmir İktisat Kongresi'ne kadar halifeliği övdüğünü, Kurtuluş Savaşı'nı halifeliği kurtar­mak için yaptığını söylediğini, ancak Lozan görüşmelerinde İngi­lizlerin halifeliğin kaldırılmasını istemeleri üzerine( ! ) Atatürk'ün halifeliği kaldırdığını iddia etmektedirler.

Bu zehrin panzehri şudur: Atatürk sadece hilafeti değil, daha sonradan tarihe gömece­

ği birçok kavram ve kurumu Kurtuluş Savaşı yıllarında övmüş­tür, yüceltmiştir. Din istismarının ayyuka çıktığı, ihanet fetvala­rının havada uçuştuğu, Meclis'in dualarla açıldığı, Atatürk'ün, cumhuriyeti "vicdanında milli bir sır olarak sakladığı" bir or­tamda halifeliği övmesinden, halifeliği kurtarmaktan söz etme­sinden daha doğal ne olabilir? Bir taktik ve strateji dehası olan Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı kazanılıncaya kadar halifeliğe cephe almaması çok gerekli ve akılcı bir tutumdur.

Atatürk'ün de birçok kere ifade ettiği gibi halifelik tarih için­de İngilizlerin zararına değil yararına olmuştur. Örneğin İngiliz­ler, Türkün ölüm ka lım savaşında halifelpadişah Vahdettin'e her istediklerini yaptırmışlardır. Bu nedenle halifeye kabul ettirdik­leri Sevr Antlaşması'nda bile halifeliğin devam etmesini istemiş­lerdir.

Lozan'da İngilizlerin halifeliğin kaldırılmasını istedikleri ve Atatürk'ün bu nedenle halifeliği kaldırdığı iddiası ise tamamen belgesiz bir yobaz yalanıdır. Bu palavra Atatürk düşmanı Kadir Mısıroğlu'nun uydurmasıdır.

Atatürk, İngiliz isteklerine boyun eğecek olsaydı, "ya istiklal ya ölüm" sloganıyla bir istiklal savaşı vermez; İngiliz istekleri­ne boyun eğen halifelpadişah Vahdettin'in dümen suyundan hiç çıkmazdı.

Atatürk, İngilizlerin İslam dünyasındaki tüm oyunlarının farkındadır: 1 9 1 8 Kasım ayı başlarında Adana'da Yıldırım Or­duları Komutanı olduğu günlerde Sadrazam Ahmet İzzet Paşa'ya gönderdiği telgraflarda İngilizlerin aldatıcı sözlerine kanılacak olursa, büyük bir felaketle karşılaşılacağını ifade etmiş ve İngiliz­leri silahla durdurmaktan söz etmiştir. Atatürk sonraki zaman-

290

larda İngilizlerden, "Dinimizin ve bağımsızlığımızın haini olan İngilizler "529, "Müslümanların en alçak düşmanları"530, "İngi­lizler, amansız düşmanlarımızdır. İngilizler, bütün Doğu mil/et­lerini çiftlik hayvanları mertebesinde görmektedir"531 diye söz etmiştir.

Şu sözler de Atatürk'ündür: "Mahvımızı emel edinmiş olan İngiltere'nin bütün İslam alemini kapsayan genel bir esaret tesisi hususundaki haince teşebbüsüne mukavemet ve muhalefet ede­bilecek yegane İslam hükümeti Türkiye devleti olduğu içindir ki, bütün Batı emperyalizm ve kapitalizminin en müthiş taarruzları Anadolu üzerine yöne/ti/miş bulunuyor. "532

Atatürk, bir keresinde İngilizler için "alçak" ve "insanlık mikropları" tabirini kullanmıştır: "Alçak İngilizlerin, Mezopo­tamya'da yapmakta oldukları canavarlıkları ve haksızlıkları öğrenmiş bulunuyoruz. Kendi kuvvetlerimiz ve teşebbüsümüzle sizinle birleşmeyi ve en nihayet bölgenizi bu insanlık mikropların­dan temiz/emeyi düşünüyoruz; ancak içinde bulunduğumuz çok ağır şartlar bunu yapmamıza elvermiyor. Neticede bu mühim İs­lami vazifenin tamamlanmasını bizzat üstlenmemiz lazımdır. "533

Atatürk'ün şu sözleri, onun Kurtuluş Savaşı'nı kazanmış Müslüman Türk ulusunun muzaffer lideri olarak İngilizlerin küstahça tekliflerini elinin tersiyle bir kenara itmeye hazır oldu­ğunun açık delili gibidir:

"Müslüman ve bilhassa Türk olunca, insan hayatına zerre kadar kıymet vermeyen ve bu itibarla dahi Türkiye hakkındaki suikastın bin türlü eserlerini göstermekten zevk duyan İngilizle­rin, bilinen özel/iklerinden olduğu üzere, yalnız birkaç İngilizin hayatının muhafazası endişesiyle vaki olan mübadele teklifinin ortaya konuluş tarzında bile mevcudiyetin ve bağımsızlığın mu­hafazasına kesin olarak karar vermiş ve tarihi ve tabii muhitinde

529 Atatürk'ün Bütün Eserleri, C 10, s. 108. 530 age., C 12, s. 3 14. 531 age., C 10,s. 3 1 . 532 age., C 10 , s. 22. 533 age., s. C 7, s. 1 67.

291

zannolunduğundan çok kuvvetli ve sağlam bir milli hükümet te­sis eylemiş olan bir milleti hala hafife almak ve hakir göstermek kibri, tesir icra etmekten geri kalmamıştır. "534

Allah aşkına! Elinizi vicdanınıza koyun da söyleyin! İngiliz­lerin Müslümanlara, Türklere yönelik tüm entrikalarından ha­berdar olan bu Atatürk, İngilizler istediği için halifeliği kaldırmış olabilir mi? Şu kadarını söyleyeyim: Atatürk, eğer halifeliğin kal­dırılmasının gerçekten İngilizlerin işine geleceğini, Müslümanları zor duruma düşüreceğini düşünseydi halifeliği asla kaldırmazdı. O, kendi ifadesiyle, "Her halde hilafetin kaldırılması memleket ve millet için çok hayırlıdır ve pek az bir zamanda bütün bu iyilikler görünecektir, "535 diye düşünerek kaldırmıştır halifeliği. Nitekim halifeliğin kaldırılması bugüne kadar İngilizlerin hiçbir işine yaramamıştır. İngilizler, Müslüman sömürgelerini halifelik kaldırıldıktan sonra kaybetmiştir. Bizde halifeliğin kaldırılma­sına üzülen bazı Müslümanlar olduğu gibi İngiltere'de de hali­feliğin kaldırılmasına sevinen; Türkiye'de büyük olayların çıka­cağını, İslam dünyasının Türkiye'yi dışlayacağını düşünen bazı İngilizler olmuştur. Ancak hem bizimkilerin üzüntüsünün hem de onlarının sevincinin anlamsız olduğu çok geçmeden anlaşıl­mıştır. Çünkü halifelik kaldırıldı diye ne Türkiye altüst olmuş ne de İslam dünyası Türkiye'den uzaklaşmıştır. Bazı küçük hoş­nutsuzluklar, isyanlar dışında dişe dokunur bir hilafet tepkisi olmamıştır. Tam tersine, Atatürk'ün "yurtta barış dünyada ba­rış" ilkesi çerçevesinde tüm ülkelerle olduğu gibi çevredeki İslam ülkeleriyle de çok iyi ilişkiler kurulmuştur. Atatürk, neredeyse dünyadaki tüm Müslüman ülkelerin liderleriyle görüşmüş, Af­gan Kralı Amanullah Han ve İran Şahı Rıza Pehlevi başta olmak üzere bazı Müslüman liderlerle çok sıkı dost olmuş, bütün İslam ülkeleriyle dostluk anlaşmaları imzalamış ve İran, Irak, Afganis­tan, Türkiye arasında bir Müslüman barış paktı olan "Sadabat Paktı"nı kurmuştur ( 1 937).

534 age., C 9, s. 1 67. 535 Kocatürk, age., s. 64.

292

Kısacası, yaygın kanaatin aksine halifeliği kaldırması, Tür­kiye'nin İslam dünyasıyla ilişkilerini zayıflatmamış, güçlendirmiştir.

Asla unutulmamalıdır ki, emperyalist güçler; dün İngilizler, bugün Amerikalılar, İslam dünyasını daha iyi, daha rahat sömü­rebilmek için İslam dünyasında bağımsız ülkelere, halk temsil­cilerinden oluşan bağımsız meclislere, ulusun iradesine, gerçek demokrasiye, çağdaş kurumlara, laik yasalara değil; kontrol edebilecekleri, kullanabilecekleri tek adamlara; sultanlara/hali­felere, eskimiş, zamanı geçmiş, Müslümanları geri bırakan ku­rumlara ve dinseVmezhepsel kurallara önem vermişlerdir.

Bir kere daha tekrarlıyorum: İngiltere Osmanlı'yı da, Hin­distan'ı da halifelik kaldırıldıktan sonra değil, halifeliğin en güç­lü olduğu dönemde sömürmüştür. Halifeliğin yokluğu değil, var­lığı İngiltere'nin işine yaramıştır.

Atatürk'ten Halifelik Dersleri

Atatürk halifeliği kaldırırken, İslam tarihinde halifeliğin ger­çekten ne anlama geldiğini çok iyi bilmektedir. 27 Eylül 1923'te Neue Freie Press e muhabirine verdiği demeçte Türk tarihi bo­yunca halifelik sorununu şöyle değerlendirmiştir:

"Tarihimizin en mesut devresi hükümdarlarımızın halife ol­madıkları zamandır. Bir Türk padişahı hilafeti her nasılsa ken­disine mal etmek için nüfuzunu, itiyadını, servetini kullandı. Bu sırf bir tesadüf eseridir. Peygamberimiz, tilmizlerine İslamiyet'i kabul ettirmelerini emretti, bu milletlerin hükümetleri başına geçmelerini emretmedi. Peygamberimiz zihninden asla böyle bir fikir geçirmemiştir. Hilafet demek, idare, hükümet demektir. Hakikaten vazifesini yapmak, bütün Müslüman milletleri idare etmek isteyen bir halife, buna nasıl muvaffak olur? İtiraf ederim ki, bu şartlar içinde beni halife tayin etseler derhal istifamı verir­dim. Tarihe gelelim. Hakikatleri tetkik edelim. Araplar Bağdat'ta bir hilafet tesis ettiler, fakat Kurtuba'da da bir hilafet daha vücu­da getirdiler. Ne Acemler ne Afganlar, ne Afrika Müslümanları İstanbul halifesini tanımadılar. Bütün İslam milletleri üzerinde

293

ulvi vazife gören yegane halife fikri, hakikatten değil, kitaplar­dan çıkmış bir fikirdir. Halife hiçbir zaman Roma'daki papanın Katolikler üzerindeki kuvvet ve iktidarını gösterememiştir. "536

Atatürk, İslam dünyasında dinsel ve siyasal anlamda birleş­tirici bir halifelik olmadığı düşüncesini, dönemindeki okul kitap­larına da yansıtmıştır. Liselerde okutulan "Tarih II" kitabında Tuğrul Bey dönemini kendisi kaleme almış ve halifenin siyasi yetkilerine son vermesine karşın halifeliği tamamen kaldırmadığı için Tuğrul Bey'i eleştirerek, "Bu dini riyasetin kaldırılmaması hatasının sonraları bütün Türk tarihinde acı ve yıkıcı akisleri görülmüştür, " demiştir.537

Atatürk, halifeliğin geçmişte Türk milletine sadece zarar verdiğini, tüm İslam dünyasını bir araya getirecek bir halifeliğin imkansız bir hayal olduğunu ve Türkiye'nin artık böyle bir haya­lin peşinden koşmayacağını "Nutuk "ta şöyle anlatmıştır:

"Milletin kendisi kurduğu devleti ve onun bağımsızlığını muhafaza ediyor ve sonuna kadar muhafaza edecektir. Bütün Müslümanları içine alan bir devlet kurmak vazifesiyle yükümlü tahayyül edilen bir halifenin vazifesini yapabilmesi için Türkiye devleti ve onun bir avuç nüfusu, halifenin emrine tabi tutulamaz. Türkiye halkı bu kadar büyük bir mesuliyeti, bu kadar mantıksız bir vazifeyi yüklenemez. "

"Milletimiz asırlarca bu saçma görüş açısından hareket ettiril­di. Fakat ne oldu? Her gittiği yerde milyonlarca insan bıraktı. Ye­men çöllerinde kavrulup yok olan Anadolu evlatlarının miktarını biliyor musunuz? Suriye'yi, Irak'ı muhafaza etmek için, Mısır'da bulunabilmek için, Afrika'da tutunabilmek için ne kadar insan yok oldu, bunu biliyor musunuz? Ve netice ne oldu görüyor musunuz?"

"Halifeye, dünyaya meydan okutmak ve umum İslam işle­rinde etki sahibi kılmak fikrinde olanlar, bu vazifeyi yalnız Ana­dolu halkından değil, onun sekiz, on misli nüfustan meydana gelen büyük İslam kütlesinden istemelidir!"

536 Atatürk'ün Söylev ve DemeçIeri, C 3, s. 63. 537 Turan, age., s. 418.

294

"Bir an için farz edelim ki, Türkiye söz konusu vazifeyi ka­bul etsin. Bütün İslam illemini bir noktada birleştirerek sevk ve idare etmek gayesinde yürüsün ve muvaffak dahi olsun! Pekillil ama, uyruğumuz ve idaremiz altına almak istediğimiz milletler, derlerse ki, bize büyük hizmetler ve yardımlar yaptınız, teşekkür ederiz. Fakat biz bağımsız kalmak istiyoruz. Bağımsızlık ve ege­menliğimize kimsenin müdahalesini uygun görmeyiz. ( . . . ) Görü­lüyor ki bir boş heves için, bir kuruntu ve hayal için Türkiye hal­kını mahvetmek istiyorlardı. Hilafet ve halifeye salahiyet vermek fikrinin mahiyeti bundan ibaretti. "538

Atatürk, halifelik hayalinin temelinde "Kendimizi cihanın hakimi zannetmek dalgınlığının" olduğunu, ancak artık bu "dal­gınlığın " devam etmemesi gerektiğini belirtmiştir. Atatürk'e göre konunun "dalgınlıkla " birlikte bir de "cahillik " boyutu vardır:

"Açık ve kesin söyleyeyim ki, İslam topluluğunu bir halife heyulasıyla halil uğraştırmak ve aldatmak gayretinde bulunan­lar, yalnız ve ancak İslam topluluğunun ve bilhassa Türkiye'nin düşmanlarıdır. Böyle bir oyuna hayalini bağlamak da ancak ve ancak cahillik ve dalgınlık eseri olabilir. "539

Atatürk'e göre halifelik " baş belası"dır. "Türk milletinin başında bela olduğu asırlardan beri sabit

olan hilafetin kaldırılmasıyla Türkiye Cumhuriyeti tarihin akı­şında layık olduğu temiz ve kuvvetli itibar mevkiini hakkıyla elde etti. "540

Atatürk, halifeliğin milli egemenliğin önünde bir engel ol­duğunu düşünmüştür. "Milli egemenlik kuralı, hilafetsiz Türk Cumhuriyeti ile en mükemmel şekline ulaştmldı, " demiştir.H!

Atatürk'e göre, "Hilafet mazinin bir rüyası olup zamanımız­da gereği yoktur. "H2

538 Gazi Mustafa Kemal, NutuklSöylev, C 11, Ankara, 1 989, s. 946, 947. 539 Kocatürk, age., s. 67. 540 age., s. 66. 541 age., s. 67. 542 age., s. 67.

295

Atatürk halifetiği kaldırmıştır, çünkü: 1 . Halifelik dinsel bir zorunluluk değildir, hatta uygulandığı

şekliyle dinde yeri yoktur. Ancak dinde yeri olsaydı bile, ulusal egemenlikle ve laiklikle çeliştiği için yine de kaldırıla­cağına şüphe yoktur.

2 . Siyasal olarak hiçbir işe yaramamıştır. Halifelik, zannedildi­ği gibi, tarih boyu İslam dünyasını birleştirmemiş, tam tersi­ne bölmüştür.

3. HalifelPadişah Vahdettin, Müslüman Türk milletine ihanet etmiştir.

4. Tarih içindeki uygulama biçimiyle "devlet başkanlığı" de­mek olan halifelik, TBMM açılıp, Cumhuriyet ilan edildik­ten sonra siyasal olarak anlamını yitirmiştir.

5. Hain halife/padişah Vahdettin İngilizlere sığınıp yurtdışına kaçtıktan sonra TBMM tarafından seçilen son halife Abdül­mecit Efendi de her bakımdan kendisine tanınan yetkileri aşmıştır.543

6 . Cumhuriyet devrimine karşı tüm muhalif kitleler halifelik etrafında birikmeye başlamıştır. Halifelik, Cumhuriyet kar­şıtlığının çekim merkezi haline gelmiştir.

7. Hindistan'ı sömüren İngilizlerin "kaçak ve sığıntı halife" Vahdettin'i kullanıp Hint Müslümanlarının bağımsızlık ha­reketlerine engel olmalarının önüne geçilmek istenmiştir.

8. Anayasasında " Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, " denilen bir hukuk devletinde "Allah'ın yeryüzündeki gölgesi" olma iddiasındaki bir halifenin "egemenliğin" önündeki en büyük "kayıt ve şart" olacağına şüphe yoktur. Prof. Dr. Halil İnalcık bu gerçeği 1962 yılında verdiği "Atatürk ve Devrimler" ko­nulu bir konferansında şöyle ifade etmiştir: "Mustafa Kemal hareketinin, Atatürk devriminin temel fikri, milli hakimiyet prensibinin en mühim başarısı, en mühim inkılabı bence Hİ­LAFETİN İLGASIDIR. Bizzat ısrar ettiği, bağlandığı prensip milliyet prensibi ( . . . ) hilafetin reddiydi. Temelden bu iki mü­essese, iki fikir tezat halindeydi. Hilafet, toplulukta birleştiren

543 Ayrıntılar için bkz. Şerafettin Turan, Mustafa Kemal Atatürk, s. 419, 422.

296

bağ olarak yalnız dini inancı, İslam'ı kabul ediyordu. Halbuki Atatürk açıkça tekrar tekrar inkılap yıllarında ve İstiklal Savaşı yıllarında ilan etmiştir ki topluluğu birleştiren yegane bağ mil­liyet bağıdır. Bence milli hakimiyet, bütün Atatürk devrimine rengini, karakterini, kudretini veren esas devrim ehemmiyeti bunun bir İslam cemiyeti içinde olmasıdır. . . Dinle dünyanın bir olduğu bir cemiyette şeriatın, hilafetin hakim olduğu bir devlette bu inkılap çok başka, derin bir manaya haizdir."544

9. Din ve dünya, din ve devlet işlerini birbirinden ayıran; dün­ya işlerini, devlet işlerini akla ve bilime göre yapmaya karar veren bir ülkede halifelik laikliğe aykırıdır.

10. Tüm İslam dünyasının lideri olma iddiasındaki halifenin ger­çekte ne böyle bir yetkisi, ne böyle bir hakkı, ne böyle bir gücü, ne de böyle bir etkisi vardır. İslam dünyası, tabiri caizse, hahfe­yi takmamaktadır. Nitekim halifelik kaldırıldıktan sonra -bu konuda hassas olan kimileri- halifelik konferansıarı yapmış, ancak sonuçta hiçbir ülke veya lider halifeliğe sahip çıkmamış­tır.545 Atatürk de bu duruma 1932 yılında şöyle dikkat çekmiş­tir: "Dinle hilafeti birbirinden ayırt etmek lazımdır. Birincisi ne kadar faydalı ise ikincisi o kadar lüzumsuz bir hal almıştır. Hi­lafeti kaldırdığımız günden bugüne kadar kimsenin buna sahip çıkmaması, Müslüman dünyasının halifesiz de yürüyeceğine ve yürümekte olduğuna en güzel misal değil midir?"546 Falih Rıfkı Atay, "Atatürkçülük Nedir?" adlı kitabına baş­

larken şöyle diyor: "Atatürk, 1 9 Mayıs'ta Samsun'a çıktığı vakit, 'Makam-ı

Mukaddes-i Hilafeti düşman esaretinden' kurtaracağını nutuk­larında söyleyen ya da bildirilerinde yazan adam değildir. Dinde yeri olmayan, Türklüğü medeniyet yolunda alıkoymaktan başka işe yaramayan halifeliği yıkan adamdır. "547

544 HaW İnalcık, "Çeşitli Cepheleriyle Atatürk ", (Seri Konferansıar), der. Nusret Kuros­man, İstanbul, 1964, s. 70-73. Aktaran Gündüz, Atatürk çağı ve Zihniyeti, s. 41.

545 Halifeliğin kaldırılmasından sonra İslam dünyasındaki halifelik tartışmaları için bkz. Ekmeleddin İhsanoğlu, Yeni Yüzyılda İslam Dünyası, 2. bas., İstanbul 2013, Turan, age., s. 428.

546 Kılıç Ali, Atatürk'ün Hususiyecleri, İstanbul, 1 955, s. 1 1 7; Kocatürk, age., s. 67. 547 Atay, Atatürkçülük Nedir?, İstanbul, 1 980, s. 5 .

297

YALAN 10

ATATÜRK VE TÜ RKÇ E EZAN

"Atatürk 1 932'de Ezanı Yasaklamıştır?"

Atatürk hiçbir zaman eza nı yasaklamamıştır. Atatürk ezanı, ( 1 923-1 932 arasında 9 yıl Arapça, 1932'den itibaren ise halkın anlayacağı dilde Türkçe) okutmuştur.

Mesele aslında dinden çok dil meselesidir. Türkçe ezan saye­sinde Atatürk, Türkçeyi en yükseğe, minarelere çıkarmıştır.

Türkçe ezan aynı zamanda Atatürk'ün dinde Türkçeleştir­me hareketinin sesidir, sözüdür, sembolüdür, vitrinidir. Türkçe ezan İslam dinine "Türk(çe)" sahip çıkmaktır. Sonuçta Allah Türkçe de bilir!

Ayrıca Ebu Hanife ve Hanefi mezhebine göre ezanın Arap­çadan başka dillerde okunmasında bir sakınca yoktur.548

Bilindik bir ez beri tekrarlamak gibi olacak ama gerçek şudur: CamiIere çan takıp ezanları yasaklayacak olan işgalci Yu­

nanlardır. Onları bu topraklardan kovup ezanların susmasını engelleyen ise Atatürk'tür.

548 Öztürk, age., s. 387.

299

YALAN 1 1

ATATÜ RK, ARAP HARF L E Ri VE KU R'AN

"Atatürk Harf Devrimi'yle Kur'an Harflerini Yasaklamıştır? "

Atatürk, Harf Devrimi'yle Kur'an harflerini değil, Arap­Fars harflerini kaldırmıştır. Burada gözden kaçan iki önemli nokta vardır.

1 . Osmanlı'nın kullandığı harfler Kur'an harfleri değildir: Nitekim Veled Çelebi, Ahmet Ağaoğlu'na "Edebi Arzıhal" baş­lığıyla ithaf ettiği makalesinde eski alfabenin Araplara mal edil­mesini protesto etmiştir. "Çünkü Peygamber devrinde bu yazı olmadığı gibi İLK KUR 'AN DA ONUNLA YAZILMAMIŞ­TIR. " Ona göre, Peygamber'in Hayber'e yazı öğrenmek üzere bir iki saha be göndermiş olması BU ALFABE İLE DİN ARASIN­DA MAHİYET ORTAKllGI OLMADIGINI göstermektedir.549

2. Osmanlı'nın kullandığı harfler de sadece Arap harfleri değil, Arap, Fars ve her ikisinden türetilmiş harflerdir: Arap al­fabesi toplam 28 harften oluşur. Osmanlıcada, Arap harflerinin yanı sıra Farsçadaki p ( .... ), ç ((! ) ve i (j) harfleri de kullanılmıştır. Bu 3 1 harfin dışında Türkçedeki ince g ünsüzünü belirtmek için "kef" (...s:..) harfine bir çizgi eklenerek "gef" (J..), n ünsüzüne (.:ı)

549 Necati Akder, "Ziya Gökalp'e Göre Dil İnkılôbı ve Ötesi", Türk Kültürü, S. 37, Kasım 1965, s. 1 6.

301

üç nokta eklenerek "nef" , lam ile eliften "larnelif", hemze ile h harfinin ünlü şekli olan "ha-i resmiye" harfleri oluşturulmuştur.

Ayrıca Kur'an, önce/ilk Araplara indirildiği için Kur'an'da ifade edildiği şekliyle "anlaşılsın diye" Arapçadır. Dahası Kur'an'a göre Allah katında hiçbir harf sistemi kutsal değildir. Dolayısıyla Arap harfleri de kutsal değildir.

Ara p harfleri "iman esaslarını" yazmak için kullanıldığı gibi, "küfür esaslarını" yazmak için de kullanılmıştır. Arap harf­leriyle yazılan Kur'anlar, hadisler yanında Arap harfleriyle yazı­lan dinsizlik kitapları, içki reklamları, cinsel içerikli yayınlar da vardır. Kur'an, Arap harfleriyle yazıldı diye Arap harflerini kut­sayanların, aynı mantıkla hareket ettiklerinde, Arap harfleriyle yazılan şarap reklamı gördüklerinde bu sefer aynı Arap harfleri­ni lanetlerneleri gerekecektir! Üzülerek söylüyorum! Yüzyıllarca Arap harfleriyle okuma-yazma öğrenerneyen insanım ız Kur'an'a duyduğu saygıdan dolayı Arap harfleriyle yazılmış -aşağıdaki içki reklamı gibi- her şeye saygı duymak zorunda kalmıştır .

..;..f, ,,� (.1))1 • u-J L�

).c.'( .,,� ' J\ ' i t '-'\ J J • U (..f�� 1 tL . =- .. � �i\\ •

.rY J' · ).jU. !i � .. \'t l ıJ

Bu Osmanlıea gazetede Arap harfleriyle yazılmış ilanda şöyle denilmiştir: "Sıhhat ve keyfini arzu edenlere müjde! Baküs, Üzüm Kızı,

Keyif Rakı, konyak ve şarap gelmiştir. Kalekapısı'nda İçellizade Celal ve Yukarıpazar'da Hasan Efendilerin mağazalarına koşunuz. "

Atatürk, Arap-Fars harflerini "kutsala zarar vermek" ıçın değil okuma, yazmayı güçleştirdiği için kaldırmıştır. Atatürk

302

Harf Devrimi'ni yaptığında ( 1 928) Türkiye'de Arap-fars harf­leriyle okuma yazma bilenlerin oranı erkeklerde yüzde 7, ka­dınlarda binde 4'tür. Çünkü Arap-fars harfleri Türkçeye uygun değildir. Bu alfabeyi kullandığımızdan beri ülkemizde okuma yazma maalesef fazla gelişmemiştir. Nitekim 1 928'de Harf Devrimi'nden sonra yeni Türk harfleri ile halkımız kısa sürede okur-yazar olmuştur. 1 935'te okuma yazma oranı toplamda yüzde 23'e ulaşmış; bu oran zaman içinde sürekli yükselerek bu­gün yüzde 90'lara varmıştır.

303

YALAN 12

ATATÜ RK VE AYASO FYA'N I N

MÜZE YAPı LMAS ı

"Ayasofya'nın Müze Yapılması İslam'a Düşmanlıktır!"

Doğu Roma İmparatorluğu'nun İstanbul'da yaptığı en bü­yük kilise olan Ayasofya üç kez inşa edilmiştir. Birinci kilise İm­parator Konstantios tarafından 360 yılında yapılmış, 404 yılın­da çıkan ayaklanma sonunda yıkılmıştır. İkinci Kilise İmparator II. Theodosios tarafından 415 yılında yeniden inşa ettirilmiştir. Bu da 532 yılındaki Nika İsyanı sırasında yıkılmıştır. Günü­müz Ayasofyası, İmparator Justinianos tarafından dönemin iki önemli mimarı olan Miletos'lu (Milet) İsidoros ile Tralles'li (Ay­dın) Anthemios'a yaptırılmıştır.

Ayasofya insanlık tarihinin en önemli sanat eserlerinden biridir. İmparator Justinianos Ayasofya'nın daha görkemli ve gösterişli olması için, yönetimindeki tüm eyaletlere haber gön­dererek, Ayasofya'da kullanılması için en güzel mimari parçaları toplattırmıştır. Ayasofya'da kullanılan sütun ve mermerler; As­pendos, Ephesos, Baalbek, Tarsus gibi Anadolu ve Suriye'deki antik şehir kalıntılarından getirilmiştir. Yapıda 40'ı alt galeride, 64'ü ise üst galeride olmak üzere toplam 104 adet sütun bulun­maktadır. Ayasofya'nın mermer kaplı duvarları dışındaki tüm yüzeyler birbirinden güzel mozaiklerle süslenmiştir. Ayasofya,

305

Fatih Sultan Mehmed'in 1453'te İstanbul'u fethetmesiyle camiye çevrilmiştir. Ayasofya'ya Mimar Sinan minareler eklemiştir.550

Atatürk'ün tarih görüşü, Anadolu'yu Neolitik dönem­den bugüne bütün uygarlıklarıyla sahiplenme esasına dayanır. Bu bağlamda Hitit, Frig, Lidya, İyon, Urartu, Bizans, Selçuklu ve Osmanlı; istisnasız tüm Anadolu uygarlıkları genç Türkiye Cumhuriyeti'nin kültür hazinesidir. Genç Cumhuriyet bütün bu uygarlıkları içselleştirip sahip çıkmıştır. İlber Ortaylı'nın ifade­siyle "Tahılla geçinen fakir Cumhuriyet, mesela Bizans araştır­maları için dışarıya öğrenci yollamıştı. Bugün bu dal Türkiye'de yok bile . . . "551

Atatürk'ün Bizans-Osmanlı, Hıristiyanlık-Müslümanlık sen­tezi Ayasofya'ya bir kültür-uygarlık mirası olarak sahip çıkması, Ayasofya'nın müze olmasını sağlamıştır.

193 1 yılında Ayasofya'nın restore edilmesine başlanmıştır. Bu arada Bizans mozaiklerinin ortaya çıkarılması için çalışma başlatılmıştır. Bu iş için "Gazi Mustafa Kemal" imza lı 7 Haziran 193 1 tarihli bir Bakanlar Kurulu kararıyla Amerika Bizans Ens­titüsü Müdürü Prof. Thomas Whittemore görevlendirilmiştir.552 Prof. Whittemore, uzman mimar Macit Bey eşliğinde mozaikle­ri çıkarmaya başlamıştır. Whittemore'un mozaik çalışmalarını sürdürdüğü 1936 yılında Prof. Schneider tarafından yapılan ka­zılarda 415'te ya pılan binanın kalıntıları ortaya çıkarılmıştır. 553

Restorasyon, kazı ve mozaik çıkarma çalışmaları devam ederken, 1 934 yılında Ayasofya'nın müze yapılması günde­me gelmiştir. Atatürk, 1 934 yılında Maarif Vekili olan Abidin Özmen'e, bir uzman heyet kurup bu konuda çalışma yapılması­nı istemiştir. Abidin Özmen de İstanbul Müzeler Müdürü Aziz Ogan başkanlığında bir heyet kurmuştur. Bu heyet Ayasofya'nın müze olması hakkında bir rapor hazırlamıştır.

550 http:Uayaso{yamuzesi.goy.tr (Son erişim: 10 Ağustos 2015). 551 İ1ber Ortaylı, Türkiye'nin Yakın Tarihi, İstanbul, 2010, s. 235. 552 BCA, 030.18.01 .02/20.37. 1 8, Belgenin orijinali için bkz. Seda Bayındır Ulus­

kan, Atatürk'ün Sosyal ve Kültürel Politikaları, Ankara, 2010, s. 638. 553 Uluskan, age., s. 283.

306

Maarif Vek:ileti'nin 14 Kasım 1 934 tarih ve 94/041 sayılı tezkeresinde Ayasofya'nın müze olmasının "Şark alemini sevin­direceği" ifade edilmiştir:

" . . . Eşsiz bir mimarlık san'at abidesi olan İstanbul'da­ki Ayasofya Camii'nin tarihi vaziyeti itibariyle müzeye çevril­mesi, bütün 'şark alemini sevindireceği' ve insanlığa yeni bir ilim müessesesi kazandıracağı cihetle, bunun müzeye çevrilmesi, çev­resindeki Evkafa ait dükkanıarın yıktırılması ve diğerlerinin de Evkafça istimlak edilmek suretiyle güzelleştirilmesi ve tamiri ve daimi muhafazası, masraflarına karşılık da, Evkafça, bu sene ve gelecek sene/er bütçelerinden muayyen bir para ayrılması hak­kında bir karar ittihazı istenilmiştir . . . "554

Sonuçta Ayasofya, Atatürk'ün emriyle, 24 Kasım 1934 tarih ve 211589 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla müze yapllmıştır.555

Ayasofya'yı müze haline getiren Bakanlar Kurulu kararının altındaki imzanın aslında Atatürk'e ait olmadığını, dolayısıyla Ayasofya'nın sahte imzalı bir kararnameyle müzeye dönüştürül­düğünü iddia edenler vardır. Ancak bu iddianın hiçbir bilimsel ve mantıksal temeli yoktur. Atatürk'ün sapasağlam olduğu, gecesini gündüzüne katarak kültür işleriyle uğraştığı bir dönemde, 1934 yılında, Atatürk'ün imzası taklit edilerek Ayasofya'nın müzeye dönüştürüldüğünü düşünmek saflık olur. 1934 yılında birilerinin Atatürk'ten habersiz veya Atatürk'e rağmen Ayasofya'yı müzeye dönüştürmesi olanaksızdır. Hele hele Atatürk imza lı sahte bir Bakanlar Kurulu kararıyla bunun yapılması ve Atatürk'ün buna sessiz kalması, düşünülemez. Ayasofya tamamen Atatürk'ün is­teği ve onayıyla müzeye dönüştürülmüştür.

554 Nureddin Can, Eski Eserler ve Müzelerle ilgili, Kanun, Nizamname ve Emirler, Ankara, 1 947, s. 64, 65.

555 M. Hadi Altay, "Ayasofya Müzesi", Türkiyemiz, 50 Yıl Özel Sayısı, Yıl 4, Ekim 1 973, S. 1 1 , s. 45. Aktaran Uluskan, age., s. 283.

307

T,C . IAŞVWlET

ıc.,&rta, MildnriüOi! S&yı: ılIS'9

ltAAMHAMI

rr-: B A Ş B A K A N l ı K �{L CUMHURIYET ARŞıvı

"M&&rif Vtkllll�lndlıı ywl ... ı4I1"93� ı.rth VI 9�04J uyılı taıccredt:EJslı bl, mllll&riık unat &Oldal oı.n Imnbul' dAId Ayuofya C&mllnin 1&rihI yulyttl ltt.b&rtyiı mÜ%cyc çMflmal b(llÜn $&rtı alemlnl lfYfndblcıOf Vl lns&nlı�ı yenı blr iLim m.-ıa-t ku&ndır&U� cthttlt bunun mÜ%cyc çMflm,,', çrmslndtkl tvk&fı &il dlIJdwılann yıktınlmuı vi dlt..ımnln dı tvk&fçı lıllmlak edllmesl ııırltlylı gGz.ıı.,tlrilıııal vi tımlrf vi d.&iml mull&fUUl Ill&S1'I�&nn& ıw,ıı. ii tvk&fç& bu 5IIII vi geld _i ... b(ltçıdcıtndlll mLL&YY," bır parı ıynlması h&Idand& bır karar it1tıuı isttniImi$ vi Mat umum MQdQrIQOiIndIfI �I&n 1/1"93� t&ıIh vi ''''91/107

sayılı milt&lunamedt.bu camiın lIunsl&rd&rı kalmı bır isLi' oimuı Iı&Mblyle hiç bır .tlcfı oIm&dı§ı vi htr nt gcı.r cami oId.ukt&n sonrı Sulı&nl&r vi H&IIı ıırafınd.n bui gwfııt ... �"lanııtl," cı. bunı.rd&n If" oI&rtk b&OIınan sulı.n gwflrlcrinin k&IcIınlm" oidııOU vı lıılk ı.rıfınd.n b&qlınan gıdlrf ... iM kurın oicwntlc vi bwıı benı ... belli vi rıtTed. oluna olsun yıpıl&Oillr dlnl am.kl ... için olup ıııÜ%cyc çMflmal v. konı_ı ıçın vırllecek bır geliri bulunmadı� vi ılmdly. kıdar tıml,I, glll,lne bıkmıdın dlO" vıkıfl .. lı bır ıradı yıpoı..g.lmtkta oI&n bu bina c:&/IIi oImtIcı.n ç*ınc:& artık buna dı I ...... n k&1rn&� ve b(l� LıUfOııICii yulyett htrh&ngi bır yırdımı dı yol bırtkmımtlcta oIdııOU ve ç ........ lnd.kl yıpılırcı.n tvk&f. ılı olanlan

yıkm&k vi k&IcIımı&k tid.m gwfll$l dı öteiıin& bcrHdne ılı olanların EvUlçı satın ıIınm&Slna Imkan bııJUtııNıdıOı bildiriimiılir.

I" Iı ICTa vekiliıri htyıtlnce H/II/9H to gÖNıQı."k, umll" çty,nlndıkl Emf' alt blnıl .. "n tvk&f Um"m Mılda,IiIOi!nc. yıktını .. ,tk tamlılıttlr/lmnl vi dl�" blnılann Isllmlık. yıkma vi bina"," 'ımı, ve mliNf&1ü1 m"rallan dı _tVtkllliOlnce vırilmtk ",,,tlyle Ayüi>fya camiinin mÜ%ty. çMflmal LUYIP vi kabul oIunfnll1lU'.

14111/934

iı. v. Ad. V. 1".;....: � H&.V. V. Ma. V.

j.� � IIc. v. S. i. M. V.

�� JtC�

308

Ayasofya'nın müze olmasını sağlayan Atatürk imzal' Bakanlar Kurulu Kararnamesi

Ayasofya Müzesi, I Şubat 1935'ten itibaren halka açılmıştır.5S6 Kariye Müzesi de Ayasofya Müzesi'ne bağlı olarak açılmıştır.

Atatürk, açıldıktan beş gün sonra, 6 Şubat 1 935'te Ayasof­ya Müzesi'ni ziyaret etmiştir.557 Atatürk daha önce de 7 Eylül 1929'da Ayasofya Camii'ni ziyaret etmişti.

"Atatürk saat 1 1 .30'da Sultanahmet Camii'ne gelerek bura­sının onarımı ile ilgilenmiş, bu konuda geniş bilgi almış, onarımın iyi yapılmasını ve acele edilmesini emretmiştir. Daha sonra Aya­sofya Camii'ne giden Atatürk, burada kayyum Mehmet Efendi'ye caminin Türkler eline geçtikten sonra yeni tesisler eklendiğini, bazı mahfellerin ve mermer küplerin ne zaman yapıldığını sormuştur. Atatürk camiyi gezdikten sonra, cami avlusundaki açık kahvede halkın arasında oturarak kahve içmiştir. Atatürk daha sonra bu­radan ayrılarak Topkapı Sarayı'na gitmiştir. "558

Ayasofya 1000 yıldan fazla kilise, 500 yıl kadar cami olarak kullanılmış dünyanın en eski mabederinden biridir. "Akl-ı Ke­mal" adlı kitabımda dediğim gibi, "Evet! Ayasofya'ya Hıristiyan veya Müslüman gözüyle bakınca orayı 'kilise' veya 'cami' olarak görme isteği son derece doğal ve anlaşılabilir bir istektir. Ancak Atatürk gibi çağını aşmış bir deha Ayasofya'ya cami ya da kilise olarak değil (her ikisine de saygıyla) insanlığın ortak uygarlık mirası olarak bakmıştır. "559

Atatürk, iki büyük tek tanrılı din; Hıristiyanlık ve İslami­yet için kutsal olan, iki büyük uygarlık; Bizans ve Osmanlı ile özdeşleşen bu tarihi mabedi, İNSANLIGIN ORTAK KÜLTüR MİRASI olarak gördüğü için KORUMAK ve GELECEK KU­ŞAKLARA AKTARMAK amacıyla onartıp müzeye çevirmiştir. Bir uygarlık/kültür mirasının en iyi şekilde KORUNMASI ve SERGİLENMESİ için o yapının müze olması gerekir. Atatürk bu nedenle Ayasofya'yı müze yapmıştır.

556 1 936 tarihli tapu senedi ne göre Ayasofya "57 pafta, 57 ada, 7. parselde Fa­tih Sultan Mehmed Vakfı adına Türbe, Akaret, Muvakkithane ve Medreseden oluşan Ayasofya-i Kebir Camii Şerifi " adına tapuludur (bnp:Uayasofyanıuzesi. 1I0y.tr!tr!conteptltarih (Son erişim: 10 Ağustos 2015).

557 Uluskan, age., s. 284. 558 Niyazi Ahmet Banoğlu, Atatürk'üp İstanbul'daki Günleri, İstanbul, 2012, S. 21 ı . 559 Meydan, Akl-I Kemal, (özel baskı), s . 963.

309

Avusturya'nın ilk Türkiye Büyükelçisi August R. von Kral, Ayasofya'nın müzeye dönüştürülmesinde, yapıyı koruma iste­ğinin etkili olduğunu belirtmiştir. Kral, "Duvarlarıyla temelle­rindeki çatlak ve çökmeler yüzünden tehlike altında bulunan " Ayasofya'yı korumak için Cumhuriyet hükümetinin "Kimi za­man büyük giderler gerektiren onarım çalışmalarına giriştiğini" belirtmiştir. "Çalışmalar sırasında, geçen yüzyılda üstü boyayla kaplanmış olan çok sayıda göz alıcı ve değerli mozaik gün ışığı­na çıkarılmıştır. " Kral, "Böyle bir sanat yapıtının kurtarılması" amacıyla Boston Bizans Enstitüsü'nden Prof. Whittemore'un gö­revlendirildiğini yazmıştır. 560

Ayasofya'daki koruma ve kurtarma çalışmaları 1931 'de başlamış, Ayasofya 1935'te müze olmuştur. Dolayısıyla dört beş yıl boyunca Ayasofya'da koruma ve kurtarma çalışmaları eşliğinde ibadet edilmiştir. Kral'a göre bu durum, "İbadetin din­ginliğini sürekli biçimde bozmuştur" . Prof. Whittemore, içeride çalıştığı bölümleri perdelerle örterek, çıkan resimleri kimselere göstermemeye gayret etse de561 Hıristiyan Bizans dönemine ait mozaiklerin ortaya çıkması (örneğin Hz. İsa, Meryem ve Justin­yanus mozaikleri)562 cami ortamına ters düşmüştür. Ayrıca dört beş yıldır yapılan çalışmanın amacı sadece Bizans mozaiklerini açığa çıkarmak değil, aynı zamanda açığa çıkan bu mozaikle­ri uygar dünyaya göstermektir. İşte bu nedenlerle Ayasofya'nın müze olmasına karar verilmiştir.563

Ayasofya müze yapıldığında içerideki Arapça yazıtlar -Yeni Türk alfabesine uymadıkları için- İslam Eserleri Müzesi'ne kal­dınlmıştır.564 Ayrıca Ayasofya'daki halı ve hasırlar da kaldınııp -Balkan Savaşlarında tüm seccadeleri çalınan- Edirne'deki Sul­tan Selim Camii'ne gönderilmiştir.565

560 August R. Von Kral, Kemal Atatürk'ün Ülkesi, çev. Eriş Ülger, İstanbul, 2010, s. 1 8 1 .

56 1 Uluskan, age., s. 283. 562 Son Posta, 27 Mayıs 1 937, s. 4; Uluskan, age., s. 283. 563 Kral, age., s. 1 82. 564 age., s. 1 82. 565 Son Posta, 5 Ocak 1 935, s. 2; 10 Şubat 1 935, s. 2; Uluskan, age., s. 283.

310

Ayasofya'da Bizans döneminden kalan Hıristiyanlığa ait mozaikler

August R. von Kral, Ayasofya'nın müze yapılmasını bir ya­bancı gözüyle şöyle görmüştür:

"Müze bu niteliğiyle, Kemalist Türkiye'nin din olgusuna karşı tarafsız bir konumda olmasının ve inanç dünyasına ilişkin sorunların çözümünde dinler arasında fark gözetmeyen yaklaşı­mının bir göstergesi olmuştur. "566

Bu arada Fatih'in Ayasofya'yı camiiikten çıkaracak olana "beddua ettiği" ise kocaman bir yobaz yalanıdır. Murat Bar­dakçı bu konuda şu açıklamaları yapmıştır: "İnternette aylar­dan buyana Fatih Sultan Mehmed'in 'Ayasofya bedduası' diye bir geyik almış başını yürümüştü, hala da devam ediyor . . . Fatih, güya, Ayasofya için hazırlattığı vakfiyesinde 'Benim cami haline getirdiğim bu mekanı kim cami/ikten çıkartırsa, o kişinin üze­rine Allah her türlü laneti yağdırsın' demişti. ( . . . ) Fatih Sultan Mehmed'in böyle bir ifadesinin bulunmadığını belgeleriyle göste­rip işin aslını anlatalım ( . . . ) Fatih'in meşhur Ayasofya Vakfiyesi, 1 940'lı senelerde hem tıpkıbasım hem de yeni harf/ere çevrilmiş şekliyle kitap halinde yayınlanmıştı. O yayını programa götür­dük, 'İşte, sözü edilen o meşhur vakfiye . . . Bu sayfalar aslının

566 Kral, age., s. 1 82.

3 1 1

fotoğrafları, bu da yeni harflere nakledilmiş şekli. . . Vakfiyenin hiçbir yerinde Fatih'e ait böyle bir ifade geçmez, üstelik vakfiye zaten bu maksatla hazırlanmamıştır' dedik. "567

Ayrıca Ayasofya'nın bulunduğu bölgede çok sayıda büyük cami vardır. Müslümanlar oralarda da namazıarını kılabilir. " Ayasofya' da namaz kılanlar daha çok seva p kazanır !" diye bir İslami hüküm de olmadığına göre Atatürk'ün yaptığı hem DİNE hem İNSANLIGA uygundur.

Atatürk'ün Ayasofya'yı neden müzeye dönüştürdüğünü an­lamak için onun tarihe, kültüre, uygarlık mirasına, arkeolojiye, sanata ve müzeye ne kadar önem verdiğini iyi bilmek gerekir. Atatürk, Anadolu'da milli kazılar yaptırmıştır. Bu kazılar so­nunda ortaya çıkan eskiçağ kültürünü sergilemek için 25 arkeo­loj i müzesi kurdurmuştur.

Atatürk Topkapı Sarayı'nı müzeye dönüştürerek Osmanlı kültür uygarlığına, Konya Mevlana Dergahı ve Türbesi'ni müze­ye dönüştürerek Selçuklu kültür uygarlığına ve Ayasofya'yı mü­zeye dönüştürerek de Bizans-Osmanlı sentezine; binlerce yıllık ortak kültüre, sanata sahip çıkmıştır.568

Ayasofya yüzyıllarca birbiriyle savaşmış haç ile hilalin, Müslümanlık ile Hıristiyanlığın ortak ve kutsal sembolüdür. Atatürk'ün işte bu Ayasofya'yı müze yapması, haç ile hilal in yüzlerce yıllık din kavgasına son verip "bir uyum ve işbirliği ça­ğının " kapısını aralayan tarihi bir "barış" hamlesidir. Atatürk, Ayasofya'yı müze yaparak Müslüman-Hıristiyan tüm dünyaya uygarlık, barış ve insanlık dersi vermiştir.

Ayasofya Kafası ve Ayasofya Şeriatçılığı

Ayasofya'nın müzeye dönüşmesinde 1930'lardaki Türk­Yunan dostluğunun etkili olduğu ve Ayasofya'nın müzeye dö­nüşmesi kararının Atatürk tarafından verilmediği, hatta bu kara­rın Atatürk'e rağmen verildiği iddia edilmiştir. Bu tür iddialara,

567 Murat Bardakçı, "Öğretebi/irsen Öğret Baka/ım", Habertürk, 11 Temmuz 2012. 568 Meydan, age., s. 962-964.

312

o günlerin canlı tanıklarından gazeteci, yazar Falih Rıfkı Atay, bir okur mektubu vesilesiyle şöyle yanıt vermiştir:

"Bana Ankara'dan mektup yol/ayan okuruma: 1 . Ayasofya doğrudan doğruya Atatürk'ün emri üzerine müze­

ye çevrilmiştir. 2 . Müzeye çevrilişinin Türkiye-Yunanistan ilişkileriyle hiçbir

ilgisi yoktur. Atatürk, Batı medeniyet toplumları arasına katılan Türkiye Türklüğünün eski din ayrışıklığı gelenekle­rini geride bıraktığını göstermek ve asırlarca kapalı duran eşsiz sanat eserlerini devamlı olarak ziyaretçilere açık bu­lundurmak için Türk şeretini ve itibarını artırıcı bu büyük kararı vermiştir. Bu işi, o zamanın başbakanı İnönü'den ve zamanında Ayasofyacılara ağız açtırmayan Bayar'dan sora­bilirsiniz.

3 . Fatih Ayasofya'yı cami yaptığı vakit İstanbul'da namaz kı­lacak kubbe altı yoktu. Bugün İstanbul İslam aleminin en çok ve en büyük camiieri olan şehridir.

4. Kapkara taassup ve gericilik Atatürk'ten öç almak için bu işi ortaya atmıştır. Kara kuvvetle gericiliğin programı bura­da bitmez. Arkadan Arap yazısına meşruluk tanımak, son­ra Diyanet İşleri Reisliği'ni bakanlar arasına katmak, daha da sonra Anayasaya 'eski devletin dini İslam'dır' maddesini koydurmak için çaba birliği başlamıştır. "569 Atay, bir başka yazısında yine bu konuya değinerek şöyle

demiştir: "Atatürk, Yunanlıları hiç hesaba katmayarak asırlardan beri

Batı dünyası ile Türklük dünyası arasında bir uzaklaşma, soğuk­laşma sembolü olduğu için büyük tarih ve sanat değerini düşü­nerek Ayasofya'yı müze yapmıştır. Kariye gibi . . . Yanında idik. O yapmıştır, hükümet değil! Asla Yunanlıyı düşünerek yapma­mıştır. Sofya'da bir cami müzedir. Yugoslavya'da Müslümansız yerlerdeki camiler turistlere müze olarak gezdirilmektedir.

569 Falih Rıfkı Atay, Atatürk Ne idi?, İstanbul, 2010, s. 49, 50; Atay, Atatürkçüıük Nedir?, İstanbul, 2006, s. 1 06, 1 07.

313

Bre Atatürk düşmanları! İstanbul'un alınışı gününde onun, iki defa kurtarıcısından ne istersiniz? Atatürk düşmanı, Türk düşmanı demektir: Siz kimin ve neyin dostusunuz? "570

Ayasofya üzerinden Atatürk'e saldıran uygarlık düşmanlarını gördükçe Falih Rıfkı Atay'ın, "Atatürkçülüğün son hatıralarını Ayasofya kubbesi altına boğazlamak isteyenler" sözü aklıma gelir:

Atay şöyle diyor: " . . . Viyana kapılarından Ankara kapılarına kadar sürüldük.

Avrupa, Afrika, Ortadoğu ülkelerini kaybettik de hala yavrula­rımızın çoğunu ulum-ı akliye (pozitif bilimler) nemize gerek, bize ulum-ı şeriyye (dini ilimler) yeter diyen, ATATÜRKÇÜL ÜG Ü DİNSİzLİK SA YAN ve onun son hatıralarını da A YASOFYA KUBBESİ ALTINDA BOGAZLAMAK isteyenlerin eline ve ca­milerimizde halk yığınlarını aynı pençeye teslim etmişizdir. "571

"Ayasofya şeriatçılığı " sözü de Atay'ındır: "Ayasofya şeriatçılığı ( . . . ) kaba, kara ve koyu Atatürk düş­

manları tarafından zorlanan bir kapıdır. Bu kapıyı kırmak Ata­türk'ün kabrini eşip kemiklerini çıkararak yakmak demektir. "572

Atay'ın "Ayasofyacılar kafası " dediği o kafanın "Ayasofya şeriatçılığı " bugün hiç olmadığı kadar güçlüdür.

570 Atay, Atatürk Ne idi?, 5. 138; Atay, Atatürkçülük Nedir?, 5. 1 94, 1 95. 571 Atay, Atatürkçülük Nedir?, s. 122. 572 age., s. 21 .

314

YALAN 13

ATATÜ RK VE HAFTA TAT İ Lİ

"Atatürk'ün Tatili Cumadan Pazara Almasının Nedeni İslam Karşıtlığıdırf"

Öncelikle Kur'an-ı Kerim'de veya sağlam hadislerde Müs­lümanlar için tatil gününün cuma olduğu belirtilmemiştir. Asr-ı saadet'te ve dört halife döneminde de cumanın resmi tatil oldu­ğuna yönelik hiçbir kayıt yoktur. Emeviler döneminde sadece mahkemeler, Abbasiler döneminde ise resmi daireler cuma gün­leri tatil edilmiştir. Hanefi Mezhebi'nin kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife döneminde (ö. 767) mahkemeler ve okullar cumar­tesi günleri ta til edilmiştir. 573

Osmanlı'da Hafta Tatili

Osmanlı Devleti'nde başlangıçta hafta tatili yoktur. Diğer İslam devletlerinde olduğu gibi Osmanlı'da da namaz vaktinde kısa bir süre işe ara verme dışında cuma günleri hafta tatili de­ğildir. Osmanlı'da 1 820'lerde tatil günleri pazartesi ve perşembe iken, 1 830'larda pazar gününe alınmıştır. Osmanlı'da değişik zamanlarda bazen pazartesi, bazen perşembe ve salı, bazen de cuma günlerinde tatil yapıldığı anlaşılmaktadır. Sadrazam İzzet

573 Kürşat Demirci, "Hafta Tatili", TDV İslam Ansiklopedisi, C 15, s. 130.

315

Mehmed Paşa, işlerin yoğunluğunu ileri sürerek 1 774'te hafta tatiline son vermiştir. II. Mahmud döneminde hafta tatili uygu­laması yeniden başlatılmıştır. Bazı dairelerde pazar ve pazartesi, bazı dairelerde perşembe tatil ilan edilmiştir. Fakat iki gün çalışıl­masının işleri aksatması yüzünden haftada bir gün, sadece pazar günleri tatil ilan edilmiştir. Mısır meselesi yüzünden hafta tatiline son verilmiş, bu meselenin çözümünden sonra Osmanlı'da yeni­den pazar günleri tatil yapılmıştır. 1 839'da Tanzimat'ın ilanın­dan sonra yalnızca perşembe günleri tatil edilmiştir. Fatih Sultan Mehmed döneminden itibaren Medreseler de salı günleri tatil edilmiştir. 1 7 Ocak 1 842'de Müslüman memurlar için hafta tatili perşembeden cumaya alınmıştır. Bu arada Hıristiyan memurlar pazar günü, Museviler ise cumartesi günü tatil yapmıştır. Böylece Osmanlı'da 1 9. yüzyılda haftada üç tatil günü ortaya çıkmıştır.574

1 9. yüzyılda her bakımdan dışa bağımlı hale gelen; kapi­tülasyonlar, dış borçlar ve Duyunu Umurniye kıskacında adeta Batı'nın yarı sömürgesi olan Osmanlı, Hıristiyan ve Musevilerin de cuma günleri tatil yapmalarını sağlayacak, böylece iş gücünü artıracak bir kanuni düzenlemeye gidememiştir.

Cumhuriyet'te Hafta Tatili

Bağımlı Osmanlı'nın yapamadığını bağımsız Cumhuriyet yapmıştır. 1923'te İzmir İktisat Kongresi'nde hangi dinden olur­sa olsun bütün Türk vatandaşlarının cuma günü tatil yapmasına karar verilmiştir. 2 Ocak 1 924 tarih ve 394 sayılı 14 maddelik Hafta Tatili Kanunu ile Müslim-gayrimüslim tüm Türk vatan­daşları için hafta tatili cumaya alınmıştır. m

Cevdet Küçük'ten okuyalım: "Türk-İslam tarihinde ilk defa cuma gününü bütün Müslü­

man ve gayrimüslimlerin uyacakları genel hafta tatili olarak ka­bul eden bu kanunu basın olumlu karşıladı. Halk tarafından da

574 Demirci, agm., s. 1 30; Cevdet Küçük, "Hafta Tatili", mv İslam Ansiklopedi­si", C 15 , s. 1 3 1 .

575 Küçük, agm., s . 1 3 1 .

316

büyük sevinçle karşılanan kanunun genelde ekonomik zorunlu­luktan doğmuş olmakla birlikte sosyal içeriği daha ağır basıyor­du. Mil/iyet, din, adalet ve siyaset konuları kanunun kabulünde önemli rol oynamıştır. Emperyalizme karşı milli bir mücadele vermiş olan Türkiye Büyük Millet Meclisi, cuma gününün hafta tatili yapılmasını adeta bağımsızlığının bir ispatı şeklinde değer­lendirmiş, bilhassa cuma günü üzerinde ısrar edilmesinde, hakim unsurların Müslüman olması gerekçe olarak ileri sürülmüştür. "576

Hafta tatili 1935'te pazara alınmıştır. Kanun teklifinin ge­rekçesinde pazarın uluslararası tatil günü olduğu, bu tatil gü­nünden ayrılmakla ülkenin ekonomik açıdan büyük kayıpla­ra uğradığı ileri sürülmüştür. Meclis'te yapılan görüşmelerde hafta tatilinin cumadan pazara alınmasının dinsel açıdan hiç­bir sakıncasının olmadığına vurgu yapılmıştır. Konuşmacılar, İslamiyet'te cuma gününün namaz saati hariç tatil olmadığını, ayrıca Cumhuriyet'le birlikte Avrupalı devletler arasına girildiği­ni, bu devletlerin kabul ettiği pazar gününün tatil yapılmasının zorunlu olduğunu ileri sürmüşlerdir. Örneğin Dahiliye Vekili Şükrü Kaya, kanunun tamamen siyasi ve toplumsal olduğunu, din ile hiçbir ilgisinin olmadığını belirtmiştir.

7 Mayıs 1 935 tarih ve 2739 sayılı Ulusal Bayram ve Ge­nel Tatil/er Hakkındaki Kanun'a göre hafta tatili cumartesi saat 1 3.00'te başlayıp Pazar günü gece 24.00'te bitecektir.

Hafta tatilinin cumadan pazara alınmasının dini bakımdan doğru olmadığını ileri sürenlere basında cevap verilmiştir. Ör­neğin, Kurun gazetesinde 2 Haziran 1 935 tarihinde yayımlanan imzasız bir makalede hafta tatilini dini açıdan yanlış bulanlar eleştirilerek İslamiyet'te cuma gününün tatil olacağına dair bir hüküm bulunmadığı ifade edilmiştir.

1 935 tarihli Hafta Tatili Kanunu 1974'e kadar devam et­miştir. 1 Temmuz 1 974 tarihli bir kararla cumartesi ve pazar günleri resmi tatil olmuştur.577

576 agm., s. 1 3 1 . 577 agm., s . 1 32.

317

Atatürk, uygar ülkelerle siyasi, kültürel, ekonomik ilişkileri güçlendirmek istemiştir. Bu amaçla da takvimi, saati, ölçüleri! metrik sistemi ve hafta tatilini yerel, bölgesel olmaktan çıkarıp uluslararası sisteme uygun hale getirmiştir. Böylece Müslüman Türkiye'nin her bakımdan uygar dünyanın bir parçası olmasını amaçlamıştır .

Uygar dünyada tatil pazar günleridir. Batı'da eskiden cu­martesi günleri de yarım gün çalışılırdı. Bizde nasıl? Özetlersek; 19 . yüzyıldan itibaren Müslümanlar için perşembe yarım gün, cuma tatiL. Gayrimüslimler için cumartesi ve pazar tatiL . . Dış dünyayla ilişkide bulunulabilecek sadece üç gün kalıyor. Ne yapılabilir bu kısa sürede? Atatürk makul ve akla uygun olanı tercih etmiştir. Bu değişikliğin, geçmişin izlerini silmekle veya din düşmanlığıyla ilgisi yoktur. Tamamen pratik ihtiyaca uygun olarak yapılmış akılcı ve milletin menfaatine uygun bir devrim­dir. Aynı şeyi Ruslar ve Çinliler de yapmıştır.578 Çünkü onlar da dünyaya uyum sağlamadan içe kapalı olarak gelişmenin müm­kün olmadığını görmüştür.

Aynı şekilde ölçülerinlmetrik sistemin değiştirilmesi de uygar dünyaya ayak uydurmak için atılmış bir adımdır. Atatürk'ün öl­çüleri değiştirdiği tarihte İngiltere hariç Avrupa'nın tamamı met­rik sisteme geçmiştir. Metrik sistemi değiştirerek biz de -İngiltere hariç- Avrupa'ya adeta bir gecede uyum sağlamayı başardık. Ar­tık kaç ton satacaksın, kaç metre alacaksın, kaç kilo lazım bellidir. İhracat, ithalat konusunda teknik bir sıkıntı kalmamıştır. Alatur­ka saatin değiştirilmesi de benzer bir zorunluluktan doğmuştur.579

Özetlersek: 1 . Kur'an'da cuma günlerinin tatil olduğuna ilişkin hiçbir ayet

yoktur. Aksine, Kur'an'a göre cuma günleri namaz saati ha­riç tatil değildir.

2. Asr-ı saadet ve Dört Halife döneminde de cuma günleri tatil değildir.

578 A. M. Celal Şengör, Dahi Diktatör, İstanbul, 2015, s. 99. 579 age., s. 99.

3 1 8

3. İmam-ı Azam Ebu Hanife döneminde (8 . yy.) hafta tatili cu­martesidir.

4 . Osmanlı'da tam 543 yıl boyunca -birkaç yıl hariç- cuma günleri ta til olmamıştır.

5 . Osmanlı'da 19. yüzyıla kadar Müslümanlar pazar, pazarte­si, salı ve perşembe günleri tatil yapmıştır.

6. Osmanlı'da II. Mahmud döneminde pazar günleri tatildir. 7. Osmanlı'da 1839 Tanzimat Fermanı'ndan itibaren hafta ta­

tili perşembeye alınmıştır. 8 . Osmanlı'da ancak 1 842'den itibaren Müslümanlar için haf­

ta tatili cumaya alınmıştır. 9. Osmanlı'da 19. yüzyılda Müslüman memurlar cuma, Hı­

ristiyan memurlar pazar, Musevi memurlar cumartesi tatil yapmıştır.

10. 2 Ocak 1924'te Müslim, gayrimüslim, dinsiz tüm Türk yurt­taşlarının hafta tatili cumaya alınmıştır.

1 ı . 7 Mayıs 1935'te hafta tatili tüm Türk vatandaşları için pa­zara alınmıştır. (Cumartesi de yarım gün tatiL . ) Demem o ki! "Hafta tatili neden cuma değil? " diye bir soru

sorulacaksa bu soru Atatürk'ten önce Hz. Muhammed'e, dört halifeye, İmam-ı Azam Ebu Hanife'ye, Osmanlı'yı 1 842'ye ka­dar (tam 543 yıl) yöneten halife/padişahlara sorulmalıdır?

Hafta tatilinin pazara alınması üzerinden Atatürk'e ve Cum­huriyet'e saldıran cahil yobazlar, Hanefi mezhebinin kurucusu İmam-ı Azam Ebu Hanife döneminde cumartesi ve Osmanlı'da uzunca bir dönem Müslümanlar için pazar gününün hafta tatili olduğunun farkında değildirler.

İşin ilginç yanı! Türk-İslam tarihinde Müslim, gayrimüslim tüm yurttaşlar için cuma gününü hafta tatili yapan ilk ve tek lider de Atatürk'tür.

Atatürk'ün önce cumayı ( 1 924), sonra pazarı ( 1 935) hafta tatili yapmasının siyasi, kültürel ve ekonomik (ticari) nedenle­ri vardır. 1924'te hafta tatilinin hangi dinden olursa olsun tüm Türk vatandaşları için cuma ya alınması, yüzyıllardır Türkleri! Müslümanları sömüren emperyalist Batı'ya bir meydan oku-

319

madır. Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti, Hıristiyan ve Musevi azınlıkların isteğine göre hareket etmeyeceğini dosta düşmana göstermiştir. Ancak özellikle 1929 Dünya Ekonomik Buhra­nı, 1930'lardaki Devletçi kalkınma hamlesi, yine 1 930'lardaki kültür-uygarlık politikaları ve genel olarak Avrupa'yla ilişkileri güçlendirmek gibi ekonomik, siyasi ve kültürel nedenlerle hafta tatili pazara alınmıştır.

Uzun lafın kısası, hafta tatilini cumaya alan da Atatürk, pa­zara alan da Atatürk . . .

320

YALAN 14

ATATÜ RK VE SU RİYE- F İ L İ ST İ N

"Suriye-Filistin'in Kaybedilmesinin Sorumlusu Atatürk 'tür!"

ı. Dünya Savaşı'nın Son Zaferi

i. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Suriye-Filistin Cephesi'ni Yıl­dırım Ordularınca tutmuştur. Liman von Sanders'in komuta­sındaki Yıldırım Orduları şu birliklerden oluşmuştur: Mersinli Cemal Paşa komutasındaki 4. Ordu, Cevat Paşa komutasındaki 8 . Ordu ve Mustafa Kemal Paşa komutasındaki 7 Ordu . . . Bu üç ordu Yafa'nın 20 kilometre kuzeyi ile Lut Gölü arasındaki 100 kilometrelik cepheyi savunmaktadır. Ancak İngiliz saldırısı­nın daha başlarında 4. ve 8. ordular dağılmış, tüm yük Mustafa Kemal Paşa'nın komutasındaki 7. Ordu'nun sırtına binmiştir. Yıldırım Orduları Komutanı Alman Liman von Sanders'in başa­rısızlığı sonunda tüm ordularımız bozulmuştur. Bizim ordumu­zun birkaç misli büyüklükte ve bazı Arap aşiretlerince destekli, üstelik büyük bir hava gücüne sahip İngiliz ordusunun önünden Türk ordusunu Atatürk kurtarmıştır. Atatürk, inisiyatif kullana­rak komutayı ele alıp Türk ordusunu İngilizlerin önünden geri çekerken Halep'te isyancı Arap aşiretlerine karşı sokak savaşla­rı vermiştir. Atatürk, o zor günlerin ayrıntılarını 1926'da Falih Rıfkı Atay'a anlatmıştır.580 Bu çekiliş sonunda 26 Ekim 191 8'de

580 falih Rıfkı Atay, Atatürk'ün Bana Anlattıkları, Istanbul, 1 998, s. 67·69.

321

İngilizlere karşı i. Dünya Savaşı'nın son zaferi (Katma Muhare­besi) kazanılarak Türk geri çekilişi Halep'in kuzeyinde son bul­muştur.58 1 Falih Rıfkı Atay'ın ifadesiyle, "En çetin cephelerde vazife alarak dövüştü. Suriye'nin kuzeyinde de o harbin son sa­vaşını İngilizlere karşı verdi. Ordusunun başında kaldı. "582 Böy­lece Atatürk'ün ifadesiyle, "Halep'in kuzeyinde Türk süngüle­riyle bir sınır çizilmiştir. "583 Atatürk, 1 926'da Falih Rıfkı Atay'a anlattığı anılarında "Gerek Erzurum Kongresi'nde, gerek Sivas Kongresi'nde Türkiye'nin milli sınırlarını tespit için ben Türk süngülerinin işaret ettiği bu hattı esas kabul ettim . . . " demiştir.584

Orgeneral Fahrettin Altay Paşa, Atatürk'ün i. Dünya Savaşı'nda Filistin Cephesi'ndeki bu son büyük başarısını şöyle anlatmıştır:

"Filistin muharebelerinde ordumuz bozuldu. Ordu kuman­dam Liman van Sanders Paşa kaçtı. Ve zorlukla kendini esaret­ten kurtardı. Bunun üzerine üç ordu kumandam Cevat, Mersinli Cemal ve Mustafa Kemal Paşalar en kazı Dara'da topladılar. Fa­kat daha kıdemli oldukları halde Cevat ve Cemal paşalar ordu kumandanlığını Mustafa Kemal'e bıraktılar. Kendileri çekilip gittiler. Mustafa Kemal ise en buhranlı, en nazik bir zamanda bu döküntülerden ibaret ordunun kumandanlığını alma cesaretini gösterdikten başka olabildiği kadar düzenlediği bir ordu ile Ha­lep civarında istila ordusunu durdurmaya da muvaffak oldu ki, bu gerçekten hayrete şayan bir olaydır. "585

Osmanlı adına i. Dünya Savaşı'nı bitiren Mondros Mü­tarekesi'nin imzalanmasından bir gün sonra, 3 1 Ekim 191 8'de, Adana'da Liman von Sanders'ten Yıldırım Orduları Komu­tanlığı'nı devralan Atatürk, kasırnın ilk haftasında Adana, Urfa,

581 Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, C 1 , 29. bas., İstanbul, 2009, s. 288. 582 Atay, Mustafa Kemal'in Mütareke Defteri, s. 7. 583 Sina Akşin, Kısa Türkiye Tarihi, İstanbul, 2007, s. 1 1 3. 584 Atay, Atatürk'ün Bana Anlatnklan, s. 70. 585 Feridun Kandemir, "Atatürk'ün Askerliği", Atatürk, xv. Ölüm Yılı Hatırası,

İstanbul, 1 953, s. 6, 7.

322

Maraş, Antep'te direniş yuvaları kurmuş; Milli Mücadele'nin alt­yapısını Samsun'a çıkmadan bir yıl kadar önce Adana'da hazır­lamıştır.586

Eğer Suriye-Filistin kaybı için ille de birilerinden hesap so­rulacaksa Suriye-Filistin Cephesi'nde dağınık Türk kuvvetlerini tek başına derleyip toparlayıp güçlü İngiliz ordusuyla vuruşa­rak geri çekilen Atatürk'ten değil, başta Alman komutan Liman von Sanders olmak üzere birliklerini başsız bırakan komutan­lardan hesap sorulmalıdır. Eğer Suriye-Filistin' in kaybı için ille de birilerinden hesap sorulacaksa, Atatürk'ün bütün uyarılarına rağmen Arap çöllerinde, Kafkas ellerinde gelecek arayan hayal­ci Enver Paşa'dan hesap sorulmalıdır. Suriye-Filistin' de yaşanan bozgunun temel sorumlusu, olmayacak hayaller uğruna, Türk Ordusunu Hicaz' da, Yemen'de, Kafkasya' da tüketen Enver Paşa ve öngörüsüz İttihatçı yöneticilerdir. İttihatçı yöneticiler Atatürk'ün sıkça dile getirdiği "Anadolu ve civarını güçlendi­relim, " görüşünü dinlemiş olsalar Suriye-Filistin kaybedilme­yebilirdi. Falih Rıfkı Atay'a kulak verelim: "(Mustafa Kemal) bir aralık Suriye'ye geldi. Kendisini Hicaz'a göndereceklerdi. O bilakis Hicaz'ın bırakılarak bütün kuvvetlerin Filistin savaşları­na bağlanması fikrini ileri sürmüş, Harbin gidişini beğenmeyen, kendilerini tutup ilerletebilecek yeni bir lider arayan genç zabit­ler, 'Asıl asker görüşü budur, ' diyorlardı. "587

Suriye-Filistin' in kaybı için ille de birilerinden hesap soru­lacaksa, Osmanlı'ya karşı İngilizlerin yanında yer alan isyancı Arap aşiretlerinden hesap sorulmalıdır.

Atatürk 1 9 1 8 yılında Suriye-Filistin'in kaybedilmesi kadar, belki ondan daha çok, bu toprakların İngiltere ve Fransa gibi emperyalist ülkelerin eline geçmesine üzülmüştür.

586 Ayrıntılar için bkz. Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, ı . Kitap, s. 44-73; Sinan Meydan, Parola Nuh, Atatürk'ün Gizli Kurtuluş Planlan, 3. bas., İstan­bul, 2015, s. 30-75.

587 Atay, Mustafa Kemal'in Mütareke Defteri, s. 19.

323

Atatürk'ün Bağımsız Suriye Projesi

Anadolu'da emperyalizme karşı bir Kurtuluş Savaşı veren Atatürk -pek anlatılmasa da- eşzamanlı olarak Irak'ta ve Suri­ye'de de antiemperyalist hareketlerin gelişmesine yardım etmiştir. Öyle ki, antiemperyalist Araplar, Kemalist hareketin Irak-Suriye uzantısına "Harekat-ül Kemaliye" adını vermişlerdir.

Atatürk, Anadolu'daki antiemperyalist Milli Hareket'le Irak'taki ve Suriye'deki antiemperyalist hareketler arasında Uceymi Paşa ve özellikle Şeyh Ahmet Sünusi aracılığıyla ilişki kurmuştur. 0, bir taraftan Anadolu'yu düşmandan temizleme­nin hesaplarını yaparken diğer taraftan hem Musul'u Misak-ı Milli sınırlarına katmak hem de bölgedeki bağımsızlık hare­ketlerini güçlendirmek için 1 Şubat 1922 tarihli bir "Başkomu­tanlık Yönergesi" ile Elcezire Cephesi'ne Özdemir Bey'i (Yar­bay Ali Şefik Özdemir) tayin etmiştir.588 Atatürk, 26 Ağustos 1 922'de Anadolu'da İngiliz destekli Yunan ordusuna karşı Bü­yük Taarruz'u başlatırken, onun görevlendirdiği Özdemir Bey de 5000 kişiye varan kuvvetiyle İngilizlere, Nasturilere ve işbir­likçi Araplara karşı harekete geçmiştir. Atatürk'ün, 30 Ağustos 1 922'de Başkomutanlık Meydan Muharebesi'ni kazanmasın­dan sadece bir gün sonra, 31 Ağustos 1922'de, Özdemir Bey de müfrezesiyle -Atatürk'ten iki bin kilometre uzakta- Derbent Zaferi'ni kazanmıştır. Böylece İngilizlerin ifadesiyle adeta Irak'ta "Kemalizm hayaleti" dolanmaya başlamıştır.589

Kurtuluş Savaşı'yla Anadolu'yu düşmandan temizleyen Ata­türk, Irak ve Suriye'nin de bağımsız olabilmesi için bilinenin ak­sine çok çaba harcamıştır. Ancak, maalesef Irak ve Suriye'deki bağımsızlık hareketleri başarıya ulaşamamıştır. Ancak Atatürk Irak'ın, Suriye'nin, Filistin'in bağımsızlık mücadelesini ölünceye kadar hep desteklemiştir.

588 Murat Güztoklusu, Atatürk'ün Gizli Kalmış Musul, Özdemir Harekatt, Anka­ra, 2013, 5. 79, 80.

589 age_, s. 95-97.

324

Örneğin 2 1 Aralık 1937'de, ölümünden bir yıl önce, Suri­ye Başbakan'ı Cemil Mardam'la Ankara'da yaptığı görüşmede, Atatürk düşmanlarının asla gündeme getirmedikleri şu çarpıcı sözleri söylemiştir:

"Ben bir millet mevcudiyetini kurtarmak için işe başlarken ( . . . ) bütün kuvvetimi ve kudretimi, yalnız bu imparatorluk için­deki Türk olan unsura hasretmek mecburiyetinde kaldım. Ancak ben bu işi yaparken çok emindim ki, asırlardan beri beraber ya­şamış, dindaşlık yapmış insanlar ayrılamazlar. Yalnız impara­torluğun yarattığı birtakım yanlış anlamaların unutulabilmesi ve nihayet beraber yaşamış bu insanların birbirlerini anlayabilmesi için belli bir zaman geçmesi lazımdı. "

"Türkiye Cumhuriyeti gayet açık konuşmak mecburiyetin­dedir. Ben söylüyorum ki, İSLAM ALEMİ VE SURİYE MİL­LETİ VE DEVLETi TAMAMıYLA VE KATİYEN BACIMSIZ OLMALIDIR. Bunu burada söylediğim gibi, Fransızların ve bü­tün dünyanın önünde tekrar etmek benim için şeref ve zevktir. "

"Fransızlar bu hususta birtakım hayali ve kaprisli yollara saparlarsa, korkarım ki netice aleyhlerinde olur. ( . . . ) Ben, Ke­mal Atatürk, söylüyorum ki, Türkiye Cumhuriyeti Fransa'ya bü­tün bu düşüncelerinin makus olacağını gösterecektir. Bu cevap yerinde maddi, yerinde manevi olacaktır. ( . . . ) FRANSıZLAR AKıLLARINI BAŞLARıNA ALSıNLAR. Benim için diplomasi meçhuldür. Benim için realite vardır. Bu olacak mı? Olmaya­cak mı? Benim makul olarak söylediğim şey olmalıdır. Çünkü ben makul olmayan bir şeyi hayatımda asla düşünmedim. ( . . . ) Hatay'ı bıraktım, bırakmayabilirdim. Fakat bıraktım. İki şey için bıraktım: Bunu açıkça söyleyeyim. Bir kere Suriye mevcu­diyetini az çok kuvvetli bir hale koymak için. ıkincisi; bir gün Türkiye ve Suriye birbirini anlayacaklardır. Bir gün makus hare­ketler ortadan kalkacaktır. Biz Suriyelilerle kolaylıkla anlaşırtz diye bakarım. "

"Belki aynı ırktanız. Tabii ben bu nokta üzerinde durma­yacağım. Fakat Batı 'dan bir millet gelecek, bunu tayin edecek. Bu benim hoşuma gitmiyor. ( . . . ) Bu işte onları hakem tayin et-

325

meyeceğim. ( . . . ) Fransızlar bir şey yapamazlar, enerjinizi kullan­mak şartıyla. Ben bunu somut olarak söylüyorum ve icabında da fiilen gösterecek vaziyetteyim. Fransızlar eğer şüphe ediyor­Iarsa bunu tecrübe edebilirler. Yapamam! HEPİMİz MÜS­L ÜMANIZ. YEMİN EDERİM Kİ, NAM US UM ÜZERİNE SÖYLERİM Kİ, BıRAKMAM! Çok temenni ederim ki, Fransız hükümeti aklını başına toplasın. NAM US UM ÜZERİNE SÖy­L ÜYOR UM, BıRAKMAM. Kendileri bilirler. Fakat daima Tür­kiye Cumhuriyeti'nin arzu ettiği şey, SURİYE'NİN BAGIMSIZ BİR İSLAM DEVLETİ olmasıdır. İsterlerse Suriyeli/er bizimle dost olurlar veyahut olmazlar. Bu onların bileceği bir şeydir. Fakat herhalde BAGIMSIZ BİR SURİYE İSLAM DEVLE­Tİ kurulmalıdır. Fakat Fransızlar bunu istemiyorlar. Suriye'yi kıskıvrak ellerine almak istiyorlar. ( . . . )Eğer Suriyeli/er isterler­se, ben bunu (Suriye'nin bağımsızlığı) yapacağım. ( . . . ) Fransız­lar, Suriyelileri adam yapmak istiyorlarmış. FAKAT E VVELA KENDİLERİ ADAM OLSUNLAR. Suriyeliler zeki, modern ve nazik insanlardır. Fransızların terbiyesine ihtiyaçları yoktur. Su­riyeliler böyle düşünmelidirler. Ben Suriye'yi bilirim. Gençliğim­de Şam'da bulundum. Sürgün olarak, Abdülhamid zamanında. Suriye'nin daha birçok şehirlerinde de yaşadım. Daha sonra da kumandan olarak da bulundum. Bütün kabahat Osmanlı İm­paratorluğu'ndadır. Balkan Harbi sonunda Gelibolu'da idim. Ben Talat Paşa'ya teklif ettim. Suriye'ye, Irak 'a bağımsızlık veriniz dedim. Talat Paşa, 'Bunu başkasına söyleme, seni asar­lar, ' dedi. Fakat yapılacak şey bu idi. Eğer yapılsa idi, bugün Türkiye, Suriye ve Irak, ki zaten kardeştirler, daha samimi kar­deş olacaklardı; BAGIMSIZ SURİYE, IRAK, TÜRKİYE. ( . . . ) Fransızlarla, İngilizlerle, herkesle dost olalım, fakat benliğimizi kaybetmeyelim. Onlar da artık bizim varlığımızı, kıymetimizi anlasınlar, BAGIMSIZLIGA HÜRMET ETSİNLER. Onlar bizi köle olarak kabul ederlerse, bundan Sayın Suriye Başvekili elbette memnun olmaz. EMİR ALTINDA OLAMAYIZ. Bunu Suriyeliler anlayacaklardır, anlamazlarsa hiç olurlar. ( . . . ) Suriye devleti, milleti, başvekili vardır. (Ama) ben çok hassasım. ( . . . )

326

Bir Fransız generali gelsin bütün bir millete hükmetsin! Suriye­liler henüz olgun değilmişler. Fransızlar acaba ne zaman olgun olmuşlardır? Suriyeliler mükemmelen medeni iken acaba Fran­sızlar ne vaziyette idi? Daha birçok meselelerimiz vardır. Fakat ve maalesef bunların ortaya konulması için kuvvet lazımdır. Su­riyelilerin ellerini, kollarını bağlamışlar. ÇdZÜNÜZ ONLARı, KOPARINIZ O BAGLARIf Biz Türkler, sizi seven dostlarınız. Tabii bu meseleleri diplomatik yollarla takip edeceğiz, FAKAT ONLAR BİzE GALEBE ÇALAMAZLAR. Hatay nedir? Kü­çük bir şey! Ben onu bize verin demiyorum. Bu mesele benim için NAMUS MESELESİDİR. ( . . . ) Bu meseleyi halledeceğiz, bu NAMUS MESELESİDİR. Bunun için en büyük tehlikeyi bile göze aldım. Mesele, Suriye ile aramızda kalınca bin bir dostluk yolları ile uyuşuruz. Hatta Suriye Başvekili ile benim aramda kalsa daha çabuk olur. Bunu yapacağım. Fransızlara veremem. Açık söylüyorum. Eğer Ekselans, yarın Suriye'ye ve Şam'a dö­ner/erse lütfen benim bütün Suriyelilere ve bütün dostlarımıza selamımı söylesinler ve açık olarak desinler ki, BEN VE HÜ­KÜMETİM sİzİN TAM BAGIMSIZUGINIZI İSTİYOR UZ. Eğer Fransızlar engel olursa, Fransızlara da söyleyecek sözleri­miz vardır. ONA DA KEFİLİM. Suriyeli/erin ordusu yoktur. Fakat bizim ordumuz kafidir. Söz veriyorum: İCAP EDERSE GİRERİM VE SONRA YİNE ÇIKARIM. Temenni ederim ki, buna mecbur olmayalım. KATİYEN BıRAKMAM. (Fransızlar) Suriye'yi terk etmek istemiyorlar. Fakat terk edeceklerdir. Bir kere tutununuz, ordu yapınız. Korkmayınız, bir şey yapamazlar. Kuvvet kullanmaz iseniz her şey yaparlar. " 590

Falih Rıfkı Atay'ın kitabına verdiği isimden yola çıkarsak, "Atatürk ne idi?" sorusunun cevabı bence bu konuşmada gizlidir. 21 Aralık 1937 tarihli bu konuşmanın gösterdiği Atatürk şudur: 1 . Türkiye gibi, diğer İslam ülkelerinin de bağımsız olmasını

çok istemektedir: "Ben söylüyorum ki, İslam alemi ve Suriye milleti ve devleti tamamıyla ve katiyen bağımsız olmalıdır. "

590 Atatürk'ün Bütün Eserleri, C 30, s. 120-122.

327

2. Balkan Savaşı sonrasında Osmanlı yöneticilerinden, Suriye ve Irak'a bağımsızlık verilmesini istemesi, yalın gerçekçili­ğinin, şaşırtan öngörüsünün ve açıksözlülüğünün kanıtıdır. Çünkü o, daha i . Dünya Savaşı öncesinde artık Osmanlı'nın dağılma sürecinin önlenemeyeceğini görmüştür. Atatürk'ün dediği yapılsaydı belki sonraki savaşlarda onbinlerce vatan evladı kaybedilmeyecek, Anadolu ve civarı daha iyi savunu­lacağı için Türkiye işgal edilmeyecek ve belki de bağımsız Suriye ve Irak emperyalizmin pençesine hiç düşmeyecekti. Tarih acı tecrübelerden sonra Atatürk'ü haklı çıkarmıştır.

3 . Genelde tüm İslam dünyasının, özelde ise Suriye'nin bağım­sızlığı için emperyalist ülkelere karşı bizzat mücadele etmeye söz vermiş, yemin etmiştir: "Hepimiz Müslümanız. Yemin ederim ki, Namusum üzerine söylerim ki, bırakmam. Çok temenni ederim ki, Fransız hükümeti aklını başına topla­sın. Namusum üzerine söylüyorum, bırakmam. Kendileri bilirler. Fakat daima Türkiye Cumhuriyeti'nin arzu ettiği şey, Suriye'nin bağımsız bir İslam devleti olmasıdır. Fakat Fransızlar bunu istemiyorlar. Suriye'yi kıskıvrak ellerine almak istiyorlar. ( . . . J Eğer Suriyeliler isterlerse ben bunu (Suriye'nin bağımsızlığı) yapacağım. Ben ve hükümetim sizin tam bağımsızlığınızı istiyoruz. Eğer Fransızlar engel olursa, Fransızlara da söyleyecek sözlerimiz vardır. Ona da kefilim. Suriyeli/erin ordusu yoktur. Fakat bizim ordumuz kafidir. Söz veriyorum: İcap ederse girerim ve sonra yine çıkartm. " Atatürk bu son sözleriyle Suriye'yi istila amacı gütmediğinin de altını çizmiştir. Suriye'yi işgal etmeyi de­ğil Suriye'nin emperyalizmden kurtulup bağımsız olmasını amaçlamıştır. Hep göz ardı edilmesine rağmen, Atatürk en az Hatay'ın anavatana katılması kadar, dost ve kardeş ülke Suriye'nin bağımsızlığını da istemiştir.

4. Müslüman ülkelerin Fransızlarla, İngilizlerle dost olmaları için, onların da Müslüman ülkelerin bağımsızlığına saygı duyması gerektiğini söylemiştir: "Fransızlarla, İngilizlerle, herkesle dost olalım, fakat benliğimizi kaybetmeyelim. On-

328

lar da artık bizim varlığımızı, kıymetimizi anlasınlar, Ba­ğımsızlığa hürmet etsinler. "

5. Hatay meselesini bir şeref ve namus meselesi olarak gör­müştür: "Hatay nedir? Küçük bir şey! Ben onu bize verin demiyorum. Bu mesele benim için namus meselesidir. ( . . . ) Bu meseleyi hal/edeceğiz, bu namus meselesidir. Bunun için en büyük tehlikeyi bile göze aldım. "

6. Dünyadaki ilk antiemperyalist savaşın önderi Atatürk, 1937'de de tıpkı 1921-1922'deki gibi işgalci emperyalizmin üstüne atlamaya hazırdır: Bir Müslüman ve kardeş ülkenin, Suriye'nin tam bağımsızlığı için Fransa'ya çok ağır sözlerle meydan okumuştur: "Fransızlar akıllarını başlarına alsın­lar!", " Fransızlar, evvela kendileri adam olsunlar! ", "Eğer Fransızlar engel olursa Fransızlara da söyleyecek sözlerimiz vardır!", "Fransızlar Suriye'yi terk edeceklerdir. " Ayrıca Atatürk'ün, Kurtuluş Savaşı yıllarında Irak ve Suriye

örgütleriyle geliştirdiği bir Irak-Suriye-Türkiye Konfederasyon Planı vardır. Bu planı, Atatürk'ün 1937'de Suriye Başbakanı Ce­mil Mardam'a söylediği yukarıdaki sözlerle birlikte düşününce ortaya müthiş bir Atatürk vizyonu çıkmaktadır:

" Bağımsız Suriye" ve " bağımsız Irak" hayali maalesef Ata­türk'ün sağlığında gerçekleşmemiştir. Ancak Atatürk, o günün geleceğinden emindir. Ankara'da 26 Mart 1 933 günü Mısır Büyükelçiliği'ni ziyaret edip gün ağarana kadar Mısırlı yetkililer­le yaptığı görüşmede güneşin ilk ışıkları belirirken şu öngörüde bulunmuştur:

"Doğu'dan şimdi doğacak olan güneşe bakınız. Bugün gü­nün nasıl ağardığını görüyorsam, uzaktan bütün Doğu milletle­rinin de uyanışlarını öyle görüyorum. Bağımsızlık ve hürriyetine kavuşacak olan daha çok kardeş millet vardır. Onların yeniden doğuşları şüphesiz ki terakkiye (ilerlemeye) ve refaha müteveccih (yönelmiş) olarak vuku bulacaktır. Bu milletler bütün güçlükle­re ve bütün engellere rağmen manileri yenecekler ve kendilerini bekleyen istikbale ulaşacaklardır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryüzünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir

329

renk, din ve ırk farkı gözetmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı geçecektir. Size bu sözleri söyleyen cumhurreisi değil, sadece Türk milletinin bir ferdi olarak Mustafa Kemal' dir. Bu hususa bilhassa nazarı dikkatinizi çekerim. "591

Tam bağımsızlığın; tam bağımsız Irak'ın ve tam bağımsız Suriye'nin ne anlama geldiği, Irak ve Suriye'nin bugün içinde bu­lundukları bölünmüşlüğe ve içsavaşa bakınca çok daha iyi anla­şılmaktadır.

5 9 1 Atatürk'ün Bütün Eserleri, C 26, 144.

330

YALAN 15

ATATÜ RK VE AZE RBAYCAN

"Atatürk, Azerbaycan'ı Ruslara Satmıştır!"

Azerbaycan'ı Atatürk'ün Ruslara sattığı iddiası malum sa­ray soytarısı "fesli delinin" uydurmasıdır.

30 Ekim 1 9 1 8 tarihli Mondros Mütarekesi'nin 1 ı . maddesi gereğince Türk Ordusu 191 8'de Azerbaycan'ı boşaltmak mec­buriyetinde kalmıştır. Bunun üzerine Nahçıvan Ermenilerin sal­dırısına uğramıştır. Atatürk, Nahçıvan'a yönelik Ermeni saldı­rılarını şiddetle protesto etmiştir.592 Hatta Nahçıvan savunması için gizlice bölgeye asker ve subay göndermiştir.m

1920 sonbaharında Türk ordularının Ermenileri mağlup edip Gümrü Anlaşması'nı imzalamalarıyla Nahçıvan'ın Türki­ye'nin himayesine girdiği günlerde Sovyet etkisindeki Azerbay­can Komünist Partisi, Sovyet Ermenistanı'yla iyi ilişkiler kurmak amacıyla Nahçıvan ve Zengezur'u Ermenistan'a vermiştir.594 Bu

592 İbrahim Ethem Atnur, "Mustafa Kemal (Atatürk) ve Nahçıvan", Erdem Cum­huriyet Özel Sayısı-II, AKM Yayınları, C I l, S. 32, Ankara, 1 998, s. 367.

593 İsmail Hacıyev, "Mustafa Kemal Atatürk ve Nahçıvan ", Beşinci Uluslarara­sı Atatürk Kongresi (25-29 Ekim 1 999 Türkistan-Kazakistan), C 2, Ankara, 2003, s. 1 1 30.

594 Azerbaycan'ın Sovyet Rusya'ya bağımlı olma nedenleri hakkında bkz. Hüse­yin Adıgüzel, Nerimanov, Milli Komünizmin Öncüleri, İstanbul, 2004, s. 229, 230, 270-273.

331

karar, l Aralık 1920'de Azerbaycan'ın komünist lideri Dr. Neri­man Nerimanav tarafından açıklanmıştır.m

Ancak Nahçıvan'a büyük önem veren Atatürk, Ruslar ile an­laşma yapmaya gönderdiği Yusuf Kemal Bey'e, "Nahçıvan Türk Kapısıdır. Bu hususu nazar-ı itibara alarak elinizden geleni yapı­nız, " emrini vermiştir.596 TBMM hükümetinin Bolşevik Ruslar­la yaptığı Moskova Antlaşması'nın ( 1 6 Mart 1921 ) 3. maddesi ile Nahçıvan vilayeti arazisinde Azerbaycan'ın himayesinde ve Azerbaycan'ın hiçbir devlete bırakmaması koşuluyla Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti'nin kurulmasına karar verilmiştir.597 Yusuf Kemal Bey Ankara'ya dönüp anlaşmayı Atatürk'e arz ederken "Muhterem Paşam! Nahçıvan üzerinde elden geleni yaptık, " de­yince Atatürk, " Yusuf Kemal Bey! Kapımız mevcudiyetini muha­faza ediyor, bizim için mühim olan budur, " cevabını vermiştir.m

27-28 Nisan 1920'de Azerbaycan Sovyet Cumhuriyeti ku­rulmuştur.599 Atatürk, Milli Mücadele yıllarında Azerbaycan'la dostça ilişkiler kurmuştur. 15 Ağustos 1920'de Memduh Şevket Bey'i Azerbaycan'a mümessil ve Yüzbaşı Ömer Lütfü Efendi'yi de askeri ateşe olarak atamıştır. 600 1921' de de Azerbaycan da İbrahim Ebilov'u temsilci olarak Ankara 'ya göndermiştir. 60 1 İb­rahim Ebilov, güven mektubunu TBMM Başkanı Atatürk'e su­narken şunları söylemiştir:

"Muhterem Gazi Hazretleri, Türkiye Büyük Millet Mecli­si Reisi ve şanlı ordusunun başkumandanı zat-ı alileri vasıtası ile Azerbaycan İçtimai Şura Hükümeti'nin ve Azeri Türklerinin kardeşlik selamını huzur-u alilerine müsaadenizle takdim ede-

595 Atnur, agm., s. 368. 596 faruk Sümer, "Mustafa Kemal Paşa: Nahçıvan Türk Kapısıdır", Türk Dünyası

Tarih Dergisi, 1992, s. 5, 6 . 597 Hacıyev, agm., s. 1 1 33; Adıgüzel, age., s. 305. 598 Sümer, agm., s. 6. 599 Mahir Aslan, Atatürk ve Azerbaycan Politikası, Trakya Üniversitesi, Sosyal

Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi (Yayımlanmamış), Edirne, 2008, s. 42. 600 Esin Dayı, "Atatürk ve Türk Dünyası", Atatürk 4. Uluslararası Kongresi (25-

29 Ekim 1999, Türkistan-Kazakistan) , C 1 , Ankara, 2000, s. 519; Ruşen Eşref Ünaydın, Anılar, İstanbul, 1 962, s. 153.

601 Adıgüzel, age., s. 290; Aslan, Atatürk ve Azerbaycan Politikası, s. 46.

332

rim . . . Rusya İnkılabı Kebiri sayesinde esaretten halas ve mu­ratlarına nail olan Azeri Türkleri bir vücut gibi Türk halkının şadanlığını kendi şadanlığı ve matemini kendi matemi bilerek son katre kanları kalıncaya kadar Türkiye'nin ve bütün şark mazlumlarının halas olması için aziz evlatlarını kurban etmek­ten vazgeçmezler . . . "602

TBMM Reisi Atatürk de kardeş Azerbaycan Cumhuriyeti'nin temsilcisi İbrahim Ebilov'a cevaben yaptığı konuşmada şunları söylemiştir:

" . . . Rumeli ve Anadolu halkı Azeri kardeşlerinin kalbi kendi kalbi gibi çarptığını bilirler. Bunun için getirdiğiniz tuhfei sela­mın ne kadar derin ve ali hissin eseri olduğunu takdir eder ve bu selamı alırken Azeri Türklerinin de bir daha esarete düşmemeleri ve hukuklarının payimal edilmemesi temenni ve arzusunu izhar eyler. Azeri Türklerinin dertleri kendi dertlerimiz ve sevinçleri kendi sevinçlerimiz olduğu için onların muratlarına nail olma­ları, hür ve müstakil olarak yaşamaları bizi pek ziyade sevindi­rir. Türk 'ün saadeti ve mazlumların halası yolunda Azerbaycan Türklerinin de kanını dökmeye amade bulunduklarına dair olan beyanatınız istilacılara karşı Türk 'ün ve mazlumların kuvvetini arttıran pek kıymettar bir sözdür . . . "603

1 8 Kasım 1 921 'de saat 1 3 .00'te yapılan büyük bir mera­simle, Ebilov'un ricası üzerine, Azerbaycan Sosyalist Sovyet Cumhuriyeti bayrağını Ankara Cebeci'deki temsilcilik binasına TBMM Reisi ve Başkomutan olarak bizzat Atatürk çekmiştir.604 Bu sırada yaptığı konuşmada da şunları söylemiştir:

"Aziz arkadaşımız Ebilov hazretleri; bugün Azerbaycan'ın istikla/ini temsil eden sancağı çekerken ellerimin birtakım hissi­yat ve teessürat ile müteharrik olduğunu duyuyorum; filhakika sancağı çeken benim ellerimdi. Fakat ellerimi tahrik eden bugün-

602 Betül Aslan, Türkiye-Azerbaycan İlişkileri ve İbrahim Ebilov ( 1920-1923), İs­tanbul, 2004, s. 1 84-186.

603 Bilal Şimşir, Atatürk ve Yabancı Devlet Başkanlan-I, Ankara, 1 993, s. 408. 604 Adıgüzel, age., s. 290; Aslan, Türkiye Azerbaycan ilişkileri ve İbrahim Ebilov,

s. 1 90.

333

kü bayramda manen müşterek olan bütün Türkiye halkının ha­kiki ve samimi kardeşlik hissiyatı idi . . . "605 Atatürk konuşmasını, "Milli hudutlarımız içinde özgür ve bağımsız yaşamak istiyoruz. ( . . . ) Rumeli ve Anadolu Türkleri, Azeri kardeşlerinin kendileri için besledikleri güzel duyguları bilirler. Yaşasın Türkiye Azer­baycan kardeşliği! " diyerek bitirmiştir. 606

Kardeş Azerbaycan, Kurtuluş Savaşı'nda Başkan Nerimanav eliyle Türkiye'ye maddi yardımda da bulunmuştur.607 Atatürk, 3 Mayıs 1920'de Doğu Cephesi Komutanı Kazım Karabekir Paşa'ya yazdığı bir mektupta, "Şu anda devlette bir kuruş para kalmadı. İçeride devlette para bulabileceğimiz bir kaynak da yok. Başka kaynaklardan para buluncaya kadar Azerbaycan hükümetinden en yüksek miktarda borç para almamız için gerekeni yapmanızı rica ederim, " demiş, Karabekir Paşa da gereğini yapıp Azerbaycan'dan borç para istemiştir.60B Atatürk ayrıca 1921 'de Nerimanov'a doğ­rudan bir mektup göndererek borç para istemiştir.609

Nerimanav, 23 Mart 1921 'de Atatürk'e gönderdiği cevabi mektupta şöyle demiştir:

"Paşam! Türk milletinde bir anane vardır; kardeş kardeşe borç vermez, kardeş her durumda kardeşin elinden tutar. Biz kardeş halklarız. Her zaman ve her şartta birbirimizin elinden tu ta cağız. Bugün yaptığımız bir kardeşin yaptığından başka bir şey değildir. "610

Nerimanav'un özel emri ile Azerbaycan hükümeti " Kardeş Türk halkına, yürüttüğü bağımsızlık savaşı müddetince her ay 62 sistern ve 3 vagon kerosin göndermeyi" taahhüt etmiştir.61 1

Bu çerçevede Azerbaycan hükümetinin TBMM hükümetine gönderdiği belli başlı yardımlar şöyledir:6 12

605 Aslan, Atatürk ve Azerbaycan Politikası, s. 48, 49. 606 Adıgüzel, age., s. 290. 607 Aslan, Atatürk ve Azerbaycan Politikası, 50, 5 1 . 608 Kazım Karabekir, İstiklal Harbirniz, C 3 , İstanbul, 1991 , s . 238. 609 Adıgüzel, age., s. 312, 313 . 610 age., s. 313 . 61 1 age., s. 3 1 2. 612 age., s. 3 12, 313 .

334

1 . Mayıs 1921 ile Ağustos 1922 arasında ayda 62 sistem petrol. 2 . 1 922'de 9 bin tondan fazla kerosin ve 350 ton benzin. 3 . 1 921 'de 500 kilo altın, (TBMM, bunun 200 kilosunu bütçe­

ye ayırmış, 300 kilosuyla silah ve mühimmat almıştır). 4. 1921 'de 30 sistem petrol, 2 sistem benzin ve 8 sistem yağ.6!3

Bu yardımlar sayesinde savaş boyunca Türkiye'de petrol sı­kıntısı çekilmemiştir. 614

Nerimanov, TBMM'nin açılışından duyduğu mutluluğu dile getirmek için 19 Ağustos 1920'de TBMM Başkanlığı'na bir mektup göndermiştir. "Emperyalizme karşı birlikte hareket et­mekten başka yolumuz yoktur, " diye başlayan mektubunu, bir­likte hareket edilmediği takdirde, "Ne sizin ne de bütün mazlum Doğu milletleri için hiçbir kurtuluş yolu kalmayacaktır" diye bitirmiştir.61 5 Nerimanov, Nisan 1921 'de bu sefer de TBMM'nin birinci kuruluş yıldönümünü kutlamak amacıyla TBMM Başka­nı Atatürk'e gönderdiği mektupta Türkiye'nin kısa sürede ka­zandığı başarılardan övgüyle söz edip Azerbaycan ve Türkiye dostluğuna vurgu yaptıktan sonra mektubunu, "Yaşasın Dev­rimci Türkiye! Yaşasın Sovyet Federasyonu ile Türkiye'nin dost­luğu!" diye bitirmiştir.6 16 Nerimanov yine 1921 'de Atatürk'e gönderdiği başka bir mektubunu, " Yaşasın Doğu Devriminin başkomutanı Mustafa Kemal Paşa!" diye bitirmiştir.6 1 7

i. ve II. İnönü savaşlarının kazanılması Azerbaycan'ı da çok sevindirmiştir. Nerimanov'un özel emriyle Azerbaycan Cum­huriyeti Dışişleri Bakanı Mirze Davut Hüseyinov, TBMM Baş­kanlığı'na çektiği telgrafta, "Emperyalizme karşı kazandığı bü­yük zaferden dolayı, kardeş Türk halkını, TBMM'sini ve onun reisi Mustafa Kemal Paşa'yı, Azerbaycan Sovyet Sosyalist Halk Cumhuriyeti adına kutluyor ve tebrik ediyoruz, " diyerek Azer-

6 1 3 Sistern: Azeri sıvı ölçü birimi. Kerosin: Petrolden elde edilen bir tür yakıt. 614 Adıgüzel, age., s. 3 1 3. 615 Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C 2, İstanbul, 1 974, S. 430; Adıgüzel,

age., s. 281 . 616 Adıgüzel, age., s . 278-280. 617 age., s. 289.

335

baycan halkının bu zaferin şerefine Türkiye'ye 30 vagon petrol, 2 vagon benzin, 8 vagon gazyağı gönderdiğini bildirmiştir. 6 i 8

Azerbaycan Devlet Başkanı Neriman Nerimanov'un Türk Milli Mücadelesi'ne en önemli katkılarından biri de TBMM ile Sovyet Rusya'nın yakınlaşmasında ve Sovyet yardımının Türkiye'ye ulaşmasında çok büyük bir rol oynamış olmasıdır.m

Kurtuluş Savaşı yıllarında elinden geldiğince Azerbaycan'ın bağımsızlığına vurgu yapan Atatürk, Cumhuriyet döneminde de Azerbaycan'la kültürel ilişkilere önem vermiştir. Örneğin 1 926'da Bolşevikler Azerbaycan'ı Latin alfabesine geçirince, Atatürk de 1928'de Türkiye'de Latin alfabesini kabul etmiştir. Böylece iki kardeş ülke arasındaki kültürel ilişkilerin zayıflama­sına engel olmak istemiştir.620 Atatürk'ün 1930'larda kurduğu Türk Tarih ve Dil kurumlarının ortak amaçlarından biri, tüm Orta Asya Türk halklarıyla olduğu gibi Azeri Türkleriyle de tarihsel ve kültürel derinlik kurulmasını sağlamaktır. İstanbul Üniversitesi'nde Türkoloji bölümünü, Ankara'da Dil ve Tarih­Coğrafya Fakültesi'ni kurdurmasında yine Asya'daki soydaş Türklerle köken birliğine, kültürel akrabalığa önem vermesi et­kili olmuştur.

Atatürk'ün mücadelesi sadece Türkiye'nin bağımsızlığı için verilmiş bir mücadele değildir; onun mücadelesi dünyanın her yerindeki tüm mazlum milletler için verilmiş bir mücadeledir. Atatürk'ün bağımsızlık mücadelesinden Azeriler de etkilenmiştir.

Prof. Dr. Ahmet Caferoğlu, 1965'te kaleme aldığı "Sağ ol Mustafa Kemal" başlıklı yazıda Atatürk'ün önderliğindeki "Milli Anadolu İstiklal Savaşı"nın Azerbaycan'ı da derinden etkilediğini şöyle anlatmıştır:

"Mustafa Kemal harekatı ve milli Anadolu İstiklal Savaşı bilhassa Azerbaycan Türklüğü için pek aziz idi. ( . . . ) Bolşevik işgaline ve şiddetli baskılarına rağmen, devrin Azeri edebiya-

6 1 8 age., s. 3 10, 312. 6 1 9 age., s. 285-307. 620 Necati Akder, "Ziya Gökalp'e Göre Dil İnkıliibı ve Ötesi", Türk Kültürü,

Atatürk Sayısı, Kasım 1 965, S. 37, s. 16, 2 1 .

336

tı 1 91 9-1 923 yılları Anadolu İstiklal Savaşı 'na gereken değeri vermiş, onu terennüm etmiştir. Geniş halk arasında ise Mustafa Kemal harekatına özenilerek, defalarca kıyam edilmiş, isyanlar çıkartılmış, fakat maalesef her defasında çok ağır kayıplarla, istilacılar tarafından bastırılmıştır. Bilhassa 1 923 yılı Musta­fa Kemal zaferinden ilham alan Kafkasya cumhuriyetlerinden Azerbaycan, Gürcistan ve Kuzey Kafkasya üçlüsü aynı tarihler­de müşterek bir kurtuluş isyanına hazırlanmış, lakin Gürcistan aydınlarına karşı müstevlilerce yapılan çok acılı katliam üzerine, bu isyan teşebbüs halinde kalmıştır. Fakat Kemalizm ülküsü bu­güne kadar sönmemiştir ve sönmeyecektir. "621

Özetle: Atatürk Nahçıvan'ı "Türk kapısı" olarak görmüş ve kay­

bedilmemesi için mücadele etmiştir. Nahçıvan ve Zengezur'u Ermenistan'a "hediye eden" veya "satan" Atatürk değil, Sovyet Ermenistanı'yla iyi ilişkiler kurmak isteyen Azerbaycan Komü­nist Partisi'dir. Buna karşın Atatürk, Sovyet Rusya ile yapılan Moskova Antlaşması'yla Nahçıvan'ın Azerbaycan'a bağlı kal­masını sağlamıştır.

Atatürk eğer "fesli delinin" iddia ettiği gibi Nahçıvan'ı Er­menilere, Azerbaycan'ı Ruslara "satmış" olsa -sanki böyle bir hakkı ve yetkisi varmış gibi- 1920, 1921 yıllarında Türkiye Azerbaycan'a, Azerbaycan Türkiye'ye karşılıklı elçiler gönde­rir miydi? Azerbaycan Sovyet Cumhuriyeti'nin Devlet Başkanı Neriman Nerimanov, defalarca Türk Milli Mücadelesi'nden ve o mücadelenin önderi Mustafa Kemal Atatürk'ten övgüy­le söz eder miydi? Aynı Nerimanov, TBMM ile Sovyet Rusya ilişkilerinin güçlenmesi için büyük çaba harcar mıydı? Atatürk, Azerbaycan'dan Milli Mücadele'ye maddi yardım isteyebilir miydi? Nerimanov Türkiye'ye gazyağı, petrol ve altın yardımı yapar mıydı?

621 Ahmet Caferoğlu, "Sağ ol Mustafa Kemal", Türk Kültürü, Atatürk Sayısı, Ka­sım 1 965, S. 37, s. 82, 83.

337

YALAN 16

ATATÜ RK VE ALİ ŞÜ KRÜ B EY C İ NAYET İ

"Ali Şükrü Bey'i Atatürk Öldürtmüştür! "

Atatürk ve Ali Şükrü Bey'in (Trabzon milletvekili ) birbirle­rinden pek hoşlanmadıkları doğrudur. Zaman zaman Meclis'te münakaşa ettikleri de görülmüştür. Örneğin 6 Mart 1 923'te Lo­zan görüşmelerinin tartışıldığı Meclis toplantısında Atatürk elle­ri cebinde ve sinirli bir şekilde Ali Şükrü Bey'in üzerine yürümüş, milletvekilleri birbirine girmiş, BMM İkinci Başkanı Ali Fuat Paşa elindeki çanı milletvekillerinin arasına fırlatıp oturuma ara vermek zorunda kalmıştır.

Sakarya Savaşı'ndan sonraki kritik dönemde bir gün Ali Şükrü Bey, Meclis'te İngiliz İmparatorluğu'nun gücünden söz edip bazı İngiliz dergilerini okuyunca, Meclis'in moralinin bo­zulduğunu gören İhsan Bey, Ali Şükrü Bey'e müdahale etmiş, iş dövüşmeye kadar gitmiştir. Ali Şükrü Bey'in bu konuşmasını hiç beğenmeyen Atatürk de o gece Keçiören'de Kılıç Ali'nin evinde bu konuya değinerek, "Böyle konuşan insanlar gerçekten dövül­meye layıktırlar, " demiştir.622

Ali Şükrü Bey, Atatürk'e düşman değil, muhalif bir vatanse­verdir. Meclis Matbuat Müdürü Feridun Bey ile yaptığı bir ko­nuşmada Atatürk ile aralarında bir düşmanlık olmadığını, bazı

622 Turgut, Atatürk'ün Sırdaşı Kılıç Ali'nin Anılan, s. 1 92, 1 93.

339

ara bozcuların kendisini Atatürk ile karşı karşıya getirmek iste­diğini, fakat Atatürk'ün de buna fırsat vermediğini ifade etmiş­tir. Şu sözler Ali Şükrü Bey'e aittir:

" . . . Yoksa ben Paşa'yı bilirim. Benim dobra dobra konuşuş­lartma, hatta bazen ölçüyü aşarak çok şiddetli tenkitler yapışıma hiç kızmaz. Bilakis kaç defa kızacağını tahmin ettiğim halde om­zumu okşayarak, 'Aferin, Ali Şükrü! Çok isabetli mütalaalarda bulundun, ' diye takdir ve iltifatlarda bulunmuştur . . . "623

Meclis'te Lozan görüşmelerinin tartışıldığı günlerde 27 Mart 1 923'te ortadan kaybolan Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey'in öldürüldüğü anlaşılmıştır. Cinayetin Atatürk'ün muhafızı Topal Osman tarafından işlendiği sonucuna varılmıştır. Muhalifler, Ali Şükrü Bey'i Atatürk'ün öldürttüğünü iddia etmişlerdir. 10 Nisan 1923'te Trabzon'da toprağa verilen Ali Şükrü Bey'in cenaze tö­reni, muhaliflerin Atatürk'e saldırması için çok uygun bir ortam yaratmıştır. Örneğin Ali Şükrü Bey'in cenazesine katılan Faik Ahmet Bey, cinayetin faili olarak Atatürk'ü göstermiştir.

Trabzon Milletvekili Nabizade Hamdi Bey'e kulak verelim: "Sonra cenazeyi Belediye Meydanı'na naklettik. Meydanda

Trabzon İttihat ve Terakki Başkanı Hacı Ahmet Barutçu'nun oğlu Faik Ahmet Barutçu çektiği nutukta sık sık Çankaya ka­tilleri diye bar bar bağırıyordu. Bununla, Topal Osman'ın Ali Şükrü'yü öldürüşünün Çankaya'nın emrinde olduğunu kastedi­yordu. Bu hususta Atatürk 'ün düşüncelerini ve olayların içinde anbean yaşamış bir insan olarak tarih önünde tekrarlıyorum ki, Atatürk bu olayın tam karşısında oldu ve Topal Osman'ın yap­tığının acısını çekti. "624

Çakıroğlu Hüseyin, Atatürk'e sert muhalefet nedeniyle Ali Şükrü Bey'in öldürülmesinin teklif edildiğini, ancak Atatürk'ün bu teklifi çok sert ve kesin bir dille reddettiği ni anlatmıştır. Ata­türk, kendi ifadesiyle, fikirlere kaba kuvvetle değil, fikirlere fikir­le karşılık vermek gerektiğine inanmış biridir. Falih Rıfkı Atay'ın

623 feridun Kandemir, Cumhuriyet Devrinde Siyasi Cinayetler, İstanbul, 1 955, s. 3-6. 624 Ümit Doğan, Mustafa Kemal'in Muhafızı Topal Osman ve Ali Şükrü Bey

Cinayeti'nin Gizli Kalmış Gerçekleri, Ankara, 2014, s. 302, 303.

340

deyişiyle, "Atatürk, ıttihat ve Terakki devrinde dahi komitacı­lık etmemiş, ÖLD ÜR ÜCÜL ÜK YOLUNU HiçBIR ZAMAN DOCR U B ULMAMıŞ, bi/akis 1 909 Selanik Kongresi'nden son­ra kendisi komitecilerin idam tehdidine uğramıştı. Hiç KIM­SENIN CANıNA KıYıLMASıNı R ÜYASıNDA BILE GÖ­RENLERDEN DECILDI."625 Öyle ki, birkaç defa kendisini öldürmek isteyen Çerkez Ethem'i bile ortadan kaldırmayarak Milli Mücadele'yi kazanmanın yoııarını aramıştır.

Ayrıca Atatürk, her şeyden önce, kendisine karşı Meclis içi muhalefetin önemli isimlerinden biri durumundaki Ali Şükrü Bey'i öldürtecek kadar aptal değildir. Ayrıca Kılıç Ali'nin dediği gibi, "Meclis'te muhalefeti o kadar ileri götüren, öyle ele avuca sığmayan milletvekilleri vardı ki, Ali Şükrü Bey onların yanında bin kez zemzemle yıkanmış gibiydi. Onun için öldürülmesinde (Atatürk açısından) siyasi bir kasıt söz konusu olamazdı. "626 Da­hası böyle bir iş için zaman uygun değildi. Cinayetin işlendiği günlerde Lozan görüşmeleri yarım kalmış, Türk heyeti yurda dönmüştür. Meclis'te şiddetli Lozan tartışmaları yapılmakta­dır. Bu tartışmalarda muhalefetin güçlü sesi Ali Şükrü Bey sıkça Atatürk'le de tartışmaktadır. Yeniden savaş tehlikesi beIirmiş­tir. Ordu yorgun ve perişandır. Atatürk'ün aklı fikri Lozan'da, kalıcı barışın sağlanmasında, tam bağımsızlığın gerçekleştirilme­sindedir. Olmazsa, her şeyi göze alıp İngilizlerle savaşacaktır. Bunun için halkı, orduyu ve Meclis'i hazırlaması gerekmektedir. İşte o günlerde Atatürk gibi çağını aşmış bir strateji dehasının İkinci Grup'un ateşli milletvekillerinden biri durumundaki Ali Şükrü Bey'i öldürtmesi; üstelik bu işi Muhafız Komutanı Topal Osman'a yaptırması akıl karı değildir.627 Atatürk, iç ve dış muha­lefetin kabardığı o kritik günlerde böyle bir cinayetin kendi üze­rine yıkılacağını, bu nedenle Meclis'teki muhaliflerce ağır şekilde suçlanacağını, sonuçta ülkenin geleceğinin tehlikeye düşeceğini düşünemeyecek kadar strateji bilmeyen biri de değildir. Böyle bir

625 Atay, Mustafa Kemal'in Mütareke Defteri, s. 91 . 626 Turgut, age., s . 1 93. 627 Doğan, age., s. 303.

341

cinayetin Lozan imzalanmadan, cumhuriyet ilan edilmeden, dev­rimler yapılmadan önce muhaliflere Atatürk'ü devirme veya en azından Atatürk'ün itibarını sarsma imkanı vereceği çok açıktır. Nitekim cinayet, muhalefet tarafından hemen Atatürk'ün üzerine yıkılmak istenmiştir. Soruşturma Atatürk'e uzanmış, İstinaf Mah­kemesi Savcısı Ankaralı İbrahim Bey ile Ankara Polis Müdürü Çerkez Neşet Bey köşke giderek Atatürk'ün ifadesini almışlardır. Kılıç Ali'nin ifadesiyle, "Ancak ısrarla yapılan soruşturmaya rağ­men sorunun dedikodudan başka bir şey olmadığı" anlaşılmıştır. Yargılamalar sonunda cinayet aydınlanmış, Topal Osman'ın suç ortağı Mustafa Kaptan da 5 yıl kalebentliğe mahkum edilmiştir.628 İşin ilginç yanı, bu cinayet soruşturması, muhalif gruba yakın Rauf Bey tarafından yapılmıştır. Tahkikatı yürüten Ankara Polis Müdürü Neşet Bey de muhalif eğilimlidir.629

Sonuçta, yaygın kanaatin aksine Ali Şükrü Bey'i Atatürk öldürtmemiştir. Bu bir "alternatif tarih" dedikodusudur. İngi­liz istihbarat raporlarında bile Ali Şükrü Bey cinayeti nedeniyle Atatürk'ün suçlanamayacağı yazılıdır. İstanbul'daki İngiliz Yük­sek Komiseri Rumbold'un Lord Curzon'a gönderdiği 3 Nisan 1923 tarihli raporda bu konuda şu bilgilere yer verilmiştir:

"Ankara'da son olaylar. Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, 27 Mart'ta kayboldu. 1 Nisan'da cesedi bulundu. Ertesi gün katil olduğu anlaşılan Laz çete başı Osman Ağa jandarma tarafından vuruldu. Bu olayda Mustafa Kemal veya Ankara'nın herhangi bir devlet adamı suçlanamaz. Bu aslında Lazlar arasında bir kan davası olayıdır. Muhalefet ayağa kalktı. Mustafa Kemal ve taraftarları, durumu kendi lehlerine çevirme düşüncesiyle iki ay içinde genel seçimlere gitmeye karar verdiler. "630

Bu arada şu kadarını da belirteyim ki, Ali Şükrü Bey cina­yetini "Lazlar arası bir kan davası" olarak açıklayan İngilizler Padişah Vahdettin'i ve Meclis içindeki bazı muhalifleri -ki ara­larında Atatürk'ün yola birlikte çıktığı bazı silah arkadaşları da

628 Turgut, age., s. 1 93. 629 age., s. 193. 630 Şimşir, Lozan Günlüğü, s. 462.

342

vardır- kullanarak Atatürk'e Meclis içi bir sivil darbe yapmak istemişler; bunun için her türlü komploya başvurmuşlardır. Ali Şükrü Bey cinayeti de bu tür komplolardan biridir.

Topal Osman'ı iyice doldurup Ali Şükrü Bey'in üzerine sü­renler veya Ali Şükrü Bey'i öldürüp cinayeti Topal Osman'ın üzerine yıkanlar, her şeyi en ince ayrıntısına kadar planlamış­tır: Ali Şükrü Bey'in Meclis'teki ateşli muhalefeti, zaman zaman Atatürk'e silah çekmeye kadar varan kontrolsüz tavırları ve Atatürk'ün, "böyle konuşan insanların dövülmeye layık oldu­ğu " yönündeki sözleri Topal Osman'ın Ali Şükrü Bey'e karşı öf­kesini iyice kabartmıştır. Topal Osman'a, cinayetten birkaç gün önce de Ali Şükrü Bey'in Atatürk'ü öldürtmek istediği söylen­miştir.631 Buna fena halde hiddetlenen Topal Osman, "Ali Şükrü Bey bu düşüncede ise, bunlar günün birinde Gazi'ye mutlaka bir kötülük yapabilirler. Buna meydan vermeyeyim, ben onları tepeleyeyim, " diyerek harekete geçmiştir.632

Bu arada ilginç bir yalana daha değinelim! Ali Şükrü Bey'i Topal Osman'ın öldürdüğüne kanaat geti­

rildikten sonra hakkındaki yakalama kararını duyan Topal Os­man, güya bu sefer de Atatürk'ü öldürmek amacıyla Çankaya Köşkü'nü basmış ( ! ) Atatürk'ü bulamayınca öfkelenerek içeride ne bulduysa kırıp dökmüştür!

Ancak Çakıroğlu Hüseyin, Haliloğlu Rasim, Kılıç Ali, Sa­lih Bozok gibi olayın tanıklarının anlattıkları, Topal Osman'ın Atatürk'ü öldürmek amacıyla değil -Atatürk'ün öldürüleceğini duyup- korumak amacıyla adamlarını Çankaya Köşkü'ne gön­derdiğini; kendisinin ise Çankaya sırtlarında çatışmada vuruldu­ğunu göstermektedir. "Osman Ağa'nın Mustafa Kemal Paşa'yı öldürmek maksadıyla Çankaya Köşkü'nü bastığı bilgisi hiçbir

631 Başlangıçta Ali Şükrü Bey'!e Topa! Osman'ın arası açıktır. Ancak Sakarya Savaşı'ndan sonra Ali Şükrü Bey birdenbire Topal Osman'la arkadaş olmuş, birlikte gezmeye, oturup sohbet etmeye başlamışlardır. Kılıç Ali'nin şu sorusu hala tam olarak yanıtlanmış değildir: "Dostluk ilişkileri bu kadar ilerlemişken bu olay nasıl olmuştu? Bu nokta benim için çözülmemiş bir sır olarak kaldı. " (Turgut, age., s. 1 95. )

632 Turgut, age., s. 1 95, 1 96.

343

ciddi kanıta dayanmadığı gibi, bu olaydan yola çıkılarak yapılan ve Mustafa Kemal Paşa'yı işin içine çekmeye çalışan yorumlar da ikna edici olmaktan uzaktır. "633

Buna rağmen İpek Çalışlar "Latife Hanım " adlı romanında Topal Osman'ın Çankaya Köşkü'nü bastığını; Atatürk'ün çar­şaf giyip köşkü terk ederek kurtulduğunu yazmıştır. Çalışlar bu gerçekdışı ve gülünç iddiasını Latife Hanım'ın kız kardeşi Vecihe Hanım'ın anılarına dayandırmıştır.634 Oysaki Atatürk, bırakın Muhafız Alayı Komutanı Topal Osman'dan kaçmayı, kendisini öldürmek için istasyondaki evini basan Çerkez Ethem'den bile kaçmamıştır.635

Birincisi: Topal Osman'ın Atatürk'ü öldürmek için köş­kü basmak gibi bir çılgınlık yapmasına hiç gerek yoktur. Eğer Atatürk'ü öldürmek istemiş olsa, köşkteki adamlarından birine bunu yaptırması mümkündür. ikincisi: Salih Bozok ve Teornan Alpaslan'ın dedesi gibi tanıkların anlatımına göre çatışmanın ol­duğu gün Latife Hanımlar köşkte değildir.636

Ümit Doğan'ın -benim de önsözünü yazdığım- "Mustafa Kemal'in Muhafızı Topal Osman, Ali Şükrü Bey Cinayeti'nin Gizli Kalmış Gerçekleri" adlı kitabındaki şu değerlendirme, Ali Şükrü Bey cinayetini aydınlatan bir değerlendirmedir:

"Ali Şükrü Bey'i ortadan kaldıranlar. Mustafa Kemal Pa­şa'yı devirerek yerine geçmeyi düşünmüş olmalıdırlar. Çün­kü olaylar sonunda hem Osman Ağa'yı hem de iktidar yolun­da Mustafa Kemal Paşa'dan sonra kendilerine en güçlü rakip olarak gördükleri Ali Şükrü Bey'i ortadan kaldırmışlar, ayrıca cinayeti de Osman Ağa'ya yıkarak şüpheleri Mustafa Kemal Paşa'nın üzerine çekip onun siyasi otoritesini sarsmak istemiş­lerdir. Nitekim, Mustafa Kemal Paşa, İstinaf Mahkemesi Savcısı ıbrahim Bey ve Polis Müdürü Neşet Bey'e cinayet ile ilgili ifade vermiş, Trabzon basınının ve Ikinci Grup milletvekillerinin cina-

633 Doğan, age., s. 305. 634 Çalışlar, Latife Hanım, s. 56. 635 Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s. 276, 277. 636 Doğan, age., s. 306.

344

yet suçlamalarına maruz kalmış, hatta bazı mebuslar onun hak­kında tevkif müzakeresi çıkarmaya bile teşebbüs etmişlerdir. Bu gelişmeler sonucunda Mustafa Kemal Paşa oldukça zor günler geçirmiştir. Bu bağlamda Ali Şükrü Bey cinayeti ve sonrasında yaşananları 'henüz Cumhuriyet kurulmadan Mustafa Kemal Paşa'yı koltuğundan indirmek için yapılmış bir darbe girişimi' olarak değerlendirebiliriz. "637

Ali Şükrü Bey cinayetiyle Atatürk'e kurulan pusu sonuçsuz kalmış; Atatürk, Cumhuriyet'in kuruluş aşamasında muhalif­lerin bu büyük tuzağına düşmemeyi başarmıştır. Bunun üzeri­ne Atatürksüz bir Türkiye düşleyenler ondan kurtulmak için doğrudan bedenini ortadan kaldırmaya karar vermişlerdir. Bu amaçla üç yıllık bir hazırlıktan sonra 14 Haziran 1 926'da İzmir Suikastı'nı gerçekleştirmek istemişlerdir. Ancak suikastçıları bir motorla Sakız Adası'na götüren Giritli Şevki'nin ihbar mektu­buyla bu hain plan da sonuçsuz kalmıştır. İşin ilginç yanı, tıpkı üç yıl önceki Ali Şükrü Bey cinayeti gibi bu iş de aslında yine Meclis içi muhalif gruplara uzanmaktadır.

1 923'teki Ali Şükrü Bey cinayetinde dönemin hassas koşul­ları nedeniyle cinayetin ardındaki gizli eli ve kendisine yönelik darbe planını açığa çıkartacak bir girişimde bulunamayan Ata­türk, 1 926'daki İzmir Suikastı'nda Türk Bağımsızlık ve Aydın­lanma Savaşı'nın devrimci lideri olarak olayın üzerine gidip kirli planı açığa çıkartmıştır. Sonuçta aralarında Kazım Karabekir gibi bazı silah arkadaşlarının da olduğu çok sayıda kişi yargı­lanmış, 1 9 kişi idarna, bazı kişiler de hapis ve sürgün cezalarına çarptırılmıştır.

1 923'te Ali Şükrü Bey cinayetiyle ve 1 926'da İzmir Suikas­tı'yta etkisiz hale getirilmek istenen Atatürk, İzmir Suikastı'ndan sonra kendisini etkisiz hale getirmek isteyenleri etkisiz hale ge­tirmiştir.

Anlayacağınız Atatürk bu ülkeyi kurarken sadece işgalciler­le mücadele etmemiştir.

637 age., s. 307.

345

YALAN 17

ATATÜ RK'Ü N SOYAGAC I

"Atatürk Türk Değildir!" "Atatürk'ün Soyu Sopu Belli Olmadığı İçin

Soyağacı Çıkartılamıyor!" "Atatürk'ün Soyu Devam Etmemiştir!"

Atatürk'ün soyuyla sopuyla ilgili çirkin iddiaların kaynağı Rıza Nur'un "Hayat ve Hatıratım " adlı kitabıdır. Rıza Nur'un bu çirkin iddialarına "Atatürk ile Allah Arasında " adlı kitabım­da cevap vermiştim.638

Atatürk'ün soyağacı ortadadır. Bu konuda çok bilgi, çok ki­tap vardır. Örneğin daha 1958 yılında Enver Behnan Şapolyo "Ke­mal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi" adlı kitabında Atatürk'ün baba ve anne soyunu iki ayrı soyağacı üzerinde göstermiştir.639 1987 yılında Burhan Göksel, "Atatürk 'ün Soy Kütüğü Üzerine Bir Çalışma "64o adlı kitabında ve son olarak 2014 yılında Mehmet Ali Öz, "Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Gazi Mustafa Kemal Atatürk 'ün Soy Kütüğü" adlı çalışmasında arşiv belgelerine dayalı olarak Atatürk'ün anne ve baba soyunu gözler önüne sermiştir.641

638 Bkz. Sinan Meydan, Atatürk ile Allah Arasında, Bir Ömrün Öteki Hikayesi, 8. bas., İstanbul, 2014, s. 1 002 vd.

639 Şapalya, Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, s. 568-569, 584-585. 640 Bkz. Burhan Göksel, Atatürk'ün Soy Kütüğü Üzerine Bir Çalışma, Ankara, 1 987. 641 Mehmet Ali Öz, Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Gazi Mustafa Kemal

Atatürk'ün Say Kütüğü, Eylül 2014, s. 6 1 , 1 65.

347

Atatürk, 1 924 yılında Bayındırlık Bakanı olan kuzeni Süley­man Sırrı Bey ile birlikte soyağacını hazırlamıştır. Bu soyağacı da NTV Tarih dergisinin Kasım 2009 sayısında yayımlanmıştır. Söz konusu soyağacı basına da yansımış; "Atatürk'ün Soyağacı 85 Yıl Sonra Yayımlandı ", diye haberlere konu olmuştur 642

Ayrıca Atatürk'ün soyundan sopundan kime ne! Önemli olan soy sop değil, bir insanın mensubu olduğu millete ve in­sanlığa ne kadar hizmet ettiğidir. Ancak Atatürk düşmanı bazı dinciler ve faşistler, gerçekleri çarpıtıp soyu sopu üzerinden Atatürk'e saldırmışlardır.

Meraklısına söylüyorum! Atatürk Yörükffürkmen köken­lidir. Kılıç Ali anılarında "Yörük Kökenliydi" başlığı altında bu gerçeği a yrıntılandırmıştır. 64J

Arşiv belgelerine göre de Atatürk'ün baba soyu Kızıloğuz (Kocacık) Türkmenlerine dayanmaktadır.644 Atatürk'ün babası Ali Rıza Efendi'nin dedeleri Konya Karaman veya Aydın Söke'den göçürülüp 1 830'larda önce Vidin, Serez, sonra Selanik'e yerleşti­rilmiştir. Ali Rıza Efendi'nin babası, yani Atatürk'ün baba tara­fından dedesi Firari Şeyh (Kırmızı Hafız) Ahmet'tir.645 Mehmet Ali Öz'ün ifadesiyle "Atatürk, Selanik Mevlevihanesi Şeyh i Ah­med Efendi'nin torunudur".646

Atatürk'ün annesi Zübeyde Hanım ise büyük olasılıkla Fa­tih Sultan Mehmed döneminde Konya Karaman'dan Rumeli'ye göçürülüp iskan edilen Konyarlar adlı yörüklerdendir. Meh­met Ali Öz, Osmanlı arşiv belgelerine dayalı olarak Zübeyde Hanım'ın Selanikli Nakipzadelere mensup olduğunu ileri sür­müştür. Öz'e göre, "Mustafa Kemal Atatürk 'ün annesi Zübeyde Hanım Barakl, köyünde doğmuştur. Karakeçili aşiretine ait bir

642 "Atatürk'ün Soy Ağacı 85 Yıl Sonra Yayımlandı", Hürriyet, 2 Kasım 2009, s. 4. 643 Turgut, age., s. 501 . 644 Ayrıntılar için bkz. M. Tayyip Gökbilgin, Rumeli'de Türkler ve Yörükler, Ta­

tarlar ve Evlad-ı fatihan, C I , İstanbul, 1 957. 645 Şapolyo, age., s. 569; Hüseyin Şekerdo(tlu, "Atatürk'ün Soy ve Sülalesi Hak­

kında Anadolu'da Yaptılım Çalışmalar", Türk Kültürü, S. 145, s. 7; Göksel, age., s. 1 9; Ali Güler, Bir Dihinin Hayatı, "Atatürk'ün Soyu, Sopu, Ailesi, Öğrenimi," Istanbul, 2000, s. 9.

646 Öz, age., s. 63.

348

Türkmen cemaati adı olan Baraklı köyü, Zübeyde Hanım'ın ata­larının Sarıgöl ve çevresinde iskan edilen Karakeçili ve Sarıkeçili Türkmenlerinin yerleştikleri köydür. "647

Zübeyde Hanım'ın babası, yani Atatürk'ün anne tarafından dedesi Sofuzade Feyzullah Efendi'dir.648

Atatürk'ün soyağacındaki bazı karışıklıkların ve eksiklikle­rin nedeni, Atatürk'ün soyunun, sopunun belli olmamasıyla değil, Osmanlı'da soy kütüğüne önem verilmemesiyle ilgilidir. Şevket Süreyya Aydemir'in ifadesiyle, "Bu şecere kesikliğini Türkler için (Atatürk için) bir eksiklik veya yadırganacak bir durum olmaktan ziyade geleneksel bir hal alarak kabul etmek daha doğru olur. Bu hal hükümdar saraylarında bile böyleydi. Padişah olabilecekler­den gayrısının, hele kızların doğum veya ölümleri vakanüvis ka­yıtlarına bile pek geçmezdi. Hatta daha eski Türklerde adsızlık bir 'ad'dı. Adsız, adını kendi yapmakla övünürdü . . . "649

Armstrong, 1932'de yayımladığı "Bozkurt Mustafa Kemal" adlı kitabında Atatürk'ün Türk olmadığını iddia etmişti. Ata­türk bu iddiaya -Necmettin Sadak'a dikte ettirdiği- şu cevabı vermiştir: "Bilmiyor ve kasten bilmek istemiyor ki, MUSTA­FA KEMAL, ANA VE BABA ATALARI HAS TÜRK OLAN, KANI KARIŞMAMIŞ ÖZ TÜRK EVLATLARIDIR. "650

Selanik'te doğup büyümesi nedeniyle "Selanik Yahudi diya­rıdır. Dolayısıyla Atatürk de büyük ihtimalle Yahudidir! " biçi­mindeki dedikoduları duyan Atatürk, bir gün bu dedikodulara da şöyle cevap vermiştir:

"Benim için bazı kimseler Selanik 'te doğduğumdan, Yahu­di olduğumu söylemek istiyorlar. Şunu unutmamak lazımdır ki, Napoleon da Korsikafı bir İtalyandı. Ama Fransız olarak öldü ve tarihe Fransız olarak geçti. İnsanların içinde bulundukları cemi­yete çalışmaları lazımdır. "651

647 age., s. 1 79. 648 Şapolyo, age., s. 584, 585; Aydemir, age., s. 32, 33; Göksel, age., s. 6; Güler,

age., s. 32; Öz, age., s. 1 77. 649 Aydemir, age., s. 34. 650 Sad i Borak, Atatürk'ün Annstrong'a Cevabı, İstanbul, 2004, s. 47. 651 Turhan Gürkan, Atatürk'ün Uşağının Gizli Defteri, İstanbul, 1 971 , s. 30, 31 .

349

1 993 yılında gazeteci Altan Araslı'nın Milliyet gazetesinde yayımlanan "Atamız Yörük Türkmeni" başlıklı haberi. Haberde şöyle denilmiştir: "Kocacıklarla yapılan konuşmalar da göstermektedir ki, Atatürk'ün

baba soyu hakkında nakledilen bilgiler doğrudur ve bunlar köydeki yaşlı insanlar tarafından haıa canlı bir şekilde hatırlanıp, anlatılmaktadır. Ayrıca, bugün yaşayan Kocacık köylülerinde de "Yörük Türkmen ve

Oğuz olma bilinci var. "

350

Atatürk, Türk olarak doğmuş olmaktan, Türk ulusuna men­sup olmaktan, Türk ulusunun bağımsızlığı ve çağdaşlığı için mü­cadele etmekten derin bir haz duymuştur. "Esas olan Türklük­tür, " diyecek kadar kendini Türk hisseden, "Ne mutlu Türküm diyene, " diyerek Türklüğüyle gurur duyan, "Benim, Türk mil/e­tine, Türk Cumhuriyeti'ne, Türklüğün istikbaline ait ödevlerim bitmemiştir. Siz onları tamamlayacaksınız. Sizden sonrakilere benim sözümü tekrar ediniz, "652 diyerek Türklük mücadelesini sürekli kılmaya çalışan Atatürk'ün soyunu, sopunu; Türklüğünü sorgulamak, tartışmak ancak aptalların işi olabilir.

Atatürk'ün Türkçülüğü de her türlü ırkçılığa karşı kültür temelli, aidiyet duygusunu esas alan birleştirici, bütünleştirici, en önemlisi de laik ve demokratik bir Türkçüıüktür. Bu Türkçülük­le beslenen Atatürk milliyetçiliği de ortak vatan, ortak dil, ortak kültür esaslıdır. "Ülkü birliğine" ve "birlikte yaşama kararlılı­ğına" dayanır. Atatürk bunu, "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir, " biçiminde formüle etmiştir.

Bu arada Atatürk'ün soyu kesilmemiş, devam etmiştir. Atatürk'ün yaşayan akrabaları vardır.m 2005 yılında Yeni Ak­tüel dergisine "Atatürk 'ün Yaşayan Akrabaları " başlıklı yazı okuyucuya şöyle sunulmuştur: "Uzun yıllar sadece baba Ali Rıza Efendi ve anne Zübeyde Hanım'la, kız kardeş Makbule'den haberdardık. Gerçekten de öteki kız kardeş Naciye'yi saymazsak ailenin o kolu bununla sınırlı. Ama bir de Atatürk 'ün amcasının alt soyu var. Çok geniş ve hala da genişliyor. Onların yaşayan­larının bir bölümüne ulaştık. Böylece Atatürk'ün soyağacı biraz daha dal/andı. "654

Ayrıca akrabalarının olup olmaması neyi değiştirir? Ata­türk'ün akrabaları vardır, ama onun devleti soyan akrabaları yoktur! Bence asıl önemli olan budur.

652 Gündüz, Atatürk çağı ve Zihniyeti, s. 216, 221 . 653 Murat Bardakçı, "Atatürk 'ün Bilinmeyen Çok Yakın Akrabaları ", Habertürk,

8 Kasım 2009; Devran Perihan, Özcan Tüzüner, "Atatürk 'ün Yaşayan Akraba­ları", Yeni Aktüel, 30 Ağustos-5 Eylül 2005, S. 7, s. 20-28; Öz, age., s. 152 vd.

654 Yeni Aktüel, s. 20.

351

u... ..... __ .. R .. E_ ...... _H_" k:ı ....... "_Io'''' _ � '''' - .......... -.. ..,. .. ,......... - . -�_ ...... .."., "' do',..rı ...... _ oIı .... .... ÇoI\"",,,, ı.-. "',..,.,.. O .,. �n l* _ _ � � ___ tıo.., .... - , ... _ ­............ o:ı. �--..ı Yeni Aktüel, 30 Ağustos-5 Eylül 2005, S. 7: Haberde Atatürk 'ün bugüne

uzanan soy ağacına yer verilmiştir.

352

, _o '

YALAN 1 8

ATATÜ RK V E LAT İ F E HAN ı M AYRı llGI

"Latire Hanım'ın Atatürk'ten Ayrı/ma Nedeni, Atatürk 'ün Yan/ış Davranış/arıdır!"

Bu yalanın temel kaynağı, Rıza Nur'un "Hayat ve Hatıra­tım " adlı deli saçması kitabıdır. Atatürk, Latife Hanım ayrılığını "Atatürk'ün cinsel tercihlerine" kadar indirgeyen Rıza Nur'un yobaz takipçileri, ısrarla Latife Hanım'ın Atatürk'ten ayrıldığı­nı iddia etmişlerdir. Ancak gerçekte Latife Hanım Atatürk'ten değil, Atatürk Latife Hanım'dan ayrılmıştır. Latife Hanım, Atatürk'le arasının açık olduğu günlerde Salih Bozok'a yazdığı mektuplardan birinde bu gerçeği şöyle itiraf etmiştir: "Git, paşa ile görüş. Ben kocamdan eminim. Çünkü kadirşinastır. Yüksek ruhludur. İnsandır. Aramızdaki gerginliğe bir son vermesini gü­zel bir geçmişin vereceği kuvvetle rica et . . . Bir haftadır uykusuz, gıdasız, idama mahkumum. Nedeni çocukluk! Oysa çocuklar bu ağır cezadan muaftır. "655 Görüldüğü gibi Atatürk-Latife Hanım ayrılığının nedeni, kendi ifadesiyle, Latife Hanım'ın çocukluğu­dur. Latife Hanım'ın çocukça davranışları zamanla şiddetli ge­çimsizliğe yol açmıştır.

655 "Atatürk 'ün 40 Yıl Yanından AYITmadlğl Salih Bozok 'un HatITalaTl", Milliyet, 1 9-23 Kasım 1 979, 10-14. bölümler; Görgülü, age., s. 82.

353

o günlerin canlı tanığı Kılıç Ali anılarında Atatürk'ün latife Hanım'la evliliğinin nasıl başlayıp nasıl bittiğini ayrıntılı olarak anlatmıştır.

Kılıç Ali'ye kulak verelim: "Gazi'nin Latife Hanım'dan ayrılışının üzerinden yıllar geç­

mişti. Bir İstanbul seyahati sırasında bir akşam, Dolmabahçe Sarayı'nın balkonunda oturuyorduk. Tanınmış bir iki gazeteci eşleriyle birlikte Gazi'nin konuğu olarak orada bulunuyorlardı. Sofraya henüz oturulmamıştı. Söz, evlilik konusuna geldi. Gazi, neşeli ve samimi şekilde evliliğiyle ilgili şunları anlattı:

'Evlilik te kadının arzularını yerine getirmek çok güç. Mese­la siz kitap okumak istersiniz; o, o sırada kitap okumanızı iste­mez. Bizim evliliğimizde de bu çeşit anlaşmazlıklar çok olurdu. Asıl tuhaf ı, Latife Hanım benim kendisinden ayrılabileceğime hiç ihtimal vermezmiş. Bir gün bu ihtimalden söz ederek, bana, 'Nasıl olur? Dünyaca tanınan Mustafa Kemal, dünya önünde eşini nasıl boşar?' diyerek ayrılığın imkansız olduğunu anlatmak istemişti. Kendisine, 'Gayet basit!' dedim. 'Öyle bir durum ol­sun istemem. fakat mecbur kalırsak zile basarım, Genel Sekreter Tevfik Bey'i çağırırım, Anadolu Ajansı 'na iki satır vererek, Gazi, Latife Hanım'dan ayrılmıştır, derim ve iş olur biter. Latife Ha­nım bu cevap karşısında hayretler içinde kalıp, 'O kadar basit mi?' diye sordu. 'Evet, o kadar basittir, ' dedim.

İşte Gazi'nin ayrılık kararı verildikten sonra onu tatbik et­mek, kendisinin de söylediği gibi güç değil, bu derece basitti. "656

Anlaşılan o ki latife Hanım, Atatürk'ün eşini hiçbir şekilde boşayamayacağı yanılgısına düşmüştür.

Atatürk-latife Hanım evliliğinin tanıklarından biri de Ha­san Rıza Soyak'tır. Soyak'ın gözlemleri de şöyledir:

"Benim pek yakından gözlemlerime göre ayrı/ma hadisesi, iki tarafın da yaşama alışkanlıkları ve müşterek hayat hakkında­ki anlayışları arasında var olan esaslı farkların doğal bir netice­sinden ibarettir.

656 Turgut, age., s. 542.

354

(Atatürk) şahsi hayatında ne durumda ve nasıl olursa olsun, bir kayıt altına girecek adam değildi; yaradılışı buna mani idi. Bu itibarla, evlendikten sonra da alıştığı tarzda yaşamaya devam etmişti.

Latife Hanım ise çoğu zaman eşinin 'fevkaladeliğini' unutu­yor. Ona karşı herhangi bir koca muamelesi yapmaya, hareketle­rine biraz da yersiz ve yakışıksız şekillerde müdahale etmeye yelte­niyordu. Atatürk'ün bu hallerden çok üzüldüğü görülüyordu. İşte bu durum aralarında sık sık tartışmalara sebep olmakta idi. "657

Atatürk-Latife Hanım evliliği hakkındaki ilk çarpıtma­lar, yalanlar ve uydurmalar Armstrong'un "Bozkurt Mustafa Kemal" adlı kitabında yer almıştır. Atatürk'ün Necmettin Sa­dak aracılığıyla Armstrong'a verdiği cevaplardan biri de Latife Hanım'la evliliğinin sona ermesiyle ilgilidir. Birlikte okuyalım:

"Latife Hanım, Mustafa Kemal'le evlendikten iki gün son­ra ağlaya ağlaya, 'Kendisinin Mustafa Kemal'e layık olmadığını' itiraf etmiştir. Fakat Mustafa Kemal, yazarın dediği gibi onun­la duygusal bir ilişki yüzünden evlenmiş değil, sadece şefkat ve koruma hissiyle hareket etmiş, UYUMSUZL UGA RAGMEN onunla birkaç sene yaşamıştır. İşte özellikle bu senelerdedir ki, Mustafa Kemal eşiyle, istisnasız bir gecesini yalnız olarak ge­çirmeye dayanamayarak sofrasında özel arkadaşlarını bulun­durmuş ve en çok içmiştir. A YRıLMASıNı GEREKTİREN KUVVETLİ SEBEPLER VARDıR ki bunlardan hiçbirinin ka­bahati Gazi'ye bağlanamaz. Bunlardan burada söz etmeyi uygun görmüyoruz. "658

Prof. İsmet Görgülü, "Atatürk 'ün Özel Yaşamı " adlı ki­ta bında " Cinsel Yaşamına Yönelik Saldırılar" başlığı altında Atatürk'ün aşkları ve evliliği hakkındaki iftiralara belgelerle ce­vap vermiştir.659

657 Hasan Rıza Soyak, Atatürk'ten Hatıralar, C 1, İstanbul, 1 973, s. 9, 1 0. 658 Borak, age., s. 65. 659 Görgülü, age., s. 73-84.

355

YALAN 19

ATATÜ RK D EVRİ MLERİ VE İ S LAM

"Atatürk'ün Tüm Devrimleri İslam'a Aykırıdır!"

Atatürk'ün tüm devrimleri İslam'ın özüne, Kur'an'a uygun, din zannedilen hurafelere, uydurmalara aykırıdır. "Hangi şey ki, akla, mantığa, milletin menfaatine, İslam'ın menfaatine uygun­sa, kimseye sormayın, o şey dinidir . . . "660 diyen Atatürk'ün tüm devrimleri her şeyden önce akla, mantığa ve milletinin menfaati­ne İslam'ın menfaatine uygundur.661

Turhan Okaytu, 1971 'de yayımlanan "Dinimiz Neyi Em­rediyor, Atatürk Ne Yaptı " adlı kitabında "Kutsal dinimizin başlıca emirleriyle Peygamberimizin hadislerini ele alarak bu buyrukların ışığı altında Atatürk 'ün yaptığı devrimleri din açı­sından " incelemiştir.662 Okaytu, bu incelemesi sonunda Atatürk devrimlerinin İslam'a aykırı değil, tam tersine gerçek İslam'a uy­gun olduğu sonucuna varmıştır.

Şöyle diyor Okaytu: "O, ulusunun uygarlık alanı üzerinde yaşamasını arzuladığı

zaman, bunun gerçekleşmesini şöyle düşünüyordu: 'Uygar ya-

660 Atatürk'ün Söylev ve Demeçieri, C 2, s. 1 32. 661 Atatürk devrimleri ve din konusunda bkz. Meydan, Akl-ı Kemal, özel baskı, s.

852-943; Meydan, Atatürk ile Allah Arasında, Bir Ömrün Öteki Hikayesi. 662 Turhan Olcaytu, Dinimiz Neyi Emrediyor, Atatürk Ne yaptı, 2. bas., İstanbul,

1 971 , s. 10 .

357

şantı ancak bilim ve fen ile olur. Bilim ve fen nerede ise oradan alacağız ve ulusun her ferdinin kafasına koyacağız. Bilim ve fen için kayıt ve şart yoktur. ' Her yönüyle ilerlemeyi emreden dini­mizin de esası budur. "

"Atatürk ile Allah Arasında" adlı kitabın yazarı olarak ben de aynı görüşteyim.

Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk de kitaplarında ve yazılarında Atatürk'ün "Bağımsızlık ve Aydınlanma Savaşı"nın Kur'an'ın ru­huna uygun olduğunu bütün delilleriyle gözler önüne sermiştir.

358

YALAN 20

ATATÜ RK'Ü KO RUMA KANU N U

cc Atatürkçüler, Atatürk 'ün Yanlışlarını Kanunla Gizlemektedir!"

Her şeyden önce 5 8 1 6 sayılı kanunun adı, kamuoyunda sıkça ifade edildiği şekliyle, "Atatürk'ü Koruma Kanunu " değil, "Atatürk Aleyhinde İşlenen Suçlar Hakkında Kanun "dur.

Bu kanun Atatürk veya İnönü dönemlerinde CHP tarafın­dan değil, Adnan Menderes'in DP'si tarafından çıkarılmıştır. 25 Temmuz 1951 tarihinde çıkarılan kanun, 3 1 Temmuz 1951 tarihinde Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.66J Kanunun 1 . maddesine göre "Atatürk'ün hatırasına alenen ha­karet eden veya söven kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Atatürk 'ü temsil eden heykel, büst ve abideleri veyahut Atatürk 'ün kabrini tahrip eden, kıran, bozan veya kir­leten kimseye bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis cezası verilir. "

Başbakan olduktan sonra tam bir yıl Atatürk'ün adını ağzı­na almayan, laikliği hiçe sayan, Necip Fazıl'ın Atatürk ve Cum­huriyet düşmanı Büyük Doğu dergisini örtülü ödenekten ak­tardığı paralarla ayakta tutan, dahası, Atatürk Cumhuriyeti'ni Amerikancı, İslamcı politikalarla yeniden biçimlendiren Adnan Menderes, neden Atatürk'ü kanunla koruma yoluna gitmiştir?

663 Resmi Gazete, 31 Temmuz 1 951 , S. 7872.

359

Aslında Menderes bir taşla iki kuş vurmak istemiştir. Birin­cisi: O günlerde Nurcuların ve Ticanilerin Atatürk heykelleri­ne yönelik artan saldırılarının664 daha yeni iktidara gelen DP'ye zarar vermesini önlemek istemiştir. İkincisi: İsmet İnönü'nün CHP'sine karşı Atatürk'ü kullanma stratejisi izlemeye karar vermiştir. Bir anlamda Atatürk'ün kurduğu CHP'yi Atatürk'le vurmak istemiştir. Şöyle ki: DP, bir taraftan Atatürk'ü Koruma Kanunu çıkarırken, diğer taraftan Atatürk heykellerinin sayısı­nı artırmış ve paralardan İnönü fotoğraflarını çıkarıp yeniden Atatürk fotoğraflarını koymuştur. Menderes, böylece aslında Atatürk'ün anısına ve eserine hiç de saygılı olmamasına karşın si­yaseten İnönü'ye, İnönü'nün CHP'sine karşı bir "Atatürk kültü" yaratmak istemiştir: İçi boşaltılmış, sadece heykellere, paralara, kanunlara, imgelere indirgenmiş soğuk, asık suratlı ve zoraki bir Atatürk . . . 665 Bugün Türkiye'deki Atatürk düşmanlığının özünde Menderes'in bu "Atatürk kültü" projesinin çok önemli bir yeri vardır. Buna benzer bir Atatürk kültü projesi, 12 Eylül'de Kenan Evren tarafından hayata geçirilmiştir.

5 8 1 6 sayılı kanun aslında hiçbir işe yaramamaktadır. Özel­likle 2002'den beri, AKP döneminde televizyonlarda, gazete köşelerinde ve kitaplarda "resmi tarihle yüzleşme" adı altında sergilenen rezillikler arasında Atatürk'e açıkça hakaret edilme­si normal bir durum haline gelmiştir. Öyle ki, bugün (2015 ) Atatürk düşmanlığı yapmak amacıyla bizzat AKP hükümetin­ce desteklenen Derin Tarih adlı bir dergi çıkarılmaktadır. Ve yine bugün Atatürk'e açıkça hakaret eden Kadir Mısıroğlu adlı bir meczup, Cumhurbaşkanı R. T ayyip Erdoğan tarafından Aksaray'da ağırlanmaktadır. Yani, 5 8 1 6 sayılı kanuna göre,

664 Bir soru önergesi üzerine İçişleri Bakanı Halil Özyürek'in Meclis kürsüsünden açıkladığı rakamlara göre 10 Kasım 1935'de ölümünden 14 Mayıs 1 950'de DP'nin iktidar olmasına kadar geçen 1 1 .5 yıllık sürede " Atatürk'ün manevi varlığına" 51 , fotoğraflarına 12, heyke! ve büsrlerine 4 saldırı olmuştur. DP'nin iktidara gelmesinden sonraki 1 1 .5 aylık sürede ise büst ve heykellerine 9, ma­nevi şahsiyetine ve fotoğraflarına 6 saldırı olmuştur. CHP döneminde yılda onalama 6 olan saldırı sayısı, DP iktidarında iki buçuk kat artarak 15'e var­mıştır. Ayrıca saldırılar özellikle heykeilere yoğunlaşmıştır.

665 Meydan, Akl-ı Kemal, özel baskı, s. 953.

360

"Atatürk'ün hatırasına alenen hakaret edenler" artık cezalandı­rılmamakta, tam tersine ödüllendirilmektedir. Dolayısıyla artık Atatürk 'ü Koruma Kanunu'ndan söz etmek anlamsızdır. 5 8 1 6 sayılı kanun AKP döneminde fiilen yürürlükten kaldırılmıştır.

Bu arada Atatürk'ün, "Ben öldükten sonra beni kanunla koru­yun!" diye bir vasiyeti de yoktur. Atatürk, kendisinin değil ortaya koyduğu en büyük eser olan Cumhuriyet'in korunmasını istemiştir.

"Benim için bir taraflık vardır: Bir tarafım, o da Cumhuri­yet taraftarlığı; fikri, içtimai inkılap taraftarlığı, "666 diyen Ata­türk, 19 3 1 'de Antalya gezisi sonrasında yetkililere ulaştırılmak üzere tutturduğu notlardan birinde aynen şöyle demiştir:

"Bir, Cumhuriyeti ve rejimi koruma kanunu neşredilmefi­dir. Bu kanunda, bizzat Cumhuriyet aleyhinde olduğu gibi onun temellerini teşkil eden inkılap kanunları aleyhinde fiilen hareket veya harekete teşvik veyahut bu bapta söz ve yazı ile telkin, ağır ceza müeyyidelerine bağlanmalıdır. "667

Yani Atatürk kendisini koruma kanunu değil, "Cumhuriye­ti ve Rejimi Koruma Kanunu " çıkarılmasını istemiştir.

Atatürk, 1 930-1931 yıllarına ait seyahat notlarının "Netice ve Hülasa" başlıklı son bölümünde yapılması gerekenleri sıra­larken de birinci sıraya "CUMHURRİYETİ ve onun temelleri olan bütün inkılap neticelerini herkese hürmetle tanıtacak bir KOR UMA KANUNU lazımdır"668 notunu düşmüştür.

Türk milletinin bir ferdi olmakla gurur duyan Atatürk sağ­lığında, bırakın özel kanunla korunmayı, kendisine ayrıcalık tanıyan tek bir kanun bile çıkarttırmamıştır. Bu nedenle haklı olarak, "Benim müstesna olduğuma dair bir kanun yoktur, "669 demiştir.

Aslında -hatırlayacaksınız- Atatürk'ün "müstesna olduğu" bir kanun vardır: O da 2307 sayılı özel kanundur!

666 Atatürk'ün Söylev ve DemeçIeri, C 2, der. Nimet Unan, Ankara, 1 959, s. 1 89; Gündüz, Atatürk çağı ve Zihniyeti, s. 83, 90.

667 Gürbüz Tüfekçi, Atatürk Seyahat Notlan ( 1930-1931), 2. bas., İstanbul, 1 998, s. 84. 668 age., s. 1 1 4. 669 Atatürk'ün Söylev ve DemeçIeri, C 1, der. Nimet Unan, Ankara, 1 945, s. 273;

Kocatürk, Atatürk'ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1 969, s. 295; Gündüz, age., s. 205.

361

YALAN 2 1

KAMAL

«Atatürk'ün Gerçek Adı Kemal Değil, Kamal'dır!"

Atatürk bir Türkçe aşığıdır. Yüzyıllar boyunca yanlış kül­tür politikaları sonunda tükenişin eşiğine gelen Türkçeyi 20. yüzyılda Atatürk kurtarmıştır, dersek fazla abartmış olmayız. Yazı ve Dil devrimleriyle başlayan süreç, Türk Dil Kurumu'nun kurulması, dil kurultaylarının düzenlenmesi, derleme ve tarama çalışmalarının yapılması, yabancı sözcüklerin Türkçeleştirilmesi gibi çalışmalarla taçlanmıştır. Atatürk, bu Türkçe savaşının da başkomutanıdır. Bir taraftan sofrasındaki karatahta başında sa­bahlara kadar dilcilerle, gazetecilerle, aydınlarla dil çalışmaları yapmış, diğer taraftan Dil Kurumu'nun çalışmalarına katılmış; yetmemiş bir dilbilimci gibi çok sayıda sözcük türetmiştir. Açı, üçgen, kare gibi 50 civarındaki geometri, matematik teriminin yanında er, erdem, esenlik, evrensel, genel, ısı, kıvanç, konuk, kurmay, kutsal, önemli, özel, subay, tüm vb. bugün de kullanı­lan çok sayıda Türkçe sözcük ona aittir.

Atatürk, 1934 yılındaki Soyadı Kanunu'nu -toplumsal amaçlarının yanında- Türkçeyi güçlendirmek için bir araç olarak görmüştür. Bu çerçevede halkı Türkçe soyadı kullanmaya özen­dirmek için önce kendisi ikinci ön adı olan Arapça "Kemal"i, Türkçe "Kameıl" biçiminde yazıp söylemiştir. Daha sonra Türk-

363

çe "Atatürk " soyadını almıştır. Yetmemiş çevresindeki neredey­se herkese Türkçe soyadıarı vermiştir.670

Atatürk düşmanlığının "cahilin milli sporu" haline geldiği bugünlerde Atatürk'ün bir süre "Kemal" adını "Kamal" olarak yazıp söylemesi tartışma konusu olmuştur! Buradan hareketle Atatürk'ün "Yahudi" olduğunu iddia eden "ileri zekalılar" bile çıkmıştır!

Kamal konusunda Benoit Mechin, Atatürk'ü anlattığı " Kurt ve Pars " adlı kitabında şunları yazmıştır: " . . . Örnek olmak üze­re de kendi ismi olan Mustafa Kemal'i, 'Kamal' şekline soktu. 'Kamal' Türkçe 'kale' manasına geliyordu. Sonra da 'Atatürk', yani 'Türklerin babası' diye bir soyadı aldı. "671

Şevket Süreyya Aydemir de "Tek Adam " adlı eserinde bu "Kamal" konusuna şöyle açıklık getirmiştir:

"Bilindiği gibi Atatürk 'ün asıl adı 'Mustafa' dır. Rüştiyede (orta mektepte) bir hoca onun ismine 'Kemal' adını ekledi ve öylece kaldı. 1 9. 9. 1 92 1 'de Büyük Millet Meclisi ona 'Gazi' sa­nını verdi. Adı, Gazi Mustafa Kemal oldu. Türkçeleştirme hare­ketleri sırasında bir aralık 'Kemal' adını 'Kamal' gibi kullanma hareketleri görüldü. Buradaki 'Kamal' kelimesi galiba 'kale' ma­nasına alınıyordu. Nihayet, 'Atatürk ' soyadı kanunlaştı. Kemal Atatürk oldu. Bu soyadı yalnız onun soyadı olarak kaldı. Ata­türk de İsmet Paşa 'ya 'İnönü' soyadını kendisi verdi. Bunu 26 Kasım 1 934'te Hakimiyet-i Milliye gazetesinde yayınladığı bir açık mektupla yaptı. "672

21 Haziran 1934'te 2525 sayılı Soyadı Kanunu kabul edil­miştir. Bu kanunun uygulama zamanı yaklaşırken İsmet Paşa ve 22 arkadaşı Meclis Başkanlığı'na verdiği tek maddelik bir kanun teklifiyle, "KAMA-L özad/ı Cumhurbaşkanımıza A TA TÜRK so­yadı verilmesi . . . "ni istemiştir. Teklif oybirliğiyle kabul edilerek

670 Meydan, Akl-ı Kemal, özel baskı, s. 1026. Atatürk'ün verdiği soyadıarı hak­kında bkz. Atatürk'ün Bütün Eserleri, C 27, s. 69-126.

671 Mechin, Kurt ve Pars, 278. 672 Aydemir, Tek Adam, C 3, s. 444.

364

Mustafa Kemal Paşa'nın öz adının Kamal, (sonradan Kemal) Vl' soyadının Atatürk olması 2587 sayı ile kanunlaştırılmıştır. (Z,,­

bıt Ceridesi: 24 Kasım 1934) .673 Atatürk, "Kemal" yerine "Kamal" adını ilk kez 4 Şubat 1935

tarihli bir seçim bildirisinin sonunda kullanmıştır. İstanbul'da Dolmabahçe Sarayı'nda kaleme aldığı "Milletvekili Seçimi Dolayı­sıyla Ulusa Bildirisi"ni "Kamal Atatürk " şeklinde imzalamıştır.h74 Söz konusu bildiri basına "Önderimiz KAMAı ATATÜRK'ÜN Ulusa Seçim Beyannamesi" şeklinde yansımıştır.

Ulus, 5 Şubat 1 935

Arapça "Mustafa Kemal" adı 1934 yılında Türkçe "Kamal Atatürk"e dönüşmüştür. Dolayısıyla Atatürk, 1935'ten itibaren Arapça "Mustafa " adını da pek kullanmamıştır. Hüsrev Gerede

673 Mahmut Goloğlu, Tek Partili Cumhuriyet, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi. II, 1 93 1-1938, İstanbul, 2009, s. 1 46.

674 Niyazi Ahmet Banoğlu, Atatürk'ün İstanbul'daki Günleri, 1 899-1919/1927-1 938, İstanbul, 201 2, S. 454-458.

365

anılarında, Atatürk'ün "Mustafa" adını da sevmediğini belirt­miştir.675

5 Şubat 1 935 tarihli Cumhuriyet gazetesinde "Kamaı" ko­nusunda şöyle bir açıklama yayımlanmıştır:

"Atatürk, Manastır İdadisi'nden beri kullandığı 'Kemal' öz adını ilk defa bu bildiride 'Kamal' olarak değiştirmiştir. Bu de­ğişiklikle ilgili olarak Anadolu Ajansı aracılığıyla şu açıklama yapılmıştır:

'Anadolu Ajansı bildiriyor: 4 Şubat tarihli tebliğde Önder Atatürk 'ün öz adının 'Kamaı'

olarak yazılmış olduğunu gördük. Bu konuda yaptığımız araştır­madan böyle yazılışın neden ve temeli anlaşıldı:

İstihbaratımıza göre Atatürk 'ün taşıdığı 'Kamaı' adı Arapça bir kelime olmadığı gibi, Arapça 'Kemal' kelimesinin gösterdiği anlamda da değildir. Atatürk 'ün korunan soyadı, Türkçe, 'ordu' ve 'kale' anlamında olan 'Kamal'dır. Son 'a' üstündeki 'a' tahfıf (inceltme) işareti 'I' harfini yumuşattığı için söyleyiş hemen hemen Arapça 'Kemal' söyleyişine yaklaşır. Benzeyiş bundan ibarettir. "676

5 Şubat 1935 tarihli Ulus gazetesi de Anadolu Ajansı'nın bu açıklamasını aynen yayımlamıştır:677

Anadolu Ajansı kaynaklı 5 Şubat 1935 tarihli bu haberlerde açıkça görüldüğü gibi Atatürk'ün " Kemal" adını "Kamal"a dö­nüştürmesinin nedeni Türkçe aşkıdır.

Ve "Kamaı", Türkçe "ordu" ve "kale" anlamlarında kulla­nılmıştır.

Atatürk, seçimlerin sona ermesi üzerine yine Dolmabahçe Sarayı'ndan halka yayımladığı 8 Şubat 1 935 tarihli ikinci bildi­risini de "Kamaı Atatürk " diye imzalamıştır. 678

675 Sefa Kaplan, "Mustafa Kemal İsmini Hiç Seınnedim", Hürriyet, 3 Kasım 2002, s. 7. 676 Cumhuriyet, 5 Şubat 1935; Banoğlu, age., s. 458. 677 "Atatürk'ün taşıdığı Kamaı adı bir Arapça kelime olmadığı gibi Arapça Kemal

kelimesinin delalet ettiği manada da değildir. Atatürk'ün muhafaza edilen öz adı Türkçe 'ordu' ve 'kale' manasında olan Kamal'dır. Sonra üstündeki tahlif (inceitme) işareti 'I' harfini yumuşattığı için telaffuz hemen hemen Arapça Ke­mal telaffuzuna yaklaşır. Benzeyiş bundan ibarettir. " (Ulus. 5 Şubat 1 935)

678 Banoğlu, age., s. 459.

366

Bu süreçte "Kema!izm " kavramı da doğal olarak .. Kılma­!izm " olarak adlandırılmıştır.

Atatürk bir süre sonra bu "Kama!" adını bırakıp trkrar "Kema!" adını kullanmaya başlamıştır.679

Atatürk'ün Arapça "Mustafa Kema!" adı yerine Türkı,:c "Kama! Atatürk " adını kullanmaya başlamasının nedeni, Ata­türk düşmanlarının iddia ettiği gibi "din düşmanlığı" değil, Arapça karşıtlığı ve Türkçe sevgisidir. Yani işin özü din değil dildir, dil! Atatürk eğer dinsel gerekçelerle hareket etmiş olsaydı, her şeyden önce kendisine verilen "Gazi" unvanını kullanmaz­dı. Ancak o, 1934 yılına kadar resmen, ömrünün sonuna kadar fiilen "Gazi" unvanını üstelik bir ad olarak kullanmıştır. Hatta çevresindekiler çoklukla kendisine "Gazi" diye hitap etmiştir.

Atatürk'ün soyu sopuyla uğraşan soysuzların acaba kaç ta­nesi bu boyutta bir Türklük şuuruna, Türkçe aşkına sahiptir?

679 age., s. 458.

367

YALAN 22

OSMAN lı ARŞ iv B E LG E LE Ri N i N

SATı LMAS ı

"Atatürk, Osmanlı Arşiv Belgelerini Bulgaristan'a Satmıştır!"

"Atatürk ve Cumhuriyet, Osmanlı Düşmanıdır!"

Atatürk düşmanlığının temelindeki kara cehaleti görmek bakından ibretlik bir konu da budur!

Atatürk'ün ve Atatürk Cumhuriyeti'nin "Osmanlı düşma­nı" olduğu şeklindeki yobaz yalanının yapay dayanaklarından biri, 1931 yılında bazı Osmanlı belgelerinin Bulgaristan'a satıl­masıdır.

En başından anlatalım! Atatürk ve genç Cumhuriyet, Osmanlı Arşivlerine, arşiv

belgelerine karşı kayıtsız kalmamıştır. Daha Cumhuriyet ku­rulmadan önce başlayan ve sonraki dönemlerde devam eden çalışmalarla Osmanlı arşiv belgeleri başbakanlığa bağlı olarak korunmuştur.68o

680 Yeni Türkiye, cumhuriyetin ilanından önce 1923 yılında Osmanlı arşiv belgelerini korumak için Başvekalet Kalemi Mahsus Müdürlüğü'ne bağlı Mahzen-i Evrak Mümeyyizliği'ni yeniden teşkilatlandırmış ve Osmanlı'nın son Hazine-i Evrak Müdürü Mahmut Nedim Bey'i mümeyyiz tayin etmiştir. Bu arşiv teşkilatı, 1 927'de "Hazine-i Evrak Müdür Muavinliği" adıyla Başvekalet Müsteşarlığı'na, 1 929'da ise Başvekalet Muamelat Müdürlüğü'ne bağlanmış-

369

Peki, ama Atatürk'ün ve genç Cumhuriyet'in başbakanlığa bağlı olarak koruma altına aldığı Osmanlı arşiv belgelerinin bir kısmı nasıl olmuş da yok pahasına Bulgaristan'a satılmıştır?

1994 yılında Necati Aktaş ve Seyit Ali Kahraman'ın hazırla­dığı "Bulgaristan'daki Osmanlı Evrakı" adlı kitapta bu durum şöyle özetlenmiştir:

"1 93 1 yılında, asla affedilmesi ve unutu/ması mümkün ol­mayan bir gaflet neticesi, bilebildiğimiz kadarı ile dünya arşiv­cilik tarihinde bu konuda tek örnek olarak, çoğu maliyeye ait Osmanlı dönemi arşiv malzemesi, milli hafızamızın bir bölümü, sorumsuz, milli kültür ve şuurdan habersiz bir-iki kişinin gayre­tiyle Bulgaristan'a hurda kağıt olarak satılmıştır. "681

Aslında bu konunun bütün detaylarını, 1937 yılında, Os­man Ergin, "M. Cevdet'in Hayatı, Eserleri ve Kütüphanesi" adlı kitabında anlatmıştır.682

Bu konudaki en geniş kaynak ise Başbakanlık Devlet Arşivle­ri Müdürlüğü'nün hazırladığı, 1993 basımı " Bulgaristan'a Satılan Evrak ve Cumhuriyet Dönemi Arşiv Çalışmaları" adlı kitaptır.683

İşin aslını öğrenmeye var mısınız? 1929 yılında Maliye Vekaleti'nden İstanbul Defterdarlığı'na

"lüzumsuz evrakın satılması" için bir emir gelmiştir.684 Bu emir üzerine İstanbul Defterdarlığı, Maliye Arşivi'ndeki askeri, mali, ticari, siyasi, hukuki, edebi, sanayi, denizcilik ve bilim tarihimi­ze ait belgelerin bir kısmını, 1931 yılının Mayıs ayında "yetkili, konuyu bilen ve belgelerin değerini takdir edebilecek hiçbir şahıs

tır. 20 Mayıs 1 933 tarih ve 2187 sayılı kanunla, Ankara'daki Evrak Müdürlü­ğü ile İstanbul'daki Hazine-i Evrak Müdür Muavinliği, 'Başvekalet Evrak ve Hazine-i Evrak Müdürlüğü' adı altında birleştirilmiştir. 19 Nisan 1 937 tarih ve 3 1 54 sayılı kanunla, başvekalet teşkilatı içerisinde müsteşara bağlı, bağımsız bir Arşiv Dairesi haline getirilmiştir. 29 Haziran 1 943 tarih ve 4443 sayılı ka­nunla da müsteşarlığa bağlı Başvekalet Arşiv Umum Müdürlüğü kurulmuştur (Necati Aktaş, Seyit Ali Kahraman, Bulgaristan'daki Osmanlı Evralu, Ankara, 1 994, s. X).

681 Aktaş, Kahraman, age., s. XIII. 682 Bkz. Osman Ergin, M. Cevdet'in Hayan, Eserleri ve Kütüphanesi, İstanbul, 1 937. 683 Bkz. Komisyon, Bulgaristan'a Satılan Evrak ve Cumhuriyet Dönemi Arşiv Ça-

lışmaları, Ankara, 1 993. 684 Milliyet, 21 Mayıs 1 93 1 , s. 3.

370

veya müesseseye danışmadan kesekağıdı yapılmak için ayrılan kağıtlar ile birlikte" okkası 3 kuruş 12 paraya685 (30 ila 50 ton arasında belge) Bulgaristan'a satmıştır.686

Belgelerin çoğu Sultanahmet'teki Bizans döneminden kalma hapishanelerde bulunmuş, maliye ile ilgili belgelerdir. Konuyla uzaktan yakından ilgisi olmayan, tarihten, kültürden habersiz iki tapu memurunun üstünkörü incelemeleri sonucunda belgele­rin bir kısmının "günün maliye işleri ile ilgili olmayıp bir değer taşımadıklarına, hükümlerinin geçmiş olduğuna" karar verilmiş, bir kısmının da "boş kağıt parçaları " olduğu iddia edilerek kağıt fabrikalarında hamur haline getirilmek amacıyla Bulgaristan'a satılmıştır. Sirkeci'de döke saça vagonlara doldurulurken etrafa dağılan bazı belgeleri çocuklar almış, bazı belgeleri de çöpçüler toplayarak imha etmiştir.

Bulgaristan Bilimler Akademisi Başkan Yardımcısı ve Os­manlı Tarihçisi Prof. Dr. Vera Mutafçiyeva'dan alınan bilgilere göre, 1931 'de hurda kağıt diye satışa çıkarılan belgeleri Bulga­ristan hükümeti değil, Bulgaristan'da Sofya yakınlarındaki Kos­taneç kasabasında İsviçreli Berger ailesine ait Srnee Berger Kağıt fabrikası, kağıt hamuru yapmak üzere satın almıştır. Bu satışla ilgili Türkiye gazetelerinde çıkan haberler üzerine Bulgaristan konsolosluğunda görevli olan ve 1928-1 929 yıllarında Hazine-i Evrak'ta araştırma yapan Panço Doref, belgelerin hurda kağıt değil, tarihi değerde Osmanlı belgeleri olduğunu Bulgar hüküme­tine bildirmiştir. Bunun üzerine Bulgar yetkilileri Sofya tren ga­rında el koydukları belgeleri Viyana'da incelettikten sonra, kağıt fabrikasından satın alarak eyril ve Methodius Kütüphanesi'nin Şarkiyat şubesinde koruma altına almıştır.687

Tarihi belgelerin ot balyaları gibi çemberlenip vagonlarla Bulgaristan'a gönderildiğini ilk olarak Son Posta gazetesi yazarı İbrahim Hakkı (Konyalı) tespit etmiştir.688 Bu konuda Son Posta

685 Son Posta, 1 3 Mayıs 1 93 1 , s. ı . 686 Aktaş, Kahraman, age., s . 3 . 687 age., s . XXV. 688 age., s. 3.

371

gazetesindeki ilk haber 1 3 Mayıs 1931 tarihinde yayımlanmış­tır. Haberde, "Eski Evrak Hazinesi Satıldı. Birçok Vesikalar Bu Arada Zayi Olmaktadır. Bunların Gözden Geçirilmesi Lazım, " denilmiştir.6S9 Son Posta gazetesinde 14 Mayıs 1931 tarihli ikinci haber ise, "Yanlış İş! Evrak Hazinesi Dikkatsizlikle Satılmış " başlığıyla çıkmıştır. Haberde, Defterdarlığın konuyla ilgili soruş­turma başlattığı da belirtilmiştir. 690 19 Mayıs 193 1 tarihli Vakit gazetesi ise "Bu Acıklı Bir İştir! Birçok Tarihi Evrak Okka Okka Nasıl Satıldı? Kağıtlardan Birisi Bir Tarihçinin Eline Geçmesey­di Hepsinin Yerinde Yeller Esecekti" başlığıyla olayı haberleş­tirmiştir.691 21 Mayıs 1931 tarihli Milliyet gazetesinin haberine göre belgeler hiçbir inceleme yapılmadan satılmıştır.692

Olaydan tesadüfen haberdar olan İsmail Hakkı Konyalı ve Muallim Cevdet gibi bilgili insanların çabaları, Fuat Köprülü ve Ahmet Refik gibi tarihçilerin gayretleriyle olay tartışılmaya başlanmıştır. İsmail Hakkı Konyalı ve Muallim Cevdet'in öncü­lüğündeki bazı aydınlar, Başbakan İsmet İnönü'ye önce bir telg­raf, sonra bir rapor göndererek, yapılan işin yanlışlığına dikkat çekmişler ve Bulgaristan'a gönderilen belgelerin geri alınmasını talep etmişlerdir.693 Bunun üzerine Başbakan İsmet İnönü im­zasıyla yayımlanan bir genelgeyle devlet dairelerinin ellerinde bulunan tarihi vesikaların hiçbir şekilde imha edilmemeleri ve satılmamaları bildirilmiştir. 694

Osmanlı arşiv belgelerinin okkası 3 kuruş 12 paraya Bulga­ristan'a satılmasının sorumlusu ne Atatürk'tür ne de İnönü'dür. Maliye Vekaleti, İstanbul Defterdarlığı'na " lüzumsuz belgelerin satılması" emrini verdikten sonra Defterdarlık'taki bir iki bilgi­siz memurun işgüzarlığı belgelerin satılmasına neden olmuştur.

Aslında buradaki temel sorumlu tarihin, kültürün önemin­den habersiz biçimde geçen yüzyıllardır! Tarih yapan Osmanlı,

689 Son Posta, 13 Mayıs 1 93 1 , s. ı . 690 Son Posta, 1 4 Mayıs 1 93 1 , s . ı . 691 Vakit, 1 9 Mayıs 1 93 1 , s. 1 , 2. 692 Milliyet, 21 Mayıs 1931 . 693 Aktaş, Kahraman, age., s . 4-1 ı . 694 age., s . XIV, XV, 12.

372

arşivlerindeki milyonlarca belgeye rağmen, maalesef kendi tari­hini yazamamıştır. Öyle ki, Osmanlı tarihini yazmak için Tarihi Osmani Cemiyeti kurulduğunda yıl 1909'dur.

Peki, ama Atatürk ve CHP hükümeti Osmanlı belgelerinin satılması karşısında nasıl bir tavır takınmıştır?

Anlatalım efendim! 1 . Basın olayı özgürce haber yapmıştır. Son Posta, Vakit ve

Milliyet gazeteleri olayı bütün boyutlarıyla kamuoyuyla paylaşmış; olayı kınamış, sorumluların cezalandırılmasını istemiştir. Ayrıca gazeteler bu olay vesilesiyle tarihe sahip çıkılması gerektiği konusunda halkı bilinçlendirmiştir. Ata­türk, İnönü veya herhangi bir hükümet yetkilisi bu haberler nedeniyle basına sansür uygulamayı aklının ucundan bile geçirmemiştir.

2. İsmail Hakkı Konyalı ve Muallim Cevdet gibi aydınların sa­tılan belgelerle ilgili uyarıları Başbakan İsmet İnönü tarafın­dan dikkate alınmıştır. İnönü, 10 Haziran 1931 tarihli bir genelgeyle devlet dairelerinin elindeki tarihi belgelerin hiçbir şekilde imha edilmemesini ve satılmamasını bildirmiştir.695

3 . Bunun üzerine, bir taraftan evrak mahzenlerinin kapıları mühürlenerek dışarıya belge çıkarılması durdurulmuş, olay soruşturulmaya başlanmış, diğer taraftan da satılan evrakın geri alınabilmesi için Bulgaristan ile temasa geçilmiştir.696

4 . Osmanlı Arşivlerindeki kalan belgelerin kurtarılması için gereken çalışmalara başlanmıştır. CHP hükümeti bu iş için Macar tarihçi ve arşivist Lajos Fekete'i, belgelerin bilimsel tasnifini yapması için Türkiye'ye davet etmiştir. Böylece ha­len uygulanmakta olan Provenance tasnif sisteminin temel­leri atılmıştır. 697

5. Manisa milletvekili Refik Şevket Bey, bu konuda Meclis başkanlığına bir soru önergesi vermiştir. 698 Önergede, bu

695 age., s . XVIII. 696 age., s . XV. 697 age., s. XV, XVi. 698 Goloğlu, age., s. 80.

373

belgelerin türü, kimin sorumluluğunda olduğu, niçin satıl­dığı, geri alınması için bir teşebbüste bulunulup bulunulma­dığı ve sorumluların yasal tatbikata uğrayıp uğramadıkları gibi sorulara cevap aranmıştır.699

6 . Maliye Bakanı Mustafa Abdülhalik Bey, olayın sorumluları hakkında soruşturma açıldığını ve Bulgaristan'a götürülen belgelerin geri istendiğini, bunun üzerine evrakın 33 çuval içinde elçiliğimize teslim edildiğini belirtmiştir.70o Daha son­ra gelen belgelerle toplam 54 çuval belge geri alınmıştır.701 Bu soru önergesi üzerine Eğitim Bakanı Dr. Reşit Galip Bey de resmi evrak mahzenleri hakkında çok geniş bilgi vermiş­tir. (Zabıt Ceridesi, 26 Kasım 1 932).702 Sonuçta hükümet, Bulgaristan'a hurda kağıt fiyatına satılan evrakın, kağıt ha­muru olmasını önlemiştir. Satılan evrakın önemli bir kısmı geri alınmıştır ,703

7. Gerçekten de olayın sorumluları hakkında soruşturma açıl­mış ve suçlular cezalandırılmıştır. fakat Recep Peker'in başbakanlığı döneminde çıkan genel af nedeniyle onlar da serbest bırakılmışlardır. 704

8 . Bu olaya benzer olaylar yaşanmaması için önlemler alınmış­tır. Hükümet, Ayasofya Camii ve çevresinde bulunan evra­kın daha iyi korunması için belgelerin Topkapı Sarayı'na nakledilmesini emretmiştir. 705

9. Hükümet, Bab-ı Ali'deki Sadaret evrakının tasnifini hızlan­dırmıştır.706

10 . Tarihi belgelerin korunması için Devlet Arşivlerinin kurul­ması gündeme getirilmiştir. 707

699 Aktaş, Kahraman age., s. XVI. 700 Goloğlu, age., 5. 80, 8 1 . 701 Aktaş, Kahraman age., s . XVII. 702 Goloğlu, age., s. 8 1 . 703 Aktaş, Kahraman, age. 704 age., s. 4. 705 age., s. XVII, XVIII. 706 age., s. XVIII. 707 age., s. XVIII.

374

İşin özeti şu: 1931 yılında Atatürk'ün ve İnönü'nün bilgisi dışında cahil, bilgisiz bir iki işgüzar memur, bazı Osmanlı arşiv belgelerini yok pahasına Bulgaristan'a satmıştır. Olayın basına yansımasından sonra hemen harekete geçen Cumhuriyet hükü­meti, hem tarihi belgeleri korumak için çok ciddi çalışmalar baş­latmış, hem olayın sorumlularını yargılayıp cezalandırmış hem de satılan belgelerin önemli bir kısmını geri almıştır.

Ayrıca Atatürk Cumhuriyeti, Osmanlı Arşivlerini korumaya almıştır. Yetmemiş, Macaristan'dan arşiv uzamanı getirip Os­manlı belgelerini bilimsel olarak tasnif ettirmiştir. Fuat Köprülü, Ömer Lütfi Barkan, İsmail Hakkı Uzunçarşılı ve Halil İnalcık gibi Osmanlı tarihçileri Cumhuriyet'in koruyup, düzenleyip bi­limsel olarak tasnif ettiği bu Osmanlı Arşivlerinde çalışarak bel­gelere dayalı bilimsel Osmanlı tarihi yazmayı başarmışlardır.

Anlayacağınız, Osmanlı tarihini yazan da Cumhuriyet'tir.

* * *

Atatürk, 1930'ların sonlarında Cenevre'de doktora yapan manevi kızı Afet İnan'a orada Osmanlı tarihine yönelik saldırı­lara cevap vermesi için yine Osmanlı Arşivi'nden bizzat belgeler göndermiştir. Afet İnan, Atatürk'ün önayak olmasıyla ilk ciddi Piri Reis araştırmalarından birini yapmıştır.708

Atatürk, liseler için hazırlattığı ve bizzat kontrol ettiği, dört ciltlik tarih serisinin "Yeni ve Yakın Zamanlarda Osmanlı-Türk Tarihi" adlı 3 . cildini Osmanlı tarihine ayırtmıştır.7°9 Bu hacimli kitapta Osmanlı tarihi, doğrusuyla yanlışıyla, baştan sona bilim­sel olarak anlatılmıştır. Genç kuşaklara Osmanlı, hamasi biçim­de değil, eleştirel ve neden nasılcı, bilimsel bir bakışla öğreti lmiş­tir. Böylece tarihin genç kuşakları uyu tma sı değil, uyandırması amaçlanmıştır.

708 Meydan, Atatürk ile Allah Arasında, Bir Ömrün Öteki Hikayesi, s. 941-944. 709 Tarih ın, "Yeni ve Yakın Zamanlarda Osmanlı-Türk Tarihi", İstanbul, 1931.

375

Atatürk, İstanbul ve Ankara'ya Osmanlı-Türk büyüklerinin heykellerini yaptırmak istemiştir. Atatürk'ün heykellerini yaptır­mak istediği isimler; Mimar Sinan, Fatih Sultan Mehmed, Barba­ros Hayreddin Paşa, Kanuni Sultan Süleyman, Piri Reis gibi Os­manlı büyükleri ile Timur ve İbn-i Sina gibi Türk büyükleridir.7lO

Atatürk, dünyaca ünlü Türk hekimi ve filozofu İbn-i Sina'ya (980-1037), ölümünün 9. yüzyılı olan 1 937'de görkemli bir anma töreni düzenletmiştir. Ayrıca İbn-i Sina'nın yaşamı ve eser­leri üzerine 900 sayfalık bir kitap yayımlatmıştır.71 1

Atatürk, 193 8 yılında da ünlü Osmanlı denizcisi Barbaros Hay­reddin Paşa'nın muhteşem Preveze Deniz Zaferi'ne yakışır bir Pre­veze Anma Töreni düzenletmiştir. 28 Eylül 1938 Çarşamba günü Barbaros, bu parlak törenle anılmıştır. Atatürk çok hasta olması­na karşın denizdeki ışık oyunlarını ve şenlikleri Dolmabahçe'den seyretmiş ve şöyle demiştir: "Türkiye'ye iyi bir şey veriniz. Onu kabulde tereddüt göstermeyecektir. " Böylece Cumhuriyet'in ulusal anma törenlerinden biri de Preveze Anma Töreni olmuştur.712

Osmanlı'nın i. Dünya Savaşı'nda Çanakkale'den sonraki en büyük zaferi durumundaki Kutülamare (Kut) Zaferi, Atatürk döneminde de milli bayram olarak kutlanmaya devam etmiştir. Enver Paşa'nın amcası Halil (Kut) Paşa'nın 29 Nisan 1 9 1 6 tari­hinde kazandığı Kut Zaferi, Türkiye'nin 1 952 yılında Nato'ya girişine kadar Kut Bayramı olarak kutlanmıştır. Atatürk'ün lise­ler için hazırlattığı "Tarih III" adlı kitapta Kut Zaferi'nden şöyle söz edilmiştir: "Çanakkale Boğazı harikalarından başka, Irak 'ın kuzey çöllerinde, her türlü savaş aracının yoksulluğu içinde uğ­raşan 3000 kadar silahlı Türk, 1 2.000 kişilik bir İngiliz kuvveti­n; Kütülamare' de esir aldı. "71 3

1 952 yılında İngilizlerin Menderes'in DP'sine baskı yapma­ları sonucunda Kut Zaferi tarih kitaplarından çıkarılmış, Kut Bayramı da kaldırılmıştır.

710 Meydan, Akl-ı Kemal, özel baskı, s. 1 1 62- 1 1 84. 71 1 Erker, Türk Kültür Devrimi ve Karşı Devrim, s. 33. 712 Banoğlu, age., s. 745. 7 1 3 Tarih m, s. 1 5 1 .

376

YALAN 23

ATATÜ RK VE GÜZE LLi K YARı ŞMALARı

"Atatürk, Müslüman Türk Kızlarını Teşhir Etmek İçin Güzellik Yarışmaları Düzenletmiştir. "

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının karanlık ruhlarını biraz olsun aydınlatır umuduyla cevap verilmesi gereken yalan­lardan biri de budur!

Atatürk, sosyal ve siyasal haklarla zenginleştirdiği Türk kadınının her bakımdan uygar dünyanın bir parçası olmasını istemiştir. Dinin ve geleneğin baskısıyla yüzyıllardır hem kendi içine, hem eve kapatılan; sokakta utana sıkıla, saklanarak erke­ğinin birkaç adım gerisinden yürümeye mecbur edilen ve adeta hayattan dışlanan kadınlarımızı her bakımdan toplumun eşit ve özgür bireyleri haline getirmektir amacı. . . Kadınlarımız yüzyıl­ların paslı zincirlerini kırıp okusun, çalışsın, üretsin; ana, öğren­ci, öğretmen, işçi, memur, doktor, hemşire, mühendis, sporcu, hakim, savcı, bakan ve başbakan olsun istemiştir.

Kadınlarımızın yüzyılların paslı zincirlerini kırıp eşit, öz­gür ve çağdaş bireyler olabilmesi için bir taraftan kız çocukla­rının okumasına büyük önem verip karma eğitime geçilmesini sağlamış, diğer taraftan kadınlarımızı ve erkeklerimizi çağdaş dünyanın toplumsal alışkanlıklarıyla tanıştırmıştır. Bu amaçla kendisinin de katıldığı kadınlı erkekli, danslı, müzikli balolar, toplantılar düzenletmiştir.

377

Atatürk Cumhuriyeti'nin uygar dünyaya ayak uydurma sü­recindeki uygulamalarından biri de Avrupa'da yaygın olarak ya­pılan güzellik yarışmalarıdır.

Kadının evden çıkmasını, okumasını, çalışmasını, sanatla ve sporla uğraşmasını, erkeğiyle el ele, omuz omuza hayat müca­delesine katılmasını "gavurluk" olarak gören bağnaz kafanın, kadınh erkekli, dansh müzikli baloları "dinsizlik; kızlarımızın güzellik yarışmalarına katılmasını ise "namussuzluk" olarak görmesini yadırgamamak gerekir!

Atatürk'ün direktifleriyle Cumhuriyet gazetesi, 1929 yıhnda ilk Türkiye güzellik yarışmasını düzenlemiştir. Cumhuriyet, ya­rışma şartlarını "Cumhuriyetin Güzellik Müsabakası, Esaslar ve Şartlar" adh bir kitapçıkla duyurmuştur.7l4 Şartlardan bazıları şunlardır: "Müsabakaya her namuslu Türk kızı müracaat edebi­lir. Irk, din ve mezhep {arkı aranmaz. Bar kadınları müsabakaya iştirak edemezler. "

3 Eylül 1929 günü yapılan ve 125 genç kızın katıldığı ilk güzellik yarışmasında Balıkhane nazırlarından Mehmet Tevfik Bey'in torunu Feriha Tevfik Hanım ilk Türkiye güzeli seçilmiştir.

Türkiye'nin ilk güzellik yarışmasının jürisi şu saygın isimler­den oluşmuştur: Abdülhak Hamit (Tarhan), Halit Ziya (Uşaklı­gil ) , Cenap Şahabettin, Hüseyin Rahmi (Gürpınar), Peyami Safa (Server Bedii), Halit Fahri (üzansoy), İzzet Melih, Rezzan Emin (Yalman), Va la Nurettin, Yusuf Ziya Bey, Burhan Cahit (Mor­kaya), Yunus Nadi, Namık İsmail, Çallı İbrahim, Galip (aktör­dür), Vasfi Rıza (Zobu), Bedia Muvahhit.

1930'da Mübeccel Namık, 193 1 'de Naşide Saffet Esen, 1 932'de Keriman Halis, 1933'te Nazire Hanım Türkiye güzeli seçilmişlerdir.

1930 yılından itibaren Türkiye güzelleri dünya güzellik yarış­malarına da katılmaya başlamıştır. 1930 Türkiye güzeli Mübec­eel Namık Hanım, Paris'te yapılan dünya güzellik yarışmasında Türkiye'yi temsil etmiş ve 12 Avrupa güzeli arasında 5. olmuş-

714 Cumhuriyetin Güzellik Müsabakası, Esaslar ve Şartlar, İstanbul, 1 929.

378

tur. Ayrıca Mübeccel Namık Hanım, Rio de Janerio'da, Feriha Tevfik Hanım da Galveston'da yapılan Dünya ve K:iinat Güzeli Yarışması'na katılmışlar, ancak dereceye girememişlerdir. 1931' in Türkiye güzeli Naşide Saffet Hanım ise Avrupa Güzel Göz Krali­çesi seçilmiştir. Atatürk güzel gözlü güzelimizin onuruna bir bala düzenletmiş ve çağdaş bir erkek olarak güzelimizle dans etmiştir.

1 933'te Türkiye güzeli seçilen Nazire Hanım'ın torpille seçil­diği iddialarıyla başlayan tartışmalar üzerine Cumhuriyet gazetesi güzellik ya­rışmalarına son vermiştir. 1 933-1 950 arasında -17 yıl- Türkiye' de güzellik yarışması yapılmamıştır. 71 5

İlginçtir! Arapça ezana dönüş gibi dinsel söylemlerle iktidara gelen Men­deres'in DP'si döneminde Türkiye'de güzellik yarışmaları yeniden başlamış­tır. 1 950 yılındaki yarışmayı Güler Arıman kazanmıştır.716 1 930'lardaki güzellik yarışmalarım eleştiren bir ya­zar, "Yarışmaların kızlarımızın manevi varlıklarını tahrip ettiğini" öne sürüp " Vücutlarını eski köle pazarlarındaki­ler gibi teşhir ediyorlar. Bir de MA YO GİYMEDİKLERİ KALDI. Onu da yapsalar da avrat yerlerini görsekI

Feriha Tevfik

Evet, güzelliği teşvik etmeliyiz, ama müsabakaları değil" diye yazmıştır. Yazarımızın da ifade ettiği gibi 1 930'lardaki güzellik yarışmaları mayolu değildir. İlk mayolu güzel, 1 950 yılında se­çilen Güler Arıman'dır. Ancak, güzellik yarışmaları üzerinden Atatürk'e, CHP 'ye saldıranlar, güzellik yarışmaları üzerinden Menderes'e ve DP'ye saldıramamıştır.

715 Ayrıntılar için bkz. Yüksel Baştunç, "Türkiye'nin İlk 6 Güzeli", Milliyet, 1 9-25 Temmuz 1 993.

716 Güler Arıman 1 9S0'de Türkiye güzeli olduktan sonra Türkiye'yi İtalya'da Av­rupa Güzellik Yarışması'nda temsil edip 5. olmuştur.

379

Atatürk'ün 1 933'te başlattığı Türkçe ezan uygulamasına 19S0'de son veren Menderes, Atatürk döneminde 1933'te son verilen güzellik yarışmalarının 19S0'de yeniden başlamasına ses çıkarmamıştır. Yani, Arapça ezana dönüşle güzellik yarışmala­rına dönüş aynı yıl 1 9S0'de gerçekleşmiştir. Bu nedenle olsa ge­rek, ilk mayolu güzel Güler Arıman'a verilen ödüllerden biri de seccadedir.7! 7

1 9S0'nin mayolu güzeli Güler Arıman'ı Cumhurbaşkanı Celal Bayar ile Başbakan Adnan Menderes makamlarında kabul ederek tebrik etmişlerdir. Fakat Arıman'ın gazetecilere CHP'li olduğunu açıklaması ve "Kalbirnde bir tek Atatürk var! " de­mesi üzerine dönemin DP'li Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri, "CHP'liyim demişsiniz! Bunu tekzip edin, değiştirin!" demiştir. Arıman bu çirkin teklifi reddedince ilk mayolu güzelimizin baba­sı erken emekli edilmiştir.718

Yeniden 1 932 yılına ve Keriman Halis'e dönelim: 1932 Türkiye güzeli Keriman Halis, 3 1 Temmuz 1 932'de

Belçika'da yapılan Miss Universe-Dünya Güzellik Yarışması'nda Dünya Güzellik Kraliçesi seçilmiştir.

Yüksel Baştunç'un araştırmasına göre Türk güzeli Keriman Halis, Belçika'nın Sapa kentine geldiğinde 27 ülkenin bayrakları arasında bir Türk bayrağı görmemiştir. Bunun üzerine çarşıdan birkaç metre kırmızı, beyaz bez alıp otel odasına kapanarak bir Türk bayrağı dikmiştir. Böylece dünya güzellik yarışmasının yapılacağı otelin gönderinde bir de Türk bayrağı dalgalanmaya başlamıştır. Bir bayrak krizi de Keriman Halis dünya güzeli se­çildiğinde yaşanmıştır. Keriman Halis yarışma sonrasında orada Türk bayrağının bulunmaması nedeniyle halkın tezahüratına ce­vap vermemiş ve bunun üzerine metrelerce atlas bulunarak ora­cıkta bir bayrak yapılmış ve balkandan dalgalandırılarak bütün

7 1 7 Güler Anman'a bir seccade dışında, küçük bir radyo ve bir de halı verilmiştir. (Ayşe Dikmen, " 62 Yıl Once Türkiye'nin En Güzeliydi Bugün de Çok Güzel", Hürriyet. 8 Nisan 2012.)

7 1 8 Ayşe Dikmen, "62 Yıl Once Türkiye'nin En Güzeliydi Bugün de Çok Güzel". Hürriyet. 8 Nisan 2012.

380

yabancılara gösterildikten sonra Keriman Halis, kendisini gör­meye gelen halkı selamlamıştır.

Cumhuriyet, 1 Ağustos 1 932.

Türk güzeli Keriman Halis'in dünya güzeli seçilmesi dünya­da ve Türkiye'de yılın konularından biri olmuştur. Avrupa bası­nı Keriman Halis'ten övgüyle söz ederken, Türkiye'de adeta bir bayram sevinci yaşanmıştır.

Cumhuriyet, 1 Ağustos 1932 tarihli sayısında müjdeli ha­beri, "Türkiye Güzeli Keriman Halis Dünya Kraliçesi Seçildi" manşetiyle duyurmuştur.

Keriman Halis, 3 1 Ağustos 1 932'de Simplon ekspresiyle Sirkeci'ye geldiğinde yüzlerce Türk bayrağıyla adeta bir "milli kahraman" gibi karşılanmıştır. Kendisini karşılamaya gelen bu coşkulu kırmızı-beyaz kalabalığı gören Keriman Halis, sevinç ve gururdan hüngür hüngür ağlamıştır.

381

Türk kızı Keriman Halis'in dünyanın değişik milletlerine mensup 27 güzeli geride bırakıp dünya güzeli seçilmesi, tüm ha­yatını Türk bayrağının yükseltilmesine adamış Cumhurbaşkanı Atatürk'ü de çok sevindirmiştir.

Atatürk, Keriman Halis'in dünya güzeli seçilmesi üzerine, 1 Ağustos 1 932'de Cumhuriyet gazetesinden Yunus Nadi Bey'e verdiği beyanatta şunları söylemiştir:

"Türk ırkının necip (soylu) güzelliğinin daima mahfuz ol­duğunu (korunduğunu) gösteren dünya hakemlerinin bu Türk çocuğu üzerindeki hükümlerinden memnunuz. Fakat Keriman Ece, hepimiz işittiğimiz gibi söylemiştir ki, o, bütün Türk kızları­nın en güzeli olduğu iddiasında değildir. Bu güzel Türk kızımız, ırkının kendi mevcudiyetinde tabii olarak tecelli ettirdiği güzelli­ğini dünyaya, dünya hakemlerinin tasdikiyle tanıttırmış olmakla elbette kendini memnun ve bahtiyar addetmekte haklıdır. Türk milleti, bu güzel çocuğunu şüphesiz samimiyetle tebrik eder.

Cumhuriyet gazetesi bu meselede Türk ırkının diğer dünya milletleri içinde mümtaz (seçkin) olan asil güzelliğini göstermek teşebbüsünü takip etmiş ve bunu dünya nazarında muvaffakiyet­le (başarıyla) intaç eylemiştir (sonuçlandırmıştır). Ondan dolayı bittabi bu vesile ile de takdir ve tebriklerimize hak kazanmıştır.

Şunu da ilave edeyim ki, Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu tarihi olarak bildiğim için, Türk kızlarından birinin dünya güzeli intihap edilmiş (seçilmiş) olmasını çok tabii bul­dum. Fakat Türk gençlerine bu münasebetle şunu da tahattur ettirmeyi (hatırlatmayı) lüzumlu görürüm:

iftihar ettiğimiz tabii güzelliğinizi fenni tarzda muhafaza etmesini biliniz ve bu yolda uyanık bir tekamülün (olgunlaşma­nın) mütemadi tahakkukunu (gerçekleşmesini) ihmal etmeyiniz. Bununla beraber asıl uğraşmaya mecbur olduğunuz şey anala­nnızın ve atalannızın olduklan gibi yüksek kültürde, yüksek fazilette birincifiği tutmaktır. "719

7 1 9 Atatürk'ün Bütün Eserleri, C 25, s. 390.

382

Keriman Halis, Atatürk'ün bu iltifatlarına 19 Ağustos 1932' de şu telgrafla cevap vermiştir:

"On beş günden beri memleketimden hiçbir haber alama­mıştım. Bugün Paris sefaretimizde layık olmadığım kıymettar iltifatınızı gazetelerde gördüm. Meserretimden ağladım. Bu mu­vaffakıyetim sizin memleket kadınlığına telkin ettiğiniz fikirlerin eseridir. Tanrı'nın sizi üzerimizden eksik etmemesi temenniyetini yad etmekteyim. İhtiramatımın kabulünü rica ederim efendim. "

Keriman Halis'in bu teşekkür telgrafına Atatürk, 2 Eylül 1932'de şöyle karşılık vermiştir:

"Temiz duygularınızı bildiren telyazınızı aldım. Mazhariye­tiniz münasebetiyle memleketimiz ve Türk kadınlığı hakkındaki saygılı intibalarınızdan ve şahsıma dair kalbi sözlerinizden mü­tehassıs oldum. Donanmış olduğunuz maddi ve manevi kıymet ve fazilet içinde mesut olmanızı dilerim kızım. "720

Keriman Halis'in dünya güzeli seçilmesi üzerine Atatürk'ün yaptığı bu iki açıklamaya göre Atatürk'ün konuya bakışını şöyle özetlemek mümkündür: 1 . Keriman Halis'in dünya güzeli seçilmesi, "Türk ırkının soy­

lu güzelliğinin korunduğunun " dünya hakemlerince kabul edilmesidir. Bu nedenle önemlidir.

2. Türk kızları doğal güzelliklerini bilimsel yöntemlerle koru­maya özen göstermelidir.

3 . Bunla beraber, Türk kızlarının asıl uğraşmaları gereken şey, analarının ve atalarının olduğu gibi, "yüksek kültürde, yük­sek fazilette birinciliği tutmaktır".

4. Dünya güzeli olmak yetmez! Keriman Halis'in şahsında Türk kızları donanmış oldukları "maddi ve manevi kıymet ve fazilet içinde" mutlu yaşamalıdır. Atatürk, kadınların giyinişini, görünüşünü hep ikinci plana

bırakmıştır. " . . . Asıl mücadele sahası, kadınlarımız için şekil­de ve kıyafette başarıdan ziyade, asıl başarılı olunması gereken

720 age., s. 403.

383

saha, nur ile, irfan ile, gerçek fazilet ile kendini göstermektir, "721 demiştir.

Atatürk, kadın konusunda aslında muhafazakardır. Falih Rıfkı Atay'ın dediğine göre "Kadınların boyanmasını bile iste­meyen" biridir. Safiye Ayla da, "Atatürk boyalı kadınlardan hiç hoşlanmazdı, " diyerek bu konuda birçok örnek olay anlatmış­tır.722 Ayrıca kadınların her konuda olduğu gibi giyim kuşam konusunda da ifrat ve tefrite kaçmayacak biçimde "ölçülü" giyinmelerinden yanadır. Yurt gezilerinde baştan aşağıya kara çarşafa bürünen kadınları gördüğünde bunun ne dine, ne haya­ta uymayan bir giyiniş olduğunu belirten Atatürk, balolarda ve toplantılarda çok açık saçık giyinen kadınları gördüğünde de, bu giyim tarzının kültürümüze ve sosyal hayatımıza uygun olmadı­ğını belirtmekten çekinmemiştir.

Bir keresinde şöyle demiştir: "Giyinme tarzımızı ifrata vardıranlar, kıyafetlerinde aynen

Avrupa kadınını taklit edenler düşünmelidir ki, her milletin ken­dine mahsus ananesi, kendine mahsus adeti, kendine göre milli hassasiyetleri vardır. ( . . . ) Bizim tesettür konusunda dikkate ala­cağımız şey, bir yandan milletin ruhunu, diğer yandan hayatın gereklerini düşünmektir. Tesettürdeki ifrat ve tefritten kurtul­makla bu iki ihtiyacı da temin etmiş olacağız . . . "

Aslında Atatürk'ün gözdesi, kendi ifadesiyle "Anadolu köy­lü kadınıdır". Şu sözlerini hatırlayacaksınız:

" . . . Dünyada hiçbir milletin kadını, 'Ben Anadolu kadının­dan daha fazla çalıştım; milletimi kurtuluşa ve zafere götürmek­te Anadolu kadını kadar hürmet gösterdim, ' diyemez. ( . . . ) Çift süren, tarlayı eken, ormandan odunu, keresteyi getiren, ürünü pazara götürerek para kazanan, aile ocaklarının dumanını tüttü­ren; bütün bunlarla beraber sırtıyla kağnısıyla, kucağındaki yav­rusuyla, yağmur demeyip, kış demeyip, sıcak demeyip, cephenin

721 Müjgan Cunbur, "Atatürk ve Kadın ", Türk Kültürü, Atatürk Sayısı, Kasım 1 965, S. 37, s. 1 02-103, 108.

722 Banoğlu, Nüktelerle ve Fıkralarla Atatürk, s. 709-712.

384

mühimmatını taşıyan hep onlar, hep o ulvi, o (edakar, o ilahi Anadolu kadınları olmuştur . . . "

İşte bu nedenle Atatürk, dünya güzeli seçilen Keriman Halis'e gönderdiği tebrik ve teşekkür telgraflarında «Ana/a­n ve atalan gibi yüksek kültürde, yüksek (azilette birinciliği tutmak "tan ve «Maddi ve manevi kıymet ve (azilet içinde" ya­şamaktan söz etmiştir.

Atatürk, Keriman Halis'in Avrupa'nın göbeğinde dünya güzeli (kraliçe) seçilmesini özellikle bir yönden çok değerli bul­muştur: O yön, Türk ırkının güzelliğinin dünya hakemlerince tescillenmesidir. Çünkü Avrupa bilim çevrelerinde 19. yüzyıldan itibaren yaygınlık kazanan ırkçı antrapoloj ik görüşe göre (Nazi Antropoloj isi ) Türkler evrimini tamamlamamış, ilkel, geri bir ırktır. İşte Atatürk, bu uyduruk ırkçı teze karşı dünyaca ünlü ant­rapologlardan E. Pittard'ın, ırkıarın üstünlüğünü değil, eşitliğini savunan Brakisefal ırk kuramıyla başkaldırmıştır. Bu çerçevede Pittard'ın gözetiminde, o zamana kadarki dünyanın en büyük antropoloji anketini yaptırmış, bu ankette yaptırdığı ölçümler sonunda Türk ırkının, ırkçı Batılıların iddia ettiği gibi sarı, geri bir ırk olmadığını kanıtlatmıştır.m İşte Atatürk'ün Türk ırkının ilkel, geri bir ırk olmadığını kanıtlatmak için bilimsel çalışmalar yaptırdığı 1930'lu yılların başında bir Türk kızının Avrupa'da dünya güzeli seçilmesi, Atatürk'ün elini güçlendirmiştir. Bu ne­denle Atatürk, Keriman Halis'i tebrik telgrafında tam dört yerde "Türk ırkı" ifadesini kullanmıştır. Atatürk'ün değişiyle, "Bu gü­zel Türk kızımız, ırkının kendi mevcudiyetinde tabii olarak te­celli ettirdiği güzelliğini dünyaya, dünya hakemlerinin tasdikiyle tanıttırmış "tır. Keriman Halis olayında Atatürk'ü asıl memnun eden nokta burasıdır.

Keriman Halis'i Türk kadınının güzelliğini dünyaya tanıttığı için kutlayan Atatürk, bundan sonra adının "kraliçe" anlamına gelen "Ece" olmasını istemiştir. 1934'te Soyadı Kanunu çıktık­tan sonra Keriman Halis'in adı artık Keriman Halis Ece'dir.

723 Ayrıntılar için bkz. Meydan, Akl-ı Kemal, özel baskı, s. 1037-1063.

385

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı "kara kuvvet" , Atatürk Cumhuriyeti'nin 1930-1933 yılları arasında -4 yıl- Cumhuriyet gazetesinin organizasyonuyla düzenlettiği güzellik yarışma ları­nı "dinsizlik", " imansızlık" olarak adlandırıp Keriman Halis'in dünya güzeli seçilmesinin ardında hep bir şeyler aramıştır. Atatürk düşmanı yobaz takımına göre Keriman Halis'in dün­ya güzeli seçilmesinin nedeni "güzelliği" değil, "çıplaklığıdır! " Güya bir Müslüman-Türk kızının güzellik yarışması nedeniyle Avrupa'nın ortasında "maya" ile görülmesini "Hıristiyanlığın zaferi ! " olarak gören jüri başkanı, Keriman Halis'i -hak etmedi­ği halde- dünya güzeli ilan etmiştir! Yobaz takımının bu gülünç iddiasının kaynağı ise yarışmayı bizzat gören Halit Turhan'ın hatıralarındaki şu satırlardır:

" . . . Yarışma gününde jürinin önünde kızlar birer birer geçip giyimleriyle, bakışlarıyla, tebessümleriyle puan toplamaya ça­lıştılar. 'üri salona geçip, puan değerlendirmesi yapmak istedi. Başkan kürsüye geçerek, 'Sayın jüri üyeleri, bugün Avrupa'nın, Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. 1 400 senedir dünya üzerin­de hakimiyetini sürdüren İslamiyet artık bitmiştir. Onu Avrupa bitirmiştir. Bir zamanlar sokağı bile pencere arkasından seyre­debilen Müslüman kadınların temsilcisi Türk güzeli Keriman, maya ile aramızdadır. Bu kızı, zaferimizin tacı kabul edeceğiz, onu kraliçe seçeceğiz, ' demişti. "724

Ben Halit Turhan'ın söz konusu hatıralarına ulaşamadım. Bırakın hatıralarını, Halit Turhan hakkında doğru dürüst bilgi­ye ulaşmak da çok zor. Öğretmenlik ve Ankara'da Kütüphane Müdürlüğü yaptığına ilişkin kırık dökük bazı bilgiler dışında hakkında hiçbir şey yok. Yukarıdaki satırlar gerçekten Halit

724 İnternette "Halit Turhan " veya "Keriman Halis" diye basit bir tarama yaptığı­nızda karşınıza genellikle bu anları çıkmaktadır. Atatürk düşmanı siteler, der­giler ve gazeteler bu anlatıya dayanarak güzellik yarışmaları ve Keriman Halis üzerinden Atatürk'e, Cumhuriyet'e saldırmaktadırlar. Ancak bu hatıraların neyde, ne zaman basıldığı, hatıraların hangi sayfasında bu satırların olduğunu belirtmemişlerdir.

386

(Örnek. "Keriman Halis Sırlarıyla Gitti", http:Uwww.habervaktim.com. 30 Ocak 2012.

Turhan'a mı aittir, yoksa birileri onun adına uydurmuş mudur bilmiyorum.

Hiçbir yorum yapmadan şimdi de Keriman Halis'i dinleyelim: " . . . Önce kadınlardan meydana gelen bir jüri önüne çıktık.

Burada inceden inceye kontrolden geçtik. Sonra bir tiyatro salo­nunda esas yarışmaya girdik. 28 ülkenin güzeli teker teker boy göstererek gelip geçtiler. Ve sonunda iki güzel kaldık. Ben ve Almanya güzeli . . . Son gün yalnız Alman güzelini ve beni tekrar görmek istediler. Üzerime kırmızı renkte bir tuvalet giymiş, ya­kasına da beyaz kurdela takmıştım. Memleketimizi bayrağımızın renkleriyle tanıtmaya çalışıyordum. Son an gelip çattı. Jüri baş­kanı ayağa kalktı. Elindeki kırmızı mühürlü zarfı büyük bir itina ile açtı. Tiyatroda büyük bir sessizlik hüküm sürüyordu. Heye­candan düşüp bayılabilirdim. Neyse, zarf açıldı. Bütün tiyatro salonu, 'Yaşasın Miss Turkey!' sesleriyle inledi . . . "

Görüldüğü gibi Halit Turhan'ın anlattıklarını( ! ) Keriman Halis yalanlamıştır. Halit Turhan, jüri başkanının jüriye puan­lama yaptırmadan "Hıristiyanlığın zaferi için! " Keriman Halis'i doğrudan kraliçe seçtiğini iddia ederken; Keriman Halis, jürinin yaptığı değerlendirme sonunda kendisi ile Alman güzelin finale kaldığını, jürinin bu iki güzel arasında bir değerlendirme daha yaptığını, puanlama sonucunun bir zarf içinde jüri başkanına verildiğini ve jüri başkanının zarfı açarak kendisini kraliçe ilan ettiğini anlatmıştır.

Düşünerek gidelim: Birincisi: Hiçbir aklı başında Avrupalı, bir Müslüman-Türk

kızının güzellik yarışmasında birinci seçilmesini "Hıristiyanlığın zaferi" olarak kabul edecek kadar ahmaklaşmış olamaz. Çünkü aklı başında bütün Avrupalılar, Hıristiyan Batı'nın Müslüman­lık karşısındaki gerçek zaferinin Müslüman kadının "açılması" değil, "kapanması" olduğunu çok iyi bilmektedir. Kapanmak derken her türlü "kapanmayı" kastediyorum: Evine kapanmak, içine kapanmak, bu dünyaya, hayata, topluma kapanmak; eğiti­me, çalışmaya, sanata, kültüre, spora kapanmak; kısacası uygar­lığa kapanmak! Hıristiyan Batı, kendi çıkarı açısından, hiçbir za-

387

man, Müslüman-Türk kadınının erkeğiyle eşit, eğitimli, çalışan, üreten ve giyinişiyle, görünüşüyle her bakımdan çağdaş olmasını istememiştir. Bu nedenle dünden bugüne Batı sömürgesi altın­daki yerlerde, Müslüman kadın çağdaşlaşamamış, tam tersine bağnazlaşmıştır. Bakın Ortadoğu'ya, bakın Afganistan'a. Bugün bile oryantalist kafalı Batılılar, Türkiye'ye geldiklerinde ısrarla çarşaflı, peçeli ve sokak diplerinde saklanan Türk kadınları ara­maktadırlar.

İkincisi: Avrupa'da güzellik yarışmalarına katılan ilk Müs­lüman-Türk kızı Keriman Halis değildir, daha önce de daha sonra da Avrupa'da, hatta dünyada güzellik yarışmalarına ka­tılan Müslüman-Türk kızları vardır. Ancak hiçbir jüri başkanı, bu Müslüman-Türk kızlarından herhangi birini "Hıristiyanlı­ğın zaferi" niyetine dünya güzeli seçtirmemiştir. Hatta 1 9S0'de Türkiye'yi İtalya'daki Avrupa Güzellik Yarışması'nda temsil edip 5. olan Güler Arıman, Fransız jüri üyesinin "Türk kızı bu kadar güzel olamaz!" tepkisiyle karşılaşmıştır. Olayın ayrıntı­larını Arıman'dan dinleyelim: "En büyük tepkiyi Fransız jüri üyesi gösterdi. Türkiye'yi yarışmada istemiyordu. Hatta Metin Toker'le münakaşa etmişler. Geldi ve bizim bayrağımızı yüzü­me tuttu. 'Türk kadınları peçelidir! Bu yarışmada ne işiniz var?' dedi. Bunun üzerine Metin Toker Bey de ben de itiraz ettik. Za­ten benim amacım, Avrupa güzeli olmaktan ziyade Avrupalı/ara Türk genç kızlarını tanıtmaktı. "725

Üçüncüsü: Avrupa'nın göbeğinde bir Müslüman-Türk kızı­nın herhangi bir yarışmada birinci olması -bu güzellik yarışma­sı bile olsa- ay yıldızlı Türk bayrağının en yükseğe çıkmasını sağlayacak milli bir olaydır. Hiçbir Türk düşmanı Hıristiyan Avrupalı, Türk bayrağının yükselmesini istemeyeceği için bir Müslüman-Türk kızının yarışmada birinci olmasını da istemeye­cektir. Nitekim yarışmanın yapıldığı Spa kentindeki otelde katı­lımcı ülkelerden 2Tsinin bayrağı olmasına karşın Türk bayrağı

725 Ayşe Dikmen, "62 Yıl Önce Türkiye'nin En Güzeliydi Bugün de Çok Güzel", Hürriyet, 8 Nisan 2012.

388

yoktur. Ancak Keriman Halis'in çabalarıyla yarışmada Türk ba yrağı dalgalana bilmiştir.

Dördüncüsü: Avrupa'daki herhangi bir uluslararası yarış­mada, bir jüri başkanının, son derece ciddiyetsiz ve keyfi bir şekilde -gerekçesi ne olursa olsun- bütün bir jüriyi devre dışı bı­rakıp, tek başına bir kişiyi birinci ilan etmesi olanaksızdır. Böyle bir durum her şeyden önce hukuk dışıdır. Diğer ülkelerin, diğer yarışmacıların bunu kabul etmesi mümkün değildir.

Beşincisi: Eğer gerçekten de jüri başkanı, bir Müslüman­Türk kızını "Hıristiyanlığın zaferi" adına birinci seçtiyse, son derece aptalca ve hukuksuz bir iş yapmıştır. Bu hukuksuz ap­tal1ığl yüzünden başkanın yargılanması, dahası yarışmanın iptal edilmesi ve Keriman Halis'in tacının elinden alınması gerekirdi. Ancak bunlardan hiçbiri olmamıştır.

Altıncısı: Keriman Halis anlattıklarıyla Talat Turhan'ı ya­lanlamıştır.

Ruşen Eşref Ünaydın'ın, Keriman Halis'in dünya güzeli se­çilmesiyle Atatürk'ün kadın devrimi arasındaki ilişkiyi gözler önüne seren çok güzel bir yazısı vardır. Onunla bitirelim: Ünay­dın, i. Dünya Savaşı sonlarında, "Kadın çarşafları, eteklerinin aşık kemiğine varacak hizadan kısa olmaması gerekir, " diye bir bildiri yayımlandığını, bu bildiriye uymayan kadınların mer­kez kumandanlığına götürülüp cezalandırıldıklarını belirterek, "(Bunlar) Mustafa Kemal'in kafasının alacağı sapıklıklardan de­ğildi, " demiştir. Ünaydın'ın yazısı şöyle devam ediyor:

" Ordu on, on iki cephede lüzumlu lüzumsuz kırdırılıyor; Yıldırım Ordusu'nun hatta bütün Genelkurmayın yönetimi yabancı müttefik karışmasına açık bırakılıyor; Sarıkamış'tan, Süveyş Kanalı 'ndan, Bağdat'tan geri çekiliniyor; böyle giderse yakında Irak gibi, Filistin'in, Suriye'nin de elden çıkması teh­likesi baş gösterecektir. İstanbul'da süpürge çöpünden ekmek yediriliyor; asker kaçakları dağlarda serbest dolaşıyor; bütün bunlara bakılmıyor; bu fecaatleri önleyecek tedbirler alınmıyor da, birkaç biçare kadının, yok eteği aşık kemiğinden yukarıy­mış, yok aşağıymış, başkentin koskoca merkez kumandanlığı

389

bununla uğraştırılıyor! 'Bu medeni yüzyılda bu sapıklık kabul edilebilir mi efendim?' diyen Mustafa Kemal'in 76 numarada bu dert yanmasında değil midir, yıllar sonra Keriman'ı dünya güzeli çıkaracak değerde bir cevheri olan bu milletin sağlam yapılı bir varlık olduğunu önceden sezmiş olmasının sırrı?"726

Atatürk, Muş ve Bitlis günlerine ait olan 22 Kasım 1 9 1 6 tarihli not defterine Erkanıharp Reisiyle kadın kıyafeti ve sos­yal hayatın düzenlenmesi konusunda sohbet ettiklerini belirte­rek yıllar sonra hayata geçireceği kadın devrimiyle ilgili şunları yazmıştır:

1 . "Tesettürün kaldırılması727, 2. Güçlü ve hayatı tanıyan anne yetiştirmek, 3 . Kadınlara serbestisini (özgürlüğünü) ver­mek, 4. Kadınlarla ortaklaşa çalışmak, erkeklerin ahlakı, fikirle­ri, hisleri üzerinde etkilidir . . . "728

Atatürk 1 9 1 6 yılında kadınlarımızIa ilgili bunları düşünü­yordu. Bugünün Atatürk düşmanlarının kadınlarımız hakkında ne düşündüğü sanırım hepinizin malumudur!

Keriman Halis Ece, gelişen, uygarlaşan Türkiye'nin uluslar­arası göstergelerinden sadece biriydi. Keriman Halis'in dünya güzeli seçildiği 1932 yılında Türkiye'de başka güzel şeyler de 0Imuştu.729

726 Banoğlu, age., s. 399, 400. 727 Atatürk, "tesettür" derken kadınları, yüzleri, gözleri de dahil, baştan aşağıya

kapatan kara çarşafı kastetmiştir. O, kadın kılık kıyafeti konusunda herhangi bir devrim kanunu çıkartmamıştır. Bu konuda kadınların bilinçlendirilmesiyle ve belediyelerin tavsiye kararlarıyla yetinilmiştir. Kadınlar istedikleri gibi giyin­miştir.

728 Şükrü Tezer, Atatürk'ün Hatıra Defteri, 4. bas., Ankara, 1 999, s. 75, 76. 729 Yılmaz Özdil'in "Dünya Güzeli" başlıklı yazısından aktarıyorum:

390

"Milletler Cemiyeti'ne girdik o sene. Onlar davet etmişti. TBMM görüştü, ka­bul etti. Aynı sene Ramazanm 1 5. günü Hafız Yaşar Bey, İstanbul Yerebatan Camii'nde Cuma namazını müteakip 'Müşvik ve rahim olan Allah 'm adıyla' diye başlayarak ilk kez Türkçe Kur'an okudu. Birinci Türk Tarih Kongresi top­landı. En önemli kararı şuydu: 'Türk tarihi Osmanlı'yla başlamadı. Siyaset ve kültürde Osmanlılığı esas almak kesinlikle yanlıştır'. Türk Dil Kurumu kurul­du. Türk dili sadeleşmeli, Arapça, Farsçadan armdırılmalı ' denildi. Enflasyon eksi 6, büyüme hızı yüzde 1 1 . . . Ekmeğin kilosu, tanesi değil kilosu, sadece 8 kuruştu. Kilo diyorum, çünkü dünyaya entegre olunmuş, uluslararası ölçü bi­rimleri kabul edilmiş; kilogram, gram, metre, litreye geçilmişti. Keriman Halis

Peki, bütün bunlardan yobazın aklında ne kaldı? Hiç!

Ece'nin dünya güzeli seçildiği sene . . . Bölge tiyatroları kuruldu, Anadolu turne­Ieri başladı. İlk kadın hakimimiz Mürüvvet Hanım da Adana'da görevine baş­ladı. Tekel kurulmuştu. İzmir Rıhtım Şirketi devlet tarafından satın alınmıştı. Birinci Diş Hekimliği Kongresi tertiplenmişti. Milli İktisat Cemiyeti, 'Ey ahali, sağlık için balık ye' kampanyası başlatmıştı. Türkiye'nin ilk otomobil yarışı İs­tinye-Zincirlikuyu arasında yapılırken . . . Yüzme sporunun teşvik edilmesi için Türkiye'nin ilk yüzme yarışıarı Büyükdere sahilinde gerçekleştirilmişti. Tayya­reci Vecihi Bey, Vecihi Hürkuş, uçağıyla yurt gezisine çıktı . . . İzmirli kadınlar Cumhuriyetin nimetlerinden öylesine faydalanmaya başlamıştı ki, İzmir'de er­kek haklarının savunuculuğunu yapmak üzere Erkekler Birliği adıyla dernek kurulmuştu, iyi mi! İstanbul milletvekili Ali Haydar Bey'in vekilliği, Mecfis'e devamsızlığı nedeniyle düşürülmüştü. Mustafa Kemal'in Ankara'ya gelişi ilk kez törenle kutlanmıştı . . . Keriman Halis Ece'nin dünya güzeli seçildiği sene, Muhsin Ertuğrul'un 'Bir Millet Uyanıyor' filmi gösterime girmişti. " (Yazının tamamı için bkz. Yılmaz Özdil, "Dünya Güzeli", Hürriyet, 31 Ocak 2012.)

391

YALAN 24

TÜ RKÇ E EZAN VE ARAPÇA F E LAH

"Atatürk, Ezandaki Felah Sözünü Özellikle Tercüme Ettirmemiştir!"

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının "pes" dedirtecek ya­lanlarından biri de budur. Koca koca, kelli felli, aptesli namazlı adamların gazete köşelerinde, televizyon ekranlarında dile ge­tirdikleri güdük bir komplo teorisine dayanan bu yalan şöyle­dir: Güya "Dinsiz Atatürk", ezanı tahrif etmek için ve namazın "kurtuluşa" götürdüğünü halktan saklamak için ezanı tercüme ettirirken özellikle "felah" yani "kurtuluş" sözcüğünün tercüme edilmesini istememiştir!

Bu tür yalanları ortaya atan Atatürk düşmanlarının -kolayca sömürdükleri için olsa gerek- çok sevdiği Atatürk'ün uşağı Cemal Granda, bu yalana yıllar önce anılarında şöyle cevap vermiştir:

"Yepyeni bir Türkiye kurulmuştu. Bir yandan savaşın ya­raları sarılıyor, bir yandan devrimler birbirini kavalıyordu. ( . . . ) Bu arada ezanın da Türkçe okunması üzerinde duruluyordu. Bu devrim de başarıımıştı sonunda. Artık müzezzinler minarede, 'Tanrı Uludur' diye sesleniyor/ardı.

Ezanın Türkçe okunmasının kararlaştırılışı sırasında din adamlarıyla, hafızlarla çeşitli görüşmeler yapılmış, onların da düşünceleri alınmıştı.

393

Ezandaki bütün Arapça sözcükler atıldığı halde 'Felah'a bir karşılık bulunamamıştı . . . 'Haydi felah'ın nasıl değiştirileceği tartışılıyor, fakat kimse bunun karşılığını bulamıyordu. Felah, kurtuluş anlamına geliyordu. 'Haydi kurtuluş' dense, bu deyim çok garip kaçacak, dinin kutsallığıyla da bağdaşmayacaktı. Kur­tuluş denince akla hemen İstanbul'da Rumiarın çoğunlukta bu­lunduğu eski T atavla semti geliyordu.

Son çare olarak Atatürk 'e başvurdular. Bu konuda ileri sü­rülen düşünceleri teker teker dinleyen Atatürk de 'Felah'a bir karşılık bulamamış olacak ki, 'Bu da Felah kalsın . . . ' diye bu işi de sonuca bağladı. "730

Atatürk'ün Türkçe ezandaki bu "felah" çözümü; onun Ka­zım Karabekir'in Kur'an tercüme edilirken, "Elif, lam, mim . . . ne olacak?" sorusuna verdiği "Elif, lam, mim olarak kalacak!" cevabını hatırlatmaktadır. Sonuçta "felah" da "felah" olarak kalmıştır.

Felah istismarcılarının temel çelişkileri şunlardır: 1 . Ezanı Türkçeye tercüme ettirdiği için Atatürk'e kin ku san­

lar, bu sefer de ezandaki bir sözcüğü Türkçeye tercüme et­tirmediği için Atatürk'e kin kusmaktadır.

2 . "Atatürk ezanı 'anlaşılsın' diye Türkçeye tercüme ettirdi," diyenlere, " Ezan Arapçadır, paroladır; anlaşılmasına gerek yoktur! " diye cevap verenlerin; "Ezanda bir sözcük Arap­ça bırakıldı, anlaşılamayacak! " diye Atatürk'e saldırmaları komiktir. Yüzyıllarca Osmanlı padişahlarına, "Ezan neden Arapça? Yoksa eza nı anlamamızı istemiyor musunuz?" diye sormayanlar; Atatürk'e, "Ezandaki felah sözcüğü neden Arapça? Yoksa bu sözcüğü anlamamızı istemiyor musu­nuz?" diye sormuşlardır.

3 . "Felah kurtuluş demektir. Atatürk namazın insanları 'kur­tuluşa' ulaştıracağını insanlar anlamasın diye özellikle bu 'felah' sözcüğünü tercüme ettirmedi ! " diyenler, ezanda "fe­lah" sözcüğünden daha önemli sözcükler olduğunu unut-

730 Turhan Gürkan, Atatürk'ün Uşağının Gizli Defteri, İstanbul, 1 971 , s. 213.

394

maktadır! Atatürk'ün eğer gerçekten böyle bir "anlaşılma­yı engelleme" amacı olsaydı; birincisi, eza nı hiç Türkçeye tercüme ettirmezdi. ikincisi, özellikle ezandaki "Tanrı Ulu­dur", "Şüphesiz bilirim, bildiririm Tanrı 'dan başka yoktur tapacak ", "Şüphesiz bilirim, bildiririm Tanrı'nın elçisidir Muhammed", "Haydi namaza" ve "Namaz uykudan ha­yırlıdır" diye tercüme edilen bölümleri tercüme ettirmezdi. Atatürk kötü niyetli olsaydı, "felah"ı değil "Allahuekber"i tercüme ettirmezdi.

4. "Arapçanın kendine özgü kuralları vardır, bu nedenle Kur'an ve ezandaki bazı ifadeler Türkçeye tercüme edile­mez, edilirse anlam bozulur! " diyenlerin; tam karşılığı bulu­namayan ve "anlamı bozulmasın" diye Arapça bırakılan bir sözcük nedeniyle Atatürk'e saldırmaları ikiyüzlülüktür. Allah akıl, fikir versin!

395

YALAN 25

ATATÜ RK VE MASON LU K

«Atatürk Masondur!"

Atatürk düşmanlarının en popüler yalanlarından biri Ata­türk'ün mason olduğu şeklindedir. Aslında Türkiye'de her ye­niliğe karşı olan muhafazakar kesime göre tüm yenilikçiler, tüm devrimciler, tüm Cumhuriyetçiler masondur! Bir ünlü masonun deyimiyle, "Kime yenilikçi düşünceleri sebebiyle gavur denmişse aynı zamanda mason da denmiştir. " Ya da Falih Rıfkı Atay'ın ifadesiyle "Laisizim gibi masonluk da Türkiye cahillerince din­sizlik anlamında kullanılmaktadır. "73 1

Yobazın, "Atatürk masondu! " iddiasının belli başlı kaynak­ları şunlardır: ı . Amstrong'un "Bozkurt" adlı kitabında Atatürk'ün de mason

olduğunu ve "Vedata" locasına intisap ettiğini belirtmesi, 2. Atatürk'ün uşağı Cemal Granda'nın anılarında ve Falih Rıf­

kı Atay'ın bir konferansında Atatürk'ün mason olduğunu iddia etmesi,

3 . Atatürk'ün "Nutuk "ta sarf ettiği «Alemşumül, saf ve lekesiz bir din " ve «Cihanşümül ittihadı hükümet tahayyülü " gibi sözlerin masonların temel felsefelerine uygun düşmesi,

731 Atay, Atatürk Ne idi?, s. 5 1 .

397

4. Atatürk'ün, Uluslararası Mason Cemiyeti'nin 5-13 Ey­lül 1932'de İstanbul'da toplanmasına izin vermesi ve bu toplantının başkanı seçilen Üstad-ı Azam Mustafa Hak­kı Nalçacı'nın Atatürk'e bir saygı telgrafı çekmesi üzerine Atatürk'ün de bu telgrafa Genel Sekreteri Hikmet Bayur'un bir telgrafıyla cevap vermesi,

5 . Atatürk'ün yanında, yakınında yer alan ve çok önemli ma­kamlarda bulunan Şükrü Kaya ve Tevfik Rüştü Aras gibi bazı CHP'lilerin mason olması ve CHP'li mason üyelerin Cumhuriyet MahviIi'nin Kızılay civarındaki binasında bir araya gelmesi,

6. Masonların yazdıkları kitaplarda, yaptıkları yayınlarda Atatürk'ü hep mason olarak göstermeleri, hatta İtalyan 10-ca sına kayıtlı olduğunu iddia etmeleri,

7. Atatürk'ün bazı fotoğraflarında masonlar gibi sağ elini göğ­süne koyması,

8 . Atatürk döneminde de mason localarının açılması, 9 . Atatürk'ün mas on localarını resmen kapatmayıp uykuya

yatırmış olması/32 Örneğin, AKP hükümetinin Atatürk Cumhuriyeti'ni tasfiye

etme sürecinde desteklediği Derin Tarih dergisinin Haziran 2015 sayısında Yesevizade Alparslan Yasa, "Mustafa Kemal Masonlu­ğa Sadık Kalmamış mıydı?" başlıklı makalesinde bu iddiaları tek­rarlamıştır. Yasa, makalesini şöyle bitirmiştir: "Mustafa Kemal'in mason olduğuna dair deliller böylece sıralanıp gidiyor, ama ne gariptir ki, olmadığına dair hiçbir delile rastlanmıyor . . . "733

Yine sırayla gideceğim! Önce Atatürk'ün mason olduğuna dair delillerin iç yüzünü

gözler önüne sereceğim. Sonra da Atatürk'ün mason olmadığına yönelik delilleri sıralayacağım.

Ancak bunlardan önce konunun altyapısını oluşturması açısından Osmanlı'nın ve özellikle Abdülhamid'in masonlarla ilişkisinden söz edeceğim. Çünkü Atatürk'ün masonlarla ilişkisi

732 Bu iddialar hakkında bkz. Yesevizade Alparslan Yasa, "Mustafa Kemal Mason­luğa Sadık Kalmamış mıydı?", Derin Tarih, Haziran 2015, S. 39, s. 65-75.

733 Agm., s. 75.

398

II. Abdülhamid'in masonlarla ilişkisine fazlaca benzemektedir. İki farkla: Bir, Abdülhamid döneminde açılan mason localarının sayısı Atatürk döneminde açılan localardan çok daha fazladır. İki, Abdülhamid masonların peşinde hafiye gezdirmesine karşın, Atatürk'ün yaptığını yapıp mason localarını kapatamamıştır. Veya masonların diliyle söylerse k, "uykuya yatıramamıştır".

Osmanlı'da Masonluk

Osmanlı' da masonluk 1 8 . yüzyıldan itibaren görülmeye baş­lanmıştır.7J4 Osmanlı'nın ilk masonları aynı zamanda Osmanlı Müslümanlarının matbaayla tanışmasını da sağlayan Yirmisekiz Mehmed Çelebi ile İbrahim Müteferrika'dır.735 Osmanlı'da 1 839 Tanzimat Fermanı'ndan sonra mason localarının sayısı Paul Dumont'a göre 1 850-1 875 arasında 30-40'a ulaşmıştır. Orhan Koloğlu, buralarda 2000 ila 4000 arasında mason bulunduğu­nu belirtmiştir.736 1 856'dan itibaren Osmanlı'da İstanbul'dan İzmir'e, Mısır'dan Suriye'ye, Antep'ten Antakya'ya çok sayıda mas on locası açılmıştırJ37

O dönemde Amerika başta olmak üzere dünyanın belli başlı ülkelerinde de çok sayıda mason locası vardır. İngiltere Kraliçesi Viktorya locaların koruyucusu ve Veliaht Prens, Büyük Üstat'tı. İsveç kralları babadan oğula, Hollanda veliahdı, Baden Büyük Dükü, Alman imparatoru, Portekiz kralı ülkelerindeki locaların başında bulunmuşlardır. Yine Fransa'nın önemli politikacıları ve başta Washington olmak üzere birçok Amerikan cumhur­başkanı masondu. Ancak Rusya, Avusturya ve bir süre İtalya locaları resmen kapatırken, Osmanlı İmparatorluğu locaların faaliyetlerini kısıtlamaktan bile çekinmiştir.738

734 Bu konunun bütün önemli ayrıntılarını Orhan Koloğlu'nun "Abdülhamit ve Masanlar" adlı kitabından öğrenebilirsiniz. Ben de bu bölümde Orhan Koloğlu'nun adı geçen eserinden yararlandım. (Bkz. Orhan Koloğlu, Abdülha­mit ve Masanlar, S. bas., İstanbul, 2004.)

735 Koloğlu, age., s. 30. 736 age., s. 38. 737 age., s. 72-78. 738 age., s. 39.

399

Osmanlı'da 19. yüzyılda masonların hareket alanı öylesine genişlemiştir ki, 1 Temmuz 1 871 'de İstanbul Hasköy'de bir ma­son mabedinin temeli atılmıştır. Temel atma töreni gizlilikten, saklılıktan uzak, göstere göstere yapılmıştır. Levant Times gazete­si, tam sayfasını ayırdığı bu görkemli törenden şöyle söz etmiştir:

"Türk imparatorluğu içinde inşa edilen ilk mason mabedini kurmak şerefi Hasköy' deki Britanya kolonisine ve özellikle bun­ların içinde çoğunluğu oluşturan İskoç elemanına nasip oldu. { . . . } Kısa zamanda yüzde 7 faizli 5 sterlinlik hisseler satılarak 1 000 sterlin toplandı ve Hasköy' de Musevi mahallesinde bir arsa alındı ve 1 Temmuz günü tam bir mason ihtişamı içinde temeli atıldı. Törene {aralarında kadınlar da bulunan} 1 50 kişi katıldı. İçlerinde Leinster, Oriental ve Bulwer locaları gibi yabancı 10-calardan kimseler de vardı. ( . . . ) Aralarında özellikle Musevilerin bulunduğu çok kalabalık seyirci vardı . . . "739

1 9. yüzyılda hızla bir mason cennetine dönüşen Osmanlı'da 20 Ekim 1 8 72'de Veliaht Murad, Proodos (İlerleyiş) locasında mason olmuştur.74o

Osmanlı masonları padişah II. Abdülhamid döneminde de faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Orhan Koloğlu'nun deyişiyle, "Darbelere karışmamış olmaları koşuluyla çevresindeki masonla­ra dokunmuyor, aksine hizmetinde tutmaya dikkat ediyordu" .741 II. Abdülhamid'in sadrazamları ve nazırları arasında birçok mason vardır. Örneğin, Mithat Paşa'yı sadrazamlıktan uzaklaş­tırdığında, yerine atadığı Ethem Paşa masondur. Abdülhamid, donanmanın başındaki Amiral Hobart Paşa'yı, İngiliz ve mason olduğunu bildiği halde görevinden almamıştır. Dahası, Hobart Paşa'dan sonra donanmanın başına getirdiği Wood Paşa da hem İngiliz hem masondur. Wood Paşa anılarında, mason Hobart'ın Abdülhamid ile mason Kraliçe Viktorya arasında haber getirip götürdüğünü yazmıştır.742

739 age., s. 87. 740 age., s .100 vd. 741 age., s. 133. 742 age., s. 1 33, 1 34.

400

Uzun saltanatı boyunca Abdülhamid aslında masonlarla iyi geçinmiştir. Orhan Koloğlu şöyle diyor: "Abdülhamid'in inkar edilemeyecek yumuşak politikası sebebiyle, arada bir görülen propaganda yazıları bir kenara bırakılırsa, on seneden fazla bir süre boyunca masonların, Abdülhamid aleyhinde bir kampanya­larına rastlanmamaktadır. Bu herhalde locaların Osmanlı top­raklarında rahatsız edilmeden serbestçe çalışmalarına izin veril­mesinden ileri gelmiş olmalıdır. ( . . . )"

"Abdülhamid iktidarda bulunduğu sürece hiçbir anti mason yayın görülmedi. "

"Masonluk aleyhindeki kampanya bir yana, Abdülhamid'in saltanatı sırasında ülkenin birçok yerinde ilk kez locaların açıldı­ğı görüldü. Açıkçası masonluk daha da yaygınlaştı. "743

II. Abdülhamid döneminde Osmanlı'da açılan belli başlı ma­son localarına şöyle birkaç örnek vermek mümkündür: 1 8 86'da Kayseri'de "Hakiki Kardeşler" locası, 1 898'de Ankara'da "Veri­tari Consciata " locası kurulmuştur. Selanik'te, İtalyan ve Fransız localarına ek olarak İspanyol locaları, Yanya ve Serez'de Yunan locaları açılmıştır. Gelibolu'da "Unione di Homs Locası " açıl­mış, "Tommaso Briganti Locası " da yeniden canlandırılmıştır. 1 8 87'de Trablusgarp'ta "Sirenayka locası " kurulmuştur.744

Orhan Koloğlu'nun şu yorumuna katılmamak elde değil­dir: "Bütün bu örneklerden varacağımız sonuç Abdülhamid ile önemli bir mason kesimi arasında oldukça dostça ilişkilerin var olduğudur. "745

Dolayısıyla II. Abdülhamid'i masonların tahtan indirdiği, Osmanlı'yı masonların yıktığı ve Cumhuriyet'i masonların kur­duğu şeklindeki komplo teorilerinin hiçbir bilimsel temeli yoktur.

II. Abdülhamid'i tahtan indiren İttihat ve Terakki de mason­larla iyi geçinmiştir. İttihatçı önderler arasında Talat Paşa gibi çok sayıda mason vardır. Jöntürkler ve İttihatçılar için masonluk, II. Abdülhamid'in istibdadındanlbaskısından kurtulmak için gizli

743 age., s. 1 74, 175. 744 sge, s. 1 75. 745 age., s. 1 76.

401

bir sığınak, korunak olmuştur. Çünkü biraz önce de ifade ettiğim gibi masonlarla iyi geçinen Abdülhamid, ülkedeki tüm muhalifle­re kan kustururken, mason localarına adeta zimmı bir ayrıcalık tanımış; locaları kapatmadığı gibi localar üzerinde ciddi bir baskı da kurmamıştır. İşte Jöntürk ve İttihat ve Terakki yöneticileri, ma­sonluğun bu koruyucu zırhından yararlanmak için mason olmuş­lardır. Ayrıca mason İttihatçıların aynı zamanda Bektaşi olduğu da dikkate alınacak olursa, dünya görüşleri açısından da bu İtti­hatçıların mason olmakta bir sakınca görmedikleri söylenebilir.

Orhan Koloğlu'nun C<İttihatçıfar ve Masonlar" adlı kitabın­da anlattığı gibi İttihatçıların masonluğu "Milliyetçi bir hareket­tir, din karşıtlığı bahis konusu değildir, Siyonizm ve Yahudilikle hiçbir ilgisi yoktur. "746

Enver Paşa, i. Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru mas on 10-calarının faaliyetlerini frenlemiş, localar da tamamen siyasetin dışına yönelip yardım faaliyetleriyle ilgilenmeye başlamışlardır.

Mütareke döneminde İttihatçı avı sırasında İttihatçıların sı­ğındığı mason locaları kapatılmış, mallarına el konulmuş ve üye­leri sürgün edilmiştir. Bu mason İttihatçı avı için Büyük Üstatlığa İttihat Terakki karşıtı mason Rıza Tevfik getirilmiştir. Mason İttihatçıları yakalatan mason Rıza Tevfik, Sevr Antlaşması'nı imzalayan heyette yer almış, zafer kazanılınca ülkeden kaçmış ve 150'likler listesine alınmıştır.747

Türkiye'de mütareke ve işgal yıllarında etkisi azalmaya baş­layan masonluk, Cumhuriyet döneminde -kendini toparlamaya çalışsa da- bir daha Osmanlı dönemindeki parlak günlerine geri dönememiş ve 1935'te kapatılmış veya mason diliyle söylersek uykuya yatmak zorunda bırakılmıştır.

Cumhuriyet'te Masonluk

Atatürk Cumhuriyeti, emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı verilen bir bağımsızlık savaşı sonunda kurulması ve cum-

746 Orhan Koloğlu, Cumhuriyet Dönemi Masonlar, 3. bas., İstanbul, 2004, s. ı ı . 747 age., s . 32.

402

huriyetin kurucusu Atatürk'ün "özgürlük" ve " bağımsızlık" sev­dası nedeniyle "kökü dışarıda" tüm akımlara ve "tam bağımsız­lığa" engel her türlü yapıya temkinli, hatta soğuk yaklaşmıştır.

1930'ların devletçi ve milliyetçi politikalarından mason 10-caları da na si bini almıştır. Bu dönemde CHP önce bir şekilde locaları kontrol etmek istemiştir. Örneğin, 1 Ağustos 1930' da "Umumi Heyeti, Büyük Üstadı ve Daimi Heyeti" seçmek için yapılan mason toplantısında tüzüğe aykırı olarak -mason olan ancak delege olmayan- CHP mutemedi Hakkı Şinasi Paşa iti­razIara rağmen başkanlık makamına oturup seçimi başlatmıştır. Bunun üzerine tüm cemiyetleri kontrol eden CHP' nin bu mason cemiyetini de kontrol ettiği sonucuna varan birçok kardeş, celse­yi terk etmiştir.748 Yine bu tartışmalar sırasında Azim Locası'nın kapatılmasına karar verilmiştir.749

Atatürk'ün, uzun süre İttihatçılarla birlikte hareket eden masonlara fazla sempati duyduğunu söyleyemeyiz. 1926'da izmir Suikastı'ndan sonra İttihatçıları tamamen tasfiye eden Atatürk'ün, zamanı gelince masonları da tasfiye etmeği düşün­düğü anlaşılmaktadır.

Kemalettin Apak'a göre Cumhuriyet döneminde ilk Türkiye Büyük Locası (Maşrak-ı Azam'ı) Cemiyetler Kanunu'na uygun olarak bir yardım cemiyeti biçiminde örgütlenmiştir. 1926'da başlayan örgütlenme süreci, 16 Mayıs 1 929'da "Türk Yükselt­me Cemiyeti"nin kuruluşuyla tamamlanmıştır.

Cumhuriyetin ilanından masonluğun yasaklanmasına ka­dar, 1 924 ile 1935 arasındaki 12 yıllık sürede 24 10ca beraat al­mıştır. Osmanlı döneminde yılda ortalama 4 loca beraat alırken, Cumhuriyet döneminde bu yarı yarıya azalıp 2'ye düşmüştür/so

1920'lerde devrimlere yönelik tepkiler, Nasturi isyanı, Şeyh Sait isyanı, şapka isyanları, Atatürk'e yönelik İzmir Suikastı gibi rej im karşıtı hareketlere karşı genç Cumhuriyet, çok dikkatli 01-

748 age., s . 39, 40. 749 age., s. 41 . 750 age., s. 45, 46.

403

muş, dışarıyla bağlantısı olan herkesi; İttihatçıları, tarikatçıları, hilafetçileri ve masonları kontrol etmeye çalışmıştır.

Masonluğun Türkiye Cumhuriyeti için tehlike olabileceğine yönelik ilk işaretler, 1 925 yılında Şeyh Sait İsyanı sonrasında ortaya çıkmıştır. İsyanın elebaşı Şeyh Sait sorgusunda isyan ge­rekçelerini sayarken, "Fermasonluk, laiklik de bizi çok müteessir ediyordu, " demiştir.

1 925 yılında masonluğun Cumhuriyet için iki yönlü tehdit olabileceği ortaya çıkmıştır: 1 . Masonluğu "dinsizlik" zanneden yobaz kesimin buna kızıp Cumhuriyet'e düşmanlık beslemesi, 2. Türkiye Cumhuriyeti'ne karşı İngilizci bir İslam Masonluğu yapılanmasının ortaya çıkması. . .

1 925 yılında devrim karşıtı faaliyetleri nedeniyle İstik­lal Mahkemelerince kapatılan ve kurucuları mahkum edilen "Tarikat-ı Salahiye Cemiyeti" bir İslami masonik yapılanmadır. İngilizci bir İslam masonluğu oluşturmayı amaçlayan cemiyet, 1 9 1 9 yılında kurulmuş ve Kurtuluş Savaşı'na karşı çıkmıştır. Cemiyet Şeyh Sait İsyanı'na destek vermek, Vahdettin'le bağ­lantı kurmak, İngiltere'nin isteğiyle hareket etmek gibi faaliyet­lerle suçlanmıştır. 1 930 yılında Dışişleri Bakanlığı'nca hazırla­nan Cumhuriyet'e düşman bütün akımların anlatıldığı raporda Tarikat-ı Salahiye'nin başkanı Kiraz Hamdi Paşa bölümünde şunlar yazılıdır: "Tarikatın ilkeleri tamamıyla masonlardan alınmış İslam masonluğundan başka bir şey değildir . . . " Rapora göre bu Kiraz Hamdi, daha önce 1 50'likler listesine alınıp sür­gün edildikten sonra, İngiliz ajanlarından aldığı paralarla örgüt kurup yayınlar yapmıştır.751

Atatürk'e, masonların Cumhuriyet için bir tehlike olabile­ceğini düşündüren başka bir olay da 1 930'larda İzmir'de ger­çekleşmiştir. Sadece Layiktez'in ve ondan alıntı yapan Orhan Koloğlu'nun kitaplarında rastladığımız bu olayın özü şudur: İzmir'de bir locada Harf Devrimi'ne karşı bir konuşma yapılmış, konuşmacı mason, eski harfleri öğrenemeyecek olan yeni nesille-

751 age., s. 46-48.

404

rin geçmişlerinden kopacakları tezini işlemiş, bunu öğrenen Ata ­türk de, "Masonları ilerici bilirdim; devrimleri savunacaklarınıı köstek olmaya başladılar. Galiba kapanmalarının zamanı geldi, .. demiştir.7S2 Devrimleri konusunda çok duyarlı olan Atatürk'ün kulağına eğer gerçekten de bu veya buna benzer tek tük birkaç devrim dedikodusu bile gitmiş olsa, eserini koruma içgüdüsüyle locaları kapatmaya karar vermiş olabilir.

1 930 yılında devletin resmi raporunda Tarikat-ı Salahiye Cemiyeti'nin İngilizci bir İslam Masonluğu oluşturmayı amaç­la dığının belirtilmesinden, 1930'daki çok partili seçim deneme­sinin rejim karşıtı bir harekete dönüşmesinden ve yine 1930'da Menemen'de Kubilay'ın devrim karşıtlarınca öldürülmesinden bir yıl sonra, Türk Ocaklarının kapatıldığı yıl, 1931 'de, Ata­türk'ün Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, basında mason karşıtı bir kampanya başlatmıştır

Masonlar, Mahmut Esat Bozkurt'un mason karşıtı kam­panyasını, masonluk başvurusunun reddedilmesine bağlamıştır. Güya Mahmut Esat Bozkurt buna kızarak önce İzmir Karşıya­ka'daki mason locasının camlarını kurşunlamış, sonra basında mason karşıtı bir kampanya başlatmıştır.753 Ancak Mahmut Esat Bozkurt bu iddiaları yalanlamıştır.

Mahmut Esat Bozkurt, 193 1 yılı sonlarında İzmir basınında Anadolu gazetesinde mason karşıtı yazılar yazmaya başlamıştır.

8 Ekim 193 1 'de Anadolu gazetesindeki yazısında, "Biz her şeyden evvel Türküz, her şeyden sonra da Türküz, " demiştir.

1 1 Ekim 1931 'de Anadolu gazetesinde masonluğun "milli­yetçi düşmanı " ve "beynelmilelci" olduğunu tekrarlamıştır. 1 3 Ekim 193 1 ' de Anadolu gazetesinde "Masonlar telaşa düştüler. Buna üzgünüm. Bir gün Türk milleti ağlayacağına varsm bütün dünya masonluğu üzülsün. Masonlukla mücadele devam edecek ( . . . ) Masonluk kapkara mutaassıp bir mezheptir. Siyonist Yahu­dilerin elinde bir soygunculuk vasıtası olmuştur, " demiştir. 13

752 age., s . 98. 753 age., s. 5 1 .

405

Ekim 1 93 1 'de Milliyet gazetesinde "Bir Rum, bir Yahudi, bir Ermeni, Türk masonluğunu idare edecek, bütün bunlara göz yu­macağız, masonluk milliyetçiliktir, diyeceğiz, öyle mi? Bu nasıl olur? Buna kim inanır! ( . . . ) Bir de benim anlamadığım bir nokta var. Masonluk bir teşekkül olduğuna göre nasıl oluyor da gizli duruyor? Gizli teşkilatlar kanunen yasaktır. Vakıa, Türk Yük­selme Cemiyeti diye hükümete, o da pek yeni olmak üzere be­yanname verilmiş ve bu teşekkülün vaziyeti kanuna uydurulmak istenmiştir. Bir de masonluğun adına ne hakla Türk Yükselme Cemiyeti denerek hakikat gizleniyor. ( . . . ) Bunların zaman za­man hükümete bile müessir olmak istedikleri, hükümeti kendi çıkarlarına alet etmek istedikleri görülmüştür. Nazarı dikkatimi çeken cihetlerden birisi de Türkiye'ye Protestan ve Genç Hıristi­yanlık propagandası için gelen misyonerlerin mason olmalarıdır. Elbette günün birinde Türk milleti ve onun hükümeti bunların hesabını soracaktır. Her halde yanlarına kar kalmayacaktır. "

Mahmut Esat Bozkurt, mason karşıtı yazılarının dozunu gittikçe artırmıştır. 1 8 Ekim 1931 tarihinde Anadolu gazetesin­de çıkan "Mason Tekkesinin İmtiyazı Nedir ki Hala Duruyor? " başlıklı yazısında, " . . . Eğer masonluktan maksat Türklüğü yük­seltmekse, eğer dedikleri gibi bu milliyetçilikse, bu gayelere sa­mimiyetle giden Halk Fırkası'na iltihak etsinler. Bir ikilik gibi karşımızda durmasınıar. Yahut muhalif bir siyasi fırka olarak açıkça çalışsınlar. Türk Ocakları ikilik olmasın diye yerlerini fır­kaya bıraktı. Yüce Üstad propagandasını yapan mason tekkesi­nin imtiyazı nedir ki hala duruyor?" demiştir.

20 Ekim 193 1 'de Anadolu gazetesinde "Ben masonluğun prensiplerine de, tatbikatına da, tecelliyatına da Türk olarak düşmanım. Masonluk, Türklüğün düşmanıdır ( . . .) Biz insanlı­ğı, siyaseti, hürriyeti, vicdan duygularımızı on bin yıla bakan öz Türk tarihinden alıyoruz. Düne olduğu kadar, bugüne ve yarına bu hakim olacaktır, " demiştir.

22 Ekim 1 93 1 'de Anadolu gazetesinde "Farmasonlar Dinle­yiniz?" başlıklı yazısında masonluğu eleştirdikten sonra yazısını,

406

"Bir tane Türkü bütün dünya Yahudiliğinin üstünde tutarım, " diye sürdürmüştür.

Mahmut Esat Bozkurt'un Anadolu gazetesindeki mason karşıtı kampanyasını, Son Posta'da Peyami Safa, Milliyet'te Bur­han Felek yazılarıyla desteklemiştir. Hizmet ve Son Posta gaze­telerinde Dr. Mim Kemal, M. Sami ve G. Kenan ise bu kampan­yaya karşı yazılar yazmıştır.754

Açıkça görüldüğü gibi Mahmut Esat Bozkurt'un masonluk karşıtı yazılarının odağında masonluğun milliyetçilik, Türkçü­lük karşıtı olduğu tezi vardır. Bozkurt milliyetçi, Türkçü Türk Ocaklarının bile kapatıldığı bir ortamda "gizli kapaklı" işlerin döndüğü, "dışa bağımlı", milliyetçilikle, Türkçülükle uyuşma­yan mason localarının da kapatılması gerektiğini belirtmiştir.

Soru şudur: Mahmut Esat Bozkurt bu mason karşıtı kampanyayı Ata­

türk'ten habersiz tek başına mı başlatmıştır? Yoksa Mahmut Esat Bozkurt'tan böyle bir kampanya başlatmasını isteyen Ata­türk müdür?

Benim tahminim, 1 930 bunalımları sonrasında, diğer bazı cemiyetler gibi mason cemiyetlerini de kapatmaya karar veren Atatürk, 1 93 1 yılında Mahmut Esat Bozkurt aracılığıyla basında masonluk tartışması başlatmıştır. Burada dikkat edilmesi gere­ken nokta, Mahmut Esat Bozkurt'un masonluk karşıtı kampan­yayı Atatürk'le, Cumhuriyet'le özdeşleşmiş bir Ankara gazete­siyle değil de bir İzmir gazetesi olan Anadolu gazetesi ile yapmış olmasıdır. Bu da stratejinin bir parçası gibi görünmektedir. Belli ki Atatürk, bu işe fazla müdahil görünmek istememiştir.

Bu kampanya yı Atatürk'ün başlattığını veya kampanyayı başlatmamış olsa bile en azından kampanyadan rahatsız olma­dığını düşündüren çok neden vardır: ı . Türk devriminin önde gelen isimlerinden, Atatürk'ün çok

yakınında bulunan ve Atatürk'ün çok değer verdiği Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt'un -en azından- Atatürk'e

754 age., 5. 5 1-65, 73-81 .

407

sormadan böyle önemli bir işe girişmesi pek gerçekçi görün­memektedir:

2. Türk Ocakları ve Halkevleri gibi 1930'larda kapanan ve açılan cemiyetlerle çok yakından ilgilenen Atatürk'ün -üste­lik kökü dışarıda- mason cemiyetinin kapanıp kapanmama­sıyla ilgilenmemesi olanaksızdır.

3. Mahmut Esat Bozkurt her geçen gün mason karşıtı kapma­yanın şiddetini artırırken, Atatürk'ün kendisini uyarmaması veya kampanyaya son verdirmemesi, Atatürk'ün kampanya­dan rahatsız olmadığını, hatta memnun olduğunu göstermek­tedir. Ayrıca Atatürk'ün bu kampanya dolayısıyla Mahmut Esat Bozkurt'u dışlamamış olması, ona güvenmeye devam et­mesi, Atatürk'ün -bu mason karşıtı kampanyayı başlatmamış olsa bile- bu kampanyaya karşı olmadığını kanıdamaktadır.

4. Mahmut Esat Bozkurt'un kampanyayı -bazen aşırıya kaça­rak da olsa- "milliyetçilik", "Türklük" gibi değerler üzeri­ne kurması, "Benim yaradılışımda fevkalade bir şey varsa, Türk olarak dünyaya gelmemdir, " diyen Atatürk'ü de mem­nun etmiş olmalıdır. Atatürk, bu kampanya sayesinde kamuoyunun masonluğu

tanımasını istemiştir. Basındaki masonluk tartışmalarını tarafsız bir gözlemci gibi izleyip aydınların, halkın ve masonların konuya yaklaşımını görmek istemiştir. Çok daha önemlisi Mahmut Esat Bozkurt'un ateşli anti-mason yazılarına masonların ne cevap ve­receklerini, masonların yeni Türkiye'ye nasıl baktıklarını görmek istemiştir. Aslında Atatürk'ün bu stratejisi gayet başarılı olmuştur. Nitekim Mahmut Esat Bozkurt'un kampanyasından sonra, ma­sonlar milliyetçilik vurgusunu artırmışlar ve mason adını açıkça kullanmaya başlamışlardır. ( 1932'de "Türk Yükseltme Cemiyeti" adını "Türkiye Yüksek Masonluk Cemiyeti" olarak değiştirmiş­tir. ) Ayrıca uluslararası mason kongresini İstanbul'da toplamaya karar vermişlerdir (Uluslararası Mason Birliği'nin 8. Konvan'ı 5-1 3 Eylül 1 932 tarihlerinde İstanbul'da düzenlenmiştir.j?55

755 age., s. 70.

408

Mahmut Esat Bozkurt'un 17 gün sürdürüp birdenbire son verdiği kampanyası, bu gelişmelerin ardından yine birdenbire başlamıştır!

Mahmut Esat Bozkurt, 24 Ekim 1 932'de Anadolu gaze­tesinde "Farmasonluk Dağılmalıdır" başlıklı bir yazı kaleme alarak masonların hükümetçe onaylanmalarının gizli kapaklı işlerini ortadan kaldırmadığının altını çizerek masonların yemin metnini paylaşmıştır. Nakşibendiliğin, Mevleviliğin, Bektaşiliğin vs. devlet tarafından kapatıldığını hatırlatıp, mason localarının da kapatılması gerektiğini belirtmiştir.

İşte tam da o günlerde Ağaoğlu Ahmet, Köprülü Fuat, İsma­il Hakkı, Hikmet (Bayur) ve Dr. Mim Kemal'in bulunduğu bir sofrada değişik konular görüşülürken, söz dönüp dolaşıp ma­sonluğa gelince Atatürk mason Mim Kemal'e dönüp, "Kemal Bey, işittiniz ya, şimdi sıra size geldi! Kemal Bey, masonluğun umdeleri nelerdir?" diye sormuştur. Kemal Bey masonluğun milliyetçi, halkçı, cumhuriyetçi, laik bir kurum olduğunu söyle­yince oradakilerden iki kişi, "Mademki masonluk milliyetçidir, hakçıdır, cumhuriyetçidir. Halk Partisi'nin umdeleri de bunlar­dan başka bir şey olmadığına göre masonluğun hikmeti vücudu yoktur, " demiştir. Bunun üzerine Atatürk yeniden Mim Kemal'e dönerek, "Kemal Bey, ne dersiniz?" diye sormuştur. Mim Ke­mal, Halk Partisi'nin ilkelerinin ülke içinde sınırlı olduğunu, oysa masonluğun bu ilkeleri ülke sınırları dışına yaydığını, bu bakımdan yararlarının reddedilemez olduğunu belirtmiştir. Ata­türk sessizce dinlemeye devam etmiştir. Mim Kemal sözlerini şöyle sürdürmüştür: "Diktatör memleket/erde mason locaları yıkılır, masonlar nefi ve yok edilirken Türk milli masonları Ulu Önder'inin ve onun hükümetinin itimat ve müzaheretine maz­har olmakla daima bahtiyarlık duymuştur. Dünyada en bahtiyar ve mutlu masonların Türk masonları olduğuna şüphe edilemez. Masonların bu durumlarını yakından bilen ecnebi masonlar memleketimizdeki masonların haline gıpta ettiklerini defalarca söylemişlerdir. "

409

Atatürk, "Reisiniz kim?" diye sorunca Mim Kemal şöyle cevap vermiştir:

"Memleket içinde sulh ve selamet tavsiye eden ve bütün dünyaya hitap ederek bu ülkünün tahakkuk ettirilmesini temen­ni eden zat-ı devlet/eridir. "

Atatürk, bu cevaba biraz da sinirlenerek şöyle karşılık ver­miştir:

"BEN BU CEMİYETE GİRMEM. BEN BAŞKALARıNıN YAPTıGl PRENSİPLERE DEGİL, ANCAK KENDİ PREN­SİPLERİME UYARIMf "756

Burada geçen "Başkalarının yaptığı prensiplere uymamak " ifadesi önemlidir. Çünkü mason localarının kapatılma gerekçesi -birazdan görüleceği gibi- aslında tam olarak da budur.

Orhan Koloğlu'nun dediği gibi, "Atatürk kurumun, ilkeleri onaylamasıyla yetinecek değildi, fiili olarak ne katkıda buluna­bileceğini öğrenmek istiyordu. Dünyaya uymaktan önce kendi toplumunu bir yeni temele oturtmak ihtiyacı içindeydi. Kema­list devrimlerin en önemli ilkelerinden biri Halkçılıktı. Yani değişmenin toplumun tabanına yansıması isteniyordu. Kabul etmek gerekir ki masonluk bir seçilmişler kulübü olma özelli­ğini aşabilmiş değildi. 1 948' de yeniden açılış girişimleri sırasın­da kendi sözcüleri bir 'burjuva kulübü' olduklarını söylemekten kaçınmamıştır. "757

Atatürk mason localarını kapatırken Mahmut Esat Boz­kurt'la altyapıyı hazırlamış, Recep Peker'le son darbeyi indirmiş gibidir.

İbrahim Arvas'ın "Tarihi Hakikat/er" kitabında anlattığına göre Atatürk, CHP'nin yapısına değişiklikler getiren 1935 kurul­tayı sırasında Mahmut Esat Bozkurt'u çağırıp kendisine mason­ların özelliklerini anlatan bir kitap vererek "Bunu güzelce mü­talaa et, bir takrirle Halk Partisi Grup Başkanlığı 'na ver, grupta

756 Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, s. 9, 10. 757 Koloğlu, Cumhuriyet Dönemi Masonlar, s. 1 00.

410

bunlara şiddetli bir hücum yap ve grupça kapanmasına delalet et. Senin de bu işte büyük şeref payın olacaktır, " demiştir. Günü geldiğinde Mahmut Esat Bozkurt riyaset makamına şu takriri vermiştir: "Bizim atalarımızın mensubu bulunduğu tarikatları kapattık. Masonluk da kökü dışarıda bir Yahudi tarikatından başka bir şey değildir. Memleketimizde bunun ne işi vardır. Bunu da grup kararıyla kapatalım. " Bunun üzerine Meclis'teki mason milletvekilleri telaşlanmıştır. Özellikle mason milletve­killerinin sözcüsü Şükrü Kaya masonluğun bir hayır müessesesi olduğunu söylediğinde, gruptan "Bu doğru değil, yalan söylü­yorsun! " sesleri yükselmiştir. Bunun üzerine söz isteyip kürsüye çıkan Recep Peker, "Arkadaşlar çok mühim bir iş üstündeyiz, müsaade buyurun, bu işi bir defa da Devlet Reisi'ne götürelim, onun da reyini alalım, gelecek hafta bugün tekrar huzurunuza getireceğim, " diyerek görüşmeleri bir hafta sonraya ertelemiştir. Ertesi hafta kürsüye gelen Recep Peker şunları söylemiştir: "Ar­kadaşlar bugünden itibaren Türkiye'de masonluk kalmamıştır ve bütün localar kapanmıştır. " Salonda bir kıyamettir kopmuş; alkışlar, bağrışmalar, "Kahrolsun Yahudi uşakları!" sesleri yük­selmiştir.

Arvas'ın bu anlatısını Orhan Koloğlu şöyle yorumlamıştır: "Anıların olaylardan 30 yıl sonra ve Arvas 80 yılındayken

yazılmış olması yüzünden bazı olayların birbirine karıştırıldı­ğı ve aşırı abartmalar yapıldığı görülüyor. Nitekim Atatürk'e, 'Defolun gidin! Yahudiye uşak mı olacağım . . . Hepinizi Divan-ı Harbi Örfi'ye gönderir astırırım!' gibi sözlerin yakıştırılması, ondan çok, anti-mason olduğu anlaşılan Arvas 'ın ürünü olduk­larını düşündürüyor. "758

Sonuçta parti programının 69. maddesi şöyle değiştirilmiştir: "BEYNELMİLELCE MAKSATLARCA CEMİYET YA­

PILMAYACAGI GİBİ, KÖKÜ YURTDıŞıNDA OLAN CE­MİYETLER KURMAK YASAK OLACAKTıR. Milletler ara-

758. age., s. 85.

411

sında beraberlik yapmakta devletin fayda göreceği maksat/arla cemiyet kurmak veya kurulu olanların şubesini açmak için icra vekilleri heyetinin kararı lazımdır. "759

CHP' nin mason localarını kapatacağı haberi İstanbul'a ula­şır ulaşmaz, localar önlem olarak hemen yaz tatiline girmeye ka­rar vermiştir.

Ekim 1935'te de CHP'nin mason milletvekillerinden İçişleri Bakanı Şükrü Kaya mason ileri gelenlerini Ankara'ya çağırıp on­lara, masonluğun kültürel ve sosyal faaliyetlerini artık Halkevle­ri ile Halkodalarının üstlendiğini ve hükümet olarak masonluğu kapatmaya karar verdiklerini açıklayarak Konvan toplantıları­nın kapanma kararını hemen orada vermelerini istemiştir. Baskı altında bu emre uyan kardeşler, "Türk Mason Cemiyeti'nin fa­aliyetine son verip tüm mallarını Halkevlerine vermeyi" kabul ettiklerini belirten kapanış beyannamesini 9 Ekim 1935'te Ana­dolu Ajansı'na vermişlerdir.760

Hükümetin resmi yayın organı durumundaki Cumhuri­yet gazetesi 14 Ekim 1 935 tarihli nüshasında "Türkiye Ma­son Localan Bir Emirle Kapatıldı" başlıklı yazıda "İçişleri Bakanlığı'ndan verilen emir üzerine Türkiye mason localarının faaliyetine nihayet verilmiştir. ( . . . ) Bu teşkilatın kaldırılmasını icap ettiren sebep, son fırka programında KÖKÜ DıŞARıDA B ULUNAN teşekküllerin memleketimizde yer bulamayacağına dair olan kayıttır, " demiştir.

Atatürk'ün mason localarını kapatmasının iki temel ge­rekçesinden biri, bu seçilmişler kulübünün "Sınıfsız imtiyazsız kaynaşmış bir kitle" diye tanımladığı yeni eşitlikçi toplumsal düzene ve Halkçılık ilkesine aykırı olması; diğeri ise locaların "kökü dışarıda" olmaları nedeniyle "tam bağımsızlık" ve Milli­yetçilik ilkesine aykırı olmasıdır. Nitekim Yusuf Hikmet Bayur anılarında, masonluktaki "zincirleme itaatin" kişileri farkında olmadan İngiliz veya Fransız etkisi altına sokabileceğini düşü-

759 age., s. 85. 760 age., s. 88.

412

nen Atatürk'ün, kökü veya başı dışarıda bir kurum olduklarını düşündüğü için mason localarını kapattığını ileri sürmüştür.76 1

Atatürk'ün 1 935'te kapattırdığı mas on locaları 1948'de İnönü'nün müsaadesiyle yeniden açılmıştır. Locaların tekrar ka­patılması için Nisan 1951 'de DP Tokat milletvekili Ahmet Gür­kan Meclis'e verdiği kanun teklifinde "Merhum Atatürk'ün bu kapatma işinde vatanperverlik ve milliyetçilik hissinse dayandı­ğını biliyoruz, " demiştir . Teklifi destekleyen Afyon Milletvekili Gazi Yiğitbaş da, "Masonluk cemiyetinin Atatürk tarafından beynelmi/el, gizli, zararlı ve kökü dışarıda olduğu için kapatılmış olduğunu, " iddia etmiştir.

Yesevizade Alparslan Yasa, "Bu iddialar doğru olsa mason derneklerinin resmen feshi ve mensuplarından mahkeme huzu­runda hesap sorulması lazım gelmez miydi?" diye sormuştur.762 Ancak bu mantıkla gidersek, çok rahatlıkla Atatürk'ün Türk Ocaklarını da kapatmadığını iddia edebiliriz! Çünkü bilindi­ği gibi Türk Ocakları kapatıldığında da üyelerinden mahkeme huzurunda hesap sorulmamıştır. Ayrıca hem Türk Ocaklarının hem de mason localarının tüm malvarlıkları Halkevlerine dev­rediImiştir. Ortada bir çifte standart yoktur. Resmen kapatma meselesine gelince: Bu iddiada bulunanlar, CHP'nin 1 935 par­ti programının 69. maddesindeki "BEYNELMİLELCE MAK­SATLARCA CEMİYET YAPıLMA YACACı GİBİ, KÖKÜ YURTDışıNDA OLAN CEMİYETLER KURMAK YASAK OLACAKTıR " hükmünü unutmaktadırlar!

Sonuçta mason locaları, 1 935 yılında Atatürk'ün bilinçli ça­baları sonunda, masonların ifadesiyle "uykuya yatırılmış", ger­çekte kapatılmıştır.

Atatürk mason localarını kapattırmakla birlikte parti kad­ralarında bir mason tasfiyesine gitmemiştir. Örneğin Şükrü Kaya ve Tevfik Rüştü Aras gibi iki mason, en yakın çalışma arkadaşı olarak sonuna kadar Atatürk'ün yanında olmuştur.763

761 age., s. 100. 762 Yasa, agm., s. 68. 763 Koloğlu, age., s. 106.

413

Atatürk düşmanları açısından işin ilginç yanı şudur: İşlerine gelince Atatürk'ü tepeden inmecilikle, yasakçılıkla; bu bağlamda dernekleri, cemiyetleri kapatmakla ve son tahlilde diktatörlükle suçlayanlar; ne hikmetse mason locaları konusunda tam tersine, "Mason localarını Atatürk kapatmadı! " demektedirler. Demem o ki: Bizim Atatürk düşmanı yobazlara göre mason locaları eğer yararlı kurumlar olsaydı, bu locaları Atatürk'ün kapattığını is­patlamak için bin dereden su getireceklerine emin olabilirsiniz. O zaman, "Atatürk locaları kapattı ! " diye yaygara koparacak­larına ve Almanya'da Hitler'in, İtalya'da Mussolini'nin locaları kapatması gibi Türkiye'de de Atatürk'ün locaları kapatması ara­sında ilişki kurup "diktatör Atatürk! " tezini besleyeceklerine hiç şüpheniz olmasın.

Bu durum bana, Atatürk düşmanlarının "23 Nisan'ı çocuk­lara Atatürk armağan etmedi ! " yalanını çağrıştırdı. 23 Nisan ko­nusunu anlatırken de ifade ettiğim gibi Atatürk düşmanları, yakın tarihin tüm güzelliklerini Atatürk'ten soyutlamak, tüm çirkinlikle­rini ise Atatürk'e yüklemek gibi bir kurnazlık peşindedirler.

Atatürk ve Masünluk

Tıpkı Atatürk'ün "dinsiz" olduğunu iddia eden herkes Ata­türk düşmanı olmadığı gibi, Atatürk'ün "mason" olduğunu iddia eden herkes de Atatürk düşmanı değildir. Örneğin Falih Rıfkı Atay, Asaf İl bay gibi Atatürk dostu masonlar Atatürk'ü "yüceltmek" ; M. Şevket Eygi, Kadir Mısıroğlu, Mustafa Arma­ğan gibi Atatürk düşmanı yobazlar ise Atatürk'ü "küçültmek " için Atatürk'ün mason olduğunu iddia etmişlerdir. İşin tuhafı, Atatürk'ü "küçültmek" için Atatürk'ün mason olduğunu iddia edenler; Atatürk'ü "yüceltmek" için Atatürk'ün mason olduğu­nu iddia edenlerin açıklamalarını kaynak olarak kullanmıştır.

Benim derdim ise sadece gerçeği bulmaktır. Atatürk'ü mason ilan eden ilk kişi, meşhur "Bozkurt Mus­

tafa Kemal" kitabının yazarı Armstrong'dur. Armstrong, Fethi Okyar benzeri zabit arkadaşları gibi Atatürk'ün de Veda ta loca­sına girip Farmason olduğunu belirtmiştir.

414

Atatürk bu iddiaya 1932 yılında Necmettin Sadak aracılı­ğıyla şöyle cevap vermiştir:

Necmettin Sadak, Akşam gazetesine, "Gazi'nin Gençlik ve Öğrenim Hayatı Hakkında Yazarın Kindar Yalanları: Mustafa Kemal Hiçbir Zaman Farmason Olmamıştır" başlığı altında şunları yazmıştır:

"Gazi'nin subay arkadaşlarının -bu arada Fethi Bey'in- ma­son olduklarını ve Gazi'nin de 'Vedata' locasına girdiğini yazıyor. Bu sayfadaki sözler baştan aşağı saçmadır. MUSTAFA KEMAL, HA YA TINDA HİçBİR SURET VE VEsİLE İLE MASON LO­CASINA GİRMEMİşTİR VE FARMASON OLMAMIŞTIR. Yazarın bir loca ismi dahi uydurarak ortaya attığı yalan çok açıktır. "764

Armstrong'a verilen bu cevap, Necmettin Sadak'a dikte et­tirilmek suretiyle bizzat Atatürk tarafından verilmiştir. 765 Yani Atatürk kendi ağzından çok kesin bir dille hiçbir zaman mason olmadığını söylemiştir. Bunu, Mahmut Esat Bozkurt'un mason karşıtı kampanya yürüttüğü 1932 yılında söylemesi de ayrıca anlamlıdır.

Bu arada gerçekten de " Vedata " adlı bir loca yoktur. Ata­türk'ü ısrarla mason ilan eden Atatürk düşmanları bile yazıların­da böyle bir locanın olmadığını kabul etmişlerdir.766

Şevket Süreyya Aydemir de "Tek Adam " adlı kitabında İt­tihat ve Terakki'nin 1909 kongresinden söz ederken Atatürk'ün "5 grupta beliren " fikirlerinden üçüncüsünün "Cemiyetle ma­sonluk arasında bir ilgi kalmaması " olduğunu ileri sürmüştür.767 Aydemir'e göre Atatürk'ün "ordunun politikaya karışmaması" ve "cemiyetin masonlukla ilgisinin kalmaması" gibi görüşleri kabul edilmediği için Atatürk İttihat ve Terakki'den ayrılmıştır.

764 Akşam, 1 1 Aralık 1 932; Barak, age., s. 46, 50. 765 Barak, age., s. 28. 766 Yasa, agm., s. 65. 767 Aydemir, Tek Adam, Mustafa Kemal, 1 881-1919, C 1 , s. 135.

415

Hatırlayacaksınız! Mason Mim Kemal'in aktardığına göre Atatürk masonluğun tartışıldığı bir sofrada, "BEN B U CEMİ­YETE GİRMEM. Ben başkalarının yaptığı prensiplere değil, an­cak kendi prensiplerime uyarım! " demişti.

Atatürk düşmanlarının Atatürk'ün masonluğunu kanıtla­mak için sıkça başvurdukları kaynak Atatürk'ün uşağı Cemal Granda'nın anılarıdır. Cemal Granda, 2. baskısı 1973 yılında yayımlanan "Atatürk 'ün Uşağı idim" adlı anılarında, bir sohbet esnasında Atatürk'ün, "Bir zamanlar ben de mason olmuştum!" dediğini nakletmiştir.768 Ancak ne ilginçtir ki Cemal Granda'nın, Turhan Gürkan tarafından "Atatürk 'ün Uşağı 'nın Gizli Defte­ri" adıyla ilk baskısı 1 971 yılında yayımlanan anılarında böyle bir bilgi yoktur. 769

Atatürk'ün yanındaki masonlardan biri olan yazar Falih Rıfkı Atay yazılarında, kitaplarında masonluğu övmüş, mason karşıtlarını ise yermiştir. Örneğin bir yazısında şöyle demiştir:

"Geçen haftaki gazetelerde bir haber çıktı. Türkiye'de lai­sizmi, kafa ve vicdan hürriyetini kuran Atatürk 'ün partisi olmak iddiasındaki CHP'nin gazetesi, bir bakanın mason olduğunu ya­zarak onu seçmenleri arasında gözden düşürmek istemiştir. Ba­kan da kendine mason diyen bir gazeteyi dava etmiştir.

Size açıkça bildireyim: Sadece bu haber bir yabancı dile çev­rilip dünya basınına dağıtılsa, böyle bir olayın geçtiği toplum hemen dördüncü ve beşinci insan kalabalığı arasına düşer. "770

Masonluğun son derece yararlı bir kurum olduğunu düşü­nen mason Falih Rıfkı Atay, hem "Atatürk'ü yüceltmek" hem de masonluğun önemini vurgulamak amacıyla Atatürk'ün ma­son olduğunu iddia etmiştir. Atay, Eylül 1 970'te Samsun'da "Atatürk Hatıralarını Koruma Cemiyeti"nin düzenlediği top­lantıda, Atatürk'ün mason olduğunu ileri sürmüştür.771 Döne-

768 Atatürk'ün Uşağı idim, İstanbul, 1 973, s. 294; Yasa, agm., s. 65. 769 Turhan Gürkan, Atatürk'ün Uşağının Gizli Defteri, İstanbul, 1971 . Turhan

Gürkan bu anılan 4 Mart 1 959-31 Mayıs 1 959 arasında Şehir gazetesinde yayımlamıştır.

770 Atay, Atatürk Ne idi?, s. S i ; Atay, Atatürkçüıük Nedir?, s. 1 08, 1 09. 771 Koloğlu, Cumhuriyet Dönemi Masonlar, s. 94.

416

min Atatürk düşmanı yayın organları da hiç -zaman kaybetme­den- Atay'ın bu açıklamasına dayanarak Atatürk'ü mason ilan etmiştir. Atatürk'ün mas on olmadığını iddia edenl�r, Falih Rıfkı Atay'a iddiasının kanıtını sorduklarında Atay hiçbir cevap vere­memiştir.

Mason Falih Rıfkı Atay gibi mason Asaf ilbay da anılarında, masonluğun çok yararlı bir kurum olduğunu belirtip Atatürk'ün mason karşıtlarının etkisinde kalarak mason localarını kapat­tığını ileri sürmüştür. ilbay, Ankara'da düzenlenen bir mason balosu konusunda Atatürk'ün şöyle dediğini aktarmıştır: "Bu balonun adını değiştirin. Bir hayır cemiyeti adını veriniz. Ben de gelmek istiyorum. " ilbay'a göre masonluğa karşı CHP'liler "Gazi'nin hassas tarafına dokunup " mason cemiyetlerini ona "kökü dışarıda" ve "gizli" cemiyetler olarak tanıtıp kapatılma­sını sağlamışlardır. iIbay'ın ifadesiyle, "Gazi bu sözlerin tesiri al­tında mı kaldı, yoksa cemiyetler kanununun ve fırka tüzüğünün hükümlerine karşı mı sessiz kaldı, bilemem. " ilbay'a göre "İnsan haklarının hararetli savunucusu olan bu cemiyeti desteklemek, vatani bir vazifedir. " ilbay, daha da ileri giderek mason locala­rının yeniden açılmasının ( 1 948 ) Atatürk'ün ruhunu şad ettiğini belirtmiştir.772

Yerli ve yabancı masonlar hiçbir kanıta ve belgeye dayan­madan ısrarla Atatürk'ün de mason olduğunu iddia etmişlerdir. Yerli ve yabancı mason yayınları tarandığında dünyadaki tüm önemli kişiler gibi Atatürk'ün de genelde mason listelerinde gös­terildiği anlaşılacaktır. Bu durumun temel nedeni, Atatürk'ün or­taya koyduğu Türk Bağımsızlık ve Aydınlanma Savaşı'nın dünya ölçeğinde göz kamaştırıcı bir başarı olmasıdır. Özellikle yabancı masonlar, Atatürk'e sahip çıkarak Atatürk üzerinden mason­luğun reklamını yapmaktadırlar. Bizim Atatürk düşmanları da bu "reklam çalışmasını" Atatürk'ü karalamak için kullanmak­tadırlar. Ancak ne onlar ne de bizimkiler bu konuda hiçbir bel­ge gösterememektedir. Örneğin Atatürk düşmanı Derin Tarih

772 Ubay, Çocukluk Arkadaşım Atatürk, Mustafa Kemal'le 45 Yıl, s. 1 19, 120.

417

dergisinin Haziran 2015 tarihli "Masonluk" dosyasında "İşte Belgesi" denilerek Atatürk'ün İçişleri Bakanı Şükrü Kaya'nın bir mason üstadı olduğu belgelenirken -ki bu bilinen bir gerçektir­yine aynı derginin aynı sayısında Atatürk'ün de mason olduğu, localarda takriz edildiği belirtilmesine karşın bu konuda tek bir belge bile gösterilememiştir. Belge diye gösterebildikleri tek şey, yabancı masonların yazdıkları kitaplardır. 773

Asaf İlbay'ın anlatımıyla adında "mason" olan bir balo­ya katılmaktan bile çekinen Atatürk'ün mason localarına üye olduğunu düşünmek yanlıştır. Nitekim mason olması için ya­pılan davetleri her seferinde kibarca geri çevirmiştir. Örneğin, 1925 yılında Yüksek Şura, Atatürk'e doğrudan 33. dereceden, fahri başkanlık ve Rit hakimliği sıfatlarının verilmesini kararla ş­tırmıştır. İsveç Büyük Locası'nın isteğiyle alınan bu kararı Dr. Fikret ve Mehmet (Ubaydın) Atatürk'e iletmişlerdir. Kemalettin Apak'ın anlatımıyla Atatürk bu teklifi, "Şimdilik kalsın!" diye­rek geri çevirmiştir. 774

Atatürk, 5-13 Eylül 1932 tarihleri arasında İstanbul'da yapılan uluslararası mason toplantısı sonrasında Konvan Re­isi Türkiye Delegesi Üstadı Azam Mustafa Hakkı Nalçacı'nın kendisine gönderdiği telgrafa, Genel Sekreteri Hikmet (Bayur) aracılığıyla cevap vermiştir. Bayur'un Atatürk adına çektiği kısa telgraf şöyledir: "Türkiye hakkındaki temennilerinizi içeren telg­ratınızdan Cumhurbaşkanı hazretlerinin memnun olduklarını bildiririm, "775 Atatürk'ün uluslararası bir mason kongresinin İstanbul'da yapılmasına izin vermiş olmasını, onun masonluğu­na yormak çok zorlama bir yorumdur. Çünkü Türkiye'de ma­sonluğun henüz yasaklanmadığı, locaların faaliyetlerini sürdür­düğü bir ortamda Atatürk'ün böyle bir uluslararası toplantıya engel olması, hakkındaki "diktatör Atatürk! " dedikodularını güçlendirmekten başka bir işe yaramayacaktı. Atatürk bu ne-

773 Mustafa Armağan, "Atatürk'ün Değişmez İçişleri Bakanı Şükrü Kaya Bir Ma­son Üstadıydı", Derin Tarih, Haziran 201 5, S. 39, s. 6 1 ; Yasa, agm., s. 65-75.

774 Koloğlu, age., s. 94, 95. 775 age., s. 96.

418

denle söz konusu toplantıya engel olmamıştır. Ancak yukarıda görüldüğü gibi toplantı sonrasında kendisine gönderilen teşek­kür telgrafına doğrudan kendisi cevap vermediği gibi, Hikmet Bayur'un Atatürk adına verdiği cevap da alışılmışın dışında çok soğuk ve kısa bir yanıttır. Ayrıca Atatürk döneminde Türkiye'de başka uluslararası kongreler de düzenlenmiştir. Örneğin 1 935 yılında "Uluslararası Kadınlar Birliği Kongresi" de Türkiye'de toplanmıştır. Atatürk kendisine saygılarını bildiren kongre heye­tine 26 Nisan 1 935 tarihli bir telgrafla cevap vermiştir.776

Atatürk'ün mason olduğunu iddia edenlerin en garip ka­nıtlarından biri de Atatürk'ün yakın mesai arkadaşları arasında çok sayıda mason milletvekili olduğu ve onun bunları önemli görevlere getirdiği şeklindedir. Atatürk'ün yanında İçişleri Baka­nı Şükrü Kaya, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras başta olmak üzere önemli görevlere getirilmiş çok sayıda mason milletvekilli olduğu doğrudur. Ancak Atatürk o kişileri mason oldukları için değil, yurtsever, ülkenin kalkınması için mücadele eden, işini iyi yapan insanlar oldukları için o makamlara getirmiştir. Bu ara­da Atatürk'ün yanında, yakınında Mahmut Esat Bozkurt, Recep Peker, Şükrü Saraçoğlu, Saffet Arıkan, Fevzi Çakmak gibi çok sayıda masonluğa şiddetle karşı olan milletvekilleri de vardır. m

Atatürk düşmanlarının, Atatürk'ün mason olduğuna yöne­lik kanıtlardan biri de Atatürk'ün "Nutuk "taki şu cümleleridir:

"BayLar, bütün insanLığın görgü, biLgi ve düşünüşte yükse­Lip oLgunLaşması, HıristiyanLıktan, MüsLümanLıktan, Budizmden vazgeçerek yaLınlaştırılmış ve herkes için anLaşılacak bir duruma getiriLmiş, katıksız ve lekesiz bir dünya dininin kurulması ve insan­ların, şimdiye değin, kavgalar, pislikler, kaba istek ve iştahlar ara­sında bir aşağılık yerde yaşadıklarını kabuL ederek, bütün vücutları ve zekaları zehir/eyen ufunet (yangı) tohumlarını yenmeye karar vermesi gibi koşulların gerçekLeşmesini gerektiren 'Birleşik Dünya Devleti' kurma düşünün tatlı olduğunu yadsıyacak değiliz. "7n

776 Atatürk'ün Bütün Eserleri, C 27, s. 1 87. 777 Koloğlu, Cumhuriyet Dönemi Masonlar, s. 83. 778 Gazi Mustafa Kemal, Nutuk!Söylev, C II, 3. bas., Ankara, 1 989, s. 950, 951 .

419

Atatürk, çok sevdiği İngiliz tarihçilerden Wells'in tarih ki­tabının son sayfalarında "Dünya Tarihinin Gelecek Evresi" başlığı altında anlattığı "Birleşik Dünya Devleti" konusundan esinlenerek bu değerlendirmeyi yapmıştır.779

Dikkat edilirse Atatürk, bu "Dünya Dini" ve "Birleşik Dün­ya Devleti" ütopyasının, en azından şimdilik, "tadı bir düş" oldu­ğunun altını çizmiştir.

Ayrıca Atatürk'ün bu cümleleri içinde masonlarla veya masonlukla ilgili tek bir sözcük geçmemektedir. Burada geçen "Dünya Dini" ve "Birleşik Dünya Devleti" ütopyasının aynı za­manda birer "mason ütopyası" olması hiçbir şekilde Atatürk'ün de mason olduğu şeklinde yorumlanamaz. Atatürk'ün bu sözleri, "Akl-ı Kemal" kitabımda ayrıntılarıyla anlattığım, "Atatürk'ün İnsanlık Projesi"nin düşünsel hazırlıklarından sadece biridir.780 Atatürk bir gün tüm insanlığın gerçekten barış ve kardeşlik için­de bir "uyum ve iş birliği" çağına ulaşacağına inanmaktadır. Bir keresinde şöyle demiştir: "Sömürgecilik ve emperyalizm yeryü­zünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözetilmeyen yeni bir ahenk ve işbirliği çağı ola­caktır. " Onun, "Yurtta barış, dünyada barış " sözü de aslında bu "uyum ve işbirliği çağı"nın parolasıdır.

Atatürk, bu "uyum ve işbirliği çağına " ulaşmak için beş aşa­malı bir plan geliştirmiştir: 1 . Emperyalizme karşı kurtuluş savaşı, 2. Geri kalmışlığa karşı uygarlık savaşı, 3. Yurtta barış, dünyada barış, 4. Uluslararası bölgesel pakdarlbarış çemberleri, 5. Tadı bir düş: Birleşik Dünya Devleti.78 1 Burada Atatürk'ün bir sofrada mason Mim Kemal'e söylediği, "Ben bu cemiyete girmem. Ben başkalarının yaptığı prensiplere değil, ancak kendi prensiplerime uyarım! " sözünü yeniden hatırlatmak isterim. Çok açıkça görül­düğü gibi " Atatürk'ün İnsanlık Projesi" , kendine özgü bir pro­jedir, masonlarla hiçbir ilgisi yoktur. Haa ! Masonların da böyle bir amaçları olabilir! Bu amaç birliği Atatürk'ün mason olduğu

779 age., s. 948, 949. 780 Meydan, Akl-I Kemal, özel baskı, s. 1 309 vd. 781 age., s. 1 3 1 0.

420

anlamına gelmez. Nitekim yine aynı sofrada, Mim Kemal'in, "Masonluğun temsil ettiği yüksek ülkünün kolayca tahakkuk ettirileceğini kabul etmek istemiyorum . . . " demesi üzerine Ata­türk, hararetli bir şekilde, "Hayır Kemal Bey, sen bunu söyleme­ye mezun değilsin. Günün birinde insanlık ülküsünün tahakkuk ettirilemeyeceğini kabul etmek doğru değildir. İnsanlığın günün birinde bu mutlu sonuca erişmesi imkansız değildir," demiştir.782 Görüldüğü gibi Atatürk bir gün "insanlık ülküsünün" gerçek­leşeceğini belirtmiştir, ama bunu masonların gerçekleştireceğini söylememiştir. Atatürk "insanlık ülküsü" yolunda çalışmak için ille de mason olmak gerektiğini düşünenlerden değildir. O -be­nim tespitimle- 5 aşamalı kendi planıyla " insanlık ülküsü" yo­lunda özgür ve bağımsız bir şekilde çalışma niyetindedir.

Atatürk düşmanları, bazı Atatürk fotoğraflarında Atatürk'ün sağ elini göğsüne koymasını, Atatürk'ün masonluğuna kanıt ola­rak sunmaktadırlar. Ancak Atatürk'ün bazı fotoğraflarında gör­düğümüz bu duruş şeklinin masonlukla hiçbir ilgisi yoktur. Bu duruş, Atatürk'ün özellikle Selanik günlerinde yoğun olarak etki­lendiği Bektaşi ve Mevlevi kültürüyle ilgilidir. "Atatürk ile Allah Arasında" adlı kitabımda Atatürk'ün Mevlevilikten fazlaca et­kilendiğini ayrıntılı olarak anlattığım için burada tekrarlamaya­cağım.m Bu konuda başka kaynaklar da vardır. Hatta Mehmet Ali Öz "Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Gazi Mustafa Kemal Atatürk 'ün Soy Kütüğü" adlı kitabında bir adım daha ileri gide­rek Atatürk'ün Mevlevi olduğunu ifade etmiştir: "Osmanlı Arşivi belgelerine göre Atatürk'ün anne ve baba tarafı ailesinin Mevlevi olduğu anlaşılıyor. Osmanlı Arşivi kayıtlarında yer alan belge ve bilgilere göre Mustafa Kemal Atatürk, Selanik Mevlevihanesi şey­hi Şeyh Hasan (namı değer Molla Hasan) torunudur. ( . . . ) Mustafa Kemal Atatürk'ün akrabaları Mevlevidir. Mevlevi şeyhidir. Do­layısıyla Mustafa Kemal Atatürk 'ün Mevlevi olduğunu söylemek mümkündür. "784 Atatürk'ün doğup büyüdüğü Selanik ve civarı

782 Banoğlu, age., s. 1 1 . 783 Meydan, Atatürk ile Allah Arasında, s. 70-77, 1 67-172. 784 Öz, age., s. 96, 97.

421

Bektaşilerin ve Mevlevilerin yoğun olarak yaşadıkları bir yerdir. İşte Atatürk'ün zaman zaman sağ elini göğsüne koyması, onun köklerinden, yetiştiği çevreden gelen Bektaşi ve Mevlevi kültürün eseridir. Aslında bu duruşun kökleri Orta Asya'nın derinlikleri­ne uzanmaktadır. Eski Türk balbalıarında ve heykellerinde sıkça karşımıza çıkan bu Türk duruşu, Türklerle Anadolu'ya gelerek Alevi, Bektaşi ve Mevlevilerce yaşatılmaya devam etmiştir. Du­ruşun anlamı inanarak, içten, kalpten saygı, sevgi ve selamdır. Atatürk'ün, annesinin mezarı başında dua ederken, sağ elini göğ­süne koyarak dua etmesinin sırrı da işte burada gizlidir.

Hacı Bektaşi Veli M. Kemal Atatürk (Annesinin mezarı başında)

Türkiye'deki masonluk konusunda üç önemli kitap yazan Orhan Koloğlu, bütün bu belgeler ışığında "Atatürk mason muydu?" sorusunu şöyle cevaplamıştır:

"Girdiğini kanıtlayacak hiçbir belge ve tanıklık yoktur. Girdi diyenler sadece başkalarından işittiklerini tekrarlamakta­dırlar. Kanımca 1 908'lerde Selanik 'te genç bir subayken diğer İttihatçı arkadaşları gibi konuyla ilgilenmiş olabilir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki, Jöntürk sivil ve subaylar localara ma­sonluk yapmak için değil, gizli ihtilalci toplantıları hafiyelerin gözlerinden kaçırmak için giriyorlardı. Genç Mustafa Kemal de buralara uğramış olabilir. Ancak yapısı o tür 'tam itaate' uygun olmadığı için bir daha da adım atmadığı düşünülebilir. Ancak

422

masonluğa bir alerjisi bulunduğunu da söylemek mümkün değil­dir. Çevresindekiler ve arkadaşları arasında faal olarak localara devam edenlerin bulunduğunu da biliyordu. 1 920 sonrasında da en yakın yardımcıları arasında masonlar gibi anti-mas onlar da vardı. "785

Ayrıca Atatürk'ün özel mektuplarında ve not defterlerinde, görebildiğimiz kadarıyla, mason localarına üye olduğuna ilişkin hiçbir kayıt yoktur.

* * *

1935'te Atatürk'ün isteği, hükümetin emriyle kapatılan mason locaları, 1 948'de yeniden açılmıştır. 1 950'de başlayan DP dönemi masonların gerçek uyanış dönemi olmuştur. 1951 yılında DP, Halkevlerini kapatıp mallarını hazineye devredince mason locaları mallarını geri almak için harekete geçmiş, DP de masonların mallarını geri vermiştir. Menderes'in Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur, aynı zamanda masonların Büyük Üstadı'dır. Atatürk döneminde masonluğa karşı yazılar yazan Peyami Safa, şimdi DP'yi desteklemeye başlamış ve Menderes'in yardımlarıyla bir Mason Özel Sayısı çıkarmıştır.786 Anlayacağı­nız Menderes, mason localarının uyanmalarına bizzat yardım etmiştir.

Atatürk mas on localarını kapatmış olmasına karşın mason­lar her zaman Atatürk'e saygılı olmuştur. Ancak başta Menderes olmak üzere DP'li milletvekilleri, Atatürk'e saygısız davranmak­la kalmamışlar, Atatürk'ün devrimlerini de her türlü saldırıya açık hale getirmişlerdir.

Atatürk, Doğu'dan veya Batı'dan gelen tüm yabancı düşün­celere, Türk milletinin varlığını ve birliğini tehdit edebilecek tüm yabancı unsurlara karşı çok dikkatli olunması gerektiği düşün­cesindedir. Şu sözler Atatürk'e aittir:

785 Koloğlu, age., s. 93. 786 age., s. 1 3 1 -149

423

"Çocuklarımız ve gençlerimiz yetiştirilirken; onlara bilhassa varlığı ile, hakkı ile, birliği ile çelişen bütün yabancı unsurlarla mücadele lüzumu ve milli düşünceleri tam bir imanla her muka­bil fikre karşı şiddetle ve fedakarane müdafaa zorunluluğu aşı­lanmalıdır. Yeni neslin bütün ruhsal kuvvetlerine bu özellik ve kabiliyetin zerki mühimdir. " Atatürk'e göre "Bağımsız ve mesut kalmak isteyen her millet" bu yüksek özellikleri "şiddetle" iste­melidir.787

"Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir, " diyen, "ya istiklal ya ölüm " parolasıyla tüm mazlum milletlerin kurtuluş ümidi haline gelen Atatürk'ün, gizli kapaklı ve kökü dışarıda bir kuruma üye olmasının hiçbir anlamı yoktur. Bu nedenle Atatürk mason olmamıştır.

787 Kocatürk, Atatürk'ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1 969, s. 97·98; Gündüz, Atatürk çağı ve Zihniyeti, s. 94.

424

Meczup ve Bilim

YALAN 26

LOZAN

"Lozan Hezimettirf"

"Lozan'da onursuz bir barış imzaladık. Bu İngiltere'nin şimdiye dek imzalamış olduğu antlaşmaların en uğursuzu, en mutsuzu ve en kötüsüdür. "

İngiliz Sir Andrew Ryan

Yobaz, liboş takımının en popüler yalanlarından biridir Lo­zan. Lozan Konferansı'na ara verildiğinde Meclis'te başlayan Lozan tartışmaları ve bu tartışmalar sırasındaki gayet samimi Lozan eleştirileri, 1 965 yılında fesli Kadir Mısıroğlu'nun "Lozan Zafer mi Hezimet mi?" adlı üç ciltlik kitap serisinin yayımlan­masından sonra Lozan düşmanlığına dönüşmüştür. 50 yıldan fazla bir zamandır, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının üze­rinde hoyratça tepindiği Lozan Antlaşması, bugün (2015) Yeni Osmanlıcı " alternatif tarih yazıcıları" tarafından olabildiğince çarpıtılarak, halkın gözünden düşürülmüş, hatta her şeyi inter­netten öğrenen genç kuşaklar için " ihanet belgesi" olarak görül­meye başlanmıştır.

425

Lozan Antlaşması'nın metni, Lozan tutanakları, Lozan telg­rafları, BMM' deki Lozan görüşmelerinin zabıtları, Lozan anıları ve Lozan üzerine yazılmış sayısız bilimsel kitap maalesef tama­men Atatürk Cumhuriyeti'ne düşmanlık içgüdüsüyle yazılmış Lozan yalanlarının gölgesinde kalmıştır: Bilal Şimşir'in "Lozan Günlüğü ", Sevtap Demirci'nin "Belgelerle Lozan, Taktik-Strate­jik-Diplomatik Mücadele, 1 922-1 923 ", Joseph C. Grew'in "Lo­zan Günlüğü", Ali Naci Karacan'ın "Lozan ", Seha L. Meray'ın "Lozan Barış Konferansı Tutanaklar-Belgeler", İsmet İnönü'nün "Hatıralar", Rıza Nur'un "Lozan Hatıraları ", Salahi Sonyel'in "Gizli Belgelerle Lozan Konferansı'nın Perde Arkası ", hatta Taha Akyol'un "Bilinmeyen Lozan " adlı kitapları gibi nice kitap ve Ali Ulvi Özdemir'in "Lozan'da Başarıyı Ölçmek . . . " başlıklı bilimsel makalesi gibi nice bilimsel makale, "fesli deli" Kadir Mısıroğlu'nun "Lozan Zafer mi Hezimet mi?" adlı propaganda kitap serisinin gölgesinde kalmıştır. Görülen o ki, bir deli kuyu­ya taş atmış elli akıllı çıkaramamıştır!

Bu bölümde, Lozan üzerinde tepinen meczupların popüler Lozan yalanlarından yola çıkarak Lozan gerçeğini anlatacağım.

Lozan Antlaşması'nı Anlamak

Lozan, 1912-1922 yılları arasındaki 10 yıllık aralıksız sa­vaşa son veren barış antlaşmasıdır. Bu 10 yıl içinde Osmanlı Devleti bütün Rumeli'yi ve Arap illerini kaybetmiştir. Osman­lı sadece Rumeli'de 1 70 bin kilometrekare toprak kaybetmiştir. Adriyatik'ten Edirne'ye kadar Osmanlı Rumelisi'ndeki Müslüman­Türk nüfus tehcir ve katliamla, yokluk ve yoksullukla Anadolu'ya göç etmek zorunda kalmıştır. Bu 10 yıllık savaş sırasında yaklaşık 5 milyon Müslüman cephedeki veya cephe gerisindeki çarpışma­larda ve göç yollarında açlıktan, salgın hastalıklardan hayatını kaybetmiştir. Bu 10 yıllık savaşın sonunda Cumhuriyet Türkiye­si'ndeki 15 milyon nüfusun 1 milyonu topal, çolak, kör ve sakat kalmıştır.788 Bu 10 yıllık savaşın sonunda Anadolu insanının yiye-

788 Taha Akyol, Bilinmeyen Lozan, İstanbul, 201 4, s. ı .

426

cek ekmeği, çayına koyacak şekeri, giyecek elbisesi yoktur. Kısa­cası bu 10 yıllık savaşın ardından barışa susamış bir ülke vardır. İsmet Paşa, 1923'te Lozan'a giderken aklı başında herkes; ana­lar, babalar, çocuklar, kadınlar, askerler, komutanlar, aydınlar, milletvekilleri, herkes açıkça söylemese bile "ne pahasına olursa olsun barış", hatta mümkünse "sürekli bir barış" için gizli açık dua etmiştir.

Osmanlı Devleti'nin 1 699 Karlofça Antlaşması'yla baş­layan büyük toprak kayıpları tam 224 yıl sonra 1923 Lozan Antlaşması'yla son bulmuştur.

10 yıllık savaş döneminin ardından bugün itibariyle (2015) 92 yıllık kesintisiz barış sağlayan dünyadaki tek anlaşma Lo­zan'dır. "Tarihimizde, hatta dünya tarihinde doksan yıl devam etmiş bir barış dönemi yoktur. Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra imzalanan antlaşmalardan hiçbiri geçerliliğini koruyamadı ve İkinci Dünya Savaşı ile hepsi tarihe karıştı. Sadece Lozan Ant­laşması Mı/a yürürlüktedir. "789

Lozan Konferansı devam ederken İstanbul ve Çanakkale boğazları Müttefik devletlerin işgal i altındadır. Boğazlarda İn­giliz savaş gemileri, İzmir limanında Fransız savaş gemileri de­mirlidir.790 Barış antlaşmasının imzalanıp onaylanmasına kadar İstanbul işgal altında kalacaktır.79I Bu durum Türkiye için büyük bir tehdit yaratmıştır. Bu nedenle Lozan Antlaşması'nın bir an önce imzalanması Türkiye için çok önemlidir.

Kurtuluş Savaşı'nda 4 yıl kadar cephede yedi düvele kar­şı mücadele eden Türkiye, Lozan Konferansı'nda bu sefer 6 ay kadar masa başında yedi düvele karşı mücadele edecektir. Lo­zan Konferansı'na İngiltere, Fransa, İtalya ve Japonya "Çağıran Devletler" sıfatıyla katılmıştır. Ayrıca Yunanistan, Romanya, Sırp-Hırvat-Sloven Devleti; Boğazlar konusu için Sovyet Rusya ve Bulgaristan ve belirli konular için Belçika ve Portekiz ile göz-

789 age., s. 1 4. 790 age., s. 100. 791 Bilal Şimşir, Lozan Günlüğü, Ankara, 2012, s. 131 , 1 47, 639, 641 .

427

lemci olarak da ABD katılmıştır.792 Bu devletlerden sadece Sov­yet Rusya, genelde Türk tezlerini desteklemiş, ABD dahil diğer devletlerin neredeyse tamamı Türk tezlerine karşı ortak mücade­le etmiştir. İngiltere, Fransa ve İtalya'nın oluşturduğu "Müttefik Müttehit Cephesi" ve Balkan ülkelerinin oluşturduğu "Balkan Bloku" ile Türkiye'ye karşı bir "Birleşik Avrupa Cephesi" oluş­muştur.793 İsmet Paşa, Batı Trakya'da halk oylaması yapılma­sı ve Karaağaç'ın Türkiye'ye verilmesini isteyince Lord Curzon yaptığı konuşmada Türkiye karşıtı bu birleşik cepheden şöyle söz etmiştir: "Tarihte belki de ilk defa olmak üzere böylesine karmaşık bir sorun yalnız büyük devletlerin değil, bütün Balkan devletlerinin desteklediği bir çözüme bağlanmış olmaktadır. Bu ne demektir? Burada Müttefiklerin kendi aralarında birleşmiş 01-malarından öteye bir şey daha vardır; o da bu birleşmenin değe­rini ve önemini kabul etmek istemeyeceklerin ne yaman bir tehli­keyle karşılaşmış olacaklarıdır. Bu birleşmeye meydan okuyacak ve buna karşı savaşa girecek olanların kendileri için en ufak bir başarı umudu olmayan bir mücadeleye yol açmış olacaklarına şüphe yoktur. "794

Lozan Konferansı sırasında İsviçre basınında yoğun bir Türk düşmanlığı propagandası başlamıştır. Yunanlılar, Erme­niler, Türkiye'deki eski çıkarlarını kaybeden herkes, Türkiye'ye karşı birleşmiştir. 795 Çünkü Lozan Konferansı, son 200 yılda Türkleri Anadolu'dan atmak için elinden geleni ardına koymak­tan çekinmeyen emperyalizmin (Doğu Sorunu) Türkiye'ye karşı son büyük "masa başı ittifakı "dır. Lozan Antlaşması'nın başa­rılı veya başarısız olduğu tartışılırken Türkiye'nin, Atatürk'ün ifadesiyle bütün bir "husumet dünyasına" karşı mücadele etmek zorunda kaldığı unutulmamalıdır. Lozan Antlaşması, daha düne kadar "hasta adam" olarak adlandırılan, masa başında mirası

792 İsmail Soysal, Türkiye'nin Siyasi Andıaşmaları. ( 1 920-1945), C 1, Ankara, 2000, s. 77.

793 Şimşir, age., s. 1 73, 174. 794 age., s. 1 86. 795 age., s. 277.

428

paylaşılan, i. Dünya Savaşı'nda toprakları yağmalanan bir ulu­sun Kurtuluş Savaşı'nın onuruyla "özgürlük", "bağımsızlık" ve "eşitlik" talebidir.

Türkiye Lozan'da sadece karşısındaki birleşik cepheyle ve Batı'daki Türk düşmanlığıyla mücadele etmekle kalmamış, bir de sayısız imkansızlıklarla mücadele etmiştir. Örneğin, Ankara ile Lozan'daki Türk Heyeti'nin güvenli bir şekilde haberleşmesi bile sorun olmuştur. Lozan Konferansı telgraflarla yürütülmüş­tür. Konferans boyunca Lozan heyeti ile Ankara arasında 1 600 telgraf gidip gelmiştir. Giden gelen bu telgrafların tamamı şifre­lidir. Türkiye " Eastern" telgraf hattını kullanmıştır. Çok kısa bir süre de "Köstence" hattı kullanılmıştır. Romanya, Köstence üze­rinden Türkiye'ye gelen Köstence hattı Fransızların denetimin­dedir. Eastern hattı ise Akdeniz'den Türkiye'ye gelen İngilizlerin kontrolünde bir hattır. Bilal Şimşir, bizim şifreli telgraflarımızın düşmanlarımız tarafından açılmadığını söylemekle birlikte, " is­tisna" olarak konferansın sonlarına doğru Ankara'dan çekilen bazı şifre telgrafların İngilizler tarafından İstanbul'da açılmış ol­duğunu belirtmiştir. İngiliz Yüksek Komiserliği açılan telgrafları hem Lozan'a, hem Londra'ya yetiştirmiştir. Lozan'daki İngiliz Başdelegesi Rumbold, bunu 1 8 . Temmuz'da Foreign Office'deki arkadaşı L. Oliphant'a şöyle açıklamıştır: "Bu bilgiler sayesinde biz, briç oynarken rakibin elindeki kartları bilen bir kimsenin rahatlığı içindeydik. "796 Lozan'dan başarı, başarısızlık değerlen­dirilirken bütün bu yan unsurlar göz ardı edilmemelidir.

"Lozan zafer mi hezimet mi ?" tartışmalarında gözden ka­çan çok önemli bir nokta da şudur: Türkiye Lozan'a Kurtu­luş Savaşı'nın galibi, Mudanya Ateşkes Antlaşması'nın ( 1922) mağrur imzacısı olarak giderken; İngiltere, Fransa ve İtalya Türkiye'yi i. Dünya Savaşı'nın mağlubu, Mondros Ateşkes Antlaşması'nın ( 1 9 1 8) ezik imzacısı olarak görmüştür. İsmet Paşa'ya göre Kurtuluş Savaşı'nın galibi olarak muamele görmesi gereken Türkiye'ye, Lord Curzon, i. Dünya Savaşı'nın mağlubu

796 age., s. 24.

429

gibi davranmıştır. Nitekim bir gün Lord Curzon İsmet Paşa'ya, "Yunanistan'ı yendiniz ama Müttefikleri yenmiş değilsiniz, " de­miştir. İsmet Paşa bu durumu şöyle özetlemiştir: "Türkiye her­kesin 1 91 8 'de bitirdiği muharebeye daha dört sene devam etti. Memleketi işgal altında idi. Her tarafta istila ve fiili hakimiyet silahla devam ediyordu. ( . . . ) Büyük galip devletler, yardım et­tikleri küçük ortaklarıyla muharebeyi devam ettirmişler ve dört sene içinde bizi içeriden padişah hükümeti, karışıklıklar ve sona kadar Yunan ordusuyla amana düşüreceklerini zannetmişler, muvaffak olamamışlar. 1 9 1 8 galibiyetinden farklı bir vaziyete düşerek bizi sulh masasına çağırmışlardır. ( . . . ) Biz 1 9 1 8 mağ­lubiyetini üzerimize almıyorduk. Galip devletler, 1 9 1 8 galipleri durumunda ısrar etmek istiyorlardı. Bu şartlar altında Lozan Konferansı toplandı. Sırası geldikçe ben baş murahhas olarak Mudanya Mütarekesi'nden buraya geldiğimi söylerdim. Lord Curzon ise bana Mondros Mütarekesi'ni hatırlatmaya çalışırdı: Mesele aramızda hallolunmadan, ihtilaflı kalırdı. "797

Lozan'da sıkıştıkça İsmet Paşa'ya, "Siz bizi değil, Yunanis­tan'ı yenerek buraya geldiniz!" diyen Lord Curzon, Kurtu­luş Savaşı boyunca İngiltere ve Fransa'nın Yunanistan'ı giz­li açık desteklediğini ve dahası İstanbul başta olmak üzere Anadolu'nun birçok kentini işgal ettiklerini unutmuşa benze­mektedir! Ayrıca Curzon Kurtuluş Savaşı'ndan sonra, önce Mu­danya Konferansı'nda sonra Lozan Konferansı'nda Türkiye'nin karşısına ilk çıkan ülkenin İngiltere olduğunu da unutmuştur! Curzon'a, "Mademki biz sizinle değil sadece Yunanistan'la sa­vaştık, neden karşımıza masa başında Yunanistan değil de hep siz çıkıyorsunuz?" diye sormak gerekirdi.

Kısacası, Lozan'da karşı karşıya gelen her iki taraf da (Tür­kiye ve Müttefikler) kendisini galip, karşısındakini mağlup ola­rak görmüştür. Türkiye Kurtuluş Savaşı'nın galibi; İngiltere, Fransa ve İtalya ise i. Dünya Savaşı'nın galibi olarak Lozan'da­dır. Durum böyle olunca Türkiye'nin istediklerini alması çok

797 age., s. 158.

430

daha zorlaşmıştır. "Demek ki Lozan Konferansı, tarafların bi­rinin savaşı kazanan diğerinin kaybeden olduğu bir müzakere süreci olmamıştır. Türkiye'nin eşitlikçi çabasının temelinde de bu inanç yatıyordu. "798

Atatürk, Lozan'da sadece i. Dünya Savaşı'nın veya Kurtu­luş Savaşı'nın değil, 300-400 senelik birikmiş hesapların görül­düğünü düşünmektedir. 19 Ocak 1923'te İzmit'te halka şöyle seslenmiştir: "Lozan Konferansı, düne ve bugüne ait, üç seneye, dört seneye ait hesapların halli ve neticeye bağlanmasıyla meşgul olmakta değildir. Belki üç yüz, dört yüz senelik birçok birikmiş ve yoğunlaşmış hesapların görülmesiyle meşguldür. Dolaysıyla bu kadar derin ve bu kadar karışık ve bu kadar kirli hesapların az zamanda içinden çıkmak o kadar kolay değildir. "799

Türkiye'nin, idam fermanı Sevr Antlaşması'nı yırtarak Lozan'a gelmiş olması özellikle İngiltere'yi fazlaca rahatsız et­miştir. i. Dünya Savaşı sonrasındaki en ağır proje, Osmanlı'ya imzalatılan 433 maddelik Sevr Antlaşması'dır. Temel ama­cı Türkleri Avrupa'dan tamamen atıp, "tam bağımlı" biçim­de Anadolu'ya sıkıştırmaktır. Eski İngiliz Başbakanı William Gladstone'un "Türkler medeniyetsiz bir ırkttr, kötülüklerini alıp gitmelidirler, "800 sözü hem Doğu Meselesi'ni hem de bu doğ­rultuda hazırlanan Sevr Antlaşması'nı özetler gibidir. Lozan'da İngiltere'nin temel amacı, yine Sevr'e benzer bir anlaşmayı Türk­lere kabul ettirmektir. Nitekim Lozan Konferansı'na ara veril­mesine neden olan -Türkiye'nin reddettiği- Müttefik taslak met­ni, Sevr'in biraz yumuşatılmış halinden başka bir şey değildir. Türk düşmanı Lloyd George'a göre İngiltere'nin geleceği için Türkiye'nin parçalanması şarttır. 1 8 Ağustos 1919'da Avam Kamarası'nda Sevr Antlaşması için şöyle demiştir: "Türkiye ile olan barış kadar İngiltere'nin yakından ilgisi bulunan başka hiç-

798 Ali Ulvi Özdemir, "Lozan'da Başarıyı Ölçmek-Konular Bazında Bir Değer­lendirme", Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, S. 53 (Lozan Antlaşması Özel Sayısı), Ankara, 2013, s. 162.

799 Şimşir, age., s. 361 . 800 Taha Niyazi Karaca, Büyük Oyun, İngiltere Başbakanı Gladstone'un Osman­

lı'yı Yıkma Planı, İstanbul, 201 1 , s. 1 72, 1 73 .

431

bir konu yoktur. Britanya İmparatorluğu'nun geleceği Türkiye konusunda varılacak çözüme bağlıdır. "801 Aynı Lloyd George, i. Dünya Savaşı sonunda en ağır cezanın Almanya'ya değil, Türkiye'ye verilmesini istemiştir: "Sulh şartları ilan edilince za­ten Türklerin deliliklerinden, kötülüklerinden, cinayetlerinden dolayı ne kadar ağır cezalara çarptırılacakları görülecektir . . . Ce­zalar, onların en büyük düşmanlarını bile kafi derecede tatmin edecek kadar müthiştir. "802 Sevr'in üç mimarından biri İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon'dur. Türklerin İstanbul'dan atıl­ması fikri de ona aittir. 7 Ocak 1 920 tarihli İngiliz kabine top­lantısında Türklerin İstanbul'dan çıkarılıp Konya merkezli kü­çük bir Asya devleti haline getirilmesi projesi görüşülmüştür.80J İşte Lozan'da İsmet Paşa'nın karşısına çıkıp Kurtuluş Savaşı'nı görmezden gelerek sürekli Sevr hayali gören Lord Curzon budur.

İsmet Paşa Lozan'da sürekli, uğrunda savaştıkları Misak-ı Milli'yi gerçekleştirmek için mücadele eden "eşit, medeni, bağım­sız bir millet" vurgusu yapmıştır.804 İsmet Paşa, konferans ın açılı­şında yaptığı, tartışma yaratan konuşmasında, "Misak-ı Milli ile yetiniyoruz; ne fazla, ne eksik . . . " demiştir.8os Türkiye, Lozan'da Misak-ı Milli çerçevesinde "Eşitlikçi bir barış istiyoruz, ama ge­rekirse savaşırız," tezini son derece başarılı bir şekilde işlemiştir. Atatürk, Başbakan Rauf Bey'e yazdığı 28 Ocak 1923 tarihli telg­rafta bu "savaş-barış" inceliğine şöyle dikkat çekmiştir: "Kabul etmekle uğrayacağımız zararlarla askeri faaliyete geçmekle elde edeceğimiz sonucu çok dikkatle karşılaştırmak zorundayız. "806

Atatürk, Lozan'da sadece Kurtuluş Savaşı'na güvenmemek­tedir. Müttefiklerin Lozan'da olmazsa olmazlarımız durumun-

801 Ömer Kürkçüoğlu, Türk-İngiliz İlişkileri, Ankara, 1 978, s. 63. 802 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye'de Siyasi Gelişmeler, 1 876-1938, İstanbul, 2001,

s. 255. 803 Akyol, age., s. 28. 804 İsmet Paşa Lozan'a giderken Sapanca'da gazetecilere verdiği demeçte, "Bizim

uğmnda yıllardan beri her türlü (edakarlığa katlandığımız gayelerimiz çok mü­tevazı ve çok haklıdır. Bu gayeler iki kelime içindedir: Misak-ı Milli,» demiştir. (Şimşir, age., s. 83) .

805 Şimşir, age., s . 1 52. 806 age., s. 386.

432

daki isteklerimizi (kapitülasyonların kaldırılması, Ermeni yurdu­na izin verilmemesi vb.) kabul etmemeleri durumunda onlarla da savaşa hazırdır. Örneğin, başkomutan unvanını halihazırda elinde tutan Atatürk Lozan Konferansı kesintiye uğramak üze­reyken Başbakan Rauf Bey'e gönderdiği 1 Şubat 1923 tarihli telgrafta, gerekirse askeri harekata girişmenin "elzem" olabile­ceğini ve bundan kaçınılmayacağını açıkça bildirmiştir. Atatürk, İngilizlerin 1 6 Mart 1920'de İstanbul'u işgal etmelerine benzer bir askeri harekata girişebileceklerini hatırlatmıştır Bu olasılık karşısında ise "Bu da mühim bir harp sebebi olur, " demiştir. BO?

Atatürk, 1 6 Mart 1 923'te Adana çiftçileriyle söyleşisinde de, "İnşailah iyi ve şerefli bir barış yapacağız. Barışın imzasıyla önümüzde bir çalışma devri açılacak," dedikten sonra sözlerini şöyle sürdürmüştür: "Devletlere verdiğimiz son karşı cevabı bi­liyorsunuz. Basit, meşru, hayati olan şartlarımızı devletler kabul etmezler de bizi harbe sevk ederlerse, sakın telaş etmeyiniz. Emin olunuz ki, o zaman belki şimdikinden daha kuvvetli bir devre nail olacak, daha müsait şartlar temin edeceğiz. Ordularımızın maddi ve manevi tertibatı sınırlarımızın her tarafında maddi ma­nevi teminatı elde etmeye kafi kudrettedir. "B08

Atatürk, 6 Mart 1923'te Meclis gizli oturumunda yaptığı konuşmada da, " Yani barış yapılacaksa bir an önce yapılsın, 01-mayacaksa aldanmayalım. Askeri tedbirlerimizde geri kalmaya­lım. Yani işi çabuklaştırmasını ve hızlandırmasını da özel olarak Bakanlar Kurulu'ndan talep etmek lazımdı, "809 diyerek "barış" olmazsa "savaşa" hazır olmak gerektiğini belirtmiştir.

İsmet Paşa, başbakanlığa ve Atatürk'e gönderdiği 7 Tem­muz 1 923 tarihli telgrafında, "Görevimizi yapacağız. Ordumu­za tekrar yol vermek gerekirse, içimizde ukde kalmayacaktır, " demiştir. Bl o

807 age., s. 409. 808 age., s. 453. 809 age., s. 445. 8 1 0 age., s. 559.

433

Lozan'da Türkiye'nin yedi düvele karşı kora kor bir müca­dele vermesinde ve sonuçta istediklerini büyük oranda almasın­da, "Barış istiyoruz, ama gerekirse savaşınz," tezini çok inandı­rıcı şekilde işlemesi etkili olmuştur.

Örneğin, Bakanlar Kurulu Başkanı ve Dışişleri Bakan Ve­kili Rauf Bey, İsmet Paşa'ya gönderdiği 9 Temmuz 1 923 tarihli telgrafta, Turkish Petroleum kampanyası hakkında daha önceki önerilerimiz kabul edilmezse İngilizlerin üç şirket için dünya ba­rışına engel olduklarını dünyaya ilen ederek anlaşmayı reddetme­sini istemiştir. Bu telgrafın şifresini çözen İngilizler Türkiye'nin kararlılığı karşısında paniğe kapılmıştır. 19 Temmuz 1923 ta­rihinde Rumbold, Lord Curzon'a gönderdiği telgrafta, "İsmet Paşa'ya Ankara'dan gelen talimat, boyun eğmektense konferan­sı kesmesi ve bunu kamuoyuna açıklaması yönündeydi. İsmet Paşa'nın 1 2 Temmuz'dan beri takındığı tutum da onun bu ta­limata uyacağını gösteriyordu. Bu durumda hem Müttefiklerin hem de dünya kamuoyunun önemli bir bölümünün, İngiliz pet­rol çıkarları yüzünden barışın mahvedildiği yolunda Ma;esteleri hükümetini suçlayacaklarını düşünmekten kendimi alamadım, " demiştir.8 1 1 Bilal Şimşir'in yorumuyla, "Sir Horace Rumbold -tabiri caizse- bu oltayı yutmuş ve son darbeyi İsmet Paşa ka­zanmıştır. Dolayısıyla Lozan sonrasında İsmet Paşa'nın yıldızı parlarken Sir Rumbo/d'un presti;i biraz sarsılmıştır. "812

Lozan'da Türk tezinin merkezinde Misak-ı Milli i le birlikte "tam bağımsızlık" isteği vardır. Nitekim daha konferansın baş­larında Poincare İsmet Paşa'ya, "Sizin için en önemli konu ne­dir?" diye sorunca İsmet Paşa, "tam bağımsızlık" cevabını ver­miştir.8 13 İsmet Paşa 21 Kasım 1922'de Lord Curzon'la yaptığı ilk görüşmede yine "tam bağımsızlığa" vurgu yapmıştır.S1 4

Türkiye, Lozan'da her bakımdan ve herkese karşı bağımsız­lık peşindedir. Mesela yeni Türkiye'nin kanunlarına uymayan,

8 1 1 age., s. 579. 8 1 2 age., s. 580. 8 1 3 age., s. 155 . 8 1 4 age., s. 1 56.

434

eski ayrıcalıklarını korumak isteyen yabancı okullar ve şirketler kapatılmıştır. Başbakan Rauf Bey 20 Ocak 1923'te İsmet Paşa'ya gönderdiği telgrafta, " Yönetmeliğe uymayan Elaziz (Elazığ) Fransız okulunun yeniden açılmasına izin verilmediğini" bildir­miştir.8 l s İzmir Limanı 1000 tondan büyük savaş gemilerine ka­patılmıştır. Yabancı savaş gemileri İzmir limanından çıkarılmış-

. tır. 8 16 Türkiye, Kurtuluş Savaşı'nda birlikte hareket ettiği Sovyet Rusya'ya bile tam bağımsızlığa aykırı en ufak bir taviz vermemek için mücadele etmiştir. Örneğin, Lozan telgraflarından anlaşıl­dığı kadarıyla Doğubayazıt'taki Rus Konsolosluğu'ndan rahat­sız olan Türkiye bunun kaldırılması için çok çaba harcamıştır. Başbakan Rauf Bey, 1 Ocak 1923'te İsmet Paşa'ya gönderdiği telgrafta ondan şu istekte bulunmuştur: "Bir tek Rus vatandaşı bulunmayan Doğubayazıt'taki Rus Konsolosluğu'nun kaldırıl­masını istedik. Oradaki Rus konsolos, karakolumuza girip adam çıkarmaya varacak derecede içişlerimize burnunu sokuyor. Do­ğubayazıt Konsolosluğu'nun kapatılması için Çiçerin nezdinde girişimde bulunmanızı rica ederim. "8 1 7 Gerekli girişimlerden sonra Doğubayazıt'taki Rus Konsolosluğu kaldırılmıştır.8 l8

Atatürk, Monsieur Poincare'ye gönderdiği telgrafta, "Tür­kiye tam bağımsızlığının katiyetle gerektirdiği hayati noktaların temin edildiğini gördüğü anda, bütün samimiyetle husulünü arzu eylediği barışa dahil olmakta katiyen tereddüt etmeyecektir, " demiştir.8 !9 Atatürk, 30 Ocak 1923 'te İzmir' de "Şark " gazetesi­ne verdiği demeçte de Lozan Konferansı hakkında, "Senelerden beri milletin bu kadar kan dökerek sonsuz fedakarlıklarla çalış­tığı tam bağımsızlığı ihlal eder görülüyor. Kesinti muhtemeldir, " demiştir.820 Atatürk, 8 Nisan 1 923 tarihinde yayımladığı seçim beyannamesinde ise, "Barış hakkındaki görüşümüz: Mali, ikti­sadi, idari bağımsızlığımızı mutlaka temin etmek şartıyla barı-

8 1 5 age., s. 364. 8 1 6 age., s. 416. 8 1 7 age., s. 340, 353, 369. 8 1 8 age., s. 367, 3 8 1 . 8 1 9 age., s . 394. 820 age., s. 400.

435

şın iadesine çalışmaktır. Bu şartları temin etmeyen barış antlaş­ması kabul olunamaz, " demiştir. Bl! Nitekim sonunda İngilizler, Atatürk'ün ne pahasına olursa olsun "tam bağımsız" bir Türki­ye yaratmak istediğini anlamıştır. İngiliz Gizli İstihbarat Servisi, 1 6 Temmuz 1923 tarihli Türkiye raporunda, "Mustafa Kemal tam bağımsız bir Türkiye yaratmayı iyice kafasına koymuştur. Bu uğurda seçimlerde muhalif/eri dize getirmeye kararlıdır, " de­miştir.811 İsmet Paşa da "Hatıralar"ında, Lozan'da "Türk mu­rahhasları, memleket ve milletlerinin, medeni bütün memleket ve milletlerin istifade ettiği tam bağımsızlık ve istiklale layık ol­duğunu her vesile ile söylemekten geri kalmadı, " demiştir.

Pek bilinmemesine karşın Türkiye Lozan'da sadece kendi bağımsızlığı için değil, özellikle Müslüman mazlum milletle­rin bağımsızlığı için de mücadele etmiştir. Türkiye, Lozan'da Misak-ı Milli'ye uygun olarak Osmanlı'dan ayrılan Müslüman­ların kendi kaderlerini kendilerinin tayin hakkını savunmuştur. Başbakan Rauf Bey, İsmet Paşa'ya gönderdiği 17 Aralık 1 922 tarihli telgrafta bu konuda şöyle demiştir: "Misak-ı Milli sınırla­rımız dışında kalan eski Osmanlı Müslümanlarının kendi kader­lerini tayin etmelerini savunuyoruz. Yahudiler, Türkiye-Suriye anlaşması vs. ile ilgili yanlış haberleri yalanlıyoruz. Müslüman­ların kaderleriyle ilgilenmiyor değiliz. "823 Atatürk, 30 Aralık 1920'de İsmet Paşa'ya gönderdiği telgrafta Dr. İsmail Sıtkı Bey başkanlığındaki Mısır Temsilciler Kurulu'yla görüştüğünü, bu heyetin Zağlul Paşa heyetinin aksine kayıtsız, şartsız -Sudan dahil- Mısır'ın tam bağımsızlığı isteğiyle Ankara'dan Lozan'a hareket ettiğini belirterek İsmet Paşa'dan şöyle bir istekte bulun­muştur: "Konferanstaki beyanatınız sırasında bir vesile ve mü­nasebet bularak Misak-ı Milli'nin birinci maddesine dayanarak Mısır'ı da telaffuz buyurmanızı rica ederim. "B14 Atatürk'ün bu isteği üzerine İsmet Paşa, Birinci Komisyon'un 3 1 Ocak 1 923

821 age., s. 464. 822 age., s. 573, 574. 823 age., s. 276. 824 age., s. 3 1 9.

436

tarihli oturumunda şu açıklamayı yapmıştır: "Misak-ı Milli'nin 1 . maddesinde yalnız Arapların oturmakta oldukları toprakların kaderinin, yerel halkın serbestçe açıklayacakları istekleri uyarın­ca düzenlenmesini öngörmektedir. Türk Temsilci Heyeti, Mütte­fik devletlerce de açıklanmış olan bu ilkeye bağlılık duygusuyla Mezopotamya, Hicaz, Mısır ve Suriye'nin Türk sınırları dışında kalmış bütün öteki ülkeler gibi kendilerine uygun görecekleri yö­netimi, özgürlük içinde seçmeye hakları olduğunu resmen bildir­meyi bir ödev saymaktadır. " 825

Türkiye zaman zaman da Batı Trakya'da veya Girit'teki Müslümanlara yapılan baskıların önlenmesi için Lozan'da dip­lomatik girişimlerde bulunmuştur.826 Bir keresinde de Sofya'daki son caminin yıktırılmaması için İsmet Paşa'nın girişimde bulun­ması istenmiştir. Rauf Bey, İsmet Paşa'ya gönderdiği 30 Ocak 1 923 tarihli telgrafta şöyle demiştir: "Bulgaristan Sobranyası Sofya'daki caminin yıkılması için bir kanun layihası kabul etmiş. Sofya'da yegane kalan caminin yıkılamaması için ( . . . ) girişimde bulunulmasını rica ederim. "827

Sofya'daki camiden söz edince Lozan'da Lord Curzon'un Türkiye'den "kutsal emanetleri" istemesi aklıma geldi: Lord Curzon ve Andrew Ryan, i. Dünya Savaşı'nda Medine kahra­manı Fahreddin Paşa'nın Hz. Peygamber'in türbesinden getirdiği "Medine hazinesi" denilen kutsal emanetlerin Araplara verilme­sini istemiştir. Türk heyetinin hukuk danışmanlarından Şükrü Bey (Atatürk'ün uzun yıllar içişleri bakanlığını yapacak Şükrü Kaya) bu kutsal emanetlerin şer'i hukuka tabi olduğunu, bu ne­denle Lozan'da görüşülemeyeceğini söyleyerek bu isteğe itiraz etmiştir. İsmet Paşa da bu kutsal emanetlerin "Halifenin tasar­rufunda bulunduğunu" ve halifeye ait yetkileri Lozan'da "kim­senin görüşme yetkisinin bulunmadığını" belirterek Curzon'un isteğini kesinlikle reddetmiştir.828 İngilizler, daha sonra bu kutsal

825 age., s. 3 1 9. 826 age., s. 337. 827 age., s. 402. 828 Seha L. Meray, Lozan Banş Konferansı, Tutanaklar, Belgeler, C 3, İstanbul,

1 993, s. 66-68, 1 99-200.

437

eşyaları Türkiye'den almak için bir daha girişimde bulunmamış­tır.m Bu arada Rauf Bey'in 29 Ocak 1923'te Meclis'te açıkladı­ğına göre bu kutsal eşyalar, İstanbul'da İngilizlerin bulamayaca­ğı bir yerde koruma altına alınmıştır.83o

Atatürk, Lozan Konferansı günlerinde 1 7 Mart 1923 tari­hinde Mersin'de Suriyeli Müslümanlara, "Suriye'nin kendi ka­derini kendisinin tayin etmesini arzu ediyorum, " diye seslenmiş­tir. Ayrıca, "Asırlar boyunca Osmanlı İmparatorluğu'na ait olan memleketlerin yabancı boyunduruğu altında inlemeleri kabul edilemez, "831 demiştir. Fransız yetkililer, Mareşal Foch ve Gene­ral Weygand, Atatürk'ün bu bağımsız Suriye açıklamalarından rahatsız olmuştur.832

Rauf Bey 15 Mayıs 1 923'te İsmet Paşa'ya gönderdiği telg­raf ta Mısırlıların zarar görmemelerine çalışılmasını istemiştir. 833 İsmet Paşa da 1 6 Mayıs 1923'te Rauf Bey'e gönderdiği cevabi telgrafta "Mısır gibi bizden ayrılan ülkelerin haklarının korun­ması için elimizden geleni yaptık . . . " demiştir.834

Türkiye'nin Lozan'da birbirini tamamlayan iki temel iste­ğinden biri Misak-ı Milli, diğeri tam bağımsızlıktır. Lozan'da bazı eksiklerle Misak-ı Milli'yi gerçekleştiren Türkiye, tam ba­ğımsızlığı da neredeyse eksiksiz gerçekleştirmiştir.

Lozan'da İngilizlerin Atatürk Korkusu

Lozan'da İsmet Paşa'yla mücadele eden İngiltere, Fransa ve İtalya'nın asıl büyük korkusu Ankara'daki Atatürk'tür. Çünkü Türkiye'nin Lozan'a gitmesini sağlayan sürecin başmimarı odur. Atatürk'ün "İlk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri! " emriyle 9 Eylül 1922'de İzmir' e çıkan Türk ordularının, Atatürk'ün "İkinci he-

829 Akyol, age., s. 1 83. 830 TBMM Gizli Celse Zabıdarı, Devre 1 , C III, s. 1 270. 8 3 1 Şimşir, age., s. 454. 832 age., s. 455. 833 age., s. 495. 834 age., s. 496.

438

definiz . . . " emriyle henüz işgal altında olan İstanbul, Boğazlar ve Trakya üzerine yürümesi an meselesidir. İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold, Lord Curzon'a gönderdiği 14 Ey­lül 1922 tarihli telgrafta bu olasılığı şöyle ifade etmiştir: "Or­dularına, 'İlk hedefiniz Akdeniz'dir, ' diyen Mustafa Kemal'in ikinci hedefi Trakya'dır. Konferans olmazsa Trakya'ya geçmeye çalışacaktır. "835 Türk ordularını bu "ikinci hedefe" yürümekten vazgeçirmek için alelacele İzmir'e gidip Atatürk'le görüşen Fran­sa Yüksek Komiseri General Pelle'ye Atatürk, "Türk orduları hedef/erine ulaşmadan duramaz, ancak Trakya Türkiye'ye tes­lim edilirse oraya asker geçirmeye gerek kalmaz, " demiştir.836 İngiliz Rumbold da Londra'ya gönderdiği telgraflarda "Meriç'e kadar Trakya'nın geri verileceği bildirilirse, Mustafa Kemal'in ileri yürüyüşü önlenebilir, " demiştir. 837

Diğer taraftan Atatürk'ün önderliğindeki Türk Kurtuluş Sa­vaşı ezilen sömürge milletlerini coşturmuş, onlar da bağımsızlık mücadelesine başlamıştır. Bu durum da İngiltere ve Fransa'yı çok tedirgin etmiştir. Bu tedirginlik, İngiltere'nin Hindistan Kral Naibi'nden Hindistan İçişleri Bakanı'na gönderilen 1 1 Eylül 1922 tarihli telgrafta, "Türk zaferi İslam dünyasında şiddetli yankılar yapacak ve Hindistan'da güçlüklerimizi artıracaktır. ( . . . ) Türklerin zaferlerinin meyvelerini ellerinden almaya kalkış­mak ise İslam dünyasında fırtına koparacaktır"838 şeklinde ifade edilmiştir.

İşin özü şu ki, Müttefiklerin "Atatürk korkusu ", Kurtu­luş Savaşı'ndan hemen sonra Mudanya Konferansı'nın toplan­masına neden olmuştur. İsmet Paşa'nın Türkiye'yi temsil ettiği konferans ın sonunda imzalanan Mudanya Mütarekesi ile Doğu Trakya Edirne ile birlikte Ankara hükümetine teslim edilmiştir. Doğu Trakya'nın savaşsız bir şekilde Yunan işgalinden kurtarı-

835 age., s. 3 ı . 836 age., s . 7. 837 age., s. 8. 838 age., s. 3 ı .

439

hp Türkiye'ye verilmesi yurtdışında "Türklerin Avrupa'ya dönü­şü" olarak görülüp tepkiyle karşılanmıştır.m

Mudanya Mütarekesi Türkiye için gerçek bir diplomatik zaferdir. Rumbold, Curzon'a gönderdiği 1 7 Ekim 1 922 tarihli raporda bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: "Kemalistler Anadolu'da Yunanlıların hesabını gördükten sonra gelişmelerin ağırlık mer­kezi Boğazlara ve Trakya'ya kaydı ve Mudanya Konferansı'na gidildi. Kemalistler savaşmadan Doğu Trakya'yı kazandılar, karşılığında verdikleri ödün ise kalıcı değildir. Kemalistler, Misak-ı Milli' den ödün vermek niyetinde değillerdir. Ama karşı­larında İngiltere vardır. Sevr Antlaşması ölmüştür, ancak şimdi Müttefikler Misak-ı Milli ile boğuşmak durumundadırlar. ( . . . j Kemalistler ( . . . j 'Türkiye egemen ve bağımsız olmalıdır' diye di­reneceklerdir. Bu durumda İngiltere bu bölgedeki kuvvetlerini artırmalıdır . . . "840

İngiltere bir taraftan Lozan'da " inatçı" İsmet Paşa'yla mü­cadele ederken, diğer taraftan Ankara'da Atatürk'ü adeta adım adım izlemiş, bir şekilde Atatürk'ün gücünü kaybetmesini bekle­miştir . Lozan telgrafları, İngiltere' deki "Atatürk korkusunu" ve İngilizlerin Atatürk'ten kurtulmak için yaptığı hesapları gözler önüne sermektedir. Örneğin İstanbul'daki İngiliz Yüksek Ko­miseri V. Henderson Lord Curzon'a gönderdiği 20 Ocak 1 922 tarihli telgrafta, Atatürk'ün düşmanlarından söyle söz etmiş­tir: ". . . Seçim için en örgütlü olanlar ittihatçılardır. Bunların başında Kara Vasıf vardır ve Gazi'nin düşmanları da bunlar arasındadır . . . " 841

İstanbul'da İngiliz Yüksek Komiseri Rumbold'dan Lord Curzon'a gönderilen 7 Mart 1923 tarihli raporda "Atatürk kor­kusu" şöyle dile getirilmiştir: "Genel siyasi durum: İstanbul'dan bakınca Mustafa Kemal Meclis'e hakimdir. Onun taraftarlarıyla karşıtları arasında tam bir çizgi çizmek zordur. Onun iki bü­yük sloganı 'Misak-ı Milli' ve 'Milli Hakimiyet'tir. ( . . . j Mustafa

839 age., s. 9. 840 age., s. 52. 841 age., s. 366.

440

Kemal'in başlıca örgütü Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'dir. Bir de Halk Partisi kurma çalışmaları başlatılmıştır. Karşıtları ise çeşitli gruplardan oluşmaktadır. Eski İttihatçılar, saltanatçılar ve irili ufaklı çeşitli guruplar. İttihatçıları Kemalistlerin içine çekmek için çeşitli girişimler olmuşsa da bu çabalardan pek az sonuç alınabilmiştir. İttihatçılar asıl muhalefeti oluşturuyor ve barış yapılınca ülkeye hükmeden kuvvet olabilirler. Hangi kategoriye girecekleri belli olmayan başka muhalifler de vardır. Bütün Mus­tafa Kemal karşıtları Meclis'te İkinci Grup'u oluşturuyorlar. ( . . . ) Mustafa Kemal'in tutumunda iki tehlike var: Barış konusun­da fazla oyalanırsa Meclis'te kontrolü elinden kaçırabilir veya şahsen barış isterken savaş taraftarlarına boyun eğebilir . . . " 842 Atatürk'ten kurtulmayı bekleyen İngilizlerin bu konuda İttihat­çılara güvendiği anlaşılmaktadır.

Yine Rumbold Curzon'a gönderdiği 1 3 Mart 1923 tarihli raporda, " . . . Barış yapılırsa Kemalistler ile anti-Kemalistler ara­sında şiddetli bir boğuşma olacaktır. Bu boğuşma pek kendini beğenmiş olan Türkiye'yi zayıf düşürecektir . . . "843 demiştir. İngi­lizler Türkiye'de çıkacak bir iç karışıklıkla Kemalistlerin devrile­ceğini ummaktadır.

İngiliz Yüksek Komiser Vekili Henderson'un Lord Curzon'a gönderdiği 24 Haziran 1 923 tarihli rapor, İngilizlerdeki Atatürk karşıtlığının ve Türkiye düşmanlığının boyutlarını gözler önüne sermesi bakımından çok önemlidir:

"Türkiye kötüye gidiyor. İç ayrılıklar artıyor. Mustafa Kemal'in sivil halk üzerindeki etkisi uçup gidiyor. Basın, İstan­bul'daki milli idareyi her Allah'ın günü sürekli eleştiriyor. Çer­kez Ethem'in milli idareyi despot olarak gösteren, Türk ordusu­na saldıran ve İttihat Terakki'yi öven mektubu sansüre rağmen basında yayımlandı. Seçimler bir göz boyamadır. ( . . . ) Halk ve Kemalistler, özellikle doğu illerinde kendilerini güvende hisset­miyorlar. Türkiye'nin gerçek güçsüzlüğü, 'Ümit' Vapuru'ndaki

842 age., s. 449. 843 age., s. 452.

441

silahlara İngiliz donanmasınca el konulması olayında açıkça or­taya çıktı. Üzerinden bir hafta geçtiği halde Türkiye bu olayı hala protesto bile edemedi. fakat asıl tehlike şurada yatmak­tadır: Türkiye mali ve ekonomik bağımsızlığına aykırı gördüğü bir barış yapmaktansa Anadolu'ya çekilip gücünü burada top­lamaya yönelmektedir. Buna karşı Müttefikler Anadolu'da fiili tedbirler almazlarsa Türkler borç kuponlarını Sterlinle ödemeye razı olmaktansa barış antlaşmasını imzalamaktan vazgeçerek konferansı kesintiye uğratabilirler. Bu riski göğüsleyerek Türk­lerin boyun eğmesini beklemek Müttefik Devletlerin takdirine kalmıştır. Bu takdirde İstanbul'un işgalini sittin sene sürdürmek gerekecektir. "844

Lozan telgrafları, özellikle İngiltere'deki Atatürk korkusu­nun, Türkiye'nin Lozan kazanımlarında etkili olduğunu gös­termektedir. Atatürk'ün "Evet, barış istiyoruz, ama gerekirse savaşmaya da hazırız," şeklinde özetlenebilecek olan kararlı du­ruşu, İngilizleri sürekli tedirgin etmiş, şüpheye düşürmüştür. Bu nedenle İngilizler, kesintilerle birlikte 8 ay kadar devam eden Lo­zan Konferansı boyunca Türkiye'de Atatürk'ün Meclis'teki gü­cünü kaybetmesini, muhaliflere yenik düşmesini ve halk desteği­ni yitirmesini beklemiştir. İngilizler, Atatürk'e karşı İttihatçılara ve Lozan'dan sonra Türkiye'de çıkacak olan Kemalist, anti-Ke­malist kavgasına güvenmiştir. Ancak bekledikleri gibi olmamış­tır. Önce Mudanya, sonra Lozan'la sağlanan kalıcı barış ve ar­dından kurulan tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk'ün önderliğinde çağdaş uygarlık yolunda ilerlemeye başlamıştır. İn­gilizlerin çok güvendiği İttihatçılar ise 1926'da Atatürk'e yönelik İzmir Suikastı girişiminden sonra tamamen tasfiye edilmiştir.

İsmet İnönü'nün Lozan Direnişi

Lozan saldırganlarının bir numaralı hedefi İsmet İnönü'dür. Mudanya Konferansı'ndaki diplomatik başarısından dolayı Atatürk'ün isteğiyle ve Meclis'in onayıyla Lozan Konferansı'na

844 age., s. 547.

442

baş delege olarak İsmet Paşa gönderilmiştir. Yusuf Kemal Bey Dışişleri Bakanlığı'ndan istifa etmiş, yerine İsmet Paşa Dışişleri Bakanı yapılmıştır. Lozan'a giden Türk heyeti İsmet Paşa, Dr. Rıza Nur ve Hasan Saka'dan oluşmuştur. Lozan heyetinde dört de danışman vardır: Celal Bayar, Zülfü Tigrel, Zekai Apaydın, Veli Saltık . . . Bu milletvekili danışmanlardan başka Lozan he­yetinde birçok konuda uzman ve gazeteci danışmanlar da var­dır: Hukukçular Münir Ertegün, Prof. Tahir Taner, dışişleri ve tarihçi Hikmet Bayur, mülkiye müfettişi Şükrü Kaya, maliyeci Fuat Ağralı, haham ve Fransızca öğretmeni Haim Nahum, Ada­let Bakanlığı MezhepleriAzınlıklar Dairesi Müdürü Baha Bey . . . Ayrıca gazeteciler . . . İkdam'dan Ahmet Cevdet, Vakit'ten Ahmet Şükrü Esmer, Tanin'den Hüseyin Cahit Yalçın . . . Basın danış­manları ise yazar Ruşen Eşref Ünaydın ile şair ve diplomat Yah­ya Kemal Beyatlı'dır. Ayrıca katipler ve askerler vardır.845 Lozan heyetinde toplam 40 kişi vardır: 3 delege, 24 danışman, 8 katip, 2 asker, 3 gazeteci . . . 846

Bu delegeleri Meclis seçmiştir. Delegelerin hükümet tarafın­dan seçilmesi önerisi 10 çekimser, 6 1 aleyhte oya karşı, 121 oyla kabul edilmiştir. 847

Burada kısaca, Lozan saldırganlarının şehir efsanesi haline getirdikleri Haim Nahum'dan söz edeceğim. Kadir Mısıroğlu, Lozan heyetinde yer alan haham ve Fransızca öğretmeni Haim Nahum'un önce Amerikan Yahudileriyle, sonra da İngilizlerle gizlice anlaşıp halifeliğin kaldırılmasını sağladığını iddia etmiş­tir. Bu deli saçması iddiayı yıllar önce rahmetli Turgut Özak­man belgelerle çürüttüğü için ayrıntıya girmeyeceğim.848 Ancak yine de birkaç konunun altını çizmeden geçemeyeceğim. "Haim Nahum, neden Lozan heyetine dahil edildi ? " sorusunun ceva­bı basittir: Bilindiği gibi Lozan'da çözüm bekleyen sorunlardan biri de azınlıklar, gayrimüslimler sorunudur. Ayrıca Lozan'da

845 Akyol, age., s. 76. 846 Şimşir, age., s. 1 3, 14, 92, 93. 847 age., s. 76. 848 Özakman, Vahdettin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele, s. 565 vd.

443

iyi Fransızca bilen danışmanlara ihtiyaç vardır. Yüksek Mühen­dis Okulu Fransızca öğretmeni Haim Nahum, özellikle azınlık konularında danışmanlık yapması için 40 kişilik heyete dahil edilmiştir.849 "Başka adam mı bulamadılar da bir hahamı Lo­zan heyetine dahil ettiler? " diye " ırkçı" biçimde söze başlayıp gün yüzü görmemiş komplo teorileri kuranlar, Osmanlı'nın son zamanlarında dışişlerinde görevli gayrimüslim diplomatları, ter­cümanları unutmuş gibidir! İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komi­seri Andrew Ryan'ın "gizli notu "na göre Haim Nahum, "Zeki, varlıklı ve daha zengin olma hevesinde", "Siyonistlere karşı", "Mustafa Kemal'e karşı ve İttihat Terakki tarzı bir muhalefet kurma peşinde", "Türkiye'de kendi kişisel tutkularına uygun herhangi bir yönetimi destekleyecek " biridir. 850

İsmet Paşa Lozan'da diğer ülkelerin baş delegeleriyle birlikte

Türkiye'nin Lozan heyetinin deneyimsiz olduğu, bu nedenle Lozan'da Türk tezlerini yeterince iyi savunamadığını iddia eden­ler vardır. Örneğin Taha Akyol, Baskın Oran'ı kaynak gösterip

849 age., s. 568. 850 Salahi R. Sonyel, Gizli Belgelerle Lozan Konferansı'nın Perde Arkası, 2. bas.,

Ankara, 2014, s. 46.

444

Lozan heyetine "tecrübeli" Osmanlı diplomatlarının alınmaması­nı şöyle eleştirmiştir: "Lozan'a gidecek Türk ekibi tamamen An­kara kadrosundandır. Bir tek tecrübeli Osmanlı diplomatı heyete alınmamıştır. Oysa Baskın Oran'ın da belirttiği gibi Osmanlı diplomatik kadrosunda son derece yetenekli, dirayetli diplomat­lar vardı. Baskın Oran'ın ifadesiyle, mağlubiyet sonrasında Sevr dayatmasına karşı Osmanlı diplomatlarının yazdığı metin bunun örneğiydi. 'Osmanlı diplomatlarının müttefiklere cevaben hazır­ladığı nota, hiçbir eziklik, katlanış veya yakarış izi taşımayan . . . Son derece başı dik, hatta yer yer dik başlı bir üslupla yazılmış­tı . . . Osmanlı diplomatlarının o günkü uluslararası belge, bilgi ve gelişmeleri eksiksiz inceledikleri, çok sağlam bir mantık ve çok güçlü bir uluslararası hukuk bilgisiyle donatıldıkları görülür. "85 1

Bu satırları okuyunca, "Bizim Atatürk'le kavga lı liberaller aklımızia dalga geçiyor," demeden edemedim.

Birincisi: Osmanlı'nın o "tecrübeli" , "yetenekli", "dirayet­li" diplomatları yüzyıllardır herhangi bir başarılı anlaşmanın al­tına imza atamamıştır. Son 200 yılda imzalanan anlaşmalar tam bir fiyaskodur.

İkincisi: O "yetenekli", "dirayetli" Osmanlı diplomatları­nın, Sevr Antlaşması'na karşı cevaben hazırladıkları "başı dik, hatta yer yer dik başlı nota" hiçbir işe yaramamıştır. Oysa ki ger­çek diplomasi, "dik başlı" olmakla övünmeyi değil, "makul ola­nı elde etmeyi" amaçlar. Sevr, her yönüyle son dönem Osmanlı diplomasisinin yüz karasıdır. O "yetenekli" , "dirayetli" Osman­lı diplomatları, Sevr Antlaşması gibi bir idam fermanına teslim olmuştur. Sevr görüşmeleri için Damat Ferit başkanlığında bir Osmanlı heyeti Haziran 1920'de Paris'e gitmiştir. Bu heyetteki "yetenekli", "dirayetli" Osmanlı diplomatları, Avrupa'da Müt­tefiklerce küçük düşürülmüş, Fransa'da tutuklu gibi karşılanmış, İsviçre'de çarşı pazar dolaşarak giysi satın almaya çalışmış, ter­zilere elbise ısmarlamıştır. Rıza Tevfik Bey'e kulak verelim: " . . . Cenevre'de herkesi ayakta buldum. Paşa emretmiş, 'Mutlaka

851 Akyol, age., s. 76, 77.

445

yarın gideceğiz, çabuk hazırlansınıar, ' demiş Herkes telaş içinde idi. Çünkü satın aldıkları eşya bavu/lara sığmıyordu. Otelciye rica ettik. Bildiği dükkfmlardan birisini açtırsın da büyük ba­vullar alalım diye. "852 Anadolu'da insanların kadın, erkek, yaşlı genç, yokluk ve yoksulluk içinde düşmana direndiği o zor gün­lerde, "deneyimli" Osmanlı diplomatlarının İsviçre çarşılarında kendilerine, eşlerine, dostlarına ceket, gömlek, ayakkabı satın almak için çırpınmaları, bana iki yıl sonra Lozan'a gidecek olan TBMM heyetinin ödeneğini hatırlattı!

3 Kasım 1 922'deki Meclis toplantısında Lozan Konferan­sı için 150 bin lira ödenek ayrılmıştır. Bütçeye toplam 300 bin lira konulmuştur. İhtiyaç olursa ek ödenek belirlenecek, para artarsa bir yıl sonraya devredecektir. Delegelere, danışmanlara, katiplere ödenecek günlükler ve verilecek elbise paraları belirlen­miştir.853 Buna göre baş delegeye günlük 10 İngiliz lirası, kişi başı diğer delegelere 8, danışmanlara 5, çevirmenlere ve katiplere 3, askerlere 2 İngiliz lirası verilecektir. Elbise parası olarak ise baş delegeye 50, kişi başı diğer delegelere, danışmanlara, çevir­menlere, katiplere 20 İngiliz lirası verilecektir. Yalnız, yakında başka bir dış göreve gitmek için elbise parası almış olanlara bu defa elbise parası verilmeyecektir. Lozan heyetine verilecek bu paralar Meclis'te tartışılıp kabul edilmiştir.854 Verilen ödenekler yetersizdir. Nitekim İsmet Paşa birkaç defa Ankara'dan para is­temiştir. Örneğin 3 Ocak 1923'te Başbakanlığa gönderdiği bir telgrafta, " 1 00 bin liraya tezeiden ihtiyaç var, " demiştir. 855 Yine 12 Ocak 1923'te Başbakanlığa gönderdiği başka bir telgrafta Osmanlı'dan TBMM'ye geçen elçilik ve konsolosluklarda bıra­kılan katiplere avans verebilmek için kendi adına 20 bin İsviçre Frangı gönderilmesini istemiştir.856 Hükümet, olanaklar dahilin­de istenen parayı heyete göndermiştir.

852 Cahit Kayra, Sevr Dosyası, 2. bas., İstanbul, 2004, s. 80. 853 Şimşir, age., s. 1 1 . 854 TBMM Zabıt Ceridesi, C 24, s . 321, 330-333; Şimşir, age., s . 76-78; Akyol,

age., s. 79. 855 Şimşir, age., s. 328. 856 age., s. 342.

446

Bu Lozan parantezini kapatıp yeniden Sevr'deki Osmanlı he­yetine dönelim: Bağdatlı Hadi Paşa, Rıza Tevfik ve Reşat Halis'ten oluşan üç kişilik "deneyimli" Osmanlı heyeti, 10 Ağustos 1920'de, Türkleri tamamen sömürge haline getirip Anadolu'nun ortasına sıkıştıran 433 maddelik idam fermanını, Sevr'de namlı porselen fabrikasının çinili salonunda imzalamıştır.857

Üçüncüsü: Müttefikler ikilik yaratmak için Lozan'a Osman­lı hükümetini de çağırmıştır. Bunun üzerine Atatürk saltanatı kaldırmıştır. Zaten saltanatı kaldırmayı düşünen Atatürk, böy­lece bir taşla iki kuş vurmuştur: Hem Lozan'ın, hem cumhuriye­tin önünü açmıştır. TBMM, İstanbul'un resmen işgal edildiği 1 6 Mart 1920 tarihi itibariyle Osmanlı'nın sona erdiğini kabul et­miştir. Böyle bir ortamda TBMM'nin Lozan heyetine, daha dün yok saydığı Osmanlı'dan diplomat devşirmeye çalışması, Kema­listlerin kendilerini temsil edecek diplomatlara, siyasetçilere sa­hip olmadığı gibi bir manzara yaratacaktı ki, böyle bir manzara Türkiye'nin işini daha da zorlaştıracaktır.

Dördüncüsü: Atatürk, Kurtuluş Savaşı'nı ve ardından Mu­danya Mütarekesi'ni Osmanlı'nın o "yetenekli" , "dirayetli" dip­lomatlarıyla değil, TBMM'nin o "deneyimsiz diplomatlarıyla" başarıya ulaştırmıştır.

Beşincisi: Lozan Konferansı'na o "yetenekli", "dirayetli" Osmanlı diplomatları götürülmeyip tüm sorumluluğun yeni Türkiye'nin yeni, genç diplomat adaylarına verilmesi gelecek için de çok yararlı olmuştur. Böylece Türkiye Cumhuriyeti'nin gelecekteki diplomasi kadrosu Lozan Konferansı'nda pişmiştir. Bilal Şimşir'in ifadesiyle, "Katiplerin çoğu Dışişleri Bakanlığı gençlerindendi. Bunlar Lozan'da sıkı bir diplomasi stajından ge­çecek ve yarınki genç Türkiye Cumhuriyeti'nin üst düzey diplo­masi kadrolarını oluşturacaklardı. Bunlar ilk dönemde Türkiye Cumhuriyeti elçilerinin üçte biri 'Lozan Ekolü'nden geçmiş olan diplomatlardı: Münir Ertegün, Zekai Apaydın, Yusuf Hikmet Bayur, Tevfik Bıyıklıoğlu, Cevat Açıkalın, Ruşen Eşref Ünaydın,

857 Kayra, age., s. 85.

447

Yahya Kemal Beyatlı, Emin Ali Türkgeldi, Suat Davaz, Tevfik Kamil Köperler. "858

Altıncısı: Lozan Konferansı gün gün iyi incelenecek olursa İsmet Paşa başta olmak üzere tüm "deneyimsiz diplomatları­mızın" orada yedi düvele karşı canla başla kora kor mücadele ettikleri ve sonuçta "mümkün olanı aldıkları", dolayısıyla son derece başarılı oldukları görülecektir.

İsmet Paşa ve heyeti, S Kasım 1922' de Ankara İstasyonu'ndan Atatürk tarafından uğurlanmıştır. Heyet, Karaköy'e kadar tren­le, Karaköy'den Bilecik'e otomobillerle geçmiştir. İsmet Paşa ve heyeti 9 Kasım 1 922'de Sirkeci'den Doğu Ekspresi ile Lozan'a uğurlanmıştır.

İstanbul'u ve Boğazları işgal altında bulunduran İngiltere, Lozan Konferansı'nı mümkün olduğunca geciktirmeye çalışmış­tır. İngilizler 1 3 Kasım'da başlaması planlanan konferansı bir hafta sonraya ertelemiştir. İsmet Paşa bu skandal haberi, bindiği tren Lozan'a yaklaşırken Fransız Le Matin gazetesi muhabirin­den öğrenmiştir. Bu gazeteye verdiği demeçte sert konuşmuştur: "Bütün bir milleti ve bütün bir orduyu belirsiz bir mütareke ha­linde tutmak kolay değildir. Bu geciktirmenin Türk milleti ve Büyük Millet Meclisi üzerindeki etkisi ne olabilir? Bu soruya generallerimizin cevap vermesini isterim. " İsmet Paşa sözlerini şöyle bitirmiştir: "Sizlerle samimi ve sıkı işbirliği kurmak ama­cımızdır. Ama karşınızda bir koloni değil, hür bir millet vardır; tabi değil eşittir. " 859

İsmet Paşa, 12 Kasım 1 922' de konferansı söz verdikleri tarihte başlatamayan Müttefiklere bir nota verip konferansın bir an önce toplanmasını istemiştir. Bunun üzerine 1 3 Kasım 1922'de Curzon ve Poincare, İsmet Paşa'dan gecikme için özür dileyerek konferansın kesin olarak 20 Kasım'da toplanacağını taahhüt etmişlerdir. 860

858 Şimşir, age., s. 14. 859 age., s. 98, 99. 860 age., s. 1 0 1 , 104.

448

Tarihin garip bir tesadüfüdür: Hain Vahdettin'in, bağımlı Osmanlı'nın son temsilcisi olarak İngilizlere sığınıp Malta'ya çıktığı 20 Kasım 1922 Pazartesi günü, İsmet Paş::ı. da bağımsız yeni Türkiye'nin bir temsilcisi olarak Lozan'da İngiltere'nin kar­şısına çıkmıştır.

Dokuz devletin çok sayıda delegeyle katılacağı konferans için salonda Türkiye'ye, Bulgaristan, Romanya ve Sırbistan de­legelerinin oturduğu masada yer ayrılmıştır. Müttefiklerin, ken­dilerini ayrıcalıklı hale getiren bu oturma düzeni İsmet Paşa'nın tepkisini çekmiştir. İsmet Paşa'nın şiddetli itirazları üzerine otur­ma düzeni değiştirilmiştir. Böylece Türkiye delegeleri, İngiltere, Fransa ve İtalya delegeleriyle aynı masaya oturmuştur. Atatürk, bu davranışından dolayı İsmet Paşa'yı özel bir telgrafla kutla­mıştır.861

İsmet Paşa, nasıl bir çetin ceviz olduğunu konferansın açıldı­ğı 20 Kasım'da göstermiştir. İsmet Paşa, eğer açılışta İsviçre cum­hurbaşkanından başka Müttefiklerden herhangi biri konuşma yapacak olursa, kendisinin de mutlaka konuşacağını belirtmiş­tir. Nitekim İsviçre cumhurbaşkanından sonra Lord Curzon'un konuşma yapması üzerine İsmet Paşa, hiç kimseden izin alma­dan bir oldubittiyle kürsüye gelerek Kurtuluş Savaşı sırasında yaşanan sıkıntılardan, Yunan işgallerinin yarattığı yıkımdan söz edip eşitlik ve adaletli barış vurgusuyla dolu bir konuşma yapmıştır.862 İsmet Paşa'nın bu davranışından çok tedirgin olan Lord Curzon, salondan çıkarken İsmet Paşa'nın yanına gelip konuşmasını sert bulduğunu söyleyince, İsmet Paşa çok kısa ve anlamlı şu cevabı vermiştir:

"Çok ıstırap çekmiş bir milletin şikayet/eridir. " Curzon'un, "Türk/erin en çok önem verdik/eri sorun nedir?" sorusuna tek kelimeyle "İstik/a//bağımsız/ık " cevabını veren İsmet Paşa, yine Curzon'un "Sovyet Rusya i/e dostluğunuz ne kadar sürecek ? " sorusuna da "ebediyen" cevabını vermiştir. İsmet Paşa'nın bu

861 Sevtap Demirci, Belgelerle Lozan, İstanbul, 201 1 , s. 96; Akyol, age., s. 1 1 2. 862 Şimşir, age., s. 1 45·1 47, 1 50·1 52; Akyol, age., s. 1 08·1 10, 1 1 3, 1 1 4.

449

"dik başlı" cevaplarının Curzon'u fazlasıyla rahatsız ettiğini be­lirtmeye gerek yok sanırım.

21 Kasım'da Ouchy Şatosu'ndaki ilk genel oturumda kon­feransın resmi dilleri ve içtüzüğü görüşülürken davetçi ülkelerin, yani İngiltere, Fransa ve İtalya'nın konferansta başkanlık yapa­cakları belirtilince, İsmet Paşa Türkiye'nin de başkanlık etmesini istemiştir, ancak reddedilmiştir. Bunun üzerine İsmet Paşa bir Türk temsilcinin konferansa genel sekreter seçilmesini istemiş, ancak yine reddedilmiştir. 863 Türkçenin de konferans dillerinden biri olmasını istemiş, ama yine reddedilmiştir. 864 İsmet Paşa kon­feransın adının "Doğu Meselesi Hakkında Konferans" olmasına itiraz ederek, konferansa sadece "Lozan Konferansı " denilme­sini istemiştir. Sonunda ortalama bir yol bulunmuş ve "Yakın­

doğu Sorunları Hakkında Lozan Konferansı " adı verilmiştir. 865

Aslında bütün bu tartışmalar, Lozan'da Müttefiklerin "Doğu Sorunu"nu çözmek; Türkleri Avrupa'dan ve Anadolu'dan atma düşleri gördüklerini kanıtlamaktadır. Özetle, Müttefikler Türkiye'ye göz açtırmamaya kararlıdır.

Anılarında, "Ben diplomat değilim! " diyen İsmet Paşa Lo­zan Konferansı'nda zaman zaman asker olmasının faydalarını da görmüştür. Örneğin, çok sert müzakerelerin yapıldığı bir sırada İsmet Paşa'nın sert tutumu üzerine İtalyan diplomat Montagna, "Sizi protesto ediyorum!" deyince İsmet Paşa'dan tokat gibi şu askerce cevabı almıştır:

"Mösyo Montagna, ben protesto nedir bilmem . . . Böyle pro­

testo ettin mi, ben bir saat sonra muharebeye tutuşuruz derim ...

Ben bütün ömrümde emir aldım ve emir verdim. Bunun dışında

protestoydu, cilveydi, böyle şeyler bilmiyorum. " Bunun üzerine Montagna, "Şimdi muharebeyi nereden çıkardın? " diyerek yu­muşamış ve normal müzakerelere dönülmüştür.866

863 Şimşir, age., s. 1 54. 864 İnönü, Hatıralar, s. 332. 865 Şimşir, age., s. 1 54. 866 İnönü, Hatıralar, s. 381 , 382.

450

"Ben diplomat değilim! " diyen İsmet Paşa Müttefikle­rin deneyimli diplomatlanna adeta saç baş yoldurmuştur. Batı Trakya konusu görüşülürken Batı Trakya nüfus istatistiklerini komisyana sunmuştur. Nüfus çoğunluğunun Türklerde oldu­ğu gözükmektedir. Curzon ve Venizolos İsmet Paşa'nın verdiği rakamlara itiraz ettiğinde İsmet Paşa, "Öyleyse neden plebisite karşısınız? " diye sormuştur. Doğal olarak da cevap alamamıştır. İsmet Paşa benzer bir direnişi Musul konusunda da sergilemiştir. Tarihsel, coğrafi nedenler ile nüfus istatistiklerine göre Musul'un Türkiye'ye verilmesini istemiştir.

Özetle İsmet Paşa Lozan'da elinden geleni yapmış, yedi dü­vele karşı çok iyi direnmiştir. Atatürk'ün ve TBMM'nin ken­disinden istediği 14 maddelik kazanımlar için eldeki olanaklar çerçevesinde 6 ay, sonuna kadar mücadele etmiştir. Atatürk'ün kendisinden istediği biçimde tam bağımsızlık için diretmiştir. İs­met Paşa'nın bu direnişi, Amerikan delegesi Mr. Grew'un günlü­ğüne şöyle yansımıştır:

"Bugünkü toplantı esnasında İsmet Paşa, tahmin edildiği şekilde kapitülasyonlar üzerinde tümüyle uzlaşmaz bir tavır ta­kındı. ( . . . ) Curzon, egemenlik konusunun Türkler arasında bir takıntı halini almış olduğunu söylüyor. ( . . . ) Atice (Grew'in eşi) ve ben, Curzon ile odasında beraberce bir akşam yemeği yedik. ( . . . ) İsmet Paşa ile arasında geçen bazı konuşmalardan birini anlatır­ken, 'İsmet, ' diyordu, 'Bana en çok bir müzik kutusunu hatırla­tıyorsun. Her Allah'ın günü hep aynı melodiyi çalıyorsun. Ta ki hepimizi hasta edene dek: Egemenlik, egemenlik, egemenlik . . . "867

Lord Curzon, Forigen Office'de Sir E. Crowe'a gönderdiği 6 Ocak 1 923 tarihli bir telgrafta İsmet Paşa'nın direnişinden şöyle söz etmiştir:

"Bugün öğleden sonraki kapitülasyonlar toplantısında mu­tad protokole sadakatle uyuldu. Başkan nazik bir dille anlaş­ma tavsiyesinde bulundu ve Müttefiklerin şartlarını tekrarladı. İsmet Paşa, bizim bir hafta önceki söylevlerimize cevap dediği

867 Şimşir, age., s. 3 1 5, 3 1 6 .

45 1

bir konuşma yaptı; fakat verilen bütün tavizleri reddeden önceki pozisyonundan bir adım bile gerilemedi . . . "868

İsmet Paşa, Lozan'daki olağanüstü direnişi sırasında ade­ta yaşlanmıştır! 22 Aralık 1 922 tarihinde Atatürk'e gönderdiği telgrafta şöyle demiştir:

". . . Görüştüğümüz zaman saçlarımı bembeyaz, yaşımı on yaş daha ileri bulacaksın. "869

Lord Curzon, Lozan Konferansı başladıktan 3 ay kadar sonra, 30 Ocak 1 923'te, Sevr'in biraz daha yumuşatılmış niteli­ğinde çok ağır bir barış tasarısını Müttefikler adına Türk heye­tine sunmuştur. 160 madde, 9 ek bildiri ve sözleşmeden oluşan toplam 150 sayfalık bu barış projesinde Türk heyetinin kabul ettiği maddeler yanında henüz hiç görüşülmemiş maddeler de vardır. Müttefikler, bu maddeleri müzakere ettirmeden imzalat­mak gibi bir kurnazlık peşindedirler.87o

İsmet Paşa'nın önüne "Bunları imzalayın! " diye konulan bu barış tasarısı, Lozan görüşmelerini takip eden gazetecilerden Ali Naci Karacan'a göre, "Sevr'in bir başka türlüsü idi. Türkiye'nin adli, mali, ekonomik istiklalini baltaladığı gibi Duyun-u Umu­miye de devlet içinde bir devlet şekline geliyordu. "871

Curzon, Sevr'e göre bu tasarının çok daha iyi olduğunu ileri sürmüştür:

"Eski Sevr Antlaşması'nın hükümleriyle şimdiki belgenin hükümlerini karşılaştırdığımız zaman, hiç kimse bizim cömert­lik ya da uzlaşma zihniyetinden yoksun olduğumuzu söyleyemez sanırım. "872

Curzon, Türklerin ekonomik olarak İngilizlere muhtaç ol­duğunu düşünmekte, bu nedenle kapitülasyonlar konusunda diretmektedir. İsmet Paşa'nın "Hatıralar"ında aktardığına göre bir gün Curzon, İsmet Paşa'ya aynen şunları söylemiştir:

8 68 age., s. 333. 869 age., s. 301 . 8 70 Bkz. Seha Meray, age., C 2 , s. 53 vd.; Akyol, age., s. 1 79-18 1 . 8 7 1 Ali Naci Karacan, Lozan, Ankara, 1 993, s. 182. 8 72 Meray, age., C 2, s. 35.

452

" . . . Memleketiniz haraptır. İmar etmeyecek misiniz? Bunun

için paraya ihtiyacınız olacaktır. Parayı nereden bulacaksınız? Para bugün dünyada bir bende var, bir de bu yanımdakinde . . . Unutmayın, ne ret ederseniz hepsi cebimizdedir. Nereden para bulacaksınız? Fransızlardan mı? Ben, 'evet' dedim. Curzon sözlerine devam etti: 'Para kimsede yok. Ancak biz verebiliriz. Memnun olmazsak kimden alacaksınız? Harap bir memleke­ti nasıl kurtaracaksınız. İhtiyaç sebebiyle yarın para istemek için karşımıza gelip diz çöktüğünüz zaman, bugün reddettik le­rinizi birer birer çıkarıp size göstereceğiz . . . "873 Ancak Türkiye Atatürk'ün "ekonomik bağımsızlık" politikası gereğince 1 938'e kadar İngiltere'den veya başkaca bir ülkeden dış borç almadan kalkınmayı başarmıştır.

Projeyi inceleyen İsmet Paşa Lozan'daki Türk gazetecilere şu açıklamayı yapmıştır:

"Anlaşma tasarısı hakkında fikir açıklamaya bile gerek yok­tur . . . Sulhun imza edilmemesini kastediyorlar . . . Burada geçirdi­ğimiz iki buçuk ay, bütün o münakaşa ve müzakereler bir komed­yadan ibaretmiş. Komisyonlarda hiç görüşülmemiş maddelerin (bile) antlaşma tasarısına konulduğunu görüyorum. Anlaştığımız maddeler ağırlaştırılmıştır . . . Belki sulh istemiyorlar fakat dünya kamuoyu karşısında bunun mesuliyeti bize ait değildir. "874

Bu Müttefik tasarısını görüşen TBMM, tasarının reddedil­mesine karar vermiştir. İsmet Paşa da tasarıyı reddetmiştir. Tür­kiye bununla yetinmeyerek 4 Şubat'ta Türk tezlerinin yer aldığı bir karşı tasarı sunmuştur.

Amerikan delegesi Grew, günlüğüne İsmet Paşa'nın Mütte­fik tasarısını reddettiği 4 Şubat 1 923 günüyle ilgili şunları yaz­mıştır:

"Kader günü. Hiçbirimiz ne olacağı hakkında bir fikir sa­hibi değil. Sadece Müttefiklerin hazırlamış olduğu antlaşma tas­lağının -Türkler imzalasın ya da imzalamasın- bugün öğleden

8 73 İnönü, Hatıralac, s. 359, 360. 8 74 Karacan, age., s. 183 .

453

sonra saat 04.00'te konferans masasında olacağını ve sonuç ne olursa olsun Curzon'un saat 09.00 itibariyle gideceğine dair ye­min ettiğini biliyoruz. " Grew, Müttefiklerin anlaşma taslağına karşı Türk heyetinin de -her iki tarafın üzerinde anlaştıkları maddeleri içeren, diğer maddeleri kale almayan- bir karşı taslak hazırladığını, İsmet Paşa'nın Müttefiklere " ihtilaflı konuların" daha sonra görüşülmesini beyan eden bir nota sunduğunu belirt­miştir. Grew, bunun "zeki bir hareket" olduğunu da eklemiştir günlüğüne . . .

Grew'in günlüğünden okumaya devam edelim: "Davet sahibi ülkelerin delegeleri, anında Lord Curzon'un

odasında toplandılar. Saat 05.30'da uzmanlardan oluşan büyük bir grupla otelinden gelmiş olan İsmet de içeriye davet edildi. Saat 07.00'de Bentinck telefonla beni arayarak Türklerin kısa bir süre içinde muhtemelen antlaşmayı imzalayacaklarını haber ver­di ve seremoniye tanıklık edebilmemiz amacıyla Lord Curzon'un odasına gitmek üzere delegelerimizi hazır bulundurmamızı tavsi­ye etti. ( . . . ) Birdenbire saat 08.00'de üst kattaki kapının açılma sesi geldi: Herkes ayağa kalkarak merdivenlere doğru yöneldi. Bir anda İsmet göründü. Silindir şapkasını çıkardı, sağa ve sola doğru hafifçe eğilerek lobideki kalabalığı selamladı ve olabildi­ğince gülümseyerek oteli terk etti. Tabiatiyle böyle bir hadiseyi unutmam asla mümkün olmayacaktı. Konferans başarısızlığa uğramıştı. İmzalama olmayacaktı. . . Child, Bristol ve ben ne­redeyse anında soluğu Lord Curzon'un odasında aldık. Herkes odadan ayrılmış durumdaydı. Bir anda ortaya Curzon çıktı, öf­keli bir boğa gibi odaya daldı, bize bir bakış fırlattıktan sonra, yumruklarını havaya sallayarak aşağı yukarı dolaşmaya koyul­du. Kan, ter içinde kalmış durumda bakışları hepimizin üzerin­de geziniyordu. Bağırmaya başladı: 'Tam burada dört ölümcül saat boyunca oturup durduk ve İsmet söylediğimiz her şeye hep aynı sıradan bayatlıklarla cevap verdi. BAGIMSIZLIK ve HÜ­KÜMRANLIKf Elimizden gelen her şeyi yaptık. Bompard dahi masaya yumruğunu indirerek İsmet'e, yaptığının savaş tahrikçi­liğinden öteye gitmediğini söyledi. Bompard, şu ana dek kendi-

454

sinden işittiğim en ağır konuşmasını yaptı. ' ( . . . ) Her şey bitmişti.

Curzon, korku uyandıran bir ruh hali içindeydi . . . " 875

Curzon, İsmet Paşa'nın bu direnişini "inanılmaz" olarak ni­telendirmiştir. Bompard ise, "bir cürüm, " demiştir. İsmet Paşa da Bompard'a verdiği karşılıkta Türkiye'yi köle durumuna dü­şürmek istediklerini belirterek, adli kapitülasyonlar konusunda Türkiye'nin bağımsızlığına ve egemenliğine saygı gösterilmesini istemiştir.876

Lozan Konferansı, Müttefiklerin özellikle kapitülasyonla­rın kaldırılmasını kabul etmemeleri üzerine 3 ay kadar sonra, 4 Şubat'ta kesilmiş, İngiliz delegasyonu 5 Şubat'ta Lozan'dan ay­rılmıştır. Bunun üzerine Ankara'da Atatürk harekete geçmiştir. Müttefikiere, Türkiye'nin TAM BAGIMSIZLIGA ne kadar bü­yük önem verdiğini göstermek için üç önemli hamle yapmıştır. ı. Türk ordusuna "hazır ol" emri vermiştir. 2. İzmir Limanı'nda demirli Fransız savaş gemilerini kovmuş

ve İzmir Limanı'nı 1 000 tondan büyük yabancı savaş gemi­lerine kapatmıştır.877

3 . Ekonomik bağımsızlığa verdiği önernin altını çizmek için İz­mir İktisat Kongresi'ni düzenlemiştir. Atatürk, 13 Şubat 1 923'te İsmet Paşa'ya gönderdiği telgraf­

ta İzmir İktisat Kongresi hakkında şunları söylemiştir: "Şubat'ın 1 5. günü İzmir'de İktisat Kongresi'ni bizzat açmayı pek önem­

li sayıyorum. Erzincan, Diyarbakır gibi uzak yerlerden seçilmiş halk temsilcileri gelmiştir . . . "878

Atatürk, 1 7 Şubat 1 923'te İzmir İktisat Kongresi'ni açış ko­nuşmasında ekonomik bağımsızlığın önemine vurgu yapmıştır:

" Yeni Türkiye'mizi layık olduğu düzeye eriştirebilmek için mutlaka ekonomimize birinci derecede önem vermek zorunda­yız. Çünkü zamanımız tamamen bir iktisat devresinden başka

bir şey değildir . .. Arkadaşlar, kılıçla fetihler yapanlar, sabanla

8 75 Şimşir, age., s. 4 1 1 -413 . 876 Sonyel, age., s . 1 1 9. 8 77 Şimşir, age., s. 4 1 6, 4 1 7. 8 78 age., s. 422.

455

fetihler yapanlara mağlup olmaya ve neticede mevkii terk etme­ye mecburdurlar. Nitekim Osmanlı saltanatı böyle olmuştur . . . Biliyorsunuz ki, Misak-ı Milli, milletin tam bağımsızlığını temin eden ve bunu temin edebilmek için iktisadiyatında gelişmesine mani olan bütün sebepleri, bir daha ve katiyen dönmemek üzere lağveden bir düsturdur . . . Siyasi, askeri muzafferiyetler ne ka­dar büyük olursa olsunlar, iktisadi muzafferiyetler ile taçlandı­rılmazlarsa, husule gelen zaferler payidar olamaz, az zamanda söner. Bu nedenle EN G ÜÇL Ü VE PARLAK ZAFERİMİzİN de sağladığı ve sağlayabileceği yararlı sonuçları alabilmemiz için EKONOMİK EGEMENLİcİMİzİN SACLANMASı, G ÜÇ­LENDİRİLİp GENİşLETİLMESİ gerekir. ( . . . ) Osmanlı 'da devlet ve hükümet YABANCI SERMA YESİNİN jANDARMA­UCINDAN BAŞKA BİR ŞEY YAPMAMıŞTıR. Artık her me­deni devlet gibi, millet gibi yeni Türkiye de buna razı olamaz, B URASINI ESİR ÜLKESİ YAPTIRAMAZ. TAM BACIMSIZ­UCI sağlayabilmek için tek gerçek güç, en güçlü temel, kesin­likle ekonomidir. Ekonomi savaşı sürüyor, sürecektir, ama bunu da kesinlikle kazanacağız. " Atatürk konuşmasını -Lozan'da Türkiye'nin ekonomik bağımsızlığını kabul etmeyen MüttefikIe­re gönderme yaparcasına- şöyle bitirmiştir:

"Efendiler görülüyor ki, bunca kesin ve yüksek bir askeri zaferden sonra bile bizi barışa alıkoyan neden, doğrudan doğ­ruya ekonomik nedenlerdir, ekonomik düşüncelerdir. Çünkü bu devlet, bu millet, EKONOMİK BACIMSIZUCINI elde ederse öylesine güçlü bir temel üzerine yerleşmiş ve yükselmeye başla­mış olacaktır ki, artık bunu yerinden kımıldatmak olanağı kal­mayacaktır. İşte düşmanlarımızın, gerçek düşmanlarımızın uy­gun bulmadıkları, bir türlü olur demedikleri şey budur. "

İzmir İktisat Kongresi, yeni Türkiye'nin ekonomik kalkın­masına yön verecek olan 12 maddelik Misak-ı İktisadi'yi kabul etmiştir. Misak-ı Milli'yi gerçekleştirmek için mücadele edilen Lozan'a -Türkiye'nin ekonomik bağımsızlığının kabul edilme­mesi nedeniyle- ara verilen o günlerde İzmir İktisat Kongresi'nde Misak-ı İktisadi'nin yayımlanması çok anlamlıdır.

456

Türkiye'nin "Barış istiyoruz, ama gerekirse savaşmaya da hazırız," şeklinde özetlenebilecek kararlı tavrından sonra, Müt­tefikler Lozan Konferansı'nın devam etmesine karar vermiştir. 23 Nisan 1 923'te başlayan ikinci dönem görüşmeleri 24 Temmuz 1 923'te Lozan Antlaşması'nın imzalanmasıyla son bulmuştur.

Lozan'da sadece Türkiye'nin hayatı değil, İsmet Paşa'nın hayatı da tehlikededir. Bilal Şimşir'in tabiriyle, "İsmet Paşa

Lozan 'da 'kelle koltukta ' görev yapmıştır. " Lozan'a varışının ikinci gününde, 14 Kasım' da İsmet Paşa not defterine şu notu düşmüştür: "Roma'dan Paris'e telefon. Ermeniler suikast için

hazırlanmışlar . .. "

Handerson, Dışişleri Bakanlığı'na gönderdiği gizli tel yazı­sında, Ermenilerin İsmet Paşa'ya suikast planladıklarından söz etmiştir. 879

1 5 Mart 1 921 'de Berlin'de Talat Paşa'yı, 6 Aralık 1 921 'de Roma'da Sait Halim Paşa'yı, 2 1 Temmuz 1 92 1 'de Tiflis'te Ce­mal Paşa ve iki yaverini öldüren Ermeni teröristler, şimdi de Lozan'da İsmet Paşa'nın peşine düşmüştür. Ayrıca Lozan Konfe­ransı sürerken Sovyet Rus delegesi Vorovski, otelinde bir terörist tarafından öldürülmüştür. 880

Lozan'da İsmet Paşa'ya suikast hazırlığında olanlar sadece Ermeniler değildir, Çerkez Ethem ve adamları da İsmet Paşa'nın peşindedir.

Atatürk ve Rauf Bey, İsmet Paşa'ya gönderdikleri 22 Kasım 1 922 tarihli telgrafta, Çerkez Ethem ve arkadaşlarının İsviçre'de kendisine suikast hazırlığı yaptığını haber vermiştir: "(Çer­

kez) Ethem ve Eşrefle arkadaşlarının ve muhtemelen Reşit ve

Tevfik 'in İsviçre'ye gittikleri istihbar edilmiştir. Zat-ı Devletle­

rine suikastta bulunmaları ihtimali olduğundan, İsviçre hükü­

metine müracaatla tutuklattırılıp ve hudut dışı ettirilmelerinin

sağlanmasını talep ederim. -Mustafa Kemal-Hüseyin Rauf-"

8 79 Sonyel, age., s . 182, 18 3. 88 0 Şimşir, age ., s. 20, 21 .

457

Bütün bu suikast haberlerine karşın İsmet Paşa, Lozan cad­delerinde otomobilinde Türk bayrağıyla dolaşmıştır. Bu bayra­ğın kaldırılmasını isteyen Lozan polis müdürüne kızarak, "Bir İsmet Paşa ölür, yerine başka biri gelir, göreve devam eder ve bu bayrak hiç inmez, " demiştir.

İsmet Paşa Lozan'da, hükümetin kendisine verdiği 14 mad­delik isteklerin tamamını en üst perdeden talep etmiştir. "Asla taviz verme! " denilen "kapitülasyonlar" ve "Ermeni yurdu " ko­nularında da asla taviz vermemiştir.

İsmet İnönü'den "Lozan kahramanı" diye söz eden Prof. İ1-ber Ortaylı, İnönü'nün Lozan'daki tavizsizliğini şöyle övmüştür:

" . .. Lozan kahramanı dediğimiz zat, bir kere çok iyi bir dip­

lomat olduğunu gösterdi. İnatçıdır. Nitekim kesinlikle taviz ver­miyor. Bu durumdaki adamların aldıkları talimattan, önündeki belirli ilkelerden taviz vermemeleri çok önemlidir. Buna kurmay kafası kani olmuştur. Ama önemle vurgulayalım; İsmet Paşa Lozan'a giderken ne bir Matternich ne de Talleyrand idi. Yani ne Matternich'çilik ne de Talleyrand'cılık oynuyor. O tip mega­lomaniden uzaktır. Sadece ne olduğunu, ne yapması gerektiğini gayet iyi biliyor. En nihayetinde İsmet Paşa hükümetin adamıy­dı. Kendisini oraya gönderen kişi ve kurumlara karşı sorumlulu­ğunu yerine getirmişti. "881

Lozan: Zafer mİ Hezİmet mİ?

Lozan'da başarıyı ölçmek için Lozan'ı Sevr'le ve Büyük Zafer'den önceki diğer barış teklifleriyle karşılaştırmak doğru bir yöntemdir, ancak eksiktir. Lozan'da başarıyı doğru ölçmek için Atatürk'ün Lozan heyeti baş delegesi İsmet Paşa'ya yazdır­dığı 14 maddelik yönerge/talimatname ile anlaşma maddelerini karşılaştırmak gerekir. 882 Müttefikler açısından başarıyı ölçmek ıçın ıse, mesela İngilizler tarafından Müttefiklere sunulan 1 1

8 8 1 İ1ber Ortaylı, İmparatorluğun Son Nefesi, "Osmanlı'nın Yaşayan Mirası Cum­huriyet", İstanbul, 2014, s. 1 79.

882 Şi mşir, age., s. 67, 68.

458

maddelik "İngiliz Muhtırası" ile anlaşma maddeleri karşılaştı­rılabilir. 883

İşte bu bölümde böyle bir karşılaştırma yapacağım: Önce Türkiye'nin Müttefiklerden isteklerini ve bu istekleri n sonuçları­nı, sonra da Müttefiklerin Türkiye'den taleplerini ve sonuçlarını tek tek ortaya koyup, sonra da her iki sonucu birbiriyle karşı­laştıracağım. Böylece "Lozan zafer mi, hezimet mi? " sorusuna bilimsel cevap vermeye çalışacağım. 884

A. Türkiye'nin Müttefiklerden İstekleri ve Sonuçları

1 . Trakya Sınırı: (Türkiye'nin isteği) : Karadeniz kıyısından Meriç Nehri'ne kadar olan Mustafapaşa Köprüsü - Dime­toka - Simelin parçası Türkiye'de kalmalı; Doğu Trakya için 1 9 1 3 sınırı geçerli olmalıdır. (Müttefiklerin cevabı) : Meriç'in sol yakasında Türkiye'ye toprak verilemez. Karaağaç böl­gesi Türklere verilmemelidir. (Sonuç) : Karaağaç Türkiye'de kalmıştır.

2. Batı Trakya: (Türkiye'nin isteği) : Halk oylaması yapılmalı­dır. (Müttefiklerin cevabı) : Halk oylaması yapılmamalıdır. (Sonuç): Halk oylaması yapılmamıştır.

3 . Ege Adaları: (Türkiye'nin isteği) : Küçük ve Türkiye'ye ya­kın adalarla İmroz, Bozcaada, Tavşan Adaları ve Semadi­rek Adası Türkiye'ye bırakılmalıdır. Diğer adalar askerden arındırılmalı, tarafsız ya da özerk olmalıdır. Askerden arın­ma havadan uçma yasağını da kapsamalıdır. Bu konuda 3 1 Ekim 1922 tarihinde İsmet Paşa'ya verilen 14 maddelik

88 3 age ., s . 1 1 1 -1 14 . 884 Bu karşılaştırmayı yaparken Bilal Şimşir' in "Lozan Günlüğü", Seha Meray' ın

"Lozan Barış Konferansı Tutanaklar-Belgeler", T aner Baytok'un "İngiliz Belgeleriyle Sevr'den Lozan'a", Taha Akyol'un "Bilinmeyen Lozan", Sa­lahi Sonyel'in " Gizli Belgelerle Lozan Konferansı'nın Perde Arkası", Avni Çavdaroğlu'nun "Oncesi ve Sonrası ile Lozan " İsmail Soysal'ın "Türkiye'nin Siyasal Andıaşmaları ", C 1, adlı eserleriyle yine bu eserlerin çoğundan yarar­lanan Ali Ulvi Özdemir'in "Lozan'da Başarıyı Olçmek, Konular Bazında Bir Değerlendirme," adlı makalesinden yararlandım. Bu konudaki derli toplu ilk çalışma olması bakımından özellikle Ali Ulvi Özdemir' in adı geçen makale sini önerırım.

459

hükümet talimatında, "Duruma göre davranılacak, kıyıla­rımıza pek yakın olan adalar ülkemize katılacak, olmazsa Ankara'dan sorulacak, " denilmiştir. (Müttefiklerin cevabı): Müttefikler, Türkiye'nin tüm Ege Adaları'nı kendilerine terk etmesini istemiştir. İngiltere, Türkiye'nin belirttiği ada­ların özerkliğine de karşı çıkmıştır. Ancak Müttefikler Se­madirek, Limni, Bozcaada ve İmroz (Gökçeada) adalarının askerden arındırılmasını kabul etmiştir. (Sonuç) : İmroz ve Bozcaada Türkiye'ye, Semadirek Yunanistan'a, Meis ve On İki Ada İtalya'ya bırakılmıştır. Asya kıyısından 3 milden az bir uzaklıkta bulunan tüm adalar ve kayalıklar Türkiye'ye bırakılmıştır. Yunanistan'ın kendisine bırakılan Midilli, Sa­kız, Sisam ve Nikarya adalarında deniz üssü kurarnayacağı ve istihkam yapamayacağı da kabul edilmiştir.

4. Osmanlı Borçlanmn Paylaşımı ve Ödenmesi: (Türkiye'nin İsteği): Osmanlı borçları Osmanlı'dan ayrılan devletlere paylaştırılmalı. Bu paylaşırnda 191 8'e kadar olan borçlar esas alınmalıdır. Türkiye Osmanlı borçlarının ödenmesi­ne, borçların paylaşımı şartıyla karşı çıkmamıştır. Türkiye borçların öncelikle Türk lirası ile ödenmesini düşünmüştür. Daha sonra Frankla ödemeyi gündeme getirmiştir. Türkiye borçların altın ve Sterlinle ödenmesine şiddetle karşı çık­mıştır. (Müttefiklerin cevabı) : Müttefikler, 1 914 yılına ka­dar olan borçların bölüşülmesini kabul ederek, 1 914- 1 9 1 8 arasındaki borçların tamamının Türkiye tarafından üstle­nilmesini istemiştir. Yunanistan Osmanlı borçlarından pay üstlenmeyeceğini bildirmiştir. Müttefikler, borçların altın ve Sterlinle ödenmesini istemiştir. (Sonuç): Osmanlı borç­ları, Balkan Savaşları sonucunda Osmanlı'dan toprak ko­partan ve Lozan Antlaşması ile belirtilen adalara sahip olan devletler ile Osmanlı'dan ayrılıp Asya toprakları üzerinde kurulan devletler arasında böıüştürülmüştür. Ancak bu bö­lüştürme 1914 yılına kadarki borçları kapsamıştır. Borçla­rın -Türkiye'nin karşı çıktığı- altın ya da Sterlinle ödenmesi hükmü de Lozan Antlaşması'nda yer almamıştır.

460

5 . Trakya Sınırlannın v e Boğazların Askerden Arındırılması: (Türkiye'nin isteği) : Antlaşmayı imzalayacak devletler, as­kerden arındırılacak olan Türk topraklarının olabilecek sal­dırılara karşı savunulacağı yolunda garanti vermelidir. Buna ek olarak, bu bölgenin yabancılar tarafından denetlenmesi, kontrol edilmesi söz konusu olmamalıdır. (Müttefik cevabı) : Müttefikler bir güvence vermeyi kabul etmemiştir. (Sonuç):

24 Temmuz 1 923 günü imzalanan "Trakya Sınırına İlişkin

Sözleşme"nin 1 . maddesi ile Türkiye'nin Yunanistan ve Bul­garistan ile olan sınırlarının her iki yanındaki 30 kilomet­relik bir şeridin askerden arındırılmasını, bu şerit üzerinde hiçbir ülkenin uçağının uçmayacağı hükmü karara bağlan­mıştır. Ayrıca Boğazların her iki yakasında genişliği deği­şecek şekilde bir şeridin askerden arındırılması kabul edil­miştir. Müttefiklerin askerden arındırılmış bölgelerle ilgili denetleme yetkisi, Boğazlar Komisyonu'nun yetkileri arası­

na konulmamış, "Boğazlar Rejimine İlişkin Sözleşme"nin

1 8 . maddesinde "askerden arındırılmış bölgelerin güvenliği tehlikeye düşecek" olduğunda alınacak tedbirlerin kararla ş­tırılması yetkisi Milletler Cemiyeti'ne bırakılmıştır. Böylece askerden arındırılmış bölgenin denetim yetkisi yabancılara

bırakılmamıştır. Ayrıca 6. maddeye göre Türkiye hükü­meti, Boğazlarda uçaklar ve diğer hava araçları ile denizin di bini ve yüzünü gözetlerne hakkına sahip olacaktır. Türk uçakları, Boğazlar ve askersizleştirilmiş yerlerin üzerinden uçabilecekler, bu yerlerde karaya ve denize inebilecekler­dir. 8. maddeye göre de Türkiye İstanbul'un ihtiyaçları için İstanbul'un Batı yakasında en az 12.000 kişilik bir askeri birlik bulundurabilecek, İstanbul'da bir tersane, bir deniz üssü kurabilecektir.

6 . Gelibolu'nun Savunulması: (Türkiye'nin isteği) : Türkiye Ge­li bolu Yarımadası'nın savunulması için 5000 kişilik bir gar­nizon bulundurma hakkı istemekle birlikte, bu konuda Müt­tefiklerin teklif edeceği rakamı kabul edeceğini belirtmiştir.

461

Marmara Denizi'nin Anadolu kıyılarının kayıtsız olarak tahkimi ve bu denizde Türk donanmasının hareket özgür­lüğü açısından kısıtlamayı kabul etmeyeceğini belirtmiştir. (Müttefik cevabı) : Müttefikler Gelibolu Yarımadası'nı da Boğazların her iki yakasında bulunan askerden arındırılmış bölgeye dahil etmek istemiştir. (Sonuç): Gelibolu Yarımada­sı askerden arındırılmış bölgeye dahil edilmiştir.

7. Yunan TazminatıfTamiratı Sorunu: (Türkiye'nin isteği) :

Türkiye, önce Yunanistan'ın Anadolu'daki işgali süresince yaptığı yıkımların, hasarların tazminini istemiştir. Sonra ise Karaağaç kasabasını istemiştir. (Müttefik cevabı) : Taz­minat verilmesini kabul etmemişlerdir. Hatta Lord Curzon, Bilal Şimşir'in ifadesiyle "Edirne'nin 4 kilometre ötesindeki

Karaağaç'ı vermemek için Türkiye'yi yeni bir Haçlı Seferi

ile tehdit etmiştir. " 885 Yunanistan da Türkiye'ye -tazminatı tamirat ödemeyeceğini bildirmiştir. (Sonuç) : Yunanistan, neden olduğu yıkımdan doğan zararları kabul etmekle bir­likte Türkiye bu konuda ileri sürdüğü istemden vazgeçmiş­tir. Buna karşılık Lozan Antlaşması ile aynı gün düzenlenen ek bir protokol ile Karaağaç Türkiye'ye bırakılmıştır.

8. Kapitülasyonlar: (Türkiye'nin isteği) : Kapitülasyonlar bü­tünüyle kaldırılmalıdır. (Müttefiklerin cevabı) : Kapitülas­yonlar kaldırılamaz. (Sonuç) : Lozan Antlaşması ile her türlü kapitülasyon kaldırılmıştır.

9. Musul: (Türkiye'nin isteği) : Musul Türkiye'ye bırakılmalı­dır. Gerekirse halkoylaması yapılmalıdır. (Müttefik cevabı):

Musul Türkiye'ye bırakılamaz. Halk oylaması da yapılamaz. (Sonuç) : Lozan Antlaşması'nda "Türkiye ile Irak arasındaki

sınır, işbu antlaşmanın yürürlüğe girişinden başlayarak do­kuz aylık bir süre içinde Türkiye ile İngiltere arasından dost­

ça bir çözüm yoluyla saptanacaktır. Öngörülen süre içinde

iki hükümet arasında bir anlaşmaya varılamazsa, anlaşmaz-

885 Şimşir, age., s. 1 87.

462

lık Milletler Cemiyeti Meclisi'ne götürülecektir, " hükmüne yer verilmiştir. Musul konusu, Lozan'dan sonra Milletler Cemiyeti'ne gitmiştir. 5 Haziran 1 926 tarihli Ankara Ant­laşması ile Musul İngiltere mandasında Irak'a bırakılıp sı­nırlarımız dışında kalmıştır.

10. Adakale: (Türkiye'nin isteği): Türkiye Tuna Nehri üzerinde­ki 600 nüfuslu Adakale'nin kendisine bırakılmasını istemiş­tir. (Müttefik cevabı): Müttefikler bunu kabul etmemiştir. (Sonuç) : Türkiye, Lozan Antlaşması'nda kendisine verilen adaların dışındaki diğer adalar üzerindeki haklarından vaz­geçmiş sayılacağı hükmüyle Adakale'den de vazgeçmiştir.

lL. Kabotaj Hakkı: (Türkiye'nin isteği) : Türkiye kabotaj hak­kını istemiştir. (Müttefik cevabı): Kabotaj hakkımıza itiraz edilmemiş ancak buna karşılık İtalya, Fransa ve İngiltere kendilerine tanınmış kabotaj hakkının 2.5 yıl boyunca de­vam etmesinde ısrar etmişlerdir. Daha sonra bu devletler bundan da vazgeçmiştir. (Sonuç) : Kabotaj hakkımız kabul edilmiştir.

12. Savaş Esirleri: (Türkiye'nin isteği) : Türkiye, Yunanistan'ın elindeki asker, sivil savaş tutsaklarının hemen serbest bıra­kılmasını istemiştir. (Müttefik cevabı): Müttefikler ve Yuna­nistan ilke olarak esir değişimine karşı çıkmamıştır. (Sonuç) :

Türk ve Yunan esirlerinin karşılıklı değişimi kabul edilmiştir. 1 3 . Ei Konulan Altınlar: (Türkiye'nin isteği) : Türkiye savaş dö­

neminde İtilaf Devletleri'nce el konulan 5 milyon altın lira­nın kendisine verilmesini istemiştir. (Müttefik cevabı): Müt­tefikler bu isteği reddetmiştir. (Sonuç) : Lozan Antlaşması ile Türkiye bu kapsamdaki her türlü haktan vazgeçmeyi kabul etmiştir.

14. Sınırlanmız Dışında Kalan Bölgelerde Halk Oylaması: (Türkiye'nin isteği) : Türkiye Misak-ı Milli'nin 1 . maddesin­de belirtildiği üzere Mezopotamya (Irak), Hicaz, Mısır ve Suriye'deki halkların kendi yönetimlerini özgürce seçmeleri (halkoylaması yapılması) gerektiğini belirtmiştir. Bu genel

463

ifade dışında Musul adı dile getirilerek bir plebisit istenmiş­tir. (Müttefik cevabı): Müttefikler, halkoylaması fikrini ka­bul etmemiştir. (Sonuç): Lozan Andaşması'nda, Türkiye'nin sınırları dışında kalan bölgeler için halkoylaması yapılması ile ilgili bir maddeye yer verilmemiştir.

1 5 . El Konulan Türk Savaş Gemileri: (Türkiye'nin isteği): Tür­kiye, i. Dünya Savaşı'ndan önce İngiltere'den sipariş edilen ve bedelleri ödendiği halde el konularak verilmeyen Sultan Osman ve Reşadiye adlı savaş gemilerinin bedeli olarak 5 milyon İngiliz lirası istemiştir. (Müttefik cevabı): İngilizler bu bedeli ödemeyi kabul etmemiştir. (Sonuç): Lozan AntIaş­ması ile Türkiye bu parayı İngiltere'den ya da İngiliz uyruk­lu kişilerden istememeyi kabul etmiştir.

B. Müttefiklerin İstekleri ve Sonuçları:

ı. Askerden Arındırılmış Bölge: (Müttefik istekleri): Türki­ye'nin Trakya sınırının her iki tarafında 30 kilometrelik bir askerden arındırılmış bölge olmalıdır. Ayrıca Boğazların her iki yakasında genişliği değişecek şekilde bir şeridin as­kerden arındırılması gerekir. (Türkiye'nin cevabı): Türkiye Boğazların her iki yarısının silahsızlandırılmasını kabul et­miştir. Barış döneminde Karadeniz'deki en güçlü donanma kadar savaş gemisinin Boğazlardan geçebilmesini de kabul etmiştir. (Sonuç): 24 Temmuz 1923 günü imzalanan "Trak­

ya Sınırına ilişkin Sözleşme"nin 1 . maddesi ile Türkiye'nin Yunanistan ve Bulgaristan ile olan sınırlarının her iki yanın­daki 30 kilometrelik bir şeridin askerden arındırılması, bu şerit üzerinde hiçbir ülkenin uçağının uçamayacağı hükmü karara bağlanmıştır.

2. Türkiye'den İstenecek Savaş Tazminatı: (Müttefik isteği):

464

Fransa, İngiltere ve İtalya'nın Türkiye'yi işgal ettikleri dö­nemde yapmış oldukları giderler Türkiye tarafından üst­lenilmelidir. Bu rakam Müttefiklerce 1 5 milyon altın lira olarak talep edilmiştir. Türkiye'nin Yunanistan'dan istediği

savaş tazminatını ise reddetmişlerdir. (Türkiye'nin ceva­bı): Türkiye bu isteğin Mondros Mütarekesi hükümlerine dayandırıldığını, ancak Türkiye'nin Lozan'da Mudanya Mütarekesi'ne göre bulunduğunu, bu yüzden bu isteği hiç­bir şekilde görüşerneyeceği cevabını vermiştir. Ancak Türki­ye, süreç içinde kendisinin Yunanlılardan istediği tazminat talebinin Müttefiklerce taahhüt altına alınması karşılığında Müttefik devletler vatandaşlarının zararlarını ödemeye ha­zır olduğunu bildirmiştir. (Sonuç) : Türkiye ve Müttefikler savaş tazminatlarından karşılıklı olarak vazgeçmeyi kabul etmişlerdir. Yunanistan, neden olduğu yıkımdan doğan za­rarları ona ma yükünü kabul etmekle birlikte Türkiye bu konudaki isteğinden vazgeçmiştir. Buna karşılık ise Lozan Andaşması ile aynı gün düzenlenen ek bir protokol ile Ka­raağaç Türkiye'ye bırakılmış ve burada yaşayan Rumlar da mübadele kapsamına sokulmuştur.

3. Ege Adaları: (Müttefik isteği) : Lozan'daki İngiliz muhtıra­sının "Ege Ada/arı " başlıklı 5 . maddesine göre "Türkiye bütün bu ada/arı Müttefik/ere bırakacak, bu konuda ka­rarı Müttefik/er verecek/er. " Bu doğrultuda Müttefikler, Türkiye'nin bütün Ege Adaları'nı bırakmasını istemiştir. Yunanistan, nüfus çoğunluğunun Rum olması nedeniyle İmroz Adası'nın kendisine verilmesini istemiştir. Süreç için­de İngiltere, Bozcaada'yı Türkiye'ye bırakmayı kabul etmiş, ancak İmroz Adası'nın Yunanistan'a bırakılmasını istemiş­tir. (Türkiye'nin cevabı): Türkiye, bunu kabul etmeyerek İmroz, Bozcaada, Semadirek ve Meis adalarının kendisine bırakılmasını istemiştir. (Sonuç): Tavşan Adaları, İmroz ve Bozcaada Türkiye'ye bırakılmıştır. Semadirek Yunanistan'a, Meis de İtalya'ya bırakılmıştır.

4. Mübadele: (Müttefik isteği) : Müttefikler Türkiye ile Yuna­nistan arasında bir nüfus mübadelesi yapılmasını istemiştir. Ayrıca Batı Trakya Türklerine karşılık İstanbul'daki Rum­ları mübadele dışında bırakmayı istemişlerdir. (Türkiye'nin cevabı): Türkiye nüfus mübadelesine karşı çıkmamıştır.

465

Ancak mübadelenin İzmir ve İstanbul dahil olmak üzere Türkiye'nin bütün Rum nüfusunu kapsamasını istemiştir. Türkiye daha sonra bu konuda yumuşamıştır. (Sonuç): 30 Ocak 1 923 tarihinde Yunanistan ve Türkiye arasında im­zalanan "Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine ilişkin

Sözleşme ve Protokol"un 2. maddesine göre mübadelenin, Batı Trakya'da oturan Müslümanları ve İstanbul'da oturan RumIarı kapsamamasına karar verilmiştir.

5. Kapitülasyonlar: (Müttefik isteği) : Müttefikler kapitülas­yonları başka bir adla devam ettirmek istemişlerdir. (Türki­

ye'nin cevabı) : Türkiye kapitülasyonların, başka bir adla da olsa devam etmesine kesinlikle karşı çıkarak kapitülas­yonların tamamen kaldırılmasını istemiştir. (Sonuç): Lozan Antlaşması ile kapitülasyonlar tamamen kaldırılmıştır.

6. Boğazlar Konusu: (Müttefik isteği) : Müttefikler esas olarak geçiş serbestisi istemiştir. Ayrıca bir Boğazlar Komisyonu gözetiminde Boğazların her iki yanındaki bir şeridin asker­sizleştirilmesini talep etmiştir. (Türkiye'nin cevabı) : Türkiye, Rusya-Ukrayna ve Gürcistan'ın teklifine yakın bir görüşle, Boğazların ve Marmara Denizi'nin bütün devletlerin (ticari) gemileri için savaş ve barışta serbesti, Türkiye dışındaki dev­letlerin savaş gemilerine ve hava kuvvetlerine kapanması ve kıyıların Türkiye'nin istediği şekilde askeri tahkimi biçimin­deki bir düzenleme önermiştir. Ancak zaman içinde bu sert tavrını yumuşatmıştır. Ayrıca Türkiye Marmara Denizi'nin "Boğazlar" kapsamından çıkartılmasını istemiştir. Türki­ye, askerden arındırmayı kabulü karşılığında, Türkiye'nin güvenliği konusunda taraf devletlerin siyasal bir garan­ti vermesini istemiştir. Türkiye, Boğazlar Komisyonu'na Yunanistan'ın temsilci vermesini de kabul etmemiştir. (So­

nuç) : 24 Temmuz 1 923 günü imzalanan "Boğazlar Rejimi­

ne ilişkin Sözleşme " ile Türkiye, genel olarak serbest geçiş esasını kabul etmiştir. Boğazların her iki yakasında genişliği değişecek şekilde bir şeridin askerden arındırılmasına karar

466

verilmiştir. Marmara Denizi, "Boğazlar" terimi kapsamında kabul edilmiştir. Boğazlar Komisyonu'na Yunanistan'ın da üye vermesi kabul edilmiştir.

7. Boğazlar Komisyonu ve Görevleri: (Müttefik isteği): Müt­tefikler, Boğazların yönetimi ve denetimi için bir komisyon kurulmasını istemişlerdir. (Türkiye'nin cevabı): Türkiye Boğazlar Komisyonu'nun varlığını kabul etmiş, ancak bu komisyonun sadece Boğazlardan geçişlere ilişkin hükümleri denetleme yetkisi olmasını istemiştir. Türkiye'nin, geçişi de­netleyecek bir Boğazlar Komisyonu'na karşı çıkmamasının

nedeni, bu konuda Boğazlarda Sovyet Rusya ile karşı karşı­ya kalmak istememesidir. (Sonuç): Lozan Antlaşması'na ek olarak 24 Temmuz 1 923'te imzalanan "Boğazlar Rejimine İlişkin Sözleşme" ile bir "Boğazlar Komisyonu" kurulmuş­tur. Sözleşmenin 14. maddesinde komisyon için, "Savaş

gemilerinin ve askeri uçakların geçişine ilişkin hükümlerin

gereği gibi göz önünde tutulup tutulmadığına bakmakla

görevli olacaktır" hükmü yer almıştır. Buna karşılık Müt­tefiklerin askerden arındırılmış bölgelerle ilgili denetleme yetkisi, Boğazlar Komisyonu'nun yetkileri arasına konulma­mış, "Boğazlar Rejimine İlişkin Sözleşme "nin 1 8 . madde­sinde "askerden arındırılmış bölgelerin güvenliği tehlikeye

düşecek " olduğunda alınacak tedbirlerin kararlaştırılması yetkisi Milletler Cemiyeti'ne bırakılmıştır. Böylece askerden arındırılmış bölgenin denetim yetkisi doğrudan Müttefiklere bırakılmamıştır.

8. Yabancı Şirketlere Ayrıcalıklar: (Müttefik isteği) : Mütte­fikler, hukuken Türk uyruklu olan yabancı şirketler için tazminat istemiştir. Özelikle bazı Fransız şirketlerinin çı­karlarını gözetmek için antlaşmaya madde koydurmaya çalışmışlardır. (Türkiye'nin cevabı) : Türkiye yabancı şir­ketlere ayrıcalık vermeyi reddetmiştir. Buna karşılık bu şirketlerin Türk hükümetine başvurabileceklerini belirt­miştir. İsmet Paşa'ya verilen 14 maddede yabancı şirketler

467

için "Yasalarımıza uyacaklardır, " hükmü yer almıştır. (So­

nuç): Lozan Antlaşması'na ek olarak imzalanan "Osman­

lı İmparatorluğu'nda Birtakım Ayrıcalıklara (İmtiyazlara) İlişkin Protokol ve Bildiri"nin 1 , 2 ve 7. maddelerine göre, Osmanlı hükümeti ile 29 Ekim 191 4'ten önce yapılmış bazı sözleşmelerin geçerli olacağı ve Türkiye'nin bu ayrıcalık sözleşmelerine onay vermeme durumunda bir tazminat öde­mesi gerekeceği hükme bağlanmıştır.

9. Müslüman Olmayanlann Askerliği: (Müttefik isteği): Müs­lüman olmayanların askerlik yapmaması istenmiştir. (Tür­

kiye'nin cevabı): Türkiye bu isteği reddetmiştir. (Sonuç):

Türkiye'de Türk vatandaşı olan ama Müslüman olmayanla­rın askerlikten muaf tutulmaları kabul edilmemiştir. Sadece Türkiye'de yaşayan Müttefik uyruklu kişilerin askerlik yap­mamaları kabul edilmiştir.

10. Yabancı Okullar: (Müttefik isteği) : Yabancı okulların eski ayrıcalıklarıyla Türkiye'de kalmasını istemişlerdir. (Tür­

kiye'nin cevabı): Türkiye, kendi kanunlarına uymaları, belli şartları kabul etmeleri halinde kalabileceklerini belirtmiştir. (Sonuç): Lozan Antlaşması ile Türkiye, yabancı okulların Türkiye'de kalmasını, Müslüman olmayan diğer azınlıkların da okul kurmak, yönetmek, denetlemek ve buralarda kendi dillerini serbestçe kullanmak, ilkokullarda anadilleriyle öğ­retimde bulunmak hakkını kabul etmiştir. Ancak, bu yaban­cı okullarda Türkçenin zorunlu olmasını, bu okulların Türk Maarif Vekaleti müfettişIerince teftiş edilmesini ve müdür yardımcılarından birinin Türk olmasını kabul ettirmiştir.

1 ı. Ermeni Yurdu (Müttefik isteği) : Özellikle Amerikan heye­ti Anadolu'da Ermenilere bir yurt verilmesi için mücadele etmiştir. (Türkiye'nin cevabı) : Türkiye, toprakları üze­rinde bir Ermeni yurdunu kesinlikle reddetmiştir. İsmet Paşa'ya verilen 14 maddelik talimatnamenin ilk maddesin­de "Doğu Sınırı" tarif edilirken "Ermeni Yurdu söz konu­

su olamaz, olursa görüşmeler kesilir, " denilmiştir. (Sonuç):

468

Lozan Antlaşması'nda Türkiye sınırları içinde bir Ermeni Devleti'ne yer verilmemiştir.

12. Azınlık Örgütü: (Müttefık isteği) : Bağımsız bir örgütün azın­lıkları koruması ve denetlernesi istenmiştir. (Türkiye'nin

cevabı): Türkiye bunu reddetmiştir. (Sonuç): Lozan Antlaş­ması'nda buna ilişkin bir madde yoktur.

13. Azınlık Mahkemeleri: (Müttefık isteği) : Müttefikler, azın­lıkların Türk kanunlarına tabi olmamasını, onların yargı­lanacağı mahkemelerde yabancı hakimlerin de olmasını is­temiştir. Türkiye'nin buna karşı çıkması üzerine en azından bir geçiş dönemi için ısrar etmişlerdir. (Türkiye'nin cevabı) :

Türkiye bu istekleri reddetmiştir. Buna karşılık adliyenin düzenlenmesi sürecinde tarafsız danışmanlar çağrılabilece­ğini kabul etmiştir. Ayrıca Türkiye, kapitülasyonların geçi­ci de olsa bir süre daha sürmesi anlamına gelecek bir ge­çiş dönemi önerisini de reddetmiştir. (Sonuç) : Azınlıkların, "Malları, hakları ve çıkarları bakımından Türkiye'de ülke

kanunlarının ve makamlarının en tam ve sürekli korumasın­

dan yararlanacaklardır, " maddesi ile ayrıcalıklı konumları kabul edilmemiştir. Müttefik devletlerin uyruğu olan kişi­lerin, bu ülkelerdeki Türk uyruklu kişilerle eşit olarak, ülke uyruklarıyla aynı şartlar altında bulundukları ülke mahke­melerine başvuracakları hükme bağlanmıştır.

14. Müslüman Azınlıklar: (Müttefık isteği) : Müttefikler Türki­ye'de bir de "Müslüman azınlık" kategorisi oluşturmaya çalışmışlardır. (Türkiye'nin cevabı): Türkiye sadece "Müs­lüman Olmayan Azınlıklar" ya da "Hıristiyan Azınlıklar" deyiminin kullanılabileceğini belirtip "Müslüman azınlık" tabirini reddetmiştir. (Sonuç) : Lozan Antlaşması'nda "Müs­lüman Azınlık" kavramı yer almamıştır.

15. Genel Af: (Müttefık isteği) : Türkiye'nin bir genel af ilan et­mesi istenmiştir. (Türkiye'nin cevabı): Türkiye bunu kabul etmiştir. Ancak içişlerine müdahale görüntüsü vereceği için bu konuda antlaşmaya madde konulmamasını istemiştir.

469

Buna ek olarak Türkiye genel aftan yararlanamayacak 150 kişiyi belirlemek istemiştir. (Sonuç): 150 kişi Türkiye'de ilan edilecek genel af dışı kalmıştır. {Bu kişiler "Yüzellilik­ler" olarak anılacaktır.} Buna ek olarak genel af konusu Türkiye'nin istediği gibi Lozan Antlaşması'na dahil edilme­miş, ayrı bir beyanname ile düzenlenmiştir.

16. Patrikhane: (Müttefik isteği): Fener Rum Patrikliği'nin Tür­kiye'de kalması istenmiştir. Ayrıca şahsın hukuku ve aile hu­kuku alanlarında Türk mahkemelerinin değil Patrikhane'nin yargılama yetkisine sahip olması istenmiştir. Venizolos, bir şer'iat ülkesi olan Türkiye'nin Müslümana Müslüman hu­kuku, Hıristiyana Hıristiyan hukuku uygulamasını istemiş, yani "çok hukukiuluk" talep etmiştir. (Türkiye'nin cevabı):

Türkiye görünüşte Patrikliğin Türkiye dışına çıkmasını is­temiştir. {Atatürk açıkça Fener Rum Patrikliği'ni fesat ve hıyanet yuvası olarak adlandırıp bu kurumun doğal yerinin Yunanistan olduğunu belirtmiştir.} Ancak Türkiye'nin bunu bir pazarlık unsuru olarak kullanmak amacıyla bu istekte bulunduğu anlaşılmaktadır. İsmet Paşa, Türkiye'de vatan­daşlar arasında din ayrımı yapılmadığını söyleyerek "çok hukukiuluk" isteğini reddetmiştir. Türkiye, patriğin siyasi ve idari yetkilerinin kaldırılmasını istemiştir. (Sonuç): Fener Rum Patrikliği Türkiye'de kalmıştır. Bu aslında Türkiye'nin de istediği bir durumdur. Patrikliğin sadece ruhani yetkileri kalmış, siyasi ve idari yetkileri kaldırılmıştır.

17. Çanakkale'deki İtilaf Devletleri Mezarlıkları: (Müttefik iste­

ği): Müttefikler, Gelibolu Yarımadası'ndaki kendi askerle­rine ait mezarlıkların mülkiyetini istemiştir. Yine İngilizler, Arıburnu savaş alanındaki mezarlıkların kendilerine veril­mesini istemiştir. (Türkiye'nin cevabı): Türkiye mezarlık topraklarının mülkiyetinin Müttefiklere ait olmasını reddet­miştir. (Sonuç): Lozan Antlaşması'nda "Mezar/ık/ar" baş­lığı altında yapılan bir düzenleme ile Türk bağımsızlığına zarar vermeyecek biçimde Müttefik devletlerin askerlerine

470

ait mezarlıklar -mezarlık dışında başka hiçbir amaçla kul­lanılmamak şartıyla- bu ülkelerin kullanımına bırakılmıştır. Buna ek olarak İngiliz hükümetine Gelibolu Yarımadası'nın Arıburnu bölgesinde Lozan Antlaşması'na ekli haritada özel olarak gösterilen bir bölge -yine mezarlık dışında başka hiç­bir amaçla kullanılmamak üzere- mezarlık olarak bırakıl­mıştır. Bu haklar karşılıklılık esası içerecek biçimde Mütte­fikler tarafından Türkiye'ye de tanınmıştır.

18. İtalyan Vatandaşı Olacak Türkler: (Müttefik isteği): İtalyan­lar, Türkiye'den 2500 aile reisinin İtalyan vatandaşlığına geçmesini istemiştir. (Türkiye'nin cevabı): Türkiye bu sayıyı 1000 kişi ile sınırlamak istemiştir. (Sonuç): Bu sayı 1500 kişi olarak kabul edilmiştir.

19. Musul: (Müttefik isteği): Musul'un Türkiye'ye bırakılma­ması, anlaşmazlık sürerse Milletler Cemiyeti'nin hakemliği­ne başvurulması istenmiştir. (Türkiye'nin cevabı): Türkiye Musul'un kendisine verilmesini isteyerek, sorunun Millet­ler Cemiyeti'ne gitmesini kabul etmemiştir. (Sonuç): Musul Türkiye verilmediği gibi Milletler Cemiyeti'ne götürülmüş, sonuçta kaybedilmiştir.

20. Medine Hazinesi: (Müttefik isteği): Lord Curzon ve And­rew Ryan, i. Dünya Savaşı'nda Medine kahramanı Fahred­din Paşa'nın Hz. Peygamber'in türbesinden getirdiği kutsal emanetlerin Araplara verilmesini istemiştir. (Türkiye'nin ce­

vabı): Türkiye bu isteği reddetmiştir. (Sonuç): Lozan'da bu konuda hiçbir hüküm yoktur.

Lozan'da Başarı, Başarısızlık

Lozan'da başarıyı ve başarısızlığı ölçerken her şeyden önce şunlara dikkat edilmelidir: ı. Lozan'daki Türkiye, 1 9 12-1922 yılları arasında tam 10 yıl

aralıksız devam eden bir savaş zincirinin yorgun ve yoksul bir ülkesidir.

471

2. Lozan'daki Türkiye'nin İstanbulu, Boğazları, İzmir Limanı İngiliz, Fransız ordularının işgali altındadır.

3. Lozan'daki Türkiye -bazı konularda Sovyet Rusya hariç­konferanstaki neredeyse tüm devletlere karşı tek başına mü­cadele etmiştir.

4. Lozan'daki Türkiye hukuken eşit olmasına rağmen, gerçek­te zayıf taraftır. Bu, elde ettiklerinin değerini artırmaktadır.

5 . Lozan'daki Türkiye'nin isteklerinin neredeyse tamamı (ka­pitülasyonlar hariç) elinde olmayanlara yönelikken, Müt­tefiklerin isteklerinin çok azı (Türkiye sınırları içinde bir Ermeni Yurdu kurulması gibi) halihazırda ellerinde olma­yanlara yöneliktir. Yani Türkiye daha çok elinde olmayanı almaya çalışırken, Müttefikler daha çok elindekini verme­meye çalışmıştır.

6. Lozan'daki Türkiye'nin yeni bir savaşa dayanacak gücü yoktur. Böyle bir durumda elindekini de kaybetme ihtimali vardır.

7. Lozan'daki Türkiye, devrimci önderi Atatürk'ün "muasır medeniyet/er düzeyine u/aşmak, hatta o düzeyi aşmak " pa­rolası doğrultusunda kalkınmayı planlamaktadır. Bunun için acil kalıcı barışa ihtiyacı vardır. Demem o ki, Türkiye ve Müttefikler, hem almak hem de

vermemek üzere pazarlık masasına oturmuşlardır. Türkiye bir taraftan elindekini korumak isterken, diğer taraftan elinde ol­mayanı elde etmeye çalışmıştır. "Kapitülasyonlar" ve "Ermeni yurdu" konularında ne pahasına olursa olsun "ödünsüz" dur­maya karar veren Türkiye, diğer konularda "mümkün olanı elde etme" politikası izlemiştir. Meseleye bu çerçevede bakıldığında, Türkiye Lozan Antlaşması'yla hem "kapitülasyonları" kaldırmış hem de "Ermeni devleti" kurulmasına engel olmuştur. Olmazsa olmaz istekler bakımından Türkiye Lozan'da yüzde 1 00 başarı­lıdır.

Ancak "mümkün olanı elde etme" bakımından ise şöyle bir tablo söz konusudur: Kaba bir değerlendirmeyle Türkiye, Lozan'da 15 maddede topladığımız isteklerinden 1 , 8, 1 1 , 1 2 nu-

472

maralı maddeleri tam olarak gerçekleştirmiştir. Sırasıyla Türki­ye Karaağaç'ın kendisine verilmesini, kapitülasyonların tümüyle kaldırılmasını, kabotaj hakkını elde etmeyi ve savaş esirleri ile il­gili isteklerini bütünüyle gerçekleştirmiştir.gS6 Buna karşılık Tür­kiye 2, 6, 9, 10, 13 , 14 ve 15 . maddelerde istediğini alamamıştır. Yani Batı Trakya'da halk oylaması yapılmasını, Yunanistan'dan savaş tazminatı alınmasını başaramamış, Musul ve Adakale'yi elde edememiş, savaş döneminde el konulan altınları geri alama­mış, Gelibolu'da küçük de olsa bir garnizon bulundurmayı başa­ramamış, sınırlarımız dışında kalan bölgelerde Misak-ı Milli'nin birinci maddesinde belirlenen hükme bağlı olarak bir halkoyla­ması yapılmasını sağlayamamış ve ı. Dünya Savaşı'ndan önce parası ödendiği halde alınamayan savaş gemilerinin parasını geri alamamıştır. gg7

Türkiye, bazı isteklerini ise "kısmen" elde etmiştir. Bunlar "Ege Adaları "yla ilgili 3. maddedeki 3 isteğinden 2'sini (Sema­direk'in ve Meis'in kendisine bırakılması, kendisinde kalama­yacak olan Ege Adaları'nın tarafsız ya da bağımsız olması is­teklerini) elde edememesine karşın, bu adalardan Yunanistan'a bırakılan Midilli, Sakız, Sisam ve Nikarya adalarının silahsızlan­dırılması isteğini elde etmiştir. Sonuçta bu maddenin 3'te 2'sinde başarısız, 3 te l'inde başarılı olmuştur. " Osmanlı Borçlarının Paylaşımı ve Ödenmesi" konulu 4. maddede ise 3 isteğin 2'sin­de başarılı, 1 'inde başarısız olmuştur: Borçların orantılı olarak Osmanlı'dan kopan devletlere bölüştürülmesi ve altın ya da ster­linle ödenmemesi konularında başarılı olmuş, ancak borçların hesaplanmasında 1 9 1 8 yılının dikkate alınması isteğinde başa­rısız olmuştur.

Sonuçta Türkiye 3. ve 4. maddelerde yüzde 50 oranında ba­şarılı olmuştur.

"Trakya Sınırının ve Boğazların Her İki Yakasının Asker­den Arındırılması" başlıklı 5. maddede ise Türkiye 2 temel is-

886 Özdemir, agm., s. 1 90. 887 agm., s. 1 91 .

473

teğinden birinde başarılı olmuş (bu askerden arındırılmış bölge­nin yabancılar tarafından denetlenmeyeceği isteğidir.) ancak bu toprakların herhangi bir saldırıya uğraması halinde savunulması için Müttefiklerin Türkiye'ye güvence vermeleri isteğinde başa­rısız olmuştur. Bu maddedeki başarı oranı da yine yüzde SO'dir.

Ayrıca bizim 1 5 maddede topladığımız Türkiye'nin istekle­rinden bazıları gerçek istekler değil, pazarlık gücünü artırmaya yönelik stratej ik veya sadece görünür isteklerdir. Türkiye bu ko­nularda fazla diretmemiştir. Örneğin Batı Trakya'da ve Musul'da halk oylaması yapılması, Adakale'nin Türk toprağı sayılması ve i. Dünya Savaşı sırasında parası ödendiği halde Türkiye'ye veril­meyen gemilerin parasının istenmesi bu tür isteklerdir. Bu istek­ler kapitülasyonlar ve Ermeni yurdu gibi temel istekler değildir. Dolayısıyla Türkiye 2, 10, 14, 9'un yarısı (Musul'da halk oyla­ması yapılması) ve 1 5 . maddeleri sadece görünürde istemiştir.B88

Bu durumda Türkiye'nin Lozan'da istediklerini elde etme bakımından ortaya çıkan tablo şudur: 1 . Türkiye "olmazsa olmaz" 2 isteğini yüzde 100 gerçekleştir­

miştir. 2. Türkiye "mümkün olanı elde etme" konusunda 4 isteğini

yüzde 1 00, 3 isteğini yüzde 50 oranında gerçekleştirmiş, 8 isteğini ise gerçekleştirernemiştir.

3 . Türkiye'nin gerçekleştiremediği 8 isteğinden 4 ' ü gerçek de­ğil, sadece görünür isteklerdir. Bu nedenle başarı, başarısız­lık hanesine yazılmamalıdır. Sonuç olarak Türkiye isteklerinden 4'ünü tam elde etmiş,

3'ünü yarı yarıya elde etmiş, 4'ünü hiç elde edememiştir. Ka­baca Türkiye istediklerini alma konusunda yarı yarıya başarılı olmuştur.889

Ancak isteklerin ve elde edilenlerin her biri niteliksel olarak birbirine eşit değildir. Mesela elde edilen öyle bir istek vardır ki, elde edilemeyen birkaç isteğe bedeldir. Örneğin elde edilen kapi-

888 agm., s. 1 82. 889 agm., s. 1 92.

474

tülasyonların kaldırılması isteği, nitelik olarak elde edilemeyen birkaç isteğe bedeldir.

İsmet Paşa Lozan'a giderken eline tutuşturulan 14 madde, Misak-ı Milli'nin bir özeti gibidir. Nitekim İsmet Paşa, Lozan'da temel amaçlarının Misak-ı Milli'yi gerçekleştirmek olduğunu birçok defa bizzat ifade etmiştir. Misak'ı Milli'nin 1 . maddesin­deki Arap topraklarının geleceğinin bölge halkının vereceği ka­rarla belirlenmesi hükmü Lozan'da yoktur. Misak-ı Milli'de be­lirlenen sınırlardan da Lozan'da (Batı Trakya, Musul ve Hatay gibi) bazı tavizler verilmiştir. Ama buna karşın Lozan'da Ermeni yurdu reddedilip Anadolu'nun bölünmez bir bütün olduğu Müt­tefiklere kabul ettirilerek ve kapitülasyonlar tamamen kaldırıla­rak Misak-ı Milli'nin ruhu gerçekleştirilmiştir. Lozan'a, Misak-ı Milli'yi gerçekleştirme yönüyle bakılacak olursa, en aşağı yüzde 70'lik bir başarıdan söz edilebilir.

Konuya "Müttefiklerin Türkiye'den İstekleri" açısından ba­kılınca ortaya şöyle bir tablo çıkmaktadır:

Müttefiklerin 20 maddede topladığımız isteklerinden ba­zılarında görüşmeler sırasında uzlaşma sağlanmıştır. 4. madde Mübadele, 7. madde Boğazlar Komisyonu ve 10 . madde Ya­bancı Okullar konularında genel anlamda uzlaşma sağlandığı için bu 3 maddeyi başarı, başarısızlık olarak değerlendirmeye­ceğiz. Böylece geriye 1 7 madde kalmaktadır. Müttefikler bu 1 7 maddeden sadece "Askerden Arındırılmış Bölgeler" başlıklı 1 . madde ile "Musul" başlıklı 1 9. numaralı maddede istediklerini almıştır. Buna karşılık bütün alt maddeleriyle birlikte Mütte­fikler tam 8 maddede başarısız olmuşlardır. Bunlar, 5 numara­lı kapitülasyonlar, 8 numaralı Müslüman olmayan azınlıkların askerlik yapmaması, 1 1 numaralı Ermeni Yurdu, 1 2 numaralı azınlıkları koruyacak bir kurum, 13 numaralı azınlık mensup­larının Türkiye'de yargılanacağı mahkemede yabancı yargıçlar bulunması, 14 numaralı Müslüman azınlık kategorisi, 16 numa­ralı Patrikhane, 1 7 numaradaki Çanakkale'deki Müttefik me­zarlıkları (bu maddeye göre Müttefiklere ayrılan mezarlık alan­ları, mezarlık alanı dışında kullanılmayacak ve aynı haklardan

475

karşılıklı olarak Türkler de yararlanacaktır) . Son olarak da 20 numaralı maddedeki Medine hazinesi . . .

Dolayısıyla Müttefikler nicelik olarak 1 7 maddeden 2 madde de kesin başarı elde etmiş, 8 madde de kesin başarısız olmuştur.89o

Müttefikler, geriye kalan 7 maddede ise yarı yarıya başarılı olmuştur.

Müttefikler, 2. maddedeki Türkiye'den istenecek savaş taz­minatından, Türkiye'nin kendilerinden istediği tazminattan vaz­geçmesi karşılığında vazgeçmişlerdir. Müttefikler sadece Yuna­nistan'ın savaş tazminatı ödemesini önlemişlerdir. 2. maddede başarı oranları yüzde SO'dir.

Müttefikler, 3. maddedeki Ege Adaları konusunda da yüz­de 50 başarılı olmuştur. İngilizler başlangıçta Türkiye'nin bütün adaları Müttefiklere bırakmasını ve bu konuda kararı Müttefik­lerin vermesini istemiştir. Ancak daha sonra sadece Bozcaada 'yı Türkiye'ye bırakmayı kabul etmişlerdir. Türkiye ise buna ek olarak İmroz, Meis ve Semadirek adalarının da kendisine bıra­kılmasını istemiştir. Tavşan Adalarını da sayarsak 5 adadan 3'ü (Bozcaada, İmroz (Gökçeada), Tavşan Adası) Türkiye'ye bıra­kılmıştır. Başka bir ifadeyle, Türkiye elinde olmayan 5 adadan 3'ünü elde etmeyi başarmıştır. Ayrıca Müttefiklerin Türkiye'ye vermemek için çok çaba harcadıkları İmroz Adası'nın büyüklü­ğü, bu maddedeki adaların toplam büyüklüğünün yarısı kadar­dır. Yani, İmroz'un büyüklüğü Semadirek, Meis ve Bozcaada'nın toplamının yarısı kadardır. Dolayısıyla Türkiye büyüklük açı­sından istediği ada topraklarının yarısını almayı başarmıştır.89ı Dolayısıyla Ege Adaları konusunda niteliksel olarak Türkiye çok daha başarılı olmuştur.

6. maddedeki Boğazlar konusu ise 4 alt maddeden oluş­muştur. Boğazlarda serbest geçiş konusunda anlaşılmıştır. Mar­mara Denizi'nin "Boğazlar" kapsamına alınmasında Müttefik-

8 90 Ali Ulvi Özde mir, Mütte fikle rin 7 maddede ke sin başarısız olduğunu ile ri sür­müştür. Ancak Özde mir, "Me dine hazine si" konusunu dikkate almamıştır. (Özde mir, agm., s. 1 93.)

891 Özdemir, agm., s. 1 94.

476

ler başarılı olmuştur. Müttefikler, Yunanistan'ın da Boğazlar Komisyonu'na üye vermesini sağlamıştır. Türkiye ise, Boğazlar Komisyonu'nun askerden arındırılmış bölgeyi denetleme yetkisi­nin olmaması gerektiğini Müttefiklere kabul ettirmiştir. Dört alt maddeden birinde uzlaşı, birinde Türkiye'nin başarısı, 2'sinde ise Müttefiklerin başarısı söz konusudur. Bu nedenle Müttefikle­rin başarısı yüzde 66'dır.892

7. maddedeki yabancı şirketlerin ayrıcalıkları konusu da 3 alt maddeden oluşmuştur. Özellikle bazı Fransız şirketlerinin ayrıcalıkları konusu, Türkiye'nin karşı çıkması nedeniyle Lozan Antlaşması'na konulmamıştır. Ayrıca Müttefikler, Türkiye'nin bu şirketlere doğrudan tazminat ödenmesi konusunda da başarı­lı olamamıştır. Buna karşılık Müttefikler, Türkiye'den 29 Ekim 1 9 14 öncesi yapılmış bazı sözleşmelerin ka bul edilmesini istemiş ve bunda başarılı olmuşlardır. Bu nedenle bu maddede Müttefik­lerin başarısı yüzde 33'tür.893

Genel affı düzenleyen 1 5 . madde ise 3 alt maddeden oluşmuş­tur. Müttefikler, Türkiye'nin isteği üzerine Lozan Antlaşması'na genel afla ilgili hüküm koyamamıştır. Ancak bir genel af düzen­lemesini kabul ettirmişlerdir. Esasen Türkiye bu noktada çok da ısrarcı olmamıştır. Türkiye "Yüzellilikler"in af dışında kalması­nı istemiş ve bunda da başarılı olmuştur. Yani 3 alt maddeden birinde uzlaşma, 2'sinde ise Türkiye'nin istediği olmuştur. Bu durumda Müttefiklerin bu başlıktaki başarısı yüzde 15 civarın­dadır.

Son olarak İtalyan vatandaşlığına geçecek Türkler konu­sundaki 1 8 . madde de bir pazarlıkla sonuçlandığı için yüzde 50 başarı-başarısızlık sayabiliriz.894 Müttefiklerin istediklerini elde etme bakımından sonuç, Özdemir'in ifadesiyle "toplamda kesin

başarısızlık "tır. 895

892 agm., s. 1 94. 893 agm., s. 1 94. 894 agm., s. 1 95. 895 agm., s. 1 95.

477

Karşılaştırmak gerekirse; Türkiye istediklerinin 4'ünü tam elde etmiş, 3'ünü yarım

elde etmiş, 4'ünü hiç elde edememiştir. Yarımları dağıttığımızda Türkiye'nin isteklerinin S .S'ini elde ettiği, S .S'ini elde edemediği görülecektir.

Müttefikler ise istediklerinden 2'sini tam elde etmiş, Tsini yarım elde etmiş, 8 'ini hiç elde edememiştir. Yarımları dağıttığı­mızda, Müttefiklerin isteklerinin S.S 'ini elde ettiği, l1 .S 'ini hiç elde edemediği görülecektir.

Böylece: Türkiye isteklerinden S.S 'inde + vermek istemediklerinden

l 1 .S 'inde, toplamda 17 maddede başarılı olmuştur. Buna karşı­lık isteklerinden S .S'inde + vermek istemediklerinden S .S 'inde, toplamda 1 1 maddede başarısız olmuştur.

Türkiye: Başarı ( 1 7 madde) - Başarısızlık ( 1 1 madde) = + 6 başarı.

Müttefikler isteklerinden S .5'inde + vermek istemedikle­rinden S.S'inde, toplamda 1 1 maddede başarılı olmuştur. Buna karşılık isteklerinden 1 1 .5 'inde + vermek istemediklerinden S .S'inde, toplamda 1 7 maddede başarısız olmuşlardır.

Müttefikler: Başarı ( 1 1 ) + Başarısızlık ( 1 7) = -6 başarısızlık Ayrıca Lozan Andaşması'nda elde edilemeyenlerin tamamı­

nı "başarısızlık" hanesine yazmak ne kadar doğrudur? 1 923'te elde edilemediği için "başarısızlık" olarak görülen bazı durum­ların, ilerleyen zamanda aslında başarısızlık olmadığı görülmüş­tür. "Çünkü Lozan gibi tarihsel antlaşmalar, bütün sonuçlarını kısa vadede üretmezler. Bir talebin ortaya konulmasında etkili olan korku, kaygı ve tehditler ilerleyen zaman içinde değişebile­ceği gibi, başlangıçta elde edilemeyen bir talebin yarattığı somut durum, değişen koşullar içinde elverişli ya da avantajlı bir ko­

num haline gelebilir. "896

Örneğin Özdemir'in de isabetle ifade ettiği gibi Lozan'da Türkiye Patrikhane'nin Türkiye'den çıkarılmasını talep etmiştir.

896 agm, s. 1 96.

478

Ancak bu Patrikliğin yetkilerini kısıtlayıp onu kontrol etmek için pazarlık payını güçlendirmek amacıyla dile getirilmiş "görünür" bir istektir. Nitekim Lozan heyetindeki Rıza Nur, Patrikhane'nin Türkiye dışına çıkarılmasını teklif ettiğinde bu teklifin kabul edilmesinden korktuğunu belirtmiştir. Çünkü Türkiye dışına çıkartılacak bir Patrikhane'nin Türkiye sınırları içinde yaşayan Ortodoks Türk vatandaşları üzerindeki etkisi, Türkiye'de kala­cak bir Patrikhane'nin etkisine göre potansiyel olarak çok daha zararlı olabilecektir. Dolayısıyla Türkiye Lozan'da taktik gereği bazı isteklerde bulunup sonra bunların reddine boyun eğmiş gibi görünerek karşılığında bazı ödünler koparmaya çalışmak gibi çok ince bir diplomatik yol izlemiştir. Bu bakımdan Türkiye'nin Patrikhane'nin Türkiye sınırları dışına çıkması isteğinin redde­dilmesini hemen "başarısızlık " hanesine yazmamak gerekir. Ni­tekim Patrikhane'nin Türkiye'den çıkarılmamasının 90 yıl bo­yunca Türkiye'ye hiçbir zararı olmamıştır.897

Musul konusunda da benzer bir durum söz konusudur. Musul'a toprak kaybı, petrol kaybı olarak bakıp "başarısızlık" ha­nesine yazmamız normaldir. Ancak "Türkiye'ye değil Irak'a kalan Musul, Irak'ı nereye yükseltmiştir?" sorusuna cevap verildiğinde, Musul'un 90 yıl içinde Irak'a çok büyük katkılar sağlamadığı gö­rülecektir. Uzun vadede Musul; Irak'ın gelişmesini, güçlenmesini sağlayamadığı gibi Irak'ın parçalanmasına da engel olamamıştır. Musul'a sahip olan Irak ile Musul'a sahip olmayan Türkiye'nin 90 yıl sonraki durumu ortadadır. Türkiye Musul'u alamadığı için geri kalmamış, bitip tükenmemiştir. (Türkiye'nin geri kalmasında çok daha başka politik nedenler etkili olmuştur. ) Musul'a sahip bir Türkiye'nin Musul petrolleri dolayısıyla emperyalizmle başının daha çok derde girmeyeceğinin de hiçbir garantisi yoktur. Musul'a sahip bir Türkiye'nin Ortadoğu bataklığına çekilmeyeceğinin de bir garantisi yoktur. Sonuçta petrol nedeniyle Musul'a sahip olan bir Türkiye'nin daha güçlü olacağını iddia etmek tarih bilimi açı­sından sadece bir tahminden başka bir şey değildir.

897 agm., s. 1 97.

479

Aynı şekilde "Lozan'da Batı Trakya'nın kazanılması, uzun vadede Türkiye'ye ne kazandıracaktı?" , "Batı Trakya'nın alın­ması mı, yoksa alınmaması mı Türkiye için daha iyidir? " soru­larına gerçekçi ve bilimsel cevaplar verildiğinde işin rengi değiş­mektedir. Nitekim Atatürk, 1 6-17 Ocak 1 923'teki İzmit Basın Toplantısı'nda gazetecilerin sorularını yanıtlarken bu soruya bizzat şöyle cevap vermiştir: "Batı Trakya'yLa iLgiLi maddeyi Misak-ı MiLLi'ye ithaL edenLer hiçbir şey düşünmemişLerdir. Bunu yapan ben değiLim. Bu madde sonradan ithaL ediLmiştir. DeniL­miştir ki, 'HaLk oyuna müracaat ediLirse Garbi Trakya'nın bize iltihakı temin ediLmiş oLacaktır. ' Garbi Trakya'nın bize geçmesi kuvvet midir? Zaaf mıdır? "

Atatürk, o soğuk gerçekçiliğiyle kuzeyinde Bulgaristan, gü­neyinde Ege Denizi, batısında ise Yunanistan'la kuşatılmış Batı Trakya'nın bize geçmesinin "zaaf" olduğunu belirtmiştir. Ardın­dan da şu müthiş yorumu yapmıştır:

"Bu arazi bir suretLe iki düşman arazisine doğru uzanmıştır. Orasını elde tutmak için sarf oLunacak çaba oradan eLde ediLe­cek yararı karşıLamaz. Anavatanın korunması açısından Garbi Trakya'dan sarf-ı nazar etmek Lazımdır. Garbi Trakya hakkında muhtariyet (özerkLik) vs. ortaya atılan nazariyat geçici mahiyet­tedir. MeseLenin gerçekten haL çaresi burasını Yunanistan 'a bı­rakmaktır. Aynı zamanda BuLgarLarLa YunanLıLar arasında daimi bir niza zemini oLacaktır . . . BuLgarLar denize indikLeri takrirde tabii Türk-Yunan dostLuğu mevzu bahis oLur. "898

Dolayısıyla Türkiye'nin Lozan'da, Batı Trakya'da halk oy­laması konusunda diretmesi ve Batı Trakya'yı istemesi de aslın­da "görünür" bir istektir. Atatürk'ün bile "Alınmaması Türkiye için daha iyi olmuştur," dediği Batı Trakya konusunu "Lozan'ın kaybı " olarak değerlendirmek de pek sağlıklı değildir.

Bu bölümü yazarken, karşılaştırmaları yaparken çokça ya­rarlandığım Ali Ulvi Özdemir, "Lozan'da Başarıyı ÖLçmek "

adlı önemli makalesinde şu sonuca ulaşmıştır: "Yukarıda oLuş-

898 Atatürk'ün Bütün Eserleri, C 14, s. 267.

480

turduğumuz tablolardan çıkardığımız sonuç bu çerçevede Tür­kiye için İtilaf Devletleri'ne göre kesinlikle bir başarıyı ortaya koymaktadır. "X��

Türkiye'nin o zaman içinde bulunduğu koşullar Türkiye'nin istekleri, Müttefiklerin istekleri ve antlaşmanın maddeleri incelendi­ğinde Lozan'ın Türkiye için "kesin bir başarı" olduğu söylenebilir.

Lozan ve Toprak

Cumhuriyet düşmanlarının en çok dile getirdiği Lozan ya­lanlarından biri, Türkiye'nin Lozan'da çok fazla toprak kaybet­tiği şeklindedir.

Türkiye'nin Batı Trakya'yı, Ege Adaları'nı, On İki Ada'yı, Hatay'ı, Kıbrıs'ı ve Musul'u, hatta Trablusgarp'ı, Mısır'ı, Sudan'ı, Suriye'yi, Filistin'i vb. Lozan'da kaybettiği iddia edilmektedir.

Sırayla gidelim:

ı. Batı Trakya

1912 Balkan Savaşı'nda Bulgaristan'ın işgaline uğrayan Batı Trakya'yı Osmanlı Devleti, 10 Ağustos 1 9 1 3 tarihli Bük­reş Antlaşması'yla Bulgaristan'a bırakmıştır. Batı Trakya, i.

Dünya Savaşı'nda Müttefikler tarafından Bulgaristan'dan alınıp Yunanistan'a hediye edilmiştir.

Ayrıca, biraz önce anlattığım gibi Batı Trakya konusu Tür­kiye'nin Lozan'daki "gerçek" değil, "görünür" isteklerinden bi­ridir. Atatürk'ün ifadesiyle, Batı Trakya'nın bize geçmesi "kuv­vet" değil "zaaf"tır.900

Lozan'da elde ettiğimiz Trakya sınırları, en az 200 yıldır Türkleri önce Avrupa'dan, sonra Anadolu'dan atmak isteyen emperyalist Avrupa'nın, 100'lerce gizli görüşme sonunda yap­tığı gizli-açık hiçbir anlaşmaya, Kurtuluş Savaşı sırasında bize yapılan hiçbir barış teklifine uymayan nitelikte Türkiye'nin ya­rarınadır. Örneğin Sevr Antlaşması'nda Trakya sınırı, Çatalca

8 99 Özdemir, agm., s. 1 98 . 900 Atatürk'ün Bütün Eserleri, C 1 4, s. 267.

481

hattının biraz daha ilerisinde Podina-Kılikrayna hattı -ki bu hat bugün İstanbul'un banliyösüdür neredeyse- Lozan'da lehimize değişmiştir. Mart 1 92 1 'de Londra Konferansı'nın sonunda ya­pılan barış teklifinde de burası söz konusu edilmemiştir. Sakar­ya Zaferi'nden sonra Fransa ile yapılan Ankara İtilafnamesi'nin ardından yapılan barış teklifinde ise Babaeski-Kırklareli Yuna­nistan'da kalacakken Meriç hattı esas alınmıştır. Yani i. Dünya Savaşı'na girerken söz konusu olan Osmanlı Devleti hattı . . . 90 1

Türkiye, Lozan'da hem bu hattı elde etmiş, üstüne üstlük bir de -sonuç alamasa da- Batı Trakya'da hak iddia etmiştir. Ayrıca Karaağaç'ı da almayı başarmıştır.

2. Ege Adaları

1 9 1 2 Balkan Savaşı'nda Yunanistan tarafından işgal edi­len Ege Adaları'nı Osmanlı Devleti 30 Mayıs 1913 tarihli Londra Antlaşması'yla ve 14 Kasım 1 9 1 3 tarihli Atina Antlaş­ması'yla Yunanistan'a bırakmıştır. Londra Antlaşması'na göre "Ege Adaları'nın geleceğinin saptanması büyük devletlere bırakılacaktır. "902 Böylece Osmanlı Devleti, Ege Adaları'nı fiilen ka ybetmiştir.

Osmanlı Devleti, Ege Adaları'nın Yunanistan'a bırakılması­na tepki göstermiş; Midilli ve Sakız gibi Anadolu kıyılarına yakın adaları Yunanistan'a bırakmamak için diplomatik girişimlerde bulunmuş, ancak başta Fransa olmak üzere Avrupalı devletlerin buna karşı çıkmaları üzerine Ege Adaları'ndan vazgeçmiştir.903

3. On İki Ada

Bu adalar 1 9 1 1 Trablusgarp Savaşı sırasında İtalyanlar tarafından işgal edilmiştir. Osmanlı Devleti, Trablusgarp Sa­vaşı sonunda İtalya ile imzaladığı 1 8 Ekim 1 9 1 2 tarihli Uşi Antlaşması'yla On İki Ada'yı Balkan Savaşı bitinceye kadar ge-

901 Ortaylı, age., s. 1 74. 902 Rifat Uçarol, Siyasi Tarihi ( 1 789-1994), İstanbul, 1 995, s. 44 1 . 903 age., s. 443.

482

çici olarak İtalya'ya bırakmıştır. Böylece Trablusgarp Savaşı so­nunda İtalya " Hukuk yönünden olmasa da fiilen On İki Ada 'ya, daha geniş anlamıyla Ege Denizi'ne yerleşmiştir. "904

Kısa bir süre sonra başlayan ı. Dünya Savaşı'nda İtalya'nın Müttefikler tarafına geçmesi ve Osmanlı'nın İtalya'ya karşı sa­vaşması ve sonunda ı. Dünya Savaşı'nda yenilmesi üzerine On İki Ada hukuksal olarak da elden çıkmıştır.905

Büyükelçiler Konferansı

Osmanlı Devleti, Trablusgarp ve Balkan Savaşları sonunda­ki Londra, Atina ve Uşi antlaşmalarıyla Ege Adaları'nı ve On İki Ada 'yı Yunanistan'a ve İtalya 'ya kaptırmıştır. ( 1 9 1 3 )

Sonuçta Londra'da toplanan Büyükelçiler Konferansı'nda "Büyük devletler", Meis Adası hariç, On İki Ada'yı İtalya'ya, İm­roz (Gökçeada) ve Bozcaada dışındaki bütün Ege Adaları'nı da Yunanistan'a vermiştir. Büyük Devletler, Güney Arnavutluk'tan çekilmesi karşılığında Ege Adaları'nı Yunanistan'a vermiştir.

Büyük devletler bu kararı, 14 Şubat 1 914 tarihli bir notay­la Osmanlı Devleti'ne bildirmiştir. Osmanlı Devleti de 1 5 Şubat 1 9 14'te bir notayla büyük devletlere itiraz etmiştir. Ancak bü­yük devletlerden olumlu cevap alamamıştır. ı. Dünya Savaşı baş­ladığında Ege Adaları ve On İki Ada Yunanistan ile İtalya'nın elinde kalmıştır. 906

>i- >i- >i-

Prof. İlber Ortaylı'ya kulak verelim: «(Balkan Savaşlarından önce) Batı Trakya büyük ölçüde

Türklerin elindeydi. Balkan Harbi'nde, 1 878 sonrasından daha

904 age., s. 428, 429. 905 Türkiye, Lozan Antlaşması'yla, 1 9 12'den beri fiilen İtalyanların elinde bulu­

nan Trablusgarp ve Bingazi'nin İtalyanlara ait olduğunu kabul etmiştir. Türki­ye Lozan'da bu konuda bir istekte bulunmamıştır. Fiili durumu kabul etmiştir. Başka seçeneği yoktur.

906 Uçarol, age., s. 444.

483

kötü bir duruma düşüldüğü ortadadır. Bir yandan da İtalya Gü­ney Ege'de On İki Adaları, Yunanistan ise kuzeyde yukarıdan Midilli başta olmak üzere Kuzey Ege Adaları'nı almış ve elimiz­de kala kala Gökçeada (İmroz) ile Bozcaada kalmıştır. "907

Sonuç olarak demem o ki: Türkiye Batı Trakya'yı, Ege Adaları'nı ve On İki Ada'yı

1 923 yılında Lozan Antlaşması'yla kaybetmemiştir. Türkiye, Batı Trakya'yı, On İki Adayı ve Ege Adaları'nı Lozan'dan 10 yıl kadar önceki Uşi ( 1 912), Bükreş ( 1913) , Londra ( 1 9 1 3 ), Atina ( 1 9 1 3 ) antlaşmaları ve Büyükelçiler Konferansı ( 1 914) ile kaybetmiştir.

Türkiye, Lozan'da sadece Meis Adası'nı kaybetmiştir (Mad­de 1 5).908

Dahası Türkiye Lozan'da İmroz (Gökçeada), Bozcaada, Tavşan adaları ile Asya kıyısından 3 milden az bir uzaklıkta bu­lunan tüm adalar ve kayalıkları elde etmeyi başarmıştır. Ayrıca Yunanistan'a bırakılan adaların askerden ve silahtan arındırıl­masını da başarmıştır. (Madde 12, 1 3 ve Ek XV).909

İşin gerçeği şu: Türkiye Lozan'da hem elinde olmayan çok sayıda ada ve

kayalığı ele geçirmiş, hem İmroz ve Bozcaada'yı kaptırmamış hem de Yunanistan'a bırakılan adaların silahsızlandırılmasını başarmıştır.9lo

Şunu da unutmayalım: Türkiye'nin Lozan Andaşması'yla elde etiği "Tavşan Ada­

ları ve Asya kıyısında 3 milden az bir uzaklıktaki tüm adalar ve

907 Ortaylı, age., s. 109, 1 10. 908 Soysal, age., s. 81. Türkiye Lozan görüşmelerinde Meis Adası'nı İtalya'ya ver­

memek için olağanüstü bir mücadele vermiştir. İtalyan Montagna ile Rıza Nur arasında komisyonda çok sert tartışmalar olmuştur. Müttefiklerin karşımıza bir cephe olarak çıkmaları üzerine İsmet Paşa 4 Haziran 1923 tarihli oturumda Meis'in Türkiye'nin hakkı olduğunu anlatan, fakat barış için bu adayı bırak­mayı göze aldıklarını anlatan bildirisinde şöyle demiştir: "Sırf dünya barışının kurulmasını sağlamak amacıyla Türk heyeti Meis Adası konusunda ileri sürdü­ğü kayıtla" geri almak gibi çok ağır bir fedakarlığa razı olmaktadır. " (Akyol, age., s. 142, 143.)

909 Soysal, age., s. 81 . 910 Lozan'da adalar konusundaki tartışmalar için bkz. Seha Meray, age., C 1 , s.

98-130.

484

kayalıkların " önemli bir bölümü, örneğin 1 6 ada bugün (2015 ) Yunanistan'ın işgali altındadır. Ayrıca Yunanistan Ege'de ken­disine ait adaları da silahlandırmıştır. Yunanistan'ın Türkiye'ye ait adaları işgal etmesi ve kendisine ait adaları silahlandırması Lozan Antlaşması'na aykırıdır. Adalar nedeniyle sürekli Lozan Antlaşması'nı eleştirenlerin, Lozan'la kazandığımız adaların bu­gün işgal altında olmasına hiç ses çıkarmamaları manidardır.

4. Hatay

Hatay, Mondros Mütarekesi'nden sonra Fransızlarca iş­gal edilmiştir. Türkiye'nin Suriye sınırı 20 Ekim 1921 tarihinde Türkiye ile Fransa arasında imzalanan Ankara İtilafnamesi'yle belirlenmiştir. Hatay, Fransa'nın elindeki Suriye'de kalmış­tır. Bu anlaşma imzalanırken henüz kesin zafer kazanılmamış, Anadolu'daki işgaller sona erdirilmemiştir. Böyle bir ortamda Fransa'nın güneydeki işgallerini sonlandırıp Türkiye'yi tanıma­sı siyaseten çok önemlidir. Lozan Antlaşması'nın 3. maddesiyle 20 Ekim 1921 tarihli Ankara İtlafnamesi'ne gönderme yapılmış, dolayısıyla Hatay'ın mevcut durumu onaylanmıştır.9 1 1

Ancak Hatay, Atatürk için kendi ifadesiyle "onur ve na­mus" meselesi olmuştur.

1 930'larda Avrupa'da değişen dengeler, faşizmin yüksel­mesi, yeni kutuplaşmalar, Boğazların öneminin artması gibi ne­denler İngiltere ve Fransa'yı Türkiye'ye yakınlaştırmıştır. Ata­türk, Avrupa'da değişen bu siyasi ortamı çok iyi değerlendirmiş; Fransa üzerinde gerçek anlamda bir siyasi baskı kurup Milletler Cemiyeti üzerinden sorunu çözmüştür. Hatay önce 20 Mayıs 1 937'de özerk olmuş, sonra 2 Ekim 1 938'de kırmızı zemin üze­rinde ay yıldız bayraklı bağımsız Hatay Türk Devleti kurulmuş, son olarak da 29 Haziran 1 939'da Hatay Meclisi'nin kararıy­la Hatay Türkiye'ye katılmıştır. Hatay'ın anavatana katılması Atatürk'ün son büyük diplomasi başarısıdır.912

91 1 Türkiye Lozan'da 1 9. yüzyıldan beri Fransa'nın elinde olan Tunus ve Fas'ın da Fransa'ya ait olduğunu kabul etmiştir.

912 Ayrıntılar için bkz. Serhan Ada, Türk-Fransız ilişkilerinde Hatay Sorunu, 1918-1939, İstanbul, 2005.

485

5. Kıbrıs

Osmanlı Devleti, 1 878 yılında İngiltere'yle yaptığı anlaşma­da Rus saldırılarına karşı askeri yardım şartıyla Kıbrıs'ta bir İn­giliz üssü kurulmasını ve Kıbrıs'ın yönetiminin İngiltere'ye veril­mesini kabul etmiştir. i. Dünya Savaşı çıkınca, S Kasım 1 9 1 4'te İngiltere, Kıbrıs'ı ilhak etmiştir. m Yani aslında önce 1 8 78'de, sonra 1914'te Kıbrıs elimizden çıkmıştır zaten.

Lozan Antlaşması'nın 20. maddesiyle yıllardır devam eden Kıbrıs'taki fiili İngiliz varlığı resmiyet kazanmıştır.

Türkiye Lozan'da, Osmanlı Devleti döneminde kaybedilip yıl­lardır fiilen İngiltere'nin elinde olan Mısır, Sudan ve Kıbrıs Adası üzerindeki egemenlik haklarından vazgeçmiştir (Madde: 1 7-2 1 ).914

Sonuçta Kıbrıs, Lozan'da değil aslında -Atatürk daha doğmadan önce- Osmanlı Devleti döneminde kaybedilmiştir. Lozan'da ise geri alınamamıştır. Misak-ı Milli'yi gerçekleştirip Anadolu'yu kurtarmak isteyen Türkiye bu konuda bir istekte bulunmamıştır.

6. Musul

Mondros Mütarekesi'nden sonra Musul'daki 6. Ordu Ko­mutanı Ali İhsan Paşa, Osmanlı hükümetinin isteği üzerine 8 Kasım'da Musul'dan ayrılmıştır. Osmanlı Devleti'nin Musul'u boşaltmasının ardından İngilizler, Mondros Mütarekesi'nin 7. maddesini bahane ederek 3 Kasım 1 9 1 8'de başlattıkları askeri harekatla 1 0- 1 1 Kasım 1 9 1 8'de Musul'u işgal etmiştir. m

"Lozan Antlaşması'yla Musul neden alınamadı?" sorusun­dan önce, "Kurtuluş Savaşı'ndan önce Musul neden kaybedil­di ? " sorusu sorulmalıdır.

9 1 3 Akyol, age., s. 143. 914 Soysal, age., s. 81. Türkiye Lozan'da 1 9 1 8'den beri İngilizlerin elinde bulunan

Filistin, Sina, Yemen, Asir, Hicaz ve (Musul, Kerkük hariç) Irak'ın İngiliz man­dasında olduğunu kabul etmiştir.

9 1 5 Mim Kemal Öke, Belgelerle Türk-İngiliz İlişkilerinde Musul ve Kürdistan So­runu, 1918-1926, İstanbul, 1 992, s. 1 -23 Komisyon; Türk İnkılap Tarihi ve Atatürk İlkeleri, 6. bas., Ankara, 2006, s. 327.

486

Atatürk'ün öngördüğü gibi, ı. Dünya Savaşı'nda Arap çölle­rinde, Kafkas ellerinde imkansız hayaller peşinde koşmayıp tüm ordularla Anadolu ve civa rı savunulabilseydi, pekala Musul hiç kaybedilmeyebilirdi.

Osmanlı Devleti'nin imzaladığı Sevr Antlaşması'nda bıra­kın Musul'u, Anadolu'nun yarısından çoğunun elimizden çık­ması kabul edilmiştir. Buna karşın Atatürk'ün önderliğindeki TBMM, Mondros Mütarekesi imzalandığı sırada işgal altında olmayan tüm Anadolu'nun bölünmez bir bütün olduğunu be­lirtmekle kalmamış, ısrarla Musul'un da Misak-ı Milli sınırları içinde olduğunu belirtmiştir. Nitekim Lozan görüşmelerinde İs­met Paşa başkanlığındaki Türk heyetinin en çok elde etmek iste­diği yerlerin başında Musul gelmektedir. Ancak Kurtuluş Savaşı devam ederken Musul İngiliz işgali altındadır. Atatürk, Misak-ı Milli içinde gördüğü Musul'u ele geçirmek için eldeki kıt olanak­lara rağmen bir Musul Harekat Planı hazırlayıp Özdemir Paşa (A. Şefik Özdemir) eliyle uygulamaya geçirmiştir. Atatürk, I Şu­bat 1 922 tarihli "Başkomutanlık Yönergesi"yle Özdemir Bey'i Ekezire Cephesi'ne göndermiştir.916 Özdemir Bey, 31 Ağustos 1 922'de kazandığı Derbent Zaferi'yle Irak'ta Kuvayı Milliye bayrağını dalgalandırmıştır.91 7 Ancak daha sonra İngilizler, 10 Nisan 1 923'te Özdemir Bey'in kontrolündeki Revanduz'a yü­rümeye başlamış, 22 Nisan 1 923'te Revanduz'a girmeyi başar­mıştır.91S

Türkiye Lozan'a giderken Özdemir Bey'in Derbent Zaferi nedeniyle Musul konusunda İsmet Paşa'nın eli son derece güçlü­dür. Lozan telgrafları incelendiğinde Ankara'nın Irak'taki Türk askeri gücü ve İngilizlerin bölgedeki faaliyetleri hakkında İsmet Paşa'yı sürekli bilgilendirdiği görülmektedir. İngilizler, Musul konusunda Türkiye'nin elini zayıflatmak için Revanduz'da­ki Özdemir Bey'in üzerine yürümüşlerdir. Ne ilginç tesadüftür ki, 22 Nisan'da İngilizler Revanduz'u ele geçirmiş, 23 Nisan'da

9 1 6 Güztoklusu, age., s. 79. 9 1 7 age., s. 95, 96. 9 1 8 age., s. 1 97.

487

Lozan görüşmelerinin ikinci bölümü başlamıştır. Revanduz'un İngilizlerin eline geçmesi, Musul konusunda Türkiye'nin elini zayıflatmıştır.9 1 9 Nitekim Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa, 26 Nisan 1 923'te Elcezire Cephesi'nde Özdemir Bey'e gönderdiği bir yönergede İngilizlerin Revanduz'u ele geçirerek Türkiye'yi Musul konusunda güç duruma düşürmek istediklerini vurgula­mıştır.920

İsmet Paşa başkanlığındaki Türk heyeti Lozan'da Musul'u son derece iyi savunmuştur. İsmet Paşa, Lord Curzon'un baş­kanlık ettiği 23 Ocak 1923 tarihli toplantıda Musul konusun­da çok iyi bir konuşma yapmıştır. Musul'un etnografik, siyasal, tarihi, coğrafi, ekonomik ve askeri özelliklerini tek tek sayarak kentin Türkiye'ye verilmesini istemiştir.921 İsmet Paşa, 24 Ocak 1 923 'te başbakanlığa gönderdiği telgrafta "Musul meselesinin münakaşası hakiki bir çarpışma olmuştur", "Sonunda kayıtsız şartsız Musu/'un iadesi esasının kabulünü istedim ", "Musul'un iadesi teklifinde ısrar ettim" demiş, ancak bütün bu çabaların­dan sonuç alamadığını da şöyle itiraf etmiştir: "Büyük buhran oldu. Curzon, Milletler Cemiyeti'ne başvurarak anlaşmazlığın incelenmesini isteyecektir. "922

Musul sorunu İsmet Paşa'yı çok yormuştur. Paşa, 23 Ocak 1 923'te Atatürk'e gönderdiği telgrafta Musul mücadelesini şöyle anlatmıştır:

"Bugün son derece buhranlı oldu. Curzon bütün vasıtalarını

bütün gün kullandı. Musul'un siyasi savaş günüdür . . . Gizli niyeti, barış projesinin bütününü pazarlığa koymazdan evvel Musul me­selesini halletmekti . . . Bilesiniz ki çok yorgunum. Üç gündür uyu­madım. Bugünkü Musul çarpışmasını düşündüm. Curzon, konfe­ransın kesilmesi ihtimali karşısına şimdilik geri adım attı. Büyük ve devamlı tertipler ve tehditler yaptı. Çok yoruldum . . . "923

9 1 9 age., s. 245. 920 age., s. 202, 203. 921 Şimşir, age., s. 372-375. 922 age., s. 378, 379. 923 Akyol, age., s. 1 63.

488

Atatürk, 16-17 Ocak 1923 gecesi İzmit Basın toplantısında. gazetecilerin Musul sorusuna, "Musul bizim için memleket nl(,­

sefesidir" diye cevap verip, Musul'un iki nedenle "bizim için çok değerli" olduğunu söylemiştir: " 1 . Civarında sınırsız servet teşkil eden petrol kaynakları" olduğu için, "2. Bunun kadar mühim olan Kürtlük meselesi" nedeniyle . . . Atatürk oralardaki "Kürtlük fikrinin" bizde de yayılmasına engel olmak için Musul'u sınırla­rımıza dahil etmek gerektiğini belirttikten sonra, "Bununla be­raber Musul'u almamakla muharebeye devam mı edeceğiz? Her şey oldu bitti, Musul için harbe devam makul bir şey midir?" diye asıl önemli soruyu sorup şöyle cevaplamıştır: " . . . Musul'u almak gayet kolaydır ve o cephedeki kuvvetlerimiz tamamıyla hazır ve

harekata amadedir. Bununla beraber ben şimdi özel görüşümü söylüyorum. Meclis 'in şu veya bu noktadaki fikrini bittabi henüz bilmiyorum. Diğer taraftan Yunanlı/ar, Makedonya'dan, şura­dan, buradan kuvvet getirerek Batı Trakya 'da Meriç civarında yığına k yapıyorlar. Bu yığınak belki bıöftür. ( . . . ) Eğer İngiliz­lerin, Fransızların, İtalyanların dahili ve genel ahvalini naza­rı dikkate alırsak, harbi devam ettirmeleri bizden daha ziyade zararlıdır . . . "924

Atatürk'ü düşündüren Musul'u almak değil, Musul'u aldık­tan sonra Türkiye'nin karşılaşacağı yeni güçlüklerdir. 10 yıııık yorucu, yıkıcı, kaybedilen savaşlar zincirinden sonra kazanılan Kurtuluş Savaşı'nı, 1 0 yıl sonra kapımıza kadar gelen "sürekli barışı" Musul için riske atmayı "akılcı" bulmamıştır.

Lozan görüşmelerine ara verildikten sonra 27 Şubat 1923'te TBMM'de gizli oturumda Lozan Konferansı konuşulurken Mu­sul konusundaki eleştiriler üzerine söz alıp kürsüye gelen Ata­türk şunları söylemiştir:

"Musul meselesinin hal/ini muharebeye girmemek için bir sene sonraya ertelemek, ondan sarfınazar etmek demek değil­

dir . . . Musul meselesini bugünden hal/edeceğiz, ordumuzu yü­rüteceğiz, bugün alacağız desek bu mümkündür. Musu['u gayet

924 Atatürk'ün Bütün Eserleri, C 14, s. 268-270.

489

kolaylıkla alabiliriz. Fakat Musul'u aldığımızı müteakip muha­

rebenin hemen sona ereceğine kani olamayız. "

Atatürk sözlerini şöyle bitirmiştir: "Sözümüzün en sonu şudur: Heyet-i Vekile kendi sorumlu­

luğu dahilinde Lozan heyetine yeniden talimat verip vazifesine

devam ettirmeyi talep edebilir veyahut men edip harbe başlamak

olabilir. "925

Atatürk, yine o soğuk ve yalın gerçekçiliğiyle Musul'u ala bi­leceklerini, ancak bunun yeniden savaş demek olduğunu belirtip Meclis'e çok açık bir teklif sunmuştur: Ya Lozan'da barış ara­yacağız ya da savaşa devam edeceğiz ! Bunun üzerine Meclis de barıştan yana karar vermiştir.

Atatürk'ün bu düşünceleri tamamen zamanın gerçekleri­ne dayalıdır. 1 923 yılında İstanbul'un, Boğazların işgal altında olduğu, İzmir'de Fransız gemilerinin bulunduğu bir ortamda, savaştan yeni çıkmış bir ülkenin, üstelik bu sefer Müttefikler­le yeniden savaşa girmesi, Kurtuluş Savaşı'yla elde edilen kaza­nımların da kaybedilmesiyle sonuçlanabilirdi. Lozan'da "tam bağımsızlık" arayan Türkiye, bir anda yeniden Sevr'e mahkum olabilirdi. Çünkü İngilizler sadece İstanbul ve Boğazlara hakim değildi, aynı zamanda Özdemir Bey'i yenerek Musul ve civarı­na da tam hakim duruma gelmişti. Ayrıca Kıbrıs'a hakim olan İngilizler, hava ve deniz kuvvetleriyle Adana-Mersin demiryolu hattını tehdit edebilirdi. Irak'ta İngilizlerin büyük yıkımlara yol açan çok güçlü bir hava gücü vardı (Lozan'daki bazı görüşmele­re İngiliz Hava Kuvvetleri temsilcilerinin katılmaları dikkat çe­kicidir) . Türkiye'nin Musul'a saldırması aynı anda iki cephenin açılması demektir. Fevzi Paşa'nın dediği gibi Türkiye Boğazlar ile Musul üzerine aynı anda yürümek zorundadır. Ayrıca Boğaz­lara yürüyüşten sonra Trakya'nın durumu ne olacaktı? Muhte­mel bir Trakya harekatında Yunanistan ve Bulgaristan gibi Bal­kan ülkelerinin de Müttefikleri desteklemesi işten bile değildir.

925 Şimşir, age., s. 432.

490

Ayrıca Trakya tarafına geçirilen ve ağır silahlardan yoksun 8000 jandarmanın durumu ne olacaktır?

Lozan görüşmelerinde İngiltere'yle girilen rekabet sonunda Musul konusu çözüme kavuşmayınca, konunun İngiltere ve Tür­kiye arasında daha sonra görüşülmesine karar verilmiştir.

Lozan Antlaşması'nın 3. maddesine göre Türkiye-Irak sını­rının 9 ay içinde iki devlet arasında anlaşma yoluyla belirlen­mesi, anlaşma yapılmaması halinde sorunun Milletler Cemiyeti Konseyi'ne götürülmesine karar verilmiştir.926

Lozan üzerine kafa yoranlara göre Türkiye Musul konusun­da diretmeye devam etseydi, Lozan "asla" imzalanamazdı.

Sevtap Demirci şöyle diyor: "Türkiye Musul konusunda direnseydi barış yapılabilir

miydi? Bu sorunun cevabı hayır, asla, asla, asla . . . Asla barış yapılamazdı. Çünkü bütün görüşmeleri kilit/eyen konu Musul meselesiydi. Musul ( . . . j bizim için vatan toprağı, asla vazgeçile­mez. İngiltere için de asla bırakılamaz, çünkü bütün belgelerinde ve yayınlanmış arşiv belgelerinde hep şunu söylüyorlar: Musul, Türklere bırakılamayacak kadar önemli bir bölgedir. Biz i. Dün­ya Savaşı 'nı boşuna mı yaptık, bu kadar İngiliz askerini boşuna mı öldürdük . . . MusuL, Hindistan'a ve diğer sömürgeLerine giden noktada en önemli atLama taşı, stratejik olarak önemLi bir bölge. Asla TürkLere bırakılamayacak bir bölge."

Sonuçta İsmet Paşa, 27 Ocak 1 923 tarihinde Ankara'ya gönderdiği telgrafta ilk defa barış için "Musul'dan feragat" ifa­desini kullanmıştır. Şöyle demiştir: " .. . Ben MusuL'dan feragat göstererek suLh aramak fikrindeyim. "

Neredeyse tüm Lozan uzmanları Lozan'da Musul'un alı­namayacağında birleşmekle birlikte bazı uzmanlar, Musul kay­bedilirken bazı toprak kazanımları elde edebilmek için fırsatlar çıktığını, ancak İsmet Paşa'nın bu fırsatlardan yararlanamadı­ğını iddia etmişlerdir. Örneğin Lord Curzon, 6 Ocak 1 923'te müsteşarını İsmet Paşa'ya gönderip Musul'un dağlık bölgelerini

926 Soysal, age., s. 8 1 .

491

Türkiye'ye vermeyi teklif etmiştir.927 Burası, Irak'ın doğusundan, Hakkari'den Süleymaniye'ye kadar olan Revanduz, Köysancak dağlık bölgeleridir. Türk heyeti bu teklifi, verilen bölgelerin "petrolsüz", "dağlık" ve "verimsiz" olduğu gerekçesiyle reddet­miştir . Bazı tarihçiler ve araştırmacılar bu teklifi reddettiği için İsmet Paşa'yı eleştirmişlerdir. Ancak bence İsmet Paşa başkanlı­ğındaki Türk heyetinin bu teklifi reddetmesi son derece doğru­dur. Çünkü bu teklifi kabul etmeleri halinde Musul konusunda elleri iyece zayıflayacak, pazarlık şansını da kaybedeceklerdir. Ayrıca buralar Kürt, Türkmen, Arap nüfusun iç içe olduğu, mez­hep farklarının görüldüğü son derece sorunlu bölgelerdir. Top­rak kazandık diye sevinirken, sonradan yaşlanacak daha büyük sorunlarla üzülmek de olasıdır. Türk heyetinin de ifade ettiği gibi "Musul olmadan bu bölgelerin hiçbir anlamı yoktur." As­lında, Curzon, Musul'u bir an önce ele geçirmek için Türk heye­tinin ağzına bir parmak bal çalmıştır. Bence bu İngiliz tuzağına düşmeyen Türk heyetini kutlamak gerekir.

Gerçek şudur: Türkiye, Musul için savaşı göze alamamış­tır. Meclis'te Lozan Antlaşması'na en muhalif milletvekilleri bile Musul için savaşmak söz konusu olduğunda, barıştan yana ol­muştur. Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa, Rauf Bey, Fevzi Paşa ve Kazım Karabekir Paşa Musul için savaşmanın doğru olma­dığında hemfikirdir. Taha Akyol'un şu yorumuna katılıyorum: "Musul için savaşı göze alınabilir bir risk olarak gören hiçbir Milli Mücadele lideri yoktur. "928

Atatürk ve arkadaşları Musul için Türkiye'yi ateşe atmaya­rak doğru olanı yapmıştır. 1 920'lerde Musul'a yönelik bir askeri harekatın nelere gebe olduğunu görmek için İngilizlerin 1 923-1 926 arasında Musul'daki katliamlarını bilmek gerekir.

1 923'te Musul'da İngiliz manda yönetimine karşı başlayan Türk-Kürt ayaklanması İngiliz uçakları tarafından çok acıma­sızca, çok vahşice bastırılmıştır. ı. Dünya Savaşı'ndan kalan 1 00

927 Akyol, age., s. 228, 229. 928 age., s. 253.

492

uçaklık İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri (RAF) önce Musul ve Kerkük'te, sonra Erbil ve Köysancak'ta üslenerek bölgenin altı­nı üstüne getirmiştir.929 Türklere yardım eden Kürt aşiretlerinin yaşadığı kasabalar, köyler saatlerce havadan bombalanmıştır. Köysancak, Raniye, Revanduz, Bira, Kapra, Diza, Barzan, Re­zan, Derbent, Marga gibi kentler yerle bir edilmiştir.930

Lozan'dan sonra Musul sorunu ilk olarak 1 9 Mayıs 1 924'te Haliç Konferansı'nda (İstanbul Konferansı'nda) görüşülmüş­tür. Bu konferansta Türkiye'yi temsil eden Fethi Bey, hem İs­met Paşa'nın savunduklarını savunmuş hem de Musul, Kerkük ve Süleymaniye Türkiye'ye bırakıldığı halde buradaki petrolden İngiltere'ye ortaklık teklif etmiştir. Buna karşılık İngiliz temsilcisi Cokes, Musul'dan başka Hakkari'nin de Nasturilere verilmesini istemiştir. Ne tesadüftür ki, 7 Ağustos 1 924'te Hakkari civarın­da Nesturi ayaklanması başlamıştır.93 1 Nasturi Ayaklanması'na İngiliz uçakları da isyancılara havadan destek vermiştir.

Musul sorunu 20 Eylül 1 924'te Milletler Cemiyeti'nde gö­rüşülmeye başlanmıştır. Milletler Cemiyeti 1 6 Aralık 1925'te Musul'u Irak'a bırakmaya karar vermiştir. Bunun üzerine Atatürk, Cumhuriyet Halk Fırkası kurultayında, "Musul meselesi kararıyla Avrupa'nın Şark milletlerini ezmek arzusundan vazgeçmediğini" belirtmiştir. Türkiye, Milletler Cemiyeti kararından bir gün sonra, 1 7 Aralık 1925'te SSCB ile yaptığı dostluk ve tarafsızlık anlaşma­sıyla Sovyet Rusya ile olan dostluğunun altını çizmiştir.m

Bu arada Şubat 1 925'te başlayıp Nisan 1 925'e kadar sü­ren Şeyh Sait Ayaklanması da Musul'un kaybedilmesi sürecinde Türkiye'nin elini hem içeride hem dışarıda çok zayıflatmıştır. Bu boyutta bir ayaklanma içeride yeni kurulmakta olan Cumhuri­yeti tedirgin ederken, dışarıda Türkiye'nin Musul konusundaki temel tezlerinden biri durumundaki "Türk-Kürt kardeşliği, ka­der birliği" tezine gölge düşürmüştür.

929 Güztoklusu, age., s. 1 94. 930 Akyol, age., s. 264, 265; Güztoklusu, age., s. 1 95, 207-21 0. 931 Öke, age., s. 1 33-1 40. 932 age., s. 1 65-184.

493

Sonuçta Musul, 5 Haziran 1 926'da Ankara Antlaşması'yla İngiltere mandası altında Irak'a bırakılmıştır.

Türkiye Musul'dan vazgeçmenin karşılığı olarak Musul pet­rollerinin yüzde 1 0'unu 25 yıl süreyle almaya hak kazanmıştır. Türkiye'nin daha sonra 500 bin Sterlin karşılığında bu haktan vazgeçtiği söylense de, bu doğru değildir. m Türkiye Musul pet­rollerinden 1 954 yılına kadar pay almış, ancak bu paydan al­ması gereken 2 milyon Sterlin alacağını, 1 958 'de Irak yönetimi­ni darbeyle devralan General Kasım'dan sonra alamadığı için, bütçe gelir cetvelinde alacak olarak 1 9 86 yılına kadar göstermiş ve aynı yıl bu alacak Turgut Özal tarafından bütçeden çıkartıl­mıştır.934

Tam da burada Musul konusunda pek bilinmeyen çok önemli bir gerçeğin altını çizmek istiyorum. "Musul'u kaybettik, Petrolü kaybettik ! " diye bağırıp çağıranıara, "Osmanlı Devleti döneminde Musul bizim elimizdeyken Musul'dan ne kadar pet­rol geliri elde ediyorduk? " diye sormak gerekir. Cevabını bildik­lerini düşünmüyorum!

İlginçtir! II. Abdülhamid 1 909'da tahttan indirilinceye ka­dar Musul, Abdülhamid'in "şahsi malı"dır. II. Abdülhamid, 1 8 8 8 ve 1 889'da petrol bölgelerinin mülkiyetini kendi özel top­rağı sayan iki ferman yayımlamıştır.935 Musul'daki petrol imtiya­zının padişah hazinesine devredildiğini gösteren belgeler de eli­mizdedir.936 Yaygın bir teze göre, güya II. Abdülhamid, petrolü Avrupalı devletlere kaptırmamak için Musul'u şahsi hazinesine

933 Ahmet Şükrü Esmer, Siyasi Tarih, 1919-1939, Ankara, 1 953, s. 1 97 vd.; Yusuf Hikmet Bayur, Türkiye Devleti'nin Dış Siyasası, Ankara, 1995, s. 1 62-1 74; Komisyon, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, 8. bas., Ankara, 2006, s. 275; Komisyon, Türk inkılap Tarihi ve Atatürk ilkeleri, s. 335.

934 Öke, age., s. 1 65-1 84. 935 Raif Karadağ, Petrol Fırtınası, İstanbul, 2008, s. 74. 936 Bu belgelerden biri şudur: "Musul vilayeti dahilinde Emlak-ı Humayun derunun­

da kesretle petrol madeni zuhur ettiği ve hususiyetle Tuzzarmano nam mahalde yirmi kadar gaz kuyuları mevcut olup bunlardan istifade edildiği cihetle vilayet-i mezkure dahilinde çıkmış ve çıkacak petrol imtiyazının Hazine-i Hassa'ya itası . . . 31 Kanunusani 1304-1 2 Şubat 1 889". (Şensözen, Osmanoğulları'nın Varlıkları ve D. Abdülhamid'in Emlaki, s. 80.)

494

geçirmiştir. Abdülhamid'in tahttan indirilmesinden sonra Mu­sul üzerindeki mülkiyet hakkının iptal edilip Musul'un devlete mal edilmesi Avrupalı devletleri harekete geçirmiştir !937 Yani bu mantıkla Musul devletin değil de padişahın olsaydı kay be­dilmeyecekti! Ancak işin içyüzü çok daha başkadır: Vasfi Şen­sözen, Abdülhamid'in Musul petrollerini şahsi malı yapmasının pek de öyle "ulvi" amaçları olmayabileceğini şöyle ifade etmiş­tir: "Hazine-i Hasa (padişahın hazinesi) gelirinin çoğaltılması gayretiyle daha birçok maden imtiyazları ve hatta bayındırlık işleri bile Hazine-i Hassa'ya verilmişti. Hele son zamanlarda yurdun hangi tarafında kıymetli bir madenin mevcudiyeti öğ­renilirse, hemen imtiyazının Hazine-i Hassa'ya verildiğine dair bir irade tebliğ olunurdu. ( . . . ) Musul civanndaki petrol, neft ve zift madenieri; Selanik ve Dedeağaç liman imtiyazları, T a­şoz Adası'ndaki madenierin imtiyazı, ii merkezi olan birçok şe­hirlerde petrol depoları ( .. . ) bu kabildendir. "938 Bütün bunlar, özellikle petrol gelirleri, "Padişah hazinesine yüzbinler ve bazen milyonlar akıtmakta idi. "939 İşte bu nedenle, II. Abdülhamid'in Musul'u kişisel mülkü haline getirmesini padişahın "zenginlik, mal, mülk" hırsıyla değil de, "stratej ik zekası"yla açıklayanlar, aynı II. Abdülhamid'in Osmanlı Devleti'nin neredeyse bütün ve­rimli, değerli topraklarını kendi üstüne geçirip Karun kadar zen­gin olmasını nasıl açıklayacaklar diye sormadan geçemeyeceğim!

Uzatmayalım! Kısacası Musul petrolleri 19 . yüzyılda Os­manlı Devleti'nin değil, Osmanlı Padişahı'nın malıdır.

20. yüzyılın başlarında Musul petrolleri, İngiltere, Fransa ve Almanya rekabetini tetiklemiştir. Yabancı şirketler Musul pet­rollerini adeta yağmalamıştır. 23 Ekim 1 9 1 2'de Alman Deutsche Bank, İngilizIFlemenk ortaklı Shell ile hisselerinin büyük çoğun­luğu Avrupalılarda olan Osmanlı Bankası arasında Musul Petrol Antlaşması imzalanmıştır. Anlaşmaya göre Musul petrollerinden

937 Orhan Koloğlu, "Musul'u Nasıl Kaybettik? Haritayı Kan ve Petrol Çizdi", Atlas Tarih, Ağustos-Eylül 2014, S. 28, s. 55, 56.

938 Şensözen, age., s. 82, 83, 9 1 . 939 Şensözen, age., s . 92.

495

Alman ve İngilizler yüzde 25, Osmanlı Bankası ise yüzde 50 pay almıştır. 1 9 Mart 191 4'te Osmanlı Bankası yüzde 50'lik payını İngiltere'ye devretmiştir. 1. Dünya Savaşı başlayınca yüzde 25'lik Alman hissesi de İngiliz-Flemenk Shell'e geçmiştir.940

i. Dünya Savaşı sırasındaki paylaşım antlaşmaları Musul, İngiltere ve Fransa arasında sorun olmuştur. Sonuçta Fransa'ya bazı ödünler veren İngiltere, Musul'a sahip olmayı başarmıştır. İngiltere bu süreçte Musul petrollerinin Alman Deutsche Bank'a ait yüzde 25'lik hissesini Fransızlara vermiştir.94 i

Musul petrollerinin durumu 1 920 yılında San Remo Konferansı'nda şöyle bir çözüme kavuşmuştur: Anglo Persian yüzde 23.75, Royal Dutch yüzde 23.75, french Petroleum yüzde 23.75, Standart Oil yüzde 1 1 .875, Secony Vacum yüzde 1 1 .875, Gülbekyan ise yüzde 5 hisse almıştır.942

İngiltere'nin, Lozan'daki "tavizsiz" Musul direnişinin en önemli nedenlerinden biri, görüşmeler sırasında M usul petrol­lerinin önemli bir bölümünün İngiltere'nin elinde olmasıdır. İngiltere elindeki petrol gelirini korumak için "savaşı" dahi göze almıştır. Yani Lozan'da Musul konusunda İngiltere'nin eli Türkiye'ye göre çok kuvvetlidir. En basitinden İngiltere, elindeki avucundaki Musul'u korumak isterken, Türkiye tamamen kay­bettiği Musul'u elde etmeye çalışmıştır.

İşin başka bir boyuta da şudur: Türkiye Lozan'da bir şekilde Musul'a hakim olsa bile zannedildiği gibi Musul petrollerini tek başına işleyecek güce ve teknolojiye sahip değildir. Petrolü işlete­bilmek için hem yabancı teknisyenlere, uzmanlara hem de Shell gibi yabancı şirketlere başvurmaktan başka çaresi yoktUr.94J

Nitekim Türkiye, Lozan görüşmeleri sırasında Amerikan Chester şirketine başvurmuştur. Osmanlı Devleti, İngilizlerin Vickers ve Armastrong şirketleri ile yine İngilizlerin Musul pet­rolleri için kurduğu Turkish Petroleum şirketi ve Fransızların Re-

940 Koloğlu, agm., s. 57. 941 agm., s. 58. 942 www.pigm.gQy.tr. (Son erişim, 27 Eylül 2015 ) . 943 Koloğlu, agm., s . 62.

496

gie Genera/e şirketlerine çok geniş imtiyazlar vermişti. Türkiye, Lozan'da bu ayrıcalıklarını aynen korumak isteyen söz konusu yabancı şirketleri Amerikan Chester şirketiyle dengelernek iste­miştir. TBMM, Amerikan Chester şirketine demiryol u yapımı ve Musul petrolleri konusunda geniş ayrıcalıklar tanıyan Chester

Projesi'ni 9 Nisan 1 923'te imzalamıştır. "Amaç Lozan 'da, İngil­tere ve Fransa 'ya karşı Amerika 'yla çıkar ittifakı yapmaktı. "�44

Daha sonra bu projeden vazgeçilmiştir.

Özetleyelim: ı. Musul, 10-1 1 Kasım 1 9 1 8 'de İngilizlerin eline geçmiştir. 2 . Türkiye Lozan'a giderken Musul Türkiye'nin elinde değil,

İngiltere'nin elindedir. 3 . Türkiye Musul'u Lozan'da kaybetmemiştir. Lozan Antlaş­

ması'na göre Musul sorununun İngiltere ve Türkiye arasın­da Lozan'dan sonra görüşülmesine karar verilmiştir.

4. Lozan'dan sonra Musul sorunu çözüm sürecine girdiğinde, İngiltere'nin doğrudan desteklediği Nasturi İsyanı ve sonu­cunu merakla beklediği Şeyh Sait İsyanı patlak vermiştir. Her iki isyan da Türkiye'yi içeride ve dışarıda zayıf duruma düşürmüştür.

5 . Yeni Türkiye, Musul için en az iki cepheli olacağı anlaşılan yeni bir savaşı göze almayı doğru bulmamıştır.

6. Musul petrolleri, II. Abdülhamid döneminde Abdülhamid'in "şahsi malı"dır.

7. Abdülhamid'den sonra Musul petrol gelirleri Alman, İngiliz, Fransız şirketleri ve yabancı sermayeli Osmanlı Bankası'nın eline geçmiştir.

8 . Türkiye, Lozan'da Musul'u elde etse bile uzun bir süre Mu­sul petrollerini işleyecek teknolojiye sahip değildir. Atatürk, 6 Mart 1 923 tarihli Meclis görüşmelerinde Lozan

heyetine verilecek yetkilerden söz ederken, "İdari, siyasi, ma/i, ik­tisadi" konularda tam bağımsızlığı sağlamak ve işgallerin sona er-

944 Akyol, age., s. 280.

497

dirilmesini " esas şart eylemek " gerekir diyerek945 öncelikle ülkenin tam bağımsızlığına ve kalkınmasına önem verdiğini göstermiştir.

Atatürk, "kalıcı barışa" ve yeni Türkiye'nin "kalkınması­na" öncelik verdiği için Musul macerasına atılmamıştır. Yeni Türkiye, askeri harcamalara değil, sağlık ve eğitim harcama­larına yönelmeyi gerekli görmüştür. Aslında, İlber Ortaylı'nın dediği gibi, " Yeni Türkiye'nin Musul meselesi için mücadeleye girişecek hali yoktur. "946

Lozan'da tam olarak istediğimiz gibi çözülemeyen sorunları (Boğazlar, Hatay, yabancı okullar, azınlık hakları vb. ) zaman içinde şartlar olgunlaştıkça teker teker çözen, özellikle hasta yatağında Hatay'ı anavatana katmak için olağanüstü bir müca­dele veren Atatürk'ün, Musul konusunda adım atmaması, sağ­lığında bu konudaki şartların olgunlaşmamasıyla açıklanabilir. Peki, Atatürk kendisinden sonra şartlar olgunlaştığında Musul ve Kerkük'ün Misak-ı Milli'ye katılmasını istemiş midir? Bülent Ecevit'in İnönü'den işittiğine göre evet, istemiştir.

* * *

Sonuç olarak, Cumhuriyet düşmanlarının "Lozan'daki toprak kayıpları"

iddiası yanlış veya en azından çarpıtılmış bir iddiadır. Türkiye Lozan'da (Meis Adası hariç) halihazırda elindeki

topraklardan hiçbirini kaybetmemiştir. Ne Batı Trakya, ne Ege Adaları, ne On İki Ada, ne Mu­

sul, ne Hatay Lozan'da kaybedilmiştir. Buraların tamamı 1 9 12-1 9 1 8 arasında özellikle Balkan Savaşlarından sonra, 1 9 1 3 yılın­da imzalanan antlaşmalarla fiilen elimizden çıkmıştır, yani zaten kaybedilmiştir. Lozan'a giderken bu topraklar İngiltere, Fransa, İtalya ve Yunanistan işgali altındadır.

Türkiye Lozan'da bu toprakları kaybetmekle değil, ancak belki geri alamamakla eleştirilebilir! İstanbul'un, Boğazların he-

945 TBMM Gizli Celse Zabıtlan, C iV, s. 1 73-176. 946 Ortaylı, age., s. t 8 1 .

498

nüz daha işgal altında olduğu o günler için böyle bir eleştiri yap­mak da ne kadar insaflıdır, bilernem!

Lozan Andaşması'nı Sevr Andaşması'yla kıyaslarsanız, Lo­zan Andaşması'nın sınırlarla ilgili başarısını çok açık olarak görebilirsiniz. Sevr Türkiyesi, Anadolu'nun ortasındaki birkaç ile sıkıştırılmış, Ermenistan, Kürdistan ve Müttefik nüfuz böl­geleriyle çevrili küçük bir kara devleti iken, Lozan Türkiyesi, Edirne'den Ardahan'a tek bir bütün halinde uzanan, üç tarafı denizlerle çevrili koca bir deniz ülkesidir.

Atatürk'e ve Cumhuriyet' e eleştirel bakan Taha Akyol'un "Bilinmeyen Lozan " kitabından aynen aktarıyorum:

"Lozan'da Türkiye'nin 2.5 milyon metrekare imparatorluk topraklarını kaybettiği iddiası yanılgıdan öteye akıldışı bir tah­rifattır. Libya, Mısır, Filistin, Suriye ve Balkanlar (bunlara, ikisi hariç Ege Adaları, biri hariç On İki Ada, Musul ve Hatay da eklenmelidir) artık bizim miydi ki kaybetmiş olalım. Hatırlaya­lım! Sevr Antlaşması 'yla Türkiye'ye bırakılan toprak 480.000 kilometrekareden ibaretti. 947 Milli Mücadele sayesinde Lozan 'da Türkiye buna 256.000 kilometrekare toprak ekleyerek 736.000 kilometrekareye ulaştı. 1 939'da Hatay'ın anavatana katılmasıy­la 47.000 kilometrekare daha toprak kazanılmasıyla Türkiye'nin yüzölçümü 783.000 kilometrekare oldu; bugünkü Türkiye'dir bu. Bunu sağlayanlar iç politikalarına elbette eleştirim var, fakat saygı duyuyorum, saygı duymalıyız. "948

Lozan'ı Tamamlamak

Lozan eleştirmenlerinin çoğunlukla gözden kaçırdıkları noktalardan biri de Lozan Andaşması'nın bazı eksiklerinin son­radan Atatürk tarafından tamamlandığı gerçeğidir. Bu arada Lo­zan kahramanı İsmet Paşa bile, "Lozan 'da birtakım eksikler ol­muştur, " diyerek Lozan'da bazı eksikler olduğu gerçeğini kabul

947 Anastasius Pallis, Yunanlıların Anadolu Macerası, 1915-1922, İstanhul, ı 997, s. 49.

948 Akyol, age., s. 324, 325.

499

etmiştir. İsmet Paşa'ya göre bu eksiklerin başında, "Boğazların açık olması ve en nazik geçitlerimizin tahkim edilmek hakkından yoksun bırakılması, " gelmektedir.949

1. Boğazlar

Lozan Antlaşması'nın 23. maddesi ile Boğazlardan "geçiş serbestliği" kabul edilmiştir. Ayrıca 24 Temmuz 1 923'te Lozan Antlaşması'na ek "Boğazlar Sözleşmesi" imzalanmıştır. Bu Bo­ğazlar Sözleşmesi'nin 3 ilkesi vardır: 1 . Boğazlar askersiz hale getirilecektir. 2. Boğazlardan geçişi düzenlemek için uluslararası bir Boğaz­

lar Komisyonu kurulacaktır. 3 . Askersizleştirilen Boğazlarda Türkiye'nin güvenliği Millet­

ler Cemiyeti'nce garanti altına alınacaktır. Lozan Antlaşması'nın Boğazlada ilgili hükümleri Türkiye

açısından "eksiktir" . Örneğin, Uluslararası Boğazlar Komisyonu ve askersiz hale getirilen Boğazlara Türk askerinin girememesi birer eksikliktir.

Türkiye, Lozan'daki bu eksiklikleri, 20 Temmuz 1 936 ta­rihli Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile tamamlamıştır. Böylece Uluslararası Komisyon kaldırılmış, bütün yetkiler Türkiye'ye ve­rilmiş, askersizleştirilme hükmüne son verilerek Türk ordusunun Boğazlara yerleşmesi sağlanmıştır.

Atatürk, 1936 yılı Temmuz ayının 1 8 'ini 1 9'una bağlayan gecesi Florya Köşkü'ndeki sofrasında Montrö Boğazlar Söz­leşmesi'nin imzalandığı haberini alır almaz Ankara'da İnönü'ye, "Zafer senindir, gözlerinden öperim, yarın uçakla bekliyoruz! " şeklinde; Montrö'deki Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras'a ise, "Arkadaşlarla deniz evindeyiz. Kapı açıldı, telgrafı getirdiler. Okumadan anladım . . . Boğazları kapatmışız. Senin ve asker ar­kadaşlarımın gözlerinden öperim!" şeklinde birer telgraf çekmiş­tir. Telgraf metinleri katipliğe giderken Atatürk karatahtaya beş soru yazdırmıştır:

949 Şimşir, age., s. 667.

500

1 . Lozan tam mıdır?

2. Lozan'ın tamamiyetini inkar edenler var mıydı? Neden ve

kimlerdi?950

3. Boğazların serbest bırakılmasında mahzur var mıydı?

4. Montrö'nün Lozan'la alakası nedir?

5. Boğazlar esasen açık mıydı?

Atatürk bu soruları sofrada bulunanlara sormuştur. Fakat Montrö başarısının yarattığı coşkuyla olsa gerek sorularına ce­vap beklemeden, şöyle bir not yazdırmıştır:

"İşte size söylüyorum, işittiniz mi? Bugün bayram günü­

dür. Niçin, bi/ir misiniz ey sevgili yurttaşlar? Çünkü Lozan,

Montrö'de tetviç olunmuştur (taçlanmıştır). Lozan tamdır ve ta­

mamiyetini daima tarihte okutacaktır. Fakat onu mustarip eden

ufak bir şey, Boğaz/ar vardı. İşte o Montrö'de hallolunmuştur.

Eğer Türk yüksek hassasiyeti bununla alakadarsa mutlak sevin­

mektedir, seviniyor ve sevinmelidir . . . "951

2. Hatay

Lozan Antlaşması'nda, daha önce imzalanan Ankara itlaf­namesi hükümleri gereği Fransa mandasında Suriye'ye bırakıl­mak zorunda kalınan Hatay, Atatürk'ün diplomatik çabalarıyla 1 938'de bağımsız olmuş, 1 939'da Türkiye'ye katılmıştır.

3. Yabancı Okullar

Türkiye, Lozan'ın yabancı okullarla ilgili maddesinden pek de memnun kalmamıştır. Bu nedenle uygulamada bazen söz ko­nusu maddenin dışına çıkmıştır. Bu nedenle yabancı okullar ko-

950 Atatürk'ün bu sorusuna ben cevap vereyim: Lozan Andaşması Meclis'te görüşü­lürken Ali Şükrü Bey gibi birçok muhalif milletvekilinin yanı sıra Atatürk'ün ya­kınında bulunan Şükrü Kaya, Kılıç Ali ve Mustafa Necati gibi milletvekilleri de anlaşmayı e1eştirip ret oyu vermişlerdir. (Şimşir, age., s. 639). Atatürk'ün genç Milli Eğitim bakanlarından Mustafa Necati Lozan Andaşması'nın "tamamlanmamış" olduğunu şöyle ifade etmiştir: "Efendiler, bu antlaşma natamamdır (tamamlanma­mıştır, eksiktir). Böyle bir natamam antlaşmaya kayıtsız, şartsız oy veremeyiz ... ..

95 1 Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, 2. bas., İstanbul, 1 978, s. 644, 645.

501

nusunda Türkiye ile bu okulların bağlı olduğu devletler arasın­da büyük sorunlar yaşanmıştır. Türkiye 1 926 yılında bir "Özel Okullar Yönetmeliği" çıkarıp bu okullarda Türkçeden başka Tarih ve Coğrafya derslerinin Türk öğretmenlerince okutulması­nı istemiştir. Ayrıca okulların onarılması ve genişletilmesinde de anlaşmazlıklar yaşanmıştır.952 Sonuçta Türkiye, yabancı okullar konusunda egemenliğe ters düşen tüm bağlardan kurtulmuştur.

4. Azınlıklann Korunması

Lozan'da Osmanlı Devleti'nin Hıristiyan azınlıklara verdiği eski, özel ayrıcalıklar kaldırılmıştır. Ancak Lozan Antlaşması'nın uluslararası hukuktan kaynaklı azınlıkların korunmasına ilişkin (37-45) hükümleri vardır. Müttefikler, Lozan görüşmeleri ya­pıldığı sırada Türkiye'de henüz dini hukukun egemen olduğunu ileri sürerek Türkiye'deki gayrimüslim azınlığa ait aile veya kişi statüsü ile ilgili konuların kendi kurallarıyla düzenlenmesini is­temiş, Türkiye bu düzenlemeyi "Türk hükümeti temsilcileri ve azınlıklardan her birinin göstereceği eşit sayıdaki temsilcilerden oluşan özel komisyonlar tarafından yapılması" ve Türk hükü­meti ve Milletler Cemiyeti'nin oybirliğiyle Avrupalı hukukçular arasından bir "kalem" tayin edilmesi şartıyla kabul etmiştir.953 Türkiye'nin 1 926'da Medeni Kanunu kabul etmesi ve tüm yurt­taşların eşit ve laik hukuka sahip olmasıyla azınlıkların özel hak­ları ortadan kalkmıştır.954 Daha doğrusu Medeni Kanun'un kabul edilmesiyle birlikte azınlıklar Lozan'da kendilerine tanınan ayrı­calıklardan vazgeçmiştir. Çünkü "Kabul edilen İsviçre Hukuku, ırk ve din farkı gözetmeksizin her yurttaşa uygulanabilir durum­daydı. Bu nedenle Yahudi, Ermeni ve Rumlar özel kanunlara sahip olmak gereğini duymadıklarından Lozan Antlaşması 'nda 'Azınlıkların Korunması ' başlığı altında yazılı olan maddelerle tanınan haklardan vazgeçmeleri tabii sonuç oldu. "955

952 Soysal, age., s. 86. 953 Paul Genrizon, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, 3. bas., Ankara, 1 995, s . 213 . 954 Soysal, age., s . 82. 955 Genrizon, age., s. 213, 214 .

502

5. Oturma ve Yargı Yetkisi

Lozan'da imzalanan "Oturma ve Yargı Yetkisi Konusunda Sözleşme" normalde bir devletin kendi yasalarıyla düzenlemesi gereken bazı konuları içerdiğinden o devletin egemenlik hakları­na aykırıdır. Türkiye, egemenlik haklarına aykırı bu sözleşmeyi ancak sınırlı bir süre için geçerli olması koşuluyla imzalamıştır. Bu süre 7 yıldır. Türkiye bu 7 yıl içinde birçok yeni, çağdaş yasa hazırlamış ve 1931 yılında bu sözleşme ortadan kalkmıştır. 956

6. Ticaret Sözleşmesi

Lozan'daki bu sözleşme de bir devletin kendi yasalarıyla belirlemesi gereken konuları içerdiğinden, o devletin egemenlik haklarına aykırıdır. Bu nedenle Türkiye bu sözleşmeyi de sınırlı bir süre için imzalamıştı. Bu süre 5 yıldır. Bununla birlikte Tür­kiye bu sözleşmenin 9. maddesinde kabotaj hakkını elde etmiş­tir. 5 yıl sonunda, 1 929 yılında bu sözleşmenin süresi dolmuş ve Türkiye bu sözleşmenin imzacılarıyla egemenliğine uygun yeni sözleşmeler imzalamıştır. 957

7. Sağlık İşleri Açıklaması

Lozan'da yine 5 yıllık bir süre için yapılan bu "açıklama " sınır sağlık işlerinde üç Avrupalı danışmanın Türk hükümeti em­rinde çalışmasını zorunlu kılmıştır. 5 yıl sonunda, 1929'de bu hüküm kendiliğinden ortadan kalkmıştır. m

8. Adalet Yönetimi Açıklaması

Türkiye Lozan'da yaptığı bu açıklama ile 5 yıllık süre ile Avrupalı hukuk danışmanlarını hizmetine almıştır. 5 yıl sonun­da 1 929'da bu açıklama da kendiliğinden ortadan kalkmıştır.959

956 Soysal, age., s. 83. 957 age., s. 83. 958 age., s. 84. 959 age., s. 84.

* * *

503

Lozan Antlaşması'nda Müttefiklere verilen bu tür "süreli" veya "geçici" tavizlerin çok anlaşılabilir nedenleri vardır: Yeni Türkiye'nin, Osmanlı'yı 150-200 yıldır sıkı sıkıya bağlayan em­peryalist zincirleri birdenbire kırıp atması maalesef mümkün olmamıştır. Lozan'da, kapitülasyonları tamamen kaldırmakla en büyük, en kalın emperyalist zinciri kırıp atan Türkiye, irili ufaklı diğer zincirleri kırma işini 5 ila 7 yıllık zamana yaymış­tır . 1 93 1 yılı itibariyle Türkiye artık yüzyıllardır kendisini sarıp sarmalayan tüm emperyalist zincirlerden kurtulmuştur. Aslında bu süreli tavizleri, uzun vadede düşündüğümüzde "taviz" olarak görmemek gerekir. Çünkü 5 ila 7 yıl dolunca Lozan Antlaşma­sı gereği bu sözleşmeler kendiliğinden sona ermiştir. Dolayısıyla süreleri dolduğunda tamamen ortadan kalkan bu "tavizler" son­raki zamanda "mutlak başarı" halini almıştır. Şöyle ki, 92 yıllık Lozan Antlaşması'nın bu sözleşmeleri 5 ila 7 yıl "taviz", -bugün itibariyle- tam 85 yıl "mutlak başarı" durumundadır.

Sonuçta yeni Türkiye, Lozan'da "başarısızlık" hanesine yaz­dığımız birçok konuyu, Lozan'dan sonra zamana yayarak kendi lehine çözmeyi başarmıştır: Boğazlar, Hatay, yabancı okullar, azınlıkların korunması gibi konulardaki bazı "eksikler" de 1 938 itibariyle tamamlanmıştır. "Oturma ve Yargı Yetkisi", "Tica­ret Sözleşmesi", "Sağlık İşleri Açıklaması", "Adalet Yönetimi Açıklaması " gibi "süreli eksikler" ise 1931 itibariyle tamamlan­mıştır. Bence tamamlanmış haliyle Lozan'ın başarı oranı yüzde 80'lere çıkmaktadır.

Akla Ziyan Lozan Yalanları

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının birazdan okuyacağı­nız akla ziyan Lozan yalanları, çok şaşırtıcı ve düşündürücüdür! Şaşırtıcı ve düşündürücü olmasının nedeni, "yalanların mükem­melliği" değil, bu akla ziyan yalanlara inanan binlerce, onbinler­ce insanımızın olmasıdır. Bu bilgi çağında bu kitlesel cehalettir şaşırtıcı ve düşündürücü olan.

504

1. Lozan'ın Onaylanması ve Halifelik Yalanı

20 Kasım 1 922'de başlayan Lozan Konferansı, Kapitülasyon­lar ve Musul gibi önemli konuların çözümsüzlüğü nedeniyle 4 Şu­bat 1 923'te kesintiye uğramıştır. Yaklaşık 3 ay bir aradan sonra, 23 Nisan 1 923'te yeniden başlayan Lozan Konferansı 24 Tem­muz 1 923'te Lozan Antlaşması'nın imzalanmasıyla sana ermiştir.

Lozan; 1 7 ek belge, 5 bölüm, 5 anlaşma, 5 protokol ve 5 bildiriden oluşan 143 maddelik bir antlaşmadır.

Lozan Antlaşması ile ekli sözleşme ve protokollere ilk imza­yı atan İsmet Paşa'dır.

İmzalanması -verilen arayla birlikte- 8 ay kadar süren Lozan'ın onaylanması da 1 ila 2 yıl arasında sürmüştür.

Gelelim Lozan'ın onaylanmasına: Türkiye ve Yunanistan karşılıklı çözüm bekleyen öncelikli

sorunları nedeniyle bir an önce antlaşmayı onaylamak istemiş­tir. İngiltere ve Fransa ise Türkiye üzerindeki eski ayrıcalıklarını kaybedip, üstüne üstlük bir de "bağımsız" yeni Türkiye'yi tanı­mak zorunda kalacakları için ellerinden geldiğince antlaşmanın ona ylanmasını geciktirmişlerdir.

TBMM, 21 -22-23 Ağustos 1 923 tarihleri arasında 3 gün bo­yunca 143 maddelik Lozan Antlaşması'nın eklerini, sözleşme ve protokollerini inceleyip 23 Ağustos 1 923 tarihinde antlaşmayı onaylamıştır. 227 milletvekilinin katıldığı oylamada 14 ret oyu­na karşılık 213 kabul oyuyla Lozan Antlaşması onaylanmıştır.96o

Antlaşmaya ek olarak imzalanmış Tahliye Protokolleri­ne göre Lozan Antlaşması'nın Türkiye tarafından onaylandığı Müttefik Devletlere bildirildikten hemen sonra İngiliz, Fransız ve İtalyan işgal kuvvetleri ve savaş gemileri İstanbul ve Boğaz­lardan derhal çekilmeye başlayacaktı. 6 hafta içinde Türk top­raklarında işgalci asker, Türk karasularında işgalci savaş gemisi kalmayacaktı. Öyle de olmuştur.961 Müttefik işgal orduları 2 Ekim 1 923'te Atatürk'ün ifadesiyle, "Geldikleri gibi gitmiştir. "

960 TBMM Zabıt Ceridesi, Devre Il, C 1, s. 284, 287. 961 Akyol, age., s. 304; Soysal, age., s. 88.

505

6 Ekim 1 923'te Şükrü Naili Paşa komutasındaki Türk orduları görkemli bir törenle İstanbul'u işgalcilerden geri almıştır. Bu bir anlamda İstanbul'un ikinci fethidir. Atatürk de ikinci Fatih.

TBMM'nin Lozan'ı onaylamasından 2 gün sonra, 25 Ağus­tos 1 924'te antlaşmayı Yunan Parlamentosu da onaylamıştır. Lozan'a uygun olarak Yunanistan 15 Eylül'de Karaağaç'ı, 2 1 Eylül'de Bozcaada'yı, 2 2 Eylül'de İmroz'u boşaltıp Türkiye'ye devretmiştir.

Lozan Antlaşması, 143. maddede belirtildiği ne göre, Türki­ye ile 4 büyük Müttefik devlet veya onlardan en az 3'ü onay bel­gelerini sunar sunmaz o devletler arasında yürürlüğe girecektir. Diğer imzacı devletler için ise onay belgelerini sundukları gün yürürl üğe girecektir. 962

Bu nedenle İngiltere ve Fransa Lozan Antlaşması'nı onay­lamak için hiç acele etmemişler, mümkün olduğunca ağırdan almışlardır. Onların bu ağırdan alışları, aslında Lozan Ant­laşması'ndan hiç memnun olmadıklarının en açık kanıtlarından biridir.

Lozan'ı imzalamak için 8 ay kadar ayak sürüyen Müttefik­ler, antlaşmayı onaylamak için de 1 yıl kadar ayak sürümüşler­dir. Amaçları, konferans sürecinde Türkiye üzerinde kurdukları baskıya benzer bir baskıyı şimdi de onay sürecinde kurmaktır.

Lozan Antlaşması'nın onay müzakerelerine İngiltere Par­lamentosu 6 Mart'ta başlamıştır. Bilindiği gibi 3 Mart 1 924'te de Türkiye'de halifelik kaldırılmıştır. Fesli Kadir Mısıroğlu gibi Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları, Türkiye'de 3 Mart'ta hali­feliğin kaldırılmasıyla İngiltere'de 6 Mart'ta Lozan'ın onay mü­zakerelerinin başlaması arasında "kirli" bir ilişki olduğunu iddia etmektedirler. "Buna bakarak İngiltere'nin Lozan Antlaşması'nı hilafetin kaldırılması şartıyla onayladığını, hatta hiLafeti kaldır­mayı Ankara'nın Lozan'da gizLice taahhüt ettiğini iLeri sürenLer vardır. Fakat bu yorumLarın bir belgesi yoktur. "963

962 Soysal, age., s. 88. 963 Akyol, age., s. 306.

506

Bu akla ziyan Lozan yalanına rahmetli Turgut Özakman, " Vahdettin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele" adlı dev eserin­de ayrıntılı cevap vermiştir.964

Hatırlayacaksınız! İngiltere'nin halifelikten korkmadığını, çekinmediğini, çünkü İngilizlerin Osmanlı Devleti'ni halifenin "en güçlü" zannedildiği dönemde çok daha rahat bir şekilde sömürdüğünü ve Kurtuluş Savaşı'nda halifeden çok rahat bir şekilde yararlandığını, bu nedenle Sevr Antlaşması'nda bile hali­feye dokunmayı gerekli görmediğini örneklerle anlatmıştım. İşin özeti şu: Emperyalizm Müslümanları halife varken daha rahat sömürmüştür. Nitekim, Turgut Özakman'ın dediği gibi "Bütün

Müslüman ülkeler, bağımsızlıklarına hilafetin ilgasından sonra

kavuşacaklardır. "965 Kısacası İngilizlerin, "halifeliğin kaldırılması karşılığında

Lozan'ı onayladıkları" iddiasının hiçbir belgesi olmadığı gibi, herhangi bir mantıksal temeli de yoktur.

İsmet Paşa, Müttefiklerin Lozan Antlaşması'nın onayını ge­ciktirmelerinin nedenini "Hatıralar" ında şöyle açıklamıştır:

" Ümitleri şu: Yeni devlet, kuruluşu ile beraber medeni ve

hukuki bir devletin bütün imkanlarını da yapmaya başlayacak­

tır. Devletin idare şekli değişmiş, milli iradenin hakim olduğu bir

cemiyet hedef olarak alınmıştır. Bunun üzerinde yürümeye baş­

lanmış, hukuk ve idari sistemlerde büyük ıslahata girişiimiştir.

Bu ıslahatı memleket ne ölçüde hazmedecek ve kabul edecek? Ve

ne ölçüde tepkiler olacak? Bu bir muamma idi. Galip devletler,

kendine hiçbir suretle yardım edilmeyecek yeni Türk devletinin

içeride çıkacak karşı koymalara karşı ne kudret göstereceğini

görmek, ölçmek istiyorlardı. Bütün bu ümitler, ayrı ayrı çetin

imtihanlar geçirerek silinmiştir. "966

İsmet Paşa, "Hatıralar"ındakine benzer bir açıklamayı yıl­lar sonra TRT'ye yapmıştır:

964 Özakman, age., s. 588-591 , 608 vd. 965 age., s. 613 . 966 İnönü, Hahra1ar, s . 425.

507

"Lozan Konferansı imza edildikten sonra, onun tasdiki

meselesi Müttefikler arasında bir mesele oldu. Biz hemen iki ay

içinde muahedeyi tasdik ettik. Müttefikler ancak iki sene zarfın­

da muahedeyi yürürlüğe koydular. Müzakere esnasında kabul

ettikleri birçok maddelerin Türkiye'nin kuruluş devrinde birçok

hadiseler geçireceğinden ve daha tasdik olunmadan birtakım hü­

kümlerin düşeceğinden ümit bekliyorlardı. iki sene kadar sür­

dü . . . Bu esnada cumhuriyet ilan olundu. Cumhuriyet, yeni esas­

lar, temeller üzerinde kuruldu ve bu cumhuriyet bir iki senelik

büyük tepkiler, mesela Şeyh Sait isyanı gibi silahlı mukavemetle­

re maruz kaldı. Bununla beraber yerleşti. Bir iki sene Müttefik­

lerin gösterdiği tereddüt, memlekette yeniden endişe yaratınca,

muahedenin kıymeti ilk defa anlaşılmaya başlandı. "

Türkiye'de olup bitenleri anbean takip eden İngiltere, cum­huriyetin ilanından sonra çıkacak olan iç karışıklıkların, güçle­nen muhalefetin Atatürk'ü devireceğini ve kısa sürede Kemalist rejimin bir karşı devrimle yerle bir olacağını düşünmektedir. Örneğin İstanbul'daki İngiliz Yüksek Komiser Vekili Hender­son, Lozan Antlaşması imzalandıktan 3 hafta sonra, 14 Ağustos 1 923'te Londra'ya gönderdiği raporda şöyle demiştir: "Bugünkü

Türk hükümeti ayakta duramazsa -ki uzun zaman ayakta dura­

maz kanaatindeyim- o zaman ingiliz Büyükelçiliği hangi şehirde

olursa Türk hükümeti de oraya gelecektir. Bizim desteğimizle

ayakta kalabilir, ama bizim desteğimiz olmazsa Türkiye'nin

anarşiye sürüklenmesi kaçınılmaz. Bu anarşide şimdiki hükümet

düşecek ve bizimle işbirliği yapacak yeni bir hükümet iş başına

gelecektir. "967 Lord Curzon da şöyle demiştir: "Sanırım Türkiye, birçok

hususlarda hayal kırıklığına uğrayacaktır. Lozan'da elde etti­

ğini iddia ettiği muvaffakiyetlerin kendi aleyhine döneceğini

görecektir. "968

967 Bilal Şimşir, Ankara, Bir Başkentin Doğuşu, Ankara, 1 998, s. 231 , 232; Akyol, aııe., s. 308.

968 Cemil Bilsel, Lozan, C 2, İstanbul, 1988, s. 564; Akyol, age., s. 322.

508

Görüldüğü gibi yeni Türkiye'nin pek de uzun ömürlü ol­mayacağını, ilk sarsıntıda yıkılacağını veya en azından Kema­list yönetimin iktidardan düşeceğini ve İngiliz yanlısı bir hü­kümetin kurulacağını düşünen İngilizler, "kendileriyle işbirliği yapacak yeni bir hükümet iş başına gelene kadar" Türkiye'yle ilgili tüm işlerini bilerek ağırdan almışlardır. Örneğin Türkiye Cumhuriyeti'ni diplomatik olarak tanımamışlar, Türkiye'de büyükelçilik açmamışlar, başkentin Ankara'ya alınmasına fena halde bozulmuşlar, Türkiye Cumhuriyeti'nin yeni başkenti Ankara'ya alt düzey diplomatik temsilci bile göndermemişlerdir. Lord Curzon, Türkiye Cumhuriyeti'nin büyükelçi göndermeye değmeyecek kadar küçük ve değersiz bir ülke olduğunu belirt­miştir.969 Bu arada İngilizler, Türkiye Cumhuriyeti'ne yönelik tahriklere, kışkırtmalara da devam etmiştir. Bütün bunları İsmet Paşa, 8 Aralık 1 923'te TBMM'de resmen açıklamıştır. İngiltere ayrıca uzun yıllar boyunca Türkiye Cumhuriyeti'ne tek kuruş kredi de vermemiştir. 970

İşte İngiltere'nin Lozan Antlaşması'nın onayını geciktirme­sini de bu çerçevede düşünmek gerekir. İngiltere, "Türkiye Cum­huriyeti tez zamanda yıkılırsa, Lozan'ı onaylamaya da gerek kal­maz !" beklentisiyle bir yıl kadar Lozan'ı onaylamamıştır.

İngiltere'nin Lozan'ı onaylamasını geciktiren aslında Lord Curzon'dur. Lozan Konferansı'ndan sonra İngiltere'de peşi sıra hükümet değişiklikleri olmuştur. Curzon dönemi, 22 Şubat 1924'te İşçi Partisi'nin iktidara gelmesiyle ancak sona ermiştir. Yeni Başbakan MacOonald, 6 Mart'ta Lortlar Kamarası'nda, 1 Nisan'da da Avam Kamarası'nda Lozan Antlaşması'nın onay sürecini başlatmıştır.97! İngiliz Avam Kamarası, Lozan Antlaş­ması'nı 1 0 Nisan 1 924'te onaylamıştır.

Lozan Antlaşması'nı İtalyan Parlamentosu 1 1 Ocak 1 924'te onaylamış, Japonya'nın onay belgeleri 6 Haziran 1 924'te Paris'e ulaşmıştır.

969 Şimşir, age., s. 223, 224; Akyol, age., s. 307. 970 Özakman, age., s. 590. 971 Akyol, age., s. 309.

509

Lozan Antlaşması'nın onayını Fransa da çok geciktirmiş­tir. Fransızlar, kapitülasyonların kaldırılmasıyla Osmanlı dö­nemindeki, özellikle ekonomik ayrıcalıklarını yitirdikleri için Lozan'dan hiç de memnun değildirler. Bu nedenle Lozan'ın ona­yını çok geciktirmişlerdir. Ancak sonunda Fransız Parlamentosu da 27 Ağustos 1 924'te antlaşmayı onaylamıştır.

Lozan Antlaşması'nı çok daha sonra onaylayan, hatta hiç onaylamayan devletler de vardır: Belçika 7 Ocak 1 925'te, Por­tekiz 28 Mayıs 1 926'da Lozan Antlaşması'nı onaylamış, Sırp­Hırvat ve Sloven Devleti ise anlaşmayı imzalamamıştır.972

Türkiye Lozan'da barış antlaşması ve eklerinden ayrı olarak Polonya ve ABD ile iki antlaşma daha imzalamıştır. Polonya ile 23 Temmuz 1 923 tarihinde dostluk antlaşması imzalanmıştır. Aynı gün yine Polonya ile bir de ikamet ve ticaret sözleşmesi im­zalanmıştır. Bunlar 1 Haziran 1 924'te yürürlüğe girmiştir.

Türkiye ile ABD arasında 6 Ağustos 1 923 tarihinde dostluk ve ticaret antlaşması imzalanmıştır. Bu antlaşma ABD'deki Er­meni lobisinin şiddetli baskısı sonucunda 1 9 Ocak 1 927 tarihin­de Senato'da yapılan oylamada 6 oy farkla reddedilip yürürlüğe girmemiştir.973 ABD, görüşmelere taraf olarak değil de gözlemci olarak katıldığı için Lozan Antlaşması'nı imzalamamıştır.

Görüldüğü gibi Lozan Antlaşması'nı, Türkiye ve Yunanis­tan dışındaki tüm ülkeler en erken 1 924 yılında onaylamıştır.

İngilizlerin Lozan'ı onaylamak için hilafetin kaldırılmasını beklediklerini iddia eden fesli Kadir Mısıroğlu'na, Lozan'ı İn­gilizlerden çok daha sonra imzalayan Fransızlar, Belçikalılar, Portekizliler neyi beklediler? " diye sormak gerekir! Bu mantıkla Lozan'ın onay tarihine göre her ülkeye bir beklenti yaratılabilir? Turgut Özakman'ın şu cümleleriyle bitirelim:

"Mısıroğlu'nun söylediklerinin tek kelimesi doğru olsa, İngiltere'nin el altından anlaştığı (f) yeni Türkiye'ye çok dost­ça davranması, destek vermesi gerekmez miydi? Ama durum

972 Sonyel, age., s. 88. 973 Şirnşir, Lozan Günlüğü, s . 23.

510

öyle değiL. İngiltere'nin Lozan 'dan sonra yeni Türkiye 'ye kar­şı ne kadar soğuk, uzak ve düşmanca davrandığının belgele­

ri Bilal N. Şimşir'in 'Ankara . . . Ankara' adlı kitabında bol bol bulunuyor. "974

2. Lozan Andaşması ve Petrol, Maden Yalanı

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının akıllara ziyan ya­lanlarından, uydurmalarından biri de budur. Güya Lozan Ant­laşması'yla, İngiltere ve Fransa gibi büyük devletlere petro lle­rimizi, madenlerimizi çıkarmama sözü vermişiz! Bu nedenle petrollerimizi, madenlerimizi çıkarıp işleyemiyormuşuz! İnter­nette basit bir tarama yaptığınızda bu güdük Lozan yalanının nasıl adeta bir bulaşıcı hastalık gibi yayıldığını göreceksiniz.

Bu yalanın özellikle gençler arasında şaşırtıcı bir şekilde ya­yılması, üzülerek söylüyorum, hiç okumayan, hiç sorgulamayan ve hiç düşünmeyen bir toplum olma yolunda hızla ilerlediğimizi göstermektedir. Çünkü biraz okuyan, biraz sorgulayan ve biraz düşünen bir toplumda böyle bir yalana inanan insan bulmak imkansızdır.

Öncelikle, 143 maddelik Lozan Antlaşması'nda Türkiye'nin petrollerini ve madenIerini çıkaramayacağına ilişkin hiçbir mad­de, hiçbir cümle, hatta hiçbir ima bile yoktur. Lozan Antlaş­ması'nın eklerinde, protokol ve sözleşmelerinde de bu konuda hiçbir hüküm yoktur.

Lozan Antlaşması'nda veya Atatürk dönemindeki başka hiçbir antlaşma veya sözleşmede de bu yönde bir hüküm yok­tur. Lozan'da kapitülasyonları kaldırıp tam bağımsız olan Tür­kiye Cumhuriyeti'nin petrol ve maden politikası 1 950'lere kadar "milli" niteliktedir.

Osmanlı Devleti döneminde Türkiye'nin petrol ve ma den­leri daha çok yabancıların kontrolündedir. Osmanlı Devleti'nin 1 8 6 1 tarihli "Maden Yasası ", 1 869, 1 886, 1 906 yıllarında üç kez düzenlenmiştir. Bu düzenlemelerle ülkenin maden üretimi

974 Özakman, age., s. 591 .

5 1 1

artmakla birlikte maden imtiyazları elinde bulunan yabancıların ayrıcalıklı durumları daha da güçlenmiş, tekelcilik artmış, ancak devlet gelirlerinde önemli bir artış olmamıştır.m

Osmanlı petrolleri Alman, İngiliz, Fransız petrol şirkederiy­le II. Abdülhamid'in kontrolündedir.

1 900'lerin başlarında Osmanlı toprakları üzerinde İngiltere, Fransa ve Almanya arasında müthiş bir petrol rekabeti yaşan­maya başlanmıştır. Osmanlı Devleti'nin, Almanya'ya "İstanbul­Hicaz" demiryolu projesi çerçevesinde rayların geçtiği alanın 20'şer millik sağ ve sol yanında kalan toprakların mülkiyetini ve buralardan çıkan petrol ve madenierin işletim haklarını içeren geniş imtiyazlar vermesi, İngiltere ve Fransa'nın tepkisini çek­miştir.

Atatürk Cumhuriyeti ise maden, petrol konusunda tama­men "milli" bir politika izlemiş, Türkiye'nin kendi maden ve petrollerini kendisinin çıkarıp işlemesi için çaba harcamıştır.

Atatürk Cumhuriyeti'nin petrol, maden konusundaki çalış­malarının özeti şudur: 1 . 24 Mart 1 926 tarihli 792 sayılı "Petrol Kanunu " çıkarılmış­

tır: 22 maddelik bu kanunun 1 . maddesinde "TC sınırları içinde bütün petrol dahil tüm madenierin işletilmesi devle­te aittir" denilerek yüzyıldan fazla bir zamandır yabancıla­rın kontrolündeki petrol ve madenler devledeştirilmiştir.976 Böylece Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde bütün pet­rol arama ve işletme hakları hükümete verilerek yabancıla­rın ve içerdeki özel iştiraklerin imtiyazlarına son verilmiştir. Kanunun yürürlüğe girmesiyle birlikte Türkiye'de petrol arama işlemlerini yürütmek üzere uzmanlar görevlendirilip Mürefte, Simak, Cizre, Mardin, Herbol bölgelerinde araştır­ma ve incelemelerde bulunulmuştur.977

975 Yakup Kepenek, Nurhan Yemürk, Türkiye Ekonomisi, 1 8 . bas., İstanbul, 2005, 5. 1 5.

976 Koloğlu, agm, s. 63. 977 Uğur Selçuk Akalın, Suat Tüfekçi, "Türkiye 'nin Petrol Politikaları ve Enerji

Özelleştirmelerine Bir Bakış ", İktisat Politikası Araşhrmalan Dergisi, C 1 , S. 1, Yıl, 2014, s. 55.

512

2. 20 Mayıs 1 933'te kabul edilen 2189 sayılı "Altın ve Petrol İşletme İdaresi Teşkiline" ilişkin kanunla Türkiye'de tüm altın ve petrol madenierini aramak ve bulun?nlardan eİve­rişli olanları işletmek için "Altın ve Petrol Arama ve İşletme İdaresi" kurulup petrole ilişkin tüm faaliyetleri yürütmekle görev lendirilmiştir.978

3 . 20 Haziran 1 935 tarihinde 2804 sayılı kanunla, Atatürk'ün isteğiyle, Türkiye'de maden ve petrol arama işleri için Ma­den Teknik Arama Enstitüsü (MTA) kurulmuştur. MTA, 1 000 metrenin üzerinde ilk derin kuyuyu Mardin'deki Baspirin-1 'de açmış, bunu İskenderun, Hayrabolu, Müref­te, Van, Adana takip etmiş, ancak buralarda çıkan petrolün ekonomik değeri bulunmadığından sondaj çalışmalarına son verilmiştir. MTA'nın çalışmaları sonunda ilk verimli petrol alanı 1 940 yılında Batman'ın Ramandağı bölgesinde bulun­muştur. Bölgede 1 948 yılında bir de rafineri kurulmuştur.979

4. Petrol politikalarında "Milli Dönem" olan 1 923-1 954 ara­sında Türkiye'de 37 arama, 7 tespit, 1 3 üretim, 19 test ol­mak üzere toplam 76 kuyu açılarak, toplam 76 kilometreden fazla sondaj yapılmış, Raman ve Garzan gibi iki ticari petrol sahası keşfedilmiş, 95 bin tonu n üzerinde petrol üretilerek karşılığında 84 Milyon TL harcama yapılmıştır. Ayrıca ül­kemiz için çok önemli jeoloji haritaları, jeofizik etütleri, per­sonel eğitimi gibi hizmetler yapılmıştır. Bu dönemde MTA tarafından toplam 1 60 bin ton petrol üretilmiştir. Bu Milli Dönem'de, petrolün ekonomik ve stratejik değeri nedeniyle tüm petroller devletin kontrolüne alınmıştır, ancak tekno­lojik yetersizlikler ve sermaye eksiklikleri sebebiyle istenilen yerli üretim sağlanamamıştır .980

5 . 1 923 İzmir İktisat Kongresi'nin "Sanayi ve Sorunları" bö­lümünde sanayi bankalarının kurulmasından söz edilmiştir.

978 agm., s. 55. 979 agm., s. 55, 56. 980 www.dektmk.ori\.tr. (Son erişim, 27 Eylül 2015); Akalın, Tüfekçi, agm., s. 56.

513

Bu doğrultuda, 1 924'te İş Bankası ve 1 925'te Sanayi ve Ma­adin Bankası kurulmuştur. Kongrede, yabancı sermayenin Türk yasalarına uyma koşuluyla faaliyet gösterebileceği be­lirtilmiştir. Bu doğrultuda yabancı sermayenin kömür, bakır ve krom ma den işletmeciliği başta olmak üzere, maden sek­töründe ortaklıklarla faaliyette bulunması istenmiş, bunun için sanayi teşvik kanunları çıkarılmış, ancak istenilen verim elde edilememiştir. 1 932'den itibaren ağırlık verilen devletçi politikalar çerçevesinde 1 935 yılında MT A kurulmuş, MT A ile birlikte 2805 sayılı yasa ile "Madencilik, enerji üretimi ve dağıtımı alanlarında {aaliyet göstermek üzere" Etibank kurulmuştur. Atatürk, 1 935 TBMM açış nutkunda maden­cilikle ilgili şunları söylemiştir: "Maden işleri yeni bir açıl­ma devresindedir. Maden mühendislerimizi ihtiyaca yeter sayı ve değerde yetiştirmeye önem vermek gerekir", "Kö­mür havzasının rasyonel işletilmesi için tedbirler aramak da lazımdır", "Maden işletilmesi inkişa{ (gelişme) halindedir. Madenierimiz bizim başlıca döviz kaynağımız olduğu için de yüksek dikkatinizi celbe (çekmeğe) değerdir", "MTA'nın çalışmalarına azami inkişa{ vermesini ve bulunan madenIe­rin planlı sakilde hemen işletmeye alınması lazımdır. Elde bulunan madenler için üç yıllık bir plan yapılmalıdır. "

6. MTA, 1 935 yılından itibaren önemli projeler üzerinde çalış­ma başlatmıştır. Seyitömer, Soma ve Tavşanlı bölgelerinde arama ve üretim çalışmaları için gerekli yatırım kararları alınmıştır. Bu dönemlerde ülkemizin toplam linyit üretimi 150 bin ton civarındadır.

7. 1937 yılında temeli atılan Karabük Demir Çelik Fabrikaları 1 939 yılında üretime geçmiştir. Hammadde ihtiyacının kar­şılanması amacıyla demir aramalarına başlanmış ve Divriği A-Kafa Demir Yatağı 1938 yılında işletmeye açılmıştır.

8 . 1 926-1 954 arasında ülkenin petrol rezervlerinin saptanması ve işletilmesi; linyit, krom, bakır, manyezit, çinko ve kurşun başta olmak üzere birçok madenin aranması ve üretimiyle ilgili projelendirme çalışmaları yapılmıştır. 1 930 yılında 9

514

bin ton olan linyit üretimi 1 939 yılında 1 85 bin tona ulaş­mıştır. 1 940'lı ve 50'li yıllarda linyite yapılan yatırımlar so­nucu (Değirmisaz, Soma, Tunçbilek, Seyitömer) üretimde artış sağlanmıştır. 1 946 yılında toplam linyit üretimi 460 bin ton düzeyindedir. 1 957 yılında bu rakam 1 . 712.000 tona yükselmiştir. Sonuçta 1 938 yılı itibariyle krom üreti­mi 280 bin ton, ihracatı ise 200 bin tondur. 1 929'da bilister bakır üretimi 65 tondur. 1 940 yılında 3600 ton kurşun, 845 ton da manyezit üretilmiştir.981 1 930 ile 1 940 arasında Kö­mür üretimi 1 .59 milyon tondan 3 milyon tona çıkarak yüz­de 100 artmış, aynı dönemde krom üretimi 28 bin tondan 1 70 bin tona çıkarak yüzde 600 artmış, Karabük'te demir üretimi sıfırdan 1 940'da 130 bin tona çıkmıştır. Toplam ma den üretimi 1 930 yılı 1 00 olarak alınırsa 1 935'te 157'ye, 1 940'ta 232'ye yükselmiştir.982 Toplam artış yüzde 200'den fazladır.

9. 1 950'li yılların sonlarında Atatürk'ün kurduğu Etibank, bor tuzlarıyla ilgilenmeye başlamıştır. Çeşitli sıkıntılara rağmen Etibank, bor türevIerini üretip ihraç etme başarısını göster­miştir. 1 958 yılından sonra bor yataklarına ciddi yatırımlar yapılmıştır. Etibank'ın 1 960'ta bor üretimine başlamasıyla üretim kısa sürede 97.5 bin tona yükselmiştir. Bor türev­Ierini üretecek fabrikanın yabancılar tarafından kurulma­yacağını anlayan hükümet, Polonya Polimax kuruluşuyla temas kurup 1 Haziran 1 964 yılında Bandırma Boraks ve Asit Borik Fabrikalarının temelini atmıştır. 1 970'lerde 2 1 72 sayılı yasa ile tüm bor sahaları Etibank'a devredilerek Bor madenIeri kamulaştırılmıştır. Atatürk'ün "milli" ve "devletçi" petrol ve maden politika­

ları 1 950'lerde değişmeye başlamıştır. DP hükümeti, 12 Kasım 1 952'de her türlü petrol faaliyetini yabancı şirketlerin yatırım-

981 "Cumhuriyet Dönemi Madenciliğimiz", http:Uwww.maden.org.trl. (Son eri­şim, 27 Eylül 2015).

982 Satanford J. Shaw, Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Tür­kiye, C 2, İstanbul, 1 983, s. 467.

515

larına açmıştır. 1 954 yılında ABD'li uzmanlarca kaleme alınan 6326 sayılı "Petrol Kanunu " ile milli petrol politikası büyük bir darbe yemiştir. Sömürge ülkelerinin kanunlarını andıran bu pet­rol kanunu, ABD'li petrol şirketlerinin isteklerine cevap vermek için çıkarılmıştır. İsmet İnönü'nün dediği gibi bu kanun "Bir kapitülasyon kanunudur" . DP'nin kurucularından Celal Bayar, ABD'de petrol şirketlerinin temsilcileriyle yediği yemekte "Pet­rol Kanunu'nun onların istedikleri biçimde memlekete dönme­den önce Meclis'ten geçeceğini" müjdelemiştir. ABD 'nin Ankara büyükelçisi de, "Türkiye' de petrol işletmelerinin devlet tekelin­den çıkarılacağını " belirtmiştir. 983

Yine DP döneminde, 7 Mart 1 954 tarihli ve 6327 sayılı ka­nunla Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) kurulmuş­tur. MT A'nın petrolle ilgili görevleri bu kuruma aktarılmıştır. 6 Haziran 1 957 tarihli 6987 sayılı kanunla petrol arama ve üre­tim faaliyetlerinde yabancı şirketlere elverişli yatırım imkanları sağlanmıştır. Aralarında Mobil, BP, California, Texas, Shell gibi yabancı şirketlerin bulunduğu çoğu Amerikalı 5 8 yabancı şirket, bu yasadan yararlanarak ülkemizde yatırım yapmıştır. Böylece Türkiye'de petrol üretiminde çok önemli bir artış gerçekleşmiştir. Türkiye'de her şeye rağmen petrol maden politikaları uzun yıllar boyunca devletçi niteliğini korumuş, bu süreçte TPAO, PETKİM, TÜMAŞ, BOTAŞ, DİTAŞ, ADA Ş (POAŞ), İPRAŞ, TÜPRAŞ gibi "milli" ve "devletçi" petrol KİTleri kurulmuştur.984

1 980'deki 24 Ocak Kararları ile Türkiye'de Planlı Devlet­çi kalkınmanın yerini liberal politikalar ve özelleştirme almıştır. 1 990'larda KİTler özelleştirilmeye başlanmıştır. Bu özelleştirme furyasından petrol ve maden sektörü de çok olumsuz etkilen­miştir. Bu süreçte 3213 sayılı yasa ile MTA'nın çalışma alanı daraltılmış ve "arama faaliyetlerinden zaman içerisinde tama­men çekilmesi" politikası sonunda Türkiye'de maden arama fa­aliyetleri çok azalmıştır. Maden aramacılığı özel sektör tarafın-

983 Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C 4, İstanbul, 2000, s. 1693. 984 Akalın, Tüfekçi, agm., s. 56-59.

516

dan yapılmaya başlanmıştır. Böylece 1 926'da başlayan "Milli Dönem" 1 9S0'lerde büyük darbeler yemiş, 1 990'lardan itibaren sona ermiştir.

Şimdi Soruyorum: Eğer gerçekten de "açık " veya "gizli" Lozan Andaşması'nda

veya başka bir andaşmada Türkiye Cumhuriyeti'nin petrol ma­den çıkaramayacağına ilişkin bir madde, bir hüküm olsaydı, Türkiye Cumhuriyeti özellikle 1 926-1 954 yılları arasında pet­rollerini, madenieri çıkarıp işleyebilir, hatta ihraç edebilir miy­di? Emperyalist Avrupa buna hiç izin verir miydi? Görüldüğü gibi özellikle Atatürk Cumhuriyeti döneminde Türkiye petrol aramaları yapmış, petrol kuyuları açmış, maden üretiminde yüz­de 600'lere varan artışlar elde etmiştir. Türkiye'nin petroller ve madenler konusunda elini zayıftatanıar, Demokrat Parti ve 12 Eylül düzenidir.

3. Lozan 2023'te Sona Erecek Yalanı

Şehir efsanesi haline gelen Lozan yalanlarından biri de Lo­zan Andaşması'nın " 100 yıllık" olduğu, bu nedenle 2023 yılında sona ereceği şeklindedir. Basit bir basın taraması yapıldığında Türkiye'de son birkaç yılda birçok gazetecinin, tarihçinin, ya­zarın, hatta akademisyenin yazılarında, kitaplarında, televizyon konuşmalarında ve konferansıarında insanların gözlerinin içine bakarak bu yalanı söylediği görülecektir.

143 maddelik Lozan Andaşması'nın hiçbir maddesinde veya eklerinde, protokol ve sözleşmelerinde bu konuda hiçbir kayıt yoktur. Çünkü Lozan Antlaşması "süreli" bir anlaşma değildir. Dolayısıyla Lozan Antlaşması'nın "son kullanma tarihi" yoktur.

Lozan Antlaşması eğer "süreli" bir antlaşma olsa, bunun anlaşmada veya ekli belgelerde mutlaka belirtilmesi gerekirdi. Nitekim -daha önce de anlattığım gibi- Lozan Antlaşması'nın bazı "sözleşmeleri" ve "açıklamaları" 5 ila 7 yıllıktır.985 Bun­lar Lozan Antlaşması'nın eklerinde açıkça belirtilmiştir. Ancak

985 Soysal, age., s. 83, 84.

517

Lozan Antlaşması'nda, antlaşmanın bırakın yüzyıllık olmasını, süresiyle ilgili hiçbir açıklama yoktur.

Lozan, Türkiye Cumhuriyeti'nin tapusudur, varlık belgesi­dir. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti var oldukça Lozan'da var olacaktır.

Fesli Kadir Mısıroğlu'nun iddia ettiği gibi Lozan'ın "gizli maddeleri" veya "gizli protokolleri" de yoktur.986

"Lozan Antlaşması'nda gizli maddelerin olduğu, geçerlili­ğinin 2023 yılında sona ereceği şeklindeki söylentiler tamamen asılsızdır, yalandır. "987

Lozan N edir?

"Lozan nedir? " sorusuna belgelere dayalı olarak bilimsel cevap verildiğinde, Lozan'la ilgili bütün yalanlar yok olup gide­cektir.

Peki, "Lozan nedir? " 1 . Lozan, şanlı bir barıştır. Atatürk'ün ifadesiyle, "Dört sene­

lik İstikfaf Mücadelemiz, milletin şanına layık bir barış ile sonuçlanmıştır. "988 Çünkü Lozan, emperyalizme ve yerli, yabancı işbirlikçilerine karşı kazanılan Kurtuluş Savaşı'nın onurunu, gururunu taşımaktadır.

2. Lozan büyük bir zaferdir. Çünkü kendisinden önceki bütün barış teklifleriyle ve Sevr'le kıyaslanmayacak kadar başarılı­dır . Atatürk'ün "Nutuk "taki ifadesiyle, "Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş siyasi bir zaferdir. "989 Lozan'ı Osmanlı tarihinin son 200 yılındaki antlaşmalarla karşılaştırdığımız­da Atatürk'ün gerçekten de haklı olduğu görülecektir.

3 . Lozan, silahların gölgesinde kazanılan bir zaferdir. Çünkü Lozan Konferansı sürerken İstanbul ve Boğazlar işgal altın­dadır. Yaklaşık 6 aylık müzakere sürecinde 3 defa savaşın eşiğine gelinmiştir. Türk ordusuna, "hazır ol ! " emri verilmiş-

986 Ayrıntılar için bkz. Özakman, age., s. 592 vd. 987 Akyol, age., s. 324. 988 Şimşir, Lozan Günlüğü, s. 6 1 3. 989 age., s. 666.

5 1 8

tir. İngiltere, Malta'daki donanmasını harekete geçirmiştir. Fransız donanması İzmir'den ayrılmamak için direnmiştir.

4. Lozan, 1 912-1 922 yılları arasındaki 1 0 yıllık savaş dönemi­ni bitiren bir uzlaşmadır. Prof. İlber ürtaylı'nın ifadesiyle " Gayet mantıklı ve onurlu bir uzlaşmadır" . 990

5 . Lozan, Türkiye Cumhuriyeti'nin tapusudur, kuruluş senedi­dir.991 Türkiye Cumhuriyeti'nin dünyaca tanınmasını sağla­yan antlaşmadır.

6. Lozan, Batı karşısındaki 200 yıllık Türk geri çekilişini Trak­ya önlerinde durduran ve Batı'nın bölünmüş, parçalanmış Anadolu hayallerini yıkan diplomatik bir zaferdir.

7. Lozan, Türkiye Cumhuriyeti'nin "tam bağımsız" bir "ulus devlet" olmasını sağlamıştır. Lozan'da bunu sağlayan kapi­tülasyonların kaldırılması, nüfus mübadelesi ve hukuk birli­ğidir.

8 . Lozan, Türkiye Cumhuriyeti'nin laik, çağdaş bir devlet ol­masını sağlamıştır. Lozan'da dinlere, mezheplere, kapitülas­yonlara göre oluşturulmuş çok hukukluluk yerine, "yurttaş­ların eşitliği" ilkesine dayanan "hukuk birliğinin" ve "laik hukukun" temeli atılmıştır.992

9. Lozan, yüzyıllardır Batı karşısında diplomatik alanda eşit muamele görmeyen Türkiye'nin masa başında da Batı'ya "eşitliğini" kabul ettirdiği bir manifestodur.

10. Lozan, yeryüzündeki bütün mazlum milletlere, emperyaliz­me başkaldırıp bağımsız olabileceklerini gösteren bir umut belgesidir.

1 1 . Lozan, i. Dünya Savaşı'ndan sonra imzalandığı halde hala geçerli olan dünyadaki tek antlaşmadır.

12 . Lozan, Türk tarihinde, 10 yıllık savaşın ardından -şimdi­lik- tam 92 yıllık kesintisiz bir barış dönemi başlatmış tek antlaşmadır.

990 Ortaylı, age., s. 1 78. 991 Akyol, age., s. 3 1 5. 992 age., s. 3 16-3 1 9.

519

Lozan: Batı'nın Hezİmetİ

İngiliz Parlamentosu'nda, özellikle liberaller Lozan'ı başarısız bularak eleştirmiştir.993 Lloyd Georg'a göre Lozan Konferansı'na İngiliz sömürgelerinden temsilci çağrılmayarak İngiliz imparator­luk gelenekleri çiğnenmiştir. Ayrıca Sevr Antlaşması'na göre Lo­zan Türkler için birçok konuda çok daha başarılı bir antlaşma­dır. 994 Lloyd Georg' a göre Lozan " Uygarlığın başarısızlığı " dır. Lloyd George, Daily Telegraph gazetesinin 28 Temmuz 1 924 tarihli sayısında çıkan demecinde şöyle demiştir: " Uygarlığın ba­şarısızlığı . . . Her şey sona erince İsmet'in gülümsemesine şaşma­malıdır. Ankara'dan alınan haberlere göre barış orada büyük bir Türk zaferi olarak karşılanmıştır ve gerçekten de öyledir . . . Mu­danya Paktı, Sevr değildi, ama kesinlikle Lozan'dan daha iyiy­di. Sevr'den Mudanya 'ya bir gerileme idi; ancak Mudanya 'dan Lozan 'a bir bozgundur (hezimettir). "995

İngiliz Sir Andrew Ryan'a göre Lozan, İngiltere için bir he­zimettir. Şu özler Ryan'a aittir:

"Lozan'da onursuz bir banş imzaladık. Bu İngiltere'nin şimdiye dek imzalamış olduğu antlaşmalann en uğursuzu, en mutsuzu ve en kötüsüdür. '>996

Fransızlar da Lozan'dan pek memnun değildir. 25 Tem­muz 1 924 tarihli Fransız Ec/air gazetesi, Lozan Antlaşması'nı "Hilal'in Haç'a büyük bir darbesi" olarak adlandırmıştır:

"Hilal, HaÇ'a böylesine bir yenilgi darbesi indirmemiştir. Batı'nın saygınlığı toprak olmuştur ve uygarlık, barbarlığın önünde eğilmektedir . . . Fransa'yı bu aşağılayıcı duruma getirmiş olan Franklin Bouillon, parlamentoya üye seçilmiştir. "997

Ecole de National'de Pertinax, Lozan'ın Fransa için bir "ye­nilgi sembolü" olduğunu belirtmiş, Figaro'da Henri Bidou, Lo­zan sayesinde "Türkiye'nin ilk kez Batılı bir devlet olarak kabul

993 Şimşir, age., s. 606. 994 Akyol, age., s. 320. 995 Sonyel, Gizli Belgelerde Lozan Konferansı'nın Perde Arkası, 5. 1 86. 996 age., s. 1 90. 997 age., s. 1 85.

520

gördüğünü ", savaşın Türkiye'yi Avrupa'dan çıkarma yolu aç­masına karşın Türkiye'nin şimdi Lozan'la Avrupalılaştığını ileri sürmüştür. Victoire'da M. Herbette ise, sayısız askere ve toplara sahip Türkiye'nin Lozan'la "boğazların efendisi" olarak kaldığı­nı yazmıştır.998

ABD'li James Gerard'a göre, "Lozan'da Hıristiyan medeni­

yeti çarmıha gerilmiştir. "999

14 Nisan 1 924 tarihli Time dergisine göre; "Lozan Antlaş­ması, yüzyıldan fazla süredir, İngiliz diplomasisinin ilk göze çar­pan başarısızlığıdır". "Neticede Lozan Antlaşması, Türkiye'yi yaka paça Avrupa'dan atmak yerine, Avrupa'yı Türkiye'den atmıştır". 1000

2 8 Temmuz 1 923 tarihli New York Times gazetesinde ABD' nin eski İstanbul Büyükelçisi Morgenthau'nun şu demeci yayım­lanmıştır:

" Türkler kendi güçlerinden çok, Müttefiklerin aralarındaki anlaşmazlıklardan yararlanarak öne sürdükleri koşulları onlara kabul ettirmeyi başarmışlardır . . . " Morgenthau, Lozan'ın Avru­pa için "tam bir fiyasko" olduğunu da eklemiştir. 1ool

Yunan basını da Lozan'dan pek memnun değildir. Yunanlı­lara göre Lozan bir Türk zaferidir. Örneğin, Yunan Patris gaze­tesi yana yakıla şu itiraflarda bulunmuştur:

"Lozan'ın manzarasının Avrupa diplomasisinde eşi yoktur. Türkiye, Müttefikleri yenilgiye uğratarak onları moral açısından aşağılamıştır. Lozan barışı, Avrupa'nın moral çöküntüsünün ya­zılı bir belgesi olacaktır. Antlaşma, He/en ulusunun yüce düşü­şünün mersiyesidir . . . " 1 002

Venizolos taraftarı Vima gazetesi, " Yunan tarihi ikinci bir Lozan kaydetmemelidir, " demiştir. Yine Venizelosçu İngi­liz yandaşı Estia gazetesi, "Barış, Yunanistan'dan çok Müt-

998 age., s. 1 85. 999 Time, I 4 Nisan 1 924'ten naklen Akyol, age., s. 322. 1000 Akyol, age., s. 322, 323. 1 001 Sonyel, age., s. 1 88. 1 002 age., s. 1 86.

521

tefikler için büyük bir yenilgidir, " demiştir. Hronos gazetesi­ne göre ise: "Lozan'da yenilmiş olan yalnız Yunanistan değil Müttefiklerdir. " 1 003

Hollanda basınına göre de Lozan bir Türk zaferidir. 1004

İtalyan basınından Corriera Della Sera, Lozan Antlaşması ile "Türkiye, başlıca amacı olan egemenliğe sahip yönetim siste­mini elde etmeyi başarmıştır," diye yazmıştır. 1 005

Türk basınında ise Lozan genel anlamda "zafer" olarak görülmüştür. Tevhid-i E{kar gazetesinin, Lozan görüşmelerini yerinde izleyen muhafazaka� başyazarı Velid Ebuzziya'ya göre Lozan Antlaşması'nı imzalayan İsmet Paşa, "Hem savaş gazisi, hem barış gazisidir. " Velid Ebüzziya şöyle demiştir: "Milli Müca­delemizin en değerli kumandanlarından biri olan İsmet Paşa Yu­nanlılara karşı askeri zaferini kazandığı gibi, Lozan'da da bütün Avrupa'ya karşı barış zaferini kazanmış, binaenaleyh 'hem harp gazisi hem de sulh gazisi' unvanına hakkıyla layık olmuştur. " 1006

Lozan Antlaşması'nı İslam dünyası da tartışmasız bir Türk zaferi olarak görmüştür. Hintli Müslüman liderlerinden Sir Ali Baig, Asiatic Review dergisinin Ekim 1 923 sayısına verdiği de­me çte Lozan'dan şöyle söz etmiştir:

"Lozan Antlaşması, Asya ve Avrupa için oldukça önemli olan diplomatik bir zaferdir. ( . . . ) Bütün Avrupa, İsmet Paşa'yı yetenekleri, dürüstlüğü, içtenliği ve ağırbaşlılığından ötürü tak­dirle anmaktadır. Modern Türkiye'nin kurucusu Mustafa Ke­mal Paşa'nın da İslam dünyasının her yerinde saygınlığı büyük­tür ve ona 'Seyfullah' (Tanrı'nın kılıcı) adı verilmiştir . . . Barış Hindistan'ın her yerinde sevinçle karşılanmıştır. " 1 007

İngiliz tarihçi Tynbee'ye göre de Lozan bir Türk zaferidir: "Lozan'da Müttefikler Türk ulusçularının yaklaşık olarak tüm taleplerine boyun eğdiler. Dünya şaşılacak bir manzarayla kar-

1 003 age., s. 1 87. 1 004 age., s. 1 87, 1 88 . 1 005 age., s . 1 88. 1006 Şimşir, age., s. 592, 593. 1007 Sonyel, age., s. 1 89.

522

şılaşmıştır: Yenilgiye uğratılmış ve görünürde yıkılmış olan bir ulus, yıkıntıların üzerinden yükselerek kesinlikle eşit koşullar içerisinde dünyanın en yüce uluslarının önüne çıkarak, I. Dünya Savaşı'nın aşağılanmış olan muzafferlerinden hemen hemen her ulusal dileğini kazanmıştır . . . " 1 008

Atatürk "Nutuk "ta Lozan Antlaşması'nı madde madde Sevr Antlaşması'yla kıyaslayıp şu sonuca varmıştır:

"Lozan Antlaşması'ndaki hükümleri, öbür barış önerisiyle daha çok karşılaştırmanın yersiz olduğu düşüncesindeyim. Bu

antlaşma, Türk ulusuna karşı yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sevr Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış büyük bir yok etme girişiminin yıkıfışını bildirir bir belgedir. Osmanlı tarihinde ben­zeri görülmemiş bir siyasal utku yapıtıdır."

Salahi Sonyel'in, Bilal Şimşir'in, Seha Meray'ın ve daha birçok değerli biliminsanının İngiliz arşivleri başta olmak üze­re dünya arşivlerini tarayarak önümüze koydukları bir kamyon belge vardır Lozan gerçeğini gözler önüne seren . . . Ancak bütün bu belgelerin gösterdiği gerçeğe değil de "ruh çağıran" bir fesli delinin şizofrenik sayıklamalarına inanmak da bir tercihtir tabii!

Lozan Antlaşması'nın Türkiye için nasıl büyük bir zafer ol­duğunu anlamak için o günlerde Türkiye'nin içinde bulunduğu koşulları akıldan çıkartmamak gerekir. Adnan Bey ile İsmet Paşa arasındaki şu yazışmalara bakar mısınız?

İstanbul' da Adnan Bey' den İsmet Paşa 'ya tel ( 3 1 .7. 1 923) :

"Masrafları çıkarabilmek için antlaşmadan 3000 nüsha faz-la bastıralım mı?"

"İsmet Paşa'dan İstanbul'da Adnan Bey'e tel ( 3 1 .7. 1 923 ) : "Fazla 3000 nüsha bastırılması uygundur. " 1009

Önsözünde "Kurtuluş Savaşı" , girişinde "Mudanya Müta­rekesi" yazan, sonsözü "Bağımsız Türkiye" olan dünyanın en uzun süreli kalıcı barışının adıdır Lozan . . . Emeği geçen herkese sonsuz teşekkürler . . . Ruhları şad olsun . . .

1 008 age., s. 1 89. 1 009 Şimşir, age., 5. 602.

523

YALAN 27

23 N İsAN ÇOCUK BAYRAMı VE

ATATÜRK

"23 Nisan', Çocuklara Atatürk Armağan Etmemiştir! "

23 Nisan Yalancıları

3 Nisan 201 1 tarihli Vatan gazetesinde "23 Nisan'ı Ço­cuklara Atatürk Armağan Etmedi" başlıklı bir haber yayımlan­mıştır. IOIO "Tarihçi Doç. Dr. Mehmet Ö. Alkan'dan Şok iddia " alt başlığıyla verilen ve Mehmet Ö. Alkan'ın Toplumsal Tarih dergisinin nisan sayısında "23 Nisan'ın Gayri Resmi Tarihi" başlıklı araştırmasına dayanan bu habere göre tarihçi Alkan, 23 Nisan'ı çocuklara Atatürk'ün armağan etmediğini ifade etmiştir:

"23 Nisan, 'Atatürk'ün çocuklara armağan ettiği bayram' olarak geçmektedir. 23 Nisan başlangıçta yalnızca 'milli bayram' olarak kabul edilmiştir, çocuk bayramı ile ilgisi yoktur. Bilindiği gibi TBMM 23 Nisan 1 920'de açıldı. ilk yıldönümünde, yani 23 Nisan 1 92 1 'de açılış günü 'milli bayram' olarak kabul edildi. Mil­li Mücadele'nin ilk bayramıydı, lakin bayramın adı yoktu, yasa metninde 'Milli Bayram' olarak geçiyordu. Üstelik çocuklara da armağan edilmemişti. Aslında 1 981 yılına kadar da çocuklara

1010 "23 Nisan', Çocuklara Atatürk Armağan Etmedi", www.gazeteyatan.com. 3 Nisan 201 ı .

525

'armağan' edilmeyecekti. " İleride bu konunun ayrıntılarını verdi­ğimde görüleceği gibi, Mehmet Ö. Alkan'ın bu anlatısında doğru, yanlış, çarpıtma bir arada, iç içedir. Haber şöyle devam ediyor: "23 Nisan'ı çocuklara armağan edenin kuşkusuz Fuat Umay ol­duğunu söyleyen Alkan, şöyle devam ediyor: 'Bu aşamada 23 Ni­san gününü çocuklara özel bir gün olarak kim önerdi sorusunu cevaplamak gerekir. Bu doğru bildiğimiz yanlışlardan biridir ve 'Atatürk 23 Nisan'ı çocuklara bayram olarak armağan etti' şek­linde ifade edilmektedir. Bu doğru değildir. Aslında 23 Nisan'ın bir çocuk günü/bayramı olarak kabul edilmesini Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin uzun süre başkanlığını da yapan Kırklareli Milletve­kili Fuat Umay'ın önerdiği anlaşılmaktadır. "

Görüldüğü gibi Alkan kararsızdır! Fuat Umay mı yoksa Kenan Evren mi? 23 Nisan'ı çocuklara kimin armağan ettiğine bir türlü karar verememiştir. Bir yerde Kenan Evren, bir yerde Fuat Umay demiştir. Son tahlilde Alkan'a göre her ikisi de 23 Nisan'ın çocuklara armağan edilmesinde etkilidir! Onlar etki­lidir etkili olmasına, ama ona göre 23 Nisan'ın çocuk bayramı olmasında Atatürk'ün hiçbir etkisi yoktur!

Mehmet Ö. Alkan'ın Toplumsal Tarih dergisindeki makalesi, Atatürk'e saldırmak için fırsat kollayan Cumhuriyet tarihi yalancı­tarının hemen harekete geçmesini sağlamıştır. Bu iddianın üzerine ilk adayanlardan biri Prof. Cemil Koçak olmuştur. Koçak, 24 Ni­san 201 1 'de Star gazetesinde "23 Nisan'ı Atatürk Hediye Etmedi" başlıklı köşe yazısında Mehmet Ö. Alkan'ın Toplumsal Tarih der­gisindeki "23 Nisan'ın Gayri Resmi Tarihi" adlı makalesine gön­derme yaparak, " . . . Atatürk'ün bayramı çocuklara armağan ettiği

tamamen bir efsanedir. Armağan öyküsü ilk kez 1 957 yılında du­yulmaya başlamış olup, 27 Mayıs sonrasında yaygınlaşmıştır. 23 Nisan'ın resmi olarak ulusal egemenlik ve çocuk bayramı olarak kabul edilmesini ise 1 2 Eylül yönetimine borçluyuz!" demiştir. IOI !

Böylece "resmi tarihle yüzleşme" adı altında bir Cumhuri­yet tarihi yalanı daha ete, kemiğe bürünmeye başlamıştır.

101 1 Cemil Koçak, "23 Nisan', Atatürk Hediye Etmedi ", Star, 24 Nisan 201 1 .

526

Derken 2014 Nisan ayında konu bir kere daha ısıtılıp gün­deme getirilmiştir. Başbakanın "akil" insanlarından Mustafa Armağan'ın Derin Tarih dergisi 2014 Nisan sayısında "Atatürk 23 Nisan'ı Çocuklara Armağan Etmedi! " başlıklı bir kapakla çıkmıştır.

Derin Tarih dergisinin 2014 Nisan sayısının kapağı

Mustafa Armağan, "Atatürk 23 Nisan'ı Çocuklara Arma­ğan Etmedi" başlıklı yazısında, bilinenin aksine 23 Nisan'ın "Çocuk Bayramı" olarak kutlanmasında Atatürk'ün "dahıinin olmadığını ", bu bayramın 23 Nisan 1 927'de Himaye-i Etfal Cemiyeti (Çocuk Esirgeme Kurumu) tarafından başlatıldığını belirtmiştir. Armağan, " 1 929'da ilk ciddi kutlamalar yapıldı ve Atatürk bu kutlamalara davet üzerine bir iki defa katıldı, " diyerek de Atatürk'ün 23 Nisan Çocuk Bayramlarına ilgi gös-

527

termediğini anlatmak istemiştir. Sonuçta 23 Nisan'ın Atatürk tarafından çocuklara hediye edildiği söylemi Armağan'ın ifade­siyle, 'Bir Cumhuriyet efsanesinden ibarettir!' Armağan yazısın­da ayrıca " Doğmadan öldürülen bayram: 23 Nisan!" tespitinde bulunarak Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin çocuklara armağan ettiği bayramı Atatürk'ün ve dönemin hükümetinin adeta "doğmadan öldürdüğünü" iddia etmiştir.

201 1 Nisan ayı başında Doç. Dr. Mehmet Ö. Alkan, 201 1 Nisan ayı sonunda Prof. Dr. Cemil Koçak ve 2014 Nisan ayında Mustafa Armağan, "23 Nisan'ı Çocuklara Atatürk Armağan Et­medi ! " diyerek, akıllarınca ezber bozmuşlardır!

Buradaki algı yönetimi de sanırım dikkatinizi çekmiştir. 23 Nisan yalancıları yalanlarını özellikle nisan aylarında dile getir­mişlerdir.

Atatürk'ün Çocukları

Atatürk'e göre "vatanı korumak çocukları korumakla baş­lar", "Çocukları her türlü ihmal ve istismardan korumalı ve on­lar her koşulda yetişkinlerden daha özel olarak ele alınmalıdır".

528

Atatürk'e göre "Çocuk sevgisi insan için bir ihtiyaçtır. "

Atatürk, Türkiye'deki tüm çocukları manevi evlatları olarak gören bir liderdir.

Atatürk, zorlu savaş yıllarından itibaren birçok çocuğun ha­miliğini/koruyuculuğunu üstlenmiş ve çok sayıda manevi çocuğa sahip olmuştur.

Atatürk, çocukları geleceğin "gü/ü ", "yı/dızı " ve "yüce/iş ruhu " olarak adlandırmıştır. 1 7 Ekim 1 922'de çocuklara aynen şöyle seslenmiştir:

"Küçük hanımlar, küçük beyler! Sizler hepiniz geleceğin bir gülü, yıldızı, bir yüceliş nu­

rusunuz. Yurdu asıl nurla dolduracak sizsiniz. Kendinizin ne denli önemli, değerli olduğunuzu düşünerek ona göre çalışınız. Sizlerden çok şeyler bekliyoruz. "1012

1 921 'de Ankara'da kurulan Türkiye Himaye-i Etfal Cemiyeti (Çocuk Esirgeme Kurumu) kuruluşundan itibaren, TBMM Başka­nı ve Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk'ün desteğini almıştır.

Atatürk, geleceğin çocuklarının daha zengin ve daha mutlu olacakları bir Türkiye yaratmak istemiştir. 1 927 yılında yaptığı bir konuşmada, « • • • Hiç şüphe yoktur ki Cumhuriyet'in gele­cekteki çocuklan bizden daha çok geçim genişliğine ve mutlu­luğa sahip olacaktır," demiştir. 1 0 1 3

Atatürk'ün çocuk sevgisinden uzun uzun söz etmeyi anlam­sız buluyorum. Atatürk'ü biraz olsun tanıyan herkes ondaki ço­cuk sevgisinin boyutları hakkında iyi kötü bir fikre sahiptir. En basitinden ömrünün son yıllarında manevi kızlarından Ülkü'ye olan düşkünlüğünü bilmeyen yoktur.

Atatürk ve İlk Çocuk Hakları Bildirisi (Cenevre Beyannamesi)

1 923 yılında Milletlerarası Çocuklara Yardım Birliği "Ce­nevre Çocuk Haklan Beyannamesi"ni yayımlamıştır.

Çocukların beslenmesi, tedavi edilmesi ve her bakımdan korunarak büyütülmesini amaçlayan, çocuk haklarıyla ilgili

1012 Arı İnan, Düşünceleriyle Atatürk, Ankara, 1991, s. 314. 1013 Mahmut Goloğlu, Devrimler ve Tepkileri, "Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, C 1,

İstanbul, 2007, s. 253.

529

dünyadaki ilk evrensel bildiri olan 1 923 tarihli bu "Cenevre Be­yannamesi "ni 1 928 yılında Türkiye adına Atatürk de imzala­mıştır . 1 014

Atatürk ve Himaye-i Etfal Cemiyeti

"Akil tarihçi" , hükümet desteğiyle çıkardığı Derin Tarih dergisinin nisan sayısında "23 Nisan'ı çocuklara Atatürk'ün de­ğil Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin armağan ettiğini ! " belirtmiştir.

Bu nedenle önce Himaye-i Etfal Cemiyeti'ni tanıyalım: Tarihimizin en bunalımlı, aralıksız savaş dönemlerinde cep­

heden cepheye koşan Atatürk, o günlerde anasız babasız yetim kalmış, yokluk ve yoksulluk içinde kıvranan, aç, çıplak ve evsiz çocuklarımızla ilgilenmiş, onlara elinden gelen her türlü yardımı yapmıştır.

Atatürk, ı . Dünya Savaşı yıllarına ait 9 Kasım 1 9 1 6 tarihli hatıra defterine şunları yazmıştır:

"Yollarda birçok muhacir gördük. Bitlis'e avdet ediyorlar. Cümlesi aç, sefil, ölüme mahkum bir halde 4-5 yaşlarında bir çocuğu ebeveyni yol üzerinde terk etmişler, bu da bir karı koca­nın peşine takılmış. Onları ağlayarak 100 metreden takip edi­yor. Kendilerini, çocuğu almadıkları için azarladım. m o ı s

Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Atatürk, sosyal yar­dımlara büyük önem vermiştir. Bu çerçevede 2 Mayıs 1 920'de TBMM'de kabul edilen "İcra Vekillerinin Sureti İntibahına Dair Kanunu "nun ı. maddesiyle sosyal hizmetlerden de sorumlu olan "Sıhhiye ve İçtimai Muavenet Vekilleti'ni (Sağlık ve Sosyal Yar­dım Bakanlığı) kurdurmuştur. Savaş sırasında BMM, 1 5 Hazi­ran 1921 'de de «Sosyal Yardım Komisyonu"nu kurmuştur. 1016

Daha Cumhuriyet kurulmadan önce başlatılan sosyal yar­dım faaliyetleri Atatürk'ün teşvikleriyle artarak devam etmiş­tir. Bu konuda Meclis kanunlar çıkarmış, düzenlemeler yapmış

1014 İffet Aslan, Belleten, C XLVI, S. 1 83, Ankara, 1 982, s. 573. 1015 Şükrü Tezer, Atatürk'ün Hatıra Defteri, Ankara, 1 999, s. 66. 1016 Makbule Sarıkaya, Türkiye Himaye-i Etfal Cemiyeti, 1921-1935, Ankara,

201 1 , s. 28, 29.

530

ve kurumlar kurmuştur. İşte o kurumlardan biri de daha Kur­tuluş Savaşı devam ederken kurulan Türkiye Himaye-i Etfal Cemiyeti'dir.

Türkiye Himaye-i Etfal Cemiyeti 30 Haziran 1 921 'de Ankara'da kurulmuştur. 1017 Cemiyet, Ankara'da Atatürk'ün ya­yın organı durumundaki Hakimiyet-i Milliye Matbaası'nda kü­çük bir odada kurulmuş ve odanın bulunduğu bina cemiyetin hem merkezi hem de misafirhanesi olarak kullanılmıştır. L O I S

Çocukların Koruyucusu Kutsal Umay

Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin kurucularının büyük çoğunluğu milletvekilidir. Kurucular arasında Fevzi Paşa (Kozan Mebusu), Dr. Adnan Bey (İstanbul Mebusu), Dr. Fuad Bey (Bolu Mebusu), İbrahim Süreyya Bey (Saruhan Mebusu), Mustafa Necati Bey (Saruhan Mebusu) Dr. Refik Bey (Beyazit Mebusu), Rauf Bey (TBMM 2. Başkanı ), Şeref Bey (Edirne Mebusu), Yunus Nadi Bey ( İzmir Mebusu) 1019 gibi isimler vardır. Bu isimlerin neredeyse tamamı -dönem itibariyle- Atatürk'ün yanında yakınında bu­lunan, onunla iyi ilişkiler içindeki kişilerdir. Hepsi de Atatürk döneminde çok önemli görevler yapmıştır. Örneğin uzun yıllar cemiyetin başkanlığını yapan Dr. Fuad Umay, 19 Mayıs 1 921 'de kurulan Bakanlar Kurulu'nda Sıhhiye Vekili (Sağlık Bakanı) ola­rak görev yapmıştır. "Dr. Fuad Umay, Kurtuluş Savaşı ile bir­likte Türkiye'nin yönetimini üstlenen, erdemli ve yetenekli Ke­malist kadroda yer almıştır. "1020 "Devletin Şefkatli Eli Dr. Fuad

1017 Bu cemiyet, 6 Mayıs 1917 tarihinde İstanbul'da kurulan "Osmanlı Himaye-i Etfal Cemiyeti" ile karıştırılmamalıdır. Daha sonra İstanbul'daki cemiyet de Ankara'da kurulan "Türkiye Himaye-i Etfal Cemiyeti"ne bağlanmıştır. Sarı­kaya, age., s. 43-48.

1018 Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumunun Küçük Tarihçesi 1 921-1939, İstanbul, 1 940, s. 3, 4; Safiye Kıranlar, Savaş Yıllarında Türkiye'de Sosyal Yardım Faaliyetleri ( 1 914-1923), Ankara, 2013, s. 279.

1019 Ankara Himaye-i Etfal Cemiyet-i Nizamnamesi, 30 Haziran 337; Sarıkaya, age., s. 51 ; Yaşar Baytal, Atatürk Döneminde Sosyal Yardım Faaliyetleri, ( 1 923-1 938), Ankara, 2012, s. 109.

1 020 Murat Yümlü, "Bir Devrin Cemiyet Adamı Dr. Fuat Umay Biyografisi Üze­rine Bir İnceleme", History Studies, Onadoğu Özel Sayısı, 2010, s. 440.

531

Bey " adlı makalede belirtildiği gibi, "Devlet Baba'nın şefkatli elleri, tüm çocukların avuçlarının sıcaklığını kendi avuçlarında duyan Dr. Mehmet Fuat'ın elleriyle temsil edilecektir artık. "1021

Umay, Atatürk'ün de isteği doğrultusunda çocuk ve gençliğin korunmasıyla ilgili kanunların çıkarılmasına önayak olmuştur. Fuad Umay'ın tabiriyle Türkiye'nin o yıllarda bir "Çocuk Da­vası" vardır.ı022 Atatürk bu "Çocuk Davası"ndan şöyle söz et­miştir: " Çocukları severiz, çünkü çocuk bizim davamızdır. Her çocukta biz ebediyete doğru uzanıp gitme iştiyakımızın tatminini buluruz." 1023

Atatürk, Soyadı Kanunu çıktığında Türk çocuklarına yö­nelik kıymetli hizmetlerinden dolayı Dr. Fuad Mehmet Bey'e, Eski Türk dilinde "çocukların koruyucusu" kutsal Umay'a atfen "Umay" soyadını verir.ıoH

Himaye-i Etfal Cemiyeti Nizamname-i Esasisi 26 Kasım 1 92 1 'de TBMM'de kabul edilmiştir. ıoH

Çocuk Cemiyetinin Koruyucusu Atatürk

Atatürk'ün yanında yakınındaki isimlerin kurucu üye oldu­ğu Himaye-i Etfal Cemiyeti'ni bizzat Atatürk himaye etmiştir. 1026

Cemiyet kurulduğu günden itibaren Atatürk'ün desteğini al­mıştır. Cemiyet ilk nizamnamesinde Atatürk'ün fotoğrafının he­men altına "Cemiyetimizi himayelerine almak lütfunda bulu­nan Gazi Mustafa Kemal Paşa Hazretleri"nin bu davranışından

1 02 1 "Devletin şefkatli Elleri; D r. Fuat Umay", http://www.trakyaııezi.com. (Son erişim, 9 Nisan 2014).

1 022 Baytal, age., s. 289. 1 023 Niyazi Ahmet Banoğlu, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, C 2, 2. bas., İstanbul,

1 967, s. 82. 1 024 Veysi Akın, Bir Devrin Cemiyet Adamı Doktor Fuad Umay, Ankara, 2000, s. 3. 1 025 " Türkiye Himaye-i Etfal Cemiyeti menafi umumiyete hadim cemiyetler me­

yanında ithali kanunen . . . İcra Vekilleri Heyeti'nce . . . " kabul edilerek onay­lanmıştır. BCA (Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi) Fon kodu: 030. 13.01 .02, Kutu: 33, Dosya no: l , Evrak no:2, Kararname no: 1 223, Tarih, 26 Teşrinisani !Kasım 337/192 1 ) .

1 026 "Himaye-i Etfal", Hakimiyet-i Milliye, 1 Temmuz 1337/1 921 , s. 1; Baytal, age., s. 1 1 0; Sarıkaya, age., s. 67.

532

dolayı onur duyulduğu belirtilmiştir. Atatürk de kendi elyazısıy­la yazdığı 1 1 Temmuz 1921 tarihli telgrafında "Himaye-i Etfal Cemiyeti Muhteremesinin himayesini kemal-i iftiharla kabul ederim. Cemiyetin kıymetkilr ve feyizkilr mesaisinde muvaffak olmasını temenni eylerim efendim," diyerek cemiyeti himayesi­ne almaktan "iftihar" duyduğunu belirtmiştir. 1027

Atatürk her fırsatta cemiyete yardım etmenin öneminden söz etmiştir. Örneğin bir keresinde: "Memleket çocuklannı ko­rumayı üzerine alan Himaye-i Etfal'e vatandaş yardıma mec­burdur," demiş; 1 Kasım 1 928 tarihli Meclis konuşmasında da " . . . Çocuk Esirgeme Kurumunun gelişmesi için de genel ilgiyi çekmek isterim,J>1028 diyerek halkı cemiyete yardıma çağırmıştır.

Atatürk sosyal yardım işlerine ve cemiyetlerine öylesine önem vermiştir ki, sadece Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin hamisil koruyucusu olmakla kalmamış, aynı zamanda bir başka sosyal yardım cemiyeti olan Hilaliahmer Cemiyeti'nin (Kızılay) de fahri başkanlığını kabul etmiştir. 1029

Atatürk'ün himayesindeki Himaye-i Etfal Cemiyeti doğal olarak Atatürk ve çevresinin etkisi altındadır. Örneğin cemiyet ilk çalışmasına, Mareşal Fevzi Çakmak'ın kuruma telgraf çek­mesiyle başlamıştır. Bu doğrultuda cemiyet cepheden gönderilen 1 500 çocuk için Ankara'da küçük bir misafirhane açmıştır. 1030

Cemiyetin kongrelerine genelde Büyük Millet Meclisi Başka­nı başkanlık etmiş, bazen devletin en üst düzey temsilcileri; cum­hurbaşkanı ve başbakan katılıp konuşmalar yapmıştır. Örneğin Ankara'da Türk Ocağı salonunda yapılan Türkiye Himaye-i Etfal Cemiyeti Yıllık Kongresi'ne Cumhurbaşkanı Atatürk ile Meclis Başkanı Fethi Bey de katılmıştır. 1031 1 3 Haziran 1 936 ta­rihli Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin 13 . ve 14. sene kongresine de

1027 Sarıkaya, age., s. 67. 1 028 Millet Meclisi Tutanak Dergisi, D. III, C 5, Sa. 2, 1 Kasım 1 928. 1 029 Utkan Kocatürk, Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, Ankara, 1 999, s. 346. 1 030 "Anadolu'da Himaye-i Etfal'in Oç Aylık Faaliyeti", İkdam, 1 6 Kanunusani,

1 33 8/1 922, s. 2; Kıranlar, age., s. 280; Fuar Umay, Çocuk Esirgeme Kurumu 25 Yılda Neler Yaptı: Çocuk Davarnız, İzmir, 1 946, s. 6; Baytal, age., s. 1 1 1 .

1031 Sarıkaya, age., s. 62.

533

Başbakan İnönü ve bazı bakanlar katılmış, İnönü kongre sonra­sında bir de konuşma yapmıştır. 1032

Atatürk'ün Cemiyete Para Yardımı

Devlet ileri gelenleri Himaye-i Etfal Cemiyeti'ne para yar­dımında bulunarak halka örnek olmak istemişlerdir. Cemiyete bağış yapanlardan biri de Cumhurbaşkanı Atatürk'tür. Atatürk, 7 Mart 1 928 tarihinde fakir çocuklara dağıtılmak üzere cemi ye­te 1 000 TL bağışta bulunmuştur.ıo33

Cemiyet, 1 927 yılından itibaren yardım edenleri ödüllendir­meye başlamıştır. Bu çerçevede 1 930 yılında Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa, Büyük Millet Meclisi Reisi Kazım Bey, Başvekil İsmet Paşa, Erkanı Harbiye Reisi Müşir Fevzi Paşa ve Himaye-i Etfal Cemiyeti Umum Merkez Reisi Dr. Fuat Bey'e al­tın madalya; Vi. Ordu Komutanı Naci Paşa ve cemiyetin Bursa merkezi reisi Dr. Rıza Tahir Bey'e de gümüş madalya vermiş­tir. 1034

Cemiyete Devlet Desteği

Dönemin tek partisi CHP, Himaye-i Etfal Cemiyeti'ne elin­den gelen her türlü desteği vermiştir. Örneğin, 26 Kasım 1 923 tarihli Posta Kanunu ile Himaye-i Etfal Cemiyeti posta işlerinden muaf tutulmuştur. 1035 1 1 Nisan 1932'de "Çocuk Bayramı Mü­

nasebetiyle Nisan'ın 20'sinden 30'una Kadar Posta Müreselatı ile Telgraf/ara Şefkat Pulu Yapıştırılması Hakkında Kanun " ile Himaye-i Etfal Cemiyeti'ne gelir sağlanmıştır. 1036 TBMM, çıkar­dığı kanunlarla Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin arsalara ve büyük

1032 "Çocuk Esirgeme Genel Kongresi 1 3 Haziran 'da Toplandı ", Çocuk, VII, Temmuz 1936, s. 7; Sarıkaya, age., s. 62.

1033 Baytal, age., s. 284, 285. 1034 Türkiye Himaye-i Etfal Cemiyeti Umumi Merkezi Dokuzuncu ve Onuncu

Seneler Umumi Kongresine Takdim Edilen 1 930-1931 Seneleri Mesai Raporu, s. 12; Gürbüz Türk Çocuğu, XLV, Haziran 1 930, s. 4; Sarıkaya, age., s. 65, 66.

1035 Sarıkaya, age., s. 106. 1036 age., s. 107.

534

binalara sahip olmasını da sağlamıştır. IOJ7 22 Haziran 1 926 ta­rihli bir kanunla cemiyet damga vergisinden muaf tutulmuştur. 26 Mart 1931 tarihli bir kanunla da para ile işleyen otomatik makineleri getirme, imal ve kullanma hakkı cemiyete verilmiş­tir. 1038 Böylece cemiyete yeni bir gelir kapısı daha açılmıştır.

Himaye-i Etfal Cemiyeti (Çocuk Esirgeme Kurumu)

1 92 1 'de kurulan Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin adı 1935'te bizzat Atatürk tarafından Çocuk Esirgeme Kurumu'na dönüş­türülmüştür,1039 cemiyet 1937 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla "kamu yararına çalışan bir dernek" statüsü kazanmıştır. ıo4o

Atatürk'ün liselerde okutmak için 1 932'de hazırlattığı tarih kitaplarından "Tarih l V"te Türkiye Himaye-i Etfal Cemiyeti'ne iki sayfa kadar yer ayrılmıştır. Birazını birlikte okuyalım:

"Gazi'nin yüksek koruyucu reisliği, Başvekil İsmet Paşa'nın

1037 age., s. 107. 1038 age., s. 108. 1039 "Devletin şefkatli Elleri: Dr. Fuat Umay", hup:/Iwww.trakyagezj.com. (Son

erişim, 9 Nisan 2014). 1040 Sarıkaya, age., s. 48.

535

daimi yardımı ve yol göstermesiyle cemiyet toplumsal bünyemi­

zin esas unsurlarından biri haline geldi. Meydana getirilen müs­

pet hayır işleri, her güzel ve iyi esere kıymet biçmekte daima

isabet gösteren Türk milletinin takdir ve ilgisini çekti. Az za­

manda cemiyet 450'si Cumhuriyet sınırları içinde ve 40'ı vatan

dışındaki Türkler tarafından kurulmuş olmak üzere 490 merkez

ve şube ile dallanan büyük bir teşkilat kökü oldu. Merkez olan

Ankara'da bakım ve yardım teşkilatına sahip bir çocuk sarayı ile

cemiyet için gelir verecek büyük binalar meydana getirildi. " 1041

Yazıda ayrıca cemiyetin anasız babasız çocuklar için Ana Ku­cağı, çalışan annelerin çocukları için Bakımevleri ve Süthaneler, Süt Damlaları ve Çocuk Bahçeleri, hamam ve banyolar ile mu­ayenehaneler açtığı ve her yıl ortalama 100 bin çocuğa yardım ettiği belirtilmiştir. 1 042

Sonuç olarak Himaye-i Etfal Cemiyeti bir Cumhuriyet kuru­mudur. Himay-i Etfal Cemiyeti'nin kurucu üyelerinin çoğu önce Atatürk'ün yakın dostu, sonra CHP milletvekilidir. Himaye-i Etfal Cemiyeti'ne dönemin CHP'si her türlü yardımı ve des­teği vermiştir. Atatürk, Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin hamisil koruyucusudur. Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin bütün faaliyetle­ri -biraz da dönemin mantığı gereği- CHP'nin ve TBMM'nin gözetimi ve kontrolü altındadır. Durum böyle olunca Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin, genç Cumhuriyeti doğrudan ilgilendiren çok önemli faaliyetlerinde Atatürk'ün "dahlinin olmadığını ", bu fa­aliyetlerin Atatürk'ten bağımsız, Atatürk'ün haberi olmadan ya­pılmış faaliyetler olduğunu iddia etmek gerçekdışıdır.

Çocuk Bayramı Fikri Atatürk'e Aittir

En son söyleyeceğimi hemen şimdi söyleyerek başlıyorum: 23 Nisan'ın çocuk bayramı olması düşüncesinin fikir babası Atatürk'tür. Atatürk daha cumhuriyet ilan edilmeden önce, 23

104 1 Tarih IV, s. 342. 1 042 age., s. 342, 343.

536

Nisan 1 920'de TBMM'nin açıldığı günün akşamı ortaya atmış­tır bu fikri . . .

Şöyle ki: Büyük Millet Meclisi'nin açıldığı 23 Nisan 1 920 gunu­

nün akşamı, Atatürk bazı arkadaşlarıyla bir sohbet toplantısı yapmıştır. Yunus Nadi, Ruşen Eşref, Hacı Feyzullah Efendi ve sonradan Muallimler Birliği Reisi olan Mazhar Müfit Bey'in de hazır bulunduğu o sohbette, arkadaşları: "Paşam! Bugün Bü­yük Millet Meclisi'ni açtık. Bunu bütün mil/etimize ve İtilaf Devletleri'ne ilan ettik. Fakat bugünün adı ne olsun?" sorusunu sormuştur. Atatürk bu soruya şu cevabı vermiştir: "Efendiler! Osmanlı İmparatorluğu, 600 yıl bu milletin kaderine hakim olmuştur. Bugün Osmanlı İmparatorluğu kısmen dağılmış ol­masına rağmen İstanbul' da bir hükümeti mevcuttur. Osmanlı İmparatorluğu'nun yanında, bugün bizim açtığımız Meclis ço­cuk kalır. Onun için, bugünün adına Çocuk Bayramı diyelim. Bu çocuk büyüsün kendi zaferini kendisi ilan etsin. "1043

Yani TBMM'nin açıldığı 23 Nisan'la "çocuk", "çocuk bay­ramı" ilişkisini ilk kuran kişi Atatürk'tür.

Atatürk'ün bu sembolik "çocuk bayramı" düşüncesi za­manla gerçekten bir "çocuk bayramı"na dönüşecektir.

Dönemin basını da sıkça 23 Nisanlarda Atatürk'ün bu (Yeni/Çocuk Meclis = Yeni/Çocuk Devlet = Çocuk bayramı) öz­deşliğini dile getirmiştir.

Örneğin, Yahya Kemal (Beyatlı), Hdkimiyet-i Milliye'de 23 Nisan 1 924 tarihinde kaleme aldığı "23 Nisan" başlıklı yazıda "23 Nisan'da Türkler, Osman Gazi'ye istiklal alameti olarak da­vul ve bayrak geldiği günlerde olduğu gibi mesut değildiler. Yeni istiklal, bir valide çocuğunu nasıl ağrılar ve acılar içinde doğu­rursa, ana vatanın ortasında öyle doğdu, "1044 demiştir. Böylece Yahya Kemal, 23 Nisan'da Ankara'da TBMM'nin açılmasıyla

1 043 M. Vehbi Tanfer, "Atatürk 'ün Türk Mil/etine Armağan Ettiği Bayram/ar", Atatürk Araşttrma Merkezi Dergisi, S. 39.

1044 Yahya Kemal Beyatlı, "23 Nisan", Hikimiyet-i Milliye, 23 Nisan 1924; 75 Yılın İçinden, (22 Yazardan Seçmeler), haz. Ahmet Oktay, İstanbul, 1998, s. 48.

537

yeni Türkiye'nin doğmasını, bir annenin çocuğunu doğurmasına benzeterek "23 Nisan ve çocuk" özdeşliği kurmuştur.

23 Nisan 1 934 tarihli Hakimiyet-i Milliye'nin manşeti şöy­ledir: "Türkiye Devletinin kurulduğu günleri yaşıyoruz. Türki­ye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan'da açılmıştı. Bunun içindir ki bu gün artık çocuklanmızın bayramıdır. "1 045

• • • • •

HAKIMIYETI MILLIYE

Türkive Büvük Millet Meclisi 23 nisanda açılmışh

Hakimiyet-i Mil/iye, 23 Nisan 1 934

, ....... i t tı .

Basına yansıdığı kadarıyla birçok kere birçok kişi bu bayra­mı Atatürk'ün ve hükümetin çocuklara armağan ettiğini belirt­miştir.

Örneğin 23 Nisan 1 926 tarihli Milliyet gazetesinde Himaye-i Etfal Cemiyeti Başkanı'nın şu açıklaması yayımlanmıştır:

"Bu gün çocuk günüdür, yani istikbale ve istiklale ait bir gündür. Cumhuriyet hükümetimiz bu günü çocuklara tahsis etti. "1046 Atatürk düşmanlarının, "23 Nisan'ı çocuklara o arma­ğan etti" dedikleri Fuat Umay Bey'in bu açıklaması önemlidir.

Ulus gazetesinin haberine göre 23 Nisan 1937 tarihli "Ço­cuk Bayramı" törenlerinde konuşma yapan kız lisesi öğrencile­rinden Ayla sözlerini şöyle bitirmiştir: "Kardeşlerim, arkadaş­lanm! Bize bu günü çocuk bayramı diye bağışladıklan için ne kadar sevinsek azdır. BİzE BU BAYRAMI VEREN YÜCE

1 045 Hakimiyet-i Milliye, 23 Nisan 1 934, s. ı . 1046 Milliyet, 2 3 Nisan 1 926, s . ı .

538

ATATÜRK VE KAMUT AY'DIR. (Yaşasın yüce Atatürk, yaşasın Kamutayımız, yaşasın Türk milleti)."1047

Atatürk'ün yaveri Cevat Abbas Gürer, Güneş Kulübü adı­na Tepebaşı Tiyatrosu'ndaki 23 Nisan kudamasında yaptığı 23 Nisan konuşmasında Atatürk'ü, "23 Nisan'ın Validi (Babası)" diye adlandırmıştır .1048

23 Nisan Çocuk Bayramları

23 Nisan, ilk defa 1921 'de çıkarılan bir kanunla "Hakimi­yet-i Milliye Bayramı" ilan edilmiştir. ı049 Bu, genç Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk milli bayramıdır. Bu bayram yurdun birçok yerinde resmi ve özel kuruluşların, halkın ve öğrencilerin katılı­mıyla coşkuyla kudanmıştır.loso

1 922 yılında Ankara'daki 23 Nisan kudamalarına öğ­rencilerin de katılması ayrı bir coşku yaratmış bunun üzerine "Mustafa Kemal'in de desteğini alan Himaye-i Etfal Cemiyeti yöneticileri, 23 Nisan 1 923 'te cemiyet adına yardım toplama­ya başlamışlardır. " 105 1 Yetim ve öksüz çocuklar için kurulun bir cemiyetin 23 Nisanlarda yardım toplamaya başlaması ve yar­dım amaçlı rozetlerin çocuklar tarafından satılması 23 Nisan'da çocukları daha da ön plana çıkarmıştır. "Reisicumhur Mustafa Kemal Paşa'nın da bu faaliyetlere destek vermesi ile"IOS2 23 Ni­san 1 925 yılında "çocuk günü " olarak, 1 926'dan itibaren ise "çocuk bayramı" olarak görülmeye başlanmıştır. 23 Nisanlar resmi olarak "Hakimiyet-i Milliye Bayramı" adıyla kutlanmaya devam etse de fiilen "çocuk bayramı" olarak da kutlanmıştır. ıos3

1 047 Ulus, 24 Nisan 1 937. 1 048 Turgut Gürer, Atatürk'ün Yaveri Cevat Abbas Gürer, Cepheden Meclise Bü-

yük Önder ile 24 Yıl, İstanbul, 2006, s. 332. 1 049 TBMM Zabıt Ceridesi, X, (Devre I), Tarih, 23 Nisan 337, s. 69-74. 1 050 Sarıkaya, age., s. 267. 1051 Mücahit Özçelik, "23 Nisan Çocuk Bayramı'nın Ortaya Çıkışı v e 1 922-

1 929 Yılları Arasında 23 Nisan Kutlamaları ", Akademik Bakış, C 5, S. 9, Kış 201 1 , s. 266.

1 052 agm., s. 266, 267. 1 053 Milliyet, 23 Nisan 1926.

539

i ıkı Bayram bir arada

Milli Hakimiyet ve ! Çocuk Bayramları

y .... ....- ....

Son Posta, 23 Nisan 1 93 7: Türkiye Büyük Meclisi'nin üstünde yükselen anne ve çocuk . . . Haberde

çocukların da Atatürk'ün ülküsü olan milli hakimiyet ülküsüne sahip

çıkmaları gerektiği belirtilmiştir.

1 054 Özçelik, age., s. 271.

540

İlk kapsamlı "çocuk bay­ramı" kutlamaları 1927 yılın­da yapılmıştır. Dönemin basını 23 Nisanlarda artık her şeyden çok Himaye-i Etfal Cemiyeti'ne yardım edilmesinden ve "çocuk bayramı"ndan söz etmeye baş­lamıştır.

Basma yansıdığı kadarıyla, "Reisicumhur Mustafa Kemal Paşa, Çocuk Bayramı'na bü­yük bir ilgi gösteriyordu. Türk halkından geleceğin Türkiyesi çocuklar üzerine bina edileceği için temel atılma gününün her yıldönümünde çocukların dü­şünülmesi ve onlara karşı olan vazifelerin yapılması istenmek­teydi. Ankara Himaye-i Etfal Merkezi de bu bayramın pek parlak bir surette kutlanması için hummalı çalışmalarda bu­lunmaktaydı. Reisicumhur ve başvekil, yarının sahiplerine karşı büyük bir alaka göste­riyorlardı ve çocuk gününün sevinçle kutlanması için özel çaba sarf ediyorlardı. "1054

Hükümet, 23 Nisan 1 923 "Hakimiyet-i Milliye Bayramı" kutlamalarında protokolde Himaye-i Etfal Cemiyet-i Başkanı Dr. Fuat Umay'a da yer vererek cemiyete, çocuklara ve fiilen kutlanan bu çocuk bayramına ne kadar çok önem verdiğini gös­termiştir. 1055

Çocuk Bayramı'nda Atatürk'ün Eşi Temsilci

1 922 ve 1 923 "Hakimiyet-i Milliye Bayramı" kutlamalarına çocukların büyük renk katması Atatürk'ün çok hoşuna gitmiştir. Bunun üzerine 1 924 yılı 23 Nisan kutlamalarında Himaye-i Et­fal Cemiyeti'ni, yani bir anlamda çocukları Atatürk'ün eşi Latife Hanım temsil etmiştir. Bu durum, "Mustafa Kemal'in çocuklara ve çocukların sorunlarına verdiği önemi göstermekteydi. Tören­lerde Latife Hanımefendi refakatinde Kırklareli mebusu Doktor Fuat, Afyon mebusu İzzet Ulvi Beyler çocuklarla ilgili destekle­rinden dolayı Reisicumhur Hazretleri'ni, Himaye-i Etfal Cemiyeti namına tebrik ettiler. Reisicumhur Hazretleri de Hanımefendi'ye ve heyete, çocuklara yaptıkları hizmetlerden dolayı gönülden te­şekkür etmiştir. Meclis'teki kutlama merasimini bir resmigeçit takip etmiş ve Reisicumhur Hazretleri askeri kıtaları selamlamış­lar ve kumandanlarına iltifatta bulunmuşlardır. " 1056

23 Nisan 1 924 tarihinde Hakimiyet-i Mil/iye gazetesinde "Bugün Yavruların Rozet Bayramıdır" başlığıyla halk cemiye­te bağış yapmaya çağrılmıştır. Aynı gazetenin 23 Nisan 1 926 nüshasında ise, "23 Nisan Türklerin Çocuk Günüdür" başlığı altında kahveci, arabacı ve otomobilci esnafın bugünde elde ede­cekleri gelirin bir kısmını Himaye-i Etfal Cemiyeti'ne bağışlaya­cakları belirtilmiştir.

"1 924 kutlamalarında Latife Hanım'ın Himaye-i Etfal temsilcisi olması ve Mustafa Kemal Paşa'nın Himaye-i Etfal Cemiyeti'ni açıkça desteklemesi 1 925 yılındaki 23 Nisan kut-

1055 Hakimiyet-i Milliye, 23 Nisan 1 923, s. ı . 1056 Özçelik, agm., s . 269.

541

lamalarında cemiyeti ön plana çıkarmıştır. " 1057 Gazetelerde 23 Nisan ve çocuk bayramı özdeşliği daha da artmıştır. Himaye-i Etfal Cemiyeti'ne yapılacak yardımların kimsesiz çocukların topluma kazandırılmasına yardım edeceği vurgulanarak halk ce­miyete yardıma çağrılmıştır. Bu çağrılar Atatürk'ün yanındaki, yakınındaki Cumhuriyet'in önde gelen isimleri tarafından dile getirilmiştir. Örneğin, Ahmet Ağaoğlu, Hakimiyet-i Mil/iye ga­zetesinde 23 Nisan 1 925 tarihli "Fakir Çocukları Unutmaya­

lım " başlıklı makalesindeloss halkı cemiyete yardıma çağırırken, Falih Rıfkı Atay da aynı gazetedeki makalesinde, "23 Nisan, ço­

cuklarımız için Himaye-i Etfal günüdür. Himaye-i Etfal Türkiye

Cumhuriyeti'nin en büyük davasıyla uğraşan yegane müessese­

dir . . . " diyerek halkı cemiyete yardıma çağırmıştır. 1059 Sonuç olarak 1 923-1 925 arasındaki 23 Nisan kutlama la­

rında Atatürk'ün; eşi Latife Hanım'la ve Cumhuriyet'in sözcüsü durumundaki Ahmet Ağaoğlu, Falih Rıfkı Atay gibi yazarlarla doğrudan desteklediği Himaye-i Etfal Cemiyeti 23 Nisanlarda çocukları her geçen yıl daha da ön plana çıkarmıştır. Böylece "çocuk bayramı"nın da temelleri atllmıştır. 1060

Çocuk Bayramları Bütün Yurtta Coşkuyla Kutlanmıştır

Himaye-i Etfal Cemiyeti, 1 92Tdeki "23 Nisan Çocuk Bayramı" kutlamalarına büyük özen göstermiştir. Cemiyetin seçtiği dört kişilik bayram kutlama heyeti her şeyi en ince ay­rıntısına kadar planlamıştır. Öyle ki, oyuncakların kullanımına ilişkin talimatnameler bile hazırlanmıştır. Hatta cemiyet o çocuk haftasında çocukların kullanacağı atlıkarıncanın işletilmesine ilişkin 1 0 maddelik bir tamim bile hazırlamıştır. 1061 "Gürbüz

Türk Çocuğu "nun 23 Nisan 1 927 tarihli sayısı "Çocuk Günü-

1057 agm., s. 269. 1058 Hikimiyet-i Milliye, 23 Nisan 1 925, s. 1 . 1059 Hikimiyet-i Milliye, 2 3 Nisan 1 925, s . 1 . 1060 Özçelik, agm., s . 270. 1061 Sarıkaya, age., s. 270.

542

ne Mahsus Fevkalade Nüsha" adıyla yayımlanmıştır. Bu sayı­da Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin çocuk davası hakkında bilgiler, yurtta çocuk bayramının nasıl kutlanacağına ilişkin açıklamalar ve fotoğraflar yer almıştır.

Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin 23 Nisan 1 927 çocuk bayramı kutlamaları için hazırladığı program şöyledir:

Sabahtan kız ve erkek öğrenciler bayrama katılmak için tören alanında toplanacak. Çocuklar için bayraklarla süslenen otomobiller hazırlanacak ve bando ile milli marşlar çalınacak. Saat 1 1 'e doğru süslenen otomobillere bindirilen çocuklara ban­do eşliğinde şehir turu yaptınlacak ve Çocuk Sarayı'na gidile­cektir. Himaye-i Etfal Cemiyeti Çocuk Sarayı önünde yapılan tak, sarayın önünde çocuklar için şeker, pasta ve oyuncaklardan oluşan masalar çocukların hizmetine sunulacak. Ana ve babalar Çocuk Sarayı'nın konferans salonunu doldururken, törene ka­tılmış çocuklar oyun bahçesinde ve tören alanında gönüllerince eğleneceklerdir. 1062 Tören aynen planlandığı şekilde gerçekleşti­rilmiştir. 1063 Ayrıca günün sonunda gece de öğrencilere fener ala­yı, yarışmalar, sergi, müsamere ve çeşitli eğlenceler düzenlenmiş ve geleneksel hale getirilen çocuk balosu yapılmıştır. Bu baloda çocuklar için oyuncaklar, yiyecekler hazırlanmış; çocuklar da şi­irler ve marşlar okuyarak çeşitli dans gösterileri yapmıştır. 1064

Öğrenciler de okullarında sınıflarını bayraklarla ve süslerle do­natmış, törenlerde şiirler ve marşlar okuyup devlet büyüklerini ziyaret etmişlerdir. Himaye-i Etfal Cemiyeti sadece Ankara'da değil, diğer illerde de benzer programlar düzenlemiştir . 1065

Atatürk'ün Çocuk Bayramı'nda Çocuklara Armağanları

22 Nisan 1 927'de Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin Hakimiyet-i

Mil/iye gazetesinde yayımlanan bir bildirisinde aynen şu ifade-

1062 Heyet-i İdare Karar Defteri ( 1 2 Mart 1 928) 'den naklen Sarıkaya, age., s. 271. 1063 "Ankara'da Çocuk Bayramı", Gürbüz Türk çocuğu, iX Nisan 1 927, s. 3. 1064 agm., s. 3. 1 065 Sarıkaya, age., s. 272.

543

lere yer verilmiştir: "Büyük Gazimiz çocuklanmızın 23 Nisan Bayramı'nı daha şerefli, daha sevinçli geçirmelerine vesile ola­cak büyük bir jestte bulunmuşlardır. Mustafa Kemal Paşa oto­mobillerinden birini törenlerde çocuklara tahsis etmiş ve Cum­hurbaşkanlığı bandosunun Çocuk Sarayı'nda, çocuk bayramı için görev yapmasını sağlamıştır. Şimdiye kadar Türk çocuk­lan, devletin üst düzey yöneticilerinin hiçbirinden bu derece şefkat ve sahiplenme görmedik/erinden bu saadete nail olan çocuklanmız ne kadar övünse ve sevinse yeridir. "1066

Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin bildirisi 22 Nisan 1 927 tarihli Milliyet gazetesinde ise şöyle yer almıştır: "Reis-i Cumhur Haz­retleri Çocuk Bayramı'na büyük bir alaka gösterdiklerinden otomobillerinden birisinin çocuklara tahsisini emir buyurduk­lan gibi Riyaset-i Cumhur Bandosu'nun da Çocuk Sarayı'nda bulunmasına müsaade etmişlerdir . . . "1 067 Görüldüğü kadarıyla Atatürk, "çocuk bayramı"na ilgisiz değildir, tam tersine çocuk­ları sevindirmek için elinden geleni yapmıştır.

Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin gazetelerde yayımladığı beyan­nameye göre 1 92Tdeki "23 Nisan Çocuk Bayramı" kutlamala­rına büyük ilgi gösteren Atatürk, o gün sadece bir otomobilini ve Riyaset-i Cumhur Orkestrası'nı çocuklara tahsis etmekle kal­mamış, o gece ayrıca bizzat çocukların coşkusunu paylaşmıştır. Atatürk o gece Ankara Evkaf Oteli'nde düzenlenen Himaye-i Et­fal Cemiyeti Balosu'na katılarak cemiyete, çocuklara ve 23 Ni­san Çocuk Bayramı'na ne kadar çok önem verdiğini göstermiş­tir . 1068 O baloda çocuklara 1 0 bin lira yardım toplanmıştır . 1069

1 066 Hakimiyet-i Milliye, 22 Nisan 1 927, s. ı . 1 067 Milliyet, 2 2 Nisan 1 927. 1 068 Vakit, 25 Nisan 1 927, s. ı . 1 069 Gürbüz Türk çocuğu, Nisan 1 927, s . ı .

544

�'.Yt.i-J ,a.JJ1JI:'';'-.,..��r. . .

.J"'�'J �,,,,"' .J� d:. . . . . � }It.

.� .... ...... -� � � .tw.,Jtı�JIIf ..,r ...",ın . � � ,. � ...,.

. ,.. JiI6'\\ooAf •• �JIIf -J>� $&.i ıuıı ,,� 'u ..... . .... .. �" ... ��, ..J,Jt � •• .....,.ı>�_ r' . �, � ) '" .� .... ..ıı. -ı. , s � ". j-�,,,. ......... ·,.r�t "#f" Jr� �-�Ii' ..,Jj • ta' , ; .. .,.J.

....... • ... sı / � ... . � J'._,

-.t.) •• • .JIf - ( ".-�

,. ... ",-..,.ç..,Jı ""-c � ;.J6 -�, .,.. ... � ��-�- .,... Lu- ""�""" *'JfV-ı -" ���",,.;, ..... ..,....;ıı .. Jj",JIIf �. , 01./14,. oo4l_ ... .uoet

> -.. /�,..j", ..

Milliyet, 22 Nisan 1 92 7: "23 Nisan Çocukların Günüdür. Çocuklara karşı içtimai vazifelerini ihmal edenler bugün

ihmallerinin tamiri çarelerini aramalıdırlar. " Haberin devamında Atatürk'ün bir otomobilini ve Riyaseti Cumhur Orkestrası'nı 23

Nisan'da çocuklara tahsis ettiği anlatılmaktadır.

Çocuklara Bir Gün Yetmez, Bir Hafta Olsun

Cumhurbaşkanı Atatürk gibi Başbakan İsmet Paşa da 23 Nisan Çocuk Bayramı'na ilgi göstermiştir. İsmet Paşa, ziyaret için köşklerine gelen çocukları tebrik ederek kendilerine sıhhat ve afiyet temenni etmiştir. 1070

1 926 yılından beri ülkenin her tarafında son derece coşku­lu törenlerle kudanan "çocuk bayramı"nı Atatürk ve hükümet

1 070 Vakit, 24 Nisan 1 927, s. 1 .

545

1 929'da "çocuk haftası" adıyla yedi güne çıkarmıştır.10?1 Maarif Teşkilatı da çocuk haftası etkinlikleri çerçevesinde okulları tatil ederek tüm öğrencilerin kutlamalara katılmasını sağlamıştır. 1072

Benoist-Mechin, "Kurt ve Pars " adlı eserinde 23 Nisan'ı, Atatürk'ün "çocuk haftası" yaptığını şöyle ifade etmiştir:

" . . . Sonra da bir çocuk haftası meydana getirdi. Bu haf­ta zarfında, dairelerdeki memurlar vazifelerini çocuklara terk ediyorlar, onlar da temsili bir şekilde bu vazifeleri görüyorlar, böylece idare hayatını öğreniyorlardı. Gazi'nin bu davranışı du­daklarda tebessümlere yol açıyor ve bazıları artık yapılanların çılgınca olduğunu söylüyorlardı.

Bunun üzerine Gazi: 'Ben çocuk haftasını, çocuklara hünnet edilmesini temin ve onlann zaa(ından yararlanarak çok defa yapıldığı gibi onlara eziyet ve hayvan gibi muamele edilmesini önlemek için meydana getirdim. Bu tedbirim, milletin geleceğine karşı gösterilen bir saygı olarak görülmelidir," l O?3 demiştir.

İsmet Paşa ve Fuad Umay

1 071 Utkan Kocatürk, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Kronolojisi, 1918-1938, Ankara, 1 988, s. 489; Sarıkaya, age., s. 272.

1 072 Özçelik, age., s. 276. 1073 "Çocuklar da onun başlıca meşguliyetlerinden biri oldu. Kız kardeşi Makbule'yi

bütün büyük şehirlerde çocuk terbiyecileri yetiştimıeye mahsus okullar açmaya memur etti. Büyük Millet Meclisi'ne ge7lfliğin maddi ve manevi k0114nmas, hakkında bir kanun kabul ettirdi. Çocuklann çalışma şartını bir düzene sok­tu ... " (Benoist-Mechin, Kurt ve Pars, 2. bas., Istanbul, 2001, s. 264.)

546

Atatürk, Türk Ocağı, Halkevi ve Orman Çiftliği'ni Çocuk Bayramı Kutlamalanna Ayırdı

Atatürk çocuk bayramlarında Türk Ocağı binalarında, Halkevlerinde ve Gazi Orman Çiftliği'nde şenlikler düzenlenme­sini istemiştir. Örneğin, 1 927 yılı "çocuk bayramı"nda Gazi Or­man Çiftliği'nde ziyafetler verilmiş, çocuk konulu piyes, temsil ve gösteriler hazırlanıp Halkevlerinde gösterilmiştir . 1074

Atatürk'ün isteğiyle hükümet, 1 929 yılı kutlamalarının ge­nel organizasyonunu Türk Ocaklarına vermiştir . 1075

23 Nisanlarda çocuklarımızın temsili olarak bazı makamla­ra oturması ve yurdun değişik yerlerinden Ankara'daki törenlere katılan öğrencilerin Ankaralı ailelerin yanında misafir edilmesi uygulamaları da 1 929' da başlatılmıştır . 1076 Çocuklardan oluşan bir komite Cumhurbaşkanı Atatürk'e, TBMM Başkanlığı'na, Başbakanlığa, Himaye-i Etfal Cemiyet i Başkanlığı'na, Türk Ocakları Merkez Heyeti Reisliği'ne ve belediyeye telgraf çekerek isteklerini dile getirmiştir . 1077

23 Nisan 1 929 tarihinde Ankara Palas'taki Çocuk Balosu 'na katılan A tatürk, İsmet İnönü'nün oğlu Ömer'le birlikte

1 074 Sarıkaya, age., s. 273. 1075 Cumhuriyet, I Nisan 1 929, s. ı . 1 076 Türkiye'nin değişik yerlerinden çocuklar Ankara'ya gelip 2 3 Nisan Çocuk

Bayramı etkinliklerine katılacak ve onları Ankaralı kız ve erkek öğrenciler evlerinde misafir edeceklerdi, İkdam, 23 Nisan 1 929, s. 3 .

1 077 Sarıkaya, age., s. 275, 276.

547

o gün Türk Ocağı'nı yöneten çocuklar Cumhurbaşkanı Ata­türk'e: «Bugün Hakimiyet-i Milliye Bayramı, bayramınızı tebrik ederiz. Biz bütün Türkiye çocukları büyük bir sevinç içindeyiz. Bu mübarek hakimiyet gününde ÇOCUKLARıN DA HAKİMİ­YETİNİ KAB UL ETTİGİNİZ İçİN size ayrıca teşekkür ederiz" telgrafıyla teşekkürlerini iletmişlerdir . 1078

Cumhurbaşkanı Atatürk de 23 Nisan Çocuk Bayramı dola­yısıyla birçok kişiden; valilerden, kumandanlardan, kurumlar­dan ve cemiyetlerden aldığı kutlama mesajlarından çok memnun olmuş, memnuniyet ve teşekkürlerini Anadolu Ajansı aracılığıy­la dile getirmiştir.1079

23 Nisan 1929'da öğleden sonra Ankara Palas'ta verilen çocuk balosuna Cumhurbaşkanı Atatürk, TBMM Başkanı Kazım Paşa, Başbakan İsmet Paşa ve Bakanlar Kurulu üyeleri katılmıştır.108o

Atatürk, Ankara Palas'ta Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin çocuk balosunda. (23 Nisan 1 929)

Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'ndeki bazı belgeler de Atatürk'ün ve hükümetin 23 Nisan Çocuk Bayramlarına çok önem verdiğini kanıtlamaktadır.

1 078 ikdam, 24 Nisan 1 929, s. 3. 1 079 ikdam, 25 Nisan 1 929, s. ı . 1 080 ikdam, 24 Nisan 1 929, s . 3.

548

İşte o belgeler: 7 Nisan 1 932 tarihinde, "Çocuk bayramı sebebiyle Nisan'ın

20'sinden 30'una kadar mektup ve telgraflara şefkat pulu yapış­

t,rılması hakkında kanun layihası " hazırlanmıştır . 1081

8 Nisan 1 936 tarihinde, "23 Nisan Çocuk Bayramı müna­

sebetiyle Halkevlerinin çocuklarla ilgili konferanslar vermesi ve

müsamereler düzenlemesi" istenmiştir.ı08l 1 5 Nisan 1 935 tarihinde, "23 Nisan Çocuk Bayramı tören­

lerinin filme alınması " istenmiştir. 1083

Sonuç olarak: "Derin tarihçi" Mustafa Armağan'ın dediği gibi, Atatürk'ün ve hükümetin 23 Nisan'ı "doğmadan öldürme­leri" gibi bir durum da söz konusu değildir. Tam tersine Atatürk ve hükümet 23 Nisanlara her türlü desteği vermiştir.

Atatürk'ün himayesinde gelişip büyüyen Himaye-i Etfal Ce­miyeti bir Cumhuriyet kurumu olarak çağdaş Türkiye'nin yara­tılmasında büyük bir görev üstlenmiş ve bu görevi başarıyla ye­rine getirmiştir. Kurumun başarıyla yaptığı işlerden biri de "23 Nisan Çocuk Haftası" etkinlikleridir.

Özetlersek: Babasını çok erken yaşlarda kaybettiğinden babasız büyü­

yen Atatürk, hiç çocuğu olmamasına karşın çok sayıda manevi çocuk sahibidir.

Atatürk cepheden cepheye koştuğu yıllarda öksüz ve yetim kalan, kimsesiz, evsiz barksız çocuklara çok üzülmüş, onların sorunlarına daha savaş yıllarında kafa yormaya başlamıştır.

Kurtuluş Savaşı sırasında şehit çocuklarının bakımı ve yeni­den topluma kazandırılması temel amacıyla 1921 'de Ankara'da kurulan Türkiye Himaye-i Etfal Cemiyeti ile çok yakından ilgi­lenmiştir.

Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin hamisilkoruyucusu Atatürk'tür.

1081 BCA,Tarih: 7/411932, S. 12552, Fon Kodu: 30,, 1 8. 1 .2, Yer No: 27.24 .. 9. 1082 BCA,Tarih: 8/4/1936, Fon Kodu: 490,,1.0.0, Yer No: 3.12. .23. 1083 DCA, Tarih: 15/4/1935, Fon Kodu: 490, ,1 .0.0, Yer No: 15.79,,7.

549

Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin kurucuları arasında Atatürk'ün çok güvendiği yakın arkadaşları vardır.

Himaye-i Etfal Cemiyeti Ankara'da Milli Hareket'in yayın organı durumundaki Hakimiyeti Milliye Matbaası'nın binasın­da kurulmuştur.

Himaye-i Etfal Cemiyeti, faaliyetlerine Fevzi Çakmak'ın işa­retiyle başlamıştır.

Atatürk Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin başkanı Dr. Fuat Umay'a "çocukların koruyucusu" anlamına gelen "Umay" soyadını vermiş­tir.

Himaye-i Etfal Cemiyeti kuruluşundan beri Atatürk'le ve hükümetle el ele işbirliği içinde çalışmıştır.

Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin kongrelerine, balolarına cum­hurbaşkanı, başbakan ve TBMM başkanı da katılmıştır.

Atatürk ve hükümet, Himaye-i Etfal Cemiyeti'ni resmen "kamu yararına derneklerden" biri olarak kabul etmiştir.

* * *

1 922-1 923 "Hakimiyet-i Milliye Bayramları"nda çocukla­rın da yer alması Atatürk'ün dikkatini çekmiş, takdirini kazan­mıştır.

Bunun üzerine 23 Nisan 1 923 "Hakimiyet-i Milliye Bayramı"nda Himaye-i Etfal Cemiyet i Başkanı Dr. Fuad Umay'a protokolde yer ayrılmıştır.

23 Nisan 1 924 "Hakimiyet-i Milliye Bayramı"nda Himaye-i Etfal Cemiyeti'ni, yani çocukları Atatürk'ün eşi Latife Hanım temsil etmiştir.

23 Nisan 1 925'ten itibaren Atatürk'ün çok değer verdi­ği Cumhuriyet'in sözcüsü durumundaki bazı kalemler, gaze­telerde halkı çocuk davasına sahip çıkmaya ve Himaye-i Etfal Cemiyeti'ne yardım etmeye çağırmıştır.

23 Nisan 1 927 törenlerinde Atatürk, bir otomobilini ve Cumhurbaşkanlığı Orkestrası'nı çocuklara tahsis etmiştir.

550

Atatürk 1 928'de Himaye-i Etfal Cemiyeti'ne 1 000 lira ba­ğışlamıştır.

1 928 yılında çocuk haklarıyla ilgili ilk evrensel bildiri olan "Cenevre Beyannamest'ni Türkiye adına Atatürk de imzalamıştır.

23 Nisanlarda sadece bir gün kutlanan "çocuk bayramı ", 1 929'dan itibaren "çocuk haftası" adıyla bir hafta kutlanmaya başlanmıştır.

Atatürk, 1929'dan itibaren Türk Ocağı, Halkevi ve Gazi Orman Çiftliği'ni 23 Nisan Çocuk Haftası kutlamalarına tahsis etmiştir.

Atatürk ve devlet ileri gelenleri 23 Nisan 1 929'dan itibaren çocukları makamlarında ağırlamıştır.

Atatürk 23 Nisanlarda çocuklarla birlikte

551

Atatürk'ün katıldığı Himaye-i Etfal Cemiyeti baloları ve ta­rihleri de şunlardır: 1 . 23 Nisan 1 9271084

2. 26 Temmuz 1 9281085 3 . 23 Nisan 1 9291086

4. 7 Nisan 1 9321087 5. 6 Aralık 1 9341088

23 Nİsan Sömürüeü1erinİn Dramı

Şimdi yeniden 23 Nisan sömürücülerine dönelim: Doç. Dr. Mehmet Ö. Alkan, Prof. Dr. Cemil Koçak ve Mustafa Armağan ne demişti? Özetle her üçü de "23 Nisan', çocuklara Atatürk annağan etmedi, Himaye-i Etfal Cemiyeti annağan etti!" de­mişti. Bu " uyanık" arkadaşlar Aristo mantığıyla belgeleri çar­pıtıp birilerini "kandırabileceğini" sandılar. Doğusu kananlar da oldu! Ama gördüğünüz gibi gerçekler karşısında baltayı taşa vurdular. Buradaki kurnazlığı sanırım siz de fark ettiniz? Uya­nıklar! Atatürk'ü bir tarafa, Atatürk Cumhuriyeti'nin bir kuru­munu diğer tarafta konumlandırarak akıllarınca aradaki bağı ve ilişkiyi yok sayıp Atatürk Cumhuriyeti'nin bir kurumuyla Atatürk'ü vurmayı denemişlerdir. Ancak yazımda uzun uzadı­ya kanıtlarıyla ortaya koyduğum gibi 1921 'de Ankara'da kuru­lan Türkiye Himaye-i Etfal Cemiyeti her şeyden önce doğrudan Atatürk'ün himayesinde bir Cumhuriyet kurumudur. Üstelik her bakımdan Atatürk ve CHP tarafından desteklenen bir Cumhu­riyet kurumu . . . Atatürk'ün ve hükümet ileri gelenlerinin kong­relerine ve balolarına katıldığı, Atatürk'ün eşi Latife Hanım'ın bir 23 Nisan'da temsilciliğini yaptığı bir Cumhuriyet kurumu . . . Cumhuriyet aydınlanmasından bugüne kadar iyi anlatılmamış, dünya ölçeğinde hizmetleri olan bir kurum. . . Yani söz konu-

1084 Vakit, 25 Nisan 1927, s. 1 . 1 085 Çocuk Haftası, II, İstanbul, 1 930, s . 64; Sarıkaya, age., s . 266. 1086 Atatürk'ün Nöbet Defteri, 1 955, s. 5 1 . 1 0 8 7 age., s . 5 1 . 1 0 8 8 age., s . 334.

552

su tarihçilerin beyinlerde yaratmaya çalıştıkları gibi Atatürk ile Himaye-i Etfal Cemiyeti ayrı, birbirinden tamamen bağımsız, birbiriyle ilişkisiz değildir. Her şeyden önce cemiyet, Atatürk'ün yakın çevresindeki isimlerce kurulmuştur. Atatürk döneminde­ki diğer Cumhuriyet kurumları gibi Himaye-i Etfal Cemiyeti de Atatürk ve hükümet ile hep ilişkide ve görüş alışverişinde olmuş, karar alırken Atatürk'e ve hükümete de danışmış ve hükümetten her türlü desteği almış bir kurumdur.

Şimdi düşünebiliyor musunuz? Bu Himaye-i Etfal Cemiye­ti, 23 Nisan'ı önce "çocuk bayramı", sonra "çocuk haftası" ilan ediyor, ama o günlerde devrimler yapan Atatürk'ün bundan ha­beri yok! Haberi olup olmaması bir yana, Atatürk'ün bu konu­da başta Fuat Bey olmak üzere cemiyetteki arkadaşlarına hiçbir telkini, hiçbir tavsiyesi yok! Durup dururken 1 920'lerin, 1930'la­rın Türkiyesi'nde bir cemiyet, Atatürk'ten habersiz, bağımsız, Atatürk'ün "dahıi" olmadan yavaş yavaş "Hiikimiyet-i Milliye Bayramı"nı "çocuk bayramı"na ve "çocuk haftası"na dönüştürü­yor! Ki o Atatürk, çocuk konusunda çok duyarlı. . . Her şeyden önce bir sürü manevi evlada sahip. Daha da önemlisi çocuk hakla­rıyla ilgili ilk evrensel bildiri olan Cenevre Beyannamesi'ni 1928'de imzalayarak çocuk haklarına önem vereceğini taahhüt etmiş biri . . .

Ayrıca diyelim ki cemiyet gerçekten de Atatürk'ün "dahıi" olmadan, Atatürk'ten habersiz kendi kendine 23 Nisan'ı çocuk­lara armağan etti ! Bu armağanın çocuklara ulaşması, kitleselleş­mesi ve bütün yurda yayılması nasıl oldu ? Dönemin tek parti hü­kümeti CHP -hani o her şeyi kontrol eden CHP- ve dönemin tek adamı Atatürk nasıl oldu da bir cemiyetin ülkede çocuk bayramı ilan etmesine, çocuk haftası kutlamasına sadece seyirci kaldı ? Ayrıca Atatürk'ün ve hükümetin, 23 Nisanların "çocuk bayra­mı" olarak kutlanmasına seyirci kalmadıklarını, sonuna kadar destek olduklarını biliyoruz. Atatürk'ün ilk önemli 23 Nisan Çocuk Bayramı kutlamaları olan, 1 927 ve 1 929 kutlamalarında Türk Ocağı'nı, Halkevini, otomobilini çocuklara tahsis ettiğini, diğer hükümet ileri gelenleriyle birlikte kutlamalara bizzat katıl­dığını biliyoruz. Peki bunu nasıl açıklayacağız?

553

1 950 yılı 23 Nisan kutlamalarından bir görüntü.

İlginçtir! Aynı tarihçiler, başka konularda Atatürk'ü eleş­tirmek istediklerinde sıkça 1 920'lerin, 1 930'ların Türkiyesi'nde tek parti CHP'nin ve kurucusu Atatürk'ün "her şeyi kontrol et­tiğini" iddia ederek "diktatör Atatürk" nutukları atarlar. O dö­nemde meydana gelen olumsuz en ufak bir olayı bile Atatürk'e bağlarlar, o olaydan Atatürk'ü sorumlu tutarlar.

Aslında mantıkları şu: Cumhuriyet döneminde ne kadar eleştirilecek şey varsa onlara göre hepsinden Atatürk sorumlu­dur! Örneğin, İstiklal Mahkemelerinde biri mi asıldı? "Atatürk astırdı ! " ; Anadolu'nun bilmem hangi köyünde bir caminin başı­na bir şey mi geldi? "Atatürk sorumludur! " ; İstanbul'da bir ga­zete mi kapatıldı? "Atatürk kapattırdı ! " ; Dersim Harekatı'nda çok insan mı öldü ? "Atatürk öldürttü! " Buna karşın Cumhuriyet tarihinde ne kadar güzel şey varsa, onların da Atatürk'ten ba­ğımsız, başkaları tarafından yapıldığını iddia ederler. fabrikalar mı kuruldu? "Başkaları kurdurdu! "; Eğitim mi gelişti ? "Başkala­rı geliştirdi! "; Kur'an Türkçeye mi tercüme edildi? "Atatürk'ten habersiz hükümet çevirtti! "; 1 9 Mayıs bayram mı oldu? " İnö­nü, Faşist İtalya'dan aldı ! " ; hatta Kurtuluş Savaşı mı başlatıl­dı? "Atatürk değil Karabekir başlattı ! " Ve 23 Nisan çocuklara

554

armağan mı edildi? "Atatürk'ün 'dahli olmadan' Himaye-i Etfal Cemiyeti armağan etti! "

Aslında "23 Nisan'ı çocuklara Atatürk armağan etmedi, Hi­maye-i Etfal Cemiyeti armağan etti! " iddiası, "Büyük Taarruz'da Atatürk zafer kazanmadı, Mehmetçik zafer kazandı" iddiasıyla mantık olarak aşağı yukarı aynıdır.

Buradaki amaç, bir punduna getirip Atatürk'ü itibarsızlaş­tırmaktır.

Buna benzer bir iddiayı geçtiğimiz yıllarda -Atatürk'le kav­galı- başka bir tarihçi, Ayşe Hür dile getirmişti. Hür, "Kadınlara seçme ve seçilme hakkını Atatürk vermedi, dönemin kadın cemi­yetleri verdi!" demişti.

Ayşe Hür, Mustafa Armağan, Mehmet Ö. Alkan, Cemil Koçak ve diğerleri; ortak özellikleri "resmi tarihle yüzleşiyoruz" masalıyla tarihi gerçekleri çarpıtıp Atatürk'e saldırmalarıdır.

Bu Atatürk'le kavgalı tarihçilerin hem "yakın tarihi" hem de "Atatürk'ün devrim stratejisini" bilmediğini veya bilip de bilmezden geldiklerini söylemeliyim. Aksi halde Atatürk'ün bü­tün devrimlerini bir Cumhuriyet kurumu aracılığıyla ve TBMM eliyle düşünceden uygulamaya geçirdiğini bilirlerdi! Ayrıca Atatürk'ün Mustafa Necati, Reşit Galip, Mahmut Esat Bozkurt ve Fuat Umay gibi fikir fedaileri olduğunu bilirlerdi. Yakın ta­rihe ve Atatürk'e, bu "Atatürk'le kavgalı" tarihçilerin şaşı man­tığıyla bakacak olursak, devrim kanunlarıyla ilgili önergeleri Mec1is'e hep başka milletvekilleri verdiği için "Devrimleri Ata­türk yapmadı, falanca milletvekili, (ilanca milletvekili yaptı!" demeliyiz! Örneğin, "Üniversite Reformu'nu da Atatürk yap­madı, Reşit Galip yaptı!" Aslında evet doğrudur! "Atatürk Dev­rimleri diye bildiğimiz devrimlerin hiçbirini Atatürk yapma­mıştır! Onla" TBMM, CHP ve Tarih Kurumu, Himaye-i Etfal Cemiyeti vb. kurumlar yapmıştır!" Ancak asıl mesele, bütün bu devrimlerin önderinin, liderinin ve koruyucusunun fikir ve eylem öncüsünün Atatürk olduğu gerçeğini görebilmektir.

Atatürk, Kurtuluş Savaşı ve hatta devrimleri için bile "Ben değil millet yaptı", "Millet olmasaydı ben hiçbir şey yapamaz-

555

dım," demiştir. Bu kafadaki Atatürk -doğal olarak- o günlerde kadınları bir yere toplayıp "Bakın kadınlar, size seçme ve seçil­me hakkını ben verdim!" Yine aynı şekilde çocukları bir yere toplayıp "Bakın çocuklar, 23 Nisan'ı çocuk bayramı olarak size ben armağan ettim!" dememiştir. Çünkü o, bugün ona saldı­ranlar gibi kişisel hırslar peşinde değildir. O böyle demediği için "Bu devrimleri Atatürk yapmamıştır!" mı diyeceğiz? O kadar ahmak mıyız? Atatürk'ün bütün devrimlerini gençliğinden beri nasıl planlayıp, yeri ve zamanı gelince büyük bir ustalıkla siste­matik olarak nasıl hayata geçirdiğini bilmiyor muyuz?

* * *

Prof. Dr. Metin Ayışığı'nın ifade ettiği gibi: "23 Nisan tari­hini çocuklara bayram olarak ilan eden kişinin Fuat Umay oldu­ğu ile ilgili resmi bir kayıt yoktur. Aksine bu iddiada Atatürk 'ü haklı çıkaran iki anekdot var. Atatürk'ün Meclis'te çocuklara bu bayramı armağan ettiğini ilan eden konuşmaları Meclis tutanak­larında geçer. Fuat Umay böyle bir istekte ve öneride bulunmuş olabilir ama o istedi diye böyle bir bayram yapılmış değil. " 1089

23 Nisan 2014'te "Derin tarihçi" Mustafa Armağan ne di­yor? "23 Nisanı çocuklara Atatürk armağan etmedi! Himaye-i Etfal Cemiyeti armağan etti!" diyor!

Peki! 23 Nisan 1 926'da Himaye-i Etfal Cemiyeti'nin Başkanı Dr.

Fuat Umay ne diyor? "Bugün çocuk günüdür, yani istikbale ve istiklale ait bir gündür. Cumhuriyet hükümetimiz bu günü ço­cuklara tahsis etti," diyor.

Yani, Fuat Umay bile, 23 Nisan'ı çocuklara kendisinin değil " Cumhuriyet hükümetinin" armağan ettiğini belirtmiştir.

Peki? 1 926'da Cumhuriyet hükümetinin, cumhurun başı kimdir?

1 089 "Tarihçi/er Ne Dedi", Vatan, 2 Nisan 201 1 .

556

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı Kronolojisi

23 Nisan 1 920, TBMM açıldı. 23 Nisan 1921, "Hakimiyeti Mil/iye Bayramı" ilan edildi. 23 Nisan 1 925 "Hakimiyet-i Mil/iye Bayramı" aynı zamanda

"çocuk günü" olarak kutlanmaya başlandı. 23 Nisan 1 926, "Hakimiyeti Mil/iye Bayramı" aynı zamanda

"çocuk bayramı" olarak kutlandı. 23 Nisan 1 927, ilk kapsamlı "çocuk bayramı " kutlamaları ya­

pıldı. 23 Nisan 1 929, "çocuk bayramı" bir haftaya yayılıp "çocuk haf­

tası" olarak kutlandı. 1 935'te çıkarılan 2739 sayılı " Ulusal Bayram ve Genel Tatil/er

Hakkında Kanun"la 23 Nisan, "Ulusal Egemenlik Bayra­mı" olarak kutlanmaya başlandı. 23 Nisanlarda fiilen "ço­cuk bayramı " ve "çocuk haftası " da kutlanmaya devam etti.

23 Nisan 1 935, resmen "23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı ve Çocuk Haftası" ifadesi kullanıldı. 1090

17 Mart 1 9 8 1 'de kabul edilen 2429 sayılı "Ulusal Bayram ve Genel Tatiller Hakkındaki Kanun "la bayramın resmi adı "23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" oldu. 1 09 1

1 090 Örneğin devletin resmi belgelerinde de "Ulusal Egemenlik Bayramı ve Çocuk Haftası" ifadesi kullanılmıştır. 9 Nisan 1 939 tarihli bir kararda "23 Nisan Egemenlik Bayramı ve Çocuk Haftası kutlamalannın yapılacağı"ndan, 1 1 Mayıs 1 943 tarihli bir kararda da "23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı ve Çocuk Haftası münasebetiyle yapılan kutlama programlan"ndan söz edilmiştir. (BCA, Tarih: 8/411 936, Fon Kodu: 490 .. 1 .0.0, Yer No: 3.12 .. 23. BCA, Tarih: 1 1/511943, Dosya: 6. BÜRO, Fon Kodu: 490 .. 1 .0.0, Yer No: 1 1 34.138 .. 2.)

1 091 Veysi Akın, "23 Nisan Milli Hakimiyet ve Çocuk Bayramının Tarihçesi", PAÜ Eğitim Fakültesi Dergisi, S. 3, 1 997, s. 92.

557

Sonuç

Mutlu olup olmadığını soranlara Atatürk şöyle cevap ver­miştir:

"Mutluyum, çünkü muvaffak oldum. "1

Mutludur mutlu olmasına ama, yine de bir gün kendisini unutturmak isteyeceklerin ortaya çıkacağını düşünmektedir. An­cak kendisini unutturma çabalarının sonuçsuz kalacağından da emindir:

"Bir zamanlar gelir, beni unutmak veya unutturmak isteyen gayretler belirebilir. Fikirlerimi inkar edenler ve beni lanetleyen­ler çıkabilir.

Hatta bunlar benim yakın bildiğim ve inandıklartm arasın­dan olabilir. Fakat ektiğimiz tohumlar o kadar özlü ve kuvvet­lidir ki bu fikirler Hint'ten, Mısır'dan döner, dolaşır, gene gelir, feyidi neticeleri kalpleri doldurur. "2

1 Ayın Tarihi, 1 935, s. 625; Gündüz, age., s. 208. 2 Münir Hayri Egeli, Atatürk'ten Bilinmeyen Hatıralar, İstanbul, 1 954, s. 4.

558

Kaynakça

Arşivler (Arşiv belgelerinin ayrıntıları dipnotlarda gösterilmiştir.)

Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA) TBMM Arşivi Cumhurbaşkanlığı Arşivi

Kitaplar, Dergiler

"Ankara'da Çocuk Bayramı ", Gürbüz Türk çocuğu, iX Nisan 1927. "Atatürk'ün Soy Ağacı 85 Yıl Sonra Yayımlandı", Hürriyet, 2 Kasım

2009. "Çocuk Esirgeme Genel Kongresi 13 Haziran'da Toplandı", Çocuk,

vn, Temmuz 1936. "Oç Konferans", Gürbüz Türk Çocuğu, LXXVI, Şubat 1933. 75 Yılın İçinden, (22 Yazardan Seçmeler), haz. Ahmet Oktay, İstanbul,

1998. Ada, Serhan, Türk-Fransız ilişkilerinde Hatay Sorunu, 1918-1939, İs­

tanbul, 2005. Adıgüzel, Hüseyin, Nerimanov, Milli Komünizmin Öncüleri, İstanbul,

2004. Akder, Necati, "Ziya Gökalp'e Göre Dil İnkııabı ve Ötesi", Türk Kül­

türü, Atatürk Sayısı, Kasım 1 965, S. 37. Akın, Veysi, "23 Nisan Milli Hakimiyet ve Çocuk Bayramının Tarihçe­

si", PAÜ Eğitim Fakültesi Dergisi, S. 3, 1997. Akın, Veysi, Bir Devrin Cemiyet Adamı Doktor Fuad Umay, Ankara,

2000. Aksoy, Ömer Asım, "Adalet Son Sözü Söyledi", Türk Dili, 1978, S.

316 . Akşin, Sina, Kısa Türkiye Tarihi, İstanbul, 2007.

559

Aktaş, Cihan, Tanzimat'tan 12 Mart'a Kılık Kıyafet ve İktidar, 2. bas., İstanbul, 2006.

Aktaş, Necati; Kahraman, Seyit Ali, Bulgaristan'daki Osmanlı Evrakı, Ankara, 1994.

Akyol, Taha, Bilinmeyen Lozan, İstanbul, 2014. Akyürekli, Mahmut, Şark İstiklal Mahkemesi, 1925-1927, İstanbul, 2013. Alıghıerı, Dante, İlahi Komedya, çev. Rekin Teksoy, İstanbul, 201 ı. Altan, Çetin, Kahrolsun Komünizm Diye Diye, Ankara, 1976. Ankara Himaye-i Etfal Cemiyet-i Nizamnamesi, 30 Haziran 337. Armağan, Mustafa, "Atatürk'ün Değişmez İçişleri Bakanı Şükrü Kaya

Bir Mason Üstadıydı" , Derin Tarih, Haziran 2015, S. 39. Atnur, İbrahim Ethem, "Mustafa Kemal (Atatürk) ve Nahçıvan", Er­

dem Cumhuriyet Özel Sayısı-II, AKM Yayınları, C 1 1 , S. 32, An­kara, 1 998.

Arzık, Nimet, Çetin Altan'dan Demirel'e Eş Kişiler Zinciri, Ankara, 1 969.

Aslan, Betül, Türkiye-Azerbaycan İlişkileri ve İbrahim Ebilov (1920-1923), İstanbul, 2004.

Aslan, iffet, Belleten, C XLVI, S. 1 83, Ankara, 1982. Aslan, Mahir, Atatürk ve Azerbaycan Politikası, Trakya Üniversitesi, Sos­

yal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi (Yayımlanmamış), Edirne, 2008.

Atatürk, Kemal, Nutuk, haz. Zeynep Korkmaz, Ankara 1995. Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk, 12. bas., İstanbul, 2002. Atatürk'ün Anılan, haz. İsmet Görgülü, 2. bas., Ankara, 1998. Atatürk'ün Bütün Eserleri (30 cilt), İstanbul, 1 998-2015. Atatürk'ün Nöbet Defteri, İstanbul, 1955. Atatürk'ün Özel Arşivinden Seçmeler, ın, Ankara 1994. Atatürk'ün Söylev ve Demeçieri, C 1,2, Ankara, 1997. Atatürk'ün Söylev ve Demeçieri, C 1 ,2, der. Nimet Unan, Ankara, 1945. Atatürk'ün Söylev ve Demeçieri, C 3, 5. bas., Ankara, 1997. Atatürk'ün Uşağı İdim, İstanbul, 1973. Atay, Falif Rıfkı, Atatürkçülük Nedir?, İstanbul, 1966, 1 980, 2006. Atay, Falih Rıfkı, Atatürk Ne idi?, İstanbul, 2010. Atay, Falih Rıfkı, Atatürk'ün Bana Anlatuklan, İstanbul, 1998. Atay, Falih Rıfkı, Bayrak, İstanbul, 1980. Atay, Falih Rıfkı, Çankaya, Pozitif Yayınları, İstanbul, ty. Atay, Falih Rıfkı, Mustafa Kemal'in Mütareke Defteri, İstanbul, 20ıo. Avcıoğlu, Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi, C 2, İstanbul, 1974. Avcıoğlu, Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi, C 3, İstanbul 1 998. Avcıoğlu, Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi, C 4, İstanbul, 2000.

560

Aybars, Ergun, İstiklal Mahkemeleri, Ankara, 2009. Aydemir, Şevket Süreyya, Tek Adam Mustafa Kemal, (1922-1938), C

III, 22. bas., İstanbul, 2007. Aydemir, Şevket Süreyya, Tek Adam, Mustafa Kemal, 1 881-1919, C 1 ,

29. bas., İstanbul, 2009. Banoğlu Niyazi Ahmet, Nükte ve Fıkralarla Atatürk, C 2, İstanbul

1967; (tek cilt), 2. bas., 1 978. Banoğlu, Niyazi Ahmet, Atatürk'ün İstanbul'daki Günleri, 1 899-

1919/1927-1938, İstanbul, 2012. Baytal, Yaşar, Atatürk Döneminde Sosyal Yardım Faaliyetleri, ( 1923-

1938), Ankara, 2012. Bayur, Yusuf Hikmet, Türkiye Devleti'nin Dış Siyasası, Ankara, 1995. Berber, Engin, Kurtuluş Savaşı'nda Mustafa Kemal ve Vahdettin, An-

kara, 1998. Bilsel, Cemil, Lozan, C 2, İstanbul, 1988. Borak, Sadi, Atatürk'ün Armstrong'a Cevabı, İstanbul, 2004. Borak, Sadi, Atatürk'ün Özel Mektuplan, İstanbul, 1998. Bozgeyik, Burhan, Mustafa Kemal'e Karşı Çıkanlar, İstanbul, 1996. Caferoğlu, Ahmet, "Sağol Mustafa Kemal", Türk Kültürü, Atatürk Sa-

yısı, Kasım 1965, S. 37. Can, Nureddin, Eski Eserler ve Müzelerle ilgili, Kanun, Nizamname ve

Emirler, Ankara, 1947. Cumhuriyetin Güzellik Müsabakası, Esaslar ve Şartlar, İstanbul, 1929. Cunbur, Müjgan, "Atatürk ve Kadın", Türk Kültürü, Atatürk Sayısı,

Kasım 1 965, S. 37. Çalışlar, İpek, Latife Hanım, İstanbul, 2006. Çocuk Haftası, II, İstanbul, 1930, s. 64. Darıcı, Sefer, Şakı Bacı, "Türkiye'de Asılarak İdam Edilen İlk Kadının

Öyküsü", 2. bas., İstanbul, 2014. Dayı, Esin, "Atatürk ve Türk Dünyası" , Atatürk 4. Uluslararası Kong­

resi (25-29 Ekim 1999, Türkistan-Kazakistan), C 1, Ankara, 2000. Demirci, Kürşat, "Hafta Tatili", Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklo­

pedisi TDV İslam Ansiklopedisi, C 15. Demirci, Sevtap, Belgelerle Lozan, İstanbul, 201 1 . Doğan, Ümit, Mustafa Kemal'in Muhafızı Topal Osman ve Ali Şükrü

Bey Cinayeti'nin Gizli Kalmış Gerçekleri, Ankara, 2014. Egeli, Münir Hayri, Atatürk'ün Bilinmeyen Hatıraları, İstanbul, 1954. Egli, Ernst A., Atatürk'ün Mimannın Anıları-Genç Türkiye İnşa Edilir­

ken, çev. Güven Göktan Uçer, İstanbul, 2013. Ergin, Osman, M. Cevdet'in Hayatı, Eserleri ve Kütüphanesi, İstanbul,

1937.

5 6 1

Erker, Şükrü Galip, Türk Kültür Devrimi ve Karşı Devrim, Ankara, 1976. Ersoy Mehmed Akif, Safahat, haz. Cemil Kurnaz, Mustafa Tatcı, Ka-

mil Akarsu, Abdülkadir Hayber, Sezai Toplu, İstanbul, 1 996. Ersoy, Mehmed Akif, Safahat, haz. Komisyon, İstanbul, 1996. Esmer, Ahmet Şükrü, Siyasi Tarih, 1919-1939, Ankara, 1953. Gazi Mustafa Kemal, Nutuk/Söylev, C II, 3. bas., Ankara, 1989. Gentizon, Paul, Mustafa Kemal ve Uyanan Doğu, 3. bas., Ankara,

1 995. Goloğlu Mahmut, Devrimler ve Tepkileri, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi

1, 1924-1930, İstanbul, 2007. Goloğlu, Mahmut, Tek Partili Cumhuriyet, Türkiye Cumhuriyeti Tari­

hi. II, 193 1-1938, İstanbul, 2009. Gökbilgin, M. Tayyip, Rumeli'de Türkler ve Yörükler, Tatarlar ve

Evlad-ı Fatihan, C 1, İstanbul, 1957. Gökbilgin, Tayyip, Milli Mücadele Başlarken, C 1, Ankara, 1959. Gökbilgin, Tayyip, Milli Mücadele Başlarken, C 2, Ankara, 1965. Gökçen, Sabiha, Atatürk'le Bir Ömür, İstanbul, 1 996. Göksel, Burhan, Atatürk'ün Soy Kütüğü Üzerine Bir Çalışma, Ankara,

1 987. Görgülü, İsmet, Atatürk'ün Özel Yaşamı, Uydurmalar, Saldınlar, Ya­

nıtlar, Ankara, 2003. Grew, John, ilk ABD Büyükelçisinin Türkiye Hatıraları, Atatürk ve

İnönü, Şubat, 2000. Güler, Ali, "Atatürk'ün Emeklilik İşlemleri, Maddi Birikimi ve Hin­

distan'dan Gelen Para", Düşünce ve Tarih, Kasım 2014, S. 2. Güler, Ali, Atatürk'ün Son Sözü Aleykümesselam, İstanbul, 2013. Güler, Ali, Bir Dahinin Hayatı, "Atatürk'ün Soyu, Sopu, Ailesi, Öğre-

nimi" , İstanbul, 2000. Günaydın, Yusuf Turan, Mehmet Akif'in Mektuplan, Ankara, 2009. Gündüz, Necati, Atatürk Çağı ve Zihniyeti, Ankara, 1973. Gürbüz Türk Çocuğu, Nisan 1 927, S. 1, XLV, Haziran 1930. Gürer, Turgut, Atatürk'ün Yaveri Cevat Abbas Gürer, Cepheden Mec­

lise Büyük Önder İle 24 Yıl, İstanbul, 2006. Gürkan, Turhan, Atatürk'ün Uşağının Gizli Defteri, İstanbul, 1 971. Güztoklusu, Murat, Atatürk'ün Gizli Kalmış Musul, Özdemir Harekatı,

Ankara, 2013. Hacıyev, İsmayıl, "Mustafa Kemal Atatürk ve Nahçıvan" , Beşinci

Uluslararası Atatürk Kongresi (25-29 Ekim 1999 Türkistan-Kaza­kistan), C 2, Ankara, 2003.

İhsanoğlu, Ekmeleddin, Yeni Yüzyılda İslam Dünyası, 2. bas., İstanbul, 201 3.

562

İlbay, Asaf, Çocukluk Arkadaşım Atatürk, Mustafa Kemal'le 45 Yıl, İstanbul, 2014.

İnal, Mahmut Kemal, Son Sadrazamlar, C 4, İstanbul, 1 982. İnan, A. Afet, Atatürk'ten Mektuplar, Ankara, 1989. İnan, A. Mithat, Atatürk'ün Not Defterleri, 2. bas., Ankara, 1998. İnan, Afet, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Haz. Arı İnan, S.

bas., İstanbul, 2007. İnan, Afet, Medeni Bilgiler ve M. Kemal Atatürk'ün El Yazılan, An-

kara, 1 969. İnan, Ali Naim, Çocuk Hukuku, İstanbul, 1968. İnan, Arı, Düşünceleriyle Atatürk, Ankara, 1991 . İnönü, İsmet, Hatıralar, (tek cilt), 3 . bas., Ankara, 2009. İnönü, İsmet, Hatıralar, C 2, 2. bas., Ankara, 1 992. İpekçi, Abdi, İnönü Atatürk'ü Anlatıyor, Kasım 1 997. Kandemir, Feridun, "Atatürk'ün Askerliği", Atatürk, xv. Ölüm Yılı

Hatırası, İstanbul, 1 953. Kandemir, Feridun, Cumhuriyet Devrinde Siyasi Cinayetler, İstanbul,

1 955. Kansu, Mazhar Müfit, Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Bera-

ber, Cl, Ankara, 1997. Kar, Fatih Sultan, Evvel Zaman İçinde Rize, İstanbul, 2010. Karabekir, Kazım, Günlükler, II, İstanbul, 2009. Karabekir, Kazım, İstiklal Harbirniz, 2. bas., İstanbul, 1969. Karabekir, Kazım, İstiklal Harbirniz, C 3, İstanbul, 1991 . Karabekir, Kazım, Nutuk'a Cevaplar, Haz. Faruk Özerengin, C 12,

İstanbul, 1997. Karabekir, Kazım, Paşalann Kavgası, Atatürk-Karabekir Kavgası, İs­

tanbul, 1992. Karaca, Taha Niyazi, Büyük Oyun, İngiltere Başbakanı Gladstone'un

Osmanlı'yı Yıkma Planı, İstanbul, 201 ı . Karacan, Ali Naci, Lozan, Ankara, 1993. Karadağ, Raif, Petrol Fırtınası, İstanbul, 2008. Karlıklı, Yücel, Türk Devrimi'nin Temel Belgeleri, İstanbul, 2010. Kayra, Cahit, Sevr Dosyası, 2. bas., İstanbul, 2004. Kazmaz, Dursun, "Atatürk 'ün Rize'ye Gelişi", Rize Haber Dergisi, Yıl

1, S. 7, İstanbul, 1983. Kepenek, Uğur; Akalın, Selçuk; Tüfekçi Suat, "Türkiye'nin Petrol Po­

litikaları ve Ener;i Özelleştirme/erine Bir Bakış ", İktisat Politikası Araştırmalan Dergisi, C 1, S. 1 , Yıl: 2014.

Kepenek, Yakup; Yentürk, Nurhan, Türkiye Ekonomisi, 18. bas., İs­tanbul, 2005.

563

Kılıç Ali, Atatürk'ün Hususiyetleri, İstanbul, 1 955. Kıranlar, Safiye, Savaş Yıllannda Türkiye'de Sosyal Yardım Faaliyetle­

ri ( 1914-1923), Ankara, 201 3 . Kısakürek, Necip Fazıl, Son Devrin Din Mazlumlan, 3 0 bas., İstanbul,

2012. Kocahanoğlu, Osman Selim, Atatürk-Karabekir Kavgası, Kurtuluş, Ku­

ruluş ve Sonrası, 2. bas., İstanbul, 2013 . Kocatürk, Utkan, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Kronolojisi, 1 91 8-

1938, Ankara, 1 988. Kocatürk, Utkan, Atatürk'ün Fikir ve Düşünceleri, Ankara, 1969, 1999. Kocatürk, Utkan, Kaynakçalı Atatürk Günlüğü, Ankara, 1 999. Koloğlu, Orhan, "Musul'u Nasıl Kaybettik? Haritayı Kan ve Petrol

Çizdi" , Atlas Tarih, Ağustos-Eylül 2014, S. 28. Koloğlu, Orhan, Abdülhamit ve Masonlar, 5. bas., İstanbul, 2004. Koloğlu, Orhan, Cumhuriyet Dönemi Masonlar, 3. bas., İstanbul, 2004. Komisyon, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, 8. bas., Ankara, 2006. Komisyon, Bulgaristan'a Satılan Evrak ve Cumhuriyet Dönemi Arşiv

Çahşmalan, Ankara, 1 993. Komisyon, Türk İnkılap Tarihi ve Atatürk ilkeleri, 6. bas., Ankara, 2006. Kral, August R. Von, Kemal Atatürk'ün Ülkesi, çev. Eriş Ülger, İstan-

bul, 2010. Küçük, Cevdet, "Hafta Tatili" , TDV İslam Ansiklopedisi, C 15 . Kürkçüoğlu, Ömer, Türk-İngiliz İlişkileri, Ankara, 1 978. Leventoğlu, Mazhar, Atatürk'ün Vasiyeti, İstanbul, 1 968. Mechin, Benoit, Kurt ve Pars, 2. bas., İstanbul, 200 1 . Meray Seha L., Lozan Banş Konferansı, Tutanaklar, Belgeler, C 3, İs­

tanbul, 1 993. Meydan, Sinan, "Atatürk'ü Anlamak İçin" Nutuk'un Deşifresi, 4 . bas.,

İstanbul, 2014. Meydan, Sinan, Akl-ı Kemal, "Atatürk'ün Akıllı Projeleri", 5 ci lt bir

arada (özel baskı), 2. bas., İstanbul, 2015. Meydan, Sinan, Atatürk İle Allah Arasında, "Bir Ömrün Öteki Hika­

yesi", 8. bas., İstanbul, 2014. Meydan, Sinan, Başbakan R. Tayyip Erdoğan'ın Tarih Tezlerine EL­

CEVAP, 4. bas., İstanbul, 2014. Meydan, Sinan, Cumhuriyet Tarihi Yalanlan, 1. Kitap, 8. bas., İstan­

bul, 2015. Meydan, Sinan, Parola Nuh, "Atatürk'ün Gizli Kurtuluş Planlan", 3 .

bas., İstanbul, 201 3 . Meydan, Sinan, Vaiz, "Öteki Mehmed Akif", 2 . bas., İstanbul, 2015. Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. II, III, V, C 1 , 20.

564

Muammer Esen, "İnsanın Halifeliği Meselesi", AÜİFD XL V (2004), S. ı . Mumcu, Uğur, Kazım Karabekir Anlatıyor, 21 . bas., İstanbul, 1998. Mumcu, Uğur, Kazım Karabekir, İstanbul, 1990. Nedim, Ahmet, Ankara İstiklal Mahkemesi Zabıdarı 1926, İstanbul, 1993. Okay M. Orhan; Düzdağ, M. Ertuğrul, "Mehmed Akif Ersoy", TDV

İslam Ansiklopedisi, C 28. Okaytu, Turhan, Dinimiz Neyi Emrediyor, Atatürk Ne yaptı?, 2. bas.,

İstanbul, 1 971. Onat, Nuri, Mustafa Kemal Paşa'nın Sonbahar Gezileri, İstanbul, 1984. Oral, Atilla, Atatürk'ün Sansürlenen Mektubu, İstanbul, 201 1 . Ortaylı, İlber, İmparatorluğun Son Nefesi, "Osmanlı'nın Yaşayan Mi-

rası Cumhuriyet", İstanbul, 2014. Ortaylı, İlber, Türkiye'nin Yakın Tarihi, İstanbul, 2010. Orwell, George, 1984, çev. Celal Üster, 40. bas., İstanbul, 2013. Öke, Mim Kemal, Belgelerle Türk-İngiliz İlişkilerinde Musul ve Kür­

distan Sorunu, 191 8-1926, İstanbul, 1992. Önder, Mehmet, Atatürk'ün Yurt Gezileri, Ankara, 1975 . Öz, Mehmet Ali, Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Gazi Mustafa Kemal

Atatürk'ün Soy Kütüğü, Eylül 2014. Özakman, Turgut, Cumhuriyet Türk Mucizesi, 2. Kitap, 22. bas., An­

kara, 2010. Özakman, Turgut, Vahdettin, Mustafa Kemal ve Milli Mücadele, 6 .

bas., Ankara, 2007. Özaıp, Kazım, Milli Mücadele, C 1, Ankara, 1971. Özçelik, Mücahit, "23 Nisan Çocuk Bayramı'nın Ortaya Çıkışı ve

1 922-1 929 Yılları Arasında 23 Nisan Kutlamaları ", Akademik Ba­kış, C 5, S. 9, Kış 201 1 .

Özdemir, Ali Ulvi, "Lozan'da Başarıyı Ölçmek-Konular Bazında Bir Değerlendirme", Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, S. 53, (Lozan Andaşması Özel Sayısı), Anka­ra, 2013.

Özerdim, Sami N., Yazı Devriminin Öyküsü, Ağustos 1 998. Özgen, Lemi, "İttihatçı İslamcı ", K Dergisi, 14 Eylül, 2007. Özkaya, Yücel "Gazi Mustafa Kemal Paşa'nın 1 92 7 Istanbul ve Sonra­

ki Gezileri", bttp://dergiler.ankara.edu.tr/dergilerl451808110284. pdf (Son erişim, 23 Temmuz 2015).

Öztoprak, İzzet, Atatürk Orman Çiftliği'nin Tarihi, Ankara, 2006. Öztürk, Saygı, İsmet Paşa'nın Kürt Raporu, İstanbul, 2007. Öztürk, Yaşar Nuri, Kur'an Penceresinden Kurtuluş Savaşı'na Bir Ba­

kış, 4. bas., İstanbul, 2012. Perihan, Devran; Tüzüner, Özcan, "Atatürk'ün Yaşayan Akrabaları",

Yeni Aktüel, 30 Ağustos-5 Eylül 2005, S. 7.

565

Perinçek, Doğu, Atatürk, Din ve Laiklik Üzerine, İstanbul, 1 995. Perinçek, Doğu, Din ve Allah, "Kemalist Devrim II", İstanbul, 1 994. Sadak, Necmettin, Sosyoloji, İstanbul, 1938. Sarıhan, Zeki, Kurtuluş Savaşı Kadınlan, 2. bas., Ankara, 2006, s. 58 . Sarıkaya, Makbule, Türkiye Himaye-i Etfal Cemiyeti,1921-1935, An-

kara, 201 1 . Selek, Sabahattin, Anadolu İhtilali, C 1 , 1 1 . bas., İstanbul, 2004. Shaw, Satanford J.; Shaw, Ezel Kural, Osmanlı İmparatorluğu ve Mo­

dem Türkiye, C 2, İstanbul, 1983. Sılay, Mehmet, İskilipli Abf Hoca, İstanbul, 201 1 . Somar, Ziya, "Atatürk İnkılilplarının Fikir Kaynakları" , Türk Kültürü,

Atatürk Sayısı, Kasım 1965, S. 37. Sonyel, Salahi R., Gizli Belgelerle Lozan Konferansı'nın Perde Arkası,

2. bas., Ankara, 2014. Soyak Hasan Rıza, Atatürk'ten Hatıralar, C 1 , 2, İstanbul, 1973. Soysal, İsmail, Türkiye'nin Siyasi Andıaşmaları, ( 1920-1945), C 1 , An­

kara, 2000. Sümer, Faruk, "Mustafa Kemal Paşa: Nahçıvan Türk Kapısıdır", Türk

Dünyası Tarih Dergisi, 1992. Şapolyo, Enver Behnan, Kemal Atatürk ve Milli Mücadele Tarihi, İs­

tanbul, 1958. Şekercioğlu, Hüseyin, "Atatürk 'ün Soy ve Sülalesi Hakkında Anado-

lu' da Yaptığım Çalışmalar", Türk Kültürü, S. 145. Şengör, A.M. Celal, Aptalı Tanımak, 4. bas., İstanbul, 2015. Şengör, A.M. Celal, Dahi Diktatör, İstanbul, 2015. Şensözen, Vasfi, Osmanoğulları'nın Varlıklan ve II . Abdülhamit'in

Emlaki, Ankara, 1 982, İstanbul, 2013. Şimşir, Bilal, Ankara . . . Ankara . . . Bir Başkentin Doğuşu, Ankara, 1998. Şimşir, Bilal, Atatürk ve Yabancı Devlet Başkanlan-I, Ankara, 1993. Şimşir, Bilal, Lozan Günlüğü, Ankara, 2012. Tahir'ul Mevlevi, Matbuat Alemindeki Hayabm ve İstiklal Mahkeme­

leri, 2. bas., İstanbul, 1 991 . Tan, Nail, "Atatürk'ün Sosyal Çalışmalarından Örnekler", Atatürkçü

Düşünce, Yıl: 4, Aralık 1977, S. 44. Tanfer, M. Vehbi, "Atatürk'ün Türk Mil/etine Armağan Ettiği Ba)ı­

ramlar" , Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S. 39. Tarih n, "Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri" ( 1931-1941 ), 4. bas., İs­

tanbul, 2005. Tarih m, "Yeni ve Yakın Zamanlarda Osmanlı-Türk Tarihi", İstan­

bul, 1931 . Tarih IV, "Kemalist Eğitimin Tarih Dersleri" ( 1931-1941) , 4. bas., İs­

tanbul, 2004.

566

TBMM Gizli Celse Zabıtları, C III, LV. TBMM Zabıt Ceridesi, C 10, 24. TDK, Türkçe Sözlük, 9. bas., Ankara, 1998. Terzioğlu, Said Arif, Atatürk'ün Ahmet Çavuşu, Ankara, 1968. Tezer, Şükrü, Atatürk'ün Hatıra Defteri, 4. bas., Ankara, 1 999. Topuz, Hıfzı, Çılgın ve Özgün-Neyzen Tevfik'in Romanı, 7. bas., İs-

tanbul, 2014. Tunaya, Tarık Zafer, Türkiye'de Siyasi Gelişmeler, 1 876-1938, İstan­

bul, 2001 . Tuncer, Hüseyin, Meşrutiyet Devri Türk Edebiyatı, İstanbul, 2001 . Tunçay, Mete, Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Parti Yönetiminin Kurul­

ması, ( 1923-1931 ), 3 . bas., İstanbul, 1992. Turan, Şerafettin, " Cumhuriyet Kavramının ve Ulus Devlet Anlayışı­

nın Pekişmesinde Dil ve Tarih Çalışmalarının Önemi", Cumhuriyet Kazanımları, Ankara, 2014.

Turan, Şerafettin, İsmet İnönü, Yaşamı, Dönemi ve Kişiliği, 2. bas., Ankara, 2003.

Turan, Şerafettin, Mustafa Kemal Atatürk, Kendine Özgü Bir Yaşam ve Kişilik, 2. bas., Ankara, 2008.

Turgut, Hulusi, Atatürk'ün Sırdaşı Kılıç Ali'nin Anıları, 6 . bas., İstan­bul, 2005.

Tüfekçi, Gürbüz, Atatürk Seyahat Notları (1930-1931 ), 2. bas., İstan­bul, 1998.

Türk İstiklal Harbi, İdari Faaliyetler, C VII, Ankara, 1 975. Türkiye Çocuk Esirgeme Kurumunun Küçük Tarihçesi 1921-1939, İs­

tanbul, 1 940. Türkiye Himaye-i Etfal Cemiyeti Umumi Merkezi Dokuzuncu ve

Onuncu Seneler Umumi Kongresine Takdim Edilen 1930-1931 Se­neleri Mesai Raporu, s.12.

Türkiye İş Bankası Tarihi, İstanbul, 2001 , Ankara, 201 1 . Uçarol, Rifat, Siyasi Tarihi ( 1789-1994), İstanbul, 1995. Uğurlu, Cemil, "Atatürk'te Rasyonel ve Matematik Düşünce", Bilim ve

Teknik, Kasım 1985. Uluskan, Seda Bayındır, Atatürk'ün Sosyal ve Kültürel Politikaları, An­

kara, 2010. Umay, Fuat, Çocuk Esirgeme Kurumu 25 Yılda Neler Yaptı: Çocuk

Davamız, İzmir, 1946. Üçok, Bahriye, İslam Tarihi, Emeviler- Abbasiler, Ankara, 1979. Ülkütaşır, M. Şakir, Atatürk ve Harf Devrimi, Mart 1998. Ünal, Tahsin, "Atatürk Parasızfığı da Yenmişti" , Türk Kültürü-Ata­

türk Sayısı, Kasım 1965, S. 37.

567

Ünaydın, Ruşen Eşref, Anılar, İstanbul, 1 962. Yasa, Yesevizade Alparslan, "Mustafa Kemal Masonluğa Sadık Kalma­

mış Mıydı?" , Derin Tarih, Haziran 2015, S. 39. Yumlu, Murat, "Bir Devrin Cemiyet Adamı Dr. Fuat Umay Biyogra­

(isi Üzerine Bir İnceleme", History Studies, Onadoğru Özel Sayısı, 2010.

Yurdakul, Yurdakul, Atatürk'ten Hiç Yayımlanmamış Amlar, İstanbul 2005.

Gazeteler (Yazılar, haberler ve tarihleri dipnotlarda gösterilmiştir.)

Akşam Alemdar Cumhuriyet Habenürk Hakimiyet-i Milliye Hürriyet İkdam Milli Gazete Milliyet Radikal Sabah Son Posta Sözcü Star TC Resmi Gazete Ulus Vakit Vatan Yeni Akit Yeni Gün Yeni İstanbul Yeni Şafak

568

Elektronik (Yazılar, haber ve tarihleri dipnot­larda gösterilmiştir.)

hnp:U www.gazeteyatan.com http:Uayasofyamuzesi.goy.tr http:Uwww.aians32.com http:Uwww.cihandura.com http:Uwww.dektmk.org.tr http:Uwww.dergiler.ankara.edu.tr hnp:Uwww.diken.com.tr hnp:Uwww.dunyabuheni.net http:Uwww.dzkk.tsk.tr http:Uwww.haber7.com http:Uwww.haberfx.net. http:Uwww.habervaktim.com hnp:Uwww.maden.org.tr! hnp:Uwww.mynet.com hnp:Uwww.pazar53.com http:Uwww.pigoı.gov.tr http://www.suleyman-ates.com http:Uwww.timeturk.comltr http:Uwww.trakyagezi.com.

Sinan M EYDAN

1 975 yılında Artvin'de doğdu. ilk ve orta öğrenimini. Artvin Ş�v�at'ta, yükseköğrenimini Istanbul Universi­tesi Edebiyat Fakültesi Tarih bölü­münde tamamladı. "Atatürk, Ön­Türk Tarihi ve Yakın Tarih" üzerine çalı�malarına devam etmekte ve Bü­tün Dünya dergisinde yazmaktadır.

Yayımlanmı� eserleri �unlardır:

� . Atatürk ve Kayıp Kıta Mu, Istanbul, 2005. 2. Son Truvalılar, "Truvalıların, Kayıp Kökleri", istanbul, 2005. 3. "Atatürk'ü Anlamak için" !'Iutuk'un De�ifresi, Istanbul, 2006. 4. Sarı Lacivert Kurtuluş, "Kurtulu� Sa'!aşı'nda Fenerbahçe ve Atatürk", Istanbul, 2006. 5. "Ata�ürk ve Kayıp Kıta Mu-2", Köken, Istanbul, 2008. 6. "Atatürk ile Allah Arasında, �ir Ömrün Öteki Hikayesi", Istanbul, 2009. 7. Atatürk'ün Gizli Kurtulu� Planları, "Parola Nuh", istanbuL, 2009. 13. Sarı Paşam, "Mustafa Kemal, !ttihatçılar ve i i . Abdülhamit", Istanbul, 201 0. 9. Atatürk ve Türklerin Saklı Tarihi, "Türk Tarih Tezinden Türk­islam Sentezine", istanbul, 201 0. � o. Cumhuriyet Tarihi Yalanları 1 -2, Istanbul, 201 0-201 1 . 1 1 . Akl-ı Kemal, "Atatürk'ün Akıllı Projeleri" 1 -2-3-4-5 istanbul, 201 2-2014'. 1 2. Ba�bakan R. Tayyip Erdoğan'ın ":Tarih Tezleri"ne EL - CEVAP, Istanbul, 201 3. 1 3. Akl-ı Kemal, "Atatürk'ün Akıllı f>rojeleri", Özel Baskı, Istanbul, 201 4. 1 4. Vaiz, "Öteki Mehmed Akif", istanbul, 201 5.