servet-Đ fÜnun dergĐsĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · mustafa...

659
SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐ (356-400 Sayılar) (Đnceleme ve Seçilmiş Metinler) Mustafa KIŞAN Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Lisansüstü Eğitim, Öğretim ve Sınav Yönetmeliğinin Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Yeni Türk Edebiyatı Bilim Dalı Đçin Öngördüğü YÜKSEK LĐSANS TEZĐ Olarak hazırlanmıştır. TEZ DANIŞMANI Yrd. Doç. Dr. Yunus AYATA SĐVAS Haziran 2008

Upload: others

Post on 17-Jan-2020

54 views

Category:

Documents


1 download

TRANSCRIPT

Page 1: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐ

(356-400 Sayılar)

(Đnceleme ve Seçilmiş Metinler)

Mustafa KIŞAN

Cumhuriyet Üniversitesi

Sosyal Bilimler Enstitüsü

Lisansüstü Eğitim, Öğretim ve Sınav Yönetmeliğinin Türk Dili ve Edebiyatı

Anabilim Dalı Yeni Türk Edebiyatı Bilim Dalı Đçin Öngördüğü

YÜKSEK LĐSANS TEZĐ

Olarak hazırlanmıştır.

TEZ DANIŞMANI

Yrd. Doç. Dr. Yunus AYATA

SĐVAS

Haziran 2008

Page 2: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

I

SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐ

(356-400 Sayılar)

(Đnceleme ve Seçilmiş Metinler)

Mustafa KIŞAN

Cumhuriyet Üniversitesi

Sosyal Bilimler Enstitüsü

Lisansüstü Eğitim, Öğretim ve Sınav Yönetmeliğinin Türk Dili ve Edebiyatı

Anabilim Dalı Yeni Türk Edebiyatı Bilim Dalı Đçin Öngördüğü

YÜKSEK LĐSANS TEZĐ

Olarak hazırlanmıştır.

TEZ DANIŞMANI

Yrd. Doç. Dr. Yunus AYATA

SĐVAS

Haziran 2008

Page 3: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü’ne

Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Yeni Türk Edebiyatı Bilim Dalı’nda YÜKSEK LĐSANS TEZĐ olarak kabul edilmiştir.

Yrd. Doç. Dr. Yunus AYATA (Danışman) Yrd. Doç. Dr. Süheyla YÜKSEL Yrd. Doç. Dr. Doğan KAYA Onay

Yukarıdaki imzaların, adı geçen öğretim üyelerine ait oyduğunu onaylarım.

23.06.2008

Prof. Dr. Zafer CĐRHĐNLĐOĞLU

Enstitü Müdürü

Page 4: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

II

Page 5: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

I

ÖZET

Milletlerin geleceklerine dair olası planlar yapması ve bunları

gerçekleştirmesi ciddi anlamda geçmişle olan bağlarına ve onlardan aldığı derslere

bağlıdır. Bunun için zamanın her geçen saniye bir darbe daha vurarak tarihin tozlu

raflarına ittiği eserler üzerine çalışmak, geçmişle gelecek arasına atılan yeni bir

ilmiktir.

Modern Türk edebiyatının gelişmesinde ve olgun örneklerinin verilmesinde

Servet-i Fünun edebiyatı, ayrı bir yere ve öneme sahiptir. Hikâye ve romanın olgun

örneklerini Halit Ziya yine bu dönemde verir.

Edebiyat tarihimizin büyük önem arz eden bu edebî birikimini bilimsel

araştırmalarla incelemek, tanıtmak ve onun karanlıkta kalan taraflarını tarafsız bir

yaklaşımla değerlendirmek genç neslin estetik eğitimi bakımından önem

taşımaktadır.

Elli yılı aşkın bir süre ayakta kalabilen derginin sahibi Ahmet Đhsan

TOKGÖZ’dür. 1891 yılında popüler bir fen dergisi olarak yayın hayatına başlayan

Servet-i Fünun dergisi 1896 yılında Tevfik Fikret’in derginin müdürlüğüne

geçmesiyle edebî bir nitelik kazanır. Dergi bu tarihten sonra Edebiyat-ı Cedide

topluluğunun yayın organı haline gelmiştir. Bu edebî faaliyet 1896-1901 yılları

arasında yoğun olarak hissedilir. Ayrıca dergi, 1910-1912 yılları arasında Fecr-i Ati

topluluğuna da kucak açmıştır. Bunun dışında kalan zamanlarda habercilik unsuruyla

gazete misyonu da üstlenmiştir.

Çalışmamız 10 Ocak 1898 ile 10 Kasım 1898 tarihleri arasında

yayımlanan 356-400. sayıları kapsamaktadır. Fihrist özelliği taşıyan çalışmanın

başında devrin siyasî ve sosyal yapısının incelendiği bir giriş yazısı mevcuttur.

Çalışma dergi sayıların incelenmesi, sınıflandırılması ve çevirisiyle araştırmacıların

istifadesine sunulmuştur.

Page 6: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

II

ABSTRACT

For nations, making possible plans about their future and realising them

depends on the links with the past and learning lessons from them. For this reason, to

study on these works pushed in depths by striking more in every second by the time

is a loop that is made between the past and the future.

Servet-i Fünun has got special importance and a special place in forming of

Turkish Literature and giving mature examples of it. Matured examples of novels

and stories were also given by Halid Ziya at that time.

Exhibiting and introducing these precious literary values of our literature

history with scientific investigations and examining the characteristics of this

traditions in the darkness with a constructive and objective approach have a great

importance of teaching aesthetic to our youth.

The owner of the magazine, which was published more than fifty years, was

Ahmet Đhsan (TOKGÖZ). In 1891, it started its life as a science magazine and in

1896, when Tevfik Fikret became the director of it; the periodical gained a literary

characteristic. After this date, the magazine became the publication of the society of

Edebiyat-ı Cedide. These literary works were made more between 1896 and 1901.

Besides, it opened its arm to the society of Fecr-i Ati between the years of 1910-

1912. Except these periods, it took charge of mission of “journalism” as a

newspaper.

This study includes between the 356 and 400 issues published in January

1898 and November 1898. This is also a kind of index study. There was an abstract

about political and social structure of that age at the beginning of this index.. It is

presented with the examining of contents, classification and translation of the

relevant issues of magazine, on behalf of investigators.

Page 7: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

III

ĐÇĐNDEKĐLER

ÖZET.............................................................................................................................I

ABSTRACT ................................................................................................................ II

ĐÇĐNDEKĐLER........................................................................................................... III

KISALTMALAR ....................................................................................................VIII

ÖN SÖZ......................................................................................................................IX

SERVET-Đ FÜNUN’UN KĐMLĐK BĐLGĐLERĐ ...................................................... XII

GĐRĐŞ............................................................................................................................1

1. DEVRĐN SOSYAL VE SĐYASĐ ŞARTLARI ......................................................1

2. SERVET-Đ FÜNUN’A KADAR BASIN HAYATIMIZ ....................................27 2.1. Osmanlı Ülkesinde Yabancı Dilde Yayımlanan Basın .........................28 2.2. Türkçe Basın .........................................................................................31

BĐRĐNCĐ BÖLÜM......................................................................................................39

I. ĐNCELEME.........................................................................................................39

1. KÜLTÜR HAYATIMIZ AÇISINDAN SERVET-Đ FÜNUN ............................42 1.1. Derginin Şekil Özellikleri .....................................................................43 1.2. Yazar Kadrosu.......................................................................................49 1.3. Fikrî Faaliyeti ........................................................................................74 1.4. Edebî Faaliyeti ......................................................................................80

1.4.1. Biyografiler ve Tanıtım Yazıları.............................................88 1.4.2. Dil ve Üslup ............................................................................90 1.4.3. Şiir...........................................................................................96 1.4.4. Hikâye ve Roman..................................................................105 1.4.5. Tenkit ve Tahlil .....................................................................111 1.4.6. Tiyatro...................................................................................120 1.4.7. Mensure.................................................................................125 1.4.8. Diğerleri ................................................................................128

2. TAHLĐLÎ FĐHRĐST ...........................................................................................132 2.1. Yazılar .................................................................................................132

2.1.1. Yazar Adına Göre .................................................................132 2.1.2. Konu ve Türlerine Göre ........................................................171

2.1.2.1. Askeriye, Ordu ve Savaş ......................................171 2.1.2.2. Avcılık ..................................................................171

Page 8: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

IV

2.1.2.3. Dahilî ve Haricî Haberler .....................................171 2.1.2.4. Edebi ve Edebiyatla Đlgili Eserler.........................174

2.1.2.4.1.Anı .........................................................174 2.1.2.4.2.Biyografi................................................175 2.1.2.4.3.Çeviri Roman ........................................176 2.1.2.4.4.Çeviri Şiir ..............................................177 2.1.2.4.5.Dil ..........................................................178 2.1.2.4.6.Edebî Şahsiyetler ...................................178 2.1.2.4.7.Edebî Tartışma ......................................180 2.1.2.4.8.Edebiyat .................................................182 2.1.2.4.9.Eğitim ....................................................183 2.1.2.4.10.Gezi .....................................................183 2.1.2.4.11.Hikâye .................................................190 2.1.2.4.12.Mektup.................................................192 2.1.2.4.13.Mensure ...............................................192 2.1.2.4.14.Mülakat................................................194 2.1.2.4.15.Roman .................................................194 2.1.2.4.16.Şiir .......................................................195 2.1.2.4.17.Tenkit...................................................210 2.1.2.4.18.Tiyatro .................................................211 2.1.2.4.19.Vecize ..................................................212 2.1.2.4.20.Yabancı Edebiyatlar ............................212

2.1.2.5. Havacılık ..............................................................212 2.1.2.6. Hukuk ...................................................................212 2.1.2.7. Đktisat ....................................................................213 2.1.2.8. Đstanbul Postası.....................................................213 2.1.2.9. Kadın ....................................................................213 2.1.2.10. Kitap Tanıtımı ......................................................213 2.1.2.11. Moda.....................................................................214 2.1.2.12. Musahabe-i Fenniye .............................................214 2.1.2.13. Resim....................................................................217 2.1.2.14. Resmî Haberler.....................................................217 2.1.2.15. Sanat .....................................................................218 2.1.2.16. Sağlık....................................................................219 2.1.2.17. Sergi......................................................................219 2.1.2.18. Servet-i Fünun Đle Đlgili Yazılar ...........................220 2.1.2.19. Sosyoloji ...............................................................220 2.1.2.20. Şehir Haberleri .....................................................220 2.1.2.21. Tebrik ...................................................................221 2.1.2.22. Törenler ................................................................222 2.1.2.23. Vefat Haberleri .....................................................222

2.2. Đlan ve Reklâmlar ................................................................................222 2.2.1. Đşyeri ve Ticarethane Đlan ve Reklâmları ..............................222 2.2.2. Đş Đlanları ...............................................................................223 2.2.3. Kitap Mecmua Đlan Ve Reklâmları .......................................223 2.2.4. Sağlık ve Tıp Đle Đlgili Đlan ve Reklâmlar .............................227 2.2.5. Servet-i Fünun Đle Đlgili Đlan ve Reklâmlar ...........................228

Page 9: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

V

2.2.6. Diğerleri Đlan ve Reklâmlar...................................................231 2.3. Fotoğraflar, Resimler ve Karikatürler .................................................231

2.3.1. Fotoğraflar.............................................................................231 2.3.1.1. Bina ve Yapı Fotoğrafları.....................................231 2.3.1.2. Gemi, Araç ve Askeri Teçhizata Dair Fotoğraflar234 2.3.1.3. Moda ve Kıyafet Fotoğrafları...............................236 2.3.1.4. Savaş, Askeriye Ordu Ve Donanmalara Ait Fotoğraflar.............................................................................237 2.3.1.5. Şehir, Seyahat ve Manzara Fotoğrafları ...............238 2.3.1.6. Yerli ve Yabancı Askerler, Devlet Adamları ve Sanatçılara Ait Fotoğraflar....................................................241 2.3.1.7. Diğer Fotoğraflar ..................................................249

2.3.2. Resimler ................................................................................251 2.3.2.1. Askerî ve Mülkî Erkânla Đlgili Resimler ..............251 2.3.2.2. Avcılık ve Sporla Đlgili Resimler..........................252 2.3.2.3. Bina ve Yapı Resimleri ........................................252 2.3.2.4. Ordu ve Askerle Đlgili Resimler ...........................253 2.3.2.5. Tablolar ................................................................253 2.3.2.6. Harita ....................................................................256 2.3.2.7. Diğer Resimler .....................................................256

2.3.3. Karikatürler ...........................................................................257

ĐKĐNCĐ BÖLÜM ......................................................................................................258

II. METĐNLER.......................................................................................................258

1. TENKĐT ĐLE ĐLGĐLĐ YAZILAR......................................................................259 TEKÂMÜL-Đ TENKĐT -Mukaddime ...............................................................260 TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 1 ..................................................................................265 TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 2 -On Yedinci Asır Descartes, Boalo, Kartezyanizm, Klasizm 269 TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 3 -Onbeşinci Asır Dekart, Boalo, Kartezyenizm, Klasizm 272 TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 4 -On Sekizinci Asır Eskilerle Yeniler-Rousseau’nun Felsefesi.............................................................................................................277 TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 5 -On Dokuzuncu Asır Birinci Devre Sainte Bouvveau 282 TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 6 -On Dokuzuncu Asır Đkinci Devir ...........................289 TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 7 -XIX. Asır Đkinci Devre...........................................295 TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 8 -On Dokuzuncu Asır Đkinci Devir ...........................301 TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 9 -On Dokuzuncu Asır Đkinci Devir ...........................305 TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 10 ................................................................................308

2. DĐL VE EĞĐTĐM ĐLE ĐLGĐLĐ YAZILAR ........................................................314 NORVEÇ KADINLARI VE MEKTEB-Đ MUHTELĐTE.................................315 ĐNGĐLĐZ TERBĐYESĐ.......................................................................................319 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 1 -Şive, Zevk.....................................................324 LONDRA’DAN MEKTUP -Đngiltere’de Türkçe Tedrisatı ..............................328

Page 10: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

VI

3. EDEBĐYATLA ĐLGĐLĐ YAZILAR ..................................................................334 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 1 -Şive, Zevk.....................................................335 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 2 -Hikmet-Đ Bedayi, Hüsn ................................339 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 3 -Mahsulât-I Fikriye-i Beşeriye, Mahsulât-ı Tabiiye 346 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 4 -Asar-ı Sanat Nasıl Vücuda Gelir? Eserin Tarihi 353 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 5 -Edebiyat-ı Cedide, Menşei ve Esasları.........363 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 6 -On Dokuzuncu Asrın Temayülat-ı Ruhiyesi 371 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 7 ........................................................................380 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 8 -Sanat .............................................................386 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 9 -Đdeal = Gaye-i Hayali ...................................396 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 9 -Gaye-i Hayali = Đdeal ..................................401 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 10 -Gaye-i Hayali 2 ..........................................407 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 10 -Gaye-i Hayali 3 ..........................................414 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 11 -Şiir ..............................................................423 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 12 -Deha ...........................................................429 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 13 -Deha ...........................................................433 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 14 -Sanat ve Şiirin Đstikbali 1 ...........................442 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 15 -Sanat ve Şiirin Đstikbali 2 ...........................452 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 16 -Sanat ve Şiirin Đstikbali 3 ...........................461 ROMANLARA DAĐR ......................................................................................467 MAKALE-Đ MAHSUSA ..................................................................................471 MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 36...........................................................................475 MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 38...........................................................................479 MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 39 -Şiir Hakkında ..................................................483 MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 40...........................................................................489 MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 42...........................................................................497 MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 43 -Tefrit ve Đfrat ..................................................502 MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 45 -Eslafta Dekanlık ve Şeyh Galip......................508 MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 46 -Harabattan Bir Sahife .....................................517 MUSAHABE-Đ FENNĐYE................................................................................527 HĐKMET-Đ ĐÇTĐMAĐYEYE DAĐR -Muhtacine Muavenet-i Mecburiye .........532

4. SERVET-Đ FÜNUN ĐLE ĐLGĐLĐ YAZILAR....................................................538 BADE’T-TERTĐP -Đkdam Muhabiri Đzzetlü Ali Kemal Bey’e.........................539 MAKALE-Đ MAHSUSA ..................................................................................542 BĐR BEDĐA-Đ SANAT......................................................................................566 MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 41 -Şiir Hakkında ..................................................573 BĐR CEVAP -Ali Kemal Bey’e ........................................................................577 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 5 -Edebiyat-ı Cedide, Menşei ve Esasları.........581 AHMET NAĐM BEY EFENDĐ’YE ..................................................................589 MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 37 -Đki Söz Daha ...................................................590

5. TANITIM YAZILARI ......................................................................................596 RESĐMLERĐMĐZ Arzû-yı Melhuz -Ressam Halil Bey Efendi- .......................597 BESĐM ÖMER BEY .........................................................................................601

Page 11: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

VII

MAKALE-Đ MAHSUSA -Alphonse Daudet ...................................................604 MEŞAHĐR-Đ MUASIRĐN -Sami Paşazade Sezai Bey ......................................611 RESSAM HALĐL BEY EFENDĐ’NĐN BĐR LEVHA-Đ DĐLRUBASI..............613

SONUÇ ....................................................................................................................615

KAYNAKÇA ...........................................................................................................618

FOTOKOPĐLER.......................................................................................................625

Page 12: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

VIII

KISALTMALAR

age Adı geçen eser

agm Adı geçen makale

bk. Bakınız

C Cilt

çev. Çevirmen

Doç. Doçent

Dr. Doktor

MEB Milli Eğitim Bakanlığı

Nu. Numara

Prof. Profesör

s. sayfa

S. Sayı

SF Servet-i Fünun

SP Suplement Politique

TDK Türk Dil Kurumu

Yay. Yayınları/Yayınevi

Page 13: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

IX

ÖN SÖZ

Đnsan düşüncesinin geçtiği yolları izlemek için papirüslerin esrarını çözmeye

lüzum yok. Üç bin yıl önceki düşünceler yanı başımızda. Adeta onlarla çevriliyiz. 1

Her yazılı belge tarihe geçmiş bir vesikadır. Bu belgelerle nesiller arasında bağlantı

sağlanır. Bu belgeler ki maziyi bize ulaştırmakla atîyi bina ederler. Geçmişten

alınması gereken derslerin çok daha önemli bir hâl aldığı günümüzde etrafımız

tarihin numuneleri ve eserleriyle kuşatılmış. Ama bu eserler, yeterince incelenmemiş

ve incelenmiyor. Derya içre olup deryayı bilmemek bu olsa gerektir.

Edebiyat sosyal hayatın bir yansımasıdır. Dergiler ise devrinin tam anlamıyla

birer aynasıdır. “Genç düşünce, dergilerde kanat çırpar.”2 Đşiten kulaklar için

dergilerde eskinin kalp atışları duyulur. Hele bu dönem Devlet-i Âl-i Osman’ın kalp

atışlarının zayıfladığı bir dönem olunca dergi hastalığa bizzat tanık olmaktadır.

“Abdülhamit çağı, dışından durgun gözüken karanlık bir su birikintisine

benzediği hâlde, dibinde gelecek bir fışkırışın akıntıları gizli gizli birikiyordu.

Avrupa uygarlığının maddi sanılan etkileriyle gelenekçiliğin aldatıcı şalları altında

siyasal sorunları üzerinde değilse de, önce kültürel sorunlar üzerindeki görüşlerde

ağır ağır değişmeler oluyordu. Siyasal olmayan görünüşler edebiyat adı altında

sessizce gerçekleşiyordu.”3 Bütün bunların yaşandığı dönemde yayın hayatına devam

eden Servet-i Fünun tarihe tanıklık etmektedir. Biz de bu çalışmamızı böyle bir

fayda amacıyla, dergi üzerine gerçekleştirdik.

Çalışmamız Servet-i Fünun’un 356-400. sayılarını kapsamaktadır ve iki ana

bölümden oluşmaktadır. Ayrıca devri hazırlayan sosyal, siyasi olayları ve bunun

devamında da o dönemin basın hayatını konu alan bir giriş yazısına da çalışmamızda

yer verdik.

Birinci bölümde, derginin kültür hayatımızdaki yeri, şekil özellikleri, yazar

kadrosu incelendikten sonra tahlilî bir fihrist yapılmıştır. Derginin sütunlarını

1 Cemil MERĐÇ, Bir Dünyanın Eşiğinde, Đletişim Yay. Đstanbul, 2005 s. 22. 2 Cemil MERĐÇ, Bu Ülke, Đletişim Yay. Đstanbul, 2004 s. 100. 3 bk. Niyazi BERKES, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yay. Đstanbul, Ekim-2003.

Page 14: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

X

dolduran yazılar önce yazar adına göre, daha sonra da konu ve türlerine göre tasnif

edilmiştir. Ardından ilan ve reklâmlar konularına göre tasnif edilmiş ve birinci

bölümün sonunda fotoğraflar, resimler ve karikatürler yer almıştır.

Çalışmamızın ikinci bölümünü metinler oluşturmaktadır. Metinleri seçerken

edebiyat ve sanatla ilgili olan metinleri tercih ettik. Ayrıca belirlenen metinlerin daha

önce çevrilmemiş olmalarına da dikkat ettik. Kitap, gazete adlarını italik yazı

karakteriyle gösterdik. Ayrıca çevrilen metinleri tahlilî fihristte yıldız [*] işaretiyle

gösterdik. Çalışmamız içerisinde kullanılan kısaltmalar, kısaltmalar cetvelinde

gösterilmiştir.

Derginin şekil özelliklerini daha somut bir hale getirebilmek için

çalışmamızın sonunda, dergide yer alan fotoğraf ve resimlerin bir bölümünü ve

derginin tam bir sayısını fotokopiler başlığı altında verdik.

Dergide yer alan Arapça, Farsça ve Fransızca ibareleri aslına uygun olarak

yazdık. Ancak Fransızca isimlerin Arap harfleriyle ve okunduğu gibi yazılması

sebebiyle bu isimleri okumada sıkıntı çektik. Bulabildiğimiz isimlerin orijinallerine

bağlı kaldık. Diğer isimleri ise okunuşlarına uygun olarak yazdık. Metin veya

bölümlere tarafımızdan eklenen yazıları ise köşeli parantez [ ] içinde verdik.

Bütün hassasiyetimize rağmen çalışmamızda yanlışlık ve eksikliklerin olacağı

kaçınılmazdır. Bu anlamda yapıcı her eleştirinin ortaya çıkan bu eseri

olgunlaştıracağına inanıyoruz.

Araştırmacılar için derginin 306–355. sayılar arasında yapılan Mehmet

KONUKÇU’nun çalışmasına ve 401–446. sayılar arasında yapılan Oktay UZEL’in

çalışmasına bakmak faydalı olacaktır.

Bu çalışmamda her tür yardımını ve desteğini gördüğüm, çalışmamın her

aşamasında yanımda olan, eksiklerimi ve hatalarımı sabır ve hoşgörüyle düzelten

muhterem hocam Yrd. Doç. Dr. Yunus AYATA’ya minnettarım. Kendilerine

teşekkürü bir borç biliyorum. Ayrıca çalışmamda çeşitli yardımını gördüğüm ve

Page 15: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

XI

manevi desteğini hep yanımda hissettiğim Gaye KIŞAN’a ve mesai arkadaşlarıma en

kalbî duygularla teşekkür ederim.

Mustafa KIŞAN

Haziran – 2008

Page 16: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

XII

SERVET-Đ FÜNUN’UN KĐMLĐK BĐLGĐLERĐ

“Perşembe günleri çıkar. Menafi-i mülk ve devlete hadim musavver Osmanlı

gazetesi”

Sermuharriri ve müdürü : Ahmet Đhsan [TOKGÖZ]

Fiyatı : “Dersaadet nüshası 100 paradır. ”

Yayınlanış süresi : Haftalık (Perşembe günleri)

Abone şartları :

Dersaadet nüshası :

“ Dersaadet seneliği 130, altı aylığı 75, üç aylığı 45 kuruştur. Posta ile gönderilirse

vilayat bedeli ahz olunur. ”

Vilayat nüshası :

“Vilayatta seneliği 150, altı aylığı 80 kuruş olup üç aylığı yoktur. Kırılmadan

mukavva boru ile almak için yirmi kuruş fazla alınır.

Basıldığı şehir : Đstanbul

Basıldığı yer : Matbaa-i Ahmet Đhsan

Yazı Đşleri Müdürü : Tevfik Fikret

Page 17: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

XIII

Tablo 1. Kimlik Bilgileri Tablosu (356–400. Sayılar)

Sayfa Numarası Nu. Tarih

SF SP Düşünceler

356 29 Kanun-ı Evvel1313 [10 Ocak 1898]

273–289 137–144 Pazartesi

357 1. Kanun-ı Sanı 1313 [13 0cak 1898]

290–305 145–152

358 8 Kanun-ı Sanı 1313 [20 Ocak 1898]

306–321 153–160

359 15 Kanun-ı Sanı 1313 [27 Ocak 1898]

322–337 161–168

360 22 Kanun-ı Sanı 1313 3 Şubat 1898]

338–353 169–176

361 29 Kanun-ı Sani 1313 [10 Şubat 1898]

354–369 177–184

362 5 Şubat 1313 [17 Şubat 1898]

370–384 185–192 Tarihte basım hatası yapılarak 1312 tarihi basılmıştır.

363 12 Şubat 1313 [24 Şubat 1898]

385–400 193–200 Tarihte basım hatası yapılarak 1312 tarihi vardır.

364 19 Şubat 1313 [3 Mart 1898]

401–416 201–208 Yedinci sene on dördüncü cildin fihristi basılmıştır.

365 26 Şubat 1313 [10 Mart 1898]

1–16 209–216

366 5 Mart 1314 [17 Mart 1898]

17–32 217–224

367 12 Mart 1314 [24 Mart 1898]

33–48 225–232

368 19 Mart 1314 [31 Mart 1898]

49–64 233–240

369 26 Mart 1314 [7 Nisan 1898]

65–80 241–248

370 2 Nisan 1314 [14 Nisan 1898]

81–96 249–256

371 9 Nisan 1314 [21 Nisan 1898]

97–112 257–264

372 16 Nisan 1314 [28 Nisan 1898]

113–128 265–272

373 23 Nisan 1314 [5 Mayıs 1898]

129–144 273–280

374 30 Nisan 1314 [12 Mayıs 1898]

145–160 281–288

375 7 Mayıs 1314 [19 Mayıs 1898]

161–176 289–296

376 14 Mayıs 1314 [26 Mayıs 1898]

177–192 297–304

377 12 Mayıs 1314 [2 Haziran 1898]

193–208 305–312

Page 18: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

XIV

Sayfa Numarası Nu. Tarih

SF SP Düşünceler

378 28 Mayıs 1314 [9 Haziran 1898]

209–224 313–320

379 4 Haziran 1314 [16 Haziran 1898]

225–240 321–328

380 11 Haziran 1314 [23 Haziran 1898]

241–256 329–336

381 18 Haziran 1314 [30 Haziran 1898]

257–272 337–344

382 25 Haziran 1314 [7 Temmuz 1898]

273–288 345–352

383 2 Temmuz 1314 [14 Temmuz 1898]

289–304 353–360

384 9 Temmuz 1314 [21 Temmuz 1898]

305–320 361–368

385 16 Temmuz 1314 [28 Temmuz 1898]

321–336 369–376

386 23 Temmuz 1314 [4 Ağustos 1898]

337–352 377–384

387 30 Temmuz 1314 [11 Ağustos 1898]

353–368 385–392

388 6 Ağustos 1314 [18 Ağustos 1898]

369–384 393–400

389 13 Ağustos 1314 [25 Ağustos 1898]

385–400 401–408

390 19 Ağustos 1314 [31 Ağustos 1318]

401–414 1–8 Çarşamba Sekizinci on beşinci cildin fihristi basılmıştır.

391 27 Ağustos 1314 [8 Eylül 1898]

1–16 9–16

392 3 Eylül 1314 [15 Eylül 1898]

17–32 17–24

393 10 Eylül 1314 [22 Eylül 1898]

33–48 25–32

394 17 Eylül 1314 [29 Eylül 1898

49–64 33–40

395 24 Eylül 1314 [6 Ekim 1898]

65–80 41–48

396 1 Teşrin-i Evvel 1314 [13 Ekim 1898]

81–96 49–56

397 8 Teşrin-i Evvel 1314 [20 Ekim 1898]

97–112 57–64

398 15 Teşrin-i Evvel 1314 [27 Ekim 1898]

113–128 65–72

399 22 Teşrin-i Evvel 1314 [3 Kasım 1898]

129–144 73–80

400 29 Teşrin-i Evvel 1314 [10 Kasım 1898]

145–160 81–88

Page 19: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

1

GĐRĐŞ

1. DEVRĐN SOSYAL VE SĐYASĐ ŞARTLARI

“Evamir ve nevahi-i ilahiyyeye dahi

kemayenbaği ittiba etmediğiniz hasebiyle

Cenab-ı Hakk isyan ve tuğyanımıza

mücazeten ehass-ı kavm-i nasara olan

Moskov taifesini üzerimize taslit eyledi.

Hakk Teala’ya kasem eylerim, hulus-ı kalp

ile, ettiğimiz maasiye tevbe eylesek ve ittihat

ve ittifak meslekine salik olsak, düşmanın

şiraze-i nizamı münhal olur. ”

Osmanlı Serdâr-ı Ekreminin Askere

Hitabesinden4

XIX. asır Osmanlı Türklerinin yaşayabilmek için, Avrupa medeniyetine

dehalet mecburiyetinde kaldıkları asırdır.

Kesin bir gerçektir ki tek bir devletin, en güçlü ordularla, en modern ve

muazzam teşkilatlarla ve en görülmemiş silahlarla bile bir dünya ablukasına

mukavemet edemeyeceği, bilhassa II. Dünya Harbi yıllarında Almanya’nın aldığı

netice ile çok açık bir şekilde anlaşılmıştır.

Đşte bu sebepledir ki Osmanlı Devleti’nin son asırlarda iyi idare edildiğini

iddia etmek ne kadar yanlışsa, imparatorluğun yıkılış sebeplerini yalnız dâhilî

idarenin bozukluğunda, bilhassa hükümdarların ve devlet adamlarının yetersizliğinde

aramak da o kadar insafsızlık olur. Kaldı ki Osmanlı padişahları ve bir kısım büyük

devlet adamları, hemen her asırda Türkiye’ye lüzumlu Avrupai yenilikleri getirmek;

askerî, iktisadî, medeni ve kültürel hayatta ıslahat yapmak ihtiyacını duymuş; bu

hususta harekete geçmiş fakat imparatorluk dâhilinde kışkırtılan zümrelerin ve bizzat

yarım münevverlerin ihtirasları, isyan ve ihtilalleri ile karşılaşarak, bu uğurda

4 Büyük Türk Klasikleri, C. 8, Ötüken-Söğüt Yay. Đstanbul, 1988, s. 13.

Page 20: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

2

padişah olarak da sadrazam olarak da, çok kere, ya tahtlarını yahut başlarını

vermişlerdir.

Aslında Türk milleti, mühim bir kısım Avrupa ülkelerinin tamamıyla

yabancısı değildir. Fakat Avrupa’da Rönesans’la başlayan yeni Avrupa

medeniyetinin dil, kültür, sanat ve teknik olarak gelişmesi hareketlerinden gereği

kadar haberdar da değildir.

Tanzimat, Osmanlı Devleti’nin öteden beri haberli olduğu Avrupa

medeniyetini, bütün Türk-Osmanlı halkı ve hayatı için kabul etmek yolunda giriştiği

bir devlet hamlesidir.

Geçen asırlar tarihini kaplayan askeri bozgunlar; siyasi mağlubiyetler; iç

isyanlar ve dış baskılar neticesinde bütün yurdu kaplayan içtimaî ve iktisadî bunalım,

artık Avrupa teknik ve kültürünün Şark’a üstün bir hâle geldiğini meydana

çıkarmıştı.

XVI. hatta XVII. asırda dünyanın en üstün siyasi ve askerî kudretini teşkil

eden Osmanlı Đmparatorluğu, şimdi, ihtiyarlayan bir insan gibi, bütün uzuvlarıyla

çöküyordu. Fakat çok büyük bir devlet olduğu için onun çöküşü de çok uzun

sürüyordu. Dünya tarihini askerî üstünlükleriyle dolduran Türklerin şimdi üst üste

askerî mağlubiyetlere uğrayışı, hem ordunun hem de orduyu sevk ve idare edecek

siyasi ve askerî teşkilatın artık ıslah edilmesi lüzumunu meydana koyuyordu.

Bu hâl dünya siyasetinde şark meselesi diye isimlendirilen ve asırlarca

uzayan bir problem doğurmuştu.

Batı ülkelerinde bir yandan büyük endüstri, o büyüklükte bir sürat kazanıyor,

bir yandan, aynı endüstri, kendine yeni kaynaklar ve pazarlar arıyordu. Đngiltere,

Fransa, Rusya ve Almanya gibi kapitalist ve emperyalist devletlerin, siyasi ve

iktisadi rekabetleri, Osmanlı Đmparatorluğu gibi, müstemleke olmaya çok elverişli,

geniş sahaları ve zengin kaynakları bulunan, cazip bir coğrafyayı elbette boş ve rahat

bırakamazdı.

Page 21: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

3

Milletlerin dini taassubundan da faydalanan bu devletler, Türkiye’yi önce

askerî kuvvetlerle zebun etmeye çalıştılar. Fakat imparatorluğun coğrafi durumu,

sahip olduğu toprakların, hele hükümet merkezinin kurulu bulunduğu boğazlar

coğrafyasının her hangi bir Avrupa devletinin eline geçmesine imkân bırakmıyordu.

Türkiye’ye saldırarak, boğazlar hâkimiyetini elde edebilecek her devlet, öteki

Avrupa devletlerinin müdahalesiyle geri çevriliyordu. Bu hâl bilhassa Mısır

meselesinde meydana çıktı. Devletin son asırlarda askerî yorgunluklar içinde

bunalmasına en çok Rusya sebep olmuştu. Rusya bir aralık Kavalalı Mehmet Ali

isyanını bastıramayacak hâle gelen Türk hükümetine yardım bahanesiyle,

Türkiye’nin hamisi ve hatta hâkimi olabilecek, siyasi ve askerî bir imkân elde

etmişti. Mehmet Ali isyanı karşısında telaşlanan Sultan Mahmut, Rusya ile Hünkâr

Đskelesi Muahedesi’ni akdederek, bir nevi Rus himayesini kabul eden acayip bir

anlaşma yapmıştı(1833). Bu hadise ve bilhassa boğazlarda Rus baskısı, öteki Avrupa

devletlerini ciddi bir şekilde kuşkulandırmıştı. Hele Đbrahim Paşa idaresindeki Mısır

ordusunun Nizip’te Hafız Paşa tarafından çok kötü idare edilen Türk ordusunu

bozguna uğratması vaziyeti bütün bütün çıkmaza sürüklemişti.

Bu sırada Sultan Mahmut ölmüş ve yerini genç hükümdar Abdülmecit’e

bırakmıştı. Avusturya, Đngiltere ve Fransa hükümetleri, Rusya’nın da ister istemez

razı olduğu bir nota hazırlayarak yeni Türk hükümdarına verdiler. Avusturya

başvekili Meternich tarafından yazılan bu nota, bundan böyle Türkiye menfaatlerinin

tek bir devlet tarafından değil, müşterek Avrupa devletleri tarafından korunacağı ve

mealinde idi.

Sultan Mecit, Batı devletlerinin ileri sürdükleri şartları da yerine getirme

vaadi ile devletin işlerine Avrupa devletlerinin bu müşterek müdahalesini kabul

zorunda kaldı. Bu sıralarda Osmanlı Devleti de yavaş yavaş Avrupai bir çehre

almaya başlıyordu. Türk ordusunun garp usulleriyle ıslahına çalışılıyor; bilhassa

Rusya’nın hasta adam dediği Türkiye’nin benzine yeni bir renk ve can geliyordu.

Rusya, Türkiye’nin hem de Avrupai usullerle dirilerek yeniden kuvvetli

devlet olması korkusu içinde idi. Nitekim daha fazla beklemeyerek, öteki Avrupa

Page 22: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

4

devletlerine rağmen, Moskova hükümeti 1853’te Türkiye’ye yeni bir harp ilan etti.

Şark meselesi işte bu harp içinde tamamıyla ortaya çıktı.

Türkiye’nin Rusya’ya zebun düşmesini katiyen istemeyen ve bunu devletler

muvazenesi bakımından çok tehlikeli bulan Đngiltere ve Fransa hükümetleri,

Türkiye’nin tarafını tutarak ordu ve donanmalarını Rusya üzerine yolladılar ve

Türkiye için harp ettiler. Sivastapol etrafında yapılan ve Kırım Savaşı diye anılan bu

karakteristik muharebe, hem imparatorluğun yaşayacağını hem de ıslah edildiği

takdirde Türk ordusunun kendi tarihi kudretine tekrar ulaşacağını meydana koydu.

Yine bu asrın sonunda Paris Muahedesi’nin 4. maddesi gereğince Osmanlı

Devleti, Avrupa umumi hukukuna hissedar edilerek Avrupa devletleri siyasi heyetine

kabul ediliyordu. Ancak aynı muahedenin diğer maddelerinde Türkiye, Eflak-

Boğdan Prensliğinin din, mezhep ve ticaret hürriyetini garanti ediyor, Sırbistan

Beyliğine de aynı hakların tanınması maddesini imzalıyordu.

Böylelikle imparatorluk dâhilindeki bütün Hıristiyan tebanın bu çeşit

haklarını tanıyacağına ve koruyacağına dair, Osmanlı Devleti, Avrupa devletlerine

söz vermek zorunda bırakılıyordu. 5

Osmanlının yükseliş çizgisinin aşağıya doğru inmeye başladığı bu asır

Karlofça(1699) ve Pasarofça(1718) ile belgelendikten sonra imparatorluğun

yöneticileri, o zamana kadar yalnız savaş ve kısmen de ticaret konularının dışında

Batılılarla hiçbir temas kurmama alışkanlığını bir kenara bırakmak ve –daha çok

askerî mağlubiyetlerin önünü alabilmek için- onları yakından tanımak ve

yararlanmak ihtiyacını duydular ve ilk adımı attılar.

Bu ilk adım Osmanlı tarihinde Lale Devri (1718-1730) diye anılan dönemde

Yirmi Sekiz Çelebi Mehmet Fransa’y a gönderilmiş ve Avrupa’nın yükselişinin sırrı

aranmıştır. Nitekim Lale Devrinde birçok yenilik gerçekleşmişse de yöneticilerin

zevk ve sefa içinde yüzmeleri kellelerine sebep olacaktır. Ayrıca Batıyı tanımak

amacıyla kurulan Tercüme Odası da Batının mühim eserlerini çevirecek kadroya

5 Nihat Sami BANARLI, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, C. II, s. 812.

Page 23: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

5

sahip kılınacağı yerde, tersine, asırlardan beri süregelen Doğulu eserleri çevirme işini

yürütecek bir kadro ile bu eserlerin çevrilmesine devam edildi ve kurulan ilk

matbaada bu yoldaki eserlerin basımına öncelik verdi.

III. Ahmet’in tahttan indirilmesi ve Sadrazam Nevşehirli Đbrahim Paşa’nın

azledilmesinden sonra amcasının yerine geçen I. Mahmut (1730-1754) batılılaşma

taraftarı idi. Şahsiyetçe ondan daha güçlü ve dikkatli idi. Bir anarşi ocağı olduğunu

son olaylarla bir kere daha ispatlamış olan yeniçeri ordusundan artık ülkeye bir hayır

gelemeyeceğini o da açıkça görüyordu. Aslında bir Fransız asilzadesi ve generali

iken Osmanlı Đmparatorluğunun hizmetine giren ve Müslüman olduktan sonra

Humbaracı Ahmet Paşa adını alan Conte de Bonneval(1675-1747)’in modern

topçuluk hakkındaki büyük yardımları ile ordu yeniden toparlanıp güçlendi. I.

Mahmut devrinde Đran, Avusturya ve Rusya’ya karşı kazanılan savaşlar bu

güçlenmenin başarılı sonuçları idi. Fakat Ahmet Paşa’nın ölümünden çağdaşlaşmaya

karşı olan III. Osman (1854-1857)’ın ölümüne kadar geçen on yıllık süre içinde ordu

bu gücünü tekrar kaybetti ve ancak III. Mustafa’nın tahta çıkması ile yeniden

toparlanmaya başladı. Onun padişahlığı sırasında, aslen Macar olan Baron de Tott

(1733-1795) adlı başka bir Fransız generalinin büyük yardımları dokundu bu arada

askerî mühendis yetiştirmek için, Mühendishane-i Bahr-i Hümayun (1773) da açıldı.

Fakat Humbaracı Ahmet Paşa’nın ölümü ile Baron de Tott’un hizmete başlaması

arasındaki süre içinde ordu bir hayli bozulmuş olacak ki, Ruslarla yapılan savaş

(1768-1774) bu sefer kaybedildi. III. Mustafa’nın yerine geçen I. Abdülhamit (1774-

1789) devrinde de askerî alanda kayda değer bir gelişme sağlanamadı.

1730’dan beri devlet çağdaşlaşma konusunda, hemen hemen sadece askerî

düzenlemelerden ibaret tek bir çizgi üzerinde yürümekte idi. Gerçi bu düzenlemeler,

devletin hayati ve acil ihtiyacı idi. Buna kimsenin bir diyeceği olamazdı. Ancak,

çağdaşlaşma olayı bir bütündü ve her şeyden önce, bir zihniyet değiştirme olayı idi.

Asırlarca alışılmış olan doğulu değer hükümlerini, hayata ve dünyaya bakış tarzını

bırakıp onların Batı dünyasındaki karşılıklarını alarak benimsemek gerekmekte idi.

Bu da bir plan, bir eğitim, bir zaman ve güçlü yöneticiler meselesi idi. Bu faktörlerin

en mühimi, şüphesiz, sonuncusudur. Planı da, eğitimi de düzenleyecek ve zamanı en

Page 24: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

6

iyi şekilde değerlendirebilecek odur. III. Selim’in tahta çıkışına kadar geçen altmış

yıllık süre içinde, diğer üç faktöre en iyi şekilde sahip çıkabilecek kişilikte, güçlü,

bilgili ve ordu-ulema engelini aşma çaresini bulabilecek yöneticiler yetişmediği için,

çağdaşlaşma da tek bir çizgi hâlinde kaldı. Yoksa altmış yıllık bir zaman, bu konuda

sağlam adımlar atabilmek için az bir süre değildi.

Çağdaşlaşma hareketinin bir bütün olduğunu ve onun bir programa

bağlanması gerektiğini ilk kavrayan hükümdar, III. Selim (1789-1808) olmuştur.

Onun çağdaşlaşma konusundaki büyük arzusunu, Avrupa ile temasları çoğaltmadaki

çabası da gösterir. Başlıca Avrupa devletlerinde, belli işler için gönderilen geçici

elçiler yerine, ilk defa olarak, şimdiki gibi, gittikleri ülkelerde birkaç yıl sürekli kalan

elçilikler, kurması da bu arzusunun açık ifadesidir. Ordunun modernleştirilmesi

konusundaki çabası ise, daha büyüktür. Orduya modern teknisyenlerin yetiştirilmek

için, babası III. Mustafa’nın kurduğu Mühendishane-i Bahr-i Hümayun’unu

tamamlayan Mühendishane-i Berr-i Hümayun’u kurdu. Ayrıca tamamıyla

soysuzlaşmış ve bir haydut sürüsü hâline gelmiş yeniçeri ordusunun zamanla yerini

alacak ve batılı tarzda yetiştirilecek yeni bir ordu düzenlemeye başladı. Ona mali

kaynaklar aradı. Nizam-ı Cedit adı verilen bu ordu, önce Đstanbul’da sonra da

Anadolu’da kurulmuş ve Napolyon’un Mısır’a saldırısı sırasındaki Akka

muhasarasında onun ordusunu perişan etmişti. Yeniçeriler, ileride kendi başlarını da

yiyeceği korkusu ile bu orduya da diş biliyor ve fırsat kolluyorlardı. Nihayet yeniliğe

karşı olan Şeyhülislam Topal Abdullah Efendi ile işbirliği yaparak, başlarına geçen

aralarındaki Kabakçı Mustafa’nın komutasında ayaklandılar ve III. Selim’i tahttan

indirerek yerine IV. Mustafa’yı geçirdiler. Nizam-ı Cedit de dağıtıldı.

Böylece, ordunun modernleştirilmesinde bir hayli yol almışken, yine

yeniçeri-ulema işbirliği ile bu hareket de baltalanmış oldu. Bu sonucun alınmasında,

çağdaşlaşmaya şuurlu olarak istekli, azimli fakat irade, medeni cesaret, dikkat, itiyat

düşmanlarına karşı uyanıklık bakımlarından zayıf olan padişahın, bu sanatkâr ruhlu,

klasik Türk musikisine yeni makamlar kazandıracak kadar büyük bir bestekâr olan

hükümdarın, çevresinde kuvvetli ve kendi düşüncelerine samimi olarak inançlı bir

ekip oluşturamamasının ve olayların üzerine cesaretle ve süratle yürüyememesinin

Page 25: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

7

tesiri büyüktür. Tıpkı 1730’daki Patrona Halil darbesi gibi, Kabakçı Mustafa darbesi

de ani ve kesin karar veremeyen, medeni cesareti az ve derhâl olayların üzerine

gidemeyen, tereddütler içindeki yöneticilerin, gerçekleşmelerine fırsat verdikleri,

aslında çok basit, derme çatma olarak tertiplenmiş bir olaydı.

IV. Mustafa’nın bir yıllık padişahlığından sonra tahta geçen II.

Mahmut(1808-1839), kendisinden önceki hükümdarlara göre, olayları takipte ve

değerlendirmede en başarılı olandır. Amcası III. Selim’in çağdaşlaşma konusundaki

çabalarını ve bunların başarıya erişememelerinin sebeplerini bilen ve onları gözden

uzak tutmayan genç padişah, sabırlı, dikkatli ve sert yaradılışı ile amcasından

ayrılıyordu. Gerçekten de, devletin askerî alanda her gün daha da artan zayıflığının

ve itibarsızlığının uzun süreden beri tek müzmin kaynağı olan yeniçeri ocağını

söndürmek için, tam on sekiz yıl sabırla bekleyip en uygun zamanı kollamıştır.

Nihayet bu fırsat 1826 yılında geldi. Bu yıl, Nizam-ı Cedit gibi batılı düzende eğitim

görecek yeni bir ordu kurulmasına karar verildi. Eşkinci adı verilen böyle bir

ordunun kurulacağını duyan yeniçeriler, derhâl isyan bayrağını açarak, adetleri

olduğu üzere kazanlarını kaldırıp Aksaray’da kendi kışlalarının da bulunduğu Et

Meydanı’na koydular. Đsyan başlamıştı. Yeni ordunun gâvur icadı olduğu iddiasında

idiler. Bunun üzerine padişah, devlet adamları ile din adamlarının da katıldığı bir

meclis toplayarak, ne yapılması gerektiğini sordu. Din adamları, Kuran’dan

okudukları bir ayetle, asilerin üzerine gidilmesi gerektiğini söylediler. Aynı zamanda

Peygamberin sancağının da çıkarılması ve halkın asilere karşı bu sancağın altında da

birleşmesi de teklif edildi. Sancak çıkarıldı ve halk da, devlete sadık askerlerle

beraber harekete geçti ve asilerin üzerine yüründü. Top atışları arasında dört bir

taraftan sıkıştırılan isyancılar, kısa sürede bozulup kaçtılar(15 Haziran 1826).

Ardından Yeniçeri Ocağı kapatıldı. 6

Bu dönemde Yeniçeri Ocağı’nda 400. 000 asker vardır. Böylesine büyük bir

gücün kaldırılması, hem güç hem de gelecek açısından tehlikelidir. Olaya

yeniliklerin gerçekleşmesi açısından bakılınca hayırlı gibi görünse de bu olay uzun

yıllar tarihi açısından değerlendirildiğinde aynı şeyi söylemek zordur. Yeniçeri ocağı

6 Kenan AKYÜZ, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, Đnkılâp Kitapevi, Đstanbul, 1994, s. 9.

Page 26: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

8

yerine kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediye hiçbir zaman istenilen performansı

gösterememiştir. Yetişmiş ordusunu yitiren Osmanlı Đmparatorluğu, yeni kurduğu

orduyu Fransız ve Prusyalı subayların ellerine teslim etmiş ve daha sonra da Mekteb-

i Hayriyeyi kurmuştur. Fransız ve Prusyalı subayların eğitiminden memnun olmayan

Sultan, nihayet orduyu Alman subayların ellerine teslim etmiştir. Bu ise, etkilerinin I.

Dünya savaşına kadar hissedileceği Alman nüfuz ve geleneğine yol açacaktır. 7

Batılılaşmanın bir bütün olduğunu anlayan Sultan, askerî tıbbiyeyi açar.

Böylece batılılaşma yavaş yavaş askerlik dışındaki alanlara yayılmaya başladı. Đlk

nüfus sayımı yapıldı. Aynı yıl, halkı devlet işlerinden haberdar etmek maksadıyla ilk

gazete çıkarıldı. Takvim-i Vakayi adını taşıyan ve devlet tarafından çıkarılan bu

gazetede, devlete ait olarak, halkın ilgi duyabileceği basit haberler verilmekte idi.

Türkçe ve Fransızca olarak, haftada bir çıkıyordu. Okuma yazma seviyesi çok düşük

halkı kalkındırmak için, Rüşdiye isimli ilkokullar açıldı ve ilköğretim mecburi

kılındı. Fakat bu okullar yalnız Đstanbul’da açıldığı gibi, sayıları da pek azdı. Ayrıca

memur yetiştirmek üzere, yine ilkokul seviyesinde, Mekteb-i Maarif adlı bir okul

daha açıldı. Bu arada, hükümet yönetimi de Batı’daki yönetim tarzına benzetilmeye

çalışıldı. Sadrazam’ın adı başvekile çevrilerek, yetkileri daraltıldı. Yine doğrudan

doğruya padişah tarafından tayin edilen ve eskiden vezir adını taşıyan hükümet

üyelerine nazır ve makamlarına da nezaret denilmeye başlandı. Eskiden Padişahın

mutlak vekili olan, onun mührünü taşıyan ve ülkeyi onun adına idare eden

sadrazamlar, artık, sadece nezaretler arasındaki koordinasyonu sağlamakla görevli

idiler. O zamana kadar halktan, sağladıkları paralarla geçinen, mahalli ve müstakil

birer amir olan valiler de maaşa bağlanarak doğrudan doğruya merkezin emrine

girdiler. Daha çok Rumeli’nin değişik yerlerinde mahalli yönetime el koyan ve

devlete saygısızlık eden Ayan isimli zorbaların çoğu ortadan kaldırıldı. Şehirdeki

mahallelerde, halkla devlet arasındaki işlerde aracılık yapan ve yol gösteren

muhtarlıklar kuruldu. Posta ve Karantina daireleri kuruldu. Dış seyahatler için

pasaport uygulaması getirildi. Çeket, pantolon ve fes ilk defa Sultan tarafından

giyilerek, herkesin de bu kıyafeti seçmesi tavsiye edildi. Sarık yalnız din adamlarının

7 Yunus AYATA, Servet-i Fünun Dergisi 256-305. Sayılar, Đnceleme ve Seçilmiş Metinler, Sivas,

1996 (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), s. 4.

Page 27: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

9

başlığı olarak kabul edildi. Avrupa devlet başkanları gibi padişah da yurt içi inceleme

gezileri yapmaya ve doğum gününü kutlamaya başladı. Ayrıca bu dönemde

imzalanan Sened-i Đttifak Osmanlı’da oluşacak olan sınıflı topluma da davetiye

çıkarıyordu.

Bütün bunlar gözden geçirilince, II. Mahmut devrinde çağdaşlaşma

hareketlerinin o zamana kadar görülmemiş bir genişlik ve hız kazandığı kolaylıkla

anlaşılabilir. Ancak daha önce olduğu gibi bu devrin çağdaşlaşma hareketlerinde de

bir plan ve program söz konusu değildir. Bütün bunlar sadece şartların ve imkânların

elverdiği ölçüde yapılabilenlerdir. Sultan II. Mahmut’un ölümünden dört ay sonra

oğlu Abdülmecit tarafından resmen ilan edilen Tanzimat-ı Hayriye’yi de tasarladığı

ve bunu ölümünün engellediği söylenen II. Mahmut’un on dört yıl gibi kısa bir süre

içine sığdırılmış bütün bu icraatının, Tanzimat’ı ilana fırsat bulamamış bile olsa,

onun temellerini attığı açıkça ortadadır. Ayrıca bütün bu çalışmaların Yunan8

isyanları (1821-1828), Osmanlı-Rus Savaşı (1828-1829), ve Kavalalı Mehmet Ali

Paşa Đsyanı(1831-1840) gibi iç ve dış gaileler ve onların getirdiği huzursuzluk ve

ekonomik güçlükler içinde gerçekleştirilmiş oldukları da dikkatten uzak

tutulmamalıdır.

1 Temmuz 1839’da babası II. Mahmut’un yerine geçen Abdülmecit (1823-

1861) ise, henüz on yedi yaşında olmakla beraber, imparatorluğun yükseliş

devrinden sonraki şehzadeler gibi sarayda kapalı bir eğitim görmemiş, iyi yetişmiş,

zeki bir gençti. O dönemde Hariciye Nazırı olan Mustafa Reşit Paşa, sadrazamdan

gizli olarak Sultanla görüşmüş ve onu II. Mahmut devrinde yapılan yeniliklerin

genişletilerek devam ettirilmesine inandırmıştı. Ayrıca bütün bu çalışmalarında

Mustafa Reşit Paşa yabancı devletlerin de desteğini almıştır. Nihayet ferman Mustafa

Reşit Paşa tarafından Gülhane parkında, halka duyurulur. Gülhane Hattı, Osmanlı

Đmparatorluğu’nda hâkim unsur olan Türk-Đslam unsuru ile reaya diye anılan diğer

dinlere bağlı unsurlar için ‘can, mal ve namus’ güvenliğini kabul ediyordu. Fermana

göre:

8 bk. II. Abdülhamit Dönemi Osmanlı Coğrafyası, Hazırlayan: Mehmet Bahadır DÖRDÜNCÜ,

Bank Asya Kültür Hizmetleri, Đstanbul, 2006.

Page 28: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

10

1. Temel haklar emniyet altına alınacaktır.

2. Kimse hakkında kanunlara aykırı cezai işlem yapılamayacaktır.

3. Yargılamada aleniyet prensibine uyulacaktır.

4. Herkes malına mülküne, ırzına ve namusuna herhangi bir tasalluttan emin

olacak ve devlet bu emniyeti sağlayacaktır.

5. Kimseden takatinin üzerinde vergi alınmayacaktır.

6. Askere almadaki keyfilik ve düzensizlik giderilecektir.

7. Memurların rüşvet alması engellenecektir.

8. Bu hükümlere bütün yöneticiler ve padişah uyacaktır. 9

Fermanda her şeyden önce dikkati çeken husus, devletin batılı anlamda bir

düzene ihtiyacı bulunduğunun ve bunun gerçekleştirilmesi zaruretinin açıkça ifade

edilmesidir. Fermanda bulunan bütün esaslar batılı bir çağdaş devletin dayandığı

temel esaslar olduğu hâlde, bunların halka ‘Đslam dininin zamanla uyulmaktan

düşmüş ve canlandırılması gereken esasları’ olarak gösterilmesine dikkat edilmiştir.

Ayrıca birçok devlet adamı da yetkilerini kısıtladığı için fermana karşıdır.

Tanzimat hareketi bu şekilde devam ederken, Kırım Savaşı’nın ardından

Batılı devletler Osmanlı Đmparatorluğu’ndan, azınlıklar için daha koruyucu hükümler

taşıyan bir ferman yayınlamasını ister. Böylece 28 Şubat 1856’da Islahat Fermanı10

yayınlanır. Fermanda, Tanzimat’la verilen haklar tekrar edildikten sonra azınlık

hakları biraz daha genişletilmiştir. Fermana göre:

1. Müsavat meselesine bir çözüm getirilerek Müslim ve gayr-ı müslim

tebanın eşit olduğu vaz edilmiştir.

2. Cizye ve Haraç kaldırılmıştır.

9 Mehmet KAPLAN, Đnci ENGĐNÜN, Birol EMĐL, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi-I (1839–1865),

Marmara Üniversitesi Yay. Đstanbul, 1988, s. 3. 10 bk. Enver Ziya KARAL, Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1976.

Page 29: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

11

3. Hıristiyanlara askerlik konulmuştur.

4. Hıristiyan şehadetleri kabul edilmeye başlanmıştır.

5. Bundan sonra Hıristiyanlar devlet memuru olabileceklerdir.

6. Đsteyenler kendi dillerinde eğitim ve öğretim yapabileceklerdir.

7. Đrtidat suç olmaktan çıkarılmıştır. 11

Bu ferman da halk tarafından hoş karşılanmamıştır. Lakin gayr-ı müslim teba

bu fermanla beraber Müslümanlara karşı üstünlük sağlıyordu ki bu kabul edilemezdi.

1839–1860 tarihleri, Türkiye’nin kapılarını Batı medeniyetine ardına kadar açtığı ve

bu hususta hiçbir kontrol ve gümrük işleminin yapılmadığı bir dönemin sınırlarıdır.

Batı ile olan kültürel münasebetlerin bu süre içinde hızla gelişmesinde, Osmanlı

imparatorluğu ile Batılı devletlerarasındaki siyasi münasebetlerin gelişmesi de büyük

bir rol oynamıştır. Her iki taraf da dostluğa ihtiyaç duymaktadır. Đmparatorluk bu

dostluktan faydalanarak Mısır meselesini çözüp Rusya’yı yenmiş, Batılı devletler de

Rusya’nın imparatorluğa sızmasına engel olarak kendi iktisadi menfaatlerini

korumuşlardır. Kırım Savaşı’ndan sonra yapılan Paris Barış Konferansı’nda

imparatorluğun Avrupa devletler ailesi içine alınması da, Batı ile olan

münasebetlerin gelişmesinde faydalı olmuştur. 12

Kısa fakat önemli gelişmelerin yaşandığı Sultan Abdülmecit döneminden

sonra tahta Sultan Abdülaziz geçer. Ancak bu dönemde devlet bir türlü, istikrarı

sağlayamaz ve sürekli olarak sadrazamlar değiştirilmiştir. Ayrıca bu dönemde aydın

ile devletin arası açılmış ve tarihimiz içerisinde etkisini cumhuriyetin kuruluşuna

kadar hissedeceğimiz Yeni Osmanlılar Cemiyetine temel teşkil edecek olan Meslek

isimli gizli cemiyet kurulur. 13 Cemiyet üyeleri Avrupa’ya sürgün edilen Mustafa

11 Yunus AYATA, Servet-i Fünun Dergisi, (256. -305. Sayılar) Đnceleme ve Seçilmiş Metinler,

Sivas, 1996, s. 7. 12 Kenan AKYÜZ, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, 1860–1923, Đnkılâp Kitapevi, Đstanbul,

1994, s. 21. 13 Nevin YAZICI, Osmanlılık Fikri ve Genç Osmanlılar Cemiyeti, Kültür Bakanlığı Yayınları,

Ankara, 2002, s. 47.

Page 30: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

12

Fazıl Paşa tarafından himaye edilmiştir. Başlangıçta sultanla anlaşma zemini aramak

amacıyla kurulan cemiyet, zamanla bu amacından uzaklaşmıştır.

Bu dönemde ideolojilerin de icraatlara yön verme konusunda önemli bir yeri

vardır. Tanzimat döneminin resmi ideolojisi Osmanlıcılıktır. Bütün tebaayı

hedefleyen bu ideolojinin yanında Đslamcılığın da etkili olduğunu söylemek

mümkündür. Gerçi Đslamcılık ideolojisi, asıl II. Abdülhamit döneminde çok etkili bir

ideoloji olarak kendisini gösterecektir.

Sultan Abdülaziz’den sonra Sultan V. Murat tahta geçse de doksan üç gün

sonra fetva ile tahtan indirilir ve meşrutiyeti ilan edeceğine söz veren Sultan II.

Abdülhamit tahta çıkar. Sultan gençlik döneminde olayları iyice incelemiş ve analiz

etmiştir. Fıtrat olarak son derece hassas, tedbirli ve siyasi bir deha olan Sultan aynı

zamanda gösterişten son derece uzak ve oldukça da tutumludur.

Büyük Rus Savaşı’nı ona erdiren Ayastefanos Anlaşması (3 Mart 1878) ve

onu kısmen tadil ederek diğer devletlerin de çıkarlarını gözetip, yalnızca Rusya’nın

eline geçen Osmanlı mirasının, Kırım Savaşı’nda olduğu gibi genel bir Avrupa

savaşı sebebi hâline dönüşmesini önleyen Berlin Kongre ve Anlaşması(20 Haziran–

20 Temmuz 1878), ilk fethedilen ve yüzyıllar boyunca yurt edinilmiş olan geniş

toprakların elden çıkmasıyla sonuçlandı. Sırbistan, Karadağ ve Romanya müstakil

birer devlet hâline geldiler. Ayastefanos’un yarattığı, sınırları Karadeniz’den

Sırbistan’a, Romanya’dan Ege denizine kadar uzanan büyük Bulgaristan,

Makedonya, Şarki Rumeli vilayeti ve küçük bir Bulgar Prensliği olmak üzere önce

üçe bölündü. Şarki Rumeli özerk bir hâle getirilmekle beraber, 1885’te Bulgar

Prensliği tarafından ilhak edildi. Osmanlı Devleti’ne iade edilen Makedonya ile

devletin Rumeli’de elinde kalan toprakları ve dolayısıyla bu dağılmada kendi milli

hedeflerini olgunlaştırarak başının çaresine bakmaya çalışan Arnavutluk ile yeniden

kara irtibatı sağlandı. Bosna ve Hersek, Avusturya-Macaristan tarafından, yerli

Müslüman halkın direnişi kırılmak suretiyle işgal ve idare edilmeye terk olundu.

Karadağ’a bırakılması gereken Arnavut toprakları ve liman şehirleri yeni krizlerin

meydana gelmesine yol açtı. Bu fırsattan yararlanan Yunanistan’ın da sınırları Epir

ve Teselya topraklarıyla genişletildi. Doğu Anadolu’daki Rus işgali, Erzurum ve

Page 31: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

13

Doğubayazıt’ın iadesine rağmen devam etti; Kars, Rusya elinde kaldı. Doğu

Anadolu’da Ermenilerin meskûn oldukları vilayetlerde, bunların durumlarının

‘reform’a tabi tutulması, Kürt ve Çerkezlerin tecavüz ve tasallutundan korunmalarına

amir barış anlaşmasının maruf maddeleriyle, Anadolu’nun parçalanma tehlikesinin

tohumlarını eken ‘Ermeni Meselesi’ni ortaya çıkardı. Bu bölgedeki Rus ileri

harekâtını önleme gerekçesiyle dostluk gösteren Đngiltere ise Kıbrıs adasını ele

geçirdi(4 Nisan 1878). Ağır bir harp tazminatı ödenmesinin öngörülmesi ise, devletin

Rusya’ya karşı olan siyasi ipoteğini daha da ağırlaştırmaktaydı. Bütün bunların

fevkinde olan gelişme ise, ilk fethedilen topraklardaki Müslüman ahalinin, şimdi

yeni fatihlerin acımasız katliamlarına maruz kalarak can havliyle, mal ve mülklerini

bırakıp devletin elinde kalan emin yörelere doğru mahşeri bir kıyam ile kitlesel

göçlere başlamış olmalarıydı. Bu durum başta Đstanbul olmak üzere büyük şehirleri

dolduran yüz binlerce insanın beslenme, barınma, sağlık ve iskânları gibi çözümü

uzun yıllar devam edecek meselelerin ortaya çıkmasına yol açan, bu asrın en önemli

milli gelişmesini teşkil etti.

Şarki Rumeli vilayetinin ilhakıyla büyüyen Bulgaristan, Müslüman-Türk

nüfusunun imha ve ihracıyla nüfus üstünlüğünün teminine tevessül eder. Meselenin

bunca katliam ve göçlere rağmen günümüzde de önemini korumakta olması, o

zamanki Müslüman-Türk nüfus kesafetinin en sağlam delili olsa gerektir. Şarkî

Rumeli vilayetini ilhaktan sonra gözlerini Makedonya’ya diken ve Ayastefanos’ta

kendisine bahşedilen sınırlara tekrar kavuşmayı bekleyen Bulgaristan’ın komita ve

çete faaliyetleri, aynı bölgede gözü olan çevre ülkelerinin (Yunanistan, Sırbistan)

aynı tarzdaki karşı eylemlerine ve dolayısıyla bunların arkalarındaki büyük

devletlerin (Đngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya-Macaristan) müdahalelerine imkân

verdi ve Makedonya meselesi, I. Dünya savaşı arifesine kadar Balkan kazanını

patlama noktasına getirdi. Dağılma ve genel pişmanlık, Mısır’ın Đngilizler (1882),

Tunus’un Fransızlar tarafından işgal edilmesiyle hat safhaya vardı(1881). 1875’te

mali iflasını ilan eden devletin ağır borçlarının tasfiyesi amacıyla oluşturulan ve

uluslar arası alacaklılarının temsil edildiği genel borçlar idaresi (Duyun-ı Umumiye),

devletin en zengin gelirlerine el koyarak alacaklarını ve bunların ağır faizlerini bizzat

tahsil etmeye başladı. Dağılma ve çözülme, bu tür faaliyetlerin yaşandığı her yer ve

Page 32: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

14

zamanda gözlendiği üzere, Abdülhamit devrinin sıkı ve otoriter rejimini kaçınılmaz

kıldı.

Abdülhamit idaresinin özelliği olan sıkı ve otoriter rejim, onu tenkit edenlerin

tabiriyle ‘istibdat idaresi’ devrin dağılma ve çözülme eğilimindeki imparatorluk

gerçeğiyle yakın bir ilişki içinde ve onun tabii neticesi olmakla beraber, tek adam

idaresinin meydana getirdiği zafiyet, bu zaruretin geniş ölçüde göz ardı edilmesine

yol açmış ve Abdülhamit devrinin yargılanmasında ‘istibdat’ esas amil olagelmiştir.

Abdülhamit devrinin her yirmi dört saati bir muamma ile doludur. 14 Büyük Rus

Savaşı’nın sona ermesinden(1878) II. Abdülhamit’in tahtan indirilmesine kadar

(1909) geçen zaman içinde imparatorluğun dağılma ve çözülme süreci devam etmiş,

buna rağmen imparatorluk dâhilinde birtakım zaruri yenileşmelere teşebbüsten de

geri kalınmamıştır. Maarif, ordu, ulaşım, haberleşme ağı, Abdülhamit rejimini ve

dolayısıyla imparatorluğu ayakta tutacak unsurlar olarak özel bir ilgi gördüler.

Maarif sahasında alınan mesafe, biraz da Abdülhamit’in anayasal idare için yeterince

olgunlaşmamış gördüğü Müslüman halkın eğitilmesindeki hayati zarureti

kavramasından ileri gelmekteydi. 15 Zira imparatorluktaki geniş gayr-ı Müslim ahali

kendi eğitim müesseseleriyle, Müslüman halkın klasik eğitim kurumlarının (mahalle

mektepleri, medreseler) sağladıkları imkânların çok üstünde ve çağdaş bir eğitime

sahip olurlarken, özellikle çok sayıda ve devlet kontrolü dışında faaliyet gösteren

yabancı okulların yoğun faaliyetleri bu zayıf durumu daha da vahim bir hâle

sokmaktaydı.16 Gerçekten maarif sahasında yapılanlar her şeye rağmen devrin en

önemli icraatını oluşturdular. Đlk ve orta öğretim kurumları (iptidailer ve rüşdiyeler)

daha yüksek öğretim kurumları olarak idadiler ve nihayet sultaniler ve öğretmen

okulları sayısındaki artışlar, devrin, devletin elinde kalan kıt kaynaklara rağmen

yapılan büyük hamleleriydi. Bununla birlikte buralardaki eğitimin, nitelik yönünden

Avrupa’daki benzeri kurumların –hatta yurt içindeki gayrı müslim ve yabancı

okulların- eğitim programlarının çok gerisinde kaldığı da bir gerçekti. Bütün bunlara

rağmen entelektüel hayatın gelişmesinde vazgeçilmez katkısı olan üniversitenin

14 Nizamettin Nazif TEPEDELENLĐOĞLU, Sultan II. Abdülhamit ve Osmanlı Đmparatorluğunda

Komitacılar, Divan Yay. Đstanbul, 1978, s. 71. 15 Bayram KODAMAN, Abdülhamit Devri ve Eğitim Sistemi, Ötüken Yay. Đstanbul, 1980, s. 112. 16 Đlknur HAYDAROĞLU, Osmanlı Đmparatorluğunda Yabancı Okullar, Ankara, 1990 s. 189.

Page 33: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

15

(darülfünun) açılmasındaki gecikme Abdülhamit devrinde telafi edilmeye çalışılmış

ve açılan üniversitenin (1900) gelişmesi, mevcut diğer eğitim müesseseleriyle

birlikte, II. Meşrutiyet sonrası ve Cumhuriyet devrinin ilk dönemlerine kadar gelecek

olan eğitilmiş münevver tabakanın yetişmesinde de başlıca amil olmuştur.

1877–1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda uğranılan büyük hezimet ordunun

özellikle Rusya’nın ilerideki muhtemel tecavüzlerine karşı yeniden düzenlenmesini

ve ıslah edilmesini zaruri kılmaktaydı. Bu savaşla donanmamız gitmiş, ordumuz

bitmişti.17 II. Abdülhamit, dış siyasette son ilhak ve işgallerine şahit olduğu Đngiltere

ve Fransa’nın politikalarına tamamen mahkûm olmamak amacıyla yeni arayışlar

içine girdi. Avrupa devletler dengesinde yeni ve etkili bir güç olarak gördüğü

devletse Almanya idi. Almanya ile yakınlaşmayı yalnız bir politik denge unsuru

değil ama özellikle son Fransız Savaşındaki üstün silah gücünü bir kere daha tespit

etmiş olarak mağlup ordusunun yeniden düzenlenmesi için de gözüne kestirmiştir.

Bununla beraber Almanya silah sanayi Osmanlı pazarını çok daha önceden keşfetmiş

ve önemli silah siparişleri almış bulunuyordu. Bu anlamda yapılan teşebbüsler

nihayet olumlu sonuç verdi ve 1882’de Alman askerî heyeti Osmanlı ordusunun

düzenlenmesi işine girişti. 1885’te Goltz Paşa’nın başkanlığındaki heyet, askerî

okulların ıslahında önemli roller üstlendiyse de, ordu birliklerinin, özellikle silahlı

talim ile tatbikî planda yetiştirilmeleri hususunda fazla bir şey yapamadı. Abdülaziz

devrinde dış borçlanmalar karşılığında satın alınan çok sayıdaki harp gemileriyle

meydana getirilen filonun, Rus Harbi’nde hemen hiçbir iş görmemiş olması modern

silah ve gemilerin satın alınmasının tek başına yeterli olmadığı ve bunların yanında

yalnızca iyi eğitim görmüş insan gücünün en önemli faktör olduğu gerçeğini gözler

önüne serdi. Rusya’yı oldukça tedirgin etmiş olduğu bilinen Abdülaziz devri

Osmanlı donanması, Abdülhamit devrinde tamamen ihmale uğradı. Bu anlamda

Abdülhamit, Ali ve Fuat Paşaların, büyük bir donanmanın gereksizliği ve böyle bir

donanma oluşturulmasında gördükleri sakıncayı teslim etmiş olmaktaydı. Eğitilen

ordunun ise, bu eğitimin yalnızca rejimi sürdürmeye yetecek kadarıyla yetinilmek

istenmiş olmasına rağmen, neticede Abdülhamit devrinin sona erdirilmesinde başlıca

17 Mehmet Akif Bey; 93 Moskof Harbi ve Başımıza Gelenler, (Sadeleştiren: Nihat Yazar) Kılıç

Kitapevi, Đstanbul, 1974, s. 425.

Page 34: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

16

amil olduğu malumdur. Gerek ordu politikası, gerekse sivil kesimde takip edilen

maarif faaliyetlerinin, en nihayet rejim karşıtı zümrelerin yetişmelerine medar

olması, iç politika dinamiklerinin ne derecede hassas dengeler üzerinde bina

edilmeye çalışıldığının bir göstergesidir.

II. Abdülhamit’in projecilik yönü, siyasi dehasının gölgesinde kalmıştır. 18

Yoğun bir ulaşım ve haberleşme ağının oluşturulması, Abdülhamit devrinin en göze

çarpan atılımlarındandır. Ulaşım, imparatorluğun geri kalan topraklarını bir arada

tutmaya, haberleşme ağıysa, bunun yanı sıra Abdülhamit devrinin devam etmesine

hizmet etti. Bununla birlikte, rejimin telgraf hatlarıyla yıkıldığı da bir gerçektir.

Demiryolları politikası, yabancı sermaye ve büyük devletlerin nüfuz politikalarının

bir göstergesi oldu. Đngiliz ve Fransız sermayesi yanında, Bağdat demiryolu projesi

ile ağırlığını koyan Alman sermayesi ve Şark politikasındaki yeni hedefleri,

devletlerarasındaki gruplaşmanın bir mücadele aracı hâline geldi. Rusya’nın karşı

çıkışları sebebiyle, kendi nüfuz sahası saydığı Doğu Anadolu bölgesine doğru yol

alamayan demiryolları, güneye ve Bağdat’a doğru yöneldiğinde Đngiliz menfaatlerini

tehdit edecek boyutlarda addolundu. Hindistan’a giden yolların temini iddiasıyla

Kuveyt’in kontrol altına alınmasına ve Basra çıkışlarının kapatılmasına vesile oldu.

Anadolu ve Rumeli’de döşenen demiryolları için yabancı sermaye genelde yüksek

maliyet fiyatları ve çok geniş imtiyazlanmalar pahasına celp edilmiş olup, siyasi

dengeleri uzun yıllar dış politikanın hâkim konularından birini oluşturmuştur. Hicaz

demiryolu projesi yani demiryolu ile Đslam’ın mukaddes şehirlerine erişme,

dolayısıyla hac farizasını kolaylaştırma, yaygınlaştırma ve propagandasından istifade

etme, Abdülhamit devrinin propaganda gücü yüksek olan itibar eserini temsil eder.

Bununla beraber projenin gerçekleştirilmesi bedevi kabilelerinin ve Arap şeyhlerinin

muhalefet ve karşı koyuşlarını açığa çıkarır. Büyük fedakârlıklarla ve Đslam âleminin

katkılarıyla da kuvvet bularak meydana getirilen bu hat, Abdülhamit’in bütün Đslam

dünyasına seslenmek isteyen politikasının en belirgin aracı oldu.

Abdülhamit’in anayasayı bir tarafa bırakarak meclisi kapatması ve şahsi

otoritesine dayalı bir idare kurması, başlangıçta sayısal bir önem taşımayan

18 Mustafa ARMAĞAN, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı, Ufuk Kitap, Đstanbul, 2006 s. 219.

Page 35: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

17

Meşrutiyet taraftarı ‘aydın’ kesimin tepkisine yol açtı. Bununla birlikte bunlar, uzun

zaman ciddi bir muhalefet odağı olmaktan uzak kaldılar. Özellikle Abdülaziz

devrinin hürriyetperver fikri oluşumunu meydana getiren ‘Yeni Osmanlılar’ (Jön

Türkler) hareketi,19 anayasanın ilanını sağlamış ve meşrutiyet devrini açmış olarak

tarihi görevini yerine getirmiş bulunuyordu. Önemli bir muhalefet oluşumu ancak

1889’da gizli bir cemiyet olarak teşekkül eden Đttihad-ı Osmani Cemiyeti’nin

kurulmasını takip eden senelerde başladı. Nihayet bu cemiyet daha sonra sivil ve

asker geniş muhalif kesim tarafından temsil edilecek olan ‘Đttihat ve Terakki’ adını

aldı(1895). Cemiyet faaliyetlerinin ortaya çıkarılması ve izlenmesi, gittikçe ağırlaşan

basın ve düşünce hayatını felce uğratan sansür uygulamaları üyelerin yurt dışına

kaçmalarına ve eylemlerini yayımladıkları çeşitli dergi ve gazeteler aracılığıyla

sürdürmelerine yol açtı. Zaman içinde Abdülhamit’le uzlaşan ve geriye dönenlere

rağmen (Mizancı Murat Bey gibi) Ahmet Rıza Bey’in şahsında sebatla davaya

devam eden faal bir muhalif grup Avrupa’dan Abdülhamit rejimine saldırılarına

devam etti. Hanedana mensup Damat Mahmut Paşa’nın yurt dışına kaçması(Aralık

1899) muhaliflere kuvvet verdi. Oğlu Prens Sabahattin Bey’in geliştirdiği görüşler

(Adem-i Merkeziyet ve Teşebbüs-i Şahsî) imparatorluğun bir arada tutulması ve

ekonomik gelişmesinin reçetesi olarak ilan edildi(1902). Đttihat ve Terakki

Cemiyeti’nin ordudaki subayları da cezp ederek üyeleri arasına alması Abdülhamit

idaresini tehdit edecek gerçek bir tehlikenin oluşmasına imkân verdi. Aydın

muhalefetinin yanında yurt içinde özellikle Ermeni meselesinin tırmanması, Yunan

Savaşı (1897) ve Girit’in Yunanistan’a ilhakıyla sonuçlanacak bir özerk idareye

terki, Makedonya’daki hadiseler ve burasının da devletlerarası kontrolde özerk bir

idareye kavuşturulması (1903) Arap vilayetlerindeki ayrılıkçı kıpırdanmalar ve

nihayet kapitülasyonların yol açtığı yabancı devlet sömürüsü ve bunun sonucu olarak

bütün memleketi kaplayan ağır ekonomik çöküntü şahsi ve otoriter idareye dayanan

rejimin aczini gözler önüne sermekteydi.

Berlin Antlaşması, Doğu Anadolu’da Ermenilerle meskûn olan altı vilayette

(Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Sivas, Mamuretü’l-Aziz Harput) onların lehinde

reformlar yapılmasını emretmekteydi. O zamanki idari taksimatın bu altı vilayeti

19 bk. Ebüzziya Tevfik, Yeni Osmanlılar Tarihi, Hazırlayan Şemsettin Kutlu, Đstanbul, 1973.

Page 36: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

18

günümüzde Erzurum, Erzincan, Van, Ağrı, Hakkâri, Muş, Bitlis, Siirt, Diyarbakır,

Elazığ, Mardin, Bingöl, Malatya, Sivas, Amasya, Tokat ve kısmen de Giresun

vilayetlerini içine almaktaydı. ‘Reform’ daima Osmanlı idaresine bir son vermeye,

‘özerk’ ise ayrılıp bağımsız olmaya varan yolun başlangıç noktasını teşkil

etmekteydi. Büyük devletleri arkaya alma ve Avrupa kamuoyunun desteğini

sağlama, takip edilen bu yolun en önemli etapları olmuştur.

1868 yılında Ali Paşa tarafından Girit’e verilen statü, Berlin Kongresi’nde

Rumlar lehinde yeni reformlar yapılması yönünde tekrar ele alındığında, adada

Rumların çoğunlukta olacakları bir meclis oluşturularak daha geniş bir idari özerklik

sağlayan yeni bir mukavelename tanzim edilmiş bulunuyordu(Ekim 1878, Halepa

Mukavelenamesi). Buna rağmen Rumların nihai hedefleri Yunanistan’la birleşmek

(Enosis) olduğundan huzursuzluklar bu anlamda doğrudan doğruya idari

mekanizmanın zafiyet ve noksanlıklarından kaynaklanmaksızın devam etti. Nihayet

meclisin yetkileri sınırlanarak idarede ada valisinin otoritesi hâkim kılındı(1889).

Avrupa’nın müdahalesini davet eden bu tedbirler Hıristiyan bir vali atanması

taleplerini gündeme getirdi. Devletlerarası baskı ve Yunanistan’ın silahlı çeteleri

donatıp desteklemesi, Abdülhamit’i meclisi yeniden toplama kararını almaya sevk

etti. Ancak Müslüman ve Hıristiyan ahali arasında meydana gelen kanlı çatışmalar

devam etti. On bin Yunan askerinin adaya sevki (Şubat 1897) Müslüman halka karşı

uygulanan katliamlar adaya muhtariyet verilmesi görüşünü kuvvetlendirerek bu

konuda devletlerarası görüşmeler yapılmasını hızlandırdı. Girit olaylarına

Yunanistan’ın fiilen açık tahrik ve destekte bulunması yalnızca adada kısıtlı

kalmayıp Osmanlı Yunan sınırlarında da gözlenmeye başladı. Böylece iki devlet

süratle savaş havasına girdi. Yunan çetelerinin ordu birlikleriyle beraber yaptıkları

tecavüz ve tahrikler nihayet mütereddit, vehimli ve tedbirli Abdülhamit için bile

tahammül edilemez bir hâl aldı ve Osmanlı devleti Yunanistan’a harp ilan etti. (18

Nisan 1897) Yunan harbi büyük bir askerî zaferle sonuçlandı. (18 Aralık 1897)

Buna rağmen dış baskılar neticesinde Hıristiyan bir vali tayini kesinleşti. Böylece

adanın Osmanlı devletinden ayrılması fiilî olarak gerçekleştirilmiş oldu. Geriye

Yunanistan’a bağlanmak kalıyordu. Adaya Yunan Prensi Yorgi’nin ‘olağanüstü

komiser’ olarak atanması bu amacın gerçekleşmesinde atılan ilk adımı oluşturdu.

Page 37: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

19

Adada bulunan Osmanlı askerinin geri çekilmesi sağlandı. Osmanlı maddi ve manevi

nüfuzu süratle kaybolmaya yüz tuttu. Müslüman ahalinin göçleri hızlanarak devam

etti ve ada fiili olarak Yunanistan’ın idaresine girdi. Osmanlı kamuoyu ise bu acı

gelişmelerden sıkı sansür uygulamalarının yardımlarıyla mümkün mertebe habersiz

bırakıldı. Böylece Girit unutulmaya ve kaybı sineye çekilmeye hazır bir hâle geldi.

Ayastefanos Anlaşması’yla başlayan Bulgar yayılma emelleri Makedonya

Bölgesini tekrar ele geçirmeyi hedeflerken Yunan, Bulgar ve Sırp çetelerinin ve

politikalarının çatışma alanı hâline gelen bölge, Osmanlı Müslümanları ve

Yahudileri, kaybedilmesi karşısında dehşet duyulan son Balkan topraklarını teşkil

eder. Buraları Osmanlı fetihleriyle yöreye doğru taşan ve gelişen, genişleyen Arnavut

yerleşimi, kültür ve nüfuz oluşumunun doğal toprakları; yer yer genişleyen

miktarlarda tavattun edilmiş olan Arnavut nüfusu ile gecikmiş Arnavut

milliyetçiliğinin de ilgi odağıdır. Osmanlı devleti Makedonya adıyla anılan bu

toprakların 1876 sonunda Đstanbul’da toplanan devletlerarası konferansta (Tersane

Konferansı) söz konusu olduğunu gördü. Devletler, Bosna Hersek için olduğu gibi

Rumeli için de ayrı bir reform programı hazırlamışlardı. Buna göre Rumeli toprakları

iki bölgeye ayrılıyordu. Birinci bölge Yunanistan’ı, ikincisi ise Makedonya’yı ihtiva

etmekteydi. Buralarda yaşayan muhtelif ahali din, mezhep ve ırk ayrımı

yapılmaksızın idareye iştirak ettirilecek, devletlerarası teminat altında özerk bir idari

yapı oluşturulacaktı. Bütün bu tür reform taleplerinin Babıâli tarafından reddi,

bilindiği gibi 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı’nın patlamasına yol açmıştı. Ağır bir

mağlubiyetle sona eren savaş neticesinde yapılan Berlin Anlaşması, bu reformları

mecburi bir şekle sokarak gündeme getirdi. Böylece yeni kurulan Bulgaristan ve

özerk statüdeki Şarki Rumeli vilayeti dışında devletin idaresine iade edilen

bölgelerde reform yapılması, devletlerarası bir vesikada bağlayıcı bir mahiyet

kazanarak yer aldı. Babıâli buralarda, 1868’de Girit adası için kabul edilen reform

uygulamasını aynen tatbik ile mükellef tutuluyordu. Reformların ayrıntıları,

oluşturulacak devletlerarası bir komisyon tarafından belirlenecekti.

1880’de büyük devletlerin reform ile ilgili hükümlerin yerine getirilmesi

hakkında vaki olan teşebbüsleri üzerine Babıâli ‘Rumeli Vilayetleri Nizamnamesi’

Page 38: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

20

adı altında bir ıslahat programı hazırlamaya mecbur oldu. Ancak Makedonya’nın

Girit örneğinde olduğu gibi elden çıkmasına yol açabileceği kaygısı bu programın

uygulanmasında ciddi bir engel teşkil etti ve Abdülhamit tarafından da tasdik

edilmedi. Bu süreçte büyük devletlerin menfaatlerindeki değişkenlik ve aralarındaki

çekişmeler, Babıâli için yeterli manevra imkânı vermekteydi. Avusturya-Macaristan

ve Rusya politikaları karşısında bir başka zıt grup teşkil eden Đngiltere ve Fransa

politikalarındaki sürtüşmeler, Rumeli’deki bu son toprakların elden çıkışında

geciktirici bir etken oldu. Bununla beraber ‘müessir tedbirler’ alınması taleplerinin

ardı arkası hiçbir zaman kesilmeden devam etti. Babıâli üzerinde bu konuda

sürdürülen baskılar, genelde giderek Makedonya ıslahatı paravanası arkasına

gizlenen ve imparatorluğun başka yörelerinde göz dikilen yerlerin, yeni ekonomik

imtiyazların koparılmasını amaçlayan, Osmanlı hazinesine en yıkıcı etkileri yapan

bir dizi taviz ve vaatlerin elde edilmesini sağlayan basit bir bahane durumuna

dönüştü. Hülasa Makedonya meselesi, Osmanlı Devleti’ni denetim altında tutmanın

bir aracı, bir siyasi gözetim tehdidi ve ekonomik sömürü vasıtası hâlinde istismar

edilerek devam etti…20

Bu sıralarda Arap vilayetlerinde de durum pek farlı değildi. Lübnan ve Suriye

gibi nüfusu karışık toprakların idaresinden doğan zorluklar ve müslim –gayr-ı

müslim çatışmaları 1861’de Lübnan’ın Hıristiyan vali idaresinde özerk bir

mutasarrıflık hâline getirilmesiyle sonuçlanmış ve devletlerarası, fiili bir

müdahalenin oluşmasına imkân verilmemişti. Bölgenin çeşitli unsurlardan meydana

gelen yapısı, yabancı güçlerin ilgi odağı olan mukaddes toprakları ve makamları

Osmanlı idaresinin işini kolaylaştırmaktaydı. 1877–1878 Osmanlı-Rus Savaşı

sebebiyle yöreden toplanarak cepheye asker sevk edilmesi, buralarda Osmanlı idaresi

aleyhine bir havanın gelişmesinde etkili oldu. Avrupa’da ‘Barışçı Haçlı Seferi’

sloganıyla yürütülen Filistin gibi kutsal topraklara olan teveccüh ve kolonizasyon

amaçlı hücum, Abdülhamit devrinde artırılmasına gayret edilen Siyonist faaliyetler

neticesinde giderek yoğunluk kazanmış ve bölgenin Batı sermayesine açılması büyük

devletlerin buralarda geliştirdikleri nüfuz politikalarının bir aracı hâline getirilmişti.

Mısır’ın Đngiliz idaresine girmesi ise her geçen gün Arap yarımadasındaki Osmanlı

20 Komisyon, Osmanlı Devleti Tarihi, C. I, Feza Yayıncılık, Đstanbul, 1999, s. 114.

Page 39: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

21

nüfuzunu zayıflatıcı eylemlere kuvvet verdi. Đlk ayaklanmalarından itibaren Osmanlı

idaresine ve onun temsil ettiği dini telakkiye karşı çıkan Vehhabiler, başta Necit

yüksek bölgesi olmak üzere Arabistan’da merkezileşip her püskürtülme ve hezimeti

ilk fırsatta yeniden telafi ile sesini ve gücünü duyurarak kendilerini kabul ettirmeye

başlamışlar ve başta Suudi hanedanı olmak üzere yörenin çeşitli Arap kabileleri ve

‘Sürrehor’ şeyhleri, Abdülhamit devrinde özellikle Đngiliz politikasının etkisiyle

ayrılıkçı emellere yönelmişlerdi.

1840’ta Mısır valisi Mehmet Ali’nin tasallutundan kurtularak tekrar Osmanlı

idaresine geçen Hicaz, Osmanlı valilerine rağmen genelde asıl söz ve iktidar sahibi

olan Mekke şerifleri tarafından yönetildi. Merkezin denetimi ve ilgisi asrın sonlarına

doğru deniz ulaşımı ve demiryolu bağlantıları (1908’de Medine’ye ulaşan Hicaz

demiryolu gibi) sayesinde sayıları eski devirlerle kıyaslanamayacak kadar artan ve

gittikçe daha büyük oranlarda bütün dünya Müslümanların katıldıkları büyük hac

kafileleri ve bunların ‘Đslamcı politika’ çizgisindeki propaganda gücü noktasından

fevkalade arttı. Sağlık hizmetlerine verilen önem, bir karantina teşkilatının

kurulması, hac mevsiminde meydana gelen büyük salgın ve kırımların önlenmesi

isteği kadar bu politikanın da bir göstergesi oldu. Bölgenin Osmanlı idaresinde

kalması devrin ‘Panislamist’ çizgideki Đslamcı görüşlerin ayrılmaz parçası oldu. Bu

anlamdaki uygulamalar ise özellikle Đngiliz politikasını karşısına aldı ve Arap

ayrılıkçılığının teşvik ve tahrik edilmesindeki önemli unsurlardan biri hâline geldi.

Abdülhamit devrinde patlak veren Yemen isyanları, Hicaz valisi Ahmet Feyzi Paşa

kumandasında Sana’nın zabtıyla sonuçlanan başarılı bir askerî hareketle sona

erdirildiyse de 1895’te yeniden alevlendi. Đki yıl uğraşıldıktan sonra Yemen valisi

Hüseyin Hilmi Paşa tarafından teskin edilen isyan 1902’de tekrar patladı ve Đmam

Yahya’nın şahsında büyük bir isyan ocağı oluştu. Đsyanlar binlerce Osmanlı askerinin

hayatına mal olan ve kamuoyu vicdanında derin izler bırakan zorlu bir mücadeleye

dönüşerek imparatorluğun sonuna kadar yıllarca devam etti.

Abdülhamit idaresinden imparatorluğun çözülmesine engel olabileceğini

beklemek eşyanın tabiatına da aykırı olan bir haksızlık olurdu. Zira imparatorluğun

çözülme ve dağılmasında şahısların ve devlet adamlarının icra edecekleri tesir ancak

Page 40: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

22

bu süreci yavaşlatan veya hızlandıran bir yönde olabilirdi. Tahta çıkışından otuz

küsur yıl sonra imparatorluk, bünyesi itibariyle ıslahı gayr-ı kabil bir hâlde, idari

mekanizması içten çürümüş, bozulmuş, çöküp gitmeye ve dağılmaya hazır bir

durumdadır. Bu süre içinde imparatorluk ağır toprak kayıplarıyla parçalanmıştır.

Sırbistan, Karadağ, Bosna Hersek, Romanya, Bulgaristan, Şarki Rumeli Vilayeti,

Girit, Kıbrıs, Mısır, Tunus, Doğu Anadolu’daki bazı yerler (Kars gibi) çeşitli

tertiplerle elden çıkmıştır. Hukukî merbutiyeti cihetiyle imparatorluğa bağlı görülen

Arap vilayetlerindeki siyasi hâkimiyeti münakaşalı olup, Arabistan’ın ücra

köşelerindeki isyanlara (Yemen) kanını ve canını harcamaktadır. ‘Anadolu’nun

taksimi’ artık gündemdedir. Doğu Anadolu Ermeni meselesinin tehdidi altındadır.

Rumeli toprakları, dolayısıyla Makedonya, devletlerarası denetime terk edilen özerk

bir yapıya dönüştürülmüş olarak kayba hazırdır. Devletin idari zafiyeti, memleketin

temel ve öz toprakları olan Anadolu ve Rumeli’deki Müslüman ahalinin maddi ve

manevi çöküntüsü, Düyun-ı Umumiye idaresinin mali kontrol ve sömürüsüyle21 iyice

hızlanmıştır. Kapitülasyonlar ve yabancı sermayeli işletmeler elde kalan

topraklardaki zenginlikleri paylaşmakta; acınacak milli gelir seviyesi, zengin ve

kayıtsız, çöküntüyü iştiyakla gözleyen ve bu yönde katkısını esirgemeyen gayr-ı

müslim tebası, tamamen yabancı sermayeli bir kuruluş olan ‘Osmanlı Bankası’ kadar

‘Osmanlı’ olan iktisadi müessese ve işletmeleriyle devlet, yaşaması ümitsiz, çareyi

anayasa ve parlamenter idarenin her derde deva olacağını sandığı sihrinde gören bir

saplantı içinde; ‘Osmanlıcılık’ aldanması, ‘Đslamcı’ ve ‘Türkçü’ kurtuluş ümitlerine

bel bağlayan bir çıkış yolu belirlemenin fikri zavallılığını sergilemekte ve eylem

acizliğini gözler önüne sermektedir.

Abdülhamit idaresine karşı düzenli muhalefeti temsil eden Đttihat ve Terakki

Cemiyeti’nin faaliyetleri, özellikle cemiyetin orduya nüfuzu, 1908 yazında, her

derdin devası olarak görülen anayasa ve meşruti rejime dönülmesi yönünde nihai

amil oldu. Makedonya olaylarının etkileri nihayet, Selanik’te merkezlenen Osmanlı

kuvvetlerini ve bunların Abdülhamit rejimine karşı olan subaylarını, bölgenin ‘liberal

ve aydınlatıcı’ havasından da etkilenmiş olarak devletin kurtuluşunu üstlenmeye sevk

21 Hayri MUTLUÇAĞ, Düyun-ı Umumiye ve Reji Sorunu, Belgelerle Türk Tarihi II, Đstanbul, 1967,

s. 33.

Page 41: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

23

etti. Başta Selanik merkez kumandanlığındaki Abdülhamit yanlısı kumandanlara ve

bazı polis hafiye şeflerine yapılan suikastlar; Enver ve Niyazi Beylerin askerleriyle

dağa çıkmaları ve ‘vatanı darbe-i istibdattan kurtaran kahramanlar’ olarak tebcil

etmek üzere, mevcut idareye açıkça isyan etmeleri gibi hadiseler, Abdülhamit

tarafından yollanan Şemsi Paşa’nın cemiyet fedailerince öldürülmesi gibi olayların

yol açtığı vahim gelişmeler, Abdülhamit’i anayasal rejime geçmeye ve meşrutiyeti

ilan etmeye mecbur etti. (23 Mayıs 1908)22

Meşrutiyetin ilanının ilk haftaları müslim ve gayr-ı müslim tüm unsurların

sergiledikleri mübalağalı ve samimi olmayan kaynaşma, ittihat, uhuvvet ve hürriyet

dolu geçti. Yeniden açılacak olan meclis için hazırlıklarına girişilen seçimlerde,

Osmanlı devletiyle yalnız hukuki bağlılıkları kalmış ve esas sahiplerini çoktandır

bulmuş olan yerlerden de aday seçilmesi girişimleri, meşrutiyete ilk darbenin

vurulmasına vesile teşkil etti. 1878’den beri Bosna-Hersek’i idare etmekte olan

Avusturya-Macaristan, buraları resmen ilhak ettiği gün aynı şekilde Bulgaristan da

bağımsızlığını ve ‘çarlığını’ ilan etti(5 Ekim 1908). Girit ise Yunanistan’a kaldı(6

Ekim 1908).

Yeni meclis otuz iki yıllık bir aradan sonra açıldı(17 Aralık 1908). Çoğunluğu

Đttihat ve Terakki Cemiyeti’nin elinde olan mecliste, Müslüman temsiliyeti yanında

Türk 147, Arap 60, Arnavut 27, Rum 26, Ermeni 14, Yahudi 4, Slav 10 menşeli

üyeler de yer almaktaydı. Yeni meclisin ilk hükümeti Kamil Paşa tarafından

kuruldu(13 Ocak 1909). Yeni hükümet, ittihatçıların müdahaleleriyle kısa bir süre

sonra istifa ederek yerini cemiyete yakınlığı ile tanınan Hüseyin Hilmi Paşa’ya

bıraktı(14 Nisan 1909). Meclis, 13 Nisan 1909 (Rumi 31 Mart) hadisesine kadar

geçen iki ay içerisinde Đttihat ve onların muhalifleri ara sıra cereyan eden şiddetli

siyasi mücadelelere sahne oldu. Đttihat ve Terakki’nin aleyhinde faaliyet gösteren

Đttihad-ı Muhammedi Cemiyeti ve bunun yayın organı Volkan gazetesi ile ateşli

kalemi Derviş Vahdeti, tarafların parlamenter sisteme hazırlıksız ve hazımsızlık

gösteren tutumları, muhalif Serbesti gazetesi muharriri Hasan Fehmi’nin, töhmeti

ittihatçıların üzerinde kalan katli, ordu ve sivil bürokrasideki tensikatın yarattığı

22 bk. Nazır ŞENTÜRK, Babıâli ve Sadrazamları, Doğan Kitap, 2007.

Page 42: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

24

huzursuzluk ve nihayet tahrik edilmekte olan muhafazakâr dinci çevrelerin infialinin

patlayarak olayların sokağa dökülmesi ve kanlı bir karşı harekete dönüşmesi; genelde

meşruti idareye karşı olan, şeriatın tam olarak tatbikini, hükümetin istifa ve meclisin

kapanmasını talep eden bir hareketin oluşmasına meydan verdi. Đstifa eden Hüseyin

Hilmi Paşa’nın yerine Tevfik Paşa sadarete geçti. Hem şeriata hem de meşrutiyete

riayet olunacağı hususu sadaret hattında ilan edildi. Ayaklanmalara af vaadinde

bulunulmasına rağmen olayların önlenmesi mümkün olmadı.

Đstanbul’daki kargaşa ve meşrutiyeti tehdit eden boyutlara varan ‘irtica’

hareketinin bastırılması, meşrutiyetin ilanında başlıca rolü üstlenmiş bulunan aydın

kesimi ve Selanik’te merkezlenen Rumeli ordusu subaylarını harekete geçirdi ve

Đstanbul’daki ayaklanmaları bastırmak üzere özel bir kuvvet hazırlandı. (Hareket

Ordusu) Selanik Tümen Kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa kumandasında yola çıkan

kuvvetler Yeşilköy’e gelerek ordu kumandanı Mahmut Şevket Paşa’nın idaresine

girdi(22 Nisan 1909). Hareket ordusunun Yeşilköy’e gelmesi üzerine Đstanbul’da

bulunan milletvekilleri, Ayan Meclisi Reisi Sait Paşa başkanlığında bir toplantı

yaparak askerî harekâtı tasvip ettiler. Olaylar karşısında artık bir ‘meşrutiyet devri

hükümdarı olması hasebiyle tarafsız kalmaya itina gösteren, ancak bunu vahim

hadiselere seyirci kalmakla karıştıran Abdülhamit kısa zaman içinde gelişmelerin

saltanatı tehdit eden boyutlara varmakta olduğunu gördü. Đstanbul’daki

ayaklanmaların bastırılması ve Hareket Ordusu’nun duruma hâkim olması üzerine,

Đstanbul’daki milletvekilleri ve ayan bir araya gelerek Meclis-i Umumi-i Milli adı

altında toplandılar(27 Nisan 1909). Sait Paşa’nın riyasetindeki bu meclis

Abdülhamit’in tahtan indirilmesine karar verdi. Đcap eden suçlamaların yer aldığı bir

fetva ve yine özel olarak seçilen dört kişilik bir heyet ile alınan bu karar padişaha

bildirildi. 23 Abdülhamit yakın aile fertleriyle 1912 Balkan bozgununa kadar kalacağı

Selanik’e sürgüne yollandı. 24 Yeni padişah V. Mehmet Reşat (27 Nisan 1903–3

Temmuz 1918), iktidarı giderek daha sağlam bir şekilde ele geçirip, sonunda tek

parti diktatoryası kurarak muhaliflerini ezecek olan Đttihat ve Terakki’nin elinde bir

oyuncak olundu. Meşrutiyet hükümdarı olma paravanası arkasında, hükümetlerin her

23 Ziya ŞAKĐR, Abdülhamit’in Son Günleri, Đstanbul, 1943, s. 15. 24 Đsmail Hakkı UZUNÇARŞILI, II. Abdülhamit’in Halli ve Ölümüne Dair Bazı Vesikalar, Belleten

X-40 (1946), s. 705-748.

Page 43: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

25

icraatına ‘memnun ve mahzuz’ zafiyetini gizlemeye çalıştı. Meşrutiyetin oluşturduğu

geçici coşkunluk ve aldatıcı kaynaşma hâli, yerini kısa zamanda yeniden ortaya çıkan

ağır iç ve dış meseleleri bıraktı. Memleket içindeki particilik ve partizanlık,

muhalefet-iktidar (Đttihat ve Terakki) çatışmaları hat safhada devam etti. Đttihatçıların

imparatorluk bünyesindeki çeşitli din ve ırkları değişik unsurları ‘Türklük’

zihniyetiyle birleştirmek ve merkezi otoriteye bağlamak hedefinde takip ettiği

politikalar ve bu doğrultuda gerek mecliste gerekse mahalli idarelerde görülen

uygulamalar mevcut genel huzursuzluğu daha da artırdı. Doğu’da Kürt, Adana’da

Ermeni ayaklanmaları(1909), ortaya çıkarken, Rumeli’de özerk veya bağımsız bir

statü talebindeki milliyetçilik eylemlerini artıran Arnavutların hoşnutsuzlukları

sonunda açık bir isyana dönüştü(1910). Kuvvet kullanılarak bastırılan Arnavut

ayaklanmaları, 1911’de Sultan Reşat’ın Üsküp, Kosova Manastır gibi Arnavut

nüfusunu yoğun olarak barındıran vilayetlere yaptığı Rumeli gezisi mevcut durumu

düzeltmeye ve Đttihat ve Terakki idaresiyle Arnavutlar arasındaki barışı sağlamaya

yetmedi. 25

Bu yüzyıl Türk dünyası için zor yaşanmış, yoğun bir cezr zamanıdır. Cihan

hakimiyetinin maddi kaynakları da tükenmiş26 ve Osmanlı Avrupa’dan adım adım ve

kanlı bir biçimde çekilmektedir; yorgun ve çileli bir geriye dönüş…27 Kaçınılmaz

olan bir çözülüş ve çöküş devletin bütün kurumlarında hissedilmektedir. Tebada ise

‘Konstantiniyye’de Bizans serpuşu görmektense, Osmanlı kalpağı görmeyi tercih

ederiz. ’ diyecek kimse de kalmamış milliyetçilik akımı imparatorluğu için için

kemirmiştir. Ardından I. Dünya savaşı, sonun başlangıcı olacaktır.

Türk destanındaki ‘Göç, göç…’ avazeleri asır boyunca Türk’ün afakını tutan

günlük haykırışlardır. Ancak bu, yeni bir medeniyet doğuran, gerilim kaynağı göç

değil, çözülmenin son merhalesinde yok olmaktan kurtulmanın, hiç değilse, bayrağı

altında olabilmenin acılı çırpınışlarıdır. Ve Dersaadet, camileri, imaretleri, evleri ve

sokaklarıyla bu acıyı yüz yıl boyunca derinliğine yaşar. Daha Kırım’ın Rumeli’ye ve

25 Komisyon, Dünya Tarihi, Kaynak Kitaplar Basın Yayın Dağıtım, Đstanbul, 1974. 26 Bk. Osman TURAN, Tünk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, Nakışlar Yayınevi, Đstanbul,

1979 27 Büyük Türk Klasikleri, C. VIII, Ötüken-Söğüt Yay. Đstanbul, 1988, s. 13.

Page 44: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

26

Anadolu’ya akan göçü durmadan, Kafkaslar’dan Anadolu içlerine doğru göç kervanı

yürür. Bu göç ve çekilme, Anadolu topraklarına kadar sürecektir.

Eski Zağra Müftüsü’nün şu dizesi hâl-i pürmelali ifade eden çok güzel bir

mısra-ı bercestedir:

“Aziz-i vakt idik, â’da zelil etti bizi”

Page 45: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

27

2. SERVET-Đ FÜNUN’A KADAR BASIN HAYATIMIZ

“Bermucibi tay ve tashih tab’ında beis yoktur. ”

Encümen-i Teftiş ve Muayene Kurulu28

Medeniyetin temelinde yazı vardır ve tarih de yazıyla başlar. Yazının, ciddi

anlamda tarihe yön vermesi matbaanın icadından sonradır. Bunu çok net bir şekilde

Avrupa’da görmek mümkündür.

XV. yüzyıl, Gutenberg’in matbaayı buluşunun Avrupa’ya yayılış tarihidir. Bu

yüzyılda matbaa Alman basım ustaları sayesinde Avrupa’ya çok kısa bir süre içinde

yayılmıştır. Bu yayılma sonucu çok sayıda Đncil basılmış ve dini inançları kuvvetli

olan o günün insanı tarafından bu kitaplar aranır ve satın alınır olmuştur. Halkın din

kitaplarına karşı gösterdiği bu büyük ilgi ve istek sonucu, Katolik Kilisesi yavaş

yavaş sarsılmaya başlamış ve tarihte Reform adıyla nitelendirilen, dinde yenilik

hareketleri basım sanatı sayesinde başarıya ulaşmış ve bugünkü Avrupa

medeniyetinin temelleri atılmıştır.

Dünyada Matbaanın Yayılışı

Tarih Ülke Matbaacı

1445-1450 Almanya Johan Gutenberg

1467 Đtalya Süvynhem ve Panarte

1470 Fransa Martin Grantz

1474 Đspanya Lambert Palmart

1482 Avusturya Stefan Köblinger

1487 Portekiz Samuel Zora

1494 Türkiye David ve Samuel

1556 Hindistan Joau de Endem

1563 Rusya Ivan Federof

1590 Çin Isa Cemiyeti

1638 Amerika Reverend Jose

1728 Türkiye Đbrahim Müteferrika29 28 Ahmet Đhsan (TOKGÖZ), Matbuat Hatıralarım, Ahmet Đhsan Matbaası Limitet Şirketi, Đstanbul,

1930, s. 47.

Page 46: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

28

Yukarıdaki tabloya şöyle bir göz gezdirilirse matbaanın ülkemize ne kadar

geç geldiği görülür ki, bu bizi birtakım sonuçlara rahatlıkla götürecektir. Ayrıca

basım sanatının 1728 yılında Osmanlı ülkesine girmiş olmasına, matbaada birtakım

kitaplar basılmasına rağmen ilk gazetelerin yayınlanması için bir süre daha

beklenilmesi zorunlu olmuştur. Ülkede egemen olan aşırı taassup nedeniyle Türkçe

gazetelerin ortaya çıkması yüz yıl daha gecikmiş, ilk gazeteler tıpkı kitaplarda

olduğu gibi yabancı dilde ve genellikle Fransızca olarak yayınlanmıştır. Bütün bunlar

bize gösteriyor ki XIX. yüzyılda Avrupa’da oldukça yaygınlaşan ve önemi kavranan

gazete, bizde önemi geç kavranan bir mesele olacaktır. Böylece Osmanlı ülkesinde

ilk Türkçe gazete yayınlanana kadar bu boşluğu yabancı dillerde yayınlanan

gazeteler dolduracaktır.

2.1. Osmanlı Ülkesinde Yabancı Dilde Yayımlanan Basın

“Fransa’da yayınlanmış olan Annuaire des Deux Mondes gazetesinin 1850

tarihli bir sayısında Đstanbul’da ve ayrıca Osmanlı Đmparatorluğu’nun diğer vilayet

ve eyaletlerinde yayınlanan gazetelerin adları ve hangi dilde yayınlandıkları

açıklanmıştır. Bu gazete haberine göre o tarihte Đstanbul’da 5 Fransızca, 4 Đtalyanca,

1 Rumca, 1 Ermenice; Đzmir’de 2 Fransızca, 1 Rumca, 1 Ermenice, 1 Musevi dilinde

olmak üzere on beş kadar gazete yayınlanmaktadır. ”30

Fransa’da başlayan ve beşeriyet inkılâbı hâlini alan Fransız inkılâbının bütün

hudutları aşarak Osmanlı Đmparatorluğunun merkezi Đstanbul’a da girmesi tabiidir.

Zira ihtilal hükümetinin mümessili olan o zamanın sefiri 1789’dan 1799 tarihine

kadar devam edecek olan inkılâp hareket ve neticelerinden, bulunduğu memleket

efkâr-ı umumiyesini de haberdar etmek için Fransa’dan talimat almıştır.

1790 senesinde Đstanbul’da Fransız ihtilal hükümetinin mümessili olarak

Verninac adında bir zat vardır. Derhâl harekete geçer ve Bulletin de Nouvel adıyla bir

gazete çıkarır… Türkçe olmasa da bu gazete Türkiye’de ilk gazete olarak

görülmüştür.

29 Fuat Süreyya ORAL, Türk Basın Tarihi, Osmanlı Đmparatorluğu Dönemi, 1728–1922, 1831–

1922, Yeniadım Matbaası, Đstanbul, 1965, s. 15. 30 M. Nuri ĐNUĞUR, Basın ve Yayın Tarihi, Der Yayınevi, Đstanbul, 2002, s. 165.

Page 47: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

29

Verninac, gazete ile bizzat meşgul olur. Đlk sayıda şu mukaddimeyi neşreder:

“Matbaanın oldukça yüksek olan mesarifini manen telafi için gerek

Đstanbul’daki Fransızlara Fransa Cumhuriyeti’ne dair malumat vermek gerek

Türklere Avrupa’yı alakadar eden menafi göstermek lazımdır. Bu maksatla her on

beş günde bir ve bilhassa Fransa’dan havadis geldikçe, altı ila sekiz sayfalık bir

gazete çıkarmaya karar verdim ve çıktıkça Türk Hükümetine birer nüsha gönderdim.

”31

Gazete muhtelif fasılalarla beş sene kadar devam etti. 1796 Mart’ında

Verninac yerine Aubert-Dubayet adında bir Fransız zabiti sefir olarak geldi ve ilk iş

olarak Gazette Française de Constantinople adında aylık bir gazete neşrine

başlayarak evvelkisini kapattı. Bu iki sene kadar devam etti. Fransızların Mısır’ı

işgalleri üzerine Đstanbul’daki Fransız sefaretini de Đngilizler bastı, matbaayı söküp

sattılar. Bu münasebetle gazete de kapandı. 32

Fransızca üçüncü gazete, Alexandre Blacque adında bir Fransız tarafından 24

Mart 1821’de Đzmir’de yayınlanmıştır… Özellikle dış haberlere geniş yer ayıran bu

gazetede Blacque’ın izlediği politika o zamanki Fransız politikasına uymadığı için

Fransız Konsolosluğu mevcut kapitülasyonlardan yararlanarak gazeteyi kapattırma

çabalarına girişmiş, konsolosluğun sürekli teşebbüsleri sonunda 27 Mart 1824 günü

gazete kapatılmıştır…

Altı ay sonra yeni bir biçimde çıkan gazetenin yöneticileri olarak da

Vigoureux ve Didier adları görülmektedir. O tarihte Yunanistan’ın bağımsızlığını

kazanmak amacıyla adalarda geniş bir eyleme girişen Yunan ihtilalcileri, Ruslar ve

Đngilizler tarafından desteklendiklerinden, gazete Osmanlı hükümeti lehinde, Ruslar

ve Đngilizler aleyhinde yazılar yayınlamıştır. Adı geçen devletlerin elçilikleri

Babıâli’yi sıkıştırınca, hükümet gazeteyi uyarmak zorunda kalmış, bu nedenle

gazetenin sahibi değişmiş ve Alexandre Blacque yönetimi ele almıştır.

31 Fuat Süreyya ORAL, Türk Basın Tarihi, Osmanlı Đmparatorluğu Dönemi, 1728-1922, 1831-

1922, Yeniadım Matbaası, Đstanbul, 1965, s. 56. 32 age, s. 57.

Page 48: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

30

Osmanlı Đmparatorluğunun çıkarlarını her şeyin üstünde tutan, gerektiğinde

bu nedenle bütün dünya devletlerine çatan bu gazetenin, özellikle siyasal alanda

yaptığı yayınlar basın tarihimizde önemli bir aşama olmuştur.

Yabancı devletlerin baskısı ve isteği üzerine hükümet gazeteyi bir ay süreyle

kapatmak zorunda kalmıştır. Bu, basın tarihimizde ilk gazete kapatma olayıdır.

Bununla yetinilmemiş, Fransa’nın doğu siyasetini eleştiren yazılarından dolayı

fazlaca sinirlenen Fransız konsolosu gazete idarehanesine giderek matbaa

makinelerine de el koymuştur. Basın tarihimizde ilk gazete baskını budur.

Ne yazık ki zorbalığa karşı hükümet ses çıkaramamış, bu suretle 1827 yılının

son günü gazete tamamen kapanmıştır.

Bu dönemde yabancı dilde yayınlanan diğer gazeteleri şöyle sıralayabiliriz:

Le Smyrneén (Đzmirli):1824 yılında Đzmir’de Fransızlar tarafından, Fransızca

ve aylık olarak çıkarılmıştır. Charles Tricon tarafından 3 Temmuz 1824 tarihinde

yayınlanan bu gazeteyi bir süre sonra Roux adında bir Fransız tüccar satın almıştır.

Bu gazete ancak on bir sayı çıkabilmiş, Osmanlı hükümetinin yararına uymayan

yayınlar yaptığından 11 Eylül 1824’te kapatılmıştır.

Le Courrier de Smyrne (Đzmir Postası):Alexandre Blacque, hükümetin de

desteğiyle Đzmir’de Le Courrier de Smyrne adlı bir gazete çıkarmış, ateşli kalemiyle

Osmanlıların haklarını yabancı devletlere karşı korumaya devam etmiştir. Rus ve

Fransız elçilikleri gazetenin kapatılması yolunda Babıâli üzerinde çeşitli baskılara

girişmişlerdir. Bu baskılar etkisiyle hükümet Alexandre Blacque hakkında birkaç

defa soruşturma açmak zorunda kalmıştır. Türk basın tarihinde hakkında kovuşturma

açılan ilk gazeteci Alexandre Blacque’dır.

Bu çalışmalarından esinlenen II. Mahmut fikirlerini çok beğenip, takdir

ettiğinden Đstanbul’da resmi nitelikte bir gazete çıkarmasını teklif etmiş, bu teklifi

kabil eden Alexandre Blacque 1831’de gazetesini satmış ve Đstanbul’a gelmiştir.

Satın alan tarafından gazetenin adı değiştirilmiş ve Journal de Smyrne olmuştur.

Page 49: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

31

Le Moniteur Ottoman (Osmanlı Gazetesi): Osmanlı Hükümdarı II.

Mahmut’un isteği ile 1831 yılında Đstanbul’da devletçe Fransızca olarak yayınlanan

yarı resmi bir gazetedir. II. Mahmut bir taraftan Takvim-i Vekâyi adıyla çıkarılacak

olan gazetenin hazırlık çalışmalarını izlerken, bir yandan da Babıâli’nin görüşlerini

ve politikasını yansıtacak nitelikte Fransızca bir gazete çıkartmayı düşünmüş,

Đzmir’de uzun süreden beri devletin görüşlerini ve yararlarını savunan Alexandre

Blacque’ı, bu amaçla Đstanbul’a davet etmiş ve gazete çıkartmakla

görevlendirmiştir…

Blacque 1836 yılında Fransa’ya giderken Malta’da ansızın ölmüştür. 33 Daha

sonra Blacque’ın oğlu gazetenin başına gelmiş ve çeşitli üst düzey memurluklarda

bulunmuş ve 1895’te vefat etmiştir.

Journal de Smyrne (1833-1915):Đzmir’de uzun yıllar yayınlanan bu gazetenin

sık sık kapatıldığı anlaşılmaktadır.

Echo de I’Orient (Doğunun Yankısı) (1838-1845):Đzmir’de altı ayda bir

yayınlanan haber gazetesidir.

Bu dönemde yabancı dillerde yayınlanan diğer gazeteleri şöyle sıralayabiliriz:

Journal de Constantinople (1846-1866), La Turque (1866), Impartial (Tarafsız)

(1841-1912), La Reforme (1869-1922), Le Phare du Bosphore (Boğaziçi Feneri1870-

1890), Levend-Herald (1867), Stamboul (Đstanbul) (1875-1964), Presse Orient

(Đstanbul 1849-1854), Courrier d’orient (1854), Le Commerce de Constantinople

(Ticaret Gazetesi) Revue d’Orient (Đzmir 1871)

2.2. Türkçe Basın

Avrupa’da çok daha önceleri önemi ve gücü kavranan basın Osmanlı’da

ancak II. Mahmut döneminde idrak edilmiştir. Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Mısır’da

bir gazete neşrederek Avrupa umumi efkârına dair bildiriler yayınlamakta idi. Bu

gazete II. Mahmut’u uyandırdı. Basının değerini takdir etti. Gazetenin devlet

33 M. Nuri ĐNUĞUR, Basın ve Yayın Tarihi, Der Yayınları, Đstanbul, 2002, s. 170.

Page 50: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

32

menfaatleri için lazım geldiğine inandı. 34 Hükümet tarafından çıkarılan ilk Türkçe

gazete Takvim-i Vakayi’nin çıkış nedenleri “Mukaddeme-i Takvim-i Vakayi” başlığı

altında ve özel bir sayıda şu şekilde özetlenmektedir:

“Eskiden vakanüvis denilen resmi tarih yazarları vardı. Bunlar yaşadıkları

dönemin önemli olaylarını yazarlardı. Ancak yazılar yirmi otuz yıl sonra

bastırılabildiğinden halk gerçekleri zamanında öğrenemiyor, çoğu kez olaylar yanlış

yorumlanıyordu. Đşte bu mahzurları önlemek, iç ve dış olayları halka zamanında

duyurabilmek için Takvim-i Vakayi çıkmaktadır. 35”

Buradan anlaşılan şu ki gazete halkı aydınlatmak amacıyla değil, devletin

işlerini halka duyurmak amacıyla ortaya çıkmış ve zamanla halkı aydınlatma sonucu

ortaya çıkmıştır. Gazetenin ilk sayısı, asrın sonuna kadar her bakımdan örnek

tuttuğumuz Fransa’dakinden (La Gazette 1631) tam iki asır sonra 25 Cemaziyülevvel

1247 (25 Temmuz 1831)’de çıktı. 28x42 ebatlarında, çift sütun üzerine metin ve

ayrıca iki sayfa da mukaddime ile 5000 adet basılmıştır. Senelik abonesi 120

kuruştur. Gazete merkezde devlet erkânına, taşrada maruf ve muteber eşhasa

dağıtılmıştır. Gazetede sayfa numarası yerine o zaman kitaplarda olduğu ve çok

önceleri Avrupa’da olduğu görüldüğü gibi kelime koyma usulü takip ediliyordu.

1831 senesinin yedinci ayına kadar her hafta çıkarılan 27 sayıyı bulan Takvim-i

Vakayi bundan sonra hiçbir zaman muntazam çıkamamıştır. Gazetenin en büyük

hizmeti 1839 yılında Tanzimat-ı Hayriye fermanı denilen Gülhane Hattı

Hümayunu’nu (varak-ı mahsusa, özel sayı olarak) neşretmekle göstermiştir.

Đkinci gazete olarak Villiam Churchill tarafından çıkarılan Ceride-i Havadis’i

görürüz. Kapitülasyonların ülkeyi ne hâle getirdiği gazete izninin verilmesi

yönteminden acı da olsa gayet iyi bir şekilde anlaşılır. Gazete önce rağbet görmemiş

ve ancak 150 kişi tarafından alınır ve okunur olmuştur. Ancak daha sonraları

hükümetten, baskı yoluyla 2500 kuruşluk maddi yardım yapılmasını sağlamıştır ve

bunun sayesinde ayakta kalabilmiştir. Gazete, kullandığı üslup bakımından, daha

sonra yayınlanacak gazeteler için bir gazete üslubunun temellerini attığı söylenebilir. 34 Enver Behnan ŞAPOLYO, Türk Gazeteciliği Tarihi ve Her Yönüyle Basın, Güven Matbaası,

Ankara, 1971, s. 99. 35 Takvim-i Vekayi, , “Mukaddeme-i Takvim-i Vakayi”, 1831. s. 1

Page 51: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

33

Yarı resmi bir gazete olarak yayın hayatına devam etmiş ve 27 Eylül 1864 tarihinde

1212. sayısından sonra kapanmıştır. 36

Yine bu dönemde bir meslek gazetesi olan Vekayi-i Tıbbiye yayınlanır (1850).

Ancak bu gazetelerin hiçbiri sosyal ve siyasi fikir dünyasının bir ifadesi olamamış

resmi veya yarı resmi kimlikleri hep ön planda kalmıştır. Bunlar birtakım hükümet

icraatlarının duyurulması veya yabancı gazete ve dergilerden çeviriler vermekten

öteye gidememişlerdir.

Bağımsız ilk Türk fikir gazetesi Şinasi ve Agâh Efendi’nin çıkardığı

Tercüman-ı Ahvâl’dir. (21 Ekim 1860) Tercüman-ı Ahval, Takvim-i Vekayi’den 30

yıl, Ceride-i Havadis’ten 20 yıl sonra özel teşebbüs tarafından ve hazineden yardım

almadan çıkarılan ilk gazetedir. Gazete, şu mukaddime ile çıkar: “Gayr-ı resmi bir

varakanın devam üzere çıkarılmasında her nasılsa şimdiye kadar millet-i hâkimeden

hiçbir kimsenin ihtiyar-ı zahmet etmediği…” O zamana kadar bir Türk’ün şahsen

gazete çıkarmadığına da işaret ediliyordu. Ayrıca başmakalede Şinasi şunları

söylüyordu: “Mademki bir heyet-i içtimaiyede yaşayan halk bunca vezaif-i kanuniyle

mükelleftir, elbette kalen ve kalemen kendi vatanının menafiine dair beyan-ı efkar

etmeyi cümle-i hukuk-ı müktesebesinden addeyler. Eğer şu müddeaya bir sened-i

müsbit aranılacak olsa, maarif kuvvetiyle zihni açılmış olan milel-i mütemeddinenin

yalnız politika gazetelerini göstermek kifayet eder. ”37 Buradan da anlaşılacağı üzere

halk gazete vasıtasıyla görüş ve düşüncelerini ifadeye çağrılmıştır. Yani gazete halkı

eğitmek amacında ve sade bir dili kullanmıştır.

1862 yılında Münif Paşa tarafından Mecmua-i Fünun adıyla aylık bir mecmua

neşredilmiştir… Bu mecmua Cemiyet-i Đlmiye-i Osmaniye adıyla teşekkül eden bir

heyet tarafından ayda bir çıkarılmıştır. Mecmua-i Fünun 1869’da cemiyetin

kapanmasıyla yayın hayatına veda eder. 38

36 M. Nuri ĐNUĞUR, Basın ve Yayın Tarihi, Der Yayınları, Đstanbul, 2002, s. 184. 37 Mehmet KAPLAN, Đnci ENGĐNÜN, Birol EMĐL, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi-I(1839–1865),

Marmara Üniversitesi Yay. Đstanbul, 1988, s. 511. 38 Enver Behnan ŞAPOLYO, Türk Gazeteciliği Tarihi ve Her Yönüyle Basın, Güven Matbaası,

Ankara, 1971, s. 112.

Page 52: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

34

Yine bu yıllarda Halet Bey tarafından Halep’te Türk gazeteciliği tarihinin ilk

salnamesi Salname’si de basılmıştır.

27 Haziran 1862’de Şinasi tarafından Tasvir-i Efkâr çıkarılır. Haftada iki defa

çıkan gazete Sultan Abdülaziz tarafından memnuniyetle karşılanmıştır. Tasvir-i

Efkâr, Edebiyat-ı Cedide diye adlandırdığımız edebî devri açmıştır. Đlk edebî

münakaşalar bu gazetede başlamıştı. Aydınlar bu gazeteyi alaka ile takip etmişlerdir.

Bu dönemin kayda değer gazetelerinden biri de Ali Suavi tarafından çıkarılan

Muhbir gazetesidir. 1866’da çıkan gazete 33. sayısına kadar Ali Suavi’nin yazılarıyla

neşredilmiştir. Gazete Ali Suavi’nin hararetli yazıları nedeniyle kapatılmışsa da Ali

Suavi gazeteyi Avrupa’da çıkarmaya devam etmiştir.

II. Abdülhamit Han’ın Mebusan Meclisi’ni kapatmasından yurt dışına çıkan

birtakım aydınlar tarafından yabancı ülkelerde Jöntürk gazeteleri yayınlanmaya

başlamıştır. Mutlakiyet idaresine karşı çıkmak ve Kanun-ı Esasi’yi yeniden

uygulatmak amacıyla, Jöntürk adı verilen zümrenin, Abdülhamit Han yönetimine

karşı özellikle yurt dışında gaçeteler aracılığıyla başalattığı bu yoğun fikir savaşı

1889 yılında Đttihat ve Terakki Cemiyetinin kurulmasıyla daha çok gelişmiştir.

Yeni Osmanlılardan çok daha uzun süreli, daha yoğun, daha aktif ve karışık

faaliyet gösteren Jöntürkler, 1889-1908 yılları arasında çıkardıkları gazete ve

dergilerde siyaset ve fikir hayatına yeni bir yön vermişlerdir.

1889 Mayıs’ında Đttihat ve Terakki kurulduktan sonra yabancı ülkelerde çıkan

gazetelerin sayısı artmış ve on üç yabancı ülkede gazeler yayınlanmıştır. Bu ülkeler

Đngiltere, Fransa, Avusturya, Bulgaristan, Đtalya, Yunanistan, Romanya, Đsviçre,

Brezilya, Belçika, Amerika, Kıbrıs ve Mısır’dır. 39

1831 yılında ilk Osmanlı resmi gazetesi Takvim-i Vakayi’nin çıkışıyla

başlayan basın hayatına rağmen, basın ve basın alanı henüz hukukî düzenlemeden

yoksundur. Kitap ve harita basmak amacıyla kurulan basımevlerinde, gazete ve dergi

gibi yeni ve süreli basın ürünlerinin de basılması zorunlu olunca yeni bir hukuki

39 bk. M. Nuri ĐNUĞUR, Basın ve Yayın Tarihi, Der Yay. Đstanbul, 2002.

Page 53: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

35

düzenlemeye ihtiyaç duyulacağı doğaldır. Đşte bu nedenle Tanzimat döneminde

basın-yayınla ilgili ilk hukuki düzenlemenin Matbaalar Nizamnamesi ile başladığını

görüyoruz.

Matbaalar Nizamnamesi, doğrudan doğruya basınla ilgili olmayıp, sadece

basımı kapsayan, fakat zamanla basın alanına yönetilen, özellikle istibdat döneminde

basın aleyhine işler duruma getirilecektir.

1857’de Tabıhane-i Amire’nin geliri azaldığından, ruhsatsız ve gizli çalışan

basımevleri bulunduğu anlaşılmış, basımevlerinin ancak irade ile açılabileceği bir

defa daha ilan edilmiş ve buna dair bir de tüzük çıkarılmıştır.

15 Şubat 1857’de yürürlüğe giren bu ilk tüzük sadece kitap ve broşürlerin

basılmazdan önce sansür edilmesi hükmünü koyuyordu. Basımevi sahibi, yeri,

makine ve malzemesinin çeşitleri, ne iş yapacağı, çalıştıracağı personel, bunların

kimlikleri, ikametgâhları bir bildiri ile kayıt altına alınıyordu.

Bu tarihten başlayarak kitapların aralıksız sansür edilmesi, kitapların

kaderinin iki sansür memuruna bırakılması, kültürümüzün gelişmesini engelleyen bir

etken olmuştur. Yukarıda belirtildiği üzere bu tüzükte gazete sansürüne ait bir hüküm

mevcut değildir. Bununla beraber bu tüzük hükümleri basımevleri aleyhine

kısıtlanarak 1908 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.

Osmanlı ülkesinde basınla ilgili ilk yasaklamaları 1858 tarihli Ceza

Kanununda yer alan üç madde hâlinde görmek mümkündür. Fransız Ceza

Kanunundan çeviri yoluyla alınan bu kanunun 138, 139 ve 213. maddeleri ilk

yasaklamaları belirlemektedir. Bu kanun çıkarıldığı zamanda Osmanlı ülkesinde

Takvim-i Vakayi ve Ceride-i Havadis olmak üzere sadece iki gazete

yayınlanmaktadır. Bir de Vekayi-i Tıbbiye adında dergi mevcuttur. Bu dergi, 1850

den beri aylık olarak yayımlanan, Türkçe Fransızca ilk meslek dergisidir. Taş

basması olarak basılmıştır.

Sözü geçen kanunun 138. maddesinde ilk yasaklama şöyle ifade edilmiştir:

“Devlet-i Aliye’nin emir ve ruhsatıyla açılmış olan matbaalarda saltanatı seniyye ve

Page 54: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

36

erbab-ı hükümet ve teba-i saltanat-ı seniyyeden olan bir millet aleyhinde gazete ve

evrakı muzırre tab ve neşrine mütecasir olan kimselerin iptida bastırmış olduğu

şeylerin zabtıyla, derece-i cürmüne göre matbaası muvakkaten veya bütün bütün

kapattırıldıktan sonra on mecidiye altınından elli mecidiye altınına kadar nakdi

ahzolunur. “

Kanunun 139. maddesinde ise, “Adab-ı umumiye muhalif olarak nazmen ve

nesren hezel ve hicve dair şeyleri veyahut edepsizce resim ve tasviri basan ve

bastıran ve neşreden kimseden bir mecidiye altınından beş mecidiye altınına kadar

cezâ-yı nakdi alınır ve yirmi dört saatten bir haftaya kadar hapis olunur

denilmektedir”.

Sözü geçen kanunun 213. maddesinde ise “Basma kâğıt talik ve neşriyle yani

afiş ve yayın yoluyla, başkalarına asılsız isnatta bulunma fiili yasaklanmıştır. ”

Yukarıdaki maddeleri özetlersek 138. madde ile yalnız basımevi sahibi, 139.

madde ile hem basımevi sahibi hem de bastıran, 213. madde ile de müfteri yani iftira

edenler cezalandırılmaktadır. 1864 yılında Osmanlı ülkesinde on kadar gazete

yayınlanmaktadır. Belirli sayıdaki gazetelerin mevcut iktidarı güç duruma sokacak

her hangi bir güce sahip olmadıkları aşikâr olduğu hâlde, o dönemde Avrupa’daki

hükümetleri zaman zaman sarsan basının gücünden büyük endişe duyan Osmanlı

yöneticileri, basın alanında bazı tedbirler almaya yönelmişler ve basına hukuki bir

düzen vermek, basın faaliyetlerini kanuni bir çerçeve içine almak amacıyla 1864’te

Matbuat Nizamnamesi adında bir basın tüzüğü çıkarmışlardır.

Kanun-ı Esaside matbuat ‘Kanun dairesinde serbesttir. ’ hükmü yer almıştır.

Ayrıca 1877’de Meclis-i Ahkâm-ı Adliye basınla ilgili davalara bakmak için kurulur.

Bu durum 1909 Matbuat kanununa kadar devam edecektir. 4014 Şubat 1878 tarihinde

Meclis-i Mebusan’ın kapatılmasının ardından merkeziyetçi bir yönetim kurulur. Bu

dönemde basın üzerinde ciddi anlamda sansür uygulanmış ve birçok yasaklamalar

getirilmiştir. Bu yasaklara uymayan gazete ve dergiler ya kısa bir süre ya da

tamamen kapatılmıştır. Bazı yabancı gazeteler rüşvet verilerek hükümet yanlısı

40 M. Nuri ĐNUĞUR, Basın ve Yayın Tarihi, Der Yay. Đstanbul, 2002, s. 204.

Page 55: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

37

haberler yapmaları sağlanmıştır. Ancak bu durum zamanla zor durumda kalan

gazetelerin hükümeti tehdit etmesine kadar varmıştır.

Bu baskılar neticesinde Yeni Osmanlılar hareketi yurt dışında hızla

filizlenmiş ve Meşveret, Mizan gibi yayın organlarıyla bu faaliyetlerini devam

ettirmişlerdir.

Bu dönemde iç ve dış baskılar neticesiyle basının kontrol alınması

gerekmektedir. Ancak bu durum zaman zaman aşırıya kaçmış olmakla basının

özgürlüğüne gölge düşürmüştür.

Bu dönemde dergiler gazetelere göre oldukça şanslı sayılabilir. Çünkü

zamanın yöneticileri tarafından dergiler gazetelere göre daha az tehlikeli

sayılmaktadırlar. Böyle bir ortamda Servet-i Fünun, 27 Mart 1891 tarihinde ilk

sayısıyla basın hayatına merhaba der. Adından da anlaşılacağı üzere fen konuları

muhteva addeden dergi, Ahmet Đhsan tarafından kurulan Servet-i Fünun matbaasında

basılır. Ahmet Đhsan’ın adıyla kurulan bu basımevi, edebiyatımızda çığır açmış olan

Edebiyat-ı Cedide ve Fecr-i Ati topluluklarına mekân olmuştur.

7 Şubat 1896 tarihli 256. sayıdan sonra Recaizade Ekrem Bey’in önemli

katkılarıyla derginin yazı işleri müdürlüğüne Tevfik Fikret getirilir. Bu sayıdan

itibaren dergi edebî bir kimlik kazanacaktır. Servet-i Fünun döneminde devrin

edebiyatçılarının buluşma noktası hâline gelecektir. Özellikle Halit Ziya, Cenap

Şahabettin, Mehmet Rauf ve Hüseyin Cahit gibi isimlerin dergide yazılar

yayınlamaları dergiyi önemli bir edebî mevkiye getirmiştir. Bu sayede

edebiyatımızın Batılı anlamda modern eserler vermesi de sağlanmıştır. Dergi 539.

sayıda Hüseyin Cahit’in Fransızcadan çevirdiği “Edebiyat ve Hukuk” adlı makalenin

yayınlanmasıyla 16 Ekim 1901’de Sultan Abdülhamit’in iradesiyle kapatılır. Dergi

kapatılmakla kalmaz, yazarlar da sürgün edilmek istenir. Ancak Mabeyinci Arif

Bey’in çaba ve girişimleriyle konunun adalete intikali sağlanır. Ahmet Đhsan,

Hüseyin Cahit ve hükümet namına kontrol işini yapan Velet (ĐZBUDAK) Çelebi

mahkemeye çıkarılır. Adliye Nazırı Abdurrahman Nurettin Paşanın yardımlarıyla

derginin yazarları mahkûm olmaktan kurtulmuşlardır.

Page 56: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

38

1901 yılından sonra, edebiyat dışı konularda yayınlanan dergi, 1901-1911

arasında Fecr-i Ati topluluğuna yayın organlığı da yapmıştır. 1910’da dergi, bir ara

günlük olarak da yayınlanmıştır. Ancak bu durum çok uzun süreli olmamıştır. 6

Aralık 1928 tarihli 1680. sayısında yeni harf yasasını benimseyen dergi, daha sonra

adını Uyanış olarak değiştirmiş, 1944 yılına kadar, 54 yıl yayınlanmış bir dergi

olarak basın ve yayın tarihimize mührünü basarak yayın hayatına veda etmiştir.

Page 57: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

BĐRĐNCĐ BÖLÜM

I. ĐNCELEME

Page 58: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı
Page 59: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı
Page 60: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

42

1. KÜLTÜR HAYATIMIZ AÇISINDAN SERVET-Đ FÜNUN

Đnsan topluluklarını millet hâline getiren unsuların başında kültürleri gelir. Bir

milletin kültür birikimini ise yazılı ve sözlü kaynaklar oluşturur. Bu sebeple şairin

ifade ettiği gibi mazisiz bir hâl tasavvur edilebilirse de atî mümkün değildir. Bu

nedenle geleceği planlamak isteyen her millet geçmişini iyi araştırmalı ve bilmelidir.

Medeniyetimizin yönünü Batı’ya çevirdiği yıllar aynı zamanda yeniliğin

sancılarının yaşandığı yıllardır. Tanzimat’a kadar Türk kültürünün ne durumda

olduğunu genel çizgileriyle şöyle özetleyebiliriz:

1. Osmanlı diyebileceğimiz XIII. -XIX. yüzyıllar arasındaki Türkiye kültürü,

birçok alandaki gelişmeye rağmen, XVI. yüzyıldan beri Batı kültürünün bilim ve

felsefede kazandığı büyük ilerlemeleri izleyememesi yüzünden geri kalmıştır. Đslam

medeniyetinin VIII-XI. yüzyıllardaki müspet ilim seviyesini muhafaza edememiş,

Batı’nın bu alandaki ilk çağ ve orta çağ ilim seviyesi ile ölçülemeyecek yeni

keşiflerden uzak kalmış; eski Đslam eserlerinin bile ancak ‘haşiye’lerini, şerhlerini

yazmak, bazılarının da yarım olarak Türkçeye çevirmekle yetinmiştir.

2. Đlim alanındaki kapalılık, felsefede de kapalılığı doğurmuştur. Osmanlı

devrinde felsefe, skolâstik içine girmiş, Ortaçağ Đslam feylesoflarının eserlerini şerh

etmekten ileri gidememiştir. Đlim felsefesi eğilimi zayıflamış, onun yerine şeklî

mantıkla kılı kırk yaran pek çok eser yazılmış, Muhyiddin b. Arabî ve Mevlana

şerhleri, düşünce hayatında birinci derecede rol oynamıştır. Tabiat felsefesi ve

Aristoculuğa (Meşşaî ekolüne) karşı şiddetli hücumlarıyla tanınan Gazali kelamı

tutulmuş, yarım olarak Gazali’nin bazı eserleri Türkçeye çevrilmiştir.

3. Fakat buna karşılık, devlet teşkilatı ve hukuk anlayışı imparatorluk sosyal

yapısının gerektirdiği gelişmeleri kazanmış, kendi tipinde yetkin şekillere ulaşmıştır.

Dört temelli hukuk doktrininden en çok Hanefî hukukuna dayanmakla birlikte, onun

verdiği yumuşaklık ve evrim imkânlarını geliştirmiş, ‘Đfta’ makamlarınca zamanın

ihtiyaçlarına göre verilen fetvalarla bu hukuki düzen kendine has orijinal bir şekil

almıştır. Bu, vakıflar ve toprak rejimine ait hükümlerde de görülmektedir.

Page 61: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

43

4. Đslam medeniyeti içinde yarattığı mimarlık, resim, süsleme sanatı gibi

plastik sanatlar şiirin çeşitli dalları ve musiki alanında Türk kültürü, kendi tipinde

yetkin ve olgun eserler vermiştir. Büyük Selçuklulardan Anadolu Selçuklularına,

bunlardan Anadolu beyliklerine ve Osmanlı Đmparatorluğu’na uzanan yüzyıllar

içinde, Türk mimarlığının milli geleneklere bağlı kalarak, fakat yeni unsurlarla

zenginleşerek yeni terkiplere ulaştığını, her gün, ayakta duran örnekleri

göstermektedir. Ayrıca yazı sanatının ve minyatürün de önemli bir gelişme

gösterdiğini söylemek mümkündür. 41

Servet-i Fünun dönemine gelince edebiyatımızın, estetiğimizin incelmesi ve

derinleşmesi bu dönemin belki de en önemli özelliğidir. “Hikmet-i Bedayi” adlı seri

yazılarla edipler artık sanatın kendisi üzerinde düşünmeye başlamışlardır. Bu bizim

için bir ilktir. Bütün bunlar tenkidin de başlı başına yeni bir boyut kazandığı

anlamına gelmektedir. Ayrıca tenkidin tarihi ve unsurları üzerinde de uzun uzadıya

durulmuştur.

Yine şiirin konularına günlük hayatta çirkin olarak değerlendirilen pek çok

unsurun da girdiğini bu dönemde görürüz. Onlara göre sanat en çirkin cisimlere bile

ayrı bir güzellik katmaktadır. 42 Bütün bu sebeplerle Servet-i Fünun kültür

hayatımızda ayrı bir yere sahiptir.

1.1. Derginin Şekil Özellikleri

“Batı medeniyeti dışında kalan halklar için en büyük tehlike hızla gelişen

Avrupa’da bu süreç içerisinde emperyalizm fikrinin ortaya çıkışı olmuştur. Bu hem

maddi anlamda hem de manevi anlamda ciddi bir kopyalama ve değişimi de

getirmektedir. ”43 Değişimin en çabuk görüldüğü alanlardan biri de basın ve yayın

alanıdır. Bu anlamda Servet-i Fünun resim ve baskı itibarıyla Osmanlı ülkesinin

şartlarının üzeride olsa da Avrupa kalıplarının bir kopyası niteliğindedir.

41 Hilmi Ziya ÜLKEN, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yay. Đstanbul, 1994, s. 42. 42 bk. Hüseyin, Cahit; “Hikmet-i Bedayie Dair 12, Deha”, SF Nu. 378, s. 365-369. 43 Justin McCarthy, Osmanlı’ya Veda Đmparatorluk Çökerken Osmanlı Halkları, Çev. Mehmet

TUNCEL, Etkileşim Yay. Đstanbul, 2008, s. 23.

Page 62: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

44

Servet-i Fünun, asıl edebî niteliğini 1896-1901 yılları arasında gösterse de

1891’den 1944’e kadar yayın hayatını sürdürebilmiş nadir yayınlardan biridir. Dergi

haftalık Perşembe günleri yayımlanmıştır. Ayrıca 1686. sayıdan itibaren Uyanış

ismini kullanmıştır. Servet-i Fünun dergisi 6 Aralık 1928’den itibaren harf inkılâbı

nedeniyle Latin harfleriyle yayınına devam etmiştir. Hatta bu durum Ahmet Đhsan’ın

“Matbuat Hatıralarım” adlı kitabında sevinçle karşılanan bir durum olarak

aktarılmıştır. Ahmet Đhsan’ın bu sevinci, eski harflerle yazı yazmanın zorluğundan

kaynaklanmaktadır. Latin harfleri derginin önce bazı sütunlarında daha sonra da

tamamında kullanılmıştır.

Dergi yayın hayatına başladığında on sayfa iç kısımdan ve iki sayfa kapaktan

oluşmaktadır. Đlk altı ayın sonunda münderecat kısmı on iki sayfaya, kapak da dört

sayfaya çıkmıştır. 22 Haziran 1311 [4 Temmuz 1895]’ten itibaren dergiye sekiz

sayfalık siyasi bir ek bölüm ilave edilir. Böylece Servet-i Fünun 16 sayfa asıl kısım

ve 8 sayfa ek ile 24 sayfa çıkmaya başlar.

Derginin üzerinde çalıştığımız 356-400. sayıları 29 Kanun-ı Evvel 1313 [10

Ocak 1898] ve 29 Teşrin-i Evvel 1314 [10 Kasım 1898] tarihleri arasını

içermektedir. Derginin yayımlandığı günler incelendiğinde istikrarlı bir yayın

çizgisinden bahsetmek mümkündür. Kısa süreli kapatmalar göz ardı edilirse, bu

durum derginin bütün yayın hayatı için de söylenebilir. Đncelediğimiz dönem

içerisinde dergi, haftalık, büyük boy olarak yayınlanmıştır. Dergi incelediğimiz

sayılar süresince her hangi bir inkıtaya uğramamıştır. Yalnızca 356. sayı pazartesi

günü, 390. sayı çarşamba günü olmak üzere erken yayımlanmıştır. Kapakta

genellikle bir resim veya şiir derc edilmiştir.

Derginin asıl kısmının kapağında derginin kimlik bilgileri ve klişesi vardır.

Kapakta büyük klişelerle “Servet-i Fünun” yazılıdır. Đsim klişesinin hemen altında

“Perşembe günleri çıkar. Menâfi-i mülk ve devlete hadim musavver Osmanlı

gazetesi” cümlesi bulunmaktadır. Bunun hemen altında Fransızca “SERVET-Đ

FUNOUN-JOURNAL ILLUSTRĔ TURC PARAISSANT LE JEUDĐ-

COSTANTINOPLE” ibaresi yer almaktadır. Derginin basıldığı yer ve yazı işleri

müdürünün yani Tevfik Fikret’in adını kapak ya da başka bir bölümde göremedik.

Page 63: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

45

Servet-i Fünun klişesinin hemen sağ tarafında “Sahib-i Đmtiyaz ve Müdürü:

Ahmet Đhsan, şerait-i iştira Dersaadet’te seneliği 130, altı aylığı 75, üç aylığı 75

kuruştur. Posta ile gönderilirse vilayât bedeli ahzolunur. ” Klişenin sol tarafında ise

“Dersaadet’te nüshası 100 paradır. Şerait-i iştira vilayette seneliği 150, altı aylığı

80 kuruş olup, üç aylığı yoktur. Kırılmadan mukavva boru ile almak için senevi yirmi

kuruş fazla alınır. ” Açıklamalarına yer verilmiştir. Bu ibareler incelediğimiz

sayılarda hiç değişmemiştir. Ayrıca derginin fiyatında ve diğer şartlarda da

incelediğimiz sayılar içerisinde herhangi bir değişiklik olmamıştır.

Servet-i Fünun klişesinin sağ alt kısmında “7me Année-BUREAUX:78,

Grand’rue de la Sublime Porte” klişenin sol alt kısmında da “No:… Redecteur en

Cher Ahmed IHSAN” şeklinde Fransızca ibareler yer almıştır. Bu ibare inceleme

alanımız olan 380. sayıdan itibaren değiştirilerek “Directeur-propreietaire Ahmed

IHSAN” şeklini almıştır.

Servet-i Fünun klişesinin altında iki çizgi arasında derginin adedi(sayısı),

tarihi, günü ve çizginin solunda da senesi ve cildi yazılıdır.

Her sayının sonunda iki çizgi arasında “Ahmet Đhsan” yazılıdır. Her sayfanın

üst kısmında bir çizgi bulunmakta bu çizginin üstünde ortada “Servet-i Fünun” yan

taraflarda derginin sayfa numarası ve sayısı belirtilmektedir.

Yazılar genellikle üç sütuna sığdırılmıştır. Ancak tiyatro ve roman

tefrikalarında daha ziyade sayfa iki sütun hâlinde kullanılmıştır. 44 Okunaklı bir yazı

karakteri kullanılmıştır. Derginin ilavesinde yazı puntosu biraz daha küçüktür.

Müstensih hatalarına pek rastlanmaz. Yazı başlıkları çeşitli motif ve desenlerle tezyin

edilmiştir. Yazıların başlıkları yer yer farklı yazı karakterlerinde ve büyük puntolarla

basılmıştır. Bu durum eser sonlarında verilen müelliflerin isimlerinde de görülür.

Özellikle şiirde olmak şartıyla bol bol resim kullanılmıştır. Resimler genellikle

çerçeve ile değilse de bir çizgi ile kenarlanmıştır. Resimler siyah beyaz olarak

basılmıştır. Renkli resimlerin basılmasına 1318 yılından sonra geçilecektir. Bunda

Tevfik Fikret’in resme olan merakı ve titiz yapısının payı olduğu kadar Ahmet

44 bk. Safveti Ziya, “Salon Köşelerinde”, SF, Nu. 396, s. 94.

Page 64: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

46

Đhsan’ın resme olan ilgisi de etkili olmuştur. Hatta Ahmet Đhsan yeni resim baskı

tekniklerini öğrenmek amacıyla Avrupa’ya dahi gitmiştir. 45 Ancak dergide

kullanılan resimlerin birçoğu sayfada anlatılan konu ve eserle pek ilgili değildir.

Derginin kapak sayfalarında genellikle tablo ve fotoğraflara yer verilmiştir.

Derginin içinde de bu tür resimler geniş yer tutmaktadır. Hatta bazı sayılarda iki

sayfayı kaplayacak resimlere dahi yer verilmiştir. Resimlerin altına Osmanlıca ve

Fransızca açıklamalar yapılmıştır. Bazı Fransızca kelimeler Arap harfleriyle ve

okunduğu gibi yazılmıştır. Çalışmamız esnasında bizim için ciddi bir problem

oluşturan bu durum, dergi içinde yer alan metinler için de geçerlidir.

Derginin ekinde de aynı klişe kullanılmıştır. Servet-i Fünun isminin klişesinin

altında “Tevcihat ve Havadis Kısmı” ibaresi, bunun altında “SERVET-Đ FUNOUN:

SUPLĔMENT POLITIQUE” ibaresi yer almaktadır. Klişenin sağ tarafında

“Sermuharrir ve müdürü Ahmed Đhsan mesleğimize muvafık âsâr kabul olunur.

Muharrerât iade olunmaz-her türlü evrak sermuharrir namına gönderilmelidir.

Şerait-i iştira: Dersaadet’te seneliği 130, altı aylığı 75, vilayatta seneliği 150 ve altı

aylığı 80 kuruştur. Nüshası 100 paradır. ” Sol tarafta “Redacteur en chef AHMED

IHSAN, 7 année No… tarih, BUREAUX:78, Grand’rue de la Sublime Porte

CONSTANTINOPLE, ABONNEMENTS, piastres ou 32 franc par an pour tous les

pays le l’union postale” yazılıdır. Sayı, cilt, sene asıl olduğu gibi verilmiştir.

Tevcihat kısmı yine üç sütundur. Ancak asıl kısımdaki sayfa düzeni bu

bölümde yoktur. Dizgi hatalarına asıl kısma göre daha sık rastlanır. Sütunlar

çizgilerle ayrılmış ve başlıklar koyu yazılmıştır. Sayfaların üstünde “ilave kısım” adı

ve sayfa numarası verilmiştir. Ayrıca Servet-i Fünun’un her cildinde sayfa

numaraları 1’den başlatılmıştır. Asıl kısım kendi arasında, ilave kısım kendi arasında

numaralandırılmıştır. Ayrıca her cildin sonuna cildin fihristi konulmuştur. Đlave

kısmın son sayfası ilan ve reklâmlara ayrılmıştır. Đşyeri reklâmları genellikle

resimlidir. Bazı reklâmları sürekli görmek mümkündür. Bu da derginin önemli maddi

kaynaklarından biridir. Asıl kısımda reklâma yer verilmemiş, derginin maddi

45 Yunus AYATA, “Servet-i Fünun Dergisi 256-305. Sayılar Đnceleme ve Seçilmiş Metinler”,

Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sivas, 1996, s. 31.

Page 65: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

47

kaynağını oluşturan reklâmların ek kısmında yer almıştır. Bu sayede asıl kısmın

edebî niteliği daima ön planda tutulmuştur. Gerçi Ahmet Đhsan hatıralarında derginin

reklâm gelirinin ve satışının çok az bir süre kendisini idare ettiğini geriye kalan

açığın hükümetçe verilen destek ve matbaanın katkılarıyla olduğunu anlatır.

Đncelediğimiz sayılar içerisinde asıl kısımda birkaç ilan dışında hiçbir reklâma

rastlamadık. Đlavenin başında Selamlık Resm-i Alisi ve Tevcihat başlıklı yazılar yer

almaktadır. Ardından “Tebligat-ı Resmiye, Dahiliye, Hariciye, Đlan ve Reklâmlar”

bulunur.

Ayrıca Servet-i Fünun kapakta kendisini gazete olarak tanımlar. Ancak

yayının içeriği, şekil özellikleri gibi hususlar incelendiğinde yayının bir gazete

olmaktan öte edebî bir dergi kimliğini taşıdığı söylenebilir. Bu belki ilave kısım için

düşünülebilirse de buraya da tam anlamıyla gazete demek mümkün değildir.

Dergide basılan tablo ve fotoğraflara dikkat edilirse inşaat ve askeriye ile

ilgili fotoğrafların geniş yer tuttuğu görülür. Bunda incelememize konu olan dergi

sayılarının 1898 yılında yani Osmanlı-Yunan savaşı ve Amerika-Đspanya

muharebesinin olduğu yıllarda olmasının önemli payı vardır. Tablolarda ise kadın

tasvirlerinin ağırlıklı olduğunu söylemek mümkündür.

Derginin asıl kısmı beyaz kaliteli kâğıda, ilave kısmı da asıl kısma göre daha

kalitesiz bir sarı kâğıda basılmıştır. Vilayata gönderilen dergilerin yırtılmaması için

ambalaj kâğıdı ithal edilmiş; dergiyi mukavva ambalajda isteyen okuyuculardan

ayrıca ücret talep edilmiştir. 46

Servet-i Fünun şekil itibarıyla devrinin birçok yayın organından çok daha iyi

bir yerdedir. Zaten dergi şekil özelliklerinden dolayı hükümetçe ödüllendirilir.

Đlgililere birer sanayi madalyası verilir. Servet-i Fünun’un asıl kısmı şekil, düzen,

dizgi gibi yönlerden ilave kısma çok daha düzenli ve hatasızdır.

46 Mehmet KONUKÇU, Servet-i Fünun Dergisi (306-355. Sayılar) (Đnceleme ve Edebiyatla Đlgili

Metinler) Sivas-1996, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, s. 21.

Page 66: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

48

Muharrirlere belirlenen net bir maaş yerine yazdıkları makale başına bir ücret

ödenmektedir. 47 Bu durumu konu alan makale çevirilerek metinler bölümüne

yerleştirilmiştir. Yazı işleri müdürü buna tabi değildir. Bu anlamda Tevfik Fikret’in

diğer yazarlara göre oldukça yüksek ücret aldığı Fuat Süreyya ORAL’ın Türk Basın

Tarihi adlı eserinde belirtilmektedir.

Derginin şekil özellikleriyle ilgili olarak aktardığımız bilgileri daha somut bir

hâle gelebilmesi için çalışmamızın sonunda yer alan fotokopiler bölümünde derginin

bir sayısının orijinali yer almaktadır.

47 bk. Ahmet Đhsan “Đkdam Muharriri Đzzetlü Ali Kemal Bey’e” SP, Nu. 381, s. 134.

Page 67: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

49

1.2. Yazar Kadrosu

Tanzimat’la başlayan Batılılaşma hareketinin edebiyata olan yansımalarının

kesin devamı olarak karşımıza Servet-i Fünun edebiyatı çıkar. Unutulmamalıdır ki bu

dönemin edipleri Tanzimat dönemi sanatçılarının eserleri ve görüşleriyle beslenirler.

Özellikle hürriyet, hak, hukuk, müsavat gibi kavramların oldukça sık bir şekilde

tekrarlanıp tartışıldığı bir edebî dönemde yetişmişlerdir. Bu dönem edebiyatçıları

Tanzimat dönemi aydınlarına göre çok ileri bir şekilde Batılı(Fransız) eserlerle

yetişmişler ve yabancı dil bildiklerinden bu eserleri asıl kaynaklarından okuma

imkânı bulmuşlardır.

XIX. yüzyıl aydınları içerisinde yer alan Tanzimat nesli, devletin çeşitli

yüksek kademelerinde görevler almış yüksek tabakaya mensup kişilerden oluşmakla

birlikte, bu neslin eğitimleri düzenli olmamıştır. Onlar kalemlerde o dönemde –o

devirden sonra da uzun süre devam eden havası içerisinde- daha çok özel derslerle

kendilerini yetiştirmişlerdir. 48

Servet-i Fünun nesline baktığımızda ise onların orta tabakadan çıktıklarını

görürüz. Halit Ziya ticaretle meşgul olan bir ailedendir; Tevfik Fikret’in dedesi

Anadolulu bir köylü, babası bir intisap ağasının yanında kâtiptir. Mehmet Rauf orta

halli bir ailenin çocuğudur. Cenap harpte şehit düşmüş bir binbaşının oğludur. Böyle

saray ve devlet kapısından uzak, halka ve halkın sefaletine daha yakın bir çevreden

olmaları, onların karakter ve mesleklerine tesir etmiş, hayata bakış tarzlarını,

ideallerini ve zevklerini tayin etmiştir. 49

Servet-i Fünun edebiyatı, Batıyı tanıyan ve bilen bir edebiyattır. 1890’dan

sonra Stendhal, Flaubert, Balzac ve Bourget gibi romancıları okudular ve

etkilendiler. Edebiyatı, Batılı anlamda algılamış ve bu modern anlayışı edebiyatımıza

yerleştirmeye çalışmışlardır. Batının bütün edebî türlerini, tekniğine uygun bir

biçimde edebiyatımıza mâl etmeyi başarmışlardır. Küçük hikâye, mensur şiir, roman

ve tenkit gibi edebî türler, Servet-i Fünun sanatçılarının kullandığı edebî türlerdendir.

48 Selçuk ÇIKLA, Roman ve Gerçek Bağlamında Kültür Değişmeleri ve Servet-i Fünun Romanı,

Akçağ Yay. Ankara. 2004, s. 34. 49 Mehmet KAPLAN, Tevfik Fikret, Devir-Şahsiyet-Eser, Dergâh Yay. Đstanbul 1995, s. 34.

Page 68: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

50

Bu dönemin sanatçıları özellikle şiir, hikâye, roman ve tenkit üzerinde

yoğunlaşmışlardır. Servet-i Fünun edebiyatının asıl kaynağı Fransız edebiyatı

olmuştur. Bu dönem edebiyatına Tevfik Fikret- Halit Ziya Mektebi de denilmiştir.

Şiir türünde eser veren başlıca isimler şunlardır: Tevfik Fikret (1867–1915),

Cenap Şehabettin (Raik Vecdi takma adıyla, 1870–1934), Hüseyin Siret (Özsever,

Ömer Senih takma adıyla, 1872–1959), Hüseyin Suat (Yalçın, 1867–1942), Ali

Ekrem (Bolayır, 1867–1937, Ayın Nadir Takma adıyla Namık Kemal’in oğlu),

Ahmet Reşit (Rey, H. Nazım imzasıyla 1870–1955), Mehmet Sami (Süleyman Nesip

takma adıyla, 1866–1917) Süleyman Nazif (Đbrahim Cehdi takma adıyla, 1869–1927,

Diyarbakırlı Sait Paşa’nın oğlu), Faik Ali (Ozansoy, 1876-1950 Süleyman Nazif’in

kardeşi Zahir takma adıyla), Celal Sahir (Erozan 1883-1935, Yemen Valisi ve

Kumandanı Đsmail Hakkı Paşa’nın oğlu).

Servet-i Fünun dönemi edebiyatçıları, nesirle şiir söylemeyi denediler. Duygu

yoğunluğunu ve heyecanlarını mensur şiir hâlinde ifade ettiler. Bertrand, Baudelaire,

Mallarme ve Rimbeaud gibi şairlerin izinde yürüdüler. Mensur şiiri onlardan aldılar.

Bu türü önce Halit Ziya sonra Mehmet Rauf denedi.

Hikâye ve romanda en başarılı isim ise Halit Ziya’dır. Onu Mehmet Rauf,

Hüseyin Cahit, Ahmet Hikmet ve Safveti Ziya izler. Bu dönemde küçük hikâye

örnekleri de görülür. Halit Ziya, klasik vaka hikâyelerinin temsilcisidir.

Abdülhak Hamit, bk. [TARHAN] Abdülhak Hamit

Ahmet Đhsan, bk. [TOKGÖZ] Ahmet Đhsan

Ahmet Kemal, bk. [AKÜNAL] Ahmet Kemal

Ahmet Reşit, bk. [REY] Ahmet Reşit

Ahmet Hikmet[MÜFTÜOĞLU]: Yazar 3 Haziran 1870’te Đstanbul’da

doğdu. Babası Yahya Sezai Efendi, tasavvufi şiirler yazan divan sahibi bir kişiydi.

Mekteb-i Sultaniyi (Galatasaray Lisesi) bitirdikten sonra Hariciye Nezareti’nde

Page 69: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

51

görev aldı. Değişik kentlerde Marsilya, Pire gibi konsolos kâtipliği ve konsolosluk

yaptı. Hariciye müsteşarı iken asıl mesleğinden ayrıldı. Mekteb-i Sultanide, Darü’l-

Fünunda edebiyat dersleri verdi. Cumhuriyet’ten sonra yeniden hariciyede görev

aldı. Müdürlük ve müsteşarlık yaptı. Son görevi Anadolu-Bağdat demiryolları idare

meclisi üyeliğidir. 19 Mayıs 1927’de Đstanbul’da vefa etti. Maçka, Taşlık (Şeyhler)

mezarlığını gömüldü.

Türkçü ve Türkçeci yazarlarımızın başında gelir. Lise yıllarında hikâyeler

yazdı. Bilinen en eski manzumesi Namık Kemal’in ölümü üzerine yazdığı

“Mersiyesi”dir. 1896’da Servet-i Fünun dergisinde yayınladığı bir hikâye ile Servet-i

Fünun topluluğuna katıldı. Ne var ki işlediği konular, zevk, dil ve anlatım

yönlerinden topluluktan ayrı bir özellik taşır. Servet-i Fünuncular kozmopolit ve

alafranga konuları işlerken o yerli konuları ele aldı. Topluluğun ağır ve yabancı

kelimelerle süslenmiş anlatımına karşı sade bir dille yazmaya çalıştı. Batı taklidine

karşı Türklük ülküsünü savundu. Konularını eski Türk yaşamından, Anadolu

insanlarından seçerek ulusal bir edebiyatın doğmasına yardımcı oldu. Özellikle

Türkçenin sadeleşmesindeki rolü büyüktür.

Yazar incelediğimiz sayılarda, “Nakarat, Kıl u Kal-, Kadınlara Aşka Dair,

Hasbihâl- Đlk Görücü, Đstiyorum ki” gibi eserlerinin yanında iki makale de

yayınlamıştır. Bunlar: “Musahabe-i Edebiye, Eslafta Dekadanlık ve Şeyh Galip ve

Musahabe-i Edebiye”dir. Görüş olarak Servet-i Fünun’dan oldukça farklı bir çizgiye

sahip olmasına rağmen yazdığı eserlerin Servet-i Fünun’da yayınlanması ilginçtir.

Bu nedenle makaleler tezimiz içerisinde çevrilerek metinler bölümüne alınmıştır.

Ahmet Naim (1872-1934) Babanzade Ahmet Naim, Babanzade Mustafa

Zihni Paşanın oğludur. Bağdat’ta doğdu. Bağdat Rüşdiyesini bitirdikten sonra

Đstanbul’a gelerek Galatasaray Sultanisine devam etti. Bu okuldan sonra Mülkiye

Mektebine devam etti. Đlk memuriyetine Hariciye Nezareti Tercüme Odasında

başladı. 1911 yılında Maarif Vekaletinde çalışmaya başladı.

1912-1914 yılları arasında Galatasaray Sultanisinde ders vermeye başladı.

Burada Arapça dersleri veren Ahmet Naim, Istılahat-ı Đlmiye Encümeni

Page 70: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

52

çalışmalarına katıldı. Felsefe Istılahları ve Sanat Istılahları adlı eserlerin

hazırlanmasında büyük emeği geçti. Bir süre Darülfünunda da dersler verdi.

Doğu ve Batı kültürüne hâkim olan Ahmet Naim, Arapça, Farsça ve

Fransızcayı iyi derecede bilmekteydi. Arap edebiyatından seçtiği ve tercüme ettiği

parçaları Servet-i Fünun dergisinde yayınladı. Yazılarını “Bedayi’il Arap” başlığıyla

neşretti. Tercümelerinde de tenkit ve tercihlerini kullandı. Tercümelerinde çok

önemli bir durum arz eden terimlerin tam karşılığını bulma konusunda oldukça titiz

davrandı. Servet-i Fünun dergisinin incelediğimiz sayılarında şu eserleri

neşredilmiştir: “-Bedayii’l-Arap-, Ferezdak’ın Bir Kasidesi, -Bedayii’l-Arap-, Đbn

Farızdan, -Bedayii’l-Arap, Semevel’in Bir Fahriyesi, -Bedayii’l-Arap-, Yine Đbn

Farız, Esef-i Azim”. Derginin incelediğimiz sayılarındaki eserlerinin tamamı Arap

edebiyatından çeviri şiirler ve şerhlerden ibarettir.

[AKÜNAL] Ahmet Kemal: 1874 yılında Đstanbul’da doğdu. Kaymakam

Rasim Bey’in oğludur. Çeşitli memurluklarda bulundu. Siyasî faaliyetlerden dolayı

birkaç kez tutuklanmıştır. Daha sonra Atina’ya kaçmış ve orada gazete çıkarmıştır.

1907 yılında Kafkasya’ya Mekâtib-i Đslamiye Müdürlüğüne tayin edilmiştir. Burada

Rus hükümeti tarafından ajan olduğu iddiasıyla tutuklanmış ve idama mahkûm

edilmiştir. Hariciye Nezaretinin teşebbüsüyle bu durumdan kurtulmuştur. Yazarın tek

eseri Vatan Çocuklarına Ninniler adlı şiir kitabıdır.

Ali Ekrem, bk. [BOLAYIR] Ali Ekrem

A(yın) Nadir: bk. [BOLAYIR] Ali Ekrem

Ali Nusret (Yenişehir 1874-Đstanbul 1912): Şair, Cenap Şahabettin’in

kardeşidir. Tahsilini askerî mekteplerde istihkâm mülazımı olarak tamamladı(1891).

Öğretmenlik yaptı, kaymakamlıktan emekliye ayrıldı(1908). Eserleri: Sergüzeşt-i

Hunin (Fransızcadan), Küçük Bir Facia-i Vatanperverane, Makalat-ı Tarihiyye ve

Edebiyye ve Menekşe’dir.

Servet-i Fünun dergisinin incelediğimiz sayılarında ise Gece adlı bir şiiri

yayınlanmıştır.

Page 71: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

53

Ali Sami: Şairin Yangın başlıklı bir adet serbest müstezat türünde yazılmış

bir şiiri derginin 362. sayısında yayımlanmıştır. Şair hakkında bilgiye

ulaşılamamıştır.

Ali Suat: 1905 yılında Kahire’de doğdu. Pierre Loti’den çeviriler yaptı. Bir

süre Fransa’da kaldı. Fransızca ve Arapçası oldukça iyi olan yazar, “Sırat-ı Müstakim

ve Hikmet-i Đslam” gibi dergilerde yazılar yazmıştır. “Sırat-ı Müstakim”de yer alan

bir yazısında “Mekteb-i Mülkiye-i Mezunin-i Kadimesinden” notu yer almıştır.

Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler adlı eserinde onun eserleri için,

önümüze konulan kuru ot yığınları arasında taze ve kokulu bir bahar demeti

benzetmesini kullanır. Yazarın incelediğimiz Servet-i Fünun sayılarında “Yalnız”,

başlıklı bir şiiri yayınlanmıştır.

Ali Şahbaz Efendi: Kayseri’de doğmuştur. Temyiz Mahkemesi azalığı

yapmıştır. On üç yaşında ailesiyle Paris’e giderek orada okumuştur. Fransa’dan

döndüğünde, Halep Fransa Konsolosluğu baş tercümanlığına atanmıştır. Đstanbul’a

döndüğünde(1869) Divan-ı Ahkâm Birinci Sınıf Zabıt Kitabetine atanmıştır. Bir sene

sonra Ticaret Mahkemesi azalığına seçilmiştir. Dokuz ay sonra da Mahkeme-i

Ticaret Birinci Meclis Riyasetine getirilmiştir. Dört sene Mahkeme-i Temyiz Riyaset

Saniliğinde bulunmuştur. Mekteb-i Hukuk ve Mülkiyede’de ticaret hukuku ve ceza

hukuku dersleri vermiştir.

Ali Şahbaz Efendi’nin derginin 366. sayısında “Makale-i Mahsusa” başlığını

taşıyan ve Fransa’da yaşanan Dreyfus meselesini hukukî açıdan irdeleyen bir yazısı

yer almıştır.

[BOLAYIR] Ali Ekrem (1867-27 Ağustos 1937): Şair, Đstanbul’da doğdu.

Namık Kemal’in oğludur. Sultan II. Abdülhamit devrinde Mabeyin kâtibi oldu. Bu

görevi nedeniyle yazdığı eserlerinde A. Nadir müstearını kullandı. Beyrut ve Cezayir

valiliklerinde bulundu. Maltepe Askerî Lisesi ve Galatasaray Lisesinde edebiyat

dersleri verdi. Đstanbul’da öldü.

Page 72: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

54

Đlk şiirlerini Mirsad, Maarif, Malumat gibi dergi ve gazetelerde yayınladı.

1896’da, 262. sayıdan itibaren, Servet-i Fünun topluluğuna dâhil oldu. Edebiyat-ı

Cedide şairlerini tenkit eden makalesi, Tevfik Fikret tarafından değiştirilerek

yayınlanınca topluluktan ayrıldı.

Ali Ekrem nazmı nesre yaklaştıran eserler kaleme aldı. Daha ziyade sosyal

meseleler üzerinde durdu. Hece vezniyle çocuk şiirleri yazdı. Yeni vezinler türetti.

Ali Ekrem’in incelediğimiz sayılarda, Semere-i Hayat, adını taşıyan bir hikâyesi

tefrika edilmiştir.

Cenap Şehabettin: 1870’te Manastır’da doğdu. Babası Osman Şehabettin

Bey’in 1877-1878 Türk-Rus Savaşında Plevne’de şehit olması üzerine henüz yedi

sekiz yaşlarında annesiyle, Đstanbul’a geldi. Tophane’deki Mekteb-i Fevziye’de,

Eyüp Rüşdiye-i Askeriyesi ile Gülhane Rüştiye-i Askeriye’sinde askeri tıbbiyede

okudu. Devletçe uzmanlık eğitimi için Paris’e gönderildi. Orada okurken yeni

Fransız şiirini, Parnasçı ve simgeci şairleri tanıdı. Yurda dönünce Đzmir, Konya ve

Ankara’da sağlık müfettişliği yaptı. Bu görevi Hicaz Sağlık Kurulu üyeliği,

Đstanbul’da Meclis-i Kebir-i Sıhhiye üyeliği, Rodos’ta ve Mersin’de karantina

hekimliği, Suriye Sıhhiye Reisliği izledi. Meşrutiyetten sonra politikaya atıldı.

Sabah, Hadisat, Tasvir-i Efkâr, Peyam-ı Sabah, Tanin gazetelerinde siyasal yazılar

yazdı. Heceye, dilde özleşmeye, Türkçülük akımlarına karşı çıktı. I. Dünya Savaşı

başında son görevi olan Umur-ı Sıhhiye umumi müfettişliğinden emekli oldu.

1922’ye kadar Đstanbul Edebiyat Fakültesi’nde Fransızca çeviri dersi ve Batı

edebiyatı okuttu. Müderrislik yaptı. Kurtuluş Savaşına karşı olduğundan bu görevi

bırakmak zorunda kaldı. Bundan sonraki yaşamını köşesine çekilerek edebiyatla

uğraşmakla geçirdi. Son dönemlerinde bir sözlük çalışmasıyla ilgilenirken aşırı

çalışma nedeniyle beyin kanaması geçirerek 12 Şubat 1934’te öldü.

Cenap Şahabettin’in dört yıl Avrupa’da kalması, şiir anlayışında önemli

değişikliklere yol açmıştı. Asıl şöhretini Mektep dergisinde yazdığı şiirleriyle

kazanır. 50 Türkiye’ye dönünce kendisine has şiir kurma yoluna gitti. Şiirde şiddetle

50 Nuri SAĞLAM, Cenap Şahabeddin, Hayatı, Sanatı, Eserleri, Eserlerinden Seçmeler, Hikmet

Neşriyat, Đstanbul- 2002, s. 15.

Page 73: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

55

tenkit edilmesine rağmen yine de büyük ilgi uyandırdı. Mektep dergisinde çıkan

Terane-i Mehtap başlıklı şiirinde “saat-ı semenfam” (yasemin renkli saatler)

tamlaması, Ahmet Mithat Efendi ile Servet-i Fünuncular arasında tartışma başlattı.

Ahmet Mithat Efendi, Sabah gazetesinde yayınladığı Dekadanlar başlıklı yazıyla

Servet-i Fünuncuları yazıda ‘anlaşılmazlığı’ meslek edinmek ve Fransa’da bazı ‘genç

türedi’ yazarları taklit etmekle suçladı.

Servet-i Fünuncular siyasetten, dini ve felsefi fikirlerden daha çok renk, şekil

ve harekete yer veriyorlardı. Bu özellikleri taşımalarında en önemli rol de Cenap

Şahabettin’in üzerinde idi. Cenap, edebiyat anlayışını şöyle özetler: “Alelumum

sanat ve alelhusus edebiyat için özellikten başka gaye tanımam. Đtikadımca güzel bir

eser vücuda getirerek karilerimde tatlı bir hülya uyandıran şair muvaffak olmuştur.”51

Cenap Servet-i Fünun şiirine orijinal imaj, alegori ve remizler sokmuştur.

Eserlerini kapalı mekânlar, gece, mehtap, mevsimler, aşk, ince ruh hâlleri ve musiki

etrafında işler. Cenap Şahabettin resim de yapmaktadır. Musiki yanında resim de

şiirlerinde önemli yer tutar. Musiki ve resim unsurları Sembolistlerin ve Parnasların

tesiriyle gelişmiştir.

Cenap Şahabettin muhtevanın yanında şekilde de yenilik getirmiştir. Sone

tarzını ilk defa o kullanmıştır. Şiirleri daha çok serbest müstezat tarzındadır. Hep

aruzla yazmıştır. Hece veznini parmak hesabı diyerek alaya almıştır.

Cenap nesirde de yenilikçidir. Duygu ve düşüncenin değişmesiyle dil ve

üslubun değişeceği fikrini savunur. Yani şekli, muhtevaya uyduracaktır. Nesri sanat

kabul etmiş ve dikkatle işlenmesi gerektiğine inanmıştır. Bu sebepten nesri

‘sanatkârane’dir. Türkçenin sadeleşmesine karşı çıkar. Bununla beraber 1925’ten

itibaren o da sade yazmaya başlamıştır.

Cenap Şahabettin’in incelediğimiz sayılarda birçok makalesi ve şiiri

yayınlanmıştır. Bunlar: “Hac Yolunda, Musahabe-i Edebiye, Nekahet-i Kalbiye,

Hatıra-i Yar, Hatıra-i Yar, Kable’l Garam, Mest ü Müstağrak, Mest ü Mütefekkir,

51 age. s. 16.

Page 74: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

56

Pürhazin-i Heves, Saadet, Yazdıklarıma Karşı” başlıklarını taşıyan eserlerdir.

Eserlerinde pitoresk unsurların geniş yer tuttuğunu söylemek mümkündür. Ayrıca

şiirde ahengi sağlamak amacıyla musiki izlerini bulmak da gayet tabiidir. 52

COPPEE François (1842-1908): Fransız yazar ve şairidir. Yazarın

“Mücrim” adlı eseri Ahmet Đhsan tarafından tercüme edilerek “Servet-i Fünun’un

Romanı” başlığıyla derginin sütunlarında yer almıştır.

Ç. Sami bk. [MORTAN] Sami

DAUDET Alphonse: Natüralizm akımının temsilcisidir. “Sapho,

Değirmenimden Mektuplar”, eserleriyle ünlüdür. Ayrıca “Jack” adıyla ünlü bir

dünya klasiği de vardır. Servet-i Fünun’un incelediğimiz sayılarında da “Jack” adlı

eserinin çevirisi yer almıştır.

[ERSOY] Mehmet Akif (1873-27 Aralık 1926): Şair ve yazar, Đstanbul’un

Fatih semtinde Sarıgüzel Mahallesinde doğdu. Fatih Medresesi müderrislerinden

Mehmet Tahir Efendi’nin oğludur. Babası Kosova’nın Đpek Kasabası, Suşisa

köyünden Đstanbul’a gelmiştir. Fatih Rüşdiyesini, Đstanbul Đdadisini, Halkalı

Baytarlık ve Ziraat Mektebini bitirdi. Baytar müfettiş yardımcısı olarak Anadolu

Rumeli ve Arabistan’ın çeşitli yerlerini dolaştı. 1906 sonunda Baytarlık Mektebinde

Kitabet-i Resmiye öğretmeni oldu. Daha sonra Darülfünunda Arap edebiyatı

müderrisliği yaptı. 1914’te Beyrut, Kahire, Medine’ye; 1915 başında da Berlin’e gitti

ve incelemelerde bulundu. Balkan Savaşı günlerinde Đstanbul’un büyük camilerinde

vaazlar verdi. Trablusgarp, Balkan ve I. Dünya Savaşlarının yurda getirdiği

felaketleri yaşadı, çöken bir imparatorluğun yabancıların önünde çaresizliğini gördü.

Kurtuluş Savaşı başlayınca Anadolu’ya geçti. Kastamonu ve Ankara camilerinde

bağımsızlık savaşını destekleyen coşkulu konuşmalar yaptı. Đstiklal Marşını yazdı. I.

Meclise Burdur’dan milletvekili seçildi. Üç yıl Ankara’da mecliste çalıştı. Savaş

sona erince, devletin yeni yönetim biçimi, yapılacak devrimler nedeniyle görüş

olarak hükümetten ayrıldı. Akif’in öteden beri savunduğu Đslam birliği ülküsüyle

hükümetin yaptıkları uyuşmuyordu. Bu nedenle önce Ankara’dan daha sonra da

52 Đnci ENGĐNÜN, Cenap Şehabettin, Kültür Bakanlığı Yay. Ankara, 1989.

Page 75: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

57

Türkiye’den ayrıldı; Mısır’a yerleşti. On yıl Mısır yakınlarında Hilvan’da yaşadı.

Kahire Üniversitesinde birkaç yıl Türkçe öğretmenliği yaptı. 1936’da hastalandı;

Đstanbul’a döndü. Yedi ay sonra da öldü; Edirnekapı mezarlığına gömüldü.

Akif, Osmanlı Devleti’nin çöküş dönemiyle Cumhuriyet’in doğuş dönemine

rastlayan bunalımlı bir dönemde yaşadı. Batı medeniyetinin emperyalizm şeklinde

Osmanlı topraklarına girip Đslam toplumunu yok etmesine şiddetle karşı çıktı.

Emperyalizm’e karşı koyabilmek için güçlü bir Đslam birliği kurmanın gerekliliğini

savundu. Bunları yaparken Ziya Gökalp’in savunduğu Türkçülükle, Tevfik Fikret’in

kurtuluşu Batının bilim ve tekniğinde arayan düşünceleriyle ters düştü. Akif’in

şiirlerini ve kişiliğini değerlendirirken, bu bunalımlı dönemi göz ardı etmemek

gerekir.

Şiir yazmaya, daha öğrenciyken, 1895’te başladı. Servet-i Fünun, Sırat-ı

Müstakim ve Sebilü’r-Reşat dergilerinde yayınlanan eserleriyle tanındı. Đlk şiirleri,

Ziya Paşa’nın ve Muallim Naci’nin etkilerini taşır. Daha sonra Abdülhak Hamit ve

Đran şairi Sadi’nin etkisiyle kendine özgü olan hikâye-şiir(mensur şiir)e yöneldi. Halk

söyleyişini aruzla ustaca birleştirdi. Şiiri bir amaç değil; din ve ahlak, yurt ve ulus

sevgisi, toplumun sorunları gibi konulardaki düşüncelerini açıklamaya yarayan bir

araç olarak gördü. Yani sanatını toplum için kullandı. Hep öğreticiliği ağır bastı; bir

Đslam reformcusu gibi yol gösterdi. Temiz diliyle; sade ve açık doğal ve rahat bir

anlatım gücüyle, geniş halk topluluklarını etkilemesini bildi. Son şiirleri, aradığını

bulamamış, bir kişinin içe kapanık, kırgın kişiliğini yansıtır.

Akif edebî nitelik olarak bu dönemin bağımsız isimleri arasında zikredilebilir.

Ancak dergide eserlerini de yayınlamıştır. Servet-i Fünun dergisinin incelediğimiz

sayıları içerisinde Akif’in şu eseri yayınlanmıştır: “Bedayiil Arap-, Bostandan”

başlıklı eserdir.

Esat Necip, bk. Tevfik Fikret

Faik Ali, bk. [OZANSOY] Faik Ali

H. Nazım, bk. [REY] Ahmet Reşit

Page 76: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

58

Halit Ziya, bk. [UŞAKLIGĐL] Halit Ziya

Hüseyin Cahit, bk. [YALÇIN] Hüseyin Cahit

Hüseyin Daniş, bk. [PEDRAM] Hüseyin Daniş

Hüseyin Siret, bk. [ÖZSEVER] Hüseyin Siret

Hüseyin Suat, bk. [YALÇIN] Hüseyin Suat

Đsmail Safa (1867–24 Mart 1901): Şair, Mekke’de doğdu. Peyami Safa’nın

babasıdır. Öğrenimini Darüşşafakada tamamladı. Evkaf ve Posta Nezaretinde

kâtiplik, Đstanbul idadilerinde öğretmenlik ve gazetecilik yaptı. 1888’te Hicaz’a gitti.

Dönüşünde Đzmir’e uğradı, burada Halit Ziya Uşaklıgil’le tanıştı. Prens Sabahattin’e

özel hocalık etti. 1900’de siyasi faaliyetlerinden dolayı tevkif edildi ve Sivas’a

sürgün edildi. Orada vefat etti ve Garipler Mezarlığına defnedildi.

Đsmail Safa, Tanzimat ve Servet-i Fünun edebiyatı arasında yer alan; bu

nedenle her iki akımın özelliklerini şiirlerinde görebildiğimiz bir şairdir. Edebiyat

tarihçileri, onun eski ile yeni arasındaki durumunu, bir köprüye benzetir. Şiirleri,

duyuş ve düşünüşte yeni; dilde ve biçimde eskidir. Romantik dizelerle örtülü, alçak

gönüllü, çok duygulu, içli, yaşamındaki acılarla yüklü şiirleriyle, o dönemde çok

tutulmuş, günümüzdeyse unutulmuş gibidir. Muallim Naci, Đsmail Safa için, ‘Şair-i

maderzat’(anadan doğma şair) demiştir.

Şairin Servet-i Fünun’un incelemiş olduğumuz sayıları içerisinde yayınlanan

eserlerini şöyle sıralayabiliriz: “Muamma, Makale-i Mahsusa 38- Tenkidat,

Musahabe-i Edebiye 36, Şiir Hakkında, Ayasofya, Bedr-i Tam, Bir Şarkı”.

Eserlerinde ve şiir anlayışında eski şiir anlayışını temlerinde ise yeni konuları bu

eserlerinde işlemiştir.

M. K(af)ق:Hakkında bilgiye ulaşamadığımız bu müstear isim sahibi, “Arzû-

yı Melhuz, Ressam Halil Bey Efendi” başlığını taşıyan ve ressam ve resim tahlili

yapılan bir yazı yazmıştır.

Page 77: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

59

M. Rüştü: Hakkında bilgiye ulaşamadığımız şairin “Ân-ı Mecruh” adlı bir

şiiri derginin sütunlarında yer almıştır.

M[ahmut] Sadık (1864-1930): Gazeteci ve yazardır. Mülkiyeyi bitirdikten

sonra Almanya’ya ziraat eğitimi için gider ancak hastalandığı için bir yıl sonra geri

döner. Bir süre Tercüme Odasında çalıştıktan sonra memuriyetten ayrılarak

gazeteciliğe başlar. Tarik, Saadet, Tercüman-ı Hakikat, Sabah gibi birçok gazetede

çalıştı. Osman Galip, Galip Kadri, Kadri gibi müstearlar kullandı.

“Ahmet Đhsan’ın mülkiyeden arkadaşıdır. Servet-i Fünun’un kurulmasında en

çok emeği geçenlerdendir. Ahmet Đhsan’ın en vefalı ve bağlı arkadaşı olmuştur. ”53

Yazarın Takvimden Yapraklar ve Tekâmül adlı eserleri mevcuttur.

Derginin hemen her sayısında yazısı bulunan yazar daha ziyade fen

konusunda eser vermiştir. Đncelediğimiz sayılardaki Musahabe-i Fenniyeler, Mahmut

Sadık Bey’in kaleminden çıkmıştır. Mahmut Sadık Bey’in Servet-i Fünun dergisinin

incelediğimiz sayılarında 29 adet Musahabe-i Fenniye sütunu altında yayınlanmış

yazısı bulunmaktadır. Ayıca ilave kısımda da dünya siyasetine dair “Cümle-i

Siyasiye” unvanlı yazıları mevcuttur.

Mehmet Akif, bk. [ERSOY] Mehmet Akif

Mehmet Emin, bk. [YURDAKUL] Mehmet Emin

Mehmet Rauf: Yazar, 1875’te Đstanbul’da doğdu. Askeri Rüştiyeden sonra

Heybeliada’daki Mekteb-i Bahriyeyi bitirdi. Boğaziçi’nde elçilik gemilerinin irtibat

subaylığına atandı. Meşrutiyetten sonra yazdığı bir hikâye müstehcen bulundu ve

askerlikten çıkarıldı. Ticaretle uğraştıysa da başarısız oldu. Yaşamını yazarlıkla

kazanmaya çalıştı. Kadınlara yönelik iki dergi yayınladı. Cumhuriyetten sonra

hastalandı. Son yılları, zorluklar içinde geçti. 23 Aralık 1931’de Đstanbul’da öldü.

Servet-i Fünun topluluğu içinde, daha çok roman, hikâye ve mensur şiirler

yazarlığıyla tanınmış olan Mehmet Rauf, Batı edebiyatı anlayışı içinde ve Halit Ziya

53 Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Mahmut Sadık [Maddesi] Devirler, Đsimler, Eserler,

Terimler, C. 6, s. 235.

Page 78: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

60

yolunda eserler vermiştir. Diğer Servet-i Fünuncular gibi sanat sanat içindir, ilkesine

bağlı kalan Mehmet Rauf’un hikâye ve romanlarında toplum hayatıyla ilgili mesele

ve temlere pek rastlanmaz. Eserlerinde daha çok kendi hayatının izleri görülür.

Bilhassa yaşadığı veya yaşamak istediği aşk maceralarını konu edinmiştir. Başta aşk

temi olmak üzere, hüzün, karamsarlık ve tabiat temlerine de yer vermiştir. Daha

küçük yaştayken öğrenmeye başladığı yabancı diller, ona Batı edebiyatını tanıma

imkânını vermiş, Fransız Realist ve Natüralist yazarlarını izlemiş, özellikle Fransız

psikolojik roman öncülerinden Paul Bourget’in yolunu takip etmiştir. Eserlerinde

romantizmin etkileri de görülen Mehmet Rauf, kahramanlarının ruh tahlillerine çok

önem vermiş, bu yolda Eylül adlı eseriyle edebiyatımızın ilk ve güzel psikolojik

roman örneğini vermiştir. Mehmet Rauf’a asıl şöhretini sağlayan Eylül romanı basit

bir vaka çerçevesinde saf ve masum duygular hâlinde başlayan yasak bir aşkın

hikâyesidir. Kahramanlarının çoğu orta tabakadan, Batı kültürüyle yetişmiş, hassas,

entelektüel tiplerdir. Sahne olarak Đstanbul’u seçmiş Anadolu ve köy hayatına pek az

yer vermiştir.

Baudelaire’in küçük mensur şiirlerinden ilham alan Halit Ziya, âşıkane ve

hüzünlü duyguları, süslü, şiir niteliği taşıyan bir dille anlatmaya çalışan,

edebiyatımızda yeni ve Avrupai bir çığır açmak istemiştir. Halit Ziya’yı bu yolda

takip eden Mehmet Rauf, Siyah Đnciler adlı eseriyle bu tarz yazarlığın en güzel

örneğini vermiştir. Üslubundaki musikiye yatkınlık onu bu yolda üstadı Halit

Ziya’dan daha başarılı kılmıştır. Mehmet Rauf, makale, tenkit, tiyatro türlerinde de

eserler vermişti. Fakat hiçbir eserinde Eylül kadar başarılı olamamıştır.

Yazarın Servet-i Fünun dergisinin 356- 400. sayıları arasında yayınlanan

eserleri şunlardır: “Bahr-ı Muhitte, Benim Kalbim, Benim Olsaydın, Ebr-i Melal,

Hayat ve Hususiyeti, Hiçbir Yer, Küçük Remzi, Kadın Đhtiyacı, Kimsesizliklerim,

Matemlerim, Tarabya Tahassüsatı, Tekâmül-i Tenkit, Kıştan Sonra”.

Đncelenen sayılar içerisinde derginin en çok yazı yazan ediplerinden olan

Mehmet Rauf hemen her alanda eser vermiştir. Đncelenen sayılarda yazdığı

mensureler oldukça geniş bir yer tutar. Ayrıca çevirileri ve makaleleri de ciddi bir

yekûn tutmaktadır. “Tekâmül-i Tenkit” başlığını taşıyan seri makalelerde estetiğin ve

Page 79: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

61

tenkidin ne olduğu konusu üzerinde durulmuştur. Ayrıca tenkidin ortaya çıkışı ve

gelişimi hakkında oldukça etraflı bir içeriği bulunan bu makaleler, edebiyatımızda bir

ilktir. Bu zamana gelininceye kadar tenkide böylesine titiz bir yaklaşım

sergilenmemiştir.

Menemenlizade Tahir: (1862-1903) Şair, yazar. Adana’da doğdu.

Đstanbul’da Mülkiye Mektebi’ni bitirdi(1883). Şurâ-yı Devlet Tazminat Dairesinde

memuriyete başladı. Adana, Đzmir ve Selanik maarif müdürlüğünde bulundu. Maarif

Nezareti Mektubi Kalemi müdürü iken Đstanbul’da öldü.

Đlk şiiri Tercüman-ı Hakikat’te çıktı. Beşir Fuat’la Güneş gazetesini çıkardı.

Muallim Naci’nin tesiriyle şiire başlayan Menemenlizade daha sonra Namık Kemal

ve Hamit’i takip etti. Şiirlerinde aşk, tabiat, ölüm ve din temalarını işledi, hece

veznini savundu.

Şairin incelediğimiz Servet-i Fünun sayılarında yayımlanan iki şiiri vardır:

“Meyuse, Cumudat”.

[MORTAN] Ç. Sami: (Çerçöp Sami) Tabip, şair. (Şumnu 1877-Đstanbul

1951) Şehit Albay Gelibolulu Mustafa Bey’in oğludur. Galatasaray Lisesinde ve

Askerî Tıbbiyede okudu. Hekimlek hayatının büyük bir kısmını donanmada geçirdi.

Kasımpaşa Deniz Hastanesinde çalıştı. Hazine-i Fünun’da Çerçöp Sami imzasıyla

şiirleri yayımlandı. Daha çok hezel ve mizah bahsinde yazdı. Eserleri kitap haline

getirilmedi, elden ele kayboldu. 54

Kendi yazdığı tercüme-i hali Son Asır Türk Şairleri adlı esere aynen

alınmıştır. 55

Münir: Hakkında bilgiye ulaşamadığımız yazarın Sofya’dan Mektup, Bulgar

Köy Düğünleri başlıklı bir yazısı yayımlanmıştır.

Osman Galip, bk. M[ahmut] Sadık

54 Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Devirler, Eserler, Đsimler, Terimler, Dergâh Yay. Đstanbul,

1990, C. 7, s. 454. 55 bk. Đbnülemin Mahmut Kemal ĐNAL, Son Asır Türk Şairleri, Dergâh Yay. Đstanbul, 1988, C. 3,

s. 1667.

Page 80: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

62

[OZANSOY] Faik Ali: Mehmet Faik Ali Bey fuzelâ-yı ricalden Diyarbekirli

Sait Paşa’nın oğludur. Safer 1293, 10 Mart 1292’de Diyarbekir’de doğdu. Đptidai,

rüşdiye ve kısmen idadi tahsili Diyarbekir’de gördükten sonra 1311’de Đstanbul’a

geldi. Mekteb-i Mülkiyeye girerek idadi ve âli tahsilini ikmal eyledi. 1317 sene-i

maliyesinde şahadetname aldı. Büyük biraderi Süleyman Nazif Bey, Hüdavendigar

vilayeti, mektupçusu iken 1317 Şubatında mezkûr vilayet maiyet memuriyetine ve

muahheren Sındırgı, Burhaniye, Pazarköy, ilan-ı meşrutiyette Mudanya kazaları

kaymakamlıklarına ve tensikatta Midilli mutasarrıflığına tayin olundu.

Balkan Muharebesi esnasında Kırşehir mutasarrıflığına nakil edildiyse de

gitmedi. Bilahare Beyoğlu, Üsküdar, Kütahya mutasarrıflıklarında bulundu.

Kütahya’dan Gelibolu’ya tayin olundu. Oraya gitmeyerek dâhiliye heyeti teftişiyesi

başkitabetine, tekrar Beyoğlu mutasarrıflığına ve badelmütareke Diyarbekir

valiliğine tayin edildi. Birkaç ay sonra istifa ederek Đstanbul’a geldi. Dâhiliye

Nezareti müsteşarlığına tayin kılındı. Bir müddet sonra infisal eyledi.

Fani Teselliler, Temasil, Mithat Paşa, Elhan-ı Vatan namındaki şiir

mecmuaları Pay-i Tahtın Kapusunda unvanlı manzum temaşası matbudur.

En mütehayyiz muavinlerinden bulunduğu Servet-i Fünun ile muhtelif risaili

mevkutede intişar edenlerle henüz neşir olunmayan beş altı cilt miktarda eşarı vardır.

Faik Ali Bey fıtraten şair olan zevat-ı mümtazedendir ki intişar eden eşarı, bu

müddeaya şahittir. Türk edebiyat âleminde mevki-i mahsus sahibi olduğu

müsellemdir. 56

Çok söyleyenler, güzel söylemedikleri hâlde, o, hem çok söylemiştir, hem

güzel söylemiştir. Sabit olan hakları tekrar ispat ettirmek isteyenler hakka karşı taami

etmiş olurlar. 57

56 bk. Hikmet ALTINKAYNAK, Türk Edebiyatında Şairler ve Yazarlar Sözlüğü, Türk

Edebiyatında Kim Kimdir? Doğan Kitap, s. 494. 57 Đbnülemin Mahmut Kemal ĐNAL, Son Asır Türk Şairleri, C. I, Dergâh Yay. Đstanbul-1988, s.

359.

Page 81: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

63

Yazarın derginin incelediğimiz sayılarında: “Guruptan Sonra, Sevdâ-yı

Münevver, Ben Đsterim ki, Benim Simâ-yı Hayalim, Daima, Emel-i Müzehher, Eski

Bir Hayal, Ey Sen, Hafayâ-yı Leyal 3, Denizin Kenarında, Hafayâ-yı Leyal, Manâ-yı

Feryat, Teellüm, Tenvim-i Hissiyat, Yâd-ı Müvellit” başlıklı şiirleri yayınlanmıştır.

Şiirlerde aruz ölçüsü kullanmıştır. Şiirlerde sone gibi yeni nazım biçimleri daha

ziyade tercih edilmiştir.

[ÖZSEVER] Hüseyin Siret (1872-27 Şubat 1959): Şair. Đstanbul’da doğdu.

Mülkiye Mektebinde bir süre okudu. Fransız Frerler Okuluna devam etti. Hariciye ve

Nafia Nezaretlerinde çalıştı. 1899’da Đngiliz yanlısı tavrından dolayı tevkif edildiyse

de Đngiliz elçisinin aracılığı ile kurtuldu. Anadolu’nun çeşitli yerlerine sürgün edildi.

Mersin’e gönderildiği sırada Đskenderiye’ye kaçtı. Sonra Paris’e gitti. 1908’de

Đstanbul’a döndü. Adı Bab-ı Ali baskına karışınca yine Avrupa’ya kaçtı. Mütarekede

yurda döndü. Öğretmenlik yaptı. Matbuat-ı Umum müdürlüğünde bulundu.

Đstanbul’da öldü.

Şairin incelediğimiz dergilerde iki adet şiiri yayınlanmıştır: Bunlar:”Issız

Köy, Kitab-ı Garam”.

[PEDRAM] Hüseyin Daniş: Yazar ve şair (Đstanbul 1870- Ankara 1943).

Đstanbul’a yerleşmiş Isfahanlı bir tüccar ailenin çocuğudur. Rüşdiyede, Mülkiye

Mektebinde, Beyoğlu’ndaki Đnstitution Françaisede okudu. Özel olarak Đngilizce

dersleri aldı. Arapça ve Farsçasını ilerletmek için bir süre Đran’da bulundu. Prens

Sabahattin ve Lütfullah Beylerin hocalığını yaptı, babaları Damat Mahmut Paşa ile

Avrupa’ya gitti. Fransa, Đngiltere, Đsviçre ve Mısır’da kaldı. Dönüşünde Duyun-ı

Umumiyeye girdi. Burada 23 yıl çalıştı. Galatasaray Lisesi ve Darülfünun’da Farsça

ve Đran edebiyatı tarihi okuttu. 1910’da Đran milli meclisine Tebrizliler tarafından

Azerbaycan mebusu seçildiyse de oraya gitmedi. Đstanbul’da Süruş gazetesini

çıkardı. Đstanbul işgal altında iken üniversite öğrencilerinin ayaklanarak

üniversiteden çıkarılmasını istedikleri hocalardan biriydi.

Şiirlerinde “Daniş” mahlasını kullanan şair Servet-i Fünuncular arasında yer

almıştır. Daha ziyade Đran edebiyatı üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınır. Eserleri:

Page 82: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

64

“Nevâ-yı Sarir”, “Rafael”, “Saramedan-ı Suhan”, “Talim-i Lisan-ı Farisi”,

“Karvan-ı Ömür” gibi eserleri vardır. 58

Derginin incelediğimiz sayılarında Hüseyin Daniş’in, “Sihir-iHülya, -Makale-

i Mahsusa-, Musahabe-i Edebiye, Rafael De La Martin, Kalem Niçin yazmaz?

Albümü Karıştırıyordum, Bahar, Bilsem ki, Bir Aile Hatırası, Bir Sonbahardı,

Dalga, Esna-yı Tefekkürde, Gönlüm Đsterdi ki, Nişimin-i Tenha, Sanihat-i Şiiriyem,

Tefekkürat-ı Şabane, Tenevvü-i Hissiyat, Terane-i Ulvi” başlıklı yazıları

yayınlanmıştır.

Recaizade Mahmut Ekrem: Şair ve yazar. 1 Mart 1847’de Đstanbul’da

Vaniköy’de doğdu. Beyazıt Rüşdiyesi ve Mekteb-i Đrfaniye Đdadisinde okudu. Sağlık

nedenleriyle Harbiye Đdadisiden ayrıldı. Memur olarak Hariciye Nezareti Kalemine

girdi. Orada Namık Kemal ve başka ilerici gençlerle tanıştı. Vakit, Tasvir-i Efkâr,

Tercüman-ı Ahval ve benzeri gibi gazetelerdeki yazarlığı o zaman başladı.

Memurluğunu vergi dairesinde Şurâ-yı Devlette Tanzimat ve Nafia Dairesinde

sürdürdü. Daha sonra Evkaf ve Maarif Nazırı ve Ayan üyesi oldu. Ayrıca Mekteb-i

Mülkiye ve Sultani’de, edebiyat öğretmenliği yaptı. Ayan üyesi iken 31 Ocak

1914’te Đstanbul’da öldü.

Yazarın incelediğimiz sayılarda yayınlanan eserleri “Ressam Halil

Beyefendi’nin Yeni Bir Levha-i Dilrübası, dır.

[REY] Ahmet Reşit (1870-1956): Đstanbul’da doğdu. Mülkiye Mektebini

bitirdikten sonra 16 yıl Mabeyin kâtipliğinde bulundu. Kudüs mutasarrıflığı, Halep

Valiliği, Galatasaray Sultanisi öğretmenliği, dâhiliye nazırlığı yaptı. 1913-1919

yılları arasını Avrupa’da geçirdi. Yurda dönüşünde yine dâhiliye nazırlığına getirildi.

Sevr anlaşmasına karşı çıktığı için istifa etti. Daha sonra resmi görev almadı. Đlk

şiirleri Gülşen dergisinde çıktı. Servet-i Fünun şairleri arasına girerek bu edebî

topluluğun önde gelen şairleri arasında yer aldı.

58 bk. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Devirler, Đsimler, Eserler, Terimler, Dergâh Yayınları,

Đstanbul, 1986.

Page 83: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

65

Şiirlerinde hayallerle yüklü ferdi duygular öne çıkar. Şiirlerini

kitaplaştırmamıştır. Nazariyat-ı Edebiye, Gördüklerim Yaptıklarım gibi eserleri

vardır. Derginin incelediğimiz sayılarında bulunan yazılarında H. Nazım imzasını

kullanmıştır. 59

Servet-i Fünun dergisinin incelediğimiz sayılarında şu eserleri yayınlanmıştır:

“Bir Cevap, -Musahabe-i Edebiye 38, Metruk, Seher, O Zaman”

Sadık El Müeyyet : II. Abdülhamit Han”ın buyruğuyla Afrika gönderilen

bir paşadır. Afrika’da son derece etkili bir şahsiyet olan Şeyh Seyyit Muhammet El-

Mehdi El-Senusi’yi ziyaret amaçlı ziyaretlerdir. “Kuzey Afrika ahalisi kendisine

zamanın kutbu gözüyle bakar. Sahilde yaşayan Yahudi ve Hıristiyanların bile adına

yemin ettikleri görülür. Haydutlar zaviyeye giden kafilelere saldırmadığı gibi

misafirleri götürüp teslim etmeyi görevden sayarlar. Hilafete son derece bağlıdırlar.

Şeyhin pederinin vasiyetiyle teyit edilmiş bir âdet gereğince her gün sabah

namazından sonra bütün zaviyelerde halife adına Fatiha-i Şerif okunur. Vakt-i

zamanında Şeyh Senusi Hazretleri takdim olunmak üzere gerek Fransa ve gerek

Đtalya’dan gelen hediyeleri kabul etmemiştir. ”60 Seyahat 1895 yılının 2 Ekim gecesi

başlar. Gezi notları gün gün aktarılır. Bu notlar resim ve fotoğraflarla desteklenir. Bu

seyahat belirli aralıklarla Sultan’ın emri ile gerçekleşir. Paşanın bu gezi notları daha

sonra kitap hâlinde de basılmıştır.

Safveti Ziya: (1875- 25 Temmuz 1929) Yazar. Đstanbul’da doğdu.

Galatasaray Lisesini bitirdi. Hariciye Nezareti’nde kâtiplik, Şurâ-yı Devlet üyeliği,

Anadolu Şimendiferleri Neşriyat müdürlüğü, Frak’ta elçilik yaptı. Đstanbul’da öldü.

Eserleri dil ve üslup bakımından Servet-i Fünun yazarlarının özelliklerini

yansıtır. Sosyete hayatını konu alan “Salon Köşelerinde” adlı romanı dikkat

çekicidir. Bir ara Ziya adıyla dergi çıkarmıştır.

59 Naile BĐNARK, Saide ASLANBEK; Tanzimattan Bugüne Türk Yazı Hayatında Takma Adlar

Đndeksi, Türk Kütüphaneciler Derneği Yay. Ankara-1971, s. 16. 60 Hakan YILMAZ, Afrika Çöllerinin Medenileri, Yağmur Dergisi, Temmuz -2004, Đstanbul, S. 24.

Page 84: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

66

Yazarın Servet-i Fünun dergisinin incelediğimiz sayılarında Salon

Köşelerinde adlı romanı tefrika edilmiştir.

Süleyman Nazif: (1870–4 Ocak 1927) Diyarbakır’da doğdu. Şair Faik Ali

Ozansoy’un ağabeyidir. Düzenli bir öğrenim görmedi. Özel dersler aldı. On sekiz

yaşında Diyarbakır’da kâtipliğe başladı. Babasıyla Musul, Süleymaniye ve Kerkük’te

bulundu. Babası ölünce Đstanbul’a geldi. Oradan Avrupa’ya kaçtı. Dönüşünde

Bursa’ya mektupçu olarak ikamete mecbur edildi. Bursa, Kastamonu, Trabzon,

Musul, Bağdat valiliklerinde bulundu. Đstanbul’un Đtilaf devletlerince işgalini, ertesi

gün Hadisat gazetesinde yayınladığı “Kara Bir Gün” makalesiyle ateşli bir şekilde

kınaması ve Pierre Loti Gününde sert bir dille hitapta bulunması sebebiyle Malta’ya

sürüldü.

Şiirlerinde vatan ve millet sevgisini işledi. Yiğitçe bir edası vardı. Seçkin

kelimeler ve ahenkli bir dil kullanmıştır. Önceleri aruzla yazmışken sonraları hece

veznini benimsemiştir. Şiirden başka makale, sohbet, mektup ve deneme türünde

eserler vermiştir.

Süleyman Nesip (1866-28 Eylül 1917): Asıl adı Süleyman Paşazade

Mehmet Sami’dir. Đstanbul’da doğdu. Mülkiye mektebini bitirdi. Bursa, Bağdat ve

Đstanbul’da öğretmenlik ve maarif müdürlüğü yaptı. Darülfünun Umum

Müdürlüğü’nde ve Maarif Vekâleti Telif Tercüme Encümeni üyeliğinde bulundu.

Tevfik Fikret hayranıdır. Şiir yazı ve konferansları ölümünden sonra derlendi.

Süleyman Paşazade Bey, Külliyat-ı Asar ve Đhtisasat, Đlm-i Terbiye-i Etfal ve

Süleyman Paşa Muhakemesi adlı eserleri kaleme almıştır.

Servet-i Fünun dergisinin incelediğimiz sayılarında ise şu eserleri

yayınlanmıştır: “Lema-i Ümit, -Makale-i Mahsusa 1- Đki Söz Daha, Veda, Bilir

misin?”

[TARHAN] A(bdülhak) H(amit) (2 Ocak 1852–12 Nisan 1937):

“Đstanbul’da Bebek’te doğdu. Tarihçi ve devlet adamı Hayrullah Efendi’nin oğludur.

Beş yaşında mahalle mektebine, sonra Hisar Rüştiyesine devam etti. 1863’te

Page 85: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

67

ağabeysiyle birlikte Paris’te bulunan babasının yanına gitti. Oradaki bir kolejde iki

yıla yakın öğrenim gördü. Daha sonra elçiliğe atanan babasıyla Tahran’a gitti. (1865)

Babasının ölümü üzerine 1867’de Đstanbul’a döndü. Devlet hizmetine girip maliyede,

şurâ-yı devlette, sadarette memurluk yaptı. Paris Elçiliği ikinci kâtipliğine atandı.

Orada bastırdığı bir kitaptan dolayı işine son verildi. Đki yıl açıkta kaldı. Daha sonra

Poti(Azerbaycan), Golos(Yunanistan) ve Bombay(Hindistan)da konsolosluk yaptı.

Hindistan’ın havası, hasta olan eşine yaramadı ve dönüşte Beyrut’ta onu

kaybetti(1885). ”61 “Bu ölüm üzerine Makber, Halce ve Ölü’yü yazdı. Makber, Türk

edebiyatının en büyük mersiyelerinden biridir. ”62 1886’da Londra elçiliği

başkâtipliğine atandı. Uzun süre orada kaldı ve Đngiliz edebiyatını yakından tanıma

imkânı buldu. Daha sonra Lahey(Hollanda), Brüksel(Đsviçre) elçiliklerinde bulundu.

1914’te Ayan Meclisi üyeliğine getirildi. Đstanbul’un işgali üzerine 1920’de

Avrupa’ya gitti. Geniş yankılar uyandıran “Şair-i Azam” şiirini bu sırada kaleme

aldı. 1928’de Đstanbul’dan milletvekili seçildi. 13 Nisan 1937’de Đstanbul’da öldü;

Zincirlikuyu mezarlığına defnedildi.

Edebiyatımızda Şinasi ile başlayan yenilik Hamit ile en büyük temsilcisini

bulur. Divan şiirinde görülen insanın aksine felsefi endişeleri olan insan edebiyatın

içine girer. Şiirlerinde lirik ve epik özellikler ağır basmaktadır. O tabiata kendisine

gelinceye kadar alışılmış olan bakışın dışına çıktı. Şiiri hem şekil hem de muhteva

yönünden önemli değişikliklere uğrattı. Batılı şekillerin yanında kendi ürettiği yeni

şekiller de ortaya koydu. Dil itibariyle bazen son derece açık ve anlaşılır bir dil

kullanırken bazen de ağır, yabancı kelimelerle yüklü bir dili tercih etmiştir.

Manzum tiyatrolar kaleme aldı. Bunlarda aruzun yanı sıra hece ölçüsünü de

kullandı. Tiyatrolarının konularını, Asur, Arap, Türk-Moğol, Yunan, Makedonya ve

Osmanlı tarihlerinden almıştır. Bunları nesir, nazım-nesir karışık ya da nazım

şeklinde kaleme aldı. Bu piyeslerin birçoğu oynanmak için yazılmadı. Bu durumu

zaten kendisi de açık açık ifade etmiştir. Servet-i Fünun dergisinin incelemiş

olduğumuz 356-400 sayılarında yazarın Fitnen adılı eseri tefrika edilmiştir. Bunda

61 Ahmet KÖKLÜGĐLLER, Edebiyatımızda Şairler ve Yazarlar, Hayatları, Sanatları, Eserleri,

Kaya Yay. Đstanbul-1989, s. 460. 62 Arslan TEKĐN, Edebiyatımızda Đsimler ve Terimler, Ötüken Yay. Đstanbul-1995, s. 579.

Page 86: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

68

Servet-i Fünuncuların tiyatro edebî türüne bakışlarının önemli bir katkısı olduğu

gerçektir. Ayrıca Servet-i Fünun neslini ortaya çıkaran nüveleri ortaya koyması

bakımından bu edebî topluluk için Hamit’in müstesna bir yeri vardır. 63

Tevfik Fikret: Şair, 1867’de Đstanbul’un Aksaray semtinde doğdu. Aksaray

Valide Rüşdiyesinde ve Galatasaray Sultanisinde okudu. Kısa bir süre memurluk

yaptı. Gedikpaşa Ticaret Mektebinde Fransızca; Galatasaray ve Robert Kolejinde

Türkçe öğretmenliği yaptı. Servet-i Fünun dergisini(1896-1901) yönetti. Servet-i

Fünun topluluğu dağılınca Aşiyan’daki evine çekildi. Meşrutiyette Hüseyin Cahit’le

Tanin gazetesini çıkardı. Kısa bir süre Galatasaray Sultanisinin müdürlüğünü yaptı.

Bundan sonra Robert Kolej’deki öğretmenliğinin dışında bir görev almadı. 19

Ağustos 1915’te evinde öldü. 64

Tevfik Fikret’in incelenen Servet-i Fünun sayılarında şu eserleri

yayınlanmıştır: “La Dans Serpantin, Mihr-i Zemheri, Bir Muhavare-i Edebiye,

Bisiklet, Hayat, Đkinci Tesadüf, Kamis-i Yusuf, Salıncakta, Baharda, -Meşahir-i

Muasırin-, Sami Paşazade Sezai Bey, Mezarlıkta, -Musahabe-i Edebiye 47, Tesir-i

Ozan, -Musahabe-i Edebiye- Đki Söz, -Musahabe-i Edebiye-, Harabattan Bir Sahife,

Musahabe-i Edebiye, Nevha-i Bisud, -Aveng-i Şuhur- Nisan, Birlikte, En Ferahlı

Günüm, Aşk ve Şebap, Aveng-i Şuhur 1, Mart, -Aveng-i Şuhur 3- Mayıs, Aveng-i

Şuhur 4, Haziran, -Aveng-i Şuhur 5- Temmuz, -Aveng-i Şuhur 6- Ağustos, -Aveng-i

Şuhur 7- Eylül, Bir Feylosofa, Gülefşan, Hab-ı Girizan, Haluk’un Bayramı, Hülyâ-yı

Saadet, Kahkahat-ı Şiiriye 1, Mükedder, Ne Đsterim? Nesrin, Ramazan Sadakası,

Köprüde, Sahayif-i Hayatımdan 1, Son Tesadüf, Tesadüf, Verin Zavallılara, Zavallı

Hasta, Zekâ, Zevrak-ı Hayat, Yaşadıkça, Kaplumbağa Modası, Alphonse Daudet’in

Bir Şiiri. ”

[TOKGÖZ] Ahmet Đhsan (1867-29 Aralık 1942): Erzurum’da doğdu. Şam

Askeri Rüştiyesi(1880), Üsküdar Đdadisi ve Mülkiye Mektebini bitirdi(1886).

Hariciye Tercüme Kaleminde memuriyete başladı. Buradan Tophane Müşirliğinde

tercümanlığa geçti. 1887’de Ümran adıyla haftalık dergi çıkardı. Ancak dergisi 29. 63 bk. Đnci ENGĐNÜN, Abdülhak Hamit Tarhan, Kültür Bakanlığı Yay. Ankara, 1989. 64 Gündüz ARTAN, Takma Ad-Soyadı-Rumuz Dizinleri, (Tanzimat’tan Günümüze), Türk

Kütüphaneciler Derneği Đçel Şubesi Yay. Đçel, Şubat-1994, s. 10.

Page 87: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

69

sayıda kapandı. 1890’da memurluktan ayrılarak yayın hayatına atıldı. Bir matbaa

kurdu. 1891’de Avrupa gezisine çıkarak orada gördüğü çinkoğrafi ve klişane

yeniliğini ilk defa Türkiye’ye getirdi.

Dergisi kapanan Ahmet Đhsan, Rum Nikalaides Efendi’nin çıkardığı Servet

gazetesinde tercüman olarak çalışmaya başladı. Yeniden dergi çıkarmak için ruhsat

alamayınca Nikalaides Efendi’yle anlaşarak “Servet”in ilavesiymiş gibi Servet-i

Fünun’u çıkardı(27 Mart 1891). Derginin ismi harf inkılâbından sonra 1681.

sayısında Uyanış’a çevrildi(6 Aralık 1928). Dergi 25 Mayıs 1944 yılına kadar

yayınını sürdürdü. II. Abdülhamit devrinde kapatıldığı kırk üç gün ve mütareke

sırasında çıkmadığı dört yıl hariç devamlı olarak 45 yıl 2464 sayı yayımlandı. Dergi

II. Abdülhamit’in takdirini kazanmış ve padişah II. Meşrutiyete kadar dergiye ayda

3240 altın kuruş yardımda bulunmuştur.

Ahmet Đhsan, dergisini II. Meşrutiyetin ilanıyla günlüğe çevirmişse de kısa

süre sonra yine haftalığa çevirmiştir. Dergiyi 1914-1916 yılları arasında 914 sayı

günlük yayınladı. Diğer yandan Abdullah Zühdü ile Fransızca “Le Soir” gazetesini

çıkardı(14 Eylül 1916-15 Aralık 1918). Ahmet Đhsan, Milli Mücadele sırasında

Anadolu’ya da büyük destek vermiştir. Ordu milletvekili olarak 1931-1942 yılları

arasında parlamentoda bulunmuş ve Đstanbul’da vefat etmiştir.

Yazarın, aynı zamanda derginin sahibi olan Ahmet Đhsan’ın incelediğimiz

sayılarda, Almanya Đlm-i Sanayi ve Ticaretine Bir Nazar, Besim Ömer Bey, Bir

Musahabe-i Sayyadane, Đstanbul Postası, Operatör Cemil Paşa, Servet-i Fünun’un

Romanı, François Coppee, Mücrim, Mütercimi: Ahmet Đhsan, Ziya Beyefendi,

başlıkları altında yazıları yayınlanmıştır. Đncelenen sayılardaki yazıların konularına

dikkat edildiğinde oldukça geniş bir yelpaze önümüze çıkar. Avrupa ticaretinden,

Đstanbul’da yaşanan olaylara, devrin önemli şahsiyetlerinin hayatlarından çevirilere

kadar birçok mevzu Ahmet Đhsan’ın konuları arasında yer alır. Yazdığı eserleri edebî

yönünün kuvvetli olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Yazılar Servet-i

Fünun’un popüler tarafını temsil etmektedir, denilebilir.

Page 88: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

70

[UŞAKLIGĐL] Halit Ziya (1867-27 Mart 1945): Đstanbul’da doğdu. Uşaklı

Helvacızadelerden Hacı Halil Efendi’nin oğludur. Fatih Askeri Rüşdiyesine devam

etti. Babasının işleri bozulunca ailesiyle birlikte Đzmir’e gitti(1878). Đzmir

Rüşdiyesinde okurken Avukat Auguste de Jaba’dan Fransızca dersleri aldı. Bir süre

sonra Avusturyalı Katolik rahiplerin yönettiği Mechitaristes Okuluna verildi. Son

sınıftan ayrılarak babasının ticarethanesinde çalışmaya başladı(1883). Đzmir’in ilk

edebiyat ve fen dergisi olan “Nevruz”u iki arkadaşıyla birlikte çıkardı. Bir süre sonra

Đstanbul’da kaldı. Đzmir Rüşdiyesinde Fransızca öğretmenliği yaptı. Daha sonra

Osmanlı Bankasında mütercim ve muhasip olarak çalıştı. Arkadaşı Tevfik Nevzat’la

“Đlk büyük Türk romancısı sayılan Halit Ziya, yazı hayatına tercümeler yaparak ve

mensur şiirler yazarak başladı. Đlk yazı ve romanlarını Đzmir’de çıkardığı dergi ve

gazetelerde yayınladı. Servet-i Fünun topluluğuna katıldığı yıllarda dönemin en

başarılı romanı olan Mai ve Siyah’ı yazdı. Bunu Aşk-ı Memnu, Kırık Hayatlar, Nesl-i

Ahir takip etti. Đzmir’deyken yazdığı Nemide, Bir Ölünün Defteri, Ferdi ve Şürekâsı

romanlarında aşk konularını işlerken Đstanbul’da yazdığı romanlarında sosyal

meseleleri işlemiş, aile hayatını anlatmıştır. Romanlarında kişileri canlandırmada ve

tasvirde büyük başarı göstermiştir. Đlk defa realist bir yol tutmuştur. Ruh tahlillerine

girmiştir. Dili ağır, anlatımı süslüdür. Sağlam ve kompleks cümleler tercih etmiştir.

Roman dili sayılacak anlatımı Türkçeye kazandıran odur.

Halit Ziyanın incelediğimiz Servet-i Fünun sayılarında yayınlanan eserleri

şunlardır: “Tramvayda Gelirken, Fransa Edebiyatına Dair Musahebat, Makale-i

Mahsusa- Alphonse Daudet, Billur Parçası, Bir Bedii Sanat, Bir Valide Tarafından,

Bir Yazın Tarihi, Mösyö Kanguru, Piyanist Devlet Efendi, Bir Ruznameden”. Bu

eserler tür itibariyle hikâye, çeviri ve makale üzerinde yoğunlaşır. Özellikle

Alphonse Daudet hakkında yazdığı seri makale şayan-ı takdir tahlilleri

içermektedir.65

[YALÇIN] Hüseyin Cahit: (1874-18 Ekim 1957) Gazeteci yazar

Balıkesir’de doğdu. Đlköğrenimini Serez’de yaptı. Đstanbul’da Mülkiye Mektebini

65 bk. Ömer Faruk HUYUGÜZEL, Halit Ziya Uşaklıgil, Servet-i Fünun Edebiyatı, Akçağ Yay.

Ankara, 2006.

Page 89: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

71

bitirdi. Vefa ve Mercan Đdadilerinde müdür yardımcılığı ve müdürlük yaptı. 1901’de

Tevfik Fikret’in ayrılması üzerine Servet-i Fünun dergisinin yazı işleri müdürlüğünü

üstlendi. 1908’de Tevfik Fikret ve Hüseyin Kazım’la birlikte Tanin gazetesini

çıkardı. Mütareke devrinde Đngilizler tarafından Malta adasına sürüldü(1919).

Dönüşünde Tanin gazetesini tekrar yayınladı. Siyasi sebeplerle 1925-1926 yılları

arasında bir buçuk yıl Çorum’da sürgün kaldı. Đstanbul ve Kars milletvekili

oldu(1930-1950). 1933-1949 yılları arasında devrinin önemli dergisi olan Fikir

Hareketleri’ni çıkardı. Ölümüne kadar Ulus gazetesinde başyazarlık yaptı.

Đstanbul’da öldü.

Edebiyat hayatına şiirle girdi. Bu vadide başarılı olamayınca hikâye ve

romana yöneldi. Mülkiyeden mezun olduğu yıl Servet-i Fünun topluluğu arasında yer

aldı. Hikâye ve romanlarında açık anlaşılır, sade bir üslup kullanan Hüseyin Cahit

Yalçın, asıl gazeteciliği ile öne çıkmıştır. Meşrutiyetten sonra kendini tamamen

politikaya adamış ve liberalizmin yılmaz bir savunucusu olmuştur.

Servet-i Fünun’un incelediğimiz sayılarında karşımıza daha ziyade

makaleleriyle çıkar. Bunlarda da derginin savunmasını yapmaktadır. Ayrıca yazarın

“Hikmet-i Bedayie Dair” başlığını taşıyan bölümlerde güzelliğin, sanatın ne olduğu

veya olmadığı, amacının ne olması gerektiği, eseri değerlendirmede dikkat edilecek

kıstaslar üzerine edebiyatımızda ilk defa düşünülmeye ve yazılmaya başlanmıştır.

Yazarın 356-400 sayılar arasında yayınlanan eserleri şunlardır: “Hikmet-i

Bedayie Dair, Alphonse Daudet Hakkında Bazı Mütalaat, Hayal Đçinde, Hayat-ı

Hakikiye Sahneleri-, Ateşçinin Oğlu, Hayat-ı Hakikiyye Sahneleri, Hasta Çocuk,

Hayat-ı Muhayyel, Mesele-i Đçtimaiye-i Hazıra 1, Mesele-i Đktisadiyenin Ehemmiyeti,

Norveç Kadınları ve Mekatib-i Muhtelife, Romanlara Dair, Bayram Sabahı, Nazire-i

Đltifat, Şöhret-i Süheyle”.

[YALÇIN] Hüseyin Suat: 1868’de Đstanbul’da doğdu. Babası liva maliye

muhasebecisi merhum Ali Rıza Bey, annesi Fatma Neyyire Hanımdır. Büyük

ediplerimizden Hüseyin Cahit Yalçın’ın ağabeyidir. Tıp eğitimi almış ve bir süre

çocuk hastalıkları üzerine uzmanlaşmak için Paris’te bulunmuştur.

Page 90: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

72

Babasının kütüphanesinde bulduğu Divanları okumak ve o yolda yazmak

suretiyle öğrencilik yıllarında şiirle ilgilenmiştir. Đlk eserlerini okul arkadaşı Cenap

Şahabettin ile birlikte “Tercüman-ı Hakikat” ve “Mektep” mecmualarında neşretmiş

ve Avrupa’dan döndükten sonra Servet-i Fünun’da yazmaya başlamıştır(1897)”66.

Hüseyin Suat 1896’dan 1900 yılına kadar eserlerini Lane-i Melal adıyla

bastırmıştır ki ilk eseri de budur. Tiyatro alanında, Đstibdadın Son Perdesi, Kirli

Çamaşırlar, Sanat Vesikaları gibi eserleri vardır.

Hüseyin Suat, Đstiklal Savaşı’nda, Ankara’da bulunduğu sıralarda yine

“Gaye-i Zalim” imzası ile çoğu mizahi olmak üzere şiirler de yazmıştır. Bu tarihten

sonra Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerinde yazmaya devam etmiştir.

Onun eserlerinde Servet-i Fünuncuların bütün özelliklerini görmek

mümkündür. Şiirlerinde ince, nezih bir hassasiyete sahip olduğunu ifade etmek

gerekir.

Edibin Servet-i Fünun dergisinin incelediğimiz sayılarında şu eserleri

yayınlanmıştır: “Şiir Okurlarken, Hayat-ı Mecruh, Bey Baba, Eldivenlerin, Helal-i

Nev, Leyl-i Şita, Resmine Karşı, Senden Sonra, Şiir Yazarken, Zevcemin Mezarında,

Validemin Dizinde”.

[YURDAKUL] Mehmet Emin: Şair 1869’da Đstanbul’da doğdu. Bir

balıkçının oğludur. Beşiktaş Sıbyan Okulunda ve Askeri Rüşdiyede okudu. Bir süre

Mekteb-i Mülkiyenin lise bölümüne devam etti. Sadaret Evrak Kaleminde kâtip

olarak göreve başladı. Sonra Rüsumat Tahrirat Kalemine geçti. Bir süre sonra da

müdür oldu. Gizli Đttihat ve Terakki Cemiyetindeki çalışmaları üzerine Erzurum

Rüsumat nazırlığına sürüldü(1907). Meşrutiyetten sonra Đstanbul’da Bahriye

Nezaretinde müsteşarlık, Hicaz’da ve Sivas’ta valilik yaptı. Đstanbul’a dönerek Türk

Ocağı’nın kuruluşuna katıldı ve başkanlığını yaptı(1911). Đttihat ve Terakki

yönetimiyle uyuşamadığı için Erzurum’a vali olarak gönderildi. Daha sonra emekli

oldu ve Musul’dan milletvekili seçildi(1913). Kurtuluş Savaşında Anadolu’ya

66 Mehmet Behçet YAZAR, Edebiyatçılar Âlemi- Edebiyatımızın Unutulan Simaları, 21. Yüzyıl

Yayınları, Ankara, Kasım-1999, s. 148.

Page 91: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

73

geçti(1921). Halkın ve ordunun moralini yükseltecek konuşmalar yapmakla

görevlendirildi. Kurtuluştan sonra ölümüne kadar milletvekilliği yaptı. 14 Ocak

1944’te Đstanbul’da öldü.

Mehmet Emin 19. yüzyılın sonlarında milliyetçilik aşkını şiir sahasına

naklederek Türk edebiyatında Türkçü düşünceyi ilk olarak bir sanat felsefesi hâline

getiren önder bir sanatkârdır. Ayrıca anlaşılmaz bir dille ve Batının etkisi altında

mübalağalı duygularla şiir yazan Servet-i Fünuncuların en parlak devrinde hem dil

hem öz hem de vezin olarak milli sanatın temsilcisi olarak tek başına ortaya çıkması

Mehmet Emin’in başardığı işin büyüklüğünü anlatacak bir mana taşır. O kadar ki

başta Tevfik Fikret olmak üzere diğer birçok kalemler yeni bir şiirin başladığı kabul

ettiler. Böylece Namık Kemal’le başlayan toplumcu edebiyat anlayışı Servet-i

Fünun’un araya girmesinden sonra Mehmet Emin’le daha şuurlu bir şekilde kendini

göstermeye başlar.

Şiirlerinde tabii ve çocuk hassasiyetine sahip olmanın yanında67 sade bir dil

kullanmayı tercih eden sanatkâr çok ileri bir anlayışla Servet-i Fünun dilinden

uzaklaşarak Anadolu ahalisinin kullandığı dil ile şiirlerini söylemiştir. Đttihat ve

Terakki büyüklerinin bütün ısrarlarına rağmen Osmanlıcılık düşüncesine sırtını

dönmüş ve hayatı boyunca bağlı kaldığı milliyetçiliği yolunda yürümüştür. Hece

veznini Türk vezni olduğu için daima aruza tercih etmiş ve hece vezni akımının

başlamasında ilk büyük adımı o atmıştır.

Bütün yeniliğine ve milliğine karşılık onun şiirinde görülen önemli bir

eksiklik vardı. Bu da halk dilini ve halk veznini kullandığı hâlde ananevi Türk halk

şiirinin seslerini tam manasıyla kavrayamamış olmasıdır. Gerçekten sanatkâr halk

edebiyatını milli bir ses ve milli bir zevk mahsulü olan vezinlerini kullanmıyor, hece

veznini sadece bir parmak hesabı olarak görüyordu. Onun şiirlerinde halk

edebiyatımızın koşma, destan, türkü vezinlerini, bu vezinlerin duraklarını, ses

bölümlerini ve ananevi kafiyeyi bulmak oldukça güçtür. Mehmet Emin halk şiirine

sadece vezin olarak değil, şekil olarak da tam manasıyla nüfuz edememiştir. Şiirde

67 Samet AĞAOĞLU, Babamın Arkadaşları, Taha Matbaası, Đstanbul, 1969, s. 107.

Page 92: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

74

halk sesini aksettirmek isteyen sanatkâr, milli nazım şekillerinden çok Batıdan alınan

şekilleri kullanmak durumunda kalmıştır.

Mehmet Emin’in şiirleri devrinde çok beğenilmiş ve okunmuştur. Ancak

Servet-i Fünuncular Türkçe Şiirler ile alay ederek eserleri bir kaval sesine

benzetmişlerdir. Mehmet Emin ise buna cevaben bu kaval sesinden gurur duyduğunu

ifade etmiştir.

Yazarın Servet-i Fünun’un incelediğimiz sayılarında yayınlanan eserleri

şunlardır: “Ah Analık Yahut Ninemin Duası, Biz Nasıl Şiir Đsteriz? Güzellik ve

Kardeşlik Karşısında” başlıklarını taşıyan eserleri yayınlanmıştır. Dil, üslup,

edebiyat anlayışı yönüyle Servet-i Fünunculardan tamamen ayrılan Mehmet Emin’in

eserlerinin dergide yayınlanması dergiye büyük bir zenginlik katmıştır. Ayrıca

Servet-i Fünun dergisinin de kendine tamamen ters ve uzak bu fikirleri ihtiva eden

eserleri sütunlarında yer vermesi derginin edebiyat anlayışındaki hoşgörüyü

aksettirmesi bakımından önemlidir. Ayrıca Tevfik Fikret ve daha birçokları Mehmet

Emin’in eserlerini büyük bir beğeniyle karşılamışlar ve takdirlerini de ifade

etmişlerdir.

1.3. Fikrî Faaliyeti

“Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyılın başlarında oluşan toplumsal, siyasal ve

düşünsel birikim, Batı etkisinde gelişen yeni edebiyat dönemini başlattı. Adını

Tanzimat Fermanı’ndan alan bu dönem bir yandan edebiyatın köklerinden

uzaklaşırken öte yandan da yeni fikir ve akımlarla düşünce dünyamızı etkiledi. Bu

değişim yüzyılın sonlarına gelindiğinde Servet-i Fünun dergisi olarak filiz verdi.

Dergi Ahmet Đhsan tarafından 1891 yılında çıkarıldığında adından da anlaşılacağı

üzere fen bilgileri, sağlık bilgileri, Avrupa’da yapılan ilmi keşiflerin havadisleri ve

Fransızcadan çevrilen bazı eserleri sayfalarında yayımlıyordu. Dergi daha ziyade

ansiklopedik bir dergi hüviyeti taşıyordu. Yani edebî bir dergi olmaktan çok

uzaktı.”68

68 Emine GÜRBÜZ, Servet-i Fünun Edebiyatı, Düşle Edebiyat, S. 22 Temmuz -2003.

Page 93: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

75

“Tanzimat döneminde Şinasi ve Namık Kemallerle hızlı ve heyecanlı bir

şekilde başlayan fikir ve edebiyat dünyasında yenileşme hareketi, II. Abdülhamit

idaresinde durgunlaşmış ve pasifleşmişti. 1876’da Mebuslar Meclisi’ni kapatarak

bütün yetkileri kendinde toplayan Abdülhamit zamanında, yeni bir edebiyat meydana

gelmişti. Namık Kemal gibi sesi çıkacak olan edebiyat ve fikir adamlarını ceza

vermeden hatta yüksek maaş ve mevkilerle Đstanbul’dan uzaklaştırmak, böylece

Đstanbul’da kendi hâkimiyetini sağlamlaştırmak, kimsenin tenkidine izin vermemek,

Abdülhamit’in siyasetiydi.“69

Edebiyat tarihimizde Batılı anlamda bir ekol karakteri gösteren yegâne

topluluk Servet-i Fünun topluluğudur. Bunun tam anlamıyla Batıda olduğu gibi bir

ekol olup olmadığı tartışılabilirse de bu topluluğun edebiyatımızda diğer topluluklara

göre Batılı edebî mekteplere en yakın topluluk olduğu söylenebilir. Servet-i Fünun

aydınları kendilerine yazılarında Edebiyat-ı Cedideciler diye nitelendirmektedirler.

Bu durum bize göstermektedir ki onlar kendilerini Tanzimat edebiyatının bir devamı

olarak görmektedirler. Çünkü Edebiyat-ı Cedide, yeni edebiyat Tanzimat’tan sonra

ortaya çıkan edebiyat için kullanılan bir terimdir. Gerçi Servet-i Fünun sanatçılarını

eleştirenler dahi onları ‘Yeni Edebiyat-ı Cedideciler’ şeklinde adlandırmışlardır.

Ancak fikir dünyası bakımından Tanzimat aydınlarından oldukça farklı bir

anlayıştadırlar.

Servet-i Fünun aydınları Tanzimat’ın genellikle üst düzey devlet

yöneticiliklerinde bulunan aydınlarından farklı olarak daha ziyade orta sınıfın

mensuplarıdır. Ayrıca Tanzimatçılar daha küçük yaşlardan itibaren doğu kültürünün

etkisinde kaldıkları, yabancı dil ve fikirleri ancak batıya gidip geldikten sonra

benimseyebildikleri hâlde, Servet-i Fünuncular daha öğrencilikleri sırasında batılı

fikir ve dillerle tanışmışlar ve onları iyice benimsemişlerdir. Tanzimat neslinin

Avrupa’ya giderek Avrupa’yı tanımalarının aksine Servet-i Fünun neslinin batıyı

yakından tanımalarının yurt içinde olması, XIX. yüzyılın sonuna doğru batının

kurum, kültür, dil gibi yapılarının Anadolu’ya, özellikle Đstanbul, Đzmir ve Selanik

gibi yerlere yerleşmiş olduğu anlamına gelmektedir. Nitekim Servet-i Fünunculardan

69 Büyük Türk Klasikleri, C. IX, Ötüken-Söğüt Yayınları, s. 268.

Page 94: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

76

Halit Ziya, Đzmir’de Papaz Mektebinde okur ve yabancıların idaresinde bulunan

banka ve rejilerde memurluk eder; Fikret, Galatasaray Sultanisinde tahsil görür ve bu

okulda hocalık yapar. Mehmet Rauf, Bahriye Mektebinde Fransızca ve Đngilizce

öğrenir. Hüseyin Cahit mülkiyeyi bitirir. Ahmet Đhsan, bu durumu şöyle ifade eder:

“Hülasa bütün Mekteb-i Mülkiyede okuyanlar başka türlü yetişiyordu. Babalarımızın

görüş ve kanaatlerinin zıddına görüş ve mefkûreler alıyorduk. ”70

Tanzimat dönemi aydının ilgi alanını daha ziyade politik ve toplumsal olaylar

oluşturmuştur. Servet-i Fünun dönemi aydınlarının ise ilgi alanları politik fikirlerden

ziyade bilim, sanat ve felsefeye doğru kaymıştır. Servet-i Fünuncular batılılaşmayı,

çağdaşlaşmayı Tanzimatçılara göre daha ziyade ciddiye almışlar hem de bu

batılılaşma hareketini toplumun diğer alanlarına yayarak yaygınlaştırmışlardır.

Servet-i Fünun aydınları Tanzimat’la başlayan modernleşme çabalarını

sürdürmüşlerdir. Onlar üstat Ekrem ve Hamit’in de etkisiyle doğayı seven, nezaketi

elden bırakmayan ve şiiri nesre yaklaştırmayı tercih eden aydınlardır. Acı, hüzün ve

melankoli vazgeçemedikleri duygulardır.

Servet-i Fünun dergisinin çıktığı zamanlarda çok ciddi bir sansürün olduğu

gerçektir. Bu hükmü verirken Sultan II. Abdülhamit Han’ın hatıraları da dikkatimizi

çekmektedir: “Ben edebiyatçıların değil, edepsizlerin düşmanıyım. Ah… Beni

edebiyata düşman sanır ve böyle gösterirlerdi.

Ziya Bey’i vezirlik ve valilikle Đstanbul’dan uzaklaştırmaya beni iten kuvvet,

efkâr-ı umumiye değil, onun bilgisine ve olgunluğuna olan saygımdı. Mithat Paşa

bilgisi ve olgunluğu ile halka daha müessir olduğu hâlde, onu Avrupa’ya sürdüğüm

zaman kaç adam sesini çıkardı?

Ben edebiyata düşman olsaydım. Kemal Bey’e öldüğü güne kadar kesemden

aylık vermez ve oğlunu saray hizmetine almazdım…

70 Ahmet Đhsan TOKGÖZ, Matbuat Hatıralarım, Ahmet Đhsan Matbaası Limitet Şirketi, Đstanbul,

1930, s. 30.

Page 95: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

77

Hayır, ben hiçbir zaman okumuş adamdan korkmadım. Fakat birkaç kitap

okumakla kendisini allame sayan ahmaklardan çekindim ve onlardan uzak durdum.

Avrupa milletlerinin laboratuarlarına imreneceğine, kılık kıyafetlerine imrenen Frenk

delisi şaşkınlar, benim yanımda itibar görmediler. Hiç, her köyde bir cami ve

caminin yanında bir mektep görmek için otuz bu kadar yıl çabalamış bir padişah,

bilgi ve akıl düşmanı olabilir mi?

Benim zamanımda basılmış kitaplara baksınlar, bir de sonrakilere…

Avrupa’nın ne kadar büyük filozofu, âlimi, edebiyatçısı varsa bunların en seçilmiş

eserleri benim zamanımda basılmış, satılmış ve okunmuştur. Benim korunmak

istediğim Avrupa’nın bilgisi değil, Avrupa’nın düşmanlığı idi. Binlerce talebeyi

Avrupa’ya göndererek okumalarını ben sağladım. Bunların içinden üç beş çürük

adam çıktı ama pek çokları devlete hayırlı hizmetlerde bulundular.

Benim saltanatım günlerinde insanlar belki fazla gevezelik edememişlerdir

ama fazlası ile okumuşlar, öğrenmişler ve münevver insan olmuşlardır. Fındık kadar

marifet gösteren bir insan, benden ceviz kadar ihsan görmüştür. Nasıl teşvik

etmezdim ki, başımıza ne gelmişse, dünyada olup bitenlerden haberimiz olmadığı

için gelmiştir. Tahta çıkar çıkmaz, o günlerde bazı Avrupa memleketlerine bile

girmemiş telgrafı bütün ülkeye yaydım. Otuz bin kilometrelik telgraf hattı benim

sürekli takibimle döşenmiş, köylere kadar götürülmüştür. Tahtelbahirin tecrübeleri

benim kesemden verilmiş para ile Đstanbul’da yapıldı. O günlerde denizin altında

giden bir gemiden Đngiltere’nin bile haberi yoktu. Benden sonrakiler işin ucunu

bırakmışlarsa, elbette bu günah bana yazılmayacaktır.

Hayır, tekrar ediyorum ve kırık kalbimle temin ediyorum ki ben iyi, güzel

faydalı hiçbir şeyin düşmanı olmadım; bunlara düşman olanlardan başka. ”71

“Servet-i Fünun dergisinin yayımlandığı yıllarda Türkiye, sistem değişikliği

çalkantılarına sahne olmuştur. Türkiye önce, mutlakıyetten meşrutiyete, sonra da

meşrutiyetten cumhuriyete ve cumhuriyetten sonra da tek partili hayattan çok partili

hayata geçiş serüvenini yaşamıştır. Bu kadar hareketli bir dönemde dergi ve

71 Đsmet BOZDAĞ, Sultan Abdülhamit’in Hatıra Defteri, Pınar Yay. Đstanbul, Şubat-2005, s. 85.

Page 96: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

78

gazetelerin toplumun düşünce yapısını yansıtmaları beklenir. Fakat Servet-i Fünun,

sanki bu olaylar hiç olmuyormuşçasına bir tavırla karşımıza çıkar. ”72 Ahmet Đhsan

hatıralarında Türk Yunan Savaşının kazanılmasının ardından Servet-i Fünun’un yeni

muharrirlerinin kalbinde büyük bir coşkunluk olduğunu, Rusya’nın “Durun

Mektubu”na rağmen hep birlikte durmayalım diye haykırmak istediklerini anlatırsa

da bu tavrın gazete sütunlarında da geniş bir yer bulduğunu söylemek mümkün

değildir. 73 O dönemde gerçekleşen Amerika-Đspanya Savaşı, Osmanlı-Yunan

Savaşında daha ziyade dergi sütunlarında yer almıştır. Osmanlı-Yunan Savaşı ile

ilgili haberler ara sıra derginin ilave kısmında yer almıştır.

Ayrıca derginin içeriğinin dergi satışıyla olan bağlantısına dair Ahmet

Đhsan’ın hatıralarına göz atmakta fayda vardır:”Meşrutiyetin başlangıcında saman

ateşi gibi gazete okumak veya gazete çıkarmak hevesi parlamıştı. Babıâli yokuşu

gazete idareleri ile dolmuştu. Saman ateşinden bizim de gözlerimiz kamaştı ama çok

sürmedi. Meşrutiyete kadar taşrada ve Đstanbul’da ancak bin müşterisi olan Servet-i

Fünun birdenbire altı yedi bin okuyucu buldu; fakat bunlar üç haftadan ziyade sebat

gösteremediler, dağıldılar, biz gene eski müşteri adedine kalmıştık. Bu da istibdat

zamanında ne yanlış zanlarda bulunduğumuzu bana anlatmıştı. Ben zannederdim ki

sansür kalkar, kalemler serbest olur, içtimaî, siyasî, felsefî yazılar serbest yazılırsa

Servet-i Fünun’un baskısı mutlaka dört beş bin olur. Hâlbuki bu da bir galat-ı ruyet

imiş.”74

Tevfik Fikret de istibdat ve meşrutiyetle ilgili kanaatlerini yıllar sonra

değiştirecektir.75 Ayrıca bu dönemde yaşamış dünya görüşü ve Osmanlının kurtuluş

reçetesi ile ilgili ne düşünürse düşünsün her kesimden aydın Sultan II. Abdülhamit’e

karşı olmakta birleşirler. Bunda devrin müstebit yapısının elbette etkisi vardır. Ancak

72 Yunus AYATA, Servet-i Fünun Dergisi Đnceleme ve Seçilmiş Metinler, Basılmamış Yüksek

Lisans Tezi, Sivas, 1996, s. 65. 73 Ahmet Đhsan (TOKGÖZ), Matbuat Hatıralarım, Ahmet Đhsan Matbaası Limitet Şirketi, Đstanbul,

1930, s. 93. 74 age s. 130. 75 bk. Metin Kayahan ÖZGÜL, Ali Ekrem Bolayır’ın Anıları, Kültür ve Turizm Bakanlığı

Yayınları, Ankara, 1991.

Page 97: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

79

yıllar sonra birçok aydın bu kanaatlerini değiştirecek ve özgürlüklerin esiri

olduklarını ifade edeceklerdir. 76

Đnceleme alanımız olan 356-400. sayılar 10 Ocak 1898 tarihi ile 10 Kasım

1898 tarihlerinin arasını kapsayan on aylık bir dönemdir. Đncelediğimiz bu sayılarda

Sultan II. Abdülhamit devri basın hayatının hemen hemen bütün özellikleri görülür.

Aydınlarımızda büyük oranda sanatçı hassasiyeti de mevcuttur. Tabiattan büyük

zevk alan aydınlar, dış baskılar sayesinde birbiriyle daha yakından kaynaşmışlardır.

Zaten dergi de yazı yazan aydınlar arasında bir fikir birlikteliğinden

bahsetmek de mümkün değildir. Yukarıda da ifade edildiği üzere derginin böyle bir

edebî kimlik kazanmasında tesadüflerin ciddi oranda yeri vardır. Zaten derginin fikrî

veya edebî bir hazırlık devresinin olmadığını da biliyoruz.

Bu dönemin okurları gazetelerde daha ziyade popüler konulara ilgi duyarlar

ve o kadar da devlet işlerini takip eder bir durumda değildirler. “Basın ve yayın şimdi

yüksek edebiyat ve düşün planında çalışamadığı için siyaset dışı konulara dönmüştü.

Özellikle okuyucuların ilgisini çekecek popüler fen yazıları moda oldu. O zamanın

dergi ve gazete koleksiyonlarını karıştırdığımız zaman şu çeşit yazıların başlıklarına

rastlarsınız: “Profesör Helmboltz’un Hayatı, Omurgalı Hayvanların Menşei,

Ayakları Nasıl Sıcak Tutmalı, Renkli Fotoğraf Nedir? Arapların Uygarlığa

Hizmetleri, Havada Deniz Altında Seyahat, Đmam Fahrüddin Razi, Kedilerde Zekâ,

Alman Öğrencilerinde Miyopluk, Bir Beygir Ne Kadar Ağırlık Taşıyabilir?

Jâponyalıların, Eskimoların Hayatı, Kristof Kolomp’un Amerika’yı Bulması,

Çinlilerin Acayip Yemekleri, Seyyah Livingstone’un Keşifleri” üzerine sayısız

yazılar. Ayrıca “Borsa” başlığını taşıyan fakirlere yardımda bulunan insanların

isimlerinin verildiği bir bölüm de derginin ilave kısmında yer almıştır.

Bu yayınlar bize zamanın siyasal olayları üzerine fazla bir fikir vermez.

Sansürün yol açtığı çarpıklıklar yüzünden siyaset dışı konuların moda olmasına

bakarak, Türkiye’de yeni bir teknoloji dönemi açıldığı sonucu çıkarmak da

yanıltıcıdır. Asıl önemli olan basın ve yayının içindekiler değil, okurlar arasında 76 Adem ÇEVĐK, Jöntürklerden Cumhuriyete II. Abdülhamid’de Yanılanlar, Ufuk Kitap, Đstanbul-

2006, s. 47.

Page 98: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

80

okuma alışkanlığında ortaya çıkan gelişmedir. Bunun da en ilginç yanı hoş vakit

geçirmek, meraklı ve eğlenceli şeyler okumak alışkanlığını getirmesidir. ”77 Bu da

bize gösteriyor ki bu dönemde halkın da fikri anlamda pek yoğun bir gündemi

yoktur.

Onlar Fransa’yı taklidi gayet tabii ve olması gereken bir durum olarak

değerlendirirler. Bu durumun başka millet edebiyat ve fikir dünyalarında da

görüldüğünü, Fransız edebiyat ve terbiyesinin birçok millete örneklik ettiğini ifade

ederler. Ruslardan, Đtalyanlardan, Almanlardan örnek verirler ve bunların hiçbirinin

bu örnek almalardan dolayı milliyetlerini kaybetmedikleri savunurlar. ” II. Katherina

Fransızlardan gerek siyaseten gerek ahlaken fevkalade nefret etmekle beraber âdet ve

terbiye hususunda Fransız mukallitliği Rusya’da o zamandan tamim ve sirayete

başlayarak on beş seneye gelinceye kadar son derece-i şiddetiyle devam etmekte idi.

”78

Hâsılı Servet-i Fünun aydınları fikir dünyası bakımından kendilerinden önce

gelen aydınlardan ayrılılar. Ferdiyetçi, sosyal konulardan uzak, içe dönük bir

anlayışa sahiptirler. Bunda yetişme tarzlarının, devrin sosyal ve siyasi şartlarının

elbette etkisi vardır. Ancak derginin incelediğimiz sayıların 1898 yılında yani

Osmanlı-Yunan Savaşı’nın meydana geldiği yıllardır. Ancak bununla ilgili haber ve

resimleri derginin sütunlarında yeterince görmek mümkün değildir. Ancak dikkat

çeken bir başka mesele ise Amerika Đspanya Muharebesi’ne dair resimler daha geniş

bir yer tutmaktadır. Derginin ekinde yer alan bölümler de bir haber niteliğinden öte

bir yapı arz etmez.

1.4. Edebî Faaliyeti

“Türk edebiyatı bir medeniyet krizi ile başlar. ”79

77 Niyazi BERKES, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yayına Hazırlayan: Ahmet Kuyaş, Yapı Kredi

Yayınları, 5. Baskı, Đstanbul, Ekim- 2003, s. 369. 78 Ahmet Hikmet, “Musahabe-i Edebiye 40”, SF, Nu. 382, s. 278. 79 Ahmet Hamdi TANPINAR, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Dergâh Yayınları, Đstanbul, 1977, s.

101.

Page 99: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

81

Servet-i Fünun edebiyatının teşekkülüne kadar gelen devreyi nesillere ve

onlara hâkim olan temayüllere göre üç bölüme ayırmak mümkündür:

1. Politik sosyal fikirler devri

2. Romantizm, büyük ihtiras ve ıstıraplar devri

3. Günlük, küçük hassasiyetler devri

Birinci devreyi Şinasi-Namık Kemal-Ziya Paşa üçlüsü temsil eder. Bu

devirde edebiyat umumiyetle politik ve sosyal konular etrafında döner. Sosyal fayda

fikri ön plandadır. Estetik gaye geri planda kalır. Ortaya konulan manzum ve mensur

eserlerde hemen hemen aynı endişe hâkimdir. Đmparatorluğu kurtarmak ve toplumu

yükseltmek. Daha çok hak, adalet, kanun, medeniyet, hürriyet, vatanseverlik gibi

fikrî kavramlar üzerinde durulduğu için bu edebiyat, ifade vasıtası olarak kendine

uygun gelen gazete, tiyatro, roman, hikâye, makale, tenkit, mektup gibi nevileri yani

nesri seçmiştir. Nazımda bile çoğu defa mensur eserlerde ortaya konulan fikirler ele

alınır.

Đkinci devreyi, Abdülhamit, Sezai ve Recaizade Ekrem temsil ederler. Bu

dönemde sanat, sosyal faydayı arayan bir vasıta olmaktan çok, ferdî ihtiras ve

ıstırapları anlatan estetik bir varlıktır. Edebî nevileri tercih bakımından bu edebiyat,

daha çok nazmı benimser.

Gazetecilik ve tiyatro alanında bir duraklama meydana gelir. Şiir, çeşitlilik

kazanır ve ölüm, hayat, ruh, dünya gibi metafizik düşünce ve temalara yönelir.

Üçüncü devreyi politik ve sosyal konulara dokunmayı tamamıyla yasakladığı

için, Ekrem ve Hamit’ten sonra gelenler, onların ferdi duyuş tarzını devam

ettirmişler, fakat bununla da kalmayarak tercüme vasıtası ile giren yeni temleri

işlemişlerdir. Bu devir, ara nesil denilen yazarlar ve şairler grubunun gerek duyuş

tarzı gerek üslup cihetinden edebiyatımızın tavrını değiştirecek faaliyetlerine sahne

olur. Bu devirde gazetelerin yerini mecmualar alır.

Page 100: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

82

Nabizade Nazım, Mehmet Ziver, Fazlı Necip, Mehmet Celal ve Mustafa Reşit

ara neslin en ileri gelenleridir. Bunlardan Mustafa Reşit ile Mehmet Celal Servet-i

Fünun edebiyatında yaygın bir hastalık hâlini alan santimantalizmin göze batan

öncüleridir. Bu neslin şiiri ve nesri veremliler, hasta çocuklar, fakirler, aşk ıstırabıyla

inleyen insanlarla doludur. Servet-i Fünuncuların kelime dünyası, romantiklerden

yapılan bol tercümelerle adeta bu devirde hazırlanmıştır. Görülüyor ki Tanzimat’la

başlayarak gelişen Türk edebiyatı, nazımda ve nesirde Servet-i Fünun edebiyatını

hazırlar mahiyette bir yol takip etmiştir.

Servet-i Fünun edebiyatının doğuşu, gelişimi ve dağılışı II. Abdülhamit’in

saltanat yıllarına rastlar. II. Abdülhamit istibdadının Servet-i Fünun nesline tesir

ettiği ve bilhassa bu neslin hakikatten kaçma, hayale ve tabiata sığınma, sosyal

davalarla ilgilenmeme, günlük hayatın küçük meseleleriyle iştigal etme, hüzne

düşkünlük, ferdiyetçilik ve sanata yönelme gibi temayüllerini beslediği muhakkaktır.

Hatta Servet-i Fünuncuların Batı edebiyatına karşı aldıkları tavrı da etkilemiştir.

Ferdî Romantizm sosyal davalar peşinden koşmayan Realizm, Sembolizm,

Parnasizm ve seyahat edebiyatı bu neslin seçtiği akımlardır.

Bu edebî hareket, kaynağını Tanzimat şair ve yazarlarından ve on dokuzuncu

yüzyılın ilk yarısındaki Fransız edebiyatçılarından alır. Edebiyat-ı Cedide adı verilen

Servet-i Fünun edebiyatının sanatçıları bilhassa ikinci dönem Tanzimatçılarından

Hamit, Ekrem, Sezai ve Muallim Naci’nin tesirinde kalmışlardır. Fransızcayı genç

yaşta, Tanzimat’ın açtığı okullarda öğrenen Servet-i Fünun sanatçıları, Klasizm,

Romantizm gibi eski akımları aşarak çağdaşları olan Sembolizm, Parnasizm ve

Natüralizm gibi akımlarla ilgiler kurmuşlardır. Bu tesirler ve yeni fikirlerle yetişen

sanatçılar Tanzimat’ın ilanından beri kurulmak istenen yeni edebiyata karşı eski

edebiyatın varlığını savunan edebiyatçılarla mücadeleye başlamışlardır. Yeni

edebiyat taraftarlarının fikrî liderliğini Recaizade Ekrem, eski edebiyat taraftarlarının

fikri liderliğini ise Muallim Naci yapmaktadır.

Servet-i Fünun dergisi resimli bir fen ve sağlık bilgileri dergisi olarak 1891 yılından

beri Recaizade Ekrem’in öğrencilerinden Ahmet Đhsan tarafından yayınlanmaktadır.

Dergi, yayınlandığı bu yıllarda edebiyatla pek ilgili değildir. Aynı yıllarda

Page 101: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

83

yayınlanan Malumat dergisi Servet-i Fünun dergisiyle bir rekabet içindedir. Malumat

dergisi 1895 yılının sonlarında Hasan Asaf isimli bir gencin, içinde

“Zerre-i nurundan iken muktebes

Mihr ü mehe etmek işaret abes”

Beyti de bulunan bir şiirini yayınladı. Dergi bir taraftan bu şiiri yayınlarken diğer

taraftan da yukarıdaki beytin mana ve kafiye bakımından zayıf olduğunu

belirtiyordu. Hasan Asaf dergiye gönderdiği mektupta eserini savunarak abes ile

muktebes kafiyelendirilmez, denilmiş. Ekrem BeyefendiHazretleri’nin –kafiye kulak

içindir, göz için değildir- diye irat buyurdukları edebî hikmeti bizzat işitmişimdir,

diyordu. Bu mektup dergi tarafından alaylı bir dille karşılandı. Recaizade Ekrem’e

ağır hücumlar yapıldı. Đşte Servet-i Fünun edebiyatı böyle bir kafiye meselesinden ve

bir mecmua rekabetinden doğdu. Malumat dergisi Recaizade Mahmut Ekrem Bey’in

Şemsa adlı öyküsünü izinsiz olarak yayımlar. Ekrem Bey de bu durumu Servet-i

Fünun dergisinde eleştirir. Bu vesile ile Recaizade Mahmut Ekrem Bey ile Ahmet

Đhsan Bey arasında bir yakınlaşma hâsıl olur. Ahmet Đhsan bir süre sonra Recaizade

Mahmut Ekrem Bey’den derginin edebî yönünün kuvvetlenmesi için yardım ister.

Recaizade Mahmut Ekrem Bey de bu konuda daha önce öğrencisi olan Tevfik Fikret

Bey’i görevlendirir. Böylece Servet-i Fünun dergisi 1896 yılında, edebî bir nitelik

kazanmış olur. Dergi faaliyetlerini aralıksız olarak 1891 yılına kadar sürdürür.

Recaizade Ekrem, bu tartışmalardan sonra eski edebiyat taraftarlarına karşı, daha

güçlü bir mücadele verebilmek için genç neslin bütün ileri gelenlerini Servet-i Fünun

dergisi etrafında toplar. Bu dergiyi tam bir sanat ve edebiyat dergisi hüviyetine

sokabilmek için öğrencisi Tevfik Fikret’i derginin edebî kısım başyazarlığına getirir.

Yazılarını başka dergilerde yayınlayan ve daha önceden şöhrete ulaşmış olan

yazarlar bu dergiye çağırılır. Neticede edebiyatımızda Servet-i Fünun adı verilen

edebî çığır başladı.

Servet-i Fünun edebiyatının genel özelliklerini şöyle özetleyebiliriz:

Page 102: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

84

1. Servet-i Fünun edebiyatçıları, Tanzimat’la başlayan Batılı edebiyatın

yönünü, tam manasıyla Batıya çevirmişler ve bu edebiyatın bütün

sanatçıları çağdaş Fransız edebiyatının tesirinde kalmışlardır.

2. Servet-i Fünun şiiri Parnasizm ve Sembolizm’in, romanı ve hikâyesi ise

Realizmin tesirinde kalmıştır.

3. Bu edebiyatın sanat anlayışı ‘sanat için sanattır. ’

4. Servet-i Fünuncular karakter bakımından toplumcu olmaktan çok sanatkâr

bir ruh taşıdıklarından meydana getirdikleri eserler geniş halk tabakaları

tarafından değil bir kısım aydın tarafından anlaşılmıştır.

5. Servet-i Fünuncular Tanzimatçıların ‘Halka halk diliyle hitap etme. ’

ilkesine yabancı olduklarından Tanzimatçılardan daha ağır, külfetli, süslü

bir dil ve üslup kullanmışlardır.

6. Servet-i Fünuncuların yaptığı en büyük yenilik, Batılı nazım şekillerinin

edebiyatımıza getirilmiş olmasıdır. Ayrıca onlar bütün edebî türlere Batılı

bir gözle bakmışlar ve Batılı bir teknikle işlemişlerdir.

Bu dönem aydınlarının genel özelliklerine bir bakacak olursak kısaca şunları

söylemek mümkündür:

1. Aralarında pek fazla yaş farkı bulunmayan bu gençlerin hepsi Osmanlı

Devletinin ‘hasta adam’ sayıldığı bir dönemde yetişmiş ve istibdadın ağır

baskısını duymuştur.

2. Tanzimat şair ve yazarlarının aristokrat bir aileden gelmelerine karşılık

bunların hepsi orta tabakadan bir aileye mensupturlar.

3. Tanzimatçıların otodidakt oluşlarına karşılık Servet-i Fünun sanatçıları

düzenli bir tahsil görmüşler ve daha küçük yaştan itibaren yabancı dil

öğrenmişlerdir. Bu yüzden batı edebiyatını daha iyi tanımak imkânını

bulmuşlardır.

Page 103: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

85

4. Doğu kültürleri zayıftır. 80

Bu ortak şartlar Servet-i Fünun neslini müşterek ideal ve zevklerde

birleştirmiştir. Servet-i Fünun edebiyatının teşekkülünde rol oynayan faktörlerden

söz ederken bu edebiyatın mensupları arasındaki yakınlaşmayı sağlayan birtakım

tesadüflerin rolünü de gözden uzak tutmamak gerekir.

Servet-i Fünun nesli edebiyatı kendinden önceki nesillere göre oldukça

ilerletmişler ve edebiyat üzerine düşünmüşlerdir. Bu dönem edebiyatçılarının hemen

hemen hepsi Fransızcayı öğrenmişler. Batılı eserleri orijinallerinden takip

etmişlerdir. Ayrıca bu sanatçılar, Tanzimat döneminde Batılı usulde açılan okullarda

yetişmişler, Batının bilimsel ve düşünsel gelişimini ve bunların sonuçlarını

özümsemişlerdir. Biçimden öze kadar Fransız edebiyatını örnek alan bu nesil

Batıdaki yeni sanat akımlarının da etkisiyle yapay bir dil ve kapalı bir anlatımla

eserlerini meydana getirdiler. Süse, sanatlı söyleyişe ve biçime önem verme, aşırı

duygusallık ve toplumdan kopuk bireysellik, bu dönem edebiyatçılarının ortak

özellikleri arasındadır.

Derginin faaliyetini Hüseyin Cahit şöyle anlatır: “ Servet-i Fünun

muharrirlerinin edebiyat tarihimizde ölmez hizmetleri Tanzimat edebiyatı ile

başlayan garplılaşma cereyanına kati ve nihai şeklini vermeleridir. Servet-i Fünun

merhalesinden sonradır ki Türkiye’de garbın telakkisi dairesinde bir edebiyat vardır,

denilebilir. Servet-i Fünun bir teknik getirdi. Servet-i Fünun bir istikamet gösterdi.

Đşte bu kadar, Servet-i Fünun bir edebiyat inhisarı değildir. Kendisinden sonra gelen

nesillere hiç değişmeyecek kalıplar bırakmak, daima içinde yürünecek çığırlar açmak

iddiasında bulunmadı. Bilakis edebiyat sahasında sanatın hakkı ve şartı olan hürriyeti

getirmek istiyordu. Koyduğu prensip bu idi. Servet-i Fünun muharrirleri kabiliyetleri

derecesinde, zamanın çizdiği imkân hudutları içinde eserler vücuda getirdiler. Bunlar

edebiyatımız için daimi bir meşk olacak değildiler. Edebiyatımızın sonradan

yükseleceği merhaleleri ölçmek için bir mukayese noktası olarak kalacaklardır.

Servet-i Fünun’dan sonraki edebiyat tekâmülleri, fikir ve his cereyanları ne kadar

80 bk. Đsmail PARLATIR, Đnci ENGĐNÜN, Ömer F. HUYUGÜZEL, Bilge ERCĐLASUN; Mustafa

ÖZBALCI, Alaattin KARACA, Servet-i Fünun Edebiyatı, Akçağ Yay. Ankara, 2006.

Page 104: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

86

muhtelif istikametlere dağılırlarsa dağılsınlar arkaya dönüp de baktıkları zaman hep

aynı noktada birleştiklerini göreceklerdir: Servet-i Fünun edebiyatı. Servet-i Fünun

dar bir edebiyat mektebi vücuda getirmedi hatta sıkı manasıyla bir edebiyat mektebi

bile değildir. Bir prensip ilanıdır, edebiyat hukuku beyannamesidir.

Servet-i Fünun edebiyatının Türk gençlerinin ruhu üzerindeki derin tesiri de

bundan ileri gelmiştir. Servet-i Fünun edebiyatı az bir cemaate hitap ediyordu fakat

bu öz bir cemaatti. Servet-i Fünun zamanına yetişmiş olan münevver Türk nesli

bugün hâlâ Servet-i Fünun yazılarını bir vecd ve takdir ile hatırlar.

Servet-i Fünun edebiyatı onların ruhlarından bir parça olmuştur. Bu inkâr

edilmez bir vakadır. Onun için Servet-i Fünun edebiyatının kıymetini ölçerken yalnız

şaheser aramak bakımından işi tahlil etmek pek dar bir sahaya kapanarak hakikati

görmemek neticesini verir. Servet-i Fünun’un kendi zamanının fikriyatı üzerindeki

tesirini edebiyatımıza açtığı geniş ve yeni ufukları da düşünmek iktiza eder. Servet-i

Fünun yalnız küçük bir zümrenin ruhunu ve hissini besledi. Fakat içtimaiyat ve

siyasiyat sahasında daima bu münevver ekalliyetler her yeniliğe ve değişikliğe ön

ayak olurlar. Bugün kolaylaşan imkân sahasına çıkan edebiyat ve sanat hürriyetinin

ilk aciz fakat imanlı ve idealli ameleleri: Đşte Servet-i Fünuncular. ”81

Servet-i Fünun’da estetik ve sanat daima ön planda olmuştur. Onlar için ahlak

sanatın gerisindedir. Ahlakın ve edebiyatın alanları farklıdır. “Hâsılı âlem-i ahlaka ait

olanları âlem-i ahlaka verelim; edebiyata ait olanları edebiyata verelim. ”82 Bu görüş

derginin ve devrin genel edebiyat anlayışını veren sanat sanat içindir, görüşünün

izindedir. Hüseyin Cahit yazısının devamında birtakım yabancı yazarlardan da

alıntılar yaparak bu görüşü destekler ve sanatçının nasihat eden bir vaiz olmadığını

sanatın da bazı vazifeleri olduğunu ancak bunun nasihat etmek olmadığını vurgular.

Romanlar ve tiyatrolar bir devrin derece-i ahlakını yansıtabilirse de fakat ahlak-ı

muasırîni ıslah edemediği gibi ifsat da edemez, romanların ahlak üzerine tesirini

katiyen reddettim. Ne olursa olsun bir kitabın tesiri, halkta evvelden mevcut bazı

81 Fikir Hareketleri; S. 3, 9 Teşrin-i Sani, 1933. 82 Hüseyin Cahit; “Edebiyat ve Ahlak”, SF, Nu. 358, s. 310.

Page 105: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

87

fikirleri hülasa ile onlara bir cisim, bir şekil vermekten ileri varamaz,

görüşündedirler.

Servet-i Fünuncular taklitçi bir edebiyatla suçlanmışlardır. Dergide yazı

yazan muharrirler bu eleştiriyi farklı açılardan cevaplamışlardır. Onlar edebiyatların

taklidine karşı değildirler. Onlara göre “Sanatın sahibi ve vatanı yoktur. Bu taklit

milletlerin kendi orijinal edebiyatlarını bulmaları için gereklidir”83 anlayışındadırlar.

Hatta bununla ilgili olarak Avrupa ülkelerinden örnekler verilir. “Acaba bu edvar-ı

iktibas ve taklitten heva ve naheva kendini alamayan şu koca koca milletlerden hangi

biri üdebasının temayülat-ı tabiyesi, bu bedahet-i tarihiye neticesinde milliyetlerini,

hususiyet ve ahlakiyelerini, hissiyat-ı edebiye-i kavmiyelerini kaybettiler. Ruslar

Alman mı oluverdiler? Yoksa Almanlar Fransız mı oldular?

Ya niçin her milletin esbab-ı terakkiyatından biri ve belki birincisi olan bu

mesele-i iktibasın bizde de tecelli etmesini nahoş görmek, hiç kimseye benzememek

gibi pek beyhude bir teklifte fazla bir gayrette bulunuyoruz? Ellerin geçtiği köprüden

geçmeyip de ne yapacağız? Avrupa’yı misal göstermeye ne hacet, işte bugün

Cezayir’in, Mısır’ın, Beyrut’un Arap’ı, Hind’in, Đran’ın Farisi cerait ve kitab-ı

edebiye-i hazırası tetkik edilsin onlarda da Avrupa tarz-ı tahririne, üslub-ı tasvirine,

usul-i tefekkürüne taklit edildiği müşahede olunur.

Bir milletin tarih-i temeddününde bu edvar-ı iktibas, medeniyetin nizamat-ı

umumiyeden, usul-i maişetten hatta efkâra –biraz mübalağa ile– harekât ve sekenata

kadar maddi ve manevi bütün şaibatı, celi ve hafi bütün köşelerini muhtevidir.

Terakki-i medeniyet o hiçbir manaya ehemmiyet vermeyen seyl-i huruşan bilcümle

feyiz ve bereket ve afat ve hasarıyla memzuc ve mahlût geliyor. Nüfuzuna rast

geldiği dağlar, uçurumlara hail olamıyor, değil mi? Đşte anınçün ‘mebhus-ı anha’

‘matbuel endam’ mesaili gibi ‘saat-i semenfam’ ‘hande-i hüsranşikaf’

meselelerinden, falan filanlardan da baki bu kubbede belki nahoş bir seda kalır. Đşte o

kadar. ”84

83 Ahmet Hikmet; “Musahabe-i Edebiye”, SF, Nu. 382, s. 289. 84 age s. 290.

Page 106: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

88

Servet-i Fünun aydınlarına göre sanat ulvi ve yücedir. Bununla

ilgilenebilmek, anlamak ve anlatabilmek için kültürlü ve birikim sahibi olmak

gerekir. Ancak halkın anlayacağı bir edebiyat bu özelliklerden mahrum olacağı için

gerçek bir sanat eseri olamaz, görüşündedirler. Ancak halkın da kendi ihtiyaçlarını

karşılamak için bir edebiyat ve sanatlarının olduğunu bunun kendi sanat

anlayışlarından oldukça farklı ve adi bir edebiyat olduğunu vurgularlar. “Avam-ı

halkın her zamanda kendisine mahsus, kendisinin seveceği bir sanatı vardır.

Zamanımızda halkın az çok kaba tiyatroları, adi şarkıları, ehemmiyetsiz musikileri,

cinai romanları sevdiğine bakılarak: ‘ Sanat tenezzül ediyor, sükût ediyor. ’ diye

haykırılıyor. Hâlbuki böyle şeyler eskiden de var idi. Ocak başlarında vaktiyle hikâye

edilen hudut hikâyeleri yerine şimdi cinai romanlar kaim olmuştur. ”85 Hâsılı onlara

göre her sınıfın kendine mahsus şair ve edipleri vardır, görüşündedirler. Edebiyat-ı

Cedide ise ulvi ve yüce bir edebiyattır.

Bu dönem aydınları sanatın kendisi üzerinde de düşünmüşlerdir. “Şimdiye

kadar ‘Hikmet-i Bedâyi’ makalelerinde asâr-ı sanatın ne suretle vücut bulduğu,

sanatın ne demek olduğu, asar-ı sanatın takdir ve kıymeti için nasıl bir mikyasa

müracaat edileceği –Avrupa hükemâsının en makbul eserlerine istinat edilerek-

mümkün mertebe izah olunmuştu. ”86 Bu yönüyle de edebiyatımızın ihtiyaç duyduğu

bir düşünme tarzını da derginin sütunlarında görürüz.

Bütün bunlardan sonra Edebiyat-ı Cedide için edebiyatımızın olgun adımlar

ve eserler vermesinde oldukça önemli bir yerinin olduğunu belirtmek gerekir.

1.4.1. Biyografiler ve Tanıtım Yazıları

Servet-i Fünun dergisinin 356–400. sayıları incelendiğinde biyografi ve

tanıtım yazılarının ciddi bir yekûn tuttuğunu söylemek mümkündür. Ancak bu

yazıların bütün olarak biyografi türünün bütün özelliklerini yansıttığını söylemek

mümkün değildir.

85 Hüseyin Cahit; “Hikmet-i Bedayie Dair 14, Sanat ve Şiirin Đstikbali”, SF, Nu. 394, s. 52. 86 Hüseyin Cahit; “Hikmet-i Bedayie Dair 14, Sanat ve Şiirin Đstikbali”, SF, Nu. 394, s. 53.

Page 107: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

89

“Biyografya, antoloji ve ansiklopedi gibi eserlerde yer alan ve söz konusu

kişiyi tanıtmayı gaye edinen bilgilerde doğum, ölüm yılları, öğrenim ve mesleki

durum gibi kalıplaşmış bilgileri aktaran bir yol takip eden yazılardır. Önemli bir

göreve getirilen veya ölen birinin hayatını özetleyen yazılarla, bir sanatçının

kitabının arka kapağında yer alan kısa hâl tercümeleri bu gruba girer. Daha genişçe

olanlarına klasik biyografya denir. ”87Yazılar, bu anlamda portre olmaktan öte klasik

biyografiyi örneklendirmektedir. Yukarıda belirtildiği gibi eserin kaleme alınma

sebebi ya bir terfi veya görev değişikliği ya da bir vefattır.

Biyografilere konu olan şahıslar irdelendiğinde yerli-yabancı ayrımının

yapılmadığı görülmektedir. Hatta yabancı şahsiyetlerin daha geniş bir yer tuttuğu

söylenebilir. Ayrıca Servet-i Fünun’un bir edebiyat dergisi olmasına rağmen Rusya

Harbiye Nazırının bile bir biyografisinin olması gayet ilginçtir. Dergide askerî ve

mülki erkândan yerli yabancı şahsiyetlerin hayatlarının yanı sıra doktorlar, cerrahlar,

ressamlar gibi birçok meslek gurubundan şahısların hayatlarına da yer verilmiştir.

Gerçi bu anlayışta Servet-i Fünuncuları yetiştiren iklimin ve devrin şartların

belirleyici olduğunu da göz ardı etmemek gerekir.

Biyografi türünü örneklendiren yazıların önemli bir kısmı imzasız olarak

yayımlanmıştır. Ayrıca hayatı verilen şahsiyetlerin büyük bir çoğunluğunun resim

veya fotoğrafları da dergi içerisinde yayınlanmıştır. Bu yazılar, daha ziyade

‘Resimlerimiz’ adını taşıyan sütunda yayınlanmıştır, ancak bu köşe dışında

yayınlanan biyografik eserler de yok değildir.

Bu yazıların önemli bir kısmı imzasız olmakla beraber Ahmet Đhsan’ın

yazıları, önemli bir hacmi doldurmaktadır. Bunun yanında Tevfik Fikret, Halit Ziya,

Hüseyin Dâniş gibi yazarların da bu alanda kalem oynattıklarını incelediğimiz sayılar

içerisinde gördük.

Bu yazılar geleneksel tezkireden çok da farklı bir çizgiye sahip değillerdir.

Derginin fikir dünyasında etkili olanlar, devlet adamları ve Servet-i Fünun’da emeği

bulunanların bir kısmı bu sütunlarda tanıtılmış ve büyük övgülere mazhar

87 Aslan TEKĐN, Edebiyatımızda Đsimler ve Terimler, Ötüken Yay. Đstanbul, 1995, s. 111.

Page 108: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

90

olmuşlardır. Derginin incelediğimiz sayılarında yayınlanan eserlerden bazıları Ahmet

Đhsan’a ait, Besim Ömer Bey, Operatör Cemil Paşa, Ziya Bey Efendi; Halit Ziya’nın,

Piyanist Devlet Efendi; Hüseyin Daniş’in, Rafael De La Martin; Đmzasız, -

Resimlerimiz- Hanif Efendi, Đmzasız, Resimlerimiz, Saadetlü Sakızlı Ohannes Efendi

Hazretleri, Đmzasız, Resimlerimiz, Sadık El Müeyyet Bey, M. K(af), –Resimlerimiz-,

Arzu-yı Melhuz, Ressam Halil Beyefendi, Tevfik Fikret’in, -Meşahir-i Muasırin-,

Sami Paşazade Sezai Bey’dir.

Görüldüğü üzere doktorların, askerlerin, cerrahların ressamların ve daha

birçok meslek erbabının hayatı tanıtım yazılarına konu olmuşken edebî şahsiyetlerin

ve özellikle de yerli edebî şahsiyetlerin dergideki tanıtım yazılarına yeterince konu

olduğunu söylemek mümkün değildir.

Hâsılı bu tür Servet-i Fünun sanatçılarının diğer edebî türlere göre belki de en

zayıf kaldığı türdür, denilebilir.

1.4.2. Dil ve Üslup

Servet-i Fünuncular dil konusunda Tanzimat edebiyatçılarından oldukça

farklı bir çizgide yürümüşlerdir. Bunda sanatçıların mensup oldukları orta sınıfın

yanında aldıkları eğitimin ve devrin siyasi ve sosyal şartlarının önemli payı vardır.

Onlar Tanzimat aydınlarına göre daha bireysel bir edebiyat meydana getirdiler. Her

ne kadar sanatlarındaki estetik taraf Tanzimatçıların eserlerinden ileri düzeyde olsa

da dilin sadeleştirilmesi bakımından eserler incelenirse Tanzimatçılardan hayli geride

kalırlar.

Bu dönem edebiyatçıları nazım ve nesirde kıvrak ve derin bir dil kullandılar.

Üsluba gösterilen bu özen onları divan şairlerinde olduğu gibi derin bir kelime

titizliğine götürdü. Böylece yaşayan dilin dışında yapay bir edebiyat dili oluşturdular.

Bu bakımdan Tanzimatçılar dili, sosyal bir mesele olarak değerlendirirken, Servet-i

Fünuncular dili bir üslup aracı olarak değerlendirdiler.

“Servet-i Fünun edebiyatçıları, Tanzimat devrinin aşırı muhtevacılığına karşı

bir şekil ve üslup endişesi ile yazarlar. Bu edebiyatta tabiat görüşünün değişmesi,

Page 109: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

91

sanat ile yakından ilgilidir. Servet-i Fünuncular, daha ziyade edebiyatın dış

görünüşünü tasvir ettiler. Onları ilgilendiren şey dinî ve felsefî fikirlerden ziyade

renk şekil ve hareket idi… Nazımda ve nesirde tasvir, Servet-i Fünun edebiyatının

esasını teşkil eder. Servet-i Fünuncular, resim ile birlikte musikiyi de sevdiler. Bu

sevgi sadece eserlerinde müzikal temleri işlemek şeklinde kendini göstermez,

üsluplarına da tesir eder. Servet-i Fünun şiiri sadece resim değil, aynı zamanda

musikidir. Tanzimat şairlerinin ihmal ettikleri ahenk, Servet-i Fünuncularda muhteva

kadar ehemmiyetli bir yer tutar. Onların nesirlerinde bile müzikal bir karakter

vardır…

Ruha gelince, bu nesil Tanzimat edebiyatının bel kemiğini teşkil eden din ve

tarihe karşı imanını kaybettiği ve istibdadın baskısı altında boğulduğu için, koyu bir

kötümserlik ve melankoliye düşmüştür. Bu durum karşısında onlar içlerine

kapandılar, ince ruh hâllerini tahlil etmekle meşgul oldular. Aşk, tabiat, hayal ve

sanatla oyalandılar. Sanata en üstün kıymet olarak baktılar. Eserlerinde hemen daima

halkı aydınlatmayı gaye bilen Tanzimatçılara karşı sanat sanat içindir, tezini müdafaa

ettiler.

Servet-i Fünuncular muhteva ile vezin arasında bir münasebet kurmaya

çalıştılar. Hatta her veznin bir ruh hâline tekabül ettiğini ileri sürdüler. Bu fikir esas

itibarıyla doğru olmamakla beraber onların vezin üzerinde çalışmaları, Türk şiirini

monotonluktan kurtarmıştır. Vezin onların elinde muhtevayı takibe çalışan hareketli

bir musiki vasıtası hâline gelmiştir. ”88 Örneğin “Elhan-ı Şita”da vezin eser içinde üç

defa değişir. Bütün bunlar Tanzimat edebiyatının çıplak ve mücerret üslubu yerine

imajlarla dolu süslü bir üslup meydana getirir. Servet-i Fünuncular, bilinen edebî

sanatlardan başka, özellikle sıfatlar vasıtasıyla varlığın rengini ve manasını

değiştirirler.

Eserlerde kaybolan bir mutluluk duygusu ve melankoli hâkimdir. Hayali

saadetler ve korkunç hakikatler arasındaki çatışma onların başlıca temidir. Servet-i

Fünuncular dış dünya ile ruh hâllerini birleştirir veya aralarında bir ilişki kurarlar.

88 Mehmet KAPLAN, Şiir Tahlilleri I, Tanzimat’tan Cumhuriyete, Dergâh Yayınları, Đstanbul,

Mart 1994, s. 99.

Page 110: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

92

Onlar dili şiire yatkın, sosyal olaylardan çok bireysel konuların anlatımına yatkın bir

şekilde kullandılar. Bu dilin başlıca özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:

“a)Yaşayan dil yerine sözlüklerden birtakım sözcükler devşirdiler

b)Bazı bilim terimlerini dile soktular

c)Eski sözlüklerden hatta o zamana kadar hiç kullanılmamış sözcüklerden

yeni tamlamalar yaptılar

d)Fransızcadan bazı deyimleri aynen çevirdiler”89

Bu dönemin önemli dil mevzularından biri de fesahatçiler adı verilen grubun

düşünceleridir. Bunlara göre Arapça ve Farsça sözcükler asıllarında olduğu gibi

korunmalıdır. Beyhude yerine bîhude şekli korunmalı diğer durumlar galat

sayılmalıdır.

Servet-i Fünuncular bütün bu kullanılan üsluptan şikâyetçidirler. Dilin çok

fazla dolambaçlı, yılan hikâyesi gibi olduğunu söylerler. “Sözü uzatmak, vakıan bu

şimdi âlem-i tahrirede bir alet-i sâriye. Hele sıga-i kelamı dolaştıra dolaştıra bazen

dosdoğru mütekellim bir haddeye irca ettikten sonra yılan hikâyesi gibi uzatıp

durmak bir alet-i sâriye ki hepimiz onunla maliyiz. Ama kariin-i kiram bu mertebe

itnab-ı kelamdan telahikam olurlarmış, olsunlar, ne için oluyorlar. Sabur ve hamul

olmak manen ve maddeten muvaffak-ı akıl ve kaide iken hususuyla…”90 Maksadı

ifade etmedeki bu durum Fikret’in ağzından böyle ifade edilir.

Servet-i Fünun dergisinin incelediğimiz sayıları 1898 yılında yani Türk

Yunan Savaşının hemen ardından gelen yıllardır. Mehmet Emin Yurdakul 1897

yılında bu savaş nedeniyle Selanik’te çıkan Asır dergisinde Cenge Giderken adlı

eserini yayınlamış ve dilde Arapça, Farsça kelimeler de olmadan şiir yazılabilir

tartışmasını başlatmıştır. Gerçi Tevfik Fikret bu eseri estetik yönünden zayıf bulmuş

olsa da bu şiir, dilde sadeleşme açısından önemli bir dönüm noktası olmuş ve bu

konuda bir çığır açmıştır, denilebilir.

89 Ali AKAR, Türk Dili Tarihi, Ötüken Yayınları, Đstanbul, 2005, s. 297. 90 Tevfik Fikret; “Musahabe-i Edebiye, Bir Arkadaşımla”, SF, Nu. 384, s. 308.

Page 111: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

93

Sade dil konusunda Ahmet Đhsan’ın hatıraları Servet-i Fünun sanatçılarının

dil anlayışlarından oldukça farklı bir çizgidedir. “Tanzimat devrinden evvelki

şairlerin Arap ve Acem kültüründen bize getirdikleri yabancı ruhun tesirleri,

Edebiyat-ı Cedide’ye tekaddüm eden Şinasi, Ziya Paşa ve Kemal Bey devrine kadar

sürmüştü. Bu yabancı tesirden kurtulup edebiyatımıza yeni bir inkişaf vermek isteyen

üstatların hepsine yetiştim. Onları bir mektep şakirdi iken görmüştüm. Kemal Bey’in

yetiştirdiği Recâizade Ekrem Bey’den edebiyat dersini Mekteb-i Mülkiyede okudum.

Sonra bu aziz üstadın himayesinde ‘Edebiyat-ı Cedide’ zümresinin kendi gazetemin

aguşunda yetiştiğini gördüm. Hayatım böyle şair ve ediplerimizin en güzideleri

arasında geçtiği hâlde elime kalem aldığım ilk günden beri sade Türkçe yazmayı

severim. Buna Arabî ve Farisi tahsilimin belki derin olmayışı da sebep oluyordu.

Istılahlı, çok Arabî ve Farisi kelimeli yazı yazmaktan zevk alarak ve sanatı burada

farz eyleyerek tefahür edenler, sırası düştükçe benim Arapça ve Acemce kaidelerini

iyi bilmediğimi yüzüme vururlardı! Ben yabancı bu iki lisanın sarf ve nahvinde

yanlış yapmamak için, çok eskiden beri izafetlerden kaçar olmuştum. Acaba buraya

ha-i tenis lazım mı, değil mi diye düşünecek yerde kelimeleri kendi lisanım usulü ile

sıralayıverirdim. Servet-i Fünun’un koleksiyonuna bakanlar ilk senesinden şimdiye

kadar yazdıklarımı gözden geçirenler umumi bir hastalık olan ıstılah parçalamaktan

mümkün olduğu kadar kaçındığımı görürler. ”91

Dilin sadeleşmesi konusunda Halit Ziya, hatıralarında Edebiyat-ı Cedide

mensupları olarak dildeki bu tavırlarının çok açık bir ‘maraz’ olduğunu itiraf eder.

“Yalnız o zaman Edebiyat-ı Cedide’de belirmeye başlayan ve bu grup ileri

gelenlerinin arasında birinden ötekine bulaşmak suretiyle hemen hepsine geçmiş olan

bir maraz işinden söz edeceğim… Bu maraz işi, arkadaşlarımın bağışlayacaklarına

hatta benimle beraber itiraf eyleyeceklerine kanaatle söyleyeceğim, süs ve sanat

düşkünlüğü idi. Bu düşkünlük nazımda olsun nesirde olsun, yazıları fazla yüklü

sonradan bulunmuş bir tabiri kabul edersek, ağdalı bir hâle getiriyordu. Öyle ki o

tarihten uzaklaştıkça hele bugün ben kendim bunları tekrar okurken sinirlenmekten

91 Ahmet Đhsan TOKGÖZ, Matbuat Hatıralarım, Ahmet Đhsan Matbaası Limitet Şirketi, Đstanbul-

1930, s. 122.

Page 112: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

94

geri kalmıyorum. ”92 Nitekim Cumhuriyet döneminde yazar, eserlerinin dillerinin

eskidiğini görerek bizzat kendisi eserlerini sadeleştirme gereği duymuştur.

Ahmet Đhsan o günlerin dil anlayışını hatıralarında şöyle anlatır: “Türk

lisanını Türklerin konuştuğu gibi yazmak cereyanının kuruluşu, hele Latin harflerinin

kabulü ile kendimi o kadar bahtiyar buluyorum ki tarif edemem. Artık bana hiçbir

muharrir, hiçbir edip lisan bilmez diyemeyecek! Eski kanaatçe lisan bilmek demek,

Arabî ve Farisî sarf kaidelerini bilmek demekti. Bir muharrir bu lisanların lügat

kitaplarını alıp bizde işitilmemiş yeni kelimeler bulup çıkardıkça ve yazdıkça

koltuklarını kabartırdı. Şimdi nasıl asıl Türkçe kelimeleri arıyorsak on sene evveline

gelinceye kadar muharrirler işitilmemiş ve yazılmamış Arapça ve Acemce kelimeleri

bulup çıkarmaktan iftihar duyarlardı. ”93

“Türklük cereyanının ilk işaretleri Servet-i Fünun’a Tevfik Fikret’in

zamanında şair Mehmet Emin ve Ahmet Hikmet Beylerle gelmişti. Mehmet Emin

Bey şiirlerini Türkçe ve aruz kaidesine bakmadan yazıyordu. Ona Türk şairi

diyorlardı ve biraz da eğleniyorlardı. Fakat hakikatler hangi vadide olursa olsun

dünyada durmaz, yürür. Mehmet Emin Bey’in ilk adımını Servet-i Fünun’da attığı

asıl Türkçeye dönüş hareketini Matbuat Hatıralarım’da teşekkürle yazmasaydım, bir

büyük kusur etmiş olurdum. ”94

Servet-i Fünun nesline göre üslup yazardan yazara fark eden bir unsurdur.

Bunun böyle olması da gayet tabiidir. Üslub-ı beyan aynıyla insandır. O hâlde hiçbir

insan bir birinin aynı değilse o hâlde üslupların farklı olması da gayet tabiidir. Bunun

için bu dönem aydınları üslup farklılıklarını böyle izah ederler. Servet-i Fünuncular

üslup bakımından oldukça eleştiri almışlardır. Şivesizlikle suçlanan edebiyatçılar, bu

suçlamalara karşı şivenin bir tanımının olmadığını, eleştirilen yazıların neresinde

neyin eksik olduğuna dair bir tespitin olmadığını söylerler. Ayrıca yeni bir üslup ve

edebî zevkin oluşabilmesi için böyle yeniliğin de gerekliliğini savunurlar. Bunun bir

zevk ve estetik meselesi olduğunu onun için kişilere göre değişeceğini bu anlamda

92 Halit Ziya UŞAKLIGĐL, Kırk Yıl, Đnkılâp Yayınları, Đstanbul-1969, s. 406. 93 Ahmet Đhsan TOKGÖZ, Matbuat Hatıralarım, Ahmet Đhsan Matbaası Limitet Şirketi, Đstanbul-

1930, s. 121. 94 age. s. 122.

Page 113: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

95

Servet-i Fünun aydınlarına karşı yapılan eleştirilerin haksız olduğunu vurgularlar.

Asar-ı cedidenin şiveye muhalefetlerinden tekitlerinden bahsediliyor, fakat yalnız bu

kadar; muhalif-i şive olan eser hangisidir, şivesiz olan yerleri neresidir ve bu

şivesizliğe nasıl hükmolunur? Buralardan hiç bahis yok. ‘Saat-i semenfam’, ‘lerze-i

ruşen’ gibi bir iki terkip bellenmiş de; şimdi bunların da tekrarından bıkıldı; nihayet

iddia hep asılsız, delilsiz, kuru laflarda kaldı. 95 Onlar bu üslup tartışmalarının

temelinde hikmet-i bedayiin kurallarının henüz tam olarak belirlenmemiş olmasını

görürler.

“Asar-ı cedide-i edebiyenin daha birçok karilerce hüsn-i telakkisini temin için

zevkleri terbiyeye lüzum vardır. Hikmet-i bedayi kavaidi güzelce malum olduktan

sonra eminim ki bugün matbuatımızın edebiyat, haric-i edebiyat hakkındaki

münakaşatından eser kalmayacaktır. O vakit edep ve hikmet dairesinde muahezeler,

tetkikler görülecektir. ”96

Servet-i Fünun sanatçıları dilde musiki ve pitoresk unsurların bulunması

gerektiği konusunda hem fikirdirler. Bu anlayış sanatçıya göre farklı derecede

olabilmektedir. Mesela Tevfik Fikret’te resim unsuru ön plana çıkarken, Cenap

Şahabettin’de musiki ön plana çıkmıştır. Onlar bu dil musikisini yakalamak için

vezin, kafiye, kelime ve ses tekrarlarına önem vermişlerdir.

Bu dönem eserlerinde görülen bir başka husus da eser içinde üslubun

değişmesidir. Bu durum hemen hemen bütün Servet-i Fünuncularda görülen dili

konuya göre ayarlama endişesinden kaynaklanmaktadır. Onların dil ve üslubu

halktan uzaktır. Bu durum 1908 yani II. Meşrutiyet yıllarına kadar devam edecek

ancak bu tarihten sonra Mehmet Emin ve Ziya Gökalplerle edebiyatın dili ve halkın

dili birleşecektir.

Hâsılı Servet-i Fünun sanatçıları yeni his ve fikirleri ifade edebilmek için yeni

bir dil ve üslup kullanmayı tercih ettiler. Bunun için de Arapça ve Farsça yeni

tamlamalar ve kelimeler kullandılar. Bunun dili zenginleştireceğini ifade ettiler.

Ayrıca dil ve üsluptaki bu değişimin doğal bir değişim olduğunu söylediler. 95 bk. Hüseyin Cahit; “Şive ve Zevk”, SF, Nu. 370, s. 89. 96 agm. s. 90.

Page 114: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

96

Kullandıkları dilin halk tarafından anlaşılmamasının gayet doğal olduğunu

söylediler. Buna gerekçe olarak da âli bir edebiyat yaptıklarını ifade ettiler. Üslubu

bir vasıta olarak gördüler. Üslupta o ahengi yakalamak için de aynı eser içinde farklı

aruz ölçülerini kullandılar. Dile yeni giren her sözcüğün dili zenginleştireceğini,

üslubun devirlere, milletlere, cinsiyete göre değişebileceğini ifade ettiler. Dilin

sadeleşmesi ve ıslahı meselesinin zamana bırakılması gerektiğini belirttiler. Bu

düşünüş tarzı yıllar sonra ya da devrinde birçok edebiyatçı tarafından eleştirilecektir.

Hatta bazı Servet-i Fünun aydınları da daha sonraki yıllarda hatıratlarında veya farklı

yazılarında o yıllardaki dil ve üslup anlayışlarının doğru olmadığını ağır ve süslü bir

dil kullandıklarını ifade ederler.

1.4.3. Şiir

“Şiir kendi kendilerinden garizi surette tevellüt etmiş bir âlemdir,

Sanat zannedildiği gibi boş birtakım hayallerden ibaret değildir. ”97

Servet-i Fünun edebiyatı Tanzimat’la başlayan Batılı edebiyatın eski

edebiyata karşı kesin zaferini ilan ettiği bir edebiyattır. Bu hareket Türk edebiyatını

oldukça hızlı bir şekilde modernleştirirken en çabuk sonuç aldığı tür, şiir olmuştur.

Servet-i Fünun edebiyatı gerek dergi etrafında dinamizmini koruduğu süre içinde

gerek daha sonraki dönemde en büyük ve güçlü hamleyi şiir türünde yapmıştır. Şiirin

konusundan şekline ve üslubuna kadar uzanan estetik kaygı aşırı titizlenmenin de

etkisiyle bu türün yeni bir çehre, yeni bir hüviyet kazanmasına yol açtı. Özellikle

Tanzimat’la başlayan Romantik akımı bu dönemde Parnas ve Sembolist şiir

akımlarının da eklenmesi bu türe yeni bir duyuş, düşünüş, hayal ediş hatta yeni bir

söyleyiş de kazandırmış oldu. 98 Bunda topluluğu oluşturan şahsiyetlerin çoğunun

şair olmasının yanında, hareketin başında bulunan Tevfik Fikret’in de önemli oranda

rolü olmuştur. Öyle ki Tevfik Fikret, Servet-i Fünun şiirini biçimsel ve izleksel

anlamda tek başına temsil edebilecek niteliktedir. 99

97 Hüseyin Cahit; “Sanat ve Şiirin Đstikbali 2”, SF, Nu. 395, s. 78. 98 Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Devirler, Đsimler Eserler, Terimler, Servet-i Fünun

Edebiyatı, C. 7, Dergâh Yay. Đstanbul, 1994, s. 531. 99 bk. Ramazan KORKMAZ, Komisyon, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı 1839-2000, Grafiker Yay.

Ankara, 2006.

Page 115: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

97

Tanzimat dönemi edebiyatının hemen hemen bütün nevilerinde yaşanan ikilik

bu dönemde Batı edebiyatından yana kesin zaferini ilan eder. Bu zaferin ilk

numunesi de şiirdir. Tanzimat şiirinde yeni konular, eski şekillerle anlatılmıştır. Bu

dönemde artık şekil olarak da şiirimizin Batılı bir hâl aldığı söylenebilir. Bunda

Tanzimat aydınlarının hem doğu hem de batı kültürüyle yetişmiş olmasına rağmen

Servet-i Fünun aydınlarının Batının meyveleriyle beslenmiş olmalarının önemli payı

vardır. Servet-i Fünuncular da ilk şiirlerinde Divan nazmının şekillerini kullansalar

da, toplu hareket başladıktan sonra, bu şekilleri derhâl bırakmışlardır.

Servet-i Fünun şiirinde kullanılan nazım biçimlerini üçe ayırmak

mümkündür:

1. Fransız şiirinden aynen alınanlar(sone)

2. Divan nazmından alınıp değiştirilenler(serbest müstezat)

3. Ne Divan şiirinde ne de Fransız şiirinde bulunmayıp kendi icat etikleri ve

nazım geniş bir kafiye kolaylığı sağlayanlar100

Servet-i Fünun şairleri, şiirin yalnızca şeklini değiştirmekle kalmaz, konu

olarak da birtakım yenilikler getirir. Öncelikle Tanzimat’la gelen her güzel şeyin

şiire konu olabileceği tezindeki güzellik şartını kaldırarak, her şeyi, şiirin konusu

hâline getirdiler. Böylece şiirin konusunu sınırsız bir hâle getirdiler. Bunda onlara

yol gösteren Recaizade Ekrem’in, zerreden güneşe kadar her şey şiirin konusu

olabilir, görüşünün önemli bir payı vardır… Servet-i Fünuncular, o zamana kadar

yeni Türk edebiyatında şairane sayılmayan basit, günlük eşyanın güzellik ve

manasını keşfettiler. ”101 Günlük olayların şiire girmesinin yanında gerek mizaçları

gerekse devrin ağır şartları nedeniyle genellikle ferdi, duygu ve hayallerle, aşk, tabiat

ve aile hayatı en çok işlenen konular arasına girmiştir. Bu dönemde sosyal temalar

şiirin konusu olarak yer almaz. Ancak topluluk dağıldıktan sonra bazı şairlerce

sosyal konular şiirlerde işlenilmiştir. Bu dönemde istenen şeyleri çevrede

100 Kenan AKYÜZ, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri 1860-1923, Đnkılâp Yayınevi, Đstanbul,

1994, s. 94 101 Mehmet KAPLAN, Şiir Tahlilleri I, Tanzimat’tan Cumhuriyete, Dergâh Yayınları, Đstanbul,

Mart 1994, s. 130.

Page 116: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

98

bulamayışın doğurduğu içe kapanıklık, inziva, sükûnet isteklerinin, marazi bir duyuş

ve hayal kuruşun takip etmesi de tabiidir. Devrin ağır havası içinde kendilerini

bunalmış hissettikleri zaman, yabancı ülkelere, buna imkân bulamayınca ise

Anadolu’nun sessiz bir kasabasına yerleşme kararı bile almışlardır.

Servet-i Fünun şairleri XIX. yüzyıl Fransız şiirinin duyuş ve hayal kuruş

tarzıyla birlikte kendi beğenilerinin birçok hayal unsurunu da şiirde

canlandırmışlardır. Bunların ifadesi için de yeni bir ses, üslup arayışına girmişlerdir.

Şiir dilindeki Arapça ve Farsça sözcüklerin sayısını hızla artıran bu arayış,

sanatkârane üslup amacıyla yapılanlar, bu dönem şiirini ancak sınırlı bir seçkin

topluluğun anlayabileceği bir hâline sokmuştur.

Teknik bakımından bağlanımı tamamıyla gerçekleştirmek ve kafiyelerdeki

ses benzeyişlerinde fazla titizlik göstermemek suretiyle, söyleyişte bazı kolaylıklar

sağladıklarını kabul etmek gerekir. Ancak buna karşılık aruza bağlı kalmaları

nedeniyle yine teknik bir zorluğu devam ettirdikleri söylenebilir. Vezin konusunda

getirdikleri yenilikler; aruzun kalıplarını yalnız şiirin konusuna uygunluk bakımından

değil, mısra içindeki kelimelerle tam uygunluk bakımından da ciddi bir şekilde ele

almaları da şiirin tekniği bakımından önemli çalışmalardır.

Şiir türünde eser veren başlıca isimler şunlardır: Tevfik Fikret, Cenap

Şehabettin (Raik Vecdi takma adıyla), Hüseyin Siret (Ömer Senih takma adıyla),

Hüseyin Suat, Ali Ekrem (Ayın Nadir takma adıyla), Ahmet Reşit (H. Nazım takma

adıyla), Mehmet Sami (Süleyman Nesip takma adıyla), Süleyman Nazif (Đbrahim

Cehdi takma adıyla), Faik Ali (Zahir takma adıyla), Celal Sahir

Bu dönem şiirinin yapı ve içerik bakımından yenilik arz eden özelliklerini

şöyle sıralayabiliriz.

1. Tanzimat’ın halka dönük sade dili yerine süslü ve ağır bir dil tercih ettiler.

2. Fransız edebiyatının da etkisiyle duyu aktarımı esasına dayanan

tamlamalar kullandılar. Saat-i semanfam gibi…

3. Duygu yoğunluklarının bir göstergesi olan ünlemleri sık sık kullandılar.

Page 117: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

99

4. Beyit esasını kırarak nazmı nesre yaklaştırdılar.

5. Serbest müstezadı oldukça başarılı bir şekilde kullanmanın yanında aruz

kalıplarını da isteklerine göre değiştirerek kullandılar

6. Sone ve Terzarima yine bu dönem şiirimizin sık kullanılan nazım türleri

arasında yer alır.

7. Musiki ve ahenge aşırı derecede hassasiyet gösterdiler. 102

O dönemde şiirin istikbali konusundaki tartışmalara Servet-i Fünun’da cevap

verilir. Bir gün fennin şiire galip geleceğine ve şiirin zamanla yok olacağına dair

iddialara Avrupa edebiyatından da örnekler verilerek cevaplar irad edilir. Bu

iddiaların Avrupa’da da olduğu ancak bunun iddia edildiği gibi olmayacağı ifade

edilir.

Servet-i Fünun şairleri Parnasyenlerden tablo şiir konusunda etkilenmişlerdir.

Tevfik Fikret başta olmak üzere birçok şair bunun örneklerini vermiştir. Bunun

yanında Sembolistlerden de şiirde ses ve musiki konusunda önemli etkilenmeler

olmuştur. “Cenap Şehabbettin için varlık, yaşanan bir şey olmaktan ziyade seyredilen

ve işitilen bir şeydir. ”103

Servet-i Fünun aydınları tenkide dair yazılarında kendilerinden önce ortaya

çıkan gelenek ve türler üzerinde düşünmüşlerdir. Şiirin konu ve şekil itibarıyla

kısırlaştığını ifade ederler. “Acem sanat-ı edebiyesi bizde galebesini temin edince

evvela kavaidiyle, sonra bütün hurafatıyla, bütün hayalanıyla efkârımızı istila etmeye

başladı. Bir zaman geldi ki yazdığımız şeyler sırf Acemâne oldu, sırf Farisi oldu.

Bazı devirlerde hayalatımız Acemleri bile gölgede bıraktı. Nihayet anlaşılmaz,

çekilmez şeyler vücuda geldi. Her eseri zamanına göre takdir etmek lazım

geleceğinden -hiçbir şey anlaşılmayanları müstesna olmak şartıyla bu eserler zaman

inşadlarına o zamanın müessirat-ı ahlakiye ve hükmiyesine o zamanın temayülatına

102 bk. Ramazan KORKMAZ, Komisyon, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı 1839-2000, Grafiker Yay.

Ankara, 2006 103 bk. Mehmet KAPLAN, “Cenap Şahabettin’in Şiirlerinde Ses Ve Musiki”, Türk Edebiyatı Üzerine

Araştırmalar 1, Dergâh Yay. Đstanbul, 1994, s. 409.

Page 118: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

100

göre güzel şeylerdi. Bu eserlerden bazısı zamanımızda bile makbul ve merguptur;

çünkü onlarda edvâr-ı maziyeye mensup olmakla beraber, bir sadıkıyet, bir aziziyet

velhâsıl bir şahsiyet vardır ki bizim ruh-ı milletimizle her zaman hemahenktir.

Fuzuli’nin, Baki’nin, Şeyh Galip’in, Nefi’nin, Nedim’in asarı gibi…

Fakat ekseriyet taklide o kadar malup idi ki yazdıkları şeylerde hiç sadıkıyet

ve gariziyet yoktu ve bütün sa’y ve gayretleri mevat ve vesait-i inşadın suret-i

istimaline münhasırdı. Şimdi zikrettiğim şuaradan başka gelip geçen kudemâ-yı

şuaranın asarı gibi…

Bundan otuz sene evvel üdebamızdan birkaçı Fransızca tahsil etmişti. O

lisanda yazılan asarın suhulet-i beyanını, o suhulet-i beyan içinde şaşaalı olan letafeti

görünce lisanımızın ifade-i meramda ne kadar nakıs olduğunu anladılar. Elsine-i

garibede, bahusus Fransızcada gördükleri bu faydayı lisanımıza da nakletmek

istediler. Bir velvedir koptu. Kudemâ-yı üdeba bu ediplerin tarz-ı beyanıyla

eğlenmeye, ’Bu şiveler lisan-ı edibe sığar mı?’ demeye başladılar. Sonra onlar basit

şeyler yazmakla beraber kudemadan daha muğlâk eserler vücuda getirebileceklerini

ve mamafih mahareti yine lafızdan ziyade manada aradıklarını ispat edince berikiler

şaştılar ve bilzarure sustular. Galiba üdebâ-yı cedidede, bahusus edebiyat-ı

cedidenin, misal-i müşahhası olan bir zat da kaldı. Birkaç sene sonra idi ki Edebiyat-ı

Cedide’nin kemaliyle tesisi ve erbab-ı su-i tefhime karşı ilelebet temin

musavveniyeti için bütün esaslarına müteallik tarifat “Talim-i Edebiyat” ile tedvin

olundu. Đşte o zaman edebiyat-ı atike gayretkeşleri edebiyat-ı cedidenin bütün hudut

ve eşkâliyle meydana çıktığını görünce şaşırdılar ve olanca kuvvetleriyle taarruza

başladılar. Bu tarihten birkaç sene evvel şiirde bir sahib-i deha zuhur ederek nesirde

vücuda gelen teceddütten daha parlak bir eser-i teceddüt göstermişti. O zaman da

yetişen erbab-ı kalemin bir kısmı bu iki dehanın nesren ve nazmen vücuda

getirdikleri asara birer menba-i ilham gibi neseb-i nazar-ı hasret ederek “Talim-i

Edebiyat”ın tarif ve tebeyyün ettiği edebiyat-ı sahiha dairesinde yazı yazmaya

koyuldular. Bir kısmı yine edebiyat-ı atike taraftarlarının gayretini görmekle meşgul

kaldı. O sırada bir gazete edebiyat münekkitliğini deruhte etti. Vakıa tenkide pek

ziyade lüzum vardı.

Page 119: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

101

Edebiyat-ı atikenin bin türlü kuyûdu altında zebun kalan efkâr şimdi önünde

istediği gibi söz söylemeye müsait bir meslek görünce birden bire taştı; o kadar taştı

ki gazetelerde yazılan şeyler bütün manzumelerden ibaret oldu. Bu devir bazılarına

göre, edebiyat-ı sahihanın takriri için pek müsait bir zaman idi. Çünkü bütün milletin

kabiliyeti şiiriyesi hâl-i heyecanda idi. Fakat bizce zaman-ı tekerrür henüz hülul

etmemiş, zira edebiyat-ı atikeden kurtulalı pek az vakit geçmiş idi. Hiçbir yerde bu

kadar az bir vakit zarfında yeni bir edebiyat vücuda gelememiştir. Bahusus tekerrür

için heyecan değil itidal lazım idi ki o da mevkut idi.

Bu devirde edebiyat-ı cedide dairesinde yazı yazmaya heveslenenler vücuda

getirdikleri eserlerde bazı yeni yeni fikirler dermeyan ediyor, hislerini bir dereceye

kadar başka yolda tebliğ edebiliyorlardı. Görülen yenilikler hemen bize, yani

Türklere has olmak üzere günden güne terakki eden efkâr ve malumat ile mütecelli

birer lema-i sanat ileride bütün hudut ve hududuyla tekerrür edecek medeniyet-i

Osmaniyemizin her gün birer suret-i karar bularak tesis ettikçe hemen kendisiyle

beraber icat ettiği birer lema-i sanat idi. Edebiyat-ı atikeden, edebiyat-ı atıke

mevzularından yüz çeviren efkâr şimdi pek tabii bir meyelan ile havadis-i tabiiyyeyi

mevzu ittihaz etmişti. Binaenaleyh yazılan şeyler hemen tülu’ ile gurup, bahar ile

hazan manzumelerinden ibaret idi. Bu zaruri idi; çünkü o zaman heveskaran-ı

tahririn malumat-ı müstahsilesi yalnız eşyâ-yı hariciyeyi, eşyâ-yı hariciyenin

zevahirini görmeye kâfi idi. Onun için eserlerde tasvir-i zevahirden ibaret oluyordu.

Henüz ruhları o eşyanın mahiyetine nüfuz ederek her birini layıkıyla görecek

kabiliyeti ihraz etmemişti. Fikrimce o zamanda husule gelen asara ”asar-ı suriye veya

şekliye“ demek pek münasip olurdu.

Bir zaman geldi ki gurup, tulu manzumeleri artık sıkıntı verdi; o vakit fıkdan-

ı mevadan dolayı harekât-ı edebiyeye bir durgunluk ârız oldu; sonra yavaş yavaş

geriye döndü, yine ortaya edebiyat-ı atikenin artık pek müptezel efkâr-ı

edebiyesinden mürekkep eserler atılmaya başlandı. Edebiyat-ı cedide müntesipleri

bunları yazmaktan imtina ediyor, fakat yazacak şey bulamıyor, sevk-i zaman ile biraz

gençleşen ihtiyarlar yine ihtiyarlıklarını ele alarak eski vadilerde yazıyorlardı.

Birtakım gençler de mahdudiyet-i malumat sebebiyle birkaç kelimeyi bir araya

Page 120: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

102

getirmekten ve birtakım efkâr-ı hayideyi tekrardan ibaret olan meslekte bunları taklit

ediyorlardı. Bu görevde lafız ile terkip ile uğraşmış manaya, fikre, hisse bakmamıştı.

Edebiyat-ı sahihaya ve ulum-ı hazıraya vakıf olamadığı cihetle bunlara bakmamaktan

bence mazur idi. Hâlbuki yalnız lafız ve terkip hatalarıyla uğraşmak kâfi değildi.

Yazılan eserlerde hemen umumiyetle, yeni bir şekle girmiş eski efkâr ve hissiyattan

başka bir şey görülmez olmuştu. Bir gazel, bir manzume lafzen salim ve şeklen

matbu oluyor; fakat yine hep o eski efkâr ve hissiyat ile mümteni bulunuyordu. Asar-

ı münteşire evvelce söylenmiş sözleri tekrardan, şuarâ-yı salifeye taklitten ibaret idi.

Hatta bu eski fikirler ekseriya en eski terkiplerle veyahut kıymeten onlardan aşağı

olmakla beraber yine eski kelimelerden mürekkep daha tumturaklı terkiplerle ifade

olunuyordu. Velhâsıl edebiyatın yalnız mevcut ve vesaitiyle iştigal ediyorlardı. Vakıa

ötede o dehâ-yı şiir ile “Talim-i Edebiyat” müelif-i muhteremi cuş ve huruşa gelen bu

temayülatı birtakım efkâr ve hissiyat-ı cedide ile telif etmeye çalışıyorlardı; fakat asıl

esas-ı sadıkıyet ve gariziyet olan edebiyat-ı sahihanın tecelli ve tekriri için henüz

mesai-i masrufenin hakkıyla semeresi görülemiyordu. Avrupa’daki sanayi, Avrupa

medeniyeti, Avrupa medeniyeti de ulum ve marifet vücuda getirmişti. Bizde de ne

vakit, terakki tekerrür ederse ancak o vakit yeni bir sanat vücut bulabilirdi. Nihayet

bu zaman üç sene evvel hülul etti: Ayın Nadir, H. Nazım, Halit Ziya, Cenap

Şahabettin, Tevfik Fikret gibi birkaç edip yetişti. Bunlar asar-ı garbiyeyi mütalaa

ettiler. Medeniyet-i garbiyeyi ihdas eden efkâr ve hissiyata vakıf oldular. Tahsil

ettikleri ulum ve fünun onlara da bir takım efkâr ve hissiyat-ı ilga etti. Đşte bu efkâr

ve hissiyat ile yeni “Edebiyat-ı Cedide“ denilen edebiyat vücuda geldi.

Otuz sene önce başlayan o teceddüd-i edebî nesirde, şiirde bir takım bedialar

ibda etmişti. Fakat dikkat olunursa bütün bu bedialarda en ziyade olan hayal idi.

Asar-ı hissiyeye pek az tesadüf olunurdu yahut o asâr o kadar ulvi idi ki hissî bile

olsa bize yine hayali görünüyordu. Çünkü ruhumuz o dehaları tayeran ettikleri âlem-i

belayı şiir ve hikmette takip edemiyordu. Binaenaleyh bu asar, efkârımızı

hayalatımızı fevkalade tasfiye ve tenziye etmekle beraber bize hayret vermekten

başka bir faydayı mintac olamıyor, efkâr-ı mütteehireye tutacak bir yol

gösteremiyordu. “Talim-i Edebiyat” tedvin olununca herkes şiir-i sahihin ne demek

olduğunu biraz anladı; o dâhinin ve “Talim-i Edebiyat”ın himmet ve talimiyle

Page 121: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

103

edebiyat-ı atike ta esasından sarsıldı. Bu zaman işte biraz evvel tasvir ettiğim devirdir

ve bizim edebiyatımızda Dekadans varsa o devirdedir. Đnhitata düşen efkâr, arasıra

kendisine sahip olmak istiyordu; fakat tesahib-i nefis için lazım olan kudret-i ilmiye

mevkut olduğu cihetle yine düşüyordu. Binaenaleyh bu devrin asarı -üstatlarınkiler

istisna edilince- ekseriyetle taklit ve tekrara mahkûm olduğu gibi yeni olarak yazılan

şeyler de yalnız sathiyata ait oldu. Nihayet devr-i inhitat bitti. Aradan beş sene kadar

bir müddet de geçti. Bu esnada mütalaa ve tetkik ile uğraşılıyordu. Avrupa’da

terakki-yi ilim ve marifetle pek ziyade ilerleyen fikr-i tahlil bizde de hâsıl oldu. Her

gördüğümüz şeyi malumatımıza istinat ederek bir nazar-ı ilmi ile tetkike başladık. Bu

münasebetle kabiliyet-i ruhiyemiz kesb-i mümarese etti. Artık her şeyi -rehber-i

mütalaatımız daima ilim olmak üzere- kendi ruhumuzla görmek istedik. Đşte şimdi

”yeni edebiyat-ı cedide” denilen edebiyatı bu temayül husule getirmiştir ki esası asl-ı

sanat olan sadıkiyet ve gariziyettir. ”104

Şiir tabiatta bulunan unsurların muhayyilenin sularında yıkanarak yeni bir

şekil almasıdır. Bu tabiatın olduğu gibi aktarılması değildir. Tabiattaki eşya şairin

arzusuna göre yeni bir şekil ve anlam kazanır. Bunu yapabilmek oldukça zordur.

Đnsanların birçoğu aynı eşyayı görüyor olmasına rağmen farlı bir şekillerde anlatırlar.

Eşyanın ve diğer unsurların insanda bıraktığı tesiri estetik ve şiire uygun bir tarzda

anlatabilmek ise şairliktir. Aynı manzaraya bile birkaç kişi baksa anlatımları oldukça

zor ve farklı olacak veya anlatılamayacaktır. “Bugün en ziyade devam ettiğimiz,

gördüğümüz bir mahalli kâğıt üzerinde tasvir etmek istesek hayalimizde istinsah

edecek bir şekl-i sarih bulamaz, kemal-i hayretle teslim-i acz ederiz. Nevmidane

kalemi elimizden atarız. Çünkü şair, sanatkâr değiliz; çünkü tesiratımız sathidir,

binaenaleyh müphem ve seri’ül-zevaldir. ”105

Onlar şiiri insanın tabii bir ihtiyacı olarak değerlendirirler. ” Şiir insanın gıda

gibi hava gibi kati bir ihtiyacıdır. Bu ihtiyaç daima bir zemin istifa arar ki o da

güzelliktir. ”106

104 Süleyman Nesip; “Đki Söz Daha”, SF, Nu. 374, s. 146. 105

Hüseyin Cahit; “Hikmet-i Bedayie Dair 11, Şiir”, SF, Nu. 388, s. 375. 106 Đbrahim Cehdi; “Đki Söz Daha”, SF, Nu. 367, s. 38.

Page 122: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

104

Ayrıca güzelin şaire göre değişeceğini, güzellik dairesinin geniş tutulması

gerektiğini savunurlar. Her şeyin şiire konu olabileceğini belirtirler.

Servet-i Fünun aydınları edebiyatta ve daha ziyade şiirde gerçekleşen bütün

bu değişimin hayatın bir gereği olduğunu ancak ne olursa olsun eskinin izlerini

taşıdığını ifade eder. “Evet, bizde edebiyat değişti… Pek çok değişti. Daha

değişecek… Pek çok değişecek. Mademki dünya dönüyor; mademki eyyam ve

mevasim lâyenkati değişiyor; mademki bu kâinat hayat içinde her şey ‘tarik-i

tekâmül’ denilen bitmez tükenmez bir daire dâhilinde –fakat her adımda yükselerek,

büyüyerek tebdil-i şekil ve suret, tevsi-i muhit eyleyerek- bilatevakkuf devrediyor;

edebiyat da her şey gibi ve her şeyle beraber değişecek.

Edebiyatın cedidenin, garbisi, şarkisi hakikatte birdir. Bir asıldan, bir

menşeden, bir müessirden gelir. Tâbiat-ı muhite yalnız eşkâlini değiştirdi. Đhtiva

ettikleri şerait hissaniyeye göre iklimler, hayvanat ve nebatatı nasıl değiştiriyorlarsa

edebiyata da öyle bir inkılâp veriyorlar. Bir Eskimolu ile bir Sudanlının efkâr ve

ihtisasatındaki fark bundandır. Yoksa esasen her ikisi de insan olduğu için her

ikisinde lisan-ı his ve emeli birdir. Her ikisi de bir tabiata karşı irae-i tesir ediyor. Şu

kadar ki birisinin kürsi-i istiğrakı buzdan dağlar, diğerinin mevk-i tefekkürü kumdan

sahralardır. Her biri kendi meşhudatıyla mütehassıs oluyor ve mahsusatını ifade

ediyor.

Bizim bugünkü edebiyatımızda yalnız Arab’ın, Acem’in, Fransız’ın tesiratını

aramakla iktifa etmeyiniz. Bunlar yeni şeylerdir. Daha ileriye gidiniz. Latin, Yunan.

Mısır, Babil, Hint edebiyatının izlerini bulursunuz. Bunlarla da tamam olmaz.

Dünkü, bugünkü, yarınki edebiyatımızda ezmine-i kable’l-tarihiyenin yadigarları bile

mevcuttur. Ben eminim ki asar-ı bi-nihayenin terakkim-i keşfi arkasından… Đlk

penah-ı beşer olan bir mağaranın karanlık ratıb bir köşesinden gelen bir heceli bir

sözün aksi bugün yazılmış bir manzumede gizlidir ve ilk insanların hayvanat-ı

vahşiyeye karşı kopardığı çığlıkla bugünkü insanların en ihtizazlı anın infiali

arasındaki rabıta asla münkati olmamıştır. ”107

107 agm. s. 39.

Page 123: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

105

Onlara göre ulum ve fünun şiiri yok edemez. Bunlar birbirine karşı olan değil,

bir birini tamamlayan iki unsurdur. “Ulum ile fünunun saha-i hakikatte birtakım

vakayı görerek tetkik ederek bunlar arasıdaki rabıtaları bulur, meydana birtakım

kanunlar çıkarır. Bu kanunlar hadisat-ı kâinatı izah eder fakat onları bizim

gözümüzün önüne getirmez, yani tasvir etmez. Đşte şiirin vazifesi ulum ve fünunun

bu noksanını ikmal etmektir. ”108

Hâsılı şiir Servet-i Fünun sanatçılarının en ziyade emek verdiği ve ciddi

sonuçlar aldığı edebî türdür. Şiiri belirli sıkı kalıplarla sıkıştırmazlar. Onlara göre her

türlü unsur şiirin konusu olmaya adaydır. Şiirde ses ve ahenge önem verdiler. Bu

sebeple aynı şiirde farklı aruz kalıplarını kullandılar. Şiirler manzum ve mensur

olabilir. Hece vezni yeknesak ve ahenkten uzak olarak nitelenir. Edebiyatımıza yeni

giren sone ve terzarimanın olgun örnekleri bu dönemde verilir.

1.4.4. Hikâye ve Roman

“Hülya, içimizde saklı iş yapma gücünün gözü açık rüyalarda geleceğe şekil

verecek potansiyelin elle tutulabilecek kadar yakın, ölçülebilen zamanla hiçbir vakit

ulaşılamayacak uzak bir yerde tezahürüdür. Hakikatin vasfı değil cevheridir.

Hülya tecrübe ve incelemenin varmak istediği, ispatı hayal ettiği nihai hedef;

sanatkârın kendisine has tavırla sezdiği ve hatta varlık şartlarını sisli bir tabloda

gördüğü ama bir türlü dilini öğrenemediği büyülü kâinat.”109 Modern anlamda roman

bir ayağı gerçek dünyada bir ayağı romancının hayal dünyasında bir âlemdir.

Gerçek dünyayı, gerçek zaman, mekân, motif, durum, olgu ve kişileri kendi

dünyasınca yansıtan roman, ilk kez Ortaçağ’ın sonlarında görülmeye başlamıştır.

Roman geleneksel anlatı türlerinin daha gelişmiş bir şekli ve farklı bir türevi olarak

var olan değişik bir yapıya sahiptir. Bu anlamda romanın geçmişini:

1. Gerçek dışılığa dayalı tahkiye dönemi

108 Hüseyin Cahit, “Hikmet-i Bedayie Dair 16, Sanat ve Şiirin Đstikbali 3”, SF, Nu. 396, s. 91-93. 109 Şerif AKTAŞ, Roman Sanatı ve Roman Đncelemesine Giriş, Akçağ Yay. Ankara, 1988, s. 1

Page 124: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

106

2. Fiziksel gerçekliğe bağlı tahkiye dönemi olarak ikiye ayırmakta fayda

vardır.

Türk edebiyatında ise X. yüzyıl ile XIX. yüzyıl arasında Đslam medeniyeti

etkisi altında gelişmiş, oldukça verimli, çeşitli ve zengin bir anlatı birikimi

bulunmaktadır. Türk romancısının beslenme alanı yalnızca Batı edebiyatı ve romanı

değil, aynı zamanda ve belki de daha fazla olarak miras devraldıkları Doğu-Đslam

edebiyatlarıdır. Özellikle manzum ya da mensur hikâye geleneği Türk romanı

üzerinde önemli bir etki payına sahiptir. Ancak klasik edebiyatımızda şiir daima

nesrin önünde yürümüştür. Bu durum Tanzimat döneminde de görülebilir. 110

XIX. yüzyılda Osmanlı toplumunda yazılan veya tercüme yoluyla bu

dönemin edebiyatına giren eserler büyük oranda popüler edebiyat türünde eserlerdir.

Popüler hikâye anlatma türünün özellikleri eserlerde görülür. 111

Bizde ilk roman ve hikâyeler tercümeler yoluyla başlar. Türkçeye nakledilen

ilk Avrupai hikâye Yusuf Kamil Paşa’nın Telemak’ıdır.

Roman, Tanzimat’tan itibaren Osmanlı’nın her alanda Batılılaşma eğilimine

paralel olarak Batı edebiyatından aldığı bir türdür. Tanzimat döneminde Batılı

anlamda romana geçiş birden bire olmaz. Bir geçiş süreci vardır. Đlk romanlarda,

geleneksel Türk anlatı türlerinin izleri bolca görülür. Ancak zamanla Türk romanı,

geleneksel anlatı özelliklerinden ve unsurlarından sıyrılarak kendi özgün türüne

kavuşmuştur. 112

Aslında Tanzimat’tan daha önce olağanüstü anlatıdan modern anlatıya geçiş

denemesini 1796’da Muhayyelât-ı Aziz Efendi ile görürüz. 113 Ancak kesin bir tavrın

görülmesi için Tanzimat beklenecektir. Tanpınar bu zamana gelinceye bizde romanın

neden filizlenmediği konusunda fikir yürütür ve bir Türk romanı niçin yoktur

110 Cafer GARĐPER, Yenileşmenin Başlangıcı ve Öncüleri, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı, 1839-

2000, Grafiker Yay. Ankara- 2004, s. 56. 111 bk. Hakan YILMAZ, Avrupa Haritasında Türkiye, Boğaziçi Üniversitesi Yay. Đstanbul, 2005, s.

104. 112 bk. Nurullah ÇETĐN, Roman Çözümleme Yöntemi, Ankara, 2004. 113 Zeynep UYSAL, Olağanüstü Masaldan Çağdaş Anlatıya: Muhayyelât-ı Aziz Efendi, Boğaziçi

Üniversitesi Yay. Đstanbul, 2006, s. 165.

Page 125: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

107

sorusunun cevabının arar. Bu konu ile ilgili savlardan, Türk romancısının cemiyetle

ve hayatla alakadar olmaması, garptan okunanların tesiri altında bulunuş ve

samimiyet üzerinde durur. Sonunda da bunun tek bir sebepten yani yalnızca

romancıdan kaynaklanmadığını devrin, sosyal çevrenin, romancının ve geleneğin bu

konuda etkili olduğu kanaatine ulaşır. 114 Ayrıca bu türlerin bizde geç ortaya çıkması

hususunda Tanpınar, bizde erkekli kadınlı hayatın yokluğuna, tanışma sevme işinin

kafes arkasından veya mektupla olmasına, bütün bunların ferdi hayatta oluşturduğu

eksikliğe ve ilave edersek harici âlemi tasvir hususunda dilin ve göz sanatlarının

eksikliğine bağlar. 115

Yazarların eğitim şekli yani Batılı yazarların eserleriyle büyümeleri

kahramanlarda da görülür. Gerçekten de Servet-i Fünun romanında, eski olsun yeni

olsun yerli yazarları ve eserleri okuyan roman kahramanına rastlanmaz. Haklarında

ayrıntılı bir açıklama yapılmayan, adları belirtilmeyen ve sadece okunduğu söylenen

kitapları bir yana bırakırsak, okunan eserlerin ve yazarların hep yabancı olduklarını

görürüz. Denilebilir ki kahramanlar da eserlerin yazarları gibi estetik ve edebî

gıdalarını hep, başta Fransız edebiyatı olmak üzere Avrupa’dan alırlar.

1870’ten sonra ilk yerli ürünlerini vermeye başlayan Türk romanı iki ayrı

yoldan gelişir: Birinci yol, aydın olmayan geniş halk topluluğunun Batılı hikâye ve

romana hiç yadırgamadan alıştırılması Ahmet Mithat tarafından açılan ve Batılı

hikâye ve romanla Türk halk hikâyelerini uzlaştırmaya çalışan yoldur. Bu halk

hikâyelerinin bir nevi modernleştirilmesidir ve Şinasi’nin ortaoyunu ile Batılı

komediyi uzlaştırmaya çalışması gibidir. Đkinci yol ise, Batı kültürü ile temasa

geçmiş olan sınırlı aydınlar topluluğu için Namık Kemal tarafından açılan yerli

hikâye ve roman örneklerini göz önüne almadan doğrudan doğruya Batılı hikâye ve

roman tekniğini uygulamaya çalışan yoldur. Genel olarak romanın gayesinde

birleşen, onun okuyucuya sadece zevk vermesi için değil, aynı zamanda medeni bir

insana gerekli bir takım bilgileri de vermek için yazıldığını kabul eden bu iki anlayış

romanın yazılış tarzında, yani tekniği ile dil ve üslubunda bir birinden ayrılırlar. 114 bk. Ahmet Hamdi TANPINAR, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yay. Đstanbul, Ocak– 1992,

s. 45. 115 bk. Ahmet Hamdi TANPINAR, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitapevi, Đstanbul,

1997, s. 297.

Page 126: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

108

Ahmet Mithat’ın açtığı ve pek çok eseri ile beslediği çığır, Servet-i Fünun

döneminden önce ve o dönemde de bu topluluk dışında kalarak eser veren Hüseyin

Rahmi ve Ahmet Rasim tarafından sürdürülür. Halit Ziya bu basit ve iyi işlenmemiş

romancılığa son verir. Kahramanların ihtiras ve duygularını tahlil etmeyi, onları

muhitleri içinde göstermeyi esas gaye bilerek, 116 sanatkârane bir üslup ile Türk

dilinde hakiki Batılı romanı o yaratır. Đntibah ile başlayan Namık Kemal’in üslupçu

tutumu ise, Romantizm etkisi ile yazdığı ve edebiyatımızın ilk tarihi romanı olan

Cezmi ile daha da geliştirilir. Onun bu sanatkârane üslup eğilimi kendi eserlerini aşar

ve asıl etkisini, gelecekteki Türk romanına yön vermesi ile gösterir. Gerçekten, onun

bu üslup anlayışı, edebiyatımızda Realizm’in ilk örneklerini veren Sami Paşazade

Sezai, Recâizade Ekrem ve Nâbizade Nazım kanalından gerçek Servet-i Fünun

romanına uzanır. Bu süslü anlatım tarzı, Servet-i Fünun romanının en başta gelen

özelliklerinden biri olarak dikkat çekecektir.

Servet-i Fünun roman ve hikâyesinin en önemli özelliklerinden biri kökeni

Namık Kemal’e dayanan süslü anlatım tarzıdır. Servet-i Fünun romanı Tanzimat

romanına göre teknik açıdan daha olgun ve realizme meyleden bir tavır gösterir.

Halit Ziya, Mehmet Rauf, Safvetî Ziya ve Hüseyin Cahit’ten oluşan Servet-i

Fünun romancıların aşağı yukarı düzenli bir eğitim görmüş, bir yabancı dil bilen,

ilme ve modernleşmeye açık, Avrupa’daki gelişmeleri sürekli takip eden, bir gazete

veya dergide yetişmiş olmaları gibi faktörler bu yazarların romanlarına tabii olarak

yansımıştır. Onlar toplumda kendileri gibi düşünen insanların çoğalmasını ister. 117

Servet-i Fünun romanının en başarılı eserleri 1896-1901 yılları arasında neşv

ü nema bulmuştur. Dört romancı 5-6 yıl içerisinde başarılı sayılabilecek yedi eser

vermişlerdir. Mâi ve Siyah, Aşk-ı Memnu, Kırık Hayatlar, Ferdâ-yı Garam, Eylül,

Hayal Đçinde, Salon Köşelerinde. Gerçi bunlardan son ikisinin başarılı birer eser olup

olmadıkları tartışılır. Đstibdat yılları bittikten sonra Hüseyin Cahit son romanı olan

Hayal Đçinde’yi 1898’de, Safvetî Ziya ise bitmiş tek romanı olan Salon

116 Mehmet KAPLAN, “Halit Ziya Uşaklıgil”, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 2, Dergâh Yay.

Đstanbul, Kasım 1997, s. 172. 117 bk. Selçuk ÇIKLA, Roman ve Gerçek Bağlamında Kültür Değişmeleri ve Servet-i Fünun

Romanı, Akçağ Yay. Ankara, 2004.

Page 127: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

109

Köşelerinde’yi 1898-1899’da yazıp tefrika ettirmişlerdir. Halit Ziya ve Mehmet Rauf

ise 1901 yılında Servet-i Fünun topluluğunun dağılmasından sonra 1908’e kadar hiç

roman yazmamışlardır. 1908’den sonra Safvetî Ziya’nın yazdığı Yıldız Böcekleri ve

Halit Ziya’nın Nesl-i Ahir adlı eserleri istibdat devrini lanetlemek amacıyla

yazıldıklarından ve bir kinin yansıması olarak değerlendirildiklerinden pek başarılı

bulunmamışlardır. Bu iki eser dışında 1909’dan 1929’a kadar Mehmet Rauf’un sekiz

romanı ve üç uzun hikâyesi kalır. Bu da bize gösteriyor ki roman en verimli devrini

istibdat zamanında yaşamıştır.

Bizde asıl romancılık Halit Ziya ile başlar. 118 Romanda ağır bir dil

kullanılması meselesini ise yıllar sonra Halit Ziya’nın kendi eserlerini sadeleştirme

çabası da doğrulamaktadır. 119

Eserlerde dış mekân olarak genellikle Đstanbul seçilir. Kişiler yaşadıkları

çevre veya toplumdaki fonksiyonundan ziyade psikolojileriyle eser içinde yer

almaktadırlar. “Halit Ziya’nın sekiz romanının da geniş mekânı Đstanbul’dur.

Hikâyelerinde yer yer bunun dışına çıkan yazar, romanlarında Đstanbul’la sınırlı kalır.

Đstanbul’un çeşitli semtleri mekân olarak kullanılmakla birlikte mesire yerleri ve

parklar ağırlıktadır. ”120

“Yazar kadrosunu Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit, Ahmet

Hikmet ve Safvetî Ziya’nın oluşturduğu Servet-i Fünun romanı; aşk, ölüm, kaçış ve

yabancılaşma izlekleri üzerine kurulur. Dar bir sanatçı kadrosu ve kısa bir zaman

dilimini(1896-1901) kapsayan bu dönem; ‘toplumdan kopuk’, ‘içe kapalı’, ‘dar bir

çevreye tutuklanmış', gibi bazı haklı tespitleri içeren eleştirilere uğramasına rağmen,

yenileşme sürecindeki Türk edebiyatını, özellikle anlatı türlerinde yeni ufuklara taşır.

Daha önce ezberlenmiş klasik öyküleri anlatan öyküleme yeteneğini ve yaratma

reflekslerini kaybetme noktasına gelmiş bulunan Türk sanatçıları, estetik bir kaygıyla

118 bk. Ahmet Hamdi TANPINAR, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yay. Đstanbul, 1992, s.

275. 119 Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Devirler, Đsimler, Eserler, Terimler, C. 7, Dergâh Yay.

Đstanbul, 1994, s. 535. 120 Đsmail ÇETĐŞLĐ, Halit Ziya Uşaklıgil, Bizim Klasiklerimiz, Şule Yay. Đstanbul, Kasım-2000, s.

120.

Page 128: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

110

yeniden metin üretmenin zevkine Servet-i Fünun döneminde ve onun oluşturduğu

edebiyat ortamında varmışlardır. ”121

Derginin incelediğimiz bölümlerinde yer alan Halit Ziya’nın Mösyö Kanguru

adlı hikâyesi yayınlanmıştır. Eser içeriği bakımından garp çeşnisiyle dolu olsa da bu

durum diğer eserleri için geçerli değildir. Üslup onlar için son derece önemlidir.

Halit Ziya’ya göre üslup öyle bir şeydir ki, onun arasından kailinin, muharririnin

maneviyatını, tıynetini görmek mümkündür. Onun içindir ki ‘Üslub-ı beyan ayniyle

insandır. ’ deyince doğru bir hüküm vermiş olunuyor. Hatta yalnız kailin ve

muharririn hüviyetini değil aynı zamanda ırkının, muhitinin, milliyetinin, devrinin

hususiyetlerini de görürüz. Üslup ne ziynetlerde ne teferruattadır, asıl üslup herhangi

bir mevzuun tasvir ve tespiti için ihtiyar edilen yollardadır. Üslup ne kelimelerde ne

onlara ait süslerdedir; o tamamıyla başka bir şeydir ki eserin esasını ve muharrirde

yazı sanatının mayasını teşkil eder, der.

Ayrıca bu dönem hikâyelerinde de dar bir sosyal ortam içerisinde, kişinin iç

çatışmalarından doğan sorunlarını maupassantvâri bir anlatım tarzı görülür. Olayların

genel olarak tek düze bir zaman ve mekân boyutunda cereyan ettiği öykülerin, klasik

bir olay örgüsü vardır. Daha ziyade aşk, ölüm ve karamsarlık temleri üzerinde

durulur.

Edebî eser ve ahlak meselesi üzerinde durulmuştur. Romanın bir vâiz

olmadığı, edebî eserin topluma nasihat vermek gibi bir görevinin olmadığı

savunulmuştur. “Bir sanatkâr, bir vaiz değildir. Bedâyet-i amirede pek sade görünen

şu mesele edebiyat-ı umumiyece birçok ihtilaflara badi olmuştur. Çünkü edebiyattan

tezhib-i ahlaka ve tenvir-i efkâra hizmet gibi maksat beklemek minel-kadim

zihinlerde olagelmiştir. Hâlbuki ahlak başka, edebiyat başkadır. ”122

Bu dönemde yazılan romanların sosyal hayatın değişimi anlamında ciddi bir

kaynaktır. 123 Derginin incelediğimiz nüshalarında François Coppee, “Mücrim” adlı

121 Ramazan KORKMAZ, Komisyon, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı 1839-2000, Grafiker Yay.

Ankara, 2006, s. 113. 122 Hüseyin Cahit; “Romanlara Dair, Edebiyat ve Ahlak”, SF, Nu. 358, s. 309. 123 bk. Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, Đletişim Yay. Đstanbul, 1992.

Page 129: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

111

eseri, Hüseyin Cahit Yalçın’ın, “Hayal Đçinde” adlı eseri, Safveti Ziya, “Salon

Köşelerinde” adlı eserleri tefrika edilmiştir. Hâsılı bütün bunlardan hareketle gerçek

anlamda modern roman Servet-i Fünunla ortaya çıkar. Bu dönemde Realizm ve

Natüralizm’in etkisinde olan roman ve hikâye asıl kimliğini Halit Ziya’da bulur.

Ekonomist dergisinde yayımlanan bir makale Orhan Pamuk ve Latife

Tekin’den bahsedilirken “Atatürk’ün yaramaz çocukları”124 olarak tarif ediliyor. Bu

iki yazar Türk edebiyatında Kemalizm sonrası açılımın temsilcisi kabul ediliyor. Bu

anlamda Orhan Pamuk’a Nobel’i getiren yalnızca Doğu kültürünü Đstanbul’da

buluşturmasının yanında Servet-i Fünun dönemine dayanan roman ve hikâye

geçmişimizin büyük payının olduğu yadsınamaz bir gerçektir.

Hâsılı onlar roman ve hikâyeyi beşer hayatını aynası olarak görürler.

Eserlerde vaka zincirinden ziyade ruh tahlilleri ön plana çıkar. Her olay ve konu bu

eserlerde incelenmelidir, edebiyatçılar bir vâiz değildir, kanaatindedirler. Romanı

meydana getiren tip, konu, mekân gibi unsurlar arasında kuvvetli bir uyum olmalıdır,

görüşündedirler. Bu dönemin romanı Halit Ziya ile en olgun eserlerini verir. Zaten

diğer romancılar da onun izinden yürür.

1.4.5. Tenkit ve Tahlil

Avrupa fikir ve sanat âlemi ile temastan sonra memleketimize gelen türlerden

biri de tenkittir. Fakat bu türün gelişi diğer edebî türlerden farklıdır. Çünkü diğer

edebî türler kendilerini meydana getiren sanatçılarıyla birlikte gelirken tenkit,

münekkitsiz gelmiştir. Bunun edebiyatımızda ufak tefek numuneleri görülmüşse de

edebiyatımızda tam anlamıyla bir münekkit yetişmemiştir. 125Tanpınar bu durumu

edebiyatın en büyük zaaflarından biri olarak görür. Bu yokluk edebiyatın her

köşesinde görülür. Ve bilhassa roman, tiyatro, hikâye gibi neviler bu yokluktan

cidden mustariptir.

Tanpınar bu durumu şöyle ifade eder:”Ahmet Mithat ve Namık Kemal’den

beri yetmiş seneyi mütecaviz bir zaman içinde bu nevilerin memlekette eseri

124 Economist, 27 October-2001, s. 92. 125 bk. Ahmet Hamdi TANPINAR, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yay. Đstanbul, 1992, s. 70.

Page 130: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

112

veriliyor, birçok şöhretli, az şöhretli muharrirlerimiz var. Yüzlerce eser daima

yenileşen bir okuyucu kütlesinin hayat ve fikir susuzluğunu tatmin ediyor.

Beğenilenler, ihtirasla sevilenler, beğenilmeyip bir köşeye atılanlar, tekrar moda

olanlar, velhasıl her cinsten eser var. Ve bunların temas ettiği bir yığın mevzu ve bu

mevzuların hemen hepsinin de ister istemez dokundukları birçok meseleler var. Fakat

bütün bunlara külli bir bakışla bakan, hayatla, devirle, tarihle, yabancı ananelerle ve

yerli görenekle onların arasında mevcut gizli ve aşikâr münasebetleri meydana

çıkaran, altlarını çizen ve zaruri surette bir tekâmülün mahsus olması lazım gelen bu

eserlerde o tekâmülün merhalelerini işaret eden tek eserimiz yok. ”126

Servet-i Fünun sanatçıları eserlerini yazmadan önce yazacakları tür üzerinde

düşünen sanatçılardır. Bu dönem sanatçılarının tenkit anlayışı Hippolyte Taine’ye

dayanır. Onlar Türk edebiyatındaki tenkit anlayışını eksik ve kusurlu bularak

edebiyatımızda yeni bir tenkit anlayışı meydana getirmeye çalıştılar. Bu dönemin

aydınları kendilerinden önceki aydınlardan farklı olarak Batılı tenkitçilerin fikirleri

ve eserleriyle de ilgilenmişlerdir. Tenkidin tanımı, prensipleri ve Batılı tenkitçiler

üzerine düşünmüşler ve çeviriler yapmışlardır. Halit Ziya Kırk Yıl adlı eserinde tenkit

anlayışını şöyle ifade eder:

“Bizim neslin yetiştiği zamanlarda tenkit ve itiraz ancak lafza, şekle aitti;

kendilerine münekkit denenler, her hangi bir eserin üzerinde ne bulurlarsa onu

kemirmeye, oradan oraya sürükleyerek idraklerinin küçücük deliklerine kadar

götürmeye çalışan karıncalar gibidirler. Bunlar telaşla, ganimet bulmuş açlar hırsıyla

abes kes ile kafiye mi tutmuş? Biri Arap harfleriyle se ikincisi sin ile yazılan bu iki

başka yaradılışta kelime nasıl çiftleşebilir? Bütün karınca alayı bunun etrafında

seğirtir, koşuşurdu…

Hele nesir parçalarını delik deşik ederler de açtıkları çukurların altında ne

varsa onu aramaya çalışacak kuvvet bulamazlardı. Hatta hiçbir zaman bir tenkit

numunesi görmemişler, belagat kitaplarının haricinde bir fikir ve sanat dünyasının

mevcut olabileceğini tevehhüm etmemişlerdi. ”(1936-88) Kendi zamanındaki tenkit

anlayışına böylesine eleştiren Halit Ziya kendi tenkit anlayışını şöyle ortaya koyar:

126 age. s. 71.

Page 131: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

113

“Fikir ve his âlemine yeni bir şey getirilmiş midir, sanata yeni sermaye ilave

olunmuş mudur, o zamana kadar mevcudiyetinden şüphe olunmayan bir inşa usulü

tatbik edilmiş, hayata, beşeriyete, eşyaya, ihtisaslara yeni bir görüş köşesinden

bakılmış, hülasa sanat zemininde o güne kadar hiç tanınmayan sahalar açılmış mıdır?

Bunu onların arasında kendisine soran bir insaf sahibi yoktur. ” (1936-89) Halit Ziya

bu durumun zamanla değiştiğini de ilave eder.

Servet-i Fünun’da tenkit üç ana yol takip eder. Birincisi kendilerine yöneltilen

tenkitleri cevaplandırmak, ikincisi kendi edebiyat anlayışlarını tanıtmak ve

yorumlamak, üçüncüsü ise Batı edebiyatı hakkında değerlendirmeler yapmak ve

özellikle o dönem edebî akımlarını gündeme getirmektir… Ancak dergide tenkidin

yoğunlaşması daha ziyade ikinci noktada olur. Bu gençler başlattıkları hareketin

mahiyetini, edebiyat ve sanat anlayışlarını uzun uzun kaleme almışlardır. Özellikle

“Musahabe-i Edebiye” sütunlarında yazarlar edebiyat meselelerini gündeme

getirerek tartışmışlardır. 127

Đncelediğimiz sayılarda Batı tenkit tarihi önemli bir yer tutar. Mehmet Rauf

‘Tekâmül-i Tenkit’ adlı yazı dizisinde Batı tenkit tarihini ayrıntılı bir şekilde verir.

Yazı dizisinin başında da böyle bir seri yazıya neden ihtiyaç duyulduğunu da açıklar.

Ona göre Batı edebiyatını bilmek, Türk edebiyatı için çok faydalı ve lüzumludur.

Çünkü Batı edebiyatını öğrenmek, fikirlerin ve edebî eğilimlerin ve dolayısıyla fikre

tesir eden şeylerin ne olduklarını ve nasıl geliştiklerini öğrenmeyi sağlayacaktır. Batı

edebiyatını ciddi olarak öğrenmek için önce tenkidin gelişme seyrini incelemelidir.

Çünkü Batı edebiyatının nasıl olduğunu öğrenmeden önce ne olduğunu bilmek

gerekir, bunu söylemek de tenkidin görevidir. Tenkit edebiyatın ruhu demektir ve

hizmeti, edebiyatın ne olduğunu, ne olması gerektiğini araştırmak ve

açıklamaktır.”128 Bundan sonra Mehmet Rauf tenkidin tarih içerisindeki gelişimini

anlatır.

Uzun seri yazıdan hareketle Mehmet Rauf’a göre tenkit şöyle olmalıdır.

Tenkitte birinci şart yazarın hâl tercümesidir. Yazar önce bütünüyle tanınmalıdır. 127 bk. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Devirler, Đsimler, Eserler, Terimler, C. 7, Servet-i

Fünun maddesi, Dergâh Yay. Đstanbul, 1994, s. 531. 128 Mehmet Rauf, “Tekâmül-i Tenkit, Mukaddime”, SF, Nu. 370, s. 90.

Page 132: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

114

Çünkü eserler birer üslup parçasından ibaret değil, yazarın fikir ürünüdür. Öyleyse

tenkitçi önce o insanı öğrenmeli yani yazardan esere doğru bir yol izlemelidir.

Sanatkârı öğrenmek için elden gelen her şey yapılmalı, onun zamanında yaşamış

olanlarla görüşülmelidir. Bir yazarın mizacı, zamanı ve içinde yaşadığı halk

hakkında kesin bilgiler edinilmelidir. Fakat bir yandan da bunun mümkün olmadığını

söyleyerek de çelişkiye düşer. Sainte-Beuve eserlerini inceleyeceği yazarı anlamak

için doğduğu ülkeyi, mensup olduğu ırkı, ecdadını, akrabalarını ve özellikle annesini,

terbiyesinde rol oynayan sosyal çevresini araştırır. Sonra da yazarı tasvire başlar.

Sainte-Beuve tenkitte tarihin öneminden ve eserin kıymetinden çok yazarın bizzat

tabiatı ve hususiyeti ile ilgilenir. O, prensip koymaktan kaçındığı, sade tasvirle

meşgul olduğu hâlde, daha sonra bütün fenni tenkitçiler onu üstat tanımışlar ve

prensiplerini onun eserlerinden çıkarmışlardır.

“Servet-i Fünun’da eleştiri kısır çekişmeleri aşarak sistemli bir dizge

bütünlüğe kavuşamadığı gibi, kendisinden önce bulunan ve üstat olarak kabul ettiği

Ekrem’in perspektifini de yakalayamaz. Dönem için ciddi bir eleştiri anlayışından

bahsetmek zordur. Servet-i Fünun sanatçıları daha çok Batı edebiyatlarından çeviri

yoluyla esinlendikleri konuları aralarında kıyasıya tartışırken, eleştirinin kendisini

öne süren düşünsel zeminden yoksun olduklarından habersizdiler. Bu nedenle hep

yüzeyde kalırlar ve eski yeni tartışmasının çoğu zaman polemikten öteye geçemeyen

kısır döngüsünü aşamazlar. Ancak, Halit Ziya, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit ve

Ahmet Hikmet’in eleştiri vadisinde boy gösterdiği bu süreçte, Hippolyte Taine

görüşlerinden beslenen Cenap Şahabettin ve bilhassa Ahmet Şuayp’ın ciddi

çalışmaları vardır.”129

Derginin edebiyat anlayışıyla ilgili olarak yapılan eleştirilerden biri de taklitçi

olmalarıdır. Bu eleştiri derginin yazarları tarafından farklı yazılarda cevaplanır. Onlar

taklidin gerekliliğine inanırlar. Taklit milletlerin kendilerine has bir edebiyat vücuda

getirmelerinde bir basamaktır. Bu amaçla kullanılmalıdır ve hatta Avrupa ülkelerinin

hepsi bu yollardan geçmiştir. Biz neden geçmeyelim, düşüncesindedirler. “Acaba bu

edvar-ı iktibas ve taklitten heva ve naheva kendini alamayan şu koca koca

129 Ramazan KORKMAZ, Komisyon, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı 1839-2000, Grafiker Yayınları,

Ankara, 2006, s. 162.

Page 133: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

115

milletlerden hangi biri üdebasının temayülat-ı tabiyesi, bu bedahet-i tarihiye

neticesinde milliyetlerini, hususiyet ve ahlakiyelerini, hissiyât-ı edebiye-i

kavmiyelerini kaybettiler. Ruslar Alman mı oluverdiler? Yoksa Almanlar, Fransız mı

oldular?

Ya niçin her milletin esbâb-ı terakkiyatından biri ve belki birincisi olan bu

mesele-i iktibasın bizde de tecelli etmesini nahoş görmek, hiç kimseye benzememek

gibi pek beyhude bir teklifte fazla bir gayrette bulunuyoruz? Ellerin geçtiği köprüden

geçmeyip de ne yapacağız? Avrupa’yı misal göstermeye ne hacet, işte bugün

Cezayir’in, Mısır’ın, Beyrut’un Arab’ın, Hind’in, Đran’ın, Farisi cerâit ve kitâb-ı

edebiye-i hâzırası tetkik edilsin onlarda da Avrupa tarzı tahririne, uslûb-ı tasvirine,

usul-i tefekkürüne taklit edildiği müşahede olunur. ”130

Hatta taklit konusunda “Eslafımız Arap ve Acem mukallidi olmasa o devre-i

tabiye-i iktibası emrar etmese idiler acaba edebiyatımız bu mertebeyi bulabilecek

miydi?”131 sorusunu sorarak daha önce meydana gelen edebiyatın da temelinde

taklidin yattığını ifade etmişlerdir.

Tenkit, Hikmet-i Bedayi makalelerinde şöyle anlatılır: ”Şimdiye kadar

‘Hikmet-i Bedayi’ makalelerinde asar-ı sanatın ne suretle vücut bulduğu, sanatın ne

demek olduğu, asar-ı sanatın takdir ve kıymeti için nasıl bir mikyasa müracaat

edileceği –Avrupa hükemasının en makbul eserlerine istinat edilerek- mümkün

mertebe izah olunmuştur”132.

Bu dönemin tenkit anlayışına göre eserin yazıldığı, yetiştiği ortamın da iyi

bilinmesi, tanınması tenkit için vazgeçilmezdir. 133 Kendilerinden önce yapılan

tenkitleri de eserin tamamen tesadüflerin meydana gelmesi olarak gördükleri için

eleştirirler. “Filhakika tenkid-i cedidenin bugün en esaslı noktaları bu kaide üzerine

müessistir. Eser-i sanat, derununda yetiştiği heyet-i içtimaiyenin bir mahsul-i

zaruriyesi olunca bize gerek sanatkâr ve karineleri hakkında gerek o heyet-i içtimaiye

130 Ahmet Hikmet, “Musahabe-i Edebiye” SF, Nu. 382, s. 289. 131 age. 290. 132 Hüseyin Cahit, “Hikmet-i Bedayie Dair 14, Sanat ve Şiirin Đstikbali”, SF, Nu. 394, s. 52. 133 bk. Hüseyin Cahit, “Hikmet-i Bedayie Dair 2”, SF, Nu. 372, s. 117.

Page 134: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

116

hakkında rehber olmak o zaman da nasıl düşündüklerinden, nasıl hissettiklerinden

haber vermek lazım gelir. Münekkit de işte bu noktaları tayine, izaha çalışır. Yoksa

öyle yanlış diye telakki ettiği bir kelime, bir mutabakat hatasını ortaya sürmekten

başka bir şey bilmeyerek malumatfüruşane zarafetler, ketmolunmayan garazlar

altında saklı tarizleriyle bu gibi hakikatten gafil olduğunu erbab-ı basirete ilan edip

durmaz. Tenkidin bu kadar mühim, bu kadar âli bir vazifesi var iken o garazkârane, o

bîvukufane meşgalelerde ısrar etmek sanırım ki iftihara değer bir şey değildir... Ah,

bunu bir şey zannedenler anlayabilseler. ”134

Servet-i Fünun’a göre tenkit edebiyatın ruhudur. Modern bir edebiyata

kavuşabilmek için Batı tenkidinin de devre devre incelenmesi gerektiğini ifade

ederler. Bu anlayış tenkit tarihi bakımından bir ilktir. Onlar artık tenkidin teorisi

üzerinde de dururlar. Onlara göre tenkit gerçek anlamda XIX. asırda ve Fransız

edebiyatında ortaya çıkmıştır.

Servet-i Fünun edipleri, eserlerinin güzellikten yoksun olmaları yönündeki

eleştirilere de cevap verirler. Güzelliğin sabit ve muayyen bir husus olmadığını,

böyle olsaydı, güzel konusunda hep ortak kanaat ve kararların olması gerektiğini

ancak birinin çirkin dediği bir şeye bir başkasının güzel demesinin kökeninde bunun

olduğunu ifade ederler.

Süleyman Nesip, Servet-i Fünun edebiyatını eleştirenleri üç gruba ayırır.

Bunları tek tek tanıtır ve eleştirilere cevaplar verir. “Edebiyat-ı hazıraya itiraz

edenler üç sınıfa ayrılar ki birinci sınıfı edebiyat-ı atike müstahlifleri, ikinci sınıfı

devr-i inhitat bekayası, üçüncü sınıfı da mütevassıtin teşkil ederler. Đki evvelki sınıfta

bulunanlar geçmiş bir zamana iddiâ-yı nispet ettikleri cihetle sözlerinin hiçbir

ehemmiyeti olamaz. Ancak mutavassıtin dediğimiz zevat ki devr-i inhitat ile şimdi ki

devr-i teceddüt arasında kalmak isteyenlerdir, bunlara acımamak ve edebiyat-ı

hazıraya ettikleri hücumattan dolayı teessüf etmemek elimden gelmez. Mutavassıtin

evvela üdebâ-yı hazıra tarafından istimal olunan bazı sıfata, bazı terakibe ilişiyorlar.

Bunlara garabet isnat ederek muharrirlerini hırpalıyorlar. Düşünmüyorlar ki o sıfatı,

o terkibi vücuda getiren yeni bir fikri, yeni bir hissi, yeni bir hayali, eski bir sıfat ile

134 agm. SF, Nu. . 372, s. 118.

Page 135: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

117

eski bir terkip ile eda etmek gayr-ı kâbildir. Faraza saat-i semenfam, nâ-yı zimert,

şikestereng-i sefalet gibi terkipler yerine o manaları ifade edebilecek başka ne

terkipler yapılabilir? Burada mesela ‘Saat-i semenfam ne demek, bu terkibe ne hacet

vardı?’ gibi bir sual iradı muhtemeldir. Bence bu suale karşı bir şey dememelidir;

çünkü o gibi terakibi icat eden fikr-i edebiye henüz vakıf olmayanlar dermeyan

edeceğiniz mütalaatı mümkün değil anlamazlar.

Saniyen cümlelere, şive-i beyana itiraz ediyorlar: ‘Bu yazılan şeyler hiç

Türkçe değil. ’ diyorlar. Bende itiraf ederim ki edebiyat-ı cedide müntesipleri

içerisinde sakat, garip cümleler yapanlar var; fakat onlar o sakat, o garip cümleler

arasında o kadar samimi, o kadar garizi bedialar ibraz ediyorlar ki insan hayran

oluyor. Tahminime göre o sakat, o garip cümleler henüz bizde söylenmeyen bazı

manaları beyan etmek yahut bazı efkâr-ı mevcudiyeyi yeni ve daha ciddi bir tarz ile

söylemek için bizzarure tabiat-ı ifadeyi haber etmelerinden neşet ediyor. Umarım ki

muterizler bu muharrirleri sarf ve nahiv kaidelerini bilmemekle itham etmezler, ne

hacet mebahis-i adiye için yazdıkları makalelerde öyle sakatlara gariplere tesadüf

olunuyor mu? Şu hâlde şive-i beyan efkâr ve hissiyat-ı cedide-i edebiyeyi bütün

nezaket ve nezahati, bütün teravet ve zarafetiyle ifade edecek bir şekil ve surete

girinceye kadar beklemek veyahut şive-i ifadeye bu tarzın muhtaç olduğu kabiliyete

vermek daha münsafane bir karar, daha terakkipesendane bir şiar olur, zannederim.

Belki bazılarına göre bu mebhasta birkaç misal iradı lazım gelir; ben mütevassıtîne

karşı bu lüzumu hissettim, çünkü yazılan şeyleri hep okuyorlar… Halit Ziya’nın,

Mehmet Rauf’un, Hüseyin Cahit’in yazdığı şeyler hep Servet-i Fünun’da var. Boş

yere itiraz edileceğini bunlardan mesela Halit Ziya’nın Bir Yazın Tarihi, namı altında

yazdığı ufak hikâyelerden Đhsan’ın Aliye ile balkonda geçirdiği bir gece tasvirinde

ilişecek bir cihet görüyorlarsa onu tasrih etseler, sonra bu böyle yazılmaz, şöyle

yazılır diye ondan hatta bir cümle yerine diğer bir cümle yazarak gösterseler emin

olun ki kimsenin bir diyeceği kalmaz. Lakin bunu yapmazlar, çünkü

yapılamayacağını bilirler. Öyle ise niçin itiraz edeler? Bunun sebebi bence sırf

ruhidir. Mutavvassıtlar bütün bu itirazlarında infialat-ı nefsiyelerine mağlup

oluyorlar; mesela bazıları bunlardan layık olmadıkları bir hürmetle rağbete intizar

ediyorlar. Bazıları da şu henüz dünkü çocukların -Evet bunu itiraf etmelidir-

Page 136: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

118

kendilerinin göremedikleri, yazamadıkları, şeyleri yeni görerek parlak bir üslup ile

ifade ettiklerini müşahede edince kıskanıyorlar; ben bu hakikati bütün yazılarımda

aynen görüyorum

Şunu da söyleyeyim ki bazımız bazı eserlerinde, Frenk şive-i ifadesine taklit

ve hatta bazı Frenkane fikirleri, hisleri bizim tabiatımızla temayülümüzle, efkâr-ı

milliyemizle, kabil-i tevfik görünmeyen bazı fikir ve hisleri doğrudan doğruya

naklediyorlar. Bunun galiba iki sebebi var. Ya bu fikirleri, bu hisleri eda için o şiveyi

daha muvaffak buluyorlar yahut daima o şivede yazılmış asarı mütalaa ettiklerinden

kendilerinde saikayı itiyat ile öyle yazıyorlar. Frenkane fikirlere gelince bunları da,

bana kalırsa yalnız kendi zevklerine tabiyet ederek başkalarının zevkini

düşünmedikleri için naklediyorlar, vakıa bütün bu harekette böyle nispetsizlikler

oluyor, fakat bu hâl, eski yapılan taklide muarız olarak doğan fikr-i şahsiyetin bir

mübalağası, bir ifratıdır ki mürur-ı zaman ile itidal peyda ederek kendine gelecek ve

o zaman bütün bu yeniliklerden hangileri layık-ı hazım ve temsil ise yalnız onlar

mütemessil olarak diğerleri kendiliklerinden düşecek unutulacaktır. Fakat, bilir

misiniz, biz de o zaman nasıl bir edebiyat vücuda gelecektir? Şark ile garbın

imtizacından mütevellit bir edebiyat ki bütün elvan-ı dilferibiyle, bütün etvar-ı

nazendesiyle bir müddet için cihanı kendisine meshur edecektir! Zaten o ifrat ve

mübalağalar istisna edilirse yine onların diğer asarında ve bahusus Tevfik Fikret,

Đsmail Safa, Ayın Nadir Beylerin hemen bütün eserlerinde yenilikten, güzellikten

başka ne görülebilir?

Salisen asar-ı cedide, asar-ı garibenin taklididir, diyorlar ve bize ‘Dekedan

Sembolist’ gibi bazı sıfatlar veriyorlar. Eminim ki bu hükümleri hiçbir mukayeseye

müstenit değildir. Ben şimdi burada bir iki misal göstererek bu hükmün yanlış

olduğunu ispat edeceğim. Evvela bir hakikati dermeyan edeyim: Her yerde malumat

ilerledikçe malumat-ı sabıkanın tevlit ettiği efkâr ve hissiyat ya esasen veya şeklen

değişerek onların yerine ya büsbütün yeni veya şeklen muhtelif efkâr ve hissiyat

kaim olur. Son yirmi seneden beri bizde vücuda gelen terakkiyat-ı ilmiye amalların

bile taht-ı tasdikinde bulunduğundan o terrakkiyat-ı ameliye ile beraber bizde de

bittabi yeni ve muhtelif bir takım efkâr ve hissiyat peyda oldu. Terakiyat-ı ilmiye her

Page 137: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

119

yerde aynı efkâr ve hissiyatı ve fakat -her kavmin müessirat-ı maneviye ve

hükmiyesine, temayülat ve adat-ı fıtriye ve kesbiyesine tatbiken-aynı efkâr ve

hissiyatı tevellüt eder. Bunun için Avrupa milel-i mütemeddinesinde hâkim olan

efkâr ve hissiyat bizde de ve ancak hususi ve milli bir surette tekrar etmeye başladı.

O efkâr ve hissiyattan bir kısmı zevk-i milliyemize muvaffak olmadığı için daire-i

kabulümüze giremediği gibi bir kısmı da, henüz fıkdan-ı istidat sebebiyle, imkân-ı

hulul bulamadı. Edebiyata müteallik bir kısım efkâr ve hissiyatın böyle az zaman

içinde husul ve tekrarı bizde ezmine-i kadimeden beri yalnız bir nevi kabiliyet-i

sanatın tahriz edilmiş olmasından ve binaenaleyh sanayi-i nefiseden en ziyade

edebiyata mütemayil bulunmamızdan naşidir ki bu sırf bize mahsus bir hâldir. Yoksa

milel-i sairede böyle olmamıştır. Onlarda hemen aynı zamanda sanayi-i nefisenin her

şubesi birden tatbik oluna gelmiş ve bu cihetle tehavvülat-ı vakıa bütün o şubelere

mümkasim olmak tabi-i bulunmuştur.

Đşte edebiyat-ı cedidede tesadüf olunan efkâr ve hissiyat şimdiki

malumatımızın, şimdiki medeniyetimizin vücuda getirdiği efkâr ve hissiyattır ki sırf

bizim malımızdır. Bu efkâr ve hissiyattan bir kısmı umumidir. Fakat bunlar efkâr ve

hissiyat-ı müşterekedendir ki akvam-ı müterakkiyenin hepsinde böyledir. O gibi

efkâr ve hissiyatta hiçbir kavim diğer kavme mukallit değildir, her kavim onları

bihakkın benimseyebilir: Alelıtlak efkâr-ı hayriye ve hissiyat-ı insaniye gibi. ”135

Servet-i Fünuncuların edebî tartışmalarda en çok şikâyet ettikleri konu belki

de şahıslarına yapılan saldırılar ve edep dışı tenkitler olduğudur. “Mamafih gerek

Sabah’ta gerek Đkdam’da uzunca fasılalarla tevali eden şu lisan münakaşatı hiç

olmazsa daire-i edepte icale edilmeye alışmış kalemlerden südur ettiği için bir

ceridenin yüzünü kızartacak şeylerden değil. Hâlbuki ötede, aman yarabbi, neler

görüyoruz. Şu kurşun hurufat, şu bigünah maden parçaları ne cümleler tertibine, ne

hakaretler ifadesine alet ediliyor. Onlarla o masum vesait-i neşriye-i marifetle neler

yapılmıyor! Hani edebiyat edepten müştaktı? Hani matbuat medar-ı tamim-i

kemalattı? Bizde kemalat-ı edebiye bir risaleye iyi kötü derc edilmiş bir gazeli tenkit

için sahibini meshureye almak, biçarenin üstüne -hâşâ huzurdan– atılmak mıdır? Bu

135 Süleyman Nesip, “Đki Söz Daha”, SF, Nu. 374, s. 146.

Page 138: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

120

hangi edebiyata, hangi kaide-i edebe sığar? Eğer bunlar tuhaflık olsun, halkı

güldürsün diye yapılıyorsa yapanlar emin olsunlar ki tuhaflıklarıyla edebiyatı

ağlatıyorlar. Hayır, hiçbir zaman sahayif-i matbuat bu derece kirlenmemiştir.

Đhtimal ki benim bu sözlerimde öyle birçok tuhaflıklarla birçok sahifelerin

daha kirlenmesine sebep olacak, bu da ihtimal ki birçokları gülecek, fakat yazık ki

edebiyat ağlayacaktır!”136

Hâsılı, Servet-i Fünun aydınları birçok edebî türde olduğu gibi tenkit türünde

de ciddi mesafeler almışlardır. Đlk defa tenkidin tarihine eğilirler. Tenkidin mahiyeti

üzerinde düşünürler. Bu alanda seri makalelerle ciddi birikim oluştururlar.

Edebiyatın nasıl olduğunu öğrenmeden evvel ne olduğunu bilmek lazımdır, görüşünü

savundular. Ayrıca estetik ve zevk üzerine ciddi çalışmalar gerçekleştirdiler.

Tenkidin vazifesini de, edebiyatın ne olduğu, ne olması gerektiğini araştırmak olarak

değerlendirdiler.

1.4.6. Tiyatro

Tiyatro nevi, Müslüman-şark edebiyatlarının en az tanıdığı sanat nevidir.

Denilebilir ki, Tanzimat’la memleketimize girmiş tek tür odur. Çünkü arada estetik

farkına, iç nizamların ayrılığına rağmen şiir ve muhtelif nevileri bizde de vardı. Şark

hikâyesi, garplı romanla arasındaki farkın büyüklüğüne rağmen daima mevcuttu.

Hatta felsefe ve teoloji mekteplerinin zaruri olarak birbirlerini tenkitle işe

başlamaları düşünülürse, tenkit dahi edebiyatımızda tabiatıyla vardı. Yalnız

tiyatrodur ki, nevinin dışına çıkmamak şartıyla gerek bizde ve gerek başka Đslam

edebiyatlarında benzeri bulunduğu iddia edilemez.

O günlerin insanlarını, tavırlarını dillerini konularını bize getiren geleneksel

toplumumuzun tiyatrosu ne yazık ki yazılı bir geleneği olan bir tiyatro değildi.

Eğlence havasının ön planda tutulduğu, hayatta hiçbir kişi ve kurumu hedef almayan,

amaçlarının yalnızca hoşça vakit geçirmek olduğunu sık sık tekrarlayan Karagöz,

Meddah, Kukla ve Ortaoyunu türlerinin egemenliğinde sürdürülen tiyatro, kıssadan

hisse çıkarmaya, üzerinde titizlendiği anlaşılan ahlak ilkeleri üzerine ders vermeye,

136 Tevfik Fikret, “Musahabe-i Edebiye 46, Harabattan Bir Sahife”, SF, Nu. 395, s. 67.

Page 139: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

121

bireyden yana değil toplumdan yana bir yaklaşımla seyircisine yönelmeye geçerli

ahlak değerlerinden bir ya da birkaçını vurgulamaya özen gösteren bir tiyatroydu.

Toplumsal sorunlara ancak birtakım genellemelerle; soyutlamalarla yaklaşabilen,

ayrıntılı irdelemelerin ve tartışmaların yapılmadığı, ahlaki değerlerin dönemini

tamamladığı için değil, kötü niyetli çıkarcı kişilerin bireysel davranış kusurları

nedeniyle bozulduğunu tekrarlayan, eski kalıpların dışına çıkılmasının her zaman

felaket getireceğini vurgulayan; özellikleri bir oyundan diğerine değişmeyen klişe tip

ve tavırları kullanan; eleştirilerini kişiler yerine tavırlara yönelten; olayların ve

kişilerin derinliklerine girmeyen, kafa karıştırmayan kolay anlaşılan, taklit ağırlıklı,

sözlü kültür koşullarında gelişip ayakta durmaya çalışan bir tiyatrodur, geleneksel

toplumun geleneksel tiyatrosu. Oyunculuk ustalığına dayanan bir tiyatro... 137

Orta oyunu gibi şahıs repertuarı, muayyen tipler hâlinde evvelden tespit edilmiş

sahne oyunlarına gelince, bu ananelerin hakiki tiyatro ile hiçbir suretle alakası

olmayacağı aşikârdır. Osmanlıda ecnebilerin tiyatro kumpanyalarıyla ufak tefek

temaslar olsa bile, tiyatro ile asıl temas Đstanbul’da ilk tiyatro kumpanyası olan ve

1842 yılında başlayan Naum kumpanyasıdır. 138

Sahnelenen ilk tiyatro oyunu olan Şinasi’nin Şair Evlenmesi de geleneksel

oyunlarımızın izlerini kuvvetle taşımaktadır. Yine yanlış anlamalara dayanan bir

konu üzerinde, atasözleri ve deyimlerin geniş bir yer tutması geleneksel tiyatronun

özelliklerindendir. 139

Tanzimat devrinde tiyatro hayatı, gerek eser bolluğu ve gerekse temsiller

bakımından büyük bir canlılık içindedir. Ancak Ahmet Mithat’ın Çerkez Özdenler

adlı dramının hürriyet duyguları aşıladığı gerekçesiyle Gedikpaşa’daki Osmanlı

tiyatrosu, 1884 yılında, II. Abdülhamit tarafından yıktırılır. Burada çalışan

sanatçılardan bir kısmı, Bursa’ya gidip Ahmet Vefik Paşa’nın kurduğu tiyatroda da

bir süre çalıştıktan sonra dağılmıştır. II. Abdülhamit’in birçok eserin sahnelenmesine

137 bk. Murat TUNCAY, Musahipzade Celal Tiyatrosunda Osmanlı Tavrı, Boğaziçi Üniversitesi

Yay. Đstanbul, 2004, s. IX. 138 bk. Ahmet Hamdi TANPINAR, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitapevi, Đstanbul,

1997, s. 278. 139 bk. Đnci ENGĐNÜN, “Şair Evlenmesi”, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Dergâh Yay. Đstanbul,

Ekim-1991, s. 11.

Page 140: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

122

izin vermemesi üzerine Türk sahnelerini tuluat kumpanyaları ve melodramlar

kaplamıştır.

Tuluat kampanyalarının bu hâkimiyeti 1908 yılına kadar sürecektir. Bu

tiyatroların doğmasında ve gelişmesinde, Güllü Agop’un suflörle piyes oynatma

tekelini devletten almış olmasının da tesiri elbette vardır. Suflör yardımı olmaksızın

piyes metnine bağlanabilmenin imkânsızlığını gören bazı tiyatro kumpanyalarının,

suflörsüz yani metinsiz piyes oynama yoluna sapmış olmaları gayet tabiidir.

Hemen hemen bütün repertuarları tercüme yahut adapte eserlerden meydana

gelen tuluat sahnelerinin bu devredeki en ünlü sanatçıları: Mardiros Mınakyan,

Abdürezzak ve onun yetiştirdiği Kel Hasan’dır. Türk kadınının henüz sahneye

çıkamadığı bu devirde de Ermeni sanatçıların hâkimiyeti yine sürmüş, Türk seyircisi

sahnede iyi konuşulan Türkçeden yine mahrum kalmıştır.

Kendi tarzında başarılı bir sanatçı olan ve Osmanlı tiyatrosuna Osmanlı Dram

ve Komedi Tiyatrosu adını takan Mınakyan, 1908’den sonra birkaç yıl daha

seyircisini memnun etmiştir. 1912 yılında sahneye çıkışının 50. yılını kutlamış ve V.

Mehmet Reşat tarafından kendisine bir altın madalya verilmiştir. Ara sıra II.

Abdülhamit’in saray tiyatrosunda da oyunlar sergileyen Abdürrezzak’ın Handehane-i

Osmanisi devrin tanınmış sahnelerindendir. Ayrıca Kel Hasan dönemin oldukça

tanınan ve sevilen tuluat aktörlerindendir.

Böylesine bir tiyatro seviyesi ve atmosferi içinde ciddi çalışmalara imkân

bulamayan ve Abdülhak Hamit ile Ahmet Mithat’ın okunmak için yazılan piyes

tarzını benimseyen Servet-i Fünun sanatçıları, tiyatro türünde eser verebilmek için,

ister istemez, hem siyasi sansürün hem de onun doğurduğu sanat uygulamasının

değişmesini beklediler. Bunun için onlar, tiyatro ile gerçek anlamda ancak 1908’den

sonra ilgilenmeye başladılar. 1908’de imparatorluğun merkezi Đstanbul’da yeniden

başlayan ciddi sahne çalışmaları ve bunların gördüğü geniş ilgi, Servet-i

Fünuncuların tiyatro denemeleri yapmalarına sebep oldu.

Bu dönemde verilen tiyatro eserleri teknik bakımdan birtakım kusurlar

bulundurmakla beraber, Tanzimat dönemi eserlerine göre, tiyatro eserini anlayış

Page 141: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

123

bakımından olduğu kadar, teknik bakımından da önemli farklar, gelişmeler vardır.

Bu fark bize tiyatro denemelerini yapmakta gecikmiş olmalarına rağmen, Servet-i

Fünuncuların Batı’da ve bilhassa Fransa’daki tiyatro çalışmalarına ilgisiz

kalmadıklarını ve onları yakından takip ettiklerini gösteriyor. Şiirlerinde ve

romanlarındaki yapma dil ve üslubu tiyatro denemelerinde kullanmamaya çalışarak

günlük çalışma diline yaklaşmak için gösterdikleri çaba da onların lehine

kaydedilecek önemli bir husustur. Bu dilin Kemal ve Ekrem’in piyeslerindeki dile

göre, çok daha canlı, tabii ve işlek olduğunu ve böylece tiyatro dilinin normal yoluna

hızla girmeye başladığını belirtmek gerekir. Ancak tiyatro dilinin halkın diline bu

kadar yaklaşmasına rağmen, eski alışkanlıkları tesiriyle, konuların halkın

meselelerine gidemediğini ve genellikle vakaların aile çevresi içinde geçtiğini ve

‘evlenme, boşanma, kadının medeni hakları’ gibi temaların etrafında döndüğünü

görüyoruz. Bu durumun, onların içinde uzun süre bulundukları ağır siyasi şartlar

yüzünden, sosyal meselelere yönelme alışkanlığını kazanamamış olmaları ve

Batı’nın tesiriyle, 1908’den sonra Türk aile hayatında bazı mühim değişikliklerin

olmasıyla ilgisinin bulunduğu söylenebilir.

Esasen, 1908’e kadar geçen yirmi beş yıllık geniş süre içinde, Türk

tiyatrosunun zayıf temelleri üzerinde hızla kurulmasına çalışılan yeni yapının da pek

sağlam olacağı düşünülemez. Bu denemeleri, Türk tiyatrosunu yeniden canlandırmak

için yapılan çalışmalar olarak nitelendirmek mümkündür.

Servet-i Fünun sanatçıları arasında, tiyatro ile en çok ilgilenen Hüseyin Suat’tır.

Telif ve adaptasyon olarak sayısı yirmiye yaklaşan eseri vardır. Bunların bir kısmı

basılmış ve bir kısmı da sahnelenmiştir. Dil olarak Servet-i Fünun’un dil ve ifade

özelliklerinden kurtularak normal, canlı ve samimi bir konuşma diline sahiptir.

Konuşulan Türkçeyi ve hece veznini, Milli Edebiyat cereyanına mensup gençler

kadar başarılı bir şekilde kullanmıştır. Yer yer kusurları olmakla beraber tiyatro

tekniği bakımından da başarılı olduğu söylenebilir. 140

140 bk. Kenan AKYÜZ, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, 1860-1923, Đnkılâp Kitapevi,

Đstanbul, 1994.

Page 142: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

124

Tiyatroyla ilgilenen başka bir isim de Mehmet Rauf’tur. Aşk, evlenme şekilleri,

evlilikte ihanet ve bağlılık temalarını işlediği oyunlar, edebiyatımıza fazla bir şey

kazandırmamakla beraber, anılmaya değer eserlerdir. Ayrıca Cenap Şehabettin’in de

Yalan (1911) ve Körebe (1917) piyesleri de teknik bakımından yeterli

görülmemektedir. 141

Bu dönemde sanatçılar her ne kadar eser vermeseler de tiyatro seyircisi

olmaktan da geri kalmazlar. Mesela Halit Ziya’nın Beyoğlu âlemi ile tek bağını

meydana getiren eğlenmesi, Đstanbul’a gelen opera ve operet kumpanyalarına pek sık

devam etmek olmuş ve bu yıllarca sürüp gitmiştir. “Đstanbul tarafının bu pek sönük

sahne hayatına karşılık, Beyoğlu tarafına Fransa’dan daha çok da Đtalya’dan türlü

kumpanyalar gelir ve nöbet nöbet şehrin temaşa ve çoklukla opera ve operetlerle

musiki zevkini beslerlerdi. ”142 Halit Ziya, bir gün Mehmet Rauf’la birlikte

Beyoğlu’ndaki Odeon Tiyatrosu’na gittiklerini, Verdi’nin Un Balo in Maschera adlı

operasını hayranlıkla izlediklerini anlatır.

Bu dönemde tiyatro sanatına ve kadın oyunculara bakış açısından şu satırlar

oldukça manidardır: “Norveç’te aktrisler genç köylü kadınlardır ki ekseriyetle

müteehhildirler. Tiyatrodan kazandıkları para namuskârane bir kazanç addolunur.”143

Bu dönemde tiyatroda Müslüman bir kadın oyuncuyu görmek için henüz çok

erkendir.

“Servet-i Fünun döneminde tiyatro ve sahne olarak adı geçen başlıca yerler,

Tepebaşı Bahçesi, Concordia, Odeon ve Fransız tiyatrosudur. Bunların dışında da

tiyatro, opera ve operetlerden, genel olarak Beyoğlu tiyatrolarından söz edilir. Hatta

incelediğimiz Servet-i Fünun sayıları içerisinde de yer alan Hüseyin Cahit’in Hayal

Đçinde romanının kahramanı Nezih de zamanının önemli bir kısmını Tepebaşı

Bahçesinde geçirir.

141 Hüseyin TUNCER, Arayışlar Devri Türk Edebiyatı 2, Servet-i Fünun Edebiyatı, Akademi

Kitapevi, Đzmir, 1995, s. 9. 142 Halit Ziya UŞAKLIGĐL, Kırk Yıl, Đnkılâp Yay. Đstanbul, 1969, s. 362. 143 Kadri, “Norveç Kadınları ve Mekteb-i Muhtelite”, SF, Nu. 398, s. 123.

Page 143: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

125

Ayrıca bu dönemde kaleme alınan birçok romanın kahramanı da bu tiyatro

sahnelerine gitmişlerdir. Eylül’de Süreyya Concordia’ya gitmiş, Aşk-ı Memnu’da

Behlül Odeon’a gidip temsilleri izlemiştir. ”144

Tanpınar, 1908’e kadar belli başlı siyasi meseleler etrafında umumi bir

heyecanı doğuran bu dönem eserlerinin en büyük zaafını da realiteden uzaklıkta

görür. Bu durum biraz da devrin şartlarıyla da alakalıdır. Tanpınar tiyatroda hayatın

bütün renklerini görmek ister. 145 Ancak bu dönem edebî eserlerinin hemen hemen

tamamında ancak izin verilen renkler ve olaylar eserlere girmiştir. Bu bir zaaftır

ancak ediplerden ziyade şartlardan kaynaklanan bir zaaftır.

Đncelediğimiz bölümlerde Đstanbul’a gelen kumpanyalar haber verilmiş ancak

tiyatro türünü örneklendiren eserler yer almamıştır.

1.4.7. Mensure

Mensur şiir terim manası ile ferdi ve şairane his, duygu ve intibaların şiir

kadar ahenkli ve sanatlı bir dille ifade edildiği vezinsiz, kafiyesiz, mısrasız ve çoğu

gramer kaidelerine uygun cümlelerden müteşekkil büyük bir duygu yoğunluğunun

hâkim olduğu kısa nesirdir. 146

Şiirin cümle yapısını ve ahengini korumaya çalışan; ancak vezne ve kafiyeye

bağlanmayan eserlerdir. Bu tür 1842’ye kadar Fransa’da şairane nesir diye anılır.

Ancak Aloysius Bertrand’ın “Gaspard de la Nuit” adlı eseri yayımlanınca mensur

şiir ayrı bir tür olarak belirmiştir. Yeni türün tutulmasını, kendi şahsiyet ve

özelliklerini bulmasını ise Beudelaire, Đsidore Bucasse, ve Arthur Rimbauld

sağlamışlardır. Türkçede mensur şiiri hazırlayan amillerin başında manzum yazıların

nesre çevrilmesi ve şerhi ile dilimize yabancı dillerden yapılan şiir tercümeleri

gelmektedir. Şinasi’nin Fransız edebiyatından yaptığı şiir tercümeleri bu işin öncüsü

olmuştur. Recaizade Mahmut Ekrem de bazı gazelleri nesre çevirmiş ve şerh etmiştir

ki bu da mensur şiir yolunda atılmış bir adımdır. Lakin tarzın edebiyatımızda 144 Cahit KAVCAR, Batılılaşma Açısından Servet-i Fünun Romanı, Kültür ve Turizm Bakanlığı

Yayınları, Ankara, 1985, s. 206. 145 bk. Ahmet Hamdi TANPINAR, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitapevi, Đstanbul-

1997, s. 285. 146 bk. Đsmail ÇETĐŞLĐ, Halit Ziya Uşaklıgil, Bizim Klasiklerimiz, Şule Yayınları, Kasım 2000

Page 144: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

126

tutulmasını sağlayan eserlerin başında Namık Kemal’in Đntibah’ını, Abdülhak

Hamit’in “Makber Mukaddimesi”ni, Mustafa Reşit’in “Göz Yaşları”nı saymak

gerekir. 147

Bu tür, Osmanlı medeniyetinin yüzünü Batıya çevirmesiyle birlikte ortaya

çıkar. Yeni bir hayat, yeni bir edebiyat demektir. Tanzimat’la birlikte şiir, mevzun ve

mukaffa söz olmaktan çıkar. Hatta Servet-i Fünun neslinin fikir babası Recaizade

Mahmut Ekrem’in ifadesiyle “Her mevzun ve mukaffa lakırdı şiir olmak lazım

gelmez, her şiirin mevzun ve mukaffa bulunmak iktiza etmediği gibi…”148 Bu cümle

şiir anlayışındaki köklü değişimi ifade eder.

“Mensur şiirde dil, manzum halde(vezinli, kafiyeli) değil nesir halinde

kullanılır. Cümleler, çoğunlukla gramer kaidelerine uygun ve diğer nesir türlerinde

olduğu gibidir. Bununla birlikte mensur şiir türünün dili, alelade bir nesir türüne göre

birtakım farklılıklara sahiptir. Söz konusu farklılıkların başında da çeşitli edebî

sanatlara (seci, asonans, aliterasyon, tekrar, tezat vb. ) yüklü ve işlenmiş (simetrik ve

ölçülü cümle) olma gelir. Böylece mensur şiir metinleri, dil itibariyle rahatlıkla

hissedilebilen bir ritim, ahenk ve şiir atmosferine sahip olurlar.

Mensur şiirin muhtevasını, sanatkârın ferdî ve şairane his, hayal, duygu ve

intibaları teşkil eder. Zaman zaman da birtakım fikrî unsurlar, bu muhtevayı

zenginleştirir. Bir başka ifadeyle mensur şiirler, çok büyük ölçüde “ben” merkezli

duygu yoğunluğu ve santimantal duyarlılığın hâkim olduğu kısa lirik metinlerdir.

Muhteva ve dildeki bu nitelikler, söz konusu metinleri şiire yaklaştırır. Bununla

birlikte mensur şiir, hiçbir zaman “saf şiir” değildir. ”149

Türk edebiyatında mensur şiirin ilk örnekleri Tanzimat’ın ikinci döneminde

görülmekle birlikte asıl kimliğini Servet-i Fünun edebiyatı devrinde bulmuştur.

Recaizade Mahmut Ekrem ve Hamit tarafından ilk örnekleri verilen mensur şiir, asıl

formunu Halit Ziya’nın eserlerinde bulur.

147 bk. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Devirler/Đsimler/Eserler/Tarihler, Dergâh Yay.

Đstanbul, 1986, C. 7, s. 263. 148 Recâizade Mahmut Ekrem, “Takdir-i Elhan”, Đstanbul, 1301, s. 10 149 Đsmail ÇETĐŞLĐ, Metin Tahlillerine Giriş 1, Şiir, Akçağ Yay. Ankara, 2004, s. 64.

Page 145: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

127

“Batı edebiyatını yakinen takip eden ve orada yenilik olarak gördüklerini

Türkçenin iklimine taşımak arzusundaki Servet-i Fünun kuşağının önemli yazın

türlerinden biridir, mensur şiirdir… Fransız şairlerinden Baudelaire ve Arthur

Rimbauld etkisiyle başladıkları mensur şiir (poeme en prose) denemelerinde etkileri

günümüze kadar ulaşan büyük bir başarı elde ederler. Ekrem’in şiiri nesre yaklaştıran

söylemi ile yetişen Servet-i Fünun kuşağı, klasik nazım sentaksını bozarak bu geçişi

daha da kolaylaştırırlar. Mensur şiir, dikte etme, vazetme, telkinde ve açıklamada

bulunmak yerine, dilin sınırlarına çarpan bireysel duyarlılığı, divan nesrindeki hazır

ses malzemesi, seci anlayışı ile birleştirerek, dış gerçekliğin hülyalı ve sezgisel

tasarımını kurmak ister. ”150

“Umumiyetle tabiat tasviri ve ruh hâllerini anlatmaktan hoşlanan Servet-i

Fünun şairleri, nesre has bir nevi olan hikâye tarzında manzumeler de kaleme

almışlardır… Bu nevi eserlerde çok defa acıma duygusu uyandıran sosyal konular ele

alınmıştır. ”151

Bu tarz eserlerde genellikle merhamet duygusu hâkimdir. Ayrıca eserlerin

üslubu şiir türünden oldukça uzaklaşarak daha sade, terkipsiz ve günlük konuşmaya

daha yakındır.

Servet-i Fünuncular, nesirle şiir söylemeyi denediler. Duygu yoğunluğunu ve

heyecanlarını mensur şiir hâlinde ifade ettiler. Bu türü önce Halit Ziya sonra da

Mehmet Rauf denedi. Bunların yanında Hüseyin Cahit, Safveti Ziya, Hüseyin Suat

da bu türde eserler kaleme almışlardır. Derginin 356-400 sayılarında toplam 19

mensure kaleme alınmıştır. Bunların 12 tanesi Mehmet Rauf tarafından kaleme

alınmıştır. Bu durum bize gösteriyor ki bu türü en çok tercih eden şüphesiz Mehmet

Rauf’tur. Mehmet Rauf’un mizacı ve edebiyat anlayışının da bu türü tercihte ciddi

bir payının olduğu söylenebilir.

150 Ramazan KORKMAZ, Servet-i Fünun Edebiyatı, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı, 1839-2000,

Grafiker Yay. Ankara- 2004, s. 163. 151 Mehmet KAPLAN, Şiir Tahlilleri I, Tanzimat’tan Cumhuriyete, Dergâh Yayınları, Đstanbul,

Mart 1994, s. 123.

Page 146: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

128

1.4.8. Diğerleri

Çeviriler ile zihniyetin, kültürün değişmesi arasında sıkı bir münasebet vardır.

Bir çeviri, beraberinde bir konuyu, zihniyeti ve onun ifade edildiği dilin özelliklerini

getirir… Hiçbir kültürün, başka kültürlerle karışmadan kendi kendisini geliştirmesi

mümkün değildir. Bir kültür sadece aldıkları ve hazmettikleriyle değil, aynı zamanda

başka kültürlere verdikleriyle de büyür.

Türk kültürünün gelişmesinde daha önce içine girdikleri kültürlerin büyük

rolü olmuştur. Çeviri büyük kültür değişikliklerinin hazırlanmasında önemli bir rol

oynamıştır.

Türkçe daha önce Arapça ve Farsçadan yapılan çevirilerle, kendi bünyesinin

dışında yeni bir yapıya kavuşmuş, Osmanlıca dediğimiz imparatorluk dilinin

oluşmasına yol açılmıştır. Tanzimat sonrasında, Batı dillerinden yapılan çevirilerle

de yeni bir tesir kültürümüzde yer almaya başlar.

Tanpınar, tercüme edilmiş bir kitabı memleket için kazanılmış bir zenginlik

olarak değerlendirir. Çevirinin özellikle milli bir kütüphane oluşturulması yönündeki

önemi üzerinde durur. Ona göre çeviri dilin zenginleşmesi yollarından biridir. Ancak

bu alanda zayıf birkaç çalışma olduğunu ve bunun da yetersiz kaldığını ifade eder. 152

Türkçenin yapısından tamamen farklı olan Batı dillerinden önce Fransızcayı

öğrenen yazarlarımız Fransız aydınlanma çağı yazarları ve bütün dünyayı tesirine

alan Romantik yazarları okurlar ve çeviriler yaparlar… Bu çevirileri nitelik olarak

genel olarak şöyle değerlendirebiliriz:

1. Biraz tesadüfî gazete haberlerinin çevrilmesi

2. Okulların ihtiyacı olan kitap ve makalelerin çevrilmesi

3. Bir zihniyet değişikliğini hatırlamak amacıyla seçilen aydınlık devri

filozofları ve edebiyatçılardan irade ve aklı ön planda tutan parçalar

152 bk. Ahmet Hamdi TANPINAR, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yay. Đstanbul, 1992, s. 77.

Page 147: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

129

4. Devrin yaygın akımı Romantizme bağlı eserler

5. Ülkemizde var olan edebiyat geleneğini teyit etmek üzere yapılan

çeviriler153

Bu dönemde çeviri anlamında dergide bazı roman ve hikâye çevirilerine yer

verilmiştir. Bu çevirilerin yanında çevrilen eserlerin müellifleri hakkında makaleler

de kaleme alınmıştır. Ancak bu dönemde çevrilen bütün eserler yüksek bir edebiyat

zevkinin numunesi değildirler.

Bu dönemde halkın anlayabileceği bir dille, macera içeriğini akıcı bir dille

aktaran eserler halk tarafından daha ziyade itibar görmüştür. “Matbaalar çoğaldı,

kitap basımı arttı, çevirmenlik gelişmeye ve hızlanmaya başladı. Çevirmenlik sanatı

kolaylaşmaya da başladı. Çünkü bu dönemin profesyonel çevirmenleri yüksek

edebiyat ve felsefe çevirmenleri değil, halk için yazılmış macera romanlarının

çevirmenleriydi. Jules Verne romanları, Üç Silahşorlar, Monte Kristo Kontu

çevirileri, çevirmenleri değilse bile matbaacıları ve kitapçıları zengin edecek kadar

rağbet görüyordu. Babıâli Caddesinde çoğu Ermeni, Rum ve Yahudi olan kitapçılar

toplanmaya başladı. Popüler serüven, seyahat ve fen konularından sonra cinayet ve

polisiye romanlar moda oldu. Abdülhamit’in kendisi de bu çeşit romanların iyi bir

müşterisi olmuştur.

Yüksek edebiyat ve düşün çevrelerinin aşağılık saydığı bu yazıların kafalarda

yaptığı çağdaşlaştırıcı etkiler, Tanzimat döneminin düşün ve edebiyat kişilerinin,

ancak pek azı basılma fırsatı bulan, basılanların pek azının okunduğu yüksek

seviyedeki yapıt çevirilerinden daha büyük olmuştur. Ucuz, adi basın okuyucuya

icatların, maceraların, yeni bir muhayyilenin dünyasını açıyordu. Şimdiye kadar

cennet, cehennem, cin ve peri masallarıyla yetişen kafalara, cinayet ve polisiye

romanlarının etkisi başka türlü olmuştur. Her esrarın bir çözümü vardır, her sırrın bir

153 bk. Đnci ENGĐNÜN, Tanzimat Sonrası Çeviriler, Mukayeseli Edebiyat, Dergâh Yay. Đstanbul,

Ekim-1992, s. 68.

Page 148: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

130

nedeni vardır, dünyada nedensiz hiçbir sır yoktur, akıl yoluyla bu nedenler

bulunabilir. ”154

Servet-i Fünuncular diğer dillerden de alıntı yapılıp dilin ve edebiyatın

mükemmelleşmesini arzu ederler. Onların mükemmellik anlayışı daha ziyade şekil

üzerindedir. “Arab’ın Türklüğe, Türkçeye, Türklere mahsus feyzini, usaresini,

emmezsek lisanımıza bihakkın neşv ü nema veremez…”155 Dilin bünyesinde

meydana gelen değişikliklerin doğal olduğunu bunun aksinin mümkün olmadığını

iddia ederler. Servet-i Fünuncuların dilde yaptıkları değişikliklerin dili ve edebiyatı

geliştirdiğini söylerler.

Onlara göre yapılan çevirinin amacı olgun bir eser verme yolunda ilk adım

olmaktan öte değildir. Başka milletlerin edebiyatını olduğu gibi aktarmanın uzak

ülkelerden getirilen ancak toprağı ve iklimi uygun olmayan fidanların akıbetiyle aynı

olacağı kanaatindedirler. “Evvela şurasını katiyen anlamalıdır ki bir yerde ecnebi bir

edebiyatın doğrudan doğruya taklidi hiçbir netice-i müfide hâsıl edemez. Çünkü

taklit edilmek istenilen edebiyat haddi zatında birçok sevaikin tesiriyle yetişmiştir.

Onu bir memlekete ithale çalışmak, bir arazinin adem-i müsaadesini düşünmeden

başka kıtalardan eşcar ve nebatat getirip yetiştirmekle uğraşmaya benzer ki alınacak

mahsul ya büsbütün mevkut yahut ümitle ve intizarın dununda olur. ”156

Şiir ve roman gibi belli türlere ağırlık veren Servet-i Fünun edebiyatçıları bu

türler dışında mektup ve seyahatname gibi alanlarda da eserler vermişlerdir. Derginin

incelemediğimiz 356-400 sayıları arasında yer alan “Bir Osmanlı Zabitinin Afrika

Sahra-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh Senusi Đle Mülakatı” başlığını taşıyan yazı son

derece dikkate şayandır. Yazı bir subay olan Sadık El Müeyyet Paşa’nın Afrika

seyahati boyunca tuttuğu notlardan oluşmaktadır. Bu seyahat Sultan II. Abdülhamit

Han’ın emirleriyle gerçekleşmiş ve Afrika’da oldukça kuvvetli bir kanaat önderi olan

Şeyh Senusi ile görüşmek ve oradaki halkın Osmanlı Devleti’ne olan bağlılıklarını

154 Niyazi BERKES, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yayına Hazırlayan: Ahmet Kuyaş Yapı Kredi

Yayınları, 5. Baskı, Đstanbul, Ekim- 2003, s. 370. 155 H. Nazım, “Musahabe-i Edebiye”, SF, Nu. 370, s. 86. 156 age. s. 86.

Page 149: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

131

kuvvetlendirmek amacını taşımaktadır. Derginin ilerleyen sayılarında bu gezi

notlarının bir kitap hâlinde basıldığı da yazılmaktadır.

Page 150: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

132

2. TAHLĐLÎ FĐHRĐST

2.1. Yazılar

2.1.1. Yazar Adına Göre

Abdülhak Hamit, bk. [TARHAN] Abdülhak Hamit

A. T(e)ت, Mülakat, [Yazı mülakat başlığını taşımasına rağmen daha ziyade mektup

özellikleri göstermektedir. Eserde sevgili, onunla yaşananlar ve duyulan

heyecan anlatılmıştır. Ayrıca eser 10 Nisan 1314 tarihini taşımaktadır. ]

SF, Nu. 373, s. 131.

Abdullah, Yanımdan Geçerken, [Eser yirmi beyitten oluşur. Aruz kullanılmıştır. ] SF,

Nu. 400, s. 150.

Ahmet Hikmet, -Hasbihal- Đlk Görücü, [Bu tiyatro metni. Kamus-ı Fransevi’den

alıntıdır. Tiyatro sahnesinde bir kahramanın monologlarından oluşur. ]

SF, Nu. 372, s. 115.

Ahmet Hikmet, Đstiyorum ki, [Mensure, 15 Mayıs 1314 tarihinde aruzla yazılmış ve

üç bölümden oluşmuştur. ] SF, Nu. 377, s. 199.

Ahmet Hikmet, -Kıl u Kal-, Kadınlara Aşka Dair, [Ünlü ediplerin aşk ve kadınlara

dair sözleri aktarılmıştır. ] SF, Nu. 395, s. 74

*Ahmet Hikmet, -Musahabe-i Edebiye 40-, [Eser 12 Haziran 1314 tarihinde kaleme

alınmıştır. Eserde milli edebiyat, edebiyatta tekâmül nasıl gerçekleşir,

diğer milletlerin edebiyatlarından yapılan alıntılar edebiyat-ı Osmaniye

için fayda mı zarar mı getirir, gibi soruların cevapları verilir. ] SF, Nu.

382, s. 278.

*Ahmet Hikmet, Musahabe-i Edebiye 45, Eslafta Dekadanlık ve Şeyh Galip,

[Zamanın edebiyatı ile Dekadanlık arasında bir ilgi olmadığı örneklerle

izah edildikten sonra Şeyh Galip’in bazı şiirleri verilmiş, açıklanmış ve

ilişki ortaya konulmuştur. ] SF, Nu. 393, s. 40.

Page 151: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

133

Ahmet Hikmet, -, Nakarat, [Eser 3 Teşrin-i Evvel 1304 tarihiyle birlikte

yayınlanmıştır. Üç bölümden oluşmuştur. ] SF, Nu. 399, s. 134

Ahmet Đhsan, bk. [TOKGÖZ] Ahmet Đhsan

Ahmet Kemal, bk. [AKÜNAL] Ahmet Kemal

Ahmet Naim, Bedayii’l-Arab 1, Şair-i Bahadır Yahud Beşir ibn Ebi Uvane, [Beşir

Đbn Ebi Uvane adlı şairin şiirlerinden birtakım alıntılar yapılmıştır. Bu

alıntılar önce Farsça daha sonra Osmanlıca olarak verilmiş ve şerh

edilmiştir. ] SF, Nu. 390, s. 406.

Ahmet Naim, -Bedayii’l-Arap-, Ferezdak’ın Bir Kasidesi, Kasidenin önce Farsçası

daha sonra Osmanlıcası verilmiştir. Eser yirmi yedi beyitten meydana

gelmiştir. Beyitler tek tek şerh edilmiştir. ] SF, Nu. 390, s. 406.

Ahmet Naim, -Bedayii’l-Arap-, Đbn Farızdan, [Đbn Farız’ın şiirleri önce orijinal

metin daha sonra şerhiyle birlikte verilmiştir. ] SF, Nu. 396, s. 87.

Ahmet Naim, -Bedayii’l-Arap, Semevel’in Bir Fahriyesi, [Fahriye beyit beyit önce

Arapça metin, daha sonra bunların açıklamaları verilmiştir. ] SF, Nu. 392,

s. 23.

Ahmet Naim, -Bedayii’l-Arap-, Yine Đbn Farız, [Đbn Farız’ın şiirleri önce orijinal

metin daha sonra şerhiyle birlikte verilmiştir. ] SF, Nu. 398, s. 118.

Ahmet Naim, -Bedayii’l-Arap-, Yine Đbn Farızdan, [Đbn Farız’ın şiirleri önce orijinal

metin daha sonra şerhiyle birlikte verilmiştir. ] SF, Nu. 400, s. 151.

Ahmet Naim, Cevr-i Muhitat, [26 Temmuz 1314 tarihinde kaleme alınan hikâye

tefrikasıdır. ] SF, Nu. 388, s. 377.

Ahmet Naim, Çiçekler, [Küçük bir hikâye niteliklerini taşımaktadır?] SF, Nu. 376, s.

180.

Page 152: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

134

Ahmet Naim, Darbe-i Hicran, [21 Haziran 1314 tarihini taşıyan eser bir hikâye

tefrikasıdır. ] SF, Nu. 385, s. 324.

Ahmet Naim, Esef-i Azim, [Aruz ölçüsü kullanılmış ve 16 dörtlükten oluşmuştur. ]

SF, Nu. 395, s. 71.

Ahmet Naim, Leyl-i Sefit, [Hikâye tefrikasıdır. ] SF, Nu. 391 s. 11.

Ahmet Naim, Sekte-i Bahar, [14 Mayıs 1314 tarihinde yazılan eser on bölümden

oluşmuştur. ] SF, Nu. 380, s. 244.

[AKÜNAL], Ahmet Kemal, Akşamdan Sonra, [Eser 3 Nisan 1314 tarihinde aruz

ölçüsüyle sone biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 371, s. 102.

[AKÜNAL], Ahmet Kemal, Bir Kız, [Eser 8 Nisan 1314 tarihinde aruzla yazılmış ve

dört dörtlükten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 372, s. 115.

[AKÜNAL], Ahmet Kemal, Birlikte, [Aruz ölçüsüyle serbest müstezat biçiminde

yazılmıştır. ] SF, Nu. 362, s. 385.

[AKÜNAL], Ahmet Kemal, Giryedane, [Aruz ölçüsü kullanılarak yazılan şiir üç

dörtlük ve bir beşlikten oluşur. ] SF, Nu. 378, s. 211.

[AKÜNAL], Ahmet Kemal, Đstiğrak, [Dört dörtlükten oluşan şiirde aruz

kullanılmıştır. ] SF, Nu. 366, s. 24.

[AKÜNAL], Ahmet Kemal, Karanlıkta, [Yedi beyitten oluşan şiirde aruz ölçüsü

kullanılmıştır. ] SF, Nu. 369, s. 71.

[AKÜNAL], Ahmet Kemal, Kendim, [Nazım biçimi olarak sonenin tercih edildiği

eserde aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 367, s. 50.

[AKÜNAL], Ahmet Kemal, Levha-i Şiirim, [Sone nazım biçimiyle yazılmıştır. ] SF,

Nu. 367, s. 38.

Page 153: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

135

[AKÜNAL], Ahmet Kemal, Okurken, [Şiir “Sergüzeşt Müellif-i Muhteremi’ne”

ithafıyla yayınlanmış ve nazım biçimi olarak sone tercih edilmiştir. ] SF,

Nu. 387, s. 359.

[AKÜNAL], Ahmet Kemal, Tahattur, [11 Nisan 1314 tarihinde kaleme alınan eserde

aruz ölçüsü kullanılmış ve nazım birimi olarak sone tercih edilmiştir. ] SF

, Nu. 375, s. 166.

[AKÜNAL], Ahmet Kemal, Teellüm, [Şiirin başında Tevfik Fikret’ten bir beyit

alınarak eser Fikret’e ithaf edilmiştir. Aruzun kullanıldığı eser, sone

biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 381, s. 262.

[AKÜNAL], Ahmet Kemal, Tercüme-i Halin, [Yedi beyitten oluşan eser aruzla

yazılmıştır. ] SF, Nu. 365, s. 3.

Ali Kemal, Yaz Geceleri, [Dörtlük ve üçlüklerin karışık bir şekilde kullanıldığı dokuz

bölümden oluşmuş ve aruzla yazılmıştır. ] SF, Nu. 371, s. 102.

Ali Nusret, Gece, [15 Mayıs 1314 tarihinde kaleme alınan eser gece ile gündüz,

mevsimler ve özellikleri itibarıyla ortaya konuyor. Tasvirlere ve

karşılaştırmalara başvuruluyor. ] SF, Nu. 378, s. 211.

Ali Sami, Yangın-Kafiyesiz-, [Serbest müstezat biçiminde aruz ölçüsüyle yazılmıştır.

] SF, Nu. 362, s. 375.

Ali Suat, Yalnız, [Eser üç bölümden oluşmuştur, her bölüm beş dizeden oluşmuştur

ve aruz ölçüsü kullanılmıştır. ] SF, Nu. 392, s. 21.

Ali Şahbaz Efendi, -Makale-i Mahsusa-, [Fransa’da meydana gelen meşhur Dreyfus

davası meselesinin hukuki açıdan incelendiği bir yazıdır. Yazarımız da

zaten bir mahkeme azasıdır. ] SF, Nu. 366, s. 18.

Ahmet Reşit, bk. [REY] Ahmet Reşit

Page 154: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

136

Cenap Şehabettin -Musahabe-i Edebiye 43- Tefrit ve Đfrat, [Servet-i Fünun’a karşı

yapılan eleştirilerin bir ölçü ve nizam taşımadığını, sırf eleştiri olsun diye

yazılan tenkitlerin olduğunu konu alan bunu eleştiren bir makaledir. ] SF,

Nu. 387, s. 356.

Cenap Şehabettin, Hac Yolunda, [Cenap Şehabettin’in mektuplar hâlinde gezi

notlarını aktardığı eseridir. ] SF, Nu. 367, s. 34; SF, Nu. 388, s. 370; SF,

Nu. 356, s. 275.

Cenap Şehabettin, Hatıra-i Yar, [Eser, aruz ölçüsüyle, sone biçiminde yazılmıştır. ]

SF, Nu. 360, s. 338.

Cenap Şehabettin, Kable’l Garam, [Đki dörtlüktür, aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 357,

s. 290.

Cenap Şehabettin, Mest ü Müstağrak, [Altı dörtlükten oluşan şiirde aruz

kullanılmıştır. ] SF, Nu. 357, s. 290.

Cenap Şehabettin, Mest ü Mütefekkir, [Yedi dörtlüktür, aruz] SF, Nu. 357, s. 290.

Cenap Şehabettin, -Musahabe-i Edebiye - Fransız Şura-yı Hazırası, [Fransız

şairlerinin eserde alfabetik sırayla inceleneceği ifade edilmiş ama eser

boyunca Mallarme ve Sembolizm üzerinde durulmuş, yeni bir şair

incelemeye alınmamıştır. Bu durum yazının sonunda itiraf edilmiş ve

buna daha sonraki yazılarda dikkat edileceği ifade edilmiştir. ] SF, Nu.

360, s. 338.

*Cenap Şehabettin, -Musahabe-i Edebiye 43-, [Ahmet Kemal’in ‘Okurken’ adlı

şiirinde geçen tehayyür ve tefekkür üzerine oluşturulan bir cevap

yazısıdır. Đsim verilmeden ‘Şaşırma, düşünme tatildir. ’, cümlesi etrafında

bir takım cevaplar verilmiştir. ] SF, Nu. 391, s. 6.

Cenap Şehabettin, Nekahet-i Kalbiye, [Üç dörtlükten oluşan eserde aruz ölçüsü

kullanılmıştır. ] SF, Nu. 361, s. 354.

Page 155: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

137

Cenap Şehabettin, Pürhazin-i Heves, [On dörtlükten oluşan sevgilinin anlatıldığı bir

şiirde aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 359, s. 322.

Cenap Şehabettin, Saadet, [Aruz ölçüsüyle yazılan eser on bir adet dörtlükten

meydana gelmiş ve Kardeşim Ali Nusret’e ithafıyla yayınlanmıştır. ] SF,

Nu. 369, s. 69.

Cenap Şehabettin, Yazdıklarıma Karşı, [Şiirde aruz ölçüsüyle sone biçiminde

yazılmıştır. ] SF, Nu. 373, s. 130.

[COPPEE], François, Arslan Pençesi, [Küçük hikâye tarzındadır. ] SF, Nu. 400, s.

157.

[COPPEE], François, Mütercimi: Tevfik Fikret: Baharda, [ 23 Haziran 1314 tarihiyle

birlikte F. Coppee imzasıyla yayımlanmıştır. ] SF, Nu. 382, s. 282.

[COPPEE], François, Servet-i Fünun’un Romanı, François Coppee, Mücrim,

Mütercimi: Ahmet Đhsan, [Roman tefrikası, 318 numaralı nüshadan

başlayan romanın hitamıdır. ] SF, Nu. 356, s. 284.

Ç. Sami, bk. [MORTAN] Sami

[DAUDET], Alphonse, Safu, Mütercimi, Mehmet Rauf, xHikâye(Tercüme) SF, Nu.

359, s. 322.

[DAUDET], Alphonse, T. F. Alphonse Daudet’in Bir Şiiri, [Çeviri şiirdir. Đki

sekizlikten oluşmuştur. ] SF, Nu. 359, s. 322.

E(lif) N(un), -Bedayi-i’l Arap- Đbni Farızdan, [Farsça verilen beyitlerin anlamları

Osmanlıca olarak verilmiştir. Altı Farsça beyit açıklamalarıyla birlikte

verilmiştir. ] SF, Nu. 385, s. 330.

E(lif) N(un), -Bedayi-il Arap- Fadıl Bin Yahya Đle Bir Arabî Der ki, [Farsça verilen

beyitlerin anlamları Osmanlıca olarak verilmiştir. Fadl ile bir çöl Arabı

arasında geçen sohbet aktarılmıştır. ] SF, Nu. 387, s. 359.

Page 156: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

138

[ERSOY], Mehmet Akif, -Bedayiil Arap-, Bostandan, [Bostan’dan şiirler çevrilmiş

ve şerh edilmiştir. ] SF, Nu. 399, s. 134.

Esat Necip, Girye-i Hüsran, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiir, üç dörtlük ve bir

beşlikten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 399, s. 134.

Esat Necip, bk. Tevfik Fikret157

Faik Ali, bk. [OZANSOY] Faik Ali

H. Nazım, bk. [REY] Ahmet Reşit158

Halit Ziya, bk. [UŞAKLIGĐL] Halit Ziya

Hüseyin Cahit, bk. [YALÇIN] Hüseyin Cahit

Hüseyin Daniş, bk. [PEDRAM] Hüseyin Daniş

Hüseyin Siret, bk. [ÖZSEVER] Hüseyin Siret

Hüseyin Suat, bk. [YALÇIN] Hüseyin Suat

Đbrahim Cehdi, Babam, Olimp Vadisinde, 27 Şubat 1313 tarihinde yazılmış ve

‘Faika’ya ithaf edilmiştir. Aruz ölçüsünün kullanıldığı eserin nazım

biçimi sonedir. SF, Nu. 369, s. 70.

Đbrahim Cehdi, Hayal-i Derbeder, [Eser Tevfik Fikret Bey’e ithafıyla, 22 Mayıs

1314 tarihinde aruz ölçüsü kullanılarak yazılmıştır. ] SF, Nu. 380, s. 243.

Đbrahim Cehdi, Leyl-i Telakki, [27 Nisan 1314 tarihiyle yayınlanan eser de aruz

ölçüsü kullanılmış ve nazım biçimi olarak sone tercih edilmiştir. ] SF, Nu.

375, s. 166.

157 ARTAN, Gündüz; Takma Ad-Soyadı-Rumuz Dizinleri, (Tanzimat’tan Günümüze), Türk

Kütüphaneciler Derneği Đçel Şubesi Yay. Đçel, Şubat-1994, s. 10. 158 BĐNARK, Naile; Saide ASLANBEK; Tanzimattan Bugüne Türk Yazı Hayatında Takma Adlar

Đndeksi, Türk Kütüphaneciler Derneği Yay. Ankara-1971, s. 16.

Page 157: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

139

*Đbrahim Cehdi, -Musahabe-i Edebiye37- Đki Söz Daha, [Hayattaki sürekli değişimin

gayet tabii olduğu vurgulandıktan sonra günlük hayattaki değişiklikleri

dikkat çekiliyor. Edebiyatın da hayatın bir yansıması olması nedeniyle

Servet-i Fünuncuların edebiyatta yaptığı değişikliği gayet tabii olarak

değerlendiriyor. Servet-i Fünun’un savunması yapılıyor ve meydana

getirdikleri yeni edebiyat makalenin içeriğini oluşturuyor. ] SF, Nu. 367,

s. 38.

Đbrahim Cehdi, Nazire-i Temayül, [Eser 17 Temmuz 1314 tarihiyle birlikte

yayınlanmıştır. Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiirde nazım biçimi olarak

sone tercih edilmiştir. ] SF, Nu. 388, s. 376.

Đbrahim Cehdi, Peyam-ı Duradur, [Aruzla yazılan eser üç dörtlük bir ikilikten

oluşmuştur. ] SF, Nu. 372, s. 115.

Đbrahim Cehdi, Şantöz, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiirde nazım biçimi olarak sone

kullanılmıştır. Eser 9 Nisan 1314 tarihini de taşımaktadır. ] SF, Nu. 373,

s. 130.

Đbrahim Cehdi, Tehassüs-i Daimi [Eser 23 Haziran 1314 tarihinde kaleme alınmıştır.

Aruz kullanılmış ve iki dörtlük ve bir altılıktan vücuda gelmiştir. ] SF,

Nu. 383, s. 294.

Đmzasız, -Đstanbul Postası, [Đstanbul’a kış mevsiminin erken gelişi, soğuklar ve

fırtına, kömür fiyatlarının artışı gibi günlük olaylar yazının içeriğini

oluşturur. Fakirler yararına düzenlenen balolar da eserde anlatılan konular

arasında yer alır. ] SF, Nu. 362, s. 370.

Đmzasız, -Đstanbul Postası-, [Đstanbul’da başlayan karnaval, balolar hakkında bilgiler

veriliyor. Ayrıca Đstanbul’a gelen Fransız tiyatrosu hakkında da bilgiler

veriliyor. ] SF, Nu. 365, s. 13.

Đmzasız, Đstanbul Postası, [Servet-i Fünun muharriri Mahmut Sadık Bey ve yazarın

Đstanbul balolarını gezmeleri ve buradaki izlenimleri eserin içeriğini

oluşturur. ] SF, Nu. 358, s. 306.

Page 158: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

140

Đmzasız, Osmanlı Kibritleri Küçük Çekmece Fabrikasını Ziyaret, [Gezilen fabrikada

nasıl üretildiği anlatılmıştır. On sekiz aşamada kibritin imal safhaları izah

edilmiştir. ] SF, Nu. 393, s. 35.

Đmzasız, -Resimlerimiz- [Emin Paşanın vefatı ve hayat hikâyesi kısaca anlatılmıştır. ]

SF, Nu. 365, s. 11.

Đmzasız, -Resimlerimiz- [Resimlerimiz köşesinde dergide yayımlanan bazı resimlerle

ilgili açıklamalar yapılır. Bu sayıda ise kapakta yayınlanan Giritli

öğrencilerin durumuyla ilgili bir takım sonuçlara gidilmiştir. Resimden

hareketle Giritli çocukların fakirliği, padişahın da tebaası arasında ayrım

yapmadan yardım ettiği anlatılmaktadır. ] SF, Nu. 358, s. 316.

Đmzasız, -Resimlerimiz- Hanif Efendi, [Đbrahim Hanif Efendinin vefatı ve kısa

özgeçmişinin aktarıldığı bir yazıdır]. SF, Nu. 365, s. 11.

Đmzasız, -Resimlerimiz- Rusya Harbiye Nazırı General Gorapotekin, [ Rusya

Harbiye Nazırının kısa öz geçmişi anlatılmaktadır. ] SF, Nu. 365, s. 11.

Đmzasız, -Resimlerimiz-, Kanatlı Velespit, [Mösyö Ader adında bir Fransız’ın inşa

ettiği Ovon adlı balon ve diğer balonlar anlatılır. Eserin içeriğini kısaca

havada seyahat meselesi oluşturur. ] SF, Nu. 386, s. 343.

Đmzasız, Resimlerimiz, Saadetlü Sakızlı Ohannes Efendi Hazretleri, [Ohannes

Efendinin kariyeri ayrıntılarıyla verilir. Şahsın çok hızlı gelişen üst düzey

memuriyeti ve bu memuriyetlerde kısa sürede gerçekleşen terfileri

anlatılmış ve daha sonra Mekteb-i Mülkiye-i Şahane hocalığı üzerinde

durulmuştur. ] SF, Nu. 356, s. 283.

Đmzasız, Resimlerimiz, Sadık El Müeyyet Bey, [Sadık El Müeyyet Bey, doğumundan

alınmış, yapmış olduğu Afrika gezisi ve bu gezinin önemi, almış olduğu

devlet görevleri aktarıldıktan sonra, Sadık Bey’e Servet-i Fünun’a yazdığı

yazılardan dolayı teşekkür edilerek eser tamamlanmıştır. ] SF, Nu. 357, s.

298.

Page 159: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

141

Đmzasız, Ruz-ı Mehasin-i Hazret-i Hilafetpenahi, [Đki bölümden oluşmuş bir şiirdir. ]

SF, Nu. 390, s. 401.

Đmzasız, Selamlık Resm-i Alisi, [Sultanın mutat olarak Cuma günleri Hamidiye

Camii’nde selamlığa çıkmasına dair haberler verilmiştir. ] SP Nu. 356 s.

137.

Đmzasız, Tekrir-i Mükerrer, [Eser sonunda 8 Temmuz 1314 tarihi de yayınlanmış ve

şiir altı dörtlükten oluşmuş ve aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 387, s. 359.

Đmzasız, -Yeni Kitap-, [Hamdi Beyzade Osman Adil Beyefendi’nin bir kitabı

tanıtılmıştır. ] SF, Nu. 396, s. 90.

Đsmail Safa, Ayasofya, [11 Şubat 1313 tarihinde aruzla yazılmıştır. Altı dörtlükten

oluşmuştur. ] SF, Nu. 364, s. 405.

Đsmail Safa, Bedr-i Tam, [Đki bölümden oluşan eser serbest müstezat şeklinde 14

Mart 1314 tarihinde kaleme alınmıştır. ] SF, Nu. 367, s. 50.

Đsmail Safa, Bir Şarkı, [Eser 27 Mayıs 1314 tarihiyle birlikte yayınlanan şiir üç

dörtlükten oluşmuştur. Her dörtlüğün son dizesi nakarattır. ] SF, Nu. 378,

s. 211.

Đsmail Safa, Bir Vidadname, [Bursa’da ‘Fevaid’ risalesi sermuharriri Celal Paşazade

Rıfat Bey’e ithaf edilmiştir. Gedikpaşa’da 6 Şubat 1313 tarihinde, aruz

ölçüsüyle yazılmıştır. ] SF, Nu. 363, s. 388.

Đsmail Safa, Derdim Diyorum, [3 Mart 1314 tarihinde yazılmıştır. Aruz ölçüsü

kullanılmıştır. Dokuz beyitten oluşmuştur. ] SF, Nu. 367, s. 37.

Đsmail Safa, Hatıra-i Mukaddese, [Eser, on iki dörtlükten oluşmuş ve 29 Kanun-ı

Sani 1313 tarihinde aruz ölçüsüyle yazılmıştır. ] SF, Nu. 362, s. 384.

Đsmail Safa, Đbtihal, [Eser üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm, altı dize; ikinci

bölüm, dört dize; üçüncü bölüm dört dizedir. Eser aruz ölçüsü

kullanılarak 18 Mayıs 1314 tarihinde yazılmıştır. ] SF, Nu. 378, s. 211.

Page 160: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

142

Đsmail Safa, -Makale-i Mahsusa 38- Tenkidat, [Tenkidin önemi, tenkidin kırıcı

olmaması gerektiği, tenkide kullanılması gereken üslup konuları üzerinde

durulduktan sonra değişik şiirler tahlil edilerek tenkidin örnekleri

verilmiştir. ] SF, Nu. 375, s. 162.

Đsmail Safa, Muamma, [Eser 15 Mayıs 1314 tarihinde, aruzla yazılmış ve beş beyit,

iki dörtlük ve bir ikilikten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 377, s. 199.

*Đsmail Safa, -Musahabe-i Edebiye 36- [Daha önce Tevfik Fikret tarafından yazılan

makalenin bir devamı niteliğini taşır. Servet-i Fünun’un savunmasının

yapıldığı yazıda daha ziyade şairlerin dillerinin anlaşılmadığı konusu

üzerinde durulmuştur. Servet-i Fünun’da yazan bir şair olarak Đsmail Safa

şiir örnekleriyle beraber bu görüşü karşı olan tavrını ortaya koymuştur.

Makale 26 Şubat 1313 tarihini taşımaktadır. ] SF, Nu. 366, s. 21.

*Đsmail Safa, -Musahabe-i Edebiye39- Şiir Hakkında, [Şiir ve nazmın farkları, bir

şiirde bulunması gereken özellikler, şiir parçaları vasıtasıyla izah ediliyor.

Đktibaslara yer veriliyor. ] SF, nu. 381, s. 259.

Đsmail Safa, Nahbe-i Mazi, [Beş dörtlükten oluşan eser, 7 Mart 1314 tarihinde aruzla

yazılmıştır. ] SF, Nu. 367, s. 37.

Đsmail Safa, Sefalet-i Baride, [Aruz ölçüsüyle, 5 Şubat 1313 tarihinde, serbest

müstezat tarzında yazılmıştır. ] SF, Nu. 363, s. 387.

Đsmail Safa, Şakirdlerime, [19 Şubat 1313 tarihinde aruzla yazılan eser, yirmi bir

beyitten oluşmuştur. ] SF, Nu. 363, s. 387.

Đsmail Safa, Şiir Hakkında, [Şiirin her şeyden bir zevk işi olduğu vurgulanmıştır. Hâl

böyle olunca iyi şiir kişiden kişiye değişecektir. Ancak iyi bir şiirde

fesahat ve belagatin bulunması da şarttır. Eser 10 Nisan 1314 tarihinde

kaleme alınmıştır. ] SF, Nu. 372, s. 114.

Jerom Döse, Hüseyin Cahit (Çev. ), Jerom Döse: Firar, [Hikâye tercümesidir. ] SF,

Nu. 363, s. 387.

Page 161: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

143

Kadri, Çocuklarda Kuvve-i Hayaliye, [Çocukların hayatı izahta hayalin yeri ve

önemi irdelenmiştir. ] SF, Nu. 399, s. 141.

Kadri, Đngiliz Terbiyesi, [Victor Hugo’ya ait olan makalenin çevirisi yapılmıştır.

Đngiliz eğitim sistemi, metanet ve kuvvet konusu üzerinde durulmuştur. ]

SF, Nu. 386, s. 349.

*Kadri, Norveç Kadınları ve Mekatib-i Muhtelife, [Fransa’da yayınlanan Norveç

Kadınları adlı eser ve eserde anlatılan eğitim sistemi ve karma eğitim

sistemi incelenmiştir. ] SF, Nu. 398, s. 123.

Mehmet Akif, bk. [ERSOY] Mehmet Akif

Mehmet Emin, bk. [YURDAKUL] Mehmet Emin

M. K(af), –Resimlerimiz-, Arzu-yı Melhuz, Ressam Halil Beyefendi. [365 numaralı

nüshada yayımlanan Levha-yı Dilrüba tablosunun ressamı, Halil

Beyefendi tanıtılmış, resim tetkik edilmiştir. ] SF, Nu. 368, s. 51.

M. Rüştü, Anın Mecruh, [Eser dört dörtlükten meydana gelmiş aruz ölçüsü

kullanılmıştır. ] SF, Nu. 394, s. 52.

M. Sadık, Muhasebe-i Fenniye, [Madde, kuvvet, tabiatta hiçbir şey yok olmaz,

yoktan var olmaz düsturu, sermaye ve ticaret, kripton gazı gibi konular

makalenin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 381, s. 258.

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye- [Ramazan ayının başlamış olması münasebetiyle bu

ayda bol tüketilen gıda maddeleri üzerinde durulmuştur. Yumurta, tatlılar,

baharatlar gibi gıda ürünleri ayrıntılı olarak aktarılır. Ürünler hem

kullanılış hem de faydaları bakımından incelenir. ] SF, Nu. 361, s. 354.

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Bu makalede ise veterinerlik ve basiller konusu

üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 388, s. 374.

Page 162: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

144

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Burgoya adlı vapurun bir Đngiliz gemisiyle

çarpışması sonucu batması, musademat-ı bahriye konu edilmiştir. ] SF,

Nu. 385, s. 322.

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Cazibe kanununun keşfi, Newton, ışık ve mıknatıs

gibi konular eserde incelenmiştir. ] SF, Nu. 398, s. 115.

M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Cismin (vücudun) terbiyesi, okullarda tesiri,

faydaları, havada seyahat, uçma makinesi gibi konular makalenin

içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 386, s. 338.

M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Coğrafya terimi, kökeni tarihi gelişimi, alt bilim

dalları ve okyanus bilim eserin konusunu oluşturmaktadır. ] SF, Nu. 356,

s. 282.

*M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Edebiyatta ve fende renkler konusu ayrıntılı olarak

incelenmiştir. Ayrıca renklerin tesiri üzerinde de durulmuştur. ] SF, Nu.

365, s. 6.

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Elektrik, elektriğin terakkiyatı, medeniyete tesiri

ve ülkemizdeki durumu anlatılmıştır. ] SF, Nu. 399, s. 132.

M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Eserde kısa kısa birçok konuya değinilmiştir. Ülfet

ve itiyat, medeniyet-i fikriye, aşk ve şiddetli sevda gibi…] SF, Nu. 380, s.

242.

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Eserde kumaşlar ve kumaş çeşitleri üzerinde

durulmuştur. ] SF, Nu. 400, s. 147.

M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Eserin içeriğini akıl, dimağ ve akıl sağlığı oluşturur.

] SF, Nu. 373, s. 138.

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Fen eğitimi, on- on beş yılda ideal eğitim gibi

konular eserin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 397, s. 103.

Page 163: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

145

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye, [Fenni gelişmeler, nakliye ve haberleşme

araçlarındaki yenilikler, mesuliyet kanunu, uzaktan işitmek ve görmek

gibi konular kısa kısa makale içinde irdelenmiştir. ] SF, Nu. 382, s. 274.

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Gemilerin çarpışması, sisli havalarda açık sularda

nasıl yol alınacağı, gözün görmediği durumlarda sesle nasıl yön tayin

edileceği gibi mevzular makalenin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 389, s.

388.

M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Đnsanın tabiiyeti, mekânın insan psikolojisine etkisi,

kuzuların doğumu, tıpta ihtilaflar gibi konular makalenin içeriğini

oluşturur. ] SF, Nu. 384, s. 306.

M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Đnsanlar arasındaki farklılıklar, medeni gelişmenin

insanlar üzerindeki etkisi, hayat tarzının insanlar üzerindeki etkisi

irdelenmiştir. ] SF, Nu. 379, s. 237.

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Đstanbul’daki kış şartları ve kuşların göçü, kuşların

yön bulma duyuları makalenin içeriğini oluşturmaktadır. ] SF, Nu. 388, s.

377.

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye, [Đstanbul’un hemen hemen genelinde yaşanan bir

kırgınlık ve hâlsizlik hastalığının bulunduğu ve bunun sebepleri,

çözümleri yabancı doktorların görüşlerinden de yararlanılarak aktarılıyor.

] SF, Nu. 369, s. 74.

M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Küçük ve büyük çapta tüfekler, silahsızlanma,

tüfeklerin kurşunları ve tesiri, askerlerde ne çapta tüfeklerin bulunması

gerektiği gibi unsurlar eserin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 392, s. 19.

M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Mühür ve parmak nişanı, Hindistan’da parmak

nişanlı resimlerin tetkiki, gölge rengi makalenin içeriğini oluşturmaktadır.

] SF, Nu. 390, s. 404.

Page 164: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

146

M. Sadık, Musahabe-i Fenniye-, [Nezaket kuralları, insanlar arasında mizaç

farklılıkları, harbin sebepleri, terk-i silah, terakkiyat-ı fikriye gibi konular

üzerinde kısa kısa durulmuştur. ] SF, Nu. 394, s. 50.

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Semada görülen parıltılar, güneş lekeleri,

makalenin içeriğini teşkil eder. ] SF, Nu. 396, s. 83.

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Taklit, insanın taklide olan meyli, tahsil ve

terbiye, çocuk terbiyesi, roman ve gazetelerin taklit bakımından tesiri,

tiyatro ve taklit gibi konular üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 383, s. 290.

M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Tütün tiryakiliği, tütünün zararları, balıkların ve

hayvanların lisanı eserde incelenmiştir. ] SF, Nu. 357, s. 290.

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye, [Uyku, uykunun evreleri, rüyalar, dimağda ahenk ve

intizam, musiki ve uyku konuları makalenin içeriğini oluşturmaktadır. ]

SF, Nu. 387, s. 354.

M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Verem, veremin çaresi, veremin sebepleri, vereme

karşı yapılan çalışmalar eserin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 391, s. 4.

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye, x[Kokular, koku ve renk ilişkisi, açık ve koyu

elbiseler gibi konular makalenin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 392, s. 19.

M. Sadık, Şövalye Fausto Zonaro, [Beşiktaş’ta evini galeri hâline getiren ressamın

sergi çalışına davet edilen yazar, sergiye gidişini ve oradaki resim ve

ressamlarla ilgili izlenimlerini aktarır. ] SF, Nu. 375, s. 171.

Mehmet Emin (Rüsumat Emaneti Evrak Müdürü), Ah Analık Yahut Ninemin Duası,

[Hece ölçüsü kullanılan eser “Tevfik Fikret Bey’e” ithafıyla

yayınlanmıştır. Eğribel’de 3 Teşrin-i Sani 1314 tarihinde kaleme

alınmıştır. ] SF, Nu. 399, s. 134.

Mehmet Emin (Rüsumat Emaneti Evrak Müdürü), Biz Nasıl Şiir Đsteriz? [Bu şiirde

halk edebiyatına dönüşün sinyali verilir. Hece ölçüsüyle yazılan eserde

Page 165: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

147

halkın rahatlıkla anlayabileceği, Anadolu’dan yararlanan bir şiir

isteniliyor. Böyle bir şiirin Servet-i Fünun’da yayınlanmış olması gayet

önemlidir. Eser üç beşlikten oluşur. ] SF, Nu. 380, s. 244.

Mehmet Emin (Rüsumat Emaneti Evrak Müdürü), Güzellik ve Kardeşlik Karşısında,

[Dört bölümdür, her bölümde sekiz dize vardır. Serbest müstezat tarzında

yazılan şiirin sonunda Mehmet Emin’e unvan olarak rüsumat emaneti

evrak müdürü nitelemesi yapılmıştır. ] SF, Nu. 380, s. 244.

Mehmet Rauf (Mütercim), Alphonse Daudet: Safu, SF, Nu. 359, s. 332.

Mehmet Rauf, Bahr-ı Muhitte, [Eylül 1313] SF, Nu. 357, s. 290.

Mehmet Rauf, Benim Kalbim, [Üç bölümden oluşmuş bir mensuredir. ] SF, Nu. 366,

s. 23.

Mehmet Rauf, Benim Olsaydın, [Mensure 8 Nisan 1314 tarihini taşımaktadır. Üç

bölümden oluşmuştur. ] SF, Nu. 376, s. 180.

Mehmet Rauf, Ebr-i Melal, [Şubat 1313 tarihini taşıyan eser üç bölümden

oluşmuştur. ] SF, Nu. 367, s. 38.

Mehmet Rauf, Halit Ziya, Hayat ve Hususiyeti, Mai ve Siyah’ın intişarı

münasebetiyle, [Mehmet Rauf’un Halit Ziya ile görüşmek üzere

Şehzadebaşı’na davet edildiği, davetten önce Halit Ziya ile ilgili görüşleri

aktarılır. Tanışma ayrıntılarıyla aktarıldıktan sonra Mai ve Siyah’ın

tarihçe-i telifi anlatılır. Halit Ziya’ya olan hayranlık eserin farklı

bölümlerinde defaatle aktarılmıştır. ] SF, Nu. 357, s. 298.

Mehmet Rauf, Hiçbir Yer, [Mensure, üç bölümden oluşmuştur. Tarabya’da 28

Temmuz 1314 tarihinde kaleme alınmıştır. ] SF, Nu. 388, s. 376.

Mehmet Rauf, -Hikâye- Küçük Remzi, [Hikâye tefrikasıdır. ] SF, Nu. 358, s. 316.

Page 166: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

148

Mehmet Rauf, Kadın Đhtiyacı, mensure, [Yazarın ruhu dinlendirecek, teselli edecek

bir kadına duyulan hararetli ihtiyacı ve isteği anlatılır. ] SF, Nu. 358, s.

308.

Mehmet Rauf, Kıştan Sonra, [Đki bölümden oluşmuş bir mensuredir. ] SF, Nu. 365, s.

4.

Mehmet Rauf, Kimsesizliklerim, [Đki bölümden oluşmuş olan bir mensuredir. ] SF,

Nu. 368, s. 50.

Mehmet Rauf, Matemlerim, [Tek bölümden oluşan mensurede yazarın duygu

salınımlarından bir bölüm aktarılmıştır. ] SF, Nu. 369, s. 70.

Mehmet Rauf, Tarabya Tahassüsatı, [Mensure üç bölümden oluşmuştur: 1. Nisan

gecesi 2. Nisan sabahı 3. Bülbüle karşı. Ayrıca eser 3 Nisan 1314 tarihiyle

birlikte yayınlanmıştır] SF, Nu. 375, s. 166.

Mehmet Rauf, Tarabya Tahassüsatından, Kireç Burnunda, [Mensure, iki bölümden

oluşmuştur. ] SF, Nu. 391, s. 10.

Mehmet Rauf, Tarabya Tahassüsatından, Mehtap, [Mensure, iki bölümden meydana

gelmiştir. ] SF, Nu. 394, s. 51.

*Mehmet Rauf, Tekamül-i Tenkit , Mukaddime, [On birinci yüz yıldan itibaren

tenkidin gelişimine dikkat çekilir. On birinci yüz yılda yetişmiş olan

münekkitler üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 371, s. 106.

*Mehmet Rauf, Tekâmül-i Tenkit , On Sekizinci Asır, [Tenkidin [on sekizinci asra

kadar olan durumu ve on sekizinci asırda meydana gelen yenilikler

anlatılır. Özellikle Rousseau üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 372, s. 120.

*Mehmet Rauf, -Tekamül-i Tenkit 6-, 1865-1880 On Dokuzuncu Asır Đkinci Devre,

[381 numaralı nüshadan beri devam eden Taine’nin tenkitte fenni usulü

üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 383, s. 296.

Page 167: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

149

*Mehmet Rauf, -Tekâmül-i Tenkit 6-, Dokuzuncu Asır Üçüncü Devre, 1865-1880.

[H. Taine’nin tenkitte tamamen pozitif bilimin kullanılması gerektiği

düşüncesi açıklanmaya devam edilmiştir. 381 numaralı nüshadan bu yana

devam eden seri makaledir. ] SF, Nu. 376, s. 195.

*Mehmet Rauf, -Tekâmül-i Tenkit- On Dokuzuncu Asır Đkinci Devre 1730-1765, [On

dokuzuncu asrın ikinci yarısı ve özellikle Saint Bouvveau üzerinde

durulmuştur. ] SF, Nu. 377, s. 202.

*Mehmet Rauf, -Tekâmül-i Tenkit- On Dokuzuncu Asır Đkinci devre 1830-1865.

[Usul-ı tenkitte fenni tarzı savunan Taine ile buna karşı Bouvveau’nun

görüşü üzerinde durulur. Đki anlayış karşılaştırılarak farklılıkları ve

ortaklıkları ortaya konulur. ] SF, Nu. 375, s. 202.

*Mehmet Rauf, -Tekâmül-i Tenkit- On Dokuzuncu Asır Đkinci Devre 1865-1880,

[Taine’nin tenkit anlayışı ve tenkidin fenni bir usül hâline gelmesi ve

buna karşı tezler üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 381, s. 269.

*Mehmet Rauf, -Tekâmül-i Tenkit- On Dokuzuncu Asır, I. Devre, 1700-1730, [On

dokuzuncu asırda meşhur olan münekkitler üzerinde durulmuştur.

Brunetiere, Paul Albert, gibi…] SF, Nu. 374, s. 186.

*Mehmet Rauf, -Tekamül-i Tenkit-, [Taine’nin tenkit anlayışının izah edildiği

makaleye devam edilmiş ve tenkitte fenni usül üzerinde durulmuştur. ]

SF, Nu. 384, s. 310.

*Mehmet Rauf, Tekâmül-i Tenkit, Mukaddime, [Batı tenkidinin tarihinden ziyade

Batıda tenkidin gelişimine katkıda bulunan isimler üzerinde durulmuştur.

] SF, Nu. 368, s. 59.

*Mehmet Rauf, Tekamül-i Tenkit, Mukaddime, [Latin edebiyatı da irdelenerek tenkit

alanında yapılan çalışmalar eserin konusunu oluşturmuştur. ] SF, Nu. 369,

s. 75.

Page 168: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

150

*Mehmet Rauf, Tekâmül-i Tenkit, Mukaddime, [On birinci yüz yıldan itibaren

tenkidin gelişimine dikkat çekilir. Tenkidin gelişmesinde hizmeti olan

Dekart ve akımlardan (Klasizm gibi) söz edilir. ] SF, Nu. 370, s. 90.

Menemenlizade Tahir, Cumudat, [Aruzla, sone biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 368,

s. 50.

Menemenlizade Tahir, Meyuse, [Aruz ölçüsüyle sone biçiminde yazılmıştır. ] SF,

Nu. 372, s. 114.

[MORTAN], Sami, Đmtihan Korkusu. [Đmtihan korkusunun tekrar hatırlanmasının

bile şiddetli ve etkili bir tesir uyandırdığı eserde anlatılır. Sone nazım

biçimi, aruz ölçüsü kullanılmıştır. ] SF, Nu. 358, s. 308.

Münir, Sofya’dan Mektup, [Sofya’da günlük hayat, insanların meşgaleleri, Sofya’nın

çarşıları anlatılmıştır. ] SF, Nu. 397, s. 109.

Münir, Sofya’dan Mektup, Bulgar Köy Düğünleri, [Bulgaristan’daki köy düğünleri

adet ve gelenekler anlatılmıştır. ] SF, Nu. 393, s. 43.

Osman Galip, bk. M[ahmut] Sadık

[OZANSOY], Faik Ali, Ben Đsterim ki, [Eser Mai ve Siyah müellifine ithaf edilmiş

ve sone biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 373, s. 131.

[OZANSOY], Faik Ali, Benim Simâ-yı Hayalim, [9 Mayıs 1314 tarihini taşıyan

eserde aruz ölçüsü kullanılmış ve sekiz dörtlükten oluşur. ] SF, Nu. 381,

s. 263.

[OZANSOY], Faik Ali, Daima, [11 Ağustos 1314 tarihinde kaleme alınan eser, yedi

beşlikten meydana gelmiştir. Aruz ölçüsü kullanılmıştır. ] SF, Nu. 398, s.

118.

[OZANSOY], Faik Ali, Emel-i Müzehher, [Eserin sonunda 1 Nisan 1314 tarihi de

yayınlanmıştır. Şiir sekiz üçlükten oluşmaktadır. Şair eserini kardeşine

ithaf etmiştir. Aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 372, s. 115.

Page 169: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

151

[OZANSOY], Faik Ali, Eski Bir Hayal, [Eser Đstanbul’da 1 Mayıs 1313 tarihinde

kaleme alınmıştır. Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiir, üç dokuzluk ve bir

beşlikten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 397, s. 102.

[OZANSOY], Faik Ali, Ey Sen, [Beş bölümden oluşmuş ve her bölümde beş dize

vardır. Aruz ölçüsü kullanılmıştır. ] SF, Nu. 392, s. 22.

[OZANSOY], Faik Ali, Guruptan Sonra, [Eser 1 Temmuz 1314 tarihinde aruzla

yazılmış ve dört bölümden oluşur. ] SF, Nu. 385, s. 327.

[OZANSOY], Faik Ali, Hafayâ-yı Leyal 1, [Altı dörtlükten oluşmuş ve Bursa’da 23

Kanun-ı Sani 1313’te aruzla yazılmıştır. ] SF, Nu. 364, s. 405.

[OZANSOY], Faik Ali, Hafayâ-yı Leyal 3, Denizin Kenarında, [Şiir “Valideme”

ithafıyla yayınlanmıştır. Aruzun kullanıldığı eser, altı adet altılıktan

oluşmuş ve Haziran 1314 tarihini taşımaktadır. ] SF, Nu. 382, s. 282.

[OZANSOY], Faik Ali, Hafayâ-yı Leyal-2 [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiir on yedi

üçlükten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 370, s. 85.

[OZANSOY], Faik Ali, Manâ-yı Feryat, [Ağustos 1314 tarihiyle yayınlanan eser,

dört dörtlük ve bir üçlükten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 395, s. 71.

[OZANSOY], Faik Ali, Sevdâ-yı Münevver, [Şiir dört dörtlükten oluşan eserde aruz

ölçüsü kullanılmış ve şiirin başında Abdülhak Hamit’ten bir beyit alıntı

yapılmıştır. ] SF, Nu. 376, s. 179.

[OZANSOY], Faik Ali, Teellüm, [Eser 17 Temmuz 1314 tarihiyle birlikte

yayınlanmıştır. Eser iki dörtlük, iki üçlük ve bir mısranın bir araya

gelmesiyle oluşmuştur. ] SF, Nu. 387, s. 359.

[OZANSOY], Faik Ali, Tenvim-i Hissiyat, [Tevfik Fikret Bey’e ithafıyla yayımlanan

eser soneyle Bursa’da 30 Kanun-ı Sani 1313 tarihinde kaleme alınmıştır. ]

SF, Nu. 366, s. 24.

Page 170: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

152

[OZANSOY], Faik Ali, Yâd-ı Müvellid, [Hüseyin Rıza’ya ithaf edilmiş, soneyle ve

aruz ölçüsü kullanılarak yazılmıştır. ] SF, Nu. 377, s. 199.

[ÖZSEVER], Hüseyin Siret, Issız Köy, [Hüseyin Cahit Bey’e ithafıyla yayınlanan

eser sone nazım biçiminde aruzla yazılmıştır. Eser Rumeli Hisarı’nda 13

Ağustos 1314 tarihinde kaleme alınmıştır. ] SF, Nu. 391 s. 11.

[ÖZSEVER], Hüseyin Siret, Dalgalar, [Mensure, Şişli’de 30 Mart 1314 tarihinde

yazılmıştır. Dört bölümden oluşmuştur. Siret imzasıyla. ] SF, Nu. 369, s.

71.

[ÖZSEVER], Hüseyin Siret, Her Gün, [Şişli’de 22 Şubat 1313 tarihinde aruz

ölçüsüyle yazılmıştır. Siret imzasıyla. ] SF, Nu. 365, s. 4.

[ÖZSEVER], Hüseyin Siret, Sevda-yı Kihnisal [Yirmi iki dörtlük, bir dizeden oluşan

eser, “Tevfik Fikret Bey’e” ithaf edilmiş, aruz ölçüsü kullanılmıştır. Siret

imzasıyla. ] SF, Nu. 362, s. 375.

[ÖZSEVER], Hüseyin Siret, Sevdâ-yı Medfun, [Eser Şişli’de 5 Nisan 1314 tarihinde

aruzla yazılan eser, dört dörtlük ve dört üçlükten oluşmaktadır. Siret

imzasıyla. ] SF, Nu. 376, s. 179.

[ÖZSEVER], Hüseyin Siret, Sükunet-i Şabane, [Đki dörtlük ve iki üçlükten oluşan

eser, sone nazım biçiminde yazılmıştır. Siret imzasıyla. ] SF, Nu. 363, s.

388.

[ÖZSEVER], Hüseyin Siret, Şiir-i Yekrenk, [Eser Şişli’de 27 Şubat 1313 tarihinde

aruzla yazılmış ve üç adet beşlikten oluşur, aruz kullanılmıştır. Siret

imzasıyla. ] SF, Nu. 366, s. 25.

[ÖZSEVER], Hüseyin Siret, Kitab-ı Garam, [Eser üç dörtlükten meydana gelmiş ve

aruzla yazılmıştır. ] SF, Nu. 388, s. 376.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, [30 Temmuz 1314 tarihinde kaleme alınan eser, iki

dörtlük bir üçlükten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 388, s. 377.

Page 171: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

153

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Albümü Karıştırıyordum, [15 Mart 1313 tarihinde sone

biçiminde kaleme alınmıştır. ] SF, Nu. 368, s. 50.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Bahar, [Eser 14 Mart 1314 tarihinde aruz ölçüsüyle

serbest müstazat biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 369, s. 70.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Bilsem ki, [Eser 10 Temmuz 1314 tarihinde kaleme

alınmış ve dört dörtlükten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 385, s. 327.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Bir Aile Hatırası, [Haydarpaşa’da, 27 Şubat 1313

tarihinde aruzla yazılmış ve yedi dörtlük, bir ikilikten oluşmuştur. ] SF,

Nu. 367, s. 38.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Bir Sonbahardı, [Eser iki bölümdür, her bölümde yedi

dize vardır. 29 Ağustos 1314 tarihinde yazılan şiirde aruz kullanılmıştır. ]

SF, Nu. 392, s. 22.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Dalga, [Eser üç dörtlük ve bir ikilikten oluşmuş ve aruz

ölçüsüsü kullanılmıştır. ] SF, Nu. 373, s. 130.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Esnâ-yı Tefekkürde, [Eser 21 Eylül 1314 tarihiyle

birlikte yayınlanan aruz ölçüsünün kullanıldığı eser dokuz beyitten

oluşmaktadır. ] SF, Nu. 395, s. 74.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Gönlüm Đsterdi ki, [Haydarpaşa’da 23 Mayıs 1314

tarihinde yazılmıştır. Dört dörtlükten oluşan eser aruz ölçüsü kullanılarak

yazılmıştır. ] SF, Nu. 378, s. 211.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Kalem Niçin Yazmaz? [Eser 30 Mart 1304 tarihinde

aruz ölçüsüyle sone biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 370, s. 85.

*[PEDRAM], Hüseyin Daniş, -Makale-i Mahsusa-, [Dilin ıslahı, gramer meselesi,

Dildeki Arapça ve Farsça sözcüklerin akıbeti makalenin konusunu

oluşturur. ] SF, Nu. 397, s. 107.

Page 172: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

154

*[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Musahabe-i Edebiye, [381. sayıda Đsmail Safa’nın

Musahabe-i Edebiyesiyle yani ‘Şiir Yazmak, Şiiri Yazmak’ başlıklı yazısı

üzerinde durulur. Bazı edebî akımlar üzerinde durulur: Realizm,

Sembolizm, Đdealizm gibi…] SF, Nu. 383, s. 294.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Nedir Giyah, Ne Söyler Hâb-ı Alud [Eser dört adet

dörtlükten meydana gelmiş ve 30 Temmuz 1314 tarihi de eser altında

yayınlanıştır. ] SF, Nu. 387, s. 359.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Nişimin-i Tenha, [Nazım biçimi olarak terza rima

şeklinde yazılan eser 6 Nisan 314 tarihini taşımaktadır. ] SF, Nu. 371, s.

102.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Rafael De La Martin, [Ressam Rafael’in resim anlayışı,

hayatı ve resimleri incelenmiştir. ] SF, Nu. 388, s. 382.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Sanihat-i Şiiriyem, [Eser 27 Mayıs 1314’te sone

biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 380, s. 245.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Sihir-Hülya, [Şiir on beyitten oluşmuş ve aruz ölçüsü

kullanılmıştır. ] SF, Nu. 376, s. 179.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Tefekkürat-ı Şabane, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiir,

19 Teşrin-i Evvel 1314 tarihiyle birlikte yayınlanmıştır. Eser iki altılıktan

oluşur. ] SF, Nu. 400, s. 150.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Tenevvü-i Hissiyat, [Eser altı beyitten oluşmuş ve aruz

ölçüsü kullanılmıştır. Şiir 16 Mayıs 1314 tarihini taşımaktadır. ] SF, Nu.

377, s. 199.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Terane-i Ulvi, [Eser 22 Haziran 1314 tarihinde kaleme

alınmış ve iki altılık, bir ikilikten oluşan eserde aruz kullanılmıştır. ] SF,

Nu. 377, s. 199.

Page 173: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

155

*Recaizade M. Ekrem, Ressam Halil Beyefendi’nin Yeni Bir Levha-i Dilrübası,

[Ressam Halil Beyefendi’nin birkaç resmi bütün ayrıntılarıyla incelenip

eleştiriliyor. Bunlar bir estetikçi edasıyla bizlere aktarılıyor. ] SF, Nu.

365, s. 2.

[REY], Ahmet Reşit, An-ı Teellüm, [Serbest müstezat nazım biçiminde, aruz

ölçüsüyle yazılmıştır. H. Nazım imzasıyla. ]. SF, Nu. 366, s. 23.

[REY], Ahmet Reşit, Bir Cevap, [Eser cevap mahiyetindedir ve Ali Kemal’e

yazılmıştır. 370 numaralı Servet-i Fünun’da Arapça ve Türkçe yazmak

konulu musahabede Ali Kemal’in şiirlerinden örnekler verilmişti. Ancak

verilen bu örnekler Ali Kemal ve bazı ediplerde infiale neden olmuştur.

Bunun üzerine bu yazı kaleme alınmıştır. Bahsi geçen yazıdaki şiir tekrar

ayrıntılı olarak incelenmiştir. H. Nazım imzasıyla. ] SF, Nu. 375, s. 167.

[REY], Ahmet Reşit, Metruk, [Eser beş dörtlükten oluşmuş ve aruz ölçüsü

kullanılmıştır. Ayrıca 30 Mayıs 1314 tarihi de eserle birlikte

yayınlanmıştır. H. Nazım imzasıyla. ] SF, Nu. 380, s. 243.

*[REY], Ahmet Reşit, -Musahabe-i Edebiye 38-, [Servet-i Fünun’un üslubu

hakkındaki eleştirilere cevap niteliğindedir. Daha önce bu konuyla ilgili

Servet-i Fünun’da yayımlanan Ali Kemal’in yazısından alıntılar

yapılmıştır. H. Nazım imzasıyla. ] SF, Nu. 370, s. 86.

[REY], Ahmet Reşit, O Zaman, [Eser beş bölümden oluşmuş ve aruz ölçüsüyle

yazılmıştır. H. Nazım imzasıyla. ] SF, Nu. 369, s. 69.

[REY], Ahmet Reşit, Seher, [ Aruzla, sone biçiminde yazılmıştır. H. Nazım

imzasıyla. ] SF, Nu. 365, s. 3.

Rüşdü Behcet, Hayal-i Mesruk, [Yazarın fotoğraf hayranı bir arkadaşına cam almak

üzere gitmesiyle başlayan bir anısı aktarılıyor. Yayında 15 Mart 1314

tarihi vardır. ] SF, Nu. 368, s. 53,

Page 174: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

156

Rüşdü Behcet, Ricat, [Köy hayatının güzel yönleri, şehrin gürültüsünden kaçış ve

köyde edinilen intibalar aktarılıyor. ] SF, Nu. 363, s. 389.

Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahra-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh

Senusi ile Mülakatı, [354 numaralı nüshadan tefrika edilen

seyahatnamedir. Sultan II. Abdülhamit’in emriyle Sadık El Müeyyet Paşa

tarafından iki defa gerçekleştirilen Afrika seyahatine ait gezi notlarıdır. ]

SF, Nu. 357, s. 293; SF, Nu. 358, s. 311; SF, Nu. 359, s. 322; SF, Nu.

360, s. 346; SF, Nu. 361, s. 356; SF, Nu. 362, s. 376; SF, Nu. 363, s. 391;

SF, Nu. 364, s. 406; SF, Nu. 367, s. 43; SF, Nu. 369, s. 77; SF, Nu. 370, s.

91; SF, Nu. 371, s. 108; SF, Nu. 372, s. 123; SF, Nu. 373, s. 372; SF, Nu.

375, s. 170; SF, Nu. 376, s. 189; SF, Nu. 377, s. 205; SF, Nu. 378, s. 220;

SF, Nu. 379, s. 239; SF, Nu. 380, s. 254; SF, Nu. 382, s. 284; SF, Nu.

384, s. 314; SF, Nu. 365, s. 8; SF, Nu. 356, s. 278.

Safveti Ziya, Düşünüyordum, [Mensure Eylül 1314 tarihini taşımaktadır. Dört

bölümden oluşmuştur. ] SF, Nu. 395, s. 74.

Safveti Ziya, Salon Köşelerinde, [Roman tefrikasıdır. ] SF, Nu. 386, s. 350; SF, Nu.

387, s. 366; SF, Nu. 388, s. 384; SF, Nu. 389, s. 398; SF, Nu. 390, s. 413;

SF, Nu. 391, s. 14; SF, Nu. 392, s. 31; SF, Nu. 393, s. 47; SF, Nu. 394, s.

59; SF, Nu. 396, s. 94; SF, Nu. 397, s. 111; SF, Nu. 398, s. 111; SF, Nu.

399, s. 143; SF, Nu. 383, s. 298, SF, Nu. 395, s. 79; SF, Nu. 385, s. 334;

SF, Nu. 385, s. 334; SF, Nu. 400, s. 159.

Süleyman Nesip, Bilir misin? [ 8 Mart 1314 tarihini taşımaktadır. Aruz ölçüsü

kullanılmıştır. ] SF, Nu. 371, s. 102.

Süleyman Nesip, Lema-i Ümit, [Eser, 20 Teşrin-i Evvel 313 tarihinde aruz ölçüsüyle

sone biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 369, s. 70.

Süleyman Nesip, -Makale-i Mahsusa 1- Đki Söz Daha, [Şiire karşı gerçekleştirilen

taarruz, dilde ve edebiyatta meydana gelen yenilikler, Servet-i

Fünunculara ithaf edilen Dekadanlık meseleleri makalenin içeriğini

Page 175: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

157

oluşturur. Bu hücumları gerçekleştiren gruplar üçe ayrılır ve bunlar

üzerinde durulur. Bu gruplardan özellikle mutevassıtin grubu üzerinde

durulur. Bunların itirazlarının sebepleri izah edilmeye çalışılır. Ayrıca

Servet-i Fünuncuların yalnızca Fransız edebiyatını taklidi iddiasına da

Osmanlıca ve Fransızca şiirlerden örnekler verilerek itiraz edilir] SF, Nu.

374, s. 146.

Süleyman Nesip, Veda, [23 Şubat 1313 tarihinde, aruz ölçüsüyle yazılmıştır. ] SF,

Nu. 375, s. 166.

[TARHAN], A(bdülhak) H(amit), Sahayif-i Bedia, Fitnenden, [Abdülhak Hamit

Tarhan’ın adı geçen oyununun tefrikasıdır. ] SF, Nu. 400, s. 146; SF, Nu.

389, s. 386, SF, Nu. 390, s. 402, SF, Nu. 397, s. 99, SF, Nu. 391 s. 2, SF,

Nu. 392, s. 18, SF, Nu. 393, s. 34, SF, Nu. 395, s. 66, SF, Nu. 396, s. 82,

SF, Nu. 398, s. 114, SF, Nu. 399, s. 130.

Tevfik Fikret, Alphonse Daudet’in Bir Şiiri, [Çeviri şiirdir. Đki sekizlikten

oluşmuştur. T. F. imzasıyla ] SF, Nu. 359, s. 322.

Tevfik Fikret, Aşk ve Şebap, [Üç dörtlük ve bir dizeden oluşan eserde aruz ölçüsü

kullanılmıştır. ] SF, Nu. 361, s. 354.

Tevfik Fikret, -Aveng-i Şuhur 1-, Mart, [Şair Tevfik Fikret tarafından aylarla ilgili

olarak yazılan seri şiirlerden mart ayı için yazılan eserdir. Sone biçiminde

yazılmıştır. ] SF, Nu. 367, s. 33.

Tevfik Fikret, -Aveng-i Şuhur 2- Nisan, [Eser 8 Nisan 1314 tarihinde aruzla yazılan

şiir üç beşlikten oluşmuştur. ] SF, Nu. 373, s. 129.

Tevfik Fikret, -Aveng-i Şuhur 3- Mayıs, [Seri şiirin üçüncü parçasıdır. Aruzla yazılan

eser iki dörtlük ve bir üçlükten oluşur. ] SF, Nu. 384, s. 305.

Tevfik Fikret, Aveng-i Şuhur 4, Haziran, [Yılın aylarına dair yazılmış olan

şiirlerdendir. Bu şiir ise Haziran ayı için kaleme alınmıştır. ] SF, Nu. 388,

s. 369.

Page 176: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

158

Tevfik Fikret, -Aveng-i Şuhur 5- Temmuz, [Ayların anlatıldığı seri şiirlerden temmuz

ayının anlatıldığı şiirdir, aruz ölçüsü kullanılmıştır. Yedi üçlükten

oluşmuştur. ] SF, Nu. 391, s. 1.

Tevfik Fikret, -Aveng-i Şuhur 6- Ağustos, [23 Ağustos 1314 tarihinde kaleme alınan

eser iki dörtlük ve bir beşliktir. Aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 395, s. 65.

Tevfik Fikret, -Aveng-i Şuhur 7- Eylül, [26 Eylül 1314 tarihinde kaleme alınan eser

iki dörtlüktür. Aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 400, s. 145.

Tevfik Fikret, Baharda, [23 Haziran 1314 tarihiyle birlikte yayınlanmıştır. Eser

Cuppee’den alınmadır. ] SF, Nu. 382, s. 282.

Tevfik Fikret, Bir Feylosofa, [12 Temmuz 1314 tarihiyle birlikte yayınlanan eser

sone nazım biçimi özelliklerindedir. ] SF, Nu. 385, s. 327.

Tevfik Fikret, Bir Muhavare-i Edebiye, [Eser, 27 Şubat 1313 tarihinde aruzla

yazılmış ve altı benden oluşmuştur. ] SF, Nu. 366, s. 25.

Tevfik Fikret, Birlikte, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiir, üç dörtlük ve bir dizeden

meydana gelmiştir. Eser 5 Haziran 1314 tarihinde kaleme alınmıştır. ] SF,

Nu. 380, s. 245.

Tevfik Fikret, Bisiklet, [30 Mayıs 1314 tarihinde yazılan eser aruz kullanılarak sone

biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 379, s. 237.

Tevfik Fikret, En Ferahlı Günüm, [Eser 13 Mart 1314 tarihinde terza rimayla

yazılmıştır. ] SF, Nu. 369, s. 71.

Tevfik Fikret, F Coppee, Mütercimi: Tevfik Fikret: Baharda, [23 Haziran 1314

tarihiyle birlikte yayınlanmıştır. Eser Cuppee’den alınmadır. ] SF, Nu.

382, s. 282.

Tevfik Fikret, Gülefşan, [11 Nisan 1314 tarihinde, aruzla yazılmış ve şiir resim altı

şiir şeklinde yazılmıştır. Ancak resim 120. sayfada yayınlanmıştır. ] SF,

Nu. 372, s. 115.

Page 177: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

159

Tevfik Fikret, Hab-ı Girizan, [Eser dört altılıktan oluşmuş ve aruz ölçüsü

kullanılmıştır. 17 Nisan 1313 tarihi eser sonunda yayınlanmıştır. ] SF, Nu.

394, s. 52.

Tevfik Fikret, Haluk’un Bayramı, [Aruz ölçüsüyle serbest müstezat nazım biçimine,

10 Şubat 1313 tarihinde yazılmıştır. ] SF, Nu. 363, s. 389.

Tevfik Fikret, Hande-i Bum, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı eser, 18 Teşrin-i Evvel

1314 tarihiyle birlikte yayınlanmıştır. ] SF, Nu. 400, s. 151.

Tevfik Fikret, Hayat, [Şiirde 9 Kanun-ı Sani 1313 tarihinde, aruz ölçüsü kullanılmış

ve nazım birimi olarak da sone kullanılmıştır. ] SF, Nu. 378, s. 211.

Tevfik Fikret, Hülyâ-yı Saadet, [Eser 27 Nisan 1314 tarihinde, Đbrahim Cehdi’ye

ithaf edilmiş ve aruz kullanılmıştır. Toplam on dokuz dizeden oluşmuştur.

] SF, Nu. 374, s. 157.

Tevfik Fikret, Đkinci Tesadüf, [Eser 25 Şubat 1313 tarihinde soneyle yazılmıştır. ] SF,

Nu. 367, s. 38.

Tevfik Fikret, Kahkahat-ı Şiiriye 1, [Eser on bölümden oluşan eserde aruz

kullanılmıştır. Eser, 13 Ağustos 1314 tarihini taşımaktadır. ] SF, Nu. 392,

s. 22.

Tevfik Fikret, Kamis-i Yusuf, [13 Temmuz 1314 tarihiyle birlikte yayınlanan eser

Kısas-ı Enbiya I. ciltten alıntı yapılmıştır. ] SF, Nu. 386, s. 343.

Tevfik Fikret, Kaplumbağa Modası, [Bu tarihlerde Paris’te kaplumbağaların

kabukları üzerine altın ve kıymetli taşlarla süsleme yapılır. Daha sonra

salonlarda halılara bırakılır. Ağır ağır gezen kaplumbağa parlayarak eve

ışık saçar. Bunlar Paris’te hayli tercih edilen davranışlar olur ve moda

hâline gelir. Eserde bu moda üzerinde durulur. T. F. imzasıyla] SF, Nu.

358, s. 310.

Page 178: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

160

Tevfik Fikret, La Dans Serpantin, [Eser 26 Kanun-ı Sani 1313’te serbest müstezat

tarzında, aruzla yazılmıştır. ] SF, Nu. 362, s. 375.

*Tevfik Fikret, -Meşahir-i Muasırin-, Sami Paşazade Sezai Bey, [Derginin

kapağında Sami Paşazade Sezai Bey’in fotoğrafının derc olunarak

desteklendiği bir yazıdır. Eserde Tevfik Fikret’in yazarla ilgili anıları ve

eserleriyle ilgili görüşlerine yer verilmiştir. ] SF, Nu. 382, s. 274.

Tevfik Fikret, Mezarlıkta, [Eser 28 Teşrin-i Evvel 1314 tarihiyle birlikte

yayınlanmıştır. ] SF, Nu. 400, s. 151.

Tevfik Fikret, Mihr-i Zemheri, [Üç dörtlükten oluşmaktadır, aruz, serbest müstezat]

SF, Nu. 357, s. 290.

Tevfik Fikret, -Musahabe-i Edebiye 47, Tesir-i Ozan [Nesr-i hazıra tarafından şiire

karşı yapılan hücumlara cevaplar verilmiştir. ] SF, Nu. 396, s. 84.

*Tevfik Fikret, -Musahabe-i Edebiye 42- Đki Söz, [Bu dönemde Servet-i Fünun’a

karşı yapılan eleştirilere cevap verilir. Makalede Servet-i Fünuncuların

dilinin anlaşılmadığı, sıfırdan bir edebiyat meydana getirmeleri ve kafiye

meselesi makalenin gündemini oluşturmaktadır. ] SF, Nu. 364, s. 402.

*Tevfik Fikret, Musahabe-i Edebiye, [Đsim verilmeden Tevfik Fikret’in liseden

arkadaşı olan, Avrupa’da askerî eğitim aldıktan sonra ülkeye dönen

arkadaşıyla ilgili anılara aktarılır. Bu anıların nakledilme sebebi ismi

verilmeyen şahsın şiirle ilgili görüşleridir. ] SF, Nu. 384, s. 308.

*Tevfik Fikret, -Musahabe-i Edebiye 46-, Harabattan Bir Sahife, [Harabat’ın

yüzüncü sayfası açıklanmıştır. Antolojinin aynı zamanda iyi bir gramer

kitabı olmaması ve Servet-i Fünun’un dili bitirdiği iddialarına cevap

verilir. Eser eksikleriyle beraber tek olması yönüyle önem arz etmektedir.

] SF, Nu. 395, s. 67.

Tevfik Fikret, Mükedder, [7 Teşrin-i Evvel 1313 tarihiyle birlikte yayınlanan eser,

aruz ölçüsüyle sone biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 370, s. 86.

Page 179: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

161

Tevfik Fikret, Ne Đsterim? [28 Şubat 1314 tarihiyle birlikte yayınlanmıştır. Aruz

ölçüsünün kullanıldığı şiir, serbest müstezat biçiminde kaleme alınmıştır.

] SF, Nu. 397, s. 103.

Tevfik Fikret, Nesrin, [Eser 15 Mart 1313 tarihinde aruzla yazılmış ve beş bölümden

oluşmuştur. ] SF, Nu. 368, s. 50.

Tevfik Fikret, Nevha-i Bîsud, [Günlük hayatta kadının yeri, eserde irdelenmiştir.

Artık kadınların yalnızca anne değil hayatın birçok alanında bulunmaları

ve özellikle de kadınların edebiyata olan tesiri üzerinde durulmuştur. ] SF,

Nu. 400, s. 149.

Tevfik Fikret, Ramazan Sadakası, Köprüde, [Aruz kullanıldığı eser beş bölümden

oluşmuştur. ] SF, Nu. 359, s. 322.

Tevfik Fikret, Sahayif-i Hayatımdan 1, [Eser 4 Nisan 1314 tarihiyle birlikte

yayınlanmış ve iki bentten oluşmuştur. ] SF, Nu. 371, s. 102.

Tevfik Fikret, Salıncakta, [Resim altı şiir şeklinde kaleme alınan eser, iki dörtlükten

oluşur ve aruz ölçüsü kullanılmıştır. ] SF, Nu. 381, s. 260.

Tevfik Fikret, Son Tesadüf, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiirde nazım biçimi olarak

sone tercih edilmiştir. Eser 29 Nisan 1314 tarihiyle birlikte

yayınlanmıştır. ] SF, Nu. 376, s. 180.

Tevfik Fikret, Tesadüf, [13 Şubat 1313 tahinde kaleme alınan eser sone nazım

türündedir. ] SF, Nu. 364, s. 406.

Tevfik Fikret, Verin Zavallılara, [20 Şubat 1313 tarihinde, aruzla yazılan eser üç

bölümden oluşmaktadır. ] SF, Nu. 365, s. 4.

Tevfik Fikret, Yaşadıkça, [Üç dörtlük ve bir dizeden oluşan eserde aruz ölçüsü

kullanılmıştır. ] SF, Nu. 360, s. 338.

Tevfik Fikret, Zavallı Hasta, [A. Nadir Bey’e ithaf edilmiştir. Aruzun kullanıldığı

şiir, üç dörtlük ve tek mısradan oluşur. ] SF, Nu. 358, s. 308.

Page 180: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

162

Tevfik Fikret, Zekâ, [Eser üç bölümden oluşan eserde aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu.

375, s. 167.

Tevfik Fikret, Zevrâk-ı Hayat, [Eser iki dörtlükten meydana gelmiş aruz

kullanılmıştır. ] SF, Nu. 393, s. 43.

[TOKGÖZ], Ahmet Đhsan, Almanya Đlm-i Sanayi ve Ticaretine Bir Nazar,

[Almanya’da son on beş yıl içerisinde meydana gelen gelişmeler ve bu

gelişmelerin sebepleri üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 397, s. 100.

*[TOKGÖZ], Ahmet Đhsan, Besim Ömer Bey, Bade’t-Tertip Đkdam Muhabiri Đzzetlü

Ali Kemal Beye, SP, Nu. 381, s. 134-135.

[TOKGÖZ], Ahmet Đhsan, Besim Ömer Bey, [Doktor Besim Ömer Bey’in hayatı,

yaptıkları, eğitimi, aile ortamı, doktorluğu ve yazarlığı anlatılmıştır. ] SF,

Nu. 376, s. 178.

[TOKGÖZ] Ahmet Đhsan, Bir Musahabe-i Sayyadane, [Avcılık ve kuralları eserin

muhtevasını oluşturmuştur. ] SF, Nu. 394, s. 56.

[TOKGÖZ] Ahmet Đhsan, Đstanbul Postası, [Đstanbul’da sonbahar mevsiminde bir

şimendifer ile yapılan seyahat ve edinilen izlenimler aktarılmıştır. ] SF,

Nu. 400, s. 156.

[TOKGÖZ] Ahmet Đhsan, Đstanbul Postası, [Đstanbul’da yapılan kotra yarışı ve

burada edinilen izlenimler anlatılmıştır. ] SF, Nu. 390, s. 411.

[TOKGÖZ] Ahmet Đhsan, Operatör Cemil Paşa, [Paşanın kitaplığı ve

ameliyathanesinin fotoğrafları ve mesleğinden teferrüt olması

anlatılmıştır. ] SF, Nu. 400, s. 156.

[TOKGÖZ] Ahmet Đhsan, Servet-i Fünun’un Romanı, François Coppee, Mücrim,

Mütercimi: Ahmet Đhsan, [Roman tefrikası, 318 numaralı nüshadan

başlayan romanın hitamıdır. ] SF, Nu. 356, s. 284

Page 181: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

163

[TOKGÖZ] Ahmet Đhsan, Ziya Beyefendi, [Ziya Bey’in Mersin Mutasarrıflığına

tayini üzerine yazı kaleme alınmış, bu vesileyle Ziya Bey’in daha önceki

devlet görevleri aktarılmış ve Ziya Bey’in bu terfisiyle duyulan iftihar

ifade edilerek eser tamamlanmıştır. ]

[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, (Uşşakizade), Tramvayda Gelirken, [Eser Hüseyin Suat

Bey’e ithaf edilmiştir. Eser hayatında bir tren gibi olduğu tezi üzerine

kurulmuştur. Hayatın da bir hikâye olduğu vurgulanmıştır. Hikâye

tefrikasıdır. ] Uşşakizade Halit Ziya. Bkz. [UŞAKLIGĐL], Halit Ziya SF,

Nu. 357, s. 302

[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, (Uşşakkizade), Fransa Edebiyatına Dair Musahebat 1,

[Fransız edebiyatından farklı şahısların hayatları ve eserleri irdelenmiştir.

] SF, Nu. 398, s. 125.

[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, Billur Parçası, [Đki bölümden oluşmuş bir mensuredir. ]

SF, Nu. 365, s. 2.

*[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, Bir Bedii Sanat, [Eserde Tevfik Fikret’in edebî

yeteneği, karakteri, şiire getirdiği yenilikler örneklerle izah ediliyor. ] SF,

Nu. 381, s. 263.

[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, Bir Ruznameden, [Hikâye başlığı eserin başında

kullanılmıştır. ] SF, Nu. 380, s. 245.

[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, Bir Valide Tarafından, [Hikâyenin başlangıcında Şubat

312 tarihi de yayınlanmıştır. ] SF, Nu. 368, s. 55.

[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, Bir Yazın Tarihi, [359 numaralı nüshada duyurulduğu

gibi hikâye tefrikasıdır. ] SF, Nu. 360, s. 349; SF, Nu. 362, s. 381; SF,

Nu. 363, s. 397; SF, Nu. 361, s. 365.

*[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, -Makale-i Mahsusa- Alphonse Daudet (Geçen nüshanın

Mabadı), [Alphonse Daudet’in şiire getirdiği yenilikler, alıntılarla

desteklenerek anlatılır. Hugo, Rousseau gibi şahısların edebiyat üzerine

Page 182: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

164

görüşleri aktarıldıktan sonra yazarın edebiyat üzerine görüşleri

aktarılmıştır. Alphonse Daudet ile diğer yazarlar arasında karşılaştırılarak

yazarın Halit Ziya’ya olan tesirleri de aktarılmıştır. ] SF, Nu. 361, s. 359;

SF, Nu. 363, s. 394; SF, Nu. 359, s. 326; SF, Nu. 360, s. 340; SF, Nu.

365, s. 11.

[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, -Makale-i Mahsusa- Alphonse Daudet (Geçen nüshanın

Mabadı), [Alphonse Daudet’nin yaşadığı muhit ve bu muhitin eserlere

yansımaları üzerinde dikkatle durulmaktadır. ] SF, Nu. 362, s. 376.

[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, -Makale-i Mahsusa- Alphonse Daudet (Geçen nüshanın

Mabadı), [Alphonse Daudet’nin eserlerinden alınan örnekler üzerinde

durulmuş ve bunlar tahlil edilmiştir. ] SF, Nu. 364, s. 411.

[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, Mösyö Kanguru, [Eser Mehmet Rauf Bey’e ithafıyla

başlatılmıştır. Hikâye tefrikasıdır. ] SF, Nu. 369, s. 66; SF, Nu. 370, s. 82;

SF, Nu. 371, s. 98.

[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, Piyanist Devlet Efendi, [Piyanist Devlet Efendinin hayatı,

sanatı ve sanatını nasıl icra ettiği, onu dinlemenin verdiği haz eserin

içeriğini oluşturmaktadır. ] SF, Nu. 359, s. 325.

[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Alphonse Daudet Hakkında Bazı Mütalaat, [Fransa’da

ortaya çıkan edebî akımlardan bahsedilir. Özelikle Realizm üzerinde

durulur. Alphonse Daudet’in realist akımı temsili ve eserleri üzerinde

durulduktan sonra Balzac gibi diğer ediplerle karşılaştırmalara gidilir. ]

SF, Nu. 359, s. 330.

[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Bayram Sabahı, [Kanlıca’da 4 Teşrin-i Evvel 1314

tarihinde kaleme alınmıştır. Altı bölümden oluşmuştur. ] SF, Nu. 397, s.

103.

[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Hayal Đçinde, [Roman tefrikası] SF, Nu. 365, s. 14; SF,

Nu. 366, s. 31; SF, Nu. 367, s. 46; SF, Nu. 368, s. 62; SF, Nu. 369, s. 79;

SF, Nu. 370, s. 94; SF, Nu. 371, s. 111; SF, Nu. 372, s. 126; SF, Nu. 373,

Page 183: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

165

s. 142; SF, Nu. 374, s. 158; SF, Nu. 375, s. 174; SF, Nu. 376, s. 191; SF,

Nu. 377, s. 206; SF, Nu. 380, s. 254; SF, Nu. 381, s. 271; SF, Nu. 382, s.

286, ;SF, Nu. 383, s. 302; SF, Nu. 384, s. 316; SF, Nu. 378, s. 222.

[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hayat-ı Hakikiye Sahneleri-, Ateşçinin Oğlu, [Eser 25

Teşrin-i Evvel 1314 tarihini taşımaktadır. Dokuz bölümdür. ] SF, Nu.

400, s. 150.

[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Hayat-ı Hakikiyye Sahneleri, Hasta Çocuk, [Mensure,

“Biraderim Hüseyin Suat’a” ithafıyla yayınlanmış, Kanlıca’da 28 Ağustos

1314 tarihinde kaleme alınmış ve üç bölümdür. ] SF, Nu. 392, s. 22.

[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Hayat-ı Muhayyel, [Hikâye tefrikasıdır. ] SF, Nu. 399, s.

137.

*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Hikmet-i Bedayie Dair – 5, Edebiyat-ı Cedide’nin

Menşei ve Mebdei, [Edebiyat-ı Cedide ile ilgili iddiaları çürütmek

amacıyla, Edebiyat-ı Cedide’yi ortaya çıkaran koşulları ve akımın edebî

geçmişinin aktarıldığı bir eserdir. ] SF, Nu. 376, s. 183.

*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 1- Şive, Zevk, [Şive ve şiveye

muhalefet konusu üzerinde durulmuştur. Şivenin tanımının bulunmadığı

ve bunun bir zevk olduğu savunulur. Farklı yazarlardan alıntılarla

düşünce desteklenmiştir. ] SF, Nu. 370, s. 87.

*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 10- Gaye-i Hayal 2, [Sanatta

ideal meselesi üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 385, s. 330.

*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 11-, Gaye-i Hayal, [Edebiyatın

ahlaki ve gayri ahlaki olması üzerinde durulmuştur. Daha önceki sayıda

nakledilen ideal meselesi bu makalenin de içeriğini oluşturmuştur. ] SF,

Nu. 386, s. 344.

*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 12-, Deha, [Deha kavramı

üzerinde durulmuş, tanımlama yapılmaya çalışılmıştır. Ayrıca kavramın

Page 184: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

166

tanımında ve açıklamasında daha önce bu konuda düşünen ve yazan

kişilerin görüşlerinden de yararlanılmıştır. ] SF, Nu. 387, s. 365.

*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 13- [Şiirin mahiyeti, şiir nedir,

sanat eseriyle eser arasındaki farklar makalenin içeriğini oluşturur. ] SF,

Nu. 389, s. 395.

*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Hikmet-i Bedayie Dair 14- , Sanat ve Şiirin Đstikbali,

[Đlim ve fennin sanatı bilhassa şiiri zamanla yok edeceği görüşüne karşı

Fransız Jean Mary’nin eserlerinden de alıntı yapılarak karşı görüş

savunulmuştur. ] SF, Nu. 394, s. 52.

*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 15-, Sanat ve Şiirin Đstikbali,

[Sanatın ve şiirin geleceğinin olmadığını düşünen yerli ve yabancı

şahsiyetlere cevap verilmektedir. Şiirin yok olmayacağı tezi

vurgulanmaktadır. ] SF, Nu. 395, s. 75.

*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 16-, Sanat ve Şiirin Đstikbali,

[27 Eylül 1314 tarihini taşıyan eserde fennin şiiri yok edeceğine dair

görüşlere cevap verilir. ] SF, Nu. 396, s. 91.

*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 2- Hikmet-i Bedayi, Hüsn,

[Eserde güzelin tanımının çok zor olduğu vurgulandıktan sonra edebiyat

için güzelin ne olduğu konusu üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 371, s.

102.

*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 3- Mahsulat-ı Fikriye-i

Beşeriye, Mahsulat-ı Tabiiye, [On dokuzuncu yüz yıldan itibaren muhitin

edebî eser üzerine etkileri dikkate alınmıştır. Edebî eseri ortaya çıkaran

ortam ve eserin ortaya çıkışı makalenin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 372,

s. 115.

*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 4- Eser-i Sanat Nasıl Meydana

Gelir, Eserin Tarihi, [Makalede sanat eserinin nasıl meydana geldiği

anlatılmıştır. ] SF, Nu. 373, s. 132.

Page 185: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

167

*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 6- On Dokuzuncu Asrın

Temayülât-ı Ruhiyesi, Dekadizm – Sembolizm, [Dekadizm ve

sembolizmin Fransa’da nasıl ortaya çıktığı anlatılmıştır. Bu akımı

örneklendiren metin örnekleri verildikten sonra edebî akımların ortaya

çıkışı ve sebepleri üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 377, s. 194.

*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 7- [Eserin başında Taine’den

bir söz alıntı yapılarak makalede edebî eserin kıymetini belirleyen

unsurların neler olduğu üzerende durulmuştur. ] SF, Nu. 378, s. 214.

*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 8-, [Sanatın kaynağı gibi

konular incelenmiştir. Sanat nedir, taklit nedir, sanat bir taklit midir, gibi

sorulara cevaplar verilmeye çalışılır. Eserin sonunda 7 Haziran 1314

tarihi de verilmiştir. ] SF, Nu. 380, s. 249.

*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 9- Gaye-i Hayal – Đdeal,

[Sanatta ideal meselesi, eserler ve şahıslar üzerinde verilen tenkidi

hükümlerin zaman ve şartlara göre değiştiği, eserin evsafı ve tabiiyeti

üzerende durulmuştur. ] SF, Nu. 382, s. 282.

*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 9- Gaye-i Hayal- Đdeal,

[Taine’nin tenkitle ilgili görüşlerine geçen sayıda kalınan yerden devam

edilmiştir. Eser 22 Haziran 1314 tarihinde yazılmıştır. ] SF, Nu. 380, s.

249.

[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Đçtimaiyeye Dair- Muhtacine Muavenet-i

Mecburiye, [Paris’te Sorbonne Darülfünun’unda yapılan sosyoloji

kongresinde bir sunum olan muhtacine muavenet-i mecburiye konusu

üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 392, s. 28.

*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Đçtimaiyeye Dair- Muhtacine Muavenet-i

Mecburiye, [Paris’te Sorbonne Darülfünun’unda yapılan sosyoloji

kongresinde bir sunum olan muhtacine muavenet-i mecburiye konusu

Page 186: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

168

üzerinde durulmuştur. Eser sonunda 23 Ağustos 1314 tarihi de verilmiştir.

] SF, Nu. 393, s. 44.

[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Đhtiyar Möşem, [Yazarın ihtiyar bir arkadaşı olan Möşe

adlı arkadaşıyla aralarında geçenleri anlatır. ] SF, Nu. 384, s. 310.

[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Jerom Döse, Firar, [Jerom Döse’den hikâye

tercümesidir. ] SF, Nu. 364, s. 408.

[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Mesele-i Đçtimaiye-i Hazıra 1, Mesele-i Đktisadiyenin

Ehemmiyeti, [Đktisadın ortaya çıkışı, önemi, kuralları ve ülkemizdeki

durumu hakkında bilgi verilmiştir. ] SF, Nu. 398, s. 121.

[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Nazire-i Đltifat, [Hikâye tefrikasıdır. ] SF, Nu. 381, s.

267.

*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Romanlara Dair - Edebiyat ve Ahlak, [Edebiyatta

ahlak ve ahlak dışılık incelenir. Yazar edebiyatın bir vaiz olmadığını,

ahlakiliğin edebiyat için bir şart olmadığını anlatıyor. Seri makalenin

üçüncü bölümüdür. Daha önce makalenin başlangıcını oluşturan iki

bölüm dergide neşrolunmuştur. ] SF, Nu. 358, s. 309.

[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Şöhret-i Süheyle, [Hüseyin Cahit’in Hikmet-i Bedayie

Dair unvanlı seri yazısına Đkdam’da cevap yazan ve bu yazıları

beğenmeyen Ali Kemal’e yazılmış bir cevap metni özelliği gösterir.

Ayrıca Ali Kemal’in iki eseri de eser içinde incelenir. ] SF, Nu. 379, s.

226.

[YALÇIN], Hüseyin Suat, Bey Baba, [Şiir altı dörtlükten oluşmuş, aruzla 15 Mayıs

1314 tarihinde yazılmıştır. ] SF, Nu. 377, s. 199.

[YALÇIN], Hüseyin Suat, Bontaven Şiirlerinden, [ Eser iki üçlük ve iki dörtlükten

oluşmuştur. Sıralanış bir üçlük, bir dörtlük şeklindedir. ] SF, Nu. 363, s.

389.

Page 187: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

169

[YALÇIN], Hüseyin Suat, Eldivenlerin, [Aruzun kullanıldığı eserde nazım biçimi

olarak sone tercih edilmiştir. ] SF, Nu. 392, s. 22.

[YALÇIN], Hüseyin Suat, Hayat-ı Mecruh, [Eser Ali Nusret’e ithafıyla sone

biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 386, s. 342.

[YALÇIN], Hüseyin Suat, Helal-i Nev, [Şiir 8 Temmuz 1314 tarihinde, Siret Bey’e

ithaf edilmiştir. Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiirde nazım biçimi olarak

sone tercih edilmiştir. ] SF, Nu. 385, s. 327.

[YALÇIN], Hüseyin Suat, Leyl-i Şita, [Aruz, 12 Kanun-ı Evvel 1313, üçlük ve

dörtlüklerin oluşturduğu on üç bölümden oluşmuştur. ] SF, Nu. 358, s.

307.

[YALÇIN], Hüseyin Suat, Resmine Karşı, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiirde nazım

biçimi olarak serbest müstezat tercih edilmiştir. ] SF, Nu. 391 s. 10.

[YALÇIN], Hüseyin Suat, Senden Sonra, [Şiir Mehmet Rauf’a ithaf edilmiş ve aruz

kullanılmıştır. ] SF, Nu. 376, s. 179.

[YALÇIN], Hüseyin Suat, Şiir Okurlarken, [Resim altı şiir şeklinde yazılmış olan bir

eser, iki altılık, iki dörtlük, bir ikilikten oluşmuş ve aruz kullanılmıştır. ]

SF, Nu. 365, s. 5.

[YALÇIN], Hüseyin Suat, Şiir Yazarken, [Abdullah Zühtü Bey’e ithafıyla

yayınlanmıştır. Ayrıca eser 27 Şubat 1313 tarihinde aruzla yazılmış ve

dört bentten oluşmuştur. ] SF, Nu. 376, s. 179.

[YALÇIN], Hüseyin Suat, Validemin Dizinde, [Eserin başında Kardeşim Hüseyin

Cahit’e ithafı yer almaktadır. Dört bölümden oluşmuş olan bir

mensuredir. ] SF, Nu. 370, s. 85.

[YALÇIN], Hüseyin Suat, Zevcemin Mezarında, [Eser Cenap Şehabettin’e ithafıyla,

11 Mart 1314 tarihinde aruzla yazılmıştır. ] SF, Nu. 369, s. 70.

Page 188: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

170

*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Londra’dan Mektup, Đngiltere’de Türkçe Tedrisatı,

[Đngiltere’de bazı üniversitelerde okutulan Türkçe dersleri incelenmiş ve

bu derslerde okutulan müfredat aktarılmıştır. ] SF, Nu. 400, s. 153.

Page 189: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

171

2.1.2. Konu ve Türlerine Göre

2.1.2.1.Askeriye, Ordu ve Savaş

Đmzasız, -Resimlerimiz- Rusya Harbiye Nazırı General Gorapotekin, [ Rusya

Harbiye Nazırının kısa öz geçmişi anlatılmaktadır. ] SF, Nu. 365, s. 11.

Đmzasız, Amerika ve Đspanya Đlan-ı Harbi, [Amerika’nın Đspanya’ya savaş ilan

etmesinin konu edildiği yazıdır. ] SP, Nu. 372, s. 61-64.

Đmzasız, Amerika Đspanya Muharebesi, [Amerika ile Đspanya Savaşının Gidişatı

hakkında bilgi veren yazılardır. ] SP, Nu. 374, s. 75-78; SP, Nu. 375, s. 81-

83; SP, Nu. 376, s. 92-93; SP, Nu. 377, s. 99-101; SP, Nu. 378, s. 109-110;

SP, Nu. 379, s. 117-118; SP, Nu. 380, s. 124-125; SP, Nu. 381, s. 133; SP,

Nu. 382, s. 141-142; SP, Nu. 383, s. 149; SP, Nu. 384, s. 156-157; SP, Nu.

385, s. 165; SP, Nu. 386, s. 172; SP, Nu. 387, s. 179-180; SP, Nu. 388, s.

188-189.

Đmzasız, Devlet-i Ali Osman ve Yunan Muharebesine Ait Panorama, SP, Nu. 357, s.

152; SP, Nu. 359, s. 167; SP, Nu. 385, s. 167; SP, Nu. 386, s. 175.

Đmzasız, Terk-i Sulh, [Rusya Hariciye Nazırının silah terki ile ilgili beyanatına dair

yazılmıştır. ], SP, Nu. 391, s. 4-5.

2.1.2.2.Avcılık

[TOKGÖZ] Ahmet Đhsan, Bir Musahabe-i Sayyadane, [Avcılık ve kuralları eserin

muhtevasını oluşturmuştur. ] SF, Nu. 394, s. 56.

2.1.2.3.Dahilî ve Haricî Haberler

Đmzasız, Almanya imparatoru ve Đmparatoriçesinin Dersaadete Muvasalatları, SP,

Nu. 397, s. 52-55.

Đmzasız, Avusturya Đmparatoru Hazretlerinin Beyannamesi, SP, Nu. 394, s. 31.

[Đmparatoriçe Elizabeth’in ölümü üzerine verilen beyannamedir. ]

Page 190: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

172

Đmzasız, Dahiliye, SP, Nu. 356, s. 140-142; SP, Nu. 357, s. 147-149; SP, Nu. 358, s.

156-157; SP, Nu. 359, s. 163-164; SP, Nu. 360, s. 172-173; SP, Nu. 361,

s. 179-180; SP, Nu. 362, s. 187; SP, Nu. 363, s. 196-197; SP, Nu. 364, s.

204-205; SP, Nu. 365, s. 4-5; SP, Nu. 366, s. 11-12; SP, Nu. 368, s. 29-

31; SP, Nu. 369, s. 36-38; SP, Nu. 370, s. 45-46; SP, Nu. 371, s. 52; SP,

Nu. 372, s. 64; SP, Nu. 374, s. 68; SP, Nu. 375, s. 86; SP, Nu. 376, s. 93-

95; SP, Nu. 377, s. 101-103; SP, Nu. 378, s. 110-112; SP, Nu. 379, s.

118-120; SP, Nu. 380, s. 125-127; SP, Nu. 381, s. 133-134; SP, Nu. 382,

s. 142-143; SP, Nu. 383, s. 149-151; SP, Nu. 384, s. 157-159; SP, Nu.

385, s. 165-166; SP, Nu. 386, s. 173-174; SP, Nu. 387, s. 180-181; SP,

Nu. 388, s. 189-191; SP, Nu. 389, s. 198; SP, Nu. 390, s. 205-206; SP,

Nu. 391, s. 5-6; SP, Nu. 392, s. 13; SP, Nu. 393, s. 23; SP, Nu. 394, s. 29-

31; SP, Nu. 395, s. 35-37; SP, Nu. 396, s. 45-46; SP, Nu. 398, s. 58-61;

SP, Nu. 399, s. 77-79; SP, Nu. 400, s. 87-89.

Đmzasız, Danimarka Kraliçesinin Vefatı, SP, Nu. 395, s. 38.

Đmzasız, Gidenler Gelenler, [Özellikle yabancı misyon şeflerinin tayin ve yer

değitirmelerinin konu olduğu yazılardır. ] SP, Nu. 356, s. 143; SP, Nu.

358, s. 158; SP, Nu. 359, s. 165; SP, Nu. 361, s. 181; SP, Nu. 364, s. 206;

SP, Nu. 365, s. 5; SP, Nu. 366, s. 14; SP, Nu. 368, s. 31; SP, Nu. 370, s.

46; SP, Nu. 371, s. 52; SP, Nu. 372, s. 64; SP, Nu. 374, s. 78; SP, Nu.

375, s. 87; SP, Nu. 376, s. 95; SP, Nu. 377, s. 103; SP, Nu. 378, s. 112;

SP, Nu. 379, s. 120; SP, Nu. 380, s. 127; SP, Nu. 381, s. 134; SP, Nu.

382, s. 142-143; SP, Nu. 383, s. 151; SP, Nu. 385, s. 166; SP, Nu. 386, s.

174; SP, Nu. 387, s. 181; SP, Nu. 388, s. 191; SP, Nu. 393, s. 13; SP, Nu.

395, s. 37; SP, Nu. 396, s. 46; SP, Nu. 397, s. 55; SP, Nu. 398, s. 62; SP,

Nu. 399, s. 79.

Đmzasız, Hariciye, [Ülke ülke yurtdışındaki gelişmelerin anlatıldığı haber niteliği

taşıyan bölümdür. ] SP, Nu. 356, s. 143; SP, Nu. 357, s. 150; SP, Nu. 358,

s. 159; SP, Nu. 359, s. 165-166; SP, Nu. 360, s. 175-176; SP, Nu. 361, s.

181-182; SP, Nu. 362, s. 190; SP, Nu. 363, s. 197-198; SP, Nu. 364, s.

Page 191: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

173

206; SP, Nu. 365, s. 5-6; SP, Nu. 366, s. 13-14; SP, Nu. 368, s. 31; SP,

Nu. 369, s. 39; SP, Nu. 370, s. 46-48; SP, Nu. 371, s. 54-55; SP, Nu. 375,

s. 87-88; SP, Nu. 376, s. 96; SP, Nu. 377, s. 104; SP, Nu. 378, s. 112; SP,

Nu. 379, s. 120; SP, Nu. 380, s. 127; SP, Nu. 381, s. 135-136; SP, Nu.

382, s. 144; SP, Nu. 383, s. 151; SP, Nu. 384, s. 159; SP, Nu. 385, s. 166-

167; SP, Nu. 387, s. 183; SP, Nu. 390, s. 206-207; SP, Nu. 391, s. 6; SP,

Nu. 392, s. 14-15; SP, Nu. 395, s. 37; SP, Nu. 396, s. 47; SP, Nu. 397, s.

55-56; SP, Nu. 398, s. 72; SP, Nu. 399, s. 79; SP, Nu. 400, s. 89.

Đmzasız, Đmparatoriçe Elizabeth’in Cenazesi, SP, Nu. 393, s. 21-23.

Đmzasız, Mevadd-ı Muhtelife, [Günlük hayattan muhtelif konuların ele alındığı

yazılardır. ] SP, Nu. 357, s. 149; SP, Nu. 358, s. 157; SP, Nu. 359, s. 164;

SP, Nu. 360, s. 173-174; SP, Nu. 361, s. 180-181; SP, Nu. 362, s. 189;

SP, Nu. 362, s. 189-190; SP, Nu. 364, s. 205-206; SP, Nu. 366, s. 12-13;

SP, Nu. 376, s. 95.

Đmzasız, -Resimlerimiz- SF, Nu. 358, s. 316. [Resimlerimiz köşesinde dergide

yayımlanan bazı resimlerle ilgili açıklamalar yapılır. Bu sayıda ise

kapakta yayınlanan Giritli öğrencilerin durumuyla ilgili bir takım

sonuçlara gidilmiştir. Resimden hareketle Giritli çocukların fakirliği,

padişahın da tebaası arasında ayrım yapmadan yardım ettiği

anlatılmaktadır. ]

Đmzasız, Sevdan Sefiri, SP, Nu. 392, s. 13-14.

Đmzasız, Tevcihat, [Hükümetçe verilen rütbelerin ve terfi haberlerinin verildiği

bölümdür. ] SP, Nu. 356, s. 137-140; SP, Nu. 357, s. 145-147; SP, Nu.

358, s. 153-156; SP, Nu. 359, s. 161-163; SP, Nu. 360, s. 169-172; SP,

Nu. 361, s. 177-179; SP, Nu. 362, s. 185-187; SP, Nu. 363, s. 194-195;

SP, Nu. 364, s. 201-204; SP, Nu. 365, s. 1-4; SP, Nu. 366, s. 9-11; SP,

Nu. 367, s. 17; SP, Nu. 368, s. 25-26; SP, Nu. 369, s. 33-35; SP, Nu. 370,

s. 41-43; SP, Nu. 371, s. 49-50; SP, Nu. 372, s. 57-59; SP, Nu. 373, s. 63-

65; SP, Nu. 374, s. 73-75; SP, Nu. 375, s. 81-83; SP, Nu. 376, s. 89-91;

Page 192: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

174

SP, Nu. 377, s. 97-99; SP, Nu. 378, s. 105-107; SP, Nu. 379, s. 113-115;

SP, Nu. 380, s. 121-123; SP, Nu. 381, s. 129-130; SP, Nu. 382, s. 137-

139; SP, Nu. 383, s. 145-147; SP, Nu. 384, s. 153-154; SP, Nu. 385, s.

161-163; SP, Nu. 386, s. 169-171; SP, Nu. 387, s. 177-178; SP, Nu. 388,

s. 185-187; SP, Nu. 389, s. 193-196; SP, Nu. 390, s. 201-203; SP, Nu.

391, s. 1-3; SP, Nu. 392, s. 9-10; SP, Nu. 393, s. 17-20; SP, Nu. 394, s.

25-27; SP, Nu. 395, s. 33-35; SP, Nu. 396, s. 41-44; SP, Nu. 397, s. 49-

51; SP, Nu. 398, s. 57-58; SP, Nu. 399, s. 73-76 SP, Nu. 400, s. 81-86

Osman Galip, Cümle-i Siyasiye, [ Genellikle dünya siyasetine ve gelişmelerine dair

konuların irdelendiği yazılardır. ] SP, Nu. 356, s. 137; SP, Nu. 368, s. 28-

29; SP, Nu. 369, s. 35; SP, Nu. 370, s. 43; SP, Nu. 371, s. 50; SP, Nu.

372, s. 59; SP, Nu. 375, s. 83; SP, Nu. 378, s. 107-109; SP, Nu. 379, s.

115-117; SP, Nu. 380, s. 123-124; SP, Nu. 381, s. 131-132; SP, Nu. 382,

s. 140-141; SP, Nu. 383, s. 147-148; SP, Nu. 356, s. 137-156; SP, Nu.

385, s. 163-165; SP, Nu. 386, s. 171-172; SP, Nu. 387, s. 178-179; SP,

Nu. 388, s. 187-188; SP, Nu. 389, s. 196-198; SP, Nu. 390, s. 204-205;

SP, Nu. 391, s. 3-4; SP, Nu. 392, s. 11-13; SP, Nu. 393, s. 20-21; SP, Nu.

394, s. 27-29; SP, Nu. 396, s. 44-45; SP, Nu. 397, s. 51-52; SP, Nu. 398,

s. 57-58; SP, Nu. 399, s. 76-77.

2.1.2.4.Edebi ve Edebiyatla Đlgili Eserler

2.1.2.4.1. Anı

Mehmet Rauf, Halit Ziya, Hayat ve Hususiyeti, Mai ve Siyah’ın intişarı

münasebetiyle, [Mehmet Rauf’un Halit Ziya ile görüşmek üzere

Şehzadebaşı’na davet edildiği, davetten önce Halit Ziya ile ilgili görüşleri

aktarılır. Tanışma ayrıntılarıyla aktarıldıktan sonra Mai ve Siyah’ın

tarihçe-i telifi anlatılır. Halit Ziya’ya olan hayranlık eserin farklı

bölümlerinde defaatle aktarılmıştır. ] SF, Nu. 357, s. 298.

Page 193: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

175

Rüşdü Behcet, Hayal-i Mesruk, [Yazarın fotoğraf hayranı bir arkadaşına cam almak

üzere gitmesiyle başlayan bir anısı aktarılıyor. Yayında 15 Mart 1314

tarihi vardır. ] SF, Nu. 368, s. 53.

Rüştü Behcet, Ricat, [Köy hayatının güzel yönleri, şehrin gürültüsünden kaçış ve

köyde edinilen intibalar aktarılıyor. ] SF, Nu. 363, s. 389.

Tevfik Fikret, Musahabe-i Edebiye, [Đsim verilmeden Tevfik Fikret’in liseden

arkadaşı olan, Avrupa’da askerî eğitim aldıktan sonra ülkeye dönen

arkadaşıyla ilgili anılara aktarılır. Bu anıların nakledilme sebebi ismi

verilmeyen şahsın şiirle ilgili görüşleridir. ] SF, Nu. 384, s. 308.

[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Đhtiyar Möşem, [Yazarın ihtiyar bir arkadaşı olan Möşe

adlı arkadaşıyla aralarında geçenleri anlatır. ] SF, Nu. 384, s. 310.

2.1.2.4.2. Biyografi

Đmzasız, -Resimlerimiz- [Emin Paşanın vefatı ve hayat hikâyesi kısaca anlatılmıştır. ]

SF, Nu. 365, s. 11.

Đmzasız, -Resimlerimiz- Hanif Efendi, [ Đbrahim Hanif Efendinin vefatı ve kısa

özgeçmişinin aktarıldığı bir yazıdır]. SF, Nu. 365, s. 11.

Đmzasız, Resimlerimiz, Saadetlü Sakızlı Ohannes Efendi Hazretleri, [Ohannes

Efendinin kariyeri ayrıntılarıyla verilir. Şahsın çok hızlı gelişen üst düzey

memuriyeti ve bu memuriyetlerde kısa sürede gerçekleşen terfileri

anlatılmış ve daha sonra Mekteb-i Mülkiye-i Şahane hocalığı üzerinde

durulmuştur. ] SF, Nu. 356, s. 283.

Đmzasız, Resimlerimiz, Sadık El Müeyyet Bey, [Sadık El Müeyyet Bey, doğumundan

alınmış, yapmış olduğu Afrika gezisi ve bu gezinin önemi, almış olduğu

devlet görevleri aktarıldıktan sonra, Sadık Bey’e Servet-i Fünun’a yazdığı

yazılardan dolayı teşekkür edilerek eser tamamlanmıştır. ] SF, Nu. 357, s.

298.

Page 194: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

176

M. K(af), –Resimlerimiz-, Arzu-yı Melhuz, Ressam Halil Beyefendi. [365 numaralı

nüshada yayımlanan Levha-yı Dilrüba tablosunun ressamı, Halil

Beyefendi tanıtılmış, resim tetkik edilmiştir. ] SF, Nu. 368, s. 51.

[PEDRAM] Hüseyin Daniş, Rafael De La Martin, [Ressam Rafael’in resim anlayışı,

hayatı ve resimleri incelenmiştir. ] SF, Nu. 388, s. 382.

Tevfik Fikret, -Meşahir-i Muasırin-, Sami Paşazade Sezai Bey, [Derginin kapağında

Sami Paşazade Sezai Bey’in fotoğrafının derc olunarak desteklendiği bir

yazıdır. Eserde Tevfik Fikret’in yazarla ilgili anıları ve eserleriyle ilgili

görüşlerine yer verilmiştir. ] SF, Nu. 382, s. 274.

[TOKGÖZ], Ahmet Đhsan, Besim Ömer Bey, [Doktor Besim Ömer Bey’in hayatı,

yaptıkları, eğitimi, aile ortamı, doktorluğu ve yazarlığı anlatılmıştır. ] SF,

Nu. 376, s. 178.

[TOKGÖZ], Ahmet Đhsan, Operatör Cemil Paşa, [Paşanın kitaplığı ve

ameliyathanesinin fotoğrafları ve mesleğinden teferrüt olması

anlatılmıştır. ] SF, Nu. 378, s. 210.

[TOKGÖZ] Ahmet Đhsan, Ziya Bey Efendi, [Ziya Bey’in Mersin Mutasarrıflığına

tayini üzerine yazı kaleme alınmış, bu vesileyle Ziya Bey’in daha önceki

devlet görevleri aktarılmış ve Ziya Bey’in bu terfisiyle duyulan iftihar

ifade edilerek eser tamamlanmıştır. ] SF, Nu. 357, s. 298.

[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, Piyanist Devlet Efendi, [Piyanist Devlet Efendi’nin

hayatı, sanatı ve sanatını nasıl icra ettiği, onu dinlemenin verdiği haz

eserin içeriğini oluşturmaktadır. ] SF, Nu. 359, s. 325.

2.1.2.4.3. Çeviri Roman

[TOKGÖZ], Ahmet Đhsan, François Coppe, Servet-i Fünun’un Romanı, François

Coppee, Mücrim, Mütercimi: Ahmet Đhsan, [Roman tefrikası, 318

numaralı nüshadan başlayan romanın hitamıdır. ] SF, Nu. 356, s. 284.

Page 195: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

177

2.1.2.4.4. Çeviri Şiir

Ahmet Naim, Bedayii’l-Arab 1, Şair-i Bahadır Yahud Beşir ibn Ebi Uvane, [Beşir

Đbn Ebi Uvane adlı şairin şiirlerinden birtakım alıntılar yapılmıştır. Bu

alıntılar önce Farsça daha sonra Osmanlıca olarak verilmiş ve şerh

edilmiştir. ] SF, Nu. 390, s. 406.

Ahmet Naim, -Bedayiil Arap-, Ferezdak’ın Bir Kasidesi, [Kasidenin önce Farsçası

daha sonra Osmanlıcası verilmiştir. Eser yirmi yedi beyitten meydana

gelmiştir. Beyitler tek tek şerh edilmiştir. ] SF, Nu. 389, s. 391.

Ahmet Naim, -Bedayiil Arap-, Đbn Farızdan, [Đbn Farız’ın şiirleri önce orijinal metin

daha sonra şerhiyle birlikte verilmiştir. ] SF, Nu. 396, s. 87.

Ahmet Naim, -Bedayiil Arap, Semevel’in Bir Fahriyesi, [Fahriye beyit beyit önce

Arapça metin, daha sonra bunların açıklamaları verilmiştir. ] SF, Nu. 392,

s. 23.

Ahmet Naim, -Bedayiil Arap-, Yine Đbn Farız, [Đbn Farız’ın şiirleri önce orijinal

metin daha sonra şerhiyle birlikte verilmiştir. ] SF, Nu. 398, s. 118.

Ahmet Naim, -Bedayiil Arap-, Yine Đbn Farızdan, [Đbn Farız’ın şiirleri önce orijinal

metin daha sonra şerhiyle birlikte verilmiştir. ] SF, Nu. 400, s. 151.

Ahmet Naim, Esef-i Azim, [Aruz ölçüsü kullanılmış ve 16 dörtlükten oluşmuştur. ]

SF, Nu. 395, s. 71.

E. N. -Bedayi-il Arap- Fadıl Bin Yahya Đle Bir Arabî Der ki, , [Farsça verilen

beyitlerin anlamları Osmanlıca olarak verilmiştir. Fadl ile bir çöl Arabı

arasında geçen sohbet aktarılmıştır. ] SF Nu. 387, s. 359.

E. N. -Bedayi-il Arap- Đbni Farızdan, [Farsça verilen beyitlerin anlamları Osmanlıca

olarak verilmiştir. Altı Farsça beyit açıklamalarıyla birlikte verilmiştir. ]

SF, Nu. 385, s. 330.

Page 196: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

178

[ERSOY], Mehmet Akif, -Bedayiil Arap-, Bostandan, [Bostan’dan şiirler çevrilmiş

ve şerh edilmiştir. ] SF, Nu. 399, s. 134.

2.1.2.4.5. Dil

Đsmail Safa, -Musahabe-i Edebiye 36- [Daha önce Tevfik Fikret tarafından yazılan

makalenin bir devamı niteliğini taşır. Servet-i Fünun’un savunmasının

yapıldığı yazıda daha ziyade şairlerin dillerinin anlaşılmadığı konusu

üzerinde durulmuştur. Servet-i Fünun’da yazan bir şair olarak Đsmail Safa

şiir örnekleriyle beraber bu görüşü karşı olan tavrını ortaya koymuştur.

Makale 26 Şubat 1313 tarihini taşımaktadır. ] SF, Nu. 366, s. 21.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, -Makale-i Mahsusa-, [Dilin ıslahı, gramer meselesi,

Dildeki Arapça ve Farsça sözcüklerin akıbeti makalenin konusunu

oluşturur. ] SF, Nu. 397, s. 107.

Tevfik Fikret, -Musahabe-i Edebiye-, Harabattan Bir Sahife, [Harabat’ın yüzüncü

sayfası açıklanmıştır. Antolojinin aynı zamanda iyi bir gramer kitabı

olmaması ve Servet-i Fünun’un dili bitirdiği iddialarına cevap verilir.

Eser eksikleriyle beraber tek olması yönüyle önem arz etmektedir. ] SF,

Nu. 395, s. 67.

2.1.2.4.6. Edebî Şahsiyetler

[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, - Makale-i Mahsusa- Alphonse Daudet (Geçen nüshanın

Mabadı), [Alphonse Daudet’in şiire getirdiği yenilikler, alıntılarla

desteklenerek anlatılır. Bu sayıda da yazarın bir başka hikâyesi olan

“Genç Froman” ayrıntılı olarak incelenir. ] SF, Nu. 361, s. 361.

[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, - Makale-i Mahsusa- Alphonse Daudet (Geçen nüshanın

Mabadı), [Alphonse Daudet’nin eserlerinden alınan örnekler üzerinde

durulmuş ve bunlar tahlil edilmiştir. ] SF, Nu. 363, s. 394.

[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, - Makale-i Mahsusa- Alphonse Daudet, [Hugo, Rousseau

gibi şahısların edebiyat üzerine görüşleri aktarıldıktan sonra yazarın

edebiyat üzerine görüşleri aktarılmıştır. Alphonse Daudet ile diğer

Page 197: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

179

yazarlar arasında karşılaştırılarak yazarın Halit Ziya’ya olan tesirleri de

aktarılmıştır. ] SF, Nu. 359, s. 326.

[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, Bir Bedii Sanat, [Eserde Tevfik Fikret’in edebî yeteneği,

karakteri, şiire getirdiği yenilikler örneklerle izah ediliyor. ] SF, Nu. 381,

s. 263.

[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, -Makale-i Mahsusa- Alphonse Daudet (Geçen nüshanın

Mabadı), [Alphonse Daudet’in “Küçük Şey” adlı eseri üzerinde ayrıntılı

bir inceleme yapılır. Bu inceleme eserden yapılan alıntılarla desteklenir.

“Saka Kuşu “ adlı eserden alıntılar da yapılmış bunlar arasında

karşılaştırmalara ve kıyaslamalara gidilmiştir. ] SF, Nu. 360, s. 340.

[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, -Makale-i Mahsusa- Alphonse Daudet (Geçen nüshanın

Mabadı), [Alphonse Daudet’nin eserlerinden alınan örnekler üzerinde

durulmuş ve bu örneklerden hareketle birtakım sonuçlar çıkarılmış ve

makale tamamlanmıştır. ] SF, Nu. 365, s. 11.

[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, -Makale-i Mahsusa- Alphonse Daudet (Geçen nüshanın

Mabadı), [Alphonse Daudet’nin yaşadığı muhit ve bu muhitin eserlere

yansımaları üzerinde dikkatle durulmaktadır. ] SF, Nu. 362, s. 376.

[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, -Makale-i Mahsusa- Alphonse Daudet (Geçen nüshanın

Mabadı), [Alphonse Daudet’nin eserlerinden alınan örnekler üzerinde

durulmuş ve bunlar tahlil edilmiştir. ] SF, Nu. 364, s. 411.

[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Alphonse Daudet Hakkında Bazı Mütalaat, [Fransa’da

ortaya çıkan edebî akımlardan bahsedilir. Özelikle Realizm üzerinde

durulur. Alphonse Daudet’in realist akımı temsili ve eserleri üzerinde

durulduktan sonra Balzac gibi diğer ediplerle karşılaştırmalara gidilir. ]

SF, Nu. 359, s. 330.

Page 198: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

180

2.1.2.4.7. Edebî Tartışma

Cenap Şehabettin, -Musahabe-i Edebiye 43- Tefrit ve Đfrat, [Servet-i Fünun’a karşı

yapılan eleştirilerin bir ölçü ve nizam taşımadığını, sırf eleştiri olsun diye

yazılan tenkitlerin olduğunu konu alan bunu eleştiren bir makaledir. ] SF,

Nu. 387, s. 356.

Cenap Şehabettin, -Musahabe-i Edebiye-, [Ahmet Kemal’in ‘Okurken’ adlı şiirinde

geçen tehayyür ve tefekkür üzerine oluşturulan bir cevap yazısıdır. Đsim

verilmeden ‘Şaşırma, düşünme tatildir. ’, cümlesi etrafında bir takım

cevaplar verilmiştir. ] SF, Nu. 391 s. 6.

Đbrahim Cehdi, -Musahabe-i Edebiye- Đki Söz Daha, [Hayattaki sürekli değişimin

gayet tabii olduğu vurgulandıktan sonra günlük hayattaki değişiklikleri

dikkat çekiliyor. Edebiyatın da hayatın bir yansıması olması nedeniyle

Servet-i Fünuncuların edebiyatta yaptığı değişikliği gayet tabii olarak

değerlendiriyor. Servet-i Fünun’un savunması yapılıyor ve meydana

getirdikleri yeni edebiyat makalenin içeriğini oluşturuyor. ] SF, Nu. 367,

s. 38.

Ahmet Hikmet, Musahabe-i Edebiye, Eslafta Dekadanlık ve Şeyh Galip, , [Zamanın

edebiyatı ile Dekadanlık arasında bir ilgi olmadığı örneklerle izah

edildikten sonra Şeyh Galip’in bazı şiirleri verilmiş, açıklanmış ve ilişki

ortaya konulmuştur. ] SF Nu. 393, s. 40.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Musahabe-i Edebiye, [381. sayıda Đsmail Safa’nın

Musahabe-i Edebiyesiyle yani ‘Şiir Yazmak, Şiiri Yazmak’ başlıklı yazısı

üzerinde durulur. Bazı edebî akımlar üzerinde durulur: Realizm,

Sembolizm, Đdealizm gibi…] SF, Nu. 383, s. 294.

[REY], Ahmet Reşit, Bir Cevap, [Eser cevap mahiyetindedir ve Ali Kemal’e

yazılmıştır. 370 numaralı Servet-i Fünun’da Arapça ve Türkçe yazmak

konulu musahabede Ali Kemal’in şiirlerinden örnekler verilmişti. Ancak

verilen bu örnekler Ali Kemal ve bazı ediplerde infiale neden olmuştur.

Page 199: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

181

Bunun üzerine bu yazı kaleme alınmıştır. Bahsi geçen yazıdaki şiir tekrar

ayrıntılı olarak incelenmiştir. ] SF, Nu. 375, s. 167.

[REY], Ahmet Reşit, -Musahabe-i Edebiye 38-, [Servet-i Fünun’un üslubu

hakkındaki eleştirilere cevap niteliğindedir. Daha önce bu konuyla ilgili

Servet-i Fünun’da yayınlanan Ali Kemal’in yazısından alıntılar

yapılmıştır. ] SF, Nu. 370, s. 86.

Süleyman Nesip, -Makale-i Mahsusa 1- Đki Söz Daha, [Şiire karşı gerçekleştirilen

taarruz, dilde ve edebiyatta meydana gelen yenilikler, Servet-i

Fünunculara ithaf edilen Dekadanlık meseleleri makalenin içeriğini

oluşturur. Bu hücumları gerçekleştiren gruplar üçe ayrılır ve bunlar

üzerinde durulur. Bu gruplardan özellikle mutevassıtin grubu üzerinde

durulur. Bunların itirazlarının sebepleri izah edilmeye çalışılır. Ayrıca

Servet-i Fünuncuların yalnızca Fransız edebiyatını taklidi iddiasına da

Osmanlıca ve Fransızca şiirlerden örnekler verilerek itiraz edilir] SF, Nu.

374, s. 146.

Tevfik Fikret, -Musahabe-i Edebiye 47, Tesir-i Ozan [Nesr-i hazıra tarafından şiire

karşı yapılan hücumlara cevaplar verilmiştir. ] SF, Nu. 396, s. 84.

Tevfik Fikret, -Musahabe-i Edebiye- Đki Söz, [Bu dönemde Servet-i Fünun’a karşı

yapılan eleştirilere cevap verilir. Makalede Servet-i Fünuncuların dilinin

anlaşılmadığı, sıfırdan bir edebiyat meydana getirmeleri ve kafiye

meselesi makalenin gündemini oluşturmaktadır. ] SF, Nu. 364, s. 402.

[YALÇIN], Hüseyin Cahit, [Edebiyat-ı Cedide ile ilgili iddiaları çürütmek amacıyla,

Edebiyat-ı Cedide’yi ortaya çıkaran koşulları ve akımın edebî geçmişinin

aktarıldığı bir eserdir. ] SF, Nu. 376, s. 183.

[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Şöhret-i Süheyle, [Hüseyin Cahit’in Hikmet-i Bedayie

Dair unvanlı seri yazısına Đkdam’da cevap yazan ve bu yazıları

beğenmeyen Ali Kemal’e yazılmış bir cevap metni özelliği gösterir.

Page 200: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

182

Ayrıca Ali Kemal’in iki eseri de eser içinde incelenir. ] SF, Nu. 379, s.

226.

2.1.2.4.8. Edebiyat

Ahmet Hikmet, -Musahabe-i Edebiye-, [Eser 12 Haziran 1314 tarihinde kaleme

alınmıştır. Eserde milli edebiyat, edebiyatta tekâmül nasıl gerçekleşir,

diğer milletlerin edebiyatlarından yapılan alıntılar edebiyat-ı Osmaniye

için fayda mı zarar mı getirir, gibi soruların cevapları verilir. ] SF, Nu.

382, s. 278.

[TOKGÖZ], Ahmet Đhsan, Badettertip Đkdam Muhabiri Đzzetlü Ali Kemal Bey’e,

[Ali Kemal Bey’in bir mektubuna Ahmet Đhsan tarafından verilen cevabî

yazıdır. ] SP, Nu. 381, s. 134-135.

[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 13- Şiir, [Şiirin mahiyeti, şiir

nedir, sanat eseriyle eser arasındaki farklar makalenin içeriğini oluşturur.

] SF, Nu. 389, s. 395.

[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 16-, Sanat ve Şiirin Đstikbali, [27

Eylül 1314 tarihini taşıyan eserde fennin şiiri yok edeceğine dair

görüşlere cevap verilir. ] SF, Nu. 396, s. 91.

[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 2- Hikmet-i Bedayi, Hüsn,

[Eserde güzelin tanımının çok zor olduğu vurgulandıktan sonra edebiyat

için güzelin ne olduğu konusu üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 371, s.

102.

[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 6- On Dokuzuncu Asrın

Temayülat-ı Ruhiyesi, Dekadizm – Sembolizm, [Dekadizm ve

sembolizmin Fransa’da nasıl ortaya çıktığı anlatılmıştır. Bu akımı

örneklendiren metin örnekleri verildikten sonra edebî akımların ortaya

çıkışı ve sebepleri üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 377, s. 194.

Page 201: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

183

[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 7- [Eserin başında Taine’den bir

söz alıntı yapılarak makalede edebî eserin kıymetini belirleyen unsurların

neler olduğu üzerende durulmuştur. ] SF, Nu. 378, s. 214.

[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Romanlara Dair 3- Edebiyat ve Ahlak, [Edebiyatta

ahlak ve ahlak dışılık incelenir. Yazar edebiyatın bir vaiz olmadığını,

ahlakiliğin edebiyat için bir şart olmadığını anlatıyor. Seri makalenin

üçüncü bölümüdür. Daha önce makalenin başlangıcını oluşturan iki

bölüm dergide neşrolunmuştur. ] SF, Nu. 358, s. 309.

2.1.2.4.9. Eğitim

[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Londra’dan Mektup, Đngiltere’de Türkçe Tedrisatı,

[Đngiltere’de bazı üniversitelerde okutulan Türkçe dersleri incelenmiş ve

bu derslerde okutulan müfredat aktarılmıştır. A(yın) H(a) imzasıyla] SF,

Nu. 400, s. 153.

Kadri, Çocuklarda Kuvve-i Hayaliye, [Çocukların hayatı izahta hayalin yeri ve

önemi irdelenmiştir. ] SF, Nu. 399, s. 141. bk. Mahmut Sadık

*Kadri, Đngiliz Terbiyesi, [Victor Hugo’ya ait olan makalenin çevirisi yapılmıştır.

Đngiliz eğitim sistemi, metanet ve kuvvet konusu üzerinde durulmuştur. ]

SF, Nu. 386, s. 349.

*Kadri, Norveç Kadınları ve Mekatib-i Muhtelife, [Fransa’da yayınlanan Norveç

Kadınları adlı eser ve eserde anlatılan eğitim sistemi ve karma eğitim

sistemi incelenmiştir. ] SF, Nu. 398, s. 163.

2.1.2.4.10. Gezi

Cenap Şehabettin, Hac Yolunda, [Cenap Şehabettin’in Hac Yolunda adlı eserinin

tefrikasıdır. Eser 16. mektup, Ruhmaniye vapurundan alt başlığını

taşımaktadır. ] SF, Nu. 388, s. 70 370.

Page 202: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

184

Cenap Şehabettin, Hac Yolunda, [Cenap Şehabettin’in mektuplar hâlinde gezi

notlarını aktardığı eseridir. Bu eser de on beşinci mektup olarak

Süveyş’ten gönderilmiştir. ] SF, Nu. 367, s. 34.

Cenap Şehabettin, Hac Yolunda, [Cenap Şehabettin’in mektuplar hâlinde gezi

notlarını aktardığı eseridir. ] SF, Nu. 356, s. 275.

Đmzasız, Osmanlı Kibritleri Küçük Çekmece Fabrikasını Ziyaret, [Gezilen fabrikada

nasıl üretildiği anlatılmıştır. On sekiz aşamada kibritin imal safhaları izah

edilmiştir. ] SF, Nu. 393, s. 35.

Münir, Sofya’dan Mektup, [Sofya’da günlük hayat, insanların meşgaleleri, Sofya’nın

çarşıları anlatılmıştır. ] SF, Nu. 397, s. 109.

Münir, Sofya’dan Mektup, Bulgar Köy Düğünleri, [Bulgaristan’daki köy düğünleri

adet ve gelenekler anlatılmıştır. ] SF, Nu. 393, s. 43.

Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahra-yı Kebirinde Seyahati ve

Şeyh Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895

yılları arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki

ziyaretin ve Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354.

nüshadan beri devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün

aktarılmış ve anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. Daha sonra bu gezi

notları kitap hâlinde de yayınlanacaktır. Tefrika edilen gezi notları bu

sayıda tamamlanmıştır. ] SF, Nu. 384, s. 314.

Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh

Senusi ile Mülakatı, [354 numaralı nüshadan tefrika edilen

seyahatnamedir. Sultan II. Abdülhamit’in emriyle Sadık El Müeyyet Paşa

tarafından iki defa gerçekleştirilen Afrika seyahatine ait gezi notlarıdır. ]

SF, Nu. 357, s. 293.

Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh

Senusi Đle Mülakatı, [1886-1895 yılları arasında II. Abdülhamit’in

emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve Şeyh Senusi ve Senusilikle

Page 203: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

185

ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri devam eden seri gezi

notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve anlatılanlar fotoğraflarla

desteklenmiştir. ] SF, Nu. 358, s. 311.

Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh

Senusi Đle Mülakatı, [1886-1895 yılları arasında II. Abdülhamit’in

emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve Şeyh Senusi ve Senusilikle

ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri devam eden seri gezi

notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve anlatılanlar fotoğraflarla

desteklenmiştir. Calu kasabasının evleri, sokakları, insanlarının çok iyi iz

takip etmeleri iklimi, çadırları ayrıntılı bir şekilde eser içinde tasvir edilir]

SF, Nu. 359, s. 322.

Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh

Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [ 1886-1895

yılları arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki

ziyaretin ve Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354.

nüshadan beri devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün

aktarılmış ve anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. Bu sayıda Calu’da

edinilen izlenimler aktarılmaya devam edilir. 12 ve 13 Teşrin-i Evvel

tarihi de intibanın edinildiği günler olarak not düşülmüştür. ] SF, Nu. 360,

s. 346.

Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh

Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları

arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve

Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri

devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve

anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. ] SF, Nu. 361, s. 356.

Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh

Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [ 1886-1895

yılları arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki

Page 204: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

186

ziyaretin ve Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354.

nüshadan beri devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün

aktarılmış ve anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. ] SF, Nu. 362, s.

376.

Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh

Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları

arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve

Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri

devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve

anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. 17-18 Teşrin-i Evvel tarihi de

gezi notlarına düşülmüştür. ] SF, Nu. 363, s. 391.

Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh

Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları

arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve

Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri

devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve

anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. 22 Teşrin-i Evvel tarihi de gezi

notlarına düşülmüştür. ] SF, Nu. 364, s. 406.

Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh

Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları

arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve

Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri

devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve

anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. ] SF, Nu. 367, s. 43.

Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh

Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları

arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve

Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri

devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve

Page 205: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

187

anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. Gidilen yerlerdeki toprağın da

tarıma elverişli olup olmadığı da yazıda bizlere aktarılmıştır. ] SF, Nu.

369, s. 77.

Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh

Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları

arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve

Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri

devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve

anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. Çöldeki kabileler 26 Teşrin-i

Evvel tarihinin altında aktarılmaktadır. ] SF, Nu. 370, s. 91.

Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh

Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [ Sadık Paşa’nın

1886-1895 yılları arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika’ya yapmış

olduğu iki ziyaretin ve Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibaları

anlatılmıştır. 354. nüshadan beri devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi

notları gün gün aktarılmış ve anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. 28

Teşrin-i Evvel tarihinin altında aktarılmaktadır. ] SF, Nu. 371, s. 108.

Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh

Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları

arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve

Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri

devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve

anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. Gezi notları 2 Teşrin-i Sani

tarihinin altında aktarılmaktadır. ] SF, Nu. 372, s. 123.

Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh

Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları

arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve

Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri

devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve

Page 206: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

188

anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. Gezi notları 13 Teşrin-i Sani

tarihinin altında aktarılmaktadır. ] SF, Nu. 373, s. 372.

Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh

Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları

arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve

Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri

devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve

anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. Daha sonra bu gezi notları kitap

hâlinde de yayınlanacaktır. ] SF, Nu. 375, s. 170.

Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh

Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [Sadık Paşa’nın

1886-1895 yılları arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika’ya yapmış

olduğu iki ziyaretle ve Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibaları

anlatılmıştır. 354. nüshadan beri devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi

notları gün gün aktarılmış ve anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir.

Daha sonra bu gezi notları kitap hâlinde de yayınlanacaktır. Gezi

notlarına 18 Teşrin-i Sani tarihi de düşülmüştür. ] SF, Nu. 376, s. 189.

Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh

Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları

arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve

Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri

devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve

anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. Daha sonra bu gezi notları kitap

hâlinde de yayınlanacaktır. Gezi notlarına 18 Teşrin-i Sani tarihi de

düşülmüştür. Bu sayıda daha ziyade Sudan notları üzerinde durulmuştur. ]

SF, Nu. 377, s. 205.

Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh

Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları

arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve

Page 207: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

189

Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri

devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve

anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. Daha sonra bu gezi notları kitap

hâlinde de yayınlanacaktır. Gezi notlarına Bu sayıda da Sudan notları

aktarılmaya devam edilmiştir. ] SF, Nu. 378, s. 220.

Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh

Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları

arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve

Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri

devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve

anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. Daha sonra bu gezi notları kitap

hâlinde de yayınlanacaktır. ] SF, Nu. 379, s. 239.

Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh

Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları

arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve

Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri

devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve

anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. Daha sonra bu gezi notları kitap

hâlinde de yayınlanacaktır. ] SF, Nu. 380, s. 254.

Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh

Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [Sadık Paşa’nın

1886-1895 yılları arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış

olduğu iki ziyaretle ve Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibaları

anlatılmıştır. 354. nüshadan beri devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi

notları gün gün aktarılmış ve anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir.

Daha sonra bu gezi notları kitap hâlinde de yayınlanacaktır. Ayrıca bu

sayıda Avrupalıların bu topraklara, özellikle de Müslümanların

yaşadıkları topraklara girebilmek için ne büyük çabalar sarf ettikleri de

ayrıntılı olarak anlatılmıştır. ] SF, Nu. 382, s. 284.

Page 208: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

190

Sadık El Müeyyet: Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh

Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları

arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve

Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri

devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve

anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. ] SF, Nu. 365, s. 8.

Sadık Elmüeyyed, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh

Senusi Đle Mülakatı, [1886-1895 yılları arasında II. Abdülhamit’in

emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve Şeyh Senusi ve Senusilikle

ilgili intibalar anlatılmıştır. ] SF, Nu. 356, s. 278.

2.1.2.4.11. Hikâye

A(yın) Nadir, Semere-i Hayat, [Hikâye tefrikasıdır. ] SF, Nu. 366, s. 25.

Ali Nusret, Cevr-i Muhitat, [26 Temmuz 1314 tarihinde kaleme alınan hikâye

tefrikasıdır. ] SF, Nu. 388, s. 377.

Ali Nusret, Çiçekler, [Küçük bir hikâye niteliklerini taşımaktadır?] SF, Nu. 376, s.

180.

Ali Nusret, Darbe-i Hicran, [21 Haziran 1314 tarihini taşıyan eser bir hikâye

tefrikasıdır. ] SF, Nu. 385, s. 324.

Ali Nusret, Leyl-i Sefit, [Hikâye tefrikasıdır. ] SF, Nu. 391 s. 11.

COPPEE François, Arslan Pençesi, [Küçük hikâye tarzındadır. ] SF, Nu. 400, s. 157.

DAUDET Alphonse, Safu, Mütercimi, Mehmet Rauf, [Hikâye tercümesidir. ] SF, Nu.

359, s. 332.

Đmzasız, Bir Değirmencinin Sergüzeşti, SP, Nu. 385, s. 167; SP, Nu. 386, s. 175; SP,

Nu. 392, s. 16.

Đmzasız, Calib-i Nazar-ı Dikkat Bir Hikâye, SP, Nu. 386, s. 175; SP, Nu. 387, s. 184;

SP, Nu. 392, s. 16.

Page 209: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

191

Đmzasız, Faydalı Bir Seyahat, SP, Nu. 393, s. 24.

Đmzasız, Đpek Dokuyan Bir Kızın Sergüzeşti, SP, Nu. 387, s. 184; SP, Nu. 388, s. 192;

SP, Nu. 391, s. 7.

Đmzasız, Meserret ve Şetaret, SP, Nu. 388, s. 192; SP, Nu. 389, s. 200; SP, Nu. 393,

s. 24.

Đmzasız, Paris Gazetelerinden Birinde görülmüştür, SP, Nu. 390, s. 207.

Mehmet Rauf, Alphonse Daudet, Safu, Mütercimi, Mehmet Rauf, Hikâye(Tercüme)

SF, Nu. 359, s. 332.

Mehmet Rauf, -Hikâye- Küçük Remzi, [Hikâye tefrikasıdır. ] SF, Nu. 358, s. 316.

Safveti Ziya, Sevda-yı Girizan, [Hikâye tefrikasıdır. ] SF, Nu. 383, s. 298.

[UŞAKLIGĐL] Halit Ziya (Uşşakizade), Tramvayda Gelirken, [Eser Hüseyin Suat

Bey’e ithaf edilmiştir. Eser hayatında bir tren gibi olduğu tezi üzerine

kurulmuştur. Hayatın da bir hikâye olduğu vurgulanmıştır. Hikaye

tefrikasıdır. ] SF, Nu. 357, s. 357 Uşşakizade Halit Ziya.

[UŞAKLIGĐL] Halit Ziya, Bir Valide Tarafından, [Hikayenin başlangıcında Şubat

312 tarihi de yayınlanmıştır. ] SF, Nu. 368, s. 55.

[UŞAKLIGĐL] Halit Ziya, Bir Yazın Tarihi, [359 numaralı nüshada duyurulduğu gibi

hikâye tefrikasıdır. ] SF, Nu. 360, s. 349; SF, Nu. 362, s. 381; SF, Nu.

363, s. 397; SF, Nu. 361, s. 365;

[UŞAKLIGĐL] Halit Ziya, Mösyö Kanguru, [Eser Mehmet Rauf Bey’e ithafıyla

başlatılmıştır. Hikâye tefrikasıdır. Eser 15 Mart 1314 tarihini

taşımaktadır. ] SF, Nu. 369, s. 66; SF, Nu. 370, s. 82; SF, Nu. 371, s. 98.

[YALÇIN] Hüseyin Cahit (Çevirmen), Jerom Döse: Firar, [Hikâye tercümesidir. ]

SF, Nu. 364, s. 408.

Page 210: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

192

[YALÇIN] Hüseyin Cahit, Hayat-ı Muhayyel, [Hikâye tefrikasıdır. ] SF, Nu. 399, s.

137.

[YALÇIN] Hüseyin Cahit, Nazire-i Đltifat, [Hikâye tefrikasıdır. ] SF, Nu. 381, s. 267.

2.1.2.4.12. Mektup

Hüseyin Tahsin Efendi, Gürün’den Mektup, SP, Nu. 390, s. 206.

Đmzasız, Bir Madamın Mektubu, SP, Nu. 392, s. 15-16; SP, Nu. 395, s. 38; SP, Nu.

400, s. 90.

Đmzasız, Galas’tan Mektup, SP, Nu. 392, s. 4.

Đmzasız, Mekatip Adapazarı’ndan, SP, Nu. 358, s. 158.

Đmzasız, Sukut’tan Mektup, [Yunanistan’da bulunan Sukut taburundan gelen imzasız

bir mektuptur. ] SP, Nu. 382, s. 144-144.

Đmzasız, Telgraf [Cülus-ı Hümayun’a dairdir. ] SP, Nu. 391, s. 6-7.

Mehmet Süleyman, Mekatip, SP, Nu. 357, s. 149-150.

Mustafa Faik, Mekatip, Ayna, SP, Nu. 397, s. 56.

2.1.2.4.13. Mensure

Ahmet Hikmet, Đstiyorum ki, [Mensure, 15 Mayıs 1314 tarihinde aruzla yazılmış ve

üç bölümden oluşmuştur. ] SF, Nu. 377, s. 199.

Hüseyin Suat, Validemin Dizinde, [Eserin başında Kardeşim Hüseyin Cahit’e ithafı

yer almaktadır. Dört bölümden oluşmuş olan bir mensuredir. ] SF, Nu.

370, s. 85.

Mehmet Rauf, Bahr-ı Muhitte, [Eylül 1313] SF, Nu. 357, s. 290.

Mehmet Rauf, Benim Kalbim, [Üç bölümden oluşmuş bir mensuredir. ] SF, Nu. 366,

s. 23.

Page 211: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

193

Mehmet Rauf, Benim Olsaydın, [Mensure 8 Nisan 1314 tarihini taşımaktadır. Üç

bölümden oluşmuştur. ] SF, Nu. 376, s. 180.

Mehmet Rauf, Ebr-i Melal, [Şubat 1313 tarihini taşıyan eser üç bölümden

oluşmuştur. ] SF, Nu. 367, s. 38.

Mehmet Rauf, Hiçbir Yer, [Mensure, üç bölümden oluşmuştur. Tarabya’da 28

Temmuz 1314 tarihinde kaleme alınmıştır. ] SF, Nu. 388, s. 376.

Mehmet Rauf, Kadın Đhtiyacı, mensure, [Yazarın ruhu dinlendirecek, teselli edecek

bir kadına duyulan hararetli ihtiyacı ve isteği anlatılır. ] SF, Nu. 358, s.

308.

Mehmet Rauf, Kıştan Sonra, [Đki bölümden oluşmuş bir mensuredir. ] SF, Nu. 365, s.

4.

Mehmet Rauf, Kimsesizliklerim, [Đki bölümden oluşmuş olan bir mensuredir. ] SF,

Nu. 368, s. 50.

Mehmet Rauf, Matemlerim, [Tek bölümden oluşan mensurede yazarın duygu

salınımlarından bir bölüm aktarılmıştır. ] SF, Nu. 369, s. 70.

Mehmet Rauf, Tarabya Tahassüsatı, [Mensure üç bölümden oluşmuştur: 1. Nisan

gecesi 2. Nisan sabahı 3. Bülbüle karşı. Ayrıca eser 3 Nisan 1314 tarihiyle

birlikte yayınlanmıştır. ] SF, Nu. 375, s. 166.

Mehmet Rauf, Tarabya Tahassüsatından, Kireç Burnunda, [Mensure, iki bölümden

oluşmuştur. ] SF, Nu. 391 s. 10.

Mehmet Rauf, Tarabya Tahassüsatından, Mehtap, [Mensure, iki bölümden meydana

gelmiştir. ] SF, Nu. 394, s. 51.

Safveti, Düşünüyordum, [Mensure Eylül 1314 tarihini taşımaktadır. Dört bölümden

oluşmuştur. ] SF, Nu. 395, s. 74.

Page 212: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

194

Siret, Dalgalar, [Mensure, Şişli’de 30 Mart 1314 tarihinde yazılmıştır. Dört

bölümden oluşmuştur. ] SF, Nu. 369, s. 71.

[UŞAKLIGĐL] Halit Ziya, Billur Parçası, [Đki bölümden oluşmuş bir mensuredir. ]

SF, Nu. 365, s. 2.

[YALÇIN] Hüseyin Cahit, -Hayat-ı Hakikiye Sahneleri-, Ateşçinin Oğlu, [Eser 25

Teşrin-i Evvel 1314 tarihini taşımaktadır. Dokuz bölümdür. ] SF, Nu.

400, s. 150.

[YALÇIN] Hüseyin Cahit, Hayat-ı Hakikiyye Sahneleri, Hasta Çocuk,

[Mensure, “Biraderim Hüseyin Suat’a” ithafıyla yayınlanmış, Kanlıca’da

28 Ağustos 1314 tarihinde kaleme alınmış ve üç bölümdür. ] SF, Nu. 392,

s. 22.

2.1.2.4.14. Mülakat

A(yın) T(e), Mülakat, [Yazı mülakat başlığını taşımasına rağmen daha

ziyade mektup özellikleri göstermektedir. Eserde sevgili, onunla

yaşananlar ve duyulan heyecan anlatılmıştır. Ayrıca eser 10 Nisan 1314

tarihini taşımaktadır. ] SF, Nu. 373, s. 131.

2.1.2.4.15. Roman

Safveti Ziya, Salon Köşelerinde, [Roman tefrikasıdır. ] SF, Nu. 386, s. 350; SF, Nu.

387, s. 366; SF, Nu. 388, s. 384; SF, Nu. 389, s. 398; SF, Nu. 390, s. 413;

SF, Nu. 391, s. 14; SF, Nu. 392, s. 31; SF, Nu. 393, s. 47; SF, Nu. 394, s.

59; SF, Nu. 396, s. 94; SF, Nu. 397, s. 111; SF, Nu. 385, s. 334; SF, Nu.

395, s. 79; SF, Nu. 398, s. 111;SF, Nu. 399, s. 143;SF, Nu. 400, s. 159.

[YALÇIN] Hüseyin Cahit, Hayal Đçinde, [365 numaralı nüshada

başlayan roman tefrikasıdır. ] SF, Nu. 365, s. 14; SF, Nu. 366, s. 31; SF,

Nu. 367, s. 46; SF, Nu. 368, s. 62; SF, Nu. 369, s. 79; SF, Nu. 370, s. 94;

SF, Nu. 371, s. 111; SF, Nu. 372, s. 128; SF, Nu. 373, s. 142; SF, Nu.

374, s. 158; SF, Nu. 375, s. 174; SF, Nu. 376, s. 191; SF, Nu. 377, s. 206;

Page 213: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

195

SF, Nu. 378, s. 222; SF, Nu. 380, s. 254; SF, Nu. 381, s. 271; SF, Nu.

382, s. 286; SF, Nu. 383, s. 302; SF, Nu. 384, s. 316.

2.1.2.4.16. Şiir

Ahmet Hikmet, Nakarat, [Eser 3 Teşrin-i Evvel 1304 tarihiyle birlikte

yayınlanmıştır. Üç bölümden oluşmuştur. ] SF, Nu. 399, s. 134.

Abdullah, Yanımdan Geçerken, [Eser yirmi beyitten oluşur. Aruz kullanılmıştır. ] SF,

Nu. 400, s. 150.

Ahmet Kemal, Birlikte, [Aruz ölçüsüyle serbest müstezat biçiminde yazılmıştır. ] SF,

Nu. 362, s. 385.

Ahmet Kemal, Akşamdan Sonra, [Eser 3 Nisan 1314 tarihinde aruz ölçüsüyle sone

biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 371, s. 102.

Ahmet Kemal, Bir Kız, [Eser 8 Nisan 1314 tarihinde aruzla yazılmış ve dört

dörtlükten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 372, s. 115.

Ahmet Kemal, Giryedane, [Aruz ölçüsü kullanılarak yazılan şiir üç dörtlük ve bir

beşlikten oluşur. ] SF, Nu. 378, s. 211.

Ahmet Kemal, Đstiğrak, [Dört dörtlükten oluşan şiirde aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu.

366, s. 24.

Ahmet Kemal, Karanlıkta, [Yedi beyitten oluşan şiirde aruz ölçüsü kullanılmıştır. ]

SF, Nu. 369, s. 71.

Ahmet Kemal, Kendim, [Nazım biçimi olarak sonenin tercih edildiği eserde aruz

kullanılmıştır. ] SF, Nu. 367, s. 50.

Ahmet Kemal, Levha-i Şiirim, [Sone nazım biçimiyle yazılmıştır. ] SF, Nu. 367, s.

38.

Ahmet Kemal, Okurken, [ “ Sergüzeşt Müellif-i Muhteremi’ne” ithafıyla yayınlanmış

ve nazım biçimi olarak sone tercih edilmiştir. ] SF, Nu. 387, s. 359.

Page 214: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

196

Ahmet Kemal, Tahattur, [11 Nisan 1314 tarihinde kaleme alınan eserde aruz ölçüsü

kullanılmış ve nazım birimi olarak sone tercih edilmiştir. ] SF, Nu. 375, s.

166.

Ahmet Kemal, Teellüm, [Şiirin başında Tevfik Fikret’ten bir beyit alınarak eser

Fikret’e ithaf edilmiştir. Aruzun kullanıldığı eser, sone biçiminde

yazılmıştır. ] SF, Nu. 381, s. 262.

Ahmet Kemal, Tercüme-i Halin, [Yedi beyitten oluşan eser aruzla yazılmıştır. ] SF,

Nu. 365, s. 3.

Ali Kemal, Yaz Geceleri, [Dörtlük ve üçlüklerin karışık bir şekilde kullanıldığı dokuz

bölümden oluşmuş ve aruzla yazılmıştır. ] SF, Nu. 371, s. 102.

Ali Nusret, Gece, [15 Mayıs 1314 tarihinde kaleme alınan eser gece ile gündüz,

mevsimler ve özellikleri itibarıyla ortaya konuyor. Tasvirlere ve

karşılaştırmalara başvuruluyor. ] SF, Nu. 378, s. 211.

Ali Nusret, Sekte-i Bahar, [14 Mayıs 1314 tarihinde yazılan eser on bölümden

oluşmuştur. ] SF, Nu. 380, s. 244.

Ali Sami, Yangın-Kafiyesiz-, [Serbest müstezat biçiminde aruz ölçüsüyle yazılmıştır.

] SF, Nu. 362, s. 375.

Ali Suat, Yalnız, [Eser üç bölümden oluşmuştur, her bölüm beş dizeden oluşmuştur

ve aruz ölçüsü kullanılmıştır. ] SF, Nu. 392, s. 21.

Cenap Şehabettin, Hatıra-i Yar, [Eser, aruz ölçüsüyle, sone biçiminde yazılmıştır. ]

SF, Nu. 360, s. 338.

Cenap Şehabettin, Kable’l Garam, [Đki dörtlüktür, aruz] SF, Nu. 357, s. 290.

Cenap Şehabettin, Mest ü Müstağrak, [Altı dörtlükten oluşan şiirde aruz

kullanılmıştır. ] SF, Nu. 358, s. 307.

Cenap Şehabettin, Mest ü Mütefekkir, [Yedi dörtlüktür, aruz] SF, Nu. 357, s. 290.

Page 215: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

197

Cenap Şehabettin, Nekahet-i Kalbiye, [Üç dörtlükten oluşan eserde aruz ölçüsü

kullanılmıştır. ] SF, Nu. 361, s. 354.

Cenap Şehabettin, Pürhazin-i Heves, [On dörtlükten oluşan sevgilinin anlatıldığı bir

şiirde aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 359, s. 322.

Cenap Şehabettin, Saadet, [Aruz ölçüsüyle yazılan eser on bir adet dörtlükten

meydana gelmiş ve Kardeşim Ali Nusret’e ithafıyla yayınlanmıştır. ] SF,

Nu. 369, s. 69.

Cenap Şehabettin, Yazdıklarıma Karşı, [Şiirde aruz ölçüsüyle sone biçiminde

yazılmıştır. ] SF, Nu. 373, s. 130.

Ç. Sami, Đmtihan Korkusu, [Đmtihan korkusunun tekrar hatırlanmasının bile şiddetli

ve etkili bir tesir uyandırdığı eserde anlatılır. Sone nazım biçimi, aruz

ölçüsü kullanılmıştır. ] SF, Nu. 358, s. 308.

DAUDET Alphonse, T. F. Alphonse Daudet’in Bir Şiiri, [Çeviri şiirdir. Đki

sekizlikten oluşmuştur. ] SF, Nu. 359, s. 322.

Esat Necip, Girye-i Hüsran, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiir, üç dörtlük ve bir

beşlikten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 399, s. 134.

F Cuppee, Mütercimi: Tevfik Fikret: Baharda, [23 Haziran 1314 tarihiyle birlikte

yayınlanmıştır. Eser Cuppee’den alınmadır. ] SF, Nu. 382, s. 282.

H. Nazım, bk. [REY] Ahmet Reşit

Hüseyin Siret, Issız Köy, [Hüseyin Cahit Bey’e ithafıyla yayınlanan eser sone nazım

biçiminde aruzla yazılmıştır. Eser Rumeli Hisarı’nda 13 Ağustos 1314

tarihinde kaleme alınmıştır. ] SF, Nu. 391 s. 11.

Hüseyin Siret, Kitab-ı Garam, [Eser üç dörtlükten meydana gelmiş ve aruzla

yazılmıştır. ] SF, Nu. 394, s. 51.

Page 216: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

198

Hüseyin Suat, Okurlarken, [Resim altı şiir şeklinde yazılmış olan bir eser, iki altılık,

iki dörtlük, bir ikilikten oluşmuş ve aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 365, s.

5.

Hüseyin Suat, Pontaven Şiirlerinden [ Eser iki üçlük ve iki dörtlükten oluşmuştur.

Sıralanış bir üçlük, bir dörtlük şeklindedir. ]

Hüseyin Suat, Bey Baba, [Şiir altı dörtlükten oluşmuş, aruzla 15 Mayıs 1314

tarihinde yazılmıştır. ] SF, Nu. 377, s. 199.

Hüseyin Suat, Eldivenlerin, [Aruzun kullanıldığı eserde nazım biçimi olarak sone

tercih edilmiştir. ] SF, Nu. 392, s. 22.

Hüseyin Suat, Hayat-ı Mecruh, [Eser Ali Nusret’e ithafıyla sone biçiminde

yazılmıştır. ] SF, Nu. 386, s. 342.

Hüseyin Suat, Helal-i Nev, [Şiir 8 Temmuz 1314 tarihinde, Siret Bey’e ithaf

edilmiştir. Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiirde nazım biçimi olarak sone

tercih edilmiştir. ] SF, Nu. 385, s. 327.

Hüseyin Suat, Leyl-i Şita, [Aruz, 12 Kanun-ı Evvel 1313, üçlük ve dörtlüklerin

oluşturduğu on üç bölümden oluşmuştur. ] SF, Nu. 358, s. 307.

Hüseyin Suat, Resmine Karşı, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiirde nazım biçimi

olarak serbest müstezat tercih edilmiştir. ] SF, Nu. 391 s. 10.

Hüseyin Suat, Senden Sonra, [Şiir Mehmet Rauf’a ithaf edilmiş ve aruz

kullanılmıştır. ] SF, Nu. 376, s. 179.

Hüseyin Suat, Şiir Yazarken, [Abdullah Zühtü Bey’e ithafıyla yayınlanmıştır. Ayrıca

eser 27 Şubat 1313 tarihinde aruzla yazılmış ve dört bentten oluşmuştur. ]

SF, Nu. 366, s. 23.

Hüseyin Suat, Zevcemin Mezarında, [Eser Cenap Şehabettin’e ithafıyla, 11 Mart

1314 tarihinde aruzla yazılmıştır. ] SF, Nu. 369, s. 70.

Page 217: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

199

Đbrahim Cehdi, Babam, [Şiir, Olimp Vadisinde, 27 Şubat 1313 tarihinde yazılmış ve

‘Faika’ya ithaf edilmiştir. Aruz ölçüsünün kullanıldığı eserin nazım

biçimi sonedir. ] SF, Nu. 369, s. 70.

Đbrahim Cehdi, Hayal-i Derbeder, [Eser Tevfik Fikret Bey’e ithafıyla, 22 Mayıs

1314 tarihinde aruz ölçüsü kullanılarak yazılmıştır. ] SF, Nu. 380, s. 243.

Đbrahim Cehdi, Leyle-i Telakki, [27 Nisan 1314 tarihiyle yayınlanan eser de aruz

ölçüsü kullanılmış ve nazım biçimi olarak sone tercih edilmiştir. ] SF, Nu.

375, s. 166.

Đbrahim Cehdi, Nazire-i Temayül, [Eser 17 Temmuz 1314 tarihiyle birlikte

yayınlanmıştır. Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiirde nazım biçimi olarak

sone tercih edilmiştir. ] SF, Nu. 388, s. 376.

Đbrahim Cehdi, Peyam-ı Duradur, [Aruzla yazılan eser üç dörtlük bir ikilikten

oluşmuştur. ] SF, Nu. 372, s. 115.

Đbrahim Cehdi, Şantöz, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiirde nazım biçimi olarak sone

kullanılmıştır. Eser 9 Nisan 1314 tarihini de taşımaktadır. ] SF, Nu. 373,

s. 130.

Đbrahim Cehdi, Tehassüs-i Daimi [Eser 23 Haziran 1314 tarihinde kaleme alınmıştır.

Aruz kullanılmış ve iki dörtlük ve bir altılıktan vücuda gelmiştir. ] SF,

Nu. 383, s. 294.

Đmzasız, Tekrir-i Mükerrer, [Eser sonunda 8 Temmuz 1314 tarihi de yayınlanmış ve

şiir altı dörtlükten oluşmuş ve aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 387, s. 359.

Đsmail Safa, Şiir Hakkında, [Şiirin her şeyden bir zevk işi olduğu vurgulanmıştır.

Hâl böyle olunca iyi şiir kişiden kişiye değişecektir. Ancak iyi bir şiirde

fesahat ve belagatin bulunması da şarttır. Eser 10 Nisan 1314 tarihinde

kaleme alınmıştır. ] SF, Nu. 372, s. 114.

Page 218: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

200

Đsmail Safa, Nahbe-i Mazi, [Beş dörtlükten oluşan eser, 7 Mart 1314 tarihinde aruzla

yazılmıştır. ] SF, Nu. 367, s. 37.

Đsmail Safa, Ayasofya, [11 Şubat 1313 tarihinde aruzla yazılmıştır. Altı dörtlükten

oluşmuştur. ] SF, Nu. 364, s. 405.

Đsmail Safa, Bedr-i Tam, [Đki bölümden oluşan eser serbest müstezat şeklinde 14

Mart 1314 tarihinde kaleme alınmıştır. ] SF, Nu. 367, s. 50.

Đsmail Safa, Bir Şarkı, [Eser 27 Mayıs 1314 tarihiyle birlikte yayınlanan şiir üç

dörtlükten oluşmuştur. Her dörtlüğün son dizesi nakarattır. ] SF, Nu. 378,

s. 211.

Đsmail Safa, Bir Vidadname, [Bursa’da ‘Fevaid’ risalesi sermuharriri Celal Paşazade

Rıfat Bey’e ithaf edilmiştir. Gedikpaşa’da 6 Şubat 1313 tarihinde, aruz

ölçüsüyle yazılmıştır. ] SF, Nu. 363, s. 388.

Đsmail Safa, Derdim Diyorum, [Şiir 3 Mart 1314 tarihinde yazılmıştır. Aruz ölçüsü

kullanılmıştır. Dokuz beyitten oluşmuştur. ] SF, Nu. 367, s. 37.

Đsmail Safa, Hatıra-i Mukaddese, [Eser, on iki dörtlükten oluşmuş ve 29 Kanun-ı

Sani 1313 tarihinde aruz ölçüsüyle yazılmıştır. ] SF, Nu. 362, s. 384.

Đsmail Safa, Đbtihal, [Eser üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm, altı dize; ikinci

bölüm, dört dize; üçüncü bölüm dört dizedir. Eser aruz ölçüsü

kullanılarak 18 Mayıs 1314 tarihinde yazılmıştır. ] SF, Nu. 378, s. 211.

Đsmail Safa, Muamma, [Eser 15 Mayıs 1314 tarihinde, aruzla yazılmış ve beş beyit,

iki dörtlük ve bir ikilikten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 377, s. 199.

Đsmail Safa, -Musahabe-i Edebiye- Şiir Hakkında, [Şiir ve nazmın farkları, bir şiirde

bulunması gereken özellikler, şiir parçaları vasıtasıyla izah ediliyor.

Đktibaslara yer veriliyor. ] SF, Nu. 381, s. 259.

Đsmail Safa, Sefalet-i Baride, [Aruz ölçüsüyle, 5 Şubat 1313 tarihinde, serbest

müstezat tarzında yazılmıştır. ] SF, Nu. 363, s. 387.

Page 219: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

201

Đsmail Safa, Şakirdlerime, [19 Şubat 1313 tarihinde aruzla yazılan eser, yirmi bir

beyitten oluşmuştur. ] SF, Nu. 365, s. 3.

M. Rüştü, An-ı Mecruh, [Eser dört dörtlükten meydana gelmiş aruz ölçüsü

kullanılmıştır. ] SF, Nu. 394, s. 52.

Menemenlizade Tahir, ”Şakirdlerime” [Aruzla, sone biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu.

368, s. 50.

Menemenlizade Tahir, Meyuse, [Aruz ölçüsüyle sone biçiminde yazılmıştır. ] SF,

Nu. 372, s. 114.

[OZANSOY], Faik Ali, Ben Đsterim ki, [Eser Mai ve Siyah müellifine ithaf edilmiş

ve sone biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 373, s. 131.

[OZANSOY], Faik Ali, Benim Simâ-yı Hayalim, [9 Mayıs 1314 tarihini taşıyan

eserde aruz ölçüsü kullanılmış ve sekiz dörtlükten oluşur. ] SF, Nu. 381,

s. 263.

[OZANSOY], Faik Ali, Daima, [11 Ağustos 1314 tarihinde kaleme alınan eser, yedi

beşlikten meydana gelmiştir. Aruz ölçüsü kullanılmıştır. ] SF, Nu. 398, s.

118.

[OZANSOY], Faik Ali, Emel-i Müzehher, [Eserin sonunda 1 Nisan 1314 tarihi de

yayınlanmıştır. Şiir sekiz üçlükten oluşmaktadır. Şair eserini kardeşine

ithaf etmiştir. Aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 372, s. 115.

[OZANSOY], Faik Ali, Eski Bir Hayal, [Eser Đstanbul’da 1 Mayıs 1313 tarihinde

kaleme alınmıştır. Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiir, üç dokuzluk ve bir

beşlikten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 397, s. 102.

[OZANSOY], Faik Ali, Ey Sen, [Beş bölümden oluşmuş ve her bölümde beş dize

vardır. Aruz ölçüsü kullanılmıştır. ] SF, Nu. 392, s. 22.

[OZANSOY], Faik Ali, Guruptan Sonra, [Eser 1 Temmuz 1314 tarihinde aruzla

yazılmış ve dört bölümden oluşur. ] SF, Nu. 385, s. 327.

Page 220: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

202

[OZANSOY], Faik Ali, Hafaya-yı Leyal 3, Denizin Kenarında, [Şiir “Valideme”

ithafıyla yayınlanmıştır. Aruzun kullanıldığı eser, altı adet altılıktan

oluşmuş ve Haziran 1314 tarihini taşımaktadır. ] SF, Nu. 382, s. 282.

[OZANSOY], Faik Ali, Hafaya-yı Leyal, [Altı dörtlükten oluşmuş ve Bursa’da 23

Kanun-ı Sani 1313’te aruzla yazılmıştır. ] SF, Nu. 364, s. 405.

[OZANSOY], Faik Ali, Hafaya-yı Leyal-2 [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiir on yedi

üçlükten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 370, s. 85.

[OZANSOY], Faik Ali, Mana-yı Feryat, [Ağustos 1314 tarihiyle yayınlanan eser,

dört dörtlük ve bir üçlükten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 395, s. 71.

[OZANSOY], Faik Ali, Sevda-yı Münevver, [Şiir dört dörtlükten oluşan eserde aruz

ölçüsü kullanılmış ve şiirin başında Abdülhak Hamit’ten bir beyit alıntı

yapılmıştır. ] SF, Nu. 376, s. 179.

[OZANSOY], Faik Ali, Teellüm, [Eser 17 Temmuz 1314 tarihiyle birlikte

yayınlanmıştır. Eser iki dörtlük, iki üçlük ve bir mısranın bir araya

gelmesiyle oluşmuştur. ] SF, Nu. 387, s. 359.

[OZANSOY], Faik Ali, Tenvim-i Hissiyat, [Tevfik Fikret Bey’e ithafıyla yayımlanan

eser soneyle Bursa’da 30 Kanun-ı Sani 1313 tarihinde kaleme alınmıştır. ]

SF, Nu. 366, s. 24.

[OZANSOY], Faik Ali, Yad-ı Müvellid, [Şiir, Hüseyin Rıza’ya ithaf edilmiş, soneyle

ve aruz ölçüsü kullanılarak yazılmıştır. ] SF, Nu. 377, s. 199.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Kalem Niçin Yazmaz? [Eser 30 Mart 1304 tarihinde

aruz ölçüsüyle sone biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 370, s. 85.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Albümü Karıştırıyordum, [15 Mart 1313 tarihinde sone

biçiminde kaleme alınmıştır. ] SF, Nu. 368, s. 50.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Bahar, [Eser 14 Mart 1314 tarihinde aruz ölçüsüyle

serbest müstazat biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 369, s. 70.

Page 221: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

203

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Bilsem ki, [Eser 10 Temmuz 1314 tarihinde kaleme

alınmış ve dört dörtlükten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 385, s. 327.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Bir Aile Hatırası, [Haydarpaşa’da, 27 Şubat 1313

tarihinde aruzla yazılmış ve yedi dörtlük, bir ikilikten oluşmuştur. ] SF,

Nu. 367, s. 38.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Bir Sonbahardı, [Eser iki bölümdür, her bölümde yedi

dize vardır. 29 Ağustos 1314 tarihinde yazılan şiirde aruz kullanılmıştır. ]

SF, Nu. 392, s. 22.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Dalga, [Eser üç dörtlük ve bir ikilikten oluşmuş ve aruz

ölçüsüsü kullanılmıştır. ] SF, Nu. 373, s. 130.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Esnâ-yı Tefekkürde, [Eser 21 Eylül 1314 tarihiyle

birlikte yayınlanan aruz ölçüsünün kullanıldığı eser dokuz beyitten

oluşmaktadır. ] SF, Nu. 395, s. 74.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Gönlüm Đsterdi ki, [Şiir, Haydarpaşa’da 23 Mayıs 1314

tarihinde yazılmıştır. Dört dörtlükten oluşan eser aruz ölçüsü kullanılarak

yazılmıştır. ] SF, Nu. 378, s. 211.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Nedir Giyah, Ne Söyler Hab-ı Alud? [Eser dört adet

dörtlükten meydana gelmiş ve 30 Temmuz 1314 tarihi de eser altında

yayınlanıştır. ] SF, Nu. 387, s. 359.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Nişimin-i Tenha, [Nazım biçimi olarak terza rima

şeklinde yazılan eser 6 Nisan 314 tarihini taşımaktadır. ] SF, Nu. 371, s.

102.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Sanihat-i Şiiriyem, [30 Temmuz 1314 tarihinde kaleme

alınan eser, iki dörtlük bir üçlükten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 388, s.

377.

Page 222: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

204

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Sanihat-i Şiiriyem, [Eser 27 Mayıs 1314’te sone

biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 380, s. 245.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Sihir-Hülya, [Şiir on beyitten oluşmuş ve aruz ölçüsü

kullanılmıştır. ] SF, nu. 376, s. 179.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Tefekkürat-ı Şabane, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiir,

19 Teşrin-i Evvel 1314 tarihiyle birlikte yayınlanmıştır. Eser iki altılıktan

oluşur. ] SF, Nu. 400, s. 150.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Tenevvü-i Hissiyat, [Eser altı beyitten oluşmuş ve aruz

ölçüsü kullanılmıştır. Şiir 16 Mayıs 1314 tarihini taşımaktadır. ] SF, Nu.

377, s. 199.

[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Terane-i Ulvi, [Eser 22 Haziran 1314 tarihinde kaleme

alınmış ve iki altılık, bir ikilikten oluşan eserde aruz kullanılmıştır. ] SF,

Nu. 382, s. 282.

[REY] Ahmet Reşit Ân-ı Teellüm, [Serbest müstezat nazım biçiminde, aruz ölçüsüyle

yazılmıştır]. SF, Nu. 366, s. 23.

[REY] Ahmet Reşit, Metruk, [Eser beş dörtlükten oluşmuş ve aruz ölçüsü

kullanılmıştır. Ayrıca 30 Mayıs 1314 tarihi de eserle birlikte

yayınlanmıştır. ] SF, Nu. 380, s. 243.

[REY] Ahmet Reşit, O Zaman, [Eser beş bölümden oluşmuş ve aruz ölçüsüyle

yazılmıştır. ] SF, Nu. 369, s. 69.

[REY] Ahmet Reşit, Seher, [ Aruzla, sone biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 365, s. 3.

Siret, Sevdâ-yı Kihnisal, [Yirmi iki dörtlük, bir dizeden oluşan eser, “Tevfik Fikret

Bey’e” ithaf edilmiş, aruz ölçüsü kullanılmıştır. ] SF, Nu. 362, s. 375.

Siret, Sevdâ-yı Medfun, [Eser Şişli’de 5 Nisan 1314 tarihinde aruzla yazılan eser, dört

dörtlük ve dört üçlükten oluşmaktadır. ] SF, Nu. 376, s. 179.

Page 223: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

205

Siret, Sükunet-i Şabane, [Đki dörtlük ve iki üçlükten oluşan eser, sone nazım

biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 363, s. 388.

Siret, Şiir-i Yekrenk, [Eser Şişli’de 27 Şubat 1313 tarihinde aruzla yazılmış ve üç

adet beşlikten oluşur, aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 366, s. 25.

Siret, Her Gün, [Şişli’de 22 Şubat 1313 tarihinde aruz ölçüsüyle yazılmıştır. ] SF,

Nu. 365, s. 4.

Süleyman Nesip, Lema-i Ümit, [Eser, 20 Teşrin-i Evvel 313 tarihinde aruz ölçüsüyle

sone biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 369, s. 70.

Süleyman Nesip, Veda, [ 23 Şubat 1313 tarihinde, aruz ölçüsüyle yazılmıştır. ] SF,

Nu. 375, s. 166.

Süleymen Nesip, Bilir misin? [Şiir 8 Mart 1314 tarihini taşımaktadır. Aruz ölçüsü

kullanılmıştır. ] SF, Nu. 371, s. 102.

T. Fikret, Mihr-i Zemheri, [Üç dörtlükten oluşmaktadır, aruz, serbest müstezat] SF,

Nu. 357, s. 290.

Tevfik Fikret , Đkinci Tesadüf, [Eser 25 Şubat 1313 tarihinde soneyle yazılmıştır. ]

SF, Nu. 367, s. 38.

Tevfik Fikret, Kamis-i Yusuf, [13 Temmuz 1314 tarihiyle birlikte yayınlanan eser

Kısas-ı Enbiya I. ciltten alıntı yapılmıştır. ] SF, Nu. 386, s. 343.

Tevfik Fikret, Salıncakta, [Resim altı şiir şeklinde kaleme alınan eser, iki dörtlükten

oluşur ve aruz ölçüsü kullanılmıştır. ] SF, Nu. 381, s. 260.

Tevfik Fikret, Aşk ve Şebap, [Üç dörtlük ve bir dizeden oluşan eserde aruz ölçüsü

kullanılmıştır. ] SF, Nu. 361, s. 354.

Tevfik Fikret, -Aveng-i Şuhur 1-, Mart, [Şair Tevfik Fikret tarafından aylarla ilgili

olarak yazılan seri şiirlerden mart ayı için yazılan eserdir. Sone biçiminde

yazılmıştır. ] SF, Nu. 367, s. 33.

Page 224: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

206

Tevfik Fikret, -Aveng-i Şuhur 5- Temmuz, [Ayların anlatıldığı seri şiirlerden temmuz

ayının anlatıldığı şiirdir, aruz ölçüsü kullanılmıştır. Yedi üçlükten

oluşmuştur. ] SF, Nu. 391, s. 1.

Tevfik Fikret, -Aveng-i Şuhur 6- Ağustos, [23 Ağustos 1314 tarihinde kaleme alınan

eser iki dörtlük ve bir beşliktir. Aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 395, s. 65.

Tevfik Fikret, -Aveng-i Şuhur 6- Eylül, [26 Eylül 1314 tarihinde kaleme alınan eser

iki dörtlüktür. Aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 400, s. 145.

Tevfik Fikret, -Aveng-i Şuhur- Nisan, [Eser 8 Nisan 1314 tarihinde aruzla yazılan şiir

üç beşlikten oluşmuştur. ] SF, Nu. 373, s. 129.

Tevfik Fikret, Baharda, [Şiir 23 Haziran 1314 tarihiyle birlikte yayınlanmıştır. Eser

Coppee’den alınmadır. ] SF, Nu. 382, s. 282.

Tevfik Fikret, Bisiklet, [30 Mayıs 1314 tarihinde yazılan eser aruzla sone biçiminde

yazılmıştır. ] SF, Nu. 379, s. 237.

Tevfik Fikret, En Ferahlı Günüm, [Eser 13 Mart 1314 tarihinde terza rimayla

yazılmıştır. ] SF, Nu. 369, s. 71.

Tevfik Fikret, Haluk’un Bayramı, [Aruz ölçüsüyle serbest müstezat nazım biçimine,

10 Şubat 1313 tarihinde yazılmıştır. ] SF, Nu. 363, s. 389.

Tevfik Fikret, Hayat, [Şiir 9 Kanun-ı Sani 1313 tarihinde, aruz ölçüsü kullanılmış ve

nazım birimi olarak da sone kullanılmıştır. ] SF, Nu. 378, s. 211.

Tevfik Fikret, Gülefşan, [11 Nisan 1314 tarihinde, aruzla yazılmış ve şiir resim altı

şiir şeklinde yazılmıştır. Ancak resim 120. sayfada yayınlanmıştır. ] SF,

Nu. 372, s. 115.

Tevfik Fikret, Ramazan Sadakası, Köprüde, [Aruz kullanıldığı eser beş bölümden

oluşmuştur. ] SF, Nu. 359, s. 322.

Page 225: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

207

Tevfik Fikret, Sahayif-i Hayatımdan 1, [Eser 4 Nisan 1314 tarihiyle birlikte

yayınlanmış ve iki bentten oluşmuştur. ] SF, Nu. 371, s. 102.

Tevfik Fikret, Son Tesadüf, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiirde nazım biçimi olarak

sone tercih edilmiştir. Eser 29 Nisan 1314 tarihiyle birlikte

yayınlanmıştır. ] SF, Nu. 376, s. 180.

Tevfik Fikret, Tesadüf, [13 Şubat 1313 tahinde kaleme alınan eser sone nazım

türündedir. ] SF, Nu. 364, s. 406.

Tevfik Fikret, Verin Zavallılara, [20 Şubat 1313 tarihinde, aruzla yazılan eser üç

bölümden oluşmaktadır. ] SF, Nu. 365, s. 4.

Tevfik Fikret, Zavallı Hasta, [A. Nadir Bey’e ithaf edilmiştir. Aruzun kullanıldığı

şiir, üç dörtlük ve tek mısradan oluşur. ] SF, Nu. 358, s. 308.

Tevfik Fikret, Zeka, [Eser üç bölümden oluşan eserde aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu.

375, s. 167.

Tevfik Fikret, Zevrak-ı Hayal, SF, Nu. 393, s. 43. [Eser iki dörtlükten meydana

gelmiş aruz kullanılmıştır. ]

Tevfik Fikret, -Aveng-i Şuhur 3- Mayıs, [Seri şiirin üçüncü parçasıdır. Aruzla yazılan

eser iki dörtlük ve bir üçlükten oluşur. ] SF, Nu. 384, s. 305.

Tevfik Fikret, Aveng-i Şuhur 4, Haziran, [Yılın aylarına dair yazılmış olan

şiirlerdendir. Bu şiir ise Haziran ayı için kaleme alınmıştır. ] SF, Nu. 388,

s. 369.

Tevfik Fikret, Bir Feylosofa, [12 Temmuz 1314 tarihiyle birlikte yayınlanan eser

sone nazım biçimi özelliklerindedir. ] SF, Nu. 385, s. 327.

Tevfik Fikret, Bir Muhavare-i Edebiye, SF, Nu. 366, s. 25. [Eser, 27 Şubat 1313

tarihinde aruzla yazılmış ve altı benden oluşmuştur. ]

Page 226: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

208

Tevfik Fikret, Birlikte, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiir, üç dörtlük ve bir dizeden

meydana gelmiştir. Eser 5 Haziran 1314 tarihinde kaleme alınmıştır. ] SF,

Nu. 380, s. 245.

Tevfik Fikret, F. Coppee, Mütercimi: Tevfik Fikret: Baharda, [Şiir 23 Haziran 1314

tarihiyle birlikte yayınlanmıştır. Eser Cuppee’den alınmadır. ] SF, Nu.

382, s. 282.

Tevfik Fikret, F. Cuppee, Mütercimi: Tevfik Fikret: Baharda, [Şiir 23 Haziran 1314

tarihiyle birlikte yayınlanmıştır. Eser Cuppee’den alınmadır. ] SF, Nu.

382, s. 282.

Tevfik Fikret, Hab-ı Girizan, [Eser dört altılıktan oluşmuş ve aruz ölçüsü

kullanılmıştır. 17 Nisan 1313 tarihi eser sonunda yayınlanmıştır. ] SF, Nu.

394, s. 52.

Tevfik Fikret, Hande-i Bum, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı eser, 18 Teşrin-i Evvel

1314 tarihiyle birlikte yayınlanmıştır. ] SF, Nu. 400, s. 151.

Tevfik Fikret, Hülyâ-yı Saadet, [Eser 27 Nisan 1314 tarihinde, Đbrahim Cehdi’ye

ithaf edilmiş ve aruz kullanılmıştır. Toplam on dokuz dizeden oluşmuştur.

] SF, Nu. 374, s. 157.

Tevfik Fikret, Kahkahat-ı Şiiriye 1, [Eser on bölümden oluşan eserde aruz

kullanılmıştır. Eser, 13 Ağustos 1314 tarihini taşımaktadır. ] SF, Nu. 392,

s. 22.

Tevfik Fikret, La Dans Serpantin, [Eser 26 Kanun-ı Sani 1313’te serbest müstezat

tarzında, aruzla yazılmıştır. ] SF, Nu. 362, s. 375.

Tevfik Fikret, Mezarlıkta, [Eser 28 Teşrin-i Evvel 1314 tarihiyle birlikte

yayınlanmıştır. ] SF, Nu. 400, s. 151.

Tevfik Fikret, Mükedder, [7 Teşrin-i Evvel 1313 tarihiyle birlikte yayınlanan eser,

aruz ölçüsüyle sone biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 370, s. 86.

Page 227: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

209

Tevfik Fikret, Ne Đsterim? [Şiir 28 Şubat 1314 tarihiyle birlikte yayınlanmıştır. Aruz

ölçüsünün kullanıldığı şiir, serbest müstezat biçiminde kaleme alınmıştır.

] SF, Nu. 397, s. 103.

Tevfik Fikret, Nesrin, [Eser 15 Mart 1313 tarihinde aruzla yazılmış ve beş bölümden

oluşmuştur. ] SF, Nu. 368, s. 50.

Tevfik Fikret, T. F. Alphonse Daudet’in Bir Şiiri, [Çeviri şiirdir. Đki sekizlikten

oluşmuştur. ], SF, Nu. 359, s. 322.

Tevfik Fikret, Yaşadıkça, SF, Nu. 360, s. 338. [Üç dörtlük ve bir dizeden oluşan

eserde aruz ölçüsü kullanılmıştır. ]

[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, Bir Ruznameden, [Hikâye başlığı eserin başında

kullanılmıştır. ] SF, Nu. 380, s. 245.

[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 3- Mahsulat-ı Fikriye-i Beşeriye,

Mahsulat-ı Tabiiye, [On dokuzuncu yüz yıldan itibaren muhitin edebî eser

üzerine etkileri dikkate alınmıştır. Edebî eseri ortaya çıkaran ortam ve

eserin ortaya çıkışı makalenin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 372, s. 115.

[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Bayram Sabahı, [Kanlıca’da 4 Teşrin-i Evvel 1314

tarihinde kaleme alınmıştır. Altı bölümden oluşmuştur. ] SF, Nu. 397, s.

103.

[YURDAKUL], Mehmet Emin (Rüsumat Emaneti Evrak Müdürü), Ah Analık Yahut

Ninemin Duası, [Hece ölçüsü kullanılan eser “Tevfik Fikret Bey’e”

ithafıyla yayınlanmıştır. Eğribel’de 3 Teşrin-i Sani 1314 tarihinde kaleme

alınmıştır. ] SF, Nu. 399, s. 134.

[YURDAKUL], Mehmet Emin, Biz Nasıl Şiir Đsteriz? [Bu şiirde halk edebiyatına

dönüşün sinyali verilir. Hece ölçüsüyle yazılan eserde halkın rahatlıkla

anlayabileceği, Anadolu’dan yararlanan bir şiir isteniliyor. Böyle bir şiirin

Servet-i Fünun’da yayınlanmış olması gayet önemlidir. Eser üç beşlikten

oluşur. ] SF, Nu. 380, s. 244.

Page 228: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

210

[YURDAKUL], Mehmet Emin, Güzellik ve Kardeşlik Karşısında, [Dört bölümdür,

her bölümde sekiz dize vardır. Serbest müstezat tarzında yazılan şiirin

sonunda Mehmet Emin’e unvan olarak rüsumat emaneti evrak müdürü

nitelemesi yapılmıştır. ] SF, Nu. 392, s. 21.

2.1.2.4.17. Tenkit

Đsmail Safa, -Makale-i Mahsusa 38- Tenkidat, [Tenkidin önemi, tenkidin kırıcı

olmaması gerektiği, tenkide kullanılması gereken üslup konuları üzerinde

durulduktan sonra değişik şiirler tahlil edilerek tenkidin örnekleri

verilmiştir. ] SF, Nu. 375, s. 162.

Mehmet Rauf, Tekamül-i Tenkit 1, Mukaddime, [On birinci yüz yıldan itibaren

tenkidin gelişimine dikkat çekilir. Tenkidin gelişmesinde hizmeti olan

Dekart ve akımlardan (Klasizm gibi) söz edilir. ] SF, Nu. 370, s. 90.

Mehmet Rauf, Tekamül-i Tenkit 2, Mukaddime, [On birinci yüz yıldan itibaren

tenkidin gelişimine dikkat çekilir. On birinci yüz yılda yetişmiş olan

münekkitler üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 371, s. 106.

Mehmet Rauf, Tekamül-i Tenkit 3, On Sekizinci Asır, [Tenkidin on sekizinci asra

kadar olan durumu ve on sekizinci asırda meydana gelen yenilikler

anlatılır. Özellikle Rousseau üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 372, s. 120.

Mehmet Rauf, -Tekamül-i Tenkit 4- On Dokuzuncu Asır Đkinci Devre 1730-1765, [On

dokuzuncu asrın ikinci yarısı ve özellikle Saint Bouvveau üzerinde

durulmuştur. ] SF, Nu. 377, s. 202.

Mehmet Rauf, -Tekamül-i Tenkit 5- On Dokuzuncu Asır Đkinci devre 1830-1865.

[Usül-i tenkitte fenni tarzı savunan Taine ile buna karşı Bouvveau’nun

görüşü üzerinde durulur. Đki anlayış karşılaştırılarak farklılıkları ve

ortaklıkları ortaya konulur. ] SF, Nu. 378, s. 217.

Page 229: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

211

Mehmet Rauf, -Tekamül-i Tenkit 6- On Dokuzuncu Asır Đkinci Devre 1865-1880,

[Taine’nin tenkit anlayışı ve tenkidin fenni bir usül hâline gelmesi ve

buna karşı tezler üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 381, s. 269.

Mehmet Rauf, -Tekamül-i Tenkit 6-, 1865-1880 On Dokuzuncu Asır Đkinci Devre,

[381 numaralı nüshadan beri devam eden Taine’nin tenkitte fenni usulü

üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 383, s. 296.

Mehmet Rauf, -Tekamül-i Tenkit 7- On Dokuzuncu Asır, I. Devre, 1700-1730, [On

dokuzuncu asırda meşhur olan münekkitler üzerinde durulmuştur.

Brunetiere, Paul Albert, gibi…] SF, Nu. 376, s. 186.

Mehmet Rauf, -Tekamül-i Tenkit 7-, [Taine’nin tenkit anlayışının izah edildiği

makaleye devam edilmiş ve tenkitte fenni usül üzerinde durulmuştur. ]

SF, Nu. 384, s. 310.

Mehmet Rauf, Tekamül-i Tenkit, Mukaddime, [Batı tenkidinin tarihinden ziyade

Batıda tenkidin gelişimine katkıda bulunan isimler üzerinde durulmuştur.

] SF, Nu. 368, s. 59.

Mehmet Rauf, Tekamül-i Tenkit, Mukaddime, [Latin edebiyatı da

irdelenerek tenkit alanında yapılan çalışmalar eserin konusunu

oluşturmuştur. ] SF, Nu. 369, s. 75.

2.1.2.4.18. Tiyatro

Ahmet Hikmet, -Hasbihal- Đlk Görücü, [Tiyatro metni, Kamus-ı Fransevi’den

alıntıdır. Tiyatro sahnesinde bir kahramanın monologlarından oluşur. ]

SF, Nu. 372, s. 115.

[TARHAN], . Abdülhak Hamit Sahayif-i Bedia, Finten’den, [Abdülhak Hamit

Tarhan’ın Fitnen adlı eserinin tefrikasıdır. ] SF, Nu. 400, s. 146, SF, Nu.

389, s. 386, SF, Nu. 390, s. 402, SF, Nu. 397, s. 99, SF, Nu. 391 s. 2, SF,

Nu. 392, s. 18, SF, Nu. 393, s. 34, SF, Nu. 395, s. 66, SF, Nu. 396, s. 82,

SF, Nu. 398, s. 114, SF, Nu. 399, s. 130.

Page 230: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

212

2.1.2.4.19. Vecize

Ahmet Hikmet, -Kıl u Kal-, Kadınlara Aşka Dair, [Ünlü ediplerin aşk ve kadınlara

dair sözleri aktarılmıştır. ] SF, Nu. 396, s. 90.

Ahmet Hikmet, -Kıl ü Kal-, Kadınlara ve Aşka Dair, [Napolyon, Hugo gibi ediplerin

aşk ve kadın üzerine sözleri alıntı yapılmıştır. ] SF, Nu. 394, s. 58, SF,

Nu. 395, s. 74.

2.1.2.4.20. Yabancı Edebiyatlar

Cenap Şehabettin, -Musahabe-i Edebiye- Fransız Şura-yı Hazırası, [Fransız

şairlerinin eserde alfabetik sırayla inceleneceği ifade edilmiş ama eser

boyunca Mallarme ve Sembolizm üzerinde durulmuş, yeni bir şair

incelemeye alınmamıştır. Bu durum yazının sonunda itiraf edilmiş ve

buna daha sonraki yazılarda dikkat edileceği ifade edilmiştir. ] SF, Nu.

360, s. 338.

[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya: Fransa Edebiyatına Dair Musahebat 1, [Fransız

edebiyatından farklı şahısların hayatları ve eserleri irdelenmiştir. ] SF,

Nu. 398, s. 125.

2.1.2.5. Havacılık

Đmzasız, -Resimlerimiz-, Kanatlı Velespit, [Mösyö Ader adında bir Fransız’ın inşa

ettiği Ovon adlı balon ve diğer balonlar anlatılır. Eserin içeriğini kısaca

havada seyahat meselesi oluşturur. ] SF, Nu. 386, s. 343.

2.1.2.6. Hukuk

Ali Şahbaz Efendi, -Makale-i Mahsusa-, SF, Nu. 366, s. 18. [Fransa’da meydana

gelen meşhur Dreyfus davası meselesinin hukuki açıdan incelendiği bir

yazıdır. Yazarımız da zaten bir mahkeme azasıdır. ]

Đmzasız, Ali Hafî Bey’in Mahkemesi, [Ali Hafi Bey’li ilgili olrak çaılan mahkemenin

gidişatı ve genel durum hakkında bilgi verilmiştir. ]SP, Nu. 387, s. 182-

183.

Page 231: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

213

2.1.2.7. Đktisat

Đmzasız, Borsa, SP, Nu. 356, s. 143; SP, Nu. 357, s. 151; SP, Nu. 359, s. 168; SP,

Nu. 360, s. 176; SP, Nu. 361, s. 182; SP, Nu. 362, s. 190; SP, Nu. 365, s.

6; SP, Nu. 366, s. 14;

Đmzasız, Nüsha-i Mümtaze, SP, Nu. 356, s. 143-144; SP, Nu. 368, s. 32.

[TOKGÖZ] Ahmet Đhsan, Almanya Đlm-i Sanayi ve Ticaretine Bir Nazar, SF, Nu.

397, s. 100. [Almanya’da son on beş yıl içerisinde meydana gelen

gelişmeler ve bu gelişmelerin sebepleri üzerinde durulmuştur. ]

[YALÇIN] Hüseyin Cahit, Mesele-i Đçtimaiye-i Hazıra 1, Mesele-i Đktisadiyenin

Ehemmiyeti, SF, Nu. 398, s. 121. [Đktisadın ortaya çıkışı, önemi, kuralları

ve ülkemizdeki durumu hakkında bilgi verilmiştir. ]

2.1.2.8. Đstanbul Postası

[TOKGÖZ] Ahmet Đhsan, Đstanbul Postası, [Đstanbul’da yapılan kotra yarışı ve

burada edinilen izlenimler anlatılmıştır. Đstanbul’da yaşanan gündelik

olaylar anlatılmıştır. ] SF, Nu. 390, s. 411; SF, Nu. 400, s. 156; SF, Nu.

362, s. 370; SF, Nu. 365, s. 13; SF, Nu. 358, s. 306; SP, Nu. 360, s. 175;

SP, Nu. 369, s. 38-39; SP, Nu. 371, s. 52-53; SP, Nu. 374, s. 79; SP, Nu.

377, s. 103-104; SP, Nu. 387, s. 182; SP, Nu. 388, s. 191; SP, Nu. 389, s.

199.

2.1.2.9. Kadın

Tevfik Fikret, Nevha-i Bisud, [Günlük hayatta kadının yeri, eserde irdelenmiştir.

Artık kadınların yalnızca anne değil hayatın birçok alanında bulunmaları

ve özellikle de kadınların edebiyata olan tesiri üzerinde durulmuştur. ] SF,

Nu. 400, s. 149.

2.1.2.10. Kitap Tanıtımı

Đmzasız, -Yeni Kitap-, [Hamdi Beyzade Osman Adil Beyefendi’nin bir kitabı

tanıtılmıştır. ] SF, Nu. 396, s. 90.

Page 232: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

214

2.1.2.11. Moda

T. F. Kaplumbağa Modası, [Bu tarihlerde Paris’te kaplumbağaların kabukları üzerine

altın ve kıymetli taşlarla süsleme yapılır. Daha sonra salonlarda halılara

bırakılır. Ağır ağır gezen kaplumbağa parlayarak eve ışık saçar. Bunlar

Paris’te hayli tercih edilen davranışlar olur ve moda hâline gelir. Eserde

bu moda üzerinde durulur. ] SF, Nu. 358, s. 310. bk. Tevfik Fikret

2.1.2.12. Musahabe-i Fenniye

M. Sadık, Muhasebe-i Fenniye, [Madde, kuvvet, tabiatta hiçbir şey yok olmaz,

yoktan var olmaz düsturu, sermaye ve ticaret, kripton gazı gibi konular

makalenin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 381, s. 258.

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye- [Ramazan ayının başlamış olması münasebetiyle bu

ayda bol tüketilen gıda maddeleri üzerinde durulmuştur. Yumurta, tatlılar,

baharatlar gibi gıda ürünleri ayrıntılı olarak aktarılır. Ürünler hem

kullanılış hem de faydaları bakımından incelenir. ] SF, Nu. 361, s. 354.

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Bu makalede ise veterinerlik ve basiller konusu

üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 388, s. 374.

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Burgoya adlı vapurun bir Đngiliz gemisiyle

çarpışması sonucu batması, musademat-ı bahriye konu edilmiştir. ] SF,

Nu. 385, s. 322.

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Cazibe kanununun keşfi, Newton, ışık ve mıknatıs

gibi konular eserde incelenmiştir. ] SF, Nu. 398, s. 115.

M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Cismin (vücudun) terbiyesi, okullarda tesiri,

faydaları, havada seyahat, uçma makinesi gibi konular makalenin

içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 386, s. 338.

M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Coğrafya terimi, kökeni tarihi gelişimi, alt bilim

dalları ve okyanusbilim eserin konusunu oluşturmaktadır. ] SF, Nu. 356 s.

282.

Page 233: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

215

M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Elektrik, elektriğin terakkiyatı, medeniyete tesiri ve

ülkemizdeki durumu anlatılmıştır. ] SF, Nu. 399, s. 132.

M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Eserde kısa kısa bir çok konuya değinilmiştir. Ülfet

ve itiyat, medeniyet-i fikriye, aşk ve şiddetli sevda gibi…] SF, Nu. 380, s.

242.

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Eserde kumaşlar ve kumaş çeşitleri üzerinde

durulmuştur. ] SF, Nu. 400, s. 147.

M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Eserin içeriğini akıl, dimağ ve akıl sağlığı oluşturur.

] SF, Nu. 373, s. 138.

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Fen eğitimi, on- on beş yılda ideal eğitim gibi

konular eserin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 397, s. 103.

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye, [Fenni gelişmeler, nakliye ve haberleşme

araçlarındaki yenilikler, mesuliyet kanunu, uzaktan işitmek ve görmek

gibi konular kısa kısa makale içinde irdelenmiştir. ] SF, Nu. 382, s. 274.

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Gemilerin çarpışması, sisli havalarda açık sularda

nasıl yol alınacağı, gözün görmediği durumlarda sesle nasıl yön tayin

edileceği gibi mevzular makalenin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 389, s.

388.

M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Đnsanın tabiiyeti, mekânın insan psikolojisine etkisi,

kuzuların doğumu, tıpta ihtilaflar gibi konular makalenin içeriğini

oluşturur. ] SF, Nu. 384, s. 306.

M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Đnsanlar arasındaki farklılıklar, medeni gelişmenin

insanlar üzerindeki etkisi, hayat tarzının insanlar üzerindeki etkisi

irdelenmiştir. ] SF, Nu. 379, s. 237.

Page 234: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

216

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Đstanbul’daki kış şartları ve kuşların göçü, kuşların

yön bulma duyuları makalenin içeriğini oluşturmaktadır. ] SF, Nu. 367, s.

41.

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye, [Đstanbul’un hemen hemen genelinde yaşanan bir

kırgınlık ve hâlsizlik hastalığının bulunduğu ve bunun sebepleri,

çözümleri yabancı doktorların görüşlerinden de yararlanılarak aktarılıyor.

] SF, Nu. 369, s. 74.

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye, [Kokular, koku ve renk ilişkisi, açık ve koyu

elbiseler gibi konular makalenin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 393, s. 38.

M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Küçük ve büyük çapta tüfekler, silahsızlanma,

tüfeklerin kurşunları ve tesiri, askerlerde ne çapta tüfeklerin bulunması

gerektiği gibi unsurlar eserin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 392, s. 19.

M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Mühür ve parmak nişanı, Hindistan’da parmak

nişanlı resimlerin tetkiki, gölge rengi makalenin içeriğini oluşturmaktadır.

] SF, Nu. 390, s. 404.

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Nezaket kuralları, insanlar arasında mizaç

farklılıkları, harbin sebepleri, terk-i silah, terakkiyat-ı fikriye gibi konular

üzerinde kısa kısa durulmuştur. ] SF, Nu. 394, s. 50.

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Semada görülen parıltılar, güneş lekeleri,

makalenin içeriğini teşkil eder. ] SF, Nu. 396, s. 83.

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Taklit, insanın taklide olan meyli, tahsil ve

terbiye, çocuk terbiyesi, roman ve gazetelerin taklit bakımından tesiri,

tiyatro ve taklit gibi konular üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 383, s. 290.

M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Tütün tiryakiliği, tütünün zararları, balıkların ve

hayvanların lisanı eserde incelenmiştir. ] SF, Nu. 357, s. 290.

Page 235: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

217

M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye, [Uyku, uykunun evreleri, rüyalar, dimağda ahenk ve

intizam, musiki ve uyku konuları makalenin içeriğini oluşturmaktadır. ]

SF, Nu. 387, s. 354.

M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Verem, veremin çaresi, veremin sebepleri, vereme

karşı yapılan çalışmalar eserin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 391 s. 4.

M. Sadık, Şövalye Fausto Zonaro, [Beşiktaş’ta evini galeri hâline getiren ressamın

sergi çalışına davet edilen yazar, sergiye gidişini ve oradaki resim ve

ressamlarla ilgili izlenimlerini aktarır. ] SF, Nu. 375, s. 171.

M. Sadık:-Musahabe-i Fenniye, [Edebiyatta ve fende renkler konusu

ayrıntılı olarak incelenmiştir. Ayrıca renklerin tesiri üzerinde de

durulmuştur. ] SF, Nu. 365, s. 6.

2.1.2.13. Resim

Recaizade M. Ekrem, Ressam Halil Beyefendi’nin Yeni Bir Levha-i Dilrübası,

[Ressam Halil Beyefendi’nin birkaç resmi bütün ayrıntılarıyla incelenip

eleştiriliyor. Bunlar bir estetikçi edasıyla bizlere aktarılıyor. ] SF, Nu.

365, s. 2.

2.1.2.14. Resmî Haberler

Đmzasız, Tebligat-ı Resmiye, [Hükümetçe duyurulan resmî haber ve ilanlar

yayımlanmıştır. ] SP, Nu. 356, s. 137-140; SP, Nu. 357, s. 147; SP, Nu.

358, s. 156; SP, Nu. 359, s. 161-163; SP, Nu. 360, s. 172; SP, Nu. 361, s.

179; SP, Nu. 362, s. 187; SP, Nu. 363, s. 195; SP, Nu. 364, s. 204; SP,

Nu. 365, s. 4; SP, Nu. 366, s. 11;, SP, Nu. 368, s. 26; SP, Nu. 369, s. 35;

SP, Nu. 370, s. 43; SP, Nu. 371, s. 50; SP, Nu. 372, s. 59; SP, Nu. 376, s.

91-92; SP, Nu. 377, s. 99 SP, Nu. 378, s. 107; SP, Nu. 379, s. 115; SP,

Nu. 380, s. 123; SP, Nu. 381, s. 130-131; SP, Nu. 382, s. 139-140; SP,

Nu. 383, s. 147; SP, Nu. 384, s. 154-155; SP, Nu. 385, s. 163; SP, Nu.

386, s. 171; SP, Nu. 387, s. 178; SP, Nu. 388, s. 187; SP, Nu. 389, s. 196;

SP, Nu. 390, s. 203-204; SP, Nu. 391, s. 3; SP, Nu. 392, s. 10-11; SP, Nu.

Page 236: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

218

393, s. 20; SP, Nu. 394, s. 27; SP, Nu. 396, s. 44; SP, Nu. 397, s. 51; SP,

Nu. 399, s. 76; SP, Nu. 400, s. 87.

2.1.2.15. Sanat

[YALÇIN] Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 1- Şive, Zevk, [Şive ve şiveye

muhalefet konusu üzerinde durulmuştur. Şivenin tanımının bulunmadığı

ve bunun bir zevk olduğu savunulur. Farklı yazarlardan alıntılarla

düşünce desteklenmiştir. ] SF, Nu. 370, s. 87.

[YALÇIN] Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 4- Eser-i Sanat Nasıl Meydana

Gelir, Eserin Tarihi, [Makalede sanat eserinin nasıl meydana geldiği

anlatılmıştır. ] SF, Nu. 373, s. 132.

[YALÇIN] Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 8-, [Sanatın kaynağı gibi konular

incelenmiştir. Sanat nedir, taklit nedir, sanat bir taklit midir, gibi sorulara

cevaplar verilmeye çalışılır. Eserin sonunda 7 Haziran 1314 tarihi de

verilmiştir. ] SF, Nu. 380, s. 249.

[YALÇIN] Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 9- Gaye-i Hayal – Đdeal, [Sanatta

ideal meselesi, eserler ve şahıslar üzerinde verilen tenkidi hükümlerin

zaman ve şartlara göre değiştiği, eserin evsafı ve tabiiyeti üzerende

durulmuştur. ] SF, Nu. 382, s. 282.

[YALÇIN] Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 9- Gaye-i Hayal 2, [Sanatta ideal

meselesi üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 385, s. 330.

[YALÇIN] Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 9- Gaye-i Hayal- Đdeal,

[Taine’nin tenkitle ilgili görüşlerine geçen sayıda kalınan yerden devam

edilmiştir. Eser 22 Haziran 1314 tarihinde yazılmıştır. ] SF, Nu. 383, s.

294.

[YALÇIN] Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 12- Deha, [Deha kavramı

üzerinde durulmuş, tanımlama yapılmaya çalışılmıştır. Ayrıca kavramın

tanımında ve açıklamasında daha önce bu konuda düşünene ve yazan

Page 237: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

219

kişilerin görüşlerinden de yararlanılmıştır. 387 numaralı nüshada başlayan

makalenin devamı niteliğindedir. ] SF, Nu. 388, s. 379.

[YALÇIN] Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 10-, Gaye-i Hayal, [Edebiyatın

ahlaki ve gayri ahlaki olması üzerinde durulmuştur. Daha önceki sayıda

nakledilen ideal meselesi bu makalenin de içeriğini oluşturmuştur. ] SF,

Nu. 386, s. 344.

[YALÇIN] Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 11-, Şiir, [Deha kavramı üzerende

durulmuş, tanımlama yapılmaya çalışılmıştır. Ayrıca kavramın tanımında

ve açıklamasında daha önce bu konuda düşünen ve yazan kişilerin

görüşlerinden de yararlanılmıştır. ] SF, Nu. 387, s. 365.

[YALÇIN] Hüseyin Cahit, Hikmet-i Bedayie Dair 14- , Sanat ve Şiirin Đstikbali,

[Đlim ve fennin sanatı bilhassa şiiri zamanla yok edeceği görüşüne karşı

Fransız Jean Mary’nin eserlerinden de alıntı yapılarak karşı görüş

savunulmuştur. ] SF, Nu. 394, s. 52.

[YALÇIN] Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 15-, Sanat ve Şiirin Đstikbali,

[Sanatın ve şiirin geleceğinin olmadığını düşünen yerli ve yabancı

şahsiyetlere cevap verilmektedir. Şiirin yok olmayacağı tezi

vurgulanmaktadır. ] SF, Nu. 395, s. 75.

2.1.2.16. Sağlık

Đmzasız, Đnsan Nasıl Kesb-i Kuvvet Eder?, SP, Nu. 394, s. 31.

Đmzasız, Sıhhatli Olmak ve Kuvvetli Bir Mideye Sahip Olmak Đçin Şart-ı Esasi, SP,

Nu. 400, s. 90.

2.1.2.17. Sergi

Đmzasız, Hazret-i Hilafetpenahi ve Đane Sergisinin Resmi Küşadı, SP,

Nu. 368, s. 27-28.

Page 238: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

220

2.1.2.18. Servet-i Fünun Đle Đlgili Yazılar

Đmzasız, Bir Đhtar, [Derginin abonelik vilayata gönderilme koşullarını içeren bir

yazıdır]. SP, Nu. 359, s. 161.

Đmzasız, Muhaberat-ı Aleniye, [Okuyucu mektuplarına verilen kısa cevap

mahiyetindeki yazılardır. ] SP, Nu. 356, s. 144; SP, Nu. 358, s. 159; SP,

Nu. 359, s. 167; SP, Nu. 364, s. 207; SP, Nu. 365, s. 6; SP, Nu. 366, s. 14;

SP, Nu. 368, s. 31-32; SP, Nu. 370, s. 48; SP, Nu. 371, s. 55; SP, Nu. 374,

s. 79; SP, Nu. 375, s. 88; SP, Nu. 378, s. 112; SP, Nu. 380, s. 127; SP,

Nu. 385, s. 167; SP, Nu. 386, s. 175; SP, Nu. 390, s. 207; SP, Nu. 391, s.

8; SP, Nu. 392, s. 15; SP, Nu. 396, s. 47; SP, Nu. 400, s. 89.

Đmzasız, Tashih, [Dergiye basılan resim kalıplarının hatalı olması nedeniyle yapılan

bir özür açıklamasıdır. ] SP, Nu. 383, s. 149.

Đmzasız, Vilayat Abonelerimize Đhtar-ı Mahsusa, [Derginin vilayat aboneliri için bir

gün serken çıkarılmasına dair yazıdır. ]. SP, Nu. 363, s. 197.

2.1.2.19. Sosyoloji

[YALÇIN] Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Đçtimaiyeye Dair- Muhtacine Muavenet-i

Mecburiye, [Paris’te Sorbonne Darülfünun’unda yapılan sosyoloji

kongresinde bir sunum olan muhtacine muavenet-i mecburiye konusu

üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 392, s. 28.

[YALÇIN] Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Đçtimaiyeye Dair- Muhtacine Muavenet-i

Mecburiye, [Paris’te Sorbonne Darülfünun’unda yapılan sosyoloji

kongresinde bir sunum olan muhtacine muavenet-i mecburiye konusu

üzerinde durulmuştur. Eser sonunda 23 Ağustos 1314 tarihi de verilmiştir.

] SF, Nu. 393, s. 44.

2.1.2.20. Şehir Haberleri

Đmzasız, Bisiklet Hakkında Bir Mülakat, SP, Nu. 382, s. 144; SP, Nu. 390, s. 208; SP,

Nu. 394, s. 31-32.

Page 239: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

221

Đmzasız, Đki Sene Mektep Tatili, SP, Nu. 359, s. 167.

Đmzasız, Đstanbul Pazarı, [Đstanbul’da kurulan pazrlar üzerine yazılmış bir yazıdır. ]

SP, Nu. 395, s. 39.

Đmzasız, Ramazan-ı Şerif ve Ahval-i Hariciye, SP, Nu. 359, s. 165.

2.1.2.21. Tebrik

Đmzasız, Iyd-ı Said-i Fıtr, SP, Nu. 363, s. 193.

Đmzasız, Matbuat-ı Cedide, [Yeni kitapların yazarları bu kitaplardan dolayı tebrik

edilmiş ve çok kısa olarak kitabin içeriğinden bahsedilmiştir. Örneğin

Salih Saim Bey Efendi’nin “Balada” adlı eserini tebrik için yazılmıştır. ]

SP, Nu. 360, s. 176; SP, Nu. 361, s. 182; SP, Nu. 368, s. 32; SP, Nu. 374,

s. 79; SP, Nu. 376, s. 96.

Đmzasız, Ruz-ı Mehasin-i Hazret-i Hilafetpenahi, SF, Nu. 390, s. 401. [Đki bölümden

oluşmuş bir şiirdir. ]

Đmzasız, SF, Nu. 356 s. 274 Tebrik-i Viladet-i Seniyye-i Hazret-i Hilafetpenahi,

[Padişahın viladetinin yıl dönümü nedeniyle yazılmış nazım ve nesir

parçalarıdır. ]

Đmzasız, Tebrik-i Iyd-i Said-i Fıtr, SF, Nu. 363, s. 386. [Ramazan Bayramı

münasebetiyle gazete tarafından yayınlanan kutlama metinidir. ]

Đmzasız, Tebrik-i Đzdivaç, [Derginin yazarlarından olan Cenap Şehabittin ile Niğde

Mutasarrıfı kerimesinin evlenmesi üzerine yayınlanan tebrik yazısıdır. ]

SP, Nu. 395, s. 37.

Đmzasız, Tebrik-i Mahsusa, [Cenap Şehabeddin’in kutlamala cevaben yazdığı

teşekkür yazısıdır. ] SP, Nu. 396, s. 46.

Đmzasız: Tebrik-i Đyd-i Azha, SF, Nu. 373, s. 130. [Ramazan Bayramı münasebetiyle

yayınlanmış olan bir tebrik mesajı niteliğindedir. ]

Page 240: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

222

2.1.2.22. Törenler

Đmzasız, Selamlık Resm-i Âlisi, [Sultanın Cuma selamlığına çıkışının anlatıldığı

eserlerdir. ] SP, Nu. 356, s. 137; SP, Nu. 357, s. 145; SP, Nu. 358, s. 153;

SP, Nu. 359, s. 161; SP, Nu. 360, s. 169; SP, Nu. 361, s. 177; SP, Nu. 362,

s. 185; SP, Nu. 364, s. 201; SP, Nu. 365, s. 1; SP, Nu. 366, s. 9; SP, Nu.

367, s. 17; SP, Nu. 368, s. 25; SP, Nu. 369, s. 33; SP, Nu. 370, s. 41; SP,

Nu. 371, s. 49; SP, Nu. 372, s. 57; SP, Nu. 374, s. 75; SP, Nu. 373, s. 73;

SP, Nu. 375, s. 81; SP, Nu. 376, s. 89; SP, Nu. 377, s. 97; SP, Nu. 378, s.

105; SP, Nu. 379, s. 113; SP, Nu. 380, s. 121; SP, Nu. 381, s. 129; SP, Nu.

382, s. 137; SP, Nu. 383, s. 145; SP, Nu. 384, s. 153; SP, Nu. 385, s. 161;

SP, Nu. 386, s. 169; SP, Nu. 387, s. 177, SP, Nu. 388, s. 185, SP, Nu. 389,

s. 193, SP, Nu. 390, s. 201, SP, Nu. 391, s. 1 SP, Nu. 392, s. 9 SP, Nu.

393, s. 17, SP, Nu. 394, s. 25; SP, Nu. 395, s. 33; SP, Nu. 396, s. 41; SP,

Nu. 397, s. 49; SP, Nu. 398, s. 57; SP, Nu. 399, s. 75; SP, Nu. 400, s. 81.

2.1.2.23. Vefat Haberleri

Đmzasız, Vefayat, [Onbeş günlük süre içerinde vefat edenlerin aktarıldığı bölümdür]

SP, Nu. 356, s. 143, SP, Nu. 357, s. 149, SP, Nu. 358, s. 158, SP, Nu. 360,

s. 174, SP, Nu. 362, s. 190, SP, Nu. 364, s. 1206, SP, Nu. 366, s. 14, SP,

Nu. 368, s. 31, SP, Nu. 369, s. 39, SP, Nu. 370, s. 36, SP, Nu. 372, s. 64,

SP, Nu. 373, s. 79, SP, Nu. 376, s. 95, SP, Nu. 377, s. 103, SP, Nu. 378, s.

112, SP, Nu. 379, s. 120, SP, Nu. 386, s. 174-175, SP, Nu. 389, s. 199, SP,

Nu. 393, s. 23-24, SP, Nu. 395, s. 31, SP, Nu. 395, s. 37, SP, Nu. 397, s.

55, SP, Nu. 400, s. 9

2.2. Đlan ve Reklâmlar

2.2.1. Đşyeri ve Ticarethane Đlan ve Reklâmları

Fotoğrafçı Nikolay, “Bab-ı Ali Caddesinde Musavver Servet-i Fünun idarehanesi

itsalinde, işbu fotoğrafhane en son sistem tersime ve tezyineye hazır

olduğu ve sahibi Hüseyin Tayyip ashabından pür fotoğrafî bulunduğu

cihetle hakikaten gayet nefis ve sanatkârane resimler çıkarılıyor. Boyalı

Page 241: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

223

fotoğraflar dahi yapılmakta olunup fiyatı ehvendir. ” SP, Nu. 357, s. 151;

SP, Nu. 358, s. 159; SP, Nu. 378, s. 112; SP, Nu. 385, s. 167.

Şark Demir Yolları Tahvilatının 168. Kurası Keşidesini Mübeyyen Cetveldir, SP, Nu.

361, s. 184; Đmzasız, Şark Demir Yolları Tahvilatının 168. Kurası

Keşidesini Mübeyyen Cetveldir, SP, Nu. 361, s. 184; SP, Nu. 369, s. 40;

SP, Nu. 375, s. 88; SP, Nu. 381, s. 136; SP, Nu. 383, s. 152; SP, Nu. 386,

s. 176; SP, Nu. 396, s. 48.

Anadolu Osmanlı Demir Yolu Şirketi 1897 Senesi Kanun-ı Evvelinin 12. Gününden

Đtibaren Caridir, [Tren seferlerinin hareket saatlerini bildirir cetveldir]

SP, Nu. 358, s. 160; SP, Nu. 363, s. 200; SP, Nu. 364, s. 208, SP, Nu.

365, s. 7; SP, Nu. 374, s. 80; SP, Nu. 379, s. 120; SP, Nu. 384, s. 160; SP,

Nu. 385, s. 168.

Terzi, “Galata’da Karaköy Caddesinde kadınlara mahsus hazır elbise için yeni bir

şube tesis edilmiştir. ” SP, Nu. 370, s. 48; SP, Nu. 371, s. 56.

Hüsn Mağazası, [On beş seneyi aşkın zamandır çalışan kıyafet mağazası reklâmıdır.

] SP, Nu. 380, s. 128.

Ali Rıza Efendi’nin Fes Mağazası, “Şehzadebaşında’ki Veznecilerde bu defa küşat

ettiğim fes mağazası hakkında…”, SP, Nu. 360, s. 176.

2.2.2. Đş Đlanları

Bir Katibe Đhtiyaç Var, SP, Nu. 397, s. 56; SP, Nu. 398, s. 72; SP, Nu. 399, s. 80.

2.2.3. Kitap Mecmua Đlan Ve Reklâmları

“Muharriri Üstad-ı muhterem Ekrem BeyefendiHazretleri memleketimizde ilk defa

olarak tertip ve neşrolunmuş resimli millî roman: Araba Sevdası”, SP,

Nu. 357, s. 151; SP, Nu. 361, s. 183; SP, Nu. 365, s. 8.

Altı Hafta Nilde Ne Gördüm, [Nil ve çevresine yapılan seyahate dair gezi notları

anlatır eserdir. ] SP, Nu. 362, s. 192; SP, Nu. 366, s. 16.

Page 242: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

224

Andre Torye, Musavver Roman, Hüsn ve An, SP, Nu. 356, s. 144; SP, Nu. 357, s.

152; SP, Nu. 359, s. 168; SP, Nu. 361, s. 183 SP, Nu. 362, s. 191; SP, Nu.

363, s. 199.

Avrupa’da Ne Gördüm, Ahmet Đhsan, [Ahmet Đhsan’ın Avrupa seyahatlerinde

edindiği izlenimlerin anlatıldığı eserdir. ] SP, Nu. 362, s. 192; SP, Nu.

366, s. 16.

Çinde Seyahat, “Çin ile Almanya’nın devam eden şu münasebeti zamanında Çin’in

ahvali, adeti, ahlakı anlaşılmak üzere Ogündhak’ın en ala eseridir. ” SP,

Nu. 363, s. 199; SP, Nu. 366, s. 15; SP, Nu. 380, s. 127.

Desire Yolları, Muharriri: Ahmet Đhsan, [Demir yolları inşasının devam ettiği Desire

hakkında yazılmış 100 para ücretle satılan eserdir. ] SP, Nu. 390, s. 208.

Eserin tekmiline (10)kuruş fiyat vaz olundu. Vilayattan arzu edenler

ayrıca üç kuruş posta ücreti ilave etmelidir. Posta pulu kabul olunur. ” SF,

Nu. 389, s. 388.

Eserin tekmiline (10)kuruş fiyat vaz olundu. Vilayattan arzu edenler

ayrıca üç kuruş posta ücreti ilave etmelidir. Posta pulu kabul olunur. ” SF,

Nu. 390, s. 411.

Gizli Ada, Mütercimi: Ahmet Đhsan, SP, Nu. 356, s. 144; SP, Nu. 357, s. 152; SP,

Nu. 359, s. 168; SP, Nu. 390, s. 208.

Gülmek Đsterseniz, Bu Risaleyi Okuyunuz. Momiye’nin Đzdivacı, SP, Nu. 362, s. 192;

SP, Nu. 366, s. 16; SP, Nu. 376, s. 96; SP, Nu. 377, s. 104.

Hermin, Aleksandre Dumas, Çeviren: Ahmet Đhsan, SP, Nu. 362, s. 192; SP, Nu. 366,

s. 16; SP, Nu. 388, s. 192,

Đlim ve Đslam, [Zihni Paşa tarafından yazılmış olan kitabın reklâmıdır. ] SP, Nu. 399,

s. 80.

Page 243: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

225

Đlm-i Servet, Muharriri: Ahmet Đhsan, [Meşahir ilm-i servet üzerine yazılan 130

sayfadan müteşekkil eserdir. ] SP, Nu. 390, s. 208.

Đstifade ediniz. Taç Elarus Min Şerhal Kamus-ı Arabi, SP, Nu. 395, s. 40.

Kamus-ı Fransevi, Fransızcadan Türkçeye Lügat, “Malum mütercim Şemsettin Sami

Beyefendi hazretlerinin işbu eserleri bu defa fevkalade surette tashih ve

tevsi edilerek tekrar tab olunmuş ve şimdiye kadar namesbuk bir fiyatla

yani yalnız 30 kuruşa satılmakta bulunmuştur. Vilayattan arzu edenler 40

kuruş irsal etmelidirler. Merci “ Sabah” matbaasıdır. ” SF, Nu. 365, s. 11.

Mahzun-ı Esrar-ı Musiki Yahut Teganniyat-ı Osmaniye, [Đsmail Hakkı Efendi’nin

bölümleri eserin içeriği gibi konularda kısa bilgiler aktarılmıştır. ] SP, Nu.

359, s. 166.

Matbuat-ı Cedide, Bulgarca Elif Ba ve Sarf Kitabı, “Lisanımızı öğretmek üzere

ahiren Halis Eşref Beyefenditarafından bu namlarla iki kitap neşredilerek

birer nüshaları manzurumuz olmuştur. Bulgarca memleketimin bir

kısmında kesirelistimal bir lisan olduğu için tahsili ehem görülmesine

binaen Mekteb-i Mülkiye-i Şahane ders programlarına ithal edilmiş

olduğundan derece-i lüzum ve ehemmiyeti hakkında fazla beyan ve

mütalaaya hacet kalmaz. Hele takip olunan usülün mükemmeliyeti

müellifi için hakikaten şayan-ı tebrik görülmüştür. ” SP, Nu. 374, s. 79.

Nakil, [Avrupalı yazarlardan yapılan tercümelirin oluşturduğu kitaptır. ] SP, Nu. 362,

s. 192; SP, Nu. 366, s. 16.

Paul Bourget, Musavver Roman, Sevdâ-yı Hakiki, SP, Nu. 356, s. 144; SP, Nu. 357,

s. 152; SP, Nu. 359, s. 168; SP, Nu. 361, s. 183; SP, Nu. 362, s. 191; SP,

Nu. 363, s. 199.

Pejmürde, “Recaizade Atufetlü Ekrem BeyefendiHazretlerinin işbu eser-i cedide-i

edibaneleri idarehanemiz marifetiyle tevzi olunmaktadır. Âla kağıtlısı on

üç buçuk evsat kağıtlısı on kuruştur. ” SP, Nu. 360, s. 176; SP, Nu. 383,

s. 151.

Page 244: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

226

Resimli Millî Roman, Mai ve Siyah, SP, Nu. 357, s. 151; SP, Nu. 365, s. 8.

Ruzliz, Musavver Hikâye, SP, Nu. 362, s. 192; SP, Nu. 366, s. 16.

Seksen Günde Devr-i Âlem, Mütercimi: Ahmet Đhsan, SP, Nu. 356, s. 144; SP, Nu.

357, s. 152; SP, Nu. 359, s. 168; SP, Nu. 390, s. 208.

Yaveran-ı Hazret-i Şehriyariden Miralay Đzzetlü Sadık El Müeyyet Bey,

“Memuriyet-i mahsusa ile iki defa Afrika sahra-yı kebirinde icra-yı

seyahat eylemiş ve bu seyahatlerdeki müşahedatını mekemmelen tasvir ve

tahrir ederek gazetemize lütfen ita buyurmuş oldukları malumdur, bu

seyahatnameyi gazetemizde tefrika hâlinde mütalaa eden karin-i kiram

kitap şeklinde dahi neşrini arzu eylemiş olmalarıyla pek çok taraftan arai

edilen bu arzuya binaen Sadık El Müeyyet Bey Efendi’nin eser-i

fevkaladeleri Afrika Sahra-yı Kebirinde Seyahat unvanıyla bu kere güzel

bir cilt hâlinde neşrolunmuştur. Eser müellifin esna-yı seyahatinde bizzat

yaptığı bir hayli krokilerle fotoğraflarla müzeyyen olduğu gibi

Bingazider “Küfre”ye ve “Cağbub”a kadar devam eden bu iki

seyahatintalik edildiği havalinin renkli bir haritasını da muhtevidir. ” SF,

Nu. 398, s. 125.

Yaveran-ı Hazret-i Şehriyariden Miralay Đzzetlü Sadık El Müeyyet Bey,

“Memuriyet-i mahsusa ile iki defa Afrika sahra-yı kebirinde icra-yı

seyahat eylemiş ve bu seyahatlerdeki müşahedatını mekemmelen tasvir ve

tahrir ederek gazetemize lütfen ita buyurmuş oldukları malumdur, bu

seyahatnameyi gazetemizde tefrika hâlinde mütalaa eden karin-i kiram

kitap şeklinde dahi neşrini arzu eylemiş olmalarıyla pek çok taraftan arai

edilen bu arzuya binaen Sadık El Müeyyt Bey Efendinin eser-i

fevkaladeleri Afrika Sahra-yı Kebirinde Seyahat unvanıyla bu kere güzel

bir cilt hâlinde neşrolunmuştur. Eser müellifin esna-yı seyahatinde bizzat

yaptığı bir hayli krokilerle fotoğraflarla müzeyyen olduğu gibi

Bingazider “Küfre”ye ve “Cağbub”a kadar devam eden bu iki

seyahatintalik edildiği havalinin renkli bir haritasını da muhtevidir. ]

Page 245: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

227

2.2.4. Sağlık ve Tıp Đle Đlgili Đlan ve Reklâmlar

Ahmet Mithat, Viyana’da Veba, Tercüman-ı Hakikat’i görülmüştür. SP, Nu. 399, s.

79.

Almanyalı Doktor Userus, [Kadın hastalıkları uzmanı doktorun reklâmıdır. ] SP, Nu.

365, s. 6; SP, Nu. 366, s. 15.

Cıgarettes Ou Poudre Espıce, [Sık ve nefes ve nezle için tavsiye edilen ilaç

reklâmıdır. ] SP, Nu. 363, s. 199; SP, Nu. 364, s. 207; SP, Nu. 365, s. 6;

SP, Nu. 366, s. 15.

Çitli Maden Suyu, Eau Minerale de TGHITLI, [Soda reklâmıdır. ] SP, Nu. 380, s.

128; SP, Nu. 388, s. 192.

Doktor Vilyamis Đle Muhavere, “Pink hapları namıyla maruf ve sarı benizli

adamların sıhhatine hadim deva-yımeşhure hakkında izahat. ”. SP, Nu.

395, s. 40.

DoktorBesim ÖmerBey, “Divan yolunda 101 numaralı hanesinde cumartesi,

pazartesi, salı ve perşembe günleri saat sekiz buçuktan sonra hasta kabul

edilmektedir. ” SP, Nu. 360, s. 176; SP, Nu. 362, s. 191.

Flatus Ruhu, ”Her ne sebebe mebni olursa olsunyediğiniz taamı hazmedemez ve

mide fesadından muzdarip olursanız derhal bir parça şeker üzerine on on

beş damla Flatus Ruhu damlatıp ağzınıza alınız. Derhal geçer ve

fevkalade rahatlık hissedersiniz. ” [Đlaç reklâmıdır. ] SP, Nu. 398, s. 72.

Fosfatin Faliyer, “Çocukları hakkıyla beslemek ve büyüdükleri zaman sıhhatlerini

temin etmek için altı aylık zamandan başlayarak Fosfatin faliyer

yedirilir. ”[Đlaç reklâmıdır. ] SP, Nu. 398, s. 72.

Frengi Alet-i Müthişeni Katiyyen Tedavi, SP, Nu. 395, s. 38; SP, Nu. 397, s. 56; SP,

Nu. 398, s. 72.

Page 246: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

228

Her gün Diş Ağrısı Çekerim, [Diş ve benzer sağlık sorunlarıyla ilgili kısa yazılardır. ]

SP, Nu. 391, s. 7; SP, Nu. 394, s. 32.

Kinalaroş Quına Laroche, [Đlaç reklâmı, iştahsızlık için tavsiye edilen bir ilaçtır. ],

SP, Nu. 362, s. 191; SP, Nu. 363, s. 199; SP, Nu. 399, s. 79.

Sekiz Günde Güzellenmek, “Kadınlarınn güzel olmasına en ziyade yardım eden

beyaz ve güzel dişler olduğunu elbette kabul edersiniz. O halde zirdeki

mektubu okuyunuz. ”[Sekiz günde dişlerin temizlendiğini anlatan bir

reklâm yazısıdır. ] SP, Nu. 390, s. 207; SP, Nu. 396, s. 47; SP, Nu. 399,

s. 80.

2.2.5. Servet-i Fünun Đle Đlgili Đlan ve Reklâmlar

[TOKGÖZ], Ahmet Đhsan, Alem Matbaası, SF, Nu. 357, s. 304. [ Alem Matbaasının

taşındığı, her türlü baskı işine açık olduğu ve yeni adres verilmektedir. ]

Đmzasız, “Ramazan-ı Şerif nüshalarımızı tezyin etmek üzere gelecek nüshamızdan

itibaren Halit Ziya Beyin : -Bir Yazın Tarihi- unvanlı hikâye-i

Nefiselerini derce başlayacağımız ilanen duyurulur. ”, SF, Nu. 359, s.

330.

“Bu haftaki “Đstanbul Posta”mız kısm-ı siyasiye derc olunmuştur, oraya müracaat

buyurula. ” SF, Nu. 367, s. 34; SF, Nu. 369, s. 66; SF, Nu. 388, s. 381;

SF, Nu. 360, s. 338.

“Bu haftaki Đstanbul Postası yine kısm-ı siyasimizde münderictir, oraya müracaat

buyurula. ” SF, Nu. 371, s. 98; SF, Nu. 387, s. 366.

1314 Senesine Mahsus Nevsal-i Servet-i Fünun, “Gazetemiz tarafından her sene neşr

olunan iş bu mükemmel, musavver takvimin 1314 senesine mahsus cildi

dahi neşn olunmuştur. Bu cilde salhale müteallik bir mükemmel

takvimden başka Yunan ile olan muharebe-i galibanemizin bir tarihçesini

ve ona müteallik mühim resimleri ve bir sene zarfındaki meşahir fünun ve

siyasiyatı ve bir senelik vakayı-ı siyasiye resimlerini ve tarifatını ve

Page 247: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

229

vefayat-ı meşahiri şamildir. Yüz büyük sahife ve yüzü mütecaviz

resimden mürekkep olan cildin ecza olarak fiyatı beş, mücellidi sekiz

kuruştur. Vilayatta eczası sekiz, mücellidi on bir kuruştur. ” SF, Nu. 373,

s. 138.

“Hikmet-i Bedayie Dair, Hüseyin Cahit Bey biraderimiz tarafından sıra ile yazılan

makalattan geçen haftaki nüshamızda münderic ‘Edebiyat-ı Cedide

Menşei ve Esasları’ unvanlı bendeyi “Đkdam” Cuma ertesi günkü

nüshasına aynen nakil ile zirine rey-i mahsusuna ilave etmiş ve garip

olarak Hüseyin Cahit Beyin “Bu makaleye de cevap vereceğini biliyoruz.

” demiştir. Đşte Đkdam’ın her bildiği böyledir. Servet-i Fünun ve

muharrirleri –meslekleri iktizasınca- yalnız edep ve terbiye dairesinde

söylenen sözlere cevap verirler. ” SF, Nu. 377, s. 194.

Servet-i Fünun Karilerine Hediye, “ Karilerimizden her kim Salcı Oğlu Mağazası ile

Küçükyan Eczahanelerine Avrupa’dan Dersaadete nakliye bedeli olan

yalnız yetmiş para ufaklık gönderirse kendilerine derunundan bir kutu tuz,

bir kutu hamur, bir şişe su ve bir fırça bulunan zarif ve nefis bir sandıkça

dantel numunesi hediye verilecektir. Taşradan pul kabul olunur. ” SP, Nu.

398, s. 72.

Đhtar-ı Mahsusa, “Gazetemizin geçen haftaki 360 numaralı nüshası olan kamilen sarf

olunduğu cihetle matbaamızda hiç mevcudu kalmamıştır. Hâlbuki

zamanında almamış olan bazı müşterilerimiz dairemize müracaatla bu

numaradan istiyorlar. Gazetemize alıp da koleksiyon hâlinde muhafaza

etmeyen zevat-ı kiramı mezkûr 360 numaralı nüshayı badelmütalaa

matbaamıza gönderirlerse yerine başka bir nüsha ve yahut bedeli takdim

olunacaktır. Birkaç defalar ihtar eylediğimiz gibi yine beyan ediyoruz ki

gazetemize abone olmayanlar ve yahut yevmi intişarında mübayaa

etmeyenler daima böyle arızalara müsadif olabilirler. Binaenaleyh her

nüshayı muntazaman almak için en sağlam tarik abone olduğunu tekrar

eyleriz. ” SF, Nu. 361, s. 354.

Page 248: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

230

Vilayat Abonelerimize Đhtar-ı Mahsusa, “Gazetemizin yevmi intişarı olan perşembe

günleri dersaadetten vilayat-ı şahaneye hareket eden postalar bir hafta

muvafık düştüğü hâlde – ekser vapurların on beş günde bir olmasından

dolayı – ertesi haftaya gayr-ı muvafık geliyor. Binaenaleyh Suriye ve

mülhakatı ile sair bazı mahallere nüshalarımızı iki haftada bir defa irsale

mecburiyet hasıl oluyor idi. Şu hâl karilerimizin nahoşnidisini müveccep

olup bir çok şikayetler alınmış ve Suriye abonelerimizin miktarı idaremizi

hakikaten müteessir eyleyecek kadar kesretli bulunmuş olduğundan

gelecek numaradan itibaren vilayat-ı şahane nüshalarını Çarşamba

gününden postahaneye tevdiye karar verdik. Vakıan Çarşamba günleri

hemen her cihet postaları muntazaman hareket eylemektedir. Hele Suriye

ve mülhakatı için o gün hareket eden Hidiviye Vapuruyla ve kemal-i

intizam ile gazete irsal-i kabil olacaktır. Yalnız nüshaların çarşambadan

postaya tevdii kısm-ı siyasimize o günkü tevcihatın naklini ihtimal

haricine çıkarıyor. Bundan dolayı bağdema kısm-ı siyasiye ancak haftanın

Salı gününden itibaren ertesi salıya kadar olan tevcihat ve tebliğat-ı

resmiyesi derc kılınacaktır. Tabiidir ki şu hâl Đstanbul tevcihatımız için

hiçbir güne tebdil-i mucip olmayacaktır. ” SF, Nu. 364, s. 402.

“Bemnel kerim bu nüsha ile Servet-i Fünun sekizinci sene-i intişarına mübaşeret

eyliyor. ” SF, Nu. 365, s. 2.

1314 Senesine Mahsus Nevsal-i Servet-i Fünun, “Gazetemiz tarafından her sene neşr

olunan iş bu mükemmel ve musavver takvimin 1314 senesine mahsus

cildi dahi sal hâle müteallik bir takvimden başka Yunan ile vukua gelen

muharebe-i galibanemizin bir tarihçesiyle ona müteallik mühim resimleri,

bir sene zarfındaki meşahir fünun ve siyasiyatı, keza bir senelik vakıa-i

siyasiye ve medeniye tasvir ve tarifatını vefayat-ı meşahiri şamildir. Yüz

büyük sahife ve yüzü mütecaviz resimden mürekkep olan cildin ecza

olarak fiyatı beş, mücellidi sekiz kuruştur. Vilayatta eczası sekiz,

mücellidi on bir kuruşa satılır. ” SF, Nu. 400, s. 160; SF, Nu. 390, s. 411

SP, Nu. 364, s. 207; SP, Nu. 365, s. 8; SP, Nu. 368, s. 32; SP, Nu. 371, s.

Page 249: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

231

56; SP, Nu. 376, s. 96; SP, Nu. 380, s. 128; SP, Nu. 383, s. 151; SP, Nu.

392, s. 16; SP, Nu. 396, s. 47.

“Matbaamız dersaadet tahsildarlığı hizmetinde bulunan Bervant Sarafyan Efendi

zimmeti zuhur etmesine mebni ihraç edilmiş olduğundan müşterin-i

kiramın malumu olmak üzere ilan keyfiyete ibtidar kılındı. ”SF, Nu. 369,

s. 66

Takrizat, “Üstad-ı muhterem Atufetlü Ekrem BeyefendiHazretlerinin birçok hükm-i

atiye ve hakayık-ı lisaniye ve ilmiyeyi havi olarak Baladaki unvan ile

ahiren saha ara-yı intişar olan eser-i alileri dahi idarehanemizde

daıtılmaktadır. Fiyatı üç buçuk kuruştur. Taşra için yirmi para posta

ücreti zımmedilir ve pul kabul olunur. ” SP, Nu. 362, s. 191; SP, Nu.

383, s. 151; SP, Nu. 384, s. 159.

2.2.6. Diğerleri Đlan ve Reklâmlar

Şampanya, “Fransa’da Jironde vilayetinde Kurdeliye bağları sahipleri J. Dömeniyot

ve şürekası, Bordeux şarabı gibi hazım olmak sebebiyle bilcümle etba

tarafından tavsiye olunur…” SP, Nu. 359, s. 167;

Fevkalade Balo; SP, Nu. 363, s. 199[Şehzadebaşında yapılacak olan bir balonun

reklâmı ve ilanıdır. ]

Satılık Akar, [Ev, arsa gibi mülk satışlarına dair ilan yazılarıdır. ] SP, Nu. 392, s. 13;

SP, Nu. 395, s. 38.

2.3. Fotoğraflar, Resimler ve Karikatürler

2.3.1. Fotoğraflar

2.3.1.1.Bina ve Yapı Fotoğrafları

[Hastane Barakası], “Balıkesir hareketzadeganı için inşa olunan hastane

barakalarından biri, memur, heyet-i erkanından bazıları - U ne baraque

hospital a Balikessera-, SF, Nu. 369, s. 187.

Page 250: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

232

[Hastane], “Saye-i murahamaye-i hazret-i padişahide deyr-i zorda inşa olunup

viladet-i hümayun yevm-i mesudunda küşad edilen hastane -

L’inauguration de I’hopital de Dur sur I’Euphrate-“, SF, Nu. 363, s. 385.

[Caca Bey Camii Şerifi], “Kırşehri’nde emrâ-yı Selçukîyeden Caca Bey Camii Şerifi

- La mosquee Djadje Bey a Kir- chehir-“, SF, Nu. 379, s. 229.

[Cisr-i Sultan], “Saye-i Cenab-ı Padişahide Dirzor kasabasında inşa olunan cisr-i

sultani”, SF, Nu. 385, s. 321.

[Askeri depo], “Sâye-i muvaffakiyet-i hazret-i hilafetpenahide Trablusgarp vilayet-i

celilesine mühlik Zanzor nam-ı mahalde bu kere inşa olunan askeri

deposunun resm-i küşadı - L’inauguration du depot militaire de Zanzor a

Tripoli de Barbarie. ”, SF, Nu. 359. s. 322.

[Daireler], “Kırım’da Livadya’da Rusya hükümdarına mahsus daireler”, SF, Nu. 372,

s. 114.

[Hücre-i Mütalaa], “Operatör Saadetli Cemil Paşa hazretlerinin hücre-i mütalaaları -

La cabinet de travail de S. Ex. D=Djemil Pacha”, SF, Nu. 378, s. 212.

[Bismark’ın Yatak Odası], “Prens Bismark’ın yatak odası”, SF, Nu. 378, s. 212.

[Kayık Kulübü Dairesi], “Büyük Ada kayık yarışında kulüp heyetine mahsus daire”,

SF, Nu. 392, s. 20.

[Kibrit Fabrikası], “Çemberlere alınmış kibritlerin eczalanması”, SF, Nu. 393, s. 38.

[Kibrit Fabrikası], “Küçük Çekmece Kibrit Fabrikası Manzaralarından: Ağaç

kütüklerinin kâğıt gibi tabaka-i rakika hâline vazı - La fabrique des

allumettes Ottomanes: Le de coupago des bola-“, SF, Nu. 393, s. 38.

[Kibrit Fabrikası], “Küçük Çekmece’de Osmanlı Kibrit Fabrikası Manzaralarından:

Kutuların imalı - La fabrique des Allumettes ottomanes in fabriention des

boltes-“, SF, Nu. 393, s. 40.

Page 251: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

233

[Kibrit Fabrikası], “Küçük Çekmece’de inşa ve küşat olunan Osmanlı Kibrit

Fabrikasının manzara-i hariciye ve dahiliyesi - La fabrique des allumettes

Ottomanes a Kutchuk Tehekmedje-“, SF, Nu. 393, s. 33.

[Kibrit Fabrikasından], “Küçük Çekmece Osmanlı Fabrikası manzaralarından:

Kutulara kibrit doldurulması - La fabrique des allumettes Ottomanes:

L’emboltage-” SF, Nu. 393, s. 36.

[Sergi Binası], “1900 senesi Paris’te küşat edilecek sergi-i umumiye ait mebani-i

fevkaladeden olmak üzere Mösyö Eliza Ronlos’un tertib-i girdesi olan

işbu cisme ruy-ı zeminigayet büyük bir mıkyasta ara eyleyecektir. Katat-ı

hamse burada mükemmelen gösterilecek ve etrafını ihata eden bir

mediven sayesinde küreyi külliyen dolaşıp seyr-i temaşa edecektir. “ SF,

Nu. 366, s. 24.

[Mahmil-i Şerif], “Mekke-i mükerremede mahmil-i şerif -La caravane sacree,

Mahmil-i Cherif a la Mecque-“ SF, Nu. 362, s. 370.

[Makineler Dairesi], “Đtalya’da Torino şehrinde küşad olunan sergi-i umuminin

makineler dairesi” SF, Nu. 385, s. 325.

“Mescit ve Şakirdân”, “Kafkasya’da Şirvan vilayetinin merkezi olan Şimahi

kasabasında mescid-i kebir ile mekteb-i cedit-i Đslam ve şakirdanı - La

Mosque et I’ecole musulmane de Chemahi a Chirvan(Caucase)”, SF, Nu.

396, s. 81.

[Türbe], “Asakir-i Mısriye tarafından zapt olunan Emderman’da Sudan reisasına

mahsus türbe - La tambeau der Mahdi a Oumdurmen-“ SF, Nu. 396, s. 89.

[Otel], “Newyork’ta bu defa inşa ve küşade olunan on dört katlı Ryzan Victorya

Oteli” SF, Nu. 356, s. 285.

[Saat Kulesi], “Saye-i Cenab-ı padişahide Beyrut’ta inşa olunmakta bulunan saat

kulesinin hitam bulmuş olan kısmı - La tour d’horloge en construction an

Beyrouth-“ SF, Nu. 395, s. 68.

Page 252: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

234

[Sebil Đnşaatı], “Halep’te yeni inşa olunan sebilin manzara-i dahiliyesi -Vue

interieure du Sebil a Alep-“, SF, Nu. 396, s. 84.

[Sergi Binası], “1900 senesinde Paris’te küşad olunacak sergi için inşa olunmakta

bulunan devairden ikisinin resmidir ki birincisi sanayi-i nefiseye diğeri

müstemlikâne mahsustur. ” SF, Nu. 360, s. 348.

[Türbe], “Kırşehrin’de Melik Muzaffereddin zevcesi tarafından inşa olunmuş olan

medreseye muttasıl türbenin manzarası - La Mausolee Mouzafferiddin a

Kir-chehir-“, SF, Nu. 379, s. 227.

2.3.1.2.Gemi, Araç ve Askeri Teçhizata Dair Fotoğraflar

[Bahri Kotrası], “Büyük Ada kayık yarışında ikinciliği ihraz eden Bahri Kotrası -

‘Bahri’ de Sadik Bey, deuxieme prix des barques a Voile-“ SF, Nu. 392,

s. 20.

“Amerika Kruvazörü”, “Manil pişgahında Đspanya donanmasını mahv eden sefainden

Boston namı Amerika kruvazörü” SF, Nu. 377, s. 197.

[Şimendifer], “Siyera Levne’de asılı duran şimendifer, Đngiltere’nin Afrika

müstemlekatından Siyera Levne’de iki boğaz arasında yapılmakta olunan

demir yolunda tellerle muallak bir vasıta-i nakliye vücuda getirmiştir ki

garabet-i mahsusasından dolayı Đngilizce grafik gazetesinden noksan derc

eyledik. “SF, Nu. 374, s. 153.

[Batan Đngiliz Yelkenlisi], “Bir Đngiliz yelkeni sefinesiyle musademe ederek altı yüz

yolcu ile gark u mabud olan Fransız Burgonya vapuru, tafsilatı geçen

nüshamızın kısm-ı siyasisinde münderictir. ” SF, Nu. 384, s. 312.

[Hela Kruvazörü], “Maişet-i Đmparatoride limanımıza muvasalat eden Hela

Kruvazörü” SF, Nu. 397, s. 105.

[Hohenzoların Vapuru], “Hohenzoların vapurunun Saray Burnu’ndan duhulü -

L’arrivee de Hohenzolern a Constantinople d’apres une phot, de notre

directeur-“ SF, Nu. 397, s. 104.

Page 253: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

235

“Arabalar”, “Bu defa Paris’te küşat olunan makineli arabalar sergisinde mazhar-ı

mükâfat olmuş üç arabadır ki resimlerinde görüldüğü üzere bir berik,

diğeri fayton, üçüncüsü minibüstür. Üçü de elektrik ile vesaitte on beş

motordan ziyade bir suretle hareket etmektedir. ” SF, Nu. 358, s. 319.

[Elmahrusa vapuru], “Hidiv-i Mısır Fehametli Hilmi Paşa Hazretlerini dersaadete

vird eden Elmahrusa vapuru” SF, Nu. 395, s. 69.

“Đdona Kotrası”, SF, Nu. 368, s. 56.

[Đngiliz Gemisi], “Đngiltere’nin ‘Un Mayıl’ nam-ı vapur kumpanyası tarafından icar-ı

baideye sefer etmek üzere inşa ettirilen Karsıyoruk Karsıl namı vapurdur

ki 7627 tona istiabında, beş kademe tolunda, elli altı kademe arzında, 25

birinci, 15 ikinci, 22 üçüncü kamara yolcusunu alacak cesamette ve

makinası 75 berlör kotunda olup saate 21 mil sürati haizdir. El yevm

mevcut vapurların en mükemmellerinden addolunur. ” SF, Nu. 385, s.

333.

[Đspanya kruvazörü], Manil pişgâhında gark olan Rena Kristina namı Đspanya

kruvazörü SF, Nu. 377, s. 197.

[Kale Topu], “Newyork şehrini müdafaaya mahsus aslıha-i nariyeden otuz

santimetrelik bir kale topu” SF, Nu. 376, s. 185.

[Kanatlı Balon], “Kanatlı balonun hâl-i tayyaranı” SF, Nu. 386, s. 345.

[Kar Makinası], “Karlı havalarda demir yollarını temizleyip katarların mürurunu

temin etmek üzere bu defa Almanya’da böyle bir nevi lokomotif

yapılmıştır ki fevkalade kuvveti ve ön tarafındaki cism-i küreği sayesinde

yolların üzerine biriken karları iki tarafa atıp açmaktadır. ” SF, Nu. 367, s.

44.

[Top], “Đspanyollar tarafından müdafaa-i sevâhil için imal olunan yeni bir top” SF,

Nu. 383, s. 301.

Page 254: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

236

[Savaş Gemileri], SF, Nu. 376, s. 182.

[Kruvazör], “Almanya’nın yeni bir kruvazatörü” SF, Nu. 371, s. 101.

“Küba arabaları”, SF, Nu. 377, s. 205.

“Lörlay Vapuru”, “Dersaadet-i Almanya sefareti maişetine memur Lörley Vapuru”

SF, Nu. 397, s. 108.

“Mağruk Gemi”, “Đspanya’nın Alminanto Ogonto Zırhlısı” SF, Nu. 388, s. 380.

“Mağruk Gemi”, “Đspanya’nın mağruk Enfenteya Mariya Zırhlısı” SF, Nu. 388, s.

380.

“Agusta Victorya Kruvazörü, Cikyon Kruvazörü, Devclen Kruvazörü”, (Prens

Henuy’nin kumandası altında aksâ-yı şarka müteveccihen azimet edip bu

kere Süveyş’ten mürur eden Almanya donanması) SF, Nu. 357, s. 297.

[Sandunya Zırhlısı], “Đtalya Kuvvâ-yı Bahriyesinden: Sandunya Zırhlısı” SF, Nu.

363, s. 393.

[Vapur], “Đmparator hazretlerinin sarayı hümayun rıhtımına azimeti -Le

deparquement de L. M. I’Empreur et I’Empereatries, d’apres une phot, de

Notre directeur-“ SF, Nu. 397, s. 104.

[Velespit], “Mösyö Ader’in nev icat kanatlı velespiti” SF, Nu. 386, s. 344.

“Fransa’ da bir yeni cisr-i âhenin”, SF, Nu. 370, s. 92

“Girit Musaibezadegani itamından olup sahib-i murahamaye-i cenab-ı padişahide

elbas olunan çocuklardan bir kaçı - Les orphelins des viotines cretois

habilles par l’etat-“ SF, Nu. 358, s. 306

2.3.1.3.Moda ve Kıyafet Fotoğrafları

“Moda”, “Kadın kıyafeti”, SF, Nu. 358, s. 317.

“Moda”, , (Đki adet bayan kıyafeti) SF, Nu. 381, s. 269.

Page 255: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

237

“Moda”, “Son moda kadın kıyafeti”, SF, Nu. 356, s. 284.

“Moda”, “Kadın kıyafeti. “, SF, Nu. 365, s. 12.

“Moda”, Đki bayan kıyafeti sergilenmiştir. ”, SF, Nu. 375, s. 173.

“Moda”, “Son moda esvap”, SF, Nu. 389, s. 396.

“Moda”, “Son moda saç”, SF, Nu. 389, s. 396.

“Moda”, [Kadın fotoğrafı, iki adettir hikâyeye aittir. ] SF, Nu. 364, s. 409.

“Moda”, SF, Nu. 367, s. 45.

“Moda”, SF, Nu. 370, s. 93.

2.3.1.4.Savaş, Askeriye Ordu Ve Donanmalara Ait Fotoğraflar

“Amerika Đspanya Muharebesinden Son Manzaralar”, “Amiral Çervora

donanmasının Okonto namı Đspanya sefinesinin suret-i garkı” SF, Nu.

389, s. 388.

“Amerika Đspanya Muharebesinden Son Manzaralar”, “Amerika Đspanya

muharebesinden son manzaralar: Santiyago pişgâhında Amiral Çervora

donanmasından Kristopol kolunun ‘Đvva’ zırhlısı tarafından suret-i garkı”

SF, Nu. 389, s. 386.

[Askerî raks], “Hindistan askeri mahalliyesinin bir raksı” SF, Nu. 363, s. 392.

[Alman donanması], “Aksâ-yı şarkta bulunan Alman donanmasının heyeti

umumiyesi -Deucland çifyön iren Agusta viktorya prens wılhelm Artuna”

SF, Nu. 362, s. 376.

[Aksâ-yı Şarkta Đngiliz Donanması], “Küre’de manevralar. ” SF, Nu. 370, s. 88.

[Amerika Askerinin Geçişi], “Amerika’nın Virginya şehrinde Alisra meydanında

gönüllü asakirin reis-i hükümet Makkenli Cenaplarının karşısında icra

ettikleri resm-i geçit” SF, Nu. 383, s. 308.

Page 256: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

238

[Amerika Đspanya Muharebesi], “Amerika Đspanya muharebesine ait

resimlerimizden: Gece elektrik ziyası altında, Amerika’nın Tampe

iskelesinde, vapurlara top ve mühimmat tahammülü” SF, Nu. 386, s. 340.

[Askeri Kafile], “Bir Osmanlı zabitinin Sahrâ-yı kebirde seyahati: Heyet-i kafile – A

Benghazi le dapart de la Mission Sadik Bey-“ SF, Nu. 360, s. 338.

[Askerin Dönüşü], “Teselya’dan avdet eden Sükut Taburunun Ertuğrul Gazi Türbesi

pişgâhında istitamları” SF, Nu. 382, s. 285.

[Askerin Duhulü], “Teselya gazilerinden Trabzon’a mensup efrâd-ı şahanenin şehr-i

mezkura avdet ve duhulleri” SF, Nu. 383, s. 292.

“Askerin Müruru”, “Teselya gazilerinden Trabzon alayına mensup efrâd-ı şahanenin

daire-i hükümet pişgâhına kurulan tak-ı zaferden mürurları - Le retour de

I’Armee de Thessalie: Le regiment de Trebizonde defilant sous I’arc de

triomphe dresse en leur honneur cette ville-“ SF, Nu. 383, s. 289.

[Đspanya Donanması], “Đspanya Kuvvâ-yı bahriyesinden Nenfenteniye Tereza

Zırhlısı, Đspanya Kuvvâ-yı Bahriyesi Nuden Vizgoya Zırhlısı Đspanya

Kuvvâ-yı Bahriyesinden Flipinos Kruvazatörü. ” SF, Nu. 373, s. 141.

[Đspanya Kuvvâ-yı Bahriyesi], “Đspanya Kuvvâ-yı bahriyesinden bir kısım, Đcmâlen

sekiz parça olup zırhlı kruvazördür. ” SF, Nu. 377, s. 200.

“Askerler Kasabaya Girerken”, “Teselya’dan avdet eden asakîr-i nusret-i müesser-i

şahaneden Sükut Taburunun kasabaya muvasalatı -La centree du botaillon

de Seuyud dans cette ville-“ SF, Nu. 382, s. 382.

2.3.1.5.Şehir, Seyahat ve Manzara Fotoğrafları

[Büyük Ada Vapur Đskelesi], “Büyük Ada vapur iskelesi ve nizami manzarası - Le

deparguadaire de Prinkipe-“, SF, Nu. 392, s. 21.

“Büyük Ada”, “Büyük Ada”, SF, Nu. 390, s. 412.

Page 257: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

239

[Santiyago Kasabası], “Đspanya donanmasının vasıl olduğu Santiyago Kasabası”, SF,

Nu. 377, s. 204.

[Alaiye Kasabası], “Alaiye kasabasının manzara-i umumiyesi - La vue generale

d’Alaya sur la Mediterrannee-“, SF, Nu. 371, s. 97.

[Trablusgarp sahili], “Trablusgarp sahil kısmı -Tripoli de Barbarie-“ SF, Nu. 363, s.

396.

[Trablusgarp], “Trablusgarp menâzırından: Ahali-i memleketin eyyam-ı

mukaddesede ilan-ı şadumani eylemesi - Un jour de fete a Tripoli de

Barbarie-“, SF, Nu. 361, s. 354.

[Alâiye’de Bir Çağlayan], “Alaiye’de Bir çağlayan - Une chute d’eau a Alaya-“, SF,

Nu. 371, s. 100.

[Beyteddin Kasabası], “Cebel-i Lübnan’ın merkezi olan Beyteddin kasabası - Belt-

Eddin de Liban-“, SF, Nu. 369, s. 68.

[Çoban], “Enstantene-i fotoğraflarımızdan: Ayastafenos’ta Çoban”, SF, Nu. 367, s.

37.

“Çölde Bir Kafile”, “Sahrâ-yı Kebir Seyahati: Çölde Bir Kafile” SF, Nu. 374, s. 149.

[Hama kasabası], “Hama kasabasının manzara-i umumiyesi - Le vue de Hama, Syrie,

SF, Nu. 373, s. 133.

“Kule’de Bir Sokak”, “Kule’de Bir Sokak - Une rue a Koula-“ SF, Nu. 387, s. 356.

[Manazas Kasabası], “Amerika’nın topa tutmuş olduğu Manazas kasabası” SF, Nu.

376, s. 181.

[Manil Kasabası], “Filipin adalarında vakı’ Manil Kasabasında bir sokak” SF, Nu.

377, s. 196.

[Sadık Bey ve Askerler], “Bir Osmanlı zabitinin Sahrâ-yı kebirde seyahati izzetli

Sadık Elmüeyyet Bey ile birlikte Küfre’ye azimet eden efrad-ı askeriye -

Page 258: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

240

Le voyage d’un officier Otoman au sahara d’Afique colonel Sadik Bey

Elmoyet et sa suite militaire “SF, Nu. 357, s. 292.

[Sadık Elmüeyyet], “Afrika Sahrâ-yı kebirinde kâin Küfre’ye icra-yı seyahat eden

yaveran-ı hazret-i Şehriyari’den miralay izzetli Sadık Elmüeyyet Bey -

Colcnel Sadik Bey Elmoyet explorateur du Sahara d’Afrique. “ SF, Nu.

357, s. 290.

[Sahrâ-yı Kebirde Seyahat], “Bir Osmanlı zabitinin Sahrâ-yı kebirde seyahati:

Bingazi’den Hin’e hareketteki resmi veda - Le voyage d’un officier

Ottoman au sahara d’Afrique La mission Sadik Bey fisont ses aux

notables de Benghazi-” SF, Nu. 356, s. 280.

[Sahrâ-yı Kebirde Seyahat], “Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde

Seyahati, Bingazi’den hareketten evvel Hayriye-i hazret-i padişahinin

tekrarı - Le voyage d’un afisler Otoman au sahara d’Afrique. La

ceremonie de in priere ovent le depart de la mission Sadik Beg a

Bengha”, SF, Nu. 356, s. 277.

[Sahrâ-yı Kebirde Seyahat], “Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde

Seyahati, Bingazi haricinde kain kışla-i hümayun pişgâhında kafilenin

tecemmücü - Le voyage d’un officier Ottoman au sahara d’Afrique la

mission Sadik Beg devant la caserne de Benghazi-“, SF, Nu. 356, s. 277.

[Sahrâ-yı Kebirde Seyahat], “Sahrâ-yı Kebirde Seyahat: Çölde Bir Kervan - Mission

de Sadik Bey au Sahara : Une carvavane de desert-“, SF, Nu. 361, s. 356.

[Sahrâ-yı Kebirde Seyahat], “Bir Osmanlı Zabitinin Sahrâ-yı Kebirde Seyahati, :

Çölde Bir Kafile - Mission de Sadik Bey üu Sahara: Un groupe indigene-

“SF, Nu. 362, s. 372.

[Sahrâ-yı Kebirde Seyahat], “Sahrâ-yı Kebirde Seyahat: Sadık Elmüeyyet Bey

Kafilesinin Avdeti - Le retour de la Mission Sadik Bey-“, SF, Nu. 364, s.

405.

Page 259: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

241

[Sahrâ-yı Kebirde Seyahat], “Yaveran-ı Hazret-i Padişahiden Miralay Đzzetlü Sadık

Elmüeyyet Beyin Sahrâ-yı Kebir Seyahati: Küfre’den avdette Zıgın

kuyularına suret-i muvasalat - Le voyage de Sadik Bey au Sahara: I’arrive

de la caravane aux puits de Ziquin-“, SF, Nu. 377, s. 193.

[Sahrâ-yı Kebir’de Seyahat] “Bir Osmanlı zabitinin Sahrâ-yı kebirde seyahati:

Küfre’de zaviyetü’l-üstad namıyla maruf Senusiler zaviyesi - Voyage de

Sadik Bey au Sahara d’Afrique le eouvent (Zavle) des Sinoussites a

Koufra d’apres un eroquis de l’auteur“, SF, Nu. 370, s. 74.

[Sahrâ-yı Kebirde Seyahat] “Bir Osmanlı Sahrâ-yı kebirde seyahati: Çölde Büyük

camii Şerif - Le voyage de Sadik Bey au Sahara: La grande mosquee

d’oudjla d’apres un oroquis de I’au teur-“ SF, Nu. 370, s. 81.

[Sahrâ-yı Kebirde Seyahat], “Yaveran-ı hazret-i şehriyariden Sadık Elmüeyyet Beyin

Sahrâ-yı Kebir Seyahati: Küfre’de Tebo urbanı tarafından icra edilen silah

oyunları - Voyage de Sadik Bey au Sahara d’Afrique Les Tebous jauaut

devaut Sadik Bey a Kofa-“ SF, Nu. 379, s. 225.

2.3.1.6.Yerli ve Yabancı Askerler, Devlet Adamları ve Sanatçılara Ait Fotoğraflar

[Filipin Adası Reisi], “Filipin adası reisi Asati Aginaldo” SF, Nu. 383, s. 300.

[Alman Đmparatorunun Ayrılışı], “Misafir-i Has-el Has Hazret-i Padişahi Haşmetli

Almanya Đmparatoru Đkinci Wilhelm Hazretlerinin rekubuna mahsus

Hohenzoların vapurunun dersaadetten azimeti - Le depart de

Constantinople du Yacht Imperial Allemond Hohenzollern pour la

Paletsine (D’apree un croquis Notre correspondant)-“ SF, Nu. 398, s. 113.

[Hanif Efendi], “Beyrut Defterdar-ı Sabıkı Merhum Hanif Efendi -Hanif Effendi

mort a constantinople-“ SF, Nu. 365, s. 4.

[Hasan Paşa], “Bu defa uhde-i istihallerine rütbe-i müşiri tevciye buyurulan bab-ı

seraskeri nazırı Devletlü Hasan Paşa Hazretleri - Son Excellenve Hasan

Pacha le nouveau Marechal-“ SF, Nu. 386, s. 341.

Page 260: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

242

[Bismark], “Prens Bismark’ın gençlik resmi” SF, Nu. 387, s. 357.

[Ahmet El-Mehdevi], “Bingazi belediye reisi Đzzetlü Ahmet Efendi El-Mehdevi -

Ahmet Efendi El-Mehdevi directeur de la municipalite de Benghazi-“ SF,

Nu. 356, s. 280.

[Albert Frederich], “Almanya Saksonya Kralı Haşmetli Albert Frederich. ” SF, Nu.

374, s. 157.

[Ali Paşa], “Erzincan’da vefat eden Ali Paşa” SF, Nu. 393, s. 45.

[Almanya Đmparatoru], “Misafir-i Has-el Has Hazret-i Şehriyari Almanya Đmparatoru

Haşmetli Đkinci Wilhelm Hazretleri” SF, Nu. 397, s. 100.

[Alphonse Daudet], “Müteveffa Alphonse Daudet” SF, Nu. 359, s. 328.

[Alphonse Daudet], “Daudet, hücre-i iştigalinde. ” SF, Nu. 359, s. 329.

“Amerika Heyet-i Vükelası”, “Amerika Heyet-i Vükelası” [Bakanlar görevleri ve

isimleriyle birlikte verilmiştir. ] SF, Nu. 386, s. 337.

“Amerika Heyet-i Vükelası”, “Amerika Heyet-i Vükelası” [Bakanlar görevleri ve

isimleriyle birlikte verilmiştir. ] SF, Nu. 386, s. 337.

“Amerika Başkanı”, “Amerika reis-i hükümeti Makkenli Cenapları” SF, Nu. 374, s.

145.

“Amerika Kuvvâ-yı Beriye Kumandanı”, “Amerika Kuvvâ-yı Beriye Kumandanı

General Nilson Biles” SF, Nu. 390, s. 413.

[Amiral Dövi], “Filipin cezairinde Manil pişgâhında Đspanya donanmasını mahveden

Amerika donanması kumandanı Amiral Dövi” SF, Nu. 375, s. 165.

[Amiral Montejö], “Manil’de duçâr-ı inhizam olan Đspanya donanması kumandanı

Amiral Montajo” SF, Nu. 375, s. 168.

Page 261: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

243

[Amiral Servera Đtopete], “Đspanya kuvvâ-yı bahriyesi yeni kumandanı Amiral

Servera Đtopete” SF, Nu. 375, s. 168.

[Arif Paşa], “Đkinci ordû-yı Hümayun Müşiri ve Edirne Vali Vekil-i Alisi Devletlü

Arif Paşa Hazretleri - Son Excellence Arif Pacha, Commandant du corps

d’Armee et Gouverneur general d’Andriuople-“ SF, Nu. 391, s. 4.

“Atufetli Đstefaneki Mosurus Beyefendi Hazretleri”, “-S. E. Stefanaki Mosurus, Bey

le bey de Samos” SF, Nu. 357, s. 300.

“Avusturya Kraliçesi”, “Avusturya Kraliçesi Müteveffa Elizabeth” SF, Nu. 394, s.

49.

[Bahri Paşa], “Azâ-yı Vali-i Cedi-i Saadetli Bahri Paşa Hazretleri -Son Excellence

Bahri Pacha, le nouveau vali d’Adana-“ SF, Nu. 370, s. 75.

“Besim Ömer Bey Kütüphanesinde”, “Meşâhir-i muasırîn, Besim Ömer Bey

kütüphanesinde - Docteur Besim Omer Bey, dans sa biliotheque” SF, Nu.

376, s. 180.

“Besim Ömer Bey”, “Meşâhir-i Muasırin, Doktor Besim Ömer Bey - Nos

Contemporains chez eux: Docteur Besim Omer Bey dans son cabinet de

trawali” SF, Nu. 376, s. 177.

[Binbaşı Vasley Merit], “Amerika hükümetinin Filipin cezairinde vali nasb eylediği

Binbaşı Vasley Merit” SF, Nu. 384, s. 317.

“Bismark Ailesi”, “Prens Bismark Ailesi” SF, Nu. 388, s. 376.

[Bismark], “Esbak Almanya Başvekili Müteveffa Prens Bismark” SF, Nu. 387, s.

353.

[Bismark], “Prens Bismark’ın son resimlerinden” SF, Nu. 388, s. 372.

[Bismark], “1870’te Prens Bismark” SF, Nu. 388, s. 373.

Page 262: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

244

[Devlet Efendi], “Üstâd-ı musıkişinasandan Piyanist Devlet Efendi - Devlett Efendi,

celebre pianiste –“ SF, Nu. 359, s. 325.

[Dilaver Paşa], “Sabık-ı Liman Kumandanı Merhum Dilaver Paşa - Delaver Pacha

mort a Constantinople-“ SF, Nu. 366, s. 20.

[Doktor Aleksandır Efendi], “Doktor Kanburoğlu Saadetli Aleksandır Efendi

Hazretleri - Docteur chirurqien A Cambouroglou-“ SF, Nu. 383, s. 309.

[Emin Paşa], “Erkân-ı Harbiye Mirlivalarından Merhum Emin Paşa - Emin Pacha

mort a constantinople-“ SF, Nu. 365, s. 4.

[Ethem Paşa], “Devletli Ethem Paşa Hazretlerinin Son Tasvirleri - Son Excellence

Marechal Edhem Pacha d’apres une photographie toute recente-“ SF, Nu.

381, s. 257.

[Ferit Beyefendi], SF, Nu. 369, s. 65.

“Fin kumandanlığı ile Çin’e azimet eden Almanya imparatoru hazretlerinin

biraderleri Prens Henuy”. SF, Nu. 358, s. 313.

“Fuat Paşa”, “Efâhim-i müşirân-ı saltanat-ı seniyeden” SF, Nu. 398, s. 116.

[Galip Bey], “Niğde Mutasarrıfı Saadetli Galip Beyefendi Hazretleri - S. E. Galip

Bey, gouverneur de Nide” SF, Nu. 371, s. 109.

[General Safter], “Küba adasına Amerika ordusunu ihrac ve Santiyago üzerine

hücum eden General Safter” SF, Nu. 382, s. 281.

[General Tural], “Amerika’nın zabt eylediği Santiyago’da kumandan olup şehri

Amerika’ya teslime memur olan Đspanya Generali Tural” SF, Nu. 386, s.

349.

[Habeşli Sefir Heyeti], “Habeş hükümeti tarafından Paris’e azam kılınan heyet-i

sefaret” SF, Nu. 385, s. 324.

Page 263: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

245

[Halepteki Sebil], “Halep’te yeni inşa olunan sebil ile rüzgarla müşterek tulumbası -

Vue generale du Sebil d’Alep avea sa nouvelle pompe-“ SF, Nu. 396, s.

85.

[Halil Beyefendi], “Ressam Halil Beyefendinin ‘Ledok’ mağazasında teşhir

edildikleri [Tablo] -Un tableau de Halil Bey-“ SF, Nu. 368, s. 52.

[Halil Beyefendi], “Ressaman-ı Osmaniyeden HalilBeyefendi Hazretleri: Hücre-i

iştigallerinde - Nos contem porains ehez eux: Halil Bey dans son atelier-“

SF, Nu. 368, s. 49.

[I. Şarl], “Portekiz Kralı I. Şarl Hazretleri” SF, Nu. 372, s. 114.

[Đspanya Başvekili], “Đspanya Başvekili Mösyö Sogosta” SF, Nu. 374, s. 148.

[Kont Kalnoki], “Müteveffa Kont Kolnoki, Sabık-ı Avusturya Macaristan Başvekili

Kont Kalnoki bundan üç gün evvel vefat etmiştir. Müşarünileyh 1832

senesinde tevellüt edip 1854 senesinde meslek-i siyasiye dahil olmuş ve

Avrupa rical-i mühimme-i siyasiyesi meyanında namını ehemmiyetle yad

ettirmeye ahraz-ı muvaffakiyet etmiş idi. ” SF, Nu. 362, s. 380.

[Kraliçe], “Müşarünileyh Kraliçenin dört sene evvelki tasvirleri” SF, Nu. 392, s. 25.

“Maarif Nezareti Mekatib-Đ Rüşdiye Müdürü Saadetlü Celal Beyefendi - Djelal Bey

directeur des ecoles Ruch dies-“ SF, Nu. 358, s. 309.

[Mazhar Paşa], “Yaverân-ı hazret-i Şehriyariden boğaz muhafız vekili feriki Saadetli

Mazhar Paşa Hazretleri -Son Excellence Mazhar Pacha commendent des

Dardanelles- SF, Nu. 380, s. 245.

[Mehmet Ali Paşa], “Erzurum’da Yedinci Fırka-i Hümayun Kumandanı Ferikân-ı

Kiramdan Saadetlü Mehmet Ali Paşa Hazretleri, Đhtar: Geçen nüshamızda

derc olunmuş olun bu tasvirin zirine tertip sehvi olarak, ferikan kelime

vefat eden suretinde yazılmıştır. ” SF, Nu. 394, s. 61.

Page 264: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

246

“Meşâhir-i Muasırin”, “Meşâhir-i Muasırin: Operatörü Ferik Saadetlü Cemal Paşa

hazretlerinin muayene odaları - Nos Contemporains chez eux: S.

Excellence D=Djemil Pacha dans son cabinet de Consultation-“ SF, Nu.

378, s. 209.

[Minare], “Rusya’da Đndican’da yeni cami-i şerif ve minaresi” SF, Nu. 367, s. 36.

[Mister Dovy], “Amerika Harbiye Müsteşarı Mister Dovy” SF, Nu. 380, s. 253.

[Mister Ruber Mazdan], “Amerika’nın zabt eylediği Santiyago’da Đngiltere

konsolosu olup şehrin tesliminde Đspanyollar tarafından murahhas tayin

olunan Mister Ruber Mazdan” SF, Nu. 386, s. 349.

[MisterValson], “Amerika’nın Havana abluka kumandanı Mister Valson” SF, Nu.

386, s. 348.

[Mithat Efendi], “Kosova Defterdar-ı Cedidi, Saadetlü Mithat Efendi Hazretleri - S.

R. Midhat Efendi, Defterdar du Kossova-“ SF, Nu. 392, s. 29.

[Mösyö Zonaro], “Ressam Hazret-i ŞehriyariMösyö Zonaro -Monsieur Zonaro-“ SF,

Nu. 375, s. 164.

[Muhlis Paşa], “Edirne Jandarma Kumandanı Saadetlü Muhlis Paşa Hazretleri - Son

Excellence Mouhlis Pacha-“ SF, Nu. 379, s. 237.

[Muhtar Efendi], “Bu sene-i mübarek-i Surre-i Hümâyun emini Atufetlü Muhtar

Efendi Hazretleri- S. Ex. Mouhtar Efendi Chef de la Mission Sacree

(Sourrei Humayoun) de cette annde pour la Mecque-“ SF, Nu. 359, s.

324.

[Müteveffa Prens Bismark], “Müteveffa Prens Bismark’ın son alınan resimlerinden:

Gayet sevdiği köpekle gezdiği zaman alınmıştır. ” SF, Nu. 389, s. 389.

[Nilson Miles], “Amerika orduları başkumandanı General Nilson Miles” SF, Nu.

376, s. 189.

Page 265: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

247

[Ogustin Đdavila], “Đspanya’nın Filifin cezairi Valisi General Ogustin Đdavila” SF,

Nu. 382, s. 284.

[Ogüsta Victoria], “Misafir-i Has-el Has Hazret-i Şehriyari Almanya Đmparatoriçesi

Haşmetlü Ogüsta Victoria Hazretleri” SF, Nu. 397, s. 101.

[Ohannes Efendi Hazretleri], “Kudemâ-yı rical-i devlet-i aleyhiden hazine-i hassa-i

şahane-i cedidi, Saadetli Sakızlı Ohannes Efendi Hazretleri, - Son

excellence Sakizli Ohannes Efendi Ministre de la liste civile de S. M. le

Sultan-“ SF, Nu. 356, s. 276.

[Pehlivanlar], “Yenişehirli Rüstem Pehlivan, Kurtdereli Mehmet Pehlivan - Les

lutteurs tures, Mehemet et Rustem-“ SF, Nu. 361, s. 365.

“Prenses Bismark”, “Prenses Bismark” SF, Nu. 387, s. 364.

[Rıza Bey], “Beşinci Ordû-yı Hümayun Müşiri Devletlü Abdi Paşa Hazretlerinin

müşiret-i mansur-ı alilerini bu defa Şam-ı Şerife getirip avdet eden

yaveran-ı hazret-i Padişahiden izzetli Rıza Beyefendi -Riza Bey, Hide de

camp de S. M. I. Le Sultan-“ SF, Nu. 372, s. 116.

[Rıza Bey], “Şurâ-yı Devlet Azasından Merhum Đşkodralı Rıza Bey -Riza Bey,

conseiller d’Etat, mort a Constantinople-“ SF, Nu. 393, s. 41.

[Salim Efendi], “Sahrâ-yı Kebirde Seyahat Resimlerinden: Bingazi mutebaranından

Elhac Saadetli Salim Efendi”, SF, Nu. 384, s. 316.

[Sami Paşazade Sezai], “Meşâhir-i Muasırin, Sami Paşazade Sezai Beyefendi - Nos

Celebrites contemporaines: Sami Pachazade Sezai Bey auteur du

Serkuzechte-“, SF, Nu. 382, s. 273.

[Sir Nicolas Oconnor], “Đngiltere hükümetinin dersaadet sefir-i cedidi Sir Nicolas

Oconnor cenapları - Sir Nicolas O’connor Le nouvel Ambassadeur

d’Angleterre a Constantinople-“, SF, Nu. 380, s. 248.

Page 266: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

248

[Subaylar], “Dersaadet Aşiret Mektebinde ve Ba’de Mekteb-i Harbiye-i Mülkiye-i

Şahanede ikmal-i tahsil ile yüzbaşılık rütbesi ile neşet etmiş ve fahri

yaverân-ı hazret-i şehriyarileri silk-i celiline dahil olmuş olan zabitanla

rütbe-i Rabia ashabından bir efendinin resimleridir ki memleketlerine

gitmek üzere Erzincan’a muvasalatlarında muhbir-i mahsusamız

tarafından alınıp gönderilmiştir. 1. Karapapak aşiretinden Erzurumlu Enis

Efendi, 2. Cibranlı aşiretinden Bitlisli Halis Efendi, 3. Şemseki

aşiretinden Vanlı Đzzet Efendi, 4. Karaballı aşiretinden Harputlu Cemil

Efendi, 5. Şemseki aşiretinden Vanlı Ziya Efendi, 6. Karapapak

aşiretinden Erzurumlu Salim Zeki Efendi, 7. Şikefti aşiretinden Vanlı

Sadık Efendi, 8. Karayalı aşiretinden Harputlu Remzi Efendi, 9. Karayalı

aşiretinden Harputlu Şükrü Efendi, 10. Karayalı aşiretinden Harputlu Ali

Hıdır Efendi, 11. Karapapak aşiretinden Erzurumlu Veli Efendi, 12.

Karayalı aşiretinden Harputlu Sabri Efendi, 13. Sivaslı Mustafa Nadir

Efendi”, SF, Nu. 380, s. 244.

[Şerif Paşa], “Saltanat-ı Seniye-i Osmaniye’nin Stokholm sefir-i cedidi Saadetlü

Şerif Paşa hazretleri - Son Exc. Cherif Pacha Le nouveau Ministre de

Turquie a Stokholm-“, SF, Nu. 368, s. 53.

[Vali-i cedit Hüseyin Hilmi Efendi], “Sana’da daire-i hükümette vali-i cedit Atufetlü

Hüseyin Hilmi Efendi Hazretlerinin memuriyetlerini natık-ı ferman-ı

alişanın resmi karaini - La lecture du firman du nouveau Gouverneur

Generni de Yeman a Sana (Arabie)-“, SF, Nu. 390, s. 404.

[Almanya “Kral ve Kraliçesinin Dolmabahçe’ye Gelişi], Haşmetli Almanya

Đmparatoru ve imparatoriçesi hazretlerinin Dolmabahçe Saray-ı hümayun

rıhkımına muvasalatları – L’Arrive des Souvrains Allemands on qual du

Palais Imperial –“, SF, Nu 400, s. 152.

[Almanya Đmparator ve Đmparatoriçesinin Gelişi], “Haşmetli Almanya Đmparator ve

Đmparatoriçesisi hazretlerinin dersaadetten azimetlerinde saray-ı

Page 267: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

249

hümayundan suret-i mufarakatları – Le depart des Souvrains Allemands

apres leur visite a S. M. L. le Sultan-“ SF, Nu. 400, s. 153.

2.3.1.7.Diğer Fotoğraflar

“Girit musaibezadegani itamının kıyafet-i sefilaneleri - Les memes orphelins dans

leur aspect de misere-“ SF, Nu. 358, s. 308.

[Bedevi Kadınları], “Bir Osmanlı zabitinin Sahrâ-yı kebirde seyahati: Bedevi

kadınları. – Le voyage d’un officier Otoman au Sahara d’Afrique: Les

bedounes du Sahara”, SF, Nu. 360, s. 340.

[Ameliyât-ı Cerrahiye], “Badel ameliyat, kablel ameliyat Tabib-i Şehr-i Ferik

Saadetli Cemil Paşa Hazretleri gariban-ı ameliyat-ı cerrahiye istatistikî

unvanıyla bir kitap neşr eyleyeceklerdir ki bu kitapta 1309 senesinden

beri icra eyledikleri bilcümle ameliyat tafsilatı ile münderic olacaktır. Đş

bu kitabı tezyin eyleyecek olan tasvir-i mühimmeden bir kıtasının buraya

nakl ile kesb-i şeref eyliyoruz. Resim çarpık bir bacağın kemikleri

kırılarak suret-i ıslahını izah ediyor. Đstatistik neşr olunduğu zaman

tabibin ameliyat-ı sairesi hakkında dahi karilerimize malumat ita

eyleyeceğiz. ”, SF, Nu. 368, s. 57.

[Hediye], “Cebel-i şimar şeyhi Muhammet Bin El Reşid’in rikab-ı hümayunu cenab-ı

padişahiye takdim eylediği hayvanât-ı dersaadete isale memuran Şam-ı

şerife gelen arabanın şehr-i mezkurda araba meydanında heykelleri”, SF,

Nu. 364, s. 401.

“Jimnastik Hünerleri”, “Cümle-i müessesat-ı gayet-i cenab-ı padişahiden olan iane-i

sergi-i alisinde mekteb-i bahriye-i şakirdanın icra ettikleri jimnastik

hünerleri -Les exerciscs des eleves de I’Ecole marinea I’exposition de

socours-“, SF, Nu. 378, s. 213.

[Şark Şimendiferi], “Şark şimendiferinin mukarri köy hattında, bir vagon derununda

Page 268: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

250

- Yolcu: Memur Efendi bana ‘Gir, gir!’ diyorsunuz ama nereye

oturacağım

- Memur: Orası benim vazifem değil, vagonlar on kişiliktir. – Les

chemins de fer Orientaux. –a la Station de paamatia, La voyageur:

Conducteur vous me dites d’entrer mais il n’y a de place pour

m’aseoir. Le Conducteur: Ça ne me regarde pas, le compartiment eat

pour dixvoyage urs entrez toujours”, SF, Nu 400, s. 156.

[Kadı], “Hikâyeye aittir. Sabah tuvaletiyle, işsiz, beceriksiz, romanlar karıştırarak”,

SF, Nu. 364, s. 411.

[Kayık Yarışları], “Saye-i muvaffakıyatane-i cenab-ı padişahide Büyük Ada’da icra

olunan kayık yarışı manzaraları - Les regates de Prinko d’apres les

photographies de Notre directeur-“, SF, Nu. 392, s. 17.

“Peri-i Seher”, “Peri-i Seher”, SF, Nu. 380, s. 241.

[Wilhelmine], “Bu defa resim tutucu icra kılınan Flemenk Kraliçesi Haşmetli

Wilhelmine Hazretleri - La Reine Wilhelmine de Hollande-“, SF, Nu.

392, s. 24.

[Yemen Kıyafetlerenden], “Yemen Kıyafetlerinden -Les Đndigenes de Yemen-“, SF,

Nu. 391, s. 5.

[Ziya Bey], “Mekteb-i mülkiye-i şahane mezunlarından Mersin mutasarrıf-ı cedidi

saadetlü Ziya Beyefendi - Ziya Bey le nouveau gauverneur de Mersina-“,

SF, Nu. 357, s. 293.

[Trablusgarp], “Trablusgarbın manzara-i umumiyesi, - Tripoli de Barbarie-“, SF, Nu.

372, s. 117.

[Kral ve Annesi], “Đspanya Kralı 13. Alfonso ve valide-i naibesi hükumet kraliçe

Mori Cristina”, SF, Nu. 373, s. 132.

Page 269: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

251

[Vazo], “Đstanbul ahalisi namına şehir emanet-i celilesi tarafından haşmeli imparator

II. Wilhelm Hazretlerine takdim kılınan gümüş vazonun Osmanlı

armasıyla müzeyyen olan tarafından görünüşü – Le vase en orgent offert

a. s. M. I’Empereur Guillaume II par la Ville de constantinople-“, SF, Nu

400, s. 148.

[Vazo], “Đstanbul ahalisi namına şehir emanet-i celilesi tarafından haşmeli imparator

II. Wilhelm Hazretlerine takdim kılınan gümüş vazonun Almanya

armasıyla müzeyyen olan tarafından görünüşü – Le meme vase vu de

I’autre cote- “, SF, Nu 400, s. 149.

2.3.2. Resimler

2.3.2.1.Askerî ve Mülkî Erkânla Đlgili Resimler

“Almanya imparatoru hazretlerinin biraderleri Prens Henuy’nin kildan-ı Aksâ-yı

şarka müteveccihen suret-i hareketi” SF, Nu. 357, s. 296.

[Amerika Donanması], “Amerika Kuvvâ-yı Bahriyesinden Manitör torpidosu,

Amerika Kuvvâ-yı Bahriyesinden Ayova Zırhlısı”, SF, Nu. 373, s. 140.

[Amerika Đspanya Savaşı], “Amerika donanmaları kumandanı Amiral Sampson -

Amiral Sampson-“, SF, Nu. 381, s. 268.

[General Grupangin], “Rusya Harbiye Nazır-ı Cedidi General Gurongin”, SF, Nu.

365, s. 9.

[Đspanya Mağlubiyeti], “Đspanya mağlubiyeti, Santiyago açıklarında muharebe”, SF,

Nu. 383, s. 297.

[Kişver Paşa], “Sudan sefirinde ihraz-ı muvaffakiyet iden kumandanı Kişver Paşa ve

yaver-i harbi - Kichner Pacha Commandant ve I’Armde de Soudan-“, SF,

Nu. 392, s. 28.

[Miralay Eli, Yüzbaşı Vetingaton], “Amerika muharebe-i hazırası kadınların dahi

himmetperanesi tespit eylemiş olmakta balada gösterildiği üzere bir

Page 270: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

252

takımı nakden mubaliğ-i cimsiye ita eyledikleri gibi bazıları bedenen ifa-

yı hizmete dahi talip olmuşlardır. ”, SF, Nu. 381, s. 261.

[Miss Gold], “Amerika hükümetine iane-i harbiye olarak yüz bin dolar yani takriben

yirmi beş bin lira ihda eden Bercedidi Miss Gold “, SF, Nu. 381, s. 261.

2.3.2.2.Avcılık ve Sporla Đlgili Resimler

[At Yarışları], “Paris’te Bolonya Ormanı’nda bu sene icra olunan büyük at

yarışından bir manzara”, SF, Nu. 382, s. 277.

[Bıldırcın Avcılığı], “Ayastafanos’ta bıldırcın avcılığı, katardan avcıların inişi, - La

chasse aux caillex a San Stefano: I’arrivee dut rain des chasseurs-“, SF,

Nu. 394, s. 52.

[Bıldırcın Avcılığı], “Ayastafanos’ta bıldırcın avcılığı: Avdan sonra istasyon

gazinosunda - La channe aux caillen a San Stefanos Apres la Chasse, au

enfe la Gare-“, SF, Nu. 394, s. 53.

“Bir Musahabe-i Sayyadane”, SF, Nu. 394, s. 56.

“Bir av levhası”, SF, Nu. 394, s. 60.

2.3.2.3.Bina ve Yapı Resimleri

[Saat Kulesi], “Saye-i cenab-ı padişahide Beyrut’ta inşa olunmakta olan saat

kulesinin vaz-ı esas-ı resmi - La ceremonie de la pose de la Tour

d’horloge Beyrouth-“, SF, Nu. 366, s. 17.

[Küçük Resimler], “Bahr-ı Ahmer’de Kamaran tahaffuzhanesine ait menazır. 1.

Parlatorya, 2. Memurin dairesi, 3. Su makinesi, 4. Tuğla Fabrikası, 5.

Adanın bir manzarası- Les vues de I’Ile Camaran de la mer rouge-“, SF,

Nu. 366, s. 21.

[Köy], “Đzmir’de birun-ı abad karyesi - Bournova pres de Smyrne”, SF, Nu. 367, s.

41.

Page 271: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

253

[Kale], “Havana’da vaki Merv Kalesinin manzarası”, SF, Nu. 376, s. 188.

[Kontera Havuzu], “Vasıta-i nakliyenin en mühimi demiryolları olduğunda şüphe

yoktur. Ondan sonuna alelhusus ehveniyeti cihetiyle nehirler gelir.

Nehirler ve dereler arzu olunan mahalden geçmediği cihetle Avrupa’da

iki nehriyek diğerine iltisat ettirerek bunların daire-i hizmetine tevsi

eylerler ise de bu iltisat meselesi de daima kolayca icra olunamaz. Zira iş

yalnız iki merayı yeni bir kanal ile bir birine rapt etmekten ibaret

kalmayıp mecralar sahr-ı bahirden irtifa itibariyle muhtelif noktalarda

bulanabilir ki o hâlde şiddetli akıntıları men üzere Kontera havuzları

denilen inşaat-ı sanayie lüzum görülür. Ehemmiyetçe fevkalade add

edilecek bir Kontera havuzu ahiren Almanya’da Dortmunt Emiss’de

yapılmıştır. Bu havuz bir birinden irtifaca pek ziyade farklı olan iki dereyi

yek diğere ilsak eyliyor. Yukarıdan gelen sefain havuza dahil olunca

cihet-i fevkaniyesindeki kapılar kapanıp alet-i taraf kapısından

koyuveriliyor. Su aktıkça Sefain yavaş yavaş aşağı inerek ikinci kanalın

sathını buluyor. O zaman açılan kapıdan çıkıp gidiyor. Aşağıdan gelenler

hakkında da bu ameliyatın aksi icra ediliyor. “, SF, Nu. 374, s. 152.

2.3.2.4.Ordu ve Askerle Đlgili Resimler

[Askeri Balon], “Yeni bir askeri balon“, SF, Nu. 361, s. 364.

“Santiyago Pişgâhı”, “Santiyago Pişgahı”, SF, Nu. 383, s. 296.

[Savaş gemileri], SF, Nu. 378, s. 215.

[Aksâ-yı Şarkta Yeni Almanya Müstemlekanı], “Çin dahilinde Almanya’nın

Kıyaceu’yı işgal eylediği malumdur. Oraya giden kuvve-i bahriye ile

erkânının resimlerini ikdamca derc eylemiş olduğumuz gibi bu defa da

mahal-i mezkurun üç manzarasını ara eyliyoruz. ”, SF, Nu. 375, s. 169.

2.3.2.5.Tablolar

[Çiçekler], “Çiçekten tefel”, SF, Nu. 396, s. 93.

Page 272: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

254

“Fransız ressamlarından Morris Le Loar’ın [Tablo]larından: Yolda”, SF, Nu. 358, s.

312.

“Havana manzarası”, SF, Nu. 378, s. 220.

[Hücum], “Sanayi-i nefiseden [Tablo]: Hücum, Ressam hazreti şehriyari Mösyö

Zonaro tarafından yapılmış bir levhadan fotoğrafla istinsah olunmuştur. ”,

SF, Nu. 375, s. 161.

[Albüm Karşısında], “Levha: Albüm Karşısında”, SF, Nu. 382, s. 280.

[Balıkesir Menâzırı], “Balıkesir Menâzırından: Bir Sokak - Une rue de Balikessa,

ville par les dernies tremblements de tere-“, SF, Nu. 361, s. 357.

“Baygın”, , SF, Nu. 372, s. 113.

[Beklerken], Bir levha: “Beklerken”, SF, Nu. 361, s. 361.

[Bir Cadde], “Birun-ı Abad’da bir cadde, - Une rue de Bournova, presde Smyrne-“,

SF, Nu. 367, s. 40.

“Bir Levha : Kar Altında”, SF, Nu. 357, s. 301.

“Bir Levha”, SF, Nu. 369, s. 69.

“Karnaval”, SF, Nu. 365, s. 13.

“Sanayi-i nefiseden [Tablo]: Tesir-i Elhan”, SF, Nu. 369, s. 72.

“Kitap Okurken”, “Bir levha: Mütalaa”, SF, Nu. 356, s. 281.

[Levha], “Levha: Gülefşan. ” [Tevfik Fikret’in 115. sayfadaki şiirine ait resimdir. ],

SF, Nu. 372, s. 120.

[Levha], “Levha: Mesut tavşan”, SF, Nu. 384, s. 313.

[Levha], “Servet-i Bahar”, SF, Nu. 389, s. 393.

Page 273: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

255

[Manzara], “Manil şehrinin manzara-i umumiyesi”, SF, Nu. 375, s. 172.

“Nurlar Đçinde”, “Nurlar Đçinde”, SF, Nu. 380, s. 249.

[Reftar], “Yine o reftar”, SF, Nu. 371, s. 105.

[Resim Yaparken], “Mouris Le Luar ‘ın tablolarından: Resim Yaparken”, SF, Nu.

363, s. 389.

[Sadaka], “Ressam Moiris Le Luar’ın Levhalarından: Sadaka” SF, Nu. 365, s. 8.

“Salıncakta”, [Tevfik Fikret’in aynı adı taşıyan şiirine ait bir resimdir. ], SF, Nu. 381,

s. 260.

[Sanayi-i Nefiseden], “Sanayi-i nefiseden [Tablo]: Çiçekler, Yemişler”, SF, Nu. 371,

s. 104.

[Sanayi-i Nefiseden], “Sanayi-i nefiseden [Tablo]: Đsmetfüruşane”, SF, Nu. 379, s.

232.

[Moris Le Luar] “Moris Le Luar’ın levhalarından. Yelpaze Arkasında”, SF, Nu. 359,

s. 333.

“Bir Kış Levhası”, SF, Nu. 360, s. 341

“Sanayi-i nefiseden tablo: Zar Oyunu” SF, Nu. 360, s. 344.

“Sanayi-i nefiseden tablo: Bedevi valide”, SF, Nu. 361, s. 360.

“Sevimli Yavrular” SF, Nu. 362, s. 377.

“Tablo: Niyaz”, SF, Nu. 363, s. 388.

“Moiris Le Luar’ın tablolarından: Sedyeden çıkarken”, SF, Nu. 364, s. 408.

“Banyoda”, SF, Nu. 364, s. 404.

“Şiir Okurlarken”, SF, Nu. 365, s. 5.

Page 274: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

256

[Sandalda], “Ressam Moiris Le Luar’ın Levhalarından: Sandalda” SF, Nu. 365, s. 8.

“Moiris Le Luar’ın levhalarından: Çiçekçi”, SF, Nu. 366, s. 27.

“Sanayi-i Nefiseden”, “Demet Yaparken” SF, Nu. 370, s. 89.

“Sanayi-i Nefiseden”, “Salonda”, SF, Nu. 373, s. 136.

“Sanayi-i Nefiseden”, “Mevkib-i Tüluğ”, SF, Nu. 385, s. 338.

“Sanayi-i Nefiseden”, “Baş başa”, SF, Nu. 387, s. 360.

“Sanayi-i Nefiseden”, : Hayal”, SF, Nu. 390, s. 308.

“Otururken”, SF, Nu. 391, s. 9.

“Sanayi-i Nefiseden”, “Tarla Çocukları” SF, Nu. 395, s. 72.

“Sanayi-i Nefiseden” “Đpek Saçlar”, SF, Nu. 396, s. 88.

“Bin manzara-i tabiiye”, SF, Nu. 399, s. 141.

2.3.2.6.Harita

“Afrika haritası”, SF, Nu. 372, s. 169.

“Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati, Küfre Vahası”, SF, Nu.

358, s. 313.

2.3.2.7.Diğer Resimler

[Bağdat kıyafetlerinden], “Bağdat kıyafetlerinden: Üç bedevi - Les Bedouine de

Bagdade-“, SF, Nu. 366, s. 25.

[Abdurrezzak Efendi Oyunlarından Bir Sahne], “Ezhaki Perdaz-ı şehir Abdurrezzak

Efendinin oyunlarından bir sahne - Une scene de la Troupe Abdi, d’apres

un croquis de Notre artiste arrespon dant-“, SF, Nu. 374, s. 156.

“Almanya Bayrağı”, SF, Nu. 397, s. 97.

Page 275: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

257

[Heykel], Almanya’da Steten kasabasında rakz olunan seyr-i sefain heykel-i cesimi

sanayi-i nefise nokta-i nazarından asâr-ı fevkaladeden iş bu heykel

Almanya Meşâhir heykeltıraşlarından Ludvig Menzel tarafından imal

olunmuş ve ahiren haşmetli imparator hazretleri tarafından küşat

olunmuştur. – Ludvig Manzel le Monument de Navigation inaugure a

Stettin -”, SF, Nu. 399, s. 136.

2.3.3. Karikatürler

“Đbaresiz Hikâye”, “Bir maymunun şekmperverliği. ”, SF, Nu. 368, s. 61.

“Münderacatsız Hikâye”, “Münderacatsız hikâye: Ava giden avlanır. ”, SF, Nu. 395,

s. 77.

Page 276: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

258

ĐKĐNCĐ BÖLÜM

II. METĐNLER

Page 277: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

259

1. TENKĐT ĐLE ĐLGĐLĐ YAZILAR

Page 278: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

260

TEKÂMÜL-Đ TENKĐT

-Mukaddime

Edebiyatımız için garp edebiyatına vukuf kadar faidebahş bir şey olamaz. Bu

“hakkıyla vukufun mucep olacağı fevait arasında bizim için asıl şayan-ı dikkat olan

şudur ki edebiyatın efkâr ve temayülât-ı edebiyenin bu vasıta ile müessir-i fikriyenin

ne olduğunu, nasıl tekâmül ettiğini öğreniyoruz. Her türlü hadisat-ı mazbut, ciddi bir

edebiyatın tekmil-i esbap araz ve netayiciyle teharrik ve terakkisinde hazır bulunuruz

ve bundan vukufumuzun sıhhat ve kemali derecesinde müstefit oluruz.

Bu bahisler gerek fevkalade tamik tetebbua muhtaç oldukları, gerek içinden

çıkılmak muhal olacak derecede müphem ve müşevveş nazariyelere taalluk ettikleri

ve gerek ispat ve iradesi katiyyet-i riyaziyeden mahrum olmasından dolayı her türlü

telakki edilmeye müsait mesailden bulundukları için iyice istisnaları uzun, amik,

sabr-ı sakin tedkikat-ı ciddiyeye mütevakkıftır. Böyle olunca ele geçen birkaç kitabı,

mecmuâ-yı mevkuteyi nakl ve tercüme ile maksada vüsul elbette müyesser olmaz.

Vicdan-ı edebisi olan bir muharrir bir mesele-i edebiyeyi tavzih ve teşrih gibi ince bir

vazife ile nefsini muvazzaf görürse ona dair tedkiki mümkün bilcümle asarı arız ve

amik aylarca tetebbudan sonra ancak beyan-ı mütalaaya cesaret eder ve bu mütealatı

kendi namına beyan ile geçmeyip daima büyük ediplerle istişhat eyler; çünkü

hususuyla asar-ı edebiye ve temayülat-ı fikriye gibi her nokta-i nazara göre başka bir

renk arz eden hadisata dair beyan-ı fikir etmekte ne kadar teenni lazım olduğunu

görmüş, ürkmüş, her fasıla-i tetebbunun ondan evvel gayr-i mekşüf bir başka ufk-ı

hakikat açtığını müşahede ile kesb-i tecarib etmiştir.

Maalesef söylemeye mecburuz ki edebiyatımızda böyle yazılmış sahifeler pek

nadirdir; bu nedretin bütün zararlarını acı acı çekiyoruz. Mevcut olan bunca asar ile

beraber edebiyat-ı garbiye bizce henüz külliyen meçhul bir umman-ı tetebbudur. Bu

edebiyatı tetkik etmek isteyenler eğer niyet-i ciddiye ve halisane erbabından iseler,

şimdiye kadar öğrendiklerine itimat etmeyerek, onları bir tarafa bırakarak yeni baştan

işe başlamalıdırlar ki işte biz bunu yapmak istiyoruz.

Page 279: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

261

Demek garb edebiyatını ciddi bir yolda öğreneceğiz; bunun için iptida lazım

olan şey, itikadımızca, tenkidin reviş-i tekâmülünü tetkiktir. Zira bir edebiyatın nasıl

olduğunu öğrenmeden evvel ne olduğunu bilmek iktiza eder ki bunu söylemek

tenkidin vazifesidir. Edebiyatın ruhu demek olan tenkidin hizmeti onun ne olduğunu,

ne olmak lazım geldiğini taharri ve teşrih etmektir. Her devre-i edebiyat, devre-i

sabıkanın tenkidiyle hazırlanır, vücut bulur ki bu da tenkidin ehemmiyetini teyit eden

şeylerdendir.

Şu hâlde hepsinden evvel öğrenilecek şey garpta tenkidin tavr-ı tekâmülüdür.

Bunun için ta iptidai zuhurundan beri tenkidi, bütün tahavvülatında, esbap ve

araz ve netayiciyle takip ederek Yunan-ı kadim, Latin edebiyatlarında ve sonra

kurun-ı ahirede, hele Fransız edebiyatında Boalo, Voltaire, Laharp gibi üstade-i

intikat ellerinde ne delaletler alarak gerek zamanın ve gerek ahlakın esaretine nasıl

tesir ettiğini; nihayet on sekizinci asrın terakkiyat-ı fikriyesi elinde neler kazanıp

neler kaybederek bu asrın dest-i tetkikine ne hâlde geçtiğini hülâsa ettikten sonra onu

asıl on dokuzuncu asırda takip edeceğiz. On dokuzuncu asırda ve Fransa’da… Çünkü

görülüceği üzere asırlardan beri attığı birkaç hatve-i terakki tenkidi kendi mevkiine

ancak bu asrın bidayetinde isal edebilmiş ve ancak on sekizinci asrın tetkikat-ı

felsefiyesi ianesiyle hakikat mevzuuna hulülü mümkün olabilen bu kısım edebiyatta

en çok muvaffak olup ona en ziyade terakki ve tekâmül bahşeden Sainte Beuve,

Taine gibi büyük münekkitler asr-ı tenkit denilen on dokuzuncu asırda ve –umumen

müsellem olduğu üzere- bütün cihan-ı edebiyatın bu en büyük münekkitleri ancak o

memlekette yetişmiştir. Vakıa, icabat-ı zamaniyeden ve edebiyatların –bugün artık

muhakkak olduğu üzere- yekdiğerine karşı olan tesir ve tesiratından dolayı mesela

bugün Fransa’da görülen bir eser-i terakki az çok tehirat ile Almanya ve Đngiltere’de

de zuhur etmiştir. Fakat hiçbir edebiyat gösterilemez ki tenkit bahsinde Fransız

edebiyatından vasi bir zemin-i mütalaa ve istifade göstersin. Edebiyata hiçbir bahis

yoktur ki orada her türlü münakaşat ve muhakemattan geçerek bir netice almış

olmasın…

Biz bu mübahasemizde tenkidin tarihinden ziyade tekâmülünü takip

edeceğimiz için bunda bir tesiri olamayanları zaruri-i meskût bırakarak tenkidin

Page 280: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

262

hatve-i tekâmülünde bir hükmü, bir muaveneti görülenlerden, yalnız onlardan ve

onların hizmetlerinden bahsedeceğiz. Bunun için mesela Romantizm zamanının en

mütehakkim münekkitlerinden sayılan Gustave Planiş’ten, sonra da Zire Nizar’dan,

Ponmarten’den ve bunlar gibi birçok muahezekârlardan bahsetmeyeceğiz de buna

mukabil doğrudan doğruya tenkitle meşgul olmamışlar iken onda yine bir nüfuz ve

tesirleri görülen mesela Descartes’i, Pascal’ı Rousseau’yu mütalaa eyleyeceğiz.

Böylece Fransız edebiyatının, yani mükemmel bir edebiyatın edvar-ı tahviliyesini ve

bunun esbap ve tesiriyesini tetkik etmiş olacağız ve tenkit yalnız asar-ı münteşire

hakkında beyan-ı rayi ve hükmetmek olmayıp bir edebiyatın revişini, temayülatını

tayin ile yarının edebiyatını ihsar ve karin-i ihsas eylemek olduğundan bu

tetkikatımızla mümkün mertebe ruh-ı edebiyatı teşrih etmiş olacağız.

Şu ağır işin altında ezileceğimizi beyan etmek lazım gelir. Arada bin türlü

müşkilat var ki bunlarla mevki daha ziyade sarplaşıyor. Müşkilatın biri, bu hizmeti

arzû-yı vicdana muvafık bir surette ifa etmek için müracaat lazım gelen kitapların

elde edilemeyecek derecede çok olmasıdır. Bu müşkili –görülüceği üzere- amik,

duradur intihaplarla bir raddeye kadar tahkike çalıştıksa da yine zaruri elmüracaa

bazı eserden zaruri olarak vazgeçmeye tahammül ettik.

Đkincisi, mübahasemizin mutaallık olduğu mesail sırf mücerridattan olduğu

için tefhiminde en muvaffak bir usül intihabı olup bundaki tereddütlerimize de hadd-i

tasvir olunamaz.

Bir de nasıl bir usül intihap edilirse edilsin ruh-ı mübahese hülûl için

mütefekkir kariler bulmak meselesi var ki bu müşkilatın en büyüğüdür. Fakat

düşünün ki zaten ancak bu nevi kariler –eğer layık görürlerse- takibatımızda bize

refik olacaklardır. Maheza hiçbir tergip beklemiyoruz; bu işi bir vazife-i ciddiye

edindik, mükâfatımız vazife-i vicdaniyesini bittamam icra edenlere mahsus zevk-i

bîbedel olacaktır.

1 Ezmine-i Kadim ve Mutavassıt

Yunan edebiyatı:

Page 281: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

263

Tenkidin tarih-i zuhuriyetini bilmek, ilk münekkitlerin kimler olduğunu

anlamak bugün mümkün değildir. Münekkit ismini iptida kimin aldığı meçhul

olmakla beraber bu kısım edebiyatın kendisine bir isim vermeden evvel mevcut

olduğu muhakaktır. Tenkit, en umumi ve en vasi manasına göre ‘eserleri nik ve

bedeni tefrik ve temyiz suretiyle mütalaa ve tetkik etmek’ olduğundan ilk eserlerle

beraber mevcut idi demektir.

Bu güne kadar icra edilen taharriyat-ı amika ilk eser-i intikat olarak

Aristo’nun eserlerini buluyor; vakıan ondan evvel Sokrates ile Eflatun hüsn hakkında

beyan-ı mülahazat etmişlerse de birincisi bir ahlak hocası, ikincisi bir şâir sıfatıyla

idare-i kelam edip ikisi de katiyetten ziyade mizah ve belagata meyil göstermişlerdir.

Asar-ı fikr-i beşerin de asar-ı tabiat gibi birtakım kavanine tabi olması lazım

geldiğini en evvel düşünen Aristo’dur. Fransa’nın bugün en mütebahhir addolunan

münekkitlerinden bir Berventiyer [*]159 temine göre hatta on sekizinci ve on

dokuzuncu asırların delalet-i fenniye ve felsefiyeleriyle son derece derece-i tekâmüle

ve asıl olan tenkit Aristo’ca o zaman malum olan tenkitten ileri gidememiş; şüphesiz

değişmiş, fakat esas ile bir kısım suret-i hâl katan tahavvül etmemiştir.

Aristo tarafından asar-ı fikriyenin tabi olduğu bu kavanini keşf için yazılan

eserlerden ancak birkaçı mevcuttur. Diğerleri ele geçmemiştir. ‘Eski Yunanlılarda

Tenkit’ ismiyle bir kitap yazmış olan Agor, bu eserlerden başlıcası olan Didacalies

için demiş ki: ‘Bu Baküs şenliklerinde yapılan tiyatro ve şiir müsabakalarının

zitameleri gibi bir şeydi. Müsabakalarda ihraz-ı mükâfat edenlerin isimlerini

eserlerinin namlarını, bazen iradına lüzum görülen tercüme-i hâl tafsilatı ile

efsanelerin asıllarını havi eder. ’

Bugün ne bu eser, ne de Usul-i Đcat ve Şâirler ünvanlı olanlar ele

geçirilememiş olup Aristo’dan kalan asar-ı tenkidiye Mani Usul-i Şiir ve Mesail

namındaki müellifat imiş. Lakin bunlar da hâkimin kendisine mahsus kuvve-i

tahliliyesini pek güzel gösteriyormuş.

159 *Grande Encyelopedie: la creitique litteraire

Page 282: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

264

Sonra Aristo’nun ihlaf ve telamizince iş başka nokta-i nazardan görülerek

büsbütün başka bir suret kesp etmiş, hatta Teofrast esas tenkidi darlaştırarak

tekâmül-i sanata hail olmak istemiştir. Tarihte Đskenderiye Mektebi namı verilen

devre gelince, bu fikir de yenilikten ziyade tecir aramakla beraber tarih-i tenkitte yine

mühim bir fasıl işgal ediyor.

Mabadı var.

Mehmet Rauf

SF, Nu. 368, s. 59-62

Page 283: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

265

TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 1

-Geçen nüshadan mabat-

Evvela fizyolojik tenkidin Batlamyuslar devrinde Đskenderiye zuhur etmesi,

saniyen o devrin iki münekkidi Zevil ile Aristariktan birisinin kindar, küfürbaz

iktidarının fevkinde görünmeyi sever. Đkincisinin nazik, mültefit, serbest

münekkitlere temasil olarak kabul edilmiş olmalarıdır.

Bazı müdekkikin kavlince bu Aristarik Omiros’un asarını layıkıyla anlamış

ve bir eser-i edebinin zaman-ı zuhurundaki itikadat ve adat ve ahlaka nispetle

mütalaa ve muhakeme edilmesi lazım geleceğini beyan etmiş ilk münekkittir.

Zevil mesela Đlyada’nın bir yerinde Omiros’un muharebeye gitmek için

zırhını kuşanan bir muharipten bahsederken, güneşe karşı başındaki miğferde

kıvılcımlar görülüyordu, demiş olmasını manasız bularak o hâlde muharibin tutuşup

yanması iktiza edeceğini beyan etmiş. Yine aynı müellifin aynı eserinde kardeşini

hasmının öldürmesi üzerine korkarak arabadan atlayıp kaçan birisinden bahsederken

atlardan ziyade kendi tabanına güvenen adam olur mu, diye tenkidine devam

etmiştir. Zeviller Yunan edebiyatına masus değildir. Her edibin de düzenelerle

vardır: Voltaire, Laharp bunların meşhurlarıdır.

Aristarik’e gelince büyük derin düşünmüş, ciddi muhakemeler yapmıştır.

Ahlâf ve telamizi de hep onun usül ve fikrini tervic ederek edebiyata hizmet

etmişlerdir. Öyleki bu mesleğin tesirleri asırlarca devam etmiştir.

Latin Edebiyatı

Latin edebiyatı hemen kâmilen Yunan edebyatının zade-i tesiridir. Bu tesir ise

başlıca tenkit sayesinde olmuştur. Momse’nin kavlince bu devir üdebasının bütün

içtihadatı o zamana kadar gemsiz bir lisanı hükm-i kavanine rabt etmeye sa’y

olmuştur. Kadim Roma’da yapılan tenkidat sırf vatan ve millet fikri maksadına

müstenit olarak idame için lisanı ikmâl etmekten ibaretti. Yalnız Horas bu hususta bir

istisna teşkil ediyor. Çiçero gibi müelliflerin asarında sanattan, şiirden felsefe veya

ahlaktan yalnız hitabete aidiyetleri derecesinde bahsolunmuş. Bunlar tenkid-i edebiyi

Page 284: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

266

böyle sarf ve nahivden ibaret addedip tenkidin tekâmül ve terakkisini yine Yunan

üdeba ve edebiyatına bırakmışlardır.

Üdebâ-yı Yunaniye arasında ise Polünarak, Fideyas, Aristid, Löseyen gibi

büyük münekkitler yetişmiş ve Mösyö Bruniter, yukarıda zikri geçen makalesinde

Bolüsyen için ‘Fikr-i tenkidin misalidir. ’ demiştir. Sonra Lonjen geliyor ki bunun

için de ezmine-i kadime tenkidinin ilk mücahidi Aristo ise son hadimi Lonjendir,

diyorlar.

Ezmine-i kadimenin bu son kısımlarında tenkidin vazifesi, esas mevzuu hep

şiirin kendine numune ittihaz ettiği müelliflere yetişmek için lazım gelen vesaiti

taharri ve irae etmektir. Edebiyatın riayet ettikleri bu kaidelere yani tenkidin esas ve

şeraitine o kadar emniyetleri vardır ki mesela son derece ulvi bir eser yazmak

isteyince vaktiyle Omiros’un, Eşil’in, Eflatun’un, Demostenes’in ne usüller

kullanmış olduklarını bilmek gerekir itikadındadırlar. Bu itikat böylece son

zamanlara kadar sürüklenip gelmiş ve gerek edebiyatın gerek tenkidin terakkisine

pek ziyade hail olmuştur.

Kurun-ı Vusta

Kurun-ı vustaya gelince bu yedi sekiz yüz senelik müddet içinde tenkit hatta

Yunan ve Latin devirlerindeki hâl ve mevkiini de kaybederek ancak on beşinci asırla

başlayan devr-i intibah maarifte kendini bölebildi. Bu on beşinci asır üdebası tenkidi

Đskenderiye mektebinin yani eski Yunan üdebasının bıraktığı yerden başlayıp ileri

götürdükleri şu hesapça ezmine-i hazıra tenkidi doğrudan doğruya Yunan-ı kadim

tenkidinin mabadı sayılmak lazım gelir.

Kurun-ı Hazıra

Filhakika bugünkü tenkit hakkında esaslı tetkikat icra edenler bunun ‘intibah-

ı maarif’ devrinin tesirleriyle Đtalya’da zuhur etmiş olduğunu beyan ediyorlar. Esbap

ve muhtelife-i zuhuru arasında hususuyla ikisini pek şayan-ı dikkat buluyorlar. (*)160

Birincisi devr-i intibah adamlarının ezmine-i kadimeden kalmış asarın müşevveş

160 (*) Brunetiere: Evolution de la Critique

Page 285: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

267

güzellikleri arasında şaşırarak kendilerine bir yol tayin etmek istemeleridir. Asara

nekadar hürmet ederlerse etsinler görmüşler ki hepsi bir kıymette değil. Bu cihet

kurun-ı vusta üdebasınca nazar-ı dikkatten uzak tutulmuş ise de Rönesans erbabının

daire-i tetkikinden hariç kalamamıştır. Bunlar düşünmüşler ki her şeyden hatta taklit

edilecek numunelerden evvel eserlerin evsaf ve ahvalini meşir bir cudül yapılmak

sonra bu eserler arasında numune diye tanınacaklar için ne gibi alaim ve meziyet

aranması lazımsa tayin edilmek iktiza eder. Hakikat-i halde mademki şart bu telif

numunelere göre eser vücuda getirmektir. Bir kere bunların ne olduğunu güzelce

tanıyıp güzelce tetkik ve tahlil ve suret-i inşalarını tarif etmek elzemdir. Böylece

filolojik son derece tekmil etmiş olur.

Đkinci sebep daha müessirdir. Kurun-ı vusta adamları şahıslarından ziyade

mensup bulundukları sınıf-ı heyete merbut idiler. Bu sebepten dolayı kurun-ı vusta

edebiyatı –Dante, Petrarca gibi zamanlarına tekaddüm eden dahiler müstesna

tutulduktan sonra- heyet-i mecmuasıyla gayr-ı şahsi, umumi, adeta anonim idi.

Mesela bir destan ile diğeri arasında hiç fark bulunmaz. Eserlerde muharririn kendisi

kendiliği asla görülmez. Hatta muhtelif milliyetler bile tezahür ve temayüz edemeyip

Fransızların, Almanların, Đtalyanların ’garaip’ namı verilen oyunları hep bir birine

benzerdi. Temin edebiliyorlar ki lisan farklarından kati nazar, bunlardan hangisinin

hangi millete ait olduğunu tespit etmek meselesi en münekkitleri duçar-ı müşkilat

edebilirdi. Đşte Rönesans’la birlikte milleyet, şahsiyet kendini tanımaya başlar. Artık

sanatkâr eserinde kendinden bir şey bulunmasını ister. Böylece tenkitte kesb-i

ehemmiyet ve kaiyyet eder. Çünkü ortaya bir davâ-yı rekabet çıkar. Kusurların

meziyetlerin kıymetleri artar. Şu kadar ki rekabet, tenkide o katiyeti veren bu sebep

meziyetleri kusurlara feda ederek tetkik ettiği eserlerde kusurdan başka bir şey

görmez, görmemeye uğraşır. Nihayet bir dereceye gelir ki kurun-ı Atike asarına

layıkıyla vukuf bu hususta hakkıyla tenkidin şerait-i esasiyesi olur. Bir eser

numunelere ne kadar benzerse o kadar güzel olacağından ve numuneleri kim iyi

tanırsa en güzel eseri ancak o yazabileceğinden münekkitler için hüküm pek

kolaydır. Şiddet-i hiciv en birinci meziyetlerini teşkil eder.

Page 286: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

268

Mamafih tenkit on altıncı asrın ortalarına doğru Đtalya’dan Fransa’y a

geçerken bu malumatfüruşluğu, bu hüccavlığı bırakarak edebî olmuştur. Fransa’da

tesis-i hakikisi Fake’nin(*)161 teminine göre bin beş yüz elli tarihindedir.

O zamana kadar tenkit hatta ne olduğundan kendi de haberdar değildir.

Vakıan Rönesans devrinin iptidasıyla beraberasıl tenkit de başlarsa da ‘Fransız

Lisanın Mdüfaa ve Tamimi’ namıyla meşhur eserin tarih-i zuhuru mezkûr bin beş

yüz elli senesine kadar münekkitler arasında bu kısım edebiyata büyük, ciddi

hizmetler yoktur. Bu eserin münderecat-ı esasiyesi şöyle hülasa olunuyor: Mademki

Fransızca güzel bir lisandır ve terakki etmesi elzemdir, Latince eser telifini bırakıp

yazacağımız şeyleri Fransızca yazalım. Kudemayı taklit etmek, büyüklüğe nasib-i

emel eylemek lüzumu sonra da gelir.

Mabadı var.

Mehmet Rauf

SF, Nu. 369, s. 75-77

161 (*) Revue des cours et conferences –Janvier 1898

Page 287: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

269

TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 2

-On Yedinci Asır

Descartes, Boalo, Kartezyanizm, Klasizm

Fage yine o risalede tenkidin Fransa’da zuhurunda on yedinci asra kadar olan

ahvalini şöyle hülasa ediyor. On altıncı asırdan evvel tenkit yalnız ahenk mesaili ile

uğraşırken sonraları lisan ve sarf meselelerini de ele alır; 1550 senesinden on yedinci

asrın bedaiyetine kadar üslup ve şekil davalarına ehemmiyet verilir. Pascal’ın

zamanına kadar bunların ıslah ve telhisi için çalışırlar ve Pascal ile beraber en mühim

mesail-i tenkidiye ortaya çıkar. Şu hâlde asıl tenkit onyedinci asırla meydana gelmiş

demektir. Ahlak ile edebiyatın münasebetleri zevk-i selimin ne olduğu yolunda

bahislere ilk defa olarak o zaman merak edilir. Güzel yazmakla ikna etmek ayrı ayrı

birer sanat mıdır? Yoksa bunlardan biri mevcut mudur, endişeleri meydana gelir.

Esasen Pascal’ın fikri, sanatı istihfaf ve hatta inkârdır. Ona göre sanat üdeba

arasında yapılmış mürettep bir şeydir. Pascal tesis edilmek istenilen her türlü

nazariyât-ı edebiyeyi de reddeder. Onun için kavait yalnız sanatı iknaya mahsuzdur.

Bunlar pek mühimdir. Zira bu sayede insanlara hakayık-ı salime-i ahlakiye ve diniye

tefhim edilir. Hâsılı o güzel yazmayı ret ile ikna etmeyi tercih eder.

Tenkidin Fransa’da iptida zuhurundan Boalo’ya kadar geçirdiği devirler

gözden geçirilirse görülür ki Sakalijer, Döballay, Malllerme, Balzac vesairenin esas

meslekleri kudemayı taklit hakkında mevzu-ı kavaidi şiddetle tervicten ibarettir.

Bunların fikrince eser kudemanın eseridir. Onların vardığı mertebe-i tekemmüle

bugün vasıl olmak gayr-ı mümkündür ve mümkün olan derecesine vusül için yegâne

çare yine onları taklit etmektir. Fransızlar bir kere asâr-ı kudemayı mütalaaya

başlayıp da Đtalya’nın kurun-ı vustada yetiştirdiği Dante, Bocassie, Petrarca gibi

zevat-ı numuney-i imtisal tutarak bu kadar asar-ı nefise arasında kendilerini bir

tartmak isteyince evveli emirde bu eserlere birer tarih-i kavmik, kanatlarını tefrik ve

temeyyüz ile tasfiye ve hatta tasnif etmek lazım geldi. Bunlarda mevcut güzelliklerle

fevkalade mütehassis olduklarından bu tesirin bu esbap ve hevasını tahlil ve tavsif

etmek, bu esbap ve hevası kendi eserlerinde de bulmak istediler. O zaman bir hatve

Page 288: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

270

daha atıldı. Bir kere bu esbap ve hevasa vukuf kesp edilince bunları birtakım kavaid-i

sanat hâline koyarak istiğmal etmek ve böylece o eski müellifler derecesine yetişmek

niçin kabil olmasın? O zamanın muharrirlerinden hatta kuruneyi, Balzac bile bu

tesirler altında hükm-i kavaide kat’i bir itminan ile bağlanmış ve tenkidin mevzuu

kudemanın asarından çıkarılıp toplanan o kavaid-i ahkâmını yeni eserlerde aramaya

inhisar etmiştir.

Fakat öte taraftan Descartes’le Pascal’ın ezmine-i kadimiyeye pek az hürmet

eden bu adamların tesiriyle yavaş yavaş kavaidin kıymetlerinden şüphe edilmeye

başlanır; güzel bir eser yazmak için eski asarı taklit kâfi olup olmayacağı düşünülür;

mutlaka kavait lazımsa başka esbap, başka esas ile tertip olunamaz mı? Denilir; elde

olan kavaidin mahzan eski eserlere muvafakattan dolayı kıymetleri vareste-i itiraz

addolunmak mı lazım gelir? Hem filhakika bunlar pek iyi şeylerse niçin iyi oldukları

aranılarak o esas üzerine daha başka sebepler de bulunamaz mı, fikri hâsıl olur. Đşte

bunu Boalo yapar ki mumuileyh klasikler devrinin en büyük münekkidi olup

Klasizmin bütün nazariyelerini toplamış ‘Sanayi-i Şiiriye’ ismindeki eserine derc

etmiştir.

Boalo’nun bu eserdeki nokta-i hareketi Descartes’in ‘Usul Hakkında Nutuk’

unvanlı eserindekinin aynıdır. Zaten bütün Klasizm on yedinci asır felsefesinin yani

Descartes’e nispetle Kartezyenizm denilen felsefenin mahsül-i delaletidir.

Boalo evvela kudamaya verilen fazla ehemmiyeti bertaraf edip zamanının

şuarasından Lafonten, Moliere ve Racine ile hemfikir olarak –o zamana kadar

yegâne sebep vücud-ı kudema tarafından riayet edilmiş olmaktan ibaret bulunan

kavaid-i edebiyenin esasını tabiata ve akla muvafakata rabt eder. Kendisinin ilk eser-

i hicviyesi de dâhil olduğu hâlde o zamana kadar çıkan asar-ı intikadiyede

karmakarışık mevcut olan bu kavaidi cem ile ‘Sanayi-i Şiiriye’sini de izah ve tesis

eyler. O zamanın azamı hep birden şu fikirdedirler: ‘Akıl ve izahat her yerde ve her

asırda birdir!’ Böylece kavait insanda en umumi ve en sabit ne varsa ona istinat

ettirilerek esas tabiatı değişir ve büyüye büyüye ve nihayet bir kanun-ı fikr-i beşer

hâlini alır.

Page 289: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

271

Zaten on yedinci asır azâm-ı ricali siyasiyatta olsun, felesefede olsun, din ve

sanayi bahislerinde olsun hep bu esası düşünerek tanzim-i kavanin etmişlerdir.

Descartes bu felsefenin esasını [*]162 ‘Usül Hakkında Nutuk’ namındaki

eserinde arz ve ispat eder. Bu eser dört beş sene evvel Türkçeye tercüme edilmişti.

Asıl ismi ‘ Aklı Hüsnü Teşvik Đle Hakikati Yalnız Fende Aramak Usülu Hakkında

Nutuk’tur. Descartes bu eserinde usülünü nazari olarak arz ve ispat etmeyerek sadece

fikrinden suret-i teşekkülünden bahseder; böylece usulün ne olduğunu, hem nasıl

teşekkül ettiğini birden gösterir. Cizvitlerin dest-i terbiyesinde bir ihtiyac-ı esasi-i

ruhunu ikna edemediğinden bu kanaati kendisi elde etmeye çalışır. Descartes’in

kanaat dediği şey vicdan, ihtiyac-ı esasi dediği şey de arzû-yı hakikattir. Demek ki

felsefenin asıl, ilk emeli etrafındaki eşyanın hakikatini öğrenmektir. Bunu arayıp

bulmak için müracaat ettiği vasıta aklıdır ki zaten hakikati öğrenmek bunun vazife-i

tabiyesidir ve hüsn-i idare edilirse hizmetinde mutlaka muvaffak olur.

Descartes dikkat etmiş ki yalnız riyaziyyun bazı tecelliyat, bazı makulat-ı

musibe ve bedihiye keşf edebilmişlerdir; taharri-i hakikat için kendisi de

riyaziyyunun usulünden umumi ve mutlak birtakım kaideler alarak bunları mütalaat-ı

vakıa-i zatiyesini tahkik için kullanmak ister. Bunun için her şeyden, insanların en

bedii gördükleri, kendisinin bile o zamana kadar muhakkak addettiği şeylerden

intibaha başlayıp hepsi hakkında yeniden düşünmeye ve bizzat tetkik ile suret-i

bedihiyede doğru tanıyacağı şeylerden madasına asla ehemmiyet vermemeye

azmederek iptida bir hakikati, sonra bir birine merbut birçok hakayıkı elde etmeye

çalışır.

Böylece en evvel mefkûresinin vücudundan amiz olur. Mefkûresinin ki

zatiyet-i esasiyesi onunla kâimdir: ‘Düşünüyorum demek ki varım. ’ Bade ruhunun

gayr-ı maddiyetine, âlem-i haricinin mevcudiyetine kesb ü emniyet ederek âlem-i

makulata geçer, hüsn-i idare edilen akıldan hiçbir şey kurtulamaz, dest-i res olunan

netayic-i iptidaiye bu usulün bütün mehasinini ispat ve temin eder.

Mabadı var.

Mehmet Rauf

SF, Nu. 370, s. 90-91 162 Lanson: Histoire de la Literature Française

Page 290: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

272

TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 3

-Onbeşinci Asır

Dekart, Boalo, Kartezyenizm, Klasizm

Mabadı

Kartezyenizm intibah maarif-i devrinin tevellüt ettiği harekât-ı edebiye ve

fikriyeyi tenvir eder, bu hareketi idare eden fikr-i cedidi mücerret bir surette gösterir;

esası mecmuiyyet-i eşyayı fenni olarak bir tasvirden ibaret olup bunda hakikatin

hâkim-i mutlakı akıldır. Dekart bu akl-ı efkârın teselsilât-ı mantıkiyesiyle revâbıt-ı

hakayıkı ispat etmeye memur eder. Bedahete vüsul için kendisi rasyonel bir üslup

tutmuş, başka usülleri reddetmiştir. Đtikadınca bu usül ile her hakikatin bir gün ele

geçkesi memuldür.

Kartezyenizm son derece fenni olduğundan ‘hikmet-i bedayi’ yoktur, olduğu

kadarı da sanatı fenne tahavvülden ibarettir. Fakat bazı cihetleri Klasizmin ruh-ı

esasisi ile pek mütevafıktır. Fikir ile maddenin mefarikat-ı kaiyesi, mefkûrenin

ehemmiyet-i fevkaladesi Dekart felsefesinde olduğu gibi o romanın edebiyatında da

caridir, bu edebiyat da tabiiyet-i muhiteyi bertaraf edip yalnız insan-ı maneviyi tetkik

etmek fikrinde sebat gösterir. Felsefede olduğu gibi edebiyatta da insanın

düşüneceği, arayacağı beyan edeceği şey ancak hakikattir. Klasikler ‘Bir eserin esâs-ı

katiyesi hakikattir, hakikat ise hüsn ile aynıdır. ’ diye Klasizmin esas ruhunu beyan

etmişlerdir ki şu suret mesleklerini Kartezyenizm felsefesiyle birleştirir; bu temayüle

kadem-i numune ittihaz etmek temayülü de inzimam ettiğinden birinci temayül-i

fikirleri şiir ve belagatta şekil sanat yerine yabis, mecerret, mantıki bir ifade-i

cebriyeye sevk ettiği kadar ikinci temayülde şekil ve üsluba itinanın fikr-i mehasinin

payidâr kalmasına hadim olmuş ve Dekart’ın tesiriyle bütün bütün fenni olacak iken,

Klasizm Yunan ve Roma edebiyatının tesiriyle bir sanat hâlinde kalabilmiştir.

Böylece hakikat-i fenniye yerine hakikat-i tabiiye kâim olarak klasik edebiyat

zuhur eder ve Boalo bu edebiyatın esasını ‘Sanayi-i Şâiriye’ namındaki eser-i

meşhurunda kavait hâline koyar ve klasik eserlerin mükemmeliyeti: Edebiyatın bu

Page 291: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

273

fenni ve bedii iki düsturunu –fakat şeklin güzelliği esasının hakikatini izhar ve tenvir

etmek üzere- birbirine mezc ve kalb etmekten ibaret olur.

Boalo’nun163 bu eserde beyan ettiği fikirler şöyle hülasa olunabilir: Akıl bizde

bir meleke-i ulviyedir ki başlıca vazifesi doğruyu yanlıştan tefriktir. Bütün

fikirlerden, bu fikirleri ifadeden maksat aklı hoşnut etmektir. Eserlerin bütün

güzelliğini ondan beklemelidir. Demek ki hiss-i tevellüt eden de akıldır. O hâlde

hüsn dahi mutlak, daimi ve umumidir. Zira eşya akla ancak bu üç şerâit-i esasiye ile

kanaatbahş olabilir. Böylece hüsn-i hakikatle aynı ve tevemdir, hakikat ise tabiattan

ibaretir.

Demek ki tabiat şâirlere umumi olarak doğru bilinen şeyleri veriyor, şiir

bunları bir şekl-i sanatta arz ve irae ile fikirleri umumi ve daimi surette bir zevk bahş

ediyor. Böylece edebiyatın maksad-ı vücudu tezahür ediyor. Đşte ‘sanayi-i şiiriyenin’

esas-ı fikirlerinden birincisi: Akıl, hakikat, tabiat hepsi birdir.

Güzel, doğru odur ki bütün asırlarda kabul edilir, beğenilir. Öyle ise bir hüsn-

i mutlak bir zevk-i mutlak var mıdır? Sualine Boalo, ‘Hiç şüphe yok ki vardır. ’

Cevabını verir. Hüsn ve zevk her asırda birdir, aynıdır, adildir diye iddia ile bunların

ne olduğunu kavaidi ile izah eder; bu kavaid mutlak, umumi olan mükemmeliyetin

yani eserlerin her asırda, her yerde beğenilmesini icab eden mükemmeliyetin ne

olduğunu anlatır. Ve riyaziyatta nasıl bir davanın bir suret-i hâlli varsa edebiyatta da

güzelliğin, mükemmelliğin bir usul-i nevi vardır diye bir ispat-ı müddea vardır.

Paskal ile beraber Boalo da kuvve-i hayaliyenin “mader-i hatiet” olduğunu beyan

eden ondan ictinabı tavsiye eder. Muhayyilenin şâiri sevk ettiği şahsiyet, teceddüt

gibi şeylere de su-i zan eyler. Bir insanın şâir doğabilmesini zorla kabul ederek

mamafih şâir yalnız ilhama terk-i tabiatle kavaidi tanıyamazsa hiçbir şey yapamaz

iddiasında bulunur. Ona göre şâir mevahib-i fıtriyeye mazhariyetçe başkalarından

farklı bir adamdır ki gerek tabiatın bu mevhibeleri ve gerek şerait-i sanata vukufu

sayesinde akla muvaffak eser telif eder.

163 Brunetire: Evoletion de la erotique Pellissier: Mouvement litt, au, xıxo=siecle, Histoire de la litt. Et de la langue Francaise, Tome V

Page 292: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

274

Boalo’nun fikrince tabiattan ayrılmamalı, onu daha iyi daha ulvi, daha latif

göstermek davasından vaz geçerek sade taklit etmeli; bir de sanatın maksadı bir zevk

hâsıl etmek olduğundan tabiatın çirkinliklerini tasvire de temayül etmemeli, eserde

tabiata meşabehet-i zevkin biteceği yerde bitmelidir; yoksa sanattan çıkılmış olur.

Anlaşılıyor ki Boalo için esas sanat taklid-i tabiattır. Bu esas bütün kavaide hâkim ve

hepsini muhtevidir. Hâlbuki tabiat tek vasi olduğundan onu taklid tavsiyesi pek

müphem kalır. Heöm herkesin bir şeyi müşahede, his, tebliğ edişinde bir tarz-ı

hususisi olduğu için kati olarak taklid-i tabiatın derecesini bir miyara rabt etmek

lazim gelir.

Bu miyar aklın hüküm ve nüfuzudur. Demek ki tabiatı taklid edeceğiz, aynı

aynına taklid edeceğiz; fakat akla muvafık derecede olmak şartıyla. Đzah edelim. Bir

insanın topal, iri kafalı yahut kanbur olması tabii değildir. Bu hâller vücudun bir

ihraf-ı teşekkülünden mütevellid, arızi şeylerdir. Buna mümasil olarak maneviyatta

da öyle hâller vardır ki tabiatta da mevcut olmakla beraber tabii değildir. Bu sebeple

tabiatta birer nümune addedilemeyip bilakis onu fena gösterir. O hâlde bunları taklid

etmeyeceğiz.

Đkinci derecede, tabiatı ezmine ve mahall-i muhtelifede yani Paris’ten

Peru’ya, Japonya’dan Roma’ya kadar bilcümle memalik ve bilcümle ezminede

mutabık ve aynı olduğu derecede taklit edeceğiz. Mesela her yerde muhtelif surette

yemek yenir, bu yemekler muhtelif suretlerde istihzar edilir. Fakat bu ihtilafın

ihtiyac-ı taama bir tesiri yoktur, onu tadil edemez. Yine maddiyattan maneviyata

geçelim: Bir Fransız asilzadesiyle bir kibar Romalının hissiyat-ı efkârı, ihtirasanı

birbirinin aynıdır. Yahud daha iyisi kendilerinde umumi bir hakikatle hakiki bir

takım şeyler vardır ki sanat ancak onları şayan-ı arz ve tasvir görecektir. Hususiyat-ı

sanatın haricinde kalır.

Böylece, biz de fani ile bakiyi, hususi ile umumi olanı çalışıp en daimi ve

umumi olanı taklid edeceğiz. Çünkü eserlerimiz ebediyen güzel olmak şarttır. Hem

bizde hakiki bazen şebih-i hakikat olmayabilir. Ve efkârımızın hakiki olduğuna

emniyet için bunları tasvir edebilmemiz bir sebep olamaz. Zaten bir hissin husulü

mutlaka onun tabii olmasını icab etmez. Yani tasviratımız, hissiyatımız daima hakiki

Page 293: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

275

ve tabii değildir. Bir şey tabii sayılmak için umumun his ve tasvir etmesi lazımdır.

Bunun için insan görebilmeli, görmek için de mukayese edebilmeli; yani

kendiliğinden çıkıp kendini haricde mütalaa etmeli, başkalarının hissiyatını da işe

katmayı unutmamalı. Efkâr-ı beşeriyede ne kadar ihtilaf olursa olsun öyle cihetler

vardır ki bunlarda hepsi mütevafıktır. Hassasiyetimiz ne kadar ayrı olursa olsun aynı

şeylerden cümlemiz zevkyab olduğumuz gibi cümlemizi muzdarip eden şeyler de

aynı şeylerdir. Demek ki kendi hususiyetimizde mahbus olup kalmaktan ictinap

ederek hemcinsimizle daima ihtilatda bulunmağa çalışacağız ve mademki cemiyet-i

beşeriyenin rabıtasını teşkil eden şey akıldır, o hâlde herkesin birden “Tabii” demeğe

muvafakat edecekleri şeyleri taklid edeceğiz. Bualo, bu fikrini o derece muhafaza

etmiştir ki mesela klasik eserlerin şeraitinden biri olan “Üç vahdet” kaidesini

evvelkiler gibi yalnız kudema tarafından tesis ve riayet edilmiş olmak kaydından

kurtararak “Vahdet-i zaman” için, yani hailelerde nakledilen vakıanın mutlaka yirmi

dört saat zarfında hitam bulması hakkındaki kaide için, ”Hakikat hâlde aylar, seneler

asırlar işgal edecek bir vakayı dört beş saat zarfında oynamak tabii değildir. “demiş

ve bu mütalaa ile “vahdet-i zaman” a lüzum göstermişdir.

Sonra, eldeki kavaidin akıl ve tabiata muvafık olduğunu kim temin edecek,

sualine de “Bu kadar zamanda mukavemet ve âdem-i tabirleri !” cevabını vermiştir.

Đşte taklid-i kudema Boalo’nun mesleğine bu kapıdan girer. O der ki: Mesela Omiros

şu kadar asır evvel geldiği, tabiatı adeta efkârı bittabi bizimle muvafık olmamak

iktiza ettiği, hatta lisanı bile başka olduğu hâlde yine eserleri anlaşılıp zevk ile

okunuyor. Demek Omiros hep o kavaide mutabık şiir söylemiş yahut mademki eşarı

bu kadar zamandan beri lezzetle okunuyor, bunları inşada riayet ettiği kavait umumi

imiş. Boalo’nun kudemada sevdiği şeyine tabiat ve akıldır.

Bugün biz bile, edebiyattan maksat ne olduğunu elimizdeki desatir-i

edebiyenin ne gibi fikirlere müstenit bulunduğunu takdir edemezken Boalo’nun şu

mütalaalarını, daha umumi söyleyelim, klasisizmin bu şerait ve erkânı hemen

çocukça buluruz. Fakat düşünmeliyiz ki 17. asrın terakkiyat-ı fikriyyesi, yani

felsefesi ancak bu dereceye yetişebilmişti. Zira ne denirse densin felsefesiz edebiyat

olmaz. Üdeba bilmeyerek felsefe-i asrın minkadidirler. Her zaman her yerde

Page 294: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

276

edebiyat, felsefenin delaletiyle terakki etmiştir. Boalo da zamanının sair azam-ı edibi

gibi haberi olmaksızın asrının terakkiyat-ı fikriyesine tabi olarak o zamanın

felsefesini yani Kartezyenizm edebiyata tatbik etmiş, yahud vukua gelen tatbikatı

düstur hâline koymuş ve böylece klasisizmin kavaid ve şeraiti cem eylemişdir.

Zamanın en büyük münekkidi olan bir zatın bu düsturlarla nasıl tenkid-i asar

edeceğini düşünür, bahusus Boalo’nun meşhur olan hiccavlığın, haksızlığı derbiş

edersek artık gerek kendisiyle muasır ve gerek kendisine halef olan ikinci, üçüncü

ilh… Sınıftan yüzlerce münekkidlerin –hele mürur-ı zamanla daima değişmesi tabii

olan –temayülat-ı edebiyeyi nasıl kabul ve telakki etmiş olmaları lazım geldiğini pek

kolay tasavvur edebiliriz.

-Mabadı var-

Mehmet Rauf

SF, Nu. 371, s. 106-108

Page 295: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

277

TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 4

-On Sekizinci Asır

Eskilerle Yeniler-Rousseau’nun Felsefesi

On yedinci asır, hele sanayi ve eşarda her şey mümkün olan derece-i

tekemmüle getirildi, itikadındadır, asrın üdebası son ve kati kemaliyete soluk verdiği

bir itimatla müsterihel emeldirler: Zevk-i selim kavaidi Boalo sayesinde katiyen

tayin ve tahkim edilmiş artık edebiyata nispet olunmuştur. 164(1)

Böyle olmakla beraber asrın hitamına daha yirmi sene isterken zuhur eden ve

tarih-i edebiyatta ‘eskilerle yenilerin münakaşası’ namını alan münakaşat ise

büsbütün başka bir nokta-i nazardan göstererek bu meşhur kavaidi hırpalar, birtakım

muterizler çıkar ki fikirleri Klasizmin bazı şeraitini ret ve tekzip eder.

Bunların esası davaları, tamim edilince, bütün terakkiyat-ı fikriyeye şamil

görülür ise de burada yalnız tenkide olan tesiri derecesinde bahis ve dermeyan

edilecektir. Bu iki taraftan birincisi:(2)165 Kudemâya tefevvuk değil muadil olmayı

bile akıllarına getiremezlerken, hatta Racine, Moliere, Lafonten eserlerine

mukaddime ittihaz ettikleri ifadelerde kendilerinin ancak kudemâyı taklit sayesinde

muvaffak olduklarını ilan ederlerken, muterizler yeniler tarafını iltizam ederek bütün

meziyetleri kudemaya hasra mahal olmadığını, ezmine-i ahire üdebasının da onlara

muadil hatta faik olabileceklerini ve zamanın esatize-i edebî buna güzel birer misal

olduğunu iddia ederler. Birinciler hep vakayı ve eşhası ezmine-i kadime tarihinden

intihap ederlerken bunlar muharririn kendi zamanına, kendine mensup olmasızn

iucrzrıluı, Ötekiler altı bin senedir söylene söylene yeni bir şey kalmamıştır diye her

şey kudemâya atıf ve hasretmek isterlerken berikiler külliyen aksini iltizam ederler.

Asrın en mütenakıs erbab-ı fen ve edebini işgal eden bu münakaşa pek mühim olup

bin altı yüz seksen senesinde başlamıştır.

Muterizlerin davaları şöyle hülasa oluyor:(3)166 Kudema müebbeten

beşeriyetin havarisi mi kalacak? Hangi imtiyaza müstenit? Bunlar edebiyatta daha

164 1Pellissier: Mouvement litteraire au xıx me siecle 165 2 Sainte-Beuve: Causeries de lundi, tome III. 166 3 Brunetiere: Manuel dela litt. Française

Page 296: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

278

ziyadesi mümkün olmayacak kadar vasıl-ı kemaliyet mi olmuşlar? Đttihaz ettikleri

kavait –riayet edilmeyince sanata nakısa iras etmek muhakkak olacak derecede-

metin ve kati şeyler midir? Ulum ve fünunda olduğu gibi edebiyatta da zamanın

terakkisiyle bir tebdil vukua gelemez mi? … Kanun-ı fikr-i beşer, kanun-ı terakkidir;

(4)167 Sanayide, ulum da eskilerin bilmediği birçok şeyler öğrenildi, yapıldı; demek

edebiyatta da onlara tefevvük mümkün müdür? Eskiler her hususta çocuktular,

hâlbuki yeniler fikr-i beşerin hâl-i kehletinde bulunurlar. Asar-ı edebiye-i asır tetkik

edilince bu meydana çıkar. Paskal, Eflatun’a faiktir, nitekim Boalo’da Horas’a tercih

olunur. Mademki onlardan sonra dünyaya gelindi, onların bildiklerinden fazla şeyler

öğrenildi, elbette onlardan başka ve onlardan iyi eserler yazılabilir. Nitekim

muhakemat-ı akliye için daha başka usüller, felsefeler bulunmuş, tetkikat-ı ruhiye

daha doğru bir usüle rabt olunmuştur.

Đşte bin altı yüz seksen senesinde ilk defa olarak bu terakki sözü meydana

(5)168 çıkarak bunu müdafaa edenler zamanın erbab-ı fen ve hikmeti olmuştur.

Bunlar Dekart felsefesinin delaletiyle kendilerinde mühim bir terakki fikri hissiyle

ileri sürmüşlerdir.

Bu münakaşa böyle on sekizinci asrın nısfına kadar sürüklenerek o sayede

(6)169 tenkidin bazı usülü değişmiş ve kavaid-i esasiye-i mutlakası şu suretle duçar-ı

tadil olmuştur: Evvela kavaidin mutlak ve gayr-ı kabil tebdil bulunduğu hakkındaki

itimat ve itikat ortadan kalkmış, saniyen taklit edilecek üdeba yalnız kudema olmayıp

her zamanın büyük edipleri olabileceği ve bunların taklit, hatta bazı kere kudemaya

da tercih edilebileceği tekerrür etmiştir.

Bu mücadelatın tesiriyle tenkidin kazandığı bir şey daha var ki o da yüz

seneden fazla bir zaman zarfında mütebahhirlerle malumatfüruşlara münhasır gibi

kalmışken badema mesail-i tenkidiyenin istiknahına herkes tarafından merak ve

rağbet gösterilmeye başlamasıdır. Bununla beraber on sekizinci asır reviş-i intikade

hiçbir vecihle tesir-i bahş olamamış, asrın en büyük ve en nüfuzlu münekkitlerinden

167 4 Lanson: Histoire Dela litt. Française 168 5 Allais: Quelques Vues sur le Romantisme Français 169 6 Brunetiere: evolution des genres

Page 297: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

279

Voltaire’le Laharp Kamilen Boalo’nun fikir ve mesliğini kabul ile eserlere hep o

kavaidi tatbik ederek bu kısım edebî buldukları yerde bırakmışlardır.

Fakat Jean Jacques Rousseau, tenkitle hiç meşgul olmadığı hâlde bunun

tekâmülünde onun nüfuzu kadar kati ve müfit bir nüfuz gösterilemez, bu nüfuz ne

kadar bilvasıta vuku bulmuş ise o kadar müessir olmuştur. Rousseau(7)170 meslek-i

hikemisi ve asar-ı kalemiyesi ile edebiyatın mevzuunu değiştirdiği gibi buna

hükmeden kavaidi de zaruri tağyir etmiştir.

Dekart, felsefesi için yaptığımız gibi Jean Jacques Rousseau felsefesinin de

yalnız reviş-i tenkide tesiri olan nikad-ı umumiyesini kayıt edeceğiz: Rousseau on

yedinci ve on sekizinci asır felsefelerinin esası olan aklı ret ile hissi tercih eder. Öyle

bir takım tahlilat-ı barideyi muhakemet-i akime-i akliyeyi bırakıp herkesin kendini,

kendi ruhunun sedasını dinlemesini tavsiye eyler. O zamana kadar hükümran olan

felsefe-i akliye yerine bir felsefe-i kalbiye tesis eder ki bunda hâkim sevk-i tabii ile

tesiridir. Rousseau’nun fikrince hakikat idrak olunamaz, hissolunur. Kendisini o

zamana kadar akliyyun-ı hükema tarafından akla feda edilen hissin, umumiyete feda

edilen hususiyetin, herkese feda edilen enaniyetin galebesine çalışır; kalbe vuku-ı

hayale geniş bir saha-i cevelan küşade eder. Hiçbir eserde (Lafonten’inkiler

müstesna) cay-i bahs olmayan tabiat-ı muhiteyi tetkik ile ondan istifade olunmasını

ihtar eyler.

Rousseau gerek neşrettiği eserleriyle gerek meslek-i felsefiyesiyle on yedinci

ve on sekizinci asırların kâffe-i ahval-i içtimaiye ve felsefiyesini hidme çalışmış,

bunların terviç ettiklerini ret ve cerh ile ihmal ettiklerini iltizam ve tervic etmiştir.

Bu fikirle yazdığı asar-ı edebiyede mahut kavaid-i mutlaka-i edebiyeyi nasıl

zir ettiği kolayca nezahir eder. (8)171 Hele iki yüz seneden beri edebiyat, hatta en

şahsi olan Voltaire için bile, Klasizmin eski şeraitine muvaffak olarak efkâr-ı

ammenin ifadesinden, yani herkesin kabul edeceği şeylerden ibaret olduğu hâlde

Rousseau asarında hep hususi ve şahsi fikirlerin, yani muharririn ‘ene’sinin tebliğ ve

ifadesini tercih eder ve kendi de öyle yapar. 170 7 Sainte Beuve: Causeries de lundi, tome III et xv. 171 8 Brunetiere: Evolution de la critique

Page 298: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

280

Rousseau kendinden bahseder fakat o zamana kadar yaptıkları gibi

şahsiyetinde umumiyeti aramak için değil; onun arz ve irae etmek istediği şey asla

umumi olmayan, yalnız kendine mahsus sarfı zati ve yegâne olan şeydir. Kendisi

şimdiye kadar gördüğü adamlardan birine benzemediğini bütün dünyada adamlardan

hiçbirine benzemediği zannında bulunduğunu söyler; umumi, adil ve daimi olan şeye

değil asıl tehalüf eden şeye atf-ı ehemmiyet eder. Herkesin hissiyatına mümasil olan

hissiyat ve efkârını –kendinden bahsederken- hıfzedip benzemeyenleri teşrihe

çalışıyor; o zamana kadar gizlenen hissiyatı açıp göstererek gösterilenleri mensi

bırakır.

On sekizinci asrın diğer hükemasına muhalif olarak Rousseau aleyhidir. Bu

hususta içtihadatı vardır ve bu esas ile tabiat-ı muhiteyi dinlemek, kalp, muhayyile ve

tabiatı tetkik etmek elbete yeni birçok menabi-i şâiriye bahşeder itikadındadır.

Jean Jacques Rousseau berhayat iken muasırları üzerinde bir tesir ve nüfuz

hâsıl edemeyerek yalnız birtakım mübahese ve güftügülara sebep olmuş ise de efkâr

ve mesleğinin delaletini kati bir surette ihsas eden ‘Đtiriafat’ı bade’l-vefat

neşredilerek herkese meslek-i felsefesinin bütün nüfuz ve manasını anlatmıştır. O

zaman kendisine fevkalade bir rağbet gösterilmiş, hatta nüfuzu ondokuzuncu asrın ilk

rubu nihayetine kadar edebiyata da şümul ile Fransa’da Klasizmin tahavvülüne bais

olmuştur ki Fransızlar bu yeni mesleğe ‘Romantizm’ derler. (9)172

Tenkidin bu sayede kazandığı şeylerden biri: O zamana kadar bir eser-i edebî

için şart-ı vücut addedilen kavaid-i edebiyyenin katiyeti hakkındaki emniyet-i

umumiyenin azalmasıdır. Rousseau tenkidi kendi kendini muayeneye, hükümlerinde

layahtilik iddiasından şüpheye sevk ve cebretmiştir. On sekiznci asır içinde bu

kavaidin suret-i tatbikine müteallik birçok mübahesat cereyan etmişse de bunların

mutlak olup olmadığına dair irad-ı mülahaza edilmemiştir; eskilerle yenilerin

münakaşası münasebetiyle daire-i tenkide sokulmak istenen nispiyet fikrini tahkik ve

ispat eden Rousseau’dur. Rousseau’nun bütün felsefesinden alınan ders şudur: “

Hiçbir şey mutlak değildir, -Hiçbir şey mutlak değildir- düsturu. ” Bu hüküm

tenkidin atabileceği en büyük hatvedir; tenkit bu hatveyi itip de edebiyatı bu nokta-i 172 9 Larrroumet: Etude de litterature et d’art

Page 299: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

281

nazardan görmeye asar-ı edebiyeyi tetkik etmeye başlayınca edebiyat fevka’l-memul

bir küşayiş ve teceddüde mazhar olarak on dokuzuncu asırdaki şu feyiz ve kemalini

göstermiştir. Hakikat-i hâlde Romantizm bu fikrin edebiyata tatbikinden başka bir

şey değildir.

Sanayinin bu nokta-i nazardan telakki ve mütalaası onun mevzu ve gayesini

zaruri tebdil ve bilahere tenkide de tesir etmiştir; bunun semeresi ancak on

dokuzuncu asırda görülebildi.

“Her şey nispidir. ” demek edebiyatta öyle muhayyel bir numune olmadığı

gibi bunu vücuda getirecek dersler, kaideler de olamaz demektir. Şu hâlde artık

kavait mevzuunun hükmü yoktur. Her birimiz nasılsak öyleyiz ve biz de sevilen şey

‘kendimiz’dir. Artık başkalarına benzemeye yahut başkalarına benzeyen cihetlerin

arz ve tasvirine çalışmaya lüzum kalmamıştır; yapılacak şey –çalışarak- ne isek öyle

kalmaktır. Ben böyle hissederim, siz başka türlü hissedersiniz; ikimizin suret-i

hissimiz de tabii olduğundan makbüldur yahut daha iyisi, en tabii şey insanın olduğu

gibi görünmesidir. Muhtelif fikirlerin hep bir numuneye göre tamir etmek kadar

beyhude şey olamaz. Bir fikri ve ruhu tebdil için bir tabiatı değiştirmek lazım gelir,

bu tabiatı değiştirmek için de taalluk ettiği mizacı değiştirmek iktiza eder.

Demek ki asıl lazım olan tabiatı değiştirmeye çalışıp tabiiliği icbar

edeceğimize onu mümkün olduğu kadar ileri sürmektir.

Rousseau’nun felsefesi görüldüğü üzere mutlakiyet fikrinin nispiyete malup

olmasıdır. Klasikler Dekart felsefesinin esas-ı ruhu olan meslek-i akli ile bu kadar

asırlardan beri mazhar-ı rağbet olan kavaid-i bediiye-i kudemayı karıştırarak

‘Naturalizm Klasik’ denilen meslek-i edebiyi tesis etmişlerken Rousseau akıl yerine

hissi tercih ve kavaide merbutiyet yerine sevk-i tabiyeyi ikame eyleyerek ‘Edebiyat

şahsi, hususi olmalıdır. ’ demiş. Böylece on dokuzuncu asır edebiyatının hudud-ı

esasiyesini irae ve ifade etmiştir.

Mehmet Rauf

SF Nu. 372, s. 120-123

Page 300: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

282

TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 5

-On Dokuzuncu Asır Birinci Devre Sainte Bouvveau

1800–1830

Madam Dustaol-Şatobiryan-Vilman[*] 173

Rousseau’nun felsefesinden istintac edilmesi mümkün olan nazariyat-ı

edebiye tamamıyla intişar olmak için epeyce zaman beklemek, ta on dokuzuncu asrın

mebdeinin idrak etmek lazım gelmiştir. Bu nazariyat-ı edebiyeyi asıl arz-ı müdafaa

eden Madam Dustaol’dür:

“Edebiyat ve Almanya” namındaki iki eserinde mumaileyh bunları pek

müşkâfane tarif ile on dokuzuncu asır tenkidini hemen hemen tesis etmiştir

Bu eserlerden birincisinin asıl ismi “Müessessat-ı Đçtimaiye ile Münesabatı

Nokta-i Nazarından Edebiyat” olup bunda muharirinin ispat etmek istediği şudur:

Edebiyat başlı başına bir şey olmayıp birtakım müessirattan tevellüt eder. Bu

müessirat din, ahlak ve kavanindir. Ahlak, din, kavaninde bilahere edebiyatın taht-ı

tesirindedir. Mumaileyh meşhur edebiyatları tefsir ve teşrih ile birçok misaller

getirerek bu nazariyesini muhakeme ve ispat eder. Fransız lisanında sanat-ı tahrire ve

kavaid-i zevk-i selime dair –daha ziyadesine ihtiyaç kalmayacak derecede- dersler,

eserler varken fikir-i edebiyatı böyle tadil eden esbab-ı ahlakiye ve siyasiyenin

lüzumu derecesinde tahlil edilmesinden, o zamana kadar intişar eden asar ile

memleket-i beşeriyenin derece derece nasıl tesiriyatnüma olduğunu hiç kimsenin

mülahaza ve tetkike tesaddi etmemsinden şikâyetler ederek bunları tetkik ile fikir-i

beşerin felsefedeki batılı fakat devamlı revişinin sanayide seri fakat mütemadi

muvaffakiyetlerinin hat ve miktarını tayin etmek ister. Đtalyan, Đngiliz, Alman,

Fransız eserleri arasında mevcut olan başlıca ihtilafatı mütalaa ve tetbi ederek bu

ihtilafatın vücuduna sebep-i müessesat-ı siyasiye ve diniye olduğunu söyler.

173 [*] Emile Faguet: XIX m. Siecle Paul Albert: XIX m Siecle Brunetiere: Evolution de la critique

Page 301: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

283

Madam Dustaol’ün yaptığı şeylerden biri de Fransızlara ecnebi edebiyatlarını

tanıtmaktır. Bunları metin ve saib-i muhakematıyla teşrih ederek Fransızları dikkat

ve mukayeseye sevk eylemiştir. Vakıa on sekizci asırda Fransızlara Đngiliz

edebiyatına biraz temayül göstermişlerse de Đngilizlerden yalnız kendilerine

benzeyen şeyleri taklit ile diğerlerini anlamaya çalışmamışlar, yani Fransız üdebası

Đngiliz üdebasının kendi kavaid-i kadime-i edebiyelerinden tecrid-i fikir ile tetkik

etmişlerdi. Đşte Madam Dustaol bunu yaptı. O zamana kadar bayıla bayıla okuduğu

Alman ve Đngiliz eserlerinde bayıla bayıla bahsetti. Hem mesela Shakespeare’de

Fransızların mevcut ve malum olan nazariyat-ı edebiyesine muhalif, tamamen bir

Đngiliz olmak hissiyatıyla muhalif ne varsa onları keza Verter’de hep Alman

mahsusatını arz ve ifade ve müdafaaya çalıştı. Bu eserlerin sanayi-i hususiyesi

Alman ve Đngilizlere mahsus ne varsa ona, yani tabiata itina ediyordu. Mumaileyh

bunların öyle olması fena olmalarından değil o iki milletin tesirat-ı ahval-i

içtimaiyesinden ileri geldiğini ve bunun zaruri olduğunu beyan eyledi

Madam Dustaol’un bu neşriyatı üzerine karilerce klasik tenkidin eski tecarüb-

i edebiyeye bina edilmiş kaidelerinden şüphe hâsıl olmaya başlamıştır. Onlarca güzel

eser vücuda getirmek için mutlaka bu kaidelere riayet lazım iken Đngilizler, Almanlar

tarafından o kavaide riayet edilmeyerek yazılmış eserlerin yine güzel, hem daha

başka bir güzellikle güzel olmasını neye haml etmeli? Demek bu kaidelerin manası

yoktur, lüzumu yoktur.

Madam Dustaol o zamana kadar birikmiş kavaidi mezc ile hikmet-i bedayide

atâ-yı hüküm için ne kadar gizli, ne kadar muhtac-ı tetkik tespitler gözetilmek labet

olduğunu ispat etmeye çalışarak anlatır ki: Đngilizlerin, Fransızların zevk-i edebilerini

artık Aristo’nun veya Boalo’nun bir kaidesiyle tahlil mümkün olmayıp bunun için

daha başka meselelerin, iki milletin mesail-i içtimaiyesinin tetkik ve teşrihi lazımdır.

Yani o zamana kadar bir eseri edebî başlı başına bir hadise gibi, hangi arazide

ve nasıl neşv ü nema bulduğu merak edilmeyen bir meyvenin tadılışı gibi mütalaa

edilirken bu kadın asıl tetkik lazım gelen cihetleri araştırarak edebiyatın ahlak ile, din

ile, kavanin ile münasebetini göstermiş, böylece bir eser-i edebide başlı başına

Page 302: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

284

mütahassıl bir şey olmayıp bir çok müessiratın semere-i zaruriyesi olduğunu

anlatmıştır.

Bu nazariye tamim edilince şuna destires olunur ki bir eser hakkında beyan-ı

hüküm vermek için müellifin mensup olduğu milletin ahlak ve kavanin ve

itikadatının tetkiki zaruridir. Yani Alman ve Đngiliz eserlerinde –klasik edebiyat

kavaidine muvaffak olmamakla beraber- güzel olabilir. Her şeyi nispidir. Tenkitte

düstur vaz etmek müşkil, hemen muhallittir. Bir hüküm verildiği zaman ehem olan

şey o hükmün itası değil lazım gelen esbabın suret-i tetkikidir. Bu esbab-ı evvelleri

kavaid-i edebiye ile mantıktan istihraç edilirdi, bundan sonra başka yerlerde

aranacaktır.

Madam Dustaol desatir-i mevzu-ı edebiyeyi bu gayr-ı kabil cerh-i ıspatlarla

redderek sanatı her türlü kuyuttan azade göstermiş ve böyle yapmakla felsefe-i

edebiyeyi de kurtarmış oldu. O zamana hiçbir Fransız münekkidi görülmemişti ki

Boalo’nun nüfuzundan kurtulsun da öyle beyan-ı fikir ve muhakeme etsin. Tenkidin

bu nevi on dokuzuncu asırda tecelli etmiştir: Bir tenkit ki hüküm etmekten ziyade

anlamaya çalışıyor, kati neticelerden, mutlak nazariyelerden, kayıt ve atikeden

vazgeçerek bütün vazifesini izah ve tefsire hasrediyor.

Madam Dustaol ‘Almanya’ namındaki eserini bu usul-ı tenkide riayetle tertip

eder. Alman edebiyatını bu alet ile tetkik ve tavzih eyler. O zaman kadar Fransızların

Alman edebiyatını pek haksız olarak zevksiz felsefelerini mecnunane diye yâd

etmelerine tariz ile bunun hiç doğru olmadığını gösterir, Avrupa’nın en mütefekkir

adamları olan Almanların edebiyat ve felsefesi için der ki:

“Bir edebiyat bizim kavaidimize muvaffak olmayarak teşekkül etmiş olabilir.

Birtakım yeni fikirler görülür ki bizim içim gariptir. Birçok yerlerde kendilerinden

ayrılırız; fakat bunlar hakkında rastgele hüküm vereceğimize esbabını arayalım.

Bilirim ki her yerde akıl ve hüsn birdir fikrini besleyen adamlar vardır, bu doğru ise

de o iki kuvvetin her yerde ayrı ayrı ifade-i hâl ettiğini de unutmamalı. Đnsanların her

memlekette iki gözü, bir burnu, bir ağzı varsa da mecmu azâ-yı vechiyelerinden

teşekkül eden melahatlar her memlekette başka türlü telakki edilir. Burada güzel olan

Page 303: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

285

şarkta öyle addedilmez, nitekim bir şark güzeli de Çin’de aynı telakiye duçar olur.

Mademki tabiat bu kadar mütehaliftir, âdetin, yani kararsızlığın elinde bulunan

sanayi nasıl umumi ve daimi kavanine rapt ederiz? Bu sanayi hakkında vüsatli bir

vukuf hâsıl etmek istersek bunları muhtelif mesleklerin nasıl vücuda getirdiklerini

tetkik etmemiz iktiza eder. Trajedinin ne olduğunu bilmek için klasiklerin yaptığı

gibi yalnız eski Yunan hikâyenüvislerini okumak elvermez. Daha büyük güzellikler

bulma için her menbaya müracaat etmeliyiz. Đngilizler, Almanlar bizim gibi

kudemayı taklit etmedikleri hâlde daha başta güzelliği haiz eserler vücuda

getirmişlerdir. Bunlara imtisal edelim. ”

Madam Dustaol, böylece ecnebi edebiyatlarında Fransızların lakayıt

kalmadıklarından, hissetmediklerinden dolayı duçar-ı hâl olmayacak güzellikler

bulunabileceğini söyleyerek bunları tanımak lazım olduğunu iddiada devam eyler:

“Fransız milleti Romalıları taklit ederek klasik şiire temayül ederken

Đngilizler romantik şiiri sevip bu meslekte vücuda getirdikleri eserlerle iftihar

ediyorlar. Ben burada bunların hangisi mercih olduğunu tetkik etmeyeceğim bu zevk

ihtilafının öyle tesadüfî esbaba inhisar etmeyip kuvve-i müfekkire ve muhayyilenin

ta esasına teallük olduğunu göstersem oluverir. ”

Madam Dustaol bu eserinde ispat eder ki tenkidin mevzuu değişmiştir; artık

eserleri kendileri için değil mahsül-i tabiisi bulundukları medeniyetlerle olan

münasebetlerine göre telakki etmek, daha umumi bir ifade ile edebiyatı heyet-i

içtimaiyenin ifade-i ahvali addeylemek lazımdır.

Madam Dustaol ile beraber Şatobiryan on dokuzuncu asrın bu ilk edibi de

tenkide müteallik yazdığı eserlerde serd ettiği efkâr ve mülahaza felsefe-i sanatın

terakkisine hizmet etmiştir. Đngiliz şâiri milletinin eser-i meşhurunu tercüme ile buna

Đngiliz edebiyatına dair ilave ettiği uzun bir mukaddime ve diğer bir eserinin kısm-ı

mahsusundaki mütalaat tenkit hakkındaki asarını teşkil eder. Şatobiryan Madam

Dustaol ile bazı nakad-ı saliyede tehalüfleri görülmekle beraber esasen ikisi de aynı

nokta-i nazara teveccüh ederler. Bundan başka Şatobiryan büyük bir edip olup

eserleriyle de celb-i kulup ederek efkârını hüsn-i kabul ettirir. Bu iki edip şu

Page 304: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

286

noktalarda müahede ederler: Her heyet-i içtimaiyenin ayrı bir edebiyatı olur, şimdiye

kadar sanat haricinde bırakılan dini ihmal etmeyip oradan ilham aramalıdır. Artık

harekât-ı Yunaniye lüzum kalmamıştır ve herkes kendi ruhunu yazmalıdır.

Bir kere bu esas kurulduktan sonra ‘Gulub’ gazetesinde tenkidat ve

münakaşat başladı. Romantikler ilk eserlerini hep o esas üzerine müdafaa ettiler.

Saint Beuve ilk tenkidatını bu gazete ile neşretti. Romantizmin bir müdafaaname

metni olan Kromvel mukaddimesi bütün Madam Dustaol ve Şatobiryan fikirleriyle

malamaldir. Bu felsefe-i edebiye ile ecnebi edebiyatlarının güzelliklerini his ve

telakkiye alışan Fransızlar Đngiliz, Alman üdebasının eserlerinden fevkalade

mütehassis oldular. Bunlara Fransızların içinde yaşadıkları müessirat-ı muhite de

ilave edilince ‘Romantik’ edebiyatın hudut ve esasiyesi meydana çıkıverir.

O sırada zuhur eden ve Madam Dustaol’ün tabiri vechile ‘asrının rengini

alan’ ilk münekkit der ki bu tahavvül-i edibi esnasındaki gürültüleri, patırtıları ve en

evvel sarf ve nahiv meselelerini bir tarafa ederek fikirleri bitaraf tetkik etmiş. Madam

Dustaol’ün umum edebiyatlar hakkında beslediği tasviri, yani bir edebiyat heyet-i

içtimaiyenin ifade-i ahvali olduğunu ispat için edebiyat-ı umumiyeyi tetkik-i niyet-i

azimesini on sekizinci asra tatbik eylemiştir. Baranet mesela Şiller’den bahsederken

Madak Dustaol’ün kullandığı ve sonra asrın nısf-ı ahirinde ‘Taine’nin kullanacağı

lisanı istiğmal ile der ki:

Maksadımız bu faciaları bizim itiyat ettiğimiz ve sevdiğimiz birtakım

kaidelere, şekillere nispet ve mukayese ederek iyi veya fena olduklarını aramak

değildir. Böyle bir imtihanda bulunmak manasız bir iştir. Bilakis Şiller’in eserleriyle

onun tabiatını mevkiini, efkârını ve kendini muhit olan ahvali tevhit eden münasebatı

taharri etmek daha faydalı olur. Bu nokta-i nazardan bakarsak tenkid-i fikr-i beşerin

terakkisini takibe, beşeriyeti tetkike daha ziyade yaklaştırılmış olur.

Bunların yapmak istedikleri şey, tenkide verme istedikleri hâl şudur: Asar-ı

edebiyeyi tahlil ederken hem müelliflerin şahıslarını, hem muhit-i içtimaiyelerini

tetbi etmek. Đşte Romantiz bu alicenabane müdekkikane tetbiatın taht-ı himayesinde

teşekkül etmiştir. Edebiyat ‘bir heyet-i içtimaiyenin ifade-i ahvalidir’ demek daima

Page 305: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

287

değişir demektir. Fransızların heyet-i içtimaiyesi o zamanın asr-ı sabıktakinden

külliyen başka olduğundan Fransa için yeni bir edebiyat zuhuru zaruri idi. Gulub

gazetesi altı sene bu fikri müdafaa etti. Bundan başka o zamanın muallimin-i edebiye

ve felsefiyesi, darü’l-fünunlarda umumi dersler veren Kozen, Gizö, Vimlen gibi

büyük hükema verdikleri felsefe ve tarih derslerinde hep bu nokta-i nazarı gözeterek

idare-i mütalaat ettiklerinden yeni fikir her tarafa intişar etti.

Bunlardan tenkide en ziyade [*] Vilmen’in hizmeti geçmiştir. Bu müellifin

başlıca eseri ‘On Sekizinci Asır Edebiyatı’dır ki tenkidin tarih-i tekâmülünce mühim

bir eserdir, adeta tenkidin bir hatvesidir.

Bunda on sekizinci asır içinde Avrupa edebiyatlarının ve birbirlerine tesir ve

tesirleri tetkik ediliyor. Birinci yenilik şu ki eserlerin izah ve tahliline yardım etmek,

bunlara can vermek için hususi ve umumi tevarihe müracaat olunuyor. O suretle

tenkit gerçekten tarihi oluyor, yani on sekizinci asır edebiyatı on sekizinci asır ahval-

i içtimaiyesiyle izah olunarak yazılıyor, sanki canlanıyor, yürüyor. Vilmen asar-ı

edebiyeyi bir sanayi-i nefisi müzesindeki tablolar gibi mensup oldukları müelliflere

sınıflara göre tasnif ile iktifa etmeyip, bir birine nasıl tesir ettiklerini, bir biriyle ne

gibi alakaları olduğunu, biri diğerini nasıl takip ettiğini yahut nasıl tekabül eyleyerek

–ihtalat etmekle beraber- nasıl birleştiklerini ve bu birleşmeden ne yolda eserler

çıktığını efkâr ve ahlakın yani tarih-i umumi-i asrın revişini takip etmekle beraber

muhtelif edebiyatların bir birine neler ilave edip sonra her edebiyat mensubu olduğu

milletin ahval-i hususiyesine göre nasıl diğerlerinden tahallüf edildiğini gösteriyor ve

bunun esbabını ayrı ayrı tayin ve izah ediyordu.

Vilmen’in bu eserinde on sekizinci asrın yalnız tarih-i edebiyatı değil esas

fikiri görülür. Bu münekkidin tenkide hizmeti tenkide tarihin dahil olmasıdır. Onun

nazırında edebiyat bizzat fikr-i beşerden ibarettir. Kavaide manalar vermekle, hüsn-i

tebliğ temasını tanımakla, mefkûre ile ihtisasatın terekesi arasında aramakla meşgul

olmayarak, bunları tetkikat-ı edebiyeye birer alet makamında kullanarak hepsinden

bir takım malumat-ı tarihiye almak yahut edebiyetı bir fenn-i içtimai derecesine

çıkarmak ister. Muharrirlerin zamana, zamanın muharrirlere nasıl tesir ettiğini izah

eder; bir eseri muharririn tercüme-i hâlini anlatır. Çünkü bir milletin edebiyatını

Page 306: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

288

anlamak için o milletin tarih-i lüzum-ı tetkik ise bir eseri anlamak için de muharririn

tarih-i hayatı, yani tercüme-i hâli öylece malum olmak lazım geldiğine kaildir. Onun

için tarih-i edebiyat, tarih-i umum-ı medeniyettir.

Asrın iptidasından bir rubuna karip bir müddet zarfındaki bu içtihadat

neticesinde anlaşılır ki: Asar-ı edebiyenin siyasi, içtimai birçok ahvali ve harici

tesirat ve amal ile pek sıkı rabıtaları, adeta alakaları vardır. Artık müspettir ki eser-i

edebî evvela muharririni, sonra onu takdir edenleri gösterir. Bunları göstermek

demek mensup oldukları zamanı göstermek demektir. Keza bir eser-i edebî bir

zamana delalet ettiği gibi tarih-i sanat ve efkârın büyük bir anını da irae edebilir.

Hâsılı bir edebiyat, bir heyet-i içtimaiyenin ifade-i ahvalidir.

Mehmet Rauf

SF, Nu. 376, s. 186-189

Page 307: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

289

TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 6

-On Dokuzuncu Asır Đkinci Devir

1830 – 1865

Saint-Beuve[1]174

On dokuzuncu asra birkaç kere asr-ı tarih ve tenkit denilmesinin sebebi şudur

ki: Temaşa, hikâye, şiir, asar-ı sabıkada bir derece mevcut ve müterakki olmakla

beraber o vakte kadar hemen mevcut olmayan tarih ve tenkidin bugün vasıl olduğu

derce-i terakki ancak bu asırda husüle gelmiştir. Görüldüğü ve daha da görülüp

anlaşılacağı üzere tenkidin ne olduğundan kendi de haberdar olmayarak bu asra

kadar bir manasızlık, bir miskinlik de gelmiş ancak nefha-i füyuzat-ı asır önünde ne

olduğunu anlayıp terakkiye başlamıştır. Bu işte muaveneti görülenlerin biri ve belki

birincisi Şarl Ogüstin Saint-Beuve’dir ki asarı atmış, atmışbeş cilde baliğ oluyor.

Kendisi 65 yaşında ölmüşken eserlerinde bir defa tekrar görülememiş, buna mukabil

birbirine münakız fikirlerine tesadüf edilmiştir ki bu da fikrinin daima yenileştiğini

gösterir. Saint-Beuve’nin en birinci hâl-i mümeyyizi budur. Birbirine hiç

benzemeyen birkaç tabiattan mürekkep bir adamdır. Saint-Beuve kadar tabiat-ı

esasiyesi ele geçmez bir muharrire nadiren rast gelinir. Kendisi bile eserlerinin

ötesinde birisinde kendinden bahsederken daima mütehalif reyler vermiştir.

Fevkalade müteveddel, adeta bukalemun gibi bir mahlûktur ki her nokta-i nazardan

başka bir zevk alarak onu tercih eder görünür. Şu hâlde kendisinin tedkik için de her

rengine göre bir nokta-i nazara tabi olup uğraşmalı, kendisinin diğer muharrirlere

yaptığı gibi serseriyane, karmakarışık beyan-ı müşahedat etmeli. Saint-Beuve’den

bahsederken umumi bir nazardan bakıp, bir tabiat-ı esasiye ile alıp da diğerlerini ona

göre tadat ve beyan etmek mümkün olamaz. Mumaileyh tedkik eden muharrirlerin

eserleri buna delildir. Bu eserlerin hepsi de mevzuları olan zat gibi birbirini nakz

eder efkâr ve mülahazat ile malidir.

174 [1] Emile Faguet: Revue de Paris, 1897 fevrier Brunetiere: Evolution de la critique, Lanson: Histoire de la Lettre, Française, Pellissier: Mouvement lit. Du XIX e siecle Emile Zola: Documents Litteraires, Roman experimental Emile Hennequin: La critique sicientifique

Page 308: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

290

Saint-Beuve’nin tenkidatı yalnız asar-ı edebiyeye inhisar etmez, bilumum

asar-ı fikriyeye şamildir. Edebi, siyasi, felsefi, dini, tarihi, fenni ve bedii ne kadar

eser intişar etmiş ise hepsi hakkında tetkikatı vardır. Bu tetkikat o asarın intişarı

münasebetiyle mevzularına dair münekkidin kıymetli, vasi, dakik müşahedatından

ibarettir. Saint-Beuve’un meşgul olmasına üç mektup yazmış bir adam bile kâfi

olurdu. Çünkü o münasebetle o adama, yaşadığı zamana ait hususi hatıratı, tetbiat-ı

kesiresiyle ele geçirdiği malumatı esas tetkik eder. O eserden bahsederken kendisi

kıymetli bir eser meydana getirirdi. Bundan başka eserlerini okuyanlar için meshur

olmamak, letafet-i üslubuna, cazibe-i tenkidine, mütalaatındaki müşkaflığına en

büyük kusurları ihtar ederken –sanki bir meziyetten bahsediyormuş gibi- gösterdiği

nevazişe hayran olmamak kabil değildir.

Saint-Beuve tenkide ilk başladığı zaman ‘Vilmen’in eserine iktifa eder gibi

göründü. Bu, tenkidi tarihe bağlamak, tarihe müncir kılmak idi. Vilmen belli başlı

birkaç hareket-i edebiye ile mutazırları olan vaka-yı içtimaiye arasında birtakım

münasebat aramış, bulmuştu. Saint-Beuve daha ileri giderek daha gizli, daha kuvvetli

tevafuklar buldu. Vilmen bir devre-i vasıanın cihad-ı vasiası, hudud-ı umumiyesi ile

meşgul olmuş, bu vasıa-i hutut arasında ifrat teferruat nim müphem içinde

bıdakılmıştı. Hâlbuki eserlerin en ziyade merbut oldukları şey heyet-i içtimaiyeden

evvel ifrattır. Bunun için Saint-Beuve efrada rabt-ı dikkat etmiş, böylece tenkide

daha büyük bir nispet getirmiş, bir eser-i edebiyede Vilmen’in yaptığı gibi bir heyet-i

içtimaiyenin değil bir mizacın ifade-i ahvalini aramıştır. Eserler hakkındaki tetkikat

ve müşahedatı insanlar hakkında tetkikat ve müşahedat demektir. Böylece tenkit

ettiği adamı diriltir, göz önüne getirir, hakikatte ne ise onu bulmaya çalışır. Nasıl

tenemmü ettiğini, menşei bulmak için terbiyesini, rabıtalarını, hayat-ı mahrumane ve

ehliyesini, fikir ve tabiatının teşekkülünü, tekemmülünü, tedennisini araştırır.

Bunlardan sonra Vilmen’in usulüne müracaat eder. Bütün bu istikşafat neticesinde

müellif meydana çıkınca eser de zahir olur. Anlarsınız ki bu eser o müellifindir. Bu

eserin medeniyet-i umumiyenin malum ve maruf bir cereyanına merbut olduğu da

sonra görülür.

Page 309: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

291

Bunun içindir ki Saint-Beuve’nin tenkidatı ‘ruhların tercüme-i hâl’inden

başka bir şey değildir.

Bunu daha tevzih ve tamim için edvar-ı tenkidini görelim. [2]175 Bu edvarın

birincisi 1824’ten 1837’ye kadar devam eder. Bu devre ait eserleri ‘tesavir-i edebiye’

ve ‘tesavir-i asriye’dir. Tenkit kendisi için henüz hesabat-ı şahsiyesinin bir

ruznamesinden ibarettir. Kendisi ise Romantizm mesleğine mütemayil olduğundan

hep tercih ettiği Romantik üdebadır. Öyle olduğu hâlde de görülür ki eserlerin

kusuruyla meşgul olup hükümler vereceğine şerait-i husulünü anlamayı merak eder.

Yani tenkidi sırf şahsi yavaş yavaş ‘tenkid-i ruhi’ denilen ve maksadı muharirleri ve

nasıl yaşadıklarını aramaktan ibaret olan usul-i tenkide meyil gösterir. Eserleri ve

muharirlerini sanki teşrih eder.

Đkinci devir 1837’den 1850 senesine kadar olanıdır ki Saint-Beuve’un

muhallidat-ı ciddiye-i edebiyeden olan ‘Purruvayal’ unvanlı eseriyle ‘Şatobiryan ve

Cemiyet-i Edebiyesi’ namındaki telifi bu devrin mahsuludür. Bu zamanda Saint-

Beuve Romantizmden intikal etmiş, ‘hisseden tenkit yerine ‘izah’ eden tenkit kaim

olmuştur. Bunun için tarihi daha doğru daha sahih olarak tetkik eylemiştir. Bu devre

ait tenkidatın da eserleri tetkik, hissiyatı tahlil, fikirleri takdir gibi üç mühim işin bir

elde idare edildiği görülür.

Bundan sonra üçüncü devir hulül eder ki 1870 senesine kadar devam eder. Bu

senelerde Saint-Beuve ceraid-i mühime-i yevmiyeden birine her pazartesi bir

musahabe verir. On beş ciltlik ‘Pazartesi Musahebatı’ ile on üç ciltlik ‘Yeni

Musahebat’ namı eserlerin bu devre-i sayin semeratıdır. Lakin bu devirde Saint-

Beuve Fransız edebiyatınında kazandığı mevki-i mühimi galiba biraz suistimal

ederek bazı haksızlıklarda bulundu. Hiçbir lisanda, hiçbir münekkit hüküm

sürmemiştir. Fransızlar kendisine ‘münekkitlerin prensi’ derlerdi. Kendisinden sonra

yetişen bütün münekkitlerin emelleri onun mevkiine yetişmektir. Fakat o paye-i refiğ

henüz kimseye verilmemiştir. Đşte Saint-Beuve bu nüfuzunu eski infiallerin,

kıskançlıkların acısını çıkarmak için kullanmış; Balzac, Möse hakkında bazı

haksızlıkları görülmüştür. Maheza şu müsellemdir ki asrın ve belki cihan-ı edibin,

175 [2] Brunetiere: Manue de la litterature Française

Page 310: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

292

bütün manasıyla münekkid-i edebî ünvanına en ziyade kesb-i istihkak eden,

vazifesini en ziyade nasfet ile ifaya çalışan yine Saint-Beuve’dir.

Saint-Beuve’un nazarında tenkidin ne demek olduğunu, bunu ne gibi bir usül

ile icra ettiğini tayin etmek kadar güç bir şey olamaz. Hiçbir usül yoktur yahut her

usulü hüsün kabul eder. Maneza pek umumi bir nazarla bakınca bir usul-i umumisi

bulunabiliyor ki bunu da şöyle izah ediyorlar:

Saint-Beuve bir adamı tenkit etmek için birinci derecede tercüme-i hâlini

lazım görür. Bunun için muhaberatı, muhaveratı, efkârı, ahlak ve tebayie müteallik

bazı tafsilatı, hâsılı büyük muharirlerin mükemmel teracim-i ahvalini ister. Nazarında

en kıymetli şeyler bunlardır.

Bu vasıtalarla büyük adamları alıp on beş gün bir yere kapanırsanız, tetkik

ederseniz, evirir çevirirseniz, isticvap eylerseniz, keyfinize göre eler şekil ve hâle

koyarsanız; hudud-ı müpheme birer birer yerine gelir. Elegeçirmek istediğiniz

simaya toplanır. Yeknazarda müphem, mücerret, umumi gördüğünüz insanın yerine

şimdi derece derece gerçek, kati bir şahsiyet, gittikçe tekrar eden hem de sıhhatle

tefekkür eden bir şahsiyet kaim olur. Müşabehetın doğuşunu gelişini görürseniz ve o

adama mahsus hâli, ona mahsus tebessümü, alında tek tük saçlar altında gizli kalan

elim çizgiyi keşfettiğiniz zaman tahlil ve teşrih bitip tasvir başlarsınız söz söylemeye,

yaşamaya… Artık muharriri buldunuz demektir. ’

Đşte Saint-Beuve kendini bu son sözde yaşatmıştır. Tenkide yalnız tercüme-i

hâlin değil, tasvirin duhulü bu münekkidin himmeti sayesindedir.

Bir kere bunun ne olduğunu anlamaya çalışalım. Muharirin teşrihi, fizyolojisi,

psikolojisi [ yani hayatı, ruhu ] ne demek olduğunu sonra bunun tenkide nasıl

girdiğini, onu nasıl canlandırdığını sonra nasıl tevsi ve nihayetinde tebdil ettiğini

görelim.

Muharririn teşrihi, cismani olarak kendisini göz önüne getirmek demektir. Đri,

uzun boylu, mütenasip ve mütevazen mi yoksa cılız eğri büğrü biçimsiz bir şey mi bu

ahval-i cismaniyenin yazılarında bir eseri görülür mü? Mesela aynı zamanda

Page 311: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

293

yaşamış, aynı umumi terbiyeyi almış, aynı zamanda eser yazmış, ikisi de sanatında

muvaffak olmuş iki muharririn bu mütehalif esbab-ı cismaniyeden dolayı eserlerinde

fark bulunur mu, bulunmaz mı? ‘Muharririn teşrihi’ demek işte bunları bulup

göstermektir.

Fizyolojisine gelince bu teşrihten daha ileri gider, daha mütecesis davranır, az

buçuk malumatla iktifa etmez. Muharririn mizacı, sıhhati nasılmış, bunu arar. Yahut

o mizacı teşkil eden ne imiş? Faraza başka başka iki vilayete mensup iki muharriri

iyice tanımak, miskat-i restlerinin teneffüs ettikleri havanın kendilerine ne tesiri

olduğunu anlamak için o vilayetleri şehirleri, tetkik eder. Sonra bunların ailelerini,

ecdatlarını, peder ve validelerini, zevce ve evlatlarını iyice tanımaya, nasıl

yaşadıklarını öğrenmeye çalışır. Mesela biri büyük bir zengin olur da diğeri sefalet

içinde emrar-ı hayat eder; birçok ahval altında ezilir, belki bu hâller olmasa

yazmayacağı bir eseri bu esbap ile yazar.

Đşte burada psikoloji başlar. Bu muharrir nasıl düşünmüştü? Aşk, din, mevt

hakkında ne gibi fikirlere malikti? Sanatı nasıl görürdü? Havayic ve ezvak-ı adiye-i

beşeriye hakkındaki telakkiyatı ne yolda idi?

Bu suallerin böyle ila gayr-ı nihaye teselsil edeceği ve tadat edeceği pek

kolay anlaşılır ve bu usül ile bir muharririn eserini tetkik için birkaç sene uğraşmak

lazım gelir. Buna mukabil tenkidin elinden de bir şey kurtulmaz olur. Nokta-i nazar

büyüdükçe büyür. Ufuklar kesb-i vesait eder. Böylece mesela büyük bir muharriri bir

Voltaire’yi tetkik etmek, bütün malumat-ı beşeriye hakkında devir eylemek demektir.

Görülüyor ki Saint-Beuve teşrihi, hayatı, ruhi bir tenkitle meşgul olmuştur.

Bunun için her şeyi merak ederek her şeyde ifrat ederek, eserler arasında serseri

serseri dolaşarak arar, arar. Her şeyi öğrenmek her şeyi anlamak, her nokta-i

nazardan başka zevk almak isteyerek uğraşır, uğraşır. Bu dehşetli meşgale ile

pençeleşir ve galip olur. Tenkidinin bir kusuru varsa tetkikatına bir netice

vermemesidir. Çünkü o neticeyi vermek o kadar vesaik ve şeraite muhtaçtır ki

bunların hepsini elegeçirmek muhaldir. Ya tetkik olunan adamın hayatına, ruhuna

dair lazım gelen tetkikat tamam değildir de, bir meçhul birden bire meydana çıkıp

Page 312: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

294

nokta-i nazarı külliyen tebdil ederse… Bunun Saint-Beuve evvela birçok tecrübeler,

tetkiklerle uğraşır ve bunları karma karışık yapar. Bir nokta-i harekette olmadığından

muayyen bir tarik-i tetkiki de yoktur. Tetkikat arasında serseriyane cevelan eder.

Lakin ‘Purrevayal’da yedinci asır üdebasından bir zümrenin tarihçe-i hayatı

olan bu büyük eserde kudret-i tenkidiyesi derece-i kemaline varmıştır. O zaman bir

hüküm elde eder ki o da tarif ve tavsifiyle uğraştığı muharrirlerin yani fikirlerin bazı

cihetlerden bir aile efradı arasındaki garabetler nevinden münasebetleri

bulunduğudur. Bu mülahaza ile ulum -ı tabiyede olduğu gibi ‘fikirlerin de aileleri

vardır’ nazariyesini ortaya kor. Bu mülahazaya göre ailelerde bir silsile-i meratip

olduğu gibi fikirler, yani muharrirler arasında da bir silsile-i meratip bulunmak

zaruridir. Đşte Saint-Beuve bugünden itibaren sul-i tenkidine kemâlen temellük

ederek musahebat-ı esbuiyesine başlar.

Eski ve yeni bütün usül-i müttehizesi birlikte olarak esas fikri şudur: Simalar

arasında olduğu gibi fikirler arasında da uzak yakın bazı meşabehetler, bazı

tehalüfler vardır. Tenkidin birinci işi bunları aramak, bulmak ve kati olarak

göstermektir. Bunu yapmak için de ulum -ı tabiiye ulemasının kullandığı usülü

kullanmalıdır. Yani asar-ı edebiyeyi onların nebatat ve hayvanatı tetkik ettikleri

yolda tetkik etmelidir.

‘Pazartesi Musahebatı’ bir büyük monografi koleksiyonudur. Saint-Beuve

yirmi sene buna hasr-ı vücut ve mesai eylemiştir ve tarih-i tabiide cari olan usül-i

tetkikatın tenkitte dahi cereyanı lazım geleceği fikrini ortaya koymakla usül-i

muahezeyi külliyen değiştirmiş, adeta tecdit ve tesis eylemiştir.

Mehmet Rauf

SF, Nu. 377, s. 202-205

Page 313: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

295

TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 7

-XIX. Asır Đkinci Devre

1830-1865

Sainte Beuve

Geçen nüshada hülasa ettiğimiz usül-i tenkit, mademki ulum -ı tabiiyeye

tatbiken ve onun ianesiyle vücut bulmuştur, fenni bir usül demektir. Tenkidin fenni

olmasına Sainte Beuve kadar kimse itiraz etmemiştir. Taine, Renan gibi malumat-ı

fenniyeleri daha vasi daha müessis olan hükema müehhiran bir usülü alarak kanun-ı

hazıranın muavenetiyle sırf fenni tarz-ı tenkidi tesis ettikleri zaman Sainte Beuve

bunun hiçbir vakitte kabulü mümkün olmayacağını ispat için pek çok uğraşmış,

tenkitte nokta-i nazar-ı edebiyeyi ihmal ile edebiyatın felsefe veya tarihe bir alet imiş

gibi kullanılmasını, eserlerin bizde mucep oldukları haz ve heyecan derecesiyle

muhakeme etmeyip sırf birer vesika-i beşeriye diye telakki edilmesini ret için pek

çok yorulmuştur.

Bu sebeple Sainte Beuve’nin usülü olmak üzere geçen hafta tafsil ettiğimiz

nazariyat-ı edebiye kendi tarafından kabul ve tasdik edilmiş şeyler değildir. Bu usül-i

asar-ı tenkidiyesi arasından bulup çıkarmak isteyenler fevkalade müşkilata uğrarlar.

Zahirde kendisini katiyet-i fenniye kadar ürküten bir şey yoktur. O sadece bir sahib-i

zevk-i selim, bir edip olduğundan eserleri hep o nokta-i nazardan muhakeme etmek

ister. Diğer tarftan son derece zeki ve mütecessis olması nazar-ı dehası önünde nim-i

meşkuf bazı hakayıkı ara sıra kayıt ve işaret etmesine sebep olur.

Bununla beraber fizyolojiye bir meyli olduğu yine tenkidatından anlaşılır.

Kendi iddiası vechiyle tenkide ithal ettiği şey şiirle beraber biraz da fizyolojidir.

Kendisine “tarih-i tabii, efkâr-ı âlimi” ve eserlerine “bir tarih-i tabii” namını vererek

daha 1840 senesinde sahih ve canlı tenkitler yapmak için fizyoloji ve cerrahiye

müracaatın zaruri olduğunu beyan etmiş, mahsulât-ı edebiyede muharririn mizacına,

ahval-i infialiyesine, sıhhat veya maraz-ı bedenine pek ziyade merak ve riayet

edilmişse de kendisi kati olarak kaderiyyundan olmadığı için bu ahval ve şeraitin

bizzat her şeyi izah edemeyeceğine irade-i cüziyenin dâhil-i külliyesi olan bu

Page 314: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

296

hususlarda tenkidi fen gibi telakki ile fikirleri de fenle muayene ve tetkik etmenin

faydası olmayacağına, hâsılı her eser-i muahezede aynı katiyyet-i fenniyeye

müracaat edip neticesinde aynı sıhhati iktisap etmek mümkün olmadığına itikatta

devam etmiştir.

Diğer cihetten, vakıa Sainte Beuve tenkitte tarihe ehemmiyet verilmek

lüzumundan pek erken bahsetmiş, asar-ı kalemiyenin bir ziyafet halkının yiyip de iyi

fena buldukları meyve gibi telakkisine razı olmamıştır. Lakin usülü merak ettiği şey

muharirin bizzat tabiatı, bizzat hususiyetidir. O bir müverrih olmaktan ziyade bir

teracim ahval-i muharriridir ki tarihe, felsefeden ziyade ilm-i ahlak nokta-i

nazarından bakar. Fenni münekkitler gibi vasi bir nazariyenin sübutuna hizmet etmiş

olmak kaydında bulunmaz. Serd-i nazarbaht pek umumi şey olduğundan ona mucep

su-i zan gelir. Hâlbuki bütün tenkit fenni erbabı kendisini üstat tanıyıp mesleklerinin

esasını onun eserlerinden istihrac etmişlerdir. Böylece insan bazen istemeyerek

cereyan-ı edebiye sebep oluyor. Sainte Beuve tetkik ettiği fikirlerin, hünerlerin

muhtelif ailelerini tersim için destur bile aramamış, bu hususta ne kadar teenni

edilirse o kadar iyi olduğunu tekrar ederek sade tasvirle meşgul olmuştur. Đşte Sainte

Beuve’nin hususiyeti budur. O sade tasvir yapar. Hayvanat ve nebatat ilimlerinde

taksim-i ailata dair cari olan intizamın günün birinde mahsulât-ı fikriye için

mümkünel tıpk olabilmesinden daima ümitvar olarak enva-ı ihtiyat ve itina ile son

derece nazik birçok unsur ile malamal tercüme-i haller yaparak, yalnız bu vasıta ile

tasnifat-ı müstakbeleye yardım eder.

Eserler hakkında beyan-ı rey ederken bunları birer ve vesika-i tarihiye 176

olarak telakki ile iktifa etmeyip mucep oldukları huzuzat ve tesirat-ı rakika ve

maneviyeyi de şayan-ı ehemmiyet görür. Âlem-i tenkitte sarf ve nahiv hocalığından

en evvel teknefis eden odur. Ve ibtida tanınacak şey insan olup muharrire sonra

nüfuz kabil olduğunu o göstermiştir. Onun fikrince evvela vasıtayı elde ederek

muharriri kendi memleketinde kendi cinsi arasında mütalaa ve tetkik etmek hatta en

ufak tafsilatıyla sahib-i eserin fizyolojisini gösterebilmek, sıhhat veya maraz-ı bedeni

176 Görüleceği üzere Taine için bir eserin kıymeti bir vesika-i tarihiye olmaktan ibarettir.

Page 315: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

297

– Çünkü bunlar muharririn ahlak ve marifetine büyük bir tesiri vardır- anlatmak

lazım gelir.

Eserlerde prestij edilecek bir kahramandan ziyade hakiki adam görmek ister.

“Eserlerde ancak tanınacak derecede insanlar yerine gerçekten insan görmeyecek

miyiz?” diyen odur. Bakınız daha ne diyor:

Ekser adamlar hakikati, yani insanı teşkil eden iyiliklerin, fenalıkların,

meziyetlerin, nakısaların mecmua-yı gayr mertebesini sevmezler. Onlara sevecek

adam lazımdır. Bir kahraman, yekrenk bir adam, ya iblis ya melek177 lazımdır. Yalan

söylemeyen bir ayinenin kendilerine alnıyla, rengiyle, ergenlikleriyle bir sima

göstermesi fikirlerini harap eder. Bilmem ki sanat tabiat-ı beşeriyenin çehre-i

hakikatle gösterilmesinden neden kaçmalı? Bu tabiatı anı kasıt değiştirmek, ondan

unatmak ne için?

Sainte Beuve’ye göre eserler birer üslup parçasından ibaret olmayıp bir

adamın mahsül-i fikri olmak üzere telakki edilmelidir. Binaenaleyh onda tahlil

edilmek lazım gelen bir mizaçtır. Bu vasıta ile müessirden esere geçilir. Ve bu

müessiri anlamak için münekkit elinden geleni yapar. O zaman da yaşamışlardan

berhayat olanlar varsa gidip kendilerinden muharrire dair malumat alır. Vereceği

hükmü de ancak o muharririn mizacı, içinde yaşadığı halk ve zamanın ahvali

hakkında bir şüphesi kalmayacak kadar istihsal-i hakikat ettikten sonra verir. Yani

hiç vermez. Yanlış bir hüküm vermekten korkarak: ”Hiçbir zaman insan bir muharir

hakkında lazımı kadar malumat alıp onu iyice tanımaz. ” diye bu hükmü vermekte

bin türlü vesveselere düşer. Nihayet belki de bir hüküm verir, fakat öyle şuhluklarla

belki hiç farkında olmazsınız.

Maheza Sainte Beuve, bir birini nakıs eden ahvalin arasında, o da bazen

tenkidi bir alet-i tashih, edilen hatalar için parmaklara vurulan bir değnek gibi

kullanmış, Boalo’nun, Laharp’in usülünden külliyen tecrit-i nefs edemeyerek

Romantizm zamanında bir Boalo olamadığına daima esef etmiş, zevk-i selim namına

idare-i efkâr ile bu noktadan hükümler de vermiştir. Yalnız kendisi gayet zarif ve

177 Romantiklerre, hususiyle Hugo’ya itiraz olacak.

Page 316: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

298

nükteperver olduğundan o hükümleri iphamlar, şuhluklar altında gizlemiş,

süslemiştir. Bir nevazişe benzeyen tarizleri vardır. Pek şiddetli bir hüküm vermek

lazım gelince hemen bir hikâye uydurur, o hikâyeyi dinlerseniz, eğer dikkat

etmişseniz hüküm o hikâyenin neticesinde verilmiştir. Kendisindeki müdekkik-i

hakikat ve âşık-ı hakikat istediği kadar malumat-ı ciddiyeyi toplayınca mevkiini

zevk-i selime terk eder. Bu hükümler elbette o zaman verilir. Elbette o zaman Sainte

Beuve söyler gibi görünmeksizin her şeyi söylemek için şayan-ı hayret kadınlıklar

gösterir.

Birinci derecede zineti, letafeti, teraveti tercih eder. Mesela Madan

Bovary178yi o zaman tesis eden meslek-i hakikiyyun müntesibinin serfirazı olan

Flober’in bu büyük ve mühim romanın tarif ve takdir ederken müellifin kudret-i

tasvir ve tahliline ait birçok tahassünlerden sonra süslenmesi lazım gelen bazı

yerlerde kabalıklar bulunmasından şikâyet eder. Neomma’nın âşıkları ister ki daha

nazik olsun. Bernard Dösen Piyer le Jorsan tabiatı güzelleştirdikleri hâlde Flober’in

Normandiya’yı olduğu gibi tasvir etmesini bir kusur addeyler. Concourtların

gerçekleri niçin aradıkları için darılır, yeri varken eseri niçin zinetten, selim ve latif

heyecandan mahrum etmeli, der. Bir yerde de şöyle yazar:

Mademki her şeyi söyledim yarı yolda kalmak istemem lazım gelirse

muasırlarımın nazarında kendimi bütün bütün mahvedeceğim. Evet, zevk-i selim

hususunda, itiraf ederim ki zaafım vardır. Latif olan şeyleri sever ve tercih eylerim.

Balzac, Rousseau, Vinei hakkında reva gördüğü bütün haksızlıklar Saint

Beuve bu kusur dediği şeylerden ziyade mahkûm eder. Nasıl olur da kendisinin

yapmak istediği şeyi hikâyede yapar. Yani o zamana kadar romancılar bir hikâyede

eşhas ve vakıaya ait ahvali bir muharririn eseri gibi telakki ederek sırf onlarla meşgul

olmuş iken bu vakaları anlamak için sahiplerini tahlil ve teşrih eden Sainte

Beuve’nin tenkitte kullandığı fizyolojiyi hikâyede istimal eden Balzac, asrın bu en

büyük hikâyenüvisi179 Şarol dö Bernar gibi eserleriyle ismi yalnız tabiatın köhne

sahnesinde görülen unutulmuş bir muharrirle yahut Ojon Sö gibi Frederich Sölye gibi

178 Sainte Beuve :causerie de lundi , leme XIII 179 Sainte Beuve:Causeries de lundi, tome II

Page 317: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

299

muharrirlerle hemayar tutulur. Sainte Beuve, Stendhal hakkında gösterilen fevkalade

takdir ve prestiji de anlamadığını, kendisini tekrar tekrar okuduğu iyice tanıdığı hâlde

bu derece alkışlara layık bir nokta göremediğini tekrar eder. 180 Son zamanlarda artık

yavaş yavaş tesis eden meslek-i hakikiyyuna 181 Standal ve Balzac’ın reis

addedilmelerini de anlayamaz.

Şimdi tekrar hülasa etmek isteyerek deriz ki Sainte Beuve’nin bütün bu

tenakuzlar bu serseri itiraflar arasıda kaybolmuş olan usül-i tenkidi şudur:

Asarını muaheze edeceği muharriri anlamak için onun doğduğu memleketi,

mensup olduğu ırkı, ecdat ve eslafını eğer bu mümkün olmazsa akrabasını, hele

validesini, hemşirelerini, biraderlerini çocuklarını hâsılı muharririn esas hilkat ve

tabiatı daha üryan ve basit olarak gösteren o silsile-i efradını ele alır.

Sonra terbiye babı gelir. Burada tayin edilmesi lazım nokta ilk muhittir.

Muharrir sanatın henüz teşekkülü zamanında dost ve refik olarak kesimleri

tanımıştır. Onu arar. Böyle sanatın ilk avam-ı zuhurunda tetkik edilen muharir bütün

meziyet-i hakikiyesiyle bütün yeniliğiyle nazarda ayan olur. Şayan-ı dikkat bir an

daha varsa o da muharririn sanatı bozulmaya inhisaf etmeye başladığı zamandır ki

muharrirler bu zamanda ya titizleşirler, huşunet peyda ederler yahut gevşeyerek

kendilerini cereyan-ı hayata terk ederler. Yahut büsbütün sertleşirler, anif olurlar.

Hâsılı bir muhariri anlamak için ne kadar çok uğraşılırsa o kadar iyiyidir.

Onun hakkında birçok şeyler sormalı. Bu sualler esasa ne kadar yabancı gelirse

gelsin yine iradından fer’i olmamalı, diyen ahlak hakkında ne fikri vardı? Tabiata

karşı ne derece mütehassıstı, kadınlara dair ne düşünürdü? Para hakkında, zengin

miydi, fakir miydi? Tarz-ı tadi ve maişeti ne idi? Ne gibi şeylere karşı zaafı ne gibi

iptilası vardı?

Bundan sonra meşayan-ı dikkat muharriri beğenen ahlakı ile şakirtleri

mukadderleri yahut bilakis sevmeyenleri, düşmanlarıdır.

180 Đbid. Tome XIII 181 Đbid. Tome IX

Page 318: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

300

Đşte Sainte Beuve’nin zamanlara göre değişmekle beraber hudut-ı

umumiyesinde bir ayniyet görülen usülü bundan ibarettir. Ancak onun nazarında

irade-i cezaiye insanlarda – istintac veya istidlal için- ulum -ı tabiiyenin tasnifi

hakkındaki katiyetine mani göründüğünden insanlar tetkik edilirken belki en lüzumlu

bir cihet mutlaka elden kaçacak, mahsulât-ı fikriyenin suret-i teşkili bir düstur-ı

umumi ile tevzi ve tayin edilemeycek, mesele son derece bir katiyetle

hâllonulamayacaktır.

Tenkid-i kavait muayyen bir fen olamaz. O da bir sanattır ki mahir bir

sanatkâr ister. Her meslek erbabı için nasıl bir takım mevahib-i fıtriye lazımsa bir

müdekkik-i ahlak ve efkâr için de tabii bir mevhibe lazımdır. Đşte Sainte Beuve’un en

büyük meziyet-i farikası budur. Ona göre asıl tenkit müellifin yerine geçip eseri

yazanın fikriyle okumaktır. Bunun için o fikri iyice bilmek iktiza eder. Đşte Sainte

Beuve da yalnız onu öğrenmeye çalışır. Bu sa’y esnasıda belki de bir fizyolojisttir.

Fakat eser-i tekmil okuyup da ihtisasatı söylemek sırası gelince bir edip görünür ve

bu hal bazen taharriyat-ı evveliyenin katiyetini de ihlal eder.

Sainte Beuve’u kendisinin de dediği gibi Hendin Bismara namındaki bir

kelebeğe teşbih ediyorlar ki bu mahlûk hangi çiçeğe konarsa onun rengiyle televvün

edermiş.

Sainte Beuve yorulmak bilmez bir gayret tecessüsle topladığı vesaik-i

içtimaiye dermeyan ettiği nazariyat-ı mühimme ile beraber bir usül-i kati tesisi

kaydında olmadığını müddet-i hayatında söylemişse de sonra bir başkası bu fikirleri

alıp onun atmadığı son hatveyi de atmış, kanun-ı katiyet ve kuvvetine emin ve

meftun olduğundan bunlardan bir kanun-ı umumi-i sanat tesis etmeye muvaffak

olmuştur. Bu adam edip, hekim Hippolyte Taine’dir . Taine için Sainte Beuve’un

eserleri biraz mülahazat defteridir. Bunları tanzim ile tesis ettiği o kavi ve şayan-ı

hayret usülü tenkidi ise sırf fennidir.

Mehmet Rauf

SF, Nu. 378, s. 217-219

Page 319: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

301

TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 8

-On Dokuzuncu Asır Đkinci Devir

1865-1880

HIPPOLYTE TAĐNE

Taine, üstat tanıdığı Saint Beuve’ye külliyen aksine olarak tenkidi bir fenn-i

müspet hâline getirmiştir ki esası fikr-i beşerin felsefe-i umumiyesidir. Kullandığı

usul teharri-i esbapta ulum -ı tabiiyeye mahsus tahlil-i mantıki, tatbik-i kavaninde

istidlal kuvve-i riyaziyedir.

Bu tarz-ı tenkit kendi kanaat-i felsefiyesinin tesiri olup Taine bu usulü tatbike

edebiyatın o zamana kadar malum manasına muhalif olarak hatta her cihetten teslim

edilen istidat-ı edebiyesini ret ve inkâr ile ancak ulum ve fünunun katiyetini rehber-i

fikir ve nazar ittihaz ederek başlamıştır. Kendisi tenkid-i tecdit fikrinde olmadığı

hâlde asıl maksadı olan felsefe hakkındaki tetkikat-ı nazarını bir saha-i müşahede ve

tecrübe olmak üzere edebiyata sevk etti. Şüphe yok ki Taine bir münekkit olmaktan

ziyade bir hekimdir. Onu pek iyi bilmesi lazım gelen [1]182 Paul Bourget’ye göre,

müşarünileyh Balzac ve Saint Simon hakkında yazdığı tenkidat birer eser-i nefis

olmakla beraber kendisine minkat denilirse pek doğru söylenmiş olmaz. Bu sayfaları

Saint Beuve’un aynı esaslar üzerine yazdığı şeylerle mukayese etmeli ki aralarındaki

fark görülsün. Filhakika, Saint Beuve en gayr-ı mahsus asarı ihsas için epeyce, şuh

temeyyüzler tetkiklerle meşguldür. Nokta-i nazarları çoğaltmak maksadıyla birçok

fıkralar toplar; onu işgal eden zattan, şahıstan, fertten başka bir şey değildir. Bu

müşkaf tetkikatın fevkinde hayali bir kaide-i hikmet-i bedayi hissetirir ki onunla

tenkidatına netice verir. Bizi de o neticeyi vermeye sevk eder. Hâlbuki Taine olanca

gayretiyle meseleleri basitleştirmeye çalışır. Atf-ı ehemmiyet ettiği adam onun

nazarında bir şeyi ispat ve izhar için vasıta, bahanedir. Asıl maksadı her şeye takdim

ve tercih ettiği mühim ve umumi bir hakikate tesis ve tespit etmektir; gerek tenkide

tarihe müteallik eserleri, gerek asar-ı sairesi kendisinde en çok bir meyl-i fikriye

hizmet etmiştir, o da felsedir.

182 Paul Bourget: Essais de psychologie contemporaine

Page 320: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

302

Bourget’in şu mütalaasından anlaşılır ki Taine için edebiyat ve tenkitten

maksat ancak felsefedir. Kendisi tenkid-i edebî âleminde bir hekim olmak üzere

tanınmıştır. Taine için tenkidi esasından tecdit etmedi diyen varsa da aklı ve metin

bin bir nizama rabt ettiğinde ihtilaf eden yoktur.

Asrın bedayetinde[1]183 başlayan harekât-ı edebiyede veya Vimlen birinci,

Saint Beuve ikinci adımı atmış ise Taine de üçüncü adımı atmıştır demek kâfi

olamaz; ‘Ejel’den beri Avrupa’da edebiyat ve sanayi-i nefise tarihine dair ihtimal ki

hiç kimse Taine’den daha yeni, daha kuvvetli, daha amik fikirler vermemiştir.

Kendisinden evvel havada tesis edilmek istenilen şeyleri o toprakta tahkim etmeye

çalıştı. Ve bunu tahribat-ı zamaniyeye karşı daha emin ve metin bulduğu edevat ile

yani fenden aldığı edevat ile yaptı. Kendisinden evvel nimfark edilmiş şeyleri görüp

ayırdı. Dağınık olanları topladı, rabt etti. Hepsine bir nizam verdi ve Saint Beuve’nin

sade keşif ve hissettiği ahkâmı bu hekim bir kanun altına aldı. ’

‘Fenn-i tenkit[1]184’ namı verilen bu tariki vakıa Saint Beuve, Taine’den önce

açmıştı. Taine’nin sonradan bir birine rabt ile kuvvetli bir usul hâline getirdiği bütün

nazariyat Saint Beuve’de mevcuttur. Saint Beuve bunları eserlerinde pek erkenden

tatbik etmiş fakat kavaidini ilan edeceği yerde kıskanırcasına saklamış, tenkid-i

sanatta kaiyyet-i riyaziye ona mühlik görünmüş, keskin muhakemelerden daima

ictinap etmiştir. Taine’nin hilafına olarak, kendisini en ziyade işgal eden şey her

insanda şahsiyet-i hususiyeyi tayin etmektir. O sadece tasvir-i şahsi ile uğraşır, şu

veya bu aileye mahsus münasebat-ı müşterekeyi taharriden ziyade bir çehreyi

diğerinden ayıran formları tayin etmek ister.

‘Đşte Saint Beuve ile Taine’yi yekdiğerinden ayıran nokta budur. Latin bu

tahalüfün menşeini her iki münekkidin usül-i müttehazelerinden ziyade kendilerine

has tabiat ve temayülat-ı fikriye neticesi olarak usül-i mezkureyi tarz-ı tatbiklerinde

aramak lazım gelir. ’

183 Brunetiere: Evolution de la critique 184 Pelissier: Nouveaux Essais de la lit, contemporaine

Page 321: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

303

Bu usül-i fenni ulum -ı tabiiye ile ulum -ı ahlakiye arasında hiçbir fark

görmeyerek birine ait kavanini diğerini tetkik ederken istiğmal etmekten ibarettir.

Bunda hâkim olan ‘Determinizm’ felsefesidir.

Malumdur ki ‘bir usülü vaz etmek’ tecarübün verdiği malumat-ı sahihanın

mecmuunu bir kıyas-ı mevzu ile rabt ve ikmal eylemek demektir. Şu hâlde her usül

ve vuzuh olunduğu devrin mahsulât-ı sairesine en sıkı bir rabıta ile merbuttur. Bu

usulün müessisi onu tesise çalıştığı saatte mevzu ve malum olan fünun-ı tecrübiyenin

netayic-i umumiyesini bilir ve bunları rabt ve ikmal eder.

Bugün edebiyat ile fen arasındaki ihtilaf ve irtibat bir derecededir ki

edebiyatın nerede başlayıp fenin nerede bittiği tayin kabil değildir. Edebiyat fenden,

fen edebiyattan daima istianede bulunarak biri diğerinden pek kıymetli ve saik

bulmuş diğeri öbüründen kaiyet, tamik-i ciddiyet kazanmıştır. O kadar ki birini iyi

anlamak mutlaka diğeriyle iştigale tevkif eder ve bu zaruridir. Binaenaleyh Taine’nin

usul-i tenkidine iyice ihata için o usulü idare eden felsefenin esasını tetkik etmemiz

lazım gelir. Bu felsefe Portekizli Spinoza ile on sekizinci asırda Fransa’da yetişen

filozoflardan Kondiyak’ın ve asrımız meşahir-i hükemasından Şovaris Meyl, Darvin,

Spensır gibi büyük mütefekkirlerin desatir-i hekimiyelerinden müehhez ve mahlût bir

şey olduğu cihetle bundan bahsetmek için ne kadar vukuf u tamik olduğunu ve

derece-i acizemizi bilmekle beraber –nikad-ı esasiyesini yine Taine’nin kendi

eserinden ahz etmek şartıyla- edebiyat-ı nokta-i nazarından bu bapta bazı izahatı

vermeyi zaruri gördük:

Bu felsefeye ‘Determinizm’ diyorlar, asr-ı ahirin avasıtına doğru zuhur eden

Pozitivizm meslek-i felsefiyesinin bir mahsül-i ifratı ki esası şundan ibaret, kâinatta

isabet ile neticeden başka bir şey yoktur; tahkik ve teharri-i esbap ile mevcudatın

sebeb-i yegâne ve mutlağına vüsul mümkündür.

Fransa’da[1]185 mabadı-ı asrın verdiği ümitlerin esassızlığı anlaşılmış,

edebiyatta Romantizm mağluben, sönmüş, hikmet-i bedayinin verdiği vaatler boşa

çıkmış, en büyük şâirler meyusen birer birer köşe-i sükûna çekilmiş oldukları bir

185 Paul Bourget: Essai de psycholeogie contemporaine

Page 322: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

304

zamanda, yani asrın avasıtına doğru o ümitlere kapılarak irade-i beşeriyenin

kuvvetine, efkâr-ı asariyenin fevkalade metanetine inanmak isteyen şayan üzerinde

iflaslar fena bir aks-i tesir hâsıl ediyor. Anlaşılıyor ki yeni Avrupa’nın da eskisi gibi

bir değeri yoktur. Fakat şiir ve edebiyatın bütün bu zayıflığı arasında bir şey

büyüyor, bir ağaç ki karmakarışık dallarıyla lâyenkati çoğalan filizleriyle onları celb

ediyor. Bu fendir. Yalan söylemeyen, müntesiplerini aldatmayan yalnız odur. Hem o

sade yalan söylememekle kalmayıp, bahşettiği ümitlerin fevkinde neticeler de

vermiş, Frenel’in Ziya’ya, Amporle Arogon’un tenvim ve tenevvime Majodi ve

Florans’ın cümle-i asabiyeye ve diğer birçok erbab-ı fenin diğer bir çok şayan-ı

fünuna dair iştigalat-ı kâinat hakkındaki nazariyat-ı beşeriyeyi kuvvâ-yı tabiyeden

istifade hususundaki vesait harekâtı tecdit etmiştir. Birçok sübut bulmuştur ki en

hakiki iş ancak fen ameliyathanelerinde yapılandır. Ya bu kadar keşfiyata yardım

eden alet nedir? Đngiliz hekimi Beko’nun kavaid-i esasiye adatına iptal ve bütün

erbab-ı tetkikin münhasıran iştigal ettiği usulün, tecrübenin tatbiki. Bunu böyle

muhakkak görünce herkes fenin meziyat-ı hassâ-yı kemaline meclup olarak üdeba ve

şuara bile bu usule prestij ettiler.

Mabadı var.

Mehmet Rauf

SF, Nu. 381, s. 269-270

Page 323: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

305

TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 9

-On Dokuzuncu Asır Đkinci Devir

1865-1880

HYPPOLYTE TAĐNE

-381 numaralı nüshadan mabad-

Fen asıl tecrübeye müstenit ise bu değildir. Ve bunları eşyâ-yı muhiteden

istihrac mümkündür. Bunun usulü ve esas fikri de pozitivizminkilerdir; iki meslek

biri birinden yalnız maksatta inhiraf ile Determinizmden daha uzak bir maksat takip

eder. Gerek bizde ve gerek etrafımızda bir sürü vakıadan başka bir şey yoktur; fen

dediğimiz şey bu vakaları tasnif ve tahkik etmektir. Bu vakıalar gerek bizde ve gerek

etrafımızda yekdiğeri ile irtibat ederler. Şu nokta-i nazara göre sırf muayyen bir

esbabın sevkiyle vücutpezir olmuş bir takım hadisatın cereyan-ı biinkıtaıdır.

Bunu daha vazıh olarak anlamak için ‘Taine’nin kendisini dinleyelim. 186Determinizmin altı tahlil, nokta-i azimeti hadisattır demiştik. Taine diyor ki:

“Tahlil etmek tercüme etmek değildir. Tercüme etmekse alametler arkasında

belli başlı vakalar görmek demektir. Mesela yirmi yedi rakamını okuyorum, lakin

hemen ispat edebilirim ki 27=26+1 demektir; 26’da 25+1 demektir ve ilh. böyle

gider.

Keza kuvvet, hazım, meram gibi sözleri telaffuz edince bunların da ne gibi

kelimelere müncir olduğu ve bu kelimelerin nasıl vakıalarla mütenazır bulunduğunu

göstermeliyim; ancak bu suretle bir tahlil yapmış olurum. Tahlil tercüme demektir,

tercüme ise iki türlü olur: Tercüme-i sahiha, tercüme-i tamme. Evvela tercüme-i

sahihayı ele alalım: Đlm-i menafi ile’l-aza uleması aza ile menafini tasvir ve tadat ve

tasnif ettikten sonra netice-i kelam olarak alelade bir kuvve-i hayatiyeden

bahsederler. Onlara göre esasta bir kuvvet vardır ki onun neşv ü nemasına saidir; onu

taazzu ettirir, ecza ve aksamının intizamını muhafaza eder; mideyi hazme, kalbi

186 H. Taine: Philosophes classiques du XIX= siecle

Page 324: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

306

harekete, kara cigeri safra hâsıl etmeye, akciğeri kan ile havaya temasa, asabı uzletin

tahrikine, uzleti çekip kemikleri germeye sevk eder. Buna kuvve-i hayatiye derler.

Çünkü hayatı terkip eden ameliyatı hep bu icra eder. Bazıları bunu gayr-ı kabil ruyet

bir seyyale olmak üzere tasavvur ederler ki bütün vücuda yayılmıştır. Bazıları da

mahdut ve maddi aksama mantık bir mevcud-ı gayrı mahdut ve gayr-ı maddi gibi

terakki eylerler; şimdi serie’l-tesir bir mayi, şimdi canlı bir zerre, şimdi bir sır olur.

Bana gelince ben daha bir şey diyemem çünkü tahlil etmedim. Tahlil için nasıl vücut

bulduğunu ve ahval-i hususiyesini müşahede edecek tevellüdünde hazır

bulunacağım.

Dişlere, dile nihayet ağzın her kısmına ve bunların icrâ-yı vazife edişlerine

bakınız; eğer bunlardan biri olmasa hayvan çiğneyemez. Demek ki hayvan çiğnemek

için bu azanın nasılsa öyle olmaları lazımdır. Eğer bali ve hazım faaliyetlerini nazar-ı

dikkate alırsa gözüne aynı mülahaza varit olur. Bu failler vuku bulabilmek için azâ-yı

dâhiliyenin nasılsa öyle olmaları lazımdır. Hâlbuki çiğnemek, bali ve hazmetmek

olmasa hayvan kendisini besleyemez. Demek ki tadı için hayvanın çiğnemesi,

yutması, hazmetmesi lazımdır. Azâ-yı bedenin cümlesi için aynı mülahazadan

kurtulamazsınız. Bunları cem ederseniz görürsünüz ki teneffüs, tadi, cevelan dem

olmasa hayat denilen hâl, o mahv ve teceddüt hâli olamaz. Hâsılı hayat devam etmek

için bu ameliyatın vukuu lazımdır. Daima tekrar eden bu ‘lazımdır’ sözüne dikkat

olunsun, daima ‘lazımdır’ kelimesi! Demek ki hayat bir neticedir, buameliyat vesait

hayatın olması için bu ameliyatın olması zaruridir. Bu zaruret birtakım ameliyatın

vücuduna sebep oluyor. O hâlde bu zaruret nedir? Bu zaruret hayat ile ameliyat

arasında birer ibdadan başka bir şey değildir. Demek kuvve-i hayatiye ne bir hassa ne

de bir maddedir. Sade bir rabıtadır. Görülüyor ki iki takım vakıadan başka ortada

seyyale, zerre, serfilan hiçbir şey kalmadı.

Bunların başlıcası hayat denilen ve esası bir yandan telif olarak bir yandan

teceddüt eden harekettir; ondan sonra vezaif-i aza ile bu vezaifi kable’l-icra kılan

teşekkür-i uzvi gelir. Rabıta dediğimiz şeyler bu ikinci vakayı başlıca vakaya rabt

eden hususattır ki bunlara heyet-i mecmuâ-yı vakayi namını vereceğiz.

Page 325: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

307

Şimdi tahlil ile ispat olundu ve gördük ki ortada vakalarla rabıtalardan başka

bir şey yok. O hâlde tahlilde devam edelim; bu suretle bütün ulum -ı tabiyeyi

vakalarla revabıta, yani birçok heyet-i mecmuâ-yı vakayı irca edebiliriz. Mesala hava

bir kuvvettir, yani havayı bir mizan’el-hava kuvvetine koyunca civayı terfiye sevk

ettiğini görürüz. Tabir-i diğerle hava mizan’el-havaya makaran olunca civa zaruri

yükselir. Yine mesela hararet bir kuvvettir, çünkü hararet bir demir çubuğu inbisata

sevk eder, yani bir demir çubuk kesb-i hararet edince zaruri inbisat eyler. Yine

mesela hadit ile mevlid’el-hamuza arasında bir mecaniset-i müştereki vardır, yani

ratıb-ı havaya maruz olan hadit bilzarure mevlid’el-hamuza ile karışacaktır. Đşte

görüyoruz ki ‘zaruri’ kelimesi daima tekrar ediyor. Yani ne oluyorsa cümlesi zaruri

vuku buluyor. Hava ile terfi, hararetle inbisat, ratıb-ı hava mihat haditte pasın

zuhuru, bütün bunlarda birinci vakıa ile ikinci vakıa zarur’el-vakıadır; yani birinci de

ikinciyi tevellüt hassası vardır. Kuvvet denilen şeyi ikincinin birinci ile olan rabıta

veya alakası, tabir-i ahirle birincinin zaruri olarak ikinci ile makıp olmasıdır.

Şimdi ulum -ı tabiyeden, ulum -ı ahlakiyeye geçer de bir milletin dehası, bir

heyet-i içtimaiyenin kuvveti, bir iklimin tesiri ne olduğunu anlamak istersek bu

kelimelerin müphem manalarını bir tarafa bırakarak tercüme etmeli, tahlil etmeliyiz.

Bunu yaparken, yani bir şâirin, bir milletin yahut bir hayvanın hayatını ele alıp tetkik

ederken görürüz ki bunlardan her birinin hayatını terkip eden ve zaruri’el-vuku olan

başlıca vaka karşısında dudaklarımıza derhâl ‘kadar’ sözü gelir.

Mabadı var.

Đmzasız

SF, Nu. 383, s. 296-298

Page 326: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

308

TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 10

Taine ‘tercüme-i sahiha’ hakkındaki izahatini buraya kadar getirdikten sonra

‘fakat bu tercüme-i sahiha tercüme-i nameye sevk eder. ’ diyerek bunu anlatmak için

de: ‘Hayvan hazmeder, dediğimiz vakit hayvanın yalnız hazmettiği malum olur. Bu

tercüme-i sahihadır. Hâlbuki maada gıdayı hamir hâline getirinceye kadar birçok

ameliyat vuku bulur ki bunları da tahkik etmek lazımdır. Tercüme-i name işte budur.

’ diyor ve bu usülünü asar-ı sanata tatbik sadedinde şu izahati veriyor:

Mesela Rabelais Pantegraol namındaki eserini yazmıştır, diyoruz. Đşte bir

vakıa bununla gözümüzün önüne ciltli altı yüz sahifelik bir kitap ile içindeki vakayı

gelir. Fakat bu zahiri vakıanın etrafında bir sürü meçhulât vardır ki asıl onları

bulmalıyız. Rabelais’in felsefesi nedir? Nasıl muhakeme edermiş? Muhayyilesinin

nevi ve mikyası ne imiş? Dimağında efkâr ve hayalat nasıl bin intizam ve nispet ve

ne derece şiddetli teselsül eylermiş? Bunda felsefesinin, ihtiyatının, mizacının ne

tesiri varmış? Yazdığı kitap ile zamanının ahlakı arasındaki mutabakat ne derecede

imiş? Bunda Losyat vesaire niçin bu kadar çok tasvir edilmiş? Müellifin üslubu

nedir? Terkib-i elfazdaki o garabeti, o havasa mahsus kelimat ile ıstılahat-ı avamı bir

birine karıştırması, garip ifadelere o kadar meyil göstermesi ne gibi esbaptan ileri

gelmiştir? O güzellik, o garabet, o tafsilat-ı felsefe nereden çıkmış?

Görülüyor ki bir eser-i sanatı anlayabilmek için tahlil ve tercümeye ihtiyaç

vardır. Bu uzaktan tek bir vakıa gibi görünür fakat yakından bakınca anlaşılıyor ki bu

o kadar basit değildir. Ve hele yalnız bir vakıa-i zahiriye göze çarpar. Hazımda

gıdanın midede tahvili, kitapda ise yirmi bin cümlenin heyet-i mecmuası… Aynıyla

gıdanın tahvili gibi bu yirmi bin cümleden biniha-yı meçhulât ile mesturdur. Bu

meçhulâtı birer birer tahlil ve tercüme etmeli ki hakikat anlaşılsın.

Hâsılı ulum -ı tıbbiyede olduğu gibi ulum -ı ahlakiyede de husül-i terakki

ancak usül-i tahlilin istimali ile mümkün olur ve tahlil için yapılacak şey de bir

namın eşar ettiği vakayı tadit ettirerek küçük küçük birçok vakıa tevellüt ve tesisine

çalışmaktır.

Page 327: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

309

Fakat her heyet-i mecmua-i vakıanın bir sebebi vardır ki o da bir vakıadır. Bir

vakıa-i mevlide bir vakıa-i mevcude ki diğerleri hep ondan iştikak ve inşiap eder. Đşte

hayvanlar da fiil-i tadi böyle bir sebepten müvellit, vakıa-i müvellidedir. Sebep

dediğimiz de bir vakıadır, fakat öyle bir vakıadır ki diğer vakayığıın tebayığı,

revabıtı, tahavvülatı, ondan istidlal olabilir. Şu tarife göre eğer ‘tadi’ bir sebep ise

bundan hayvanatın azâ-yı vücutlarıyla bunların amallerinden müterekkip vakıaların

tabiatı, revabatını istidlal edebiliriz.

Taine bu hususta birçok misaller icat ederek fiil-i tadinin bir sebeb-i tevellüt

için lazım olan hevası cami bulunduğunu ispat ve irae ediyor. Sonra yine birçok

tetkikat ve mütalaat ile sebeplerin silsile-i meratibinde yüksele yüksele o sebeb-i

müvellidede hâkim olan sebeb-i esasiyi=typeyi buluyor ve diyor ki:

Ne zaman bir heyet-i mecmua-i vakayı görürseniz bu usülü tatbik

edebilirsiniz ve neticesinde bir silsile-i meratib-i esbap görürsünüz. Bu maddiyatta

olduğu gibi maneviyatta da yani edebiyat ve sanatta da böyledir.

Anlaşılıyor ki Taine edebiyatta bir heyet-i mecmua-i vakıa olmak üzere

görmüş yani usülünü maneviyata tatbik ederek o suretle tenkide kuvvet vermiştir.

Onun nazarında edebiyat187 bir ilm’el-ruhtur. Münekkit ise 188 bu ilmin âlemi, işte bu

nokta-i nazardan Taine, Sainte Beuve’un piridir. Hatta Đngiliz Edebiyatı Tarihi’nin

mukaddimesinde Sainte Beuve’u uzun uzadıya meth ü sena ederek: Hepimiz onun

şakirdiyiz, hakikat-i hâlde bu şakirtlik sözü Sainte Beuve’un tenkit için tarih-i

tabiiyye-i efkâr demiş olmasına pek büyük bir ehemmiyet vermekten başka bir şey

değildir. Çünkü yukarıda görüldüğü üzere Sainte Beuve kendisi esasen bu tavr-ı

telakkiye muarız geçinirdi.

Taine’ye göre tarih-i tabii ile tarih-i beşeri aynı kavanin-i uzviyeye tabi

olduğundan tarih-i tabiyedeki usulün tamamı tamamına tarih-i beşere de tatbik

olunması mümkün ve lazımdır. Bunun için biharab-ı tenkidiye ve tarihiye unvanlı

eserinin mukaddimesinde diyordu ki:

187 Histoire de la litteralure anglaise, preface 188 Essais de critique et d’historie P. 153

Page 328: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

310

Tarih-i beşerle tarih-i tabii arasında birçok müşabehetler tadat ve ispat

olunabilir. Çünkü esasaları birdir. Đkinsinde de ameliyat-ı heyet-i mecmua-i tabiyeye,

yani sonradan aileye taksim edilen müşterek bir numuneye göre müteşekkil efrat

hakkında vakidir. Đkisinde de madde canlıdır. Đkisinde de şekl-i esasi ırsidir. Şekil

kesbi verasetle ve ağır ağır ve kısmen münkalip olur. Đkinsinde de cevher-i ferd-i

uzvi müessirat-ı muhite ile teşekkül eder. Đkisinde de mevcut uzviyenin her hâli

numunenin ahval-i mütekaddime ve temayülat-ı umumiyesi gibi iki katlı şeraite

bağlıdır. Her türlü teşekkülatıyla hayvan-ı natık hayvan-ı nahakkın bir mabadıdır.

Zira gerek ulvi gerek süfli melekat-ı beşeriyenin kökü hissiyat-ı dimağiyede olup

kavanin-i uzviyeye bu sebeple ulüm-ı tabiyenin tevakkuf ettiği, ulüm-ı ahlakiyenin

başladığı yere kadar gider.

Taine’nin bütün usülü ilk eserlerinde main ve mukarrerdir. Üç cilt teşekkül

eden tenkidat [müteferrikasının mukaddimesinde muterizlerine karşı usülünü

müdafaa eylediği sırada tarih-i tabii ile tarih-i beşer arasında daha ziyade

mutabakatlar aramış, Đngiliz edebiyatına dair yazmış olduğu beş ciltlik eser-i

mühimminin mukaddimesinde ve ‘Felsefe-i Sanat’ adlı iki ciltlik eserinde de hep bu

usülü tatbik ve tamik etmiştir. Taine’nin felsefede bütün gayreti psikolojiyi bir fen

mertebesine çıkarmak cihetine masruftur. Hatta bir yerde189 fen, ruhu ele alıyor,

demiştir. Yine aynı kitabın mukaddimesinde demek edebiyatla tarih-i ahlaki tesis

edilip vakayığın iştikak ettiği kavanin-i psikolojiye böylelikle vüsul mümkün

olabilecek, ben burada bir edebiyatın tarihini yazıyorum ve bir milletin psikolojisini

arıyorum, yolunda kelam etmiştir. Böylece edebiyat sırf fenni oluyor, bunu tetkik

demek olan tenkit ise bir alet-i tahlilden ibaret kalıyor.

Şimdi Taine’nin ulüm-ı tabiyeden ne gibi kavanini ahz ettiğini görelim:190

Ulüm-ı tabiye mütehassısları bir hayvanın azâ-yı muhtelifesi arasında bir

alaka olduğunu, mesela dişler, ayaklar sevaik-i tabiye ve daha birçok malum olan

şeylerin bir nispet-i katiyeye göre tebdil ettiklerini, birinin tehallüfü ile diğerlerinde

de tahlifat-ı mütenazire zuhura geldiğini ispat etmişlerdir. Biz de diyebiliriz ki bir

189 Historie de la litterature angaise : tome II P. 423 190 Essais de critique et d’histoire preface : P. 24

Page 329: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

311

ferdin bir ırkın, bir zamanın kabiliyat ve temayülat-ı muhtelifesi arasında öyle bir

alaka vardır ki bunlardan birinin tahlifiyle hepsinde mütenasip ve mütenazır bir

tehalüf-i vuku zaruridir. Yine bu ilmen ispat ispat etmişler ki bir heyet-i mecmua-i

hayvaniye nebatiyenin tebayığı arasında bir kısmı dun, mail-i tebdil, bazen zayıf,

bazen de mefgut olup bilakis değerleri galiptir. Ve hayvanın teşekkül-i dâhiliyesini

bunlar tayin eder. Biz de ispat ederiz ki bir ferdin bir heyet-i mecmua-i beşeriyenin

tebayiği arasında bazıları dun ve feri, diğerleri nafız ve müvellittir. Bunlar icadatın

nevini, hayatın cihetini evvelden tayin eder… Yine bu ilmen derler ki ziruh bir cinste

en iyi neşv ü nema bulan en emin surette tevlit ve tevellüt eden efrat bir hususiyeti

teşekkül sayesinde ahval-i muhiteye en ziyade muvaffak gelenlerdir. Havası muhalif

olanlar netayic-i muhalifeye duçar olurlar. Böylece cereyan-ı tabii ahval-i daimi

tedennilere, tedrici tekemmüllere sebep olur. Böylece tabiat her muhitti bu muhite en

muvaffak olan ecnası tercih ile hüküm ve hayatı onlara verir. Buna mümasil

muhakemat ile biz de gösterebiliriz ki her hangi heyet-i mecmua-i beşeriyede en

yüksek hüküm ve kudret hayata mazhar olan efrad-ı asrın kabiliyat ve temayülatına

en ziyade mütevaffık olanlardadır. Muhit-i tabii gibi muhit-i ahlaki de her fert

üzerinde daimi bir tahrik veya tazyik ile hükümran olup aradaki ahenksizlik veya

mutabakat nispetinde nümayab eder veya semeresiz bırakır. Böyle gayr-ı meri birçok

terkibat ve inhilalat ile muhit, sahne-i tabiiyete iklim ve arz ile istinasa en ziyade

kadar nebatat ve hayvanat yetiştirdiği gibi sahne-i tarihiye de mensup olduğu ırk ve

asrı hakkıyla anlayıp onların temayülatını en iyi ifade eden sanatkârlar, hekimler

yetiştirir.

Yine bu eserinde Mişle’ye dair olan tetkikatı arasında şöyle bir hükme

tesadüf ederiz ki mühimdir:

Mişle için bu efratları tahlil edeceğiz. Ötede öyle güzellikleri var ki bunları

maziyadetin tazmin ediyor, denilebilirki o efratları olmasa bunlar da olmazdı. Zaten

bu şekl-i fikirde bir nevin numunesi, bir tip değil midir? Onun mevcut olmaya hakkı

yok mudur? Başka bir yerde muhalif-i akıl görülen şey diğer bir yerde tamamıyla

makul görülür. Hiç kimse balgıcıyı bacakları uzun ve ince, vücudu zayıf ve gariptir

diye meatıp etmez. Kimse feragatların kanatları vasi, kanatları kısa olduğu için levm

Page 330: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

312

ve kadd-i hadde bulunmaz. Đkisi de tabiatın bir fikrini izhar ve ifade ederler. Hikmet-i

tebayi-i ilmiyesinin işi bunları anlamaktır, bunlarla istihza değil.

Münekkit de bir ilm-i ruh âlimidir. Binaenaleyh vazifesi ruhun eşkâl ve

muhtelifesini kabul etmek, hiçbirini mahkûm etmemek, hepsini tarif ve tavsife

çalışmaktır. O muhteris bir kuvve-i hayaliyenin de kudret-i hatibane meleke-i

hekimane kadar meşru ve güzel bir kuvvet olduğuna hükmeder. Bu kuvveti istihfaf

ile reddedeceğine ihtiyat ile teşrih eyler. Onu görerek sanatın tahavvülüne hizmetten

dolayı zevkyap olur. Onun bütün harekâtını tetkik ve tavzihe çalışarak bunları zaruri

göre göre aynı harekâtı adeta kendi yapmaya başlar. O muhteris kuvve-i hayaliyeyi

tahlil ile iştigal ede ede münekkit de onun müşahedatına, onun ihtirasatına hülul eder.

O kadar ki bunları tamamen makul bulur. Vereceği hükmü de bittabi çirkin veya

güzel diye değil, şu veya bu işe hastır yahut değildir diye verir. Hikmet-i tabiiye

ilmiyesi hikmet-i tabiye elması balıkçin bataklıklarda yaşar, feragat denizinde gezer.

Bir münekkit de düşünür ki hassasiyet-i müfrede…ilh

Bu niçin böyledir? Çünkü ‘Titliyo’nun mukaddimesinde denildiği gibi insan

başlı başına bir kuvvet olmayıp bütün hareketleri alem-i maddiyatın eczâ-yı sairesi

kadar muntazamdır.

Taine Balzac(tan bahsettiği sırada da 191 der ki:

Hikmet-i tabiye ilmiyesinin nazarında insan müstakil, salim bizzat hakikat ve

fazilete yetişmeye kadar akil değil sadece bir kuvvettir. Diğer kuvvâ-yı mihanikiye

gibi hazım gibi bir kuvvettir ki derece ve idaresi ahval ve muhit ile mütehassildir.

Bunun içindir ki 192 onun nazarında meram da böyle bir kuvvettir. Onun da esbabı

vardır. Bir insan yürüyor demek ki sevk olunuyor, demek ki bu cisim hareket etti. Ve

diğerlerini tahrik eyledi. Şu hâlde fazilet ve fezahatte sirke ve şarap gibi main

birtakım amaliyatın mahsülüdür.

191 Histoire de la litt. Anglaise : preface. 192 Philisophie de d’art : tome I. Ibıd

Page 331: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

313

Velhâsıl tabii olsun ahlaki olsun bilcümle vakıyı birer sebebe müstenittir.

Hırsın, cesaretin doğruluğun da hazım, hırs-ı asliye, hareret-i bedeniye gibi esbabı

vardır. Fazilet ve zemmiyet de kezzap ile şeker gibi birer mahsüldür. 193

Mabadı var.

Mehmet Rauf

SF, Nu 384, s. 310-314

193 Histoire de la litt. Anglaise : preface.

Page 332: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

314

2. DĐL VE EĞĐTĐM ĐLE ĐLGĐLĐ YAZILAR

Page 333: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

315

NORVEÇ KADINLARI VE MEKTEB-Đ MUHTELĐTE

Fransız muharrirlerinden Hugo Löro namlı zatın “Norveç Kadınları”

hakkında neşretmiş olduğu bir eserde tafsilat-ı saire ile beraber bilhassa bunların

tarz-ı talim ve terbiyelerinden Avrupaca şu son zamanlarda efkâr-ı umumiyeyi işgal

eylemiş olan bir meseleden yani muhtelit usül-i tedris ve terbiyeden hâsıl olacak

netayicin adap ve terbiye-i umumiyece mucep olup olmayacağından bahsedilmiştir.

‘Muhtelit usul’den maksat erkeklerle kadınların müctemian talim ve terbiye

edilmesidir. Mesele öteden beri Avrupa alim ve muharrirlerince mübahesat ve

münakaşat edilmiş, türlü zeminler üzerinde pek çok sürüklenmiş ise de bir ittifak-ı

efkâr husüle gelememiş ve elyevm memalik-i mütemeddinede tarz-ı terbiye ve tahsil

ahlak-ı umumiye ile teamül-i kadim esasları üzerine mübteni bulunmuştur. Mamafih

muhtelit usül-i tahsili kabul hususunda en ileriye varan memleket Norveç olduğu

muhakkaktır.

Elyevm Norveç şiban-ı nisvanı eskisi gibi ‘ çalgı çalmak, teganni, raks

etmek’ten mütelezziz olmuyorlar. Bir erkek gibi okumak, bir erkek gibi düşünmek,

erkek gibi tamik-i efkâr eylemek arzu-yı ciddisinde bulunuyorlar. Meleke-i zekâca da

erkeklerle müsavat iddia ediyorlar.

Norveç kadınları mekteb-i iptidaiye ve taliyede, darülfünunlarda anasır-ı

Ulum ve fünunun kaffesini erkeklerle birlikte takip ve tahsil eylemektedirler. Orada

darülfünun dersleri nisvana da küşadedir. Mekteb-i taliyenin ekserisi muhtelittir.

Hele köy mekteplerinde ihtilat nevi bir kaide-i mahsusa olarak meridir.

Bu bahiste hatıra ilk gelecek şey:

- Bu derece serbestliğin mucep olmaksızın devamı kabil olur mu, sualidir.

Nitekim Mösyö Hög Löro da bu suali tevciye etmiş fakat bütün Norveç

tarafından şu cevabı almış:

- Mekteplerimizde kızlarımızın vücudu erkek çocukları temeddün ettirmek

hususnda tesirat-ı azime hâsıl etti. Nazik refikalarını taciz ve tasdi’ etmek havfı

Page 334: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

316

erkeklerin lisanına bir itidal bahşeyledi. Zerafeti değilse bile tavr-ı hareketi, idare-i

kelamı öğrendiler. Đntizamsızlık vukuunu asla görmedik, yahut asla denecek kadar az

gördük.

Bu cevabın hükmünü hakkıyla mülahaza ve tayin için esbabı bilmek iktiza

eder. En esaslı sebeplerden biri kalbin safiyet-i tabiyesidir. Bu safiyet Norveçlilerde

bir fazilet değil ruhi bir itiyattır. Norveç ahalisi ruhen öyle ince hâllere pek agah

olmadıkları gibi kaba, sanki şimalin barit rüzgarlarıyla kesb-i incimat etmiş olan

hisleri de teheyyücat-ı mütemeddiyeyekapılmaktan masundur.

Bütün Norveç gençlerinin istimal eyledikleri uzun tahta kazaklar, bu

kazaklarla icra ve eski tabir ettikleri oyunlar Norveçlilerin kalplerendeki safvetin

nisvana bahşeylediği derece-i serbestiyi izah için en güzel bir delildir. Harekat-ı

bedeniyeyi tevsi maksadıyla teşekkül eden bir şirket – kırlarda ormanlar arasında

gezip dolaştıktan sonra yorgunluklarını def etmek, biraz istirahat eylemek isteyen iki

kızakçının barınabileceği küçük kulübeler inşa ettirmiştir – ki iş bu bütün iptidaiye

bir kapıdan bir uçağa müntehi kısa bir yolcağızdan ibarettir. Sağda solda çam

saplarıyla doldurulmuş birer döşek bulunur. Yorgun kızakçılar bunların üstünde

istirahat ederler.

Karlar arasında eskiler üstünde yan yana giden bir erkekle bir kıza tesadüf

etmek Kıristiyanya’da her zaman görülebilen ahvaldendir. Bunlar gündüz akşama

kadar kızak kayarlar. Gece olunca o melcelerde uyurlar. Ertesi gün de ya birlikte

şehre gider yahut gezmelerine devam ederler. Bu iki gencin nişanlı olmaları elzem

değildir. Bunları gören herkes: ‘ Đşte iki mucep!’ der geçer. Hiç kimse sui fikre sahip

olmaz.

Norveç’te aktiristler genç köylü kadınlardır ki ekseriyetle müteehhildirler.

Tiyatrodan kazandıkları para namuskarane bir kazanç addolunur. Ve bunu

zevcelerinin iradına zımmederler.

Muhtelit tarz-ıterbiyenin en kavi tarafgiranı bu usülün durumu hakkında

kendilerine vuku bulan itirazlara karşı bakınız ne yolda basit mütalaat eyliyorlar:

Page 335: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

317

- Bizim için muceb-i terdit ve calib-i endişe bir cihet varsa o da mektebi terk

ettikten sonra genç erkeklerimizle nazik kızlarımızın yekdiğerlerinden tebait ve

ictinaplarını görmektir. Bundan tevellüt edecek mihalik mukavemetpezir

temayülattan tahsil eyleyecek mehazirin ziyadedir. Her memlekette kızların zekâsı

erkek çocuklarınkinden fazla rikkat kesp eylemiştir. Vakıan bu zekâ o kadar ileri

gidemez. Lakin bilmek, anlamak bahsi onlarda daha evvel hâsıl olur. Kızların pek

erken teşekkül eden zevkleri ve tefekkür ve tehassüsü evvelan kabiliyetleri mekatib-i

iptidaiye ve taliyede kendileri için ekseri erkeklere Tevfik ve ruchan temin eder.

Evvelce erkeklere mahsus bulunan birçok sanayi ve mesalike elyevm kadınlar da

kabul olunuyorlar. Erkekler pek ali bilirler ki saha-i maişette kadınlar bilahere

kendilerine birer büyük rakip kesileceklerdir ve işte bu hiss-i rekabet erkekleri onlara

karşı lüzumu kadar hürmetkar, mültefit olamaktan mani etmektedir. Bizim başlıca

iştigalimiz kız erkek gençlerimiz arasında tahsil edecek temayülata set çekmekten ise

beyinlerindeki hiss-i itlafı mülayemet ve şefkati gergi gibi tevsi inkişaf ettirmek

cihetine matuftur. Para ve rekabet meselelerinin muaşakaları kızıştırması yalnız

Norveç’e mahsus bir mesele değildir. Tiyatro ile iştigal eden muharrirler pek iyi

bilirler ki tevcihat-ı umumiyeyi celp ve takdirat-ı ammeye mazhariyet hususundaki

rekabetinden naşi oyuncu erkek ve kadınlar arasında aşk pek nadir olarak vukua

gelir. Erkekle bir kadın – ki sahne-i temaşada yekdiğerine gösterdikleri muamele-i

müşfikaneleri hezarın hissiyat-ı kalbiyesini tahrik eder – emin olmalı ki bir birinin en

kavi düşmanıdırlar.

Norveç’te nevinin hemen hemen husumetkarane bir renk alan mübaadakları

ahlakın natece-i tesiratı olan serbesti-i ülfet münasebattan ziyade calib-i nazardır.

Beyeriyetin iki nısfını bu vechile taht-ı tesirine şu adem-i itlaf keyfeyetinin en

mühim sebebi Latin anasırına mensup memleketlerde hissiyat-ı kibaranenin bütün

inceliklerini, bütün rikkatlerini vücuda getiren o herkese hoş görünmek herkesin

nezdinde muvaffak olmak emel-i hafisinin – hiss-i zerafetin – Norveç’te metruk

olmasıdır.

Memalik-i sairede olduğu gibi Norveç’te de erkekler kadınlara nezaket-i

hissiyat ile beraber havası tahrik eden diğer bir şey nezaket ararlar. Kadınlar ise bu

Page 336: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

318

ikitebayığa ehemmiyet vermeyerek ekseriyen muvaffakiyet-i fikriye ile erkeklere

yaranmak isterler. Erkekler de – Ne yapsınlar? – dimağca evvelan terakkileri

kendilerinde pek cüzi tesir hâsıl ettiğini kendilerinden ictinap ve tebaütleriyle

anlamaya çalıırlar ve bunda galiba haklıdırlar.

Kadri

SF, Nu. 398, s. 123-124

Page 337: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

319

ĐNGĐLĐZ TERBĐYESĐ

Evet, Đngiliz terbiyesi! Bizde Đngiliz çakısı denildiği zaman ne anlaşılıyorsa

bugün bütün âlem-i medeniyette Đngilez terbiyesi denildiği zaman da o anlaşılır:

Metanet ve kuvvet.

Bu kavim için dünyada ifa edilecek bir vazife vardır: Yaşamak, Đngiliz yaşar.

Bunun için her ne lazımsa Đngiliz ona maliktir. Akl-ı selim, beden-i selim… Bu

düstur Đngiliz terbiyesinin, Đngiliz maişetinin, Đngiliz medeniyetinin esasıdır.

Đngiltere ve Đskoçya’da usûl-i tahsil bu esas-ı kaviye merbut olduğundan

çocukların akıl zekâsıyla beraber vücutları da terbiye görmekte ve bu terbiye

sayesinde Đngiliz bünyesi, Đngiliz unsuru daima teravet ve kuvvet-i esasiyesini

muhafaza etmektedir. Muhakkaktır ki bütün memalik-i mütemeddine arasında en

ziyade adam yetiştiren unsur, Đngiliz unsurudur. Bu en ziyade tabirinden en layıklı

manası çıkarılmalıdır.

Đngilizlerin bu işte nasıl muvaffak olduklarını yakından görmek için

mekteplerine kadar gidip orada tetkik-i mesele etmek lazım gelir. Evvela şurası

malum olmalı ki gerek Đngiltere ve gerek Đskoçya’da her şey gibi tarz-ı tahsil ve

talimde bir serbesti-i mutlakla serbesttir. Bunun neticesi olarak umumi olsun hususi

olsun mekteplerin programlarında bittabi pek ziyade ihtilafat görülür. Fakat esas yine

birdir. Aklı selim ve bedeni salim yetiştirmek. Rastgele üç Đngiliz’e sorunuz ki

çocukluklarında nasıl terbiye görmüşlerdir, alacağınız izahat hiç birbirine uymaz,

ekseriya izahat denilecek bir cevap bile alamazsınız, çünkü bilmezler.

Çocukluklarında nasıl bir tarz-ı tahsil takip etmiş olduklarını tayin edemezler. Öyle

oluvermiştir. Hiçbir sıkıntısız, hiçbir zahmetsiz, adeta oyun eğlence arasında, neşv ü

nemayı tabiyeleriyle beraber kendi kendine hasıl oluvermiştir. Bir mektebe gitmişler,

sonra oradan bir diğerine geçmişler, daha sonra bir başkasına daha uğramışlar ve

hepsinde gülmüşler, oynamışlar, eğlenmişlerdir. Hatıralarında hiç bir eziyete, hiçbir

sıkıntıya tesadüf etmezler ki hatta size hikaye etsinler. Đşte şu usulde okuduk diye

bilsinler.

Page 338: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

320

Birkere Đngiltere’de mektep namı verilen binalar öyle yerledir ki bunları inşa

eden mimarlar mevad-ı inşaiye yerine hıfz-ı sıhha düsturlarını kullanmış zannolunur.

Gayet vasi, havadar, nazif ve kullanışlıdır. Dershaneler, taamhaneler, teneffüshaneler

bütün ihtiyacat-ı sıhhıyeye göre tertip edilmiş, ona göre inşa olunmuştur. Mesela, bir

musıki salonuna giriniz, görürsünüz ki büyük büyük pencerelerden giren güneş

çocukların çehrelerinde güller açıyor. Salon mütenevvi, çi. çekler, heykellerle

müzeyyendir. Kız erkek bir çok sevimli, handan simaları musıkinin ahengiyle bir kat

daha beşaşet kesp ediyor. O çiçeklerin ne olduğunu sorunuz. Anlarsınız ki bu mektep

fukara çocuklarına mahsustur. Zavallıların pek çoğu evlerinde birer ikişer saksı çiçek

yetiştirirler, zaman zaman mektepte bu çiçeklerin bir sergisi yapılır, onunla

eğlenirler, yalnız bunu öğrenmekle orada çocukluğun ne gibi arzularına, zevklerine,

ihtiyaçlarına hizmet edilebileceğini anlamış olursunuz.

Derken talim başlar. Kız erkek, evet kız erkek emin olun ki bunda hiçbir fark

yoktur. Birçok yavrucuk karşınızda sıralanırlar, içlerinden biri pianonun başına

geçer, mini mini parmakları bittedriç kesb-i sürat eden bir silsile-i nimet ile dişleri

hareket etmeye başlar.

Siz talebe tarafından bir terennüm icrasına muntazır olursunuz. Fakat

çocuklar ellerindeki alet-i mahsusa ile jimnastik yapmaya koyulurlar. Bu size ispat

eder ki içinde bulunduğunuz mektepte her şeyden evvel bir hayat-ı salime iktisab

olunur. Bu hayatın eserini her tarafta görür her tarafta bir ziya-ı sıhhat ve şetaret

müşahede edersiniz. Mektep dahilinde ağlar hiçbirşey yoktur. Bilakis herkes güler.

Hususuyla müdür veya müdüre-i mektep o hepsinden herkesten ziyade mebahidir.

Musıki salonundan hamam dairesine geçilir. Müdüre-i mektebin bir ihtarı

üzerine talebe bir kuş sürüsü kadar hafif ve çabuk oraya uçmuşlardır. Sizde

gidersiniz. Şimdi hepsi, evet, hepsi kız erkek bütün o heyet-i masume deniz

elbiseleriyle büyük bir havuzun berrak suları içinde oynaşmaya başlarlar. Kimi

yüzer, kimi dalar, kimi çıkar. Çocukların hususuyla böyle muhtelif cinsi çocukların

bu kadar serbest bırakılmasından mütevellit ıstırap kalbinizi çehrenizde okuyan

müdire-i mektep size izahat verir. Der ki: “Korkmayın. Bu kadar meşguliyet içinde

yaşayan bir çocuğun fenalık düşünmeye vakti olamaz. Bu bittecrübe bizce sabittir. ”

Page 339: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

321

Đhtimalki siz bir Đskoçyalı kadar soğuk kan ile düşünemediğiniz için bu izahatı kabul

etmek istemezsiniz; fakat gözünüzün önünde hiçbir fenalık ihtimaline vücut

vermeksizin bu kadar talebenin bir arada oynaşmaları sizi yavaş yavaş müdirenin

sözünü tasdike imale eder. Hiç olmazsa orada bulundukça biran evvelki ıstırabınızın

zail olduğunu görürsünüz. Sonra jimnastik oyunları seyrettirilir. Muallim size ispat

eder ki bu nevi riyazat-ı bedeniyenin bazı uzleti takviye ve tevsi ile vücudu bahusus

kadın vücudunu biçiminden çıkaracağına dair ifade edilen iddiaların esası yoktur. O

sırada bir kapı açılır, kapının açılmasıyla beraber kulaklarınız en tatlı, en ruhnüvaz

cıvıltılarla dolar. Bunların küçükleridir ki halka halka sıçraşıp oynaşırlar. Boğuşup

çağrışırlar. Mektebin bu kısmında da eğlenceden başka bir şey olmadığını görür ve o

zaman düşünürsünüz: acaba tekmil mektepler böyle oyuna eğlenceye mi

hasredilmiştir? Bu ukde-i hâtırı halletmek isterseniz, sorarsınız:

- Bu mektebin ders sınıfları ulum ve fünun sınıfları yok mudur? Talebenin

ömrü riyaziyetle, eğlenceyle mi geçer?

Cevap olarak sizi önce diki sonra aşçılık salonlarına götürürler. Oraları da

seyreder. Ve oraların da tertibine, intizamına hayran olursunuz. Fakat şu sınıfları da

bir kere görmek fikrinden bir türlü vazgeçemezsiniz, tekrar edersiniz:

- Tamam, canım, sınıflar nerede? Sınıfları görmeyecek miyiz?

Müdire bu istiğcalinizi bir türlü anlayamaz. Şimdiye kadar gezdirdiği,

gösterdiği yerlerin sınıftan buralarda icra edilen talimlerin dersten başka bir şey

olmadığını söylemek ister. Siz esrar edersiniz:

- Evet, ama talim başka, ders başka… Burada ders sınıfları yok mudur?

- Olmaz olur mu? Đşte program. Ve ilavenize mükemmel, matbu bir fihrist

tutuştururlar, okursunuz.

- Aşçılık: Her gün saat dokuzdan ona kadar.

- Resim: Her gün

Page 340: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

322

- Almanca: Her gün dokuz buçuktan ona kadar

- Fransızca: Her gün ondan on buçuğa kadar

- Jimnastik: Çarşamba günleri öğleden saat dörde ve Perşembe günleri

dokuzdan ona kadar

- Bahçe eğlenceliri: Her gün saat on birden öğleye kadar

- Latince: her gün dokuz buçuktan ona kadar

- El işleri: Pazartesi ve Çarşamba günleri dokuzdan on bire ve iki buçuktan

dört buçuğa, Perşembe günleri on birden bire ve iki buçuktan dört buçuğa

kadar.

- Musiki: Pazartesi, Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri saat onda.

- Teganni: Pazartesi günü on bir buçuktan öğleye, Çarşamba ve Perşembe

günleri bir buçuktan üç buçuğa Cuma günleri üçe yirmi kaladan dörde

yirmi kalaya kadar.

- Sibahat: Pazartesi günü öğleden ikiye, Cuma günü öğleyin yarımdan

dörde kadar.

Kalan saatler diğer derslere asıl sizin ders dediğiniz şeylere tahsis

olunmuştur. Bununla beraber aradığınız sınıfları, mahut akla, sahte vakar hocalarını

görmek için beyhude beklersiniz. Đskoçya’nın bu iptidaiye mektebinde –en büyük işi

karşısındaki masimları titretmekten, onları korku ile ahlaksız etmekten ibaret olan-

mekteb-i kalfalarını görmek ihtimaliniz yoktur!

Çıkarken kendi kendinize bu mektepte çocuklar pek âlim olamazlar,

hükmünü verirsiniz. Bu hükmünüzü bir Đngiliz duyacak olursa der ki:

- Evet, ihtimal ki âlim olamazlar; fakat hayat için, hayat ile terbiye görmüş

olurlar. Terbiye çocuklara dediğiniz derslerden ziyade lazımdır. O derslerden

Page 341: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

323

alamayacakları feyzi terbiyeden alırlar. Sonra varsınlar daha büyük mekteplerde

ikmâl-i malümat etsinler.

Victor Şarbonel’in Bir Makalesinden

Kadri

SF, Nu. 386, s. 348-349

Page 342: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

324

HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 1

-Şive, Zevk

Şive, şiveye muhalefet, asar-ı cedide-i edebiye hakkında bir vasıta-i tariz ki

her canı isteyen istimal ediyor. Çünkü yalnız bunu söylemekle bu eserlerin şiveye

muhalif olduğunu iddia etmekle bir şey yapılmış zannolunabiliyor. Hâlbuki bundan

kolay ne tasvir edilir? Diliyle mukarin olmadıktan sonra her isteyen eski, yeni bütün

eserleri bu kusur ile itham edebilir. Fakat iş ciddi telakki edilmek istenilirse bunun

yek nazarda zannolunduğu kadar kolay olmadığı anlaşılır. Zira bir eserin şiveye

mugayir olduğunu iddia etmek için evvela şivenin ne olduğunu bilmek, bunu tayin

etmek lazım gelir. Şivenin ne olduğunu hakkıyla meydana çıkarmadıkça ortaya

sürülecek iddialar hep muterizin kavl-i zatiyesinden ibaret kalmak zaruri bulunur ki

bunun da hiç hükmü olmaz. Lakin şivenin ne demek olduğu bu kadar kati bir surette

gösterilebilir mi? Bunu hakkıyla tarif kabil olur mu? Zannetmem. Birtakım kavaid-i

lisanîye var ki birer mihenk gibidir; mikyas-ı harare ile havanın derece-i harareti

bulup tayin ettiğimiz gibi bu kavaidi elmizdeki eserlere tatbik ile doğru yahut yanlış

olduğunu şüpheye mahal kalmayacak surette gösterebiliriz. Fakat şive için böyle kati

bir düstur bulanamaz. Bunun için şiveyi de zevki de dâhil addetmek zaruri olacaktır.

Filhakika büyük muharrirlerin eserlerine bakalım; bunlar hep şahsi birer

üslup ile yazılmıştır, hepsinin tarz-ı beyanı bilzarure ayrıdır. ‘Üslub-ı beyan aynıyla

insandır. ’ Fikrini tamamıyla kabul etmeyen hikmet-i bedayi erbabı bile üslubun

tabiat ve mizac-ı muharrire, zamanı telif ve taharire tabi olduğunu inkâr

edememektedir. Bu hâlde şive üstad-ı edepten falan zatın tarz-ı tahririnden ibarettir,

demek caiz olamaz. Mamafih bu kadar muhtelif seyr-i tefhimin hiç birisi şivesiz

addolunmamak için ‘şive’ medlulenin pek umumi –o derece umumi ki bütün

ihtilafları telif edebilecek- bir şeyi olması lazım gelir. Demek oluyor ki şive kâffe-i

esalib-i taharrirde müşterek bir vasıftır. Üsluplar birçok noktalarda ihtilaf ettikleri

hâlde bir noktada etlaf ederler ki işte buna şive diyeceğiz.

Şive bu kadar itsâ-yı şümul peyda ettikten sonra hiçbir eseri şiveye

muhalefetle itham kabil olamaz, sanırım. Mademki şive için bir kaide mevcut

Page 343: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

325

değildir; mademki bir kaidenin fıkdanıyla beraber muhtelif zamanlarda, muhtelif

memleketlerimizde yetişmiş üdeba şivesizlikle itham edilmemiştir ve edilemez. Şu

hâlde bunu şiveyi bu kadar umumi olduğu için bir mevhibe-i milliyet addetmek

zaruri görüleceğinden her yazı yazan Türk’ün şiveye muvaffak yazması tabiaten

iktiza eder. Đkdam’ın Paris muhabiri Ali Kemal Bey Naci Efendi’nin güzel

yazmasına en esaslı sebep olarak Türk valideden tevellüt etmiş olmasını

gösteriyordu. Hâlbuki bu lisan hepimiz için maderzattır. Onlar yazdıkları şiveye

muvaffak oluyor da bizimkiler niçin olmuyor? Yeni eserler Fransızcayı

andırıyormuş. Hâlbuki en doğru ve şiveli Türkçe yazar diye iddia ettikleri zatın:

Hoşnümadır hatt-ı pişt-i lebde ebrular tadar

Satır-ı tabirce bulunmaz nüsha-i tenezzülde

Beyti –bütün o şayan-ı teessüf dalalet-i teşbihiyesini bir tarafa bırakarak-

tahattur ediyorum ki mesela mısra-ı sanisini tağyir-i yesir ile:

Suretine konulunca mükemmel bir Acemce oluveriyor. Hâlbuki en ziyade

şiveye muhalefetle itham edilen Mehmet Rauf’un ‘Verven’i güya tenkit edildiği

sırada ifadenin Fransızca olduğu gösterilmek için ‘…Bir iptila ki insanı harap ediyor.

’ sözleri ‘… Qui Ruine Le’Homme’ garibesiyle tercümeye kalkışılmış ve bu suretle

maksut ispat edilmek şöyle dursun bilakis müntekidin Fransızcaya dahi adem-i

vukufu meydana çıkmıştı.

Şive nedir? Kimin eserleri bu şiveyi taht-ı inhisara almıştır ki onlara bakalım

da benzemeyenleri beğenmeyelim. Bu ashab-ı şiveyi zamanımızda mı yoksa

mazimizde mi arayacağız? … En doğrusu takib-i ezman ile tabii olarak fikirler

değişiyor, bunların tercüman-ı hariciyesi olan tarz-ı tebliğde tebeddül ediyor.

Üsluplar bir birine benzemiyor, işte bu kadar. Sonra birisi bir muharririn üslubundan

zevk almayınca hemen ileri atılarak iptida şiveye mugayiratı ortaya sürüyor. Bunun

başka bir sebebi garezisi yoksa esası mutlaka zevklerdeki tehalüftür.

‘Bir sanatkârın yeni bir fikr ve usül meydana getirmesi bu gibi şeylerle şöyle

bir iştigal edenlerin hep kendi aleyhinde içtima ve kendisinden her türlü liyakatı selb

etmeleri için kâfidir. Bilahakim ve tetkik-i intişar etmiş olan efkâr-ı sahife,

Page 344: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

326

huzurunda boyun eğmeyenlerin aleyhinde bulunur. Ve zevkleri en ziyade nazik ve

muallem olan zevat bile böyle kable’l-tetkik peyda edilen bir fikrin tehakküm-i

müstebidanesinden nefislerini tahlis edemezler; ilk hareketleri kendilerinin adat ve

mesalikini ihlal eden her teceddüt sanatın aleyhinde bulunmaktır. ’

Şimdi Ojon Veron’un şu sözlerini tekrar okurken bilhassa edebiyatımız için

yazılmış olduğuna hükmedeceğim gelir. Hâlbuki edebiyat-ı cedidenin bugün

görmekte olduğu tariz bir kaide-i umumiye neticesi olduğu için hiç bais-i istiğrab

değildir. Filhakika ortada dönen bahisler hep zevk meselesine aittir. Zevki hikmet-i

bedayi erbabı ‘his, hissin’ diye tarif ettikleri cihetle –bunun eşhasa göre ihtilafından

kat-i nazar-ı terbiye görmesi, rikkat peyda etmesi lazımdır. Ojon Veron zevk için iki

şartın vücuduna lüzum gösteriyor: Evvel-i emirde asar-ı sanat muvacehesinde bir

zevk ve haz duymak için şedit bir kabiliyet-i tesire, saniyen her sanatın şerait-i

hakikiye-i nazariye ve ameliyesi hakkında malumât-ı sahihaya malik olmalı diyor.

Hâlbuki bizde bu şerait-i sanat hakkında cehaletten başka ne var? Eserlerde hâlâ

kelime yanlışı aramaktan ileri geçemiyoruz. Kof bir malumatfüruşlukla daima

takitten bahsediyoruz. Acaba tenkidin bir taraftarı var mı ki bu tarize lüzum

görülüyor? Herkes yazdığını elbette –kabiliyet-i fehimesi olanlara anlatmak için

yazar. Mamafih muterizler eserlerde şerâit-i esasiye-i sanatı taharri edebilecek kadar

iktidar ve vukuf göstermekle beraber ihtiyar ettikleri tarzda da şayan-ı takdir bir

semere-i muvaffakiyet izhar edemiyorlar. Bütün itirazlar havada birer laf olmaktan

başka bir şey değil. Asar-ı cedidenin şiveye muhalefetlerinden takitlerinden

bahsediliyor, fakat yalnız bu kadar; muhalif şive olan eser hangisidir, şivesiz olan

yerleri neresidir ve bu şivesizliğe nasıl hükmolunur? Buralardan hiç bahis yok. ‘Saat-

i semenfam’, ‘lerze-i ruşen’ gibi bir iki terkip bellenmiş de; şimdi bunların da

tekrarından bıkıldı; nihayet iddia hep asılsız, delilsiz, kuru laflarda kaldı.

Asar-ı cedide-i edebiyenin daha birçok karilerce hüsn-i telakkisini temin için

zevkleri terbiyeye lüzum vardır. Hikmet-i bedayi kavaidi güzelce malum olduktan

sonra eminim ki bugün matbuatımızın edebiyat, haric-i edebiyat hakkındaki

münakaşatından eser kalmayacaktır. O vakit edep ve hikmet dairesinde muahezeler,

tetkikler görülecektir. Evvelce Mehmet Rauf ile bu neticeyi hedef-i amal ittihaz

Page 345: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

327

ederek ‘Romanlara Dair’ sername-i umumiye ile birkaç makale yazmıştık. Fakat

bahsi daha tevsi ile ‘Hikmet-i Bedayie Dair’ demek ve makalâtın tarz-ı tertibiyesini

buna göre gözetmek daha münasip olacak zannediyorum.

28 Mart 1314

Hüseyin Cahit

SF, Nu. 370, s. 87-90

Page 346: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

328

LONDRA’DAN MEKTUP

-Đngiltere’de Türkçe Tedrisatı

Servet-i Fünun’un ‘Almanya Âlem-i Ticaret ve Sanatına Bir Nazar’

serlevhasıyla neşrettiği bend-i mühimin ‘hafta geçmiyor ki bir Alman fabrikasının

yeni bir seyyar memuru matbaamızı ziyaret etmiş olmasın’ fıkrasını bir meclis-i

sohbette Đngilizlere naklettim. Fakat ‘matbaamızı’ yerine ‘Osmanlı ticaretgâhlarını’

sözünü istimal eyledim ve bu seyyar ticaret vekillerinin ekseriya Türkçeye bile aşina

olduklarını ilaveten beyan etmeyi münasip gördüm. Bu sözümü dinleyenlerden birisi:

Almanların rekabet-i ticariyede ilerlemelerine medar olan esbabın başlıcası lüzumu

olan elsine-i ecnebiyeyi öğrenmeleridir, dedi. Ve Đngilizlerin Avrupa elsine-i

mühimmesine şu son senelerde atf-ı itina eyledikleri hâlde elsine-i şarkiye-i

Đslamiyenin mühimlerinden olan Türkçeye asla heves eylemediklerini kemal-i

teaccüp ve teessüfle dermeyan eyledi.

Đşte bu münasebetle Đngiltere’de Türkçe okuyan ve okunmasına sevk eden

bulunup bulunmadığına müteallik bazı tafsilatı yazıp Servet-i Fünun’a göndermeyi

arzu ettim.

Evvela şurasını söyleyelim ki, Đngiltere darü’l-fünunlarında birkaç Arabî

muallimliği mevcut olup bunlardan biri minelkadim evkaf-ı maine-i kesire ile

himaye edilegelmektedir. Bundan başka edebiyat-ı Farısiyenin aksam-ı nazmiyesine

vakıf hayli kimseler de vardır ve bunlar arasında mesela Ömer Hayyam’ın

tercümeleri, asar-ı Sadi’den ziyade meşhurdur. Demek Đngiltere’de lisan-ı Farısinin

tedrisine de oldukça himmet ve hizmet edenler, ehemmiyet verenler bulunuyor.

Đngilizlerce yalnız edebî ve ilmi bir nokta-i nazardan değil, siyaseten dahi Farisinin

tedris ve tederüsü mültezemdir. Ezcümle Hindistan’a giden memurin-i mülkiyeden

bazıları Farısi talimine adeta mecburdurlar. Fakat Türkçemizin tahsiline her ne

sebebe mebni ise hiç rabet edilmemiştir.

Dersaadet Đngiltere sefareti kendisine lazım olan tercüman ve konsolos

mülazımlarını yetiştirmek için Boğaziçi’nde bir mektep açtırmıştı ki orada bilhassa

Türkçenin talimi mültezem idi, fakat fevaid-i matluba hâsıl olamamasından dolayı

Page 347: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

329

bundan birkaç sene evvel bu husus Oskford Darülfünununa ve bilahere kısmen

Kembiriçe havale edilmişti. Oksfordaki talebenin vazife-i tedrisini ve katiyetle

Đstanbul’da bulunmuş olan Doktor’Veles’ namında bir zat yakalamıştır. Doktorun

Türkçedeki malumatı doğrusu pek azdır. Kembiriçteki ders ise geçen sene Servet-i

Fünun’da bir mektubu neşredilmiş olan muallim-i muktedir Mistır Edvırt’a Baran

cenaplarına tevdi olunmuştur. Mistır Baran Türkçeyi Velesten kat kat ziyade bildiği

hâlde hizmet-i tedrisi memalik-i Osmaniye ahalisinden birine, bir Türk’e, bir

Müslüman’a havale etmek lüzumundan ısrar eylemiş ve o sırada Londra’da tahsil-i

lisan ile meşgul olan vatandaşlarımızdan bir zat bu işe müstahak olmak üzere

Kembiriç Darülfünununun tedrisat-ı şarkiye komitesine tavsiye ile beraber kendisine

mahsus olan yüz yirmi lira kadar ücreti de maaş olarak mumaileyh terk eylemiştir.

Bu iki darü’l-fünunda dört senedir Türkçe okuyan talebenin adedi ancak

sekizdir. Đngiltere Hariciye Nezaretinin daire-i iadesi bu tedrise devamda artık bir

lüzum-ı hissetmiyormuş. Demek oluyor ki tedrisi darü’l-fünuna havale edilen

tercüman ve konsolos mülazımlarının badema tedris ve istihzarından feragat

edecektir. Bunu bazıları lüzumsuz masraftan kaçayım derken lüzumlu bir işin

ehemmiyetini takdir edememek gibi bir hata-yı idariye atfediyorlar. Bazıları da

Dersaadet’teki Đngiltere Sefareti Konsoloshaneliklerinde kâtiplikten yetişen ve hakiki

Đngilizler tarafından ‘levantin’ diye itibar edilen yerli Đngiliz’lere mensup memurların

ilgaatına haml eyliyorlar. Bunların itikadınca yalnız baba veya yalnız anası Đngiliz

olup da şarkta tevellüt eden ve kendi tabirleri vechile ( Prententing tobe an

Englishman) Đngilizlik taslayan bu levantin memurlarının konsolosluk ve

tercümanlık gibi hizmeti kendilerine hasretmek için Đngiltere’den Türkçe ve tarih ve

kavanin-i devlet-i aliyeye aşina gençlerin okumalarını çekemiyorlarmış.

Şimdi şu konsolosluk ve tercümanlık için darü’l-fünunlarda suret-i

mahsusada talim edilen, yetiştirilen talebenin tarz-ı tedrisindeki müsahharalıktan

bahsedeyim de ibret alın. Acaba bütün memleketlerin usul-i idaresinde kusurlar

arayan, bütün âlem-i müsavi ile yolsuzluk ile ithama kalkışan Đngiliz gazeteleri

gözlerinin önündeki bu idaresizliği görmüyorlar mı? Bir kere, mademki Đngiltere

Hariciye Nezareti bu tedrisi darülfünuna bırakmıştır, o hâlde talebenin emr-i

Page 348: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

330

intihabını da ona bırakmalı değil miydi? Asıl darülfünun talebesi arasında niceleri

ulûm-ı siyasiye tahsil etmekte olduklarından darülfünun heyeti konsolos ve tercüman

namzetlerin belki bunlar arasından intihabını tasvip ederdi. Hâlbuki bu işin havale

olunduğu ’memurin komisyonu’ ehemmiyetsiz birtakım mekteplerden yetişmiş

gençleri bulup acayip bir imtihandan sonra iki yüz lira tahsisat-ı seneviyye ile darü’l-

fünuna gönderiyormuş ve bunların sıhhat-i bedeniyeleri hususunda ilzam olunan

nakide binaen ‘bir muayene-i şedide-i tabiye icrasını unutmamıştır ki bu kadar itina

ile intihap olunan sekiz talebenin üçünde bugün verem alaimi zahir imiş!

Bu talebenin en ziyade öğrenecekleri lisan Türkçe ise de diğer elsine-i şarkiye

okumaları da taht-ı mecburiyettedir. Memurin komisyonunu iptida Türkçe ile beraber

Bulgarca da okumasını da istemiş talebe bunun tahsiline başlamış bir müddet sonra

vazgeçip Rusça okusunlar demiş; bağde Farısi okumaları için emir vermiş, sonra bu

emri de geri alarak nihayet Türkçeden maada yalnız Arapça ile Rusçanın tedris

olmasında karar kılmış… Evvela, ne kadar zeki olurlarsa olsunlar, talebenin Arapça

öğrenmeleri kabil olamaz; zira muallimleri pek malumatlı adamlar olabilmekle

beraber bu lisanı ne yazmaya muktedirlerdir ne okumaya. Hatta Arapça tekellüm

olunan biladı, tahsil-i lisan için değil seyahat kastıyla bile ziyaret etmemişlerdir.

Kembiriç darülfününunda resmi bir Arabi muallimliği olduğunu balada zikretmiştim.

Bu muallimliğe meşrut evkafın tahsisat-ı seneviyesi tamam (750) yedi yüz elli

sterlindir. Hâlbuki muallimlikte bulunan zatın yaşı yetmiş sekize baliğ olduğundan

gözlerine zaaf gelmiştir; kendi lisanında matbu kitap ve gazeteleri bile kendisine

zevcesi kıraat eder. Artık böyle bir pir-i fani hurufat ve kelimât-ı Arabiyeyi nasıl

kıraat edebiliyor bilemem.

Talebenin okuyacağı kitapların intihabına gelince, bu da pek tuhaftır:

Mademki Mistır Bravn gibi faal, müdekkik malumatlı bir zat emr-i tedrisi deruhte

etmiş ve mademki bir Osmanlı da kendisine muavin ve bala bilahere vekil olmuştur.

Okunacak kitapların intihabı artık onlara havale olunmak münasip ve makul değil

midir? Hâlbuki bu işe memur olan ve bu işten anlamayan komisyon Mistır Bravn

tarafından dermiyan edilen rey-i hüsn-i telakki etmek şöyle dursun, ‘Bizim kifayetli

ehl-i haberimiz var diye reddeylemiştir. Ehl-i haber dedikleri zat-ı ben pek ala

Page 349: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

331

tanırım. Kendisi asıl Suriye havalisindendir. Elli sene mukaddim memleketinden

çıkmış yolu Đtalya’ya düşüp orada Vatikan’ın taht-ı idaresinde bulunan ‘Propaganda’

medresesinde tahsil-i ulum ederek bir kanoluk papası olmuş, Kırım Muharebesi

hengâmında Đngiliz ordusunda tercümanlık ederek sonra, Đngiltere’ye gelmiş; orada

tebdil-i mezheple bir Protestan papazlığı yakalayarak Londra’da karar kılmıştır. Bu

da yetmişlik bir ihtiyardır. Londra’da elsine-i Đslamiyeden biri için imtihan resmi

icrası iktiza etse mümeyyiz resmi-i yegâne bu zattır. Hâlbuki kendisinin Arapça’sı

gibi Türkçe’si de derme çatladır.

Bir de şu intihap edilen ve tedris-i mecburi olan kitaplara bakın: biri tumturak

elfazdan maada hiçbir meziyet-i tahririye ve tarihiyesi olmayan bir tarih-i

Osmaniyenin feth-Sultan Mehmet Han Hazretleri devrine kadar olan kısmı diğeri

‘Hikayat-ı Müntehabe’ namında inşası, imlası bozuk tabii kötü bir kıraat risalesi.

Memalik-i Osmaniye’de konsolosluk ve tercümanlık etmeye namzet olan bu

talebenin kanun-ı Đslam(?) okumaları da emredilmiş olduğundan bahseden

mumaileyh vatandaşımızdır ki: ‘Bu kanun-ı Đslam’dan maksatları şeriat-ı Đslamiye mi

yoksa kavanin-i Đslamiye mi, bir türlü anlayamıyorum. Đptida desturun Fransızcasını

yani ‘Aristarki’yi dokuz Đngiliz lirası mukabilinde iştira ettiler. Bu koca mecellidatın

tedrisi kabil olamayacağından bahisle refeğ olunan şikayet üzerine ‘şeriat-ı

islamiye=Mouhammeden Law’ namında bir kitabın okunmasını emreylediler. Bu

kitap Hindistan Hizmet-i Mülkiyesine dahil olacak talebeden bazıları için mürettip ve

Hindistan’ın bazı cihatına mahsus olup ahkam-i münderecesinden bir kısmı adat-ı

Hindiyeden, kısm-ı diğeri Đngiliz kavaniyetinden, birtakımı da şerr-i şeriften iltikat

edilmiş bir mecelle-i mahluta-i acibedir. Bundan iki sene evvel bu babta bazı

tavsiyelerde bulunmak istedim; mademki kanun tedrisi de mecburidir, kavanin-i

Osmaniyenin hülasatilhülasası olan ‘Hukuk-ı Đdare’ nam-ı kitab-ı müfidi parça parça

tercüme ile talebeye okutmaktan münasip ve nafi tedbir olamaz dedim. Baktım, ne

anlayan var ne dinleyen. Zaten nahvet-i cibiliye Đngilizler için bir ecnebiden rey-i ahz

kabulüne manidir.

Bir de Đngiltere Hariciye Nezareti elsine-i mühime-i şarkiyedin birini öğretip

imtihan veren zabıtane yüz lira kadar bir mükafat verir ki bu mükafata nail olmak

Page 350: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

332

için züğürt zabitlerden senede iki veya üçü de Türkçe öğrenir; fakat ne öğreniş!...

Yedi, sekiz veya on, on beş ders alırlar, her ders alırlar verebildikleri ücret en ziyade

yarım Đngiliz altınıdır. Burada birçok Ermeniler vardır ki kendilerine ‘elsine-i şarkiye

profesörü’ unvanını verirler. Adetleri müteallimlerden iki kat ziyade olan bu ayak

muallimlerinin hangisi bir veya iki zabit elde edebilirse eder. Zabit efendiler bu

suretle öğrendikleri Türkçeden imtihanı verip mükafatı alırlar. Nasıl almasınlar ki

mümeyyiz olan zat Baladayad namıyla tezyin-ı satur eylediğim Suriyeli papazdır!

Đşte bu zabitlerden ve son defa olarak darü’l-fünundan yetmiş konsolos ve

tercüman mülazımlarından maada hiçbir yerde hiçbir Đngiliz Türkçe okumuyor ve

bilmiyor. Koskoca Đngiltere’de lisanımıza layıkıyla aşina ancak iki üç zat sayılabilir.

Türkçe ve Đngilizce lügatnameler sahib-i meşhur Redhaus’un vefatından sonra

burada Türkçeyi gavamazıyla bilen yalnız Mistır Kip cenapları kalmıştır. Fakat

Mistır Kip ne tedrise rağbet eder, ne de daire-i harbiyenin zabitlerini imtihan eden

memurları meşaraleyh lisanımıza pek güzel bir surette vakıf bir zatın hatt-ı

vücudundan haberdardırlar. Çünkü Mistır Kip, uzletpesendane ve mahviyetkerane

yaşar, ganiyelkalp bir zattır; bin centilmendir. Öyle tedris için imtihan için öteye

beriye müracaata tenezzül etmez. Elyevm-i milel saire-i edebiyatına dair olan

Đngilizce müellifatın bir noksanını ikmal ile uğraşmaktadır. Ve bittabi kitabı

neşrolununcaya kadar ismi ve vech-i ihtisas-ı ilmiyesi hakkıyla malum olamaz.

Kembiriç Darü’l-fünunun Pemburuk=Pembroke medresesine mensup Mistır

Edvırt Bravn dahi lisanımızı iyi bilir; kemal-i suhuletle tekellüm eder. Pek cüzi şive

hataları istisna edilirse şayan-ı Tahsin bir surette tahrire de muktedirdir. Lakin daha

ziyade lisan ve edebiyat-ı Farısiye ihtisas etmiştir.

Elyevm bazı zevat Paris, Berlin, Petersburg’da olduğu gibi Londra’da da bir

elsine-i şarkiye mektebi küşadı için sarf-ımesai etmekte iseler de bunun

ehemmiyetini kim takdir edecek? Daha doğrusu buna kim ehemmiyet verip

muavenette bulunacak?

Đngilizlerin vükelasından tutunuz da Taadikuy papazlarına varıncaya kadar

umur-ı şarkiye hakkında reyler veren, nutuklar irad edenler arasında Türkçeyi bilen

Page 351: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

333

değil Türklerin edebiyatını maarifini adatını işitmiş olan bile yoktur, desem

mübalağa olmaz. Hatta şekil ve şemailimizi tefrik edenler nadirdir. Setre, pantolon

giymiş hâlde sizi görseler mademki başınızda kavuk, arkanızda aba, belinizde

yatağan yoktur; Türk olduğunuza bir türlü ihtimal vermezler. Hele sarışın iseniz on

şahit getirseniz mümkün değil Türklüğünüze inandıramazsınız, onlar için siyah veya

esmer olmayan Türk olamaz. Bir mecliste Türk olduğum anlaşılınca bana öyle

sualler irad edenler olur ki hakkımızdaki zehap sahifelerine bakıp ta gülmemek kabil

olmaz; fakat bazen de hiddetimden ağlayacağım gelir. Hâsılı Đngiltere’de hakkıyla ne

bizi ne de lisanımızı bilirler. Bunu anlatmakta mümkün değildir. Farz edelim ki

birine, beşine, onuna, yüzüne öğrettiniz, peki elli milyon halka nasıl anlatacaksınız.

Hüseyin Cahit

SF, Nu. 400, s. 153-155

Page 352: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

334

3. EDEBĐYATLA ĐLGĐLĐ YAZILAR

Page 353: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

335

HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 1

-Şive, Zevk

Şive, şiveye muhalefet, asar-ı cedide-i edebiye hakkında bir vasıta-i tariz ki

her canı isteyen istimal ediyor. Çünkü yalnız bunu söylemekle bu eserlerin şiveye

muhalif olduğunu iddia etmekle bir şey yapılmış zannolunabiliyor. Hâlbuki bundan

kolay ne tasvir edilir? Diliyle mukarin olmadıktan sonra her isteyen eski, yeni bütün

eserleri bu kusur ile itham edebilir. Fakat iş ciddi telakki edilmek istenilirse bunun

yek nazarda zannolunduğu kadar kolay olmadığı anlaşılır. Zira bir eserin şiveye

mugayir olduğunu iddia etmek için evvela şivenin ne olduğunu bilmek, bunu tayin

etmek lazım gelir. Şivenin ne olduğunu hakkıyla meydana çıkarmadıkça ortaya

sürülecek iddialar hep muterizin kavl-i zatiyesinden ibaret kalmak zaruri bulunur ki

bunun da hiç hükmü olmaz. Lakin şivenin ne demek olduğu bu kadar kati bir surette

gösterilebilir mi? Bunu hakkıyla tarif kabil olur mu? Zannetmem. Birtakım kavaid-i

lisanîye var ki birer mihenk gibidir; mikyas-ı harare ile havanın derece-i harareti

bulup tayin ettiğimiz gibi bu kavaidi elmizdeki eserlere tatbik ile doğru yahut yanlış

olduğunu şüpheye mahal kalmayacak surette gösterebiliriz. Fakat şive için böyle kati

bir düstur bulanamaz. Bunun için şiveyi de zevki de dâhil addetmek zaruri olacaktır.

Filhakika büyük muharrirlerin eserlerine bakalım; bunlar hep şahsi birer

üslup ile yazılmıştır, hepsinin tarz-ı beyanı bilzarure ayrıdır. ‘Üslub-ı beyan aynıyla

insandır. ’ Fikrini tamamıyla kabul etmeyen hikmet-i bedayi erbabı bile üslubun

tabiat ve mizac-ı muharrire, zamanı telif ve taharire tabi olduğunu inkâr

edememektedir. Bu hâlde şive üstad-ı edepten falan zatın tarz-ı tahririnden ibarettir,

demek caiz olamaz. Mamafih bu kadar muhtelif seyr-i tefhimin hiç birisi şivesiz

addolunmamak için ‘şive’ medlulenin pek umumi –o derece umumi ki bütün

ihtilafları telif edebilecek- bir şeyi olması lazım gelir. Demek oluyor ki şive kâffe-i

esalib-i taharrirde müşterek bir vasıftır. Üsluplar birçok noktalarda ihtilaf ettikleri

hâlde bir noktada etlaf ederler ki işte buna şive diyeceğiz.

Şive bu kadar itsâ-yı şümul peyda ettikten sonra hiçbir eseri şiveye muhalefetle

itham kabil olamaz, sanırım. Mademki şive için bir kaide mevcut değildir; mademki

Page 354: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

336

bir kaidenin fıkdanıyla beraber muhtelif zamanlarda, muhtelif memleketlerimizde

yetişmiş üdeba şivesizlikle itham edilmemiştir ve edilemez. Şu hâlde bunu şiveyi bu

kadar umumi olduğu için bir mevhibe-i milliyet addetmek zaruri görüleceğinden her

yazı yazan Türk’ün şiveye muvaffak yazması tabiaten iktiza eder. Đkdam’ın Paris

muhabiri Ali Kemal Bey Naci Efendi’nin güzel yazmasına en esaslı sebep olarak

Türk valideden tevellüt etmiş olmasını gösteriyordu. Hâlbuki bu lisan hepimiz için

maderzattır. Onlar yazdıkları şiveye muvaffak oluyor da bizimkiler niçin olmuyor?

Yeni eserler Fransızcayı andırıyormuş. Hâlbuki en doğru ve şiveli Türkçe yazar diye

iddia ettikleri zatın:

Hoşnümadır hatt-ı pişt-i lebde ebrular tadar

Satır-ı tabirce bulunmaz nüsha-i tenezzülde

Beyti –bütün o şayan-ı teessüf dalalet-i teşbihiyesini bir tarafa bırakarak-

tahattur ediyorum ki mesela mısra-ı sanisini tağyir-i yesir ile:

Suretine konulunca mükemmel bir Acemce oluveriyor. Hâlbuki en ziyade

şiveye muhalefetle itham edilen Mehmet Rauf’un ‘Verven’i güya tenkit edildiği

sırada ifadenin Fransızca olduğu gösterilmek için ‘…Bir iptila ki insanı harap ediyor.

’ sözleri ‘… Qui Ruine Le’Homme’ garibesiyle tercümeye kalkışılmış ve bu suretle

maksut ispat edilmek şöyle dursun bilakis müntekidin Fransızcaya dahi adem-i

vukufu meydana çıkmıştı.

Şive nedir? Kimin eserleri bu şiveyi taht-ı inhisara almıştır ki onlara bakalım

da benzemeyenleri beğenmeyelim. Bu ashab-ı şiveyi zamanımızda mı yoksa

mazimizde mi arayacağız? … En doğrusu takib-i ezman ile tabii olarak fikirler

değişiyor, bunların tercüman-ı hariciyesi olan tarz-ı tebliğde tebeddül ediyor.

Üsluplar bir birine benzemiyor, işte bu kadar. Sonra birisi bir muharririn üslubundan

zevk almayınca hemen ileri atılarak iptida şiveye mugayiratı ortaya sürüyor. Bunun

başka bir sebebi garezisi yoksa esası mutlaka zevklerdeki tehalüftür.

‘Bir sanatkârın yeni bir fikr ve usül meydana getirmesi bu gibi şeylerle şöyle

bir iştigal edenlerin hep kendi aleyhinde içtima ve kendisinden her türlü liyakatı selb

etmeleri için kâfidir. Bilahakim ve tetkik-i intişar etmiş olan efkâr-ı sahife,

Page 355: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

337

huzurunda boyun eğmeyenlerin aleyhinde bulunur. Ve zevkleri en ziyade nazik ve

muallem olan zevat bile böyle kable’l-tetkik peyda edilen bir fikrin tehakküm-i

müstebidanesinden nefislerini tahlis edemezler; ilk hareketleri kendilerinin adat ve

mesalikini ihlal eden her teceddüt sanatın aleyhinde bulunmaktır. ’

Şimdi Ojon Veron’un şu sözlerini tekrar okurken bilhassa edebiyatımız için

yazılmış olduğuna hükmedeceğim gelir. Hâlbuki edebiyat-ı cedidenin bugün

görmekte olduğu tariz bir kaide-i umumiye neticesi olduğu için hiç bais-i istiğrab

değildir. Filhakika ortada dönen bahisler hep zevk meselesine aittir. Zevki hikmet-i

bedayi erbabı ‘his, hissin’ diye tarif ettikleri cihetle –bunun eşhasa göre ihtilafından

kat-i nazar-ı terbiye görmesi, rikkat peyda etmesi lazımdır. Ojon Veron zevk için iki

şartın vücuduna lüzum gösteriyor: Evvel-i emirde asar-ı sanat muvacehesinde bir

zevk ve haz duymak için şedit bir kabiliyet-i tesire, saniyen her sanatın şerait-i

hakikiye-i nazariye ve ameliyesi hakkında malumât-ı sahihaya malik olmalı diyor.

Hâlbuki bizde bu şerait-i sanat hakkında cehaletten başka ne var? Eserlerde hâlâ

kelime yanlışı aramaktan ileri geçemiyoruz. Kof bir malumatfüruşlukla daima

takitten bahsediyoruz. Acaba tenkidin bir taraftarı var mı ki bu tarize lüzum

görülüyor? Herkes yazdığını elbette –kabiliyet-i fehimesi olanlara anlatmak için

yazar. Mamafih muterizler eserlerde şerâit-i esasiye-i sanatı taharri edebilecek kadar

iktidar ve vukuf göstermekle beraber ihtiyar ettikleri tarzda da şayan-ı takdir bir

semere-i muvaffakiyet izhar edemiyorlar. Bütün itirazlar havada birer laf olmaktan

başka bir şey değil. Asar-ı cedidenin şiveye muhalefetlerinden takitlerinden

bahsediliyor, fakat yalnız bu kadar; muhalif şive olan eser hangisidir, şivesiz olan

yerleri neresidir ve bu şivesizliğe nasıl hükmolunur? Buralardan hiç bahis yok. ‘Saat-

i semenfam’, ‘lerze-i ruşen’ gibi bir iki terkip bellenmiş de; şimdi bunların da

tekrarından bıkıldı; nihayet iddia hep asılsız, delilsiz, kuru laflarda kaldı.

Asar-ı cedide-i edebiyenin daha birçok karilerce hüsn-i telakkisini temin için

zevkleri terbiyeye lüzum vardır. Hikmet-i bedayi kavaidi güzelce malum olduktan

sonra eminim ki bugün matbuatımızın edebiyat, haric-i edebiyat hakkındaki

münakaşatından eser kalmayacaktır. O vakit edep ve hikmet dairesinde muahezeler,

tetkikler görülecektir. Evvelce Mehmet Rauf ile bu neticeyi hedef-i amal ittihaz

Page 356: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

338

ederek ‘Romanlara Dair’ sername-i umumiye ile birkaç makale yazmıştık. Fakat

bahsi daha tevsi ile ‘Hikmet-i Bedayie Dair’ demek ve makalâtın tarz-ı tertibiyesini

buna göre gözetmek daha münasip olacak zannediyorum.

28 Mart 1314

Hüseyin Cahit

SF Nu. 370, s. 87-90

Page 357: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

339

HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 2

-Hikmet-Đ Bedayi, Hüsn

Edebiyatımız hakkında bugün ortaya saçılan bu kadar garip mütalaalar

şüphesiz fıkdan-ı malumattan neşet ediyor. Filhakika asar-ı edebiyenin mahiyeti

hakkında lisanımızda yazılmış makalat o kadar azdır ki adeta yok gibidir. Hele neden

ise bu gibi mübahese bizde minelkadim şayan-ı ehemmiyet görülmemiştir. Lisan-ı

Arip’ta buna dair kitaplar bulunmak gerektir. Araplar Yunan-ı kadimin tekmil asar-ı

ilmiye ve hikemiyesini ahz ettikleri cihetle felsefenin bir şubesi olan ilm-i hüsn ile de

iştigal etmiş olmaları lazım gelir. Mamafeh Arapça bilmek iddiasında bulunanlar,

hezain-i Arabiye dururken garba müracaatı manasız bulanlar şimdiye kadar ne o

yolda bir kitabı tercüme edip ortaya koydukları ne makale suretinde gazetelerde

neşrettikleri cihetle bu husustaki malumatımız da kitaplarımız gibi mefguttur. Bunun

içindir ki Arapça’dan tercümeleri nakıs olmakla beraber ne kadar olsa yine bir zevk-i

edebî vücuda gelmesine hizmet edebilecek bu bahislerin büsbütün fıkdan-ı şayan-ı

teessüf bir noksan vücuda getiriyor. Bu noksan zevki mahzur görmekle beraber

ıslahına çalışmak da elzemdir. Çünkü tesirat-ı bedii ahz ve telakkiye hilkaten pek

müsait olan tebayi bile kavait ve şerait-i esasiye-i sanattan gafil olunca semere-i

istidadını idrak edemez. Bu şerait ve kavait sanatı ise bize hikmet-i

bedayi=esthetique öğretir.

Estetiği hikmet-i bedayi ile tercüme kelimenin iştikakına nazaran doğru

olmaz. Bu cihet gözetilmek lazım gelirse +ilm-i ihtisasat+ demek iktiza edecek.

Fakat ihtisasatın kaffesi mevzu-ı bahis olunca bütün felsefeye şümul peyde

edeceğinden bir kısmı tefrik edilmek lazım gelir. Yunanide evvelan bu kelimede ise

takyit yoktur. Bunun için istideği ilm-i hüsn ile tefsir etmişler. Fakat bu tabir de bize

hikmeti-i bedayi hakkında sarih bir fikir vermez. Çünkü hüsnün de ne olduğunu

göstermek iktiza eder. Ve işte burada mesele hâllolunamayacak bir hâle gelir.

Alelumum hikmet-i bedayi mesailini beş büyük mübaheseye ayırıyorlar.

Hüsn ve fikr-i hüsn, tabiatta hüsn, sanatta hüsn, tabiatta sanat, gaye-i sanat. Bunların

anlaşılabilmesi için evvelemirde hüsn kelimesiyle ne kastedildiği güzelce tayin ve

Page 358: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

340

tahdit edilmelidir. Kurun-ı kadimeden zamanımıza gelinceye kadar yetişen meşahir-i

hükemanın hüsn hakkında ayrı ayrı fikir ve meslekleri vardır. Eflatun, Aristo, Platon,

Sainte Augustin, Hoçson Adnre, Kant, Ojel cümlesi kendilerine mahsus birer fikir ve

meslek ihdas etmişlerdir. Bunların haricide de hüsn için birçok tarifat dermeyan

edilmiştir ki hepsi toplanacak olsa içinden çıkmak kabil olamaz.

Hikmet-i bedayi ezmine-i kadimede müstakil bir ilim suretinde nazar-ı itibara

alınmadığından o zamanlarda o zamanlarda yetişmiş hükemanın güzelliğe ait

mütalaatını, asar-ı felsefiyeleri arasından birer birer tefrik etmek iktiza eyler. Đptida

Eflatun, üstadı Sokrat’ın derslerinde topladığı kavaitten hüsn hakkındaki ilk

nazariyeyi tesis etmiştir. Eflatun hüsne ilahi bir sıfat isnat eder. Vahit ve umumi

olduğunu, her yerde, her zamanda, her ırk için müsavi bulunduğunu söyler. Hâlbuki

tarih-i sanat bunun aksini ispat ediyor. Hüsnün zamana, mekâna, ırka göre tebdil

edegeldiğini gösteriyor. Diğer bir nokta-i nazardan da Eflatun’un hüsn-i mücerret

iddiası tasvip olunamaz. Filhakika pek çok muhtelif şeylere göre biliyoruz ki hep

güzel diyoruz. Demek ki eşya ve ahval-i muhtelifede bir sıfat-ı müştereke var ki

bunun bizde uyandırdığı hisse güzel namı veriliyor. Đşte bu sıfat o eşyadan tecrit

olunamaz. Evsaf-ı saire ile beraber bir heyet-i mecmua teşkil eder. Đşte bu heyet-i

mecmuaya bir nam vererek mesela güzel bir levha, güzel bir heykel, güzel bir şiir

deriz. Hâlbuki güzel dediğimiz mermer bir heykelden beyazlığı, sertliği, hızı,

maddiyatı kaldıralım. Ne kalır? Bunlar olmayınca heykel tasvir olunabilir mi?

Demek ki heykelin vücudu bu evsafın içtimasıyla kabildir. Bu evsaftan birini mesela

beyazlığı alsak da desek ki bu, heykel olmasın, kağıt olmasın, pamuk olmasın, şeker

olmasın, …ilh böyle bir ihtimal tasvir edemeyiz. Mutlaka bir beyazlık hissetmek için

bunun bir şeye tealluk etmesi lazım gelir. Đşte hüsündü böyle bir vasf-ı müşterek

olduğuna göre bir şeye, bir fiile tealluk etmeden tasviri mümkün değildir. Bunun için

hüsün mücerretir iddiası sahih olamaz. Aristo güzelliği aksamın intizam ve

ahenginde taharri eder. Fakat bu surette sanayi vasıtasıyla imal edilen eşyanın

asmamı beyninde de intizam ve ahenk mevcut olacağından, bunları da güzel

addetmek icap edecektir. Aristo azimeti de güzelliğin şerait ve esasiyesinden

addetmişti. Platon Aristo’nun tarifini tenkit ile der k: ‘Eğer ecsamın güzelliği

aksamın beynindeki tenasüp ve ahenkte mündemiç bulunuyorsa o hâlde güzellik sade

Page 359: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

341

ve basit bir şeyde bulunmamak, mutlaka mürekkep eşyada tecelli etmek lazım gelir. ’

Đşte Platon, Aristo mesleğini bu suretle muaheze ettikten sonra hüsnü şekilde arar.

Platon her şeyde biri madde diğeri şekil olmak üzere iki esasa ayırarak ecsamın

güzelliği ecsamın kendilerinden değilgayr-ı maddi bir unsurdan ileri gelir, der. Fakat

biz hüsnü bazı eşkâle, bazı elvana, esvata da isnat ettiğimizden Platon’un bu fikri

bize göre nakıs kalır. Sainte Augustine, Platon’un efkârını biraz tadil ile hüsnün şekl-

i hası vahdet, şerait-i esasiyesi tenasüp ve tevafuk olduğunu iddia etmiştir. Mesela bir

hane kullanılacağı işe göre pek muvaffak olarak tertip edilebilir de yine bunda

güzellik bulunmaz.

Kurun-ı vustada hüsn meselesi metruk kalmış, Dekart felsefesi başka

cihetlere ehemmiyet vererek bununla pek iştiğal etmemiştir. XVIII: asır iptidalarında

Đngiltere’de Hoçso, Fransa’da P. Andre güzellik bhsini tazelemişlerdir. Hoçson’a

göre fikr-i hüsn ani ve umumidir. Güzellik yeknazarda bize çarpar, der. Hoçson

güzellik fikrinin menşeini araştırdığı sırada bunun adetten, terbiyeden ileri geldiği

iddialarını reddeyledikten sonra bir şeyde içtima ile o şeyi güzel kılan evsafın ne

olduğunu teharri ederek tabii ve taklidi olmak üzere hüsnü ikiye ayırır. Hüsn-i tabiiyi

mutlak, hüsn-i taklidiyi nispi addeder. Ve her birinin asliyesini tenevvü ile

imtizacından görür.

P. Andre’ye gelince bu üç nevi güzellek buluyor. Birincisi bir hüsn-i asli ki

her türlü müessisattan, ikincisi bir hüsn-i tabii ki efkâr- beşeriyeden müstakildir;

üçüncüsü bir nevi his ki bir dereceye kadar keyfidir. P. Andre’ye göre esas hüsn

intizamdır. Hüsn-i asli intizamı hendesidir ki eşkâlin tenasüp ve intizamında tecelli

eder. Hüsn-i tabii cenab-ı halkın tesis ettiği vechile mevcut kavanin-i tabiyeden

inibas eyler. Üçüncü nevi hüsn ise yalnız vücu-ı beşerde bulunup bunun sebeb-i

mevcudiyeti ruhun da intizama inzimam edişidir.

Đlm-i hüsne estetik namını veren Bumagarten’dir. Laybesnt ile Volf’un

şakirdi olan Bumagarten hikmet-i bedayi –ahlak gibi- mükemmeliyet esası üzerine

isnat ettirir. Fakat mükemmeliyet nedir? Bir kere mükemmel olmakla güzel mi

olunur? Rich Hoçson ile beraber Đskoçya felsefesi diye maruf olan meslek

müessislerendendir. Mamafih yine hüsn bahsinde bir hayli noktalarda Hoçson’dan

Page 360: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

342

ayrılır. Rich her husuta olduğu gibi hikmet-i bedayie müteallık hususatta da

tereddütü sevmez. Zevklerde ihtilaf olmakla hüsnün bir kıymet-i mutlakadan âri

olmasını kabul etmez. Bu şüphe ve tereddütü külliyen izale için Rich hükmü de

hüsne terfik eyler ve işte burada Hoçson’dan ayrılır. Hâlbuki hüsn bir hükme sebep

olunca mutlak bir kıymeti haiz olmak lazım gelir. Hoçson, güzellik hissiyatını sarf-ı

vicdani addettiği hâlde Rich bunun aksini iddia eder.

Kant, Rich’ten ziyade Hoçson’un fikrine takrip ile güzeli müfitten,

mükemmelden ayırır. Onun nazarında güzel mahdut ile ifade edilmiş namütenahidir.

Fakat namütenahi ne?

Görülüyor ki bu bahislerden vazıh bir fikir almak hemen kabil değildir.

Kariler bu kabahati muharrirde bulmasınlar ve emin olsunlar ki daha ziyade istiknah

madde için müracaat edecekleri kitaplar kendilerine daha müphem malumatı arz

edecektir. Filhakika yukarıda da söylenildiği gibi mübahesi –mahzen felsefe fennen

mevzu olmaktan dolayı- zamanıza kadar katiyen hâllolunamamıştır. Bazıları güzeli

hoş sıfatı ile müteradif tutuyorlar. Bu hatayı bilmeyerek her gün yaparız. Şu elmanın

ne güzel lezzeti var, gibi sözleri daima kullanırız. Hakikat-ı hâlde güzel burada hoş

mukabilidir. Diğer taraftan bir fırtına, bir yangın levhası güzel olmakla beraber hoş

değildir.

Bazıları güzel için müfit demişlerdir. Hâlbuki faydalı birçok şeylerin kâffesi

güzel olmak iktiza etmez. Güzel ile müfit arasında umum ve husus minvace vardır.

Alat-ı sanaiye müfit olmakla beraber güzel değildir, nefis bir tablo güzel olmakla

beraber müfit olmadığı gibi… Lamine güzel için hissolunabilecek bir şekil altında

izhar edilmiş hakikattir, diyordu. Hâlbuki kin ve haset gibi bazı arazın hakiki

çehreler üzerinde nümayan oluşu hiç de güzel olmadığı hâlde bunun bir sanatkar

tarafından tablo, roman, şiir olarak gösterilişi elbette güzeldir. Đşti bunun içindir ki

güzelliği tabiatta yahut eser-i sanatta bulunmak itibarıyla ikiye ayırmışlardır. Boalo,

Pascal gibi bazı zevat alelıtlak sanatta hüsn-i tabiatı taklitten ileri gelir diyorlar.

Hâlbuki aslı güzel olmayan velev tabii şeyin sarf-ı taklit ile vücuda gelen numunesi

neden güzel olsun? Taklit edilirken araya başka bir unsur karışmalıdır ki netice tebdil

edebilsin. Filhakika eser-i sanat ile tabiat arasında sanatkarın mizacı, dehası vardır.

Page 361: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

343

Binaenaleyh sanattaki güzelliği anlamak için bu deha noktasını da tamik iktiza eyler.

Hülasa estetik ilm-i hüsndür. Bunun mevzuu sanat ve asar-ı sanattır. Şu hâlde

estetik de asar-ı nefisenin felsefesi demek olur. Đşte buna binaen der ki Türkçemize

de hikmet-i bedayi terkibile tercüme olunmuştur. Đlm-i hüsünde takip edilecek usüle

gelince bunda birbirine külliyen zıt ve muhalif iki tarik vardır. Biri akli ve mantıki ki

hemen güzel fikrinin ne olduğunu tayinden başlayarak buna göre birtakım kavait

istintac eder. Fakat bütün bu felsefe-i bedayi sırf bir tarif üzerine yani güzele verilen

manaya göre müessis olduğundan tarifin adem-i kifayeti tebeyyün edince bundan

çıkarılan kavait de bihüküm kalır. Kurun-ı kadimeden zamanımıza kadar güzelliğin

henaz tarif edilmemiş olduğuna bakılınca bu çıkmaz tariki takipten bir fayda hâsıl

olamayacağı anlaşılır.

Đkinci usül tecrübi ve tarihidir ki bedayi-i asar-ı sanaiyeyi tetkik ile bundan

tenkit ve zevk kavait istihrac etmeye çalışır. Đşte bu usülün en birinci adamlarından

biri ve adeta müessis-i Fransız meşahir-i hükemasından mateveffa Hippolyte

Taine’dir.

Bu üstat ulum-ı tabiyenin esaslarını, dikkat ve ihtimamatını takip ettikleri

tarik-i ulum-ı ahlakiyeye tatbik ile kendi zamanına kadar bir esas metin üzerine

müessis olmayan ulum-ı ahlakiyeye metanet vermiş ciddi bir terakki temin etmiştir.

Taine’ne göre hikmet-i bedayi eskisinden şu cihetle temeyyüz eder: Onun gibi

evvelden muayyen bir düstur-ı kati üzerine hareket edeceği yerde tarih-i sanatı tetkik

ilebirtakım kavanin bulur, gösterir. Eski hikmet-i bedayi -yukarıda da söylendiği

üzere- güzeli tayin ile mesela, güzel gaye-i ahlakiyenin yahut ihtirasat-ı beşeriyenin

ifadesidir, der. Sonra buradan bir madde-i kanuniye gibi hareket ederek tesadüf ettiği

asar-ı sanatı affeder, mahkûm eyler, fikr-i karine rehber olurdu. Hâlbuki bilcümle

ulum-ı ahlakiyeye nüfuz etmekte bulunan usül-i cedide asar-ı beşeriyeyi ve bilhassa

asar-ı sanatı birtakım Vakayi-i mahsulât gibi nazar-ı itibara alarak bunların esbabını

taharri etmeye, tebayi göstermeye sa’y eder. Herkesi kendi mizacına hoş geleni

kabülde kendi zevkine tevafuk edeni tatbikte serbest bırakır.

Mösyö Taine bu netayice şu mülahazat ile vasıl olmuştur: Bir eser-i sanat

Page 362: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

344

kendi kendine bilâsebep vücuda gelmiş değildir. Mutlaka bir heyet-i mecmuaya

dâhildir. Đşte eser-i sanatı anlamak için bu heyet-i mecmuayı tetkik iktiza eder. Eser-i

sanatın böyle dâhil ve merbut olduğu heyet-i mecmua üç türlüdür: Birinci sanatkârın

asar-ı sairesi. Filhakika herkes bilir ki bir sanatkârın bütün eserleri –aynıyla bir

pederin evlatları gibi- aralarında meşabehet kesire irae ederler. Her sanatkârın bir

Üslub-ı hası olur ki bu üslup tekmil eserlerinde görülür. Hatta üstade-i meşhureden

birinin imzasız bir eserini, mesela bir şiirini, bir tablosunu, bir heykelini bir ehl-i

vukuf görse sahibini tayinde asla güçlük çekmez. Demek oluyor ki bir eser-i sanat

mücerret olmayıp evvelemirde kendini vücuda getiren sanatkârın asar-ı sairesine

merbuttur.

Hâlbuki bu asar hatta bizzat sanatkârda başlı başına yalnız olarak mevcut

olmayıp aynı zamanda, aynı fikirde, aynı memlekette yaşamış birtakım sanatkârlarla

ve asar-ı dehasıyla muhattır. Đşte bu da ikinci heyet-i mecmuayı teşkil eder. Mesela

Đngiltere tarih-i edebiyatında Shakespeare bize o zamanda yapayalnız yetişmiş adeta

başka bir dünyadan düşmşü gibi görünür. Hâlbuki Marlov, Ben Jonson gibi aynı

zamanda Đngiltere’de daha birçok temaşanüvisler vardı ki onların tiyatroları da

Shakespeare’ninkine benzer. Vakıan bunlardan yalnız Shakespeare’nin şöhreti

günümüzde intişar etmiştir. Mamafih Shakespeare’yi anlamak için zamanında

yetişmiş sair sanatkârları da piş-i mütalaaya almalıdır.

Taine üçüncü bir heyet-i mecmua olmak üzere bu aynı fikir ve mesleğe sahip

sanatkârları ihata eden halkı gösteriyor. Çünkü halkı için efkâr ve adat ne merkezde

ise sanatkârlar için de öyledir. Mesafat-ı asar arasından bugün yalnız sanatkârların

avazı işitiliyor. Fakat bütün ihtirazatıyla bize kadar gelen bu sedanın altında boğuk

bir sesi işitiyoruz ki buda vaktiyle sanatkârlarla hemavaz olan halkın efkâr ve

esvatıdır. Sanatkârların asıl büyüklüğü arasında yaşadıkları halk ile kendileri

beynindeki ahengin mükemmeliyetinden ileri gelir. Binaenaleyh bir eser-i sanatı, bir

sanatkârı, aynı meslekte birçok sanatkârı anlamak için bunların ait oldukları

zamandaki efkâr ve ahlakın hall-i umumisini kemal-i sıhhatle bilmelidir. Taine

Yunan trajedisi gotik tarz-ı mimarisi, holandez resmi, Fransız trajedisi tarihlerini

tetkik ederek hep bu hükmün derece-i isabetini görmüş ve daha ziyade izah-ı maksat

Page 363: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

345

için atideki misali irat etmiştir.

Cenubi bir memleketten şimale doğru yükselmeye başlandığı zaman bazı

mıntıkalara girilirken her birinde başka bir nevi ziraatın, başka bir nevi nebatatın

zuhuru görülür. Đptida portakal, az yukarıda zeytin yahut üzüm, sonra meşe ve yulaf,

az daha yukarıda çam nihayet yosun ve buna mümasil nebatat. Her mıntıkanın

kendine mahsus nebatı ve tarz-ı ziraatı vardır. Bunlar mıntıkanın bedayetinde başlar.

Müntehasında biter. Bu nebatat ve tarz-ı ziraatın sebeb-i vücudu o mıntıkadır. O

mıntıkadır ki zuhur veya adem-i zuhuruna badi olur. Hâlbuki mıntıka dediğimiz şey

hararet ve rutubetin falan derecede bulunmasından ibaret değil de nedir?

Tabir-i diğerle mıntıka birtakım şeraiti hükmiyeden ibarettir ki biraz evvel

bahsettiğimiz efkâr ve ahlakın hal-i umumisine tamamıyla meşabihtir. Tehavvülüyle

falan veya filan nevi nebatın zuhuruna badi olan bir derece-i hararet bulunduğu gibi

manevi bir derece-i hararet de vardır ki tahavvülüyle falan veya filan nevi sanatın

zuhuruna bais olur. Mesal mısırın, yulafın, portakalın, çamın, zuhurunu anlamak için

o maddi derece-i hararet nasıl tetkik olunuyorsa bilfarz hakikatperestane ressemlığın

klasik edebiyatın zuhurunu anlamak için de o manevi derece-i harareti yani efkâr ve

ahlakın hâl-i umumisini tetkik etmelidir. Mahsulat-ı fikr-i beşer de mahsulat-ı tabiat

gibi ancak muhitleriyle izah olunabilir.

Bu suretle, mimarlık, resim, heykeltıraşlık, şiir, musiki gibi enva-ı sanattan

kâffesinin muhtelif memleketlerde, muhtelif asırlarda sebeb-i zuhurlarıyla sebeb-i

tevsi ve tenevvüleri sebeb-i inhitatları tayin olunarak bu müteaddit bu muhtelif saik-i

tarihiye ile her sanatın tabiatı tarif, şerait-i mevcudiyeti irae edilince sanayi-i

nefisenin ve umumiyetle sanatın izahat-i tâmmesi yani bir saayi-i nefise-i felsefesibir

hikmet-i bedayi bulunmuş olur ki Hippolyte Taine işte bu manayı müfittir.

Taine’nin en esas mesleğini bu kadar bilmek şimdilik bize kâfidir. Badema

yazılacak hikmet-i bedayi bahisleri ekseriyetle Taine felsefesine temas edeceği için

bu hakayık gittikçe daha şumul ile meydana çıkar.

1 Nisan 1314 Hüseyin Cahit

SF, Nu. 371, s. 103-106

Page 364: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

346

HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 3

-Mahsulât-I Fikriye-i Beşeriye, Mahsulât-ı Tabiiye

Mahsulâtı fikriye-i beşeriyeyi, mesela bir şiiri, bir romanı, bir heykeli, bir

eser-i mimariyi, mahsulât-ı tabiiyye; mesela bir ağaç bir ot gibi telakki-i mütaala

ederek ağacın, otun zuhura gelişini izah için bulundukları arz ve iklim nasıl tetkik ve

mütalaa olunuyorsa mahsulât-ı fikriye-i beşeriyeyi anlamak içinde bunların yetiştiği

zaman ve mekânı nazar-ı teemmüle almak, yani şu iki nevi mahsulât arasında bir fark

görmemek fikri ancak XIX. asır marifetinde terrakkiyât-ı ulum ve fünun ile müyesser

olmuş, neşv ü nema bulmuştur. Bu fikrin en büyük hadimi Hyppolyte Taine'dir.

Geçen haftaki makalemizde bu üstadın esas mesleğinden bahs olunurken mahsulât-ı

fikri beşer dahi mahsulât-ı tabiiye gibi ancak muhitleri ile izah olunabilir denilmişti.

Bahsin ehemmiyet-i azimesi der-kâr olduğundan iyice anlaşılmak için şu nokta

üzerinde azıcık ısrar etmek isterim: Eskiden asar-ı beşeriyeyi ve bilhassa asar-ı sanatı

hiçbir sevk ve mecburiyet neticesi olmaksızın tesadüf olarak vücut bulur

zannederdik. Taine bu fikirden bahsettiği sırada; "Filhakika sanatkârın kendi keyfine

göre ihtira etmesi, halkın bu ihtira asarını meyyal-i tebdil bir zevke göre takdir

eylemesi şu esen rüzgârlar gibi serbest zannolunabilirse de rüzgârların sabit ve

muayyen kavanini bulunduğu gibi bunların da sabit ve muayyen kavanini vardır"

diyerek bir eser-i sanatın nasıl vücuda geleceğini tetkik ediyor ve bunu izah için asar-

ı sanatı nebatata teşbih ile bir toprakta bir nebatın yahut aynı neviden nebatatın,

mesela portakal ağcının ne gibi şerait-i tahtında tevsi ve intişar edebileceğini şu

vecihle arıyor:

Bir arazi farz edelim ki oraya rüzgâr birçok tohumlar getirmiş. Bu tohumların

içinde portakal çekirdeği de var. Bu çekirdeğin çimlenip, filizlenip, ağaç olması

mahsul yetiştirip orada çoğalması için ne gibi şartlar lazımdır? Evvel-i emirde toprak

zaif olmamalı ve kolaylıkla toz hâline girmemelidir; Çünkü o zaman kök derine

gidemeyeceğinden ağaç rüzgâra mukavemet edemez. Đkinci derecede pek kuru

olmamalıdır; çünkü o hâlde ağaç da kurur. Đklimin sıcak olması da elzemdir. Çünkü

portakal ağacı nazik olduğundan soğuktan donar donmasa bile kavrulur, büyüyemez.

Meyvesi geç yetiştiği için de mevsim-i seyfin epeyce imdadına muhtaçtır. Bunlardan

Page 365: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

347

başka o arazinin diğer nev-i nebatatın neşv ü nemasına pek müsait olmaması da

labettir, çünkü böyle olmayacak olursa portakal ağacı diğer nev-i nebatatın

rekabetine tahammül edemez. Müsade-i mevkiye mazhar olan başka nebatat

kendisini bastırır, boğar. Đşte bu şartların kâffesi bir yerde içtima ederse -cenubi

Đtalya’nın bazı mevkilerinde olduğu gibi- orayı portakal ormanları kaplar. Şeraiti

tabiiyenin ne derece haiz-i ehemmiyet olduğu bundan anlaşılıyor. Vakıa portakal

ağacını vücuda getiren asıl bunlar değildir; çekirdeği rüzgâr getirmişti, kuvve-i

hayatiye çekirdekte mündemiç idi. Fakat tafsil olunan ahval ve şerait-i içtima

etmeseydi portakal ağacı yetişemeyecekti. Bu şerait değişse, mesala bir dağ tepesi

farz edilse ki toprağın sahni incedir, şiddetli rüzgârlar eksik olmuyor; iklim soğuktur;

yaz kısadır; bütün kış zamanı ortadan kar kalkmaz. Böyle bir mevkiye tesadüfün

getireceği tohumlardan yalnız çam neşv ü nema bulur. Demek ki şerait-i tabiiye bir

yerde muhtelif nevide ağaçlardan birini intihap ederek diğerlerinin yetişmesine ya

kâmilen ya kısmen mani oluyor.

Bu noktada ulum -ı hazıranın en büyük, en esaslı bir düsturuna, "istifa-i

tabii"ye temas ediyoruz. Bugün eşkâl-i muhtelife-i zevil hayatın menşei ve bünyeleri

Đngiltere meşahir-i hükemasından Darvin tarafından ityan edilen bu kanun ile izah

olunmaktadır. Hippolyte Taine maddiyatta olduğu gibi maneviyatta da ilm-i

hayvanat ve ilm-i nebatatta olduğu gibi tarihte, hayvanat ve nebatatta olduğu gibi

liyakat ve tabayığda dahi bu kanunun tatbikine çalışmış ve 27 cilde varan asar-ı

nefisesi hep bu fikrin tatbikat ve delailinden ibaret bulunmuştur. Binaenaleyh "istifa-i

tabii" meselesini biraz tamik etmeye lüzum vardır.

Rûy-ı arzda, cû-yı havada derûn-ı madde uzviyete malik birçok mahlûk var ki

bunlar esasen birbirlerine benzemekle beraber yine aralarında az çok ihtilaf

görülüyor. Bu ihtilaflara bakarak mesela hayvanat ve nebatat diye ayrılıyor, sonra

bunlar da tasnif edilerek fakriye, gayri fakriye ilh deniliyor. Nebatat için fasılalar

tayin olunuyor. Fakat bu binlerce eşgal-i muhtelife nereden geliyor? Tevali-i ezman

içinde ne suretle takip etmişler? Ta bedayette böyle ayrı ayrı şekillere mi maliktiler?

Yoksa mürur-ı zaman ile mi bu tehalif-i eşgal hâsıl oldu? Đşte serair-i hilkatin esasına

teallük eden bu mesele-i mühimme ulum -ı tabiiye ile iştiğal eden zevat nazarında

Page 366: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

348

minelkadim şayan-ı ehemmiyet görülerek tedkik edilegelmiş ve nihayet Darvin

tarafından hâllolunmuştur. Bunun için Darvin’in eslafından bahse, Maye, Rubune,

Lamark gibi bu hususta birer meslek sahibi olan ulemanın efkârını uzun uzun şerhe

artık burada hacet yoktur.

Darvin nazarında bütün nebatat ve hayvanat anasır üç dört numeneden ve

ağleb-i ihtimalat olarak aynı menbadan neşet ile yavaş yavaş, tebdil ve tenevvü ede

ede bugünkü hâle gelmiştir. Darvin muhakematında hayvanat ve nebatat-ı ehliyedeki

tenevvü ve tebeddülün müşkafane bir tetkiki ile başlayıp yalnız güvercin takımında

yüz elliyi mütecaviz nevi bulur. Esasen bir asıldan gelen güvercinlerin şimdi mevcut

olan bazı enva-i beyninde ihtilaf o kadar esaslanmışdır ki iskeletleri bile değişmiş

adeta başka bir nevi hayvan hâline girmiştir. Bu tebdilde insanların dâhili vardır.

Çünkü insanlar -ebeveynin kendilerindeki hususiyat-ı hayatiyeyi evlatlarına intikal

ettirmeye sa’y olmalarından istifade ederek- çiftleştirecekleri hayvanları kazaen yani

bittesadüf bazı tahalüf-i araiye edenler meyanından intihab etmişler ve bu suretle

analarında babalarında tesadüfî olarak mevcut olan o tebdili doğan yavruda daimi bir

hâlde elde etmişlerdir. Bu yavrular tebdil ede ede bir hâle gelmişlerdir ki ilk ecdada

nispet edilince -şimdi adeta tanınmayacak bir hâlde bulunuyorlar. Şu usülün

nebatatta tatbikinde aynı netice istihsal edilmiştir.

Hakikat-i hâlde intihap, istifa, keyfiyeti bilinmeden nebatat ve hayvanata

tatbik olunuyor. Bahçe, meyve ağaçlarından, sebzelerden en iyisini yetiştirmeye sa’y

edip diğerlerini ihmal ediyor; avcı, köpeklerinden en mahirinin devamını saklıyor.

Çoban, en açıkgöz, en sadık olanının yavrusunu yetiştiriyor, diğerlerine ehemmiyet

vermiyor. Envaın bu suretle tehallüfü onların esasen kabili tahavvül olduğunu ispata

kâfidir; çünkü bu kabiliyet kendilerinde olmasaydı terbiye-i beşerin de üzerlerinde

bir tesiri olamamak iktiza ederdi. Darvin bu kabiliyeti gördükten sonra nazarı

tetkikini hâli tabiide bulunan hayvanat ve nebatata çevirmiş ve onlarda da aynı

kaidenin cereyanını müşahede eylemiştir. Bakınız insan karışmadan bu tenevvü nasıl

vücut buluyor:

Nebatat ve hayvanat bir nispet-i hendesiye üzere gayet sarih bir surette

teksire, yavru yetiştirmeye meyyaldir. Đspanyolların Amerika’yı hin-i keşifte

Page 367: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

349

götürdükleri birkaç çift at ve kısraktan bugün milyonlarca yabani hayvan yetişmiştir.

Avusturalya'ya, keza esnâ-yı keşifte geçirilen nebatat bütün adayı kaplayacak kadar

bir istidat-ı intişar göstermiştir. Bu istidat tekmil-i hayvanat ve nebatata şamil

olduğundan, buna ise ruy-ı arza kifayet ettiğinden her nebat, her hayvan kendisine

payidar bulundurmak için diğerlerini bastırmaya, boğmaya mecbur olur. Bu suretle

hayat için mücadele, "rekabet-i hayatiye" icrâ-yı hükme başlar. Bunda temin-i galebe

için temin-i galebe edecek bir hususiyete malik olmalıdır. Öyle bir hususiyete

malikiyetle temin-i galebe eden nebat veya hayvan yetiştirdiği yavrulara da kendi

sebeb-i galibiyeti olan hususiyeti intikal ettirir. Böylece rekabet-i hayatiye neticesi

olarak, bu hususiyet -evvelce tesadüfî iken- sonra daimi olur. Görülüyor ki burada da

tıpkı insanların yaptığı gibi bir intihap, bir istifa fiili vuku bulmuştur ve husulünde

insanların dâhili olmadığı için Darvin tarafından buna "istifa-i tabii" namı verilmiştir.

Burada nazik bir nokta var ki yanlış anlaşılmamalıdır. Hatta cümle-i asabiye

hakkındaki tedkikatı ile bihakkın iştihar eden Florans bile bu hatadan kendisini

kurtaramamıştır. Hayvanat ve nebatattaki tenevvü ve tahavvülü hâsıl eden sebep

"istifa-i tabii" kanunu değildir. "Đstifa-i tabii" kanunu -rekabet-i hayatiye veraseti ile

birlikte- bu tahavvülatı o hayvan ve nebatata müsait olduğu takdirde temadi ettirerek

gittikçe tezyit ve kabil olduğu derecede tevsi eder. Asıl bu tahavvülün sebebi

şunlardır: Evvela bu hususiyet-i hâl bir arıza neticesi olarak tesadüfen vücut bulmuş

olabilir. Saniyen aklımın bunda oldukça mühim tesiratı görülür; kutup taraflarında

beyazdan başka renk görülmediği hâlde hat istiva cihetlerinde kuşlarda rengârenk

tüylere tesadüf olunması gibi bu meşhur ahvali hep aklımın tesirinden neşet eder. Bir

azanın kesret veya nedret istimali de o azanın tebdiline sebeb oluyor. Buna muhtelif

sanatlara mensup efrad-ı beşer arasında tesadüf edebileceğimiz gibi hayvanatta dahi

öyle olduğunu görürüz. Bazı haşeratta adem-i istimalden naşi kanatlar hemen mahv

olmak derecesine gelmiştir. Uzuvlardan böyle birinin tebdili -zahiren bir münasebet

görülemese bile- yavaş yavaş diğer azalarda da bir tebdil husule getirmektedir.

Kezalik bir uzvun kesreti istimali diğerlerinin tasarruf ve idaresini intac eder, bundan

da tebdil ve tehavvül hâsıl olur.

Hâsılı Darvin’in esas fikri şundan ibarettir: Đklim bazı hususiyeti azâ-yı

vucudun kesret veya nedret-i istimali, bunların netice-i zaruriyesi olan tesiratı gerek

Page 368: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

350

hayvanlarda gerek nebatlarda bir tehavvül vücuda getiriyor; sonra verasat, rekabet-i

hayatiye, istifa-i tabii bu tehavvül ve tenvi idame, tezyit ve tevsi ediyor.

Asar-ı hazıranın en mühim keşfiyat-ı ilmiyesinden biri olan bu kanun bugün

ulemâ-yı tabiiyenin hemen kâffesince kabul olunmuştur. Hippolyte Taine’in

maneviyatta da tatbik etmek istediği ve tatbikine muvaffak olduğu usulün esası işte

budur. Şimdi bu üstadın ifadatını dinleyelim:

Mösyö Hippolyte Taine bir heyet-i içtimaiye tasvir ediyor ve yukarıki

portakal ağacı misalindeki rüzgâr tarafından araziye serilmiş tohumlar gibi bu heyet-i

içtimaiye içinde de ashab-ı istidat ve iktidarın adedini her zamanda müsavi, mevcut

farz eyliyor. O misalde arz ve iklimin ahval ve şeraiti portakal ağacı için müsait

bulunarak her cinsten olmak üzere mevcut farz ettiğimiz diğer tohumların neşv ü

nemasına mani olmuştu; şimdi tasvir ettiğimiz heyet-i içtimaiye içinde de her nevi

ashab-ı iktidarı mevcut addediyoruz. Bunlardan bir cinsinin bir nevinin tevsi

edebilmesi yetişebilmesi için bir müsadeye, bir imtiyaza mahzar olması iktiza eder.

Bu müsadeyi, bu imtiyazı onlara efkâr ve ahlakın hâl-i umumisi verir. Şimdi öyle bir

efkâr ve ahlak heyet-i mecmuası farz edlim ki bundan şevk ve neşe galip bulunsun. O

farz öyle keyfi bir şey değildir. Đntibah-ı maarif devirlerinde, emniyet, servet, nüfus,

saadet, ihtiraat-ı müfide arttığı zamanlarda efkâr ve ahlakın heyet-i umumiyesinde

neşet ve meserret galebe eder. Öyle bir zaman da insanlar cesaret ve ümide maziyade

malik olurlar, hayatı bir nimet gibi telakki ederler. Şimdi gerek bu hâlin gerek bu hâli

tevlit eden esbabın sanatkârlar üzerindeki tesirine bakalım.

Şüphe yok ki halkı müstağrak şevk ve şadi eden halat sanatkâr üzerinde de

ircâ-yı tesir etmektedir, Onun bunlara bigâne kalabilmesi imkânsızdır. Gerek

kendisinin gerek akraba ve evdasının nail oldukları refah ve saadete karşı sanatkâr,

eğer hilkaten meyyal-i hüzün ve keder ise, gitgide bu istidadının kısmi külliyesini

kaybedecek, eğer meyyal-i şetaret ise bu meyil bütün bütün artacaktır. Đşte muhitin

birinci tesiri… Diğer taraftan ömrü hep mesut insanlar arasında geçtiği için ta

çocukluğunda ahzettiği hâlâ da ahzetmekte bulunduğunu efkâr bütün şaikanedir.

Öyle bir zamanın felsefesi de ahlakı gibi bittabi saadet-i umumiyenin o manzara-i

refahına bakarak tesis etmiş olacağından dünyaya gelmenin büyük bir nimet

Page 369: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

351

olduğunu sanatkâra ispat eyler. Muhaverat ve müşahedat-ı yevmiyesi her an

kendisine yeni bir saadet öğretir, yeni bir saadet gösterir. Bu tesirat, sanatkârda kendi

sevinçlerinden mütehâsıl ferh ve saadeti gittikçe tezyit eder. Sanatkâr demek, ahval

ve eşyanın tabiat ve hudut-ı esasiyesini herkesten iyi gören ve istihraç eden zat

demek olduğu için bir insan ne kadar büyük sanatkâr olursa bu tezayit o kadar çok

olur. Farz ettiğimiz zamanın tabiyatı esasiyesi sevinç ve bahtiyarlık olduğundan

sanatkâr bunu herkesten iyi görür ve nazik bir kabiliyet-i tesire malik olduğu cihetle

bundan ifrat ile mütehassis olur. Bunun neticesi olarak meydana getirdiği asar hep

pembe renkler, saadet renkleri altında tervih-i inzar eder. Sanatkâr bu tasvirat-ı

şaikanesinde mazhar-ı muavelette olur. Çünkü bir fikir bir tohuma benzer; tohum

filizlenip neşv ü nema bulmak için havanın, suyun, güneşin, toprağın perverişine

nasıl muhtaç ise bir fikir de tam bir şekil iktisabı için efkâr-ı mütecaverenin

muavenetine ikmaline muhtaçtır. Tabiidir ki bir sanatkâr kendi asar-ı müvacehesinde

yapayalnız kalamaz. Đhbasının, rikbasının sözlerine bakar, etrafındaki müellifatta

asar-ı sanatta bazı telkinat bulur. Farz ettiğimiz hâl ve zamanda bu telkinat hep ümit-i

perverane olacaktır. Bunun için sanatkâr hüzün ve felaketi tasvire kalkışırsa yalnız

kalır. Bilakis hissiyat-i mesudaneyi irae etmek isteyince bundan bütün asrının

muavenetine nail olur. Sanatkârı böyle pürneşe mevzulara meylettirecek diğer bir

sebep de halkın rağbetidir. Đnsanlar kendi hislerine benzeyen hissiyatı daha iyi

anlayabileceklerinden diğerleri ne kadar iyi ifade edilmiş olursa olsun hoşlarına

gitmez; gözler bakar, fakat kalp hissetmediği için nazar çözülür. Đşte bu sebebler

sanatkârın hazin mevzulara iltifat edememesi için birçok mevanin-i tabiiyedir ki

birisinden geçse diğerinde mecbur-ı tevakkuf kalır.

Bir de şu farz ettiğimiz hâlin aksini nazar-ı mülahazaya alalım; yukarıki

misali bir aks edince aynı muhakeme bizde o zamanki asar-ı sanatın az çok mutlaka

yeis ve keder ifade edeceğini gösterir.

Bu iki hâl arasında bir heyet-i içtimaiye farz edilecek olsa, şu iki muhakeme

birbirine mezc olunca o vakte ait asarı sanatın neşat ve keder beyninde mütedair

olacağı sabit olur. Hâsılı herhâlde muhitin yani efkâr ve ahlakın hâl-i umumiyesi -

kendisine muvaffak olanları kabul ve muvaffak olmayanları her adım başında

Page 370: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

352

mahvetmek suretiyle- asar-ı sanatın nevini tayin eder ve kabil değil kendisine

muvafık olmayanı bırakmaz.

Hippolyte Taine, aklen, mantıken cereyan-ı hâlin bu merkezde olacağını ispat

ettikten sonra bu ispatını tarih ile de teyit etmek isteyerek tarih-i medeniyetin dört

büyük kısmını: Yunanistan-ı kadimi, kurun-ı vasıtayı, XVII. asır hükümat-ı

muntazamasını ve nihayet asrı ahiri nazar-ı tetkike almış, netice-i tedkikatı kendi

müddeiyyatını teyit eylemiştir. Son derecede mühim olan bu bahislerin güzelce

anlaşılmasına, zihinlerde yerleşmesine hizmet edeceği cihetle bu misalleri gelecek

makalede aynen göstermeye çalışacağız.

Mütalaat-ı salife asar-ı sanatın ne yolda husule geldiğini irae ettiği gibi asar-ı

sanatı ne yolda mütalaa ne yolda tenkit etmek lazım geleceğini de zımnen

göstermektedir. Filhakika tenkid-i ceddidin bugün en esaslı noktaları bu kaide

üzerine müessistir. Eser-i sanat, derununda yetiştiği heyet-i içtimaiyenin bir mahsul-i

zaruriyesi olunca bize gerek sanatkâr ve karineleri hakkında gerek o heyet-i içtimaiye

hakkında rehber olmak o zaman da nasıl düşündüklerinden, nasıl hissettiklerinden

haber vermek lazım gelir. Münekkit de işte bu noktaları tayine, izaha çalışır. Yoksa

öyle yanlış diye telakki ettiği bir kelime, bir mutabakat hatasını ortaya sürmekten

başka bir şey bilmeyerek malumatfüruşane zerafetler, ketmolunmayan garazlar

altında saklı tarizleriyle bu gibi hakikatten gafil olduğunu erbab-ı basirete ilan edip

durmaz. Tenkidin bu kadar mühim, bu kadar âli bir vazifesi var iken o garazkarane, o

bi-vukufane meşgalelerde ısrar etmek sanırım ki iftihar-a değer bir şey değildir... Ah,

bunu bir şey zannedenler anlayabilseler.

6 Nisan 1314

Hüseyin Cahit

SF Nu 372, s. 115-120

Page 371: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

353

HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 4

-Asar-ı Sanat Nasıl Vücuda Gelir? Eserin Tarihi

Takriben üç bin sene evvel (*)194 Adalar Denizi sevahil ve Cezayir’de gayet

güzel ve zeki bir ırkın zuhuru görülür ki mensubuyeti, hayatı büsbütün yeni bir

surette telakki ediyorlardı. hintliler, Mısırlılar gibi büyük müessesat-ı diniye içinde

yahut Asuriler Đranlar gibi büyük bir teşekkül-i içtimai altında kendilerini ezecekleri

yerde kendilerini site namını verdikleri küçük küçük şehirler teşkil ettiler. Bu

sitelerden her biri diğer bir şehri daha tesis edebilir. Ve bu yeni belde serbest

bulunurdu. Şu suretle bahr-ı sefit sevahilinde birçok mamureler vücuda gelmişti.

Bu mamurede oturanlar geçinmek için çalışmaya mecbur değildiler. Bu

vazifeye hacgüzarlar ifa eder. Hizmetlerini de esirler görürlerdi. En fakirinin hiç

olmazsa bir esiri vardı. Zaten bu hizmet pek külfetli değildi. Cüzi bir şeyle tağdi

ederler, esvap namına kısa bir gömlekle büyük bir manto kullanırlardı. Hanelerini

yalnız içinde uyumak noktasından nazar-ı ehemmiyete aldıkları için dar inşa ederler,

hiç tahkim etmezlerdi. Bir yatak iki üç testi… Đşte en esalı beytiyeleri…

Herkes mamurede serbest ve kendisine hâkim idi. Kendi hikamını, memurin-i

ruhaniyesini kendisi intihab ederdi. Bu ki vazife için intihap olunmak hakkında

malikti. Sanatı ne lursa olun muhakemelerde en büyük mesail-i siyasiye hakkında

hüküm verir ve mecaliste en büyük emir hükümet hakkında itâ-yı karar eylerdi.

Hâsılı meşguliyetleri umur-ı hükümet ile harptan ibaretti. Başka şeyin nazarlarında

ehemmiyeti yoktu. Ve bunda haklı idiler. Çünkü o vakit hayat-ı beşeriye

zamanımızda olduğu gibi daire-i musavveniyete alınmamış, heyet-i içtimaiye

zamanızdakiler kadar metanet kesp etmemiş idi. Bahr-ı sefit sevahiline yapılan bu

mamurelerin birçoğu barbarlarla muhat idi. Onların pençe-i istilasına düşmemek için

daima slah altında bulunmaya mecbur olduktan başka bir birileriyle de hâl-i harpta

bulunuyorlardı. Hukuk-ı harp ise pek dehşetli idi. Bir gün evvel zengin telakki

olunan bir adam bir gün sonra emval ve emlakının yağma edildiğini, çoluğunun

çocuğunun fuhuşhaneye atıldığını görebilirdi. Kendisiyle erkek evlatlarının da esir

194 Philosophie de I’art, t

Page 372: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

354

sıfatıyla maden ocaklarında çalışmaya yahut kamçı darbeleri altında değirmen

çevirmeye mahkûm edilmesi muhakkak idi. Tehlike bu kadar büyük olunca herkes

için menafi-i hükümete şiddetle alakadar olmak, hin-i hacette güzel harp etmeyi

bilmek tabiidir. Çünkü mesele hayat meselesidir. Şan ve şeref arzusu da buna

inzimam ederek onları cenkçilikte kesb-i maharete sevk ederdi. Binaen aleyh bütün

efrat, umumi meydanlarda memleketlerini muhafaza ve tevsi etmek ittifak-ı

muahedeleri ahdeylemek çarelerini müzakere ederek buna dair irad-ı nutuk eden

hatipleri dinleyerek zamangüzar olur. Nihayet günün birinde açılan harbe giderdi.

Bunun için hususi bir inzibat-ı askeri ihdas etmişlerdi. O zaman da sanayi

henüz hall-i iptidaide bulunduğundan harp makineleri yoktu. Boğaz boğaza

döğüşürlerdi. Böyle bir harpte galebe için askerin mümkün olduğu kadar

mukavemetli, kuvvetli, seri ve çelik bir vücuda malik olması, bunun için de en evvel

ırkın güzelleştirilmesi elzemdi. Bu hususta Isparta bütün mamurelere numune-i

imtisal olmuş ve mükemmel vücut yetiştirmek için şimdi haralarda ne yapılıyorsa

Ispartalılar da vaktiyle onu yapmıştır. Bir kere fena teşekkül etmiş çocukları

yaşatmazlardı. Kanun izdivacı tayin ile çocuk yetiştirmek için en münasip olan an ve

şeraiti intihap etmişti. Genç zevceye malik bir ihtiyar, kavim’el-bünye çocuklara

malik olmak için zevcesine bir delikanlı getirmeye mecbur idi. Gençler bile

zevcelerini ahlakına, güzelliğine hayran oldukları bir dostuna iare edebilirlerdi. Đşte

bu suretle ırkı düzelttikten sonra Ispartalılar ayrı ayrı her ferdi mükemmelleştirmeye

çalışmış idiler. Delikanlılar beraber yaşamaya, kesb-i mümarese için talimler etmeye

alıştırılmıştı. Açıkta yatarlar, soğuk suda yıkanırlar, sudan başka bir şey içmezler,

şedaid-i havaya katlanırlar, fırka fırka ayrılarak aralarında yumruk, tekme kavgaları

ederlerdi. Genç kızlar da bu suretle alıştırılırdı. Diğer mamurelerde bu kadar şiddet

gösterilmemekle beraber yine aynı usül takip olunurdu. Genç adamlar jimnazlarda

güreşmek, sıçramak, yumruklaşmak, koşmak suretiyle vakit geçirirlerdi. Çıplak

adalelerini kuvvetlendirirlerdi. Asıl ehemmiyet verilen nokta en kavi, en müsait, en

güzel bir vücuda malik olmaktı.

Yunanlılara mahsus olan bu adat ve ahlak yine kendilerine has birtakım efkar

tevellüt etmişti. Nazarlarında insan mükemmel iyi düşünen yahut ruhu pek hassas

Page 373: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

355

olan zat demek değildi. Đyi ırktan iyi yetişmiş, mütenasip, faal her türlü talimlerde

mahir bir çıplak vücut idi. Onların böyle düşündükleri birçok şeylerden anlaşılıyor.

Etraflarındaki barbarlar çıplak görünmeyi ayıp addettikleri hâlde Yunaniler,

güreşmek, koşmak için bilamüşkilat soyunurlardı. Ispata’da genç kızlar bile hemen

çırılçıplak bir hâlde talim ederlerdi. Burada itiyat hicabı ortadan kaldırmış yahut

tahavvül eylemişti. Olemp oyunları vesaire gibi milli yortular adeta çıhlak vücut

sergisi idi. Her taraftan gençler gelerek burada bütün milletin gözü önünde çırılçıplak

güreşirler, yumruklaşırlar, müsabakalarda bulunurlar ve ihraz-ı galebe edenler büyük

alkışlara, şereflere nail olurlardı. Bir peder nazarında evlatlarının en kuvvetli

yumruğa, en çabuk bacaklara malik olduğunu görmek saadet-i dünyeviyenin en

büyüğü idi. Hatta böyle birisi şiddet-i meserretinden vefat etmiştir. Dini raksları da

güzel vaziyetler hareketler öğretir bir ilm-i mahsus vardı. Yunaniler vücudun

mükemmeliyetini bir sıfat-ı ilahiye gibi nazar-ı mülahazaya alacak kadar ileri

varmışlardı. Hatta Sicilya’nın bir şehrinde fevkalade güzel bir genç adama bu

hüsnünden dolayı pereştiş edilirdi. Vefatından sonra da Herodot’un rivayetince

hakkında mabutlar gibi muamele olunmuştur. O merak eşarında hep mabutların hep

insan vücuduna malik oldukları görülür.

Đşte bu tarz-ı telakkiden heykeltıraşlık tevellüt etmiştir. Olimpiyatlarda nail-i

galebe olan bir kahramanın mutlaka heykeli yapılırdı. Diğer taraftan mabutları da

sair insanlardan mükemmel vücutlara malik diye tasvir ettiklerinden bunların da

heykelini yaparlardı. Đşte heykel yapmak bundan dolayı mecbur idi. Fakat heykeltıraş

muvaffak olabilecek miydi? Heykeltıraşın küçüklükten beri nasıl yetiştiği

düşünülecek olursa bunda şüphe edilmez. O zamının adamları hamamlarda,

jimnazlarda, rini rakslarda, Olimp oyunlarında çıplak vücutları görmüşler, tetkik

etmişler; metanet, sıhhat, faaliyet irae edenleri tercih eylemişler, o vücutlara bu şekli

vermeye bu evzaı öğretmeye çalışmışlardı. Üç dört yüz sene hep hüsn-i cismani

hakkındaki fikirlerini tashih ve tevsi ederek, saflaştırarak hareket ettikleri cihetle

nihayet vücud-ı beşerin bir numune-i ikmalini keşfetmelerinde bais-i istiğrap bir şey

yoktur. Bugün o heykeller derece-i mükemmeliyete varmış bir vücud-ı insani için

edebî birer numunedir. Yunaniler vücuda şayan-ı ihtiram bir sıfat isnat ettiklerinden

sonradan yetişen sanatkârlar gibi heykellerin de tekmil ehemmiyeti çehreye

Page 374: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

356

hasretmişler, bir mana ifade etmek istememişlerdir. Bunu edebiyata terk ile bize

güzel teneffüs eden bir sine, iyi koşacak bacaklar, hâsılı bir vücut irae eylemiştir.

Diğer sanatların hiçbiri hayat-ı milliyeyi bunun kadar ifade edemezdi. Đşte

Yunanistan’da böyle yüz binlerce heykel vücuda gelmesi, heykeltıraşlığın bu kadar

terakki etmesi müessesatın, ahlak ve adatın efkârın bu sanatı tağdiye etmiş

olmasından neşet etmiştir.

Bu memurelere has olan şu teşkilat-ı askeriye mürur-ı zaman ile pek hazin bir

netice vermişti. Harp bir hal-i tabii olduğu için kaviler zayıfları malup etmişlerdi.

Nihayet Roma, yedi yüz senelik bir sabır ve gayret mütemadiyen sonra bütün bahr-ı

sefit havzasını ve etrafındaki birçok memalik-i cismiyeyi taht-ı inkıyada aldı. Buna

vüsul için usül-i askeriyi kabul etmişti. Bir tohumdan bir meyve çıktığı gibi bu

usülden de istibdat-ı askeri doğmuştu. Đşte bu suretle Roma Đmpatorluğu vücut buldu

ve birinci asr-ı miladiye doğru bu muntazam hükümet-i münferide idaresinde dünya

nihayet sulh ve asayiş bulur gibi göründü. Hâlbuki inhitattan başka bir şey bulmadı.

Bu muharebelrede yüzlerce şehir, milyonlarca insan mahvolmuş, kainat-ı

mütemeddinenin nüfusu yarıdan ziyade tenakıs eylemişti. Evvelce mamurelerde

azade bir hayat-ı amire edenler şimdi Roma’nın tabiyesi olmuşlardı. Takip edecekleri

bir maksat bir gaye yoktu. Atalete, sefalete terk-i nefis ediyorlar. Teehhülden

müctenip davranıyorlar, çocuk yetiştirmiyorlardı. Bütün cemiyetin huzuzat ve

ihtiyacatı hep biçare esirlerin kollarıyla saylarıyla tedarik edildiğinden bunlar şu ezici

işler altında tebah oluyorlardı. Bu hâl böyle devam ede ede dört yüz sene sonra Roma

Đmparatorluğu barbarların hücumuna müdafaa edecek adam bulamaz hâle geldi.

Barbarlar beş yüz sene bir biri arkası bir sel gibi akıp geldiler. Bir hayli kavimleri

bitirdiler, şehirleri yaktılar, tarlaları çiğnediler, sanayi-i nefiseyi ulum ve fünunu

mahvettiler. Her yere cehalet, şiddet ve huşunet yaydılar. Onuncu asırda son vahşi

kafilesi de geldiği zaman şerait ve ahval-i beşeriye yine kesb-i silah etmişti.

Şatolarda yerleşen barbar rüesası artık birbirleriyle harp ediyorlar, köylelir

yağmalıyorlar, mahsülatı yakıyorlar, taht-ı istibdatlarında kalan biçarelerin her

şeylerini gasbediyorlardı. Arazi ziraat hâlde kalıyor, gıda bulunmuyordu. On

dokuzuncu asrın kırkından yetmiş senesine kadar mürur etmişti. Bir rahibin

rivayetince o zaman insan eti yemek adet olmuştu. En sade kavait hıfzıssıhhanın

Page 375: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

357

unutulmasıyla ortaya çıkan murdarlık ve sefalet neticesi olarak veba, cüzam gibi

marazlar yerleşip kalmıştı. Đnsaniyet için bundan aşağı bir dereke-i sükut tasvir

olunamazdı. Yalnız elsine-i kadimeye vakıf bazı zevat bin seneden beri beşeriyetin

nasıl bir hâlde yuvarlandığını hissedebilirdi.

Bu hâl bu kadar imtidat ve şiddetiyle ruhlarda şu tesirleri hasıl etmişti. Fütür,

hayattan nefret, amik ve mazlum bir hüzün. Hayat bir cehennem gibi görünürdü.

Yalnız fakirler değil zenginler bile intihar edip kurtuluyorlardı. Bir parça necip ve

rakik bir ruha malik olanlar manastırlara çekilmeyi tercih ediyorlardı. Bin sene-i

miladiyesinde kıyamet kopacağına dair bir itikat intişar ettiğinden herkes korkudan

emval ve emlakını manastırlara kiliselere vermişti. Đnsanlar pek çok bedbaht olunca

her şeyden çarçabuk müteessir olurlar. Kalplerde geçici hevesler, şiddetli arzular,

yeisler peyda olur. Hissiyatlarını ifşa, diğerine tevdi etmek isterler, tahayyül ederler,

ağlarlar. Kendi kendilerine kifayet edemezler. Böyle fevkalade müthiş olan

muhayyilelerinin eşvakve ihzatını herkese neşreylemek arzusunda bulunurlar. Đşte bu

devrede mahzan bu ahvalden dolayı o ana kadar meçhul bir his fevkalbeşer bir aşk

vücut buldu. Teehhüle muvaffak ve layık olan sakin ve makul bir muhabbet yerine

teehhülün haricinde tesadüf olunan gayr-ı muntazam, istiğrak, amiz olundu. Kadınlar

tarafından riyaset olunan meclislerde kavanini bile tayin edildi. Aşkın zevcin

arasında mevcut olamayacağına kararlar verildi. Kadını insana benzer bir mahlûk

gibi telakki etmekten vazgeçtiler. Ona bir sıfat-ı ulviye verdiler. Đnsanlardaki

muhabbeti, aşk-ı ilahiye saik ve onunla muhtelit bir hiss-i lâhuti addettiler.

Dünyadan nefret, istiğraka meyelan, daimi ümitsizlik, muhabbet ve şefkata

namütenahi bir ihtiyaç insanları bittabi –dünyayı bir dar-ı elem- bir mezhebe

sevkeder. Đşte Hıristiyanlık bu suretle istidat-ı halk ile ittihat ve kesb-i kuvvet edince

bütün ruhlara rehber, sanatlara sahne bahşolmuş, sanatkârları istediği cihete sevk

etmiştir. Muasırînden biri diyor ki kiliselerine beyazlar ilbası için dünya eski

paçavralarını silkiyor, işte bu suretle gotik tarz-ı mimarisi zuhur eylemiştir.

Edyan ve mezahib-i Atike hususî ve mahallî oldukları hâlde Hıristiyanlık

bütün insanlara tevciye hitap ile herkesi tarik-i selamete davet ettiğinden mabetların,

civardaki halkı istiap edecek kadar büyük yapılması iktiza ederdi. Buraya toplanan

Page 376: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

358

insanlar hep meyus, mükedder, bu sefil hayatı, sonundaki azab-ı uhreviyi

düşündüklerinden mabedin dâhili münevver, şen şatır olursa bu hissiyat ile itlaf

edemezdi. Onlara loş bir yer mağmum bir ziya lazımdı. Filhakika bu tarz kiliselere

ziya mülevven camlardan geçerek fevkattabii bir hâl kesbeder gibi olarak dâhil

olur… Böyle nazik müteheyyic muhayyileler böyle basit şekillerden hoşlanmazlar.

Bir kere yalnız şekil onlara kifayet etmez. Bir timsal olmalıdır. Filhakika filhakika

kiliseler hep salip şeklindebina olunur. Gül şeklinde müzeyyenat mimaride onlarca

bir timsaldir. Böyle ruhlar şedit, garip ihtisaslara muhtaçtır. Binanın eşkâli marazi bir

hassasiyet kesb etmiş olan heveslareyle itlaf etmelidir. Bundan dolayı gotik

tanzındaki kiliselerde o kadar hurda, o kadar oyuncaklı, nazik şeylere tesadüf olunur

ki o zaman halkının kendilerine fevkalade bir ihtisas aradıkları bundan da anlaşılır.

Bu tarz mimari dört asır devam etmiş yalnız bir memlekete bin nevi binaya mahsus

kalmayıp Đskoçya’dan Sicilya’ya kadar her tarafa yayılmış, mesakin-i hususiye bile

bu tarzda inşa olunmuştur. Gotik usül mimarisi, bu umumiyetle bütün kurun-ı vusta

müddetince bir buhran-ı ahlakinin vücuduna şehadet eder. Đnsanlar, hayvanlar nasıl

ki sırf kendi kuvvetleriyle tekmil ve tedenni ediyorsa müessesat-ı beşeriye dahi kendi

tabiat ve mevkilerinin tesirine göre bozulup düzelir.

Kurun-ı vusta derebeyleri içinden her memlekette birer kuvvetli, maharetli zat

zuhur etti ki bunlar sulh ve asayişi madafaa ederek umumun muavenet ve

muvaffakiyetiyle diğer derebeylerini taht-ı itaatlarına aldılar. Muntazam bir idare

tesis ettiler ve kral unvanıyla akvama reis oldular. Evvelce kendileriyle hemderece

olan baronlar on beşinci asırda zabitân mevkiine inmişti. Hele on yedinci asırda

bütün bütün bir hâl-i fermanberide idiler. Bu asilzadegân-ı kral dairesinde bir hizmet

ifa ederler, ondan dolayı maaş alırlar, bunula beraber mazhar-ı riayet de olurlardı. On

dördüncü Lui kendisine karşı ihtiramda kusur etmiş olan bir asilzadeyi dövmemek

için bastonunu pencereden atmıştır. Bunlar teklifsizce yaşarlar. Bir sofrada yemek

yerlerdi. Şimdi şu ahvalin tesir ettiği tesire bakalım:

Krallık salonu bittabi memleketin en müekemmel mahfil-i ihtişamı olduğu

için en önemli, zevat orada bulunur. Ve hükümdarın daire-i mahremiyetine kabul

edilenler numune-i imtisal addolunurdu. Bunlar hissiyat-ı alicenabane ile muttasıf

Page 377: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

359

görünürler, kendilerini adi adamlara faik bir nesilden gelmiş kıyas ederler. Namus

hususunda hiç şakaya gelmezler, en adi bir tahkir için hayatlarını tehlikeye koyarlar.

Muharebeye bir baloya koşar gibi koşarlar.

Bu uğurda mallarını canlarını feda etmekten çekinmezlerdi. Bu üstadat ve

hissiyatın kaffesi maişet-i kübarane ile rikkat peyda eden fikr-i asalet-i perveraneden

ileri gelmiştir. Bu gibi zevat bittabi kendi tabiatlarına muvaffak eğlenceler intihap

edecekleridir. Filhakika zevkleri de kendileri gibi neciptir. Đşte on yedinci asırda

bütün asar-ı sanat üzerinde bu zevkin tesiri görülür. Bu tesir hatta bahçelerin tarz-ı

tanzimine, hanelerin tarz-ı tefrişine, tarz-ı telvisine kadar icra-yı nüfuz eder. Fakat en

büyük nişanesi edebiyatta meşhuttur. Fransa’da hatta bütün Avrupa’da hiçnbir zaman

hiss-i tahrir bu kadar ileri gitmemişti. Bu seviye Pascal, Le Fontaine, Moliere,

Coroney, Racine, Madame De Seviney, Boalo gibi büyük muharrirler hep o zamanda

yetişmiştir. Yalnız büyük muharrirler değil, herkes güzel yazardı. Bu adeta o

zamanın havasında bir şeydi. Sanki teneffüis olunuyordu. Enva-ı edebiye arasında

bilhassa trajedi son derece-i mükemmeliyete vasıl olmuştur. Ve bunun tetkiki

insanlarla eserleri ahlak ve adat ile sanatları yekdiğerine rapteden ittihadın en parlak

bir delilini meydana çıkarır.

O zamanın trajedileri hep kibarların hoşgörecekleri surette tertip olunmuştur.

Muharrir hakikati tahaffif eder, anif ve huşuneti setr eder. Sahnede kital göstermez,

hasılı bir salonun itidal ve zerafetine alışmış bir zatın hoşuna gitmeyecek her şeyden

geri durur. Oyunda gayr-ı memul bir şey yoktur. Hatime hep evvelden hazırlanır.

Eşhas vakıanın isimleri Yunani olduğu hâlde tarz-ı telebbüsleri onyedinci asra gider.

Eşhas-ı vaka hep kral, kraliçe, prens, prenses, sefir, nazır gibi büyük adamlardır.

Hem bunlar bütün onyedinci asır adamıdır. Hepsi son derece nezaketle ve selasetle

büyük hatipler gibi söz söylerler. Trajediler kibar aleminin nefis bir tasviridir. Gothic

tarzı mimarisi gibi bu da fikr-i beşerin bir suretini pek ayanen irae eder. Bundan

dolayı yine o tarz-ı mimari gibi her tarafa intişar etmiştir. Fransızların bu adatı, bu

edebiyatı Đngiltere’ye, Đspanya’ya, Almanya’ya, Rusya’ya dahil olmuş ve taklit

edilmiştir. Bir Moskof, bir Đngiliz, bir Alman rakısını, piposunu, vahşi hayatını terk

Page 378: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

360

edince Fransız salonlarında, Fransız kitaplarındaki adab-ı muhaşeret ve muhavereyi

öğrenirdi.

Böylece başka bir usûl tesis etti. Yavaş yavaş bu usûl Fransa hududunun

haricine çıktı. Bütün Avrupa onu azçok taklide başladı. Heyet-i içtimaiyenin bu yeni

tarz-ı tertibi sanayi makinelerinin ihtiravına, ahlak ve adatın kesb-i mülaimet

etmesine inzimam eyleyerek insanların ahval ve şerait-i hayatiyesini ve binaenaleyh

tebayıını tebdil etti. Eşya-yı müfidenin teksiri sayesinde en fakir olanlar bile iki asır

evvel en zangin olanların tedarik edemeyeceği şeylere malik oldular. Peder

evlatlarına refik, adi halk asilzadegan ile hempaye oldu.

Bunlara mukabil hırs, arzuyu cah arattı. Đnsanlar uzaktan saadeti kabil-i husul

görünce bunu kendilerine mevut bir şey gibi telakki ettiler. Birçok şeylere nail

olmakla diğer birçok şeylere daha nail olmak için esrara başladılar. Aynı zamanda

ulum-ı müspete dahil pek ziyade tefsi ederek maarif intişar ettiğinden eski kaideleri

bırakarak kendi fikirlerinin kuvvetiyle hakayık-ı aliyeye vusule kendilerini muktedir

zanneylediler. Ahlakı, mezahibi, siyaseti, her şeye mevzu-ı bahis ettiler. Her yolda –

öteye beriye başvurarak- taharriyatta bulundular.

Böyle bir hâlin efkarı üzerine büyük tesiri olacağı bedihidir. Böyle bir

zamanda herkesin nazar-ı ehemmiyet ve tevcihini celp edecek adam Röne, Faust,

Verter, Manfred gibi mükedder ve hayalperver kahramanlardır ki kalpleri doymak

bilmez, tedavi kabul etmeyecek kadar hasta, bedbahttır. Böyle bir insan iki sebeple

bahtiyar olamaz. Evvel emirde pek hassastır. En küçük kederlerden müessir olur,

latif ve ihtisasata pek ziyade ihtiyacı vardır. Refah ve rahat isterler. Eskisi gibi

terbiye görmemiş, pederinden mektepten dayak yememiş, zevat huzurunda bir sukut-

ı hizmetkarane ibrazına eskisi gibi kollarını, kılıcını istimale, hayvan üzerinde

sesyahat etmeye, fena yerlerde yatmaya mecbur olmamıştır. Bilakis huzur ve

istirahata, nezakete alışarak asabi olmuş, sehlüt tahrik bir kabiliyeti tesir peydah

etmiştir. Diğer taraftan itikadatında bir tezelzül, bir şüphe vardır. Bu dünyada

bulduğumuz derecesinde aşk, şan ve şeref, ilim ve marifet, hüküm ve nüfus onu

memnun edemez. Hevaheşlerindeki adem-i itidale nail olduğu şeylerin adem-i

kifayeti huzuzatının hiçliği inzimam edince enkaz-ı amali altında nalan ve meyus

Page 379: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

361

kaldığı gibi muhayyilesi de kendisini bir ferda-ı saadet icat ve ira edemez. Bu hâle

alet-i asır = Mal du siêcle namı verilmiştir ki Fransa’da mefkurat ve efkâr üzerinde

elan icra-yı tahrip etmiştir.

Böyle bir hâlin bütün asar-ı sanatta hâsıl edeceği tesiratın kâaffesini

göstermeye sadedimiz müsait değildir. Bu tesiratı Şatobiryan’dan Balzac’a,

Goethe’den Byron’a varıncaya kadar Fransa’nın Almanya’nın, Đngiltere’nin,

Đtalya’nın gerek edebiyat ve gerek resim âlemlerinde pek aşikâr görülür. Fakat

bundan en çok mütehassis görünen nevi sanat-ı asrımızda fevkalade terakki etmiş

olan musikidir.

Musiki bu şarkı söylenen iki memleketten yani Đtalya ile Almanya’dan

yayılarak 1789 senesine doğru umujmileşmeye başlıyordu. Bu da pek tabii idi. Zira

demin tasvir olunan o marazi hâl-i endişenaki bundan muvaffak bir şey olamazdı.

Beethoven, Webre, Verdi gibi meşahir bestekaran bu müphem, bu namütenahip

temayyulatın, bu müffet ve refik hissiyatın piş-i itibarı alarak eser tanzim etmişlerdir.

Musikiden başka bu hizmeti hakkıyla görecek bir sanat da yoktur. Çünkü musiki bir

taraftan ihtirasat-ı felsefiyenin bilavasıta, tabii tam bir ifadesi olan feryadı az çok

taklitten vücuda gelerek bizde maddi bir tesir icrasıyla bilaihtiyar mevl-i

teveccühümüzü celbeder. O suretle ki her asabi vücudun nezaketi bu feryad ile

teakkuz eder. Bu feryatta bir aks-i seda bulur. Diğer taraftan mujsiki hiçbir vücud-ı

zihayatı taklid etmeyen münasebat-ı esvad üzerine müessis olduğundan bir ruhu

ulvinin tehayyulatı gibi gözükür. Fikirleri, şekilsiz hülyaları, her şeyi isteyen fakat

hiçbir şeyle irtibat edemeyen bir kalbin perişane-i elimane ifadeye müsaittir. Đşte

bunun için asr-ı ahirin temayyülatını okşadığı içindir ki musiki mehd-i zuhurundan

çıkar çıkmaz her tarafa intişar eylemiştir.

Taine efkar ve ahlakın hâl-i umumiyesi asar-ı sanatın tarz ve nevini tayin ve

tahdit eder, düsturunu bu dört misali tarihi ile bir kat daha izah ettikten sonra

beyanatını şu surette hülasa eder:

Evvel emirde efkar ve ahlakın bir hâl-i umumiyesi oluyor ki bu hâl o efkar ve

ahlak içinde yaşayan insanlarda bir takım ihtiyacat, istidadast ve hissiyat tevellüt

Page 380: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

362

ediyor. Bu ihtiyacat, bu istidadat ve hissiyat kamilen bir adamda, bir ruhta tezahür

edince o ruh bir şahsiyet-i galibe yani muasırinin takdir ve tevcihini celbeden bir

numune-i kemal vücuda getiriyor. Sanat ya bu şahsi tasvire yahut bu şahsın hoşuna

gitmeye çalışıyor. Yani sanat o şahsa vabeste bulunuyor. O surette yek diğerine tabii

ve merhud dört esaslı silsile teşkil ediyor. Bunların arasında ikinci derecede mamafih

neticei tağyire sa’y bir takım sebepler doğuruyor. Binaenaleyh bir heyet-i

içtimaiyede efkar ve ahlakın hâl-i umumisi tetkik olunduğu gibi o muhit içinde

yaşayan ırkın temayülat ve iptidaiyesi de düşünülmelidir. Asrın temayülatı mühime

ve esasiyesi tetkik olunduğu gibi sanatın zamanı, zuhuru, sanatkarın hissiyat ve

hususiyeti de düşünülmelidir. Bir eser-i sanat bu veçhile tetkik ve muhakeme edilirse

hiçbir noktası nakıs bırakılmış olmaz.

Anlaşılıyor ki, bir memlekette birçok ahval-i tarihiye ve içtimaiye neticesi

olarak bizzarure vücud bulan bir hâl büsbütün ayhrı ahval-i tarihiye ve Đçtimaiyeye

malik diğer bir cemiyette aynı aynla, müimkün değil vücud bulamaz. Buna ihtimal

vermek birkaç kişinin sa’y mevhumuyla –Avrupa’nın bir ucundan bir ucunda

yaşayan- Dekadanlığın bizde tesis edebildiğini, tesis ettiğini söylemek hakaiki

basiteden ne derece gafil bulunduğuna ne müessef bir delildir.

10 Nisan 1314

Hüseyin Cahit

SF, Nu. 373, s. 132-136

Page 381: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

363

HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 5

-Edebiyat-ı Cedide, Menşei ve Esasları

On dokuzuncu asr-ı medeniyetin en mühim keşfiyat-ı ilmiye-i esasiyeden beri

gerek âlem-i maddiyatta, gerek âlem-i maneviyatta hiçbir hadisenin birden bire

saikâ-yı tesadüfle vücut bulamayıp mutlaka evvelden beri mevcut-ı hafi, celi, büyük

küçük birtakım sabeplerin bir netice-i zaruriyesi olarak vukua geldiği hakkındaki

kanun umumidir. Bu kanunun hususuyla ulum -ı ahlakiye ve siyasiyeye tatbik-i ulum

-ı mezkurenin revişini bütün bütün tebdil ile ehemmiyetini fevkalade tezyit

eylemiştir. Tarihin, edebiyatın ve ale’l-umum sanatın vücudu izah olunmak için bir

ırkın temayülat-ı iptidaiyesinden başlanarak iklim-i münasebetiyle hadisat-ı tabiyenin

tesirinden, bu tesirat sebebiyle tevellüt eden efkâr ve ahlakın müessesat-ı diniye ve

siyasiye üzerindeki nüfuzuna kadar bilcümle vakayı bir birine rabt eden zincirin

müteaddidesi tayin ve irae olunuyor. Filhakika bir devrin vakayı-ı azime-i esasiyesi

her cihete icrâ-yı tesir etmekten hali kalmadığından bir kavmin mesela edebiyatından

bahis olunacağı zaman- ekser ciddi bir tetkik icra edilmek isteniliyorsa- zevahir-i

vakayı altında muktefi esbaba kesp ve vukuf için o kavmin tebayığ-ı mümeyizesi ile

o zamandaki ahval-i siyasiyesini, terakkiyat-ı ilmiyesini efkâr ve ahlakını, hâsılı bir

tabir-i şamil ile ‘muhit’ini izah etmek daire-i vücubdedir. Geçen makalelerimizde

asr-ı ahirin nefis-i ahirinde Fransa’da yetişen en büyük filozoflardan Hyypolite Taine

mütalaatını takiben bu noktalar arız ve amik mevzu-ı bahis edilmiş ve neticesinde bir

zamandaki efkâr ve ahlak heyet-i mecmuasının bütün sanata hâkim olduğu ispat

kılınmıştı.

Edebiyatın ale’l-umum sanatın tesadüfî, keyfi bir hal olmayıp derununda

yetiştiği heyet-i içtimaiyenin efkâr ve ahlakına merbut olacağı bu suretle

anlaşıldıktan sonra bizim edebiyatımız hakkında ortaya sürülen Sembolizm,

Dekadizm gibi isnadatın biesaslığı kendiliğinden sabit olursa da evvelki makalelerde

dermeyan edilen kaidelerin zihinlerde güzelce yerleşmesine hizmet edecek bir tatbiki

olmak üzere bu makalelerimizin edebiyat-ı hazıranın menşe-i ve esaslarını teharriye

hasrı münasip görüldü.

Page 382: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

364

***

Tarih-i milliyemizde 1255 senesinin ehemmiyet-i medeniyesini tarife lüzum

yoktur. O sene Tanzimat-ı Hayriyenin vuku-ı ilanı her büyük milletin edvar-ı

hayatiyesinde ancak bir iki kere tesadüf olunacak tebdilat-ı esasiyeden madut olduğu

cihetle bunun neticesi olarak vücut bulan efkâr ve ahlakın hal-i umumiyesi bizde de

yeni bir heyet-i içtimaiyenin mebanisini ihzar etmiştir.

Filhakika, o zamana kadar ‘Asyalı’ sıfatını muhafaza eden bir medeniyet

icabat zamanı, zaruriyyat-ı hayatı derin etmiş olan o bülend-i himmet-i azimeyi

devletin mesai-i müşkil şikananeleriyle artık Avrupalılaştırıyordu. Bu ihtiyaç ise en

evvel cenetmekan Sultan Selim Han-ı Salis Hazretleri tarafından derin ve temsim

buyurulmuş ve henüz namevsim olmaktan dolayı bir müddet için akim kalan

teşebbüsat ıslahatperveraneleri nihayet çok geçmeden 1255 tarihinde, bir şaşa-i

ümitbahş içinde mütecelli olmuştu. Đşte milletin hak-i pürfeyiz idrakına bu tarihte

serpilen hayırkar tahammüller o ıslahat-ı icra ve tatbike memur zevat-ı aliyenin

kımıldamaz bir kitle-i mânia halindeki efkâr-ı atikeyi icabat-ı medeniyeyi kabule

sevk için ibzal ettikleri zülâl-i himmet ve gayretle neşv ü nema bularak pek az bir

zaman içinde kabiliyet-i temeddüniyemizin izhar-ı nezahetiyle riyaz-ı irfan-ı milleti

tezyin eylemişti. Vukuat-ı tarihiyede bir yandan bu devr-i intibahın inkişafına hizmet

ediyordu. Hükümet-i seniyye Macar milliyetçilerine ağuş-ı refet ve himayetini açarak

bütün ilm-i medeniyet ve insaniyetin takdirat-ı minnetgüzaresini celb ediyor, bir

nişane-i şükran olmak üzere Londra sefirimizin arabası ‘Yaşasın Türkiye’ avazeleri

arasında ahali tarafından kemal-i hürmetle çekiliyordu. Sonra 1270 seferinde bütün

âlicenap kalpler, Türklerle yan yana, bir safta döğüşmek üzere Şark’a şitaban

oluyorlardı. Pek çokları bilaihtida hizmet-i devlette kalan Macar milletçilerinin

hemen kâffesi zamanın terakkiyat-ı ilmiyesi ile tenmiye-i vicdan etmiş münevver’el-

fikir, muhibb-i terakki zevat idi. Yine böyle Hıristiyan vatandaşların hizmet-i devleti

kabulü, bu gibi zevat ile Avrupalıların ihtilat, Avrupa lisanlarını tahsil ve

memleketlerini ziyaret için vücut bulan hevahoşlar mefkûreler de bütün yeni tesirat

husüle getiriyorlar; muhsinat ve ihtiraat-ı medeniyenin memleketimize tatbiki

zihinlerde kesb-i hüner ve marifet için tecessüsler peyda ediyordu. Anlaşılıyordu ki

Page 383: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

365

dünya bizim o vakte kadar bildiğimiz gibi değildir. Irak vadilerinden Endülüs

sahralarına pervaz eden mürg-i marifeti şimdi Avrupalılar kendilerine alıştırmışlar,

beslemişler, büyütmüşlürdir. Eğer bugün yaşamak isteniyorsa artık o ilim ve hikmeti

bulduğumuz yerden oradan, Avrupa’dan alarak milletimizin cevher-i pakine

aşılamak böylece yeni, kendi asrımıza mahsus bir heyet-i içtimaiye yetiştirmek

lazımdır. Bütün efkâr-ı münevvere ashabınca bu netice gaye-i mukaddese-i amal

ittihaz edilmişti. Ulum -ı askeriye, ulum -ı tıbbiye, hikemiyat, edebiyat, hâsılı her şey

tercüme olunuyor, gazetelerle neşrediliyor; bir darülfünun açılıyor, burada umuma

mahsus dersler, ramazan gecelerinde edebi, fenni müsamereler, konferanslar

veriliyor; Takvim-i Vakayi’de Sorbonne Darü’l-Fünün’undaki derslerin tercümesi,

ilm-i servete, ilm-i usul-i milliyeye ait kitapların tefrikaları görülüyor. Türkiyat-ı

ilmiyeyi temin için heyetler teşekkül etmiş, risaleler tesis olunmuştur. Bütün bu

mesai-i fikirlerde bir vesait peyda ediyor. Nihayet kendimizi, Türklüğümüzü,

azametimizi anlıyoruz. Bilnispe az bir himmet ile az bir zaman içinde vücuda gelmiş

terakkiyat-ı maddiye ve maneviyeden istidlal ederek bu suretle devam edecek mesai-

i müstakbelemizin bizi âli bir mertebeye sevk edeceğini hissediyoruz… Eski

zamanların o nidagar kanı bu yeni asare-i cihat ile kuvvet bularak damarlarımızda

çırpınıyor. Bütün kalpler Türklüğün azametiyle meşhun. Bütün kalpler teali-i vatan

uğrunda bir atış-ı fedakari ile meshuf işte ve ahlakın bu hal-i umumisiyle tevellüt

eden bu hissiyat, bu kabiliyet edebiyatta ‘Đslam Beyler’, ‘Akif Beyler’de ictima

ediyor. Bu numune o zamanın şahs-ı kalbidir. Yani herkesin malik olmak istediği şey

böyle hamiyetli bir kalptir. Bu ise en ziyade tiyatroda gösterilebiliyor. Bir romanın

uzun sayfaları, bir şiirin muhtac-ı talim-i dakiki, bu naşekip, bu pürgaleyan ruhlar

için tehammül olunmaz bir meşgaledir. Onlara bir iki saat içinde âlim ve cahil

herkese ta mevcudiyet-i samimelerini lerzan edecek kadar fedakârlık ile âlicenaplık

ile memlu pür ateş sahneler, manzaralar lazımdır. Eserlerde ince tahliller ruhi

tetkikler görülür. Çünkü o mebzul usare-i hayatın yetiştirdiği ruhlara bu rikkatlerin

lüzumu yoktur. Onlara kendilerinin hissedecekleri telezzüz eyleyecekleri gibi muhip

ulvi hisler yine öyle muhip ulvi pürtumturak bir üslup ile tasvir olunmalıdır ki

anlasınlar. Filhakika böyle tasvir olundu. Tarih-i edebiyatımızda misl-i görülmedik

bir bahar-ı bedayi-i fizan cuşacuş ile hadaik-i edibe bir teravet-i sermedi serpti.

Yavaş yavaş bir cereyan-ı tabii ile zaman bu ilk galeyan-ı şebaba bir devr-i kemalin

Page 384: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

366

vereceği sükûn ve vukufu getiriyor. Nihayet ‘Talim-i Edebiyat’ bu kavaid-i cedide-i

edebiyeyi muhakeme ve tedvin ediyordu. Fakat …

Fakat sonra bir aksü’l-amel başladı. Bu bir parça garip idi. Açıktan açığa

meydana çıkacağı yerde kalın bir perde-i riyaya bürünerek Avrupa ahvalinden tenfir

ediyor, zahiren de ‘Evet, Avrupalılardan almalı; fakat iyilerini almalı!’ yolunda

suret-i haktan görülen bir hatt-ı hareketi takip ediyordu. Bir aksü’l-amel menfi bir

hareket olduğu için zaten müşmir olamaz. Bundan fazla bu zaman hadimleri içinde

bir iktidar-ı ciddi sahibi de görülmediğinden bu aksü’l-amel derinden edebiyat

namına payidar olacak bir eser kalmamıştır; belki birkaç yarım sarf, lügat kitabı

bulunur. Fakat biz edebiyattan bahsediyoruz.

Bu aksü’l-amel seyyiesiyle edebiyatıızın o ilk hızı devam edememiş hele son

seneler zarfında saha-i edebin Ekrem, Hamit imzalarından mahrum kalması

edebiyatta büyük bir boşluk açmıştı. Đşte bunun içindir ki eski devr-i feyzin asar-ı

tealisini idrak etmemiş olan şeban-ı hazıra 1312 senesinin hareket-i edebisiyle

yeniden başlayan devre-i edebiyi gördükleri zaman ferd-i meserretten şaşırdılar.

Adeta ‘Bizde edebiyat yoktu, hiç yoktu yeniden vücuda geldi!’ dediler. Hâlbuki bu

yeni gördükleri dürre-i edep bir müddet için bir an sükûn geçiren edebiyat-ı

sahihamızın ikazından ibaret idi. Bu ise bilzarure vücut bulacaktı. Çünkü ilm-i

medeniyetle ihtilatımız, münasebetimiz senin-i ahirede evelkine nispetle fevkalhat

tezayit ettiği gibi ta köylere kadar tamimine şayan-ı teşekkür bir gayretle çalışılan

nimet-i marifette tenmiye-i fikir ve vicdan ile en feyizli semarat-ı nafiasını vermeye

yüz tutmuş. Mekatib-i aleyh her türlü neşbesat-ı terakkipervareneye medar-ı istinat

evvela olabilecek bir cevher-i marifet tehyie eylemiş. Đşte efkâr ahlak ve hissiyat-ı

umumiyede husule gelen bu istidat neticesiyle bugünkü edebiyat yaşamaya

başlamıştır.

Filhakika edebiyat-ı hazıranın suret-i teşekkülü gösterilince bunu icab-ı

zamanın tehyie etmiş olduğu tecelli ediverir: 1311 sene-i rumiyesi nihayetlerinde

mekteb-i risalesi bir hafta tatilden sonra büsbütün yeni bir program dâhilinde intişar

ediyordu. En evvel şiirleri nazar-ı dikkati celp etti. Đlk nüshasındaki ‘şiir-i mahzun’

için biraz zaman evvel Tevfik Fikret Beyin riyaset-i tahririyesi altında yenileşen

Page 385: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

367

Servet-i Fünun’un ufak bir fıkra-i takdiriyesi bu iki ceride arasında bir karabet-i

fikriyenin vücudunu gösteriyordu. Şayan-ı dikkattir ki daha bu zaman Tevfik Fikret

ve Cenap Şehabettin namları bir birince henüz gazete sütunlarında tanınmış idi. Çok

geçmeden ashab-ı iktidar bu iki ceridenin etrafında içtima ediyordu. Üstad Ekrem

bunları teşvik ve takdir ediyor, Sezai Bey, Menemenlizade Tahir Bey muavenet-i

tahririyede bulunuyorlar; Halit Ziya Bey şahsi bir maarife-i kadimeye istinaden değil

mahza tevafuk-ı meslek eseri olarak ‘Mai ve Siyah’ını Servet-i Funun’a getiriyor,

Ayın Nadir, H. Nazım, Đsmail Safa, Süleyman Nesip, Siret, Ahmet Kemal, Hüseyin

Sait, Mehmet Rauf, Rüştü Necdet, Saffeti Ziya Beyler meziyat-ı zatiye-i

edebiyeleriyle birer birer gelerek servet-i edebiyatımızı tezyit ediyorlardı. Muhtelif

noktalarda, muhtelif suretlerle yetiştikleri halde aynı fikirde itilaf eden bu zevat bir

gün evvel birbirlerinin yabancısı oldukları halde bir gün sonra rabıta-i meslekle dost

oluyor; daha sonra Đbrahim Cehdi, Hüseyin Daniş, Faik Ali imzaları da bu fihrist

gayri duran edibe inzimam ediyordu. Yine şayan-ı dikkattir ki bu zevatın kâffesi

memleketimizdeki derecat-ı tahsilin en son noktasına vasıl olmuş, umumiyetle

Fransızcaya ve ekseriyetle sair-i ecnebi lisanlarından birine de vakıf terbiyeli

zatlardır.

Đşte edebiyat-ı cedide-i hazıra böylece saika-i zaman ile hayat bulmuş. Bu

sene ‘Dekadanlar’ makale-i tariziyesinde vehim olunduğu gibi Fransız mesalik ahire-

i edebiyesinden –artık Fransa’da bile vücudu kalmamış denilebilecek kadar sönüp

geçmiş olan- Dekadizmi Türkçeye tatbik etmek isteyen birkaç gencin kesb-i

tefererrüt için düşünüp taşınıp bulmuş oldukları bir vesile-i iştihar değildir. Zaman

bunu tehi eylemiş, ufak bir vesile bu asar-ı edebiyeyi hep bir yere cem edivermiştir.

Hem bu zatların kesb-i teferrüt ve temyize hiç ihtiyaçları yoktu. Çünkü esasen bizde

yazı yazanların en iyilerinden bulunuyorlardı. Cenap Şehabettin hakkında ‘Ahmet

Mithat’ imzasıyla Tercüman-ı Hakikat sütunlarını dolduran medayıh ve ensiye henüz

unutulmadı. Halit Ziya ise –Sezai Beyefendiile birlikte- bizde romanın yegâne

müessislerinden bulunduğu için esasen kesb-i temyiz etmiş değildir. Hele Tevfik

Fikret Beyin Mekteb-i Đdadiye edebiyat sınıflarında asarı ezberletirilmesine bakılırsa

tesis-i şöhret için bir say-i garibe müracaattan müstağni olduğu anlaşılır. A. Nadir

Beyin, Đsmail Safa Beyin asarını istikbal eden alkışları ise ihtara hacet göremem. Şu

Page 386: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

368

kadar var ki bu zatlar okuyarak, çalışarak muttasıl-ı terakki etikleri calide eski

karilerin şimdiki muterizin ve muharririn bir kısmı yine eski mevkilerinde kalmış

olduklarından sitemler, tahkirler yağmaya başladı. Bunlara en ziyade Cenap

Şehabettin hedef oluyordu. Hâlbuki aradan birkaç sene geçer geçmez bütün bu

tarizlerin hiçbir hükmü kalmadı. Mahzan tuhaflık olsun diye hiç yoktan ortaya bir

Dekadan oyuncağı çıkaran Mithat Efendi Hazretleri benim Cenap Şehabettin ve Halit

Ziya Bey gibi zatlara diyeceğim yok, ben asıl Dekadanlara itiraz ediyorum. Yolunda

bir müdafaa ile halk nazarında Dekadanlığın ser-efrazanından addolunan Halit Ziya

ve Cenap Şehabettin Beylerin liyakat-ı bahirelerini teslim ile evvelki sözlerin

hükümsüzlüğünü itiraf etmiş, Cenap Şehabettin’i tariza sermaye-i iftihar bilen Cenap

Şehabettin’e ‘embesil’ diyen gazeteciler bu şâirin eserlerini artık ‘asar-ı muhallide’

sahayifine geçirerek takdirhan olmaya başlamıştır. Bu halde şu geçen iki seneye bir

nazar-ı icmali atf edince hep o gürültülerden münakaşalardan yalnız yazılan eserlerin

payidar kalabilmiş ve o eserlerin de o ashabı için işte bir vesile-i mefharet vücuda

getirmiş olduğu meydana çıkar. Zaten fazla bir şey de iddia olunmuyordu.

Bu tarizatın esbabını muterizlerin hasetlerinden başka eskiden beri mevcut bir

menaferetin zamanımıza kadar imtidat eden halinde aramalıdır. Filhakika 1255

tarihinden itibaren Avrupa’ya doğru atılan adımlar ne kadar metin olursa sürat-i seyri

işgal edecek mevaniyle muhat idi. Hatta bu mevaninin galebesiyle biraz evvel

bahsettiğimiz aksülamel vücuda gelmiştir. Fakat melekemizdeki terakkiyat-ı ilmiye

ve fikriye bu manevi yavaş yavaş izale ederek bugünkü harekât-ı edebiyeyi teheyyi

etti. Filhakika bugünkü edebiyat, edebiyat-ı cedidenin hayrülhalefi olmaktan başka

bir şey değildir. Vakıa onun tamamen aynı addedilir. Çünkü zaman yürürken bu

kabil değildir. Mamafih o zamamandan beri bir hayli tahvilat vukua gelmekle

beraber esas değişmemiştir. Avrupadan istifade işte udebâ-yı cedidemizin en esaslı,

en şumüllü rabıta-ı itilafı bu noktadadır. Avrupa’yı doğrudan doğruya taklit değildir,

Avrupa’yı yalnız bütün ilm-i insaniyete kabil-i tatbık kavaid-i umumiye alınacak;

sonra bunlar zamanımıza, mekânımıza, istidadımıza göre bizden milli semereler

husüle getirecektir. Mesela sanat nedir, bundan kaideleri nedir. Avrupa meşahir-i

üdebası ne suretle çalışmıştır, ne yapmak iştemişlerdir, ne suretle hareket ettikleri

zaman muvaffak olmuşlardır? Đşte buraları görülerek, gösterilerek ulum ve fünun

Page 387: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

369

terakkiyat-ı milli dairesinde bu terrakiyat bizde de husüle gelecektir. Yoksa ecnebi

bir edebiyatını, doğrudan doğruya taklit ile hiçbir netice hâsıl olamayacağını ele

geçen en sade bir bedayi kitabı bile anlatır.

***

Ebediyat-ı cedide-i hazıranın terakki ve tevsiine karşı gösterilen

memanietlerden bahsolunduğu sırada garip bir simâ-yı edebiyeyi, Paris muhabiri Ali

Kemal Beyi unutmak kabil olmuyor. Ali Kemal Bey bir iki seneden beri muharrirat-ı

muhtelifesini ikdam sütunlarından halka kemal-i zevk ile okutuyor. Bu bapta ihtiyar

ettiği tarz-ı hareketi takdir etmemek elden gelmez. Aynı bir noktada, aynı bir fikirde

sebatın muceb-i kemal olacağı, asıl, maksat ise ikdam karilerini yormadan gazete

münderecatının tamim-i kavaidine çalışmak olduğu cihetle Ali Kemal Bey tabi

bunun külfetinden vareste kalmıştır. Bugün edebiyat-ı hakikiye derslerini tercüme

etmiş, yarın bu himmetini ret ve inkâr ederek bize ciddiyetle, tarih ile, ulum , ve

fünun ile yalnız bunlara tuvalin lüzumundan bahs ederek ertesi gün hayat kırıntılarını

dökmüş, sonra refref hayallerle, günde binlere, dakikada saniyede birlere düşmüştür.

Arada bir -adetçe kısır olan bir sınıf karinin hüsn-i teveccühünü celb için garb

hayatından, edebiyatı cedidemizin fenalığından şikâyet etmeyi de unutmamıştır.

Fakat hüsn-i teveccüh celp etmesin, bir şöhret-i sehile istihsalıyla yazılarına mahreç

tedarik eylemek ihtiyacı düşünülecek olursa bu mazur görülür. Hususa ki Ali Kemal

Beyin yazılarında Fransız gazeteleri Đstanbul Đkdam muhaberatından daha çabuk

gelmese idi Fransızca bilenler de Paris muhaberatını okuyabilirlerdi, Ali Kemal Bey

yazdıklarını okutmak şerefine de şiddetle vakıftır. Bunun içindir ki bir vakıa-i

mühimme-i edebiyeden veya saireden bahs ederken bu tafsilatı gazetelerden tercüme

ettiğini söyleyecek yerde oralara, rana matra buram buram, ziba ifadeleriyle -kendisi

gidip görmüş gibi- kangal kangal yazar ki bu mevzu-ı bahis olan mesaileş kaileleri

nazarında merak çalıp, bir renk verir. Đcabı halinde –artık gazetenin mesleğine göre

mesela Emil Zola’yı metheder. Bunun “Jurnal”gazetesinde Pol Borjo tarafından

yazılmış bir makale kariince ehemmiyetten arî tutulacağına vakıf olduğu için iki

seneden beri kariler indinde kesb ettiği nüfuz ve itimada güvenerek birkaç Arapça

Page 388: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

370

beyit ile karıştırıp Türkçeye mahirane naklediverir, Ali Kemal Beyden sadır olacak

mütalât, şu izahatten sonra, artık kimseye garip gelmez zannederim.

12 Nisan 1314

Hüseyin Cahit

SF Nu. 376, s. 183-186

Page 389: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

371

HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 6

-On Dokuzuncu Asrın Temayülat-ı Ruhiyesi

Dekadizm-Sembolizm

Edebiyatın ve alelumum sanatın derununda yetiştiği heyet-i içtimaiyenin

efkâr ve ahlakından tesiryab-ı husül olduğu bahsini terk etmeden evvel Fransa’daki

Dekadizm ve Sembolizm mesleklerinin suret-i zuhurunu teşrih ve izah etmeyi

münasip gördüm. Çünkü edebiyat-ı hazıramızla bu meslekler arasında bir irtibat

bulunduğu iddia edilememektedir. Geçen makalede edebiyat-ı cedidenin menşei ve

esasları heyet-i içtimaiyemizin tahvilat-ı medeniyesinde taharri olunduğu gibi bu

Dekadizm ve Sembolizm fikirlerini de Fransızların ahlak ve adatından aramak iktiza

ediyor. [*]195

Fransa’da 1789 vakası asar-ı maziye ile asar-ı hazıra beyninde dehşetli bir

uçurum açmıştır. Bir devrin vakıa-ı azamiyesi, merakiz-i cereyanına uğrayan her

şeye vasi ve kati bir tesir ihra eder. Bunun için o esnada heyet-i içtimaiyenin

tehavvülü edebiyatın da revişini tebdil etmiştir. Racine ve Voltaire makalelerinin

tiyatroyu, şiiri, romanı düşürdükleri dereke-i sefileden kurtarıp çıkarmak için

siyasiyatta olduğu kadar edebiyatta da kati bir teşebbüs lüzumu tebeyyün eylemiştir.

Heyet-i içtimaiyenin bu tehavvülü birçok kahramane muharebelerin, vakıa ırkların

ihtilatı neticesi olarak birtakım yeni ruhlar vücut bulmuştu. Bunlar tebliğ-i hissiyat

için yeni bir lisana ihtiyaç duydular. Çünkü on sekizinci asrın nazik, naif salon

edebiyatı bunlara kifayet edemiyordu. 1789 facialarının tesir-i altında kuvvet bulan o

faal asar-ı hayatın yetiştirdiği amade-i savlet, ateşin fikirler için yeni vasi ufuklar

iktiza ediyordu. En evvel Şatobiryan mazi ile hâli telif etmek istedi. Batı-yı cedide

edvar-ı atikenin güzel, azametli şeylerini hikâye etti. Diğer taraftan Madam Dösanel

de Fransızları Alman edebiyatına alıştırarak Romantizm’in esasını vaz ediyordu.

Bedayi-i tabiat, servet-i mütenevvia-i icat muvacehesinde tevellit eden tesirler o ana

kadar Fransız edebiyatında pek cüzi bir mevki işgal etmişti. Fazla olarak on yedinci

195 Mütalaat-ı atiyenin en mühim kısımları Paul Buudget’in ‘Ahval-i Ruhiye-i Muasırın Hakkında

Tecarib-i Kalemiye’ ve ‘Yeni Tecarib-i Kalemiye’ namındaki eserlerinden iktitaf edildiği gibi aksam-ı sairesi için de Larousse Ansiklopedisi ile Leon Döşan, Adolf Brison, Lui Dösenjök ve Adolf Rote’nin risail-i muhtelifedeki makalelerine müracaat olunmuştur.

Page 390: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

372

asır üstatlarının bahsettikleri birtakım cihetler daha vardı ki bunlar muhayyilenin en

mail heva ve hoş bir kısmından tevellüt eder. Muhakeme bunları kabul edebilmek

için müsamahaya mecbur olur. Mamafih nakabil tarif bir halâvet-i hafiye irae eden

bu tehayyülat ile tahziz-i ruh etmekte yine bir haz bulunur. Đşte Romantizm bu ana

kadar samit duran bu o nar-ı meçhulu ihtizaza getirecekti.

Bu suretle bin sekiz yüz yirmi gençlerinin kendi hikâyâtlarına göre tesis

ettikleri gaye-i hayaliye=idealde en evvel nazar-ı dikkate çarpan nokta uzak ve

ecnebi memleketlerden bahsetmek iptilası oldu. Fransız lisanına şimal, cenup ve

mahal-i saire muhayyilatını ithal etmeye tecrübe ettiler. On dokuzuncu asrın

bedayetinde muhacerat, muharebe ve saire sevkiyle Fransızlar memalik-i ecnebiyeyi

görerek oralarda tahvil-i müddet kalmışlar. Bu memleketlerin lisanlarını,

edebiyatlarını öğrenişlerdi. Birçok kereler tekrar tadil edilen bu tecrübeden sonraları

şu müşevveş on dokuzuncu asra mahsus fikr-i muaheze çıkacaktır. O vakitler yalnız

şurası anlaşılıyordu ki hayatı kendi telakki ettiğimiz gibi telakki etmeye herkesi icbar

edemeyiz. Her ne kadar yekdiğerine mebayin olsa bile hülyâ-yı hayatı tahayyül

etmenin birçok sur-ı meşruiyesi vardır. Hâsılı her şey nispidir. Romantizm bu

hakikatin ilk tefhimidir. Romantikler mütebayin medeniyetler tasvir ederler, bunlara

hulüle çalışırlardı. Eski Roma’nın adetlerini hissiyatlarını göz önüne getirmek, bu

ahlâklarla tehalluk etmek. Bu ruhlara malik olmak isterlerdi.

Hayalinde böyle amal besleyen adamın hayat-ı hakikiyede birçok acılara

tesadüf edeceği şüphesizdir. Çünkü ezmine-i cedidede herkesin hayatı hemen o kadar

sade, o kadar gürültüsüz cereyan eder ki bunların içinde vakıa-i mühimme itlak

olunabilecek bir hâle ender tesadüf olunur. Hayatını –kurun-ı vasıtadaki gibi-

birtakım mühim vakıalara karışık hadiseler arasında güzarını bekleyen adam, gittikçe

şiddet ve merareti aranan bir intizardan başka bir şey bulamaz. Bundan başka öyle

daima amik, mebzul ihtisaslar hakikatin hilafındadır. Bir insan mademelemir bir

aşka, bir hicrana bent olup kalamaz. Böyle ümitlere kapılanlar bilahere amal-i

şebabın kuru bir hülyadan ibaret kaldığını görmekle müteellim olurlar. Nasıl ki

olmuşlardır; çünkü ‘Maldö Siyefil’ namı verilen afet-i maneviye bu Romantizm’in

yadigârıdır. Bunun sebebi şu cümle ile hülasa olunabilir: ‘Bizdeki kuvvet ve iktidar

Page 391: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

373

mahduttur. Birtakım esbabı hariciye vardır ki onların elinde zebun-ı baziçeyiz. ’ Đşte

burada nikbinlik ile bedbinlik beynindeki menazıanın esasına temas etmiş oluyoruz.

Filhakika bizim hüsn-i niyet ve arzumuz ulvi ve kati bir münasebet ve talikten arî

kalıyor ve bütün beşeriyetin mesaisi nakabil-i ictinap iflasa müncir oluyorsa o hâlde

hayatı bir kâbus leması hâlinde menhoş, meşum bir muzhike suretinde görmemek

nasıl kabil olur? Biçare Romantikler, hayattan hayatın veremeyeceği birtakım

mütalaatta bulunarak bunda ısrar ettiklerinden naşidir ki bu hüzün ve melale

düşmüşlerdir.

Bir asrın enkazı altından çıkan bu taze, parlak âlem az zaman içinde eskisi

kadar ihtiyarlıyordu. Tatbik edilmek istenilen muhtelif usül-i içtimaiyenin adem-i

kifayetini 1848 vukuatı ispat etmişti. Edebiyat cihetinde de Romantizm mevaid-i

tevdidatı ifa edemeyerek veremler, hüzünler, acılar içinde malup şâirler hep birer

birer çekiliyordu. Bu parlak zamanın faaliyet-i edebiyesi ile beraber yaşayan

Spiritüalizm felsefesini sunmuş. Hâsılı bu lema-i nev her tarafta kararmıştı. Mamafih

bu enkaz arasında yetişen bir nihal-i feyzdar, ulum ve fünun bu sahrâ-yı amiyete

hayat nisar olmakta devam ediyordu. Yalnız o, yalnız ulum ve fünun kimseyi

aldatmamıştı. Asr-ı hazırın nısf-ı evvelinde, cihad-ı sairedeki teşebbüsatın nasıl

makrun-ı hiçi olduğunu gören bir insan ulum ve fünunun o zamanda kesp ettiği tevsi

ve inkişafa karşı bir meyl-i takdirkarane beslemekten kendisini men edemez. Ulum

ve fünunun bu müsemmeriyet-i harikasına hayran olanlar terakkiyat-ı vakıanın

sebebini aradılar, gördüler ki bütün o netayic-i müfide usül ve tecrübiyenin tatbiki

sayesinde husüle gelebilmiştir. Birçok vakaları ayrı ayrı tetkik ile hepsinden bir

netice çıkarmak demektir. Binaenaleyh tabiidir ki usul-i tecrübiyenin faidesini takdir

ile ona prestij edenler ona en ufak vakaları nazar-ı ehemmiyet ve itibara alacaklardır.

Filhakika 1850 tarihinden sonra romanlardaki, tiyatrolardaki kahramanlar öyle her

daim melul ve mahzun olmaktan kurtularak yerlerine haşin ve vakaya ehemmiyet

verir adamlar kaim olur. Zaten Fransız heyet-i içtimaiyesinin her tarafında bu hâl

caridir. En yukarıda ikinci imparatorluk artık ölmüş bitmiş bir vaka, bir emr-i vakıa

üzerine istinat ederek tali etmektedir. En aşağıda ashab-ı amalin amali hep

muvaffakiyete, istifâ-yı ser-i huzuzane, servet ve ihtişama müteveccihtir. Siyasiyatta

Page 392: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

374

bir gaye-i ulviye-i hayaliye hiç mevzu-ı bahis değildir. Đdealizm edebiyatta da

mağluptur. Artık o ateşin ifadeler yerine tetkik müşahede usulü kaim oluyor.

Tedrisatı umumiye, ulum ve fünunun edebiyata galibesini temin-i mukaddısına göre

tensik edilmiştir. Đkinci imparatorluğun böyle –Realizm ile beraber- saha-i tarihe

duhulünde en büyük temaşanüvisi Duma Zade, en büyük feylesofu Hippolyte

Taine’dir.

Artık ‘alet-i asır’ unutulmuş, bitmiş gitmiş zannolunuyordu. Fakat o

mahvolmuyor, biraz sonra ismini değiştirmiş, bedbinlik namını takınmış olduğu

hâlde arz-ı vücut için gizli gizli icrâ-yı tesir eyliyordu. Yeni eserlerin ifadeleri

değişmiş, esası tehavvül etmişti. Yaşamaktan usanmak, sa’y ve amelin zımnında bir

fikir-i nahut ve enaniyete mündemiç olmak. Bu öyle ani bir meyl ve taklit hevesi

değildir. Sadece Şopenhaver’ın tesiri demekle de iş bitmez. Çünkü biz insanlar

esasını kendimiz de taşımadığımız efkâr ve mesaliki kabul etmeyiz. On yedinci

asırdakilerin kavi bir mesleği vardı. On sekizinci asırda Voltaire’nin açtığı cidale

iştirak edenler de hiç olmazsa batılı mahve uğraştıklarına emin, mütmain idiler.

Hâlbuki Fransa’da şimdi böyle değildir. Nikat-ı nazar o kadar teksir olunmuş,

teşrihat o kadar inceleştirilmiştir ki nihayet meslek varsa hepsinin de doğru olduğuna

kanaat gelmiş tabiat-ı beşere ve kâinata ait mesalik-i mütezadede bile bir ruh-ı

hakikatin ihtifa ettiğine hükmolunmuştur. Bunların hepsini telif edebilecek bir

faraziye dahi bulunamadığından mütefekkirlerin arasında misli görülmemiş bir

karışıklık vücut bulmuş, dehşetli bir şüphe tevellüt etmiştir. Đnsanların bu

şüphelerinden bile şüphe etmeleri birtakım manevi maluliyetleri, ihtiyar ve iradenin

zayıflığını intaç eder. O hâlde bu şetaret ve neşenin ortadan kalkmasına hayata

cesaretle göğüs gerebilecek yerde ‘Neye iyi?’, ‘Adam sen de!’ fikirlerinin meydan

almasına birtakım esbab-ı amika teharri etmeliyiz. Fakat bundan evvel Realizm

mesleğinin nasıl bir esas-ı istinat arayacak, görecek olursak, o teharririmizden ne

hazin ve azapbahş bir netice çıkacağı tahmininde tereddüt etmeyiz.

Realizm tetkik ve müşahede üzerine müessistir. Tetkik ve müşahede etmek

hayat-ı lakaydaneden çıkarak mülahaza ve tenkide girmek demektir. Bu meyelan ise

sevk-i tabiyenin tenakuzuna bir delil-i katidir. Kuvvetlerimizden birinin tenakusuna

Page 393: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

375

mutlaka bir keder-i tevafuk edeceğinden demek ki tetkik ve müşahede bu sebeple

kati bir sebeb-i hüzün ve elemdir. Zevk-i tetkik ve müşahede insanda ümitler

azalmaya başladığı vakit vücut bulur. Mütehalikaya yaşayan bir genç adama

ihtisasat-ı zatiyesi kifayet eyler. Bu ihtisasat o kadar devam ile takip eder ki

tafsilatını tetkike vakti kalmaz. Bu şedit heyecanlar kurumaya, istidat-ı saadet

zayıflaşmaya başladığı vakit, fikr-i tahlil galebesini hissettirir ve çok geçmeden bir

sebeb-i felaket olur kalır. Çünkü gerek kendisini gerek etrafını tetkik ederken o kadar

fena hodperestlikler, o kadar kaderane vicdan cinayetleri görür ki bunların nefsine

verdiği rahatsızlık hoşnutsuzluk gittikçe artar. Bir insanı tetkik etmek amalimizle

mesaimiz, intizarımızla eserlerimiz, iddialarımızla adem-i liyakatımız beynindeki

ihtilaf-ı esasiyi kendi kendimize ispat etmek değil midir? Böyle bir sayin nihayeti

bedbinliğe müncir olursa bunda şayan-ı hayret ne vardır?

Diğer taraftan ulum ve fünun, dilenatizm zamanımızda tarz-ı telakkisine göre

aşk, usul-ı idare-i avam gibi heyet-i içtimaiye dâhilindeki esbab-ı esasiye bedbinliği

vücuda getirmeye, idame ve tevsi etmeye çalışıyor. Efkâr ve ahlak-ı umumiyede

görülen bu bedbinliğin asar-ı Fransız edebiyatını da taht-ı hükmüne alıyor.

Ulum ve fünunun netayic-i müfide-i maddiyesi inkâr olunamaz. Fakat bir

netice olmaksızın taharri-i hakayık yolunda sarf olunan mesai-i azimiyenin nihayeti

bir inkâr-ı felsefiye müncir olursa bu ulum ve fünun ne kadar pahalıya mal olmuş

olur. Hadisat arkasındaki esbabın –şimdiki usulüyle- tefrik ve tayinden aciz

bulunduğunu itirafta maztar kalan ulum ve fünun ruha bir tamme-i meraret, bir

şerbet-i memattan başka ne gıda getiriyor? Hep fikr-i tecrübî ve maheza kariyi tevsi

ediyor. Bir derecedeki beşer mesai-i hayatiyede evvelki gibi cesur ve pürneşe

devama gayr-ı muktedir bulunuyor. Şahsiyet, takdire karşı sabit-i kadem olmak

isteyenlerin bu en birinci fazileti bu her taraftan kuşatılmış, istila edilmiştir. Gittikçe

kalabalıklaşan heyet-i içtimaiyede bir yandan menbeatı teksir ile meşgul. Servetin

birden bire tezayidi, sefahatin o tantanaları ve saire biçareleri birtakım fena

meyillerle ihata ediyor. Nihayet her türlü kazayih ve fezailin esbab-ı münferidesi

vukuat ve tesadüfat-ı güniyeden ibaret kalıyor. Đşte ulum ve fünun determinizm

felsefesini tamim suretiyle, bu zaafı intaç etmiştir.

Page 394: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

376

Ulum ve fünun edebiyatı icrâ-yı nüfuza başlayınca tabiat-ı beşeriye olduğu

gibi, sefil gösterilmiş insanlar tesadüfen ezici sıkletleri altında aciz ve malup tasvir

olunmuştur. Bundan başka hayat-ı şahsiyemiz birtakım esbab-ı hariciyenin neticesi

gibi terakki olunduğuna göre, eğer her şey evvelden mevcut sebeplerin bir

neticesinden, eğer hayatı şu tarz-ı telakkimiz namütenahi birtakım esbabın sevkinden

ibaret ise, beşeriyet üzerini bir dehşet-i samitane ile basan bu azim, bu nakabil-i

mikyas kuvvetlere karşı insanın hiç hükmünde kaldığı nasıl hissolunmaz?

Ya bu melal insanı nerelere sevk etmiş, izale-i rehavet için ne kadar cali

ihtiraslar icadına mecbur eylemiştir. Bunların içinde en mühimi Dilenatizm ile

koleksiyon merakıdır. Sonra bu da bir menba-ı ıstırap kesilmiştir. Zira insan

teheyyücat-ı sanatkâranesi fevkalade tezyit etmekle cümle-i asabiyesindeki nezaketi

son dereceye isal eder. Dimağ bütün bedenin vezaifine galebe eyler. Tesiratımızın

kuvvetimizi tecavüz etmesinden ibaret bir muvazenet olan sıhhati bittabi bozulur. Bu

Dilenatim namefruşane kadar intizar ederek ‘biblo’ ihtira olunmuştur. Biblo, bu

küçük asar-ı sanat kırıntısı, endişenak bir devrin kesb-i nezaket etmiş bir merakıdır.

Çünkü yorgun nazarlara hoş, küçük, garip şeyler lazımdır. Kisse-i servetleri öyle

aksâ-yı şarkın öyle nadide bir tuhafiyesini, Rönesans devrinin zarif bir yadigârını,

hâsılı bütün bu hurda, karın doyurmaz ufak tefekleri iştiraya müsait olmayan adamlar

bile o meraka kapılıyorlar. Taklit bu ihtiras-ı umuminin imdadına şifayap oluyor:

Biblo her yerde biblo!

Fikr-i tahlil ve muahezenin tevsi-i insan için en tatlı hülyalardan madut olan

aşkı da duçar-ı tezelzül ederek kalplerde bunun için bir adem-i iktidar hâsıl eder. Bir

taraftan amal-i şebabımız sevdiğimiz kadını münhasıran kendi pirestidemiz görmek

istediği hâlde diğer taraftan fikr-i tahlilden mütevellit bir tecessüsle görür. Anlarız ki

bu kadın layenkati duçar-ı elem olan bir uzviyetin en hakir icabatına bile tabi, zayıf

bir mahluktur. Bu kadar ümitlerin tehayyüllerin zir ü zeber oluşuna insan kolay kolay

tahammül edemez. Müstağrak-ı nefret olur. Fikr-i tahlil ise işinde devam ederek

kadının maheza öyle zayıf ve hakir olmasından dolayı birçok tezatlarla dolu, methul,

çilekar olduğunu keşfeder. Ondan itimadı selb eyler. O zaman, kalbin bir itimad-ı

nam ile teslimiyet-i kamilesinden ibaret olan muhabbet ortadan kalkar. Fikr-i tahlilin

Page 395: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

377

bu tahribine sefahatin, zaman hakkında tecaribin kesreti de inzimam edince bir buse

de namütenahi tahassüsat bulmaya bizi sevk eden iki kuvvetin ikisi de mahv olmuş

olur. Kalbimizdeki gaye-i ulviyeyi fikri tahlil oldurmuştu, müştehiyat-ı nefsaniyeden

neşet eden hevaheşi de hayat-ı sefihane söndürmüştür. Görülür ki bir kadın ne kadar

cazibedar olursa olsun mutlaka bir muadile maliktir. Hiçbir sergüzeşt muadilsiz,

hiçbir neşve ferdasız değildir. Kadınlar bizi saikâ-yı tesadüfle severler. Biz

olmasaydık başkalarını seveceklerdi. Hâsılı Fransa fikr-i tahlil ve muahezenin

efradından edebiyatın çokluğundan ulum ve fünunun kesretinden medeniyetten

hastadır. Bunun asar-ı edebiyedeki neticesini gören saf diller, murailer edebiyat fena

derler. Edebiyat-ı fena, edebiyat mariz değil, asıl fena olan, mariz olan heyet-i

içtimaiyedir. Hem de ne heyet-i içtimaiye! Bir bahr-i huruşan ki telatam-ı amiyanesi

arasında herkes kendi hesabı arkasından galtan oluyor. Usul-ı idare-i avam

yeknazarda ashab-ı ehliyet için pek müsait bir muhit gibi görünür. Çünkü her türlü

mesaiyi, her kapıyı küşade gösterir. Fakat böyle olmakla o şedit kanun rekabeti

derece-i ifrata isal eder. Ali bir tedris ise efkâr-ı avamın şekl-i tabiisi olan şiddetli bir

hevahoş-ı tarafgiraneye salık olamayacak kadar ince düşünce-i zevat yetiştirdiğinden

bunların istidatı inkişaf edemez. Bu cereyan-ı ahvale uzaktan nikran olan zevat-ı

muktediranın iktidar-ı mütevassıta ashabını nail-i muzafferiyet oluyor. Görmeleri

kendilerinde bir infial husule getirir. Bundan bir tecrit bir inizal çıkar. Sanatkârlar bu

yalnızlıklarını hissederek eserlerinin filhal hâsıl edeceği tesirden artık endişe

etmezler. Đnceleşmiş fikirlerinin, rakik cümlelerinin akılsız, kaba, anif telakki

ettikleri halk üzerinde ne tesir hâsıl edeceğini düşünmezer bile. ‘Muharirliğin gayesi

isar-ı müstakbelenin arâ-yı umumiyesi önünde daimi bir namzet-i safvetini muhafaza

etmeyi düşünmek midir? Yakında bir zaman gelecek ki insanların hatıraları artık bu

kadar kitapların isimlerini ihata edemeyecek. Đştihar-ı ebedi hülyalarıyla muharir

kendi tehayyülat-ı samimiyesinden kâmilen veya kısmnn niçin feragat etmeli.

Đstediği gibi yazar, kendisini isteyenler okur. Bu kifayet etmez mi? En samimi, en

hususi, en şahsi bir parçayı başkaları için neden feda etmeli?’ derler.

Fransa’nın şu icmal ettiğimiz devri şüphesiz bir Dekadanist hâli, bir devr-i

inhitattır. ‘Đnhitat’ tabiriyle hayat-ı müşterekenin amal ve mesaisine gayr-ı Salih

birtakım insanlar yetiştiren bir heyet-i içtimaiye kast olunur. Heyet-i içtimaiye bir

Page 396: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

378

uzviyete pek müşabihtir. Adeta bir uzviyet gibi küçük birtakım uzviyetlere, bunlarda

bir sürü hücrelere inkisam eder. Uzviyet-i içtimaiyenin hücresi ‘şahıs’tır. Uzviyet-i

kamilenin gayret ve faaliyet ile if-yı vazife etmesi bunu terkip eden uzviyetlerin bu

uzviyatın hüsn-i suretle ifa-yı vazife etmeleri de onları terkip eden hücrelerin kemal-i

mütabiat ve gayret ile vazifelerini görmelerine vabestedir. Eğer hücrelerin gayreti

hep aynı neticeye masruf olmayıp da kesb-i inkirat ve istiklal ediverecek olursa,

aheng-i umumi duçar-ı inhilal olur. Ve bu suretle tesis eden karışıklık umumun

inhitatına intaç eder. Uzviyet-i içtimaiyede bu kanunun tesir-i ahkâmından

kurtulamaz. Hayat-ı şahsiye ifrada vardırılınca heyet-i içtimaiye devr-i inhitata girer.

Đşte Fransa’da 1883 senesinden sonra zebanzet olmaya başlayan Dekadizm ve

Sembolizm edebiyatları böyle bir heyet-i içtimaiye içinde yetiştiği için Dekadan

olmuştur. Edebiyat-ı Cedidemiz ile bunlar arasında ne münasebet tasavvur olunabilir

ki birisi yeni gençleşmiş, kuvvetlenmiş, müsteid-i terakki bir heyet-i içtimaiye

dâhilinde yani bizde tevellüt ettiği hâlde diğeri Fransa’nın yukarıdan beri icmal

ettiğimiz bir asırlık ahval-i içtimaiye ve ruhiyesinin neticesi olarak orada zuhur

etmiştir. Böyle bir edebiyat taklit olunur mu? Niçin ve ne faide mülahazasıyla?

Bizim edebiyata Dekadan demek heyet-i içtimaiyemiz dekanist demek hâlinde olur.

Her Dekadanist hâlinde bulunan heyet-i içtimaiyenin edebiyatına –o hâle nispetle-

Dekadan denilebilir. Fakat bu Dekadanlık yine Fransa’daki dekadizmin taklidi

olmaz. Hangi heyet-i içtimaiye içerisinde ise ona mahsus bir dekadizm olur.

Hem esasen Fransa’daki Dekadizm ve Sembolizm meslek-i hakikiyyuna karşı

bir aksü’l-amel idi. Bu aksü’l-amelde yine efkâr ve ahlak-ı umumiyedeki tehavvül

vücuda getirmiş yani efkâr ve ahlak-ı umumiyenin edebiyattaki tesiri Dekadizm ve

Sembolizm tarzında zuhura gelmişti. Her yerde olduğu gibi Fransa’da da nazar-ı

hoşnut ile görülmeyen müceddidin sanata 1883 senesinde kasd-ı tezyif ile Dekadan

denildi. Sonra bunu bazıları ciddileştirerek hakikaten bir Dekadan mektebi varmış

gibi telakki ettiler. Çok geçmeden ‘Dekadan’ namıyla bir de gazete tesis olundu.

Sermuharriri Anatol Baju bu mektebin nazariyesini ilan etti. Dekadanlar hayatı, kalbi

müşkafane tetkik ve tahlil etmişler, her şey hakkında kendilerine mahsus birer fikir

edinmişler imiş. Hepsi malum birer meslek-i edebiyeye tilmiz yazılmaktan ise yeni

Page 397: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

379

bir gaye-i hayali teshiri için kendi hesaplarına yola çıkmışlar imiş. Görülüyor ki bu,

fikri şahsiyetin efradından başka bir şey değildir. Realizm fikr-i şahsiyeti tahlil

ediyordu. Aksülamel onu ifrada çıkarmak için uğraştı. Az zaman onra bunlardan

hiçbir eser kalmadı, hepsi bitti.

Sonra 1886 senesine doğru Sembolistlerden bahsolunmaya başlandı.

Sembolistler meslek-i hakikiyyuna muhalif olarak tabiatı tetkik edecekleri yerde cali

şeylerle zihinlerini doldurdular. Herkesin kendi şahsiyetine göre yazı yazmasını

garabetperestlik ile tefsir ederek hissiyat-ı nadireyi gayr-ı müstamel eşkâl ile ifadeye

kalkıştılar. Hadd-i zatında pek güzel birer alet olan evzan ve kavafe-i cedideyi

suistimal eylediler. Bunların eserleri altınlar, kiymettar taşlar, kâşaneler, kraliçelerle

malamaldir. Heyet-i hazıra-i medeniye kendilerine o kadar fena görünür ki ıslah için

hatta tahrip için bile onu öğrenmek istemezler. Hayallerinde, kendi âlemlerinde

yaşarlar. Esasen fikirlerinde hiss-i dindarane mündemictir. Teofil Gutiye’nin:

‘Zikıymet taşlar, yüzük bilezik hâline girmeden evvel de haiz-i kıymet oldukları gibi

kelimeler dahi nazar-ı şâirde ifade ettikleri mana haricinde bizzat bir hüsne, bir

kıymete maliktir. Pırlanta, safir, yakut, zümrüt ayarında kelimeler vardır.

Birtakımları da istimal etmeyi bilenin elinde fosfor gibi parlar…’ yolundaki latifesini

suistimal ederek kelimelerde harflerde renk, koku aramaya kadar vardılar! Bugün

Sembolizmin de o ehemmiyet-i aniyesi geçmiştir. Ortada bir Stefan Mallermee ile

birkaç ehemmiyetsiz muharrir var. Ashab-ı iktidar hep işin içinden çekilmiş,

ayrılmıştır. Beş on sene âlem-i edebiyatı kaplayan bu leyl-i garabetin sonunda şimdi

‘Naturizm’ mesleği birçok muvaid-i kafiye ile yirminci asrın işa-i fecr-i nev-i

inkilabı altında yaşamaya başlıyor. Fakat Fransızların bu yeni hareket-i edebiyesi

hakkında bir hüküm vermek, bir mütalaa beyan edebilmek için ortaya ciddi eserler

çıkmasına intizar lazımdır.

15 Mayıs 1314

Hüseyin Cahit

SF, Nu. 377, s. 194-198

Page 398: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

380

HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 7

Bir eser-i edebiyenin kıymeti havi olduğu vesaik-i beşeriyenin miktarıyla

mukayase olunur.

Hyppolite Taine

Hikmet-i bedayie dair yazdığımız makaleleri hülasa etmek istersek şimdiye

kadar şu fikri izah ve ispat olduğumuzu görürüz. Mahsulât-ı fikr-i beşeri, mahsulât-ı

tabiiye gibi nazar-ı mülahazaya almalıdır.

Şu hükmün derece-i ehemmiyeti, netayic-i azimesi yeknazarda hakkıyla

takdir olunamayacağı için bu nokta üzerinde biraz tevkifle bundan Fransız

edebiyatınca ne tesir hâsıl olduğunu görmek lazım gelir. En evvel bilmeli ki bu

nokta-i nazardan tarz-ı telakki yalnız eser-i edebiye inhisar ile kalmaz, ahval-i

içtimaiye-i beşeriyenin kâffesine şamil olur. Her iklimin ayrı ayrı mahsulât-ı tabiyesi

olduğu gibi her iklimin ayrı ayrı müessesat-ı içtimaiyesi mevcut olmak, her iklimde

mezahip ve ahlak ayrı ayrı tevzi edilmek zaruri bulunur. Binaenaleyh bir heyet-i

içtimaiye dâhilinde tesadüf olunmayan bir şeyi diğer bir heyet-i içtimaiye dâhilinde

görmekle derhâl fenalığına yahut iyiliğine hükmetmek hiç doğru olamaz. Onların

niçin o yolda vücuda gelmiş olduklarını tetkik ile hikmete kesb-i vukuf etmeli ve

kabil ise o vukuftan bir ibret çıkarmalıdır. Zaten bu gibi ahvalde iyilik, fenalık

tabirlerinin hükmü kalmaz. Đngilizler kendi memleketlerinde cari olan vahdet-i

izdivac usülünü müstamerelerinin birinde fırıncı kabilesi nezdinde tabike

kalkışmışlardı. Kabile-i mezkure efradı arasında evvelce fuhşa hiç tesadüf

olunmadığı hâlde bu usülün tatbiki ile beraber fuhşiyat da görülmeye başlandığını

geçende ‘Merkor dö Franz’ yazıyordu. Đşte Đngiltere için ihtimal ki pek iyi olan bu

usül Fransızlar için hiç de iyi olmamıştır. Kavanin-i ecnebiyenin bir memlekete

aynen ithali böyle akim ve hatta muzır neticeler verir. Malumdur ki bir kanunun

kıymeti, heyet-i içtimaiye efradının o kanuna meyl-i inkiyadı nisbetinde tezayüt eder.

Hâlbuki bu meyl-i inkiyat o kanunun istidat ve ihtiyacat-ı efrada tevafikiyle hâsıl

olur. Muhtelif iklimlerde perverşiyap olmuş efradın ihtiyacat ve kabiliyatında

mübayenet bulunmak ise tabii olduğundan bir kavmin kanunu diğer kavimde hüsn-i

Page 399: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

381

tesir hâsıl edememek zaruridir. Meğerki saikâ-yı tesadüfle bir zamanda aralarında

tevafuk-ı hissiyat mevcut ola.

Bu gibi tafsilat-ı hikmet-i içtimaiye mübahesine terk ederek biz bu fikrin

sanata ve bilhassa edebiyata tesirini tetkik edelim. Evvela şurasını katiyen

anlamalıdır ki bir yerde ecnebi bir edebiyatın doğrudan doğruya taklidi hiçbir netice-i

müfide hâsıl edemez. Çünkü taklit edilmek istenilen edebiyat haddi zatında birçok

sevaikin tesiriyle yetişmiştir. Onu bir memlekete ithale çalışmak, bir arazinin adem-i

müsadesini düşünmeden başka kıtalardan eşcar ve nebatat getirip yetiştirmekle

uğraşmaya benzer ki alınacak mahsül ya büsbütün mefkut yahut ümitle ve intizarın

dununda olur. Bunun için ‘Bizde henüz Romantizm mesleği tesis etmemişken

Realizm mesleğini tesise çalışmak abestir. Efkâr-ı halkı iptida buna alıştırmalıyız. ’

gibi iddialar bütünüyle asılsızdır. Fransa’da edebiyatın revişi Romantizm, Realizm,

Sembolizm… sırasıyla takip ediliyor diye bizde de mutlaka bu sırayı takip edeceğine

nasıl hükmolunur? Ve takip etmesi nasıl iltizam edilir? Bizim heyet-i medeniyemizin

istidatı ney ise edebiyatımız öyle olacaktır. Biz yalnız mesai-i medeniyetin bütün

ilm-i insaniyete şamil ulum ve mearifiyle tenvir-i fikir edelim. Eserlerimiz

kendiliğinden hâsıl olur. Eskiden beri mevcut koca karı masalları karı koca masalları

şekline konulmakla halk ne Romantizm’e alıştırılır, ne Realizm’e… Vakıa bu da bir

hizmettir. Fakat şekl-i sahih-i edep mevz-ı bahis olunca bu hizmetler kale alınamaz.

Ciddi bir hizmet bir taraftan ulum -ı müspete ve ahlakiye ve siyasiyeyi ve diğer

taraftan kavaid-i sanatı izah ve teşrih etmek, asar-ı edebiyenin ne yolda telakkisi

lazım geleceğini anlamak cihetine matuf olmalıdır.

Fransa’da Realizm mesleği mahsulât-ı fikr-i beşerle, mahsulât-ı tabiiye

arasında fark yoktur, kaidesinin kabul ve tatbik edilişinden başka bir şey değildir.

Emile Zola, Hyppolite Taine iyilik ve kötülük de şeker ve kezzap gibi bir mahsüldür,

hükmünü rehber-i hareket ittihaz ederek efal-i beşeriyeyi bu nokta-i nazardan tetkik

ile romanları da eşhas-ı vakıâ-yı felan veya falan cihete icrâ-yı harekete isar eden

ıspat-ı taharri eylemiş ve her şeyi yedd-i iktidarımızda olmayan birtakım esbabın bir

mahsule-i tabiiyesine tebaan vücutpezir oluyor göstermiştir.

Page 400: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

382

Efal ve hareketimiz böyle birtakım esbabın tesiriyle vücuda gelince o esbabı

ananesiyle ve gayet mevzuh olarak göstermek lazım gelir. Filhakika hakiki

romanlarda muharririn en ziyade ehemmiyet verdiği cihet burasıdır. Eşhas-ı vakıa

üzerine icra-yı tesir eden hiçbir nokta –zahiren ne kadar küçük, kıymetsiz olursa

olsun- ihmal edilmez. Mesela bir şahsın ailesinden tevarüs ettiği ahval-i ruhiye

çocukluğu sonra beraber yaşadığı adamlar sanatı, mesleği, bunların kendine tesirleri,

hâsılı hiçbir şey unutulmaz.

Vermek arzusu, XIX. asrın nısf-ı ahirinde ahlak ve adata dair romanlar tahriri

hakkında peyda olan meyl-i azimenin birinci sebebidir. Đnsanlarda bazı tebayi vardır

ki sırf kendilerine mahsustur. Bu tebayi ve hissiyat ile başka insanlardan ayrılırlar.

Diğer taraftan insanlarda birtakım halat ve hissiyat daha vardır ki bunlarla sair birçok

insanlara benzerler. Bir hissin eşhas-ı saireden hangi noktalarda iftirak ettiğini

gösteren romanlar işte bu tebayi-i mümeyyizeyi tasvir ve teşrih ederler. Bir şahsın

eşhas-ı saireye cihad-ı meşabeheti irae eden romanlarda ahlak ve adat üzerine binâ-yı

tasvir ederler.

Yeni müverrihler, eski zamanlar tarz-ı maişetini göz önüne getirmek için o

zamanlarda yetişmiş birçok zevatın ifadeleriyle istişhat ediyorlar. Mişel Ogustin

Tiyori, Karlayl tarihini yazmak istedikleri devirlerin esas-ı beytiyesi, elbisesi,

etamesi hakkında en adi, en hakir tafsilata varıncaya kadar aramışlar, görmüşler,

göstermişlerdir. Çünkü bunlar o hanelerde oturan, o elbiseyi giyen, o yemekleri

yiyen adamların ahlak ve efkârı, etvarı hakkında bize bir fikir verir. Birer senet olur.

Bu işi asr-ı hazır için şimdiden yapmak, zamanın tarih-i hususiyesine hizmet

edebilecek vesaiki cem etmek mümkün değil midir? Đşte Realist muharrirler bu fikre

hizmet etmekle Taine’nin mesleğine tabi olmuş oldular. Çünkü üstat müşarünileyh

fikrince ruh-ı beşerde her şey gibi bir mahsüldür. Efal-i meriye öyle bir halet-i gayr-ı

meriyeden neşet eder ki bunun sebebi bazı pek umumi şeylerdir. Bu esbab-ı

umumiye insanlara icrâ-yı nüfuz ederek onlara birer tavr-ı teşkil verir. Bunların

başlıcaları: Irk, muhit ve zamandır. Fakat şurasına dikkat etmelidir ki ervah-ı beşeri

falan surette teşkil etmeye sevk ve cebr eden esbap, ayrı, harici değildir. Irkın

idamesi, intikali eşhas vasıtasıyla hâsıl olduğu için ırkın ‘şahıs’ haricinde kalmadığı

Page 401: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

383

anlaşılır. Muhite gelince bununla ister iklimin, ister heyet-i içtimaiyenin tesiri

kastedilsin, her hâlde tesirat-ı şahsiyenin heyet-i mecmuası demektir. Kezalik

zamanda hep eşhastan mürekkep bütün mütevaliye beynindeki münasebetten

ibarettir. Şimdi bunlardan ne çıkıyor? Birtakım büyük ve umumi sebepler var ki

bizim efkârımız, hissiyatımız bu sebeplerin tesirine göre hâsıl olmuştur. Demek ki bu

sebepleri göstermeye çalışacağız. Bu umumi, büyük sebepler nasıl gösterilebilir?

Mesela onlardan birisi ‘ırk’ idi. Irk birçok eşhastan terkip ettiği için bu şahısların ayrı

ayrı iraesi ırkın iraesi demektir. Binaenaleyh her şahsa ait küçük küçük birtakım

vaka-i hususiyeyi irae edersek ırkı göstermiş oluruz. Bu küçük vakalar, büyük

sebepleri aramak bulmak için bizim elimizde birer senet, birer vesika olacak. Bir

eserde insanlar hakkında insaniyet hakkında ne kadar delail, vesaik cem edebilirsek

eserin kıymeti o kadar artacak. Taine’nin ‘Bir eser-i edebiyenin kıymeti havi olduğu

vesaik-i beşeriyenin miktarıyla mukayese olunur. ’ demesi işte bunun içindir.

Şu hâlde Realist muharrirler nazarında yazı yazmak beşer ve heyet-i beşeriye

hakkında mümkün olduğu kadar doğru kayıtlar toplamaktan ibaret kaldı. Bu kayıdı

sadece yan yana dizecekleri yerde entrikalar düşünmeleri, eşhas-ı vakayı meydana

koymaları muhiti tasrih etmeleri hep sıhhat ve sadıkiyeti muhafaza etmeleriyledir.

Đleride XIX. asrın ahlak ve adatını yazan bir müverrih eğer avam ile burjuvazi

takımının nasıl giyinip ne ile tadi, nasıl iskân ve tehil ettiklerini, zevk ve hazzı nasıl

tasvir ve telakki ettilerini bilmek isteyince hiç zahmet çekmeyecektir. Çünkü bunları

tamamıyla Realist romanlarda hazır bulacaktır.

Hakiki romanların birçok küçük tafsilat ile mali olmasını eksik bulanlar

vardır. Hâlbuki bu tafsilatın vücudu elzemdir. Çünkü derununda yaşadığımız ahvalin

bizim üzerimizdeki tesiriyledir ki birtakım hissiyata malik oluruz. Zaten

mevcudiyetimizi benliğimizi her an takip eden birtakım ihtisasatın bir hüzmesidir.

Bize bu ihtisasatı veren ise muhitimizdir. Binaenaleyh bir adamı anlamak için istidat-

ı idariyesi ile beraber etrafındaki şeyleri de bilmek kati ve zaruridir. Đşte bu nokta-i

nazardan bakılırsa hakiki romanlar hiç can sıkıcı görülmez. O en ufak tafsilat bizim

nazarımızda canlanır. O tafsilat sayesinde eşhas-ı vakayinin ruhuna nüfuz ederiz.

Flaubert’in en malum asar-ı tetkikinden olan ‘Terbiye-i Đhtisas-ı Perestane’ romanına

Page 402: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

384

bakacak olursak hiç öyle garip sergüzeştler büyük vakalar görmeyiz. Roman, hayat-ı

yevmiyenin yekneseklığı ile malâmaldır. Böyle gayet küçük tafsilattan mürekkep bir

hayat ile yaşayan insanları tersim, nazar-ı tahliliyemizde tecessüm için şüphesiz

gayet küçük birtakım müşahedatın terakkimi lazımdır. Çünkü suret-i zahirede kabil-i

ihmal olduğu hâlde tekrar ve devamlı sebeple hakikatte pek ehemmiyetli olan

birtakım müessiratın içtimai bir kalem kâtibini, bir salon kadınını, bir ameleyi başka

başka suretlerle tavsif ve temeyyüz etmiştir. Concourd biraderlerin ‘Madam Jerveje’

unvanlı romanı ile Baudelaire’nin ‘Elem Çiçekleri’ namındaki mecmua-i eşarı bu

hususta en mükemmel birer numunedir. Çünkü bunlar sırf tahlili eserlerdir.

Concourdlar gayet mütedeyyin bir kadın ruhunun Roma’da ikameti esnasında

sofuluğa iptilasını tasvir, Baudelaire hususi bir nefret-i mariza-yı hayatı temyiz için

sanki saat ve dakikaların birer jurnalini tutmuşlardır. Bunlar, bu kuyut ve işarat,

ihtisasat ve hissiyatın geçici, müphem, esraralud ince şeyleridir ki bir mozayiğin

taşları gibi bir birini ikmal ederek meydana bir resim çıkarır. Gözlerimizin önünde

kendisini yavaşça tadil eden bir lerziş-i yevmi ile beraber bir tabiat-ı ayan olur.

Đşte tavsif ve tasvir romana bu surette katiyen dâhil olmuştur. Fakat öyle

Şatobiryan’da olduğu gibi azametli Victor Hugo’da olduğu gibi şiddetli değil, belki

ruhi ve felsefi bir surette… Roman artık eski nakiller yolunda yalnız vukuatı yahut

ihtirasat ve infialatı hikâye maksadını takip etmeyip vukuat ile ihtirasat ve infialatı ve

bunların esbabı –ki adattır- meydan-ı aleniyete çıkarmak suretiyle izah etmek

niyetinde bulunur. Bu hâlde tevsif ve tasvir-i mahlûk zihayatın kendisini ihata eden

eşyaya vurduğu damgayı ve bu esbabın bu mahlûk-ı zihayatın üzerinde bıraktığı

tesiri göstermeyi gaye ittihaz edinmiş demektir. Filhakika muhitimizin bizim

üzerimizde tesiri olduğu gibi bizim de muhitimiz üzerinde bir tesirimiz vardır.

Mesala ikametgâhımıza girilecek olursa odamızın tarz-ı tefriş ve tanziminden bizim

mail-i intizam yahut malub-ı tesyip ve ihmal olduğumuz, hâsılı birçok hissiyatımız

istidlal edilebilir. Bu hâl adeta ruhumuzun o eşya üzerinde bıraktığı bir iz gibidir ki

müdakkik bir adam orada bizi ayanen görebilir.

Burada romancılar için dikkat edilecek nazik bir nokta var. Eşhas-ı vekayiin

muhiti tasvir olunurken bu tasvirin haddi, derecesi ne olmalıdır? Mesela mektepli bir

Page 403: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

385

genci yazın, bir pazar sabahı, o ana kadar hiç görmemiş olduğu Büyük Ada’ya

götürüp iskele başına bıraktık. Onun oradan alacağı tesiri izah için tabii iskele

başının hâlini tasvir etmeniz lazımdır. Fakat bu tasviri ne derecede yapacağız?

Maksadımız bu gencin üzerinde hâsıl olacak tesiri göstermekten ibaret olduğu cihetle

bu nokta-i mühimmeyi derpiş ederek onun derece-i istidatı dâhilinde tasvirde

bulmalıdır. Yoksa o âlemlerde gezip dolaşan sahib-i tecrübe bir adamın tesirini,

bizim bu genç mektepliye tatbik ve isnat edemeyiz. Bu meseleden bahsederken

galiba Teofil Göte’ye:’ Bir salona giren birçok adamların onda dokuzu duvarda

kâğıdın ne renkte olduğunu görmez, fark etmez. ’ demiştir ki pek doğru bir ihtardır.

Binaenaleyh her muhiti ince bir sanatkâr gözüyle görerek o derece rikkatle tasvir

etmemelidir. Belki o muhiti eşhas-ı vakıanın göreceği gözle görerek ona göre tasvir

ve bahsetmelidir.

Bu muhiti tasvir etmek, ufak ufak vakıalar toplamak lüzumu, romanı baştan

aşağıya kadar birçok yavan tafsilat ile neticeye hadim olmayacak vakıa ile

doldurmak manasına tefsir edilmemelidir. Mevkiinde kullanılmış tek bir sıfat, kuru

laflardan ibaret sayfalarca yazıya, tasvire müreccehtir. Üdebâ-yı cedidemizin

eserinde garabet gibi telakki olunan terkip ve kelimelerin hikmet-i istimali bu

sıfatların kıymet-i ehemmiyeti esası üzerine mübteni olduğundan bunları ayrıca

mevzu-ı bahis edeceğiz.

21 Mayıs 1314

Hüseyin Cahit

SF, Nu. 378, s. 214-217

Page 404: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

386

HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 8

-Sanat

Menşe-i, Mevzuu, Gayeti, Aksamı

Bir eser-i sanatı ne yolda telakki edeceğimizi makalat-ı salife bize

göstermiştir. Şimdi burada bir sual tevarüt eder: Sanat nedir? Hikmet-i bedayi,

felesefenin bir şubesi olduğu cihetle mail-i esasiye-i sairedeki ihtilafatın tesiriyle

sanatın neden ibaret olduğunu tayin hususunda da birçok mütenakıs fikirler meydan

bulmuştur. Fakat herhâlde sanatın, ihtiyac-ı sanatın fıtrat-ı beşerde meknuz

olduğunda bilcümle hükema ittifak etmişlerdir. Eugene Veron, hikmet-i bedayi

hakkındaki kitabında, aksam-ı sanatın terakkiyat-ı tarihiyesine bir nazar-ı icmali

atfettiği sırada sanat insan ile beraber tevellüt eder, diyor.

‘Đnsanın196 insanın en esaslı, en nazara çarpan tabiat-ı faaliyeti dimağiyedir ki

bu, birçok efal ve asar ile kendisini gösterir. Bu faaliyetin gayesi ihtiyacat-ı maddiye

ve maneviye-i beşeriyeyi hal-i hazırda daha iyi, daha mükemmel surette tesviye

etmektir. Đhtiyacat-ı maddiyeyi istifa etmek yolunda musarruf olan sai ve gayret harf-

i tevlit eyledi. Đhtiyacat-ı maneviyenin mahzuz edilmesi lüzumundan dahi sanat

vücuda geldi. Bu ihtiyacat-ı hakikiye veya hayaliyenin temin-i istifası yahut temin

edilebileceği ümidi bizde saadeti, neşatı, hazzı ve bunlara müteallik olan hissiyatı

intac eder. Aksi hâl ise eleme, hüzün ve kedere, ilh badi olur. Fakat her iki hâlde de

hüzünaver yahut neşebahş bir heyecan vardır. Birtakım eşkâl alaim-i hariciye ile

kendisini az çok şedit bir surette göstermekte bir heyecanın tabiatında mündemictir.

Binaenaleyh bunun harekât ile ifade edilişi raksı, elhan ile ifade edilişi musikiyi

kelimat ile ifade edilişi şiiri tevlit eylemiştir. Hududun, ekalin, elvanın imtizac ve

ihtilatı da insan da bir heyecan peyda eder. Đşte bu nevi heyecanları ve

mahzuziyetleri sevk-i tabii ile taharri etmekliğimizde resim ve heykeltıraşlık,

mimarlık sanatlarının vücuda gelmesine sebep olmuştur.

Sanatın menşei bu suretle gösterildikten sonra mevzuu ve gayetini iraeye

lüzum hâsıl olur ve asıl ihtilaf da burada başlar. Bu gibi müvacehette katiyet-i

196 Eugene Veron:L’esthetique

Page 405: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

387

riyaziye aranılamaycağı cihetle hangi fikir kabul olunsa buna karşı mutlaka bir itiraz

da dermeyan edilebilir. Biz yine Hyppolaite Taine’nin mesleğini tercih ederek

karilerimize en iptida onu tafsil ve irae edeceğiz. Çünkü ulum -ı müspeteye en ziyade

tema ve istinat edeni odur. Evvelleri hükemâ-yı sanatı kendilerince tarif ettikten

sonra bunu makul gösterecek izahat ve delail serd ederlerdi. Hâlbuki Taine bizi böyle

bir tarif içine hapis ile kendi fikrini mutlaka kabul ettirmek için manevi bir icbarda

bulunmayıp bilakis ilim ve fünun-ı müspete-i hazıranın şu mühir’el-ıkul terakkiyata

sebep olan usulünü, usul-i tecrübiyeyi takip ederk keşf-i hakayık uğrunda ta

bedayetinden meseleyi takibe başlamış ve bu suretle sanat hakkıdaki fikrinin nasıl

tahsil ve teşekkül eteğini bize nokta nokta göstermiştir. Şimdi biz de bu muhterem

üstada adım adım refakat ederek sanatın mevzuu ve gayesi nedir, öğrenelim.

Evvela Taine aksam-ı sanattan musiki ve mimariyi muvakkaten şöyle bir

tarafa bırakarak şiiri, resmi, heykeltıraşlığı nazar-ı tetkike almış, bunların içinde de

müşterek bir tabiat, bir vasıf aramış ve üçünün de az çok taklit üzerine istinat ettiğini

görmüştür.

Yeknazarda[*]197 bunların tabiat-ı esasiyesi taklitten ve mevzuları mümkün

olduğu derecede doğru taklitten ibarettir zannolunur. Çünkü pek aşikârdır ki heykel

zihayat bir insanı bir tablo eşhas-ı hakikiyeyi evza-ı hakikeyeleri ile yahut bir sahrâ-

yı tabiattaki hâli ile pek yakından taklit etmek için yapılır. Bir dramın, bir romanın da

tebâ-yı ahval ve akval-i hakikiyeyi göstermek ve bunlar hakkında vazıh ve sarih bir

fikir vermek maksadını takip ettiği bedihtir. Bunda muvaffak olamazlarsa

heykeltıraşa: Güneş, bacak böyle yapılmaz, ressama: ikinci satıh menazırdaki eşhas

pek büyüktür, ağaçlarınzın rengi yanlıştır; muharrire: hiçbir vakit bir insan,

farzettiğiniz gibi düşünmemiş yahut hissetmemiştir, deriz. Demek oluyor ki bu

sanatlarda biz hakikaten mümkün olduğu kadar doğru taklit edilmesini ararız.

Bu hususta daha kuvvetli deliller de vardır. Evvelemirde bir sanatkârın hayatı

tetkik edilecek olursa görülür ki ilk devresinde devre-i şebap ve kemalinde sanatkâr

bizzat eşyaya atf-ı nazar-ı tetkik ile bunları müşkafane tetkik eyler. Gördüklerini

ifadeye çalışır, hakkıyla ifade edebilmek için üzülür, yorulur. Sonra bir hat gelir ki

197 Philosophie de I’art, p. 17 et suivants.

Page 406: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

388

sanatkâr artık kendisini bunlara vakıf addederek etrafında yeni bir şey görmez.

Müddet-i tecrübesi tarafında topladığı şeylerle eserler tertip eder ki bu ikinci devre

mahsülatı, sanatkârın inhitatına müsadif olduğu cihetle kıymetsizdir.

Saniyen mesalik-i azime-i sanatın tarih-i terakki ve tedennisi dahi tetkik

edilirse tabiat üzerine, hakikat üzerine daima küşade çeşm bulunmak mecsuriyetine

tahakkuk eyler. On yedinci asır miladı da Fransız edebiyatı en mükemmel, en saf bir

derece-i beyana vasıl olmuş ve hele tiyatrolarda müstamel lisan-ı tarz, nazım bütün

Avrupalılara fikr-i beşerin ikmal-i mahsülatı gibi görünmüştür. Çünkü muharrirlerin

etrafında birçok numunelar vardı ve muharrirler bu numuneleri tetkik etmekten geri

kalmazlardı. Lisanın bu zerafet ve saffeti pek ziyade tamim etmişti. O âlemlerde

yaşayan muharrir kendi sanatında en esaslı mevadı bulmak için hatırasını

yoklamaktan başka bir şeye muhtaç değildi. Bir asır sonra büyük bir tahavvül hâsıl

oluyordu. Evvelden bu tiyatroları bu ifadeleri o kadar takdir etmişler beğenmişlerdi

ki eşhas-ı hakikiye tetkik olunacağı yerde bu eşhası tersim eden trajedileri tetkike

başlamışlar, insanları değil muharrirleri numune ittihaz etmişlerdi. Bunun sayesi

olarak on sekizinci asrın nihayetlerine doğru lisan, üslup gayet berbat olmuştu.

Şimdi bu mütalaattan mümkün olduğu kadar yakından taklit için daima tabiat

üzerine küşade çeşm bulunmak lazımdır ve bütün sanat doğru ve tam bir taklitten

ibarettir, neticesi çıkacak gibi görünür. Fakat acaba bu neticenin her noktası doğru

mudur? Sanatın gayesi mutlak bir taklid-i tamdan mı ibarettir?

Böyle olsaydı fotografilerin, kalıp ile dökülen heykellerin mükemmel bir

eser-i sanat olması icap ederdi. Hâlbuki böyle midir? Lover Müzesinde ‘Doner’in bir

tablosu vardır. Bu zat gözünde pertosuz ile çalışarak bir çevre tersim etmek için dört

sene uğraşırdı. Yaptığı resimlerde hakikatten zerre kadar tebait etmezdi. Đnsan

Lover’deki tablosunun karşısında şaşırır, resim çerçevesinden dışarı fırlayacak

zanneder. O kadar hakiki ve doğrudur. Mamafih Vandık’ın bazı krokileri bundan çok

metindir. Anlaşılıyor ki sanatın gayesi sırf taklid-i tamdan ibaret değildir.

Gaye-i sanatın taklid-i tamdan ibaret olmadığına ikinci bir delil-i kavi de bazı

sanatların, mesela heykeltıraşlığın mahsusen doğru olmamasıdır. Alelade heykeller

Page 407: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

389

renksiz olduğu gibi gözlerde de hadika yoktur. Hâlbuki heykelin hüsnünü itmam

eden meziyetler işte renkteki, bu yeknesaklık, ifade-i ahlakiyedeki bu tenakuzdur.

Edebiyatta da hâl bu merkezdedir. Yunan, Fransız trajedilerinde, Đspanyol, Đngiliz

dramlarında muhavere, muhaverat yevmiye-i adiyeden aynen istinsah edileceği yerde

bilakis mahsusen tağyir olunmuş, manzum makfi sözlerle ifa edilmiştir. Bu ise eser-i

sanatın kıymetine iras-ı hâlletmek şöyle dursun, bilakis o kıymeti tezyit etmektir.

Demek oluyor ki bir şeyin her cihetini değil yalnız bazı noktalarını kemal-i

sıhhatle taklit etmek lazımdır. Bu noktaları tayin için kaide şudur: ‘Akşamın

münasabat ve irtibatat-ı mütekabilelerini taklit etmeli. ’ Đzah edelim: Mesela

elinizdeki küçük kâğıda kurşun kalem ile bir insan resmi yapacaksınız. Kâğıt küçük

olduğundan elbette bu resmi cesamet-i tabiye derecesinde yapamazsınız. Fakat

karşınızdaki modelin aza, yani akşamın cesameti yanındaki nispet ne ise kâğıt

üzerinde de nispeti muhafazaya mecbursunuz. Saniyen o akşamın vaziyeti yanındaki

nispeti de muhafaza ederek mesele modeldeki bir hatt-ı münhaniye resimde de

münhani bir hat ile iraeye mecbursunuz. Hâsılı yapacağınız resimde yalnız rastgele

bir baş, bir gövde ilh… tersim edecek değil belki bunların mantıklarını bulacak yani

gerek cesamet, gerek vaziyet cihetinde mevcut olan nispetlereni de gözeteceksiniz.

Đşte bu suretle sanat hakkında ilk irat ettiğimiz tarif biraz tashih edilmiş,

saflaştırılmış oldu. Sanat için daha âli bir tabiat keşfettik. Sanat sadace bir eser-i

nefise olacağı yerde artık bir eser-i zekâ oldu.

Acaba bu kâfi midir? Acaba asar-ı sanat yalnız münasabat-ı akşamı iraeye mi

münhasırdır? Hayır, çünkü en büyük mesalik bu nispet-i hakikiyeyi en ziyade tağyir

etmişlerdir. Mesela Michel Anjorobens gibi meşahir-i esatize-i ressamın eserleri

tetkik edilse tersim ettikleri eşyadaki bir tabiat-ı esasiyesi ve binaenaleyh o eşya

hakkında peyda ettikleri bir fikr-i esasiyi iyice izhar için akşam-ı eşya beynindeki

nispet-i hakikiyeyi tağyir etmiş oldukları görülür ve bu hâlde sanatın gayesi bir

tabiat-ı esasiyeyi, bir vasf-ı mühimi izhar etmekten ibaret olduğu tahakkuk eder.

Đşte burada sanatın tarif-i hakikisine temas ediyoruz. Maksadı hakkıyla izah

için bu nokta üzerinde biraz ısrar ederek bir tabiat-ı esasiyenin ne olduğunu kemal-i

Page 408: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

390

vuzuh ile göstermeliyiz. Tabiat-ı esasiye öyle bir vasıftır ki diğer evsafın kâffesi

yahut kısm-ı azamı sabit irtibatlara tabien bundan iştigal eder. Şu tarifi misal ile izah

edelim.

Bir aslanın tabiat-ı esasiyesi yani tarih-i tabii tasnifatında aslanın bulunduğu

mevkiye vaz eden tabiatı, büyük bir akle’l-ilham olmasıdır. Aslanın bütün evsaf-ı

maddiye ve maneviyenin adeta bin menbadan çıkar gibi bu tabiat-ı esasiyeden, yani

akla’l-ilham olmasından iştigal ettiği görülecektir. Evvela cismanı cihetinde dişler

makas gibidir. Çünkü kemikleri ezmek ve parçalamak için yapılmıştır. Bu iki

dehşetli kıskacı idare için büyük azilate ve bu aziletin yerleşmesi için şakaklarda

onlara göre çukurlara lüzum vardır. Aslanın pençeleri de müthiştir. Gayet çeviktir,

parmaklarının ucuna basarak yürür, adeta bir zemberekle müteharrikmiş gibi şiddetle

fırlar. Gece vakti sayt için pek muvaffak olduğundan gözleri karanlıkta görür.

Aslanın hususiyet-i maneviyesi de bunlarla hemahenktir. Hunhaverliğe meyl-i

tabiisi, taze ete ihtiyacı, diğer gıdalardan nefreti vardır. Sonra öyle bir kuvvet-i

asabiyeyede maliktir ki…

Bir kuvvet-i asabiye maliktir ki bu sayede hücum veya müdafaa zamanında, o

zaman kasıkda büyük kuvvet cem izhar eder. Bunlara mukabil boş vakitlerde atıldır.

Bütün evsaf ise akla ilham olmasından neşet eder. Binaenaleyh aslanın tabiat-i

esasiyesi akle’l-ilham olmaktır, dedik.

Şimdi daha müşkil ve daha müşevveş bir numuneyi, bir ilgayı, mesela

Flemengi nazariyattan tetkike alalım. Bunun tabiat-ı esasiyesi nehirlerin getirdiği

rusup ve terabiyeden teşekkül etmiş olmaktır. Bütün vasıftan öyle birçok hususiyat

ahvali tevellüt eder ki kıtanın yalnız manzara-i hariciyesi değil bizzat kendisi

sekinenin eserlerinin evsaf-ı maneviye ve maddiyeleri hep bunun taht-ı tesirinde

kalır. Evve’l-emirde Flemenk’te ratıp münbit ovalar vardır. Nehirlerin miktarı kesir,

genişlikleri ziyade ve ziraatı Salih rüsup çok olduğu için Flemenk’te böyle ratıp

münbit ovalar bulunması mecburidir. Đyi havalarda ve ratıp araziden yükselen hafi

baharlardan sanki nazik bir tül ile mestur, ta ufka imtidat eden mütemevvic, ekseran

düz bir sahâ-yı zümürrüdün üzerinde kar gibi beyaz, gevşek nesiclereden müteşekkil

bir kubbe-i şeffaf… Meraların böyle çokluğu bittabi cism-i sürüleri davet eder. Düz

Page 409: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

391

ve yeşil arazi üzerinde otlar içinde gömülmüş, sarımsı, beyaz, siyah lekeler vücuda

getiren hayvanat sürülerinin doya doya otladıkları görülür. Bunların sütleri, etleri o

münbit arazinin izale ettiği hububata inzimam edince bu ilga sekinesi için gıda hem

pek ucuz hem mebzul olarak bulunur. Denilebilir ki bu memlekette su otu, ot

mevasiyi, mevasi de eti, peyniri, tereyağını vücuda getiriyor. Bunlara bir de inzimam

ederek sekine-i memleket hâsıl oluyor. Filhakika böyle iyi ve çok yemekten, rütubetli

hava dâhilinde yaşamaktan Flemenlerin mizacı alelade, bigâne-i tesir bir tabiat,

muntazam adat, sükûnet, fikir ve asap, hayatı bir tarz-ı makule surette telakki bir

zevk, refah vücuda gelmiş, binaenaleyh nezafet ve refah, istirahattte mükemmeliyet

diğer şeylere galebe çalmıştır. Bu hakik-i netayic o kadar ileriye gider ki hatta

şehirlerin manzara-i hariciyeleri bile bu tesirden kendisini kurtaramaz. Burada taş

yoktur, toprağı pişirerek tuğla yaparak istiğmal ederler, sık ve çok yağmur yağdığı

için çatılar gayet maildir. Rutubet daima surette mevcut olduğu için bunun

mazeretinden kurtulmak üzere hanelerin cephesini cilalarlar. Binaenaleyh bir Flemen

şehri sivri çatılı daima temiz, ekseriya kırmızı yahut esmer renkli binaların heyet-i

mecmuasıdır. Sokak gayet güzel tutulur. Đki kenarda fevkalade temiz yaya

kaldırımları vardır. Hollanda’da kaldırımlar hep tuğladandır, ekseriya aralarında çini

dahi bulunur. Sabahleyin saat beşte hizmetçi kadınlar bu kaldırımları temizlerler.

Hâsılı her ne tarafa nazar edilirse, iklim ve arzda, nebatat ve hayvanatta, insanlarda

heyet-i içtimaiyede, eserlerde hep aynı tabiat-ı esasiyenin netayic ve tesiratı görülür.

Tabiat-ı esasiyenin ne kadar mühim olduğu işte anlaşıldı. Sanatın gayesi bunu

meydan-ı aleniyete çıkarmaktır. Sanatın böyle bir vazife deruhte etmesi tabiatın buna

kifayet etmemesindendir. Vakıa tabiatta da bu vasf-ı esası mevcut ise de birtakım

esbab-ı müessirenin memaniatıyla tesirini bihakkın gösteremez. Beşer bu noksan-ı

derini telafi için sanatı icat etmiştir. Binaenaleyh sanatkâr hakikatte bu tabiat-ı

esasiyeyi setreden şeyleri izale, onu izhar edenleri intihap, tağyir edenleri tashih

eyler.

Sanatkârların nasıl hüsn ettikleri nasıl ihtira eyledikleri, nasıl eser vücuda

getirdikleri tetkik olunursa bundan çıkacak netice dahi eser-i sanat hakkında

bulduğumuz o tarife muvaffak olacaktır. Sanatkârlara bir mevhibe-i fıtrat lazımdır.

Page 410: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

392

Hiçbir sa’y ve gayret, sabır ve sebat bu mevhibenin yerini tutamaz. Bu mevhibe

olmazsa o zat, sanatkâr değildir. Bir müstensih, bir ameledir. Sanatkârlar muvacehe-i

eşyada kendilerine mahsus bir ihtisas ile müteessir olmalıdırlar. Bir insan bu istidad-ı

maderzata malik olursa ihtisasları hiç olmazsa bir nevi ihtisasları nazik ve seridir.

Müteyakkız ve emin bir maharetle ince farkları, münasebetleri tabii olarak tefrik

eder; bazen bir silsile-i esvatta bir manâ-yı nalân duyar; bazen bir Türk, bir vaziyetin

azametini yahut rehavetini görür. Đşte bu iktidar sayesinde leb eşyaya nüfuz eder ve

diğer insanlardan ziyade seriü’l-intikal gözükür. Bu kadar şahsi ve şedit olan bu

ihtisas ise tesirsiz kalmayıp mefkûreye ve asaba icrâ-yı faal eyler.

Đnsan bila ihtiyar ihtisas-ı dâhiliyesini ifade eder. Bir tavır bir vaziyet alır;

sesi aheng-i taklidiye meyleder. Bu hissi iyice, hakkıyla ifade etmek için üslupta yeni

bir şive yeni bir kelime kendiliğinden zuhur ediverir. Bunda da görülür ki sanatkâr,

ille ihtisasın tesiri altında düşünürken bilaihtiyar bazı cihetle tebdil ediyor. Hepsinde

de bu tarz-ı fıtriyi mevcut buluyor.

Şimdi nazarımızı geriye atf ederek kat ettiğimiz tarike bakarsak yavaş yavaş

sanat hakkında ali ve binaenaleyh sahip bir fikre vasıl olmuş olduğumuzu görürüz.

Evvela sanatın gayesi zahiri bir taklitten ibarettir, zannederdik. Sonra bu suret-i

zahire içinde asıl münasebatı taklit edilmesi lazım geldiğini bulduk. Bu nihayet

sanatın bir avuç ulviye isadı için bu münasebatın tağyir edilmesi lüzumunu görerek

münasebat-ı akşamın nazar-ı mütalaaya alınması orada bir tabiat-ı esasiyenin tesirini

cari ve hâkim kılmak maksadından ileri gelmelidir, kaidesini çıkardık.

Şiir, resim, heykeltıraşlık sanatları, taklit üzerine müessis oldukları için eşyâ-

yı hakikiyenin akşamı beynindeki münasebatı bulup bunları tadil ve tağyir

edebilirler, binaenaleyh alelade sanat hakkındaki tarif bunlara nazaran doğrudur.

Fakat sanatın diğer aksamında yani musikide ve mimarlıkta dahi hâl bu merkezde

midir? Bunlar hakiki, mevcut bir şeyi taklit etmiyorlar ki münasebat-ı aksamı tadil ve

tağyir edebilsinler, böyle bir itiraz akla gelebilir. Taine bu noktayı da unutmayarak

münasebat-ı aksamın mutlaka eşyayı hakikiyeye teallük etmesi alazım

gelmeyeceğini, münasebat-ı riyaziyeye teallukta kâfi olacağını ispat etmiştir. Mesela

günümüzde bir şey, bir taş parçası görüyoruz. Tabi bunun bir şekli vardır. O hâlde

Page 411: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

393

kaidesi yahut diğer muhtelif noktaları beyninde bir münasebet mevcuttur, demek

olur. Mesela irtifaide arzından yahut sehininden bir, iki, üç defa büyük yahut küçük

olabilir. Demek ki bu suretle de bir münasebet mevcuttur. Sonra, bu odun yahut taş

parçalarından birkaç tanesi yan yana üst üste vaz olunabiliyor ve bu hâlde de bir

birine olan mesafelerine, zaviyelerine göre bir münasebet daha tesis eder. Đşte

mimarlık sanatı bu münasebat üzerine tesis etmiştir. Mimar, zerafet, azimet, sadelik

hakkındaki fikrini galebe ettirmek yani bir binada bu tabiatı, bu vasfı, göstermek için

taşları ağaçları o surette tertip eder, o surette bir münasebet ihdas eyler, öteki

sanatlarda olduğu gibi bir tabiat-ı esasiye izharı için münasebet-i aksamı tadil etmiş

olur. Musikide de bu böyledir. Çünkü musiki ihtizazat-ı savtiyenin suret-i esası

üzerine müstenit olduğundan gerek ayn-ı savtta, gerek muhtelif savtlar beyninde bir

münasebet tesis edebilir. Bir bestekâr da bir tabiat-ı esasiye izhar etmek, mesela

bestesinde hüznü yahut neşeyi galip getirmek için bu münasebatı terkip ve tadil eder.

Böylece aksam-ı sanatın kâffesi yukarıdaki tarife dâhil olur.

Sanatın tabiatı bu surette malum olunca ehemmiyeti de anlaşılır. Birçok

noktalarca insan, tabiata ve diğer insanlara karşı kendisini müdafaaya çalışan bir

hayvandır. Gıdasını, libasını tedarik etmesi, fena havalarda maraza karşı kendisini

müdafaa eylemesi lazımdır. Bunun için çiftçilik eder, gemicilik eder, muhtelif harf

ve sanayiye süluk eder. Fazla olarak bekayi-i nevine hizmet etmesi ve diğer

insanların muamelat-ı şedidesinden kendisini kurtarması lazımdır. Bunun için aileler

hükümetler teşekkül eder. Hâkimler, memurlar, kanunlar, ordular intihap ve tesis

eyler. Bu kadar ihtirat ve mesaiden sonra bile insan ilk bulunuduğu daireden harice

çıkmış değildir. Diğerlerinden iyi himaye edilmiş bir hayvandır. Asıl bundan sonra

kendisine âli bir hayat açılır. Kendisine ve kendisine benzeyenlere tesir eden esbap

daima heyet-i mecmuanın en ufak tafsilatına varıncaya kadar bir damga vurur. Her

noktasında kendi eserini gösterir, tabiat-ı esasiyeyi merak eder. Bunları anlamak için

iki tarif vardır: Biri ulum ve fünun ki bu esbabı ve kavanin-i asasiyeyi istihrac edip

düstur şeklinde ifade eyler. Đkincisi sanat ki bu esbap ve kavanin-i esasiyeyi öyle

mahdut birtakım zevatın anlayabileceği yabis, haşin bir surette değil, en adi bir

adamın bile his ve kalbine tesir etmek suretiyle vazıh, cali bir hâlde ifade ve ifham

Page 412: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

394

eder. Sanatın şu hususiyeti vardır ki hem ulvi hem amiyanedir. En yüksek şeyleri

izhar eder ve bunu herkese izhar eyler.

Sanatın mevzu ve gayeti meselelerinde vesair cihetlerinde birçok ihtilaf

mevcut olmakla beraber ehemmiyeti bahsinde ve ihtilaftan pek az eser görülmüş ve

hükemadan hiçbiri bunu katiyen inkâr etmemiştir.

Sanat[*]198 terakki-i beşerin iki vasıtasından biridir. Đnsan, yalnız hal-i

hazırdaki efrad-ı beşer ile değil belki mazi ve mesakindeki insanlarla bile vasıtâ-yı

natık ile fikren ve vasıta-i eşkâl ile hissen tesis-i irtibat eyler. Bu iki vasıta

mevcudiyet-i insaniyet için elzemdir. Eğer bunlardan birisi yanlış bir tariki takip

ederse heyet-i içtimaiye marizdir. Bu hastalığın iki neticesi olur. Evvela o vasıtanın

salim ve müfit faaliyetinden mahrumiyet, saniyen yanlış tariki takip etmesinden

dolayı tahsil eden muzır bir faaliyettir. ’

Hippolyte Taine’den hülasatan tercüme ettiğimiz tafsilât-ı atfeden

anlaşıldığına göre üstad-ı muşarunileyh sanat-ı sanayi-i taklidiye ve gayr-ı taklidiye

olmak üzere ikiye ayırır. Sanayi-i taklidiye: şiir –en vasi manasıyla- resim,

heykeltıraşlık; sanayi-i gayr-i taklidiye: musiki ve mimarlıktır.

Eugene Veron sanatın taksimi bahsinde, esas olarak tarih-i zuhurun nazar-ı

itibara alınmasını münasip görse de hangi sanatın evvel zuhur ettiği gayr-ı malum

olmasına ve bu noktanın tahmin ile de katiyen tayinine gayr-ı kabil bulunmasına

bakarak keşfiyat-ı cedide ile bu cihet tebeyyün edinceye kadar sanatı, sanayi-i

basriye ve sanayi-i semiyye olarak ikiye ayırıyor. Sanayi-i basriye: Mimarlık,

heykeltıraşlık, ressamlıktır. Sanayi-i semiyye ise; raks, musiki, şiirdir. Vakıa

mimarlık, heykeltıraşlık, ressamlık hiss-i beşer ile diğerleri hiss-i semi ile takdir

olunursa da yine Eugene Veron’un dediği gibi bu aksam-ı sanatın arasında kati sır

hatt-ı fasıl bulmak müşkil olup bunlar bir birlerinin malikânesine tecavüz

edegeldiklerinden bu tasnifte pek isabet bulunamaz, demektir. Binaenaleyh

Hyppolyte Taine gibi sanatları esas itibarıyla nazar-ı tetkikine almak daha muvafık

olur.

198 [*] Tolstoy: Quest-ce wue l’art, p. 277

Page 413: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

395

Meşhur Alman filozofu Ejel sanatın mevzuunu gaye-i hayaliyenin iraesi

olduğu cihetle sanatı bu irae ve ifadedeki eşkal-i mükemmeliyete göre mimarlık,

ressamlık, musiki ve şiir diye tasnif eder. Lakin bu tasnifin ispatı Alman felsefesinin

bizim biraz dumanlı olan esası altında mestur kaldığından fikrimize mülayim

gelmiyor.

7 Haziran 1314

Hüseyin Cahit

SF, Nu. 380, s. 249-252

Page 414: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

396

HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 9

-Đdeal = Gaye-i Hayali

Geçen nüshadan mabad-

Şimdi hepsinden vasi ve keşif olan üçüncü tabakaya geldik. Bunu teşmil eden

tabayi tam bir devr-i tarihi müddetince imtidat eder. Böyle bir müddet zarfında,

birkaç asır hep aynı fikr-i hükümferma olarak, hafif ve şedit olarak bütün

muhacimane mukavemet eyler. Fransızcada siyasette Rişliyo, edebiyatta Mallerme

ile iptida ederek siyasiyatta 1789 vukuatıyla, edebiyatta Delil ve Funtan hitam bulan

klasik devri gibi…

Lakin mürur-ı zaman ile tebayiğ de kabil-i izaledir. Bir kavim, hayat-ı

medidesi esnasında birçok teceddüdattan geçer. Mamafih kendisini terkip eden asıl

mayayı vücuda getiren tabiatın devam ve bekasıyla bu kavim her vakit kendisine has

manevi bir sima, bir çehre muhafaza eyler. Đşte en iptidai tabaka budur, bu tabiattır.

Edvar-ı tarihiyenin izaleye muvaffak olabileceği tabakanın altında bu temel, metin ve

mukavim durur. Büyük kavimlerin bedayet-i zuhurundan zaman-ı hazıra kadar

geçirdikleri hayat nazar-ı tetkike alınırsa kendilerinde birtakım sevaik-i tabiiye ve

kabiliyat görülür ki iğtişaşların, inhitatların, medeniyetlerin bunlara tesiri

olamamıştır. Bu sevaik-i tabiiye ve kabiliyat o kavmin kanındadır. O kan ile birlikte

ahfada intikal eder. Bunun bozulması için mesela ırkın ihtilatı gibi sebeplerle kanın

bozulması gerekir. Muhacirat suretiyle başka bir iklime gidilirse bu yeni iklimin batı

fakat mütemadi tesiri de kanı bozabilir. Hâlbuki aynı ilgada kan zafiyet-i asliyesini

muhafaza ederse eba ve ecdatta görülen esas-ı ruhiye evlat ve ahfatta dahi tesadüf

olunur. Đşte bu iptidai garabiyet tabakası bir kavmin hayatı müddetince payidar olur,

üzerine yığılan tabakat-ı saire için temel hizmetini görür.

Eğer daha derinlere doğru aranacak olursa daha amik temeller bulunabilir.

Çünkü yalnız bir kavme ait olan tebayiin altında birçok kavmi şamil olan umum bir

ırka mahsus bazı tebayi dahi vardır. Mesela Latinler, Yunanlar, Jermenler, Đslavlar,

Acemler, Hintliler acaba kütükten intihap etmişlerdir. Bunlara icrâ-yı tesir eden

birçok esbap, bunlardaki bazı kabiliyat-ı felsefeyi ve içtimaiyeyi, ahlakı telakki

Page 415: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

397

etmek, hayatı anlamak, fikri ifade etmekteki umumi tarzları kâmilen tahavvül ve

imha edememeştir. Bu kavimlere de müşterek olan şu hudut-ı esasiye akvam-ı

samiyede Çinlilerde hiç görülmez. Ve nihayet en son tabaka olmak üzere medeniyete

müstenit yani heyet-i içtimaiye, edyan, mesalik-i felsefiye, sanatı tesis ve ihdasına

kabiliyetli bazı ırklarda görülen evsaf vardır.

Đşte ruh-ı beşeri terkip eden hissiyat, efkâr, kabiliyat, sevaik-i tabiiye hep bu

sıra ile yekdiğeri üzerine mevzudur. Aşağıya doğru inildikçe bu tasakalar daha

kalınlaşır ve ehemmiyetleri de sebatlarına adem-i tehavvüllerine göre tezayüt eder.

Ulum -ı tabiyede istiare olunan kaide burada kabil-i tatbik ve istimaldir. Çünkü

tarihte de tarih-i tabiyede olduğu gibi en sabit tabiatlar en iptidai, en samimi, en

umumi olanlardır. Görülüyor ki nevini beşerde de hayvanat ve nebatatta olduğu gibi

inkiyat-ı tebayi-i esası bir silsile-i meratip tesisediyor. En yüksek mertebe en büyük

ehemmiyet en sabit tebayie ait bulunuyor ve bunları böyle en sabit olmaları, pek

iptidai ve binaenaleyh pek büyük bir satıh üzerinde münteşir bulunmalarından neşet

ediyor.

Tebayi-i beşeriyenin manen haiz olduğu kıymetler için işte böyle bir silsile

tertip eyledik. Kıyam-ı maneviyenin bu silsilesiyle teadil ve tetabık etmek üzere bir

de kıym-ı edebiye silsilesi vardır. Bir eserin irae ettiği tabiat ne kadar mühim yani ne

kadar iptidai ve sabit olursa o eser o kadar güzeldir.

Evvela bir moda edebiyatı vardır ki o sırada moda olan tabiatı gösterir. Bu da

o tabiat gibi üç dört sene yahut daha az bürer. Mesala bugün Fransa’da 1835

senesinde yazılmış bir vodvil ile ele alınsa kabil değil okunamaz. Bunlardan birinin

tekrar sahneyi temaşaya vazı tecrübe olunduğu zaman yirmi sene evvel seyircileri

çıldırtan bu oyunun karşısında bugünkü temaşagiranın esnedikleri görülmüştür.

Çünkü bu gibi eserler seri’el-zeval bir tabiatı irae ettiklerinden ahlak ve adattaki ufak

bir tahavvül kıymet ve ehemmiyetleri izale edivermiştir.

Diğer birtakım eserler daha sabitçe birtakım tebayı tasvir ederler. Ve o zaman

halkına bir eser-i nefis gibi görünürler. Mesela Matmazel Sekuderu ve saire gibi bazı

Page 416: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

398

muharrirlerin bazı eserleri vaktiyle son derecede mazhar-ı takdir olduğu hâlde bugün

ancak bir vesika-i tarihiye olmak kıymetini haizdir.

Şayan-ı dikkat bazı ahval bir eserin kıymeti ifade ettiği tabiatın kıymetiyle

mütenasip olarak terakki veya tedenni ettiğini kemal-i vuzuh ile irae eder. Birtakım

muharrirler gösterilebilir ki ikinci derecede yirmi eser arasında birinci dereceden

ancak bir eser bırakabilirler. Bu da o yirmi eserde muharriri sathi ve geçici birtakım

tebayi tasvir eylediği hâlde o bir tek eserinde devamlı ve derin bazı tebayi ifade etmiş

olmasından neşet eder. Lösaj’ın on iki, Rahip Perovu’nun yirmi cilt telifi olduğu

hâlde bunlardan bugün yalnız ‘Jilbelas’ ile ‘Manunlesko’ okunuyor. Çünkü yalnız bu

eserlerde sabit bir numune gösterilebilmiştir. Herkes bu kitaplardaki tebayi-i

umumiyeye ya etrafındaki heyet-i içtimaiyede, ya kendi hissiyat-ı kalbiyesinde bir

makes bulabilir. Güzellik iki yüz cilt yazı yazan Doffee ile Servantes’in ortada

‘Robinson Kruzo’ ile ‘Donkişot’tan başka kitapları kalmamıştır. Racine ve

Shakespeare gibi dâhilerin eserlerinde de bugün bazı tasvirler ihtiyarlamış ve

unutulmuştur. Bu eserlerin irae ettiği tabiatların geçmiş olmasından ileri gelir. Bir

munarririn sahib-i deha olması tekmil eserlerinin ilelebet payidar kalmasını temin

edemez. Şu misallerden amik ve sabit tabiatların ehemmiyeti anlaşıldı. Görülüyor ki

bunların fıkdanı büyük bir sanatkârın eserini ikinci dereceye tenzil ve mevcudiyeti

bilnispe iktidarsızsız bir muharririn eserini birinci dereceye isat eyliyor.

Đşte bunun için, asar-ı mühimme-i edebiye gözden geçirildiği zaman hepsinin

amik ve sabit birer tabiat izhar ettikleri ve bu tabiat ne kadar devamlı ve derin ise

eserlerin de o rütbe bila’eser ihraz ettiği görülür. Bu asar-ı mühimme-i edebiye bir

takım hülasalardır ki fikre, hissolunabilecek bir şekil altında, kâh bir devr-i tarihin

hudut-ı esasını kâh bir ırkın sevaik-i tabiye ve mülakat-ı iptidaiyesini, kâh hadisat-ı

beşeriyenin esbab-ı ahiresi olan kuvvâ-yı ruhiyeyi irae ederler. Buna kani olmak için

mile’l-muhtelife edebiyatına atf-ı nazar-ı tetkike hacet yoktur. Bugün asar-ı

edebiyenin tarihte istiğmaline dikkat etmek kâfidir. Asar-ı edebiye bize şayan-ı

hayret bir vuzuh ile o an-ı muhtelifenin hissiyatını, muhtelif ırkların kabiliyat-ı

sevaik-i tabiyesini gösterir. Bu sevaik ve kabiliyat gizli bir takım esbab-ı azime-i

Page 417: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

399

efaldir ki muvazenetleri heyet-i içtimaiyeyi payidar bulundurur. Đhtilafları, itişaşlara

badi olur.

***

Buraya kadar verilen insan-ı maneviyeye ve onu ittihaz edinen sanatlara ait

idi. Şimdi insan-ı cismaniyi mevzu ittihaz edinen sanatlar hakkında da aynı tedkikatı

icra ederek netayicin istihsal edilmeyeceğini görmek lazım.

Modaya muvaffak olarak yapılmış bir elbisenin pek ehemmiyetsiz bir tabiat

olduğu bedihtir. Bu moda nihayet on sene zarfında ortadan kalkıverir. Zaten

umumiyetle libasın da ehemmiyeti büyük değildir. Zihayat bir bedende asıl haiz-i

ehemmiyet olan şey o bedenin kendisidir. Saika-i meslek ve hurafat ile vücutta peyda

olan bir takım hususiyet ikinci derecede tebayiden ibarettir. Bir demircinin kolu bir

avukatın kolundan başka türlüdür. Akşama kadar çalışan bir köylü ile bir şehirlinin

uzleti, renkleri başkadır. Vakıa bu tebayiinde oldukça metaneti vardır. Đnsan

mademel hayat bunun eserini muhafaza eder, fakat ufak bir tesadüf bunları peyda

ettiği gibi ufak bir tesadüf de bunları izale edebilir. Bir insanın maişetini, mahiyetini

değiştiriniz kendisinde başka türlü bir takım hususiyat peyda olduğunu görürsünüz.

Ruh-ı beşer üzerine şiddetle tesir eden birtakım esbabın beden üzerinde pek

hafif tesirleri olur. On dördüncü Lui zamanında Fransa’da yaşayan bir adamın efkâr

ve hissiyatı elbette bugünkü gibi değildir. Hâlbuki bu tehallifin beden üzerinde bir

tesiri olmamıştır. Beden de en ziyade değişen çehredir.

Bu hâlde beden-i insaniyede de bir tabiat-ı esasiye bulmak için yukarıda bahs

ettiğimiz ‘tebayiin intibaı’nı tatbik etmek lazım gelir. Bir tabiat bizzat anasıra ait olur

ve bu anasırın sureti irtibatıyla hiç münasebeti olmazsa o nispette sabit olduğunu

görmüştük. Öyleyse zihayat bedenlerde anasıra ait olan tabiatı arayalım.

Đşte karşımızda bir çıplak insan nümunesi. Şimdi bu heyet-i mecmuanın her

parçasında mevcut olan anasır nedir? Evvela kemikten bir çatı: Bu kemikler bir

birine merbut üzerleri uzlelerle mestur; Hâsılı gayet musanni bir surette yapılmış

mükemmel bir makinedir. Bunların üzerinde ikinci bir tabaka daha: Cilt. Irkın,

iklimin, mizacın tehavvülü bu uzlelere muhtelif suretler verdiği gibi cilt üzerinde de

Page 418: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

400

pek büyük bir tesir gösterir. Đşte bu tebayi insan-ı cismaniyenin en samimi ve amik

tebayidir. Bunların sabit olduğunu ispata hacet yoktur. Çünkü zihayat bir insandan

madam’el-hayat bu tebayi nez ve tefrike imkân bulunamaz.

Bu kısm-ı cismaniye silsilesine bir kısm-ı sanatkârane silsilesi tabaka tabaka

teadil ve tetabuk eder. Bir levha yahut bir heykel ile meydan-ı vuzuha çıkarılan tabiat

ne kadar mühim olursa o levha yahut heykel o kadar güzel olur. Bunun için resmin

en aşağı mertebesi musavver mecmuaların malamal olduğu birtakım moda

resimleriyle mülebbes insanlardır. Çünkü bunlar bir insan resim için değil o elbiseyi

o elbiseyi göstermek için yapılır.

Ahlak ve tebayi üzerine müessis roman yazmak istidatıyla tevellüt etmiş

oldukları hâlde bazı zevat mesleğin, hurafatın, terbiyenin fazilet ve fazihatın beden

üzerine olan tesirlerini tersime hasr-ı amel ederler ki bundan gösterdikleri iktidara

resme ait bir iktidar demekten ise ‘edebi’ bir iktidar demek daha münasiptir. Çünkü

bu gösterdikleri tabiat beden-i insanda esaslı ve gayet mühim bir tabiat olmayıp

ikinci derecede kalır.

Hülasa asar-ı sanatın kıymeti ifade ettikleri tebayiğın kıymetiyle müterafıktır.

Bu tebayi büyük bir kıymeti haiz iseler kendilerini irae eden esere de o kıymeti

verirler. Âlem-i hakikatten alem-i hayaliye geçmek için muharririn yahut sanatkârın

mefkuresinden mürur etttikleri sırada kendiliklerinden hiçbir şey kaybetmezler.

22 Haziran 1314

Hüseyin Cahit

SF, Nu. 383, s. 294-296

Page 419: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

401

HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 9

-Gaye-i Hayali = Đdeal

Hikmet-i bedayi mesailinin en müşevveş noktalarından biri de bu ideal

bahsidir. Đdealin Türkçeye ne suretle tercüme edilmesi lazım geldiğini tayininde

mütehayyirim. Bizde bir “hüsn-i mücerret” tabiri var. Bazı hükemanın ideal

kelimesine verdikleri manaca bununla tercüme ihtimal ki doğru olabilir. Fakat her

zaman ‘ideal’i hüsn-i mücerret ile tercüme edemeyiz. Burasını anlayan bazı zevat

‘bedayi-i hayaliye’ terkibini istimal ediyorlar. Đhtimal ki bunların da hakları vardır.

Çünkü hikmet-i bedayi erbabı, ideal tabiriyle muhtelif maksatları ifade etmişlerdir.

Biz bu makamda gaye-i hayali tabirini istimal edeceğiz. Bunun şiddet-i isabeti

hakkında ısrar etmem. Fakat kabul-i umumiye mazhar olacak muvafık bir mukabil

buluncaya kadar bu makalelerde ideal mukabilinde gaye-i hayali kullanılacaktır.

Voltaire, mübaheseye başlanmadan evvel tabirlerin iyi tarif, tahdit edilmesi

lüzumunu tavsiye edermiş. Filhakika, bir kelimeden biribirlerininkine muhalif birer

mana anlayan iki zatın mübahesesi bilzarure hüsn-i netice vermeyeceği için bu

tavsiyeye riayet pek lazımdır. Đşte Hippolyt Taine’de ideal bahsine başlarken bu tabir

ile kendisinin ne kastettiğini suret-i atiyede tayin eylemiştir.

Eser-i sanatın gayeti bir tabiat-ı esasiye ve mühimme-i hakikattekinden daha

vazıh bir surette izhar etmektir, demiştik. Bunun için sanatkâr o tabiat hakkında bir

fikir, zihninde bir suret edinir. O fikir ve hayaline göre eşyâ-yı hakikiyeyi tatil ve

tahvil eder. Bu suretle duçar-ı tahavvül olan eşya o sanatkâra göre gaye-i hayaliyeyi

irae etmiş olur. Demek ki sanatkâr eşyâ-yı hakikiyede bir tabiat-ı esasiye ve

mühimme görerek bunu daha ziyade galip ve celi kılmak için o eşyanın aksamı

beynindeki münasebet-i tabiyeyi mahsusan tadil ve tegayyür edince eşyâ-yı hakikiye,

hakikiden hayaliye geçmiş oluyor.

Acaba sanatkârların[*] eserlerine intiba ettirdikleri bu fikirler içinde bilnisbe-

yi âlileri var mıdır? Diğerlerinden ziyade kıymetli bir tabiat-ı esasiye gösterilebilir

mi? Her şey için bir şekl-i hayali bir numune-i ikmal var mıdır ki bunun haricinde

Page 420: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

402

kalanları hatalı, addedelim. Acaba asar-ı sanatın biribirlerine göre derecesini tayin

için bir esas metin keşfedilebilir mi?

Yeknazarda insan bu suallere cevap vermek ister. Çünkü bulduğumuz tarif,

kâffe-i asar-ı sanatın hemseviye olduğu zannını verir. Filhakika, bir şey mahzâ-yı

sanatkârın fikir ve hayaline mutabık olmakla gaye-i hayali mertebesine suud ediyorsa

bu fikir ve hayalin haddi zatında ne ehemmiyeti kalır? Demek ki bu, sanatkârın

intihabına vabeste bir şeydir. Zevki hangisine meyl ediyorsa onu alır, biz bir şey

söyleyemeyiz. Aynı mevzu muhtelif suretlerle tasvir olunur.

Tarih-i sanatta bu fikr-i müeyyet gibi görünmektedir. Muhtelif ırklara

mensup, muhtelif fikir ve terbiye almış sanatkârlar, aynı şeyden muhtelif surette

müteessir olurlar. Hepsi bu şey hakkında kendilerine has bir fikir edinir ve bu fikrini

izhar edince bir eser-i nefis meydana gelmiş olur. Latin şâirlerinden biri bir eserinde

fakir bir hasisi tasvir etmişti. Moliere aynı şahsı alarak zengin, hasis Arpagon’u irae

etti. Đki asır sonra Balzac, romanlarında “Baba Grande”, “Gobesk” gibi iki hasis

numuneyi daha gösterdi. Aynı mevzuun muhtelif enafes-i asarın meydana gelmesine

hadim olabileceği bu misallerden anlaşılıyor. Bütün romanlarda, tiyatrolarda

biribirlerini seven bir genç kadın ile bir genç adam görülür. Bu aynı çift

Shakespeare’den Dikıns’a, Madam Dö La Fayet’ten Corcsan’a varıncaya kadar

bütün muharrirlerin eserlerinde ne muhtelif simalarla tekrar tekrar tecelli etmiştir.

Demek ki hasis, peder, âşık gibi büyük numuneler daimi surette yeni bir vechile

tasvir ve irae olunabiliyor. Đşte eshab-ı deha için vasf-ı mümeyyizi, bais-i şöhret ve

azamet böyle bir tasviri o ana kadar görülmemiş bir surette, o musannu-yı kavaid

mevzuunun anane [**]199 haricinde ihtira edebilmektir.

Fakat gerek sanatkârlar hakkında, gerek asar-ı sanat hakkında biz birtakım

hükümler veriyoruz. Asırlardan asırlara intikal eden hükümleri bazı noktalarca tadil

ediyoruz. Bazılarının hiç değişmeyip kesb-i katiyyet ettiğini görüyoruz. Demek ki

asar-ı sanat için bir derece tayin olunuyor. Mesela büyük bir sanatkâr hakkında

muasırin bir hüküm veriyor. Sonra bunların ihlafı ve ihlafın ihlafı o hükmü belki

tebdil, tadil ediyor, nihayet hüküm katileşiyor. Bir eser bu kadar muhtelif

199 [**] Tradition-Mukabili olarak müstameldir.

Page 421: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

403

muhakemelerden geçtikten sonra aynı vasfı, aynı faikiyeti muhafaza eder, muhtelif

asırların muhtelif erbab-ı iktidarı bunun hakkında aynı hükümde ittifak eylerse –Bil

farz Dante ile Shakespeare’nin en büyük şâirlerden olması yolunda- verilen bu

kararların doğru olması pek muhtemeldir. Çünkü bir eser-i sanat diğerlerine

hakikaten faik olmasa bu kadar erbab-ı zevkin takdiri aynı noktada ittifak eyleyemez.

Tenkid-i cedide ve hükme inzimam ederek bütün bütün taklit ediyor. Şimdi

bir münekkit bilir ki kendi zevkinin kıymeti yoktur. Bir eseri tenkit edeceği zaman

kendi mizacını, temayülatını, tarafgirliğini, menafiini bir tarafa bırakacaktır. Asıl

iktidarı her şeyden evvel bütün asar-ı sanata bir hüsn-i teveccüh göstermesindedir.

Mesela bir sanatkâr hakkında hüküm vereceği zaman kendisini onun yerinde farz

ederek o sanatkârın sevaik-i tabiyesi ne idi hissiyatı, efkârı ne yolda idi, ne gibi

adetleri vardı? Bunları tetkik edecek, o sanatkârın yaşadığı muhiti göz önüne

getirecektir.

Hayatta birtakım ahval, tesadüfat, teessürat dahi vardır ki bunlar tabiat-ı

fıtriyemiz üzerinde bir teessür hâsıl ederek efal ve harekâtımızı bir tarz-ı mahsus

üzere tayin ve tahdit eder. Đşte bu münekkit bu esbabı da gördükten, takdir ettikten

sonra o sanatları daha iyi anlayabilir. Bu sa’y birtakım tahlillerden mürekkep olduğu

vechile bütün ameliyat-ı bütün ameliyat-ı fenniye gibi tahlil-i mükemmeliyete

müsaittir. Bu hatt-ı hareket takip olunursa, sanatkârlar ve asar-ı sanat hakkında öyle

keyfi değil, belki umumi ve müşterek bir surette itâ-yı hüküm olunabilir.

Binaenaleyh şimdi bu kaideyi istihrac, izah ve ispat edelim.

Bir tabiat-ı mühimme ve esasiyeyi galip kılmak, işte sanatın gayesi. Şu hâlde,

bir eser bu gayeye ne kadar tekarrüb ederse o kadar mükemmeldir. Tabir-i diğerle

şerait-i lâzımeyi ne kadar doğru ve mükemmel bir surette ifa ederse derecesio kadar

ortaya çıkar. Bu şartlar ikidir: Birincisi gösterilen tabiatın mühim ve esaslı olması,

ikincisi bir tabiat-ı esasiyenin diğerlerine galip olarak gösterilmesi. Demek

sanatkârın böyle bir mecburiyeti vardı.

Evvela bir tabiat-ı mühimme ve esasiye nedir? Bize iki tabiat, iki vasıf

gösterilirse bunlardan birinin diğerinden daha mühim olduğunu nasıl bileceğiz? Bu

Page 422: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

404

sual ile ulum ve fünunun havza-i tetkikine dâhil olmuş oluyoruz. Biraz tarih-i

tabiiyyeden bahsetmek mecburiyeti hâsıl oluyor. Bahis bir parça sıkıcı görülecektir.

Fakat neticesinde istifade olunduktan sonra can sıkıntısının ne ehemmiyeti olur.

Sanat ile ulum ve fünun için bais-i şeref ve mefharettir.

Asar-ı sanata tatbik eyleyeceğimiz kaide-i tasnif takriben yüz sene evvel ulum

-ı tabiiye için keşfolunmuştu. Bu da tabayiin yekdiğerine ittibaı esasıdır. [Principe de

la Subordination. des caraktere´r] Đlm-i nebatat ve hayvanatın bütün tasnifatı bu esasa

göre gayr-i müterekkip, esaslı birtakım keşfiyat da bunun ehemmiyetini ispat

eylemiştir. Görülmüş ki bir nebatta, bir hayvanda bazı tabiat bazı vasıf diğerlerinden

daha mühimdir. Bu mühim olan tabayi en az mütehavvel olanlardır. Bu tebayi böyle

pek az mütehavvel olmak haysiyetiyle, kendilerini mahv veya tağyir etmeye sa’y

birtakım ahval-i dâhiliye ve hariciyenin muhacumatına mukavemet edebilecek bir

kuvvete diğer tebayiden ziyade maliktirler. Mesela bir nebatta sak ile cesamet,

bünyeye nispetle o kadar mühim değildir. Çünkü dâhilen bazı tebayi-i taliye, haricen

bazı şerait-i taliye bünyeye dokunmadan, cesameti tahvil, tağyir edebilir. Yerde

sürünen bezelye ile havaya yükselen akasya ağacı, bir, birbuçuk arşın tulunda bir

buğday sapı ile 10, 15 arşın yüksekliğinde bambu ağacı birbirlerine bünyece pek

yakındır. Memalik-i mutedilede pek ufak kalan fevjer[Eğrelti otu] medarin

cihetlerinde koskoca bir ağaç oluyor. Demek ki cesametin o kadar ehemmiyeti yok

imiş. Kezalik hayvanat-ı fikriyede azaların adedi, mevki-i istimal-i mühimmeye

malik olmaya nispet edilirse, o kadar mühim değildir. Yavrularını emzirmek vasfı

mahvolmaksızın yahut bozulmaksızın bel kemikli bir hayvan denizde, karada,

havada yaşayabilir ve bunların neticesi olarak bir takım tahavvülata duçar olabilir.

Yarasa, balina, köpek, bargir, insan gibi zat’üs-sedaya hayvanattandırlar.

Yarasanın azalarını inceleyen, ellerini kanada çeviren kuvvet, yavrusunu tağdiyeye

mahsus olan uzvuna icrâ-yı tesir edememiştir. Havada uçan bir memeli hayvan da

denizde yüzen bir memeli hayvan da karada yürüyen memeli hayvanların kardeşi

olmaktan geri kalmamışlardır. Görülüyor ki nebatatta, hayvanatta bazı evsaf o kadar

benzer bir sıklet vücuda getiriyor ki daha hafiflerini kımıldatacak kuvvetlerin bunlara

hiç tesirleri olmuyor. Nitekim yukarıki meselede yarasanın, balinanın, köpeğin,

Page 423: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

405

bargiri, insanın azalarını biribirlerinden farklı bulunduran kuvvetler bunların memeli

hayvanlardan olmaları, yavrularını emzirerek beslemeleri hassasına hiçbir tesir-i icra

edememiştir. Binaenaleyh bir tabiat ne kadar mütehavvel ve çok mühim ise o derece

az mütehavvel ve çok mühim birtakım tebayih daha mevcudiyetini icab eder. Mesela

kanadın mevcudiyeti pek az mühim bir tabiat olduğundan, pek mühim hafif bir takım

tadilatı intac eder ve umumi bünye üzerine tesirsiz kalır. Kanat, muhtelif sınıflara

mensup hayvanlarda bulunabilir. Yarasada dahi kuşlarda olduğu gibi kanat vardır.

Hâlbuki yarasa kuş değildir. Bilakis memenin mevcudiyeti, pek mühim bir tabiat

olduğundan bitakım ehemmiyetli tadilatı intac eder ve hayvanın bünyesinin esaslı

noktaları bu memeye malik olmak vasfından neşet etmiş bulunur. Memeli olan

hayvanların mutlaka bel kemikleri vardır. Memelerin mevcudiyeti deveran-ı demin

muzaaf olmasını ve ceneb ile ihata edilmesini de müstelzim olur.

Bazı tabayi böyle gayr-i mütehavvel ve mühim bir tabiat bahş eden sebep

taharri olunursa o da şu mülahaza ile anlaşılır: Bir mahluk zihayatta iki kısım vardır.

Biri, birtakım anasır, diğeri bu anasırın keyfiyet irtibatı. Anasıra halel getirilmeksizin

bu suret-i irtibat tegayyür olunabilir. Demek oluyor ki iki türlü tabiat tefrik etmeli:

Evvela anasır veya mevad-ı esasiye ki, amik, Samim-i esasidir. Saniyen anasırın

suret-i tertibine ait olanlar ki sathi, harici ve müştaktır. Đşte ulum -ı tabiyenin en

müsemmer nazariyesinin esası budur. Hayvanatın, nebatatın bünyesi bu sayede izah

olunabilmiştir.

Hâsılı, ulum -ı ahlakiyenin daha doğrusu ulum -ı maneviyenin ulum -ı

tabiyeden istiare ettiği netayic şunlardır:

Evsaf ve tebayi ne derece azim birer kuvvet iseler o derece mühimdirler.

Bunların derece-i kuvveti hücuma mukavemetleriyle takdir olunur. Binaenaleyh

muhacemata karşı adem-i tahavvüldeki az veya çok sebatları silsile-i meratipte az

veya çok yüksek birer mevki işgal etmelerine hizmet eder ve bu evsaf ve tabayi bir

mahlukun anasırının mevad-ı esasiyesine ait olup ne kadar amik bir tabaka vücuda

getirse o kadar az değişir.

Page 424: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

406

Şimdi şu esası insana tatbik edelim. Evvela insan-ı maneviyi ve bunu mevzu

ittihaz edinen sanayi, yani musikinin bir kısmını, romanı, tiyatroyu ve alel-umum

edebiyatı nazar-ı mütalaaya alalım.

Burada evsaf ve tabayiin mertebe-i ehemmiyeti nedir? Bunların derece-i

tahavvüllerini nasıl bilmelidir? Bu hususta tarih bize gayet emin ve sade bir vasıta

arz ediyor. Malumdur ki hadisat-ı kevniye insan üzerine icrâ-yı tesir etmekle onda

gördüğümüz efkâr ve hissiyatın muhtelif tabakalarını, muhtelif nispetlerle tegayyür

eder. Đlmü-l’arz erbabının toprağı kazıp tabakat-ı muhtelifeyi meydana çıkarmaları

gibi zaman da bizdeki tabakat-ı maneviyeyi yontarak zahire çıkarır. Teşbihimizi

nihayete kadar götürelim.

Đnsanın sathında ilk tabaka müddeye, hâl ve ana ait birtakım adat ve efkârdır.

Amerika’ya yahut Çin’e gitmiş olan bir Parisli seyyah, avdetinde memleketini terk

ettiği gibi bulmaz. Latifelerin tarzı değişmiş, bazı tabirler değişmiş, esvaplar

değişmiş, şıklık, zerafet değişmiştir. Bunlar insanın en sathi, en mütehavvel evsaf ve

tebayiidir. Ortadan kalkmaları için birkaç sene kifayet eder.

Bunun altında daha kavi bir tabaka-i tebayi vardır. Fransa’da –merkezi 1830

senesi olmak üzere- imtidat etmiş olan devir bu ikinci tabakaya güzel bir numunedir.

Bu zamanın şahs-ı galibine Aleksandır Duma’nın “Antoni”sinde, Victor Hugo’nun

tiyatrolarında tesadüf edilir. Bu evsaf ve tebayi bütün bir batıya şamildir.

-Mabadı gelecek nüshada.

Hüseyin Cahit

SF, Nu. 384, s. 316-318.

Page 425: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

407

HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 10

-Gaye-i Hayali 2

Sanatın ahlak ile münasebeti, sanatın tabiattaki noksanı telafi ettiği bundan

evvel söylenmişti. Bazı eşya ve ahval-i hakikiyedeki evsaf-ı nazariye nazarlardan

mestur bir halde kalabilir. Đşte sanatkâr tabiatın bu noksanı ikmâl etmek, duçar-ı tadil

ve tağyir olmuş evsaf-ı esasiyeyi bize hakkıyla gösterebilmek için eserinde hakikati

biraz tadil ile bu evsaf-ı esasiyenin tamamıyla tecellisine haciz olan ahval ve şeraiti

bertaraf, tecellisine hadim olanları cem eyleyecek. Hâsılı tekmil gayret ve dikkatini o

evsaf-ı esasiyenin tesirini galip kılarak, bütün netayicini ortaya çıkarmaya sarf

eyleyecektir. Bu halde bir eserin kâffe-i aksamı sayı o evsaf-ı esasiyeyi izhara hep

birden olmalıdır. Đçlerinden bazısı lüzumsuz olur; yahut nazar-ı dikkati başka

cihetlere celp ederse aksi istikamette istimal edilmiş bir kuvet gibi mazeret intac

eyler. Đşte vahdet mevzuu denilen hassa budur ki mesela bir tabloda, bir heykelde, bir

şiirde, bir bestede bütün tesirlerin aynı noktaya, aynı neticeye vasıl hadim

olmasından ibarettir.

Tesiratın bu derece tavafuku tabii her eserde aynı mükemmeliyette olamaz.

Bazısında nakıs kalabilir. Demek oluyor ki asar-ı sanat için bu suretle de bir silsile-i

meratip vardır. Zira bedihidir ki bir eser-i sanat bir tabiat-ı esasiyeyi bir vasf-ı

mühimi ne kadar mükemmel irae ederse gayeye o kadar tekarrüp etmiş, binaenaleyh

o kadar yükselmiş, o kadar kuvvetlenmiş olur. Bu ne ile mümkündür? Bir eserin

kâffe-i aksamının hep o tabiat-ı edebiyeyi izhara hadim olmasıyla değil mi? O halde

edebiyatı piş-i tetkike alarak(*)200 bu üçüncü silsile-i meratibi de tayin ve izaha

çalışalım:

Acaba bir romanın, bir dramın muhtelif kısımları nelerden ibarettir? Evvela

ayrı ayrı tabiatlara malik eşhas vakayı var. Bir tabiatın bile muhtelif kısımları

olabilir. Henüz dünyaya gelen bir çocukta bazı melekat bazı sevaik-i tabiye

mevcuttur, pederinden, validesinden, diğer efrad-ı ailesinden ve daha umumiyetle

mensup olduğu ırktan bazı evsaf tevarüs etmiştir. Kan ile intikal eden şu evsaf-ı

200 Taine: philosophie de I’art, t. II, p, 366 et suivantes

Page 426: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

408

ırsıye beynindeki nispet bir adamı vatandaşlarından, tefrik ve temeyyüz eder. Sırf

maderzat olan bu esas-ı maneyi bir mizac-ı cismaniye merbuttur. Đşte bu ikisinin

birleşmesi bir heyet-i mecmua-i iptidaiye teşkil eder ki çocuğun muahhiran alacağı

terbiye, göreceği misaller, sülûk edeceği meslek, hasılı birçok ahval ve hadisat ya bu

esas ve istidad-ı iptidaiye muvaffak zuhur edip onu ikmal edecektir. Yahut muhalif

gelecektir. Bu muhtelif kuvvetler böyle birbirlerini imhaya sa’y olmayıp da hep aynı

tesiri husule getirmeye hadim olurlarsa insanda bunun derin bir nişanesi kalır.

Meydana metin bir efsaf-ı tebayi çıkar. Kuvvetlerin bu suretle tevaffukuna tabiatta,

hakikatte pek tesadüf edilmez. Büyük sanatkarların eserlerindeyse adem-i tevafuk

asla görülmez. Đşte bunun içindir ki sanatkarlar tarafından meydana çıkarılan tabiatlar

tebayi-i hakikiye ve tabiiyenin mürekkep olduğu anasırdan teşekkül etmiş olmakla

beraber yine onlardan metin ve kavidir. Çünkü tevafuk-ı tesirat vardır. Büyük

sanatkarlar eşhas-ı vakalarını ta uzaktan ve kamal-ı dikkatle hazırlarlar. Onları bize

ira ettikleri vakit bizde hissederiz ki hakikaten bu adamlar başka türlü olamazlar. Hiç

kimse bu mevhibe-i fıtrata Shakespeare kadar malik olmamıştır. Meşarunileyh

eserleri dikkatle okunursa mutlaka eşhas-ı vakayıından birinin bir sözünde, bir

tavrında, bir halinde, bir hayalinde, bir perişane-i fikrinde, bir ifadesinde o şahsın

tekmil ahval-ı ruhiyesini, tekmil mazisini, istikbalini gösterir bir delil, bir işaret

bulunur.

O şahsın mizac-ı cismanisi, temeyyulat-ı kabiliyet-i fıtrıye ve müktesebesi,

efkar-ı, adat-ı cedide ve atikesi, hasılı bütün hüviyet-i beşeriyesi o yaptığı efhali

yapmaya, o sevildiği sözleri söylemeye kendisini sevketmiştir. Macbeth, Hamlet,

Othello gibi eşhas-ı adeta canlandırıp gözümüzün önünde yaşanmak için bütün bu

kuvvetler tevafuk etmelidir. Ayne neticeye hadim olmaları iktiza eder. Đşte

Shakespeare buna muvaffak olmuştur.

Shakespeare’dan sonra üdeba arasında tabiat-ı maneviyenin hazain-i bîpayanı

en ziyade karıştıran bir muharrir varsa Balzac’tır. Hiç kimse insanın teşekkülünü,

karabetin, ilk tesiratın, muhaveratın, mütalaaların, dostlukların, mesleğin, meskenin

hâsılı hergüşn ruhumuz üzerine icra-ı tesir ile ona bir şekil ve kıvam veren

nişanelerin netaici ve aksinetaicini Balzac kadar mükemmel göstermemiştir. Fakat

Page 427: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

409

Balzac Shakespeare gibi facianüvis ve şair değil romancı ve alimdir. Bunun için

eşhas-ı vakayıanın ahval-i ruhiyesini efal, etvar, ve kelimat altında ihfa edecek yerde

açıktan açığa meydana yayar. Uzun uzun tavsifat ile bunları mesela bir çehrenin, bir

libasın halini, şeklini, rengini birer birer tadat eder. Bir ihtiradan, bir davadan

bahsettiği zaman bir çok tavsilat-ı fenniye ve adliye vermekten çekinmez. Mamafih

yine maksadını unutmaz. Baron Ölo, Babagaranda gibi numuneler meydana koyduğu

zaman kabil olduğu kudret çok anasır ve tesirat-ı maneviye toplamış, hepsini aynı

mecrada, aynı sath-ı meyil üzerinden mezc ve tevhid eylemiştir. Sanki bunlar aynı

cereyanı tezyit ve teşdit için birleşen birtakım küçük ırmaklardır.

Asar-ı edebiyede ikinci bir heyet-i mecmua-i anasır, ahval ve hadibattır.

Sanatkârın göstermek istediği tabiatın eserde tamamıyla tecelli etmesi için eşhas-ı

vakıanın sergüzeşti ve kendisini ihata eden hadisat o tabiatı izhara gayet müsait

olmak lazımdır. Bu noktada dahi sanat tabiata tevafuk eder.

Çünkü şuun-ı hakikat evsaf-ı tebayığın bu suretle tecellisine her zaman hadim

olmaz. Ne kadar âli ve metin tebayi vardır ki fırsat zuhur etmediği için atıl ve meçhul

kalmamışlardır. Cromvell Đngiltere ihtişaşatı arısında bulunmamış olsaydı hiç

şüphesiz kırk yaşına kadar ailesi meyanında geçirdiği hayat-ı sadeye devam ederdi.

Fransa 1789 vukuatı üç sene evvel zuhur etseydi, Mirabo mevkiinden düşmüş, serseri

bir asilzade olup kalırdı. Diğer taraftan bazı ahval-i mühime ve faciaya mukavemete

muktedir olamyan tebayı-ı zaife ashabı âdi zamanlardaki ahval ve hadisata pek güzel

kifayet edebilirlerdi. Mesela on altıncı Lui orta halli bir aile arasında tevellüt etseydi,

rahat ve muhterem yaşar giderdi. Tabiatın girdabat-ı şunu arasında bıraktığı insanlar

kızaktan denize inen gemilere benzerler. Ufak yahut büyük bir gemi oluşlarına göre

az yahut çok rüzgara muhtaçtırlar. Büyük bir geminin yolunu tezyit eden fırtına

küçük bir sandalı gark edebilir.

Tabiatta böyle birtakım nevakıs bulunduğu halde büyük

sanatkarlarıneserlerinde yoktur. Onlar tabiatı tasvir edince bu tabiatın kaffe-i

aksamının zahire çıkmasına hadim olacak ne gibi vakayı bulunmak kabil ise şahıs ve

vakalarını öyle hadisat içinde yaşatırlar. Faraza ebnâ-yı nevine karşı son derecede

muhabbete ve fedakarlığa müsait bir adam tasvir ettikleri zaman o şahsı

Page 428: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

410

göstermeyecek birtakım vukuat arasında yaşatmayıp bilakis tabiattaki istidatı takviye

edecek artıracak hadisat arasında yaşatırlar. Bu sanatkâr böyle en ufak bir vakayı

hesap eder, düşünür. Hepsini bir neticeye hadim olmak için tertip eyler. O netice:

Eşhas-ı vakıa da tabiat-ı esasiyenin tecellisidir.

***

Bundan sonra üslup geliyor. Asar-ı edebiyede asıl göze çarpan üsluptur. Bu

diğer aksamı örter. Bir kitap muharririn telaffuz ettiği hecelerin tevalisinden ibarettir.

Kari bu heceler vasıtasıyla diğerlerine intikal eder. O cihetle üslubun ehemmiyeti pek

ziyadedir. Bunun vereceği tesirde diğer tesirlere tevafuk etmelidir ki netice-i matluba

bihakkın istihsal edilebilsin.

Fakat yalnız başına ele alınan bir cümle muhtelif şekiller iktisabına ve

binaenaleyh muhtelif tesirler ikaına müsaittir. Bu cümle ya bir mısra olabilir yahit

aynı yolda, muhtelif suretlerde mevzu-ı kafiyeleri, muhtelif evzanı haviyetler olur.

Bir cümle mensurede olur. Mensur cümlelerde uzun, kısa, kesik yazılabilir.

Cümleleri terkip eden kelimelerin de zatın da bir tabiatı vardır. Đştikaklarına ve

istimallerine göre bazıları asil ve necip, bazıları müstehcen yahut ilmî, mülevven

veya parlaktır. Hâsılı telaffuz olunan bir cümle karide hiss-i mantıki, istidad-ı

musikiyi, hatıratı, asabı, hevası, itibaratı tahrike bütün insanı sarsmaya müstait bir

heyet-i mecmua-i kuvvadır.

Bu sebeple üslup eserin mevzuuyla ve sair aksamıyla tevafuk etmelidir.

Büyük sanatkârların bunda gösterdikleri iktidar şayan-ı hayrettir. Onlarda bir vezin,

bir cümle, bir kelime, bir seda, bir irtibat-ı kelimat bir cümle bulunmaz ki hâsıl

edeceği tesir evvelden düşünülmüş, arzu edilmiş olmasın. Sanat bu noktada yine

tabiata faiktir. Çünkü asar-ı edebiyedeki eşhas-ı vakayı eşhas-ı hakikiyeden ziyade

tabiatlarına muvaffak surette idare-i kelam eder. Racine, Shakespeare’nin üslubunu

alsa yahut Shakespeare Racine’nin üslubunu alsa eserlerini yazsaydı, her ikisi de

gülünç olurlardı.

Hülâsa bir sanatkâr eserinde bu aksam-ı muhtelifenin tesiratını hep bir

noktaya ne derece hadim edebilirse göstermek istediği tabiat o kadar esaslı olur.

Page 429: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

411

Şimdi bu esasa göre de asar-ı edebiyeye birer mertebe tayin olunabilir. Aynı

şeraiti cami iki eserden hangisinde bu tevafuk-ı tesirat daha mükemmel ise o eser

diğerine racih ve faiktir.

Her devr-i edebinin bedayetinde bir acemilik faslı görülür. Çünkü tevafuk-ı

tesirat gayr-ı kâfidir. Sebebi de sanatkârın cehaletidir. Vakıan o zamanlarda istidat-ı

sanatkârane mefkut değildir. Hatta maziyade mevcuttur. Lakin bu istidatı izhar

etmeyi bilen yoktur. Chanson de Roland. O zamanki adamların kendilerine mahsus

birtakım hissiyat-ı kaviyesi olduğu anlaşılır. Yeni bir heyet-i içtimaiye teşekkül

etmişti. Asılzadegânın istiklal-i matbualarına karşı gösterdikleri sadakat-ı metine

itiyadat-ı askeriye ve kahramaneleri şiir için lazım olan evsab ve tebaiyi pek güzel

izhar edebilirdi. Lakin o zaman edebiyatı bundan layıkıyla istifade edememiş,

bundaki güzellikleri belki hissetmiş, fakat tebliğe muvaffak olamamıştır. On altıncı

asırda sanat tekrar tevellüt ettiği zaman da yine bu tevafuk-ı tesiratın fıktanından naşi

aynı muvaffakiyetsizliğin yüz gösterdiği görülür. Đlk Đngiliz facianüvisi Marlow

şüphesiz bir dahidir. Fakat bir tiyatro yazmayı bilmediği için bugün eserleri

okunmaz. Shakespeare ise iptida biraz sendelikten sonra daha hayret fermudini izhar

etmiş ve ilelebet ebedi-i mütealada gezecek eserler meydana getirmiştir.

Diğer taraftan her devr-i edebinin sonlarında bir an inhitat-ı müşahade olunur,

sanat bozulur, tevafuk-ı tesirat bunda da mefkuttur. Fakat bunun sebebi cehalet

değildir, bilakis her türlü usul o kadar malum olmuştur ki artık kim isterse muvaffak

olabilir. En aciz bir muharrir bile bir cümlenin nasıl kıvrılacağını, iki kafiyenin nasıl

yan yana getirileceğini, bir hatimenin nasıl tertip edilmek lazım geleceğini bilir.

Burada sanatı duçar-ı zayıf eden şey hissiyattaki kuvvetsizliktir. Voltaire zamanında

Fransız facianüvisliğinin hali bu merkezdeydi. Eşkal-i hariciye evvelki gibi payidar

olduğu halde eserlerin asıl ruhu uçup gitmişti. Voltaire Racine’nin, Coroney’in

tekmil usullerini muhafaza ve istimal etmekle beraber Đngiliz tiyatrolarında görülen

entrikaları alarak eserlerinde bunlara bir cila-yı tarihi vermiş, bir kast-ı felsefi takip

etmişti. Fakat eski esvaplar altında bu yeni hissiyat rahatça tezahir edemiyor, hangi

aleme ait oldukları meşkuk kalıyordu. Ve kariler bu tasvirlerden bıkarak metin,

mükemmel eserler arıyorlardı.

Page 430: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

412

Eserlerin böylelerine edvar-ı edebiyenin avasıtında, ta merkezinde tesadüf

olunur. O zaman tevafuk-ı tesirat mükemmeldir. Şayan-ı hayret bir aheng-i tebayi,

uslubu, vakayı kendinde bulundurur. Racine de Shakespeare de bu tevazen

mükemmelen mevcuttur.

Büyük muharrirlerin kullandıkları usuller ne kadar muhtelif olursa olsun bu

tesirat-ı aksan beynindeki tevafuka hiçbir vakit hulül gelmez. Đhlaf-ı üstadelerin

yaptıklarına bakarak şöyle bir üslup, şöyle bir şekil kabul edilecektir diye cebr-i

tabiyat etmemelidir. Biri bu usul ile muvaffak olmuşsa diğer başka bir yolda

maksuda vasıl olmuştur. Yalnız bir noktaya dikkat etmelidir ki o da bir eserde kâffe-i

aynı tarikten yürümesidir. Bir eser bütün kuvvetiyle bir gayeye doğru ilerlemelidir.

Sanat da tabiat gibi icaz edildiği şeylerden aynı kalplerde imal eder. Fakat bunlar

berhayat kalabilmek için yine tabiatta olduğu gibi sanatta da bütün aksanın bir kül

vücuda getirmesi ve en ufak cüzün bile bu küllün hadimi olması elzemdir.

Đşte hikmet-i bedayi hakkında Taine’den almaya lüzum gördüğümüz makalat

şu yukarıki satırlarla hitam buluyor. Bu gibi mübahase merakı olan karilerin bu

hülasalarla ittifa etmeyerek müşarunileyh muahezemiz olan Philosophie de

l’Art=felsefe-i sanat ünvanlı eserine müracat eylemelerini tavsiye ederiz. Burada

hülasaten beyan ettiğimiz kavaidin eser-i mezkurada pek çok ve pek güzel tatbikatını

bulurlar.

Hikmet-i bedayi gibi vasi bir bahis böyle müteferrik makalat şeklinde

yazılınca bittabi nakıs oluyor. Hele sanatın nereden neşet ettiği hakkında Herbert

Spencer güya vesair hükema arasında bir takım ihtilafat vardır ki ehemmiyet ve

faydasıyla beraber bizzarure terk ettik. Çünkü o gibi tafsilata dalacak olursak neticeyi

nazardan kaybedecektik. Hususuyla hikmet-i Bedaiye dair vermek istediğimiz

malumat gayet umumi noktalara ait idi. Heykeltıraşlık, resim gibi sanatlar bizde

henüz meçhul olduğunda bunlar hakkında ne söylense anlatılamayacağı,

anlaşılamayacağı da bedihi idi. Binaenaleyh mümkün olduğu kadar bu hususu

kavaidi etyanda içtinap etmek muktezi idi ve öyle yaptık. Bazı refiklerim bu

mubahesenin Fransa’dan alınmasına itiraz ettiler. Her millet için hikmet-i bedayi ayrı

olmalıdır. Binaenaleyh iktibasta isabet yoktur, dediler. Hâlbuki bizim Fransızca’dan

Page 431: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

413

naklettiğimiz kavaid bütün milletlere kabil-i tatbik, mülahazat-ı umumiyeden ibaret

olduğu için bu itiraz haksızdır.

Şu mütealat-ı umumiyeden sonra deha hakkında da malumat vererek

nazarımızı şiir ve edebiyata, şiirin ve alelumum sanatın ulum ve fünun ile olan

münasebatına tevciye edeceğiz. Çünkü bazı adamlar görülüyor ki hala bize şiirin

lüzumu yoktur, zaman zaman terakki, cihan-ı ulum terasne-i garibiyle müterennim

oluyorlar. Bunun için şiirin nasıl bir ihtiyaç-ı ruhiyeden neşet ettiğini şiirle ulum ve

fünunun birbirine hiçbir vakit zıt olmadığını –yine Avrupa hükemasının eserlerine

istinaden- ispata ve bu efkar-ı sahifeyi izaleye gayret edeceğiz.

19 Temmuz 1314

Hüseyin Cahid

SF, Nu. 384, s. 316-320

Page 432: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

414

HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 10

-Gaye-i Hayali 3

SANATIN AHLAK ĐLE MÜNASEBETĐ

Geçen makalelerde gaye-i sanatın bir tabiat-ı esasiye izhar etmekten ibaret

olduğu tafsil edilmiş, bir sanatkâr eşyâ-yı hakikiyede bir tabiat-ı esasiye anlayarak

bunu bize de göstermek için tahrir yahut tersim edeceği, hâsılı bir suretle vücuda

getireceği eserinde hakikati –aldığı tesire, fikre göre- tebdil edince bu eser gaye-i

hayali mertebesine varmış olur, denilmişti. Yani zımnen şu tarif ortaya çıkmıştı:

Gaye-i hayali, bir tabiat-ı esasiye izharı için tahvil edilmiş hakikatten ibarettir.

Bu tarifi iyice anlamak için iki şeyi bilmeye ihtiyaç hâsıl oluyor. Evvela

tabiat-ı esasiyenin ihtiyaç olduğunu anlamak lazım geliyordu, bu ise izah

olunmuştur. Saniyen, zihnimizde hâsıl olan bu şüpheyi halletmek, bir sual-i

mukaddere cevap cevap vermek iktiza ediyordu. Bir eserde mahzen sanatkârın

fikrine göre hakikat tahlil ve tağyir edilmekle o eser gaye-i hayali mertebesine

yükseliyorsa sonra eserlerin kıymeti beyninde bir derece bir nispet tayini nasıl kabil

olurdu? Binaenaleyh kabul ettiğimiz esasları ihlal etmeden asar-ı sanatın kıymet ve

mertebesini tayin için bize bir mikyas tayini elzemdir. Bu mikyas da şu suretle

gösterilmiştir. Asar-ı sanat birtakım evsaf ve tebayi irae, izhar etmeyecek midir? Đşte

bu gösterilen evsaf ve tebayi ne kadar esaslı ve mühim olursa asar-ı sanat da o kadar

kıymetli ve güzel olur. Fakat bununla da müşkillerimizin hepsi halledilmiş olmuyor,

bir mesele daha kalıyordu. Göreceğimiz birkaç tabiattan hangisinin esaslı olduğunu

nasıl anlayacaktık?

Bu evsaf ve tebayi birtakım kuvvetlerden ibarettir. Mesela his ve tamağ, aşk

ve alaka, âlicenap ilh… hep birer kuvvettir. Bir kuvvet iki türlü nazar-ı mülahazaya

alınabilir. Ya başka birtakım kuvvetlerle olan münasebetine bakılır. Bir kuvvet

diğerlerine ne kadar mukavemet eyler ve onları ne kadar imha eylerse o kadar büyük

ve mühimdir. Yahut kendi kendisiyle olan münasebatı nazır-ı itibara alınır, bir

kuvvet-i devam ve cereyanı müddetince kendisini imhaya sai olmaz. Bilakis neşv ü

nemaya, tezayide sa’y olursa bu sa’y derecesinde büyük ve mühimdir.

Page 433: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

415

Demek ki bir kuvvetin ve binaenaleyh bir tabiatın ehemmiyetli ve esaslı

olduğunu anlayabilmek için iki nokta-i nazardan piş-i tetkike alınması lazım gelir.

Evvela diğer evsaf ve tebayie karşı mukavemeti ne derecededir, saniyen kendisine –

iyi, fena- nasıl bir tesiri vardır? Geçen makalemizde tebayi birinci nokta-i nazara

göre tetkik edilmişti. Bunun için de ulum ve fünunun muavenetine müracaat edilerek

esas tabiat olan birtakım kuvvâ-yı iptidaiye basamak basamak inilmiş ve sanat ulum

ve fünunun garabeti gösterilerek asar-ı sanatın tayin-i derecatı emrinde bir silsile-i

meratip tayin edilmişti.

Bu makalede tabayi-i esasiye ikinci nokta-i nazardan tetkik olunarak gaye-i

tabiat olan eşkâl-i mükemmeleye derce derece çıkılacak ve sanat ile ahlakın garabeti

gösterilerek asar-ı sanatın tayin-i derecatı amirinde ikinci bir silsile-i meratip

bulunacaktır. Birinci şıkta tebayi derece-i ehemmiyetlerine nispeten mütalaa edilmiş

olduğu gibi bu ikinci şıkta da hayra derece-i makruniyetlerine göre tetkik olunmuş

olacaktır.

Buna başlamak için yine insan-ı maneviyi [*]201 ve bunu ifade eden sanatları

nazar-ı dikkate alalım.

Bizim birtakım evsaf-ı maneviyemiz, mesela metanet-i ahlakımız yahut zaaf-ı

kalbimiz, maliye-i millimiz yahut vicdaniyemiz vardı ki bunların bize ya hayırları

olur yahut zararları dokunur. Hiss-i ahlakın, faziletin bir insanın nefsine birçok nefi

olduğu hâlde fezihat her vakit bedayi-i nikpettir. Ayrı ayrı birçok insanlara yahut

heyet-i içtimaiyeye bakacak olursak görürüz ki bunların kimisi terakki ediyor, mesut

oluyor, kimisi tedenni ediyor, mahvoluyor. Acaba bu neden neşet eder? Hiç şüphesiz

kendilerinden! Çünkü gerek eşhasın, gerek heyet-i içtimaiyenin bünye ve suret-i

teşekküllerinde, istidatlarında, sevaik-i tabiyelerinde birtakım esbab-ı muvaffakiyet

veya malubiyet vardır ki bu samim-i ruhumuzda taşıdığımız evsaf ve tebayi bize

bahr-ı huruşan-ı hayatın sath-ı pür heyecanında tutabilecek birtakım yardımcılardır.

‘Đnsan ne ederse kendine eder. ’ Misli bu hakikati pek güzel gösteriyor.

201 [*]Taine: Philosophie de L’art t. II, p. 327 et suivantes

Page 434: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

416

Demek ki evsaf ve tabayıın muzırları ve müfideleri var. Bunlar bu esas

itibariyle ikiye ayrılınca bir silsile vücut bulur. Çünkü tebayi hep aynı derecede

muzır yahut müfit değildir; tabii aralarında bir nispet vardır.

Bir insanın en esaslı vazifesi, hakkı yaşamaktır. Hayatta başlıca iki istikamet

tefrik olunabilir: Đdrak etmek, bir şey yapmak. Demek ki iki esaslı meleke, yani

kuvvet var: Akıl ve zekâ, ihtiyar ve irade. Bu hâlde insana derekatında, efal ve

harekâtında muaveneti görülen efal-i akliye ve iradeye hayırlı, böyle olmayanlar

zararlıdır. Bir feylesof, bir âlim için, bir hükümet adamı için, bir sanatkâr için ayrı

ayrı birtakım evsaf ve tebayi lazımdır. Bu evsaf bir birine benzememekle beraber

yine hayırkar olmaktan geri kalamaz. Mesela diplomat için faydalı olmayan

hassasiyet-i rakika sanatkâr için elzemdir; feylosof için lazım olan evsafın bir

sanatkâra lüzum-ı faydası yoktur. Anlaşılıyor ki biri için faydalı, hayırlı olan bir

tabiat diğer biri için böyle olmuyor. Binaenaleyh bu evsafın hakkında ale’l-ıtlak bir

hüküm vermeyerek bunlar hangi adamda ise o adamın kendisine tayin ettiği gayeye

vüsulde muaveneti olup olmadığı noktasından tetkik ile müfit veya muzır addetmek

iktiza eder.

Güzellik ihtiyar ve irade bir kuvvettir ve bilnefis nazar-ı mülühazaya alınırsa

bir hayırdır: Alam-ı cismaniyeye ve saireye karşı karar-ı namuskaranesinde sabit-i

kadim kalan bir metin-i meram ve ihtiyara kemal-i takdir ile hayran olmamak kabil

mi?

Đşte bu evsaf ve tebayide mükemmeliyet insan için müfittir, hayırkardır. Fakat

acaba o insanı, dâhilinde bulunduğu heyet-i içtimaiyede müfit kılacak vasıf nedir?

Bir insanda ne gibi tabiat bulunmalıdır ki hemcinsine hayrı olsun, faydası dokunsun?

Bunun için yegâne bir kuvvet bilinir ki o da ‘muhabbet’tir. Çünkü sevmek

gerek saadetini kendine gaye ittihaz etmek, onun menfaati, onun hayrı için çalışmak,

bundan hayırlı bir tabiat olamaz. Bu silsile-i meratipte en bala mevkiyi bu kuvvet

ihraz eder. Muhabbet-âlicenap-insaniyet, hilm, şefkat, iyilik şekillerinden hangisi

mütecelli olursa olsun-bizi müessir eder. Đster bizzat aşka, ister muhabbet-i gaileye,

ister dostluğa, Hâsılı neye masruf olursa olsun muhabbet-i tevcihemizi, meylimizi

Page 435: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

417

celp eyler. Muhabbetin mevzuu ne kadar vasi olursa güzellik de o kadar artar. Tarih

okurken vakayı-ı yevmiyeyi tetkik ederken bütün kalbimizle takdir edeceğimiz zevat,

hayatlarını memleketlerine hasredenler, insaniyetin terakkisi, saadeti için bunun

sailerini rahatlarını feda eyleyenler değil midir?

Đşte tebayide bulunduğumuz bu kıymetlere göre asar-ı sanat için de bir

mıkyas-ı kıymet tayin etmiş oluruz. Bize iki eser gösterilse bu eserlerde aynı bir

maharet ve iktidar ile aynı ehemmiyette, aynı büyüklükte büyük bir tabiat irae

edilmiş olsa hangisinin daha kıymettar olduğunu anlamak için bunların meydana

koydukları tebayi-i esasiyeye bakarız ve hangisi hayra daha makrun ise bu

diğerinden daha kıymettardır, deriz.

Şu surette en aşağı tabakada tasvir-i hakayiki tervih eden edebiyat ile mizahın

tiyatrolar, yani mahdud’ul-fikir, ahmak, bayağı, hodbin, zayıf eşhas-ı vakayı gelir.

Enri Möniye Seeenes de la vie hourgeoise namındaki eserinde bu numuneleri

mükemmelen cem etmiştir. Volter Skou’un, Balzac’ın romanlarında da bu gibi

numuneler doludur. Bu muharrirler, insanları olduğu gibi tasvir etmeyi arzu

eylediklerinden hakikatteki gibi nakıs, ademi, muhtel’el-tebayi olarak göstermeye

mecbur edilir. Hele mizahın tiyatrolara gelince zaten bunların esas-ı beşerin zayıf

hâlini, adem-i kifayetini nazarlara arz ederek, meydana yayarak herkesi

güldürmektir.

Fakat bir muhabbet-i hakikatperestane ile bir tarzı ihtiyar eden büyük

sanatkârlar tasvir ettikleri tebayıın bu çirkinliklerini iki vasıta ile setreylemişlerdir.

Ya bunları asıl esaslı şahıs vakıa ile bir tezat vücuda getirip bu şahs-ı esasiyenin

kıymetini artırmak, onu daha vuzuh ile meydana çıkarmak için bir vasıta makamında

kullanılır: ‘Donkişot’ta Balzac’ın Ojeni Garande’sinde, Flober’in Madam

Bovari’sinde bu usül görülür. Yahut bizim muhabbet ve tevcihimizi bu tasvir ettikleri

şahsın aleyhine çevirirler. Bu şahsi aksilikten aksiliğe düşürerek aleyhinde bir hande-

i intikam hasıl etmeye çalışırlar. O şahısta galip olan noksan ve kusuru saha-i

hayattan tard ve tebit etmek isterler. Seyirciler bundan memnun olur. Đyiliğin, tevsi

ve inkişafını seyretmekten ne haz buluyorlarsa ahmaklığın, hodperestliğin böyle

ezilip tahkir edilmesinden de aynı hazzı alırlar. Mizahnüvisler ve bilhassa bu usülu

Page 436: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

418

istimal ederler. Romancılar da bunu bazen kemal-i muvaffakiytle kullanırlar;

Balzac’ın Đhtiyar Kız= Vieille fille romanında olduğu gibi…

Maheza bu fena manzaralar nihayet insanda müphem bir yorgunluk, bir

nefret, bir meraret bile hâsıl etmekten geri kalmaz. Muzır ve murdar bir hayvanı

velev ki başı ezile ezile ölsün daimi surette görmek yine insana nefret verir.

Silsile-i meratibin bu noktasında birtakım metin, fakat natamam ve

umumiyetle tevazından mahrum numunelere tesadüf olunur. Bu numunelerde

ihtirasat-ı nefsaniyeden, melekattan, istidat ve tebayiden biri pek ziyade tevsi ederek

diğerlerinin muvazenesini bozmuş onlara ika ettiği tahribat arasında galat-ı tabiat

hâlinde dehşetli bir neşv ü nemaya mazhar olmuştur. Facianüvisler yahut eserlerinde

bir felsefi takip eden muharirler bilhassa bu türlü tabii tasvire hasr-ı gayret eylerler.

Çünkü bir taraftan böyle teşekkül etmiş olan eşhas, calib-i rikkat yahut müthiş

hareketlerde bulunurlar. Hissiyatları arasında mücadelat görülür ki bunlar da bir

tiyatro için elzemdir. Diğer taraftan, bu gibi tebayi bir nazar-ı mütefekkire karşı

insanda kendisinin de haberi olmadığı hâlde icrâ-yı ahkâm eden birtakım kuvvâ-yı

muzlime ve mukadderat-ı teşekküliyi izhara pek müsaittir. Yunan, Đspanyol, Fransız

hailenüvislerinden Lord Byron ile Victor Hugo’da ve ekser büyük romancılarda –

Donkişot’tan Verter’, Madam Bovari’ye varıncaya kadar- böyle tebayi tasviratına

kesretle tesadüf edilir. Hepsi de inanın muhuti ile adem-i tenasüp üzre bulunduğunu

insanda bir hırsın bir fikrin galip olduğunu iraeye bedel-i mesai etmişlerdir.

Yunanistan’da kibir, garaz, şiddet, dehşetli bir hırs-ı cah, bir hırs-ı şöhret, intikam

vardır. Hâsılı tabii ve garizi bilcümle hissiyat; Đspanya’da, Fransa’da: Şövalyenin

namusu, bir aşk-ı müfret, teheyyüc-i dindarane, şimdiki Avrupa’da: Kendisinden ve

heyet-i içtimaiyeden memnun olmayan beşerin afet-i maneviyesi.

Fakat böyle şedit muzdarip ruhların tasvirine beşer hakkında en ziyade sahib-i

vukuf olan iki büyük müellif de, Shakespeare ile Balzac’da tesadüf olunur. Bu

müelliflerin bittercih tasvir ettikleri şey gerek kendilerine gerek diğerlerine muzır

birtakım dehşetli kuvvetler tabiatlardır. Eserlerindeki mühim eşhas vakıa yüzde

seksen ya çılgıncasına meraklı bir adam yahut bir hayduttur. Bu eşhas-ı vakayı en

rakik ve en kavi mülakata, bazen en alicenap hissiyata malik bulunmakla beraber bu

Page 437: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

419

hisleri idare edecek bir kuvvetten mahrum olduklarından nihayet’el-amir ya

mahvolur yahut diğer efrad-ı beşere zarar ve hasar ederler. Shakespeare’nin

Balzac’ın eserleri en derin asar-ı edebiyedindir. Çünkü mühim birtkaım tebayi,

kuvva-yı iptidaiyeyi, ktabiat-ı beşeriyenin tasakat-ı amikasını diğer eserlerden

ziyade, izhar eder. Đnsan bunları okurken azametli bir şeyin muvacehesinde

hissedilen heyecana kapılır. Ruh-ı beşeri heyet-i içtimaiyeyi tarih-i âlemi idare eden

kavanini seyreder. Mamafih bu mütalaalar neticesinde hâsıl olan tesir’el-menaktır.

Đnsan birçok sefalet, birçok cinayet görmüş olur. Bu kitapları okumadan evvel âleme

rahatça dışından bakarak; muharrir bizi elimizden tutarak meydan-ı marikeye sevk

etti; orada orduların çarpıştığını yerin ölülerle kaplandığını gördük.

Şimdi bir basamak daha çıkarsam mükemmel eşhas tam kahramanlar

tabakasına vasıl oluruz. Shakespeare ile muasırları masumiyetin, iyiliğin, faziletin,

nezaket-i nesviyenin numune-i ikmalini irae ve tasvir etmişlerdir. Bu tasvirleri

asırlardan beri birçok Đngiliz romancılarının, temaşa nüvislerinin eserlerinde muhtelif

şekillerle tekrar tekrar zuhur etmiştir. Böyle saf ve necip tebayı tasvire, Ojoni

Grande, Marki Depar, köy hekimi hep bundan birer numunedir. Hatta saha-i vesika-i

edebiyatta Korneyl, Rişarson, Jourssan gibi bazı muharirler görülür ki hep böyle

güzel hissiyatı, ulvi ruhları tasvire hasr-ı ihtimam etmişlerdir ve nihayet bazı defa

Köne ve Tanizin gibi büyük sanatkârlar Đfijoni ve Pernesis gibi erlerin de gaye-i

hayaliyenin en ulvi tabakalarına savleti dahi – vakıa pek de muvaffak olamayarak-

tecrübe etmişlerdir.

Fakat diğer muharrirler böyle mükemmel eşhas-ı vakayı tasvir ettikleri zaman

ya ahlakı nazar-ı itibara almışlar yahut sırf müdekkik ve müşahit safvetini muhafaza

etmişlerdir. Birinci hâlde kendilerince iyi gördükleri bir fikri müdafaa ederler; lakin

böyle eserlerde bir parça soğukluk ile beraber muharririn bir cihet-i iltizam ettiği de

hissolunur. Đkinci hâlde, yani sırf tetkik ve müşahede üzerine binayı tasvir edildiği

surette eşhas-ı vakıa hakkındakilere tamamiyle benzerse de bu müşabehet neticesi

olarak, bilzarure nakayıs ile muhat olduklarından şaşaa-i hüsünleri bir parça soluk

görünür. Böyle mükemmel gaye-i hayaliye mikaran-ı eşhas-ı vakıa için artık

ihtiyarlamış medeniyetlerin havası pek iyi gelmez. Adem-i tecrübe ile cehaletin,

Page 438: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

420

muhayyile-i beşeriyeyi istediği gibi pervazda serbest bıraktığı o an-ı iptidaiyeye

kadar çıkmalıdır. Ve işte orada böyle tebayi-i tesadüf olunur.

Bu üç türlü numunenin, üç türlü edebiyatın her biri için bir devr-i mahsus

vardır. Birisi bir medeniyetin inhitatında, diğeri devr-i kemalinde üçüncüsü edvar-ı

şebabında zuhur eyler. Müterakki zamanlarda, biraz ihtiyarlamış milletler içinde

(Mesela Yunanistan’da alüfteler asrında ve Fransa’da XIV. Loui devrinde) en hakiki,

en aşağı tabakadaki numuneler, edebiyat-ı hakikiye ve mizaha zuhur eder. Devr-i

kemalde yani heyet-i içtimaiye tam tevsi ve inkişaf üzere bulunduğu zamanda

(Mesela Yunanistan’da V. asırda Đspanya ve Đngiltere’de XVI. asır nihayetinde

Fransa’da XVII. asırda ve bugün) metin ve mustarip numuneler edebiyat-ı

felsefiyeler, dramlar vücut bulur. Edvar-ı mütevasıtede –ki bu devirler devr-i kemal,

diğer taraftan devr-i inhitat sayılır- mesela bugün Fransa’da olduğu gibi bu iki

edebiyat biri birine karışarak iki türlü numunenin ikisi birden görülür.

Fakat hakikaten gaye-i hayaliye varmış. Tasvirlere mebzul olarak ancak o

masum ve saf edvar-ı iptidaiyede tesadüf ederiz. Kahramanları mabutları bulmak için

daima en eski zamanlara, akvamın bedayet-i neşetine, tufuliyet-i beşeriyenin rüyaları

arasına kadar çıkmak iktiza eder. Her kavmin böyle kendine mahsus kahramanları

vardır. Her kavim bunları kendi sinesinden çıkarmış kendi misalleriyle beslemiştir.

Akvam-ı beşeriye edvar-ı cedidenin, tarih-i müstakbelin tenhâ-yı mutlakına doğru

ilerledikçe bu kahramanlar kendilerini sevk ve himayeye memur birer mülk’el-siyane

gibi gözleri önünde parlar durur.

***

Şimdi de insan-ı cismaniyi ve bunu izhar eden sanatları nazar-ı mülahazaya

alarak bunda hayırlı evsaf ve tebayiin nelerden ibaret olacağını teharri edelim.

Bu evsa ve tebayiin en birincisi şüphesiz tam ve mükemmel sıhhattedir.

Hastalıklı, cılız bir vücut daima duçar-ı zaiftir. Malumdur ki azâ-yı bedenin birtakım

vezaifi vardır. Sıhhat bu vezaifin kâmilen ve mükemmelen icra olunmasıyla hâsıl

oalur. Azâ-yı vücudun bir kısmının azayı vezaifindeki tesir ve tevkifi diğerlerinin

vezaifini de muhtel edebilir. Yine aynı sebeple insanan tabii olarak bulunduğu şeklin

Page 439: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

421

olduğu gibi muhafaza edilmiş olması da hayırlı evsaf ve tebayıdan addedilmelidir.

Bir tesir-i marazi ile beden-i insana arız olan tahavvülat bir tarafa edilse bile

mesleğin, harfetin, hayat-ı içtimaiyein bedenimiz üzerinde bir tesir-i tahzipkarisi

görülür. Demircinin kolları pek kalındır, piyano çalan üstadın parmakları yassı olur;

bir avukatın, bir tabibin, bir kâtibin çehresinde mesleğinin tesiratı nazar-ı dikkate

çarpar. Elbisenin, hele yeni elbisenin su-i tesiri de inkâr olunamaz. Bol ve serbest

libaslar beden-i tabiiliğini bozmaz. Şimdi yeni ayakkabılar parmaklarımızı bir birine

yapıştırır. Korseler kadınların bellerini, endamlarını tağyir eder. Bir deniz

hamamında dikkat edilirse beden-i insaninin ne kadar bozulduğu görülür. Ciltlerin

rengi kaçmıştır; ufacık bir rüzgârdan titrer, tüyleri ürperir. Taş ocağından yeni

çıkarılmış bir kaya dolu, yağmurlar, güneşler altında kalmış bir taştan ne kadar farklı

ise bizim ciltlerimiz de sağlam bir ciltten o kadar farklıdır. Medeniyetin beden-i

tabiiyeye medeniyetin beden-i tabiiyeye iras ettiği tağyirat bir tarafa edilirse asıl

mükemmel vücud-ı beşer göz önüne getirilmiş olur.

Đnsan-ı cismani için evsaf ve tebayıın bir kısmı da efal ve harekâtına tealluk

eder bir vücut gayet çevik, her türlü harekâtı icraya kadir, göğsü geniş, koşmak,

sıçramak, vurmak, taşımak için pek ziyade müsait ve mükavim olmalıdır.

Bu mükemmeliyet-i bedeniyet son dereceye varmalı, fakat diğerleriyle hep

ahenk ve tevazün üzre bulunmalıdır ki birinin kuvveti diğerinin zaafını intac etmesin.

Bir vücut için yalnız bu evsaf kifayet etmez. Bir ruh, bir ihtiyar ve irade, bir zekâ, bir

kalp de lazımdır. Mükemmel bir beden ancak mükemmel bir ruh ile tam olabilir. Biz

ruhu bir vaziyette, başın bir şeklinde, çehrenin bir ifadesinde göstermeli, serbest,

sahih ve salim yahut mütefevvik ve âli olduğunu hissetmeliyiz. Bunun zakası,

faaliyeti, necabeti anlaşılmalı. Bu yalnız hissolunabilecek bir derecede bırakılıp öyle

pek ziyade göze çarpacak bir hâlde irae edilmemelidir. Çünkü o zaman göstermek

istediğimiz mükemmel bir beden-i insani için elzem olan ahengi bozmuş, maddiyatı

maneviyata feda etmiş oluruz. Đnsanda hayat-ı ruhiye ile hayat-ı cismaniye bir birine

muarızdır. Hayat-ı maneviyeye pek dalacak olursak hayat-ı cismaniyeye pek o kadar

ehemmiyet veremeyiz; hücre-i iştigale kapanır, kendimiz için lazım olan azâ-yı

müfekkireden başkasını görmez, sair aksam-ı bedeni bir feri olmak üzere telakki

Page 440: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

422

ederiz. Medeniyet-i âliye ile ruhun tevsi tam ve amik ile çıplak riyaziyetlerle

tekemmül etmiş bir pehlivan vücudu itlaf edemez. Mütefekkir bir cephe, rakik-i

hudut bir vechiye bir pehlivan vücuduyla tezat teşkil eder. Đşte bunun için mükemmel

bir beden tahayyül olunduğu vakit hayat-ı maneviye ile hayat-ı maddiyenin

hemahenk olduğu zamanlardaki adamları piş-i tetkike almalıdır.

Đşte bu kıym-ı cismaniye sırasına göre insan-ı cismaniyi irae eden sanatlara

bir derece tayin olunarak biri birine sair cihetlerce müsavi iki eserden hangisi,

mevcudiyeti insan-ı cismani için daha hayırlı olan tebayı gösteriyorsa ona

diğerlerinden daha güzeldir deriz.

***

Taine, bu netice-i misal ile de teyit için heykeltıraş ve resim sanatları

hakkında tetbiat-ı amikada bulunarak bu yolda birçok tafsilat eyliyorsa da

memleketimizde bu anasırlar hiç mevcut olmadığından o tafsilatın naklederken bizce

hiçbir fayda hâsıl olmayacak, bir şey anlaşılmayacaktır. Binaberin yukarıdan beri

edebiyat hakkında verilen izahatın maksadı ispata kifayetini görerek binları terk

ediyorum.

11 Temmuz 1314

Hüseyin Cahit

SF, Nu. 385, s. 330-334

Page 441: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

423

HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 11

-Şiir

Şiirin mahiyetini tayin etmek adeta hâsılı nakabil muammalardan biri

zannolunuyor. Filhakika bu bahiste dermeyan edilegelen tetkikat ve tafsilata

bakılınca o kadar muhtelif fikirler arasında doğruyu bulup çıkarmanın hayli müşkil

olacağı tahakuk eder. Böyle muğlak her cihete çekilmeye müsait bahislerde katiyyet-

i riyaziyenin adem-i istihsalinden nevmit olarak mahiyeti ve hakikat-i şiiri tetkik

etmekten vazgeçmek varid-i hatır olur. Fakat her nedense fikr-i beşer-i müşkilat

karşısında itiraf-ı acz ile tevekküle kolay kolay razı olmuyor. Her an yeni bir usül

ihdas ederek, keşfiyat ve terakkiyat-ı saireden istifade eyleyerek kâinat ve hadisat-ı

kâinat hakkındaki daire-i itlaını tevsi etmek istiyor.

Usül-ı tahlilin tatbiki bu gibi makasıtta pek ziyade mintac-ı muvaffakiyet

olur. Biz de şiir meselesinde bu usül-i tabiiyyetle tahliline başlarsak ihtimal ki doğru

bir neticeye vasıl oluruz?

Şiir der demez akla vezinli, kafiyeli birçok söz gelir. Fakat bu bir su-i

itiyattan ibarettir; çünkü şiir tabirinden anladığımız manayı tayin için biraz tamik-i

fikir edersek sade manzum ve mukaffa sözlere şiir demediğimizi anlarız. Filhakika

narin, nazik, zarif bir çiçeği gördüğümüz vakit bunun karşısında hissettiğimiz zevk

yanımızdaki refikimize: Bak, ne güzel, adeta bir şiir, diye ifham etmek isteriz.

Bedayi-i mütenevvia-i tabiat muvacehesinde daima aynı telezzüz ve heyecana

düşeriz. Muhteşem bir levha-i tülu karşısında türlü tesirata müstağrak düşünürken

dudaklarımızdan: Ne ulvi bir şiir, takdir-i vicdanisi bila ihtiyar sadır olur.

Đşte böyle ruhumuzda derin birtakım tesirler, teheyyücler hâsıl eden

manzaralara da şiir dememize bakılacak olursa ‘şiir’ tabirinden iptida anladığımız

manayı tashih lüzumunu hissederiz. Her mevzun ve mukaffa söze şiir demekten

vazgeçeriz. Vakıan böyle birçoklarını hemen her gün görüyoruz ki bizde zerre kadar

bir tesiri hâsıl etmiyor. Ta samimi ruhumuzdan bila riya, bila ihtiyar kopup gelen o

tevecüh-i saf-ı vicdani bir türlü peyda olmuyor. Demek oluyor ki bizden ne güzel şiir

hükmünü alabilmeleri için mevzun ve mukaffa sözlerin bizde tesir vücuda

Page 442: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

424

getirmeleri lazım gelir. Asar-ı edebiyenin hâsıl ettiği bu tesir ile bedayi-i tabiatın

hâsıl ettiği tesir-i leziz-i ruhaniyenin bir olduğunu teslimde müşkilat göstermez.

Zaten lisan birbirinden ayrı zannolunan bu tesiratın mahiyetce ittihadını adeta sevk-i

tabii ile teslim etmiş, ‘Nef güzel şiir!’ takdiriyle ikisini mezc eylemiştir.

Bir yedd-i sanatın mahsul-i dehası olan elvah-ı nefiseye, mebaniye tevcih-i

nazar edersek bunların da bizi üzerimizde tesirsiz kalmadıklarını görürüz; derhâl

ruhumuzda bir incizap hâsıl olur. Bu elimizde değildir; düşünmek istemekle vücut

bulmaz. Adeta bizim haberimiz olmadığı hâlde kendi kendiliğinden gayet tabii bir

surette peyda olur. Hiçbir fikir menfaate müstenit olmadığı hâlde bir incizap, bir

lezzet, bir teveccüh ki bizi o levhanın, heykelin, binanın karşısından ayırmaz, orada

mevkuf-ı takdir ve hayret eder, valihane temaşaya dalarız ve temaşa ettikçe ulvi,

pakize bir hissin, bir hiss-i memnuniyetin kalbimizde peyda olduğunu duyarız.

Asar-ı edebiyeden, bedayi-i tabiattan aldığımız tesirat ile tesiratımızı

karşılaştıracak olursak anlarız ki bunların birbirlerinden hiç farkı yok. Hepsinden

aldığımız tesir bir. Hepsinde de hiçbir fikr-i menfaate müstenit olmayan bir teveccüh

bir incizap, bir telezzüz. Demek ki alelade ‘Oh, ne güzel şiir!’ ifadesiyle tercüme

etmek istediğimiz hatt-ı deruni hep bir esasa raci oluyor; muhtelif suretlerle

ruhumuzda aynı tesir husüle geliyor. Aynı şahsiyet üzerinde aynı tesirin husülü

şüphesiz müessirlerin de esasen yekdiğerinin aynı olmasından neşet eder. Gerek

bedayi-i tabiyede gerek asar-ı edebiyede, gerek elvah, heyakel ve mebani-i nefisede,

hâsılı bir tabir-i umumi ile gerek bedayi-i tabiiye ve gerek asar-ı sanata müşterek bir

nokta var ki bu noktanın tesiri ile bir hazz-ı ruhani, bir zevk-i samimi hissediliyor; bu

incizab-ı fıtri kâh ‘Şiir!’ kâh ‘ Ne güzel, ne latif!’ takdirleri altında sadır ve ifade

olunuyor. Demek ki şiirde bu nokta-i müşterekenin, bu nokta-i müessirenin bizde

uyandırdığı bir heyecandır; diğerlerinden hiç farkı yoktur.

Şimdi şu nokta malum olduktan, yani asar-ı edebiyeden aldığımız zevk asar-ı

saire-i sanattan, bedayi-i tabiattan aldığımız zevkler yekdiğerinin aynı olduğu

tahakkuk ettikten sonra bizce ikinci bir ukde-i iştibahı halletmek lüzumu peyda

oluyor. Acaba bu hassa-i şiir onlarda mı var yoksa bizde mi? Tesir-i diğerle acaba

Page 443: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

425

şiirin bir mevcudiyet-i müstakbelesi var mı yoksa biz mi eşya ve asar-ı sanata o sıfatı

isnat ediyoruz.

Yanlış mütalaalara düşmemek için burada asar-ı sanat ile asar ve bedayi-i

tabiatı ayrı ayrı tetkik edelim. Asar-ı sanat ile menazır-ı tabiat –bu tesir ve heyecan

nokta-i nazarından bakıldığı takdirde- birbirlerinin tamamen aynı mıdır? Evvela

bünyelerinde şu esaslı fark var ki asar-ı sanat bedayi-i tabiatın, menazır-ı hakikatin

bize verdiği tesir-i heyecan neticesi olarak vücut bulmuştur. Asar-ı tabiat ve menazır-

ı hakikat ise mahsül-i heyecan değildir, ebedi ve ezelidir, husule getirdiği tesirata

layıktır. Bir tesir-i tebliğ ve ifham için tertip edilmemiştir. Nazik bir gül ile kaba bir

ballı kabağın –nebat olmak itibariyle- birbirlerinen farkı yoktur. Güzellik güzel bir

vakt-i gurupta can sıkıcı bir vakt-i zuhurdan farksızdır. Yalnız arzın tabii ve zaruri

olan harekât-ı yevmiyesi bu iki zamanın farkını hâsıl eder. Anlaşılıyor ki asar-ı tabiat

bizde tesir uyandırmak için tertip edilmiyor, bir takım kavanin-i tabia neticesi olarak

vücut buluyor ki bize –kendimizde hâsıl olan tesire göre- telezzüz ediyor, lakayt

kalıyor yahut telezzüzümüzle beraber kalbimizde uyanan birçok kederlerin

uyandıklarını, tekrar eski şiddetlerini bulduklarını hisseyliyoruz.

Hele aynı menazır-ı tabiat karşısında muhtelif insanların muhtelif tesiratı

olması hatta aynı manzaranın şahıs ve iddia üzerinde bile muhtelif günlerdeki

tesiratın muhtelif zuhur etmesi bunlardan aldığımız heyecanın, şiirin tabiatta olmayıp

sırf kendimizde vicdani bir hadise olduğunu ispat eden delaildendir.

Tabiat ve hakikatin ruhumuzda tevellüt ettiği hissiyat günagün ifade etmek

isteyince meydana bir eser koyarız, istidat-ı hilkatimiz bizi hangi tarike sevk ederse

ona süluk ederiz. Edip, ressam, heykeltıraş, musıkişinas oluruz. Demek oluyor ki

asar-ı sanat bir mahsül-i heyecandır. Bu heyecan ve tesir esasen bir olduğu hüsn-i

tefehhümü temin için, asar-ı edebiyeyi celi edenine şiir demişler. Sonra şiire bir

derece daha tekayyül edilerek şiir bilhassa vezin ve kafiye ile ifade olunan tesirane

ilim olmuş, fakat her hâlde bir vezin ve kafiyenin yani ‘nazım’ın bir şekil olduğunu

unutulmamalıdır. Bu hâlde bir mahsül heyecan ve tesir değil yani eşkâli iktiza eden

efkâr ve hissiyatı “sahtelik” ile itham etmekte tereddüt etmez. Đşte şimdi şu

mülahazata istinat ederek gerek eski divanlardan, gerek eski asar ı hazıradan

Page 444: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

426

birçoklarını tecavüz etmek istedikleri malikâneyi şiirden def ve tart etmek bizim

hakkımızdır. Çünkü ya sevk i kafiye ile ya sevk i taklit ile yazılmış eserler hiçbir

vakit samimi bir mahsul ü tesir olmadıkları için yine hiçbir vakit bizde bir tesir

tevellüt edemezler. Tevellüt edemeyince bizim onları koca bir deve dikeninden, kaba

bir ballıbabadan farklı tutmanız için hiçbir sebep gösterilemez. Đtidal-i demle cereyan

eden bir muhakeme-i zihniye neticesinde destires olduğumuz kavaid i ahlakiye ve

ilmiyeye de kisve-i şiiri iksa etmeye ne kadar çalışsak yine onları şiir gibi

göstermeye muvaffak olamayız. Çünkü şiirin vicdanı olduğu, bir şahsın ruhunda

peyda olan tesir ve heyecandan ibaret bulunduğu sabit olduktan sonra elimizde öyle

bir miyar öyle bir nokta-i mukayese mevcut demektir ki bizi her türlü yanlışa karşı

vikaye edebilir. Şiir böyle sırf vicdani olduğu içindir ki avam pesendane şiirler

vesaire gibi taksimat bilzarure vücut bulmuştur. Herkesin derece-i hissi ve idraki bir

seviyede olmadığından birini müteessir eden bir hâlin diğerini müteessir edememesi

yahut kemiyet-i tesirleri beyninde bir fark bulunması tabiidir. Bu hâlde herkesin

kendine göre şiiri, şâiri vardır. Birçok efrattan teşekkül eden bir heyet-i içtimaiye

içinde de iştirak-i hissiyat birer büyük sınıf teşkil etmiştir. Bu sınıfların ayrı

kabiliyet–i tesiriyeleri, binaenaleyh ayrı şiirleri olur. Bugün Âşık Garip ve Âşık

Kerem divanlarından bir zevk alabilir misiniz? Hayır, hâlbuki bu divanlar bizde kesir

ül efrat bir sınıf için yegâne şirdir. Ve bizim bunu istihfafa da hakkımız yoktur.

Çünkü bizim asar-ı cedide-i edebiyeden aldığımız zevk ve hazzı bu kitaplar kendi

karilerine samilerine verebiliyorlar.

Hülasa, asar-ı sanat ile asar-ı tabiat arasında birinin mahsül-i heyecan ve

mahsül-i meram olmasından, diğerinin bu gibi tesirat ve makasıda bigâne

bulunmasından başka bir fark yoktur. Đkisi de bizde bir makes bulmakla anlaşılabilir.

Mütalaatı itmam için iki noktayı biraz daha tasvir etmek mecburiyeti hâsıl

oluyor. Şiir bir tesirdir denilince –tesirin bütün insanlar için varit olduğu derhatır

edilerek- o hâlde herkes şâir midir, itirazı ileri sürülebilir.

Buna “Evet!” cevabını vermekte tereddüt etmedikten sonra şu suretle izaha

lüzum geldiğini göstermemiz iktiza eder: Gerek asar-ı sanat muvacehesinde bir tesire

kapılan adam bir şiiri his etmiş olur. Kendisine has olan bu tesirat ve hissiyatını bize

Page 445: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

427

ne vakit ifham edebilirse işte o vakit şâir olur. Şiir kuvvede kaldıkça sahibine sıfat-ı

şâiriyeti bahşetmez, bilfiil tezahür etmelidir. Bu hassa-i şâiriyet acaba kaç kişide

vardır? Bugün içimizden kaçımız tesiratımızı ifham ve tebliğe muktediriz?

Bugün en ziyade devam ettiğimiz, gördüğümüz bir mahalli kâğıt üzerinde

tasvir etmek istesek hayalimizde istinsah edecek bir şekl-i sarih bulamaz, kemal-i

hayretle teslim-i acz ederiz. Nevmidane kalemi elimizden atarız. Çünkü şâir, sanatkâr

değiliz; çünkü tesiratımız sathidir, binaenaleyh müphem ve seri ül zevaldir.

Bir nokta daha var ki o da bedayet-i nazırada zihinlere bir tereddüt verebilir:

Şiir asar-ı tabiat ve menazır-ı hakikat muvacehesinde tevellüt eden –fikr-i menfaatten

arî, gayr-i ihtiyari- bir heyecandan saf ve ruhaniyeden ibarettir diye tarif edilince

bundan şiirin yalnız tabiat ve hakikatten, mutlaka bunların taklidinden hâsıl olduğu

ve şiir için hayalin lüzumu olmadığı neticesi çıkarılmak mümkün değil midir? Evet,

mümkündür, lakin çıkarılmamalıdır; bilakis şâir için en mühim evsaftan biri de

muhayyiledir.

Evvela düşünelim ki hafıza ile muhayyile arasında ne fark var? Dimağımızda

intiba eden her türlü tesirat-ı hariciye zaman itibariyle biribirine karıştığı cihetle,

beyinlerinde bir sıra hâsıl olur. Bu sırayı gözeterek vukuat-ı maziyeyi derhatır edince

hafızamızın ianesine müracaat etmiş oluruz. Âlem-i hariciden aldığımız bu intibaatı

tevali-i hakikisine ehemmiyet vermeyerek vakit ve zaman itibariyle birbirine

karıştıracak, silsileyi kesredecek olursak o vakit muhayyilemizi serbest bırakmış

oluruz. Görülüyor ki muhayyilede âlem-i haricinin, tabiatın, hakikatin

mevcudiyetimizin nişanelerini keyif ve arzumuza göre mezc ve tertip etmekten başka

bir şey yapmıyor; bu anasırı hep hakikatten, tabiattan alıyor. Hakikat ve tabiat

gözümüzün önünden ayrıldığı, tesiri zail olduğu zaman ifham ve tebliğ-i hissiyat-ı

kıyam edince asıl muhayyile imdadımıza şitaban olarak bütün o tesirat-ı

maziyemimzi piş-i nigah-ı dâhilimiz önünde canlandırıyor; bizde samimi ruhumuzda

canlanan bu tesirlerin bir kopyasını harice aksettirmekle meydana eser çıkarıyoruz.

Ve işte hakikatle eser arasına bu muhayyilenin hululü, muhayyilenin bu farkıdır ki

bizi tabiat ve hakikati-bir fotoğraf gibi- aynı aynına istinsah etmekten mani eyler; bu

Page 446: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

428

hâlde de “Şiiri” söylemek kabil olmaz. Şu iki nokta da böylece izah edildikten sonra

ümit ederim ki şiir hakkında epeyce salim bir fikir peyda etmiş bulunuruz.

Hüseyin Cahit

SF, Nu. 388, s. 344-347

Page 447: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

429

HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 12

-Deha

Güzel hakkında icrâ-yı tetkikat eden hükema tabiattaki hüsn ile sanattaki

hüsnün yekdiğerinden farklı olduğunu müşahede etmişlerdir. Filhakika bazı levhalar

görülür ki sanatkâr bunda mesela ihtiyar, murdar bir dilenci resmini yapmıştır.

Sokakta bu dilencinin kendisine tesadüf etmiş olsaydık ihtimal ki istikrahımızdan

başımızı döndürürüz. Hâlbuki bu levhanın karşısında başımızı çevirmiyor, kemal-i

zevk ve incizap ile durup seyrediyoruz, mahzuz oluyoruz. Kezalik bazı romanlarda

tasvir olunan fena ahlaklı adamlara âlem-i hakikatte tesadüf edince kemal-i nefretle

yanlarından kaçtığımız hâlde onları bir romanda görünce kitabı bir hüsn-i takdirle

‘Ne güzel!’ diye severek elimizden bırakmayız. Demek oluyor ki birçok şeyler

hakkında hiç de güzel olmadıkları hâlde tesir-i sanatla kendilerine bir güzellik

geliyor. Bundan anlaşılır ki sanat ile hakikat ve tabiat arasına başka bir şey karışıyor.

Đşte bu ‘şey’ sanatkârın âlem-i hakikate tarz-ı nigaranı, sanatkârın ‘deha’sıdır.

Dehanın ne olduğunu anlamak anlatmaktan daha kolay gelir. Bu bapta

yazılmış olan eserler bütün okunacak olsa görülür ki sahib-i deha addolunan şâirler,

ediplerle hükema, dehayı hep muhtelif suretlerle tayin etmek istemişlerdir.

Binaenaleyh bir fikri tam peyda etmek için dehayı her üç nokta-i nazara yani

şuaraya, hükemaya ve etıbbaya göre tetkik etmek lazımdır. [ Larus ansiklopedisi bu

baptaki mubahesi pek iyi cem etmiş olduğundan tedkikatımızı oradan istiare

edeceğiz]

1. Şâirlere Göre Deha: Kadim-i Yunan ve Roma şâirleri dehayı fikri lahutinin

insanlara nüfuz ve hulülü suretinde telakki ederlerdi. Güya her şâirin birer peri-i

ilhamı vardı ki bunun simah-ı ruhuna fısıldadığı kelimat-ı kalbiyeyi o şâir bize telbi

ederdi.

Bu fikir, bu ulvi ilham ve sunuhat-ı fikrin son vakitlere kadar intikal etmiştir.

Lamartine eşarında mitolojiye ait istiarat ve saireyi terk etmiş olmakla iftihar eylediği

hâlde dehayı izah için kalp, dimağ ve heyecan-ı beşeri kâfi bulmaz; esraralut bir

kuvvetin bunlara hayatbahş olmasına, bunları ihtizaza getirmesine lüzum görür.

Page 448: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

430

Paul Jane ‘Dimağ ve Mefkûre’ namındaki kitabında diyor ki:

‘Otuz sene evel bir meslek-i edebî –yani Romantizm dehanın tabiat ve esası

hakkında öyle bir nazariye serd ve ityan ettiği efkâr-ı sakine ve matule ashabı bundan

mütevehhiş oldular. Bu yeni nazariyeye göre dahil olan bir adama karşı kavanin-i

ahlakiye ve içtimaiyenin hiç hükmü olamazmış, onu başka bir mahluk gibi nazar-ı

mülahazaya almalı imiş. Hayatta tarz-ı maişette intizamsızlık dehanın en birinci şartı

addolunmuştu. Biz o vakit çocuk idik. Bu tesirlere kapılarak, büyük adamların,

ediplerin adi insanlar gibi birer mahlûk olmasına gail olmazdık. Mösyö dö la Martin

denilince gözümüzün önüne elinde bir rubap gözleri semaya müteveccih bir vücut

gelirdi.

Romantikler nazarında deha insanın ahval-i tevellüdiye ve teşkiliyesinin tesir-

i esraraludundan mütehâsıl bir hadise-i fevkaladedir. Yani onların fikrince ‘deha’

mütalaa ile sa’y ve gayretle iktisap edemez; bir mevhibe-i fıtrattır.

Buna mukabil klasikler nazarında sahib-i deha olmak sabur ve çalışkan olmak

demektir. Fakat bu tarif ‘daha’yı izah etmez, ortadan kaldırır. Bufon: ‘Deha, medid

bir sabırdan ibarettir. ’ diyor. Vakıa ‘Eugene Veron’un dediği gibi bir maksad-ı

istihsal için son derece de sabır ve fetanet göstermek aynı bir fikre mütemadiyen sırf

zihnetmek sayesinde dimağa büyük bir kuvvet gelmek tabiidir. Fakat böyle bütün

faaliyet-i akliyenin aynı nokta üzerinde cemi evvela başka hiçbir şey düşünmeyip sırf

bir nokta üzerinde imal-i zihin edebilecek yolda bir teşkil-i dimağiye malik olmaya

saniyen kendi istidat ve temayülatını bihakkın takdir edebilip rastgele her şeye sırf

zihne icbâr-ı nefsetmeye vabestedir. Ancak bu şartlarla uzun bir sabır da aynı nokta

üzerine tefekkürde sebat kabil olabilir. Binaenaleyh yine işe fıtri bir istidat karışmış

olur.

Görülüyor ki klasikler o tarifleriyle istidat-ı fıtriyenin lüzumunu katiyen inkâr

etmişlerdir. Romantikler ise –bunun aksülameli olarak- ‘deha’yı sırf mevhibe-yi

tabiat olmak üzere telakki etmişlerdir. Şâirlerin bu muhtelif sözlerinde sarih tenvir-i

fikre hadim-i izahata tesadüf olunamıyor. Bütün o sözler hülasa edilmek lazım gelse

şuaranın dehaya esraralut, fevkaltabii bir sıfatı üstat ettikleri anlaşılır.

Page 449: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

431

Daha mükemmel malumat almak için hükemaya müracaat edelim.

2. Hükemaya Göre Deha: Eflatun’a, Aristo’ya kadar çıkmak için nafile yere

yorulmayalım. Çünkü husül-i deha olan asarı tahlile bu şayan-ı hayret kuvvetin

esasını teharriye asıl ezmine-i cedidede bedi olunmuştur. Vaktiyle pek meşhur

olduğu hâlde bugün münsi bulunan Dobu isminde bir muharir diğer adamların

yapamayacakları yahut fena yapacakları bazı şeyleri iyi ve kolayca yapmak

maharetine malik olan zevatı dahi addederdi.

Meşhur filozoflardan Halveciyus da derdi ki: ‘Deha kelimesinin tarifini

bulmak için halkın verdiği hükümlere dikkat etmelidir. Halk Dekart’ı Newton’u

Mentesqeui’yu, Corneil’i Moliere’yi hep dahi addeder. Bu kadar muhtelif zevata

dahi sıfatının verilebilmesi ise onlarda müşterek bir hassa bulunduğunu ima eder. Đşte

bu vasıf müşterek kuvve-i icat ve ihtiraattir. Demek ki Halveciyus’a göre dehayı

anlamak için bir kuvve-i icat ve ihtira görmek lazım gelir.

Voltaire, Lagit felsefesinin deha bahsinde şöyle idare-i kelam ediyor:

‘Bir sanatkâr, ne kadar mükemmel olursa olsun, eğer kendine mahsus

birtakım icadat ve ihtiraatta bulunmuyorsa dahi addolunamaz. ’

Almanlardan Alber Dohalar, dahiyi ‘bir şeyi yapmaya bilhassa müstait olan

ve bu mevhibe-i hususiyeyi tevsie çalışan adam’ diye tarif ediyor. Kant dahiliği

kudret-i ihtiradan ibaret olmak üzere telakki ediyor, diyor ki: ‘Dahi, ve vasfını yalnız

eseri meydana koyan sanatkârlara verirler, yoksa nazariyata vakıf olduğu hâlde

icraata kıyam etmeyen zevata dahi demezler. Hatta bir sanatkârın meydana koyduğu

eser-i mahsul taklit olursa ona da ‘eser-i deha’ denilmeyip bu tabir ancak başkaları

tarafından şayan-ı taklit bir eser-i icada sarf olunur. ’

Ejel hikmet-i bedayiesinde ‘deha’dan ziyade sanatla iştigal ederse de büyük

kıymetdar eserlerin mahsül-ı sa’y ve taklit olmadığını tabiatın arz ettiği eşkâlin bir

intihab-ı ahenkdarandan neşet etmediğini teslim eyler ve der ki: Bunun böyle

olduğunu iddia etmek ‘deha’nın icap ettiği gariziyeti hiç nazar-ı ehemmiyete

Page 450: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

432

almamak demek olur. Hakiki bir santakarda maderzat ve muayyen bir kudret

lazımdır. Bir sanatın kısm-ı tarihi ve ilmiyesini bilmekle insan sanatkâr olamaz.

Mabadı var.

Hüseyin Cahit

SF, Nu. 387, s. 365-368

Page 451: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

433

HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 13

-Deha

Deha meselesi hususu bir nokta-i nazardan, yani hikmet-i bedayi nokta-i

nazarından mütalaaya alınmalıdır. Çünkü sade büyük sanatkârlara değil büyük

kumandanlara, bazı erbab-ı fenne dahi denilebilir. Dâhilerde her şeyden evvel

muhayyilenin icat ve ihtira kuvveti vardır. Bunun için de nazara ve seme çarpacak

her şey hakkında her dem müteyakkız bir dikkat lazımdır ki muhtelife-i eşyâ-yı zihne

inziba ettirsin, sonra da metin bir hafıza ister ki bunları hıfz etsin. Binaenaleyh bu

nokta-i telakkiyece sanatkâr yalnız kendi mülahazatı ile iktifa etmeyerek âlem

arasına karışmalı, çok görmeli, çok işitmeli, çok bellemelidir. Đşte bu ‘deha’nın en

birinci şartıdır. Diğer şartları tefekkür ve mülahazadır. Sanatkâr bu sayede bilnefis

hakikate vâsıl olur ve gaye-i hayali ile hakikati bir birine mezc edebilir. Bunun için

de faal ve müteyakkız bir akıl, derin ve şedit bir ihtisas elzemdir. Homer’in asarı

yolunda manzumelerin şâirin uykusunda bir rüya gibi vücut buluverdiğini zannetmek

büyük bir hatadır. Mülahaza olmazsa –ki insan yalnız bu sayede tefrik, temyiz ve

intihap edebilir– sanatkârı eser hâline ifrağ etmek istediği mevzuuna sahip olamaz.

Hakiki sanatkârların ne yaptıklarını bilmediklerine sahib olmak gülünçtür, fazla

olarak sanatkâr bütün hissiyatını bir noktada tecemmü ettirmeye de kendisini icbar

eyler.

Đşte bu hassasiyet-i şedide sayesindedir ki bir sahib-i sanat, mevzuunu ve

buna iksa etmek, istediği şekli benimser, ona sahip olur. Sanatkârlık, sade etrafındaki

âlemi çok görüp, çok tetkik etmek ile de olmaz. Đnsanın sinesinde birçok büyük

hissiyat filizlenip neşv ü nema bulmalı, sanatkârın fikir ve kalbini teheyyüc ve tehziz

etmelidir.

Şimdi Ejel’e göre ‘deha’yı tarif etmek iktiza ederse şöyle demeliyiz: Deha,

hakikaten birtakım asar-ı sanat vücuda getirebilecek bir istidat ile bunun sahâ-yı

husüle isali için elzem olan kudret ve faaliyetten ibarettir. Demek ki deha da iki

nokta vardır: Biri tasavvur, diğeri icra… Bunlar ise vicdani ve sarf-ı sanatkârın

şahsiyetine merbuttur. Mamafih sanatkâr için bir maharet-i müktesebenin lüzumu da

Page 452: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

434

aşikârdır. Kafiyeleri, vezinleri istediği gibi dest-i hükmünde malup edemeyen bir şâir

tabii istidat-ı dehâ-yı perverisini izhar edemez. Bunun için sanatının böyle eslaflık

cihetlerini de bilmeliler. Şu kadarı var ki maharet-i nazmiyeye malikiyet hiçbir vakit

sahib-i deha olmaya delalet etmez. Maharet-i nazmiye bir istidat-ı fıtri ile içtima

ederse işte o vakit dahi bir şâir vücuda gelmiş olur. Bir dahi tasavvuratını icra ettiği

ve meydana bir eser koyduğu zaman kendisinde mevcut olan ahval-i ruhiyeye

‘sunuhat’ namını verirler. ‘Deha’da biri fikre, diğeri tabiata ait olmak üzere iki unsur

mevcut olduğundan bazıları tahrik ve ikaz hissiyle sünuhat hâsıl olur fikrinde

bulunmuşlardır. Fakat Ejel sunuhatın böyle sadece hararet-i dem neticesi olmasını

kabul etmeyerek şampanya insana hiçbir kuvvet-i şiir vermez, diyor.

Filhakika birçok ashab-ı deha vakt-i seherde yahut akşamüzeri güzel bir

çimen üzerine uzandıkları, havayı safi teneffüs ettikleri zaman birçok sunuhata malik

olurlar. Eğer sunuhat-ı tahrikât-ı asabiyeden ibaret olsaydı, bu esnalarda hiçbir şey

hissetmemeleri lazım gelirdi.

Diğer taraftan tefekkür ve mülahaza ile de sunuhat peyda edilemez. Bir

sanatkârın içinden geldiği hâlde güzel bir şiir yazmak, bir levha tersim etmek, bir

beste yapmak arzusunda bulunup bunu icraya kalkması bunu hiçbir vakit hiss-i netice

vermez. Mamafih sanatkârlar bazı mevzuları başkalarından aldıkları hâlde böyle

sipariş üzerine de enfes asar meydana getirebilirler. Çünkü bu hususta asıl mühim ve

elzem olan nokta sanatkârın intihap ettiği mevzuyu düşünürken ona rabt-ı kalp etmiş,

o mevzunun fikrinde hayat bulduğunu hisseylemiştir. O derecedeki sanatkârlar

mevzularıyla adeta meşbu olurlar ve fikirlerine bir şekil verip meydana eser

çıkarmadıktan sonra rahat etmezler.

Hippolyte Taine’nin ‘Felsefe-i Sanat’ından istinbat olunduğuna göre

müşarünileyh nazarında ‘deha’ mürekkep ve karışık bir şeydir. Bunda iptida

sanatkârın mizacı, üslubu, tarz-ı icrası vardır. Bir eser, bir sanatkârın asar-ı

sairesinden tecrit edilemez. Onların kafasıyla birtakım revabıt ve karabeti haizdir. Bir

sanatkâr da kendi başına, yapayalnız nazar-ı mülahazaya alınamaz, o da bir mesleğe

mensuptur ve bu mesleğin taht-ı tesirinde kalmıştır. Binaenaleyh sanatkârın dehası

serbest ve müstakil değildir. Bir dâhiyi anlamak için onun etrafına ikinci derecedeki

Page 453: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

435

birtakım sanatkârları da toplamalıdır. Dahi bu demet içinde hepsinden uzun bir sap,

bir nebattır. Ve nihayet bu sanatkârlar da mücerret değildir. Kendileri bir kavme

mensuptur, etraflarında bir halk vardır ki bunların ahlak ve efkârına vakıf olmak

lazımdır. Tahavvülatıyla falan veya filan nebatın zuhuruna badi olan maddi bir

hararet mevcut olduğu gibi tahavvülatıyla falan veya filan nev-i sanatın vücuduna

sebep olan manevi bir derece-i hararet de vardır. Mahsulât-ı fikr-i beşer, mahsulât-ı

tabiiye gibi ancak muhitleriyle izah olunabilir.

Bu noktalara ait tafsilat, bundan evvelki makalelerde ita edilmiş olduğundan

tekrarı fazladır. Mamafih ‘deha’ hakkında Taine’nin bu fikri –yalnız bu kadarıyla

kalacak olursa- nakıs demektir. Çünkü bunlar dehanın ne olduğunu izah etmez. Falan

veya filan cihette tevsi ve nemasını tayin ve icap edebilir. Bu kadarcık izahatla iktifa

edilirse dehanın nasıl tevsi ettiği öğrenilmiş, fakat niçin öyle olduğu meskût

bırakılmış olur. Taine’nin muarızları bu noktadan tutturarak müşarünileyh mesleğini

çürütmek istemişlerse de ya sehven yahut kasten bir hatada bulunmuşlardır, zira

Taine yine ‘Felsefe-i Sanat’ta verdiği izahat ile bu itiraza da meydan bırakmamıştır.

Orada diyor ki:

“Sanatkârlara bir mevhibe-i fıtriye lazımdır. Bunun yerini ne sabır tutabilir ne

tetkik ve mütalaa… Bu olmazsa sanatkârlar müstensih ve amele derekesine düşerler.

Onlar muvacehe-i eşyada kendilerine has bir ihtisasa malik olmalıdırlar. Bir adam

fıtri bir kudret ile tevellüt etmiş olursa kendisinin ihtisasat ve idrakatı yahut bir kısım

ihtisasat ve idrakatı nazik ve seri olur. ”

Đşte burada ‘fıtri bir kudret ile tevellüt’ kaydı ‘deha’nın maderzat olduğunu

tasdiktir. Binaenaleyh öyle bir itiraza mahal yoktur.

Etbap ve âlem-i menfi elaza erbabına göre deha âlem-i menafi elaza erbab-ı

kafa-i tezahürat-ı fikriyeyi, uzviyetlerin ahval ve tesiratına isnat ederek izaha sai

olduklarından bittabii ‘deha’yı da dahilerin dimağlarında taharri etmişlerdir.

Evvel-i amirede bazı menafi elaza ‘deha’yla maraz-ı dimağ beyninde bir

meşabehet görmüşler, bunun üzerine dimağda bir alet olmazsa deha vücut bulmaz,

demişlerdir.

Page 454: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

436

Đmraz-ı akliye hakkındaki tetkikatı ile meşhur olan Fransız doktorlarından

Mösyö Lelu birçok eserlerinde dehayı ‘dalalet-i his’ teşbih eder ve bu fikrini ispata

medar olmak üzere Sokrat ile Pascal’ı piş-i tetkike alır.

Spiritualist feylosoflarından Mösyö Vaşromoyı’nın beyanatına itiraz ederek

der ki: Hayat-ı beşerin tabakat-ı sathiyesinde tevkif edilerek deha ile maraz-ı dimağ

beynindeki bazı meşabehetlere aldanılacak yerde ahval-i ruhiyenin tetkikatına

girişilse menafi elaza almasının bir hal-i marazi olmak üzere telakki ettikleri bu

meselede bilakis aklın, hissiyatın, ihtiyar-ı varadenin bihakkın tevsi ettiği görülür.

Sokrat’taki kadr-i selim bir akıl, serbest bir ihtiyar, mükemmel bir tevazen-i kuvva

kimde bulunabilir? Bunlar saht ve selamet-i ruhun delaili değil de nedir? Möro

isminde bir tabip aynı iddiayı daha ileriye götürerek ‘deha’yı ihtilal-i dimağı nevinde

bir madde olmak üzere telakki eyler. Onun fikrince daha bir maraz-ı asabiyedir.

Bunu ispat için delail gösterir. Bu delail iki kısma ayrılır: Meşabehet, istişhadat-ı

tarihiye. Mösyö Möro, birinci derecede birçok dâhilerin teşkilatı ile delillerin

teşkilatının aynı hâlde olduğunu söyler. Đkinci derecede iştişhadat-ı tarihiyeye

müracaat ederek şu neticelere vâsıl olur.

1. Dâhilerin birtakım garabetleri, dalgınlıkları vardır ki bu hâl adeta bir

hastalığa benzer.

2. Dâhilerin teşkilatı, bünyeleri alelumum marazidir. Bunlar ekseriyetle

cılız, kambur, sağır adamlardır ve ekseriya ‘nüzul’den vefat ederler.

3. Birçok büyük adamların ‘dalalet-i his’ oldukları müspettir.

4. Şu tadat olunan ahvale bazı büyük adamlar da tesadüf olunmazsa mutlaka

ecdat ve ahfatların da o ahvalin mevcudiyeti tahakkuk eder.

Feylesoflardan Poljane, Doktor Möro’nun bu efkârını uzun uzadıya tenkit

etmiştir. Poljane ibtida meşabehet bahsini ele alır ve burada en evvel dehanın ne

olduğunu tarif etmek müşkilat-ı zuhur eyler. Çünkü Doktor Möro ‘deha’ için şiddet-i

heyecan lazımdır dediği hâlde Poljane “Doktor Möro zahir hâli hakikat zannediyor.

Bazı müstesniyatı umuma teşmil ediyor, diye şikâyet ederek ‘deha’nın bir tevfik-i

Page 455: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

437

akliyeden ibaret olduğu ve dâhilerin hiçbir vakit ama bir kuvvete minkat olmayıp

kendilerine sahip oldukları iddia eyliyor. Bundan başka dehâ-yı askeri, dehâ-yı ilmi

ve dehâ-yı şâiranenin de yekdiğerinin aynı addedilmesini kabul etmiyor. Bu kadar

muhtelif ahvali bir birine karıştırıp bunlardan biriyle maraz-ı dimağı arasında

görülecek bazı sathi meşabehetlere istinat ederek hepsini aynı tabiattadır, diye

mahkûm etmenin müşahedat-ı tetkikat-ı ilmiye, fenniyenin kavaninine mugayir

bulunduğunu söylüyor.

Fakat nihayet diyor ki: Haydi kabul edelim, dehanın tahayyül ettiği suretler

hep bir birinin aynı olsun, bu hâlde de maraz-ı dimağı ile dehanın aynı şey olduğunu

ispat etmek dâhilerdeki cümle-i asabiye ile diğerindeki cümle-i asabiyeyi teşrih

ederek yekdiğerinin aynı olduklarını ispat etmeye mütevakkıftır. Bu ise kabil midir?

Eskiden gelmiş dâhilerin dimağlarını nerede buluruz? Demek ki asar-ı maziyenin

dimağlarını teşrih edemeyeceğiz. Zannetmem ki bugünkü dahiler de böyle bir

tecrübeye muvafakat edebilsinler. Ortada bir hastalık olduğu katiyyen malum olan

bir meselede etba etfak edemezse ondan pek nadir olan ‘deha’ da, değil sahih, hatta

takribi bir neticeye bile vüsul nasıl mümkün olur?

Đşte bunlar birtakım müşkilat ki deha ‘meşabehet’ hususunu tetkike

başlamadan vücut buluyor.

Doktor Möro, meşabehet noktasını şöyle izah etmişti: Bazı hâllerde, hezeyan,

teheyyücat-ı dimağiye hâllerinde, hâsılı marazi, gayr-ı muntazam hadisat-ı asabiyede

ve hal-i iktizarda ekseriye akıl ve zekânın –hiç beklenmediği sırada- son derece tevsi

ettiği görülür. Demek ki hastalık devamında öyle bir hâli intac ediyor ki buna ‘deha’

diyoruz. Binaenaleyh dehanın hastanın bir halet-i maraziyesinden neşet ettiğine

inanabiliriz.

Buna karşı Poljane şu suretle müdafaa ediyor: Diğeri ahval-i maraziyede akıl

ve zekânın haml olunan doğrudan doğruya akıl ve zekâya ait değildir. Ya hafızaya ya

muhayyileye aittir. Hâlbuki bir adamın şayan-ı hayret bir hafızası, parlak bir

muhayyilesi olur da yine akıl ve zekâdan mahrum bulunabilir. Vakıan ahval-i

maraziyede vukuu söylenen ahvalden akıl ve zekâya ait olanlar da vardır. Lakin

Page 456: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

438

bunların tesirinin eski fikirler olmadığını nereden bileceğiz. Đnsan böyle bir hastada

eser-i zekâ hiç ümit etmediği için bunun ufak bir alametine rast gelince itama

kalkışır. Hem mademki beyinlerinde galat-ı kesretten başka bir fark yoktur o hâlde

niçin bazıları gösterilmiyor ki sükûn-ı kesb ettikleri vakitte dahi olup meydana bir

eser çıkarsınlar?

Đstişhadat-ı tarihiyeye gelince Poljane bu usulün de kâmilen kabul ve teslim

etmenin muvaffak olamayacağını söylüyor ve bunda pek ziyade ısrar etmeyi zait

görerek Doktor Möro’nun iddialarını piş-i tenkite alıyor:

1. Büyük adamlarda rivayet olunan garabet-i ahvalden kafasının sahih ve tabii

olmasına nasıl itimat edilebilir. Mesela Ressam Ziro’da geceleyin kalkar, avizeleri

yaktırdıktan sonra başına birçok mumlar dikilmiş büyük bir şapka giyer, o suretle

çalışmaya başlarmış, eğer bu bir latife değilse garabet-i ahval ile iştihar-ı heves-i

tıflanesinden ileri gelmiş bir itiyattır. Hem bu garabet-i ahvale yalnız büyük

adamlarda mı tesadüf olunur. Ne kadar adi adamlar vardır ki hepsinin böyle garabet-i

ibtilaları vardır. Yalnız ehemmiyetleri olmadığı için kendilerine dikkat edilmez.

Dalgınlık hâli de herkeste görülebilir. Maraz-ı dimağı insanda bir şeye dikkat

etmek kuvvetinin ihtilaliyle müterafık olduğu hâlde dâhilerde bu dikkat hassası

ziyade mevcuttur. Binaenaleyh kendilerini şiddetle meşgul eden bir şeye ziyadesiyle

dikkat edince tabii diğer ehemmiyetsiz şeyleri unuturlar, dalgın olurlar bu dalgınlığa

yalnız dâhilerde mi tesadüf edilir?

2. Dâhilerin hastalıklı olma iddiası salim değildir. Vakıan bazı hasta ve büyük

adamlar görülmüştür. Lakin bunu hiçbir vakit bir kaide-i umumiye olmak üzere

gösteremeyiz. Bu olsa olsa maddi ve cismani adem-i tenasubun tecelli-i deha için bir

mani olmadığını ispat eder, o kadar; cılız, topal… ilh olmak iktiza ettiğini anlatmaz.

Ne kadar malulin vardır ki hiçbir şeye yaramazlar.

3. Birçok büyük adamların dalalet-i his sahibi olduklarına gelince burada adi

‘dalalet-i his’ ile maraz-ı dimağı tefrik edip ona göre mütalaa etmelidir. Büyük

adamların dalalet-i hisleri hakkındaki rivayatta ancak bir kayd-ı ihtiyat ile kabul

olunabilir. Mesela Napolyon General Rape eliyle semayı işaret ederek: “Şu necm-i

Page 457: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

439

münire bak, orada önünüzde parlıyor, rehberlik ediyor” demiş. Bunu dalalet-i hisse

atfetmektense Napolyon’un arzu arasında intişarı faidebahş olacak bir fikri generale

ilga etmek arzusunda bulunduğuna hükmetmek daha doğru olur. Doktor Möro’nun

getirdiği misaller bazı ahvalde ‘deha’ ile beraber ‘dalalet-i hiss’in de

bulunabileceğini gösterir. Fakat bundan ikisinin yekdiğerine merbut olduğunu

istintaç etmek kavaid-i mantıkiyeye mugayirdir.

Dâhilerin maraz-ı dimağı, istidatları olduğu dahi teslim edilebilirse de bundan

ikisinin aynı şey, aynı maraz-ı neticesi olduğu çıkarılamaz. Mesela insan hızlı

yürüyünce vücuduna kırıklık gelir, çok yerse su-i hazme uğrar; fakat yürümek ve

yemek hatt-ı itidalde kalırsa ifratı hastalığı mintaç oluyor diye bunlara da hastalık

denemez ya. Bunun gibi mesai-i akiliyeyi su-i istimal eden dehanın nihayette tecnin

edebilmelerinden tutturarak hadd-i itidalde kalan dehanın bir hastalık olduğuna

hükmetmek caiz midir?

4. Mösyö Möro en ziyade veraset-i keyfiyetine ehemmiyet veriyor; maraz-ı

dimağiye temas eder bazı ahval-i asabiye ile deha beyninde bir irtibat-ı ırsi

bulunduğunu söylüyor. Fakat bundan dolayı Mösyö Möro’nun ileri sürdüğü netayici

kabul etmek tecyiz olunamaz. Mösyö Möro dehayı tevellüt edebilecek ahvale-i

maraziyeyi o kadar tavsi ediyor, dalalet-i his, serace, dilsizlik, sağırlık, körlük,

sarhoşluk, mevt-i fecai, nüzul gibi şeyleri hep vasıta-i veraset ile dehaya intikal

edebilmeye o kadar müsait görüyor ki bir dâhinin uzak yakın akrabası arasında

mutlaka böyle bir adam bulmak kabil olur. Binaenaleyh bu delil ile de hiçbir şey

ispat edilmiş olmaz.

Yalnız ‘deha’da verasetin de tesiri bulunduğu kabul olunabilir. Fakat misalen

intikal eden bu şerait-i uzviye ne derecededir? ‘Deha’nın vücudu için elzem olan

şerait-i saire ile münasebatı ne merkezdedir? Buralarını aramak göstermek iktiza eder

ki Doktor Möro bunları yapamamıştır.

Dehanın akıl ve zekâ üzerine fosforik tesirinden ileri geldiği hakkında da bir

faraziye var. Almanya’da Fuirbah bu fikri o kadar ciddi telakki etmişti ki az miktarda

fosfori havi olduğu için patates zerinin Avrupa’da terakkisini kemal-i teessüfle

Page 458: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

440

telakki etmeye başlamıştı. Bu mesleğin müessis ve mürevviclerinden kimyager

Kuyirbey ifadesine nazaran adi bir adamın dimağında yüzde iki buçuk, bedlalin

dimağında yüzde bir, bir buçuk, delininkinde yüzde dört, dört buçuk fosfor vardır.

Hâlbuki Laseni ve Karami namı zatların tetkikatında delilerle adi adamların

dimağlarındaki fosforun miktarı mütefavit olduğu sebat olmamış, binaenaleyh bu

fikri dahi meşkûk ve gayr-ı müspet kalmıştır.

Đşte deha hakkında mevcut olan efkâr-ı muhtelifeyi hülasa ettik. Bütün şu

mütalaalardan tebeyyün ettiğine göre dehanın bazı fizyolojik şeraiti vardır ki bunları

tayin etmek müşküldür. Filhakika deha neden neşet ediyor? Dimağın şeklinden mi,

kendisinden mi, dimağda tesadüf olunan fosforun kesretinden mi, yoksa asabın

harekâtından veya kanın tesirinden mi? Đhtimal ki bunların hepsinden! Her hâlde

teşkilat-ı cismaniyenin, bünyenin, mizacın –sair kafa-i tezahürat-ı akliye için olduğu

gibi- deha için de bir şart-ı ibtidai ve ırsi olduğu muhakkaktır.

Hippolyte Taine’nin zaten kabul ettiği bu nokta-i esasiye teslim edildikten

sonra müşarunileyh beyanat ve delaili de nazar-ı ehemmiyete alınarak muhitan-ı

ihtiyar ve iradenin, adatında ‘deha’ üzerinde büyük bir tesiri olduğu kabul olunmak

lazım gelir.

Demek oluyor ki ‘deha’ da ibtida bir istidat-ı fıtri, sonra bu istidat-ı fıtriyenin

vecihe-i azimetini tayin eden birtakım esbap var. Fakat bir eserin mahsul-i deha

olduğunu nasıl anlayacağız? Bir mahsul-i deha görüldüğü vakit ona karşı bir takdir i

methiraneye kapılmaktan kendisini men edemez, bunu anlar. Lakin bu hiss-i takdir

neden gelir? Asar-ı dehaya neden meftun oluyoruz?

Kant bu sebebi asar-ı dehada hissedilen kuvve-i icat ve ihtira üzere tayin

etmek ister. Meşarunileyh dehayı tanımak için birtakım evsaf göstermiştir. Ezcümle

dahiler de metin bir şahsiyet vardır, der.

Yine Kant’a göre dahiler insaniyet için birer numune-i imtisal, birer

rehberdir. Onların avazeleri asar-ı maziye ve hazırada daimi bir seda bulur. Demek ki

dahiler evvela bir şey bulacak, bunu kendi kendiliğinden bulacak ve buldukları şeyde

daimi surette payidar olacak.

Page 459: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

441

‘Deha’ için gösterilen evsafı kâmilen tadata kalkışırsak bahsi mümkün değil

bitiremeyiz. Binaenaleyh tafsilat-ı enfeyi kâfi add ile şu bahse hitam verelim.

27 Temmuz 1314

Hüseyin Cahit

SF, Nu. 388, s. 379-382

Page 460: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

442

HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 14

-Sanat ve Şiirin Đstikbali 1

Keşfiyât-ı fenniyenin şiir kâinatını izale edeceğini iddia eden hükema

Avrupa’da yok değildir. Bizde de buna benzer bazı laflar görülüyor, fakat bunlar ya

asâr-ı garbiyede şöyle bir tesadüf olunan meclislerin yalan yanlış tekrarlarından

yahut bütün bütün biesas mütalaat-ı indiyeden ibaret olduğu cihetle ret ve cerhleri

için uğraşmaya hacet görmeyeceğiz.

Şimdiye kadar ‘Hikmet-i Bedayi’ makalelerinde asâr-ı sanatın ne suretle

vücut bulduğu, sanatın ne demek olduğu, asar-ı sanatın takdir ve kıymeti için nasıl

bir mikyasa müracaat edileceği –Avrupa hükemasının en makbul eserlerine istinat

edilerek- mümkün mertebe izah olunmuştu. Şimdi bu malumatı ikmal için sanatın ve

bilhassa şiirin istikbaline dair bazı tafsilat vermek zaruri bulunuyor. Filhakika ulum

ve fünun az bir zaman sonra şiir ve sanatı mahvedecekse artık bunlarla uğraşmaya ne

lüzum kalır?

Henüz otuz dört yaşındayken vefatıyla âlem-i şiir ve hikmeti müteessir eden

Fransız hükemâ-yı edebiyesinden Janmari Kuyo bu noktayı güzelce tetkik ederek

sanatın istikbali olmadığı iddiasında ısrar eden muterizini bihakkın ilzam etmiştir.

Mubahese-i Atiye’yi eserinden iktibas edeceğiz:

Şiir ile sanatın yavaş yavaş ortadan kalkacağını iddia edenler âlem-i menafi’l-

azaya tarihe ve âlem-i ahval-i ruha istinaden serd-i mütalaat ediyorlar. Şimdi bunları

birer birer tetkik edelim.

Sanatı hakkıyla tevsi edebilmek için halkta, yani sanatkârın etrafında,

mahallesinde pek büyük bir meyil ve muhabbet mevcut olmalıdır. Mesela

Yunanistan’da heykeltıraşlık son derece tekemmüle ulaştığından, hüsn-i cismani için

bir meyil bulunmasından Yunaniler nazarında güzellik adeta mukaddes

addedilmesinden neşet eylemişti. Hâlbuki zamanımızda bedenin güzelliği, kuvveti

insanların gaye-i emeli değildir. Zaten güzel şekillere, tezyinata iptila hep akvam-ı

iptidaiyede görülür. Zamanımızda da pek temeddün edemeyen kavimlerde hatta

Page 461: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

443

erkeklerde tezeyyüne pek ziyade ehemmiyet vererek bilhassa hüsn ve kuvvet, elbise

ile hoş görünmeye hevaheşkerdirler. Hâlbuki medeniyet –Darvin’e ve Spensır’a

göre- sanatın tahakküm-i esasiyesi olan bu sevâik-i tabiiyeyi derece derece

mahvediyor. Bugünkü erkekler üzerlerindeki rahat fakat çirkin libaslar altında güzel,

mütenasip bir gövdeye, kuvvetli izaleleri malik olmaya o kadar ehemmiyet

vermiyorlar. Vakıan şu hâl, işvekarlık kadınlarda elan bakidir. Đlelebet bekayap

olacağı da şüphesiz gibidir; lakin bu da git gide maksad-ı asliyeden uzaklaşıyor. Asıl

maksat azâ-yı bedenin güzelliğini hissettirmek olduğu hâlde şimdi kadınlar ellerini

bile çıplak olarak göstermekten ihtiraz ediyorlar. Azâ-yı bedenlerinin safiyet ve

zerafetini muhafazaya herkesten ziyade dikkat etmeleri lazım gelen taife-yi nisa bin

türlü manalarla vücutlarının neşv ü nemasını, kanlarının devranını eşkâl ediyorlar.

Bu ahvale göre asrımızda yalnız güzelliğe meyil ve muhabbet değil hatta bizzat

güzellik bile inhitat hâlinde bulunuyor. O suretle ki mürur-ı zaman ile sanatın en

mühim mevzuu olan güzellik ortadan kalkacak. Mösyö Renan: “Ulum ve fünunun

hükümran olması güzelliğin zevalini mucep olacaktır. ”diyor. Filhakika

istatistiklerde insanlarda boyun alçaldığını, maraz ve maluliyetin çoğaldığını

gösteriyor. Taksim-i amal zamanımızda son derece, son derece de tevsi etmiş

olduğundan vücudumuzu neye tahsis etmişsek her şeyden evvel o vazifeyi kemal-i

sıhhat ve muvaffakiyetle ifa eylemesini isteriz; onu bir makine addederiz. Şekl-i

asliyesinin tağyirine ehemmiyet vermeyiz. Mesalik-i muhtelifenin kâffesi, fabrikalar,

kalemler, salonlar… ilh. Hep ırk-ı beşerin inhitat-ı cismaniyesini eşkâl-i bedenimizin

tağyirini intac ediyor; terakkiyat-ı ilmiye sayesinde birtakım maluleyn ve marazada

eskisinden ziyade yaşamaya ve çocuk yetiştirmeye muvaffak oluyor; askere hep

kuvve-i vücutlular alınıyor; şehirlerdeki tecemmuat, insal-i beşeriyyeyi az zaman

içinde bozuyor. Đşte aksi cihette vukua gelen bu istifa keyfiyeti hep çirkinliği,

maluliyeti himaye ve neşreyliyor. Vücud-ı beşerde yalnız bir uzvu ihtimam ve

itinamıza mazhar oluyor: Dimağ.

Tarih-i tabi-i beşer uleması: Medeni bir adamın cihaz-ı asabiyesi bir vahşinin

cihaz-ı asabiyesinden yüzde otuz vasidir, derler. Hâlbuki bu daha ziyade artacak ve

cihaz-ı azli duçâr-ı zaif olacaktır. Bu noktadan tutturarak tekasil-i beşeriyenin bir

kaide-i esasiyesi olmak üzere ilm-i menafi’l-aza şu kanunu istintac ediyor: Cihaz-ı

Page 462: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

444

asabi pek ziyade tevsi ederek bedenin iksam-ı sairesini yalnız yaşayabilecek ve nasıl

yetiştirecek bir hâle salih olamayacak mertebede zayıflatacak.

Đşte menafi’l-azaya istinat edilerek ortaya konulan itirazat bunlardır. Bunlara

iptida pek kestirme bir cevap verilebilir, denir ki: Đnsan böyle sırf dimağdan ve

sinirden ibaret kalması gayr-ı kabildir. Azâ-yı bedeniyesi beynindeki muvazenet

daha mükemmel olan bir ırk böyle bozuk bir ırkın derhâl yerini tutuverir. Fazla

olarak dimağ-ı beşerin istikbalde bu kadar terakki ve tealisine ihtimal verilince tabii

bu hâlin, bu kadar tevsi ve teminin medar olduğunu anlayacak kadar bir eser-i zekâ

göstermeye de kadir olduğunu teslim edilmesi lazım gelecektir. Ya zekâları bu

derece terakki edecek olan insanlar bedenlerini harap bir tevsi-i dimağiye tam

vaktinde mani olmazlar mı?

Zamanımızdaki intizamsızlık “terbiye” meselesinin henüz ulum ve fünun

tarafından ameli bir surette halledilmesinden ileri gelir. Fakat ulum ve fünunun şu

hassa-i esasiyesi var ki açtığı yaraların çare-i tedavisini de gösterir. Hıfzıssıhha ve

jimnastik kaideleri güzelce tatbik olunur. Terbiye hakkındaki ve saye-i ilmiyeye

tamamıyla riayat edilirse azâ-yı vücut beynindeki ahenk ve muvazenet muhafaza

olunmak şartıyla terakki-i daire-i imkâna girer.

Fakat haydi bu kabul edilmesin ve muterizlerin iddiası vechile azâ-yı beden

bozulmak lazım gelsin, acaba bunun istikbalde hüsn ve sanatı katiyen halleder,

edeceği muhakkak mıdır? Hayır; vakıan eşkâl-i bedenin safiyet gayr-ı methulesinde,

tenasüpünde, aza ile vezaif-i aza beynindeki münasebatın intizamında şayan-ı hayret

ve takdir bir güzellik vardı; burası inkâr olunamaz, Hâlbuki asıl güzellik, asıl hüsn-i

şâirane çehrenin ifham ettiği manada, bedenin hareketindedir. Zamanımızdaki

insanlar güzelliği bilhassa çehrede taharri ediyorlar; çehre ise cümle-i asabiyenin,

zekânın, hissiyat-ı ahlakiyenin tevsi sayesinde daha manidar bir hâl kesp ediyor.

Hikmet-i bedayi ve ilim menafiğ’el-azaya göre çehredeki çirkinliğin en esaslı

evsaf-ı mümeyyizesi şunlardır: Đleriye doğru sivrilmiş çene, elmacık kemiklerinin

çıkık, burnun yassı ve yukarıya kıvrık yahut burun deliklerinin açık olması, gözlerin

birbirinden ziyadece uzaklığı, ağzın genişliği, dudakların yalınlığı… Hâlbuki bu

Page 463: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

445

alaimi gerek aklen gerek ahlaken aşağı bir derecede bulunan ırklar da mutlaka var.

Medeniyet terakki ettikçe zail oluyor. Binaenaleyh terakkiyat-ı akliye sayesinde

bütün bütün zail olacağı da ümit edilebilir… Zaten eşkâl-i vechiye ile dimağ

beyninde gayet kavi bir rabıta olduğu inkâr olunamaz.

Đşte bu suretle istikbaldeki insanlar, sıhhat-i bedeniyeleriyle kabil-i tevfik bir

surette akıl ve zekâlarını tevsi ederlerse çehrelerinde alaim-i zekâ leman edip

duracak, beden Yunanistan-ı atik güzellerinin vücudundan çirkin olsa bile çehre

onlarınkinden elbette daha güzel olacaktır. Hem akıl ve zekânın tekmil-i vücutta

nişanesine tesadüf olunur. Görüşmek yahut kavuşmak için pek elverişli olmadığı

hâlde tefekkür ve mülahazaya yarayan bir bedenin de kendisine mahsus bir güzelliği

vardır. Güzellik ve o haysiyetle sanat bu yolda bir tahvil göstermekle mahv ve zail

olmuş demek midir?

Sanatın istikbali hakkında tarihten istintaç olunan maddiyata gelince:

Sanatlardan bazısının terakkisi heyet-i içtimaiyede bazı ahlak ve ihtiyadatın

galebesine merbut bulunuyor. Mösyö Renan diyor ki ”Đnsanlar yarı çıplak bir hâlde

gezmekten feragat ettikleri anda heykeltıraşlık bitmiştir. Kahramanlık devirleri

geçince şiirde destan yazılmaz. Top tüfek varken dasitan görülemez. Musikiden

başka her sanat mazideki bir hâlin mahsusatındandır. On dokuzuncu asrın sanatı

addolunan musiki de bir gün bitecektir. ”

Mösyö Renan ile beraber birçok zevat daha heykeltıraşlığın zaman-ı hazır-ı

ahval ve ahlakıyla kabil-i telif olmadığını söylerler. Heykeltıraşlığın tehlikede

bulunduğu teslim edilse bile zamanımızın hassa-i mümeyyizesi olan terakkiyat-ı

ilmiyenin bunda ne dâhili olduğu anlaşılamaz. Bilakis ezmine-i maziyedeki

heykeltıraşlık ilim ile yaşardı. Eski sanatkârlar, sanatlarının sarf-ı talim ile

öğrenilebilen cihetlerinde şimdiki sanatkârlardan daha âlim, daha mahirdiler.

Terakkiyat-ı ilmiye heykeltıraşlığı mahvetmek şöyle dursun belki günün birinde onu

yeniden ihya edecektir. Darvin gibi ulema tarafından teheyyücatın ifadesi hakkında

başlanılan taharriyyat kadar sanat için kıymetdar bir şey olamaz. Cümle-i asabiyenin,

cümle-i azliye ile olan münasebetinde elyevm bizce meçhul pek çok noktalar vardır.

Bir sanatkâr bunları mutlaka bilmelidir.

Page 464: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

446

Ahlak ve adatta görülen tehevvülat ise heykeltıraşlığı mahvedememiş ve

edemez. Vakıan ‘Venüs Domilo’ gibi bir heykel bundan sonra yapılamayacaktır;

fakat zamanımızdaki heykeltıraşlar tarafından eski Yunanilerin akıllarına bile

gelmeyecek surette birtakım efkârı, birtakım hissiyat-ı şâiraneyi taş üzerine tespit

etmeye muvaffak olunamayacağını kim ispat edebilir?

Hele ressamlığın devam ve terakkisi daha ziyade mamuldür. Renk ebedi bir

şeydir. Nevton tıraje-i semayı izah etmekle onu mahve muvaffak olamamıştır.

Yunanilerin birçok elvanı ifade için vazıh kelimeleri bulunmadığı malumdur.

Bundan bazı menafi’el-aza ulemasının çıkardıkları netayic-i müfredeyi istihrac

etmek tecviz olunamazsa da herhâlde Yunanilerin elvan hakkındaki hisleri

zamanımızdaki kadar tevsi etmemiş olduğu itiraz kabul etmez bir hakikattir.

Beşeriyetin lisan-ı elvanından elvan-ı beynindeki asar-ı refikadan gittikçe daha

ziyade anlamasına bakılırsa istikbale doğru bir şahrahın küşade kaldığı inkâr

edilemez.

Mösyö Renan’ın iddiası gibi –iki üç asır yaşında bulunan musikinin çok

geçmeden her şeyi tamam olarak- biteceğine kanaatine sahip olmak da muvaffak-ı

hakikat değildir. 1860 tarihinde de artık şiirin tükenip biteceğine zahip oluyorlardı.

Musikideki ahenk insanın ahval-i akliye ve manevisiyle alakadar bulunduğundan

asırlar insanlar değiştikçe musiki de değişicek ve beşeriyet ile beraber terakki edecek

demektir.

Şopen, Şuman, Berleviz gibi musikişinaslar zamanımıza mahsus ve cümle-i

asabiyenin öyle bir hâline müteallik ve merbut birtakım hissiyatı ifade etmişlerdir ki

bunlar Hendel, Bac ve Hayden gibi musikişinasların akıllarından bile geçmezdi.

Harbırt Spensır’ın ispat ettiği vechile musiki ihtirasat-ı beşeriyenin taht-ı tesirinde

olarak ahz ettiği şivenin tevsiinden ibaret olduğundan savt-ı beşeriye için tabii olan

bu tahavvülat-ı elhan cümle-i asabiyenin nezaketi arttıkça rikkat peyda edecektir.

Musiki notlarının yeni bir surette mezc ve terakkisi bir gün artık kabil

olamayacak bir hâle gelmesinden korkmak da bu mezc-i terkibin kavanin-i

Page 465: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

447

riyaziyesini bilmemekten tevellüt eder. Musikinin iki esası olan melodi, armoni

namütenahi olarak tebdil ve tahavvül olunabilir.

Mösyö Renan şiirin de istikbalinden ümit kesiyor. Yunan şiirinin

mahvolduğunu, destanların mahvolduğunu, trajedinin mahvolduğunu söylüyor. Ulûm

ve fünun barutu, top ve tüfeği ihtira etmekle istikbaldeki Homorları, Virjilleri

mahvetmiştir, diyor. Bunda belki hakkı var fakat istikbalde Hömorlar, Virjil

yetişmezse başka dahiler neden vücut bulmasın? Bugün Spensır ile Virjil’den hangisi

tercih edildiği sorulsa insan Virjil tercihinde terettüt eder. Eski destanların yerine

bugün şiir ihtisasat-ı zatiyelerinden bahis olan samimi şiirler kaim oldu. Zaten destan

tarzı mehasin-i şiiriyenin en yüksek derecesini ihraz eylediği nasıl ispat olunabilir?

Hatta zamanımızda bu top gürültüleri arasında yine eski destanlara muadil olacak

yolda yeni destanlar mesela ‘Menkabetü’l-Asar’ “La legende des siecles” gibi bir

eser yazılmamış mıdır?

Yunan trajedilerinin bugün mahvolan cihetleri suni, gayr-ı tabii olan

yerleridir. On yedinci asır miladının trajedileri bile başka bir zamanın trajedileri gibi

duruyor. Bugün hatta romantizm şiirinde birçok şeyler ihtiyarlamıştır. Fakat şiirin

böyle bazı hususi tarzlarının daimi surette bozulup değişmesinden bizzat şiirin

bozulup mahvolmasına ne hak ile hükmedebilir?

Tarihe istinat edilerek sanatın istikbali hakkında serd olunan son bir itiraz da

zamanımızın vakayı-ı siyasiye ve iktisadiyesinden çıkarılıyor: ‘Bugün sanatın

hüsnün hâkimi, mümeyyizi umum-ı halk olduğundan sanat, bilnispe cahil ve gayr-i

mütereffi olan avam-ı halkın seviye-i idrakine sükût edecektir; Hâlbuki sanat

avampesendane olamaz. ’ deniliyor.

Bu itirazı dermeyan edenler şurasını unutuyor ki avam-ı halkın her zamanda

kendisine mahsus, kendisinin seveceği bir sanatı vardır. Zamanımızda halkın az çok

kaba tiyatroları, adi şarkıları, ehemmiyetsiz musikileri, cinai romanları sevdiğine

bakılarak: “ Sanat tenezzül ediyor, sükût ediyor. ” diye haykırılıyor. Hâlbuki böyle

şeyler eskiden de var idi. Ocak başlarında vaktiyle hikâye edilen hudut hikâyeleri

yerine şimdi cinai romanlar kaim olmuştur.

Page 466: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

448

Bugün sanatkârlar arasında da, ulema arasında olduğu gibi bir nevi taksim-i

amal caridir. Para kazandıran adi bir sanat ile her zaman işe yarayan sathi bir ilim ve

fen vardır ki bunların mevcudatını âli bir sanatın ulum ve fünun-ı aliyenin

mevcudiyetine mani olmaz. Tütün fabrikaları içinde mühendisler bulunduğu gibi

avam-ı halkın nazarlarını, kulaklarını meclup etmek için de romancılar, şarkıcılar

var.

Mahsulât-ı sanatkârane dahi arz ve talep kaidesine tabidir. Yalnız, talepler

hangi sınıf-ı halk tarafından vuku buluyorsa ona göre değişir. Bu sınıf arasındaki fark

ise bazen bir asır ile diğer asır arasındaki fark kadar azim olabilir. Đşte üdebayı

cedidenin karileri ile eski ve yeni üdeba-yı atike namlarını elan şura-yı kiramın

karileri arasındaki fark bu kabildendir.

Hâsılı her sınıfın kendine mahsus sanatı, meşhur adamları vardır. Bir büyük

asr-ı tarihi kendisini tehi eden avam-ı mazluma-i idadiyeden nasıl sarf-ı nazar

edemezse bunlar da birbirinden istisna edemezler. Avampesendane sanatların

mevcudiyetini tatbik edecek, bundan dolayı teessüf eyleyecek yerde bilakis mahtut

olmalıdır. Çünkü mesela edebiyat-ı cedide gibi, bilnispe yüksek olan bir sanatın kadir

ve kıymeti, ulviyeti diğer aşağı sanatlara edebiyat-ı atikeye nispetle anlaşılır. Halk âli

noktaya vüsul için daima tabaka tabaka savde muhtactır. (Nitekim Edebiyat-ı

Cedideden lezzet almayan akvam, diğer bayağı eserleri okuya okuya artık bıkarak ve

onların boşluğunu anlayarak bu edebiyatı hakkıyla takdire mecbur olacaktır. )

Bazı tarih şinaslar da usül-i idare-i avamın tamim edeceği, bundan dolayı

sanatın ve alelumum zekâ-yı beşerin tedenni eyleyeceği iddiasındadır. Bu zevat

muhakemelerini şu yolda yürütüyorlar: Usul-i idare-i avamın gaye-i hayalisi insanlar

arasında müsavat-ı siyasiye, hatta müsavat-ı iktisadiyedir. Bu müsavat-ı siyasiye ve

iktisadiye akıl ve zekâda da bir müsavat husule getirecek bu vasıta hâli ise –ancak

tevfik-i deha sayesinde yaşayan- sanatı mahvedecektir.

Müsavat-ı siyasiye ve iktisadiyenin akıl ve zekâda dahi müsavat husüle

getireceği henüz ispat olunmadığından böyle bir korkuya mahal yoktur. Usul-i idare-

yi avam dâhilerin şerait-i uzviyelerini tağyir edebilir mi? Tarih-i dimağiyenin adedini

Page 467: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

449

yahut dimağın sıklığını tenkıs eyleyebilir mi? Usul-i idare-i akvam dimağları böyle

tenzil edecek olursa buna tabi bir kavim mahvolur. Çünkü beynelakvamın en birinci

kanunu mücadele-i hayatiyedir. Bu mücadelede en müessir kuvvet de akıl ve zekâdır.

Eğer usul-i idare-i akvam akıl ve zekâyı tenkıs, dehayı mahvederse ona tabi olan

kavim istikbalde payidar olamaz, galebe edecek kavimler sahib-i deha olanlardır.

Binaenaleyh sanat yaşayacaktır.

Hakikat-ı hâlde eşkâl-i hükümetin dimağ-ı sanatkâr üzerinde doğrudan

doğruya bir tesiri yoktur. Acaba bir vasıta var mı? Eser-i sanatın tevellüdü için elzem

olan şerait-i medeniye ve siyasiyeyi usül-i idare-i akvam tedarik etmez mi?

Sanatkâr çalışmak ve eser meydana getirmek için her şeyden evvel azadeliğe

muhtaçtır. Usul-i idare-i avam tahtında bu şartı maziyade bulur. Bundan başka

sanatkâr mecburiyet-i iaşeden de oldukça uzak kalmalıdır. Şerait-i içtimaiye herkes

için ne derecede müsavi olur. Herkes alacağı gündeliğe ne kadar itimat ederse erbab-ı

sanat bu ikinci derece azadelikte o kadar nail olur.

Vakıan eskiden sanatkârlara bazı büyük zatlara maaş tahsis edilirdi. Fakat

buna mukabil sanatkârların tenzil ettikleri mevki kendilerinin çalışabilmelerine daha

ziyade mani olurdu. Hâlbuki ikinci surette sanatkâr bu ihtiyacını maziyade izale

etmiş olur.

Sanatkârlara biraz takdir, dost ve taraftar da lazımdır. Bazı sanatkârlar

bunlardan mahrum kalmışlardı. Badema acaba daha ziyade mi mahrum kalacaklar?

Zamanımızda bir dâhinin şikâyet edecek hiçbir sebebi yoktur. Çünkü şimdi bu şeraiti

daha suhuletle istihsal edebilir. Vaktiyle yalnız bir sınıf-ı mümtaz sanatla iştigal

ederdi, bu sınıfın da birçok adabı ve kavaidi bulunduğundan bunlara tecavüz

etmemek elzemdi. Hâlbuki şimdi kuyut zail olmuştur. Erbab-ı deha bir devrenin az

çok bozuk olan zevkini kendilerine göre ıslah ederler. Bu zevki ıslah etmek ise bir

akademinin keyfini değiştirmekten elbette daha kolaydır.

Her vakit dâhileri az çok takdir etmeyenler de olmuştur. Bunun böyle olması

kabil değildi. Çünkü dahiler umumun zekâvat-ı vasıtiyesinden daima ve ileride ve

ona faik bir derecede bulunduğundan herkes kendilerini anlayamaz. Herkesten

Page 468: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

450

mutlaka bir hüsn-i kabul görmek için tam zamanına tesadüf etmelidir. Mesela bir

balıkçı, kayıkla sahile geldiği vakit yüksek bir dalganın kendisini kumlar üstüne

atmasını intizar eder. Fakat dahiler ekseriya istical ederek daha denizin ortasında

iken ‘Kara!’ diye bağırırlar ve çıkmak için atılırlar ve çakmaya da muvaffak olurlar.

Zamanlarında hakkıyla takdir edilmiş pek az dâhiye tesadüf olunduğu hâlde

yine pek az dahi gösterilebilir ki istikbal kendilerini bihakkın takdir ve şanlarını âlâ

etmemiş olsun. Vaktiyle bir sanatkâr için en büyük tehlike zade-i tabiatın bir karar-ı

mahsus ile tama-i hüsran olmasıydı. Bu gün böyle bir tehlike yoktur. Bugünkü lehib-

i hüsran karilerin lakaytlığıdır. Şu kadarı var ki adem-i muvaffakiyette deha için en

müessir müşevviklerdendir.

Vakıan deha-yı şâirane ile dehâ-yı sanatkârane dehâ-yı âlimane kadar gürültü

hâsıl edemez. Yeni bir lokomotifin icadı, enfes bir heykelin meydana konulmasından

ziyade haiz-i tesirdir. Şâirlerin, sanatkârların keşfiyatı daha ketumane, daha sessiz

olur.

Đdare-i avamda hırs ve haset gibi hisler daha ziyade meydan alacağından

dâhilere kıskançlık gösterilecektir, diyenler de vardır. Fakat dehâ-yı siyasi ile dehâ-yı

sanatkâraneyi tefrik etmelidir. Zamanımızda mesela Gono’yu, Renan’ı kim kıskandı?

Sanatın istikbali için bu bahiste son bir itiraz daha kalıyor ki o da şudur:

Bugün herkesi istila eden sevdâ-yı kesb-i vakar ile sanat itlaf edemez, harafet ve

ticaret sanatı mahvedecektir… Vakıan hayatın ihtiyacat-ı mübreme-i adiyesi ile pek

meşgul olmanın bunlara karşı ruy-ı istiğna göstermeye muhtaç olan sanat ile itlaf

edememesi bir dereceye kadar sahihtir. Fakat bu iptila yalnız sanatın değil, ilim ve

fennin de düşmanı, ikisinin de adū-yı müşterekidir.

Bu hâli medeniyetin terakkisine hamletmek asla doğru değildir. Bu, akvamın

tabiatlarına bağlı bir şeydir; her zaman da görülmüştür. Bazı insanlar dünyada refah-ı

hâlden, vücutlarının rahat etmesinden başka bir gaye-i hayali aramadıkları gibi bazı

kavimlerin de ticaretten başka emelleri yoktur, Kartacalılar gibi. Hâlbuki kadim

Yunaniler bu menfi-i maddiye endişesi ile taharriyat-ı akliyeyi pek güzel telif

eylemişlerdi. Asrımızda Đngilizler bir taraftan hareket-i cedideyi icat etmekle beraber

Page 469: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

451

diğer tarftan Şekspir ve Lord Byron gibi iki dahi ile şiir ve edebî ihya etmediler mi?

Bu güne kadar Amerikalılar da birinci derecede bir şâir görülememesini usül-i

idarelerine hamletmekten ise bizzat kendilerine kendiliklerine atf eylemek elbette

daha doğrudur.

Hülâsa; tarih bize sanatın değiştiğini ve bu tahavvülün, ahlak, heyet-i

içtimaiye, lisan hatta şekl-i idarece husule gelen tahavvülata merbut bulunduğunu

gösteriyor. Lakin bu tahavvülatın sanat için şimdiki hâlde bir inhitat demek olduğunu

yahut istikbalde inhitatta badi olacağını ispat etmiyor.

Daha ileriye giderek diyebiliriz ki: Bir vücud-ı hassas için terakkinin en

birinci alameti nedir? Teheyyücat-ı sabıkasının ulvi ve güzel olarak havi bulunduğu

ihtisasata malikiyette devam ile beraber, birtakım yeni ihtisasat ve teheyyücata malik

olmak değil mi? Đşte zamanımız adamları buna nail olmuşlardır. Zamanımıza ve

muhitimize ait olan sanattan zevk almakla beraber diğer bir devrin asâr ve efkârından

zevk almaya da kadir bulunuyorlar. Avrupalılar mesela Alfret de Möse’yi, Vıctor

Hugo’yu, Bethooven’i daha ziyade sevdikleri hâlde Rasin’i, Hayden’i dahi

anladıkları gibi biz de şimdi Ayın Nadir’i Cenap Şehabittin’i kendi ihtisasat ve

tehayyücatımıza daha ziyade muvafakatlarından nâşi tercih ettiğimiz hâlde Fuzuli’yi,

Nedim’i, Şeyh Galip’i de seviyoruz. Avrupa’da Bovello’nun Hayde’nin –şimdi

birden bire dirilseler- Victor Hugo’yu, Berilyoz’u anlamaları müşkül olduğu gibi

bizde Fuzulilerin, Nefilerin, bugün ilm-i hayata avdetleri mümkün olsa Tevfik

Fikret’i, Hüseyin Sait’i anlamalarına hiç ihtimal verilemez.

Demek ki zamanımızda hikmet-i bedayiye ait olan hassasiyet bir taraftan

rikkat peyda ettiği hâlde yine mahvolmuyor. Bilakis gittikçe inceleşiyor, karışıyor.

Bu ezmine-i ahirede akıl ve zekânın tevsi etmekte olmasından neşet eder. Şüphesiz

her sanat alışık olmadığı bir muhit içine düşecek olursa eskisi gibi yaşayamaz; fakat

bundan dolayı mahvolması da lazım gelmez. Asar-ı mahallide edebiye sevahik-i

cibal-i müteselsile gibi yoksa yan yana yükselirler; birbirini ne ezebilirler, ne

örtebilirler.

13 Eylül 1314

Hüseyin Cahit

Page 470: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

452

SF, Nu 394 s. 52-55

HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 15

-Sanat ve Şiirin Đstikbali 2

Sanatın istikbalinden nevmit olan bazı hükema, bu son zamanlarda pek

ziyade terakki eden huruf-ı muhtelifenin de sanatla kabil-i olmadığını söylüyorlar.

Bugün icat olunan makinelerde hayalin telezzüz edeceği, meşgul olabaliceği bir şeyi

bulunmadığı gibi istikbaldekilerde de hiç bulunmayacakmış.

Bu zatlar bir noktada yanılıyorlar. Zannediyorlar ki bir cisimde bizim

hayalimizi cezbeden şey onun izhar ettiği kuvvet-i tabiiyedir. Bu doğru olsa haklarını

teslim etmek lazım gelir. Çünkü bir yel değirmeni, bir yelken sefinesi görülünce

derhâl insanda bunları tahrik eden rüzgâr fikri hâsıl olur. Yeni makinelerde ise hiçbir

fikir hâsıl olmaz. Biçare elektrik gibi kuvve-i muharrike makinelerin içinde gizlidir,

makinelerde gittikçe küçülmeye, sadeleşmeye meylediyor; nazarlarımızda azim bir

kuvvet tecessüm ettirmekten aciz kalıyor. Hâlbuki uzaklarda deniz üzerinde dolaşan

bir geminin beyaz ve hafif yelkenini görünce rüzgârın tahriki aklımıza gelir de bunu

onun için mi sever, beğeniriz? Hayır, burasını düşünmeyiz bile; bir geminin hareketi

ne kadar kendi kendiliğinden hâsıl oluyor gibi görünüyor, sanki bir kuşun darbat

cenahına benzerse onda o kadar letafet görür, o kadar beğenir. Demek bu gemide

bizim sevdiğimiz şey rüzgârdaki kuvveti göstermesi değil belki o kanatlara benzeyen

yelkenleriyle hayalimizde bir hiss-i hayat uyandırmasıdır.

Yel değirmeni de harekette iken, kendisinde zahiri bir hayat var iken güzeldir.

Đşlemeyen bir yel değirmenine yakından bakılacak olursa pek çirkin bir makine

olduğu görülür. Bir makine kendisini taharrik eden kuvve-i hariciyeyi ne kadar az

izhar ederse hikmet-i bedayi nokta-i nazarından o kadar çok kıymeti haizdir. Bir

mevcud-ı zihayata ne kadar çok benzerse o kadar güzeldir. Şu hâlde, terakki-i

hareketin hikmet-i bedayi ile itlafı veya adem-i itlafı meselesini halletmek yeni

makinelerin zihayat makinelere benzemeye gittikçe takarrüp edip etmediklerini

anlamaya vabestedir.

Page 471: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

453

Bugün biliyoruz ki erbab-ı harfetin gaye-i amali mümkün olduğu kadar az

kuvvet sarf ile çok mahsül idrak etmektir; bunun için makineler harekâtında çok

sühuletine destires olmak isterler, yani mümkün mertebe zihayat mahlûklara takribe

çalışırlar. Çünkü kuvvet en ziyade hayatta tasarruf olunur.

Bu sözlere bakıp da şimdiki makinelerin kaffesini resimde ve heykeltıraşlıkta

numune ittihazına şayan birer eser-i hüsn ve zarafet addettiğimize sahip olmamalıdır.

Vakıan bu makinelerde de bir hayat vardır, lakin bu hayat-ı mugayir-i tabiat bazı

mahlûkatta görülen hayata benzer. Hatta bunlar şeklen bile tabiatın ilk

zamanlarındaki fil ve mamud gibi mahlûkat-ı acibeyi andırırlar. Fakat yine bazı

makineler vardır ki onlarda adeta bir hüsn-i şâirane münderictir. Tabiatın kuvve-i

mihanikiyesi onlarda o kadar iyi tatbik edilmiştir ki adeta yeni bir mahlûk gibi

meydana çıkmışlardır. Harfet-i beşeriyeyi böyle bir gışave-i rakike-i şiir ve hayat

altında gösteren halet-i fevkattabiiyeye mürur-ı zaman ile ve makine âleminin

terakkisiyle daha ziyade artacaktır. Lokomotif ilk icat olduğunda kaba çirkin bir

makine idi. Çünkü hareket etmek için ne kadar kuvvet, mesai sarfına mecbur olduğu

hep görülürdü. Kukla temaşasından bir zevk alabilmek için iplerini görmemek lazım

geldiği gibi bir makinenin hüsnü tamam olmak için de âlem-i mihanik nokta-i

nazarından nakayısını izaleye lüzum vardır. Bugün arzū-yı beşer gibi haiz-i iktidar

olan bir lokomotifin demir hatları titreterek uçması –ne denirse densin- yorgun bir

atın sürüklediği hakir bir tahta arabadan elbette güzeldir.

Şimendiferlerde güzel olmayan bir şey varsa o da yolların ameliyat-ı

inşaiyesidir. Asma köprülerde, o tünellerin karanlık ağızlarında vakıan bir letafet

görüyoruz lakin o dümdüz uzanıp giden o yeknesak demir hatlarda ruhu cezp edecek

bir şey yok. Fakat ne çare bu kadarı zaruridir. Güzel bir heykeli durdurmak için de

altına kocaman bir ayak yapmak ihtiyacı vardır. Hem şimendiferlerin şu hassası inkâr

olunamaz: Bunlar merakız-ı medeniyeyi bir birine takrip ederek seyahatleri teshil

eder ve bu suretle insanlarda hissiyat-ı bedianın terakkisine vasıta olur. Đhtimal ki bir

gün balonları istenilen cihete sevk ve tahrik etmek katiyen kabil olur da insan bir kuş

gibi arzu ettiği yere gidebilir ve bu suretle vasıta-i nakliye daha şâirane bir kisveye

girmiş olur.

Page 472: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

454

Lokomotiflerden başka daha birçok asar-ı harefenin de kendilerine mahsus

güzellikleri yok değildir. Kalelerden, sefinelerden dışarıya topların uzanışı, bu

dehşetli ağızlar, pusuda bekleyen bir göz gibi parlayan bu mücella çelikler dehşetle

karışık bir hüsne malik değil midir?

Telgraf direkleri vakıan bazen telgraflarımızın hüsnünü ihlal ediyor, lakin

bazı ormanlarda daldan dala uzatılmış birer kavis halinde uçurumların üzerinde

sarkarak geçmesi bilakis manzaranın güzelliğini artırmıyor mu? Vapurların da bir

güzelliği, bir zarafeti vardır. Bir vapur uzaktan bir nokta halinde görülür; yaklaştıkça

cisamatı fark olunur, fakat o kadar sühuletle tekarrüp eder ki insan korkamaz;

etrafında sular hep kaynaşır, çok geçmeden işitilen düdükler, feryatlar, iniltiler

dehşetli, bunlar bir canavarın avaze-i neşatına benzer. Đnsan onun o siyah kitlesini

ihata eden o beyaz köpükler içinde tepindiğini, nefes aldığını hisseder.

Đşte makinelerin bir kısmı zaten güzel, bir kısmı da gittikçe güzelleşmeye

meyyal olduğundan terakki-i harefetin esas sanat olan hüsnü izale edeceğini iddiaya

mahal yoktur.

Buraya kadar ki mütalaat hep sanatın şerait-i hariciyesine ait idi. Görülüyor ki

bunlar sanatın istikbalini mahvedecek bir sebep teşkil edemiyorlar. Buralarını ispat

ettikten sonra sanat için asıl mühim olan şerait-i asliye ve maneviyeyi de tetkik

etmek iktiza eder. Çünkü zamanımızda ‘fikr-i ilmi’ tesis ederek yavaş yavaş

beşeriyeti kabza-i idaresine almakta olduğundan bu fikir ile sanatkârlığın en birinci

levazımından olan hayal, his ve zevk-i tabi-i icadın imtizac edip edemeyeceğini

bilmeliyiz. Bu meseleyi halletmek için âlem-i ahval-i ruha müracaat edeceğiz.

Bazı ulema ve hükemaya göre fikr-i âlemin tevsi-i hayal-i şâiraneyi keser ve

tevakkuf edecektir. Filhakika hayal-i şâirane serbestçe pervaz edebilmek için biraz

karanlık ister. Şua-i şems ile baştanbaşa münevver, her tarafı kâmilen meşhut, apaçık

büyük bir yolda şâirane hiçbir şey yoktur. Bir sahranın güzelliği, şiiri küçük küçük

ormanlarda, korularda görülmeyen, bizden kaçar gibi duran gizli noktalardadır.

Akşam vakitlerinin o nakabil tarif-i halvet ve letafeti bize eşbah-ı hakikiyeyi nim-i

meşhut bir hâlde bulundurmasından ileri gelir. Muhatap da her şeyi tahavvül eder, en

Page 473: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

455

adi yollar şiir ile dolar, muhitleri hattıyla tefrik olunamayan mevcudat bir güzellik

iktisap eder. Şuâ-yı kamer her şeyi tatlı ve şeffaf bir sehabe içinde yüzüyor gibi

gösterir. Đşte bu sehabe bizzat şiirdir, bu rakik bulut şâirin kendisinde, kendi

gözündedir, tabiatı bunun arasından görür. Bunu izale ediniz, ihtimal ki kendisinin

hülyalarını ve bu hülyalar meyanında güzelliği de mahvedeceksiniz. Đhtimal ki şiir

vazıhen görülmediği hâlde şüpheyle bilinen şeyler de vardır. Hicap ve iffet aşkın

şiiridir, ketm ettiği şeyin letafetini daha ziyade tecelli ettirir. Tabiatın esrar-ı hilkatini

öğrenmek isteyen şâir, namuslu bir kadını ram etmek isteyen bir âşık, gibidir. Pek

çabuk nail-i emel olursa şüphesiz iptida kendisi pişman olacaktır. Şu semâ-yı

namütenahi bizden pek çok şeyler ketm etmeseydi ayaklarımız altında çiğnediğimiz

arzdan ne farkı kalırdı? Tabiat bir meçhuliyet altında mestur kaldıkça güzelliğini

muhafaza eder, hüsnün tarihi esrarı anlaşılır, artık meçhul hiçbir noktası kalmazsa

ihtimal ki o da ebediyen ortadan kalkar.

Đşte esrar-ı tabiattaki şiiri nihaniyi muhafaza ve müdafaa için dermeyan edilen

delail bunlardan ibarettir. Fakat hayal-i şâirane ile ulum ve fünun arasında irae

edilmek istenilen bu zıddiyet pek sathidir. “Şiir de ulum ve fünun gibi tabiatın bir

tefsirinden ibarettir. Fakat ulum ve fünunun bu yoldaki tefsiratı hiçbir vakit

şiirinkilerin yerini tutamayacaktır. Çünkü ulum ve fünun insanda yalnız mahdut bir

kuvvete tevcih-i hitap ettiği hâlde şiir insanın bütün mevcudiyetine hâkimdir. Đşte

bunun için şiir mahvolamaz. ” Ulemanın bütün mesaisi, tetkik ve müşahede ettikleri

şeylerden kendi şahıslarını tecrit etmek, umumi ve gayr-ı şahsi neticeler istihsal

eylemek cihetine mesruftur.

Hâlbuki yalnız görülen şeyde değil gören gözde dahi bir kıymeti vardır.

Dünyayı bizim kalbimizden çıkaramadığımız gibi kalbimizi de dünyadan tecrit

edemeyiz. Đlm-i heyetin bütün mesele ve davisi bir yere gelse biz de semayı görünce

peyda olan müphem bir rahatsızlığın, doymak bilmez bir arzū-yı vukufun

tevellüdüne mani olamaz. Đşte şiir-i semavat da budur.

Âlimler bizi memnun etmeye, suallerimize cevap vermeye çalışırlar; şâirler

ise birtakım sualler irad ile hatta bazen bir intizar-ı muzdaribane içinde bırakarak bizi

teshir ederler. Küre-i arzın ve beşeriyetin ahval ve mukadderetına dair Lamartin’in

Page 474: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

456

en güzel bir şiirinden serlevha olarak sadece bir alamet-i istifham vardır. Hiçbir keşif

var mıdır ki nihayetinde yine bir sırra, bir meçhule münhi olmasın, muhayyilenin

gittikçe vasi bir daire dâhilinde pervazına müsait bulunmasın? Hayret ve taaccüple

başlayan ulum ve fünun, esrar-ı hilkate karşı yine hayret ve taacüple biter. Şiir de

felsefe gibi hayret ve taaccüpten tevellüt eder. Demek oluyor ki ulum ve fünun bize

daima birtakım efkârı ilga edecek, binaenaleyh daima şiir mevcut olacaktır.

Muhayyile-i beşeriyenin esrarı amiz, müphem şeyler hakkında hissettiği

ihtiyaç ve iştiyak tahlil edilecek olursa bunun da bir arzū-yı vukuftan başka bir şey

olmadığı anlaşılıyor. Dar yolların, koruların bize latif görünmesine en birinci sebep

fikrimizi daima müteyakkız ve mütecessis bir hâlde bulundurmalarından, her

adımlarında bize yeni bir ufuk açmalarından neşet eder. Đffet ve hicap aşkın şiiri

olmakla beraber iffet ve hicaba şiiriyet veren sebep de aşktır.

Ulûm ve fünun gerek beşeriyet, gerek tabiat hakkındaki nokta-i nazarımızı

daima tebdil ediyor, bunlar hakkında bize yeni yeni fikirler vererek hayretimizi

mucep oluyor; hatta bazen terakki-i ulum ile çıkan netice bizi mükedder ve meyus

bile ediyor, bunu kimse inkâr edemez. Fakat bunda şâirler için beis-i endişe ne var?

Đnsan bazen bir karıncanın hâline gıpta eder. Bu hayvancığın afak-ı ruyeti o kadar

dardır ki biraz ötesini görmek için bir yaprak veya bir taş üzerine çıkmaya mecbur

olur. Onun için kumlu bir yol, küçük bir çayır, ağaç kabuğu bizce birtakım meçhul

şiirlerle malidir. Eğer bu karıncanın daire-i ruyeti tevsi olunsa birdenbire şaşıracak,

bizim dağlarımızı ormanlarımızı görünce kendisinin eskiden çöp parçalarında

bulduğu şiire tahassür edecektir.

Đşte insanlarda terakkiyat-ı ulum ve fünun ile teali ettikçe birtakım teferruat-ı

eşyanın şiiri zail olmasına, küçük şeylerin hep birbirine karışmasına tahassürler,

teessüfler ederler. Yek nazarda vasi, çıplak, her tarafı küşat bir heyet-i mecmuadan

başka bir şey görmezler. Fakat ne vüsat! Nazar buna hep hâkimdir. Bundan başka bu

âlem-i münevverin daha ötesinde zulmetler içinde neler daha ne kadar âlemler

görülür, görülecek, bilinecek daha neler keşfolunur!

Page 475: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

457

Bir de ulum ve fünunun asla mahvedemeyeceği birtakım esrar, usül-i esrar-ı

hilkat vardır ki onlarla iştigal şiir için maziyade kifayet eder. Vakıan terakk-i ulum

ile bunlarda birçoğu zail olmuştur lakin dikkat edilse görülür ki bunlar sırf ulum ve

fünuna teallük eden hadisatın sanını olarak fevkattabii bir sıfatı haiz bir hâlde irae

edilen aksam-ı caliyesinden ibarettir.

Bazı asâr-ı sanata esrar alud bir tabiat veren mazlumiyet iki muhtelif sebepten

ileri gelir: Ya –Goethe’nin, Şille’nin, Bayron’un bazı eserlerinde olduğu gibi- fikir

müphemdir yahut ekseriya- Bayron’da Şille’de Goethe’de olduğu gibi- pek derindir.

Birinci suretteki müphemiyet bir kusur, bir alamet-i zaiftir, eserin tezaid-i kıymetine

zerre kadar tesir etmez. Đkinci surette o derinlik yek nazarda mazlum görünmekle

beraber ulum ve fünunun bir gün keşfedeceği hakayık-ı münevvereyi bize şimdiden

irae eyler. Zaten şiir kendi kendilerinden garizi surette tevellüt etmiş bir âlemdir,

sanat zannedildiği gibi boş birtakım hayallerden ibaret değildir. Şiir anın efkâr-ı

ulviyesi hâli yahut istikbali piş-i intibahımıza arz eden birer hakikattir. Eğer bunlar

hakikatten külliyen arî birtakım vehim ve hayalat olsaydı bizi zerrece müteessir,

müteheyyic edemezdi. Yunan şâirlerinden Sofokl’un o güzel şiirlerinden ‘tabakat-ı

asumana kadar uzaklara intişar eden adaleti hüsn-i beşeriyet bugün hâlâ takip ediyor.

Ulema, dünyanın vazıh ve mufassal tarihini yazmaya çalışır, şuara ise menkıbe-yi

kanaati söyler. Fakat bu menkıbe tarih için sade bir vesika değildir. Ekseriya tarihten

daha doğru ve –Aristo’nun fikrince- tarihten daha felsefidir.

Tarih bize –ekseriya kabil-i ret ve itiraz- birtakım vakayığ irae eder, asar-ı şiir

ise bu vakayığın sebeb-i vücudu olan hissiyat-ı amikayı arz eyler. Saldide kavimlerin

asar-ı menakıb-ı ibtidaiyelerinde kendilerinin tabiat-ı şahsiyesi, temayülat-ı

müphemesi bütün beşeriyetin amal ve hissiyatı ile beraber görünmez mi? Miftah-ı

istikbal olan bazı kelimat-ı şâirlerin eserlerinde aramalıdır. Herakl’in yahut

Parmenid’in bazı lakırtıları, Maykıl Anjek’in bazı heykelleri, Bethoven’in bazı

besteleri zamanın tevsi edeceği neşv ü nema bulduracağı birtakım efkâr-ı cem ve

hülasa etmiştir ve o eserlerin azameti böyle dalaletlere malik olabilmelerinden

tevellüt eylemiştir. Bu gibi eserin bize mazlum gelmesi önümüzde açtıkları ufkun

Page 476: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

458

vesaitindendir. Yüksek dağlar üzerinde de sema karanlık görülür, çünkü oralarda

fezâ-yı namütenahinin bütün ziyaları doğrudan doğruya bizim üzerimize dökülür.

Cehalet, esrar alud halet-i şiir için mutlaka elzem olmadığı gibi birtakım efkâr

ve itikadat-ı batıla dahi elzem değildir. Meşhur Goethe bunun lüzumuna kanidir.

Hatta bu yolda fikirlere en ziyade inananlardan biri de kendisi idi. Napolyon’un

Vaterlo Muharebesi gibi bir muharebede şaşa-i ikbali söneceğini bir gün resminin

yere düşmesinden vaktiyle istintac etmiş buna inanmıştı.

Vakıan ibtidaları hurafat-ı diniyenin bir şiir letafeti var idi. Bu da manâ-yı

kâinata kesb-i vukuf, ahval-i âlemi izah arzusundan tevellüt eylemiştir. Mesala

eşyada da birtakım ihtiyar ve meramı tasvir ederlerdi. Hayvanat da böyle itikadat-ı

batıla yoktur. Çünkü onlar etraflarında olan biten şeyleri anlamaya ihtiyaç görmezler.

Beşeriyet gördüğü hadisatı izah etmeye kıyam edince esatir ve hurafat vadisine

sapmıştır. Bunda da bir azamet, bir şiir vardı. Ulum ve fünun bunları izale eyledi.

Fakat sanat nokta-i nazarından bunda beis-i teessüf ne var? Kuvvâ-yı tabiiyeye bir

sıfat-ı ulûhiyet verilmesinin batıl olduğu tahakkuk eder, bu kuvvetlerin birtakım

kavanin neticesi olduğu ispat edilirse sanat mahv mı olur?

Ulûm ve fünun dünyayı tahvil etmiş, esatiri mahveylemiştir; lakin bundan

şâirler bir şey kaybetmediler. Gerek eski insanlar nazarında gerek bugünkü cühela

nezdinde bir damla su yine bir damla sudan başka bir şey değildir. Hâlbuki suyun

anasırını tevhit eden kuvvet birdenbire serbest kalacak olursa bunun bir şimşekle

tahavvül edeceğini bilen bir âlim nazarında o hakir su damlası ne kadar başkadır! Adi

bir kar parçası mikroskopla muayene olunacak olursa o eşkâl-ı tarifeden insan azami

mütelezziz olur.

Ulum ve fünun ile şiirin birbirine muhalif gibi görünmesi ayrı ayrı piş-i

mütalaaya alınmalarından neşet ediyor. Hâlbuki bütün ilimlerin neticesi, bir züpde-i

ulvi vardır ki o azamet ve cesametiyle mütenasip bir de şiire maliktir. Ulûm ve fünun

tabiatı tetkik ve mütalaa ettiği için hak sefiliyette sürünüp kalması iktiza etmez.

Semavat da tabiat da dâhildir! Hem ulûm ve fünun bize yalnız birtakım hissiyat-ı

şâirane ilham etmekle kalmaz, hakikat-i eşya hakkında müteassıbane birtakım

Page 477: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

459

hükümlere inkıyaddan şuarayı azade bıraktığı için o ana keşfolunan hakayık-ı

müsbeteye istinaden –arzu olunduğu gibi- birtakım faraziyat-ı umumiye de

bulunmaya da müsait olur.

Betperstlik, eşya-yı tabiiyyede bize müşabih birtakım mahlukatı tahayyül

ediyordu. Bugünkü ulum ve fünun da bütün kainatta –bizimkine müşabih- mazlum,

boğuk bir hayat görüyor. Dekart felsefesi âlemde –fikr-i beşerden başka- her şeyi bir

makine gibi telakki ederdi. Hâlbuki ulum ve fünun-ı hazıra faylosof Dekart’a karşı

hayvanatı müdafaa eden şâir Lafonten’e hak verdi. Ulûm ve fünun terakki ettikçe

beşer ile tabiat beyninde eski şuara tarafından müphem surette hissolunan ayniyet

menşei daha ziyade tecelli ediyor; şâirin menabi-i iptidaiyesi daha mebzul bir surette

feveran ve cerayan ediyor.

Ulûm ve fünunun hayal-i şâiraneyi mahv edemeyeceği işte sabit oldu. Şimdi

sanatkârlardaki sevk-i tabi-i icat yani deha üzerinde ne tesir hâsıl edeceğini görelim.

Sanatkârlarda böyle bir sevk-i tabii yani deha olmazsa sanatkârlık yaşamaz.

Çünkü insan bu istidad-ı fıtriye malik olmadıkça ne kadar çalışırsa çalışsın büyük bir

eser-i sanat meydana koyamaz. Bu istidat ise tefekkür ve mülahaza ile mümkün değil

hâsıl olmaz. Hâlbuki ulum ve fünun insanı tefekkür ve mülahazaya sevk ediyor,

birtakım sevaik-i tabiiye ortadan kalkıyor. Eğer bu meyanda ‘deha’ da zail olacak

olursa sanat mahv olmuş demektir, acaba Ulum ve fünun bu sevk-i tabiyeyi de mahv

edebilecek midir?

Akıl ile sevk-i tabiiye beynindeki münasabat sabit bir kanuna göre tayin

etmiştir. Sevk-i tabii insanda az çok muayyen bir ihtiyacı mahdut etmeye hizmet

eyler. Eğer akıl daha az kuvve-i asabiye ve ihtiyar-ı sarf ederek bu ihtiyacı memnun

edebilirse tabiat da cari ve hükümferma olan ‘kanun-ı tasrif’ mucibince hiç şüphesiz

sevk-i tabiinin yerine kaim olur.

Ulûm ve fünun ile mülahaza ve muhakeme sanatta bu sevk-i tabii ile dehanın

yerini tutabilecek mi tabir-i diğerle, ulum ve fünun deha sayesinde vücut bulan

eserleri deha kolay surette meydana getirebilir mi? Hayır, çünkü bu kabil olmak için

sanatın mevzuu katiyen muayyen olmamalı ve buna muntazam bir kaide, bu usül

Page 478: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

460

sayesinde vüsulü mümkün bulunmalıdır. Eğer hüsn gayr-ı kabil tahavvül gaye-i

hayali olup da bir yerde katiyen tecessüm ettirilmiş olsaydı ulum ve fünun elbette

bunun kavaid-i katiyyesini tayin edebilirdi ve sonra bu kaideler takip olunarak o

hüsn-i ebedinin numunesi teksir edilebilirdi. Hâlbuki çok şükür, icat ve ihtira sanatın

en birinci esası olarak payidar bulunuyor!

Sanatın ulum ve fünundan şu farkı vardır ki mevzuunu yani hissini

keşfetmeye muhtaçtır. Mesela Racine’nin bir tarajedisi güzeldir diye Voltaire’in aynı

surette yazılmış bir trajedisi de mantıken güzel olmak iktiza etmez. Şâirdeki sevk-i

tabiinin yerine akıl kaim olamaz. Çünkü bilmek icat ve iktira etmek demek değildir.

Burada sevk-i tabiiye ile aklın vazifeleri ayrıdır, bir birinin yerini tutamazlar.

On dokuzuncu asır ulum ve fünun asrıdır. Mamafih Laplasların, Darvinlerin,

Jefrovasentilerin, Halviçlerin, vücudu Bayronların, Lamartinlerin, Victor Hugoların,

Möselerin yetişmesine mani olmamıştır.

30 Eylül 1314

Hüseyin Cahit

SF, Nu. 395 s. 75-78

Page 479: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

461

HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 16

-Sanat ve Şiirin Đstikbali 3

Sanat ve şiirin istikbalinden katiyen emin olabilmek için ulum ve fünunun

hissiyat ile gayr-ı kabil-i itlaf olmadığını da ispat etmek iktiza eder. Çünkü bir

sanatkârın dehasını, muhayyilesini ikaz ile onu tevellüd-i asara sevk etmek için bir

müessire ihtiyaç vardır. Bu müessir ihtiyattır. Şu halde tevsi-i ulum ve fünun ile tesis

eden fikr-i tahlil menba-ı hissiyatımızı kurutacak olursa bizdeki muhayyile ve sevk-i

tabii körlenir, git gide sanat da söner. Sanat ile ulum ve fünun arasında mevcudiyeti

iddia olunan bir tezat da diğerleri gibi ciddi bir şey değildir. Vakıan hissiyat-ı

beşeriyeyi hatta en iptidai olanlarını bile gayr-ı kabil-i tahvilzannetmek büyük bir

hatadır. Bunlar yavaş yavaş fakat daimi surette tahvil eder. Lakin duçar-ı tahvil

olmak başka, mahvolmak, kurumak büsbütün başka bir keyfiyettir.

Edvar-ı iptidaiyeden biri hissiyat-ı beşeriyenin tarz-ı tahviline dikkat

olununca şu kanun görülüyor: Hissiyat-ı beşeriye iptidaları birdenbire, bilamülahaza

derhal hâsıl olur ve insanı birtakım efale sevk ederdi. Hâlbuki bu hissiyat tedricen

daire-i şuur ve mülahazaya dahil oluyor. Bundan başka git gide hissiyatın mevzuu da

umumileşiyor. Hissiyat uyanmak için ezmine-i iptidaiyede olduğu gibi mutlaka

birtakım eşbah-ı hakikiyenin huzuruna ihtiyaç göstermiyor. Sarf-ı efkar ile ihtimalat-

ı adiye ile de tenkit edebiliyor. Đşte bu suretle yavaş yavaşhissiyat, efkâr ile karışıp

birleşiyor. Hatta bir nokta-i nazara göre hissiyat ile efkarın birbirinden farkı olmuyor.

Bu suretle hisiyatımız dimağî bir hal kesbettiği için ulum ve fünunun terakkiyat-ı

mühimmesine bîgane kalıyor.

Gerek tabiatagerek insana ait olan hissiyat-ı beşeriye tetkik ve tahlil olursa

bunların maziye nispetle pek iyade tebdil ettikleri ve zamanımızda daha aklî daha

felsefî bir renk aldıkları görülürse de şiddetlerinin şiirlerinin hiçbir zerresini

kaybettikleri tahakkuk edemez.

Bugün bizdeki hiss-i tabiat ile kurun-ı kadimedeki hiss-i tabiat yekdiğerinin

aynı değildir. Mütekaddimin tabiatı insan ile münasebeti nokta-i nazarından piş-i

ehemmiyete alırlardı. Mesale “Đlyada”da bir yer zikrolunursa burası ya münbittir ya

Page 480: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

462

iyi at yetiştirir yahut buğday cihetinden pek zengindir. Tabiat, mütekaddimîn için bir

çerçeve hükmünde idi. Onlarda hiss-i tabiat uyanabilmek için mutlaka beşeriyete

mutaallık bir şeyle ihtilat etmesine mecburiyet var idi. Hâlbuki zamanımızda tabiat

hakkındaki hissiyatları daha az menfaatçiyanedir.

Filhakika fesahat namütenahi-i asumani bir yol bulur kubbe ile muhat

zannedilen ezmine-i matekaddime insanları ile akla velehler veren bu

namütenahiliğin meshuru kalan şimdiki beşeriyet bir semâ-yı kevkeb karşısında nasıl

olur da aynı hissiyat ile mütehassis olurlar? Mütekadimince keyfiyetleri, hayatları

hemen hemen meçhul olan otların, böceklerin, kuşların bu serairi, bütün o şayan-ı

hayret nikat ve teferruatıyla bizim şimdi malûmumuzdur. Âlimler nazarında olduğu

gibi şairler nazarında da her fıtra ab, her nefha-i heva gayr-ı merî birçok hayatlarla

mâlidir. Eşar-ı cedidede, ulum-ı cedidede olduğu gibi en küçük, en hakir mevcudatın

bile bir ehemmiyeti, bir kıymeti vardır. Etrafımızdaki bütün mevcudatın bizim

hayatımıza müteallık olan bilcümle ahlak, muaşakat ve hayatlarını biliyoruz. Gittikçe

bu vukufumuzartıyor. Artık beşeriyet muhat olduğu bu, bir nevi beşeriyet-i

sefiliyeden azade ve müstakil bir halde kendisini tasvir edemiyor. Onlardan

ayrılmıyor. Đşte hiss-i tabiatta bu bir tahavvül ki maziye nispetle azim olmakla

beraber zamanımızda eski şiddetinden hiçbir şey kaybetmemiştir.

Nefs-i beşere ait olan hissiyat-ı azime dahi tetkik edilince mefkûrenin

hassasiyeti üzerine tesiri tezait ettiği tebeyyün eyliyor. Evvelden bir şehre, vatana,

bazı sınıf-ı Đçtimaiyeye ait olan hisiyat şimdi bu sığ daire-i inhisardan kurtuluyor.

Böyle bir heyet-i umumiyeye ait olmayıp da ayrı ayrı şahıslara ait olan

hissiyatta da aynı tahvil var. Mesela hiss-i merhamette zamanımızda tahrik-i

merhamet daha kolaydır. Bu his bizde daha vasi ve umumidir. Mamafih böyle

olmakla ilham-ı şiiretmekten hiçbir vakit âciz kalmamıştır. Yunan şuarası nazırında

merhamet, muayyen bir şahsa veya bir şeye raci olurdu. Hâlbuki şurâ-yı müteahhire

bütün bir sınıf halk, bir kavim için merhametimizi ikaza çalışırlar. Victor Hugo bir

sefilin halini tasvir ettiği vakit bize onunla beraberhayat-ı beşeriyenin, hatta bütün

hayatın sefaletlerini de –derece-i ulviye-i şiiriyeyi muhafaza etmekle beraber-

hissettirmiştir. Kezalik fabrikalarda çocukların çalışmalarından bahsettiği zaman

Page 481: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

463

iptida bize büyük bir fasrika tasvir etmekten başlar. Sonra bu hakikat arasından

fikrimizin önüne makinelerin tekmili ile amelelerin tenzil-i aklîsi beynindeki

tevafuk-ı dehşetnani birdenbire getiriverir. Sahibinin insafsızca andığı kamçılar

altında ezilen biçare bir beygiri tasvir ettiği zaman da iptida sırf bu biçare hayvancığa

acır. Fakat şair bu bais-i hazin ve eli hikâyede devam ederek böyle zavallı bir

hayvanı sarhoş bir adamın eline teslim eden kanunun ne olduğunu sormaya,

araştırmaya başlayınca levhanın ufku genişlemeye başlar. Merhametimiz yalnız o

beygire münhasır kalmaz, tamim eder. Tasvirin böyle bilaihtiyar böyle tamim

edilişine Flober de, o büyük şair, nasirde, dahi tesadüf ederiz. Görülüyor ki adi bir

tasvir, adi bir hall-i derin umumi, felsefi bir fikre inkılap ediyor ve böyle tahvil

ederken hüsnü eksilmek değil, bilakis artıyor.

Hissiyat-ı beşeriyenin en kuvvetlilerinden olan aşk da birçok tahavvülata

uğramıştır. Ezmine-i kadimede aşk sırf şehvani idi. O zamanlarda erkekler

kadınlarda güzelliklerinden başka hiçbir şey görmezlerdi. Kurun-ı vustada muhabbet

bir kisveye bürünmüştür. Zamanımızda ise muttasıl tahavvül ediyor. Gittikçe amik

bir hal kesbediyor. Aşk şimdi eski zamanlarda olduğu gibi saf dilane, mahdut, sırf

tabii bir his değildir. Birtakım felsefî ve fevkattabii efkar ile alûdedir.

Alfret de Möse bütün muaşakatına, bir gaye-i ulvî-i hayaliye vüsul için

hissetmekte olduğu bir ateş-i namütenahi karıştırır. Arz üzerine bağlı olduğu halde

daima semavane meyyal-i itla olan amali, tozlar içinde terk-i hayat eden bir ikab-ı

mecruha teşbih eder. Maverâ-yı hayatın bu taharri-i muzdaribanesi Möse’de hakikat-

i aleme itimadı tenkis ediyor. Ona bu dünyayı büyük bir rüyadan ibaret olmak üzere

telakki ettiriyor. Bu çirkin hakikatten ne kurtulabiliyoruz, ne onunla kanaat ederek

memnun olabiliyoruz. Dünyadan kendimizi kurtarmak için en birinci çare alam ve

ızdıraptır, göz yaşlarıdır. Ağlamak, sefalet-i hayaliyeyi his ile onun fevkine çıkmak

değil midir? Đşte Möse de: ”Büyük bir elem kadar bizi büyütecek hiçbir şey yoktur.

Dünyada elimde kalan yegane şey bazı kere ağlamış olmaktır, gibi sözlere tesadüf

olunmasını hikmeti bu tarz muhakemedir. Halbuki mütekaddimenin birisi böyle

cümlelere tesadüf etseydi esasını anlayamaz hayrette kalırdı. Çünkü Möse’nin

nazarında bir aşkın derinliği, nerede hasıl ettiği bıraktığı alam ve ıstırabın şiddetiyle

mukayese olunur.

Page 482: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

464

Victor Hugo’da ekseriya cali olan hiss-i muhabbet bir renk-i felsefî almadıkça

kuvvet kesp edemiyor.

Sevgili Prodom’da hiss-i muhabbeti yeni bi, r süratle telakki ettiği için bunda

bir şiir izharına ortaya çıkarmaya muvaffak oluyor. Sevgili Prodom aşkı kainatta her

şeyi bir birine rabıta eden kainatı bizim ruhumuzda birleştiren bir teaven-i edebinin

tesiri gibi telakki ediyor. Kalbimiz, aklımız ve idrakimize dahil olan her şeye rabt-ı

alaka eder. Bu suretle namütenahi bir muhabbet içide musavver bulunuruz. Alam ve

ızdırabımız bütün bu muhabbetten doğar. Çünkü kalbin son noktaları en hassas ve

elemnak noktalarıdır. Sevgili Prodom bir şiirinde:

”Ben sevdiğim binlerce mahlukatın esiriyim. Bir nefhanın onlarda bais

olduğu en küçük ihtizazlarla bile mevcudiyetimden bir parçanın benden koptuğunu

hissederim. ” diyor. Aşkın bir tarz-ı telakkisine Sevgili Prodom’un tekmil eşarında

tesadüf olunur: “Đnsanın kalbinde bir şefkat ve muhabbet vardır ki bütün elemleri

bunda ihtizaz eder. Bazı kere bir nevaziş bizi müteheyyiç ve müteessir ederek göz

yaşlarının revişine sebep olur. ”

Hâsılı hayat-ı beşeriyenin kâffesi zamanımızda maziye nispeten mülahaza

perverane ve hükmane oluyor. Binaenaleyh bunları ifade eden şiir de bittabi

tahavvüle uğruyor. Akıl ve zekanın hassasiyet-i beşeriyeye böyle dühul ve nüfuz-ı

samimisi gerek ahlakça gerek hikmet-i badiyice görülen terakkiyatın en esaslı bir

sebebidir. Filhakika akıl ve zeka memnun ve mutmain olmadıkça hassasiyetimizde

bir zevk ve haz bulamıyor. Rahatça, serbestçe nail-i huzuz olmak için tefekküre

muhtacız. Bunun için sırf cismani olan muhabbet gibi kaba vicdani huzuzatı istihkar

ediyoruz. Bilakis birtakım efkar ve ahlakiye diniye ve felsefiye ile muhat olan

huzuzatın kıymeti nazarımızda artıyor. Đşte bu suretle hudud-ı akıl ve zeka tevsi

ettikçe yeni yeni birtakım alam ve huzuzat icat olunuyor. Şairler de bunlara birer

şekil veriyor. Fikir şekil ve tasviri boğacak mahv edeceği yerde bilakis onun

husülüne tenevvuuna hizmet eyliyor. Vaktiyle akıl ve zeka kabiliyet-i

hassasiyetimizden vücut bulduğu gibi şimdi de evvelkinden daha latif ve daha nazik

bir hassasiyet-i akıl ve zekadan çıkıyor. Ulum ve fünun hissiyatı ifna etmiyor, tahvil

ve tevsi eyliyor.

Page 483: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

465

Şimdi burada nazik bir nokta var. Sanatın ulum ve fünun ile gayr-ı kabil-i

telif olmadığı üç haftadır devam eden mütalaat ile sabit oldu. Fakat bu telif ne

derecede ve ne suretle vukua gelecek?

Bazıları sanat ile ulum ve fünun imtizacını, hakayık-ı müsbetiye-i ilmiyenin

vezin ve kafiye ifadesi suretinde tefsir eylemişlerdir. Ezmine-i kadimedeLokras’tan

zamanımızda Sevgili Prodom’a gelinceye kadar bu yolda inşad-ı şiire kalkışanlar

vardır. Hâlbuki bu gibi asarın asıl şiir olan kısımları, muharrirlerin kendilerince

hakikat addettikleri malumatı ortaya döktükleri yerler değil, heyecanlarını,

hülyalarını, ruhlarını döktükleri noktalardır. Hikmet-i tabiye, ilm-i heyete ait bir

kanunu vezin ve kafiye ile ifade etmekte bir şairiyet, bir şiiriyet yoktur. Bu adeta

cambazlık nevinden bir maharettir. Bir fikri muayyen olan heceler içerisine

hapsederek ifhama çalışmak, bir muvaffakiyet-i şairane değil, bir kudret-i müşkil

endazane addedilmek lazım gelmez mi? böyle iktiham edilmiş birtakım mevani hissi

ile hissiyat-ı bedia itlaf edemez. Sonelerle yahut başka türlü ekal-i şiiriye ile felsefe,

ahlak, tarih dersi verilemez.

Ulum ve fünunun tecrübe, tahlil, muhakeme, istidlal, istintac gibi birtakım

usülleri vardır ki bunlar kabil değil bir kisve-i şiiriye ile tezyin olunamaz. Bilakis bu

usüller sayesinde istihrac olunan neticelerdir ki şiir olur. Şiir ile imtizac eder. Ulum

ile fünunun saha-i hakikatte birtakım vakayı görerek tetkik ederek bunlar arasıdaki

rabıtaları bulur, meydana birtakım kanunlar çıkarır. Bu kanunlar hadisat-ı kainatı

izah eder fakat onları bizim gözümüzün önüne getirmez, yani tasvir etmez. Đşte şiirin

vazifesi ulum ve fünunun bu noksanını ikmal etmektir. Ulum ve fünunun keşfettiği

her malikaneye şiir girebilir fakat tedricen keşfiyat-ı cedideyi yahut falan ve filan

feylesofun mesleğini nazmen ifade etmek isteyen bazı şuara işte burasını

unutuyorlar. Hakayık-ı ilmiye bir sıfat-ı şiiriye kesb etmek için his ve hayal

vadilerine geçmeli, bizde birtakım heyecanlar tevellüt etmelidir. Şair bize mektep

kalfalığı edecek, öte beri öğrenecek değildir. Bize birtakım efkar ve hissiyat telkin

edecektir.

Şimdi bunun bir misalini görelim. Đşte Fransa’nın en büyük şuarâ-yı

ahiresinden Lökont Delil. Müşarunileyh Phomes an Phomes Barbares ve Liques

Page 484: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

466

unvanlı iki eseri vardır ki bunları faraziyat-ı ilmiye ve fenniye bir şair gözü ile nazar

edilmek neticesinden vücut bulmuş birer eser-i nefisedir.

Lökont Delil, ulum ve funundan iki esaslı fikir alıyor. Biri tarih-i edebiyat

hakkındaki en yeni faraziyelerden, diğeri tabiattaki ecnas-ı muhtelifenin hiddet-i

münşaete dair olan tekamül-i nazariyesinden mahuttur. Birinci fikre göre her mezhep

hüsnün zuhurundan doğmuştur. Yani medeniyetteki beşeriyetin ihtiyacat-ı

maneviyesine mutabıktır. Bu ihtiyacatın tahvili mezahibin de tahvilini mintaç oluyor.

Đşte Lökont Delil bu fikri almış mezahib-i atikenin yalnız doğruluğunu düşünmekle

iktifa etmeyerek onları hissetmiş, bu itikadatı icap eden ahval-i kalbiyeyi kendisinde

icad-ı muvaffak olmuştur. Bu suretle meydana getirdiği şiirler ise yabis birtakım

hakayıktan ibaret değildir. Bütün hararet-i ruhiyeti, bütün samimiyetiyle birer eser-i

muhallittir.

Ulum ve fünun ile sanatın telifinde bazı başka türlü bir efrata daha düşerler.

Ulum ve fünun gibi hakikat-ı sahihayı aramak, eserlerinde hayalden arî bir hakikat

yalnız hakikat ile iktifa etmek iddiasında bulunurlar. Lakin bu doğru bir fikir

değildir. Doğru olmaktan başka gayr-ı kabil-i tatbiktir de vakıan sanatkarların

tasviratı hakikate müstenit olacaktır. Bir ağaç, bir hayvan irae edecekleri zaman bunu

tabiatta olduğu gibi göstermeye mecburdurlar. Fakat tabiatı, hakikati görüşten görüşe

fark var. Yeşil çayırlar arasında otlayan inekler de etrafını görür. Onlar da bakan bir

insan da… arada şu vardır ki bu levha ineklerin dimağında hiçbir eser bırakmadan

hemen mahvolduğu halde insanların dimağında birtakım ihtizazat vücuda getirerek

birtakım hissiyata, efkara mühtehi olur. Đşte bir şair tabiata, hakikate böyle insan

gözüyle bakmalıdır. Đnek gözüylü değil. Ve eşyâ-yı hariciye dimağ-ı beşerden

geçerken o dimağın nişanesini ahz etmelidir. Çünkü onlara ancak bu suretle bir

kıymet, bir şiiriyet gelebilir. Đşte sırr-ı sanat buradadır.

Hitam 27 Eylül 1314 Hüseyin Cahit

SF, Nu. 396, s. 91-93

Page 485: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

467

ROMANLARA DAĐR

EDEBĐYAT VE AHLAK202

Bir sanatkâr, bir vâiz değildir. Bedâyet-i amirede pek sade görünen şu mesele

edebiyat-ı umumiyece birçok ihtilaflara bâdi olmuştur. Çünkü edebiyattan tezhib-i

ahlaka ve tenvir-i efkâra hizmet gibi maksat beklemek minel-kadim zihinlerde

olagelmiştir. Hâlbuki ahlak başka, edebiyat başkadır. Fakat şu fikrin su-i tefsir

edebilmesinden ihtirazen şunu da ilave edelim ki edebiyat ile ahlak ayrı ayrı

şeylerdir, demekle edebiyat ahlaksızlıktır, demek kast olunmuyor. Yalnız edebiyatı

kavaid-i ahlakiyenin neşiri ve işaisi için vasıta ihtihaz etmek doğru ve iyi bir şey

değildir, denilmek isteniyor. Filhakika işte size birçok melodramlar, romanlar ki

nihayetinde cani - tabiri hususları vechiyle -pençe-i adalete çarpılıyor. Masumlar

müzehher-i mükâfat oluyor, âşık ve aşığa teehhül ediyor. Böyle oyunlar Avrupa’nın

her şehrinde hemen daimi surette oynanıp durmaktadır. Lakin acaba şimdiye kadar

kaç kişi bu oyunlara bakarak tezhib-i ahlak etmiştir? Bu oyunlar saha-i temaşada icra

edilmekle cinayat azalmış mıdır? Bilakis istatistik bunun tezaidini gösteriyor. Fazla

olarak bu gibi asar-ı erbabı cinayetin fikirlerine yeni hileler ilga etmek, onlara bunları

göstermek gibi birtakım mahzurlarından da hâli değildir. Tehzib-i ahlak, ilm-i celil-i

ahlakın gayesidir. Kavaid-i ahlakiyeyi öğrenmek isteyen adam iki üç yüz sahifelik

bir romandan istinbat edeceği iki üç satırlık bir kâide-i ahlakiyeyi yahut bir fikr-i

içtimaiyeyi mücelledât-ı ahlakiye ve içtimaiyeden daha kolay alabilir. Edebiyat ona

bunu vermez ve vermemelidir. Çünkü bir eser-i edebî öyle bir iddaya kalkışacak

olursa bu yeni vazifesi ile şerait-i sanatı telife bittabi muvaffak olamayacağı için

sanat ciheti feda, hiç olmazsa ihmal etmeye mecburdur.

Hâlbuki buraları iyice takdir olunmadığından romanların -bilhassa

tiyatroların- bir şeyi ispat etmeleri için alet ittihaz edildikleri kesirul vukudur. Mesela

bir romancı görüyorsunuz ki saadet-i aile için zevcenin hüsn-i ahlak sahibi olmasını

kâfi görerek zevce ne kadar çirkin olursa olsun bir zevcenin buna ehemmiyet

vermeden kendisine gösterilen asar-ı muhabbete karşı mütahassis kalması lazım

202 2 numaralı makaleler bundan evvel neşr edilmiştir.

Page 486: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

468

geleceğine hükmetmiştir. Vakıan faideli iyi bir şey. Sonra bunu ispat için bir kitap

yazıyor. Gayet çirkin, fakat muhip bir zevc tasvir ediyor. Ona bir zevce veriyor.

Kadın kocasının çirkinliğinden iğrenerek boşanıyor. Kimsesi olmadığından geceyi

geçirmek için bildiklerinden birinin hanesine gidiyor. Buraya kabul olunmuyor.

Birçok dolaştıktan sonra bir yer buluyor; burada da istiskal görüyor. Başka bir

ahbaba gidiyor; burada hanenin damadı kendine göz koyduğundan yine duçâr-ı

istiskal oluyor. Nihayet, evet nihayet zevcinin kıymetini anlıyor ve onun vefat

ederken bıraktığı hanede, onun bıraktığı maaş ile geçiniyor.

Bu kadının, gayet çirkin kocasından boşanmakla iyi veya fena bir harekette

bulunmuş olduğunu bize badelfarika duçar olduğu felaket gösterecektir. Bu felaket

kadının kimsesizliği ile başlıyor. Hâlbuki pederi ve validesi olsaydı bu felaketin bir

kısmı mefkut kalırdı. Demek oluyor ki muharrinin asıl fikri biraz tağyire uğradı. Bir

kadının kocasındaki çirkinliğe tahammül edip oturması lazım geleceği hakkındaki

kaide-i ahlakiyeyinin hükmü roman vasıtası ile ispat edilmek istenince bu yalnız

kimsesiz kadınlara kabil-i tatbik kıldı. Zevce-i mütalakanın felaketi ikinci derecede

kendisinin kısmeti çıkıncaya kadar misafir edecek bir ahbab bulamamaktan neşâet

ediyor. Fakat ya bulsaydı? Ya buradayken iyi, güzel bir kısmeti çıksaydı? O hâlde

kadın çirkin kocasından boşandığına pekiyi etmiş olacaktı? Lakin o hâlde muharrir

bir şeyi ispat etmiş olamayacağından romanı ise bir şey ispat etmek için yazdığından

bittabi kadını böyle aziz ahbabtan mahrum ediyor. Fakat farkında olmadığı hâlde

ispat etmek istediği şeyi de yavaş yavaş elinden kaçırıyor. Çünkü bu kıssaya göre

kimsesiz, aziz ahbabtan mahrum kadınlar, yalnız onlar gayet çirkin kocalarından

boşanmamalıdırlar, hükmüne kadar iddia dolaşıyor. Nihayet kadın kısmeti çıkıncaya

kadar bir şeye muhtaç olmayarak ikamet edebilecek bir konak buluyor. Lakin bu

muharririn hiç işine gelmez. O zavallı kadını felaketten felakete sürüklemeyi rehber-i

hareket ittihaz etmiştir. Bu konakta da misafir hanıma göz koyacak, gelin hanımı

kıskandırıp artık ruh-i kabul göstermeyecek bir damat icat ediyor. Görülüyor ki

mesele bütün bütün darlaştı. Rişte-i ispat damat beyin tarizine bağlı kaldı. Her damat

beyin evdeki misafirlere göz koyması ise müstesna bir harekettir. Şimdi gayet çirkin

kocalı kadınları tevekküle teşvik için yazılmış bu romanı böyle bir kadın okusun;

eğer kendisinin güveneceği bir ailesi varsa bunu istihfaf edecektir; ettikten başka

Page 487: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

469

romandaki kadının ailesi olmamak yüzünden felakete duçar olmasını birisinden

ittihaz ederek sahib-i aile olduğundan dolayı kendisinin bundan masun kalacağına

itikat edecektir. Ve böylece romancının intizarı makûs netice verecektir. Candan bir

ahbabı varsa yine müesser olmaz: Bahusus bizim şu yukarıda düşündüğümüz şeyler

onun da aklına gelir. Binaenaleyh şu ahlak-ı romanın şu bir kaide-i ahlakiyeyi gaye

ittihaz eden kitabın – mahzen romanların böyle bir vazifeye adım-ı kifayetinden - bir

şeyi ispat etmeye mütehammil olamamasından nâşi – ahlaka menfeatından ziyade

mazereti olur… Hâsılı âlem-i ahlaka ait olanları âlem-i ahlaka verelim; edebiyata ait

olanları edebiyata verelim.

Romanların bazı efkâr-ı mahsusayı tervic için de vasıta ittihaz olunması şu

izah ettiğimiz esbaptan dolayı yanlıştır. Sathi gayr-ı meşkûk bir kâide-i ahlakiye-i

roman şekline girince hakikatten bu kadar tebait eder, yanlış netice verirse böyle

fikirler ne olmaz… Đbtidâ-yı amirede ehemmiyetle telakki olunsalar bile bu

ehemmiyet tealluk ettikleri meselenin hâiz-i ehemmiyet kaldığı zamana münhasır

bulunur. Sonra kitabın yapraklarını açan bile bulunmaz. Hâlbuki bir eser-i sanat

kâffe-i şerâit-i sanatı cami olursa insaniyet durdukça pâyidar olur. Đşte üdebâ-yı

hazıramızın asıl nokta-i iştirakleri bu noktadır. Onlarca edebiyat, edebiyat içindir

yahut asıl asıl tabiri kullanılım: Sanat, sanat içindir.

Ernest Feydo, Teodor Gotiye ile hemfikir olarak diyor ki: “Sanat ahlaka

lakayttır, yabancıdır. Sanatkâr, tedris eden bir muallim, nasihat veren bir vaiz

değildir. Vakıan onun da dünyada bir vazifesi vardır. Fakat bu kulub-ı karine-i

hissiyat-ı afife ilgasına sai olmaktan ibaret değildir. Sanatkâra ispat edilecek fikirler

vermeyiniz, kimin üzerine olursa olsun iyi veya fena bir tesir icra etmesini ondan

talep etmeyiniz. Sanat bu gibi şeylere bigânedir. Đyi veya fena kitap yoktur, en ziyade

şiddetle duçar-ı tevbih olan romanlar, tiyatrolar bir devrin derece-i ahlakını

gösterebilir, fakat ahlak-ı muasırını ıslah edemediği gibi ifsat da edemez. Romanların

ahlak üzerine tesirini katiyyen reddettim. Ne olursa olsun bir kitabın tesir-i halkta

evvelden mevcut bazı fikirleri hülasa ile onlara bir cisim, bir şekil vermekten ileri

varamaz. Eğer romanların bir tehlikesi varsa o da insaniyet-i mahsusen nazar-ı ferik

Page 488: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

470

renkler altında hakikat-ı hâlde olduğundan ziyade mahsusen iyi göstermek

cihetindedir. ”

Edebiyatı vakıa şeklinde gösterilmiş ilm-i ahlak kitaplarından ibaret

addedenler artık edebiyat için bir sebeb-i vücut göremezler. Hâlbuki gaye-i edebiyat

– teşmil edelim - gaye-i sanat eşyada bir tabiat-ı esasiye görerek onu izhar etmekten

ibarettir. Bu ne kolaydır, ne de ehemmiyetsizdir. Hyppolyte Taine diyor ki:

“Enafis-i asâr-ı edebiye gözden geçirilince hepsinin bir tabiat-ı âmika ve

sâbite izhar ettikleri ve bu tabiat ne kadar sâbit ve âmik olursa mevkilerinin o rütbeye

ulaştığı görülür. Bunlar birtakım hülasalardır ki fikre hissolunabilecek bir şekil

tahtında kâh bir devir tarihinin hudud-ı esasiyesini kâh bir ırkın temayülat ve kuvvâ-

yı ibtidaiyesini, kâh bir kısım beşeri ve hadisât-ı beşeriyenin sebeb-i ahiri olan

kuvvâ-yı ibtidaiye-i ruhiyeyi irae eder. Bu bapta kanaat-i tame istihsal etmek için

tekmil edebiyat-ı muhtelifeyi nazardan geçirmeye hacet yoktur. Bugün asâr-ı

edebiyenin tarihte istimaline dikkat etmek kifâyet eder. Hatıranın, teşkilât-ı

esasiyenin, evrak-ı siyasiyenin noksanı bunlarla ikmâl olunur. Asâr-ı edebiye bize

şayân-ı hayret bir vuzuh-ı sıhhat ile edvar-ı muhtelifenin hissiyatını, uruk-ı

muhtelifenin sevkiyat ve temayülatını gösterir; bunlar gizli birtakım muharriklerdir

ki muvazenetleri heyet-i içtimaiyei sabit bulundurur. Âdem-i ittihatları, ihtilaflara

bâdi olur. Hind-i atikin tarih-i müsbeti ve silsile-i vakayi-i hümanı malum değil

gibidir. Fakat elimizde manzumât-ı mukaddese ve kahramanesi vardır ki bu sayede

Hind-i atikin ruhunu üryan olduğu hâlde görüyoruz. Yani muhayyilesinin nev-i hâlini

tehayyülatının cesamat ve irtibatını, keşfiyât-ı felsefesiyesinin karışıklığını, din ve

müessesatının esas dâhilîsini anlayabiliriz. ”

Đşte edebiyatın bu kadar âli bir tabiatı mevcut iken başka şeyler, başka

meziyetler aramaya kalkışmak – şüphe yok ki - bilüzumdur.

-3 Teşrin-i Sani 1313-

Hüseyin Cahit

SF, Nu. 358, s. 309-310

Page 489: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

471

MAKALE-Đ MAHSUSA

Matbuat-ı Osmaniye sütunlarını bir zamandan beri gözden geçirenler lisanın

ıslahına dair her gün bir fikr-i mütalaanın, bir düstur-ı mantıkanın öne sürüldüğünü,

çare-i ıslah olmak üzere her gün bir yeni tarikin irae edildiğini elbette görmüşlerdir.

Bazı ıslah-ı endişan Arabî, Farısî kelimat ve terkibatın lisan-ı Osmanî’din ihracı kimi

de bu kelimatı ter edilmeyip yalnız onlarda tasrifat icrasını tavsiye ediyorlardı.

Sonradan suret-i imlanın ıslahı maddesi de manzum olarak mücedalat-ı mütevaliye-i

kalemiyeye bir meydan-ı diğer hazırladı ve muharrir-i kamusî, Saadetlü Sami

BeyefendiHazretleri “Đkdam” gazetesinin makalat-ı lisaniye muharriri arasındna

teati-i efkar ve mütalaat vuku bularak tarafeynin mülahazatı yine matbuat-ı

yevmiyemizle neşrolundu. Tahkikat-ı cedide-i lisaniyeye mübteni bulunan

mütalaatın daima calib-i istifade olacağı aşikar ise de –doğrusunu söyleyelim-

mülahazat-ı merkezi-i hakikatten epeyce ihraf edilmiş, hele mesailin hiçbiri

ehemmiyeti nispetinde tamik edilememiştir. Buraları makalat-ı münteşireyi sırasıyla

mütalaa eden erbap ihtisasa malumdur.

Lisan-ı Osbmani denildiği zaman Anabî, Farisî ve asıl Türkçe gibi biri şube-i

samiyeye birinde Avrupa’nın zümresine, biri de elsine-i teveraniye fırkasına mensup

üç lisanın heyet-i müterekkibe-i müctemiası anlaşılacağı için bunların hepsine birden

aynı mütalaatı, aynı efkarı tatbik etmek caiz olmasa gerektir. Hususuyla Türkçe’de

istimal-i avamın ifsat ettiği birçok kelimatın asılları tamamıyla mensi bir halde

kalmış olduğundan müşkilatın en büyüğü –makalat-ı münteşire de bunu ispat

ediyordu- bunları lisan-ı aslilerine, muaheze-i hakikatlerine iade edebilmek

hususudur. Đmla bahsine gelince bunda da en mutedil tarik bir lügatname-i musaddık

ve mükemmel vasıtasıyla gayr-ı methul bir usul ittihaz edip ondan asla ihraf

etmemek olduğuna muhakkikin-i lisanda kanaat hasıl etmişlerdir.

Matbuat-ı yevmiyemizle alekekser lisanların tetkiki ve şuabat-ı lisaniyenin

mukayese ve tensiki zeminlerinde yazılan makalatta bir kusur varsa o da mevzu-ı

bahis olan mevadın ekseriye noksan tetbi-i neticesi olarak –hususuyla “Đkdam”da

Page 490: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

472

serd edilip doğru olduğu iddia olunan tevilat gibi- vesait-i sulh-ı misanı tehyi ve

teshil edeceğine aksi netice aksi netice husüle getirmesidir.

“Sabah” ile “Đkdam” cerideleri arasında ahiren cereyan eden münazarat-ı

kalemiyeyi büyük bir merak ve ehemmiyetle takip edenlerden biri de ben

olduğumdan bu silsile-i makalatta meşkuk ve mecruh gördüğüm noktaları tavzih için

bir veche adi bir iki mülahaza beyan etmeye lüzum gördüm.

Men sühan nik nevişem tüvager nik nahvanî

Cürm’el-calicı nebaşet çotoşterind nedanî

Evvela “Đkdam”ın makalat-ı lisaniye muharrir-i muktediri her kelimenin

aslını mümkün olduğu ve girizgah bulabildiği derecede daima Türkçe’de irca

gayretini ibraz etmekten çekinmiyorlar ki bu haslet hadd-i zatında pek memduh ve

meşkur olmakla beraberekseriya faide-i akıl ve mantığa tevafuk etmiyor. Ezcümle

“mani”, “bari”, “zerdali” ve “narin” kelimelerinin Türkî asıl olduklarını iddia ediş

gibi… Biraz şunları tetkik edelim. “Sema” maddesinden mehuz olan “semavi” ile

“semai” sıfatlarının ne farkı vardır? Đkisi de Arabî değil midir? Arabî sahrai veya

sahravi her iki şekilde de ism-i mensup yapmıyor mu? Đşte “mai” ile “mavi” de

öyledir. Aralarında zirenktir farkı yomtur. Đraniler bu rengi ifade için kebut lafzıyla

beraber “abî” ve “abgûn” şekillerini de kullanmışlardır. Bu doğruysa tamamıyla

tetabuk eder. Bugün bile lisan-ı avamda “kumaş abî, kağıt abî denilir ki” kumaş

mavi, kağıt mavi demektir. Lisan-ı Farisiye ehil olanlar bilir. Artık mai yahut mavi

Türkçedir, deyip ısrar etmeye mahal yoktur.

Saniyen- “bari” kelimesi Farisidir. Türkî asıllı olamaz. Çünkü Farısiye Türkçeden

geçen lügat bir kere araştırılsın. Cümlesi umum harekat ve askeriyeye müteallık

şeylerdir. Maniyat Farisinin kendi malıdır. Türkçede bugün bile elvan-ı rakika-i mani

ve hissiyatı ifadede manzur kaldıkça define-i Farsa müracaat ediyoruz. Bir o kadar da

Arap’tan alıyoruz. Türkçenin kendisinde bunlar yoktu. Türk lisanı asker lisanıydı.

Ondan sarf-ı nazar “bari” bir adettir. Farısî hiçbir lisandan adat almamıştır ki

Türkçeden alsın. Sadi:

Page 491: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

473

“Bari ân bed beperestid ki cân-ı dared”

Dediği zaman beyte hiçbir zaman tapmaz, fakat madim ki

tapacaksınızziruhuna tapın, demek istiyor. Barmak, varmak daha bilmem daha ne

manaları bu kelimenin neresinde? Fazl-ı tahrir Saadetlü Abdurrahman Süreyya

Efendi Hazretleri’nin “Mizan’ül Belaga”larında bu kelime hakkında bir bahis var.

Oraya müracaat edilmiş olsaydı bu iddia belki serd edilmezdi. Araplardaki “bari” de

asıl Đbraniceden alınmadır. Tevratta bari kelimesi “yunmak-tesviye etmek”

manasında mezkûrdur. “Mebrat” evradındadır.

Salisen zerdali Türkçe imiş deniliyor. Bu kelime-i mürekkebede “zerd” sıfatı

her ne kadar Farısî ise de madem ki Türkçede “alıç” vardır. Elvanın da oradan

alınmış olduğu muhakkaktır. Fakat hayfa ki böyle değildir. Türklerin alıç dedikleri

mürekkep bir kelimedir. “alu” madde-i asliyesi ise Farısînin malıdır. “Alo balo”,

“şeftali”, “zerdali”, kelimelerinde bu cüz-i asli kendini göstermektedir. Đraniler aluyı

tayır edip haluce derler. Türkler de bunu alıç yaparak lisanlarına katmışlardır.

Rabian narin sıfatı parin, pirarin, nigarin gibi emsaline Farisi’de kesretle

tesadüf olunan sıfatlardandır. Nar dalı gibi ince, nazik şeylere narin denir. Bunun

Türkçedeki yarin kelimesi tarzında ve ahenginde okunmayışı da Farısi olduğunu

ispat eder. Bu telaffuzun narin kelimesinde bir istisna teşkil ettiği iddiası ileriye

sürülüp ispatı içinde “ikdam” muharirinin makale-i ahirelerinde irat edilen tevilat

ökabilinden tasrifat cihetine gidilecek olsa bile buna muhakkak nazarıyla bakılamaz.

Türkçede böyle bir telaffuz, böyle bir tarz-ı hususi ve ahenk mevcut ise yalnız narine

münhasır kalmamak iktiza etmezmi? Beş altı kelime daha zikrolunmalı ki onlarda da

tarz-ı ahenk buna benzesin. Yalnız bu istisnayı narin kelimesi vücuda getiriyorsa

emin olmalı ki sebeb-i istisna kelimenin başka bir asıla, Farisiye mensup olmasıdır.

Hamisen Arapların “solucan” şekline koymuş oldukları “çugan”a gelince

“Đkdam” muharriri fazılının iddialarına rağmen derizki bu bir lügat-ı maklubedir. Ne

çömekten ne çevimekten ne çiveyden müştaktır. Aslı koçandır. “Köyku” Fariside

“top” demektir. “Caniden –çaniden” de yerden toplamak, kaldırmak, çalmak

manasına gelir. “Koçan” topu çalacak alet demektir. Bugün Türkçe’de “çene”

Page 492: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

474

şeklinde yazılan “çane”de bu mahezdendir. Firdevsi “canideni” candan manasına

kullanır da derki:

“Gülistan ki emruz-ı başta babar

Tu ferda canı gel niyayed bekar”

Sadisen Türkçede adat-ı nispet yoktur. Ermudî(doğrusu emrudî), limonÎ, kırmızî,

(kırmızı kelimesi lisan-ı Rum’dan mariptir) sıfatlarındaki “ya”lara bunlar Farısi yâ-yı

nispettir. Çünkü bu kelimeler ya aslen Farısi yahut mariptir. “Demirî”, “bakırî”,

“kurşunî” gibi terkipler ise avam-ı nas arasında Farısi ism-i mensupları takliden

yapılmış galattandır. Limoniyi, Đraniler hem limon hem limo şeklinde kullanırlar.

Zemin kelimesini zemi suretinde istimal etdikleri gibi… Armut da emrut derler ki bu

da kullanageldikleri kelimelerdendir. Sadi bir rubaiyesinde

“Şekil emrud çe guyem ki beşirini ve latif

Kuze-i çendnibatest muallık bir bar”

Đşte cereyan eden münazaranın mecruh ve çürük tarafı hakkında

düşündüklerim şu yazdığım şeylerdir. Bunların böyle olduğuna bence kanaat kamilen

hâsıl olmuştur. Bu kanaat kuru bir iddiadan da ibaret değildir. Bana bunları böyle

kabul ettiren ve nazar-ı tetkikimde tebeyyün eden birtakım esbap vardır ki bu kısmı

mütalaat arasında zikrettim. Bir de hadde-i tetkik ve tetbi herkes için her zaman

açıktır. Đsteyenler tetbi etsinler, yazsınlar. Biz de anladığımızı yazdık. Hiçbir kimseye

kabul ettirmek için yazmadık.

Hangi, hangı, kangı meselesi yalnız Türkçe olduğu için kalemi o mevzuya

temas ettirmedim.

Hüseyin Daniş

SF, Nu. 397, s. 107-109

Page 493: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

475

MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 36

Servet-i Fünuna yazı yazmak benim gibi acizane-i kalem için gittikçe

güçleşiyor. Bu güçlüğün derecesini şimdi anladım. Çünkü edebiyat ile az çok meşgul

olanlar için musahabe-i edebiye serlevhası altına yazı yazmak kadsr kolay şey

olmazken deminden beri yazacak pek çok mütealalar validi hatır olduğu halde

bakınız daha üçüncü satırdayım. Bir zamandır bu kürsü-i hitabete çıkanlar o kadar

talakat, o kadar ihata gösterdiler. Öyle nutuklar, öyle mütealalar irat ettiler ki artık

benim için yakın bir noktadan haftada bir kere o mütealalrı dinleyip istidadım

derecesinde istifade etmekten başka yapacak şey kalmamıştı. Bir yerde mi okumuş,

bir yerden mi işitmiştim bilmem. Vaktiyle bir kadın zevcine ikide birde “Sen alim,

edip, feylesof bir zatsın. Sen mahfil-i edepte nutuklar irat eder, alkışlanır, şan, şöhret

kazanırsın. Ben seni ne zaman öyle bir mevki-i hitabette görüp iftihar edeceğim. ”

dedikçe adamcağız lisanında lekanet olduğundan kendisine hırs-ı şöhret

olmadığından bahisle itizar edermiş. Birgün kadının son derece ısrarı üzerine bir

mecmua-i hüdebada hitabete mahsus olan kürsüye çıkar. Herkes muntazır bakalım bu

alim adam neler söyleyecek, edebiyata müteallip ne fikirler beyan edecek. Hatipte

ses yok. Ne söyleyeceğini, nereden tutturacağını bilmiyor, hatta bildiğini de kürsüye

çıkar çıkmaz halkı etrafında kendi nutkuna muntazır görür görmez büsbütün

unutmuş, donakalmış. Dakikalar geçiyor, binlerce gözler evzahına nakran binlerce

kulaklar hançeriyesini ihtizasından çıkacak esvata müterakkip bir ses fonograflı

heykelden çıkar gibi derinden bir ses ile üzerinden şöyle akseder:

- Kabahat bende değil, beni zorla buraya çıkaran facirededir. Ey cemaat! Siz

bugün yalnız şu rezalete sebep olan refikamdan müfarekatıma şahit olmak üzere

buraya toplanmış bulunuyorsunuz. Đşte bu kadar.

Hatip sürekli kahkahalarla alkışlanarak, çekilir gider.

Şimdi şu hikayeyi nakle ne lüzum vardı? Bu haftanın musahabe-i edebiyesini

ben kendi arzum ile deruhte ettim. Bana bunu teklif eden olmadı. Lisanımda lekanet

de yok. Aciz olmak başka, dilsiz olmak başka, öyle değil mi? Her neyse birazda ben

Page 494: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

476

şöyleyeceğim çünkü istifade yalnız dinlemekle olmuoyr söylemek de lazım. Đnsan

fikrini söylemeli ki hatasını anlasın.

Servet-i Fünun’un münderecatı hakkında birçok itirazlar görüyorum,

işitiyorum. Şiveye, kaideye muhalif ifadeler nerede olursa olsun muhalefet olunur.

Hataya hata demek hata değildir. Fakat bu itirazlar o kadar yolsuz irat ediliyor ki

hepsine birden hiç demek bence bu gazetenin münderecat-ı nefisesini tariz etmekten

yüz kat haklı, bin kat hayırlıdır. Đnsaf edelim şiveye, kaideye muvaffak yazılmış pek

çok eserlerin hiçbir şeyi olmadıklarını görüyoruz. Hele edebiyatta kusursuz çirkine

kusurlu güzel her zaman tercih olunur. Ne olursa olsun birine çirkin birine güzel

demek tabiidir.

Evet, Hüseyin Cahit Bey’in: “Bizi karşı karşıya bulunduracak her şeyden

ziyade korktuğum hatta feci bir neticeyi bile ona tercih ettiğim gülünç bir telakki

vücuda getirebilecek tesadüften çekiniyorum. ” Đfadesinde zaif-i telif yahut muhtelif

şive olmakla bu cümlenin dahil olduğu makaleyi hiçe saymakgarezsiz olamaz.

Vaktiyle mektepte muallimliğini ettiğim bu muharririn şimdi eserlerinden müstefit

oluyorum. Mesela kasvir ve tahkiyede gösterdiği iktidara gıpta ettiğimi itiraf

eylemezsembazıları hakkındaki hükmüm kendi hakkımda da layık olmam lazım

gelir. Halit Ziy işte size şaibeli fakat göz kamaşmadan safha-i nunanuruna bakılamaz

bir deha.

Ey kaideşinasan-ı lisan! Nadir’in, H. Nazım’ın, Suat’ın, Fikret’in, Siret’in,

Halit Ziya’nın, Cahit’in, Rauf’un eserlerini tenkit edelim. Kavaid-i lisaniyemize göre

fikrî, lafzî hatalarını bulursak gösterelim. Fakat inkar etmeyelim ki bu eserlerde

taklidi mucep terakkimiz olacak meziyetler daha çoktur. Her yeni gördüğümüz

mevzuun, teşbihin, terkibin fenalığına hükümde acele etmeyelim, düşünelim. Bu

yenilikler neden neşet eder? Hangi esasa racidir? Acaba üslüpların terkiplerin

tenevvü-i hodbihod keyfî bir icat daiyesiyle mi oluyor? Yoksa bunlar bir aks-i savt

gibi fikrin muhtelif ahenklerine mi tevafuk ediyor? Buralarını tetkik edelim. Bu pek

faydalı bir mütalaadır. Edebiyatımızın bugünkü mahsülatı –menbalarına doğru

çıkılmadıkça, kendilerini tevellüt eden usul göz ucuyla olsun bakılmadıkça- iyi

anlaşılamaz.

Page 495: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

477

Ruhumuzun harcına münakis hasais-i felsefeden büsbütün bîbehre olanlarca

bile malumdur. Duygunun, düşünmenin, kuvve-i mümeyyizenin, kuvve-i hafızanın

umum insanlara şümul olduğu herkes anlar, herkes bu hasaisin umumundan mahrum

olamaz. Nispetlerin tehalüf ve tefavetinden sarf-ı nazar edersek deriz ki bu hasiseler

bizde adeta cibillidir. Uşte bu kuvvetlerin faaliyetinden mütevellit olarak

derunumuzda husûle gelen tesiratı tebliğ için iki vasıtamız, iki alet-i natıkamız var ki

biri umumi, diğeri hususidir: Lisan, kalem…

Lisan ruhumuzun o püresrar olan ahengini derecat-ı muhtelifesiyle gayet

güzel surette tebliğe muktedir, umumi bir alet. Kalem her natıka için öyle değil,

hususidir. Hissiyatımızdan bazıları basit eşkal-i kelimat ile ifade olunabilir. Bunlar

hafızaya edenledir. Bazıları ise canlı, cazibeli, ağır bir şekil altında bulunmadıkça

hakkıyla ifham edemez. Bunlar hisse, hayale müteallık olarlardır ki tahdidi mümkün

değildir. Türk şairleri Acemce, Acem şairleri Arapça bilmeseydiler Rum ve Đran

divanları büsbütün başka türlü olurdu. Đşte bizde saz şairleri: Keremler, Aşık

Ömerler, oestanlar, falanlar…

Şimdi biz Avrupa edebiyatını tetbi ediyoruz. Çünkü ruhnüma-yı terakkimiz

asar-ı garbiyedir. Okuyalım da öyle yazmayalım. Bu olmaz, bu kabul değil. Çocuk

ana ata lisanını değil, öğrendiği lisanı söyler. Biz de lisan-ı edebiyi öğrendiğimiz gibi

yazarız. Eslafımız Acemce söylemekte nasıl mazur iseler biz de şimdiki yazdığımız

gibi yazmakta mazuruz. Fuzuli bugün sağ olup da garbın asar-ı ahire-i edebiyesini

okumuş ve tiyatroyu görmüş olsaydı, bir “La Dans Serpantin”i yazmaz mıydı

sanırsınız? Ben Fikret’in bu eserinden bir anda resim, şiir, musiki zevki alıyorum. O

ne latif renkler, ne parlak manalar, ne müessir ahenklerdir…

Şimdi şu dakika önümde açık duran Servet-i Fünun sahifesine göz gezdirdim.

Hüseyin Suat Bey’in neşide-i latifesinin bir iki yerinde garabet-i hayaliye bu ikinci

okuyuşumda yine dikkatimi celp etti.

Şafak sevinince sanırdım şehper-i aşkın

Hayal-i dilberimütebessim, lerzan

Açar semâ-yı seher bir hadika-i elvan

Page 496: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

478

Sanırdım ah ozaman bir kebuter-i aşkın

Pürmünevver tarzında pempe bir küçük el

Tutar da kalbimi der –gark-ı ziyÂ-yı emel-

Aşk bir güneşe teşbih edilerek müşabehün bihe bedel teallük olan kanat deniz

oluyor. Benim bildiğim istiare-i mekniye işte bu yoldadır. Şimdi bu şehpedirin hayal-

i dilberini farz etmeye artık lüzum yok. El için gark-ı ziyâ-yı emel olarak şöyle

söyler, deyip de bundan o ilk sahibini kastetmek ise bir mecaz olacak, fakat kaideye

mutabık olmadığı gibi zevke de muvaffak değil. “Başınız sağolsun” dinir maksat

tekmil vücuttur. Lakin vücut lakırdı söylemez. Binaenaleyh ele söz söylenmekte

cüziyyet, külliyet alakası yoktur. Mamafih şairin hassasiyetine, şairin rikkatine karşı

bu iki kusur pek ehemmiyetsiz kalıyor. Bunu takdi ve itiraf etmek, lisanın kabiliyet-i

edebiyesine yabis intikatlardan ziyade hizmet etmez mi?

Ben Siret’in “Sükunat-ı Şabane”sini de pek kolay tenkit ederim. “Sükun zaten

masdardır, sükunet ne oluyor?” diye nasırnamesinden tutturarak alabildiğime gider.

Birçok aylarda yaparım. Fakat tanzirine gelince çok sıkılacağını bilirim. Hatta

bilmem ki muvaffak olur muyum?

Şunu da söyleyeyim. Dekadanizm, Sembolizm diye tabirat mübteze-i mezika

sırasına geçirilen usul hakkında Cenap’ın vuku bulan müdafalarını kâmilen tasdik

etmekle beraber Türkçe olsun, Fransızca olsun okuduğum şeylerde bazı müphemat-ı

hayaliyeden doğrusu bir zevk alamıyorum. Mamafih tekrar ediyorum: Çoğunu

lezzetle, hayretle okumakta; hepsinden ayrı ayrı istifadeler etmekteyim.

26 Şubat 1313

Đsmail Safa

SF, Nu. 366, s. 21-23

Page 497: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

479

MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 38

Epeyce bir zamandan beri cerait ve risaili hemen hergün işgal eden bir bahse

bir iki söz ilave edeceğim, Servet-i Fünun okuyanlardan temenni-i afv ederim.

Şimdiye kadar bilmem kaç bin sütun yazı ile tekrar olagelen bu bahiste ne

demek istenildiğini tayin için evvela mütalaat-ı mütevaliyeye bir nazar-ı mücmel

atfetmek istedim. Bu türlü mübahese üzerine serd-i mütalaatta emsaline tefvik eden

Ali Kemal Beyin bir bende-i hülasa-i bahsi muhtevi göründü. Hülasa kendilerinin

iddiası yine kendilerinin olduğu için bunu aynen almayı münasip addettim.

Bendin mebdeinde asar-ı mütercimenin nakayısı tadat edildiği sırada, hükmü

tercümeden ziyade telife şamil olmak üzere deniliyor ki: ‘Saniyen bazılarımız ise

üsluba ehemmiyet vermeyi azametimize sığdıramıyoruz. Lisanımızda bir allame

geçinmek iddiasındayız. Belki de öyleyiz. Fakat yazdıklarımız saman gibi öyle

bayağı öyle zayıf çünkü üslup ile uğraşmaya güya fazlımız manidir! Salisen bir

kısmımız da Arabiyi, Farisiyi kâle almadan telif olsun, tercüme olsun Türkçede

müceddidane kalem yürütmek fikr-i hamındayız. Aklımıza eserse türlü türlü

kelimeler terkipler icat ederiz!’

Diğer bir yerinde de:

‘Mamafih lisan-ı efsah el-beyan Arabî ihmaldeki istihfaftaki hatamızı

muahezede haklı değil midirler? Arab’ın Türklüğe, Türkçeye, Türklere mahsus

feyzini, usaresini, emmezsek lisanımıza bihakkın neşv ü nema veremeyiz…

Defaatiyle tekrar edilen tekrar edildikçe nisyan hatta paymal olunagelen bu hakayiki

idrak etmeyen şibanımızın tarz-ı beyanı ulemamızın tarz-ı beyanı gittikçe anlaşılmaz

oluyor… Đşte üslubun da en berbatı bence böyleleridir ki bir izmihlal bir zeval onlara

göre bir Dekadans demektir…’ buyuruluyor.

Bu bahse müteallik olan neşriyatı muntazaman okumadımsa da müsadifi-i

nazarım olan makalelere istinaden zannediyorum ki bahsin hükmü şu birkaç sözden

fazla bir şey değil. Şayet zannım hilaf-ı vakıa ise bu bahiste hükümlü bazı sözler

daha söylendiği ihtar olunur umuduyle bu üç fıkrayı tetkik edeceğim:

Page 498: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

480

‘Saniyen’ ile ‘salisen’ kelimeleri arsındaki birinci fıkra, üsluba az ehemmiyet

verildiğinden mi yoksa üslupla ziyade iştigal edilerek cem-i fikre vakit

bulunamadığından mı, her nedense pek müşevveş; çünkü ‘üslup’ lisanın kavaid-i

sarfiye ve nahviyesi manasına alınırsa –ki mübahis-i mükerrereden bu zehapta

bulunduğu anlaşılıyor- lisanda allamelik iddiasında bulunanların eser-i marifetlerini

elfazlık terkip ve tezyininde göstermekten başka bir şey düşünmemeleri zaruri iken

bazılarımız hem üslubu istihfaf hem de lisanda allamelik iddia ediyoruz’ diyen

elbette doğru olamaz. ‘Üslup’ bildiğimiz gibi her şâir veya münşiye has tavr-ı beyan

manasını mudi ise bir adam için ‘kendi üslubunu istihfaf eder’ demekten ne anlaşılır?

Teessüf olunur ki kavaid-i lisaniyede rüsuh kazanmakla ‘ öyle saman gibi,

öyle bayağı, öyle zayıf’ şeyler yazmaktan kurtulmak kabil olamıyor. Yoksa sermaye-

i hayatlarını saffet ile mevsufun mutabakatına sarf etmiş olan nice zevat bugün üdeba

ve şuara arasında bulunurdu. Neyse bunu geçelim.

Đkinci fıkraya gelince: ‘Arabiyi, Farisiyi kâle almadan müceddidane kalem

yürütmek fikr-i hamında bulunanlar’ lüzumu halinde bir yeni terkiple ifade-i fikir

edenler ise bunlara niçin bu derece husumet ediliyor? Azameti sığdırmak, kalem

yürütmek, akla esmek gibi şimdiye kadar lisan-ı edepten ‘elbette bir sebeple olacak’

hariç tutulmuş olan efal ve terakibin istiğmaline cevaz verilirken şekil ve kıyafeti

bizim edebe ecnebi olmayan lüzumlu bir kelime kullanmaya yahut ziba kelimelerden

yeni bir terkip yapmaya cüret edenler neden bu kadar tarize müstehak görülüyor?

Muterizler aliyyü’l-ıtlak ‘lisanda yeni bir şey olmasın’ diyorlarsa ‘Türkçe

daima aynı halde kalsın’ demekten başka bir şey olmayan bu arzunun husülü

lisanımızı nasıl büyük bir tedenniye duçar edeceğini kim olsa anlar. [Bereket versin

ki efkâr ve hissiyat-ı edebiye tenevvü ettikçe eşkâl-i hariciyesi olan elfaz ve terakibin

de tadat ve teksiri mutlak-el cereyan bir kanun-ı tabii olduğu için bu türlü

temenniyatın ashabını yormaktan başka bir tesiri olamıyor. ]

Yok böyle değil de terakib nevinden bazılarının kavaid-i lisaniyeye mugayir

olacağını iddia etmek istiyorlarsa bu halde artık yeniden bir terkip yapmak fikr-i ham

sayılamayacağı için istediği hakkı evvela itiraf buyursunlar da sonra varsa, kaide

Page 499: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

481

hatasını tashih ediversinler yahut –muktedir oldukları yerlerde- sevmedikleri terkibin

ifade ettiği manayı lisanımızın şive ve kaidesine daha muvafık diğer bir terkiple

tamamı tamamına eda ederek evvelkini istiğmalden kendi kendine düşürsünler.

[Fakat unutmasınlar ki bu türlü terkipler ilcâ-yı fikir ve manadan ziyade ‘müceddit

olayım’ arzusuyla ortaya atılırsa cenin-i sakıt gibi doğmadan ölür, vücudu

hissolunmaz ki hatta şükür ve şikâyetten birine mazhar olabilsin. ]

Böyle de olmayıp da ‘mademki biz yapamıyoruz, siz de yapmayın’ demek

istiyorlarsa buna ne denir!

Üçüncü fıkraya gelelim: Lisan-ı efsah el-beyan Arabî ihmal ile Arab’ın

tevarüs ettiğimiz feyzini usaresini emdiğimiz için tarz-ı beyanımız iğlak ve ibhama

düşüyormuş, öyle mi? Đnsaf! Arapçanın hadd-i zatında haiz olduğu ehemmiyeti biz

de herkes gibi kemal-i tazim ile teslim ederiz; fakat Türkçe mevzu-ı bahis olunca

lisan-ı Arab’ın yalnız lisanımıza taalluku itibarıyla takdiri lazım gelir ki o zaman

nokta-i nazar değişir. Bir kere Arabî’den aldığımız isim, masdar, sıfat, ism-i fail,

ism-i meful, ism-i mekân, ism-i tafdil falan gibi birkaç şekle münhasır, bunlar da

isim ve sıfat hükmünde müstamel olduğu için Arapçanın mazi, muzari ilh. gibi sığ

tasrifiyesinden Türk lisanı müstefit olamaz. Türkçede müstamel kelimât-ı Arabiyenin

mahdudiyet-i eşkâli icabından olarak Arapçanın lisanımızda cari kavaid-i sarfiyesi

sıfata, izafete ve bazı ebvab-ı tasrifiyeye ait birkaç kaideden ibaret kalmıştır ki bu

kaideler, yalnız kelimât-ı Arabiye için meri olmak üzere esasen sırf Türkçeye

dâhildir. Arab’ın kavaid-i nahviyesi ise Türkçede hiçbir hükm-i tesir hâsıl edemez.

Mükemmel bir sarf-ı Türkî lisanı doğru yazmak için bir Türk’e kifayet eder.

Herhalde Türkçe ile Arapça bir birine benzemez iki lisandır. Bizim istiğmal ettiğimiz

kelimât-ı Arabiyenin birçoğu ya o şekilde kullanılmamış yahut büsbütün başka bir

manada istiğmal edilmiş olduğunu pek çok Arapça bilenlerden işitmiştik!

Arapçayı gerçekten tahsil etmiş olan zevâtı, kesb-i marifet için mesai sarf

etmiş oldukları cihetle, tevkir ederiz. Kâh ve bigâh mütenebbiden bir beyit iradına

vesile olarak –tabiri caizse- talim edenlere de bir ‘Öyle mi ya!’ demek bile istemeyiz.

Fakat muğlâk Türkçe yazmamak için mutlaka Arapça öğrenmelidir. Đddiâ-yı hamını

ashabına reddetmek de tereddüte lüzum görmeyiz. Çünkü Arapçanın lisanımıza olan

Page 500: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

482

muaveneti –o da sevildiğimiz derecede kalmak üzere- yalnız elfaz ve terakibe

münhasırdır. Hiçbir zaman, hiçbir suretle şiveye, üsluba kadar gidemez. Bu halde

‘lisan-ı Arabı ihmal ettiğimiz için tarz-ı beyanımız –yani şive-i lisanımız- muğlâk ve

müphem oldu demek Arapça bilmediğim için Türkçe söyleyemem kuvvetinde bir

mantıksızlıktır ki hafazan Allah!

H. Nazım

SF, Nu. 370, s. 86-87

Page 501: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

483

MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 39

-Şiir Hakkında

Birkaç senedir vakit buldukça yazmakta olduğum fikr-i mahsusama dair

bugün biraz daha izahatta bulunmak isterim:

Birkaç senedir nazmı büsbütün ayrı gördüğüm için bir manzumeyi teşkil eden

ebyattan hatta mesaradan bazısına şiir, bazısına nazım diyorum. Şiiri kimse benim

söylediğim gibi söylemedi, benim ayırdığım gibi ayırmadı. Bu telakki, bu tefrik

indidir.

Herkesin ihtisas ettiği meslekte kendisine göre bir zevki, zevkine göre bir

icadı… Herkesin rüsuh-ı fikriyesine, muhakeme-i akliyesine göre bir içtihadı vardır.

Đnsan yalnız okumakla kalmamalı, okuduğunu düşünmeli, düşündüğünü yazmalıdır.

Erbab-ı ihtisas asar-ı sanat-ı tecdit eder. Bir eser-i icat, bir fikr-i içtihat ya beğenilir

makbul olur yahut tashih edilir, reddolunur. Bunun ikinci suret-i bile faideden hali

değildir. Hiç olmazsa insana hatasını gösterir, hiç olmazsa insana bilmediğini bildirir.

Bir söz fevkalade beliğ, son derece ruha nafiz, hele bir de vezin ile kafiye

ahengini haiz bulursa buna şiir demekte kimse tereddüt etmez. Ben ediyorum! Ruha

nüfuz-ı tesir-i beliği eserin ya mevzuunda yahut üslubundadır. Benim fikrimce takdir

evvela eserin şiiriyetini hükmetmelidir.

Bir şeyi olduğu gibi –hele nazmen- tasvir elbette bir iktidar, bir hüner, bir fazilettir.

Fakat sanıyorum şâirlik bu değil, bendenize katiyen öyle geliyor ki bir tasvir aynı ne

kadar beliğ, ne kadar bedii olursa olsun şiir olamaz. Zihnimde bulduğu adelle

musadif olduğum itirazlardan kuvvetli çıkıyor. Fikrim gittikçe teyit ediyor.

Revaç cehl merkep reşide est behayi

Ki girde makesi haviş rahayal hemayı!

Beyti hatırlara gelmesin. Ben kendimi değil düşündüğümü, bir şey düşünerek

bulduğum şeyi bir hakikat-i edebiye sanıyorum. Diyorum ki bir tavır aynı mevzuun,

mevzu güzelse demek ki bir şiirin çizgisi, gölgesi, boyası muvaffak düşmüş – vezinli

Page 502: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

484

ve kafiyeli ise- fasih, beliğ, musanni bir nazımdır. Bizzat şiir değildir, tasvir bizatihi

şiir olmak için şâir-i meşhudiyenin letafet veya dehşetiyle aheng-i ulviyetiyle, tesir-i

fecaatiyle velhâsıl hal ve meziyetle mütenasip ve mütevafık olarak buna

kendiliğinden, sermaye-i şâiriyeti olan hayalinden bir şey ilave etmelidir. Şiiriyet

yalnız mevzuda ise şâiriyet yalnız tabiatta mütehalli demektir. Tabiatın yaptığı şiiri

söylemek başka, şiir söylemek başkadır.

En adi bir teşbih, en mübtezel bir istiare yahut bir mecaz-ı mürsel bile bendenizce

bir eserin şiiriyetini temin eder. Ancak buna pek hayide, pek bayağı bir şiir derim.

Şiir bir kere katiyyyen nazımdan ayırmalı, sonra şiirin de nazım gibi iyisini kötüsünü

seçmeli. Bir esere ‘şiir değil’ demek onu beğenmemek demek değildir. Güzel bir

nazım çirkin bir şiirden elbette iyidir.

Nedir o ruha şu viranenin civarında

Dokundu hatırıma hal-i inkisarında

Değil garip, bulunsam madem mest-i harap

Misafirim vatanın bir harabezarında

‘Müteessir etti’ sözü şiir olmaz. Bir harabezarda misafir kalanın mest-i madam ve

harap olmasını istiğrap etmemelidir, sözünü vezin, kafeyi, şiir edemez. Naci Efendi

merhumun bu meşhur gazelinde:

Hevada yaprağa döndürdü rüzigar beni

Hazana müntezirim ömrümün baharında

Beytinin mazmunu biraz mübtezel olmamakla beraber gayet bedii, gayet

güzel ifade olunmuş bir şiirdir. ‘Sarardım, soldum, gençliğimde ölümümü

gözlüyordum. ’ Sözü nazmedilmiş olaydı şiir olamazdı. Nazımdan başka bir şey

olmayan:

Ederse dil yeri vardır veda melek vücuda

Garib eyler bulunurmuş adem diyarında.

Kararyab olamam gerçi mest-i sersarım

Masid o renkteki asudedir mezarında,

Page 503: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

485

beyitlerinin ikinci mısrasında ne hoş, ne şâirane bir zarafet var, ne kadar selis:

Gönül o nevsefer-i tur talatın Naci

Yanar kıyamete dek nar-ı intizarında

beyti ise –velev yine bisyar-ı senide mazmunlardan olsun- bir teşbih ve istiareyi

tazmin ettiği içir şiiriyeti haiz olmaktan ziyade tabii olarak iki üç sanatı bedii

muhtevi bulunmak haysiyetiyle nefistir. ‘Makber’in –evvela duayal ile asud gibi hal

ile mürur etmiş hayal-i maziyi musavver. Şiirin o zaman mutad-ı fasl olduğu ve zayıf

sipesamiz muaşerat, müfesser-ebyatından sonra gelen:

Âlemde işim benim o işti,

Gönlüm ona ülfet eylemişti.

Bak söyler iken unuttum eyvah,

Sordum ki yanımdadır o hemrah!

Ülfet dediğim evet, değişti

Tefriki bize ecel yetişti

Gittik güya bir Pazar, sebatta

Kim derdi ki ah o son gidişti

Kıtasına bendeniz şiir demem; tabii, hissi bir nazım derim. Çilegüzar kahr-ı memat

olanların –böyle manzumeleri okurken evvelce kendilerini ağlatmış olan halleri

tekrar tecrübe ediyormuş gibi- müteessir olmaları tabiidir. Şimdi bu tesir böyle

sözlerin şiiriyetini nasıl temin edebilir? Şiir için ‘müessir, beliğ, ruha nafiz sözlerdir’

demek nasıl kâfi olabilir? Bir de şu parçayı okuyalım:

Hep hal değil mezar-ı dilber

Nisyan olacak ikinci mukbir

Nisyan, o esfal-i mukabir

Nisyan, o muktel-i ekâbir

Bir diğeri de bu kalb-i mağber

Zira bu da hak ile beraber;

Uçmakta mezardan mazara

Canan o ferişte-i seferber

Page 504: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

486

Đşte ‘Makber’in siyah levha-i münderecatı arasında fosfor gibi parlayan bu kıta

Hamit’ten başka bir Türk şâirine söylemek nasip olmayan şiirlerden, şâir harfe-i

tarik-i fenaya terk edilen radife-i hayatının ikinci mezar olarak mazlume-i nisyana

düşerdi. Son karargâh olmak üzere kendi muhafazâ-yı kalp hakesarında kalacağını

söyledikten sonra canana peride revanını mezardan mezara uçar bir ferişte halinde

gösteriyor. Mevzuya bir şey ilave ediyor. Kendiliğinden bir şey söylüyor, bir şey

yapıyor. Đşte bu şey ki bir teşbihe temsilcidir. Semanın bir kıta-yı duradur birçok

zamanlar tersidle nevmit olmuş iken merkez-i adese-i mirsadda hak-i peyda bir sitare

leman hande-i nazırını hayran temaşaya dalmış rasatlar gibi hezar-ı güfte

mazmunlardan usanıp da yeni bir nokta, parlak bir nokta görmek iştiyakında

bulunanları- zevkyâb-ı istikşaf edecek şiirlerdendir.

Mecnun amirinin -her okuyuşumda kalbimi, gözlerimi yaşartmak tesirinde bulunan

Taklikat-ı leyl-i vehi garr-ı sagırah

Velem yebed li’l-etrab min sediha hacm

Sagirin nari elbehem, yeleyte anna

Eli ilan lem nekber velem tekbir elbehem

Kıtayı meşhuresi bizzat şiir olamaz. ‘Ben Leyla’ya alaka ettiğim zaman henüz

göğsünde memeleri belirmemiş nabaliğ bir kızcağızdı. Đki sabı kuzuları otlatırdık.

“Ah, keşke bu ana kadar biz de büyümeseydik, o hayvancağızlar da büyümeseydi!”

ifadesinin mevzu-ı müesser bir şiirdir: Đki nevrişte-i nev temayülün bir merada körpe

kuzularla, deminzaraniş ve mevalat olması eşar-ı ulviye-i tabiatındandır. Lakin o

hali, bu hissi böyle olduğu gibi tasvir her halde şiir söylemek değil, bir şiiri

söylemektir.

‘Allah Leyla’yı başkasına, muhabbetini bana takdir etti. Mademki böyle olacakmış

bari beni de Leyla’dan başka birinin sevdasına müptela edeydi. ’ mealindeki:

Gazaha lağıri ve iptilani bahbaha

Felaha beşi-i gayrı leyli ibtilaniya

Page 505: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

487

‘Henüz tıfl iken melif-i havi oldum. Yirminci sal-i hayatımda saçım sakalım ağardı.

Benim gençliğim hani? Kundaktan kurtulmadan evvel zaman benimle uğraşmaya

başlamıştı. Artık şimdi bir de şu kaderin hücumu ne oluyor? ‘Modasını tazmin eden:

Ülfet’el-havi tıflan… Feşabet avrizi

Laşirin men Ömer’i, faren-i şababiyan?

Vaharibini –min kabl-i rafii tamaimi

Zamni, fema lenaibat vemalya?

Şu kıtada o kabilde, bunlar da hakikati kemaha söylüyor. Tesir o hakikattedir.

Hâlbuki yine Arap eşarından olmak üzere nazmını tahattur edemediğim:

Ukul, fihal haddin lilhabib ve gad

Tefrik’en-nas fi te’vile firka

Hevalferaş ray heda le fermi

Binnefse fevka naralhad fahtiraka

Bu kıta ki sevdiğimi hal-i haddini tevilde nas fıkralara ayrıldı. Ben diyorum

ki bu şame-i sevda bir şebitap idi. Arz-ı ateşini görür görmez üzerine atıldı, yandı,

kömür oldu!

Mefhumundadır, öteki beyitlere, kıtalara nispetle hiçbir tesiri yokken

şiiriyetine söz yoktur.

Tafsilatımızdan şu netice elbette istihraç buyurulur: Şiir, teşbiye ve istiare

olmadıkça –fesahatle, belagatle, bedii ile hikmetle, felsefeyle, tarihle- tecelli etmez.

Đlm-i beyan ki mecaz ve envaıyla kinaye gibi tarik-i ifadeyi bildirir. Şiirin muhakkı,

şiirin lazım-ı gayr-ı münfekidir. Diğer aksam-ı edebi, kelamı ayniyetten kurtarmaz.

Hayal şiirin menbaı, sunuh-ı süduru, ilm-i beyan ise hayalin düsturudur.

- Mademki adi teşbihli, adi istiareli beyitleri de şiir addediyorsun, o halde

nazım ile şiiri böyle ayırmaya ne lüzum var? ‘Vezinli kafiyeli sözlerin hepsi şiirdir.

Bunların kıymetleri belagatleri nispetinde mütefavık olur. ’ demek daha şümullü bir

tarif olmaz mı?

Page 506: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

488

-Efendim teşbiye ve istiare insanın kendi bulduğu kendiliğinden yaptığı bir

şeydir. Şâirlik meşhudunu müşahede ettiği gibi söylemekten ibaret olunca bülbülün

veya diğer güzel sesli bir kuşun savtını taklit edeni hatta her şarkı söyleyeni bestekâr

addetmek lazım gelmez mi?

12 Haziran 1214

Đsmail Safa

SF, Nu. 381, s. 259-262

Page 507: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

489

MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 40

Edvâr-ı edebiyat, kavmiyet-i edebiyat, tekâmül-i edebî nasıl hâsıl olur?

Mecburiyet-i tabiiyyeyi iktibas, bedihiyyat-ı tarihiye, Fransa, Almanya, Đngiltere,

Đtalya, Rusya- edebiyat-ı Osmaniyenin bugünkü tarz-ı cedidinde fayda mı mamul,

mazeret mi melhuzdur?

Bir kavmin edebiyatı hin-i zuhurundan vakt-i tekemmülüne kadar üç büyük

devre-i tabiyeye inkisam edebiliyor:

Evvela bir cemaat-i milliye teşekkülüyle beraber saf bir zatın sözleri gibi

azade-i hüner bir edebiyata mâlik olur. Bu edebiyat bir ruhun – tabiri caizse -

işlenmemiş, cilalanmamış, bir fikr-i hamın tercümanı, ufak iptida-i itlaın tasvir-i

tabiisidir ki sulardan, çayırlardan, ormanlardan, koyunlardan, karlardan, güneşlerden,

aşktan, hususuyla aşktan sathî, sade bir surette bahseder. Anda bir şem-i hüner, bir

şâibe-i taklit ve iktibas bulunma ihtimali kata yoktur. Sırf indî ve samimidir. Türk,

Arap ve Acem şurâ-yı evvelini ile Fransız, Alman, Đtalyanlar devreleriyle tekmil

edebiyat-ı cihan ve cihan-ı edebiyat bu devre-i evvelini geçirmiştir.

Sonra devre-i ihtilat başlar ki bir kavim en yakın komşularıyla bila ihtilat

anların adatından, ahlakından nefsine, tabiatına uyanları aldığı sırada da bittabii

edebiyatı da bundan müstefit olur. Bizim Arab’ı ve Acem’i ve Latinlerin Yunanlıları,

Fransız ve Đtalyanların Latinleri, Rusların Almanları, Almanların Fransızları taklit

etmeleri hep bu devre-i saniyenin ilcaat-ı tabiiyesindendir.

Devre-i salise ise taklit ve iktibasın mümkün mertebe laletayin kendisinden

müterakki milletleri teşmiliyle bedi eder ki bu devrin hududu, nihayeti yoktur. Đşte

bizim ve Rusların, Fransızlardan ve bütün milel-i mütemeddinenin yekdiğerinden

istifadesi bu yoldadır. Bu üçüncü devre bir kavmin hayat-ı medeniye ve edebiyesince

tekâmülüne hadim bir hatve-i mühimmedir ki en ziyade itinaya çaspandır. Bittabii

biz bu üçüncü devre dâhilinde bulunuyoruz. Bizim gibi milel-i mütemeddinenin

kâffesi ahkâm-ı tarihiyeye tebaiyetle bu edvar-ı hayatiyi imrar etmişler ve ihkilat

Page 508: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

490

ettikleri milletlerden kurbiyet veya bediiyyet nispetiyle ve sırasıyla istifadeler

etmişlerdir.

Elyevm bizden daha az müterakki olan akvam-ı sairede – belki Afganlar,

Acemler sırası gelince bu hükmü hissetmeksizin, ister istemez itba edecekler. Yani

evvela mevkien ve ihtilaten en ziyade yakın olanlardan bağde münavebeten mevaki

coğrafyasına, haysiyet-i medeniyesine göre birtakım milletlerden istifade ve iktibasta

bulunacaklardır.

Avrupalılır bizim Araplara, Acemlere yaptığımız ve yapmak istedeğimiz gibi

Mısır-ı kadim, Yunan, Latin edebiyat-ı atikesinin gene bedayiini tetkik maksadıyla

köhne mabedin, metruk harabelerin taşlarını birer birer kaldırdılar. Enkazında

hafriyat ve tetkikat-ı amika icra ettiler. Ne buldular ise ganimet addıyla istifade ve

istimal eylediler. Eser-i eslafı, eslaf-el’eslafı birer birer elediler, taradılar.

Mütekaddimin kemiklerinden pek çok şekerler çıkardılar! Homerlerin, Birjillerin

serairine, mirasına kâmilen malik olduktan sonra sevabıktan levahıka el attılar.

Onlardan da mal mirasları gibi intifa etmek istediler. Ve henüz sanatın sahibi ve

vatanı yoktur hüküm ve bahanesiyle hâlâ da müntefi oluyorlar.

Bundan bir, bir buçuk asır öncesine kadar Fransızlar, Yunan ve Latin

edebiyatına amâl ve asim bir mukallidi oldukları hususuyla sekizinci asır içinde

Fransız edebiyatı, Avrupaya meşk-i taklit olmadı mı?

Eski Alman eşarı Latinceye sonra Đskandinavya şiirinin mukallidi o kanun ve

teamül-i edebî neticesi olarak sekizinci asrın evasıtına kadar Fransız asarını taklitten

başka bir şey yapmadılar.

Tevatüren ve tarihen sabittir ki büyük Fransa zamanından, Fransa Prusya

muharebesine gelinceye kadar Almanlar her şeyde Fransızların mukallidi ve hayran-ı

fezaili idiler. Frederik’in avdeti, Fransız şurasına tevcihi dahi Fransız felsefesine,

Fransız edebiyatına, Fransız adâtına, ahlakına olan iptilasından neşet ettiği

şüphesizdir. Frederik eserlerinin birçoğunu Fransızca yazar, karinesi hemen daima

mükâleme eder. Aşçılarını Fransa’dan getirtir, sarayında Fransız modasına riayeti

iltizam ederdi. Hatta Fransız lisanına olan iptilasını şayân-ı muaheze gören

Page 509: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

491

mütebahhirininden birini Fransız lisanını her cihetle Almancaya tefavukunu iddia ile

niçin Fransızcayı sevmediğini sorduğu zaman aldığı şu: ‘Haşmetpenahım, iki lisanın

azamet ve selasetini kalbe en ziyade müessir bir mana-yı müfit olan Fransızca

‘amour’ lafzı Almanca ‘libe’ kelimesinin suhulet ve ahengi ile bir kere muvazene

buyurun!’ cevabı meşhurdur. Đşte bu sıralarda Almanya’da bazı istisna ile beraber

büyük Frederik fikrine iştirak ediyordu.

Hele Ruslarda daha ananesiyle meydana çıkar. II. Katherina Fransızlardan

gerek siyaseten gerek ahlaken fevkalade nefret etmekle beraber adet ve terbiye

hususunda Fransız mukallitliği Rusya’da o zamandan tamim ve sirayete başlayarak

on beş seneye gelinceye kadar son derece-i şiddetiyle devam etmekte idi. Hatta II.

Aleksandır’ın Kafkasya’da bir telaş arasında etrafındakilere “Ouest le’imperatrice-

nerde imparatoriçe?” diye Fransız lisanıyla hitap etmesi o zaman Fransızlar için bir

sermaye-i kîl ü kal olmuştur. Yakın zamana kadar Rusya’nın büyük şehirlerinden

Fransızcanın zevât-ı kübradan orta hâlli zevata kadar bu lisanı bilmeyen bir kimsenin

halk arasına nümayân-ı ihtiram olmamasını icap edecek dereceye gelmişti. Adât,

ahlak ve tarz-ı maişetince bir Fransız usülü Fransız terbiyesi bütün şuabatı,

teferruatıyla beraber Rusya’da hükümran idi.

Đşte bu hâl o devre-i salise geçidinin zeminindendir. Tarih-i vukuat-ı

maziyenin istikbale doğru mütemadiyen tekrarından ibaret değil midir? Bu bir

kanun-ı tabiattır ki pek güçlükle değişebilir. Daha doğrusu değişemez. Ne Almanya

ne Rusya bu halde kaldılar. Alacaklarını aldılar, muallimlerin hezâin-i irfanınıdan

istedikleri gibi istifade ettiler, aldıkları anları muallimleriyle, mürebbileriyle seyyan

bir hale getirdiler. Artık başlı başlarına terakkiyât-ı fikriyelerini idare edecek bir hale

geldiklerini kendileri için birer nokta-i istinat bulduklarını, her türlü ihtiyaçlarının

memleketlerinde mevcut olduğunu anladılar. Almanya’da olduğu gibi Rusya’da da

Fransızcayı – yine pek güzel bildikleri halde – olduğu gibi tekellüm edenler tedricen

azalmaya başladı.

Fakat tahsili Almanya’da olan Rus üdebasından Lermonsof (1712-1765)

asarını Latin ve Alman lisanlarında yazıp encümen-i danişe getirdi. Alman eşarından

müstamel olanı alıp Rus edebiyatına tatbik etti.

Page 510: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

492

Şuaradan Petrof Đngiliz edebiyatını biltetkik – dikkat buyurulmalı – Rusçaya

tatbik için hükümeti tarafından Đngiltere’ye gönderildi. Asil bir aileye mensup olan

şâir-i meşhur Aleksandır Puşkin Fransız mürebbiyeleri tarafından terbiye

edildiğinden olmalı ki ekser asarını Fransızca kaleme alırdı. Hatta on yaşında

Fransızca ufak bir komedi yazmış olduğu bilinmektedir.

On yedinci asrın nısf-ı ahirine doğru Vişerley, Kongrov, Stil, Edison gibi

Đngiliz şuarası tamamıyla Fransızlara, Fransızların Koroneylerini, Molierelerini,

Racinelerini taklit etmişlerdir. Vişerley’in, Moliere’nin ‘Merdemgiriziyle Kadınlar

Mektebi’ne takliden tanzim ettiği ‘Doğru Sözlü Adam’ ve ‘Taşra Kadını’ ünvanlı

tiyatroları bu müddeaya birer delildir. 203 Shakespeare’de ‘Romeo ve Julyet’ini

Đtalyan edebiyatından ‘Luici Daponna’ ile ‘Bandello’dan iktibas eylediği

muhakkaktır. Bahusus şâir-i şehir Milton ve Spensır sırf Đtalyan edebiyatı mukallidi

idiler. 204

Đtalyan edebiyatı ise Dante gelinceye kadar yani on üçüncü asırda Fransız

asar-ı edebiyesinin bir makesi idi.

Şimdi bir sual-i irat sırası geldi: Acaba bu edvâr-ı iktibas ve taklitten heva ve

naheva kendini alamayan şu koca koca milletlerden hangi biri üdebasının temayülat-ı

tabiyesi, bu bedahet-i tarihiye neticesinde milliyetlerini, hususiyet ve ahlakiyelerini,

hissiyat-ı edebiye-i kavmiyelirini kayıp ettiler. Ruslar Alman mı oluverdiler? Yoksa

Almanlar Fransız mı oldular?

Ya niçin her milletin esbab-ı terakkiyatından biri ve belki birincisi olan bu

mesele-i iktibasın bizde de tecelli etmesini nahoş görmek, hiç kimseye benzememek

gibi pek beyhude bir teklifte fazla bir gayrette bulunuyoruz? Ellerin geçtiği köprüden

geçmeyip de ne yapacağız? Avrupa’yı misal göstermeye ne hacet, işte bugün

Cezayir’in, Mısır’ın, Beyrut’un Arab’ı, Hind’in, Đran’ın Farisi cerait ve kitab-ı

edebiye-i hazırası tetkik edilsin onlarda da Avrupa tarzı tahririne, üslub-ı tasvirine,

usül-i tefekkürünü taklit edildiği müşahede olunur.

203 Matines litteraires: E. Menneheth: Tom. IV, p. 325 204 Đd. Tom. III, p. 345

Page 511: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

493

Bir milletin tarih-i temeddününde bu edvar-ı iktibas, medeniyetin nizamât-ı

umumiyeden, usül-i maişetten hatta efkâra – biraz mübalağa ile – harekât ve sekenata

kadar maddi ve manevi bütün şaibatı, celi ve hafi bütün köşelerini muhtevidir.

Terakki-i medeniyet o hiçbir manaya ehemmiyet vermeyen seyl-i huruşan bilcümle

feyiz ve bereket ve afat ve hasarıyla memzuc ve mahlût geliyor. Nüfuzuna rast

geldiği dağlar, uçurumlara hail olamıyor, değil mi? Đşte anınçün ‘mebhus-ı anha’

matbuel-endam’ mesaili gibi ‘saat-i semenfam’ ‘hande-i hüsranşikaf’ meselerinden,

falan filanlardan da baki bu kubbede belki nahoş bir sada kalır. Đşte o kadar.

Fransa’da bundan birkaç sene evvel Almanların Wagner’in musıkisini iptila

gösterildiği esnada çıkan gürültülerin hiçbir tesiri görüldü mü? Heyet-i muhtelife-i

beşeriyeden hangi birinin tarih-i edebide hatevat-ı terekkisi mâniasız mırıltısız

geçmiştir.

Eslafımız Arap ve Acem mukallidi olmasa o devre-i tabiye-i iktibası emrar

etmese idiler acaba edebiyatımız bu mertebeyi bulabilecek miydi? Ondan sonra

bütün fazileti ile Avrupa gelir onu da birer birer - ve heyhat naçar – tahlil ve tetkik

edeceğiz. Nitekim Acem’in Bizansların mehasin-i vakayığını iktibas etmiştik…

Badema içimizde öyle erbab-ı kalem yetişecek ki bize şu Osmanlı edebiyatına

Almanların, Đtalyanların, Đspanyolların, Amerikalıların, Đsveçlilerin, Rusların bedayi-i

fikriyesini tatbik edecek… Belki Çin’in Hind’in nefayisini getirecek. Böylece bütün

âlemin gülzâr-ı efkârının şemmeçin-i feyz ola ola – akvam-ı saire gibi – birtakım

geçitlerden geçerek nokta-i istinadımıza tahkim edeceğiz. Ondan sonra da Avrupa

bizi taklit edecek. Nasıl ki Ruslara da aynı hal vaki oldu. Bunun içindir ki iktibasta

devam lazımdır. Đşte yine Fransa evvelki gün Rusya edebiyatını Leon Tolstoy’un

romanlarına, dün Đskandinavyalı Henrik Đpsen’in tiyatrolarına tehallük gösterir iken

bugün Đtalyalı Gabriel Danonezbiyö’den istifade ediyor.

- Taklit, taklit… Fena, çok fena! Kavmiyet ruhuna dar oluyor!

Pek güzel ama edebiyat nedir? Edebiyatta görülen cüzi, külli bir tehavvülden

kavmiyet nasıl ruhuna dar olabiliyor? Nerede böyle olmuş? Vaktiyle edebiyat

dersinde muallimimiz bize: ‘Şiir açıkça bir tabir ile gülmek ağlamaktır. Yani

Page 512: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

494

hissiyatın bir tercümanı, bir tasviridir. ‘ demişti. Hiçbir Türk görmedim ki Arapça

gülsün veya Fransızca ağlasın!

Frenk gömleği giyersek, eldiven giyersek, potin giyersek, bir de plastör

boyun bağı takarsak kimse alafrangasın demez. Kavmiyetin ruhuna dar olmaz da sırf

hissi olarak ‘havf ve siyah’ veya ‘şikesterenk’ diyecek olsak ‘Bu Avrupa’yı taklit ne

ki?’ feryadı her taraftan kopar. Eslafın:

Nuriseye olsa pare pare

Çarh itdi dimağını mater

Berk eyledi atasayı mikrar

Galip Dede ve

Tarafa ‘Rengârenk ahenk’ eylemiş sahra-yı pür

Kâh ses verdikçe Şeyda bülbülün efganına

Şöyle düşmüş tab-ı derin bülbül divaneye

‘Şule-i avazı’ berk-i harman olmuş laneye

Nedim

Gibi teşbihatını, istiaratını bilmem nerelere haml eder veya Arab’ın ‘mevt-i

ahmer’ ve ‘mevt-i ebyaz’ını tahattur etmek bilmek istemeyiz.

Velev naçiz olsun, Servet-i Fünun külliyatı A. Nadirlerin, Cenapların, H.

Nazımların, Halit Ziyaların, Raufların, Hüseyin Cahitlerin, Safveti Ziyaların, Tevfik

Fikretlerin şiirleriyle, romanlarıyla, hikâyeleriyle, makaleleriyle maziye doğru

muntazam ve sabit hatveler atıyor. Hemzaman olan emsaliyle pek kolay mukayese

olunabilir. Şimdi buna cüret eden bulunmasa bile tarih, o mukadder ciddi-i bitaraf

bunu elbet deruhte edecektir.

‘Mahiyetini ispat eden asar ve amaldir. ’

Asar-ı esatize müstesna, işte halde Ziya Beyin ‘Osman’ı o tavsifat-ı mihenkle

işte ‘Vasiyet’ o şiir-i mehic-i nurani, işte Cenap Beyin ‘Yakazat-ı Leyliye’si, ‘Eytam-

Page 513: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

495

ı Şühedaya’ ünvanlı makalesi bunlara varabilecek bir parça gösterilebilir mi?

Şühedâ-yı nabit, mütevazı zekâlar öyle mi takdir olunmalı idi? Bu hal her zamanda,

her memlekette böyle cereyan etmiş. Hem - bizde de olduğu gibi – o sema ıslıkların

en yüksek alkışların takdirlerin tevellüde muvaffak olmayacağı netayic-i hüsneyi

hâsıl eylemiştir…

Söze nihayet vermeden evvel şunları da söylemek isterim: Bazıları bize

‘Şiirin ne lüzumu var? Bu zeki gençler mühendis olsunlar, müverrih olsunlar,

kimyager olsunlar zekâlarını şiire hasr etmesinler…’ diyorlar. Bu sözler ne dereceye

kadar makarân-ı hak ve sevaptır, bilmem. Fakat mugayir-i insaf değil midir?

Düşünülsün. Kırk milyon mütecaviz nüfusa sahip bir devlet-i muazzamanın bir asr-ı

güzinini, bir devr-i terakkiyat-ı asarını atiye nakil için eserleriyle iştişhade diğer

birkaç zeki şâirine de ‘ mühendis olunuz, kimyager olunuz, sizin bize lüzumunuz var,

şiirlerinizin bize lüzumu yok’ demek. Đşte bu fevkattabii, fevkalhayal, mahdumel-

emsal bir harekettir ki karşısında his ve irfan lâl ve hayran kalıyor. Đşte buna müthiş

bir sükûttan başka cevap yoktur.

Bir de bizde bir zümre var idi ki haneleri gibi kitaphaneleri de bütün asar-ı

Arabiye ile mali idi. Bunlar için mesela edebiyat yalnız asar-ı Frenkten ibaret idi.

Bunlara: ‘ Ne için Türkçe bir kitap, hiç olmazsa bir roman okumuyorsunuz?’ denirse:

‘ Bizim ruhumuzu, fikrimizi tatyib edecek bir şey gösterin de okuyalım, hatt-ı siyah

ile mar-ı zülüf ve serv-i kametten bir şey anlamıyoruz!’ diyorlardı. Bu hal hususuyla

kadınlara – ki valide-i milliyet derler – daha ananesiyle sirayet ve tesir etmişti.

Bunlar terbiyeleri görgüleri icabınca ihtimal yok Türkçe bir kitabı, bir şiiri

sıkılmadan okuyamıyorlardı. Böyle tedricen Türkçe mütalaa itiyadını kayıp ederek

ötede mesela Joroje Ove’nin ikbal ve idbarını her türlü esbabıyla, tafsilatıyla

bildikleri halde bizde bir Şeyh Galip’in bir Nabizade’nin vücudundan bihaber idiler.

Fakat bugün artık onlar da istedikleri şeye, o asil, o kibar, o şayân-ı asr-ı hâzır

olan tefekkürat ve ruhiyatı inkâr edilmek istenilen halde Ziya’nın ‘Bir Yazın

Tarihi’nde, Fera-yı Garam’ın üslub-ı rakikinde, şu Cenapların, Nadirlerin,

Nazımların, Cehdilerin, Fikretlerin, Nesiplerin, Siretlerin şiirlerinde, hikâyelerinde

buluyorlar ve bunları seve seve okuyorlar. Bademada aynı terbiyeyi görenler – ki

Page 514: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

496

gittikçe ekseriyet peyda etmektedir – aynı zevki, aynı fikri alacakları ve bu sayede

asâr-ı ecnebiyeye iftikardan mümkün mertebe müstağni bulunacaklardır.

Düşünelim ki her asrın erbabı kendi asrıyla, kendi asrının müstedrikat-ı

maddiye ve maneviyesiyle mücehhez olarak yürümeli değil midir?

13 Haziran 1314

Ahmet Hikmet

SF, Nu. 382, s. 278-282

Page 515: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

497

MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 42

Mekteb-i Sultani sıralarında sekiz yıl birlikte vakit geçirmiştik. Ah, evet sekiz

yıl… Sekiz yıllık bir şebab-ı mesut orada birlikte uçup gitmiş. Bir daha ele

geçmemek üzere... O tahta rahlelerin mürekkepleri arasında dinlene dinlene, aheste

aheste, fakat heyhat ki bir daha ele geçmemek üzere uçup gitmişti.

Bugün o günleri yâd ettikçe fikrimde bir asuman-ı saadet-i hayali dalgalanır.

Boş lakırtı, boş hayal… Bu gün o günleri yâd etmekten işte hiçbir kârım

olmuyor. Đki taraflı, kocaman, çarşaf kadar iki diploma ile mektep kapısını aşarken

daha o zaman bunların o sekiz senelik ömr-i tahsile kefen hizmetini görmekten başka

bir işe yaramayacağını hissetmiştim. Bu elbette herkes için böyle değildir ve

olmamalıdır. Herkes mektepten böyle bu kadar bihengam bir hiss-i füturun şikâr-ı

biruhu olarak neşet edecek olursa neye yarar? Şehadetnameler öyle bütün bir eyyam-

ı sai ve şebabın puşide-i nisyan ve hüsranı değil büyük bir maarif-i memuri

tarafından vaktiyle dinlediği gibi ‘bir dergâh-ı feyzafeyz-i maişetin bir pasaportu’ bir

varaka-i duhulü ve kabülü gibi telakki edilmeli, onlardan o haysiyetle istifadeye

çalışmalı. Ta ki…

Fakat neler söylüyorum. Maksadım refika-i tahsilimden biriyle şu son

günlerde geçen bir musahabemizi nakletmekti. Diplomalar araya nereden gelip

karıştı. Ben de anlayamadım.

Sözü uzatmadan, vakıan bu şimdi alem-i tahrirede bir alet-i sariye. Hele sıga-i

kelamı dolaştıra dolaştıra bazen dosdoğru mütekillim bir haddeye irca ettikten sonra

yılan hikâyesi gibi uzatıp durmak bir alet-i sariye ki hepimiz onunla maliyiz. Ama

karin-i kiram bu mertebe itnab-ı kelamdan talahhükam olurlanmış, olsunlar, ne için

oluyorlar. Sabur ve hamul olmak manen ve maddeten muvaffak-ı akıl ve kaide iken

hususuyla…

Đşte bir cümle ki uzayacak ve bitmeyecek. Hâlbuki ben mümkün olduğu kadar

mukaddimesiz maksada girmek istiyordum. Görülüyor ki Napolyon’un büyük sözü

her zaman için doğru değilmiş, isteyen her zaman muktedir olamazmış.

Page 516: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

498

Şimdi artık mukaddimesizce anlatacağım. Arkadaşım Yasin Bey Avrupa’dan

geleli bir hafta oluyor. Orada tahsil-i askeriyesini ikmal etti. Mekteb-i Sultanideki

lacordiba kaputlu, geniş nasiyeli, seyrek saçlı, iri yeşil gözlü, kavi hafızalı, keskin

zekâlı çocuk hâlbuki şimdi kırmızı şeritli, sırma kordonlar, altın apoletler, kılıçlar ve

çizmeler içerisinde parlayan bir erkân-ı harp zabitinin simâ-yı metinini aynı levha-i

lahutta piş-i nazarda iştiyakıma getiren ilk mülakatımızda bu parlak zabit sözü yavaş

yavaş edebiyata, eşara, naklederek o küçük mektepli edasıyla okumaya başladı.

Niçin öyle yılgın nigahın yine

Soluk bünye-i canpenahın yine

Dokunmaz mı tur-ı melalin bana?

Çocuk! Aşığım, aşığım ben sana

Tesirle isminde bad-ı hazan

Đnilder durur serviler natüvan

Tabiat berrak-ı hüzne dalsın bütün

Fakat sen melül olma Allah için

Mumun şevki bak çehrende ağlıyor

Şu parlattığın hande bak ağlıyor

Yakışmaz değil hal ki sana iktirap

Bu şeb neyleyim, harabım harap

Bu şeb zulmet-i hatırım müstemer

Ne yapsam teselliye beyhudedir

Sima vermiyor bir sefa fikrime

Bu şeb gelmiyor incila fikrime

Bu şeb çile-i gam yine dolmuyor

Sabah olmuyor, olmuyor, olmuyor…

Sen evvel sevdiğim hab-ı nuşuna ram

Benim çeşmime uyku artık haram

Düşünmek yazık daimi bir setir

Teessürle bir ömr-i imha-yı aziz

Düşün ah u zar ile tesirsiz

Düşün inkisar ile tesirsiz

Page 517: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

499

Karanlık menazır, karanlık hayat

Mania mezahir bütün mühimmat

Nedir ey? Sonun bir çerağ-ı ümit

Kevakep birer şule-i napedit

Cihan mı bürünmekte zulmetlere

Nigahım mı geçmekte yahut yere?

Bu şeb doğmuyor neşe vicdanıma

Düşündükçe zenir işliyor canıma

Hazin bir emel kalbe ateş fiken

Bu şeb girye eksilmiyor dideden

Bu şeb çile-i gam yine dolmuyor

Sabah olmuyor, olmuyor, olmuyor

Sabah olmuyor olsa leyl-i melal tenvir mi eyler?

Ne batıl hayal harap etti Yelda-yı minet beni

Çocuk görmeyim bari mahzun seni

Niçin dalmadın sevgilim rahata?

Melekler de muhtactır sıhhate

Hayat işte arama vabestedir

Bırak aşığın başka bir hastadır

Evet bir hastayım mihnetim

Yürür üsteler dembedem illetim

Bu şeb ıstırabım fakat pek elim

Bu şeb sine-i hasretim bir cahim

Bu şeb ruhu terk etmiyorpeyc-i tab

Bu şeb gözden ayrılıyor bir sehap

Bu şeb çile-i gam yine dolmuyor

Sabah olmuyor, olmuyor, olmuyor

Buraya gelince sordu:

- Bu şiiri tanır mısın?

Page 518: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

500

Tanımamak mümkün değildi. Arkadaşımın sesi, edası, adamı inşadı o kadar

değişmemişti. On iki sene evvel Mekteb-i Sultani’nin yeşil akasyaları altında Latince

iki tasrif arasında samim-i köşemde titreyen sedası ruhumda aksediyor, işitiyorum

zannettim. Manzume o zamanın mahsulüydü. Yine o zamana göre en severek

yazdığım şeylerdendi. Đnsanın böyle şeyler hakkındaki nazarı pek çabuk değişiyor.

Bugün o yolda bir manzumeyi söylemek değil, kendimin olmasa ihtimal ki okumak

bile istemem. Nedir o lafız gürültüleri, o çifte kafiyeler, o ‘sana bana’ları, o ‘seni

beni’leri… Evet, şüphe yok ki şiir bir mevde gibi değişiyor, değişmeli değişecek.

Refikim okumakta devam etmek istiyordu, mani oldum. Mademki edebiyat

bahsinde idik daha müfit şelerden bahsedemezmiydik?

- Hayır, dedi. Ben bu manzumeyi pek severim de… Birçok vakit Servet-i

Fünun geldikçe ‘şiir’ sahifeseni açar, bunun basılıp basılmadığına bakardım. Ne için

neşredilmedi, bilmem.

Anlaşılıyordu ki sevgili arkadaşım da şiirin değişmemesi hep kendi bildiği

derecede kalması taraftarıdır. Doğrusu bir askeri fikrinden çevirmek cüretkârlığında

bulunmak istemedim. Ne olacaktı? Kendisini müddet-i hayatında şiirden ziyade işgal

edecek şeyler az mıydı? Şimdi koltuğunun altında parıldayan kılınç söylüyordu ki o

şeylerin hepsine birer parça şiir elbette karışacak. Fakat hiçbir zaman bu metin

zabitin meşgalesi şiirden hep şiir ve hayalden ibaret olmayacaktır. Yalnız şu kadar

söyledim:

- Bunlar artık okunmuyor. Ve sadedi değiştirmek için

- Servet-i Fünun hoşuna gidiyor muydu? Şüphe yok ki orada, o dar-ı

gurbette aziz vatanın her şeyi hoşunuza giderdi, dedim. Cevap vermekte istical etti.

- Ben Servet-i Fünunu Avrupa’ya gitmeden evvel de okudum. Ve daima

hoşuma gider ve daima baştanbaşa okudum. Yalnız Hüseyin Cahit Bey’in romanını

takip etmedim. Baş tarafları bana biraz yorucu gelmişti. Mamafih okuyacağım.

Bitmesine intizar ediyorum. Hüseyin Cahit artık bu isim bilinmeyecek. Yazdıkları

Page 519: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

501

aranmayacak imzalar arasından ayrılmıştır. Son makaleleri bu muvaffakiyeti

umumen teslim ettirdi.

Ben gülümsüyordum iftihar ediyordum. Cahit’in bu muktedir, müdekkik,

buyurulmaz refik-i tahririn o son makaleleri için iki büyük lisandan işittiğim cümle-i

takdiriye hatırımdan geçiyordu. Üstat Ekrem buyurmuştu ki : “ Bu kadar senedir, bu

kadar münakaşat-ı kalemiye görüldü. Đçinde Cahit Bey’in mukabelesi kadar itidal-i

demle, iktidar-ı muvaffakiyetle yazılmış bir cevaba tesadüf olunmadı. ” Sonra aynı

mütalaayı başka bir edib-i fazıldan hemen aynı kelimelerle işitmiştim. Şimdi henüz

Avrupa’dan tahsilden gelmiş bir erkân-ı harp zabiti de karşımda bu makaleler

sahibinin hakkını, kudretini teslim ediyordu. Bu doğrusu muceb-i iftihar idi. Daha

ziyadesine lüzum görmeyerek dedim ki:

- Hakkınız var romanın ilk başları hikâyeleri okumaya alışmışlar için biraz

yorucu olmaktan hali olmuyordu. Fakat sonları hiç öyle değil. Tekmil okursanız bana

hak verirsiniz. Zaten bu hafta bitiyor galiba.

Şu edebiyat lakırdısını mümkün olduğu kadar kısa kesmek başka bahislere

mesela hiç alakadar olmadığım halde Amerika Đspanya Muharebesine geçmek

istiyordum. Muhaverem bunu anlamakta teehhür etmedi. On dakika sonra

Almanya’da tahsil ve terbiyenin şekil ve ehemmiyetine dair konuşuyorduk.

Tevfik Fikret

SF, Nu. 384, s. 308-310

Page 520: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

502

MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 43

-Tefrit ve Đfrat

Edebiyât-ı hazıranın tarafgiranı ile hilafgiranı arasındaki zımni münakaşat-ı

kalemiyeye dikkat eden bi-taraf-ı kariin:

- Bir tarafta ifrat diğerinde tefrit var! diyor.

Hiçbir tarafın hakikate nispetle hatt-ı itidal üzerine uğramadığını haklı ve

bundan dolayı müessir bir lisan-ı şikâyetle sırası düştükçe irat ediyorlar. Filhakika

şimdiye kadar bir tarafın fikri ve kavli –isterse hakâyık-ı sarftan olsun- taraf-ı ahir

zamanında daima nakabil-i af bir hata bir galat-ı fahiş addolundu. Tarafgirani asar-ı

hazıra arasında Sokrates’i öldüren baldırana tesadüf etseler:

- Oh, işte saf bir zambak! diyorlar.

Hilafgiranı yine o asar meyanında ab-ı hayatı görseler:

- Oh, işte sim-i mihrdad! diye haykırıyorlardı.

Eğer ki hakikatin galebe-i zaruriyesiyle gerek lisan-ı ifrat, gerek lisan-ı tefrit

gâh ve bigâh zımni itiraflar hecalmaktan kurtulamıyordu ve bu itiraflar bilmem hangi

şehre-i melahatten bahsederken hilafgiranın:

- Evet, pek güzel. Pek güzel ama kusursuz değil, bir gözü diğerinden biraz

küçük. Demesine mukabil tarafgiranın bir tavr-ı muzafferane ile:

- Bilakis, bilakis! Bir gözü diğerinden biraz büyük!

Reddiye-i sade dilanesinde bulunmasını andırıyordu. Mamafih şimdiye kadar

hakikat alelekser iki müntehâ-yı teannit arasında puşide-i tafra-i dava olup kaldı.

Bu iki taraftan hangisine mensup olduğumu tekrar ilana hacet yoktur. Maheza

düşündüm ki kayd-ı meslek-i perveriyi darü’l-tahirririmin kapısında bırakarak mahz-

ı hakikati takip ile bir musahabe-i edebiye tertip etmek edebiyatımız için hiç de

Page 521: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

503

zararlı bir şey olmayacak. Böyle düşündüm ve edebiyatımız hakkında ahiren mevzu-ı

bahis olan bazı mesaili zemin-i musahabe ittihaz ettim.

Geçenlerde resail-i mevkuteden birinde ale’l-takrip şöyle bir mütalaa

görmüştüm:

‘Edebiyat-ı hazıra bir tarik-i terakki değildir. Öyle olsa idi ilk salikanı bizler

olurduk. Çünkü biz herkesten ziyade terakki taraftarıyız…”

Muharrir musahabenin terakki taraftarı olduğu bihakkın terakki taraftarı

olduğu kadar meçhul olan bu davayı ciddiyet-i münakaşaya mütehammil görmem,

fakat: ‘Edebiyat-ı hazıra bir tarik-i terakki değildir. ’ hükmü yanlış ve bunu pek iyi

görüyorum ve ispat edeceğim:

Malumdur ki her kavmin iştihâ-yı terakkisi asar-ı iptidaiyesini yakaza-i hayal

ile izhar eder, yakaza-i hayaliyenin alâim-i zahiresi asar-ı sanayi-i nefisedir ki

bunlardan biri de muharrirat-ı edebiyedir. Tehavvülat-ı edebiye ne suretle olursa

olsun bir faaliyet-i hayaliyeye delalet eder. Faaliyet-i hayaliye ise en ciddi bir nevide

terakkidir. Hangi milletin tarih-i edebiyesi tetbi edelirse edilsin ilk alaim-i terakki

asar-ı sanat üzerinde meşhut olur. Aynı maksatla ale’l-efrat milel-i muhtelife değil

müctemian bütün insanlığın umumiye-i temeddünü teşrih edilse netice-i mesai yine

aynı hakikati izhar eder. Herkes bilir ki aksâ-yı şarktan Yunanistan’a geçen

münasebet-i iptidaiye hendesatın asar-ı sanatından başka bir şey değildir. O zamanın

bütün fünunu bir melabe-i hayaliye, her kaside-i diniyesi, bir şiir-i heveskârane ve

hatta her mabudu bir bedaye-i nahtiye idi. Bu ilk ebniye-i temeddünün Yunanistan’a

bahşettiği ilk ziyâ-yı terakki nevazişiyle büyüyen izhar-ı rakike dahi fenni ve felsefi

değil hakikatte bilkülliye edebî ve sınaî oldu. Yunan-ı kadim tarih-i medeniyetinde

Aristo zamanına gelinceye kadar mütefennin yaşayanlar adeta birer şâir idiler;

Sokrates ve Platon’un ahkâm-ı ahlakiye ve siyasiyesi bile birer şiirdir. Fikr-i hakiki-i

fenni Aristo ile beraber dünyaya gelmiş fakat asar-ı sanattan ne kadar zaman sonra

gelmiştir… Faaliyet-i hayaliyeye bir müjde-i terakki olduğu gibi rehavet-i hayaliyede

bir haber-i seyyah-ı tedennidir: Mesala Rönesans devr-i meşhuru hayal-i cihanın

velveleli bir galeyanı, sanayi-i nefisenin parlak bir infilak-ı müjganıyla başladığı gibi

Page 522: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

504

devr-i muşaşaadan evvelki uzun, boş, bihayat asarların sabah-ı mağmumide gerek

terane-i kalem ve edibin ve gerek bütün sanayi-i Yunaniyedeki Şurotrab’ın saat-i

intifasına müsadif olmuştu. Elhâsıl her yerde harekât-ı edebiye harekât-ı fenniye ve

felsefiyeye bişerv olmuştur: Đngiltere’de Bacon, Shakespeare takip etmiş ve

Fransa’da asr-ı fenn-i hakikisini Lui devrinden sonra hulul etmiştir.

Binaenaleyh ‘Edebiyat-ı hazıra bir tarik-i terakki değildir. ’ cümlesini

sadakatini ispat etmek için ya edebiyat-ı hazıranın yeni bir faaliyet-i hayaliye delalet

etmeyip bir rehavet-i hayaliye eseri olduğunu yahut biz Osmanlıların tarz-ı terakkisi

milel-i salifenin tarz-ı terakkisi ayrı bir şey olacağını ispat etmeli ki bunların ikisi de

pek kazanılır davalar olamaz. Đtikadımca edebiyat-ı hazıra yeni bir faaliyet-i hayaliye

alametidir. Bundan otuz sene evvelki yakaza-i hayal bugünkü terakkiyat-ı fikriyeyi

ihbar ettiği gibi bugünkü edebiyat da yarın ki muvaffakiyet-i fenniyeyi müjdeliyor.

Bilmem edebiyat-ı hazıranın bir tedinni-i fikri hazırladığını tahmin edenler bu

tedenninin asar-ı iptidaiyesini olsun nerede görüyorlar? Fünunumuzda mı,

sanayimizde mi, felsefemizde mi, nerede? Bunların her biri derecât-ı sabıkasına

nispetle hissonulunacak surette terakki etmiyor mu? Biz tedenniyi bilhassa

edebiyatımızda görüyoruz, denilecek olursa bu davanın reddi de pek kolaydır. Çünkü

edebiyata arz olunacak darbe-i tedenni şuabat-ı saire-i maarifi de raşedar-ı inhidam

eder. Mademki şuabat-ı saire-i maarifte tedrici bir irtikâ-yı demadem meşhut olur. Bu

hale rağmen yalnız edebiyatımızın sükûtu zımnında bulunmak fikrin tabi olduğu

kavaitnüma ve nizam-ı itiladan gaflete mevkuf kalır.

Edebiyatımızın tedennisi reyinde görüşlerden biri asar-ı kalemiye-i hazıranın

milli ve tabii şeyler olmayıp cali ve taklidi şeyler olduğunu ihtar etti. Vakıa edebiyat-

ı hazırada eşkal-i hariciye itibariyle -müştemilat-ı maneviye itibarıyla değil [1]’205

Bir neşve-i taklit vardır; fakat acaba bu olamamak mümkün mü idi? Bütün tarih-i

terakki bunun adem-i imkânına hükmeder: Hiçbir teceddüt-i edebî gösterilemez ki

taklidi olmasın. Hatta bir kavim göremiyorum ki edebiyatı bilkülliye revâbıt-ı

205 1 Süleyman Nesip Beyefendibiraderimiz Musahabe-i mahsusada irae ettiler ki Cenap Şehabettin

‘Handeler’ ünvanlı manzumesiyle Fernan Grok’un bir neşidesi arasında mümasilet-i mani var imiş. Eğer biraz daha sevk-i tetbi buyurup da benim manzume-i nacizanemin tarih-i neşriyle ‘La Maison de l’enfance’nin sene-i tabiini tetkik etmiş olsalardı faraziye-i intihal yerine garip bir faraziye-i akis intihale meydan açılırdı.

Page 523: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

505

ecnebiyeden azade suret-i hakikiyede milli olsun. Fransız dehatı Yunanlıları, Đngiliz

dehatı Đtalyanları taklit etmediler mi? Đtalya edebiyatı, Latin edebiyatından, Latin

edebiyatı Yunan edebiyatından, Yunanınki Hint edebiyatından doğmadı mı? Bugün

milel-i mütemeddinenin mahsulât-ı edebiyesi arasında hudut-ı coğrafya gibi hatvet-i

fasıla var mıdır? Fransız asar-ı ahire-i edebiyesine karşı meyil taklit yalnız bizim

memleketimizde mi görüldü? Đtalyanlar, Đngilizler hatta Almanlar bu meyilden

kurtulabildiler mi? Đtalya’nın en büyük dahi-yi edebiyesi geçinen Gabriel

Danunçiye’nin sayfalar dolusu taklidi sabit olduğu sırada herkes ve hatta Fransızların

kısm-ı azamı Danunçiye’ye mazeretler tedarikine şitap etmiş iken edebiyat-ı

hazıranın eşkâl-i zahire itibarıyla asâr-ı ahire-i garbiyeyi andırması neden gayr-ı

kabil-i af bir cürüm-i kalem gibi görülmeli? Bütün Avrupa üzerinde bir seyahat-i

daime halinde bulunan müessirat-ı edebiyeden yalnız biz nasıl kurtulabilirdik?

Lafarzın kurtulmuş bile olsak bu nişane-i terakki mi olurdu?

Yok, doğrusu şu ki yakaza-i hayaliye bir müjde-i terakki olduğu gibi ilk

allame-i terakkide daima taklidi olagelmiştir. Binaenaleyh edebiyat-ı hazıranın meyl-

i taklid-i evvelîsi muayyeb-i azimeden sayılamaz. Hele mukallidiye olarak edeben en

müterakki olan Fransızları intihap edişi bilhassa hüsün meyline delalet eder.

Edebiyat-ı hazıra hilafgiranından bazıları da: ‘Bize iki şâir-i üstat yetişir, artık

efâil ve tefâil şakalarını bırakalım, fünun-ı ciddiye ile uğraşalım!’ buyururlar. Evvela

buradaki ‘uğraşalım’ kelimesi ‘uğraşınız’ sigâ-yı emriye takdirindedir. Zira ‘Fünun

ile ciddiyet ile uğraşalım. ’ diyenlerin hiçbiri mutad-ı viddiyet ile meşgul olan zevat

arasında görülmemiştir. Hatta birisi çıkıp da: ‘Âleme vermek istediğiniz nasihatle

evvela kendiniz amil olsanız a!’ diyecek olsa muğber olmayacakları muhakkak

değildir. Saniyen salname-i cihanda nüfusu otuz milyonla gösterilen bir kavme iki

büyük şâirin kifayeti ciddi bir lisan ve bir silsile-i kıyasat ile ispat pek müşkilldir.

Bahusus terakkiyât-ı edebiye temin edilmedikçe terakiyât-ı fenniyenin mümkün-el

istihsal olmadığı hakayık-ı tarihiyeden iken…

Bakınız Đngilizler dünyanın bişüphe en haşin-el ruh, en fenni, en menafiğ

oldukları halde makule –ki bugün Đngiltere’nin en nafiz’ül-kalem bir müntekidi

ziiktidar eder. - memleketinin edebiyatından bahsettiği sırada:

Page 524: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

506

- Memleketimizin bütün şanları, şerefleri arasında en devamlısı, en safı, en

parlağı edebiyatımızdır; edebiyatımız ki hakâyık-ı semine ve hayalat ile reside-i öc-i

servettir, edebiyatımız ki cihanın mülk-el şura ve mülk-el felasifesine temellükle rub-

ı meskûn üstüne ıstılahımızdan metin, ticaretimizden vasi bir nüfuz ile caridir, diyor.

Edebiyata karşı müstağni değil, muhtaç görünüyor. Edebiyat-ı beşer ve

hakiki-i medeniyet iken, Đngiltere gibi sine-i asar-ı mevcudiyetinde cesim bir tarih-i

temeddün saklayan akvam-ı müterakkiye hala hizmet-i edebiyattan istiğna hâsıl

edememişken ve bunlara mukabil bizim hayat-ı mağrifetimiz ancak otuz senelik bir

kesir-i asriye münhasırken nasıl olup da bazılarımız artık ihmal-i edebiyat

zamanlarının bizim için hülul eylemiş olduğunu da iddiada beis görmüyorlar… Bize

iki büyük şâirin kifayet edeceği ispat edilinceye kadar biz ikiden ziyadesinin

lüzumunu teyit için başka adla serdine ihtiyaç görmeyiz ve sanırız ki kariin-i vakıfe

de bu nazarımıza iştirak eder.

Yine hilafgirandan bir zat:

- Edebiyat-ı hazıra filhakika güzel bile olsa boş, bugün asar-ı edebiye namıyla

yazılan şeylerin ne fizyoloji, ne psikoloji, ne de sosyoloji nokta-i nazarından hiçbir

faydası yok diyor ki bu da pek doğru değil. Đlm-i menafiğ alelaza, ilm’el-ruh, ilm’el-

içtimai… Ancak eslafın ruhuna intikal için ihlaf-ı edvar-ı maziye edebiyatı tetbi eder;

zira edebiyatın mirat-ı muhitat olması, bir zamanın asar-ı edebiyesi o zamanın

ruhuna tecelligah teşkil etmesi lazımdır. Bizim edebiyatımızdan da bu faydaya intizar

edilebilir, ne ilm’el-azanın, ne ilm’el-ruhun, ne ilm’el-içtimainin ne tarihin ne de

başka bir ilmin bundan ziyadesini talebe hakkı olamaz. Zira aksi halde eser-i edebî

adeta can sıkıcı bir şey olur; Hâlbuki bir eser-i edebî için en affolunmayacak kusur

can sıkmaktır. Cihanda hiçbir milletin edebiyatına teklif olunamayacak bir kayıt nasıl

olur da bizim edebiyatımızdan bir hizmet gibi talep olunur. Edebiyatımız

zamanımızın hissiyat ve hayalanına velev rakik’el-beyan olsun bir tercüman

olabilirse kendisinden muntazır olan bir vazifeyi ifa etmiş olmaz mı? Acaba asar-ı

hazıra-i edebiye bundan aciz midir? Herkes kendi hissiyatını kayda teşvik eden

edebiyat-ı hazıra eğer kuvve-i kafiye ile maksud-ı müstehdifine reside olursa bu

zamanın edebiyatı bu zamanın üdebasının bir nevi mecmua-i hissiyatı olacağından

Page 525: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

507

üdebanın al’el-efrad hissiyât-ı hususiyesinden zamanın efkâr ve hissiyat-ı

umumiyesine istidlal için edvar-ı müstakbele belki münhasıran asar-ı hazıra-i

edebiyenin teşrihini kâfi görebilecektir. Psikoloji terakkiyatında reviş-i tedriciyi

mütalaa edenler bilirler ki fikr-i beşerin ilm’el-ruha ihatası merkezden muhite doğru

aheste aheste tevsi suretiyledir. Đnsan kendi dimağından geçen efkâr ve hayalatı

teşrih ve kendi kalbindeki his ve heyecanı zabt ve tahlil etmedikçe, kendi ruhunu

dinlemedikçe derununda yaşadığı heyet-i içtimaiyenin ruh-ı umumiyesini anlayamaz.

Edebiyatı tahlil zat ile başlamalı ki tahlil-i umumi ile pezire-i muvaffakiyet

olabilsin.

Gururla mamul olmasın ama işte bütün bu bahisler fenni, bu sözler doğrudur.

Görülüyor ki hakikatte bize vefasız yâr olmayacak…

Cenap Şehabettin

SF, Nu 387, s. 356-359

Page 526: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

508

MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 45

-Eslafta Dekanlık ve Şeyh Galip

Geçende Hüseyin Cahit Bey’in “Parlak Tabirler” makalesini Sabah

gazetesinde okuduğum zaman: “Artık bu mesele bu kadar vesaik-i nakliye, akliye ve

delâil-i tarihiyeden sonra makbul ve müspet addolunmuştur. ” demiştim. Đstiğcal

etmişim…

Tabi-i selime muvafakattan, bir de kâh bigâh vezin ve kafiyeden başka bir

kayıt ile mukayyet olmayan fikr-i şâiraneyi, o fikr-i şâiraneyi ki- Şeyh Galip

merhumun:

Bir leması var ki şem-i canın

Fanusuna sığmaz asumanın

diye muhteşem bir itiraf-ı hakikate mecbur etmiştir. – Birtakım köhne ve sathi

hudutlar içinde sıkmak, öldürmek arzusuna düşmek Niyagara Şelalesini bir navdân-ı

hakireye sığdırmaya çalışmak nevinden bir hayal-i muhal, bir tespit-i beyhude olur.

Edebiyatta şahid-i nazenin-i muvaffakiyetin müşataa-i cemali ihsas-ı hayal, hiss-i

iblağ-ı fikirden başka şey değildir. Yeni bir hayalin, yeni bir fikrin vücut

bulabileceğine – lütfen - ihtimal verebilirsek, o yeniliğin bir tarz-ı nevin ile tebliğ

olunmuş zarureti olduğunu ikrar ve kabul etmekte muztar kalmamız iktiza edecek.

Bir nazenin ile yektarz, yekdüze telebbüsü nasıl mümkün olabilsin? Taze bir fikre,

taze bir ifade yaraşmasın mı? Nabi:

Kendin icat edegör asarı

Çekemem basmakalıp güftarı

diyor. Bu “basmakalıp güftar” mutlaka bir yığın müraat-ı nazır ortasına kondurulmuş

zincir gibi, yılan gibi ejder gibi, saçlardan, sümbül gibi beyaz, mor, pembe

kâküllerden serviden daha uzun, şimşaddan daha gayr-ı muntazam boylardan, kıl

kadar bellerden, ok gibi kirpiklerden kılıç gibi kaşlardan, hançer gibi gamzelerden,

bu suretle bir mevzu-ı askeri şubesine benzeyen çehrelerden nokta kadar veya hiç

yok ağızlardan tuzlu dudaklardan, kuyu gibi çenelerden, benefşe veya zümürrüt

Page 527: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

509

bıyıklardan, su kenarında yetişmiş çimen sakallardan, polat veya taş yüreklerden

billur gerdanlardan, gümüş kollardan, tırnaklardan, sarhoş gözlerden, dağlı

lalelerden, yakası yırtık güllerden, bahr-ı muhitten engin kanlı gözyaşlarından,

kubbe-i semayı delecek, yakacak ateşli ahlardan, sihirbaz kalemlerden, küplerle

şarap içen sarhoşlardan, çıplak gezen âşıklardan, bir mahbubun saçını tarak olmuş

parça parça gönüllerden, üzerlerine pamuk yapışmış iğrenç yaralardan başka bir şey

değildir, zannederim. Köhneperverliği, hayide edalığı yavegūluğu irtikâp etmeyi

irfanına bir tenezzül addeden hiçbir şâir, hiçbir muharrir yoktur ki bu daire-i muzıka

içinde hayal-i şâiranesini zabt edemeyince, o bir vahşi şirine benzeyen efkârını hüsn-

i tebliğ için yeni bir tarz-ı beyan icat etmek mecburiyetinde kalmasın.

Böyle bir suret-i beyan görülünce bunu sırf edebiyat-ı garbiye

ihtiraiyyatından addedip erbabını sırf Frenk mukallidi kıyas etmek reva mıdır?

Yalnız şura-yı Osmaniyeden bahs etmiş olmak üzere, işte Samilerin, Nedimlerin,

hususuyla Şeyh Galiplerin eşarından birçok misal… Vakıan cihet-i memuriyede tarz-

ı Arap ve Türkiyi hatta tarih-i milli ve esas-ı lisanımızı bile biz Türkler garbiyyundan

öğrendiğimiz, bütün o malumatı garbilerin netayic-i matbuatının iktibas etmeyi

ehven ve eshel addetmekte olduğumuz gibi bunda da işe Garplılardan istifade ile

başlamışız, fakat asâr-ı garbiyeden edebiyatımızın istifadesi yalnız gayr-ı meriyyata

bir vücut vererek tecessüm ettirmek, minelkadim inhisar-ı aletine giren sıfatı

bilakayıt ve şart ibzal etmekten ibarettir, zannedersek nimetnaşinaslık etmiş oluruz.

Garptır ki edebiyatımızda zuhura gelen teceddüdat içinde bizim için en

munisi, en yerlisi – sümmettedarik bir tuhaflık olsun diye Dekadan denilen- bu tarz-ı

beyan iken edebiyatımızda her türlü tehavvülata pek suhuletle alışmak ise mutadımız

iken yüzlerce seneden beri zaten şarkta methul olan bu tarzın bugün – ihtimal ki –

daha parlak, daha şümullü olarak tecdit ve iadesine bir türlü akıl erdirip râm

olamıyoruz. Niçin? Şiirimizin bundan dört beş sene evvelki hâlinden, o gayr-ı

muntazam kıtalardan mürekkep manzumelerden serpiştirme kafiyelerden eslafta bir

numune bulamayız. Lâkin mazlume bir havada denizin asudiyetini ananesiyle tarif

için “leyl-i mezap” tabiriyle geceyi eritmek gibi şâirane bir tevcihte bulunan şâir-i

muktedirin gaye-i meramını – bunda yenilik gördüklerinden - anlamak istemeyenler

Page 528: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

510

bunun aynı olarak yüz elli iki yüz sene evvel aydan hamur, güneşten murabba

yapanlara, bir kabile halkına temmuz güneşleri giydirip şule içirenlere ne diyecekler?

Erimiş gecede mutlaka bir letafet bulamayanların eğer zerde zannetmezlerse güneş

murabbasında inkişât-ı güzay-ı tahayyür olup kalmaktan başka çareleri yoktur. Artık

ne eslafın ihlafından ne ihlafın eslafından bir şey anlamamak isteyenlerin ne

istediklerini anlamakta güçlük çekersek biz de mazur addolunuruz, sanırım. Şimdi

gelelim eslaf-ı kirâmın Dekadanlığına:

Ne gördüm ah aman elaman bir afet-i can

Gelip yanımda güneş gibi oldu lema nisar

Saçı fütadesinin habı gibi pejmürde

Nigahı aşığının hatırı gibi bimar

Vücudu ham gümüşten beyaz gülden nerim

Boyu henüz yetişmiş nihalden hemvar

Kamer-i hamiresi yahut güneş murabbası

Billur şahı mı yanhil-i lü’lü şehvar

Veya:

Giydikleri afitab-ı temmuz

Đçtikleri şule-i cihansuz

Andıkları dane-i şerare

Biçtikleri kalp pare pare

Sattıkları hep meta-ı candır

Aldıkları suziş ve figandır…

Đşte bunların birincisi:

Tabım o bağban-ı giran dest mayedir

Kim birgil istesem bana bir gülistan verir

Her sırf şuh-ı (!)bülbülü şeydaya nazmımın

Bir gülistan-ı tebessüm gül armağan verir!

Beyitleri vesaet ve semahat-i hayali olan Nedim’in ikincisi:

Gördün mü bu vadi-i kimini?

Divan yolu sanma bu zemini

Page 529: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

511

Đnkişat hata uzatma öyle

Beş beytine bir nazire söyle

sözleri Şeyh Galip merhumundur. Bu beyitlerden –belki- mütelezziz olan

mütesallifin-i müteehhire nasıl oluyor da yeni şeyleri daima barit mazmunlar,

telmihlerle istikbal ediyorlar?

Teklifi, kuvve-i şâiranesi müsellem olan Avni Beyin hafıza arayı tebcil olan

meşhur bir kasidesinden hatıra gelen şu:

Saf gelenin ah felekgire kıyl-ı nazar,

Guya katar addeiye müstecaptır.

beytinin letafeti ve haşi olmakla beraber refi ve bülent o iki teşbihin sayesinde değil

midir? Tabi-i şâiranenin eslaf tarafından “ebkâr-ı hayal” namıyla yâd edilen bu

yoldaki ihtiraatına hele Nefide pek çok tesadüf olunur. Göze görünmeyen mevhum

ahları bir turna sürüsü yapmak, sonra bu sürüyü müstecap dualar katarı gibi felekgir

kılmak ile “lerze-i siyah” beyanında bir fark-ı maddi mevcut olduğu kabul u inkâr

olmakla beraber düşündürmek hususunda bu iki hayal arasında bir temayül –i tesirin

bir ahval-i maneviyenin vücudu mahsus değil midir?” En güzel eserler ise insanı en

ziyade düşündürenlerdir. ”

“Nuru yakan zulmet” fikri kadar Dekadanca bir fikir nadir bulunur, değil mi?

Hâlbuki Fuzuli, hem de Leyla ve Mecnun’unda:

Bir gece ki zulmet-i ziya söz,

Zülf-i şebi etti birke ruz.

Demekle tarz-ı hasında bir bedii dehâ icat etmiş oluyor. Şimdi biri çıkıp da

zulmet-i nuru nasıl yakıyor, dese. “Bunun keyfiyeti tarif olunmaz, zevke aittir. ”

demekten başka cevap bulunmaz zannediyorum.

Sami ki Naci Efendi merhumca da musaddık olduğu vechile metanette,

teklifte bir üstattır denizi terletmekten, letafeti işvelerle dalgalandırmaktan mahzuz

Page 530: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

512

olmuş; endişede bir yanak tahayyül ettikten sonra onu şaraptan bir gaze ile örtüyor,

hem de ne güzel örtüyor!

Irk-ı feşandır o da, sanma ruyıdır yah…

Huruş-ı mevce ile habça hubap oldu

ve

Olup huyikarda tab-ı neşe-i cam meserretten

Letafet mevc mevc işvedir çin-i cebininde

ve

Bade kim nevnak feza-yı şişedirher katresi

Gaze-i ruhsare-i endişedir her katresi

Đşte bunlar itiraza değil hep takdire şayan muvaffakiyetlerden addolunur.

Hele Şeyh Galip merhum ki – Dekadanların piri diyeceğim geliyor. - en

ziyade bu güzelliklerle iştigal etmiş ve Hüsn-i Aşk’ını baştanbaşa böyle derâri-i bedi

ile tersi eylemiştir. Zaten kabil ü savl ü ihraz olamayan o mevki-i bülend-i edebiyi, o

şöhret-i sadıkayı hep bu mezaya-yı hayr-ı fermudi sayesinde iktisap ettiğini

gazeliyanı bilnispe daha alelade ve bu gibi hünerveri-i nazikten azade olduğu için o

kadar makbul ve mergup olamadığını söylemeye hacet var mı?

Evet, Şeyh bir güzeli hunin-i terennüm ettirir; sonra bir diğerine ziyâ-yı şems

giydirir, katre katre lemanuş ettirir; ahu gözlere ahlarla sürmeler çeker ki zann-ı

acizanemce şurâ-yı hazıra henüz bu kadar ileri gidememişlerdir.

Açıl ey gonca leb, nur eylesin bezmi tekellümler,

Safadan hande deryasında mevc ursun tebessümler;

Azarın gel gel itsün, tab-ı sahba-yı neşat olsun,

Bu ateş güfte rengin besteler, hunin terennümler!

Şimdi bu ‘hunin terennümler’den bir lezzet-i hayaliye bulamayacak derecede

bedbaht yaratıldığımız için bunu bir ihtiyarın nefes aldığına mı benzeteceğiz?

Page 531: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

513

Hele:

Kelam-ı samtı deryalar gibi pürcuş söylerler

Muhabbet razını bir birine hamuş söylerler

Beytinde o amik, rakik, hafi, izhar-ı muhabbet bize hiçbir şey söylemezse kabahat

şâirin mi?

Đşte Şeyh Galip divanından bir hikâye ki tabirât-ı latifesine, müraat-ı

hüneranesine dikkat edilince ne şiiri aşıp bir bedia-i hayal olduğunu tasdik etmemek

mümkün olamaz; fakat hikâyenin musaddıkına hedef olmamak için ‘ahenin gül şule

ahenin’ nevinden tabirlerin zevkini hissetmek lazım gelir. Đşte hikâye:

Olup gülşende bülbül bir sihr-i tenin

Cemali gülden olmuş şule ahenin

Yakup canın şarap biguş gül

Tenin hakester itmiş ateş-i gül

Olup her muyı gül ahenk gülden

Kabayı şule giymiş reng-i gülden

Ki olmuş nur-ı didara pür-efşan

Ki olmuş hançer hare ser-efşan

Giyinmiş gül ocağından palası,

Şururlardan silinmiş libası.

Çera-ı gonca oldukça furuzan

Olur, pervaneveş raksan u suzan

Demi şimşir har oldukça hunriz

Eder hunab eşki anı gülriz

Çeker kanıla etmiş camesin al

Boyanmış, gül gül olmuş hep pürübal

Đdüp münkarını fevare-i hun

Figani etmiş afakı şafakgun.

Görünce ateşi gülden alamet

Koparmıştı kızılca bir kıyamet.

Đşitmiş anı bir kaz bed avaz

Page 532: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

514

Kenar-ı bağda olmuş dehenbaz

Edip tavsif bülbül taktan tak

Isırmış berk gülden birkaç orak;

Demiş: değmez bu rütbe ah ü vaha

Acıdır, benzemez sair giyaha…

Bir de Hüsn ve Aşkın bir kış gecesi tavsifindeki şu parçaları mütalaa buyurulsun:

Bir deşt-i siyehte oldu kamrah

Yelda-yı şita bala-yı nagâh

Bir birine ye’s ve havf-ı lahak

Ki kar yağar idi ki karanlık

Bir bakıma berf içinde dücevr

Manende sevat dide musavver

Sırmayla berf olunca mensıp

Dendanı sırıttı zengi-i şeb

Güya tutulup zeban şule

Lerzide idi figan şule

Kalmadı hevada mürg-i serkeş

Kahıca uçardı reng-i ateş

Ateşte zülâl olup tekevvün

Dud eyledi sırsıra tahassun

Ateşge mihr olurdu berbat

Subh urmasa buzdan otadı

Lerzide nefs ile sohbet nas

Zincir cenum ne leyk elmas

Yahbeste olunca cism-i giryan

Güzellikle arardı mürg-i merdan

Suz-ı dile bulmak içün esbap

Kerem-i ülfet idi adu vah yab

Bakın şâirin ‘nezhetgâh-ı mai’ adını verdiği mesire-i mahalliye hakkındaki şu

beyitlerde ispat-ı maddi edebilecek gibi:

Page 533: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

515

Zihne mani öyle bir yer

Kim anı benefşe, hakı anber

Sadreydi nihal o bağa bekser

Bir ham erik anda çarh-ı ahzar

Ser-i sebz giyah-ı ömr-i cavit

Şebnemleri necm ve gonca hurşit

Bırakalum nur-ı serh-ı gülzar

Lü’lü hoşabı lal-i şehvar

Her tudesi tur sad-ı tecelli

Yok, anda kelam-ı len terani

Hurşit dıraht-ı nur-ı esbah

Yapmış ana lane murg-ı ervah

Hem hâlet Gülşen-i tahayyül

Gül goncalar al kanatlı bülbül

Evet,

Açılup reng-i hayal-i şevket

Nakş-i barınga virmiş suret

Beytinde vesair bazı edebiyatında dahi telmihan itiraf ettiği vechile, o şâir-i

nikat-ı aferin, şura-yı Đran’dan şevket-i en ziyade takdir ediyor ki bu da şarkta bu

vadinin kadimen keşfolunduğunu ispata kâfi bir delil-i diğerdir.

Eşâr-ı Galip asâr-ı hazıra ile mukayese olunmak için barin-i hayal, rikkat-i

his, zerafet-i zevk, kuvve-i bülent, şâiriyet gibi mezayanın kâffesini camidir. Garip

değil midir ki şurâ-yı güzide-i hazeranın üslubunda en ziyade duçar-ı itiraz olan

‘vav’ ibzalı, zemin-i serapa ‘sümbülîn’ ☼ Hüsn ü Aşkı’ın

Ey aşk didi ve oldu hamuş

Canan –tutalım ki- bi vefadır

Hem adetidir ve hem sezadır

Çün oldu bu müjdeden haberdar

Oldu ve dirildi yine tekrar

☼ sümbüleyn remzi misali diye tercüme edilebilir.

Page 534: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

516

gibi bir hayli beyitlerden mevcuttur. Şurası da şayân-ı kayıttır ki diğer şurâ-yı salife

vavları bu tarzda, böyle sürüncemeler arasında pek nadir istimal etmişlerdir.

Demek istiyorum ki duçâr-ı tariz olan bu günkü tarz-ı tahririn bilcümle

şaibanını, mehasinini bir başka neşvede cami olan Şeyh Galip merhumun meslek-i

şâiriyyeti ile edebiyat-ı hazıra beytindeki şu muavenet ve muvafakat derpiş edilerek

‘Dekadan’ diye Frenkçe, bîmal ve münasebet bir nam verileceğine üstat tabii

meslekleri olan şâir-i müşarünileyh nam-ı muhteremine izafetle bunlara ‘galbiyan’

demek daha muvafık olacağı dermeyan edilseydi tafsilât-ı salefeye nazıran o kadar

abes ve bi-mahal bir teveccühte bulunmuş olmazdı.

Ahmet Hikmet

SF, Nu. 393, s. 40-43

Page 535: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

517

MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 46

-Harabattan Bir Sahife

Harabatı görenler her bir haletini söyler, demiş Koca Ragıp Paşa. Fakat bu

Harabat için değil. Bu Harabat bilirsiniz öyle destgahlı, hamhaneli peymaneli sahbalı

mecmua-i safha değil gazelli, kasideli, şemalı, pervaneli, Bakili, Nedimli, mazmunlu

manalı, büyükçe üç cilt üzerine mürettip mükellef bir mecmua-i müntehabattır.

Harabat-ı Ziya’yı tahrip değil fakat muahezeye ta isminden başlamak lazım

geleceğini iddia etsem pek yeni bir şey söylemiş olmayacağım için bundan keyf-i

lisanla yalnız bir sahifesini zemin-i musahabe etmek isterim. Vakıa Harabat şimdiye

kadar kimse tarafından mükemmel bir mecmuai müntehabat olarak telakki

edilmemiş, sahibi fazla bile bin piyc ü tabı derun ile eserinin nakayısını itiraf ve ilan

etmiştir:

Ey hazır olan bu bezm-i nazma!

Đnsaf eyle kıl nazar bu bezme.

Sade göricek bir intihabı

Tariz içün eyleme şitabı

Ol nazım ki sence raygandır

Bir diğere hoş gelür cihandır

Âlem sana münhasır değildir

Herkes bu cihanda bir değildir

Uygun düşse bir beyt

Divan-ı diğer ehle bir beyt

Tercih olunur bütün kelama

Bir mısra-ı müttefik-i merama

Hem bir de bu bu bezm-i muhtasar

Ala sözü sanma bu kadar

Bir bahr-ı cevahir içre daldım

Ben muktedir olduğumca aldım

Bir katredir ancak aldığım hep

Page 536: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

518

Derya yine durmada lebalep

Kim eylese itiraf-ı noksanı

Mazur tutar kerem-i nihadan

Bir cisimde olmayınca sıhhat

Hatırda da olamaz selamet

Đlh…

Bu itiraf-ı nakayısla Harabat bittabii muaheze-i muhakkak ihtimalinden

kurtarılamamıştır. Kitabı hala o ihtimalin fevkinde tutan bir şey varsa o da

emsalsizliği, yegâneliğidir. Ortada yalnız bir Harabat, birinin Harabat’ı var.

Müntehabat-ı nazifin mevcudu nadir olmasa yahut ‘nevadir-el asar’ bulunmasa

Harabat için o yegânelik, o emsalsizlik meziyeti de kalmaz. Đhtimal ki o zaman bu üç

cilt eseride-i mütalaa-i itamda çendan muteber olmazdı. Bazıları Nazif Bey

müntebatını Harabat-ı Ziya’dan daha ziyade zevk ile nevadir-il asarı ise her ikisine

de faik bir itina ile toplanmış, tertip edilmiş addederler. Bununla beraber Harabat için

edilecek muaheze Harabat sahibinden ziyade edebiyat-ı Osmaniyeye, matuf olmak

lazım gelir itikadındayım. Filhakika ne diye muaheze edeceğiz? Harabat mükemmel

değil, Harabat nakayıs-ı mevcudesiyle addettiği hizmeti ifa edemiyor. Harabat daha

güzel intihap ve tertip edilebilirdi. Harabat niçin harabat olmuş, diye mi? Öyle

yapacağımıza niçin bu yoldaki istifademiz Harabata münhasır kalıyor, desek temin

ederim ki daha kısa, daha doğru bir muahezede bulunmuş oluruz. Fakat bu halde

muahezemiz bir Ziya Paşa’ya değil bütün üdebaya, üdebâ-yı Osmaniyeye raci olur.

Evet, yok işte hala bir mecmua-i müntehabatımız yok. Bu yoksulluğun

tesirini memleketimizde lisan-ı Osmanî tedris edenlere, bu biçare hocacıklara sorun.

Anlarsınız ki bu büyük, pek büyük bir noksandır. O kadar büyük ki işte ikmal

edilemiyor. Eğer Ata Beyefendiiki yıl evvel iktitafı cem ve neşir buyurmasalardı elan

elimizde işe yarar bir kıraat-ı edebiye kitabı da bulunmayacaktı.

O defa da feryatçıları! Hani ya tahrip ediyorsunuz, mahv ediyorsunuz diye

itham ettiğiniz tahkirlerle iltizam ettiğiniz lisan için neden müntehebat vücuda

getirmiyorsunuz? Hep şiir yazıyorlar. Hep şiir ile hayal ile uğraşıyorlar. Lisanı da

bitiriyorlar şiirden başka nasipleri, hülyadan başka meşguleleri yok. “Lisanı da

Page 537: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

519

bitiriyorlar, bitiriyorlar, bitiriyorlar…” diye bağrıştığınız adamlar hiç olmazsa

tabiatlarının sevkine tabiiyyet ediyorlar. Hiç olmazsa yapabilecekleri şeyleri

yapıyorlar. Lisanı da bitirmiyorlar, lisanı bitiren onlar değil. Onlar lisanınıza medar-ı

ıtlak, medar-ı talâkat oldukları için siz memnun bile olmalısınız. Bakınız bu kadar

söyleniyorsunuz, ağzınıza gelen tahkiri, tarizi ediyorsunuz. [*]206

Hayır, onlar lisanı bitirmiyorlar, onlar lisanı bitirmezler. Lisanı kimse

bitiremez. Lisan böyle kitapsız, kaidesiz, numunesiz kaldıkça kendi kendine biter.

Siz ki her şeyi hatta fazlasını da bilirsiniz. Niçin şu noksanları ikmale himmet

buyurmuyorsunuz. Đşte çocuklarımızın elinde iki sünepe kaide kitabından, kıraat

kitabından başka bir şey yok. Lisan böyle mi ihya edilir? Türkçe böyle mi kurtarılır?

Heyhat! Bende sanki ortada ciddi bir bahis-i lisan varmış, ciddi bir gayret-i

edebiye, bir münakaşa-i edebiye varmış, ciddi bir iş görülmek isteniyormuş gibi

kemal-i ciddiyetle idare-i fikre çalışıyorum. Gözümüzün önünde şuracıkta, şu üç dört

matbaanın arasında cereyan eden müşafahat-ı kalemiye bize mevzuhan ifham

etmiyormu ki esas mesele inzar-ı karini hangi sebeple, hangi sebep ve münasebetle

olursa olsun kendi sahayif-i istifadelerine celp etmekten başka bir şey değildir. Öyle

olmasa bu devam eden münakaşatın acaba kaç gün hükmü olur? Acaba en hükümlü

şeyler sahayif-i matbuatta kaç gün devam edebilir? Hem insaf edelim bütün bu

münakaşa arasında kaçımız kaç hakikat öğrendik? Đmlamız ne ise yine o, lisanımız

ne ise yine o… Yine o değil galiba lisanımızda, imlamızda evvelkinden biraz daha

müşevveş, biraz daha şayan-ı ıslah!

Mamafih gerek Sabah’ta gerek Đkdam’da uzunca fasılalarla tevali eden şu

lisan münakaşatı hiç olmazsa daire-i edepte icale edilmeye alışmış kalemlerden südur

ettiği için bir ceridenin yüzünü kızartacak şeylerden değil. Hâlbuki ötede, aman

yarabbi, neler görüyoruz. Şu kurşun hurufat, şu bigünah maden parçaları ne cümleler

tertibine, ne hakeretler ifadesine alet ediliyor. Onlarla o masum vesait-i neşriye-i

marifetle neler yapılmıyor! Hani edebiyat edepten müştaktı? Hani matbuat medar-ı

206 Bu hafta içinde neşr olunan bir nüsha-i yevmiye-i haftalık Pul mecmuasında münderic olan

bu gazelden bahsettiği sırada: Đşte söz dediğin böyle olur. Salahhane hidmesi bile görseler şüphesiz bol bol aferinler verirlerdi. ’ Demiş. Hele bu satırlardan sonra gelen sütunun baş tarafında öyle bir cümle irat etmiş ki buraya nakline bizim için imkân-ı mutasavvir değildir.

Page 538: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

520

tamim-i kemalattı? Bizde kemalat-ı edebiye bir risaleye iyi kötü derc edilmiş bir

gazeli tenkit için sahibini meshureye almak, biçarenin üstüne -hâşâ huzurdan–

atılmak mıdır? Bu hangi edebiyata, hangi kaide-i edebe sığar? Eğer bunlar tuhaflık

olsun, halkı güldürsün diye yapılıyorsa yapanlar emin olsunlar ki tuhaflıklarıyla

edebiyatı ağlatıyorlar. Hayır, hiçbir zaman sahayif-i matbuat bu derece

kirlenmemiştir.

Đhtimal ki benim bu sözlerimde öyle birçok tuhaflıklarla birçok sahifelerin

daha kirlenmesine sebep olacak, bu da ihtimal ki birçokları gülecek, fakat yazık ki

edebiyat ağlayacaktır!

Şimdi sadede gelelim:

Âlem oldu şad senden, ben ister gam henüz

Kıldı âlem terk-i gam, bende gam alem henüz!

Đşte Harabat’ın keyf-i maittifak açtığım boz bir rakamlı sahifesi Fuzuli’nin bu

matla-ı meşhuruyla musaddir bulunuyor. Fuzuli, şüphe yok ki Fuzuli bizde en hakiki

şâirdir. En hakiki yani en büyük, yine şüphe yok ki sevgili Fuzulimiz peri-i girinde

mizac-ı eşarını Türk vadilerinden ziyade Acem gülzarlarında gezdirmiş, dolaştırmış

daha doğrusu o kendi kendine oralarda gezip dolaşmıştır. Oraların havası meshun ve

muğberiyle perverde olmuştur. Fuzuli’nin söylediği lisan Azarbaycan Türkçesidir.

Her halde Türkçedir fakat söyleyişinde, düşünüşünde bir eda var ki işte o Türkçe

değil. Hatta o kadar değil ki gazeliyatında olsun, kasayidinde olsun, Leyle ve

Mecnun’unda olsun bazı ebyat harfiyen Farisi’den tercüme edilmiş zannolunur.

Mamafih Fuzuli isterse bir Türk şâiri olmasın, her halde bizim şâirimizdir. Zaten

eşarı arasında henüz dünkü şive-i tasvirimize tamamıyla muvaffak, latif ve rakik

birçok nefayis bulmak da o kadar güç değildir.

Bazıları Fuzuli’nin sanatperverlikte noksanına, aczine hükmederler. Bunlar

sanayi-i şiiriyeyi kelime, fikir oyuncaklarından, adi mazmunperdazlıktan ibaret

zannedenlerdir. Fuzuli kadar mütehassis, nazik bir tabiat kabil midir ki sanatnaşinas

olsun? Mamafih Fuzuli’nin rağbet ettiği şeyler ancak öyle bir tabiat-ı müessire ve

nezihenin meyledebileceği ince, hissi birtakım teraif-i edebiyedir. Aksam ve

Page 539: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

521

esamisiyle belagat kitaplarını dolduran sanayi-i mahude bu hilkatte şâirlere pek kaba,

pek mübtezel gelir. Bunlar o nevi melaib-i fikriye ile iştigalden biihtiyar kaçınırlar.

Meşgul olmak isteseler bile muvaffak olamazlar. Hâlbuki hep yaptıkları sanattır.

Düşünmelerinde, duymalarında, sevilmelerinde, bir başkalık, bir bedahet vardır ki

ona sanattan başka nam verilemez. Ve o nasıl yapılır, nasıl istihsal edilir, buralarını

anlamak da ekseriya anlatmak kadar müstahildir. Đşte mesela:

Kıldı âlem terk-i gam, benge gam âlem henüz

Mısrasında bir kuvveti hissediyoruz. Bu kuvvet şüphesiz bir sanatın

vücudundan ileri gelir. O sanat nedir? Büyük bir şey değil ‘Kıldı âlem terk-i gam’

dedikten sonra âlem ile gam kelimelerini bir terkipte toplayarak ‘bende gam âlem

henüz’ demekten ibaret bir şey. Fakat siz de böyle bir mısrayı söyleyin, bakalım. Siz

de böyle iki lafzı iki cümlede ayırıp toplayıvermekle sözünüzde aynı tesiri hâsıl edin

bakalım. Ne mümkün! Mesele yalnız kelimeleri dağıtıp toplamak değil. ‘Kıldı âlem

terk-i gam, bende gam âlem henüz’ mısrasını söylemektir ki bu ayrıca bir zevk-i

sanata, bir zevk-i bedayie malik olmaya mütevakkıftır. Đşte Fuzulilerde, Nefilerde,

Nedimlerde bizi cezb eden güzellikler hep bu yolda serair-i dakika-i sanata müstenit

şeylerdir.

Burada bir istirdat yapacağım:

Sakiname-i Nefi’den ‘Âlemin canı değilsin, can-ı âlemsin hele!’ mısrasını

bazı müşkülpesendan-ı fesahat bilmem nasıl bir kusur ile naksedar addederler.

Diyorlar ki: ‘Âlemin canı değilsin ama alemin canısın!’ demek kadar manasız bir şey

olamaz.

Vakıan Nefi böyle demiş olaydı muahezeler biraz hak kazanırlardı. Fakat o

mısrasını:

Âlemin canı değilsin, can-ı âlemsin hele!

Şeklinde söylemiş. Böyle söylemekle öyle demek arasında çok fark var. Şâir

buseçin-i leb-i riyanı olduğu sagar-ı sırşar sahpayı parmaklarının ucunda şöyle

kaldırarak içindeki cevher-i mezabe hitab ediyor:

Page 540: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

522

Ey bade! Sen şöylesin, böylesin. Senin şu feyzin, bu tesirin var. Sen ruha

benziyorsun. Mahzun olanların yüzünü sen güldürürsün. Gamdan olanları sen

diriltirsin… Ah, sana âlemin canısın diyeceğim geliyor. Hâlbuki değilsin. Değilsin

ama bu hassalar hiçbir şeyde bulunmaz. Evet, ey ruh-ı seyyal! Sen âlemin canı

değilsin, şüphesiz değilsin. Fakat ondan başka da bir şey olamazsın. Sen yine osun.

Ah, sen âlemin canı değil, can-ı âlemsin, deniyor.

Bu müteheyyic hitab-ı âşıkane o son sözle canlanıyor. O son sözde bir şey,

bir sanat var. Đşte onunla canlanıyor. Aksam ve esamisini ellerindeki belagat

kitaplarından, az bildikleri sanayi-i edebiye arasında böylesine tesadüf etmedikleri

için bunu bir türlü tevile kudretyab olamayan mütesellifin-i muahizin yine o kitaplara

müracaat ederek zavallı mısrayı ‘kesret tekrar’ ile ‘huşu’ ile hâsılı manasızlıkla itham

ediyorlar. Öyleya mademki tevile muktedir değiliz, nakbih ederiz. Âlemin canı

değilsin, âlemin canısın… Bu ne demek!

Hâlbuki Nefi’nin bu mısrasından bir sani, bir teşne-i sanat terci edebilmek

için yalnız ‘âlemin canı’ izafet-i Türkçesiyle, ‘can-ı âlem’ izafet-i Farısiyesi

beynindeki farkı hissetmek, lisanımızda istiğmal edilen bu iki türlü izafetin biri

birine nispeten ruh-ı vukuunu anlamış, takdir etmiş olmak kâfidir. Ne fayda ki bu

farkı kitaplarımız söylemiyor.

Şimdi yine Harabat’a geçelim. Açtığımız sayfadan yalnız Fuzuli’nin bir

matlaını okumuştuk. Bu matlaı iki beyt-i gazel takip ediyor:

Can-ı bağlardı lebin izhar-ı güftar eyleyüp

Urumdan Đsi leb canbahşlıktan dem henüz

Secdegâh etmişler ehl-i aşk mihrab-ı kaddin

Kılmadan hayal-i melain secde-i adem henüz

Bunların manasındaki neşve-i arifane malum. Meziyet-i şiiriyece de bugün

bizi meshur edecek, meczup edecek bir fevkaladelik yok. Nazar-ı dikkatimiz yalnız

iki noktada eyleşip kalıyor: ‘Leb-i canbahşlık’ ve ‘mihrab-ı kaşın’. Bunlar iki hata ki

Fuzuli’den sadır olamaz. Kusur şüphesiz Harabat’ın, Harabat yanlış kaydetmiş.

Sibaka nazaran birincisi:

Page 541: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

523

Urmadan Đsi lebi canbahşlıktan dem henüz

Olmak, ikincisi:

Secdegâh etmişti aşk ehli kaşın harabını

Diye tashih edilmek iktiza eder. Ve musahhih Fuzuli divanlarında ihtimal ki

böyledir.

‘Kılmadan’, ‘urmadan’ sigalarını irad ettikten sonra bir de henüz adat ve iftitahını

getirmek şivemizin şimdiki safvetiyle kabil-i telif değil, bereket versin ki

nazmımızda kafiye kaydı hafifleştikçe kafiye hatırı için tecviz olunan bu gibi

kayıtsızlıklar kendiliğinden zail oluyor.

Harabat’ın bu gazele ait bir kusuru da yalnız o iki beyti alıp mütalaa daha ziyade

muvaneti olan

Cana derdin cisme peykanın etmişti hüküm

Cisim ile can irtibatı olmadan muhkem henüz.

Ey Fuzuli! Eyledi her derde derman ol tabip

Bir benim zahmımdır ancak bulmayan merhem henüz

Beyitlerini bırakmış olmasıdır. Hele:

Perde-i çeşmim makam etmişti bir tersabça

Olmadan mehd-i mesihe damen Meryem henüz

beytini hiç unutmamalıdır. Aynı sahifede yine Fuzuli namına münderic olan mesela:

Can ile bizden eğer memnun ola cananımız

Cana münderic anın karbanı olsun canımız

mısralarının birine o beyit şüphesiz daha mahzuziyetle okunurdu. Bu mısraları takip

eden:

Saadet izale kabil-i zeval olamaz

Güneş yer üstüne düşmekle paymal olamaz

Page 542: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

524

Şiirinde de Harabat, müntehabın yapmaya mezun olmadığı bir şeyi yapmış.

Malumdur ki Fuzuli beytinin ikinci mısrasını:

Güneş yer üstüne düşse paymal olmaz.

şeklinde söylemiştir. Hem bu şive kendisine daha muvaffaktır. Harabat gerdüşse

tabirini sehlü’l-tağyir bulduğu için değiştiriyormuş. Bu tağyir-i yesir ile vakıan beyit

de bugün nazm edilmiş kadar selika-i hazıramıza yaklaşmış… Ne çare ki müntehabın

vazifesi bu değildir. Đntihabı tashih demek midir? Harabat gibi edvar-ı şiiriyemizin

bila tefrik hepsinden ictinâ-yı asar eden müntehabat mecmuaları asarı buldukları

şekil ve heyette almalı, şive-i zamana uymayan yerlerini iktiza ederse ayrıca işaret

etmeli. Daha münasibi eserleri devre devre ayırarak her devri fikirce, hisce, lisanca

evvelan mahsusatını, tahavvülat-ı tecdidatını şâirlerin mükemmel tercüme-i

halleriyle beraber bir mukaddime şeklinde o devre ait müntehabenin baş tarafına derc

eylemelidir. O zaman hem ciddi bir müntehabat meydana getirilmiş olur. Hem de

böyle birtakım tadilat ve tahrifata mahal kalmaz.

Bir mecmua-i müntehabat için bu kadar ehemmiyet sarfını lüzumsuz görenler

düşünmelidirler ki en mükemmel edebiyat dersi edebiyat-ı netbiadır. Kavaid-i

edebiyeyi ezberlemekten bir şey çıkmaz. Çünkü en bedii asar vücuda getirenler en iyi

bedii beyanlar değildir.

Her ne ise biz yine bıraktığımız yere gelelim. ‘Saadet-i Ezeli’ şiirinden sonra

Harabat’ın:

Senindir sır isek de sedd-i nutuk et piş-i kâmilde

Felatun-ı hakikat yine nakl-i macera olmaz.

beyti irad ediliyor. Bu beyit ihtimal ki vaktiyle münasebetli münasebetsiz fırsat

düşürülerek irad edilmek mutad olan akval-i mutebere-i hikemiyeden madut olduğu

için intihab edilmiştir. Đkinci beytin ‘Đskender-i sır’ ve sedd-i nutk’, ‘piş-i kamilde’,

‘felatun-ı hakikat’ gibi tabirleri arasındaki müraati ihtara hacet var mı? ‘Nakl-i

macera’ sözü de galiba mısraların zulman-ı sevad-ı sanayi arasına nasılsa

sıkıştırılamayan ‘ab-ı hayvan’a bir imâ-yı duradur olacak. Koca fenni bu müraat-ı

Page 543: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

525

nazir kargalaşalığı içinde Đskender’in hocası olan Aristo’yu, onun hocası olan

Eflatun’dan fark edemeyecek kadar şaşırmış olmalı ki ‘Aristo’yu hakikat-i bünye

nakl-i macera olmaz. ’ diyebilmeye hiçbir mani yokken, Eflatun ‘hakikatbin’ demi

geçmiş. Kudemâ-yı şuara ekseriyetle bu iki feylesofu bir birinden tefrik etmiyorlar.

Suziş-i aşk ile itşihanedir meyhanemiz

Şule-i civaledendir gerdiş-i peymanemiz

Beyit lema nisari takip ediyor. Sonra Mahir Babanın:

Kanı evvel gül gülerek geldiği demler şimdi

Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz

Latife-i tahassüriyesi, ondan sonra da Cennetmekân Sultan Selim Hanın:

Ey muhibbi! Yar elinde bir kadeh nuş eyleyen

Hazar elinden gerü olursa ab-ı hayvan istemez

Maktalı gazel-i mutasavvıfaneleriyle Mezaki’nin:

Gehi senin sitemin eksik değil ki devr-i baş-ı gam

Garibin başına gurbet diyarında neler gelmez!

Beyitleri geliyor. Şu ‘devr-i baş’ tabiri esatize-i azam tarafından ila maşallah teali-i

gariben lisanımızı tahdit buyurulduğu sırada serhat istimalimizden en evvel teşyi ve

ihrac elfaz-ı garibedendir. Ah, bu tahdit-i lisan meselesi bir kere neticepezir olsaydı

da görseydim. Kim bilir ne kelimelerimiz olacak. Kim bilir ne kolaylıkla ne güzel

ifade-i merama muktedir olacağız. Hele biz şimdilik manzumatımızda ‘Ebru’yı zım-i

hafife ile ‘Ebru’, ‘Eşkince’yi hemzenin hezfiyle ‘Şikence’, ‘baş’ı elifin meddiyle

‘baş’ yazıp okumak gibi şeylerden tevakki edelim de ilerisine mevali göreyim.

Mezakinin beyitlerinden sonra Muidi’nin:

Cam mı öperse leb-i ger acep olmaz

Elden ele düşmüşte hayâ ve edep olmaz

Naziresi mazhar-ı intihab olmuş, Münif’in:

Bir zaman Rum’da derya derya guş idik saki

Şimdi Đran’da kanaat ederiz cay ile biz

Şekvâ-yı bezm-i güyanesi de hatırdan çıkarılmamış. Fakat biz bunları da Meyli’nin:

Sabah sadık geçer, ol mihrdar hişan gelmez

Page 544: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

526

Kara akşamlar olur, ol meh taban gelmez.

Matlaını da geçerek ‘ nesim-i sabaha refik olup bahara dek giden’ Naili

üstada yetişelim ki Harabat’ın şu koskoca sahifesinde o gazel-i meşhuruyla bir tek

noktayı intihab-ı teşkil edebilmektedir ve artık burada tevakkuf edelim.

Đşte Harabat böyle her sahifesinde ancak bir iki parça müntehabat-ı esere

tesadüf edilebilir bir mecmua-i müntehebatımızdır ki bütün bu nevakısıyla beraber

sahib-i fazılane ilelebet calib-i rahmet bir eser-i himmet olduğuna şüphe edilemez.

Tevfik Fikret

SF, Nu 395, s. 67-71

Page 545: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

527

MUSAHABE-Đ FENNĐYE

Elvan hakkında tetkikat-Sahne-i tabiat-renklerin hissat-ı beşeriyeye tesiri-

tesir-i maddî ve manevî-bilatetkik itiraz-itiraza cevap-ressamlara nasihat-yaz geliyor-

sokakların tozu çoğalıyor-Đstanbul’un çamuru ve tozu-Hindistan’da veba-farelerden

mi şikayet, maymunlardan mı?

Musahabeye renk vermek için değil belki hikmet-i tabiye erbabının yeniden

yeniye ortaya birtakım tetkikat koyduklarını gördüğümüz çin renkten bahsetmeye

mecbur oluyoruz.

Fakat yalnız fen ve marifet vadisinde değil şu son zamanlarda edebiyatta da

renktn bahsolunuyor. Bu bahis hala devam ediyor. Đstemiyor değiliz. Bazı ihtisasat-ı

beşeriyeye bir renk vermek, hayal gibi, ümit gibi, ihtisasat-ı beşeriyenin en

rengînlerini tasvir eden edebiyatın elvandan istiare edilmesini, bu latif hislere bir

renk vermesini hoş bulmayanlar var. Hatta bunu edebiyat-ı vedide diye

beğenmedikleri cihetlerde tebeyyüne muktedir olmadıkları, bu cereyan-ı tabiiye, bu

aheng-i terakkiye set çekemedikleri halde yine itirazlara kalkışıyorlar. Evet, yine

işittik. Vaktiyle Đran’da bir kısım üdeba, şuara, ihtisasatı tasvir etmek, kâh bir

mehtapsız gece gibi hazin ve karanlık kâh ilkbaharın latif güneşiyle pür renk ve

şetaret olan sahne-i tabiat gibi mütebessim ve Ruşen gördüğü bahsi, ümidini, hayalini

o yolda göstermek için çalışmışlar, muvaffak olamamışlar. Bu kısım üdebanın asarı

itibardan düşmüş, isimleri unutulmuş. Đran ile Turan’ın bize münasebetini elvanın

edebiyat ile alakasını tetkik etmek bize düşmez. Ancak edebiyatın ihtisasat-ı

beşeriyeye taallukunu biliriz. Elvanın bu ihtisasata pek çok tesiri olduğunu da erbab-ı

tetkik nazarımıza arz ediyor, izahat veriyor, bizi iknaya muvaffak oluyor. Bunu da

görüyoruz. Ancak bir havada, latif bir günde, mevsim-i baharın tekarrüp etmeye,

gönüllerde bir ferah ve neşat uyandırmaya başladığı sırada sahne-i tabiata bakınız.

Kırları, dağları, bahçeleri, şecereleri seyrediniz. Boğaziçinin iki sahiline,

Marmara’nın mai sularına, ufkun safvetine bütün Avrupalıları hayran eden ve şarka

mahsus görülen o safvet-i simaya bakınız. Ne renkler görüyorsunuz. Böyle bir günle

keşif yağmuru bulutlarının semayı kapladığı, kainata kasvetefza bir soluk renk

Page 546: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

528

verdiği, etrafı keşif ve sincabi bir sisle mestur gibi gösterdiği bir günü mukayese

etmeli. birinde bir feyis ve inşirah var, diğerinden hüzün ve elem yağıyor. Bunlar sırf

tesir-i maddimidir? Evet, bunda maddiyat var. Çünkü fününda maddiyattan başka bir

şeyden bahsolunduğu yok… Fakat mesele maddiyattan maneviyata intikal ettikten

sonra güçleşiyor. Ziyanın, elvanın bize tesirini erbab-ı fen izah etmiştir. Mesela Yuni

gibi ilmen elvanın nazarınızda husule getirdiği tesiri izah için birtakım nazariyat

meydana koymuşlardır. Gördüğümüz renklerin cümlesi ziyanın birer cilvesidir. Tayf

şemste müçtemi bulunan renklerden bunun eşyayı kabiliyet ve mahiyetine göre bir

kısmını cezb ve beliğ ettikten sonra bir kısmını kovuyor. Bu kovulanlar etrafa intişar

ediyor. Gelip gözümüze giriyor. Bizde eşyayı al, mai, yeşil, kırmızı, sarı görüyoruz.

Hâlbuki bu renkler o eşyanın renkleri değil, onların ziyâ-yı şemsten ahz ve iktibasa

muktedir olmayarak , geri bıraktıkları renklerdir. Bu nazariyat ispat olunmuş, kabul

edilmiştir. Bunu biliyoruz. Teslim ediyoruz. Bu renklerden her biri gözümüzde bir

suretle tesir husule getiriyor. Tesir birdir. Çünkü henüz mesele maddiyat dairesinde

bir ziya, bir renk ne olursa olsun gözümüze münakis oluyor. Orada ziyadan müteessir

olacak asab var. Đşte bu sinirlere dokunur. Onlar müteessir, müteheyyiç olur. Fakat o

asapta öyle bir kuvvet yoktur ki bu ziyanın mahiyetini, rengini tayin etsin, onu idrake

muktedir olsun. Hal ile temyiz ve idrak arasında fark var. Asap bu hadiseyi

dimağımıza naklediyor. Dimağda her türlü ihtisasata mahsus birer şube bulunduğu

gibi elvanı tefrik ve temeyyüz için de hacırat-ı mahsusa vardır. Bu hücreler talim ve

terbiye görmüş olmalı ki elvanı birbirinden ayırır. Mesele umumiyetle ilm-i

menafielazaya ait iken bu ilmin bir şubesi için bugün başlı başına bir ilim olmuş olan

psikolojiye tealluk eder. Yani maddiyattan iş maneviyata geçer. Mademki bu

meselede dimağın bir fali, hem de müsellem bir faali vardır. O halde elvanın

tesiratını bu nokta-i nazardan müteala etmek mecburidir. Hissiyat-ı beşeriyeye

tesirini inkar etmekte mesele bu vadiye geldikten sonra gayri kâbildir.

Erbab-ı tetkik bu noktadan tutturarak elvanın hissiyata tesirini göstermeye

çalışmıştır. Tetkikat-ı ressamlara faidebahş olacak bir surette yürütmüşler.

Öyle renkler var ki tehsirat-ı madiiyesiyle beraber tesirat-ı maneviyeside var.

Bizde hüzün ve keder yahut şevk ve neşat hasıl ediyor. Semanın rengi gibi… Kapalı,

Page 547: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

529

bulutlu bir sema bizi mahsun bırakıyor. Hatta buna mamum hava diyoruz. Saf küşade

bir sema da bizi mesrur ediyor. Ne güzel gün diye bunu seviyoruz. Kırmızı, sarı,

turuncu, sarıya mail yeşil bu renklere erbab-ı fen sıcak renkler namı veriyor. Mor,

mai, koyu maiye, garipo yeşil bunlara da soğuk renkler diyor. Bahtın kara olduğuna

inanıpta ümidin yeşil olmasını gülünç görenler belki erbab-ı fennin renklerde hararet

aramasına da kahkaha ile gülerler. Fakat böyle taksimat yapılmıştır. Bunu ressamlar

pek iyi bilir. Kullandıkları boyalara, yaptıkları tablolara kırmızıyla, sarıyla şevk ve

hararet verirler. Maiyi ziyadeleştirerek donuklu, sönüklük hasıl ederler.

Hissiyat-ı beşeriyeye tetkik eden üdeba psikolojinin alimi olmak lazım gelir.

Elbet bunlar da elvanın tesirat-ı maneviyesini anlamışlar, tetkik etmişler bu idrake,

bu tetkike göre hissiyatı tasvir eylemişlerdir.

Đnsanın elvanın tesiratından azade olması olması mümkünmüdür? Hayat, ziyâ

ve hararete mütevakkıftır. Ziyâ-yı şemsin afiyet-i beşeri badi olduğunu bugün herkes

biliyor. Ziyâ girmeyen yere tabip girer sözünün şümulünü herkes anlıyor. Ziyâ-yı

şemsin ise birtakım renklerden mürekkep olduğu malumdur. Bu renkleri hasıl eden

ihtizazatın derecesine göre bu cilveyi gösteriyor.

Bu şuaattan birtakımının taht-ı tesirinde nebatatın neşv ü nema kaldığı, hiç

büyüyemediği tecrübe edilmiş, birtakımının tesiri altında da fevkalade neşv ü nema

bulduğu yine bittecrübe sabit olmuştur. Nebatata tesir eden bir hadise-i tabiyeden

hayvanat ve bu cümleye dahil olan insan müessir olamazmı? Kainat ziya-ı şemsin

tesiri ile elvan-ı günagüne müstarak kalıyor. Her taraftan bir türlü renk münakis

oluyor. Bu inikasat-ı levniye içinde yaşıyoruz. Her tarafımız pür renk ve ziya

bulunuyor. Renkler birbirine karışıyor. Değil nazarımız bütün vücudumuz bundan

müteessirdir. Meşhur darvinde bunun tasdik ediyor, böyle söylüyor.

Edip Goethe, mai rengi görünce üşüyüp titrediğini, kırmızı renkle ısındığını

tasdik etmiş, renklerin dikağ-ı beşeren binaenaleyh ihtisasata tesirini ve bu tesirle

insanda elem ve keder yahut sevk ve sürur ikaz ettiğini söylemek istemiş. Bahtımız

bize yar olmayınca kara diyoruz. Hülyamızın, ümidimizin hüzünaver yahut

teselliyetbahş olmasına göre bunu da bir renkle tavsif edemez mi?

Page 548: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

530

***

Havanın elvan-ı latifesi nazarımıza şevk veriyor. Sokakların tozları da

gözlerimize dolarak acı acı yakıyor. Letafet-i havayı ihlal ediyor. Bizi müteezzi

kılıyor.

Đstanbul’un çamurlarıyla tozu çok defa musahabeye, münakaşaya zemin

olmuştur. Fakat kış gelince birine, yaz gelince diğerine karışıyoruz. Bunları da

mevasimin icabat-ı tabiyesinden olarak telakki ve kabul ediyoruz.

Hıfzıssıhsa erbabına sorarsanız tozların bin türlü mazeret tevlit ettiğini,

birtakım mikroplara hamil olarak ağzımıza burnumuza dolduğunu sayıp dökerler.

Onların dediği gibi hereket etmek için ağzımıza tülden birer soluk geçirmeli hariçten

dahile geçecek havayı böyle bir tül süzgeçten imrar ederek tasfiye eylemeliyiz. Bu

bir hayal değildir. Đngilizlerin biri tozu çok olan yerlerde gezmek yahut maden işiyle

pek ziyade etrafa madenî tozlar saçan destgâhlara girmek için ağza takılmak üzere

urma telden bir hava süzgeci icat etmiştir. Tozlu yollarda bunu ağza takmadan

gezmeyiniz diye sıkı tenbihte bulunuyor. Karnaval geçtiktin sonra meshure gibi

sokağa çıkmadıktan insan sathî hatırı için çekinmemeli demek istiyor.

Amerikalının biri de sokakların tozundan, dumanından meskenleri muhafaza

etmenin çaresini düşünerek meskenlere havanın nüfuz edeceği yerlere, tecdid-i hava

için açılmış olan menfezlerin, bacaların müdhaline pamuk konulmasını, bu pamukla

havanın tozu ve toprağı celp ve cezbeyleyip içeriye saf ve temiz hava salıvermesi

tedbirini gösteriyor. Hatırları kalmasın ama biz burada ne ağzımıza tel kafes geçirip

gezebiliriz. Ne de evlerimizin delik deşiğini pamukla tıkamak elimizden gelir. Tozu

yunar gideriz. Mütevekkil oluruz.

***

Tozu toprağı da yabana atmamalı. Bu yüzden birtakım aletlerin sirayet ettiği

sabittir. Hele alelsariyenin esbabı mikropların olduğu meydana çıktıktan sonra

tozdan topraktan hazer etmemek mümkün değil… mikropların şerrinden korkmamak

da kabil olamaz. Bu yakınlarada Hindistan’da pek ziyade kesb-i şiddet eden vebanın

Page 549: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

531

bir mikroptan ileri geldiği ve insanlar arasında bu kadar taharriyata sebep olduğu

düşünülürse mikrop korkusu daha ziyade artar. Bu mübayade bir iki haftadan beri

pek ziyade şiddetini artırmış, haftada vefayat bini geçmeye başlamıştır.

Bundan evvel illetin karalardan zuhura geldiği ve bunlar vasıtasıyla ortaya

nakledildiği söyleniyor. Fakat erbab-ı tetkik ve mübayede vebanın bu derece kesb-i

şiddet etmesine maymunların sebep olduğunu ileri sürüyorlar. Bu hayvanlara bizim

kediler gibi evden eve damdan dama dolaşırlarmış. Halkın bu hayvanlara hürmet-i

mahsusası bulunduğu için bunları rahatsız eden, keyiflerine karışan olmazmış.

Maymunlar her deliğe baş soktukları için etrafı bütün veba mikroplarıyla

bulaştırmışlar. Đlletin böyle şiddetle zuhuruna sebep olmuşlar. Bu da gösteriyor ki

hayvanların küçüklerinden de büyüklerinden de ihtiraz etmeli.

M. Sadık

SF, Nu. 365, s. 6-7

Page 550: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

532

HĐKMET-Đ ĐÇTĐMAĐYEYE DAĐR

-Muhtacine Muavenet-i Mecburiye

Asırlardan beri devam eden sa’y ve içtihat netecesinde nihayet alemin bir

mecmua-i tebadüf olmayıp birtakım sabit kavanine tabi olduğu anlaşıldı. Marifet-i

beşeriyenin saba ve tende rüzgar vesaire gibi kuvva-yı tabiyenin ne gibi tabiyetle

hâsıl olduğu meçhul bulunduğundan bunlara fekattabii bunlara lahuti bir sıfat isnat

etmişlerdir. Sonra terakki-i ulüm ve fünun böyle harika zannolunan şeyleri hep birer

birer kırıp mahv etti. Meydanda esbep ile netayicten başka bir şey olmadığını ispat

eyledi.

Kuvva-yı tabiyeyi böyle keyfi her an kabil ve tahvil-i telakki ettikleri gibi

insanı da etrafındaki alemin tesiratından azade bir mahluk-ı müstakil addederlerdi.

Đlm-i hayvanatın terakkisi insanın tarik-i tekâmülde en yüksek zirveyi işgal etmekle

beraberine bir hayvan olduğu, bel kemiğine ve memeye malik hayvanların bir

birader-i mümtazı olduğunu gösterdi. Bu halde insanın da cismaniyetini ve

maneviyetini izah için diğer hayvanlar hakkında icra edilen muamelenin tatbiki lazım

geliyordu. Görülüyor ki burada da kavanin-i tabiiye cari ve hükümfermadır.

Bu cihet tebeyyün ettikten sonra zihinleri başka bir nokta işgal etmeye

başladı. Acaba insanların teşkil eyledikleri heyet-i içtimaiye-i hadisatının da birtakm

kanunları var mıdır? Yoksa vukuat-ı tarihiye her türlü keşif ve tahminin haricinde

rastgele vücutbulur bir huzme-i kaza mıydı?

Bu noktayı halletmek isteyen hükema, heyet-i içtimaiyenin esas teşekkülleri

hakkında sahip oldukları fikre göre beyan-ı mütalaat etmişlerdir.

Bazıları bir heyet-i içtimaiyeyi canlı bir mahluk, tek bir vücut, tek bir beden

gibi nazar-ı itibara alırlar. Bir insanın bedeni birtakım hücrelerden terkip etmiyor

mu? Bu hücreler bir yere gelip bir kül teşkil edince insan nasıl vücut bulursa

birtakım insanlar da bir yere gelip bir kül teşkil edince bir heyet-i içtimaiye vücut

bulur, derler. Bu fikirde bulunan hükemaca bir heyet-i içtimaiyenin sair canlı

Page 551: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

533

mahluklardan, hayvanlardan farkı olamadığı cihetle hadisat-ı içtimiyenin de birtakım

kavanini olması bittabii tasdik edilmek lazım gelir.

Bazı hükema da [ bunlar zamanımızda ihraz-ı ekseriyet etmektedirler. ] heyet-

i içtimaiyenin suret-i teşekkülü hakkındaki bu nazariyeyi ret ve cerh ile büsbütün

başka bir esas irae ederler.

Fakat bu madde hakkında hangi fikir kabul olunursa olunsun bir heyet-i

içtimaiye dahilinde zuhuru yakın olan hadisat ve vukuatın esbap ve netayici iştigal

edilince sosyoloji, yani hikmet-i içtimaiye, felsefe-i ulum -ı içtimaiye ile iştigal

edilmiş, böyle bir ilmin vücudu zımnen teslim olunmuş olur.

Sosyoloji henüz kamilen teşekkül etmemiş bin alemdir. Mukaddimen hikmet-

i tarih mübahesesi altında ulum -ı içtimaiyenin zübdesi olmak üzere yeni bir alemin

mebadisi izhar olunmaya başlamıştı. Ogüst Komt böylece bu ilme sosyoloji namını

verdi. Ve artık her milletin hükeması tarafından sarf olunan gayret sayesinde bu ilim

tevsi ve tesise başladı.

Nihayet memalik-i muhtelifede felsefe-i ulum -ı içtimaiye ile iştigal eden

hükemayı bir yere toplayarak mesail-i içtimaiyenin tetkikat-ı ilmiyesini ilerletmek, o

hususta icra-yı mübahasat eylemek üzere ‘Beynelmilel Hikmet-i Đçtimaiye Cemiyeti’

namıyla düvel-i mütemeddine ulemasından mürekkep, gayr-ı resmi bir heyet

teşekkül etti. 1894 senesinde birinci defa olarak Paris’te bir kongre içtima eyledi.

Heyet-i mezkura arasıra böyle bir kongre teşekkülüyle toplanır. Şimdiye

kadar üç defa akd-i içtima etmiştir. Dördüncü kongre 1900 senesinde Paris’te

toplanacaktır. Kongreler muhtelif memleketlerde içtima etti, heyetin daimi merkezi

Paris’tedir. Azasının miktarı yüzü tecavüz etmez. Müşarün namıyla iki yüz daha

kabul olunabilir. Heyet her sene mahsül-i mesaisini kongreye tevdi edilen makaleleri,

bunlar hakkıngda cereyan eden müzakeratı havi olmak üzere bir mecmua neşreder.

Azalarının iktidar ve ehemmiyeti bu cemiyetin mehafil-i alimiyece az vakitte

pek ziyade hiss-i telakkiyi temin etti. Geçen sene Paris’te toplanan son kongreye

hükümet Sorbon Darülfünununun salonlarını tahsis ile kadirşinaslık göstermişti.

Page 552: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

534

Đşte bu musahabemize esas olan muhtacine muavenet-i mecburiye meselesini

son kongrede Mösyö Alfret dö Lamir tarafından mevzuu bahis edilmiş Şarl Lemözön

tarafından tevsi olunmuş ve birtakım mübahesatı ve müzakeratı mucep olmuştur ki

ehemmiyet ve faidesine mebni hülasa ve ve neşr ettiğini elzem gördük.

Muhtacine muavenet noktası bizce vezaif-i diniyeden madut olduğu cihetle

hiç his olunmadan ifa olunuyor. Hâlbuki bugün Avrupa’nın en ziyade nazarı-ı

ehemmiyetle baktığı titrediği nokta budur. Çünkü oralarda bir kısım halkın,

sermayedarın, son derece nail-i servet olmalarına mukabil bir de sabahtan akşama

kadar bin türlü eziyetler altında efna-yı vücut eden sınıf-ı fakire vardır ki

çalışabildikleri müddetçe ancak kifa-ı nefis edecek bir parçaya destires olarak sonra

hastalık, ihtiyarlık gibi mevaniin biriyle işe yaramaz bir hale gelince metruk bir

hayvan gibi yapayalnız, aç, mahmum bir memat gibi kalıyorlar. Biz de bu mesaiden

eser görülmediği için oralarda, o zebun-ı hayat kalplerde sınıf-ı iğnaya kendilerini

terk eden ezen öldüren heyet-i içtimaiyeye karşı kökleşen derin bir arızaya çok şükür

biganeyiz.

Đşte bu mesailin önünü almak için Avrupa ulum -ı içtimaiye erbabının umuru

bir taraftan sermayedaranı ile amele arasında müsavatı izale, fenalığı men eyleyecek

türlü türlü tedabiri tavsiye ettikleri halde diğer taraftan bazı hükema görülüyor ki

muhtacine muavenetin tamamıyla aleyhinde bulunuyorlar, bunun mazeretten hali

olmadığını söylüyorlar.

Mösyü Alfret Lamir kongredeki beyanatında bütün bu muhtacine muavenet

hakkında erbab-ı taraftan dermeyan edilen esbabı birer birer saymış, reddetmiş, sonra

da muhtacine muavenete vabeste bir halde bırakılmayarak mecburi tutulmasını tervic

yolunda delail-i kaviye serd eylemiştir.

Muhtacine adam-i muavenet taraftarlarının delaili şunlardır:

1. Đngiliz ilm-i servet erbabı- meşahirinden Maltos Sadka’nın mazeretini

göstermek için der ki, mesela bir zengin bir fukaraya on kuruş sadaka verdi. Eğer her

zaman ettiği masrafı bundan sonra da fukaraya verdiği on kuruşu tasarruf etmez,

masrafından kısmazsa ne olacak? Eline on kuruş geçen o fakir o para ile ihtiyacı olan

Page 553: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

535

eşyayı satın alınca mevcut olan emval ve iktianın alıcısı çoğalacak bu yüzden fiyatlar

artacaktır. Vakıan birkaç kişinin vereceği beş on kuruş sadaka ile fiyatların tezayüdü

hissolunamaz. Lakin bu sadaka vermek usulü tamim ederse o zaman tezayüd-i fiyat

hissolunur. Ve bundan birtakım mazeretler tevellit eder. Fiyatların yükselmesinrden

sadaka almış olan fukara tabii zarar görmez. Zenginler de ağırlığını hissetmez.

Yalnız sadakaya arz-ı ihtiyaç etmediği halda ancak kendisini geçindirebilen çalışkan

bir sınıf-ı mutavassıta vardır ki terki fiyattan zarar görecek, muztarip olacak işte bbu

zavallılardır.

Demek ki sadaka vermekle bir kısım halkın ihtiyacı temin oluyor ama diğer

taraftan da başka birtakım erbab-ı ihtiyaç tevellüt ediliyor. Hâlbuki dünyada insanlar

nispet-i hendesiye üzere mesela 2-4-8-16 ilh. Nispetinde tezait ettiği için nispet-i

adediye üzere mesela 2-4-6-8-10 ilh. Nispetinde çoğalan mahsülat-ı arziye bunları

besleyemez. Binaen aleyh insanlardan bir kısmının ortadan kalkması lazımdır. O

halde niçin bir heyet-i içtimaiyenin kuvva-yı efradı yani zenginler, zayıflar yani

heyet-i içtimaiyenin terakkisini eşkal eden fakirlere muavenet etsinler de onları

kuvvetlendirsinler. Onları yaşayabilecekleri bir hale getirsinler? Dünyadan adam

eksilecekse varsın zayıflardan eksilsin.

2. Herbert Spensır dahi Malton’un fikrini kabul ve teyit ediyor. Hayata

mukavemet için mecburi olan şeraiti haiz bulunmayan acizenin izale-i vücudu elzem

bir keyfiyettir. Bir heyet-i içtimaiye ancak bu hal ile daimi surette kendisini tasfiye

edebilir. Eğer bu müfit ve hayırlı kanun takdir edilmeyip de neticesi bilinmeden

budalaca birtakım muavenet ve tasdike kıyam edilecek olursa tembeller, bir iş

görmeyenler çalışanlara, gelecek nesillere bir benba-ı ıstırap hazırlamış olur. Bu

halde yalnız zaman-ı haldeki azap ve ıstırabı tahfife çalışarak istikbaldeki fenalığı

düşünmeyen bu budalaca merhamet ile fakir ve acize karşı hiç merhamt etmeden

gayet hodbinane davranmak arasında netice itibarıyla hiçbir fark zuhur etmez

demektir.

3. Diğer bazı hükema dahi muhtacine muavenet-i mecburiye usülünü cerh

için bunun tatbikatça tahdis eden mehaziri iraeye çalışıyorlar, diyorlar ki:

Page 554: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

536

Eğer bir hükümet muhtacinin mazhar-ı muavenet olmaya hakları olduğunu

ilan ederse birçok erbab-ı ihtiyaç kendisinin medar-ı maişetlerini talep edeeklerdir.

Binaenaleyh ahaliden bir fukara vergisi almak lazım gelecektir. Bu halde muhtacin

yan gelip oturacaklar, başka taraflarda ameleye, erbab-ı mesaiye ihtiyaç var iken

yerlerinden bile kıpırdamayacaklardır. Nitekim Đngiltere’de böyle oluyor. Bundan

başka serseriliği men etme, çalışmanın mecburi olduğunu ilan eylemekte lüzum

görülecektir. 1848’de Fransa hükümeti devlet hesabına olmak üzere birtakım

fabrikalar açarak buralarda amele istihdamına başlamıştı. Hâlbuki bir hükümet hiçbir

zaman hakkıyla fabrikacılık, çiftçilik, tüccarlık edemeyeceğinden bu tecrübe elim

neticeler verdi. Binaenaleyh ‘çalışmak mecburidir’ diye ilan olununca iş bulamayan

amele hükümete müracaat edecek, hükümet de bilzarure kendisi fabrikalar açacak ve

1848’de Fransa’da görülen ahval yine zuhur edecektir.

Đşte muhtacine hiç muavenet edilmemesi için ileriye sürülen esbabın en

mühimleri bunlardır. Şimdi bunların nasıl ret ve cerh edildiğini görelim.

1. Evvela fukaraya verilen sadakanın – Maltos’un iddiası vechiyle – fiyat-ı

eşyayı tezyide sebep olabilmesi ihtimal haricindedir. Çünkü bu parayı insan

varidatından ayırır ve o miktarda bir mahrumiyete katlanır, hiçbir mazeret tevellüt

etmez. Hem şurası katiyen mertebe-i bedahete varmıştır ki insan bir vergi verince bu

mahrum olduğu para nispetinde sarfiyatını da tenkis eder. Binaenaleyh zenginlerden

bir fukara vergisi alınırsa fiyat-ı eşya terakki etmez, fenalık da tahdis edemez.

Saniyen Maltos’un tezayid-i nüfüs-ı beşer hakkındaki iddiası da sabit

değildir. Tecrübe bu tezayidin nispet-i hendesiye üzere vukua geldiğini gösteriyor.

Bundan dolayı tevehhüme meydan yoktur. Öyle olsa bile bir heyet-i içtimaiye için

tezayüd-i nüfusun lüzum-ı ehemmiyeti nasıl inkâr olunabilir?

2. Spensır’ın efkâr-ı birahmanesine karşı insanda hiss-i merhametin

galeyanından tutturularak cevap vermek kabil ise de hissiyat bir tarafa bırakılarak

tecrübe ve ilim dairesinde de bir faraziye-i zalimane ret ve cerh olunur:

Evvela bir adam hakkında iş görmez, bir şeye yaramaz, tembel diye katiyen

hüküm olunabilir mi? fakirlik gayr-ı kabil-i tashih, gayr-ı kabil-i imha bir ayıp, bir

Page 555: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

537

kusur mudur? Muhtacine muavenetten maksat birtakım cihetleri meydana

çıkarmayacak, çalışmayacak hale getiren mevaniyi izale etmek değil midir? Pek çok

defalar görülmüştür ki mahalline ve ehline musarrıf olan bir muavenet o zavallıya

cesaret, kuvvet ve faaliyet verir. Đşte bu adım muavenet fikri Herbırt Spensır gibi sırf

nokta-i nazarından muhakeme edilse bile yine şayan-ı kabul olamıyor.

Đkinci derecede Spensır’ın iddia ettiği gibi bid adamdaki acz ve noksanın da

veraset ile intikal etmesi sahih midir? Zayıf, cılız o boyun mutlaka zayıf, cılız çocuk

mu tevellüt eder? Bunun mutlaka böyle olacağı şimdiye kadar ispat edilememiştir.

Bilakisbirçok etbanın tetkikat-ı ahiresiyle sabit olmuştur ki emraz-ı ırsiyenin en

müthişlerinden addolunan verem, zannolunduğundan pek dun bir nispette intikal

ettiği gibi çocuklarda ırsi olarak mevcudiyeti muhtemel olan mikropları mahv için de

sağlam bir yerde yaşayarak kavaid-i hıfzı-sıhhaya riayet kifayet eyliyor. Vasıta-i

veraset ile sirayete en ziyade müstait olan verem hastalığı için böyle olunca emraz-ı

saire için de böyle olacağı ulviyetle sabit olur. Binaenaleyh heyet-i içtimaiye

bedbahtlara muavenet etmekle istikbal için mutlaka zayıf, cılız, hastalıklı bir nesil

hazırlamış olmaz. Herbırt Spensır’ın iddiası farz-ı mahal olarak sabit olsa bile yalnız

cismani maluliyetlere kabil tatbik olabilir. Hâlbuki bir heyet-i içtimaiyenin menfaati

kuvva-yı cismaniye ile beraber kuvva-yı akliye ve maneviyeyi de nazar-ı itibara

almaya bizi sevk eder. Sağlam fikir sağlam vücuttadır, cümlesi bir hakikat-i mutlaka

değildir. Fransız hükemasından meşhur Paskal gayet hastalıklı olmakla beraber bu

hasta vücutta bir fikr-i dâhiyane bulunuyordu. Bu bapta daha ne kadar misal tadat

olunabilir

Hüseyin Cahit

SF, Nu. 392, s. 28-30

Page 556: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

538

4. SERVET-Đ FÜNUN ĐLE ĐLGĐLĐ YAZILAR

Page 557: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

539

BADE’T-TERTĐP

-Đkdam Muhabiri Đzzetlü Ali Kemal Bey’e

Azizim Ali Kemal Bey,

Salı günki Đkdam’da “Cinayetlerim” unvanlı bir makale-i mufassala-i

mahkukanız münderiçti. Okudum. Mukaddimesinde hakkınızdaki tarizatın her

noktasına cevap vereceğinizden bahisle “mühacumlar”ınızı müdafaatınızın hitamını

beklemeye davet eyliyorsunuz. Ben size hücum edenlerden olmadığım bilakis

tarafınızdan hücum edilmiş olduğum için kendimi bu davetinizin daire-i şumülünden

hariç görerik şimdiden bir iki söz söyleyeceğim. Lütfen dinleyin!

Diyorsunuz ki ben, Ahmet Đhsan size bir mektup yazmışım. Bunda sizden

eser istemişim. Sonra siz, “Peki fakat para varmeli. ” Demişsiniz. Bunun üzerine

benden cevap alamamışsınız. Bade aramızda bir ikinci muhabere daha vuku bulmuş.

Bu aleyhinizde yazılmış bir makaleye şamil Servet-i Fünun nüshanın tarafınıza

verildiği üzerine vukua gelmiş. O zaman gönderdiğiniz kartpostal tarafımdan hukuk-ı

ahlaka muvaffak bir cevap verilmiş. siz yine yazmışsınız fakat bu sefer de cevap

alamamışsınız. Sonra Hüseyin Cahit Bey’in tarizi ortaya çıkmış… Bütün bunların

sebebi sizden badi heva yazı koparmak isteyip muvaffak olamayışım imiş. Böyle

değil mi azizim? Şimdi bendeniz söyleyeyim.

Hatırınızdadır ki siz Paris’e gitmeden çok evvel bugünkü naçiz Servet-i

Fünun’un orada bir muhabiri var idi. Bu muhabir Agâh Hasip Bey idi ki elyevm

Maliye Nezareti hukuk müşavirlerindendir. Agâh Hasip Bey biraderimiz, Servet-i

Fünun’a yazı yazmakla beraber, Osmanlı matbuatını ilk defa olmak üzere Paris’teki

matbuat-ı ecnebiye cemiyetine tanıtırdı. Gazetemizle o cemiyete dahil oldu. Orada

bir mevki ihrazına kesb-i muvaffakiyet etti. Đşte bu esnada zat-ı âliniz Paris’e vasıl

oldunuz. Bizimle ta mektep rahlelerinde başlamış olan hukukunuz Agah Bey’le de

derkâr idi. Orada görüştünüz. Agah Bey mezunen devam etmekte olduğu tahsili

ikmâl ederek üç sene saadete gelirken yerine Servet-i Fünun’a muhabir olmak

istediniz. Agah Bey buraya yazdı. Ben kabul ettim. O sizi kendine halef olarak

matbuat-ı ecnebiyede takdim ve tavsiye eyledi. Siz o zaman imzasız neşr-i makalat

Page 558: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

540

ederdiniz. Yani Servet-i Fünun obahsettiğiniz hukuk-ı kadimeye binaen bilatereddüt

size dest-i muhalesetini uzatmıştı. Kolleksiyonumuza atf-ı nazar edince on ikinci

cildin 69, 119, 214, 277. Sayfalarındaki Paris mektuplarınızı okumak pek kolaydır.

Vatka ki beş altı ay evvel Paris’te her intişar eden matbuat salnamesini yani

tabir buyurduğunuz “Annuaire de la Presse”yi aldım. Bizim gazeteye ait sahifesinde

Paris muhabiri olarak yine sizi zikrettiğini görünce o sözün sene başında –kanun-ı

sanide olacak- ihza ettiğinizi beyan buyurduğunuz mektubu yazdım. Çünkü

salnamede Servet-i Fünun’a muhabir olarak ilan edildiğiniz halde gazeteye yazı

yazmayışınızı uzun bir müddet sükut edeceğinizi hem bu muhabirlik sıfatınıza, hem

o bahseydeğiniz eski arkadaşlığa menafi bulmuştum. Yoksa omektupla sizin

mateessüf göstermek istediğiniz gibi sizden ilk defa olarak yazı istememiştim. Değil

mi efendim, böyle olmadı mı?

Mektubumda romanımız bitiyor, Bize tavsiye eyleyecek Fransız romanı

biliyor musunuz, demem ise zannederim, gazetemizle siz de alakadarsınız, demek

yolunda pek sade bir cümleden ibarettir. Yoksa siz de bilirsiniz ki bugün biraz kitap

karıştırmayı bilen her adam için tercüme edilecek bir Fransız romanı bulmak o kadar

güç bir şey değildir.

Her ne ise bendeniz o mektubu yazdıktan sonra sizden tabii cevap bekledim.

Cevabınızda maktu bir maaş istiyor ve ecnebi memleketinde yaşmak için varidatını

muin surette artırmak arzu ettiğinizi anlatıyordunuz. (Şu tarifat-ı hususiyi matbuat

sahifelerine geçirmek istemezdim, istemem de; fakat teessüf ederim ki siz mecbur

ettiniz. )

Sizce de malum olduğu üzere Servet-i Fünun makale sahiplerine takdim

edeceği şeye öyle muin maaş suretinde vermeyip makale başına fakat zamanında

tediyeye gayret eder. Binaenaleyh teklifiniz idaremizin mutadına muhalif idi. Cevab-

ı ret vermemek için muhabereyi tazelemedim. Neticesi de böyle oldu. Lakin

gazetemi her zamanki gibi göndermeye devam ettim. Nitekim hâlâ da gönderiyorum.

üç dört ay evvel bir aralık vasıl olmayan birkaç nüshanın reddi o zamanki idare

memurumuzun hatasından ileri gelmiş idi. Bunu o eski mektubumda size de

yazmıştım. Emin olmalısınız ki gazeteyi gönderişim H. Nazım Bey’in Hüseyin Cahit

Page 559: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

541

Bey’in makalat-ı tariziyesini göresiniz, okuyasınız diye değildir. Öyle şeyler benim

hayalime bile uğramaz.

Benim nazarımda matbuat mukaddestir. Ağraz-ı şahsiyeye alet edilmek layık

değildir. biz bu noktaya o kadar dikkat ediyoruzki hatta aleyhimizde yazılan şeylerin

bile pek çoğuna cevap vermeyiz. Ama siz diyeceksiniz ki gazetim size tarizi havi

olan bir makaleyi ne için neşretti? Bunun cevabı hazırdır. Neşredildi, çünkü o makale

ile gazetenin kendi muharrirlerinden biri müdafaa-i hukuk ediyordu. Đnkâr

edemezsiniz Ali Kemal Bey ki en evvel tarizata si başladınız ve lisan-ı tarizinizi

doğrudan doğruya Servet-i Fünun muharrirlerine çevirerek onlara “eciş bücüş” diye

söylemediğiniz kalmadı. “Mübahese-i Lisaniye” makalelerinizde hemen her defa bu

tarizleri tekrar ediyordunuz. Tecavüzde okadar ilerlediniz ki nihayet Cahit Bey

“Hikmet-i Bedayi”inde o satırları yazdı. Mesele-i intihali ortaya koydu ve bu

mübahese-i müessife başladı. Gazeteci sıfatıyla söylüyorum. Böyle şeylerle

ceridesinin sahifelerini doldurmak bir gazeteci için en müessif mecburiyetlerdendir.

Şunu da ilave edeyim: Ben burada Servet-i Fünun’a, Servet-i Fünun’u bir

meslek-i edebiyata ciddiyetperveranede günden güne terakki ettirmeye çalışan ve

muvaffak olan muharririn-i muktediremize dair yazdığınız o fena sözleri kâlâ

almayacağım. Gazetem hakkındaki sözlerinizi erbab-ı insafta ne dereceye kadar

hükm-i tesiri olabileceği şimdiye kadar söylenen o makale lakırdıların suret-i

telakkisiyle bilmukayese bizce malumdur. Ötesi umurumuzun haricindedir.

Hâsılı azizim, sanırım ki benim tarafımdan şimdiye kadar hukuk-ı müddet

hilafında bir hareket vuku bulmamıştır ve emin olunuzki bulamaz. Servet-i Fünun’un

muharrirlerinin pek çoğu edebiyatta birer mevki ve meslek sahibi oldukları için

onların hukukunu müdafaaya kalkışmak benim hem vazifemin hem hizmetimin

haricindedir. Sizden bad-ı heva yazı koparmak bahsine gelince –söylemisi ayıp ama-

gazetemizde neşrolunan mektuplarınız tevarih-i malumada takdim ettiğimiz naçiz

şeylerde nazarınızda ispat etmiş olsa gerektir ki biz –Mevla’ya şükürler olsun- zat-ı

alinizden ve hiç kimseden parasız makale isteyip neşreder yahut istenip neşredilen

makalelerin parasını vermez takımdan değiliz.

Ahmet Đhsan

SP, Nu. 381, s. 134-135

Page 560: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

542

MAKALE-Đ MAHSUSA

ĐKĐ SÖZ DAHA (1)207

Servet-i Fünun’un 364 numaralı nüshasında ‘ Đki Söz’ unvanı tahtında bir

muhasebe-i ebediye ve 367 numaralı nüshasında ‘Đki Söz Daha’ unvanlı diğer bir

‘Musahebe-i Edebiye’ okudum. Đkincisi birincisinin mabadı idi. Bu da güya onlara

bir lahika olacak.

Sanat-ı şiire pek değersiz bir intisabım vardır. Mamafih şu aralık bizde pek

büyük pek aşikâr bir tarz-ı teceddüt-i elan ve gösterdiği asar-ı teceddütle haklı haksız

birçok tarize muahezeye uğrayan bu sanat-ı nefiseyi ben de şimdiki haliyle, bildiğim

kadar tasvir ve izah ederek o tarizat ve muahezata karşı durmak istedim.

Bütün sanayi-i nefisenin mevzuu güzellik dediğimiz şeyi zapt ve tasvirdir.

Güzellik nedir? Bunun hariçte bir vücudu var mıdır? Evvela buralarını anlayalım:

Malumdur ki biz hoşumuza giden bir şeye güzel deriz; fakat o güzel

dediğimiz şey bir zata sertlik, yumuşaklık, ağırlık, hafiflik gibi bir hassaya malik

olduğu için mi güzeldir, yoksa öyle bir hassaya malik değildir de biz mi onu öyle

görürüz?

Güzellik bir hassa olsa güzel cismin herkese güzel görünmesi, sair havas-ı

ecsam gibi onunda bilhisap takdiri lazım gelir; Hâlbuki güzellik için böyle bir

imtiyaz ve mikyas yoktur. Vakıan sanayi-i nefiseye ait bazı şürut ve kavait var;

ancak bu şürut ve kavait şayan-ı mütalaa olmakla beraber yalnız mevada, hududa,

şekle dairdir. Bir eser o mevaddan mürekkep olmak ve o eşkâl ve hudut dâhilinde

bulunmak ile güzel olmak lazım gelmez. Havas-ı eczam böyle değildir. Bir hassaya

malik olan cisim-i boy-ı hali o hassanın asarını gösterir ve öylece bilinir. Mesela sert

cisim mutlaka yumuşak cismi çizer; bunuda herkes biltecrübe anlayarak bir hüküm

verir. Şu izahattan tezahür eder ki güzellik bir hassa değildir. Hariçte vücudu da

yoktur Öyleyse güzellik nedir?

207 Bu makale-i edebiyenin ehemmiyet ve kıymetine binaen mabadlı olarak dercini tecviz edemedik.

Page 561: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

543

Suret-i umumiyede eşyadan birine bakılsa birçok cüzden mürekkep olduğu

görülür. Bu cüzler daima bir takım kuvva-yı muessirenin taht-ı tesirinde ittihat ve

terekküb ettiklerinden münferiden haiz olmadıkları bazı eşkâl ve havası iktisab

ettikleri gibi heyet-i umumiyelerinden o ittihat ve terekkübe mahsus bir mani dahi

tayeran eder ki buna ahenk denir. Uzviyet-i beşeriye eşkâlin, elvanın esvat ve

harekâtın herhangi bir suret-i ittihadından müteessir olacak surette teşekkül etmiş

olduğu için, nazar-ı dikkatine tesadüf eden şeyden tayeran eden aheng-i inbisatını

mucep olursa o şeyi güzel, istikrahını icap ederse çirkin bulunur. Binaenaleyh

güzellik bizde, bizim ruhumuzdadır.

Basit bir misal irat edeyim: Şaşaa-i letafatiyle gözümüze çarpan bir yakut

parçası bilkimya bir ‘alumin’dir. Lakin o büyüklükte adi alumin parçası o şaşaayı

göstermez; Yakuta o hali, o manayı veren alumin zerrelerinin suret-i ittihadı ve o

suret-i ittihadın elvan-ı sebadan kırmızı rengi aksettirebilmek kabiliyetidir. Fakat

yakutu güzel bulan yine biziz. Onun şu hissimize alet olmaktan başka meziyeti

yoktur. Bu fikri daha açık bir misal ile biraz daha izah edeyim:

Bir gurup tasavvur ediniz. Güneş bütün azametiyle görenin başka tarafları

tenvir etmek üzere ufaktan aşağı iniyor. Son şuaları öteye beriye top top dağılmış,

kara, beyaz bir takım küçüklü büyüklü bulutlara münakis olmuş. Öyle bir manzara

vücuda getirmiş ki bakmakla doyamıyorsunuz. Bütün ruhunuzla ’Ne kadar güzel!’

dediğimiz halde, bu mediha-i takdir ile bir türlü iktifa edemeyerek, tekmil kâinatın

sizinle hem ahenk sitayiş olmasını ister gibi etrafınıza bakınıyorsunuz. Bu esnada

gözünüze yan taraftaki karlı dağlar tesadüf ediyor. O son şuaların burada daha başka

bir menazir husule getirdiğini görüyorsunuz. Beyaz bir zemin üzerine birkaç türlü

koyulu açıklı renkler yayılmış. Sırtları da mail ve derin birer şehrah-i nuraniye

dönmüş… Gaşi oluyorsunuz. Bir müddet sonra güneş gurup ediyor. Ne önünüzdeki

ne de yan taraftaki menazırdan hiçbir eser kalmıyor. Şimdi bu hiçbir eseri kalmayan

güzellik elbette hariçte değil, ruhunuzdadır. Burada bulutlar, karlar güneşin son

şualarıyla muvakkaten türlü türlü ahenklere munbi tayeran olmuş birer levhadan

ibarettir. Onu güzel bulan sizsiniz. Binaenaleyh ‘güzellik eşya veya menazırdaki

ahengin ani ve derhal galip bir surette, ruhumuzu kamaştırmasıdır’. Bu izahata göre

Page 562: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

544

güzellik bir eser kendisinde bir ruhtan nişane olan eserdir ki bu da o eserin heyet-i

mecmuasından tayeran eden ahenk ile tecelli eder.

‘Sanat-ı faaliyet-i akliyenin tezahuran-ı gariziyesinden biridir ki eşyâ-yı

muhtelifeye intibak ederek mütevaliyen bütün huruf ve sanayi, bütün ulum u ibda

etmiştir.

Sanat bittabi taklit ile başlamıştır. Fakat taklit, bidayette bile, kifayet

etmemiştir. Bugün ezmine-i kadimeden kalan, az çok kaba bir surette taklit edilmiş

birtakım hayvan resimleri arasında bilezikli gerdanlıklar ve müzeyyinat-ı saire

görülür ki bunlar suret-i ihtira bize insanların, ilk günlerde bile sarf-ı şahsi ve iradi

bazı eşkal-i hayaliye ile uğraştıklarını irae eder.

“Sanat-ı faaliyet-i akliyenin tezahuran-ı garıziyesinden biri olmasına göre

melekat-ı akliye terakki ettikçe sanatın dahi terakkisi tabiidir. Bu terakki, bir

kabiliyet-i müdafaadan neşet eder ki o da tahlil ile tamimdir. Đnsan halıl sayesinde

eşya ve vakayıın ihtilatından mütevellit karanlıkları izale ile üzeri teşri ederek

müferridane hülul eder. Her cismin bünye-i asliyesini hisse-i tevhit veya tefrik eden

şebahit veya farkları tayin etmek için ne gibi ameliyat icra ederse o da efkâra aynı

ameliyatla icra eder. Bu suretle vakayı ve efkârı anasır-ı asliyesine irca edince o

anasırı tasnif ederek, tabiat-ı fikriyesine has olan tarzlara göre onlardan yeni bir

‘müctemia’ bina eder ki bu müctemialarda tesadüf yerine intizam ve ihtilat yerine

besatat-ı kaim olur. Đşte ilim bunlardan ibarettir.

“Tahlil ve tamimden tevellüt eden bu ilim bilzarure mutehavvil ve

müterakkidir; tahlil-i tamime yeni unsurlar tedarik ettikçe bu unsurlar evvelce

destires olunan neticelere inzimam ederek o neticelerin birini tebdil ve aralarındaki

münasebeti tadil eder; hatta bazı kere o neticeleri herc-i merc edip yeni ve

mertebeten daha âli birtakım tamimleri icap eder ki bu, o zamana kadar meri olan

efkâr ile taarruz ederek mazinin efkâr ve malumatına şiddetle merbut olan esnaf-ı

halkın mukavemeti sebebiyle türlü türlü tehavvülüne sebep olur. ”

Şimdi bazı tetkikata girişelim. Sanat, faaliyet-i akliyenin tezahürat-ı

gariziyesinden biridir, demiştik. Đnsanlar, her şeyi bir kayıt ve nizam altında almaya

Page 563: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

545

fıtraten mecbur oldukları cihetle, bu tezahüratı da en mükemmel eserlerine bakarak

bir kayıt ve nizama rabt etmek hevesine düşmüşlerdir. Hâlbuki kayıt ve nizama dâhil

olacak şeyler yalnız eşyâ-yı maddiye olduğunu unutmuşlardır. Mesela bir çehredeki

çizgileri kâmilen zabt etmek ve o çizgileri çehreye verilecek hale göre kopartmak,

gizlemek, türlü türlü şekillere koymak bir kayıt altına alınır; fakat bir hazin çehre

bütün o kayuda tamamıyla riayet edilerek yapılmış olduğu halde yine hiçbir tesir

hâsıl etmeyebilir. Müsellimdir ki fotoğrafı eşyayı en ziyade sıhhatle tersim eder;

binaenaleyh bir yerin veya bir şahsın fotoğrafıyla alınmış resmi en mükemmel ve

bütün şurut ve kavaide tamamıyla mutabık bir eser olmak lazım gelir. Hâlbuki aynı

mevzuun bir sahib-i sanat tarafından yapılmış tasviriyle fotoğrafisi beyninde ne

kadar fark vardır. Bu fark sırf o sahib-i sanatın şahsiyetinden naşidir. Şimdi bu

şahsiyet -ki sırf fıtrata aittir- nasıl bir kayıt altına alınabilir. Ve farz-ı muhal olarak

alınsa insanın fotoğraf makinesinden ne farkı olur ve yapacağı şeylerin ne meziyeti

bulunur? Mesela geçenlerde “Servet-i Fünun”da üstad-ı muhteremin bir tablo

tasvirini okutmuştuk. Sonra tablonun fotoğrafını da gördük. O fotoğrafı, bahadır bir

askeri musavver olmakla beraber üstad-ı muhteremin nakabil taklit bir belagatle

tebliğ ettiği hissiyat-i asilane ve sanatşinasaneye mevzu olabilmekten ne kadar

uzaktı. Muhakkaktır ki üstad-ı kereme o hissiyatı ilga eden, ressamın asıl tabloda

mütecelli olan şahsiyeti idi; fotoğrafı ise o tablonun ne kadar sönük bir aksidir.

Resim hakkındaki şu mütalaa şâir sanayi-i nefiseye de tamamıyla kabil-i

tatbiktir. Binaenaleyh bu sanayide kullanılan mevadın suret-i istimaline dair bazı

şerait ve kavait vaz olunabilirse de bunlar ile ifade olunacak meani için numuneler,

terkipler, kalıplar vaz olunamaz ve bir musikâra, bir şâire, bir heykeltıraşa, bir

ressama: ”Sen şu hissi, şu fikri beyan için mutlaka bu perdeleri, bu nameleri, bu

terkipleri, bu teşbihleri, bu çizgileri, bu çıkıntıları, bu renkleri, bu koyulukları, bu

açıklıkları kabul edeceksin. ” denemez. Vakıa Fransa’da bile sanayi-i nefise

akademisi bütün erbab-ı sanata: “Sanat Yunanistan’da ve intibah-ı maarif zamanında

Đtalya’da olduğu kadar nerede parlak olmuştur? O halde bu iki mümtaz kavmin

bedayi-i asarından daha güzel modeller nerede bulunabilir? Birçok zaman evvel

bulunmuş olan bir şeyi aramak için birtakım mücahedat-ı şahsiye ile niçin

yorulmalıdır? Şimdiye kadar kimsenin nufuz edemediği bu erbab-ı deha tarafından

Page 564: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

546

vücuda getirilen asarı mütalaa ediniz. Onların bütün esrarına nüfuz edince, siz de,

tabınız müsait ise, kendi kanatlarınızla uçarak bir takım bedialar vücuda getirisiniz!”

diyor. Fakat hata ediyor. Düşünmüyor ki o bedaiyi vücuda getirenler sırf kendi

şahsiyetlerine tabiiyet etmişlerdir. Evvela şahsiyet kabil-i intikal midir ki erbab-ı

sanata onları taklit etmeyi tavsiye edelim?

Saniyen onlar yalnız şahsiyetlerine tabitatıyla bu asarı vücuda getirmiş

oldukları halde şimdiki erbab-ı sanatı niçin takayyüt edelim? Bunlara niçin

şahsiyetlerini vermeyelim? “Đşte size bir mevzu, bunu istediğiniz gibi yapın. ”

diyelim de mutlaka eski bir mevzu vererek ve önlerine bir de model koyarak “Bu

mevzuyu bu modele benzetmeye çalışın!” diyelim? Vücuda getirdikleri eseri de o

modele benzeyip benzememesine göre takdir edelim? Bunlar insan, bir feyz-i tabiata

malik insan değil mi? Bir sanatkâr kendi hissiyatını ifade ve tebliğ için başka birinin

ihtiyar ettiği tarz-ı beyan ve tasviri takip etmeye neden mecbur olsun? Bir de,

dünyada kudemâ-yı sanatkâranenin intihap ettiği mevzulardan başka mevzu kalmadı

mı? Yoksa “Fıtrat bütün kemalini o erbab-ı dehada gösterdi. Bundan sonra öyle

adamlar yetişmez!” mi denecek? Birbiriyle böyle bir itirazı müstebit görmekle

beraber, gaye-i hilkate mübayen olacağını ve ulüm ve maarifi terakki ettikçe fikr-i

tahlil ilerleyerek evvelce nazar-ı dikkate çarpmayan birçok meziyetin, birçok sırrın

inkişaf ve incilasıyla tesirat-ı ruhiyeye ne derece inbisat geleceğini ve ibaret ve eşkâl-

i sanayinin de o tesiratı zabt-ı ve edaya kifayet edemeyerek o inbisat-ı nispetinde

teceddüt ve tekemmüle muhtaç olacağını zikretmeden kendini alamam.

Đşte şu aralık âlem-i edebiyatımızda görülen ihtilafat bence hala bitip

tükenmeyen hep öyle bir heves-i tahakkümün ve tahakküme karşı gelen fikr-i

terakkinin müsademesinden münbahistir. Gerek bu fikr-i terakki ve gerek o heves-i

tahakküm tabii olduğundan üdebâ-yı cedide uğradıkları hücumattan asla müteessir

değildirler. Yalnız bu hücumatın nevi ve şekli edep haricinde olduğu için hilaf–ı edep

olan her hareket gibi bunlardan da yine edep namına sayılmak tabiidir. Bazı zevat-ı

edebiyatımızın şimdiki halini bir “Dekadans” yani inhitat hali olmak üzere telakki

ediyorlar. Hâlbuki biz o itibar ile hiç “Dekadan” değiliz. Vakıa edebiyatımız bir

Dekadanlık devresi geçirmiştir, fakat şimdi değil… Şunu her vakit iddia ederim ki

Page 565: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

547

zekâ-yı millimiz, her şeyde olduğu gibi, bu tahavvül-i edebide dahi hiçbir yerde misli

görülmeyen bir süratle, az zaman içerisinde kendisine tesahip etti ve kim ne derse

desin, kendine -muterizlerinin bile hayret ve takdirini calib- bir meslek-i nevin tayin

eyledi.

Bu bahiste ilerlemeden evvel ”Dekadans” ne demek olduğunu anlamak için

Avrupa hükemâ-yı üdebasından bir zatı dinleyelim:

“Sanat, ilme’r–ruh nokta-i nazarından mütalaa olunursa, sur-i telakkiye

eşyanın bir ifade-i samimesidir ki bu sur-ı telakki mantıken, uruk-ı muhtelifeyi taht-ı

inkıyadına olan müessirat-i ahlakiye ve maddiye ile bu urukun bizzat haiz olduğu

kabiliyyat ve temayülat-ı asliye ve kesbiyenin ittihadından neşet eder. Sanat bu

ihtilattan tevellüt eden hissiyatın bir tercümesi, -akvamın hakikat-ı maddiye-i eşyaya

veya temayülat ve adât-ı ırka mağlup olmasına göre- az çok hurufi veya az çok

hayali bir tercümesidir. Fakat bu halitaların miktar-ı ihtilatı ne olursa olsun onlarda

hakikat ve şahsiyet denilen iki unsur-ı ibtidai daima mevcuttur. Hâsılı her sanatın bir

sebep-i vücudu olduğu gibi inhitatın da bir sebebi vardır.

“Bir sanat ne vakit milli olmaktan, yani bir kavmin veya ırkın bütün eşhasına

şamil olmaktan münkati olur? Bir millette asar-ı azime-i sanayienin vasf-ı

mümeyyiz-i hâkimi, ve tevarisi inhitat-ı sanatın alamet-i bahiresi olan umumiyet-i

zevk, ne vakit tevari eder? Ne vakit, sanat hissiyat-ı umumiyenin tabir-i sadık ve

gariziyesi olmaktan münkati olur, ne vakit herkesin ve la-akıl ekseriyet-i azimenin

tesir-i müşterekini, teheyyüc-i sahihini doğrudan doğruya tercüme edecek yerde

vesaiti fail ve hareketi tahlil etmeye başlar ve bu vesaiti gaye-i mesai ittihaz ederek

asl-ı sanat olan sadıkiyyet ve gariziyet-i teheyücü nazardan kaybederse...

“Bu inhitat, uruk-ı aliyeye mensup olan bir şahsa aynı menazır karşısında

müddet-i meddiyede tevakkufu men eden kanun sebebiyle kat’i-el vukudur.

Bilzarure bir vakit gelir ki bir meziyet ve bir sanat ilham eden efkâr ve hissiyat bütün

mevad-ı nafiasını bütün netayic-i müsemmeresini sarf ve istihlak eder ve hatta fikir

tahrik ettiği cihet-i saikasıyla asar-ı salifeyi taklit ve tekrara mahkûm olur. Bu halde

taklit ve tekrar olunan yalnız efkâr ve hissiyat-ı salife olmaz… O efkâr ve hissiyatın

Page 566: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

548

tabiri, şekl-i beyanı bugün boş ve cansız olan şekl-i beyanı bile taklit ve tekrar

olunur. Fakat yalnız taklidin fikre hiçbir lütfu olmadığından bundan pek çabuk

bıkılır. Đhtisası tecdit için tabir-i cebr olunur ve onun derecat-ı ifratı, imkânın son

hadlerine kadar mantıken takip edilir. Bütün bütün yoldan çıkmış olan heves-i şahsi,

azade bir meslek ittihaz eder. Sanat yalnız âmâ-yı bahta duçar etmek ve

mufassallarının ilelsıddıkıyetine herkesi hayran bırakmaktan başka bir şey

düşünmeyen cambazların hareket-i kıymet ve derecesinde bir mümarise olur.

“Bu halde ama gayr-i müsavi iki kısma ayılır: Bir kısmı sanayi-i nefise

meraklılarına kendilerini bir zümre-i mümtazeden addederek bu mümarisatta erbab-ı

nezakete mahsus bir has-ı hususi buluyor gibi görünmek isterler; diğerleri, yani

ahalinin yüzde doksan dokuzu, bu inceliklerden bir şey anlamadıkları cihetle sanatla

asla uğraşmayarak onu tarik-i tevaris üzerinde bırakırlar ve garaib-i masammesiyle

nazar-ı dikkati celp için icra ettiği bütün mücahidata hiç ehemmiyet vermezler. Bu

şurut içinde o bitmiş maden ocağında birkaç altın parası daha keşfedecek kadar

mahir veyahut zamanlarına nispetle şiirin sanayi-i cedidesinde seçebilecek derecede

mütekkaddim birkaç sanatkâra tesadüf ederse, onlar da bunlar da iğlab-ı ihtimal ile

lakayd-ı umumi arasında görülmeden geçerler.

“Bütün bu hal kat’el-vukudur. Binaenaleyh ondan ne şikâyete ve ne de –

bahusus- tehayyüre mahal yoktur. Fakat uruk-ı müterekkiyeyi efkâr ve hissiyatını sırf

ve istilaka, onları yeni birtakım efkâr ve hissiyat ile lâyenkati tashih ve ikmal için

sarf ve istihlakı eden bu mahkûm eden bu kanunun -netice-i mantıkiye-i tatbiki

olarak- geçen medeniyetlerden sonra yeni medeniyetler husule getirmesi ve aynı

sebepten dolayı bu yeni medeniyetlere mahsus yeni sanatlar tevlit etmesi icap ederdi.

Eğer meyelan-ı terakkinin yanında onunla uğraşan ve onu şiddet ve tehakkümle

ekseriya ezen taban tabana zıt diğer bir meyelan olmasa bu böyle de olurdu. Bir

kavimde bazıları taharri-i âli için ileriye doğru atladıkları sırada, diğerleri terbiye,

menfaat, itiyat kisl-i fikri, havf-ı meçhul gibi sevaik ile her yeni şeyi ret ederler.

“Bu halde hüküm ve nüfuz, az çok bir zaman için, bilzarure medeniyet-i

salifeyi ikame edenlerin elinde bulunur. Bunlar cemiyetin bütün teşkilatına istinat

eylerler. Fazla olarak -adliye ıstılahında “emsal ve sevayık“ tesmiye olunan- vakayığ

Page 567: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

549

onların tarafındadır. Biz yeniler ise iptida müphem, nakıs ve herhalde teyid-i

tecrübeden mahrum emellerden başka bir şey dermeyan edemezler. Mazinin bais-i

şeref ve şanı olan itiyadat-ı fikriyeye karşı nazari bir istikbalin az çok meşkûk-ı

lemalarından başka bir şey meydana koymazlar. Binaenaleyh kendilerini heyet-i

içtimaiyede mütecessis, sabit ne varsa hepsinin mukavemetini çarpmaya mahkûm

olurlar. ”

Şimdi bu mütalaat-ı umumiyeyi, edebiyat-ı Osmaniyeye tatbik edelim.

Devlet-i Osmaniye iptidai teşekkülünde, din ve mevki saikalarıyla Arap ve

Acem’le ihtilat etmişti. Osmanlıların kavmiyet itibariyle elbette bir medeniyeti var

idiyse de sıfat-ı kaşifesi cengâverlik olduğu gibi medeniyet-i kavmiyesi de huzuzat-ı

maneviyesini istifa edecek derecede değildi. Binaenaleyh bir medeniyete yani ulum

a, sanayie ihtiyacı vardı. Arap ve Acem’le ihtilatımızdan dolayı iki medeniyetin,

Arap ve Acem medeniyetinin taht–ı tesirinde bulunuyorduk. Münasebet-i

beynelmilelin suret-i cereyanından müstenbit bir kanuna tevfiken bilnispe âli olan o

iki medeniyetin, bizim medeniyet-i kavmiyemize galebe ile takriri tabii idi. Öyle de

oldu. Fakat ne Arap medeniyeti, ne de Acem medeniyeti tamamıyla tekerür etmedi

ve edemezdi. Zira o zaman ulum -ı Arap’da ve sanayi-i Acem’de müterakki olduğu

gibi bizim de kendimize mahsus kabiliyet ve temayülatımız vardı. Hususiyle bi-

hasbi’d-din-i Arabî ile tevekkül ediyorduk. Binaenaleyh yine öyle bir kanuna ve

hassaten bu meşguliyet-i diniyeye tevfiken Arap medeniyetinden ulum u, Acem

medeniyetinden sanayiyi aldık. Vakıa ara sıra sanayi-i Arab’a da müracaat ettik;

fakat o sanayi, kabiliyet ve temeyülat-ı ırkiyemize mülayim olmadığı için mümkün

değil içimizde kararlaşmadı.

Bahsimiz sanayiye müteallik olduğundan ulum hakkında basit mütalaaya

kalkışmayacağımız gibi, sanayiden de mevzu itibariyle yalnız sanat-ı edebiyatı kâle

alacağız

Acem sanat-ı edebiyesi bizde hak galebesini temin edince evvela kavaidiyle,

sonra bütün hurafatıyla, bütün hayalanıyla efkârımızı istila etmeye başladı. Bir

zaman geldi ki yazdığımız şeyler sırf Acemâne oldu, sırf Farisi oldu. Bazı devirlerde

Page 568: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

550

mübaligatımız, hayalatımız Acemleri bile gölgede bıraktı. Nihayet anlaşılmaz,

çekilmez şeyler vücuda geldi. Her eseri zamanına göre takdir etmek lazım

geleceğinden -hiçbir şey anlaşılmayanları müstesna olmak şartıyla- bu eserler zaman

inşadlarına o zamanın müessirat-ı ahlakiye ve hükmiyesine o zamanın temayülatına

göre güzel şeylerdi. Bu eserlerden bazısı zamanımızda bile makbul ve merguptur;

çünkü onlarda edvâr-ı maziyeye mensup olmakla beraber, bir sadıkıyet, bir aziziyet

ve’lhâsıl bir şahsiyet vardır ki bizim ruh-ı milletimizle her zaman hemahenktir.

Fuzuli’nin, Baki’nin, Şeyh Galip’in, Nefi’nin, Nedim’in asarı gibi…

Fakat ekseriyet taklide o kadar malup idi ki yazdıkları şeylerde hiç sadıkıyet

ve gariziyet yoktu ve bütün sa’y ve gayretleri mevat ve vesait-i inşadın suret-i

istimaline münhasırdı. Şimdi zikrettiğim şuaradan başka gelip geçen kudemâ-yı

şuaranın asarı gibi…

Bundan otuz sene evvel üdebamızdan birkaçı Fransızca tahsil etmişti. O

lisanda yazılan asarın suhulet-i beyanını, o suhulet-i beyan içinde şaşaalı olan letafet

ve uzubeti görünce lisanımızın ifade-i meramda ne kadar nakıs olduğunu anladılar.

Elsine-i garibede, bahusus Fransızcada gördükleri bu faydayı lisanımıza da

nakletmek istediler. Bir velvedir koptu. Kudemâ-yı üdeba bu ediplerin tarz-ı

beyanıyla eğlenmeye, ”Bu şiveler lisan-ı edibe sığar mı?” demeye başladılar. Sonra

onlar basit şeyler yazmakla beraber kudemadan daha muğlâk eserler vücuda

getirebileceklerini ve mamafih mahareti yine lafızdan ziyade manada aradıklarını

ispat edince berikiler şaştılar ve bilzarure sustular. Galiba üdebâ-yı cedidede,

bahusus edebiyat-ı cedidenin, misal-i müşahhası olan bir zat da kaldı. Birkaç sene

sonra idi ki Edebiyat-ı Cedide’nin kemaliyle tesisi ve erbab-ı su-i tefhime karşı

ilelebet temin musavveniyeti için bütün esaslarına müteallik tarifat “Talim-i

Edebiyat” ile tedvin olundu. Đşte o zaman edebiyat-ı atike gayretkeşleri edebiyat-ı

cedidenin bütün hudut ve eşkâliyle meydana çıktığını görünce şaşırdılar ve olanca

kuvvetleriyle taarruza başladılar. Bu tarihten birkaç sene evvel şiirde bir sahib-i deha

zuhur ederek nesirde vücuda gelen teceddütten daha parlak bir eser-i teceddüt

göstermişti. O zaman da yetişen erbab-ı kalemin bir kısmı bu iki dehanın nesren ve

nazman vücuda getirdikleri asara birer menba-i ilham gibi neseb-i nazar-ı hasret

Page 569: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

551

ederek “Talim-i Edebiyat”ın tarif ve tebeyyün ettiği edebiyat-ı sahiha dairesinde yazı

yazmaya koyuldular. Bir kısmı yine edebiyat-ı atike taraftarlarının gayretini

görmekle meşgul kaldı. O sırada bir gazete edebiyat münekkitliğini deruhte etti.

Vakıa tenkide pek ziyade lüzum vardı.

Edebiyat-ı atikenin bin türlü kuyudu altında zebun kalan efkâr şimdi önünde

istediği gibi söz söylemeye müsait bir meslek görünce birden bire taştı; o kadar taştı

ki gazetelerde yazılan şeyler bütün manzumelerden ibaret oldu. Bu devir bazılarına

göre, edebiyat-ı sahihanın takriri için pek müsait bir zaman idi. Çünkü bütün milletin

kabiliyeti şiiriyesi hal-i heyecanda idi. Fakat bizce zaman-ı tekerrür henüz hulul

etmemiş, zira edebiyat-ı atikeden kurtulalı pek az vakit geçmiş idi. Hiçbir yerde bu

kadar az bir vakit zarfında yeni bir edebiyat vücuda gelememiştir. Bahusus tekerrür

için heyecan değil itidal lazım idi ki o da mevkut idi.

Bu devirde edebiyat-ı cedide dairesinde yazı yazmaya heveslenenler vücuda

getirdikleri eserlerde bazı yeni yeni fikirler dermeyan ediyor, hislerini bir dereceye

kadar başka yolda tebliğ edebiliyorlardı. Görülen yenilikler hemen bize, yani

Türklere has olmaz üzere günden güne terakki eden efkâr ve malumat ile mütecelli

birer lema-i sanat ileride bütün hudut ve hududuyla tekerrür edecek medeniyet-i

Osmaniyemizin her gün birer suret-i karar bularak tesis ettikçe hemen kendisiyle

beraber icat ettiği birer lema-i sanat idi. Edebiyat-ı atikeden, edebiyat-ı atıke

mevzularından yüz çeviren efkâr şimdi pek tabii bir meyelan ile havadis-i tabiiyyeyi

mevzu ittihaz etmişti. Binaenaleyh yazılan şeyler hemen tulu ile gurup, bahar ile

hazan manzumelerinden ibaret idi. Bu zaruri idi; çünkü o zaman heveskaran-ı

tahririn malumat-ı müstahsilesi yalnız eşya-yı hariciyeyi, eşya-yı hariciyenin

zevahirini görmeye kâfi idi. Onun için eserlerde tasvir-i zevahirden ibaret oluyordu.

Henüz ruhları o eşyanın mahiyetine nüfuz ederek her birini layıkıyla görecek

kabiliyeti ihraz etmemişti fikrimce o zamanda husule gelen asara ”asar-ı suriye veya

şekliye“ demek pek münasip olurdu.

Bir zaman geldi ki gurup, tulu manzumeleri artık sıkıntı verdi; o vakit fıkdan-

ı mevadan dolayı harekât-ı edebiyeye bir durgunluk ârız oldu; sonra yavaş yavaş

geriye döndü, yine ortaya edebiyat-ı atikenin artık pek müptezel efkâr-ı

Page 570: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

552

edebiyesinden mürekkep eserler atılmaya başlandı. Edebiyat-ı cedide müntesipleri

bunları yazmaktan imtina ediyor, fakat yazacak şey bulamıyor, sevk-i zaman ile biraz

gençleşen ihtiyarlar yine ihtiyarlıklarını ele alarak eski vadilerde yazıyorlardı.

Birtakım gençler de mahdudiyet-i malumat sebebiyle birkaç kelimeyi bir araya

getirmekten ve birtakım efkâr-ı hayideyi tekrardan ibaret olan meslekte bunları taklit

ediyorlardı. Bu görevde lafız ile terkip ile uğraşmış manaya, fikre, hisse bakmamıştı.

Edebiyat-ı sahihaya ve ulum -ı hazıraya vakıf olamadığı cihetle bunlara

bakmamaktan bence mazur idi. Hâlbuki yalnız lafız ve terkip hatalarıyla uğraşmak

kâfi değildi. Yazılan eserlerde hemen umumiyetle, yeni bir şekle girmiş eski efkâr ve

hissiyattan başka bir şey görülmez olmuştu. Bir gazel, bir manzume lafzan salim ve

şeklen matbu oluyor; fakat yine hep o eski efkâr ve hissiyat ile mümteni

bulunuyordu. Asar-ı münteşire evvelce söylenmiş sözleri tekrardan, şuarâ-yı salifeye

taklitten ibaret idi. Hatta bu eski fikirler ekseriya en eski terkiplerle veyahut

kıymeten onlardan aşağı olmakla beraber yine eski kelimelerden mürekkep daha

tumturaklı terkiplerle ifade olunuyordu. Velhâsıl edebiyatın yalnız mevcut ve

vesaitiyle iştigal ediyorlardı. Vakıa ötede o dehâ-yı şiir ile “Talim-i Edebiyat”

müelif-i muhteremi cuş ve huruşa gelen bu temayülatı birtakım efkâr ve hissiyat-ı

cedide ile telif etmeye çalışıyorlardı; fakat asıl esas-ı sadıkıyyet ve gariziyet olan

edebiyat-ı sahihanın tecelli ve tekriri için henüz mesai-i masrufenin hakkıyla

semeresi görülemiyordu. Avrupa’daki sanayii, Avrupa medeniyeti, Avrupa

medeniyeti de ulum ve marifet vücuda getirmişti. Bizde de ne vakit -i terakki ve

tekerrür ederse ancak o vakit yeni bir sanat vücut bulabilirdi. Nihayet bu zaman üç

sene evvel hülul etti: Ayın Nadir, H. Nazım, Halit Ziya, Cenap Şehabettin, Tevfik

Fikret gibi birkaç edip yetişti. Bunlar asar-ı garbiyeyi mütalaa ettiler. Medeniyet-i

garbiyeyi ihdas eden efkâr ve hissiyata vakıf oldular. Tahsil ettikleri ulum ve fünün

onlara da bir takım efkâr ve hissiyat-ı ilga etti. Đşte bu efkâr ve hissiyat ile yeni

“Edebiyat-ı Cedide“ denilen edebiyat vücuda geldi.

Otuz sene önce başlayan o teceddüd-i edebî nesirde, şiirde bir takım bedialar

ibda etmişti. Fakat dikkat olunsa bütün bu bedialarda en ziyade olan hayal idi. Asar-ı

hissiyeye pek az tesadüf olunurdu yahut o asâr o kadar ulvi idi ki hissi bile olsa bize

yine hayali görünüyordu. Çünkü ruhumuz o dehaları tayeran ettikleri âlem-i belayı

Page 571: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

553

şiir ve hikmette takip edemiyordu. Binaenaleyh bu asar efkârımızı hayalatımızı

fevkalade tasfiye ve tenziye etmekle beraber bize hayret vermekten başka bir faydayı

mintac olamıyor, efkâr-ı mütteehireye tutacak bir yol gösteremiyordu. “Talim-i

Edebiyat” tedvin olununca herkes şiir-i sahihin ne demek olduğunu biraz anladı; o iki

dâhinin ve “Talim-i Edebiyat”ın himmet ve talimiyle edebiyat-ı atike ta esasından

sarsıldı. Bu zaman işte biraz evvel tasvir ettiğim devirdir ve bizim edebiyatımızda

Dekadans varsa o devirdedir. Đnhitata düşen efkâr, arasıra kendisine sahip olmak

istiyordu; fakat tesahib-i nefis için lazım olan kudret-i ilmiye mevkut olduğu cihetle

yine düşüyordu. Binaenaleyh bu devrin asarı -istadlarınkiler istisna edilince-

ekseriyetle taklit ve tekrara mahkûm olduğu gibi yeni olarak yazılan şeyler de yalnız

sathiyata ait oldu. Nihayet devr-i inhitat bitti. Aradan beş sene kadar bir müddet de

geçti. Bu esnada mütalaa ve tetkik ile uğraşılıyordu. Avrupa’da terakki-yi ilim ve

marifetle pek ziyade ilerleyen fikr-i tahlil bizde de hâsıl oldu. Her gördüğümüz şeyi

malumatımıza istinat ederek bir nazar-ı ilmi ile tetkike başladık. Bu münasebetle

kabiliyet-i ruhiyemiz kesb-i mümarese etti. Artık her şeyi -rehber-i mütalaatımız

daima ilim olmak üzere- kendi ruhumuzla görmek istedik. Đşte şimdi ”yeni edebiyat-ı

cedide” denilen edebiyatı bu temayül husule getirmiştir ki esası asl-ı sanat olan

sadıkıyet ve gariziyettir.

***

Edebiyat-ı hazıraya itiraz edenler üç sınıfa ayrılar ki birinci sınıfı edebiyat-ı

atike müstahlifleri, ikinci sınıfı devr-i ithitat bekayası, üçüncü sınıfı da mütevassıtin

teşkil ederler. Đki evvelki sınıfta bulunanlar geçmiş bir zamana iddiâ-yı nispet

ettikleri cihetle sözlerinin hiçbir ehemmiyeti olamaz. Ancak mutavassıtin dediğimiz

zevat ki devr-i inhitat ile şimdi ki devri teceddüt arasında kalmak isteyenlerdir,

bunlara acımamak ve edebiyat-ı hazıraya ettikleri hücumattan dolayı teessüf

etmemek elimden gelmez. Mutavassıtin evvela üdebâ-yı hazıra tarafından istimal

olunan bazı sıfata, bazı terakibe ilişiyorlar. Bunlara garabet isnat ederek

muharrirlerini hırpalıyorlar. Düşünmüyorlar ki o sıfatı, o terkibi vücuda getiren yeni

bir fikri, yeni bir hissi, yeni bir hayali, eski bir sıfat ile eski bir terkip ile eda etmek

gayr-ı kâbildir. Faraza “saat-i semenfam, nâ-yı zimert, şikestereng-i sefalet gibi

Page 572: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

554

terkipler yerine o manaları ifade edebilecek başka ne terkipler yapılabilir? Burada

mesela “Saat-i semenfam ne demek, bu terkibe ne hacet vardı?” gibi bir sual iradı

muhtemeldir. Bence bu suale karşı bir şey dememelidir; çünkü o gibi terakibi icat

eden fikr-i edebiye henüz vakıf olmayanlar dermeyan edeceğiniz mütalaatı mümkün

değil anlamazlar.

Saniyen cümlelere, şive-i beyana itiraz ediyorlar: ”Bu yazılan şeyler hiç

Türkçe değil. ” diyorlar. Bende itiraf ederim ki edebiyat-ı cedide müntesipleri

içerisinde sakat, garip cümleler yapanlar var; fakat onlar o sakat, o garip cümleler

arasında o kadar samimi, o kadar garizi bedialar ibraz ediyorlar ki insan hayran

oluyor. Tahminime göre o sakat, o garip cümleler henüz bizde söylenmeyen bazı

manaları beyan etmek yahut bazı efkâr-ı mevcudiyeyi yeni ve daha ciddi bir tarz ile

söylemek için bilzarure tabiatı ifadeyi haber etmelerinden neşet ediyor. Umarım ki

muterizler bu muharrirleri sarf ve nahiv kaidelerini bilmemekle itham etmezler, ne

hacet mebahis-i adiye için yazdıkları makalelerde öyle sakatlara gariplere tesadüf

olunuyor mu? Şu halde şive-i beyan efkâr ve hissiyat-ı cedide-i edebiyeyi bütün

nezaket ve nezahati, bütün teravet ve zerafetiyle ifade edecek bir şekil ve surete

girinceye kadar beklemek veyahut şive-i ifadeye bu tarzın muhtaç olduğu kabiliyete

vermek daha münsafane bir karar, daha terakkipesendane bir şiar olur, zannederim.

Belki bazılarına göre bu mebhasta birkaç misal iradı lazım gelir; ben mütevassıtine

karşı bu lüzumu hissettim, çünkü yazılan şeyleri hep okuyorlar… Halit Ziya’nın,

Mehmet Rauf’un, Hüseyin Cahit’in yazdığı şeyler hep Servet-i Fünun’da var. Boş

yere itiraz edileceğini bunlardan mesela Halit Ziya’nın ‘Bir Yazın Tarihi’, namı

altında yazdığı ufak hikâyelerden Đhsan’ın Aliye ile balkonda geçirdiği bir gece

tasvirinde ilişecek bir cihet görüyorlarsa onu tasrih etseler, sonra bu böyle yazılmaz,

şöyle yazılır diye ondan hatta bir cümle yerine diğer bir cümle yazarak gösterseler

emin olun ki kimsenin bir diyeceği kalmaz. Lakin bunu yapmazlar, çünkü

yapılamayacağını bilirler. Öyle ise niçin itiraz edeler? Bunun sebebi bence sırf

ruhidir. Mutavvassıtlar bütün bu itirazlarında infialat-ı nefsiyelerine mağlup

oluyorlar; mesela bazıları bunlardan layık olmadıkları bir hürmetle rağbete intizar

ediyorlar. Bazıları da şu henüz dünkü çocukların -Evet bunu itiraf etmelidir-

kendilerinin göremedikleri, yazamadıkları, şeyleri yeni görerek parlak bir üslup ile

Page 573: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

555

ifade ettiklerini müşahede edince kıskanıyorlar; ben bu hakikati bütün yazılarımda

aynen görüyorum

Şunu da söyleyeyim ki bazımız bazı eserlerinde, Frenk şive-i ifadesine taklit

ve hatta bazı Frenkane fikirleri, hisleri bizim tabiatımızla temayülümüzle, efkâr-ı

milliyemizle, kabil-i tevfik görünmeyen bazı fikir ve hisleri doğrudan doğruya

naklediyorlar. Bunun galiba iki sebebi var. Ya bu fikirleri, bu hisleri eda için o şiveyi

daha muvaffak buluyorlar, yahut daima o şivede yazılmış asarı mütalaa ettiklerinden

kendilerinde saikayı itiyat ile öyle yazıyorlar. Frenkane fikirlere gelince bunları da,

bana kalırsa yalnız kendi zevklerine tabiyet ederek başkalarının zevkini

düşünmedikleri için nakil ediyorlar, vakıa bütün bu harekette böyle nispetsizlikler

oluyor, fakat bu hal, eski yapılan taklide muarız olarak doğan fikr-i şahsiyetin bir

mübalağası, bir ifratıdır ki murur-ı zaman ile itidal peyda ederek kendine gelecek ve

o zaman bütün bu yeniliklerden hangileri layık-ı hazım ve temsil ise yalnız onlar

mütemessil olarak diğerleri kendiliklerinden düşecek unutulacaktır. Fakat, bilir

misiniz, biz de o zaman nasıl bir edebiyat vücuda gelecektir? Şark ile garbın

imtizacından mütevellit bir edebiyat ki bütün elvan-ı dilferibiyle, bütün etvar-ı

nazendesiyle bir müddet için cihanı kendisine meshur edecektir! Zaten o ifrat ve

mübalağalar istisna edilirse yine onların diğer asarında ve bahusus Tevfik Fikret,

Đsmail Safa, Ayın Nadir Beylerin hemen bütün eserlerinde yenilikten, güzellikten

başka ne görülebilir?

Salisen asar-ı cedide, asar-ı garibenin taklididir, diyorlar ve bize ‘dekedan

Sembolist’ gibi bazı sıfatlar veriyorlar. Eminim ki bu hükümleri hiçbir mukayeseye

müstenit değildir. Ben şimdi burada bir iki misal göstererek bu hükmün yanlış

olduğunu ispat edeceğim. Evvela bir hakikati dermeyan edeyim: Her yerde malumat

ilerledikçe malumat-ı sabıkanın tevlit ettiği efkâr ve hissiyat ya esasen veya şeklen

değişerek onların yerine ya büsbütün yeni veya şeklen muhtelif efkâr ve hissiyat

kaim olur. Son yirmi seneden beri bizde vücuda gelen terakkiyat-ı ilmiye amalların

bile taht-ı tasdikinde bulunduğundan o terrakkiyat-ı ameliye ile beraber bizde de

bittabi yeni ve muhtelif birtakım efkâr ve hissiyat peyda oldu. Terakiyat-ı ilmiye her

yerde aynı efkâr ve hissiyatı ve fakat -her kavmin müessirat-ı maneviye ve

Page 574: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

556

hükmiyesine, temayülat ve adat-ı fıtriye ve kesbiyesine tatbiken-aynı efkâr ve

hissiyatı tevellüt eder. Bunun için Avrupa milel-i mütemeddinesinde hâkim olan

efkâr ve hissiyat bizde de ve ancak hususi ve milli bir surette tekrar etmeye başladı.

O efkâr ve hissiyattan bir kısmı zevk-i milliyemize muvaffak olmadığı için daire-i

kabulümüze giremediği gibi bir kısmı da, henüz fıkdan-ı istidat sebebiyle, imkân-ı

hulul bulamadı. Edebiyata müteallık bir kısım efkâr ve hissiyatın böyle az zaman

içinde husül ve tekrarı bizde ezmine-i kadimeden beri yalnız bir nevi kabiliyet-i

sanatın tahriz edilmiş olmasından ve binaenaleyh sanayi-i nefiseden en ziyade

edebiyata mütemayil bulunmamızdan naşidir ki bu sırf bize mahsus bir haldir. Yoksa

milel-i sairede böyle olmamıştır. Onlarda hemen aynı zamanda sanayi-i nefisenin her

şubesi birden tatbik oluna gelmiş ve bu cihetle tehavvülat-ı vakıa bütün o şubelere

mümkasim olmak tabii bulunmuştur.

Đşte edebiyat-ı cedidede tesadüf olunan efkâr ve hissiyet şimdiki

malumatımızın, şimdiki medeniyetimizin vücuda getirdiği efkâr ve hissiyattır ki sırf

bizim malımızdır. Bu efkâr ve hissiyattan bir kısmı umumidir. Fakat bunlar efkâr ve

hissiyat-ı müşterekedendir ki akvam-ı müterakkiyenin hepsinde böyledir. O gibi

efkâr ve hissiyatta hiçbir kavim diğer kavme mukallit değildir, her kavim onları

bihakkın benimseyebilir: Alelıtlak efkâr-ı hayriye ve hissiyat-ı insaniye gibi.

Şu izahattan anlaşılır ki biz Avrupalıları taklit etmiyoruz. Kendi tetkikat-ı

ruhiyemizle uğraşıyoruz. Fakat asar-ı garbiyeyi de mütalaa ediyoruz. Onlardan

birçoğu bize güzel görünüyor, ruhumuza tesir ediyor. Sonra biz de o ruhumuza tesir

eden o eserleri mevzuları için birer eser vücuda getirmek istiyoruz; yazdığımız

şiirlerinin bazısı aynı malumat ile mütehalli olduğumuzdan, birbirine benziyor fakat

bu şebahet bir mevzuda bir seviye-yi ilmiyede bulunduğundan, bazı kere bir

mevzuyu aynı suretle gördüğümüzden neşet eyliyor. Bu terakkiyat-ı ilmiyeye, ilme

ait olduğundan bizim sanımızla olmuyor. Yani biz tensi etmiyoruz. Onlar gibi

görelim diye çalışarak veyahut kendimizi onların yerine koyarak düşünmüyoruz.

Tabiatımızı cebretmiyoruz.

Bunun için yazdığımız şeyler samimi oluyor garizi oluyor, elhâsıl bizim

oluyor, insaf etmeli. Hangi bir Frenk şâiri Cenap Beyin “Riyah-ı Leyal”i zemininde

Page 575: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

557

bir şiir yazmıştır? Tevfik Fikret Beyin “Dans Serpantin”ini okuyan; mevzuyu

tamamen Frenkane olmakla beraber o eser ne kadar yeni, ne kadar güzel renkleri

nameleri, rayihaları ve bütün bu şeyler ne kadar şarkiyeti haizdir! Bir Frenk şâiri

böyle bir ‘Dans Serpantin, yazar mı?

Đhtimal ki bütün şimdiki sanatımıza taklit diyorlar; bu başka bir nokta–i

nazardır: Đnsan suret-i umumiyede müstakil değildir. Hemen bütün umur-ı maddiye

ve maneviyesinde başkalarına muhtaçtır. Bu ihtiyaç elbette az çok onların yaptığını

yapmayı, binaenaleyh onlara benzemeyi icap eder. Mamafih emin olmayınız ki yine

zevk-i fıtrıyesine tabi bulunur. Bu nokta-i nazardan bakılırsa taklit, fıtrat-ı beşeriyeye

ait bir hassa olarak “Herkes birbirine mukallittir. Veya hiç kimse başkasına mukallit

değildir. ” demek lazım gelir. Hâsılı bize üdebâ-yı garbiyeyi taklit ediyor, diyenler

hemen umumiyetle malumat ve medeniyet-i hazıramızı bilmeyenler, o malumat ve

medeniyetin müktezası olan efkâr ve hissiyatı telakki ve his edemeyenler, kısmen de

yazdığımız şeylerin yalnız şebahet-i zahiresine ve mesela “sone” veya “triyole” gibi

Frenklerden kabul edilmiş bazı eşkâl-i şiire bakarak hükmedenlerdir. Şimdi size bir

iki misal irat edeyim de bizim Avrupalıları taklit etmediğimiz aynen anlaşılsın: Siret

Beyin “Tahir-i Garip” isminde bir manzumesi vardır ki havi olduğu his tamamıyla

Sövilli Borodom’un ‘Nid Brise’sinde de görülür; fakat ikisini de beraber okuyalım da

bakın aralarında ne kadar fark bulacağız:

NĐD BRĐSE

Sous leurnid tonbes pele mele

Gisent leurs pauvres petits eorps

La patte inerte. Đnerte le’aile

Les uns raourants. Les autres morts

Suspeudus au lien fragile

Qu’un eoup de vent rompt au jourt’lıui

Oue d’amours dans ce pot d’argile,

Que d’espoirs brise avee lui

La mere n’en said rien encore:

Dans les champs des le point du jour.

Page 576: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

558

Pour sa famille elle picore

Elle reviendra… Quelretour

Desereurs du ciel solitaire

Dont les hotes sont mal nourres.

Bien des moineaux plus pres de tere

Acceptent de nous leurs abrish!

Oiseaux! N’acceptez rien des hommes,

Nichez loin de nous dans l’azur;

Tout azile est traitre ou nous sommes.

Le nit pesant. Le elou peu sur.

TAHĐR–Đ GARĐP

Bir akşamüstü gezmeye bi-iktidar iken

Seyran-ı rayiyaneye meyyal olup derun

Çıktımdı şöyle kırlara bi-neşe, pürhüzün.

Tehdit eder di ufkumu izan sernigün;

Mühteriz olan şikaf kebudende asuman

Munzur iken olurdu hemen dideden nihan.

Teblerze-i hazan ile evrak-ı nalegar

Tek tük düşerdi yerlere sermest ve bimecal

Müphem uğultular ile inlerdi kühsar,

Çökmüştü taze kırlara bir ney-i hazal.

Berbat sitrepuş hazan ve sadarisan

Tahrip ederdi dallar içinde bir aşiyan.

Duydum yanımda bir acı feryad-ı canhıraş

Düşmüştü taşlar üstünde bir bahçe-i nazar

Atf eyliyordu göklere bir nazire-i telaş,

Yoktu yanında maderi kalmıştı bi-medar

-Eylerdi cist-i cuy-ı gada mader melul,

Cevelan ederdi dağları manende-i riyah. -

Gördüm nigah-ı ye’sini amade-i uful

Page 577: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

559

Lerze şenmun-ı mevt idi son darbe-i cenah

Bir girbat birin, huruşan ve mucizin

Çekti şikeste cismine avare bir kefen

Süratle pürkuşa olarak Tair-i garip.

Neredeyse şimdi avdet eder bir gaza ile

Đlan eder verudunu bir hoş seda ile

Çarpar nigah-ı şevkine ile manzar-ı muhibi

Dallar içinde hüzün ile bir aşiyan arar,

Biçare ana yavrucuğundan nişane arar;

Söyler ona hakikati birbirin naşekip

Ben görmeden bu sahneyi etmiş idim firar

Gözyaşlarımla laneme doğru melul ve zar.

Servet-i Fünun 395

Şimdi buna eser-i taklit mi diyeceğiz? Đnsaf olunursa, Siret Bey, velev o hissi

Sevilli Prodom’dan almış olsun sırf milli ve samimi bir surette ve hatta Sevilli

Prodom’dan daha müessir bir surette tasvir etmemiş midir? Öyleyse Siret Beyin

efkâr ve hissiyat-ı medeniyesinden o nezaket-i hissi veya o derecede bir nezaket hissi

niçin beklememeli, bu eser yine ve bütün diğer eserlerine niçin eser-i taklit

demelidir?

Bir de Cenap Bey’in “Handeler” isminde bir manzumesi vardır ki bu

manzumedeki bir bedia-i hayaliyede “Fernan Garağ“ın “Province” unvanlı

neşidesinin hatimesinde mündemic görülür. Bunları da okuyalım ki farkları

anlaşılsın:

PROVĐNCE

Encore que t’aimer me soit fatal je t’aime

Parce que ton eoeur est selon mon coeure;

Mais ne te pare point, chere reste toi’ meme

Prendse gadre d’enrubanner ta douceur.

Je touve a te baiser les mains d’infinis charmes

Page 578: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

560

Par tend resse ou par volupte? Non point,

Mais parce que ces mains essuyeuses des Larmes

Sons l’ceil maternel font du petit point.

O simplicite sainte! O tranquille province

Ou l’amour est un bon enfant range

Qui ne peut supporter un pli, meme si Mince

Aux dıraps de son lit odeur d’oranger

Que tes menus travaux m’emumrent, ma Petite

Je sais don venait le charme inconnu

Qui fit hesiter faust au seuil de margue Rite

Gretcehen tricotant un bas ingenu

Chere ne boude pas; je raille mais je…

Chere, pourqoi pleurer, et tont…

Mes baisers te font belle, et …

Ce sourire moqueur quite semple un Blaspheme

Prent en allant vers toi la forme d’un Baiser

HANDELER

Gözünde her cevelanı riyah-ı sevdanın

Lebinde hep nakaratı neşide-i emelin;

Ziyası hande olan bir cihan-ı şeydanın

Sevahilinde gezen bir sebkmizaç gelin…

O işte böyle henüz on beşinde bir şeyda.

Seza-yı buse ve perestij bir ateş-i ziruh;

Bir afitabı ufk-ı naşinas ve biperva

Ki her şeraresi bir neşve-i mazi-i subuh

Onun hadika-i ruhunda her dakika güler

Bütün leyal-i hayatın sihirleriyle bütün

Uzun kederleri takip eden meserretler

Gören sanır o güzel handeler onun lebidir;

O handeler ki birer pembe buse olmak için

Page 579: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

561

Leb-i muhabbete karşı rica eder gibidir.

Servet-i Fünun 374

Bu manzumedeki hayal için de o hükmü mü vereceğiz? Bu da sırf o hayalin

tercümesidir mi diyeceğiz? Cenap Beyde niçin o bedi-i hayaliyeyi icat edecek bir

kudret tasavvur etmeyeceğiz? Buna ne mani var? Cenap Bey milkat-i akliyesi

lakıkıyla neşv ü nema bulmuş şark ve garbın eski ve yeni asar-ı edebiyesini tetbi

etmiş, kendine mahsus bir zevk-i edebî hâsıl eylemiş bir genç değil midir? Bunu kim

inkâr edebilir? Cenap Bey evvela tıbbiye-i askeriyeden mezundur. Sonra Avrupa’da

ikmal-i tahsil etmiştir. Sene itibariyle inhitat-ı edebî devrine yetiştiğinden o zamanın

temayülat-ı fesahatına tamamıyla nebiyyet ederek lisanını düzeltmiş, yine o zamanın

tesiratına kapılarak eski vadide birçok şiir yazmıştır. Şimdi Cenap Beye itiraz edenler

acaba o iktidar mıdırlar? Onun kadar edebiyat-ı şarkiye ve garbiyeyi bilirler mi?

Onun kadar kavaid-i lisaniyeye vakıf mıdırlar? Bunun müdafaasına kalkıştıkları o

eski tarzda onun kadar güzel eserler yazmışlar mıdır? Yoksa yazabilirler mi? Öyle

ise bu şamatat nedir?

Aynı mütalaa hep birer Mektep-i Aliye’den neşet eden bir kısmı, bütün o

devirlere yetişerek eski tarz inşa üzere vücuda getirdikleri asar ile malumların bile

hayret ve takdirini celp eyleyen bir kısmı, emin olun ki hala ne zaman istense yüz

beyitli ve mersi bir kaside tanzime muktedir bulunan ve edebiyat-ı şarkiye ve

garbiyeyi layıkıyla mütalaa ve tetkik etmiş olan Fikretlere, Safalara, Nadirlere,

Nazımlara tamamıyla kabil-i tatbiktir…

Bunlar bütün yazdıkları şeylerde bütün şark hayalatını bütün şark efkârını

bırakıyorlar, denilecekse bunun sahih olmadığı yukarıdan beri beyan ettiğimiz gibi

burada yine izah edebiliriz.

Biz bugün yazdığımız şeylerde -bütün harekâtımızda, bütün harekât-ı

beşeriyede olduğu gibi- bir takım müessirat-ı ahlakiye ve hükmiyenin bir takım

temayülat ve adat-ı fıtriye ve kesbiye ile ittihadından hâsıl olan bir muhassılaya

tabiyet ediyoruz. Binaenaleyh şimdiye kadar Türklüğümüzü; Osmanlılığımızı nasıl

muhafaza ettikse bundan sonra da asırlarca yine öyle muhafaza edeceğiz. Ne hacet,

Page 580: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

562

Đran edebiyatına asırlarca taklit ettiğimiz halde şu son zamanlarda o kayıttan

kurtulmadık mı? Kudret-i milliye -ki bir kavmin ruhu demektir- taklit ile zail olur

mu? Bir de biz şimdi edebiyat-ı atıke mukallitlerine hiç benzemeyiz; çünkü

terakkiyat-ı ilmiye sayesinde bir dereceye kadar fikr-i muhakemeye malikiz. Güzeli

çirkinden, iyiyi kötüden fark edebiliriz o sayede şarktan garptan güzel ne bulursak

onları alıyoruz. Bu intibahımızda bittabii şahsiyetimize tabiiyet eyliyoruz fakat biz

bu kavim efradındanız; bütün ananelerimiz bütün teşkilat-ı maneviyemiz esas

itibariyle bu kavmindir. Yalnız biraz başka bir türlü terbiye görmüştür. Bu terbiyenin

kısm-ı azamı da görenekten ziyade ilme, marifete racidir. Bunlardan makbulat-ı

kadimeye muhalif olanları vardır. Binaenaleyh biz kudemayı, kudema pür-sitanı

itirazlarında pek haklı buluruz. Bizim efkâr ve hissiyatımızı bizim terbiye-yi

fikriyemizle yetişenler anlayabilirler. Biz onlar için yazıyoruz bugün Fuzuli gelse

bizim yazdıklarımız o dehasıyla, o nezaket-i hissi ve hayaliyle beraber belki de

anlamaz; fakat emin olmalıdır ki bugün bizden Fuzuli anlamayan, onu bütün hissiyle

duymayan yoktur. Bu da pek tabiidir, zira Fuzuli’den şimdiye kadar hissiyat-ı

beşeriye bir derecede kalamamıştır. Đşte şimdi ki şamata efkâr ve hissiyattaki bu

muhalefettendir, başka bir şeyden değildir. Bunlar yalnız şiir namına mevcut olan

bazı makbulat-ı kadimeye mutabık asara şiir demek, yalnız o asara bu namı vermek

istiyorlar ama makbulat-ı kadimeye temas etmeyen ve mamafih bir tesir-i samimiden

neşet eden asara niçin şiir demeyeceğiz? Hakikat-ı halde şiir bundan başka nedir?

Bence bu şamatalara hiç ehemmiyet vermemelidir. Bugün bizde kim ne derse

desin, sırf bizim istidat-ı millimize mahsus bir imtiyaz olmak üzere bu meyelan-ı

terakki her yerden seridir ve yine kim ne derse desin az zaman zarfında cedit ve

samimi bir edebiyatın ilk semerat-ı kemali muvaffakiyetle iktitaf olunmaya

başlanmıştır.

Bütün bu mülahazat ile beraber biz muarızların tahakkümatına bir türkü akıl

erdiremiyoruz; bize yazdığımız şeyler anlaşılmıyor milli olmuyor şivemizi

bozuyorsunuz, Frenkleri taklit ediyorsunuz, diyorlar. Evvela kendileri anlamadıkları

için asarımızı anlaşılmamakla ithamda ne hakları vardır. Yoksa bütün kavmin kuvve-

Page 581: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

563

yi fahimesi kendilerinde mi müteşahhastır? Ve buna acaba hangi eser-i zekâlarıyla

hatta en küçük bir numune gösterebilirler.

Saniyen biz bu millet efradından değil miyiz ki yazdığımız şeyler milli

olmuyor? Bütün hissiyat ve temayülat-ı milliye yine kendilerine mi müteşahhastır ki

böyle hüküm ediyorlar. Acaba bu millet-i necibe ve zekiye efradı beyninde asar-ı

cedideyi okuyanlar kendi mütalaalarından az mıdır? Ve hatta çok değil midir? Ve

gittikçe çoğalmayacak mıdır? Bu zatların beğenmedikleri şeyleri bütün Osmanlılık

zamanına reddetmeye ne salahiyetleri vardır? Salisen bu muterizler arasında hangisi

bir şiveyi ifadeye, yazdığı şeylerde kendisi ayanen görebilecek bir şiveyi ifadeye

elhâsıl üslupça bir hususiyete maliktir? Yoksa bunların şive dedikleri şey yalnız

kavaid-i sarfiye ve nahviyeye göre anasır-ı cümleyi yerli yerine oturtmaktan ibaret

midir? Öyle olsa bile bizim içimizde bu kaidelere hatta icat mertebesinde bilenler

yok mudur?

Rabian tamamıyla edebiyat-ı garbiyeyi taklit ettiğimize ne ile hüküm

ediyorlar. Đptida şunu soralım: Alelıtlak taklit tabii midir, değil midir? Tabii ise biz

güzel bulduğumuz şeyleri, velev garpta olsun, taklit etmekle niçin malup olalım,

sonra her hakikat-i fenniyeyi bir tarafa bırakarak yine soralım ki biz bunları

tamamıyla mı taklit ediyoruz? Yoksa onlarda gördüğümüz bazı güzellikleri, biz de,

birer mevzu gibi alarak, o mevzu hakkında kendi tesiratımızı mı yazıyoruz?

Birincisine kendileri misal göstersinler, ikincisine biz işte bütün asarımızı, bütün

“Servet-i Fünun”u irae ediyoruz… Denilecek ki bazı hislerde, bazı fikirlerde şebahet

oluyor; yine tekrar ederiz ki bu kısmen terbiye-i fikir ile efrad-ı şahsiyet gibi sevayık-

ı maneviyeden, kısmen lisanın servet-i lâfzîye ve maneviyesine hizmet gibi sırf bir

emeli terakkiden münbahistır. Umum onları kabul veya reddetmekle muhtar değil

midir? Hangisi mizacı umumiyeye tevaffuk ederse beka ve hangisi tegayyür ederse

fena bulur. Muterizlerin öyle hiçbir selahiyete müstenit olmaksızın bu kadar

tehaccum ve taarruzlarına ne lüzum vardır? Onlar da bizim gibi, velev pek naciz

olmasın, bütün müessirat-ı hazıra ile kendilerini dinlemeye sonra sırf hissiyat-ı

zatiyelerini yazmaya çalışsalar, kabül-i ammeye sırf şahsi, sırf hususi, bazı yenilikler

arz etseler acaba servet-i edebiyemize daha ziyade hizmet etmiş olmazlar mı? Fakat

Page 582: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

564

ne mümkün itiraz-ı içtihattan, yıkmak, yapmaktan her vakit kolaydır. Meyl-i terakki

gibi aksilikte cibillidir!

Hâsılı biz, terakkiyat-ı ilmiye sebebiyle, her şeyi kendi ruhumuzda tetkik

ediyor her şeyi bizzat görmeye, gördüğümüz gibi göstermeye çalışıyoruz. Eşya ve

mevcudata başkalarının gözüyle, başkalarının fikriyle, başkalarının kalbiyle değil

kendi gözümüzle, kendi fikrimizle kendi kalbimizle bakıyoruz. Hatta mevzu

teessüratımız olan eşya ve hadisatı ve bütün tabiatı o tessüratımızı beyan için bir

vasıta gibi bir madde gibi kullanıyoruz.

Tetkikat-ı ilmiye ilerledikçe evvelden basit zannolunan nice şeylerin

mürekkep olduğu anlaşılmış ve bu suretle fikri tahlil ve her türlü tahkikat ve

mütalaata rehber olmuştur. Hâlbuki hemen her tahlil diğer bir ukde-i tahlili teşkil

ettiğinden fikr-i beşer yine birçok karışık meselelerle tesadüf etmiştir. Đşte bu suretle

fikir ve his, suret-i umumiyede derinleşmiştir. Şimdi yazılan şeylerin kısmen veya

külliyen anlaşılması sırf bu halet-i ruhiyeden naşidir ve itikadımca “dekadizim” ve

Sembolzim denilen meslekler ve bütün o mesleklerde hâkim olan usüller suret-i

umumiyede, hep bu halin netice-i tabiyesidir; yoksa cali değildir.

Biz bütün eşya ve hadisatı ruhumuzla tetkik ediyoruz, dedim. Bizim bu

rağbetimizi icap eden, o eşya ve hadisattan tayeran eden ahengin hissiyatımızla

tevafıktır. Biz güzel dediğimiz şeylere hissiyatımıza tevafuk ettiği için güzel deriz.

Sonra, bize bir güzellik hissi veren hadise ve yaşını sırf bir meyl-i fıtr-i saikasıyla,

başkalarına da göstermek, duyurmak isteriz. Bu halde yapacağımız şey bittabi

teessüratımızı, o teessüratımızın sebep ve suret-i husulunü zabt ve tasvirden ibaret

olur. Bunun için başkalarının yaptığını yapmak istemeyiz. Bizce güzellik bir ebedi

halet-i ruhiye olduğundan yalnız halet-i ruhiyemizi tasvir eyleriz. Bu harekette bittabi

üdebâ-yı salife ve hazıradan birçok istiareler ederiz. Çünkü duyduklarımızın bir

kısmını onlar da duymuş ve bize efkâr ve hissiyatımızı ifade edecek sözler, takip

edecek yollar, terk ve irae etmişlerdir. Evvela onlara müracaat ederiz; fakat bazı

sözleri mülayim bulmayız, değiştiririz. Bazıları fikrimizi, hissimizi tamamıyla eda

edemez; yerine başka bir söz veya başka bir terkip, başka bir cümle koyarız. Bir yer

gelir ki yolu da değiştirmeye mecbur oluruz, değiştiririz. Sonra bunların hepsi kifayet

Page 583: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

565

etmez; fikirlerimiz, hislerimiz daha ince daha derindir, o sözlerle, o vadilerle bu

incelikleri bu derinlikleri anlatamayacağımızı görürüz. Orada sırf hissimize tabi

oluruz. Duyduklarımızı duyduğumuz, istediğimiz gibi yazarız. Bunun için belki

“Dekadan 208” oluruz.

Bazı kere de duyduklarımızı olduğu gibi yazmaktansa bir misal ile tecessüm

ettirmek, hissimizi temsil etmek isteriz mesela güzel bulduğumuz bir şeye güzel

demeyiz de onun bütün evsafını bir misal ile zikrederek size güzel buldurmak veya

onlarda bulduğumuz mehasini kat kat gizleyerek düşüne düşüne, araya araya size

keşfettirmek isteriz. Böyle yapmak bir fikri bir hissi, bir hayali gözler kamaştıracak

biz vuzuh ile yüzünüze çarpmaktan iyi değil midir? Bir manzumeyi okur okumaz

şâirin fikrini, hissini hemen görüp duymakla aynı fikri, aynı hissi, biraz düşünerek,

biraz telaş ederek, biraz teheyyüc ederek kendimiz görmek, duymak beyninde bir

fark yok mudur? Bence bu farkı inkâr etmek “Đnsana bir mahluk-ı mütehassis ve

mütefekkir değil, bir mahluk-ı bedahiyedır” demekle birdir. Öyleyse anlatılamayacak

şeylerin o yolda yazılması tabii değil midir? Bu söz hiçbir vakit “heyet-i mecmuası

insanı düşündüren, heyecan getiren şiir olamaz” mealinde telakki edilmemelidir. Biz

öyle tehakkümata kalkışamayız; hususen ki yazdığımız şeyler arasında vazıh olanları

müphemlerinden daha ziyadedir. Şu mütalaata göre de belki “Sembolist” oluruz.

Fakat emin olmalıdır ki biz ne “dekadizm”i ne “Sembolizm”i, hiçbirini tanımayız;

bir eser yazarken, yalnız teessüratımıza tabi oluruz ve onları olduğu gibi zabt ederiz.

Bugün ”Mallarme” bile “Sembolizm” namında bir meslek tanımadığını kendisine

meslek olmayacağını söylüyor. Bize böyle bir meslek isnat etmek nasıl sahih olur?

Đşte asıl mesleğimiz buradan ibarettir ve biz eminiz ki terakki her şeye galiptir.

Maheza

Estetik Dö La Natur, -Moris Gariyö,

Estetik-Eugene Veron

25 Nisan 1314

Süleyman Nesip

SF, Nu. 374, s. 146-157

208 “dekaden “ kelimesi burada “dekadanıst”ten değil , ”dekadızm”den müştak olarak müstameldir.

Page 584: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

566

BĐR BEDĐA-Đ SANAT

Bir büyük dehâ-yı edip tarafından bütün hissiyat-ı takdiriyesine tercüman

olacak bir cümle ile bana her cihetle harikulade bir adam diye tasvir olunan Tevfik

Fikret’in havarik-i sanat ve saffetinden bilmem hangisine beyan-ı hayret etmeli.

Bilmem hangisinden bahsolunmalı? Hepsinden bahsetmek için fıkdan-ı imkâna

rağmen şedit bir arzu var, fakat bu o kadar zengin bir zemin ki bir cildin husule-i

istiabını bile kâfi görmüyorum. Đşte o büyük hevarik-i sairesini unutarak yalnız bir

harikasından bahsedeceğim. Genç üstadın elinde nazım…

Son manzumelerinden birini –şu bir iki senelik mahsülat-ı bediasından

mesela bir küçük parçayı- okuduktan sonra bunu ihtiva eden bahtiyar risale elinizden

bir hiss-i hayret ve dehşetin tesiriyle düşerek büyük bir garibe gördükten sonra hâsıl

olan taaccüb-i amikle ‘Nasıl yapıyor?’ diyor musunuz?

Biz her perşembeden sonra ilk tesadüfümüzde biz biçare nasirler, önlerinden

vasi bir meydan-ı serbestiyle kolları ayakları her türlü kayıttan azade iken zemin-i

nesir üzerinde yine sakat sakat yürüyerek her hatvede bir yeis adem-i muvaffakiyete

tesadüf eden biz biçare nasirler, beri tarafta Tevfik Fikret’i ufak bir levent lisandan

bile ari güzide bir nesir-i manzum ile nesrin daire-i vesiasına giremeyecek şeyleri

nazmın türlü kayut veya averinin müzikane sıkıştırmış gördükçe dudaklarımızda

büyük bir nidâ-yı cüretle bir birimizin yüzüne bakarak: ‘Evet, nasıl yapıyor?’

diyoruz. Hüseyin Cahit gülerek önüne bakıyor, Mehmet Rauf gözlüklerinin altında

donuyor ve bu sualin cevabı gelmiyor.

Geçenlerde, hani şu bir hiçe benzeyen sonra bir hikâye-i aşk hükmünde on

satırı on cilt kadar nazar-ı histe uzayan küçük ‘Tesadüf’ manzumesinden sonra yine

bu sual, daima bicevap kalan bu sual ortaya çıkınca içimizden biri: ‘Evet, beş

yüzüncü defa olarak bir daha soralım, nasıl yapıyor?’ dedi. Nasıl yapıyor? Onu ben

biliyorum, gece kitaplarını karıştıran Haluk’un o dört baharlık kumral saçlı latif

meleğin bir aheng-i rebab-ı semaviye benzeyen sesiyle iki saf sualine cevap verirken

bir mini mini kâğıt parçasının üzerine kurşun kalemle, ihbasından birine dört satırlık

bir teskere-i lalebalyane yazarcasına yapıyor. Böyle bir sırada ona gidiniz sizi

Page 585: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

567

dünyanın en latif tebessüm-i memnuniyetiyle kabul etsin. Pürtelâş size hücre-i

iştigalinde yer gösterirken bir küçük kâğıt parçasının kıvrıla kıvrıla avucunun içine

saklandığını fark ediniz. Bu işte o harikalardan biridir. Sorunuz, ufak bir tereddütten

sonra daima kendisinden memnun olmayan sanatkârlara mahsus bir korku ile bunu

size okusun. Bu hemen çizilmemiş, değiştirilmemiş, nadiren bir iki kelime silinmiş

nihayet bir adi nesir müsveddesine benzer bir şeydir. Fakat böyle hemen yazılıvermiş

olan bu şayesteye ‘Lan Dans Serpantin’dir. Ya ‘Hayal-i Hakikat’tir. O size ‘Bakınız,

bu hiçbir şey değil, hiçbir şeye benzemedi, berbat oldu. ’ der. Siz kendi eserlerine

karşı bu kadar büyük bir insafsızlığa delalet eden bu sözlere tahammül edemezsiniz.

Fakat o samimi söylüyor, o öyle şeyler yapmak istiyor ki bunlar, bu yaptıkları

nispeten hiçtir. Sonra siz ‘A! Bakınız, kahvenizi unuttuk!’ der, yerinden fırlar, bir

dakika sonra avdet eder; fakat sizden evvel yazıhanesine gider, o elindeki kâğıt

parçasını bir kenara koyarak, iki mısra daha ilave eder… Đşte bunlar böyle yapılıyor.

Fakat bu nazm-ı Osmanî illeti asırlık nazm-ı Osmanî iken bunlar yapılmamış, nazım

böyle bir edâ-yı tabii kesb etmemiş, illeti yüz senenin mücehadat-ı edebiyesi bu nesr-

i manzumu vücuda getirememişti. Başka şeyler için ne derlerse desinler, fakat Tevfik

Fikret’in nesr-i manzumu yalnız onundur. Bunu anlamak için kafiyeleri saklamak

üzere mısraları mütevaliyen yekdiğerine merbuten yazınız, bu bir nesirdir, başka

hiçbir şey değil. Hem nasıl bir nesir acaba böyle bir nesir yazmak kime nasip olacak.

Bizde bu hale gelmek için illeti yüzsene bekleyen nazım Fransızlarda iki misli zaman

beklemişti. Nihayet bugün bizde Tevfik Fikret’in yaptığı şeyi orada ilk önce François

Coppee yaptı. Onun bir manzum-ı faciası okunsun, elinde Fransız nazmının ne hal

kespettiğine hayret hâsıl olur. O zamana kadar hiçbir kimse bunu yapmamıştı. Hatta

o zamandan sonra hala da yapılamıyor. Fakat elbette bu harika bizde daha şayan-ı

hayrettir. Fransızca nazımla Türkçe nazım arasında mevcut olan fark-ı kuyut lisan

itibariyle bizimkinde görülen müşkilat nazar-ı dikkate alınırsa Tevfik Fikret elbette

daha zor bir şey yapıyor.

Bu, şimdi yapılan şey eslafın meziyetinden hiçbir şey eksiltmez, hatta eslaf

hakkında ne için yapılmamış sualini bile varit-i hatır olamaz; böyle yapılabilmek için

bütün mevcut olan şeyler zaten yapılmış olmalıydı. Onlar olmasaydı, bu doğmazdı.

Bakilerin, Nabilerin, Nefilerin uzaktan buna tesirleri yoktur, denemez. Fakat bunlar

Page 586: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

568

daha sarih bir münasebet, daha meşru bir aidiyet ile Zemzemelerin, Sahraların,

Makberlerin netice-i tabiiyesidir. Buna yalnız Tevfik Fikret değil, işte arkadaşlarının

hepsi muvaffak oluyorlar, fakat bu onun malıdır ve bütün etrafındakilerin arasında:

“Bir darbe-i şehbal ile bir hamlede birden”

Yükselerek size ‘Ey sihr-i nazırperver sanat! Mütenevvir bir fecr-i bahari gibi

zulmetler içinde doğduk’ dedirtiyor. Genç üstadın, esası keşf olunduktan sonra

tatbiki pek asan zannolunan birkaç ser-i sanatı var. Veznin suret-i intihabı, harekât-ı

veznin taktii, kelimelerin kabiliyet-i kıraati, mecmuanın müsade-i inşadiyesi…

Bunu bir misalde tatbik edelim. Mesela şu manzumesi: -Balıkesir Musahebesi

için-

Verin Zavallılara

Harap zelzele bir köy, şu yanda bir çatının

Çürük direkleri dehşetle fırlamış, öteden

Çamur yığıntısı şeklinde bir zemin katının

Yıkık temelleri manzur; uzakta bir mesken

Zemine doğru eğilmiş heman sükût edecek

Önünde bir kadın of istemem yeter görmek

Bu levha kalbimi tahrik içinse kâfidir

Tasavvur eyleyemem bir yürek –velev münkir-

Velev haşin ü mülevves- ki böyle bir hali

Görüp de sızlamasın!... Şimdi siz bu timsali

Bu levh-i matemi her türlü dehşetiyle alın

Şu muhterem vatanın bir kenarı baridine;

Bütün o manzara-i canşikafı bir de kalın

Ridâ-yı berf ile örtün ki titresinde yine

-Đçinde saklayarak suziş-i felaketini-

Yabancı gözlere göstermesin sefaletini…

Nasıl tahammül eder, sonra karşısında bunun,

Bunun, bu sahne-i pür-yeis-i girye meşhunun

Page 587: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

569

Biraz hamiyet ü rikkatle sızlayan dil-i pak…

Derin, iniltili çarpıntılarla sine-i hak

Teessüratını söyler bu levh-i alama;

Sizin de kalbiniz elbet acır, değil mi? Verin,

Verin şu dullara, yoksul kalan şu eytama,

Verin eninine gayet, şu bir yığın beşerin!

Okurken dehşetten titrememek mümkün olmayan bu eser-i garranın ciheti

şiiriyesinden bütün bedayi-i sanatından bahsetmemek, bahsi bu makalenin zemin-i

denginden çıkarmayarak, parçayı yalnız, cihat-ı mihanikiyesinden tetkik ile iktifa

etmek için cebr-i nefse mecbur oluyorum. Fakat yalnız bu nokta-i nazardan bulunan

güzellikler de kâfi, hatta fazladır.

Bunda en evvel dikkate çarpan şey vezindir. Vezinde hiçbir edâ-yı gayr-ı tabii

yok, bunu isterseniz sadaya bir ahenkname perdazane vermeyerek evrak-ı havadiste

tesadüf olunmuş bir fıkra-i seniyye şeklinde teklifsizce okuyabilirsiniz: ‘Şu yanda bir

çatının çürük dinekleri dehşetle fırlamış’, ‘Öteden çamur yığıntısı şeklinde bir zemin

katının yıkık temelleri manzur…’ size birisi gelmiş adeta bir lisanla tasvir ediyor, söz

söylüyor zannolunur. Fakat yine bu vezni dehşet-i tasvire tercüman olacak bir şiddet-

i musikiye ile okuyabilirsiniz.

‘………. Şimdi siz bu timsali,

Bu levh-i matemi her türlü dehşetle alın

Şu muhterem vatanın bir kenar-ı baridine!’

Yine bu vezin size olanca rikkat-i manayı ifade edecek bir halâvet-i

hissiyeden hisseyab-ı tesir olan bir sadâ-yı istirham verir.

‘………. Verin,

Verin şu dullara, yoksul kalan şu eytama;

Verin eninine gayet, şu bir yığın beşerin!’

Bu vezin evzan-ı mevcude içinde birkaç refik ile beraber bu hassa-i meyl-i

nesri ve nazmı için en müsaididir. Fakat asıl ehemmiyet bu veznin tarz-ı

Page 588: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

570

istiğmalinde, eczâ-yı nazma suret-i tevzi ve taksimindedir. Manzumenin tarz-ı

tenkidine dikkat olunsun, bütün vakıflar mutat veznine tesadüf ediyor.

‘Harap zelzele bir köy’

Dedikten sonra istediğiniz kadar durunuz manzumede bir kelime yok ki bir

bacağı bir tarafta diğer bacağı bir tarafta olsun; hiçbir kelime hiçbir terkip yok ki

menşur bir parçada okunduğu gibi başlı başına veznin sekatına tesadüf etmeyerek

okunmasın; bence en büyük sanat işte buradadır. Buna kelimelerin bulundukları

mevkiye göre kabilet-i kıratını ilave ediniz bu şüphesiz hüsn-i tevzitten hâsıl olmuş

bir neticedir:

‘Önünde bir kadın… Oh, artık istemem görmek

Bu ‘oh…’ ne güzel okunuyor, veznin ahengine asla halel vermeyerek, bunu

bütün ruh ve nefesinizle okuyabiliyorsunuz; zaten bütün kelimeler böyle. Đşte bir

daha:

‘Nasıl tahammül eder sonra karşısında bunun

Bunun…’

‘Nasıl…’ bu kelimeye bütün kuvve-i istifhamiyeyi tahmil edebilecek kadar

sadanıza müsaade verebilirsiniz; sonra şu tekrir ‘bunun, bunun…’ birincisi bir harfle

onu müteakip gösterilen şeyin dehşeti birden söyleyenin nazarında tecessüm etmiş de

başka bir mana ilave etmek etmek itemiyormuşcasına şiddetle ikincisi… Daha sonra

da şu sual:

‘Sizin de kalbiniz elbet acır değil mi?’

Son sual şu ‘değil mi?’ sanki başını sallayarak muntazır cevap duruyor.

Kafiyeler belki bu sihr-i sanatın en mühim muammasıdır. Sırayla kafiyelere

bakınız:

‘Çatının, katının

Page 589: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

571

Öteden, mesken

Kâfidir, münkir

Alın, kalın

Verin, beşerin ilh…’

Hiç bunlarda kafiye olmak için bulunmuş bir kelime var mı? Şâir size

yıkılmış bir köy tasvir edecek: Đşte çürük direkleri fırlamış çatısıyla temelleri

yıkılmış zemin katı… Bu manzarayı nesiren yazacak olsaydınız mutlaka bu

kelimeler kaleminize dolaşacaktı.

‘Kafiye semi içindir. ’ Hakikatine inanmak istememekte ısrarlı olanlara

rağmen: ‘Alın’ kafiyesinden sonra ona refakat eden: ‘kalın’ bi-şüphe en lazım bir

kelimedir. Bu levhayı kim tasvir etse mutlaka o ridâ-yı berf için ‘kalın’ diyecekti.

Bunlardan hangisine bakılsa hep şu iki misalin delaletgirdesi olan tabiyet-i takfiyeye

bir han-ı manzum teşkil edecek.

Manzumenin esnâ-yı inşadında kendisinden o sonra gelen mısraya lâfzen

merbut olmak hasebiyle kafiyelerine size sıklet vermez:

‘Böyle bir hal = görüp de sızlamasın

Ve:

‘Sine-i hak = teessüratını söyler

Dikkat olunmak gerektir ki kafiyelerin tasavvutu şu iltisak-ı mısraın arasında

kaybolmuyor. Mesela şurada:

‘………… Öteden

Çamur yığıntısı…

‘den’ üzerinde biraz ses basarak nunu iyice takviye etmek ve kafiyeyi güya

haber vermek, mısra-ı müteakkibe hemen bir edâ-yı nesir ile birleştirmek için mani

değil… Hepsinde aynı mülayemet-i iltisak var: ‘Böyle bir hali görüp de sızlamasın’

Page 590: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

572

cümlesinde ‘li’, ‘sine-i hak tesiratını söyler’ cümlesinde ‘en’ mutlaka kulakları her

türlü adem-i dikkate rağmen vücudu kafiyeden haberdar eder.

Đşte böyle vücut bulmuş bir harika-i sanat-ı mecmua itibarıyla bittabi güzel

okunur; bunu bilhassa şâirin kendisi okurken dinlemeli Denilebilir ki bu nesr-i

manzumun sahib-i sihharı inad-ı manzumat içinde bir sıhha-i edibin sanatkâr zi-

iktidarıdır. Ben bütün inşad-ı karan içinde Tevfik Fikret kadar ruh ve hissiyle, edâ-yı

samimisiyle okuyan görmedim.

Onu.

‘…Oh, artık istemem görmek!

Derken işitip de ta omuzlarından akarak bütün asabı titreten bir lerziş-i tesir

duymamak, sonra en latif bir sadâ-yı rica, en müesser bir tavır ile:

‘…………………. verin,

Verin, şu dullara, yoksul kalan şu eytama;

Verin eninine gayet şu bir yığn eserin1’

Đstirhamıyla sizden taleb-i atfet ederken kıssa-i hamiyeti çıkarıp takımıyla o

mesabeyn afet için vermemek ve bütün takdir ve hayret, samimiyet ve muhabbetle

güya kalbinizi çıkararak bu sanatkâr-ı bedia pervere uzatmamak için kuvvet

bulamazsınız.

Halit Ziya

SF, Nu. 381, s. 263-267

Page 591: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

573

MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 41

-Şiir Hakkında

Servet-i Fünun’un evvelki hafta intişar eden nüshasında refiki muhteremimiz

Safa Bey Efendi’nin şiir ile nazmın hevas-ı mütebayineleri hakkında gayet müfit bir

makale-i edebiyeleri münderic idi.

Şiir, şiirin hevası lüzumuna dair, şiir ile nazmın farkına dair serd-i mülahaza

olan nihayet sözü şu yolda şayan-ı dikkat bir neticeye rabtetmiştir. Şiir yazmak

tabiatta mevcut şiiri yazmak ile aynı değildir. Biri eser-i ibdadır, diğeri tasvir ve

taklittir.

Bir şiir ile bir nazım arasında böyle bir fark bilmediğimiz, hele şiir yazmakla

şiiri yazmak arasında hiçbir fark görmediğimiz için makalenin biraz müphem

görünen bu noktasını anlamaya çalışacağız.

Malum olduğu üzere şiir denilen tarz sanayi-i nefiseden biridir. Sanatın

durumunu tayin etmek için şimdiye kadar hükema ve üdeba taraflarından mütalaat-ı

adede serd olunmuş ve bu mütalaat bir birini dafi iken türlü mintaç olunmuştur ki

hiçbiri kanaatbahş değildir. Fakat bu usüllerin her ikisinde de daha sarih bir nazariye

suretinde tertip ve teşkil olunmaya uygun birtakım anasır-ı hakikat mevcuttur.

Bunların biri sanatı (resim, şiir, musiki) sırf taklid-i hakikate, tenzir-i tabiata

hasrediyor ve buna ‘Realizm’ deniyor.

Diğeri sanatı sur-ı fikriye-i beyanı telakki ve itibar ediyor ki buna ‘Đdealizm’

deniyor.

Taklid-i tabiat sanatın bir hassa-i lazime-i tesisi, belki de zamanın ilk esas

tekvini olduğuna şüphe yoktur, fakat ehemmiyetçe bu ikinci derecede kalır. Đnsan

edvar-ı evveliya-i içtimaiyeden beri gözünün önünde bulunan şeyleri tasvir ve tanzir

etmekten zevkyap olagelmiş ve bu tasvirin hüsn ve kabihi hiçbir zamanda madde-i

musavverenin yani modelin güzelliğine, çirkinliğine tabii ve onlar ile mütenasip

bulunmamıştır. Boalo’nun ‘Hiçbir yılan yahut bir canavar tasvir olunamaz ki sanatın

sihr-i bedayiiyle nazar-ı ferip bir şekilde girmesin. ’ Mealinde olan şu:

Page 592: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

574

‘II I7est point de serpent ni de monstre

[odieux;

Qui par I’art imite’ne puisse plaire aux

[yeux,

Beyti bir hakikat-i gayr-i zailedir. Sanat-ı tabiatı, mehasin-i tabiatı, bedayi-i

hilkatı tasvir ediyor, fakat onun vazifesi tasvirden ibaret kalmıyor. Tabiatı, daha

doğrusu kendine model değil, muayyen olarak alıyor. Vesait-i hareketini oradan

iktibas ediyor. Fezâ-yı fende kuvve-i muharrike-i bahariyenin esası şudur; Lakin

yedd-i harikaza-yı beşerde o kuvve-i mahire-i iktisap etmiştir ki suyun anasır-ı

mücerridinde o derece kuvvet esasen mevcut değildir.

Tabiat-ı mürdeyi ‘Nature morte’ tablo üzerinde tablo üzerinde aksettirince

ruhtar eden şu sanatkârların fırçasındaki, şâirin kalemindeki zerafet ve ihtizazat-ı

hissiye ve ruhiyedir. Böyle bir şiir, böyle bir tablo -tabiat tarifinin bir nazarı olsa da-

mezayâ-yı ruhiyeyi şâirden havasgüzide-yi musavvereden bir şemayı mutlaka

hamildir. Zaten sanatı hesaba katmayarak sırf taklid-i tabiat yani Safa Beyin tabirince

‘şiiri yazmak’ tabiatın bir köşesini alıp olduğu gibi herkesin gördüğü gibi tasvir

etmek mümkün değildir. Mümkün olsa da onda hiçbir sanat hiçbir meziyet yoktur.

Bu saadetten hariçtir. Eşyâ-yı tabiatı tamamı tamamına aynı aynıya kopya eden bir

sanatın faydayı ameliye-i adiyesi olabilirse de hiçbir kıymet-i maneviyesi olamaz.

Malik-i meşahir bir mahlûkun bir şâirin sırf mesai etmesine değer bir şey değildir ki

onu sanayi-i nefise arasına karıştırıp bahsetmeye lüzum görülsün. Zaten bunu Ezol

‘Đntroduction du Cours’ d’Esthetique’ namı eser-i mühiminde arız ve amik serd ve

ispat ediyor. Oraya da müracaatla teyid-i malumat olunabilir.

Đdealizm denilen meslek hayalde şayet asar-ı tabiat ve hayatı tatbike tezil

etmemek ve yalnız muhakeme-i akliyenin sur-ı maderekesini havi ile tesis-i sanat

etmek isterse pek aciz, pek nakıs kalır. Sur-ı fikriyeyi eşyâ-yı hariciye kisvesi altında

göstermeye lüzum görünce ki bu Sembolizme dedikleri tarz-ı tebliğ-i şâiranedir ve

hep mevcut olagelmiştir. –Mutlaka bu sur-ı hariciyeyi ilim-i hakayık ve eşyadan

iktibasa mecbur olacaktır. Sanat-ı hayaliyenin ki Safa Beyin şiir yazmak, ibda etmek

şiir etmek dedikleri şeydir –Evan Tafulitin’de birtakım kaba, gayri mütenasip

Page 593: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

575

temasil, madenin-i hayalde ne kadar iştirakı olduğunu her halde ispat edecek surette

münderiç bulunur ve sanatkâr olanca ihtimamını his ve fikir tebliğine sarf eder.

Çünkü madde daima hayalin bir muhafazasıdır. Kurun-ı vustada sanatı

Hıristiyaniyenin vücuda getirdiği asardan pekçoklarının heyet-i umumiyesinde bu

hakikat müstedildir. Cümlesi vesait-i nakısa-i tasvir ile şiddet ve hiddet-i hissiyat

arasında büyük bir tenakuz gösterir. Sanat-ı hayaliye mürur-ı zamanla şekil ve

maddeye hâkim olacak kadar terakkiler gösterdikten sonra eşyâ-yı maddiyenin

haricinde ve fevkinde kendine bir mirsat tayin eder. O zaman tabiatı kopya etmez,

tabiatta bulduğu şiiri yazmaz, onun şeklini bozar, tebdil eder, maddeyi tahavvül eder.

Hususide umumi bir şey, manevi de müphem bir şey zail olan şeylerde payidar bir

şey keşefeder, fakat sanat fen gibi değildir. Bu noktada tevkif edemez, edecek olursa

intizama girmek suretiyle kazandığı şeyi hareketsizliğe bedayete düşmek suretiyle

kaybeder. Müphem iken büsbütün ruhsuz olur.

Sanat mevad-ı umumiyede daima bir terakki, bir hareket bir cevelan

göstermeye mecburdur. O cevelan hadd-i zatında yoksa tasvir ettiği şeye onu, sanatı

infaz etmelidir. Tabiatın sadi, halis mücerret bir kopyası ne şiirdir, ne sanattır. Onda

hiçbir meziyet de yoktur. Onu yapan ne şiirdir, ne nazımdır.

Zaten nazım, şiirin evzan-ı kafiyeye merbutiyetiyle hâsıl ettiği aheng-i

tesellisidir. O nasıl olur da şiirin bir nevi gibi telakki olunur? Şiir fikre, hisse, hayale

ait ise nazım d ao hayalin suret-i tebliğine, ifadesine aittir. Ruh ve cismin imtizac

adime’l-iftirakı gibi… Madem ki havas-ı zahiremizden her biri bir hissin, bir asab-ı

hissiyenin hadimidir ve madem ki bütün maderzat-ı akliyenin hissiyat üzerine tesiri

gayr-ı münekkirdir. O halde şiir-i meşhut ile şiiri mahsus ve mahirin her ikisi de

şiirdir. Kavaid-i muharrik neşv ü neması olan taklit ve menazır ile insan şekilleri

tersime, renkleri mizaç ve telife bir kere başladıktan sonra bunların hayaliyesini

tasvire ister istemez vasıta, alamet-i ittihaz edecektir. ‘Hissi’ni anlatabilmek için

mehasin-i kemaliye kendilerinde tecelli eden şeyleri göstermeye mecburdur.

Etrafındaki eşyadan her birini bir ruh, bir his, bir hayal-i infaz etmesi şâire meziyet

olarak kâfidir. Zemzeme-i aşk, sermedi hangi suda hangi şecerde yoktur? Fakat ona

bakanların cümlesi görür. Görenlerin cümlesi hisseder mi? Đlhamat-ı kalbiyesini

Page 594: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

576

dinledikten sonra sanatkârların biri savt ve kelam, biri elvan ve hududu bir diğeri de

hareket ve efali hayatı vasıta-i beyan edinir. Bu tasvir ettiği gördüğü şeylerin her

birine kendi hakikatinden, mevcudiyetinden, hüviyetinden bir şey katar, bir şey

derceder. Tasvir eder, fakat daima o şeyin kendisinde ikaz ettiği his ile onu tasvir

eder eseri bir bedia-i sanayi, bir levha-i şiir olur.

Hâsılı şâir hakikati kendi bulduğu mevki itibariyle his ve taharri eder. Kendi

duyduğunu söyler. Bunun haricinde şiir zaten tasavvur olunamaz.

Hüseyin Daniş

SF, Nu. 383, s. 293-294

Page 595: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

577

BĐR CEVAP

-Ali Kemal Bey’e

Servet-i Fünun’un 370. nüshasına ufak bir musahabe-i edebiye yazmıştım.

Bunda Türkçe yazmayı behemehal Arapça tahsiline muhtaç addedenlerin zehabına

iştirak etmediğimi anlatmak istedim. Fikrimi izah için Ali Kemal Bey’in eser-i

hamesi olan üç fıkrayı esas-ı bahis ittihaz etmiştim. Mütalaat-ı kasıranemin sebeb-i

infial ve badi-i cidal ve hasbihal olduğunu bu hafta kemal-i istiğrab ile gördüm.

Evvela şurasını söyleyeyim ki makale-i muhtasıramda Ali Kemal Bey’in anladığı

gibi öyle techil ve hele tahkir ve tezlil manalarını ifade değil hatta ima edecek bir

kelime bile yoktur. Kendilerini şahısları gerek tevkir gerek tahkir suretiyle ve hiçbir

vecihle mevzu-ı bahis edilmemiştir. Đnsan bu türlü mübahiste şahsiyete intikal eder

de muhatabını ıskat için kendini bilapervazane medh ü sena ile başlayarak o zavallıyı

ihafa ve istihfaf, yani her iki suretle de beyhude laf u güzaf etmeye başlarsa akl-ı

selim önünde haksızlığını derhal itiraf etmiş olur. Đlmi, fenni, edebî bahisleri

sükûnet-i mantıkiye ile netice-yi matlubeyi bulabilir. Velvele-i ihtiras ile değil.

Bunun için tekrar ederim ki o makale-i naçizde şahısları bahisten tamamiyle hariç

tutulmuştur.

Eserlerinden aldığım fıkaratı teşviş etmiş olduğum iddiasına gelince afvlarına

mağrura bu iddialarının da mugayir-i hakikat olduğunu söylemek

mecburiyetindeyim. Herkes gördü, kendileri de bilirler ki o fıkraları makaleme aynen

almıştım. Đbare tamamıyla kendilerinindir. Bu halde, tağlite imkân kalır mı? ‘Fikrimi

tegallüt ve teşviş ettik. ’ demekten maksatları o üç fıkrâ-yı eserin heyet-i

umumiyesinden ifraz ettiğimi anlatmak ise o bir tabii harekettir. Kâffe-i mübahesat

da öyle yapılır. Hatta kendileri de makale-i acizanem hakkında o türlü muamele

etmişlerdir. ‘Julyet’in Đzdivacını kâmilen istinsah etmeye ne imkân ne de lüzum

vardı. Ben orada fikrimi tevzih edemedim. Benim daha mufassal makalelerim vardır.

’ diyorlarsa ‘o fıkarat-ı nakısayı oraya ya hiç derc etmemek yahut mütalaasını tavsiye

buyurduğunuz makalat derecesinde yazmak dururken niçin böyle tahkike tahmil

edemeyecek bir halde bıraktınız?’ yolunda ufak bir istihzaya hakkımız olmaz mı? O

üç fıkra aynen yazıldıktan ve bu fıkralarda ‘Türkçe’yi iğlak ve ibhama düşmeden

Page 596: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

578

yazabilmek için Arapça öğrenmeli’ iddiası ananesiyle mestur ve mesruh bulunduktan

sonra tegallit ve teşviş iftirası hem faydasız hem de pis yakışıksız oluyor.

Bendeniz o makale-i naçizimde evvela üslub-ı lisanın kavaid-i sarfiye ve

nahviyesi manasına ise bu kavaidi ihlal etmekle methum olanların lisanda allamelik

iddiasında bulunanlar olamayacağını, üslup her şâir veya münşiye has tavr-ı beyan

manasını müfit ise bir adem için ‘kendi üslubunu istihfaf eder’ demekten bir şey

anlaşılamayacağını söyleyerek fıkrâ-yı evvelede vuzuh-ı müntaki olmadığını

anlatmıştım.

Saniyen lisanda yeni bir şey olmasın hükmünün sebeb-i tedenni olmakla

beraber cereyan-ı faaliyesi muhal olacağını kelimat ve terakip nevinden lisanımızın

şive ve kaidesine muvaffak olmayanlar varsa yalnız onları tashih ve tebdil etmek

lazım geleceğini söyleyerek ‘Arabiyi, Farisiyi kâle almadan müteceddidane kelam

yürütmek fikr-i hamında bulunanlar’ tabiriyle tezyif edilen erbab-ı cihetin şu fikr-i

ham olmadığını beyan etmiştim.

Salisen Arapça’nın lisanımızla olan derece-i münasebetini tayin ederek

Arabinin lisanımıza muaveneti yalnız elfaz ve terakibe münhasır olduğunu hiçbir

zaman şiveye üsluba kadar gidemeyeceğini ve şu halde ‘Arab’ın Türklüğe, Türkçeye,

Türklere mahsus feyzini usaresini ummazsak lisanımıza bihakkın neşv ü nema

veremeyiz… Defaatle tekrar edilen, tekrar edildikçe nisyan hatta paymal olunagelen

bu hakayıkı idrak etmeyen şibanımızın tarz-ı beyanı gittikçe iğlak ve ibhama

düşüyor, anlaşılmaz oluyor. ’ ibaresinin –ki aynen kalmalarından sadır olmuştur-

hükme ‘Arapça öğrenmediğimiz için Türkçe yazdığımız şeyler muğlâk oluyor,

anlaşılmıyor!’ manasını müfit oldukça ‘Arapça bilmediğim için Türkçe

söyleyemem!’ kuvvetinde bir mantıksızlıktan ibaret kalacağını söylemiştim.

Bunlardan birincisini ‘Büyük ediplerimiz mesail-i lisaniyeden bahsediyorlar,

fakat üsluba dikkat etmiyorlar. ’ demekle bir cevab-ı mantıki verilmiş olmuyor.

Evvelemirde üslubun ne manada kullanıldığı tayin olunmalı ki fıkrâ-yı evvelenin

zikrettiğim iki hükümden hangisine mahmul olduğu anlaşılsın da ona göre telakki

olunsun. Fakat şimdiden söylemeliyim ki kavaid-i lisanı öğrenmekle şiir ve inşada

Page 597: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

579

muvaffakiyet ihraz olunamayacağı kavliyle bu fıkranın hükmünü harfiyen tasdik

ettiğimin hangi münasabetle istidlal olunduğunu bir türlü anlayamadım.

Đkincisine gelince, mademki Türkçede kelime terkib-i icat olunmaz

denilmiyormuş, o türlü icadata çalışanlar hakkında ‘müceddidane kelam yürütmek

fikr-i hamında bulunanlar’ filan diye bifayda tarizata kıyam etmekten ise –Türkiyat-ı

lisaniyeyi daha ziyade teshil için- kaideten salim olmayan tabirat ve terkibatın

halisane ihtarı, hüsn-i niyetle ıslahı yoluna salik olmak lazım gelmez mi? Duçar-ı

tariz olan ‘tealim’ kelimesinden evvel ‘tabir-i caizse’ kaydıyla bu kelimenin cevaz-ı

istimaline hükmetmediğimi anlatmıştım. Bunu bir kelime-i cedide olarak lisana ithal

etmek fikrinde olsaydım tahkikine imkân bulunabilirdi. Ben de mesela kendilerine

desem ki: Lisandan bahsedilirken yazılmış olan ‘Arab’ın Türkçeye, Türklüğe,

Türklere mahsus ibaresindeki ‘O üç kelimenin bir birinden hüküm ve kuvvetçe ne

farkı var?’ ‘Feyz ummak’ tabirinde muvafakat ve mülâyemet bulunabilir mi?

Arab’ın, hatta lisan-ı Arab’ın usaresi de ne demek olacak? ‘Şu sade sözler bence

kalemimin medar-ı iftiharıdırlar. ’ cümlesinin nihayetindeki adât-ı cem Türkçenin

kaide-i nahviyesini muvafık mı?

Fakat böyle şeylerle izah-ı vakit etmek istemem. Yalnız şurasını arz edeyim

ki ‘akla ismin, kalem yürütmek, garaip savurmak’ falan gibi tabirler nezaheti bir şart-

ı esasisi addeden lisan-ı edepten yani lisan-ı şiir ve inşadan hariç kalmıştır.

Lisanımızın aslını, esasını teşkil ettikleri müslüman olmamakla beraber bu

kelimelerin munis olduğuna şüphe yoksa da lisan-ı edebe değil, lisan-ı avama göre

munis oldukları düşünülünce bunları edebiyat için kaba ve gayr-ı munis addetmek

zaruridir. Eğer bu kelimelerin istimaline cevaz verilirse suçlanmak, deniz gelmek ve

emsal-i kelimata liyakat-ı kabul itasında tereddüt etmemek iktiza eder.

Üçüncüsüne verilen cevap büsbütün hariçtir. Türklerin Arapçayı Frenklerden

bin kat ziyade suhuletle öğrendiklerini bilmezsen de Arap medeniyetinin maddeten

manen varisi olduğumuz için Arapçayı bilmedikçe Türkçeyi muğlâk ve müphem

yazmaktan kurtulamayacağımıza hükmedilemeyeceğini pekâlâ anlarım. Senelerce

tetkik, tecrübe ve mesai-i semeratıyla peyda edilen bu efkâr-ı aliyeyi –borçlu

olduğumuz hayret ve hürmet vezaifini badelifa- bir tarafa bırakarak Arapça ile

Page 598: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

580

Türkçe arasındaki münasebatın tayin ettiğimiz dereceden ziyade olduğunu, Arap

kavaid-i sarfiyesinden evvelce söylediğimiz bazı kaidelerden madasının da

lisanımızda mer’i bulunduğunu, Arapçanın lisanımıza olan muavenetinin şive ve

üsluba kadar şamil olabileceğini velhâsıl Arapça öğrenmedikçe Türkçeyi muğlâk ve

müphem yazmaktan kurtulamayacağımızı ispat eden delalil-i mantıkayı görmek

isteriz.

Gerek cidal olsun, gerek hasbihal, kendimin yahut muhatabın şahsından

bahsetmeyi terbiyeme muvafık görmediğim bundan ziyade bir şey görmek

istemedim. Bu kadarını yazmaya mecbur olduğumdan dolayı da yine muhterem

Servet-i Fünun karilerinin afvlarını rica ederim.

H. Nazım

SF, Nu. 375, s. 167-170

Page 599: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

581

HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 5

-Edebiyat-ı Cedide, Menşei ve Esasları

On dokuzuncu asr-ı medeniyetin en mühim keşfiyat-ı ilmiye-i esasiyeden beri

gerek âlem-i maddiyatta, gerek âlem-i maneviyatta hiçbir hadisenin birden bire

saikâ-yı tesadüfle vücut bulamayıp mutlaka evvelden beri mevcud-ı hafi, celi, büyük

küçük birtakım sabeplerin bir netice-i zaruriyesi olarak vukua geldiği hakkındaki

kanun umumidir. Bu kanunun hususuyla ulum -ı ahlakiye ve siyasiyeye tatbik-i ulum

-ı mezkurenin revişini bütün bütün tebdil ile ehemmiyetini fevkalade tezyit

eylemiştir. Tarihin, edebiyatın ve ale’l-umum sanatın vücudu izah olunmak için bir

ırkın temayülat-ı iptidaiyesinden başlanarak iklim-i münasebetiyle hadisat-ı tabiyenin

tesirinden, bu tesirat sebebiyle tevellüt eden efkâr ve ahlakın müessesat-ı diniye ve

siyasiye üzerindeki nüfuzuna kadar bilcümle vakayı bir birine rabt eden zincirin

müteaddidesi tayin ve irae olunuyor. Filhakika bir devrin vakayı-ı azime-i esasiyesi

her cihete icrâ-yı tesir etmekten hali kalmadığından bir kavmin mesela edebiyatından

bahis olunacağı zaman- ekser ciddi bir tetkik icra edilmek isteniliyorsa- zevahir-i

vakayı altında muktefi esbaba kesp ve vukuf için o kavmin tebayığ-ı mümeyizesi ile

o zamandaki ahval-i siyasiyesini, terakkiyat-ı ilmiyesini efkâr ve ahlakını, hâsılı bir

tabir-i şamil ile ‘muhit’ini izah etmek daire-i vücubdedir. Geçen makalelerimizde

asr-ı ahirin nefis-i ahirinde Fransa’da yetişen en büyük filozoflardan Hyypolite Taine

mütalaatını takiben bu noktalar arız ve amik mevzu-ı bahis edilmiş ve neticesinde bir

zamandaki efkâr ve ahlak heyet-i mecmuasının bütün sanata hâkim olduğu ispat

kılınmıştı.

Edebiyatın ale’l-umum sanatın tesadüfî, keyfi bir hal olmayıp derununda

yetiştiği heyet-i içtimaiyenin efkâr ve ahlakına merbut olacağı bu suretle

anlaşıldıktan sonra bizim edebiyatımız hakkında ortaya sürülen Sembolizm,

Dekadizm gibi isnadatın biesaslığı kendiliğinden sabit olursa da evvelki makalelerde

dermeyan edilen kaidelerin zihinlerde güzelce yerleşmesine hizmet edecek bir tatbiki

olmak üzere bu makalelerimizin edebiyat-ı hazıranın menşe-i ve esaslarını teharriye

hasrı münasip görüldü.

Page 600: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

582

***

Tarih-i milliyemizde 1255 senesinin ehemmiyet-i medeniyesini tarife lüzum

yoktur. O sene Tanzimat-ı Hayriyenin vuku-ı ilanı her büyük milletin edvar-ı

hayatiyesinde ancak bir iki kere tesadüf olunacak tebdilat-ı esasiyeden madut olduğu

cihetle bunun neticesi olarak vücut bulan efkâr ve ahlakın hal-i umumiyesi bizde de

yeni bir heyet-i içtimaiyenin mebanisini ihzar etmiştir.

Filhakika, o zamana kadar ‘Asyalı’ sıfatını muhafaza eden bir medeniyet

icabat zamanı, zaruriyyat-ı hayatı derin etmiş olan o bülend-i himmet-i azimeyi

devletin mesai-i müşkil şikananeleriyle artık Avrupalılaştırıyordu. Bu ihtiyaç ise en

evvel cenetmekan Sultan Selim Han-ı Salis Hazretleri tarafından derin ve temsim

buyurulmuş ve henüz namevsim olmaktan dolayı bir müddet için akim kalan

teşebbüsat ıslahatperveraneleri nihayet çok geçmeden 1255 tarihinde, bir şaşa-i

ümitbahş içinde mütecelli olmuştu. Đşte milletin hak-i pürfeyiz idrakına bu tarihte

serpilen hayırkar tahammüller o ıslahat-ı icra ve tatbike memur zevat-ı aliyenin

kımıldamaz bir kitle-i mânia halindeki efkâr-ı atikeyi icabat-ı medeniyeyi kabule

sevk için ibzal ettikleri zülâl-i himmet ve gayretle neşv ü nema bularak pek az bir

zaman içinde kabiliyet-i temeddüniyemizin izhar-ı nezahetiyle riyaz-ı irfan-ı milleti

tezyin eylemişti. Vukuat-ı tarihiyede bir yandan bu devr-i intibahın inkişafına hizmet

ediyordu. Hükümet-i seniyye Macar milliyetçilerine ağuş-ı refet ve himayetini açarak

bütün ilm-i medeniyet ve insaniyetin takdirat-ı minnetgüzaresini celb ediyor, bir

nişane-i şükran olmak üzere Londra sefirimizin arabası ‘Yaşasın Türkiye’ avazeleri

arasında ahali tarafından kemal-i hürmetle çekiliyordu. Sonra 1270 seferinde bütün

âlicenap kalpler, Türklerle yan yana, bir safta döğüşmek üzere Şark’a şitaban

oluyorlardı. Pek çokları bilaihtida hizmet-i devlette kalan Macar milletçilerinin

hemen kâffesi zamanın terakkiyat-ı ilmiyesi ile tenmiye-i vicdan etmiş münevver’el-

fikir, muhibb-i terakki zevat idi. Yine böyle Hıristiyan vatandaşların hizmet-i devleti

kabulü, bu gibi zevat ile Avrupalıların ihtilat, Avrupa lisanlarını tahsil ve

memleketlerini ziyaret için vücut bulan hevahoşlar mefkûreler de bütün yeni tesirat

husüle getiriyorlar; muhsinat ve ihtiraat-ı medeniyenin memleketimize tatbiki

zihinlerde kesb-i hüner ve marifet için tecessüsler peyda ediyordu. Anlaşılıyordu ki

Page 601: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

583

dünya bizim o vakte kadar bildiğimiz gibi değildir. Irak vadilerinden Endülüs

sahralarına pervaz eden mürg-i marifeti şimdi Avrupalılar kendilerine alıştırmışlar,

beslemişler, büyütmüşlürdir. Eğer bugün yaşamak isteniyorsa artık o ilim ve hikmeti

bulduğumuz yerden oradan, Avrupa’dan alarak milletimizin cevher-i pakine

aşılamak böylece yeni, kendi asrımıza mahsus bir heyet-i içtimaiye yetiştirmek

lazımdır. Bütün efkâr-ı münevvere ashabınca bu netice gaye-i mukaddese-i amal

ittihaz edilmişti. ulum -ı askeriye, ulum -ı tıbbiye, hikemiyat, edebiyat, hâsılı her şey

tercüme olunuyor, gazetelerle neşrediliyor; bir darülfünun açılıyor, burada umuma

mahsus dersler, ramazan gecelerinde edebi, fenni müsamereler, konferanslar

veriliyor; Takvim-i Vakayi’de Sorbonne Darü’l-Fünün’undaki derslerin tercümesi,

ilm-i servete, ilm-i usul-i milliyeye ait kitapların tefrikaları görülüyor. Türkiyat-ı

ilmiyeyi temin için heyetler teşekkül etmiş, risaleler tesis olunmuştur. Bütün bu

mesai-i fikirlerde bir vesait peyda ediyor. Nihayet kendimizi, Türklüğümüzü,

azametimizi anlıyoruz. Bilnispe az bir himmet ile az bir zaman içinde vücuda gelmiş

terakkiyat-ı maddiye ve maneviyeden istidlal ederek bu suretle devam edecek mesai-

i müstakbelemizin bizi âli bir mertebeye sevk edeceğini hissediyoruz… Eski

zamanların o nidagar kanı bu yeni asare-i cihat ile kuvvet bularak damarlarımızda

çırpınıyor. Bütün kalpler Türklüğün azametiyle meşhun. Bütün kalpler teali-i vatan

uğrunda bir atış-ı fedakari ile meshuf işte ve ahlakın bu hal-i umumisiyle tevellüt

eden bu hissiyat, bu kabiliyet edebiyatta ‘Đslam Beyler’, ‘Akif Beyler’de ictima

ediyor. Bu numune o zamanın şahs-ı kalbidir. Yani herkesin malik olmak istediği şey

böyle hamiyetli bir kalptir. Bu ise en ziyade tiyatroda gösterilebiliyor. Bir romanın

uzun sayfaları, bir şiirin muhtac-ı talim-i dakiki, bu naşekip, bu pürgaleyan ruhlar

için tehammül olunmaz bir meşgaledir. Onlara bir iki saat içinde âlim ve cahil

herkese ta mevcudiyet-i samimelerini lerzan edecek kadar fedakârlık ile âlicenaplık

ile memlu pür ateş sahneler, manzaralar lazımdır. Eserlerde ince tahliller ruhi

tetkikler görülür. Çünkü o mebzul usare-i hayatın yetiştirdiği ruhlara bu rikkatlerin

lüzumu yoktur. Onlara kendilerinin hissedecekleri telezzüz eyleyecekleri gibi muhip

ulvi hisler yine öyle muhip ulvi pürtumturak bir üslup ile tasvir olunmalıdır ki

anlasınlar. Filhakika böyle tasvir olundu. Tarih-i edebiyatımızda misl-i görülmedik

bir bahar-ı bedayi-i fizan cuşacuş ile hadaik-i edibe bir teravet-i sermedi serpti.

Yavaş yavaş bir cereyan-ı tabii ile zaman bu ilk galeyan-ı şebaba bir devr-i kemalin

Page 602: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

584

vereceği sükûn ve vukufu getiriyor. Nihayet ‘Talim-i Edebiyat’ bu kavaid-i cedide-i

edebiyeyi muhakeme ve tedvin ediyordu. Fakat …

Fakat sonra bir aksü’l-amel başladı. Bu bir parça garip idi. Açıktan açığa

meydana çıkacağı yerde kalın bir perde-i riyaya bürünerek Avrupa ahvalinden tenfir

ediyor, zahiren de ‘Evet, Avrupalılardan almalı; fakat iyilerini almalı!’ yolunda

suret-i haktan görülen bir hatt-ı hareketi takip ediyordu. Bir aksü’l-amel menfi bir

hareket olduğu için zaten müşmir olamaz. Bundan fazla bu zaman hadimleri içinde

bir iktidar-ı ciddi sahibi de görülmediğinden bu aksü’l-amel derinden edebiyat

namına payidar olacak bir eser kalmamıştır; belki birkaç yarım sarf, lügat kitabı

bulunur. Fakat biz edebiyattan bahsediyoruz.

Bu aksü’l-amel seyyiesiyle edebiyatıızın o ilk hızı devam edememiş hele son

seneler zarfında saha-i edebin Ekrem, Hamit imzalarından mahrum kalması

edebiyatta büyük bir boşluk açmıştı. Đşte bunun içindir ki eski devr-i feyzin asar-ı

tealisini idrak etmemiş olan şeban-ı hazıra 1312 senesinin hareket-i edebisiyle

yeniden başlayan devre-i edebiyi gördükleri zaman ferd-i meserretten şaşırdılar.

Adeta ‘Bizde edebiyat yoktu, hiç yoktu yeniden vücuda geldi!’ dediler. Hâlbuki bu

yeni gördükleri dürre-i edep bir müddet için bir an sükûn geçiren edebiyat-ı

sahihamızın ikazından ibaret idi. Bu ise bilzarure vücut bulacaktı. Çünkü ilm-i

medeniyetle ihtilatımız, münasebetimiz senin-i ahirede evelkine nispetle fevkalhat

tezayit ettiği gibi ta köylere kadar tamimine şayan-ı teşekkür bir gayretle çalışılan

nimet-i marifette tenmiye-i fikir ve vicdan ile en feyizli semarat-ı nafiasını vermeye

yüz tutmuş. Mekatib-i aleyh her türlü neşbesat-ı terakkipervareneye medar-ı istinat

evvela olabilecek bir cevher-i marifet tehyie eylemiş. Đşte efkâr ahlak ve hissiyat-ı

umumiyede husule gelen bu istidat neticesiyle bugünkü edebiyat yaşamaya

başlamıştır.

Filhakika edebiyat-ı hazıranın suret-i teşekkülü gösterilince bunu icab-ı

zamanın tehyie etmiş olduğu tecelli ediverir: 1311 sene-i rumiyesi nihayetlerinde

mekteb-i risalesi bir hafta tatilden sonra büsbütün yeni bir program dâhilinde intişar

ediyordu. En evvel şiirleri nazar-ı dikkati celp etti. Đlk nüshasındaki ‘şiir-i mahzun’

için biraz zaman evvel Tevfik Fikret Beyin riyaset-i tahririyesi altında yenileşen

Page 603: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

585

Servet-i Fünun’un ufak bir fıkra-i takdiriyesi bu iki ceride arasında bir karabet-i

fikriyenin vücudunu gösteriyordu. Şayan-ı dikkattir ki daha bu zaman Tevfik Fikret

ve Cenap Şehabettin namları bir birince henüz gazete sütunlarında tanınmış idi. Çok

geçmeden ashab-ı iktidar bu iki ceridenin etrafında içtima ediyordu. Üstad Ekrem

bunları teşvik ve takdir ediyor, Sezai Bey, Menemenlizade Tahir Bey muavenet-i

tahririyede bulunuyorlar; Halit Ziya Bey şahsi bir maarife-i kadimeye istinaden değil

mahza tevafuk-ı meslek eseri olarak ‘Mai ve Siyah’ını Servet-i Funun’a getiriyor,

Ayın Nadir, H. Nazım, Đsmail Safa, Süleyman Nesip, Siret, Ahmet Kemal, Hüseyin

Sait, Mehmet Rauf, Rüştü Necdet, Saffeti Ziya Beyler meziyat-ı zatiye-i

edebiyeleriyle birer birer gelerek servet-i edebiyatımızı tezyit ediyorlardı. Muhtelif

noktalarda, muhtelif suretlerle yetiştikleri halde aynı fikirde itilaf eden bu zevat bir

gün evvel birbirlerinin yabancısı oldukları halde bir gün sonra rabıta-i meslekle dost

oluyor; daha sonra Đbrahim Cehdi, Hüseyin Daniş, Faik Ali imzaları da bu fihrist

gayri duran edibe inzimam ediyordu. Yine şayan-ı dikkattir ki bu zevatın kâffesi

memleketimizdeki derecat-ı tahsilin en son noktasına vasıl olmuş, umumiyetle

Fransızcaya ve ekseriyetle sair-i ecnebi lisanlarından birine de vakıf terbiyeli

zatlardır.

Đşte edebiyat-ı cedide-i hazıra böylece saika-i zaman ile hayat bulmuş. Bu

sene ‘Dekadanlar’ makale-i tariziyesinde vehim olunduğu gibi Fransız mesalik ahire-

i edebiyesinden –artık Fransa’da bile vücudu kalmamış denilebilecek kadar sönüp

geçmiş olan- Dekadizmi Türkçeye tatbik etmek isteyen birkaç gencin kesb-i

tefererrüt için düşünüp taşınıp bulmuş oldukları bir vesile-i iştihar değildir. Zaman

bunu tehi eylemiş, ufak bir vesile bu asar-ı edebiyeyi hep bir yere cem edivermiştir.

Hem bu zatların kesb-i teferrüt ve temyize hiç ihtiyaçları yoktu. Çünkü esasen bizde

yazı yazanların en iyilerinden bulunuyorlardı. Cenap Şehabettin hakkında ‘Ahmet

Mithat’ imzasıyla Tercüman-ı Hakikat sütunlarını dolduran medayıh ve ensiye henüz

unutulmadı. Halit Ziya ise –Sezai Beyefendiile birlikte- bizde romanın yegâne

müessislerinden bulunduğu için esasen kesb-i temyiz etmiş değildir. Hele Tevfik

Fikret Beyin Mekteb-i Đdadiye edebiyat sınıflarında asarı ezberletirilmesine bakılırsa

tesis-i şöhret için bir say-i garibe müracaattan müstağni olduğu anlaşılır. A. Nadir

Beyin, Đsmail Safa Beyin asarını istikbal eden alkışları ise ihtara hacet göremem. Şu

Page 604: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

586

kadar var ki bu zatlar okuyarak, çalışarak muttasıl-ı terakki etikleri calide eski

karilerin şimdiki muterizin ve muharririn bir kısmı yine eski mevkilerinde kalmış

olduklarından sitemler, tahkirler yağmaya başladı. Bunlara en ziyade Cenap

Şehabettin hedef oluyordu. Hâlbuki aradan birkaç sene geçer geçmez bütün bu

tarizlerin hiçbir hükmü kalmadı. Mahzan tuhaflık olsun diye hiç yoktan ortaya bir

Dekadan oyuncağı çıkaran Mithat Efendi Hazretleri benim Cenap Şehabettin ve Halit

Ziya Bey gibi zatlara diyeceğim yok, ben asıl Dekadanlara itiraz ediyorum. Yolunda

bir müdafaa ile halk nazarında Dekadanlığın ser-efrazanından addolunan Halit Ziya

ve Cenap Şehabettin Beylerin liyakat-ı bahirelerini teslim ile evvelki sözlerin

hükümsüzlüğünü itiraf etmiş, Cenap Şehabettin’i tariza sermaye-i iftihar bilen Cenap

Şehabettin’e ‘embesil’ diyen gazeteciler bu şâirin eserlerini artık ‘asar-ı muhallide’

sahayifine geçirerek takdirhan olmaya başlamıştır. Bu halde şu geçen iki seneye bir

nazar-ı icmali atf edince hep o gürültülerden münakaşalardan yalnız yazılan eserlerin

payidar kalabilmiş ve o eserlerin de o ashabı için işte bir vesile-i mefharet vücuda

getirmiş olduğu meydana çıkar. Zaten fazla bir şey de iddia olunmuyordu.

Bu tarizatın esbabını muterizlerin hasetlerinden başka eskiden beri mevcut bir

menaferetin zamanımıza kadar imtidat eden halinde aramalıdır. Filhakika 1255

tarihinden itibaren Avrupa’ya doğru atılan adımlar ne kadar metin olursa sürat-i seyri

işgal edecek mevaniyle muhat idi. Hatta bu mevaninin galebesiyle biraz evvel

bahsettiğimiz aksülamel vücuda gelmiştir. Fakat melekemizdeki terakkiyat-ı ilmiye

ve fikriye bu manevi yavaş yavaş izale ederek bugünkü harekât-ı edebiyeyi teheyyi

etti. Filhakika bugünkü edebiyat, edebiyat-ı cedidenin hayrülhalefi olmaktan başka

bir şey değildir. Vakıa onun tamamen aynı addedilir. Çünkü zaman yürürken bu

kabil değildir. Mamafih o zamamandan beri bir hayli tahvilat vukua gelmekle

beraber esas değişmemiştir. Avrupadan istifade işte udebâ-yı cedidemizin en esaslı,

en şumüllü rabıta-ı itilafı bu noktadadır. Avrupa’yı doğrudan doğruya taklit değildir,

Avrupa’yı yalnız bütün ilm-i insaniyete kabil-i tatbık kavaid-i umumiye alınacak;

sonra bunlar zamanımıza, mekânımıza, istidadımıza göre bizden milli semereler

husüle getirecektir. Mesela sanat nedir, bundan kaideleri nedir. Avrupa meşahir-i

üdebası ne suretle çalışmıştır, ne yapmak iştemişlerdir, ne suretle hareket ettikleri

zaman muvaffak olmuşlardır? Đşte buraları görülerek, gösterilerek ulum ve fünun

Page 605: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

587

terakkiyat-ı milli dairesinde bu terrakiyat bizde de husüle gelecektir. Yoksa ecnebi

bir edebiyatını, doğrudan doğruya taklit ile hiçbir netice hâsıl olamayacağını ele

geçen en sade bir bedayi kitabı bile anlatır.

***

Ebediyat-ı cedide-i hazıranın terakki ve tevsiine karşı gösterilen

memanietlerden bahsolunduğu sırada garip bir simâ-yı edebiyeyi, Paris muhabiri Ali

Kemal Beyi unutmak kabil olmuyor. Ali Kemal Bey bir iki seneden beri muharrirat-ı

muhtelifesini ikdam sütunlarından halka kemal-i zevk ile okutuyor. Bu bapta ihtiyar

ettiği tarz-ı hareketi takdir etmemek elden gelmez. Aynı bir noktada, aynı bir fikirde

sebatın muceb-i kemal olacağı, asıl, maksat ise ikdam karilerini yormadan gazete

münderecatının tamim-i kavaidine çalışmak olduğu cihetle Ali Kemal Bey tabi

bunun külfetinden vareste kalmıştır. Bugün edebiyat-ı hakikiye derslerini tercüme

etmiş, yarın bu himmetini ret ve inkâr ederek bize ciddiyetle, tarih ile, ulum , ve

fünun ile yalnız bunlara tuvalin lüzumundan bahs ederek ertesi gün hayat kırıntılarını

dökmüş, sonra refref hayallerle, günde binlere, dakikada saniyede birlere düşmüştür.

Arada bir -adetçe kısır olan bir sınıf karinin hüsn-i teveccühünü celb için garb

hayatından, edebiyatı cedidemizin fenalığından şikâyet etmeyi de unutmamıştır.

Fakat hüsn-i teveccüh celp etmesin, bir şöhret-i sehile istihsalıyla yazılarına mahreç

tedarik eylemek ihtiyacı düşünülecek olursa bu mazur görülür. Hususa ki Ali Kemal

Beyin yazılarında Fransız gazeteleri Đstanbul Đkdam muhaberatından daha çabuk

gelmese idi Fransızca bilenler de Paris muhaberatını okuyabilirlerdi, Ali Kemal Bey

yazdıklarını okutmak şerefine de şiddetle vakıftır. Bunun içindir ki bir vakıa-i

mühimme-i edebiyeden veya saireden bahs ederken bu tafsilatı gazetelerden tercüme

ettiğini söyleyecek yerde oralara, rana matra buram buram, ziba ifadeleriyle -kendisi

gidip görmüş gibi- kangal kangal yazar ki bu mevzu-ı bahis olan mesaileş kaileleri

nazarında merak çalıp, bir renk verir. Đcabı halinde –artık gazetenin mesleğine göre

mesela Emil Zola’yı metheder. Bunun “Jurnal”gazetesinde Pol Borjo tarafından

yazılmış bir makale kariince ehemmiyetten arî tutulacağına vakıf olduğu için iki

seneden beri kariler indinde kesb ettiği nüfuz ve itimada güvenerek birkaç Arapça

Page 606: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

588

beyit ile karıştırıp Türkçeye mahirane naklediverir, Ali Kemal Beyden sadır olacak

mütalât, şu izahatten sonra, artık kimseye garip gelmez zannederim.

12 Nisan 1314

Hüseyin Cahit

SF, Nu. 376, s. 183-186

Page 607: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

589

AHMET NAĐM BEY EFENDĐ’YE

Bu eseri-i âlinize lahak olmak üzere gönderdiğiniz “Mukabelenâme”yi

affınıza sığınarak neşretmedik.

Tercümelerinize vuku bulan tarizat hüsn-i niyete müstenit şeyler olsa yahut

tarizatı yazan kalemler –mukabelenamenizde bihakkın tenkit buyurduğunuz- hatiet-i

fahişe ile alude olmasaydı, mukabele için sarfettiğiniz zahmet sarf olmazdı. Fakat

yine affınıza ihtirazen söyleyelim ki beyhude yere ihtiyar-ı külfet buyurmuşsunuz.

Emin olun muterizleriniz tercümelerinizi hakikaten lazımel intikat buldukları için

değil mahzen serfeti finunun sahayif-i nacizinde münderiç gördükleri için hedef-i

tarizat ederler. Muvanet-i meşhure-i kalemiyenize serfeti finun mazhar olmamalıydı.

O zaman iktidarınızın ne tahaliklerle yüzlerce emsalini gördüğümüz için bu gibi

ahvalşde sıon dereceye gelmedikçe sükut-ı mukabeleye merci buluyoruz. Bunu

aczimize isnat edenler noksan-ı şartın bir hasiseyi kemal olduğunu bilmeyenlerdir.

Đşte bunun için mukabelenamenizi derc etmedik. Mamafih aynen idarenizce

mahfuzdur, lüzum gösterildiği takdirde yine derc ü neşr olunur.

Servet-i Fünun

SF, Nu. 400, s. 152

Page 608: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

590

MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 37

-Đki Söz Daha

Servet-i Fünun’un 364 numaralı nüshasında ‘Đki Söz’ unvanlı bir musahabe-i

edebiye var. Bu iki söz altında edebiyatımızın bir tarihçe-i tekâmülü yazılarak

‘Sözün ahval-i vicdaniyeyi tahvildeki tesir-i beliği’ müessirleriyle, dakayıkıyla tayin

ve izah olunmuş. Bir kavim edebiyatının nikat-ı tahavvülünü göstermek o kavmin

simâ-yı maneviyesinin en ince hudut ve eşkeliyle tersim eylemektir. Muharrir

musahabe-i hakikati –üstüne çekilen ridâ-yı mazlum altında da- görmüş tanımış,

hatta sevmiş, aşık olmuş; bize samimi bir lisanla anlatıyor.

Şiir insanın gıda gibi hava gibi kati bir ihtiyacıdır. Bu ihtiyac daima bir zemin

istifa arar ki o da güzelliktir. Kâinat serapa güzeldir. Herkesçe güzel bilinen şeyler

bir tarafa dursun, bir yangın, bir inhidam, bir cenaze, bir şiire, hem de müessir,

muhallit bir şiire mevzu olabilecek bin türlü güzellikler vardır.

Dikkat oluna oluna şu hakikat anlaşıldı ki güzellik –dairesi küçüldükçe kudret

ve cazibiyeti artarmış gibi- büyük şeylerden ziyade küçük mahlukâtta tecelli ediyor.

Eşyadaki ıtrat-ı kelal avaredir. Đnsan seveceği şeyde bir tenevvü bir teceddüt,

tabi olmakla beraber, bir fevkaladelik arar. Tabiatın manzara-i hariciyesi onun

hevesat-ı bedayiperestanesini teskin edemez. Dağınık bir halde bulunan güzellikleri

bir yere, bir noktaya toplar. Onları istediği şekilde tecelli ettirir. Bütün mehasin-i

tabiiye onun elinde ham eşya gibidir. Đstediği gibi kullanır. Đstediği şekl-i bediiyi kor.

Nihayet öyle manzaralar irae eder ki tabiatın fevkinde olmamakla beraber misline

hiçbir yerde tesadüf olunmak ihtimali yoktur. Đşte hayali güzellik budur. Bazen bu

mehasin-i hayaliye o kadar teali, o kadar kesb-i rikkat eder ki tanınamaz,

anlaşılamaz; fakat daima cazip, her zaman müessir, ilelebet güzeldir!

Ah! Ben isterim ki eşya-yı meriyenin ötesindeki bir şeyi görmeksizin,

tanımaksızın sevelim! O şeyin güzelliğiyle benliğim arasında öyle bir münasebet-i

mesture mevcut olsun ki bütün hevas zahiren ona bigâne kalsın!

Page 609: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

591

Bana öyle geliyor ki bütün kalemler, fırçalar, teller, yalnız bu hakiki güzelliği

tasvire hadim olurken bir fark, bir temayüz, bir tesir gösterir. Edebiyat ancak bu hiss-

i hafi huzurunda kitabet-i adiyeden ayrılır; bir kalbin en derin nişane-i infialini veya

en masum bir şevkin asarını bir nazarda, bir çehrede göstermek kudret-i mebdeanesi

bir ressamın fırçasına burada ifade olunur. Bir kemanın telleri ancak bu makamda bir

hayatın, anın ıstırabını gizler.

***

Evet, bizde edebiyat değişti… Pek çok değişti. Daha değişecek… Pek çok

değişecek. Mademki dünya dönüyor; mademki eyyam ve mevasim lâyenkati

değişiyor; mademki bu kâinat hayat içinde her şey ‘tarik-i tekâmül’ denilen bitmez

tükenmez bir daire dâhilinde –fakat her adımda yükselerek, büyüyerek tebdil-i şekil

ve suret, tevsi-i muhit eyleyerek- bilatevakkuf devrediyor; edebiyat da her şey gibi ve

her şeyle beraber değişecek.

Edebiyatın cedidi, atıkı, garbisi, şarkisi hakikatte birdir. Bir asıldan, bir

menşeden, bir müessirden gelir. Tâbiat-ı muhite yalnız eşkâlini deiştirdi. Đhtiva

ettikleri şerâit hissaniyeye göre iklimler, hayvanat ve nebatatı nasıl değiştiriyorlarsa

edebiyata da öyle bir inkılâp veriyorlar. Bir Eskimolu ile bir Sudanlının efkâr ve

ihtisasatındaki fark bundandır. Yoksa esasen her ikisi de insan olduğu için her

ikisinde lisan-ı his ve emeli birdir. Her ikisi de bir tabiata karşı irae-i tesir ediyor. Şu

kadar ki birisinin kürsi-i istiğrakı buzdan dağlar, diğerinin mevk-i tefekkürü kumdan

sahralardır. Her biri kendi meşhudatıyla mütehassıs oluyor ve mahsusatını ifade

ediyor.

Bizim bugünkü edebiyatımızda yalnız Arab’ın, Acem’in, Fransız’ın tesiratını

aramakla iktifa etmeyiniz. Bunlar yeni şeylerdir. Daha ileriye gidiniz. Latin, Yunan.

Mısır, Babil, Hint edebiyatının izlerini bulursunuz. Bunlarla da tamam olmaz.

Dünkü, bugünkü, yarınki edebiyatımızda ezmine-i kable’l-tarihiyenin yadigârları bile

mevcuttur. Ben eminim ki asar-ı bi-nihayenin terakkim-i keşfi arkasından ilk penah-ı

beşer olan bir mağaranın karanlık ratıb bir köşesinden gelen bir heceli bir sözün aksi

bugün yazılmış bir manzumede gizlidir ve ilk insanların hayvanat-ı vahşiyeye karşı

Page 610: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

592

kopardığı çığlıkla bugünkü insanların en ihtizazlı anın infiali arasındaki rabıta asla

münkati olmamıştır.

Eserlerde müessirin şahsiyetiyle beraber –tabir mazur görülsün- zamanın

şahsiyeti, mekânın şahsiyeti var. Mesela edebiyat tumturaklı kelimelerden

zannolunduğu bir zamanda, velvelelere teveccüh edilen bir mekânda alkışlarla

teheyyüc daha doğrusu izlal edilmiş bir şâir her şey içinde kendini göstermek, her

sarir-i hamesine bir nur-ı hodnemayı terdif etmek isterken –yine mesela- bir ‘fırtına’

yazar. Dalgaların kıyılara çarparken çıkardığı sedalar kadar gürültülü, velveleli sözler

söyler. Manzumesinin bum-ı intişarında –Lemzerabl müellifinin ‘Kaba Babalık’ diye

tavsif ettiği- avam tarafından gösterilecek alkışlardan başka bir şey düşünmez.

Manzume okunurken ve ilhama açılacak ağızlardan başka gözünün önüne bir şey

gelmez. Yazar, yazar, hesapsız beyitler yazar. Yüzgeçliğiyle, dalgıçlığıyla iftihara

kadar varır. Bu sözlere ‘sarhoş’un hatıratı bile kahkaha zen istihfaf olur.

Hâlbuki biri de hakikaten hassas olan bir şâir o fırtına karşısında asabi

lerzide-i buhran olurken uzaklarda inzar ile her dakikada musademeler eden

ufukların ötesinde denizlerin, göklerin ortasında bir balıkçı görür ki dalgaların sine-i

mehalikinde taharri-i hayat ederken meskeninden, rey-i meskûndan uzaklaşmış;

kendini birdenbire göklerin denizlerin, fırtınaların, dalgaların, ümitsizliklerin,

dermansızlıkların içinde bulmuş kârgâh, müteharriki bin parça olmuş; o müttekâ-yı

maişetin, o ümid-i münkesirinin narin bir haşebpare suretinde ellerinde kalan son

parçasına olanca kuvvetiyle sarılmış; köpüren dalgalara yalvarıyor, boğulan ufuktan

imdat, esen rüzgârdan merhamet, yağan yağmurdan teselliyet bekliyor… Đşte bu

manzara o ufukları, o anın tezellüm bu fırtınaları yararak sahilde vukuf-ı istiğrak olan

şâirin dimağ-ı ateşinine olanca şiddet ve rikkatiyle çarpar. O şâir bu manzarayı tersim

etmek ister. Đşte şâir burada vücut bulur; şâirliğin nokta-i tecellisi budur. O şiiri

okuyan adam artık fırtınayı, denizi, dalgayı, ufku, bunlarla beraber insaniyeti

evvelkinden daha nafiz ve daha samimi bir nazarla görmeye başlar. O kari ile

balıkçılar arasında o dakikadan itibaren ebedi bir münasebet hâsıl olmuştur.

Page 611: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

593

Burada hayat ve hatıratımdan küçük bir sahife arz edeyim: Halit Ziya Beyin

‘Kırk Para’ unvanlı bediasıyla tezyin eden Đkdam gazetesi buraya o musahabe ile

müzeyyen olan Servet-i Fünun’la beraber geldi.

‘Kırk Para’yı ihvandan üç dört sahib-i izan ile beraber okuduk. Her cümle bin

ibare-i tenkidiyeye sarılıyor; fakat derhal tenkitler takdirlere, takdirler tahassüslere,

tahassüsler teheyyüclere inkılâp ediyordu. Mesela bazıları diyordu ki:

- Bu güzel fikri ‘Mai ve Siyah’ muharriri niçin bu edâ-yı rakik ile ifade etti?

Lakin derhal yine o ağızdan:

- Çünkü başka suretle ifade kabil değil! Sözleri dökülüyordu.

Evet, başka suretle ifade kabil değil, değil. Türkçe, Arapça, Fransızca, Çince

her lisan, her seda ahval-i vicdaniyeyi tasvir ederken serairden, infialattan

tahassüslerden, ihtiyaçlardan müteşekkil. Payansız uçurumlara müsadif olur: Orada

bir ihtizaz, bir tezelzül gösterir; zayıf ise bir daha kalkmamak üzere düşer; değilse

Halit Ziya gibi nurlu, renkli, rayihalar, nağmeler saçarak teganni veya hitabet ederek

ilerler. Denilebilir ki fırtınalar Demöste’nin asabına ifade-i kuvvet ettiği gibi bu

insaniyet de önünde daha vasi bir afakı maksut, daha feyizli bir zemin ikazı açılan bu

genç muharririn asab-ı üslubuna bir gerginlik, bir kuvvet verir.

‘Kırk Para’ bittiği zaman hepimiz sermest-i safa olmuştuk. O gün sokakta beş

altı yaşlarında bir fakir çocuğu gördüm. Çeketi yoktu. Siyah pantolonu pamuklu

montunun üstüne çekmiş, askılarını omuzlarının üstünden sıkı sıkı geçirmiş, kaldırım

taşını sediraram ittihaz etmiş; kâinatı inzar-ı lakaytdanesiyle dolduruyordu. Kendi

kendime dedim ki: ‘ Halit Ziya Beyin penceresinden gördüğü çocuk bu olacak!’

yanıma çağırdım, davetime omuzlarını kaldırmakla mukabele etti. Ben yanına gittim.

Kırk para verdim.

Đkinci gün mevki-i memuriyetimde çalışırken biri kız, diğeri erkek iki fakir

çocuk geldi. Ellerinde birer deste yeni bağlanmış menekşe vardı. Bu iki çehrede de

Halit Ziya Beyin tersim etmiş olduğu o levha-i masumeyi görür gibi oldum. Bunlara

da kırk para verdim.

Page 612: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

594

Kırk Para! Hep Kırk Para!

Halit Ziya Bey bir insanın bütün mukadderat-ı hayatiyesini ‘Kırk Para’da

hülasa etmiş, milyonlarla bile doymayan cism-i hırs-ı beşere bu sineyi kemal-i

maharetle çarpmıştı. Ben o maden parçasında en nazik hissiyat ve tesiratımı

görüyorum. Verdiği bu sikke bir fakire inayet verilmiş bir sadaka değil, bir cerihaya

rabt edilmiş tesir, bununla beraber gayet büyük bir kudret-i edebiyeye arz edilmiş bir

nişane-i ihtiramdır. O fakir çocuk bu hakir akçeyi alırken bilmediği, tanımadığı,

ihtimal ki hiçbir zaman bilmeyeceği tanımayacağı bir muharriri, bir himayetkar-ı

zaifeyi derin bir hiss-i şükran ile selamlamış oluyor.

Daha var:

Dört seneden beri nerede çocuğu kucağında bir fakir kadın görürsem lisanım

derhal ve bilaihtiyar:

Şikeste renk-i sefalet, Mukadder ve mağmum, demeye başlar. O manzara-yı

müessirenin arkasından Tevfik Fikret Beyin necip çehresi ibtisanümâ-yı şefkat olur.

Đşte asar-ı ahire ile müellifat-ı kadime arasındaki fark bunlardır. Şimdiki müessir-i

edebiye insana yalnız bir hayret vermekle kalmıyor. Şimdiki asap fevkalade rakik ve

mütehassistir. Pek büyük gürültülü şeylerden müteezzi oluyor.

Şiir yalnız zahiri tasvirden ibaret kalırsa hiçbir güzelliği hiçbir hissi ifade edemez.

Gözle görülen her şeyin hafi ve nameşhut bir güzelliği var ki o şeyin büsbütün

zıddıdır. Bir neşide-i garamın elhan-ı neşve meşhununda bir hayat-ı şikestenin sedâ-

yı inkisarı duyulmazsa o muhabbet hodgamlıktan başka bir mana ifham edemez.

O büyük ve gürültülü şeyler ayrı ayrı taşlardan yapılmış harçsız, emeksiz duvarlara

benzer. Onda sanatın ifade etmek istediği şey yoktur. Orada hiçbir mimarın şahsiyeti

yani bir insanın hayatı, zekâsı, tasavvuratı, amâl ve hissiyatı, şevk ve infiali aks-i

endaz olmamıştır. Yalnız maddi bir ihtiyacın mihaniki bir hareketin kaba bir eseri

göze batar durur.

Page 613: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

595

Üstad-ı edibimiz, azam-ı eslaf ve muasırin gibi tabiat-ı eşyayı tetkik ederek bizde

de metin bir meslek-i edebî açtılar, her lüzumu his ve takdir ile her ihtiyacı tayin

ettiler. Misallerini de günde bir şekl-i bedii ile gösterdiler. Edebiyat-ı Osmaniyenin

bu tarik-i feyza feyzinde ilerlemesine hiçbir şey mani olamayacaktır. Đnsanı

düşünmekten, ihtiyac-ı his olunmaktan men etmek kabil olsaydı, edebiyatı

terakkisinden yani insaniyet-i tekâmülünden alıkoymak da belki mümkün olurdu.

Yazık ki –yahut bereket versin ki- insan tabiata karşı pek acizdir!

Bursa, 25 Şubat 1313

Đbrahim Cehdi

SF, Nu. 367, s. 38-41

Page 614: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

596

5. TANITIM YAZILARI

Page 615: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

597

RESĐMLERĐMĐZ

Arzû-yı Melhuz

-Ressam Halil Bey Efendi-

Đnsan bedayi-i sanattan güzel bir şeyin tarifini işitip beğenecek olursa asıl

maarifi de görmek, maarifi gördükten sonra onu vücuda getiren zatı da tanımak ister.

Bu tabii bir haldir. Bu hale göre 365 numaralı nüshamızda tarifi münderic olan

‘Levha-i Dilruba’ ile bunun sanatkâr ziliyakatını görüp tanımak arzusu –ümit olunur

ki Servet-i Fünun- karin-i kiramından birçok zevatın gönüllerinde birer ufak yer

tutmuş olsun. Đşte bu nüshamızla o Arzū-yı Melhuz’u ifaya muvaffak oluyoruz…

Karilerimiz şu sahifelerde hem levhayı temaşa edecekler hem de bunun sanatını… O

musavvirin-i Osmanlının iftiharı Halil Bey Efendi’yi tanıyacaklardır.

Resimde bir tek kalemin veya bir iki fırça ile birkaç türlü rengin işte bu üç

vasıta-i husül-i sanatın kuvve-i harikulade-i ibdaiyesi yanında (fotoğrafı) denilen

ihtira-i mühimin ne kadar bayağı kaldığını tahattur edenler, levhanın bu sayfalara

aksettirilen zülâlini aslına ait tarifat derecesinde metin ve mükemmel o derece

renktar bulamadıklarından dolayı elbette müteaccip kalmazlar.

Evet! Bu akiste daha doğrusu bu hayalde (Satuh Menazırı)nın en gerisinde

ordugâhın ‘bir küme ihram-ı zümürridin’i andıran yeşil çadırları fark ve temeyyüz

olunamıyor. Orman içindeki inişli yoldan ‘savlet-i muhacimane’ ile ilerleyen süvari

müfrezesini seçmek için nazarları zorlamak lazım geliyor. Tekaddüm-i zaman ile

vücutları eskiyip yıpranmış, takalib-i hazan ile yaprakları dökülüp renkleri solmuş

kadit ağaçlar o kadar celb-i nazar-ı dikkat edemiyor. Fakat matmah-ı inzar sahanın

(burada amiyane demek caiz görülemeyen tabirle) asıl can alacak noktası –şüphe yok

ki- tariftekinden daha celi, daha heybetli bir surette tecessüm ediyor.

O nokta değil –üzerindeki ateşpare celadetle- ayaklanmış bir yanardağ ki

hamle-i evvelada düşman ordusunun ciğergâhını zir-i ikdam salâbetinde ezivermek

için bisabırane feraset bekliyor!

Page 616: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

598

Levhayı buraya kendi rengiyle aksettirmeye imkân olaydı, ‘Ateşpâre-i

Celadet” teşbihinin –suret ve mananın tabir-i diğerle arz ve cevherin ikisine de

şumulü itibarıyla- bir teşbih-i mutlak ve muhakkak olduğu ve hal-i nazarda

anlaşılırdı. Birinin evvelan bu akiste ise hükm-i teşbih-i cevhere münhasır

görünüyor. Arzdan maksat levn ve şekliyle beraber kisvedir. Cevher nedir? Cevher,

evet cevher! Hamaset-i Osmaniyenin bir timsali, zibali peyker-i şirane vaz ve heyet-i

dilberanesinde nümayan olan işte o kahraman asker…

***

Şimdi biraz da Halil Bey Efendi’ye bakalım. Görüyorsunuz ki musavver,

pürhüner, kargâh sanatında itmamına çalıştığı bir levha-i güzinin karşısında

bulunuyor. Levhanın mesela semasında dolaşan bir eser-i mülevvenin denizine initaf

edecek rikkat ve letafet ve şeffafiyete mutabık renk dilpeziri bulmak için o sihirkar

fırçasıyla (palet) üzerindeki boyaları karıştırırken hafif bir gıcırtı ile açılan kapıya

doğru başını çevirip bakıyor. Tanımadığı iki zatın kapıdan içeriye girdiğini görünce

sandalyesini biraz geri alarak heyetiyle o tarafa dönüyor. Âlem rengârenk hayalden

önündeki muşambaya aks ettirdiği elvan-ı dilaşupun eşvak-ı heyecanaveri ile

sermest-i huzuz olduğu bir sırada habersizce ta oraya gelip de huzur-ı fikrini selb

heyecan balini ihlal etmeye cesaret eden bu meçhul ziyaretçilere mütegayyir

simasıyla medit bir nazar atfediyor:

- Afedersiniz, kimi arıyorsunuz? Ne istiyorsunuz?

- Sanat-ı nefise-i ressamane gezen meftunlarındanız. Zatınızı ziyarete hakk-

ı liyakatınızdaki hürmet ve muhabbetimizi arza gelmiş idik. Karşılayan

bendeniz buraya delalet etti. Bilmeyerek girdik rahatsız ettikse affediniz.

- Estağfurullah! Memnun oldum. Fakat ben öyle taltiflere layık değilim.

Biraz resim yapıyorum hepsi o kadar.

- Erbab-ı hüner ve marifete mahviyyet yakışır. Müsaade buyurunuz da şu

güzel levhaları, şu rengin eserleri seyredelim.

- Burada güzel denecek hiçbir şey yok.

Page 617: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

599

- Bunların hepsi sizin değil mi?

- Benim olacak lakin görülüyor ki çoğu bitmemiş, daha doğrusu zaten

bitmemek için başlamış. Bunlar hep (etüt) kabilinden şeylerdir.

- Öyle olsun, fakat pek güzel! Hele şu gurup levhasındaki baygın renkler…

Oh! Ne kadar latif! Ahenkşinas-ı elvan olan fırçanız acaba ne sihir ediyor

ki muşamba üzerine kaba kaba fırlattığı boyalar o kadar rakik, o derece

şeffaf görünüyorlar? Bundaki sırr-ı garibi anlamak isterdik. Ya şu

levhanın denizine bakınız. Yazın sakin havalarda Boğaziçi’ne mahsus

deniz! O nazlı o istigakar dalgalanmaları. O dalgalanmaların hâsıl ettiği

tıpkı tıpk tekrar, koyu gölgeleri ile her bir nazarı temaşaya hevesbahş

istiğrak olan denizi bilir misiniz? Sizden iyi kim bilir? –Ne kadar

güzeldir! Đşte bu o deniz.

- Estağfurullah! Resim o kadar beğeneceğiniz bir şey değil, size öyle

geliyor veyahut bendenize iltifat etmek istiyorsunuz.

- Lütfen söyleyiz: Şu resimdeki kırmızı renge o şiddeti nasıl verdiniz? Biz

de renkleri azıcık tanırız. Biz de boyaların mahiyetini biraz biliriz.

Hâlbuki onların hiçbirisinde bu tatlılık, bu şiddet yoktur. Güneşe maruz şu

kayaların pembe, sarı renklerine bu derece sıcaklık gölgeye tesadüf eden

şu çimenlerin yeşiline bu derece donukluk nasıl verilebiliyor? Görmek

isterdik.

- Bunlar tecrübe ile bilinir. Usulü, kaidesi yoktur. Tabiat yardım etmeli ve

bir de çok uğraşmalı, çok çalışmalı.

- Yanınızdaki tasvir de henüz bitmemiş olacak öyle iken biz onun arz ettiği

simayı derhal tanıdık. Şebahet-i şahsiyeden bahse hacet yok. Asıl şayan-ı

dikkat resimdeki çehrenin sahibini kemaliyle andırır olan manidarlığıdır.

Mingayr-i haset anlıyoruz ki zat-ı âliniz sanat-ı resmin her nevinde ispat-ı

ehliyet etmiş bir musavver-i pürhünersiniz. Hamdi Bey Efendi, Ahmet Ali

Page 618: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

600

Paşa Hazretleri gibi zat-ı âlinizin de vücudunuzla sanayi-i nefise-i

Osmaniye iftihar etmelidir.

- Estağfurullah! Vakıa Hamdi Bey Efendi, Ahmet Ali Paşa Hazretleri,

gayet mahir, gayet hünerli ressamlardır. Onların vücutları ile hep iftihar

ederiz. Bendenize gelince ben de halimce çalışıyorum. Fakat şimdilik

daha büyük bir ressam değilim.

***

Halil Beyefendisaikâ-yı mahviyetle kendi kendisinden selb-i liyakatı ne kadar

iltizam ederse etsin hükmü yoktur. Eser-i hame-i bedia nigarisi olan nefâis-i

tasviriyeye bakarak kudret-i ressamanesini biz bihakkın takdir edemezsek bile

bundan on sene evvel renkli tebeşirle (pastel) meydana getirdiği tasvir Binaziri Paris

gibi her köşesi sanayi-i nefisenin cilvegâh-ı eser-i dilrubası olan bir şehr-i şehirin

resim sergisinde mazhar-ı takdir ve mükâfat olmuş çalışkan zeki bir musavvir-i

bediakârın bugün hangi mertebe-i sanata yetişmiş olacağını düşünebeliriz ve

kendisini halisane tebrik ederiz.

M. N.

SF, Nu. 368 s. 51

Page 619: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

601

BESĐM ÖMER BEY

Doktor Besim Ömer Bey’i her ne zaman görsem bir büyük meserret,

memnuniyet içinde kalırım. Bu âlicenap adamın, bu fevkalade tabibin hakikaten

meftunuyum. Onunla beraber bulunduğumuz zamanlar, bana daima kısa görünür,

ciddi mütebessim çehresini benden tarafa çevirip veda etmek istediği vakit de

mutlaka müteellim olurum.

Civanmert kardeşimize karşı olan bu muhabbet matbaamızda sade bana

münhasır değildir, bütün matbaa halkı onun meclubudur. Kapıdan içeri girdiği zaman

işçiler bir birine müsabakat ederek doktorun haber verdiğini gayet memnun bir çehre

ile müjdelerler. Besim Ömer Bey’in geldiği gün matbaada bulunmuş olan refika-i

taharrir sahihan mahzuz kalırlar. Nasıl kalmasınlar ki doktor bütün Servet-i Fünun

halkını senelerden beri nezaketi, zerafeti ile minnetdar etmiştir. Hepimiz hatıratımıza

müracaat edince Besim Ömer Bey’in tabipçe bir muaveneti, maharetini, insanca bir

muamelesini, nezaketini tahattur ederiz.

Bu hatıralar en ziyade bende bir birini takip eder. Çocuklarımın üçü de bu

tabip-i hazıkın –daima meserretle sıktığım- elinde büyümüştür. Hele Besim Ömer

Bey’i görünce hatta ismini işitince küçük kızım Kadriye’nin gözlerinde öyle bir şule-

i meserret parlar ki tarif edemem. Vakıa şimdi altı yaşında olan bu çocuk ilk dakika-i

hayatından beri doktorunun minnetdâr-ı maharet ve nevazişidir.

Servet-i Fünun’un kendisi de Doktor Besim Ömer Bey’e medyun ve

şükrandır. Çünkü ilk sene-i intişarından beri bu tabib-i fazlın birçok makalat-ı

fenniyesine vasıta-i neşir olmakla daima mütefahhir olmuştur. Đşte bugün muhterem

kardeşimizin hayat-ı saiyanesine ait iki manzarasını pişgâh-ı kariine vazederek

hissiyat-ı şükr-i güzarisini kısmen olsun edaya çalışıyor.

Besim Ömer Bey memleketimizin medar-ı istinad-ı etıbba-yı kamileden,

matbuat-ı Osmaniyenin mabe’l-iftiharı erbab-ı fenden olduğu gibi hakikaten namuslu

ve muhterem bir aileye mensuptur. Şayan-ı takdir bir surette terbiye ve tahsil

görmüştür. Doktorun her cihetle bir insan-ı kâmil, bir mütefennin-i hazıka olması da

Page 620: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

602

bu terbiye ve tahsilin semeresidir. Besim Ömer Bey ne kadar nazik ise o kadar da

âlicenaptır, ne kadar hazık ise o kadar da namusludur. Bu zatın hayatı sa’y ve namus

kelimeleriyle hülasa olunabilir, onun için kendisine karşı hâsıl eylediğimiz hüsn-i

hayret ve takdirin bir kısmı da kendisini yetiştiren aile-i muhteremeye ait olur.

Doktor Besim Ömer Bey, Sinop Mutasarrıfı Şevki Efendi Hazretlerinin

mahdumudur.

Doktor hücre-i iştigal ve mesaisinde irae eden iki resme bir nazar atfediniz:

Bunlardan biri Besim Ömer Bey’in Divanyolu’ndaki hanesinde kendine müracaat

eden hastaları, kendisinden müstefit olmak üzere gelen arkadaşlarını kabul eylediği

odayı gösterir. Đkincisi doktoru kitaphanesinde irae eder. Ömrünün bir kısm-ı

küllisini geçirdiği bu iki oda bütün muhteviyatı ile bir terbiye-i nezihenin, bir tahsil-i

ciddinin delilidir. Vakıan bir adamın ahval-i umumiyesiyle hayat hususunda

görülecek intizam ve asar-ı hüsn-i tabiat, muntazam hayatlı bir aile içinde zevk-i

selime sahip mürebbiler elinde yetişmekle hâsıl olabilir. Ona intizam verecek

mükemmel tahsil ise, güzel misaller, muttarit muameleler müşahedesiyle yetişmiş bir

genci böyle bir insan-ı kâmil eder. Yoksa doğduğu dakikadan beri usulsüz, nizamsız

bir evde, çocuğun inzarına her an fena misaller göstermekle meşgul ana baba elinde

büyüyenler ömürlerinin kısm-ı azamını mektep rahlesinde geçirseler bile sahib-i

hüsn-i ahlak ve hüsn-i tabiat olamazlar.

Bir Besim Ömer olmak için Besim Ömer gibi terbiyeli bir aileye mensup

olmak, o ailenin efradı gibi her an hüsn-i misaller gösterir zevat arasında büyümek,

sonra da senelerle tahsil görmek, çalışmak lazımdır. Ancak o zaman mesleği, namus

ve hayatı sa’y ve gayretten ibaret bir adam bulursunuz ki her haliyle ülfet ettiklerini

meclup eder, iktidar ve maharetiyle hemcinsini minnetdar eyler.

Đşte bundan dolayıdır ki Doktor Besim Ömer Bey gibi ahlakı kadar hayatı

mazbut, iktidarı kadar nezaketi müslem, gayreti mertebesinde insaniyeti şefkati

meşhut bir zatı takdire kendimizi borçlu görüyoruz. Samimi bir kalpten kopup şimdi

şu gazete nüshasına düşmüş, sonra da Doktor Besim Ömer Bey’in nazargâhına kadar

gidecek olan bu satırlarım belki sevgili kardeşimizin mahviyet-i fevkaladesini

rencide eder, daima nazarımızda bulduğu hisleri kalemimizden çıkmış görmek

Page 621: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

603

istemez; lütfen bunu fıtri muhabet ve şükranımıza bağışlasın, mazur görsün…

Yazdıklarım –kendi kalbi de şehadet eyleyeceği üzere- hep samimiyet içinde

kalemimden sadır olmuştur.

*

* *

Doktor Besim Ömer Bey 1294 senesinde Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye dahil

olup 1301 senesinde yüzbaşı rütbesiyle şehadetnamesini almış ve bunu müteakip

ikmal-i tahsil etmek üzere Paris’e azimetle dört seneyi mütcaviz bir müddet bir say-i

mesmur ile ihtisas etmiş ve 1307 senesinde Đstanbul’a avdet ederek Mekteb-i

Tıbbiye-i Şahane fenn-i velade dersine tayin olunmuştur. Gayret-i mütemadiye ve

maharet-i fenniyesi sayesinde sıra ile terfi-i rütbe ederek iki sene ikdam uhdesine

kaimakamlık tevciye buyurulmuş ve muhtelif muhtelif nişanlar ihraz etmiştir. Besim

Ömer Bey’in külliyen asarı adeta bir kitaphane-i sıhhat teşkil eder, esamisini tervice

tadat eyliyorum:

Su Çukurlarının Hıfz-ı Sıhhati, Göz, Tütün, Kahve ve Çay, Sıhhatmâ-yi Etfal,

Sıhhatmâ-yi Aile, Sıhhatmâ-yi Tenasi, Sıhhatmâ-yi Nevzat, Kendini Bil, Made

Tenasil, Üzüm ve Üzüm Đle Tedavi, Şişmanlık ve Zayılık, Su ile Tedavi ve Denizde

Banyo, Zayıf ve Vakitsiz Doğan Çocuklara Edilecek Tekidat –küvez ve gavaj, ve

ananet, ipnotizm, çocuklara aş yahut validelere hediye ve saire…

En büyük eserlerinden biri [Emraz Nisa] namı kitabın tercümesidir ki canib-i

hükümet-i seniyyeden takdir buyurularak Mumaileyh himmet ve gayretine mebni

mecidi nişanıyla taltif edildiği gibi ayrıca mükâfat-ı nakdiyeye dahi şayan

görülmüştü. Đşbu eser Mumaileyh ‘Seririyat-ı Veladiye’ namındaki illeti yedi yüz

sayfalık diğer bir eserleri Mekteb-i Tıbbıye Matbaasında tab edilerek mevki-i intişara

vaz olunmuştur.

Besim Ömer Bey’in kariben ‘Tabib-i Etfal’ namında musavver ve mükemmel

bir kitabı daha neşredilicektir ki derdest-i tabiidir.

Ahmet Đhsan

SF, Nu. 376, s. 178-179

Page 622: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

604

MAKALE-Đ MAHSUSA

-Alphonse Daudet

Gözüme ilk tesadüf eden bir havadiste insanın aşina olduğu isimlere mahsus

kuvve-i garibe-i cazibe ile hemen en evvel Alphonse Daudet’nin fecaiten vefatı

haberini görünce on dört sene evvel Cek hikâyesinin son sayfasının kapaktan sonra

kalbimi sıkan pençe-i azaba benzer bir şey duydum. Alphonse Daudet’i de kaybetti

biçare Cek. Bilmem niçin bu iki isim arasında daima gayr-ı kabil-i tefrik bir

samimiyet yok. Diğerinde müstehil bir merbutiyet bulurum. Buna sebep Alphonse

Daudet’i bu eseriyle tanımış olmak mıdır? Yoksa Alphonse Daudet’nin en ziyade ruh

ve kalbini bu kitabına koymuş olması mıdır? Burası daima bence merkuk kalmış bir

meseledir. Yalnız şunu bilirim ki Alphonse Daudet’i sevmek için “Cek” ile bir

müddet yaşamış olmak kifayet eder. Ben evvelan hatıramda kâh hayata büyük bir

manâ-yı teaccüple açılmış zannolunan iri gözlü kadife esbaplı uzun saçlı, latif bir

çocuk simasıyla kâh amele hayatından sonra kısa ceketi, kabalaşmış elleri, latif

yapısını kaybetmiş endamıyla bazen gözlerinden feramet-i hayat uçmamış şerminden

ve muhteris bir hal ile bazen annesinin daima kaçan şefkatine ateş-i ihtiyac-ı

muhabbetle hastane yatağı içinde nigâh-ı intizar kapının üzerinde, süzgün çehre-i

muhteziranesiyle bakan Cek ile henüz bir çocuk iken tanışmıştım. O vakit

mütesannifin-i edibeye -klasikler- meftun hakayık-ı hissiyat-ı beşere-i kurniyenin,

Racine’nin Andromaque‘tan Federon’dan başka bir yerde bulamayan tahammülü

teceddüt perisi şakirtlerine ancak Musset’nin geceleri ile Lamartine’nin gülünü ayırt

ettirmeye kifayet edebilen Şatobiryan renesiyle düşen bir Pol ile Virjinisinden sonra

kitaphane-i arifan-ı aleme bir hikâye-i nefise daha ihda edilmeyeceğine emin olan bir

muallimin elinden henüz kurtulmuş senenin on ayı mektebi ruhlarının mürekkep

lekeleriyle alude safhanene bakarak zulûmat-ı hayal içinde geçirdikten sonra ağustos

tatilinde sahralar aleminde kişler keşalık eden bir şakird-i serazat gibi bütün kuşayişi

şebabın ve bütün amalin yer hican-ı edebiyatınla o zamanın zümre-i güzide-i edibi

teşkil edenlere sarılmış idim. Bu adamları sevmeme ne Busset’nin mevizalarına ne

Rousseau’nun felesefesine ne Hugo’nun Sefilleri ile Duma’nın silahşörleri hiçbiri

mani olmadı. Stendhal ile Balzac için mutedil fakat bunların esas mektebinin azlaçar

Page 623: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

605

köşesini teşkil eden Flober, Concourt, Daudet, Zola için şedit bir meyelan duydum.

Bunları yalnız muharrir sıfatı ile değil insan sıfatıyla da seviyordum. Hayatlarının

tafsilat ve hususiyatına ait şeyleri göre göre bütün heyet-i maneviyelerine müteallik

teferruatın vâkıfı güya daima beraberlerinde refik-i demdarları idi. Flaubert iri

cüssesiyle, Concourt asilane başıyla, Daudet uzun saçları ve edâ-yı nigahıyla

mütalaamın delnişinin misafirleriydi. Bunları sevmek zaruri idi. Zira hepsinde de

sefalet-i beşeriye için azim ve bipayan bir merhamet cemiyet-i insaniyenin esaslarını

kemiren loş ve fuhşa karşı derin bir adalet ve nefret sonra insanlara yaralarını

göstermek için bir cehd-i gayret görüyordum. Bunlar meslekleri arasında görünen

rekabet ve musibete bedel beyinlerinde bilakis her türlü şaibeden beri bir muhabbet

ve samimiyetle merbut idiler. Hep yekdiyerine vakf-ı nefis ve ruh etmişlerdi. Biri bir

sanatkâr-ı elmastıraş gibi cümlelerini cilalandırmaya diğeri nefis bir numunegâh-ı

bedayi olan onda hezain-i keşfiyatını sıralamaya vakf-ı hayat etmiş diğer ikisi

namuskarane çalışmakla geçinen birer afif peder-i aile sıfatıyla yaşayıp ölmek için

karar vermişlerdi. Böyle saf ve mücella dört nasiyye deha idi ki bütün cihan edep ve

insaniyetin bu su-i takdiriyle şaşaabaş idi. Bunlardan birincisi çoktan gitmiş idi.

Đkincisinin nesef-i zi-hayatı –jul dö konkor- hassa-i şöhretinden bir katre-i teselliyet

bile alamayarak geçen seneye kadar kardeşini yalnız bırakmış idi. Bugün de işte

Alphonse Daudet de gitti. Kim bilir son refik-i mezarında üdebâ-yı vatanı namına

ilan-ı matem ederken bu zümre-yi güzidenin son nefesini kalbinde nasıl bir lerziş-i

elim titremiştir. Evet, Alphonse Daudet’i Cek ile tanıdım. Teşekkür olunur ki Cek ile

tanıdım. Belki diğer bir eseri Alphonse Daudet’i daha az sevdirirdi. Cek ne sevimli

ve ne matemli çehre, hepsinden evvel bu çehrede tavakkuf edeceğim. Cek

esvaplarıyla, esvaplarının parasını kimden almak lazım geleceğinden başka bir

mesele-i hayat ile iştiğal etmeyen kadınlandan birinin çocuğudur. Öyle bir valide ki

Cek için zihninden geçen silsile-i tesavir arasında bir peder tayin ettirmemiştir. Bir

gün çocuk pederinin hüviyetine itla kesp etmek isteyince kendisinin pederi olmak

üzere bir diğer bir gün Barmarki’den bahsolunmuştur. Cek ile iptidai bir mektep

çocuğu olduğu halde tanışıyoruz ve bu güzel bir bey kadar latif çocuğu ipekli fistan

kenarında büyümüş çiçeği derhal soyuverir. Bizi muharrir mümkün mertebe bu

çocuğu mektep hayatından alıkoyuverir. Sonra onu mektepten çıkmış şâir olmak

dairesinde bulunan birini kendisine refik-i hayat ittihaz eden validesinin yanına

Page 624: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

606

sığınmış buluyoruz. Zaten bu çocuk hakkında sanat-ı hayatı anlaşıldıktan sonra

başlayan muhabbet-i maşukane, onu mektepte murdar bir yerde geçirdiği hayat-ı

metrukiyet ile büsbütün merhamete inkılâp etmiş idi. Bu defa onu validesinin itiraf

olunamayacak bir sıfatla hayatına iştirak eden adamın zelil ve hakir sığınmış bir

mahlûk şeklinde görmek bizi şiddetle müteezzi eder. Bu esnada Cek için bir çare-i

maişet düşünülür. Bir bebek kadar güzel olan çocuğa bulunan çare onu amele

yapmaktır. Bu amele hayatı Cek için giran bir hayattır. Bundan sonra artık manen ve

maddeten sükûta başlar. Nihayet bir vapura ateşçilikle intisap eder. Hastalanır

annesine avdet eder. Orada kabul olunmaz. Güya sıhhati için başka bir yere

gönderilir. Burada sahib-i selametle memlu semayi-i hayatına bir necm-i pertuvar

uğrar. Rousseau’da bir netice… Bu mücahede-i müthişe-i hayat zaten onu sarsmış ve

kemiklerini çözecek derecede zedelemiştir. Cek büsbütün hastalanır, nihayet bir

hastane yatağında kendisini görmeye gelmeyen validesini intizaren ölür. Ondört sene

evvel okunmuş bir kitap, on dört sene tanınmış bir çehre için bugün şu satırları

yazarken ağlamak istidadını hissediyorum. Đhtimal ki o zamana ait hatırat-ı hayat-ı

şahsiyeye mensup olan şeyler unutulmuştur. Fakat Cek bütün şiddet-i tesiriyle hala

kalbimde zihayattır. Bu şiddet-i nüfuz tesiri nedir. Đşte Alfanso Daudet’in bütün sırr-ı

sanatı işte buradadır: Ferman fermay-ı ale’l-intikat Jul Lönatel diyor ki: Alfanso

Daudet’in fali-i edebî şimdiye kadar meşhut olabilenlerin en müşevveşidir. Onun

hakkında bir indizam-ı umumi var. Gözyaşlarına yahut melaib-i efkâr-ı meyyal

olanlar fevkal mutadı taharri edenlerle yenilik cisticu karları, sadeler, inceler,

kadınlar şâirler, tabipler, üslüpdazlar… Alfanso Daudet bütün bütün bu zümre-yi

kulübü peşinde sürükler, çünkü onda cazibe var. Bir kadın çehresinde olduğu gibi bir

eser-i edebide de gayr-ı kabil ve tayin olan cazibe bu cazibe neden neşet ediyor?

Öyle zannolunur ki bütün ruhu eserlerine koymasında; fakat bunu o kadar nazikâne o

kadar kendisini saklayarak koyar ki eserlerinin hiçbirinde kendisi görünmediği halde

bunlar kendisiyle malidir. Đşte Cek Alfanso Daudet’nin ruhunda en ziyade iktivas

eden eserdir. Zaten bu çocuk muharririn yabanisi değildir. Tanımış olduğu bir

çocuktur. Bir Hikâye-yi Sahihanın Tarihi serlevhasıyla yazdığı sahifede bunu anlatır.

Soğuktan korkan arkasını kabartarak dar göğsünün üstünde ince esvabını

kavuşturarak, öksürükleri bir matem gibi örterek bu genç adam, muhacirin evine

gelir giderdi. Alfanso Daudet onun hissiyatına tamamen vakıftır. Bir müddet bu

Page 625: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

607

hayat-ı facianın acılıkları içinde yaşamış oldu. Bu genç adam validesinin kurbanı

iken onu affederdi. Ona mübtela idi, Paris’e gidip onu görmek için parası yokken altı

fersahlık yolu zayıf bacaklarıyla kat ederdi. Ondan asla şikâyet etmezdi. Bazen öyle

bir tebessümle bakardı ki bunun ifade-i manası “Ne yapalım? Bu böyledir. ”diye af

dilenirdi. Alfanso Daudet onu okutur, bu biçare gencin dimağ yaralarına da merhem

olmak isterdi. Sonra bu refakata halel geldi, amele hayatına başladı. Muharrir ona

tesadüf ederek daima daha ziyade zayıf ve natüvan gördükçe “Bu işi bırak… Başka

bir şey arayalım. “ derdi. Fakat onun çalışmakta bir sebatı vardı. Nihayet bir gün bir

haber: ”Hastayım ve hastanedeyim!” Muharrir onu ziyaret eder ne için hastaneye

geldiğini sorar. Validesi yanında alıkoymalı değil miydi? Buna cevap verir: ”Ben

istemedim… Evi büyültüyorlar, yapıları var, ben onları rahatsız ederdim. “Sıkıntıyı

mucep olurdum…” Ve muhatabının muahaze-i nigahına cevap vermek için ilave

eder: “O! Ah! A nenem eder, daima beni görmeye gelir, bana mektup yazar. ” Yalan,

zavallı genç validesinin kurbanı olarak ölürken onu yine şayan-ı af göstermek istiyor,

hâlbuki sonra yine bir hastanede ölürken yanında bulunan birine: ”Çok muzdaribim,

validemden bir kelime gelse ızdırabımı teskin edecek zannediyorum. ” Ve daha

sonra: ”Ben onu ne valide ne de kadın sıfatıyla şayan-ı takdir görüyorum. Lakin işte

kuvveti bitmek üzere olan kalbim onunla malidir. Bana yaptığı fenalıkları kâmilen

affediyorum, der. Şimdi bu hakikatten bir hikâye yapmak isteyiniz. Onda da Alfanso

Daudet’in sihir-i sanatından bahsederiz. Muharrir diyor ki: ”Đşte hakikat bana böyle

bir esas verdi. Birçok zaman buna kendi kaderlerimiz arasında tesadüf olan binlerce

yabancı kaderlerden biri nazarıyla baktım. Bu vakıa benim o kadar garibimden

geçmiş idi ki, hikâyenüvis gözüme ilişmemiş idi: Vazife-i tetkik şahsıma karışarak

kayboluyordu. Bir gün Güstav Deroz’la görüşürken bu hikâyeyi ona nakletmiştim. O

fevkalade bir tesirle:”Ah! Bundan ne güzel bir kitap çıkar. ”dedi. Ben de başladım.

Evet, Güstav Deroz, ne kadar haklıymış, ne güzel kitap ve hususiyetle ne kudretli

tasvir! Buna sade fakat mutarra, seyyal fakat ruhnüvaz bir üslüp ilave olunsun,

hissiyatı tahlilde öyle bir rikkat-i kalp, öyle bir nüfuz-ı nazar tasvir olunsun ki levha-i

tecrübesini teşkil eden muhitat ile beraber sihr-i canbahş ile yaşasın. Emil Zola,

Alfonso Daudet’in eserlerine kendi ruh-ı nefesinden ilaveler edişine ufak bir tariz

ediyor görünüyorken nagehan buna nedamet ederek diyordu ki: ”Lakin bu feyzan-ı

nefsi, bu tarz-ı zihayat-ı tahriri tam muaheze edebilir? Bu sayede değil midir ki

Page 626: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

608

dostları onu okurken kendisini işitip görüyoruz zannederler? Onun sırr-ı cazibe-i

sanatı cevher-i şahsiyeti burada. ” der. Eserlerinde bütün ruh-ı nefesini verir ve onun

için okurların ruh-ı nefesini ibtila eder. ”Flober’in “Biraz fazla kâğıt, oğlum!”dediği

büyük kitabın tesir-i amilci bundan mütevellittir. Bir tesir ki Jörjesane

“Mütalaasından öyle bir ıstırab-ı deruni duydum ki üç gün çalışmaya kuvvet

bulamadım. ” demiştir. Bu kitapta şayan-ı kâğıt sahifeler zayıftır. Öyle tasvirler

vardır ki hatırada görünmüş, tadılmış şeyler kadar yer tutar: Dünyanın her tarafından

gelmiş şakirtlerini para getirir birer meta gibi alet-i intika eden bir müridin idare

ettiği mektep ki Cek’in hayat-ı tafsilatını zehirlemiştir, sonra fabrika hayatı,

hazırlanıp tekmil heyetiyle indirilen o müthiş makine Cek’in ateşçilik hayatı, ciğerini

yakan o müthiş hayat… Daha sonra Cek ile sesilik muaşakaları, o bir ağacın altında

düşünürken söylemeye lüzum görmeksizin yekdiğerini sevdiklerine nagehan vakıf

olan bu muhteriz âşıkların levha-i garay-ı şiiri… Bunları hep yaşıyor, bu levhalar

arasından muharir kendisine mahsus bir hiffet-i mest-ile arasıra taşarak, süzülerek,

uçarak, yerlere inerek, bulutlara çıkarak acılar arasında istihzalara, tenkitlere

hezeliyata dökülsün. Bu kitap ötesinden berisinden birkaç sazın keskin dilleri çıkan

bir çiçek demetine dönsün. Bütün eşhası dermükemmel simâ-yı hakik-i beşerdir.

Cek’in validesinin aşığı, Sesil’in pederi daha sonra derece-i saniyede bulunan eşhas

ve bunlar arasında bilhassa bir şikâyetten dolayı fabrikadan kovulmuş aşığı için

intihar eden kadın bütün bunların içinden Cek bir tabib-i müşvik elinde bir hasta gibi

kitabın bir başında nihayetine kadar muharririn rikkatinde gülzar ediyor.

Alphonse Daudet’i sevmek için Cek kâfi demiştim. Sevmek ve tanımak için

de ‘Küçük Şey’ kâfidir. Nazmının mülayib-i kavafisi ile nesrinin yakutları, elmasları,

zümrütleri, safirleriyle meşhur olan Teodor Dobonvil, Alphonse Daudet’i şöyle tasvir

ediyor: ‘Hayretbahş bir letafete malik bir baş, bezm ü kerem, sarı, anberin bir cilt

doğru ve hariri kaşlar müstacil müstarik ratik olmakla beraber ateştar hülya içinde

kaybolmuş görmez fakat görülmesine doyulmaz gözler… Müştehir-i mütefekkir, lal-i

hun ile merhun bir ağız, tatlı, güya çocukçasına bir sakal kıvırcık ve esmer saçlar,

küçük ve zarif bir kulak bütün bu letafetlere melahat-i müensadesine rağmen

mecmua-i cismaniyetine bir vakar-ı ucubet bahşetmek için müsabaka ederler.

Hakikatine inanılamayacak bu cismaniyet harikuladeliği ile Alphonse Daudet’in bir

Page 627: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

609

ahmak olmaya selahiyet-i mahsusası vardı. Buna bedel o şâirlerin en zarif ve

hassasıdır. Acaba ne için Rucilt gibi doğmadı? Bu hiçbir külfeti mucip olmazdı.

Mademki doğarken hazail-i garibe Cek ile meşgul idi. Đşte “Küçük şey” bu Alphonse

Daudet ‘dir. Öyle bir mütekebbir mektep hocası farz ediniz ki şakirtlerinin isimlerini

zabta lüzum görmesin “Şey! Baksana küçük şey!” bu isim onda kalmıştır: Küçük

şey. Bu kitap kısmen bir tercüme-i hal kısmen bir hikâyedir Öyle ki hakikatte

efsaneye ait olan cihetlerini tefrik etmek mümkün olmaz; fakat o efsane o hakikate o

kadar yaraşır. Küçük şey Alphonse Daudet‘e o derece benzer ki onları birbirinden

tefrike lüzum da görülmez. Alphonse Daudet‘in tercüme-i halinden şunu bilmek

kifayet eder: Muharrir Fransa’nın Puanis vilayeti dâhilinde Nim şehrinde tevellüt

etmiştir. Birtakım müsaib-i aile henüz pek genç iken bir müddet mektep hocalığından

sonra onu Paris’e sevk eder. Burada matbuat-ı mevkuteye yazmaya başlar. Daha

sonra Dük Dö Möron’un hizmeti kitabetinde bulunur. Bir aralık hastalanarak bir

müddet Cezayir’de yaşar. Avdetinde böyle bir adam için arzu olunabilecek bir

kadınla teselli eder. Bu tarihten itibaren sanat-ı reside-i kemal olur. Bir gün Paris’i

fethetmek üzere gelen bu adam çok geçimsiz, Paris’le beraber bütün cihanın edebî

meftunu ve mağlubu olur. Đşte sade bir hayat! Bu hayatın mukadderatını bize ‘Küçük

Şey’ tatlı bir efsane içinde hakikatin renkleri ötesine tatlı birer hayal çekerek gösterir.

Küçük şeyin gösteremediği şeylerde muharrir bütün hüviyeti, mahiyeti diğer

eserlerinde serpilmişitir. Küçük şey nedir? Bu eseri hakkında yazdığı bir makalede

muharrir: “Evet henüz 16 yaşındayken bir vilayetin köşesinde mektebi beni

kendilerine mahsus lisan ve hissi ile tahkir eden küçük dalları dolduran bir

memlekette mecbur olan küçük şey benim!”diyor. Muharrir bu eserinde o kadar

dikkatle anlattığı saadet-i aileden sonra bu mektep hocalığı yanında muhakkirat-ı

fakrın bütün dehşetini görür. Bu hayat esnasında gördüğü haksızlıklar insafsızlıklar

birer sade faciadır. Bu devre-i ömrüne dair hatırat arasında nakleder ki mektep

çocuklarından biri kendi hakkında duyduğu muhabbet ve bilgi imtihanlarından dolayı

hâsıl olan bir hissi ile tatil zamanının kendi aileleri nezdinde geçirmek için Alphonse

Daudet’e rica eder. Tevzi-i mukafât günü hulül eder çocuğun erkân-ı ailesi bu

resimde hazır bulunur. Çocuk bu küçük hocanın sayesinde topladığı mükâfat

kitaplarıyla memlu olduğu halde Alphonse Daudet’i ailesinin yanına götürür. Onlar

hep kitapları arabaya yerleştirmekle meşguldür. Benim yırtık esvabım içinde nahoş

Page 628: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

610

bir vaziyetim olmalıydı ve onların üzerinde su-i tesir hâsıl etti. Bana ancak bir göz

attırılan zavallı küçük bu kabul üzerine kendi mahcubiyeti ile benim mahcubiyetimin

sikleti altında ezilerek gözleri yaş ile nemli olduğu halde uzaklaştı gitti. Đnsanın

hissiyatını tezlil eden, bu saat-i zalime! Araba mükâfat ile yüklü çocuk tahkir ile

kabahat-i halkını sürükleyip götürürken bende çatıların arasında küçük odamda

tehevvürümden titriyordum. Her yer şayan-ı tecil bir muharrir olan büyük kardeşim

Ernest Daudet zaten Paris’teydi. Bu hocalık hayatından sonra “Jacques”namıyla

şefkat-i maderanesi gösterilmek istenilen bu büyük birader Alphonse Daudet’i yanına

alır. O zaman mücadele ve hayat başlar. Eser buraya kadar hakikati yakından takip

ederken bundan sonra hemen kâmilen efsaneye döner. Ne hoş efsane:‘Küçük Şey’

Paris’te biraderinin sevgilisini sever. Biraderi her şeyde fedakârlık ettiği gibi kalbinin

ukde-i hayatını koparan bu aşkını da feda eder.

Halit Ziya

SF, Nu. 359, s. 326-330

Page 629: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

611

MEŞAHĐR-Đ MUASIRĐN

-Sami Paşazade Sezai Bey

‘Sergüzeşt’ henüz neşroluhmuş. Sergüzeşt müellif-i müstakbelenin namı

hafızamızda o zamanın hafıza-i şebabında ‘hazine-i evrak’ı tezyin eden Çamlıca

tavsifi Đbret mecmuasında görülen Londra Mektupları ve diğer bazı evrak-ı matbuatta

neşredilen perakende bazı eserlerle bir mevki-i mümtaz ihraz etmiş idi. O zamana

göre ‘Çamlıca tavsifi’ edebiyat-ı hazıranın ‘Londra Mektupları’ edebiyat-ı atiyenin

birer numune-i letafet ve nezaheti olarak seviliyor, takdir ediliyor, taklit ediliyordu.

Mütehassis bir hayalin, rakik bir hissin, hassas bir kalemin mahsul-i müştereki olan

bu eserler şimdi de sevilmeye, taklit edilmeye layıktır. Ve işte bu haysiyetledir ki

Sezai Bey edebiyat-ı sahihamızın -adedi üçü dördü geçmeyen– esanze-i kemalinden

maduttur.

‘Londra Metupları’ Đbret sahayifinde intişar ettiği zaman mektepte idim.

Hafta başları teskini kabil olmayan bir dilteşnelikle Bab-ı Ali Caddesine koşar.

Edebiyata müteallik o günlerde ne kadar mecmua, risale kitabı çıkmışsa yüklenirdim.

Sezai Bey’i bir gün böyle bir hafta başı o cadde üzerinde görüp tanımakla müşerref

oldum. Bu muvaffakiyeti, bu saadeti de -mesleğime ait her türlü

muvaffakiyetlerimin, saadetlerimin masdar-ı yegânesi olan Üstat Ekrem sayesinde

istihsal etmiştim. Eserlerini lezzet ve istifade ile okuduğumuz üdeba ve şuaranın

şahıslarını görüp tanımak bir ihtiyaç bir iştiyaktır ki husulü pek samimi bir saadet ve

memnuniyet tazmin ediyor.

Đki gün evvel Ahmet Đhsan Bey: “ Bu hafta Sezai Bey Efendi’nin resimlerini

derc edeceğiz. ” dediği zaman bütün hatıra-i meslek zihnimde uyanır gibi oldu. Sezai

Bey, - başında kırmızıca kalıpsız fesi, arkasında koyu renkli zarif kostümüyle, asabi

parmaklar arasında daima sıkılmaktan ileriye doğru biraz kırlaşmış gibi duran

mütefekkir cephesiyle, mütefekkir nazarlarıyla, mütefekkir ve mütehassis hal ve

şanıyla hal ve şan ve asaletiyle –o zamanki Sezai Bey gözümün önüne geldi. Üstat

beni çalışkan bir mektepli sıfatıyla bu edibe mahcubiyet ve memnuniyetimden

karşısında ne yapacağımı ne söyleyeceğimi bilemediğim bu edip Haluk’a takdim

Page 630: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

612

ediyordu. Sergüzeşt müellifi için o gün hissettiğim hürmeti her zaman hala

hissederim.

Sergüzeşt işte bir eser ki bize edebî hikâyenüvisliğin ilk numunesidir. ‘Küçük

Şeyler’ nüvislerimizin mebdei olduğu gibi Sergüzeşt’te öyle parçalar vardır ki

intişarından beri hele bir aralık küçük ediplerimizin hemen eher eserlerinde kerat ile

iktibas ve tekrar edile edile ezberleme cümleler sırasına geçmiş bir zamanın bütün

yazıları muktebes ve muharref Sergüzeşt kırıntılarından ibaret kalmıştır.

Karilerim içinde Sergüzeşt’i seve seve okumamış bir edebiyat meraklısı tasvir

etmediğim için eserin tafsil-i mahiyet-i edebisinden sarf-ı nazar ediyorum. Küçük

Şeyler’e gelince bunların şeffaf hassas bikarar hatta bazı cihetlerinde halen bir üslup

ile yazılmış bu nefis teşrih-i edebî numunelerinin de kıymet ve ehemmiyetinden

bahsetmek burada fazla bir külfet olur. Sezai Bey bütün hilkat-i rakikasıyla gerek bu

eserlerinde ve gerek daha evvel daha sonra yazdığı bütün asarında mevcuttur. En

küçük bir dikkat bu asarın beşeriyete ait ıstırap ile müessir ve muzdarip bir ruh-ı

asilden çıktığına hükmettirir. Hemen hepsinde hakikat-i içtimaiyenin bir köşesi

tekmil bedahet-i girye fermasıyla manzurdur.

Sezai Beyefendiedebiyatta şahsiyet taraftarıdırlar. ‘Meslek-i edebiye, mekteb-

i edebiye yoktur, olamaz. ’ derler ve bu mütalaalarında şüphe yok haklıdırlar.

Mamafih kendileri kendilerine mahsus âli-i mektebin muallim-i yekta belagati

oldukları da bizce şüphesizdir.

Servet-i Fünun Sezai Beyin tasvirlerine – bütün matbuat arasında ilk defa

olarak – tezyin-i sahife edebildiğinden dolayı kendini bahtiyar addeder.

Tevfik Fikret

SF, Nu 382, s. 274

Page 631: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

613

RESSAM HALĐL BEY EFENDĐ’NĐN BĐR LEVHA-Đ DĐLRUBASI

Ta Girit’e ”Sath-ı Ahir Menazırı” solunda ordugâhın yeşil çadırları uzaktan

uzağa bir küme ihram-ı zümridin gibi seçiliyor.

Đkinci menazırda bir süvari müfrezesi ormanlığın sararıp ağarmakta olan inişli

bir yolundan cepheye doğru sürat-i mühacümane ile ilerliyor.

Cephede birinci sahada ise Girit’teki müfrezeden –elbette amirinin emriyle-

ayrılarak yaşlı ormanın birer kadit halindeki üryan, efsurde renk ağaçları arasında

kurutulmuş, zemini çapça kuru yaprakları, yeşil otlarla mefruş yolun geniş bir nokta-i

müsteviyesine yetişmiş bir süvari neferi -kıvırcık. siyah kalpağı, kırmızı göğüslü

lacivert sütresi, beyaz palaskası, al pantolonu, metin baplı kabaca çizmeleri ile sağ

elinde –sabırsızlığından hemen patlayacak gibi duran falan tası, sol elinde- düşman

saflarını yarıp yırtmaya heveskar bir reftar-ı penvaznüma ile oraya kadar gelmiş iken

birdenbire bir keşide asan cevelan edildikten münfail görünen atının dizginleri,

belinde sahibine saye-i helal rahşanı altından cenneti göstermeye amade seyf-i

derniyamı, yanında üzengisine müsterit, sol koluna merbut olarak daima yükselmek

isteyen ucundaki ateşin ile tir-i şuledarı ihtar eden mızrağı olduğu halde işte

mücehhez atları üzerinde bir ejder peyker zirran-ı celadet etmiş ısdalgaba gibi arz-ı

endam-ı salabet ve mekanet ediyor.

Ne şehsüvar zivakar ki Rüstemi aşıp celadetine şimdi artık hayli temkin bi

kürsi-i ahenin almak için azmâ-yı gurur olan orduyla beraber durduğu yerde muttasıl

ileriye ilerliyor zannolunuyor. O derecede ki hayretle temaşâ-yı muhabbetine dalan

bir insan paymal olmak tevehhümüyle bir aralık ürkerek geri çekilmek istiyor.

Ne mücahit-i gazanfer-i heybet ki ta ilerileri matuf nazar-ı istihfafı önünde

karınca alayı gibi sevatnümâ-yı tahaşşüt olan düşman ordusu şimdi bir fırka-i

mensurenin hücumuyla dehşetli bir inhizam ve perişanı içinde ölürken kendisi tek

başına onların hatt-ı rücatını kesivermek için en hatırnak manaları istihsam ederek

muvaffak olacağından kemal-i emniyetini ima eder bir manâ-yı server çehre-i

ibtisam-ı aludunda inbisat ediyor.

Page 632: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

614

Ne timsal-i celadet ki vazı ve heyetine bakıldıkça Osmanlılığa mahsus tavr-ı

dilrubayı cesamet, nasiye-i garasına nazar olundukça yine o kavm-i necibe has ulu

mehasin-i hilkat tecelli saz oluyor.

Evet, bu Osmanlı kahramanı Anadolu’da yetişmiş, o toprağın feyziyle

perverde olmuş bir dilaver ki kendisi gibi daha nice nice yüz binlerce dilaverin

hepsini birden andırıyor. O derecede ki o sevimli o münevver simâ-yı dilberanesine

initaf eden her bir nigâh-ı dikkat: ‘Bu asker benim pek gördüğüm bir

kahraman!’demekle ana bir esnâ-yı kadim çıkmak istiyor.

Đşte o azimetli levha bunları gösterip anlatıyor.

Fenni menazırın bütün marifeti, resim hattının bütün mahareti, aheng-i

elvanın bütün manası, hâsılı sanatın bütün kudret-i bedaeti ile vücuda gelmiş bu

levha-i garra ulviyet mevzuu kahraman hamasi bir şiir-i bülend-i belagattır ki –

şüphesiz- Asakir-i Mansure-i Osmaniye’nin sahayif-i tarih-i askerimize ebediyyen

şan verecek olan o parlak muzafferiyyat-ı ahiresinin esere feyz-i ilhamı olarak Halil

Bey Efendi’nin Osmanlı musavvirini arasında ihraz-ı mevkii temayüz eden o

sanatkâr-ı pürhünerin ruh-ı bedayi peşine koymuş, ancak fırça ile yazılmış, renk ile

tenvir olunmuş.

Mevzuu mevki teşhir olunduğu yerden birkaç günler geçip gördükçe gönlümü

birçok hissiyat-ı fahr ve meserretle dolduran şu değersiz, şu nakıs tarifat ile beni

kendisine âcizane ve fakat meftuhane takdir eden şimdi kim bilir hangi divanhane-i

kader-i aşinabinin zinetcidar hususiyeti olmak için nazarlardan nihan olan o levha-i

nefiseden, o tasvir-i güzidenin bir zıll-ı latif –arzu olunuyordu ki – Servet-i Fünun’un

kıymettar sahifeleri üzerinde aks-ı pezir-i istikrar olsun.

18 Şubat 1313

Recai Zade

SF, Nu. 365, s. 2-3

Page 633: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

615

SONUÇ

Tarih, okuyana kendi gözünün görme derecesine

göre yol gösteren bir kılavuzdur.

Jean Jacques Rousseau

Osmanlılar en uzun asra büyük umutlarla girmiş ancak bekleneni

gerçekleştirememişlerdir. Durumu düzeltmek adına bir çok yenilik

gerçekleştirilmişse de hiçbiri derde derman olmamıştır. Batılı devletler ise hasta

adamdan koparacakları parçaların büyüklüğünü hesap etmektedirler.

Bütün bu yenilik gayretleri tabii olarak halka yansımakta, batıya benzeme

gayretlerinin tesiri altında yeni bir nesil yetişmektedir. Tanzimatla başlayan bu

değişim, Meşrutiyet devriyle devam edecektir. Böylesinde yorgun bir Avrupaîleşme

yağmurunda ıslanan Servet-i Fünun edebiyatçıları da haliyle Batılı anlamda olgun

eserler vereceklerdir. Çünkü Batılı anlayışla açılan okullarda ve Batılı eserlerin

orijinalleriyle beslenmişlerdir. Bir de Sultan II. Abdülhamit Han devrinin sıkı

istibdatı bu ortama eklenince kendi içinde derinleşen, bireysel konulara yönelen,

toplumsal olaylardan dem vurmayan Servet-i Fünun aydını ortaya çıkmıştır. Dergi bu

aydınlar için dışa açılmanın nadir yollarından biridir.

Sosyal meselelerde söz söylemeyen Servet-i Fünun aydınları, edebiyatın

modern Batılı eserler vermesi meselesinde ciddi bir mesafe almışlardır. Genel olarak

edebî çalışmalırını şöyle özetlemek mümkündür:

Dil ve üslup itibariyle onlar âli bir edebiyat vücuda getirdiklerini bunun için

de dilin herkes tarafından anlaşılmamasının normal olduğunu belirtmişlerdir. Ancak

bu durum derginin yazarlarınca daha sonraki yıllarda bir takım itiraflara konu

olacaktır. Dil oldukça ağır ve süslüdür. Sözlüklerden ve yabancı dillerden anlamı pek

bilinmeyen kelimeler edebiyata dair edilmiştir. Üslup onlar için neredeyse bir amaç

haline gelmişdir. Dilde sadeleşemeye ve tasfiyeye karşıdırlar. Bunun zamana

bırakılması gerektiğini ifade ederler. Tanzimatla başlayan sadeleşme hareketi Servet-

i Fünun döneminde inkıtaya uğramıştır.

Page 634: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

616

Servet-i Fünun aydınları en büyük ve ciddi ilerlemeyi şiir alanında

kaydetmişlerdir. Tanzimatçıların eski şekillerde yeni konuları anlatmaya

çalışmalarına rağmen Servet-i Fünun şairleri Tanzimat aydınlarının ilk örneklerini

verdikleri eserlerin olgun numunelerini ortaya koymuşlardır. Onlar şiir yazmakla

kalmamış şiir üzerinde düşünmüşlerdir. Şiir içerisinde kullanılmamış yeni terkipler

kullanmışlar, musiki ve resmi bu dilin içerisinde tevhit etmişlerdir. Daima aruz

veznini tercih etmişler, hece veznini basit ve parmak hesabı diyerek alay etmişlerdir.

Aruzu da konuya göre değiştirerek aynı eser içinde birkaç kalıbı biden

kullanmışlardır. Şiirin konusun da genişleten Servet-Fünun şairleri her şeyin şiiri

konusu olabileceğini savunmuş ve resim altı şiir geleneğini de başlatmışlardır.

Biyografi ve tanıtım yazıları dergide geniş bir hacim tutmaktadır. Ancak

yazılar biyografi türünün bütün özelliklerini yansıtmamaktadır. Tanıtım yazıları

niteliği taşıyan eserlerde daha ziyade yerli ve yabancı devlet adamları tanıtılmıştır.

Bir edebiyat dergisi olmasına rağmen edebiyatçıların yazılara yeterince konu

olmaması da oldukça ilgi çekicidir.

Roman ve hikâyede Realizm ve Natüralimz’in tesirinde kalan edebiyatçıların

ilk Namık Kemal ve Ahmet Mithat Efendi’den gelen Romantizm izlerini görmek

mümkündü. Batılı eserlerin orijinalinden beslenen Servet-i Fünuncular geleneksel

tahkiye çizgisinden ayrılarak modern eserler ortaya koymuşlardır. Bu türde üstat

Halit Ziya UŞAKLIGĐL’dir. Diğer edebiyatçılar onun izinden yürümüşlerdir.

Tenkit konusunda onlar Recaizade Mahmut Ekrem’in açtığı yolda

yürümüşlerdir. “Tekâmül-i Tenkit” serisinde tenkit üzerinde düşünmüşler, Batı tenkit

tarihini incelemişlerdir. Bu yönüyle edebiyatımızda bir ilki gerçekleştirmişlerdir.

Tenkit bu derece ilerlemesinde dergiye karşı yapılan eleştirilere verilen cevapların

önemli rolü olmuştur.

Servet-i Fünuncular mensureyi devrin modası haline getirmişlerdir. Bunda

manzum eser şerhlerinin ve Servet-i Fünun santimantalizminin önemli payı vardır.

Bu türde, en çok eseri Mehmet Rauf vermiştir. Ancak yazarların birçoğu bu türü

örneklendiren eserler ortaya koymuşlardır.

Page 635: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

617

Servet-i Fünuncular güzel sanatlaral ilgilenmişler ve özellikle tiyatroya büyük

ilgi duymuşlardır. Ancak 356-400 sayılar içerisinde tiyatro türündeki eserlerin geniş

bir yer tuttuğunu söylemek mümkün değildir. Bu durum bize tiyatronun diğer edebî

türler kadar onların gündeminde yer tutmadığını düşündürmüştür.

Dergide yer alan çevirilerin Batılı eserlerin örneklerinin dilimize aktarılması

anlamında önemli bir paya sahip olduğunu vurgulamak gerekir.

Bütün bu çalışmalar düşünüldüğünde Servet-i Fünun dönemi ürünleriyle

edebiyatımızın Batılı modern eserler verme konusuda çok büyük mesafeler aldığını

söylemek mümkündür.

Page 636: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

618

KAYNAKÇA

AĞAOĞLU, Samet; Babamın Arkadaşları, Taha Matbaası, Đstanbul, 1969.

Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Devirler, Đsimler, Eserler, Terimler, C. 7,

Dergâh Yay. Đstanbul-1986.

Ahmet Đhsan, “Đkdam Muharriri Đzzetlü Ali Kemal Bey’e” SP, Nu. 381, s. 134.

Ahmet Hikmet, “Musahabe-i Edebiye 40” SF, Nu. 382, s. 278-282.

Aıme Cesaire, Barbar Batı Sömürgecilik Üzerine Söylev, Derleyen ve Çev. Güneş

AYAS, Salyangoz Yay. Đstanbul, 2007.

AKAR, Ali; Türk Dili Tarihi, Ötüken Yay. Đstanbul, 2005.

AKTAŞ, Şerif; Roman Sanatı ve Roman Đncelemesine Giriş, Akçağ Yay. Ankara,

1998.

AKYÜZ, Kenan; Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, Đnkılâp Kitapevi,

Đstanbul, 1994.

ALTINKAYNAK, Hikmet; Türk Edebiyatında Şairler ve Yazarlar Sözlüğü, Türk

Edebiyatında Kim Kimdir? Doğan Kitap, Đstanbul, 2004.

ARMAĞAN, Mustafa; Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı, Ufuk Kitap, Đstanbul, 2006.

ARSLAN, Tekin; Edebiyatımızda Đsimler ve Terimler, Ötüken Yay. Đstanbul, 1995.

ARTAN, Gündüz; Takma Ad-Soyadı-Rumuz Dizinleri, (Tanzimat’tan Günümüze),

Türk Kütüphaneciler Derneği Đçel Şubesi Yay. Đçel, Şubat-1994.

AYATA, Yunus; Dergi Semasında Bir Yıldız Utarid, Salkım Söğüt Yay. Ankara,

2007.

Page 637: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

619

AYATA, Yunus; Servet-i Fünun Dergisi (256–305. Sayılar) Đnceleme ve Seçilmiş

Metinler, Sivas, 1996 (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi).

Aydınların Edebiyat-ı Cedide Üzerine Görüşleri, Fikir Hareketleri, S. 3, 9 Teşrin-i

Sani 1933.

DÖRDÜNCÜ, Mehmet Bahadır; II. Abdülhamit Dönemi Osmanlı Coğrafyası, Bank

Asya Kültür Hizmetleri, Đstanbul, 2006.

BANARLI, Nihat Sami; Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, MEB Yay. Đstanbul, 2002.

BERKES, Niyazi; Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yay. 5. Baskı, Đstanbul,

Ekim, 2003.

BĐNARK, Naile; ASLANBEK, Saide; Tanzimat’tan Bugüne Türk Yazı Hayatında

Takma Adlar Đndeksi, Türk Kütüphaneciler Derneği Yay. Ankara, 1971.

Büyük Türk Klasikleri, Ötüken-Söğüt Yay. 1989–1990.

BOZDAĞ, Đsmet; Sultan Abdülhamit’in Hatıra Defteri, Pınar Yay. Đstanbul, Şubat-

2005.

ÇAKIR, Hamza; Osmanlıda Basın Đktidar Đlişkileri, Azınlık Basını, Türkçe Basın,

Dış Basın, Siyasal Kitapevi, Ankara, 2002.

ÇETĐN, Nurullah; Roman Çözümleme Yöntemi, Ankara, 2004.

ÇETĐŞLĐ, Đsmail; Halit Ziya Uşaklıgil, Bizim Klasiklerimiz, Şule Yay. Đstanbul,

Kasım-2000.

ÇETĐŞLĐ, Đsmail; Metin Tahlillerine Giriş 1, Şiir, Akçağ Yay. Ankara, 2004, s. 64.

ÇEVĐK, Adem; Jöntürklerden Cumhuriyete II. Abdülhamid’de Yanılanlar, Ufuk

Kitap, Đstanbul-2006.

ÇIKLA, Selçuk; Roman ve Gerçek Bağlamında Kültür Değişmeleri ve Servet-i

Fünun Romanı, Akçağ Yay. Ankara-2004.

Page 638: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

620

ENGĐNÜN, Đnci; Abdülhak Hamit Tarhan, Kültür Bakanlığı Yay. Ankara, 1986.

ENGĐNÜN, Đnci; Cenap Şehabettin, Kültür Bakanlığı Yay. Ankara, 1989.

ENGĐNÜN, Đnci; Şair Evlenmesi, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Dergâh Yay.

Đstanbul - Ekim 1991.

ENGĐNÜN, Đnci; Tanzimat Sonrası Çeviriler, Mukayeseli Edebiyat, Dergâh Yay.

Đstanbul, Ekim 1992.

EKĐZ, Osman Nuri; ERGÜL, Müslim; Servet-i Fünun’dan Cumhuriyete Kadar Yeni

Türk Edebiyatı Antolojisi, Toker Yay. Đstanbul, 1998.

ERCĐLASUN, Bilge; Servet-i Fünun’da Edebî Tenkit, MEB Yay. Đstanbul, 1994.

ERDEM, Ömer; KANAR, Yüksel; Tevfik Fikret Eserlerinden Seçmeler, Morpa

Kültür Yay. Đstanbul, 1992.

GÜRBÜZ, Emine; Servet-i Fünun Edebiyatı, Düşle Edebiyat, 22. Sayı, Temmuz-

2003.

HAYDAROĞLU, Đlknur; Osmanlı Đmparatorluğunda Yabancı Okullar, Ocak Yay.

Ankara, 1990.

Hüseyin Cahit, “Romanlara Dair, Edebiyat ve Ahlak”, SF, Nu. 358, s. 309-310.

Hüseyin Cahit, “Şive ve Zevk”, SF, Nu. 370, s. 87-90.

Hüseyin Cahit, “Hikmet-i Bedayie Dair 3”, SF, Nu. 372, s. 117-120.

Hüseyin Cahit, “Hikmet-i Bedayie Dair 12, Deha”, SF Nu. 378, s. 214-217.

Hüseyin Cahit, “Hikmet-i Bedayie Dair 14, Sanat ve Şiirin Đstikbali”, SF, Nu. 394, s.

52-55.

Hüseyin Cahit, “Hikmet-i Bedayie Dair 15, Sanat ve Şiirin Đstikbali 2”, SF, Nu. 395,

s. 75-78.

Page 639: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

621

Hüseyin Cahit, “Hikmet-i Bedayie Dair 16, Sanat ve Şiirin Đstikbali 3”, SF, Nu. 396,

s. 91-93.

H. Nazım, “Musahabe-i Edebiye 38”, SF, Nu. 370, s. 86-87.

ĐHSANOĞLU, Ekmeleddin; Feridun EMECEN; Kemal BEYDĐLLĐ; Mehmet

ĐPŞĐRLĐ, Mehmet Akif AYDIN, Đlber ORTAYLI; Abdülkadir ÖZCAN;

Bahaeddin YENĐYILDIZ; Mübahat KÜTÜKOĞLU, Osmanlı Devleti

Tarihi, Feza Yay. Đstanbul, 1999.

Đbrahim Cehdi, “Đki Söz Daha”, SF, Nu. 367, s. 38-41.

ĐNAL, Đbnülemin Mahmut Kemal; Son Asır Türk Şairleri, Dergâh Yay. Đstanbul,

1988.

ĐNUĞUR, M. Nuri; Basın ve Yayın Tarihi, Der Yay. Đstanbul, 2002.

Justin, McCarthy; Osmanlı’ya Veda Đmparatorluk Çökerken Osmanlı Halkları, Çev.

Mehmet TUNCEL, Etkileşim Yay. Đstanbul, 2008.

KABAKLI, Ahmet; Türk Edebiyatı, C. III, Türk Edebiyatı Vakfı Yay. Đstanbul,

2004.

Kadri, “Norveç Kadınları ve Mekteb-i Muhtelite”, SF, Nu. 398, s. 123.

KAPLAN, Mehmet; Şiir Tahlilleri I, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e, Dergâh Yay.

Đstanbul, Mart-1994.

KAPLAN, Mehmet; Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 1, Dergâh Yay. Đstanbul,

Kasım-1997.

KAPLAN, Mehmet; Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 2, Dergâh Yay. Đstanbul,

Kasım-1997.

KAPLAN, Mehmet; Đnci ENGĐNÜN; Birol EMĐL; Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi-

I(1839–1865), Marmara Üniversitesi Yay. Đstanbul, 1988.

Page 640: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

622

KARAL, Enver Ziya; Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1976.

KAVCAR, Cahit; Batılılaşma Açısından Servet-i Fünun Romanı, Kültür ve Turizm

Bakanlığı Yay. Ankara, 1985.

KODAMAN, Bayram; Abdülhamit Devri ve Eğitim Sistemi, Ötüken Yay. Đstanbul,

1980.

Komisyon, Dünya Tarihi, Kaynak Kitaplar Basın Yayın Dağıtım, Đstanbul, 1974.

KONUKÇU, Mehmet; Servet-i Fünun Dergisi, 306–355. Sayılar Đnceleme ve

Edebiyatla Đlgili Metinler, Sivas, 1996 (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi).

KORKMAZ, Ramazan, Hülya ARGUNŞAH; Ali Đhsan KOLCU; Ayşenur

KÜLAHLIOĞLU; Cafer GARĐPER; Osman GÜNDÜZ; Tarık ÖZCAN;

Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı 1839-2000, Grafiker Yay. Ankara, 2006.

KURDAKUL, Şükran; Çağdaş Türk Edebiyatı I, Meşrutiyet Dönemi I, Edebiyat-ı

Cedide Üzerine Görüşleri, Bilgi Yay. Ankara, Ocak-1994.

Mehmet Akif Bey, 93 Moskof Harbi ve Başımıza Gelenler, Kılıç Kitapevi, Đstanbul,

1974.

MERĐÇ, Cemil; Bir Dünyanın Eşiğinde, Đletişim Yay. Đstanbul, 2005.

MERĐÇ, Cemil; Bu Ülke, Đletişim Yay. Đstanbul, 2005.

MUTLUÇAĞ, Hayri; Düyun-ı Umumiye ve Reji Sorunu, Belgelerle Türk Tarihi,

Đstanbul, 1967.

ORAL, Fuat Süreyya; Türk Basın Tarihi, Osmanlı Đmparatorluğu Dönemi, 1728–

1922, 1831–1922, Yeniadım Matbaası, Ankara, 1967.

ÖZBALCI, Mustafa; Alaattin KARACA; Servet-i Fünun Edebiyatı, Akçağ Yay.

Ankara, 2006.

Page 641: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

623

ÖZGÜL, Metin Kayahan; Ali Ekrem Bolayır’ın Anıları, Kültür ve Turizm Bakanlığı

Yay. Ankara 1991.

PARLATIR, Đsmail; Tevfik Fikret Dil ve Edebiyat Yazıları, TDK Yay. Ankara, 1993.

PARLATIR, Đsmail; Đnci ENGĐNÜN; Bilge ERCĐLASUN; Mustafa Mehmet

SEMĐH; Türk Edebiyatında Mahlaslar, Takma Adlar, Tapşırmalar ve

Lakaplar, Anahtar Kitaplar, Đstanbul-1993.

SAĞLAM, Nuri; Cenap Şehabeddin, Hayatı, Sanatı, Eserleri, Eserlerinden

Seçmeler, Hikmet Neşriyat, Đstanbul, 2002.

Süleyman Nesip, “Đki Söz Daha”, SF, Nu. 374, s. 146-157.

ŞAKĐR, Ziya; Abdülhamit’in Son Günleri, Çatı Kitapları, Đstanbul, 1943.

ŞAPOLYO, Enver Behnan; Türk Gazeteciliği Tarihi Her Yönüyle Basın, Güven

Matbaası, Ankara, 1969.

ŞENTÜRK, Nazır; Babıâli ve Sadrazamları, Doğan Kitap, Đstanbul, 2007.

Şerif Mardin; Türk Modernleşmesi, Đletişim Yay. Đstanbul, 1992.

TANPINAR, Ahmet Hamdi; Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yay. Đstanbul,

1992.

TANPINAR, Ahmet Hamdi; 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitapevi,

Đstanbul, 1997.

TEPEDELENLĐOĞLU, Nizamettin Nazif; Sultan II. Abdülhamit ve Osmanlı

Đmparatorluğunda Komitacılar, Divan Yay. Đstanbul, 1978.

Tevfik Fikret, “Musahabe-i Edebiye, Bir Arkadaşımla”, SF, Nu. 384, s. 308-310.

Tevfik Fikret, “Musahabe-i Edebiye 46, Harabattan Bir Sahife”, SF, Nu. 395, s. 67-

71.

Page 642: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

624

Tevfik Fikret, Musahabe-i Edebiye, Bir Arkadaşımla, SF, Nu. 384, s. 308.

The Economist, 27 October 2001.

TOKGÖZ, Ahmet Đhsan; Matbuat Hatıralarım, Ahmet Đhsan Matbaası Limitet

Şirketi, Đstanbul, 1930.

TUNAYA, Tarık Zafer; Türkiye’de Siyasal Partiler, Đletişim Yay. Đstanbul, 1988.

TUNCAY, Murat; Musahipzade Celal Tiyatrosunda Osmanlı Tavrı, Boğaziçi

Üniversitesi Yay. Đstanbul, 2004.

TUNCER, Hüseyin; Arayışlar Devri Türk Edebiyatı 2, Servet-i Fünun Edebiyatı,

Akademi Kitapevi, Đzmir, 1995.

TURAN, Osman; Tünk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, Nakışlar Yayınevi, Đstanbul, 1979

UŞAKLIGĐL, Halit Ziya; Kırk Yıl, Đnkılâp Yay. Đstanbul, 1969.

UYSAL, Zeynep; Olağanüstü Masaldan Çağdaş Anlatıya: Muhayyelât-ı Aziz Efendi,

Boğaziçi Üniversitesi Yay. Đstanbul, 2006.

UZUNÇARŞILI, Đsmail Hakkı, II. Abdülhamit’in Halli ve Ölümüne Dair Bazı

Vesikalar, Belleten X–40(1946).

ÜLKEN, Hilmi Ziya; Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yay. Đstanbul,

1994.

ÜNAYDIN, Ruşen Eşref; Diyorlar ki, Hazırlayan: Şemsettin Kutlu, MEB Yay.

Đstanbul, 1972.

YAZAR, Mehmet Behçet; Edebiyatçılar Âlemi- Edebiyatımızın Unutulan Simaları,

21. Yüzyıl Yay. Ankara, Kasım-1999.

YAZICI, Nevin; Osmanlılık Fikri ve Genç Osmanlılar Cemiyeti, Kültür Bakanlığı

Yay. Ankara, 2002.

Page 643: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı

625

YILMAZ, Hakan; Afrika Çöllerinin Medenileri, Yağmur Dergisi, S. 24, Temmuz

2004, Đstanbul.

YILMAZ, Hakan; Avrupa Haritasında Türkiye, Boğaziçi Üniversitesi Yay. Đstanbul-

2005.

FOTOKOPĐLER

Page 644: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı
Page 645: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı
Page 646: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı
Page 647: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı
Page 648: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı
Page 649: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı
Page 650: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı
Page 651: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı
Page 652: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı
Page 653: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı
Page 654: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı
Page 655: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı
Page 656: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı
Page 657: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı
Page 658: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı
Page 659: SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı