servet-Đ fÜnun dergĐsĐdocs.neu.edu.tr/library/nadir_eserler_el_yazmalari... · mustafa...
TRANSCRIPT
SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐ
(356-400 Sayılar)
(Đnceleme ve Seçilmiş Metinler)
Mustafa KIŞAN
Cumhuriyet Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Lisansüstü Eğitim, Öğretim ve Sınav Yönetmeliğinin Türk Dili ve Edebiyatı
Anabilim Dalı Yeni Türk Edebiyatı Bilim Dalı Đçin Öngördüğü
YÜKSEK LĐSANS TEZĐ
Olarak hazırlanmıştır.
TEZ DANIŞMANI
Yrd. Doç. Dr. Yunus AYATA
SĐVAS
Haziran 2008
I
SERVET-Đ FÜNUN DERGĐSĐ
(356-400 Sayılar)
(Đnceleme ve Seçilmiş Metinler)
Mustafa KIŞAN
Cumhuriyet Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Lisansüstü Eğitim, Öğretim ve Sınav Yönetmeliğinin Türk Dili ve Edebiyatı
Anabilim Dalı Yeni Türk Edebiyatı Bilim Dalı Đçin Öngördüğü
YÜKSEK LĐSANS TEZĐ
Olarak hazırlanmıştır.
TEZ DANIŞMANI
Yrd. Doç. Dr. Yunus AYATA
SĐVAS
Haziran 2008
Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü’ne
Mustafa KIŞAN’ın hazırlamış olduğu bu çalışma jürimiz tarafından Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı, Yeni Türk Edebiyatı Bilim Dalı’nda YÜKSEK LĐSANS TEZĐ olarak kabul edilmiştir.
Yrd. Doç. Dr. Yunus AYATA (Danışman) Yrd. Doç. Dr. Süheyla YÜKSEL Yrd. Doç. Dr. Doğan KAYA Onay
Yukarıdaki imzaların, adı geçen öğretim üyelerine ait oyduğunu onaylarım.
23.06.2008
Prof. Dr. Zafer CĐRHĐNLĐOĞLU
Enstitü Müdürü
II
I
ÖZET
Milletlerin geleceklerine dair olası planlar yapması ve bunları
gerçekleştirmesi ciddi anlamda geçmişle olan bağlarına ve onlardan aldığı derslere
bağlıdır. Bunun için zamanın her geçen saniye bir darbe daha vurarak tarihin tozlu
raflarına ittiği eserler üzerine çalışmak, geçmişle gelecek arasına atılan yeni bir
ilmiktir.
Modern Türk edebiyatının gelişmesinde ve olgun örneklerinin verilmesinde
Servet-i Fünun edebiyatı, ayrı bir yere ve öneme sahiptir. Hikâye ve romanın olgun
örneklerini Halit Ziya yine bu dönemde verir.
Edebiyat tarihimizin büyük önem arz eden bu edebî birikimini bilimsel
araştırmalarla incelemek, tanıtmak ve onun karanlıkta kalan taraflarını tarafsız bir
yaklaşımla değerlendirmek genç neslin estetik eğitimi bakımından önem
taşımaktadır.
Elli yılı aşkın bir süre ayakta kalabilen derginin sahibi Ahmet Đhsan
TOKGÖZ’dür. 1891 yılında popüler bir fen dergisi olarak yayın hayatına başlayan
Servet-i Fünun dergisi 1896 yılında Tevfik Fikret’in derginin müdürlüğüne
geçmesiyle edebî bir nitelik kazanır. Dergi bu tarihten sonra Edebiyat-ı Cedide
topluluğunun yayın organı haline gelmiştir. Bu edebî faaliyet 1896-1901 yılları
arasında yoğun olarak hissedilir. Ayrıca dergi, 1910-1912 yılları arasında Fecr-i Ati
topluluğuna da kucak açmıştır. Bunun dışında kalan zamanlarda habercilik unsuruyla
gazete misyonu da üstlenmiştir.
Çalışmamız 10 Ocak 1898 ile 10 Kasım 1898 tarihleri arasında
yayımlanan 356-400. sayıları kapsamaktadır. Fihrist özelliği taşıyan çalışmanın
başında devrin siyasî ve sosyal yapısının incelendiği bir giriş yazısı mevcuttur.
Çalışma dergi sayıların incelenmesi, sınıflandırılması ve çevirisiyle araştırmacıların
istifadesine sunulmuştur.
II
ABSTRACT
For nations, making possible plans about their future and realising them
depends on the links with the past and learning lessons from them. For this reason, to
study on these works pushed in depths by striking more in every second by the time
is a loop that is made between the past and the future.
Servet-i Fünun has got special importance and a special place in forming of
Turkish Literature and giving mature examples of it. Matured examples of novels
and stories were also given by Halid Ziya at that time.
Exhibiting and introducing these precious literary values of our literature
history with scientific investigations and examining the characteristics of this
traditions in the darkness with a constructive and objective approach have a great
importance of teaching aesthetic to our youth.
The owner of the magazine, which was published more than fifty years, was
Ahmet Đhsan (TOKGÖZ). In 1891, it started its life as a science magazine and in
1896, when Tevfik Fikret became the director of it; the periodical gained a literary
characteristic. After this date, the magazine became the publication of the society of
Edebiyat-ı Cedide. These literary works were made more between 1896 and 1901.
Besides, it opened its arm to the society of Fecr-i Ati between the years of 1910-
1912. Except these periods, it took charge of mission of “journalism” as a
newspaper.
This study includes between the 356 and 400 issues published in January
1898 and November 1898. This is also a kind of index study. There was an abstract
about political and social structure of that age at the beginning of this index.. It is
presented with the examining of contents, classification and translation of the
relevant issues of magazine, on behalf of investigators.
III
ĐÇĐNDEKĐLER
ÖZET.............................................................................................................................I
ABSTRACT ................................................................................................................ II
ĐÇĐNDEKĐLER........................................................................................................... III
KISALTMALAR ....................................................................................................VIII
ÖN SÖZ......................................................................................................................IX
SERVET-Đ FÜNUN’UN KĐMLĐK BĐLGĐLERĐ ...................................................... XII
GĐRĐŞ............................................................................................................................1
1. DEVRĐN SOSYAL VE SĐYASĐ ŞARTLARI ......................................................1
2. SERVET-Đ FÜNUN’A KADAR BASIN HAYATIMIZ ....................................27 2.1. Osmanlı Ülkesinde Yabancı Dilde Yayımlanan Basın .........................28 2.2. Türkçe Basın .........................................................................................31
BĐRĐNCĐ BÖLÜM......................................................................................................39
I. ĐNCELEME.........................................................................................................39
1. KÜLTÜR HAYATIMIZ AÇISINDAN SERVET-Đ FÜNUN ............................42 1.1. Derginin Şekil Özellikleri .....................................................................43 1.2. Yazar Kadrosu.......................................................................................49 1.3. Fikrî Faaliyeti ........................................................................................74 1.4. Edebî Faaliyeti ......................................................................................80
1.4.1. Biyografiler ve Tanıtım Yazıları.............................................88 1.4.2. Dil ve Üslup ............................................................................90 1.4.3. Şiir...........................................................................................96 1.4.4. Hikâye ve Roman..................................................................105 1.4.5. Tenkit ve Tahlil .....................................................................111 1.4.6. Tiyatro...................................................................................120 1.4.7. Mensure.................................................................................125 1.4.8. Diğerleri ................................................................................128
2. TAHLĐLÎ FĐHRĐST ...........................................................................................132 2.1. Yazılar .................................................................................................132
2.1.1. Yazar Adına Göre .................................................................132 2.1.2. Konu ve Türlerine Göre ........................................................171
2.1.2.1. Askeriye, Ordu ve Savaş ......................................171 2.1.2.2. Avcılık ..................................................................171
IV
2.1.2.3. Dahilî ve Haricî Haberler .....................................171 2.1.2.4. Edebi ve Edebiyatla Đlgili Eserler.........................174
2.1.2.4.1.Anı .........................................................174 2.1.2.4.2.Biyografi................................................175 2.1.2.4.3.Çeviri Roman ........................................176 2.1.2.4.4.Çeviri Şiir ..............................................177 2.1.2.4.5.Dil ..........................................................178 2.1.2.4.6.Edebî Şahsiyetler ...................................178 2.1.2.4.7.Edebî Tartışma ......................................180 2.1.2.4.8.Edebiyat .................................................182 2.1.2.4.9.Eğitim ....................................................183 2.1.2.4.10.Gezi .....................................................183 2.1.2.4.11.Hikâye .................................................190 2.1.2.4.12.Mektup.................................................192 2.1.2.4.13.Mensure ...............................................192 2.1.2.4.14.Mülakat................................................194 2.1.2.4.15.Roman .................................................194 2.1.2.4.16.Şiir .......................................................195 2.1.2.4.17.Tenkit...................................................210 2.1.2.4.18.Tiyatro .................................................211 2.1.2.4.19.Vecize ..................................................212 2.1.2.4.20.Yabancı Edebiyatlar ............................212
2.1.2.5. Havacılık ..............................................................212 2.1.2.6. Hukuk ...................................................................212 2.1.2.7. Đktisat ....................................................................213 2.1.2.8. Đstanbul Postası.....................................................213 2.1.2.9. Kadın ....................................................................213 2.1.2.10. Kitap Tanıtımı ......................................................213 2.1.2.11. Moda.....................................................................214 2.1.2.12. Musahabe-i Fenniye .............................................214 2.1.2.13. Resim....................................................................217 2.1.2.14. Resmî Haberler.....................................................217 2.1.2.15. Sanat .....................................................................218 2.1.2.16. Sağlık....................................................................219 2.1.2.17. Sergi......................................................................219 2.1.2.18. Servet-i Fünun Đle Đlgili Yazılar ...........................220 2.1.2.19. Sosyoloji ...............................................................220 2.1.2.20. Şehir Haberleri .....................................................220 2.1.2.21. Tebrik ...................................................................221 2.1.2.22. Törenler ................................................................222 2.1.2.23. Vefat Haberleri .....................................................222
2.2. Đlan ve Reklâmlar ................................................................................222 2.2.1. Đşyeri ve Ticarethane Đlan ve Reklâmları ..............................222 2.2.2. Đş Đlanları ...............................................................................223 2.2.3. Kitap Mecmua Đlan Ve Reklâmları .......................................223 2.2.4. Sağlık ve Tıp Đle Đlgili Đlan ve Reklâmlar .............................227 2.2.5. Servet-i Fünun Đle Đlgili Đlan ve Reklâmlar ...........................228
V
2.2.6. Diğerleri Đlan ve Reklâmlar...................................................231 2.3. Fotoğraflar, Resimler ve Karikatürler .................................................231
2.3.1. Fotoğraflar.............................................................................231 2.3.1.1. Bina ve Yapı Fotoğrafları.....................................231 2.3.1.2. Gemi, Araç ve Askeri Teçhizata Dair Fotoğraflar234 2.3.1.3. Moda ve Kıyafet Fotoğrafları...............................236 2.3.1.4. Savaş, Askeriye Ordu Ve Donanmalara Ait Fotoğraflar.............................................................................237 2.3.1.5. Şehir, Seyahat ve Manzara Fotoğrafları ...............238 2.3.1.6. Yerli ve Yabancı Askerler, Devlet Adamları ve Sanatçılara Ait Fotoğraflar....................................................241 2.3.1.7. Diğer Fotoğraflar ..................................................249
2.3.2. Resimler ................................................................................251 2.3.2.1. Askerî ve Mülkî Erkânla Đlgili Resimler ..............251 2.3.2.2. Avcılık ve Sporla Đlgili Resimler..........................252 2.3.2.3. Bina ve Yapı Resimleri ........................................252 2.3.2.4. Ordu ve Askerle Đlgili Resimler ...........................253 2.3.2.5. Tablolar ................................................................253 2.3.2.6. Harita ....................................................................256 2.3.2.7. Diğer Resimler .....................................................256
2.3.3. Karikatürler ...........................................................................257
ĐKĐNCĐ BÖLÜM ......................................................................................................258
II. METĐNLER.......................................................................................................258
1. TENKĐT ĐLE ĐLGĐLĐ YAZILAR......................................................................259 TEKÂMÜL-Đ TENKĐT -Mukaddime ...............................................................260 TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 1 ..................................................................................265 TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 2 -On Yedinci Asır Descartes, Boalo, Kartezyanizm, Klasizm 269 TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 3 -Onbeşinci Asır Dekart, Boalo, Kartezyenizm, Klasizm 272 TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 4 -On Sekizinci Asır Eskilerle Yeniler-Rousseau’nun Felsefesi.............................................................................................................277 TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 5 -On Dokuzuncu Asır Birinci Devre Sainte Bouvveau 282 TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 6 -On Dokuzuncu Asır Đkinci Devir ...........................289 TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 7 -XIX. Asır Đkinci Devre...........................................295 TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 8 -On Dokuzuncu Asır Đkinci Devir ...........................301 TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 9 -On Dokuzuncu Asır Đkinci Devir ...........................305 TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 10 ................................................................................308
2. DĐL VE EĞĐTĐM ĐLE ĐLGĐLĐ YAZILAR ........................................................314 NORVEÇ KADINLARI VE MEKTEB-Đ MUHTELĐTE.................................315 ĐNGĐLĐZ TERBĐYESĐ.......................................................................................319 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 1 -Şive, Zevk.....................................................324 LONDRA’DAN MEKTUP -Đngiltere’de Türkçe Tedrisatı ..............................328
VI
3. EDEBĐYATLA ĐLGĐLĐ YAZILAR ..................................................................334 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 1 -Şive, Zevk.....................................................335 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 2 -Hikmet-Đ Bedayi, Hüsn ................................339 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 3 -Mahsulât-I Fikriye-i Beşeriye, Mahsulât-ı Tabiiye 346 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 4 -Asar-ı Sanat Nasıl Vücuda Gelir? Eserin Tarihi 353 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 5 -Edebiyat-ı Cedide, Menşei ve Esasları.........363 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 6 -On Dokuzuncu Asrın Temayülat-ı Ruhiyesi 371 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 7 ........................................................................380 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 8 -Sanat .............................................................386 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 9 -Đdeal = Gaye-i Hayali ...................................396 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 9 -Gaye-i Hayali = Đdeal ..................................401 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 10 -Gaye-i Hayali 2 ..........................................407 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 10 -Gaye-i Hayali 3 ..........................................414 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 11 -Şiir ..............................................................423 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 12 -Deha ...........................................................429 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 13 -Deha ...........................................................433 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 14 -Sanat ve Şiirin Đstikbali 1 ...........................442 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 15 -Sanat ve Şiirin Đstikbali 2 ...........................452 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 16 -Sanat ve Şiirin Đstikbali 3 ...........................461 ROMANLARA DAĐR ......................................................................................467 MAKALE-Đ MAHSUSA ..................................................................................471 MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 36...........................................................................475 MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 38...........................................................................479 MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 39 -Şiir Hakkında ..................................................483 MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 40...........................................................................489 MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 42...........................................................................497 MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 43 -Tefrit ve Đfrat ..................................................502 MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 45 -Eslafta Dekanlık ve Şeyh Galip......................508 MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 46 -Harabattan Bir Sahife .....................................517 MUSAHABE-Đ FENNĐYE................................................................................527 HĐKMET-Đ ĐÇTĐMAĐYEYE DAĐR -Muhtacine Muavenet-i Mecburiye .........532
4. SERVET-Đ FÜNUN ĐLE ĐLGĐLĐ YAZILAR....................................................538 BADE’T-TERTĐP -Đkdam Muhabiri Đzzetlü Ali Kemal Bey’e.........................539 MAKALE-Đ MAHSUSA ..................................................................................542 BĐR BEDĐA-Đ SANAT......................................................................................566 MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 41 -Şiir Hakkında ..................................................573 BĐR CEVAP -Ali Kemal Bey’e ........................................................................577 HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 5 -Edebiyat-ı Cedide, Menşei ve Esasları.........581 AHMET NAĐM BEY EFENDĐ’YE ..................................................................589 MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 37 -Đki Söz Daha ...................................................590
5. TANITIM YAZILARI ......................................................................................596 RESĐMLERĐMĐZ Arzû-yı Melhuz -Ressam Halil Bey Efendi- .......................597 BESĐM ÖMER BEY .........................................................................................601
VII
MAKALE-Đ MAHSUSA -Alphonse Daudet ...................................................604 MEŞAHĐR-Đ MUASIRĐN -Sami Paşazade Sezai Bey ......................................611 RESSAM HALĐL BEY EFENDĐ’NĐN BĐR LEVHA-Đ DĐLRUBASI..............613
SONUÇ ....................................................................................................................615
KAYNAKÇA ...........................................................................................................618
FOTOKOPĐLER.......................................................................................................625
VIII
KISALTMALAR
age Adı geçen eser
agm Adı geçen makale
bk. Bakınız
C Cilt
çev. Çevirmen
Doç. Doçent
Dr. Doktor
MEB Milli Eğitim Bakanlığı
Nu. Numara
Prof. Profesör
s. sayfa
S. Sayı
SF Servet-i Fünun
SP Suplement Politique
TDK Türk Dil Kurumu
Yay. Yayınları/Yayınevi
IX
ÖN SÖZ
Đnsan düşüncesinin geçtiği yolları izlemek için papirüslerin esrarını çözmeye
lüzum yok. Üç bin yıl önceki düşünceler yanı başımızda. Adeta onlarla çevriliyiz. 1
Her yazılı belge tarihe geçmiş bir vesikadır. Bu belgelerle nesiller arasında bağlantı
sağlanır. Bu belgeler ki maziyi bize ulaştırmakla atîyi bina ederler. Geçmişten
alınması gereken derslerin çok daha önemli bir hâl aldığı günümüzde etrafımız
tarihin numuneleri ve eserleriyle kuşatılmış. Ama bu eserler, yeterince incelenmemiş
ve incelenmiyor. Derya içre olup deryayı bilmemek bu olsa gerektir.
Edebiyat sosyal hayatın bir yansımasıdır. Dergiler ise devrinin tam anlamıyla
birer aynasıdır. “Genç düşünce, dergilerde kanat çırpar.”2 Đşiten kulaklar için
dergilerde eskinin kalp atışları duyulur. Hele bu dönem Devlet-i Âl-i Osman’ın kalp
atışlarının zayıfladığı bir dönem olunca dergi hastalığa bizzat tanık olmaktadır.
“Abdülhamit çağı, dışından durgun gözüken karanlık bir su birikintisine
benzediği hâlde, dibinde gelecek bir fışkırışın akıntıları gizli gizli birikiyordu.
Avrupa uygarlığının maddi sanılan etkileriyle gelenekçiliğin aldatıcı şalları altında
siyasal sorunları üzerinde değilse de, önce kültürel sorunlar üzerindeki görüşlerde
ağır ağır değişmeler oluyordu. Siyasal olmayan görünüşler edebiyat adı altında
sessizce gerçekleşiyordu.”3 Bütün bunların yaşandığı dönemde yayın hayatına devam
eden Servet-i Fünun tarihe tanıklık etmektedir. Biz de bu çalışmamızı böyle bir
fayda amacıyla, dergi üzerine gerçekleştirdik.
Çalışmamız Servet-i Fünun’un 356-400. sayılarını kapsamaktadır ve iki ana
bölümden oluşmaktadır. Ayrıca devri hazırlayan sosyal, siyasi olayları ve bunun
devamında da o dönemin basın hayatını konu alan bir giriş yazısına da çalışmamızda
yer verdik.
Birinci bölümde, derginin kültür hayatımızdaki yeri, şekil özellikleri, yazar
kadrosu incelendikten sonra tahlilî bir fihrist yapılmıştır. Derginin sütunlarını
1 Cemil MERĐÇ, Bir Dünyanın Eşiğinde, Đletişim Yay. Đstanbul, 2005 s. 22. 2 Cemil MERĐÇ, Bu Ülke, Đletişim Yay. Đstanbul, 2004 s. 100. 3 bk. Niyazi BERKES, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yay. Đstanbul, Ekim-2003.
X
dolduran yazılar önce yazar adına göre, daha sonra da konu ve türlerine göre tasnif
edilmiştir. Ardından ilan ve reklâmlar konularına göre tasnif edilmiş ve birinci
bölümün sonunda fotoğraflar, resimler ve karikatürler yer almıştır.
Çalışmamızın ikinci bölümünü metinler oluşturmaktadır. Metinleri seçerken
edebiyat ve sanatla ilgili olan metinleri tercih ettik. Ayrıca belirlenen metinlerin daha
önce çevrilmemiş olmalarına da dikkat ettik. Kitap, gazete adlarını italik yazı
karakteriyle gösterdik. Ayrıca çevrilen metinleri tahlilî fihristte yıldız [*] işaretiyle
gösterdik. Çalışmamız içerisinde kullanılan kısaltmalar, kısaltmalar cetvelinde
gösterilmiştir.
Derginin şekil özelliklerini daha somut bir hale getirebilmek için
çalışmamızın sonunda, dergide yer alan fotoğraf ve resimlerin bir bölümünü ve
derginin tam bir sayısını fotokopiler başlığı altında verdik.
Dergide yer alan Arapça, Farsça ve Fransızca ibareleri aslına uygun olarak
yazdık. Ancak Fransızca isimlerin Arap harfleriyle ve okunduğu gibi yazılması
sebebiyle bu isimleri okumada sıkıntı çektik. Bulabildiğimiz isimlerin orijinallerine
bağlı kaldık. Diğer isimleri ise okunuşlarına uygun olarak yazdık. Metin veya
bölümlere tarafımızdan eklenen yazıları ise köşeli parantez [ ] içinde verdik.
Bütün hassasiyetimize rağmen çalışmamızda yanlışlık ve eksikliklerin olacağı
kaçınılmazdır. Bu anlamda yapıcı her eleştirinin ortaya çıkan bu eseri
olgunlaştıracağına inanıyoruz.
Araştırmacılar için derginin 306–355. sayılar arasında yapılan Mehmet
KONUKÇU’nun çalışmasına ve 401–446. sayılar arasında yapılan Oktay UZEL’in
çalışmasına bakmak faydalı olacaktır.
Bu çalışmamda her tür yardımını ve desteğini gördüğüm, çalışmamın her
aşamasında yanımda olan, eksiklerimi ve hatalarımı sabır ve hoşgörüyle düzelten
muhterem hocam Yrd. Doç. Dr. Yunus AYATA’ya minnettarım. Kendilerine
teşekkürü bir borç biliyorum. Ayrıca çalışmamda çeşitli yardımını gördüğüm ve
XI
manevi desteğini hep yanımda hissettiğim Gaye KIŞAN’a ve mesai arkadaşlarıma en
kalbî duygularla teşekkür ederim.
Mustafa KIŞAN
Haziran – 2008
XII
SERVET-Đ FÜNUN’UN KĐMLĐK BĐLGĐLERĐ
“Perşembe günleri çıkar. Menafi-i mülk ve devlete hadim musavver Osmanlı
gazetesi”
Sermuharriri ve müdürü : Ahmet Đhsan [TOKGÖZ]
Fiyatı : “Dersaadet nüshası 100 paradır. ”
Yayınlanış süresi : Haftalık (Perşembe günleri)
Abone şartları :
Dersaadet nüshası :
“ Dersaadet seneliği 130, altı aylığı 75, üç aylığı 45 kuruştur. Posta ile gönderilirse
vilayat bedeli ahz olunur. ”
Vilayat nüshası :
“Vilayatta seneliği 150, altı aylığı 80 kuruş olup üç aylığı yoktur. Kırılmadan
mukavva boru ile almak için yirmi kuruş fazla alınır.
Basıldığı şehir : Đstanbul
Basıldığı yer : Matbaa-i Ahmet Đhsan
Yazı Đşleri Müdürü : Tevfik Fikret
XIII
Tablo 1. Kimlik Bilgileri Tablosu (356–400. Sayılar)
Sayfa Numarası Nu. Tarih
SF SP Düşünceler
356 29 Kanun-ı Evvel1313 [10 Ocak 1898]
273–289 137–144 Pazartesi
357 1. Kanun-ı Sanı 1313 [13 0cak 1898]
290–305 145–152
358 8 Kanun-ı Sanı 1313 [20 Ocak 1898]
306–321 153–160
359 15 Kanun-ı Sanı 1313 [27 Ocak 1898]
322–337 161–168
360 22 Kanun-ı Sanı 1313 3 Şubat 1898]
338–353 169–176
361 29 Kanun-ı Sani 1313 [10 Şubat 1898]
354–369 177–184
362 5 Şubat 1313 [17 Şubat 1898]
370–384 185–192 Tarihte basım hatası yapılarak 1312 tarihi basılmıştır.
363 12 Şubat 1313 [24 Şubat 1898]
385–400 193–200 Tarihte basım hatası yapılarak 1312 tarihi vardır.
364 19 Şubat 1313 [3 Mart 1898]
401–416 201–208 Yedinci sene on dördüncü cildin fihristi basılmıştır.
365 26 Şubat 1313 [10 Mart 1898]
1–16 209–216
366 5 Mart 1314 [17 Mart 1898]
17–32 217–224
367 12 Mart 1314 [24 Mart 1898]
33–48 225–232
368 19 Mart 1314 [31 Mart 1898]
49–64 233–240
369 26 Mart 1314 [7 Nisan 1898]
65–80 241–248
370 2 Nisan 1314 [14 Nisan 1898]
81–96 249–256
371 9 Nisan 1314 [21 Nisan 1898]
97–112 257–264
372 16 Nisan 1314 [28 Nisan 1898]
113–128 265–272
373 23 Nisan 1314 [5 Mayıs 1898]
129–144 273–280
374 30 Nisan 1314 [12 Mayıs 1898]
145–160 281–288
375 7 Mayıs 1314 [19 Mayıs 1898]
161–176 289–296
376 14 Mayıs 1314 [26 Mayıs 1898]
177–192 297–304
377 12 Mayıs 1314 [2 Haziran 1898]
193–208 305–312
XIV
Sayfa Numarası Nu. Tarih
SF SP Düşünceler
378 28 Mayıs 1314 [9 Haziran 1898]
209–224 313–320
379 4 Haziran 1314 [16 Haziran 1898]
225–240 321–328
380 11 Haziran 1314 [23 Haziran 1898]
241–256 329–336
381 18 Haziran 1314 [30 Haziran 1898]
257–272 337–344
382 25 Haziran 1314 [7 Temmuz 1898]
273–288 345–352
383 2 Temmuz 1314 [14 Temmuz 1898]
289–304 353–360
384 9 Temmuz 1314 [21 Temmuz 1898]
305–320 361–368
385 16 Temmuz 1314 [28 Temmuz 1898]
321–336 369–376
386 23 Temmuz 1314 [4 Ağustos 1898]
337–352 377–384
387 30 Temmuz 1314 [11 Ağustos 1898]
353–368 385–392
388 6 Ağustos 1314 [18 Ağustos 1898]
369–384 393–400
389 13 Ağustos 1314 [25 Ağustos 1898]
385–400 401–408
390 19 Ağustos 1314 [31 Ağustos 1318]
401–414 1–8 Çarşamba Sekizinci on beşinci cildin fihristi basılmıştır.
391 27 Ağustos 1314 [8 Eylül 1898]
1–16 9–16
392 3 Eylül 1314 [15 Eylül 1898]
17–32 17–24
393 10 Eylül 1314 [22 Eylül 1898]
33–48 25–32
394 17 Eylül 1314 [29 Eylül 1898
49–64 33–40
395 24 Eylül 1314 [6 Ekim 1898]
65–80 41–48
396 1 Teşrin-i Evvel 1314 [13 Ekim 1898]
81–96 49–56
397 8 Teşrin-i Evvel 1314 [20 Ekim 1898]
97–112 57–64
398 15 Teşrin-i Evvel 1314 [27 Ekim 1898]
113–128 65–72
399 22 Teşrin-i Evvel 1314 [3 Kasım 1898]
129–144 73–80
400 29 Teşrin-i Evvel 1314 [10 Kasım 1898]
145–160 81–88
1
GĐRĐŞ
1. DEVRĐN SOSYAL VE SĐYASĐ ŞARTLARI
“Evamir ve nevahi-i ilahiyyeye dahi
kemayenbaği ittiba etmediğiniz hasebiyle
Cenab-ı Hakk isyan ve tuğyanımıza
mücazeten ehass-ı kavm-i nasara olan
Moskov taifesini üzerimize taslit eyledi.
Hakk Teala’ya kasem eylerim, hulus-ı kalp
ile, ettiğimiz maasiye tevbe eylesek ve ittihat
ve ittifak meslekine salik olsak, düşmanın
şiraze-i nizamı münhal olur. ”
Osmanlı Serdâr-ı Ekreminin Askere
Hitabesinden4
XIX. asır Osmanlı Türklerinin yaşayabilmek için, Avrupa medeniyetine
dehalet mecburiyetinde kaldıkları asırdır.
Kesin bir gerçektir ki tek bir devletin, en güçlü ordularla, en modern ve
muazzam teşkilatlarla ve en görülmemiş silahlarla bile bir dünya ablukasına
mukavemet edemeyeceği, bilhassa II. Dünya Harbi yıllarında Almanya’nın aldığı
netice ile çok açık bir şekilde anlaşılmıştır.
Đşte bu sebepledir ki Osmanlı Devleti’nin son asırlarda iyi idare edildiğini
iddia etmek ne kadar yanlışsa, imparatorluğun yıkılış sebeplerini yalnız dâhilî
idarenin bozukluğunda, bilhassa hükümdarların ve devlet adamlarının yetersizliğinde
aramak da o kadar insafsızlık olur. Kaldı ki Osmanlı padişahları ve bir kısım büyük
devlet adamları, hemen her asırda Türkiye’ye lüzumlu Avrupai yenilikleri getirmek;
askerî, iktisadî, medeni ve kültürel hayatta ıslahat yapmak ihtiyacını duymuş; bu
hususta harekete geçmiş fakat imparatorluk dâhilinde kışkırtılan zümrelerin ve bizzat
yarım münevverlerin ihtirasları, isyan ve ihtilalleri ile karşılaşarak, bu uğurda
4 Büyük Türk Klasikleri, C. 8, Ötüken-Söğüt Yay. Đstanbul, 1988, s. 13.
2
padişah olarak da sadrazam olarak da, çok kere, ya tahtlarını yahut başlarını
vermişlerdir.
Aslında Türk milleti, mühim bir kısım Avrupa ülkelerinin tamamıyla
yabancısı değildir. Fakat Avrupa’da Rönesans’la başlayan yeni Avrupa
medeniyetinin dil, kültür, sanat ve teknik olarak gelişmesi hareketlerinden gereği
kadar haberdar da değildir.
Tanzimat, Osmanlı Devleti’nin öteden beri haberli olduğu Avrupa
medeniyetini, bütün Türk-Osmanlı halkı ve hayatı için kabul etmek yolunda giriştiği
bir devlet hamlesidir.
Geçen asırlar tarihini kaplayan askeri bozgunlar; siyasi mağlubiyetler; iç
isyanlar ve dış baskılar neticesinde bütün yurdu kaplayan içtimaî ve iktisadî bunalım,
artık Avrupa teknik ve kültürünün Şark’a üstün bir hâle geldiğini meydana
çıkarmıştı.
XVI. hatta XVII. asırda dünyanın en üstün siyasi ve askerî kudretini teşkil
eden Osmanlı Đmparatorluğu, şimdi, ihtiyarlayan bir insan gibi, bütün uzuvlarıyla
çöküyordu. Fakat çok büyük bir devlet olduğu için onun çöküşü de çok uzun
sürüyordu. Dünya tarihini askerî üstünlükleriyle dolduran Türklerin şimdi üst üste
askerî mağlubiyetlere uğrayışı, hem ordunun hem de orduyu sevk ve idare edecek
siyasi ve askerî teşkilatın artık ıslah edilmesi lüzumunu meydana koyuyordu.
Bu hâl dünya siyasetinde şark meselesi diye isimlendirilen ve asırlarca
uzayan bir problem doğurmuştu.
Batı ülkelerinde bir yandan büyük endüstri, o büyüklükte bir sürat kazanıyor,
bir yandan, aynı endüstri, kendine yeni kaynaklar ve pazarlar arıyordu. Đngiltere,
Fransa, Rusya ve Almanya gibi kapitalist ve emperyalist devletlerin, siyasi ve
iktisadi rekabetleri, Osmanlı Đmparatorluğu gibi, müstemleke olmaya çok elverişli,
geniş sahaları ve zengin kaynakları bulunan, cazip bir coğrafyayı elbette boş ve rahat
bırakamazdı.
3
Milletlerin dini taassubundan da faydalanan bu devletler, Türkiye’yi önce
askerî kuvvetlerle zebun etmeye çalıştılar. Fakat imparatorluğun coğrafi durumu,
sahip olduğu toprakların, hele hükümet merkezinin kurulu bulunduğu boğazlar
coğrafyasının her hangi bir Avrupa devletinin eline geçmesine imkân bırakmıyordu.
Türkiye’ye saldırarak, boğazlar hâkimiyetini elde edebilecek her devlet, öteki
Avrupa devletlerinin müdahalesiyle geri çevriliyordu. Bu hâl bilhassa Mısır
meselesinde meydana çıktı. Devletin son asırlarda askerî yorgunluklar içinde
bunalmasına en çok Rusya sebep olmuştu. Rusya bir aralık Kavalalı Mehmet Ali
isyanını bastıramayacak hâle gelen Türk hükümetine yardım bahanesiyle,
Türkiye’nin hamisi ve hatta hâkimi olabilecek, siyasi ve askerî bir imkân elde
etmişti. Mehmet Ali isyanı karşısında telaşlanan Sultan Mahmut, Rusya ile Hünkâr
Đskelesi Muahedesi’ni akdederek, bir nevi Rus himayesini kabul eden acayip bir
anlaşma yapmıştı(1833). Bu hadise ve bilhassa boğazlarda Rus baskısı, öteki Avrupa
devletlerini ciddi bir şekilde kuşkulandırmıştı. Hele Đbrahim Paşa idaresindeki Mısır
ordusunun Nizip’te Hafız Paşa tarafından çok kötü idare edilen Türk ordusunu
bozguna uğratması vaziyeti bütün bütün çıkmaza sürüklemişti.
Bu sırada Sultan Mahmut ölmüş ve yerini genç hükümdar Abdülmecit’e
bırakmıştı. Avusturya, Đngiltere ve Fransa hükümetleri, Rusya’nın da ister istemez
razı olduğu bir nota hazırlayarak yeni Türk hükümdarına verdiler. Avusturya
başvekili Meternich tarafından yazılan bu nota, bundan böyle Türkiye menfaatlerinin
tek bir devlet tarafından değil, müşterek Avrupa devletleri tarafından korunacağı ve
mealinde idi.
Sultan Mecit, Batı devletlerinin ileri sürdükleri şartları da yerine getirme
vaadi ile devletin işlerine Avrupa devletlerinin bu müşterek müdahalesini kabul
zorunda kaldı. Bu sıralarda Osmanlı Devleti de yavaş yavaş Avrupai bir çehre
almaya başlıyordu. Türk ordusunun garp usulleriyle ıslahına çalışılıyor; bilhassa
Rusya’nın hasta adam dediği Türkiye’nin benzine yeni bir renk ve can geliyordu.
Rusya, Türkiye’nin hem de Avrupai usullerle dirilerek yeniden kuvvetli
devlet olması korkusu içinde idi. Nitekim daha fazla beklemeyerek, öteki Avrupa
4
devletlerine rağmen, Moskova hükümeti 1853’te Türkiye’ye yeni bir harp ilan etti.
Şark meselesi işte bu harp içinde tamamıyla ortaya çıktı.
Türkiye’nin Rusya’ya zebun düşmesini katiyen istemeyen ve bunu devletler
muvazenesi bakımından çok tehlikeli bulan Đngiltere ve Fransa hükümetleri,
Türkiye’nin tarafını tutarak ordu ve donanmalarını Rusya üzerine yolladılar ve
Türkiye için harp ettiler. Sivastapol etrafında yapılan ve Kırım Savaşı diye anılan bu
karakteristik muharebe, hem imparatorluğun yaşayacağını hem de ıslah edildiği
takdirde Türk ordusunun kendi tarihi kudretine tekrar ulaşacağını meydana koydu.
Yine bu asrın sonunda Paris Muahedesi’nin 4. maddesi gereğince Osmanlı
Devleti, Avrupa umumi hukukuna hissedar edilerek Avrupa devletleri siyasi heyetine
kabul ediliyordu. Ancak aynı muahedenin diğer maddelerinde Türkiye, Eflak-
Boğdan Prensliğinin din, mezhep ve ticaret hürriyetini garanti ediyor, Sırbistan
Beyliğine de aynı hakların tanınması maddesini imzalıyordu.
Böylelikle imparatorluk dâhilindeki bütün Hıristiyan tebanın bu çeşit
haklarını tanıyacağına ve koruyacağına dair, Osmanlı Devleti, Avrupa devletlerine
söz vermek zorunda bırakılıyordu. 5
Osmanlının yükseliş çizgisinin aşağıya doğru inmeye başladığı bu asır
Karlofça(1699) ve Pasarofça(1718) ile belgelendikten sonra imparatorluğun
yöneticileri, o zamana kadar yalnız savaş ve kısmen de ticaret konularının dışında
Batılılarla hiçbir temas kurmama alışkanlığını bir kenara bırakmak ve –daha çok
askerî mağlubiyetlerin önünü alabilmek için- onları yakından tanımak ve
yararlanmak ihtiyacını duydular ve ilk adımı attılar.
Bu ilk adım Osmanlı tarihinde Lale Devri (1718-1730) diye anılan dönemde
Yirmi Sekiz Çelebi Mehmet Fransa’y a gönderilmiş ve Avrupa’nın yükselişinin sırrı
aranmıştır. Nitekim Lale Devrinde birçok yenilik gerçekleşmişse de yöneticilerin
zevk ve sefa içinde yüzmeleri kellelerine sebep olacaktır. Ayrıca Batıyı tanımak
amacıyla kurulan Tercüme Odası da Batının mühim eserlerini çevirecek kadroya
5 Nihat Sami BANARLI, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, C. II, s. 812.
5
sahip kılınacağı yerde, tersine, asırlardan beri süregelen Doğulu eserleri çevirme işini
yürütecek bir kadro ile bu eserlerin çevrilmesine devam edildi ve kurulan ilk
matbaada bu yoldaki eserlerin basımına öncelik verdi.
III. Ahmet’in tahttan indirilmesi ve Sadrazam Nevşehirli Đbrahim Paşa’nın
azledilmesinden sonra amcasının yerine geçen I. Mahmut (1730-1754) batılılaşma
taraftarı idi. Şahsiyetçe ondan daha güçlü ve dikkatli idi. Bir anarşi ocağı olduğunu
son olaylarla bir kere daha ispatlamış olan yeniçeri ordusundan artık ülkeye bir hayır
gelemeyeceğini o da açıkça görüyordu. Aslında bir Fransız asilzadesi ve generali
iken Osmanlı Đmparatorluğunun hizmetine giren ve Müslüman olduktan sonra
Humbaracı Ahmet Paşa adını alan Conte de Bonneval(1675-1747)’in modern
topçuluk hakkındaki büyük yardımları ile ordu yeniden toparlanıp güçlendi. I.
Mahmut devrinde Đran, Avusturya ve Rusya’ya karşı kazanılan savaşlar bu
güçlenmenin başarılı sonuçları idi. Fakat Ahmet Paşa’nın ölümünden çağdaşlaşmaya
karşı olan III. Osman (1854-1857)’ın ölümüne kadar geçen on yıllık süre içinde ordu
bu gücünü tekrar kaybetti ve ancak III. Mustafa’nın tahta çıkması ile yeniden
toparlanmaya başladı. Onun padişahlığı sırasında, aslen Macar olan Baron de Tott
(1733-1795) adlı başka bir Fransız generalinin büyük yardımları dokundu bu arada
askerî mühendis yetiştirmek için, Mühendishane-i Bahr-i Hümayun (1773) da açıldı.
Fakat Humbaracı Ahmet Paşa’nın ölümü ile Baron de Tott’un hizmete başlaması
arasındaki süre içinde ordu bir hayli bozulmuş olacak ki, Ruslarla yapılan savaş
(1768-1774) bu sefer kaybedildi. III. Mustafa’nın yerine geçen I. Abdülhamit (1774-
1789) devrinde de askerî alanda kayda değer bir gelişme sağlanamadı.
1730’dan beri devlet çağdaşlaşma konusunda, hemen hemen sadece askerî
düzenlemelerden ibaret tek bir çizgi üzerinde yürümekte idi. Gerçi bu düzenlemeler,
devletin hayati ve acil ihtiyacı idi. Buna kimsenin bir diyeceği olamazdı. Ancak,
çağdaşlaşma olayı bir bütündü ve her şeyden önce, bir zihniyet değiştirme olayı idi.
Asırlarca alışılmış olan doğulu değer hükümlerini, hayata ve dünyaya bakış tarzını
bırakıp onların Batı dünyasındaki karşılıklarını alarak benimsemek gerekmekte idi.
Bu da bir plan, bir eğitim, bir zaman ve güçlü yöneticiler meselesi idi. Bu faktörlerin
en mühimi, şüphesiz, sonuncusudur. Planı da, eğitimi de düzenleyecek ve zamanı en
6
iyi şekilde değerlendirebilecek odur. III. Selim’in tahta çıkışına kadar geçen altmış
yıllık süre içinde, diğer üç faktöre en iyi şekilde sahip çıkabilecek kişilikte, güçlü,
bilgili ve ordu-ulema engelini aşma çaresini bulabilecek yöneticiler yetişmediği için,
çağdaşlaşma da tek bir çizgi hâlinde kaldı. Yoksa altmış yıllık bir zaman, bu konuda
sağlam adımlar atabilmek için az bir süre değildi.
Çağdaşlaşma hareketinin bir bütün olduğunu ve onun bir programa
bağlanması gerektiğini ilk kavrayan hükümdar, III. Selim (1789-1808) olmuştur.
Onun çağdaşlaşma konusundaki büyük arzusunu, Avrupa ile temasları çoğaltmadaki
çabası da gösterir. Başlıca Avrupa devletlerinde, belli işler için gönderilen geçici
elçiler yerine, ilk defa olarak, şimdiki gibi, gittikleri ülkelerde birkaç yıl sürekli kalan
elçilikler, kurması da bu arzusunun açık ifadesidir. Ordunun modernleştirilmesi
konusundaki çabası ise, daha büyüktür. Orduya modern teknisyenlerin yetiştirilmek
için, babası III. Mustafa’nın kurduğu Mühendishane-i Bahr-i Hümayun’unu
tamamlayan Mühendishane-i Berr-i Hümayun’u kurdu. Ayrıca tamamıyla
soysuzlaşmış ve bir haydut sürüsü hâline gelmiş yeniçeri ordusunun zamanla yerini
alacak ve batılı tarzda yetiştirilecek yeni bir ordu düzenlemeye başladı. Ona mali
kaynaklar aradı. Nizam-ı Cedit adı verilen bu ordu, önce Đstanbul’da sonra da
Anadolu’da kurulmuş ve Napolyon’un Mısır’a saldırısı sırasındaki Akka
muhasarasında onun ordusunu perişan etmişti. Yeniçeriler, ileride kendi başlarını da
yiyeceği korkusu ile bu orduya da diş biliyor ve fırsat kolluyorlardı. Nihayet yeniliğe
karşı olan Şeyhülislam Topal Abdullah Efendi ile işbirliği yaparak, başlarına geçen
aralarındaki Kabakçı Mustafa’nın komutasında ayaklandılar ve III. Selim’i tahttan
indirerek yerine IV. Mustafa’yı geçirdiler. Nizam-ı Cedit de dağıtıldı.
Böylece, ordunun modernleştirilmesinde bir hayli yol almışken, yine
yeniçeri-ulema işbirliği ile bu hareket de baltalanmış oldu. Bu sonucun alınmasında,
çağdaşlaşmaya şuurlu olarak istekli, azimli fakat irade, medeni cesaret, dikkat, itiyat
düşmanlarına karşı uyanıklık bakımlarından zayıf olan padişahın, bu sanatkâr ruhlu,
klasik Türk musikisine yeni makamlar kazandıracak kadar büyük bir bestekâr olan
hükümdarın, çevresinde kuvvetli ve kendi düşüncelerine samimi olarak inançlı bir
ekip oluşturamamasının ve olayların üzerine cesaretle ve süratle yürüyememesinin
7
tesiri büyüktür. Tıpkı 1730’daki Patrona Halil darbesi gibi, Kabakçı Mustafa darbesi
de ani ve kesin karar veremeyen, medeni cesareti az ve derhâl olayların üzerine
gidemeyen, tereddütler içindeki yöneticilerin, gerçekleşmelerine fırsat verdikleri,
aslında çok basit, derme çatma olarak tertiplenmiş bir olaydı.
IV. Mustafa’nın bir yıllık padişahlığından sonra tahta geçen II.
Mahmut(1808-1839), kendisinden önceki hükümdarlara göre, olayları takipte ve
değerlendirmede en başarılı olandır. Amcası III. Selim’in çağdaşlaşma konusundaki
çabalarını ve bunların başarıya erişememelerinin sebeplerini bilen ve onları gözden
uzak tutmayan genç padişah, sabırlı, dikkatli ve sert yaradılışı ile amcasından
ayrılıyordu. Gerçekten de, devletin askerî alanda her gün daha da artan zayıflığının
ve itibarsızlığının uzun süreden beri tek müzmin kaynağı olan yeniçeri ocağını
söndürmek için, tam on sekiz yıl sabırla bekleyip en uygun zamanı kollamıştır.
Nihayet bu fırsat 1826 yılında geldi. Bu yıl, Nizam-ı Cedit gibi batılı düzende eğitim
görecek yeni bir ordu kurulmasına karar verildi. Eşkinci adı verilen böyle bir
ordunun kurulacağını duyan yeniçeriler, derhâl isyan bayrağını açarak, adetleri
olduğu üzere kazanlarını kaldırıp Aksaray’da kendi kışlalarının da bulunduğu Et
Meydanı’na koydular. Đsyan başlamıştı. Yeni ordunun gâvur icadı olduğu iddiasında
idiler. Bunun üzerine padişah, devlet adamları ile din adamlarının da katıldığı bir
meclis toplayarak, ne yapılması gerektiğini sordu. Din adamları, Kuran’dan
okudukları bir ayetle, asilerin üzerine gidilmesi gerektiğini söylediler. Aynı zamanda
Peygamberin sancağının da çıkarılması ve halkın asilere karşı bu sancağın altında da
birleşmesi de teklif edildi. Sancak çıkarıldı ve halk da, devlete sadık askerlerle
beraber harekete geçti ve asilerin üzerine yüründü. Top atışları arasında dört bir
taraftan sıkıştırılan isyancılar, kısa sürede bozulup kaçtılar(15 Haziran 1826).
Ardından Yeniçeri Ocağı kapatıldı. 6
Bu dönemde Yeniçeri Ocağı’nda 400. 000 asker vardır. Böylesine büyük bir
gücün kaldırılması, hem güç hem de gelecek açısından tehlikelidir. Olaya
yeniliklerin gerçekleşmesi açısından bakılınca hayırlı gibi görünse de bu olay uzun
yıllar tarihi açısından değerlendirildiğinde aynı şeyi söylemek zordur. Yeniçeri ocağı
6 Kenan AKYÜZ, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, Đnkılâp Kitapevi, Đstanbul, 1994, s. 9.
8
yerine kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediye hiçbir zaman istenilen performansı
gösterememiştir. Yetişmiş ordusunu yitiren Osmanlı Đmparatorluğu, yeni kurduğu
orduyu Fransız ve Prusyalı subayların ellerine teslim etmiş ve daha sonra da Mekteb-
i Hayriyeyi kurmuştur. Fransız ve Prusyalı subayların eğitiminden memnun olmayan
Sultan, nihayet orduyu Alman subayların ellerine teslim etmiştir. Bu ise, etkilerinin I.
Dünya savaşına kadar hissedileceği Alman nüfuz ve geleneğine yol açacaktır. 7
Batılılaşmanın bir bütün olduğunu anlayan Sultan, askerî tıbbiyeyi açar.
Böylece batılılaşma yavaş yavaş askerlik dışındaki alanlara yayılmaya başladı. Đlk
nüfus sayımı yapıldı. Aynı yıl, halkı devlet işlerinden haberdar etmek maksadıyla ilk
gazete çıkarıldı. Takvim-i Vakayi adını taşıyan ve devlet tarafından çıkarılan bu
gazetede, devlete ait olarak, halkın ilgi duyabileceği basit haberler verilmekte idi.
Türkçe ve Fransızca olarak, haftada bir çıkıyordu. Okuma yazma seviyesi çok düşük
halkı kalkındırmak için, Rüşdiye isimli ilkokullar açıldı ve ilköğretim mecburi
kılındı. Fakat bu okullar yalnız Đstanbul’da açıldığı gibi, sayıları da pek azdı. Ayrıca
memur yetiştirmek üzere, yine ilkokul seviyesinde, Mekteb-i Maarif adlı bir okul
daha açıldı. Bu arada, hükümet yönetimi de Batı’daki yönetim tarzına benzetilmeye
çalışıldı. Sadrazam’ın adı başvekile çevrilerek, yetkileri daraltıldı. Yine doğrudan
doğruya padişah tarafından tayin edilen ve eskiden vezir adını taşıyan hükümet
üyelerine nazır ve makamlarına da nezaret denilmeye başlandı. Eskiden Padişahın
mutlak vekili olan, onun mührünü taşıyan ve ülkeyi onun adına idare eden
sadrazamlar, artık, sadece nezaretler arasındaki koordinasyonu sağlamakla görevli
idiler. O zamana kadar halktan, sağladıkları paralarla geçinen, mahalli ve müstakil
birer amir olan valiler de maaşa bağlanarak doğrudan doğruya merkezin emrine
girdiler. Daha çok Rumeli’nin değişik yerlerinde mahalli yönetime el koyan ve
devlete saygısızlık eden Ayan isimli zorbaların çoğu ortadan kaldırıldı. Şehirdeki
mahallelerde, halkla devlet arasındaki işlerde aracılık yapan ve yol gösteren
muhtarlıklar kuruldu. Posta ve Karantina daireleri kuruldu. Dış seyahatler için
pasaport uygulaması getirildi. Çeket, pantolon ve fes ilk defa Sultan tarafından
giyilerek, herkesin de bu kıyafeti seçmesi tavsiye edildi. Sarık yalnız din adamlarının
7 Yunus AYATA, Servet-i Fünun Dergisi 256-305. Sayılar, Đnceleme ve Seçilmiş Metinler, Sivas,
1996 (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi), s. 4.
9
başlığı olarak kabul edildi. Avrupa devlet başkanları gibi padişah da yurt içi inceleme
gezileri yapmaya ve doğum gününü kutlamaya başladı. Ayrıca bu dönemde
imzalanan Sened-i Đttifak Osmanlı’da oluşacak olan sınıflı topluma da davetiye
çıkarıyordu.
Bütün bunlar gözden geçirilince, II. Mahmut devrinde çağdaşlaşma
hareketlerinin o zamana kadar görülmemiş bir genişlik ve hız kazandığı kolaylıkla
anlaşılabilir. Ancak daha önce olduğu gibi bu devrin çağdaşlaşma hareketlerinde de
bir plan ve program söz konusu değildir. Bütün bunlar sadece şartların ve imkânların
elverdiği ölçüde yapılabilenlerdir. Sultan II. Mahmut’un ölümünden dört ay sonra
oğlu Abdülmecit tarafından resmen ilan edilen Tanzimat-ı Hayriye’yi de tasarladığı
ve bunu ölümünün engellediği söylenen II. Mahmut’un on dört yıl gibi kısa bir süre
içine sığdırılmış bütün bu icraatının, Tanzimat’ı ilana fırsat bulamamış bile olsa,
onun temellerini attığı açıkça ortadadır. Ayrıca bütün bu çalışmaların Yunan8
isyanları (1821-1828), Osmanlı-Rus Savaşı (1828-1829), ve Kavalalı Mehmet Ali
Paşa Đsyanı(1831-1840) gibi iç ve dış gaileler ve onların getirdiği huzursuzluk ve
ekonomik güçlükler içinde gerçekleştirilmiş oldukları da dikkatten uzak
tutulmamalıdır.
1 Temmuz 1839’da babası II. Mahmut’un yerine geçen Abdülmecit (1823-
1861) ise, henüz on yedi yaşında olmakla beraber, imparatorluğun yükseliş
devrinden sonraki şehzadeler gibi sarayda kapalı bir eğitim görmemiş, iyi yetişmiş,
zeki bir gençti. O dönemde Hariciye Nazırı olan Mustafa Reşit Paşa, sadrazamdan
gizli olarak Sultanla görüşmüş ve onu II. Mahmut devrinde yapılan yeniliklerin
genişletilerek devam ettirilmesine inandırmıştı. Ayrıca bütün bu çalışmalarında
Mustafa Reşit Paşa yabancı devletlerin de desteğini almıştır. Nihayet ferman Mustafa
Reşit Paşa tarafından Gülhane parkında, halka duyurulur. Gülhane Hattı, Osmanlı
Đmparatorluğu’nda hâkim unsur olan Türk-Đslam unsuru ile reaya diye anılan diğer
dinlere bağlı unsurlar için ‘can, mal ve namus’ güvenliğini kabul ediyordu. Fermana
göre:
8 bk. II. Abdülhamit Dönemi Osmanlı Coğrafyası, Hazırlayan: Mehmet Bahadır DÖRDÜNCÜ,
Bank Asya Kültür Hizmetleri, Đstanbul, 2006.
10
1. Temel haklar emniyet altına alınacaktır.
2. Kimse hakkında kanunlara aykırı cezai işlem yapılamayacaktır.
3. Yargılamada aleniyet prensibine uyulacaktır.
4. Herkes malına mülküne, ırzına ve namusuna herhangi bir tasalluttan emin
olacak ve devlet bu emniyeti sağlayacaktır.
5. Kimseden takatinin üzerinde vergi alınmayacaktır.
6. Askere almadaki keyfilik ve düzensizlik giderilecektir.
7. Memurların rüşvet alması engellenecektir.
8. Bu hükümlere bütün yöneticiler ve padişah uyacaktır. 9
Fermanda her şeyden önce dikkati çeken husus, devletin batılı anlamda bir
düzene ihtiyacı bulunduğunun ve bunun gerçekleştirilmesi zaruretinin açıkça ifade
edilmesidir. Fermanda bulunan bütün esaslar batılı bir çağdaş devletin dayandığı
temel esaslar olduğu hâlde, bunların halka ‘Đslam dininin zamanla uyulmaktan
düşmüş ve canlandırılması gereken esasları’ olarak gösterilmesine dikkat edilmiştir.
Ayrıca birçok devlet adamı da yetkilerini kısıtladığı için fermana karşıdır.
Tanzimat hareketi bu şekilde devam ederken, Kırım Savaşı’nın ardından
Batılı devletler Osmanlı Đmparatorluğu’ndan, azınlıklar için daha koruyucu hükümler
taşıyan bir ferman yayınlamasını ister. Böylece 28 Şubat 1856’da Islahat Fermanı10
yayınlanır. Fermanda, Tanzimat’la verilen haklar tekrar edildikten sonra azınlık
hakları biraz daha genişletilmiştir. Fermana göre:
1. Müsavat meselesine bir çözüm getirilerek Müslim ve gayr-ı müslim
tebanın eşit olduğu vaz edilmiştir.
2. Cizye ve Haraç kaldırılmıştır.
9 Mehmet KAPLAN, Đnci ENGĐNÜN, Birol EMĐL, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi-I (1839–1865),
Marmara Üniversitesi Yay. Đstanbul, 1988, s. 3. 10 bk. Enver Ziya KARAL, Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1976.
11
3. Hıristiyanlara askerlik konulmuştur.
4. Hıristiyan şehadetleri kabul edilmeye başlanmıştır.
5. Bundan sonra Hıristiyanlar devlet memuru olabileceklerdir.
6. Đsteyenler kendi dillerinde eğitim ve öğretim yapabileceklerdir.
7. Đrtidat suç olmaktan çıkarılmıştır. 11
Bu ferman da halk tarafından hoş karşılanmamıştır. Lakin gayr-ı müslim teba
bu fermanla beraber Müslümanlara karşı üstünlük sağlıyordu ki bu kabul edilemezdi.
1839–1860 tarihleri, Türkiye’nin kapılarını Batı medeniyetine ardına kadar açtığı ve
bu hususta hiçbir kontrol ve gümrük işleminin yapılmadığı bir dönemin sınırlarıdır.
Batı ile olan kültürel münasebetlerin bu süre içinde hızla gelişmesinde, Osmanlı
imparatorluğu ile Batılı devletlerarasındaki siyasi münasebetlerin gelişmesi de büyük
bir rol oynamıştır. Her iki taraf da dostluğa ihtiyaç duymaktadır. Đmparatorluk bu
dostluktan faydalanarak Mısır meselesini çözüp Rusya’yı yenmiş, Batılı devletler de
Rusya’nın imparatorluğa sızmasına engel olarak kendi iktisadi menfaatlerini
korumuşlardır. Kırım Savaşı’ndan sonra yapılan Paris Barış Konferansı’nda
imparatorluğun Avrupa devletler ailesi içine alınması da, Batı ile olan
münasebetlerin gelişmesinde faydalı olmuştur. 12
Kısa fakat önemli gelişmelerin yaşandığı Sultan Abdülmecit döneminden
sonra tahta Sultan Abdülaziz geçer. Ancak bu dönemde devlet bir türlü, istikrarı
sağlayamaz ve sürekli olarak sadrazamlar değiştirilmiştir. Ayrıca bu dönemde aydın
ile devletin arası açılmış ve tarihimiz içerisinde etkisini cumhuriyetin kuruluşuna
kadar hissedeceğimiz Yeni Osmanlılar Cemiyetine temel teşkil edecek olan Meslek
isimli gizli cemiyet kurulur. 13 Cemiyet üyeleri Avrupa’ya sürgün edilen Mustafa
11 Yunus AYATA, Servet-i Fünun Dergisi, (256. -305. Sayılar) Đnceleme ve Seçilmiş Metinler,
Sivas, 1996, s. 7. 12 Kenan AKYÜZ, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, 1860–1923, Đnkılâp Kitapevi, Đstanbul,
1994, s. 21. 13 Nevin YAZICI, Osmanlılık Fikri ve Genç Osmanlılar Cemiyeti, Kültür Bakanlığı Yayınları,
Ankara, 2002, s. 47.
12
Fazıl Paşa tarafından himaye edilmiştir. Başlangıçta sultanla anlaşma zemini aramak
amacıyla kurulan cemiyet, zamanla bu amacından uzaklaşmıştır.
Bu dönemde ideolojilerin de icraatlara yön verme konusunda önemli bir yeri
vardır. Tanzimat döneminin resmi ideolojisi Osmanlıcılıktır. Bütün tebaayı
hedefleyen bu ideolojinin yanında Đslamcılığın da etkili olduğunu söylemek
mümkündür. Gerçi Đslamcılık ideolojisi, asıl II. Abdülhamit döneminde çok etkili bir
ideoloji olarak kendisini gösterecektir.
Sultan Abdülaziz’den sonra Sultan V. Murat tahta geçse de doksan üç gün
sonra fetva ile tahtan indirilir ve meşrutiyeti ilan edeceğine söz veren Sultan II.
Abdülhamit tahta çıkar. Sultan gençlik döneminde olayları iyice incelemiş ve analiz
etmiştir. Fıtrat olarak son derece hassas, tedbirli ve siyasi bir deha olan Sultan aynı
zamanda gösterişten son derece uzak ve oldukça da tutumludur.
Büyük Rus Savaşı’nı ona erdiren Ayastefanos Anlaşması (3 Mart 1878) ve
onu kısmen tadil ederek diğer devletlerin de çıkarlarını gözetip, yalnızca Rusya’nın
eline geçen Osmanlı mirasının, Kırım Savaşı’nda olduğu gibi genel bir Avrupa
savaşı sebebi hâline dönüşmesini önleyen Berlin Kongre ve Anlaşması(20 Haziran–
20 Temmuz 1878), ilk fethedilen ve yüzyıllar boyunca yurt edinilmiş olan geniş
toprakların elden çıkmasıyla sonuçlandı. Sırbistan, Karadağ ve Romanya müstakil
birer devlet hâline geldiler. Ayastefanos’un yarattığı, sınırları Karadeniz’den
Sırbistan’a, Romanya’dan Ege denizine kadar uzanan büyük Bulgaristan,
Makedonya, Şarki Rumeli vilayeti ve küçük bir Bulgar Prensliği olmak üzere önce
üçe bölündü. Şarki Rumeli özerk bir hâle getirilmekle beraber, 1885’te Bulgar
Prensliği tarafından ilhak edildi. Osmanlı Devleti’ne iade edilen Makedonya ile
devletin Rumeli’de elinde kalan toprakları ve dolayısıyla bu dağılmada kendi milli
hedeflerini olgunlaştırarak başının çaresine bakmaya çalışan Arnavutluk ile yeniden
kara irtibatı sağlandı. Bosna ve Hersek, Avusturya-Macaristan tarafından, yerli
Müslüman halkın direnişi kırılmak suretiyle işgal ve idare edilmeye terk olundu.
Karadağ’a bırakılması gereken Arnavut toprakları ve liman şehirleri yeni krizlerin
meydana gelmesine yol açtı. Bu fırsattan yararlanan Yunanistan’ın da sınırları Epir
ve Teselya topraklarıyla genişletildi. Doğu Anadolu’daki Rus işgali, Erzurum ve
13
Doğubayazıt’ın iadesine rağmen devam etti; Kars, Rusya elinde kaldı. Doğu
Anadolu’da Ermenilerin meskûn oldukları vilayetlerde, bunların durumlarının
‘reform’a tabi tutulması, Kürt ve Çerkezlerin tecavüz ve tasallutundan korunmalarına
amir barış anlaşmasının maruf maddeleriyle, Anadolu’nun parçalanma tehlikesinin
tohumlarını eken ‘Ermeni Meselesi’ni ortaya çıkardı. Bu bölgedeki Rus ileri
harekâtını önleme gerekçesiyle dostluk gösteren Đngiltere ise Kıbrıs adasını ele
geçirdi(4 Nisan 1878). Ağır bir harp tazminatı ödenmesinin öngörülmesi ise, devletin
Rusya’ya karşı olan siyasi ipoteğini daha da ağırlaştırmaktaydı. Bütün bunların
fevkinde olan gelişme ise, ilk fethedilen topraklardaki Müslüman ahalinin, şimdi
yeni fatihlerin acımasız katliamlarına maruz kalarak can havliyle, mal ve mülklerini
bırakıp devletin elinde kalan emin yörelere doğru mahşeri bir kıyam ile kitlesel
göçlere başlamış olmalarıydı. Bu durum başta Đstanbul olmak üzere büyük şehirleri
dolduran yüz binlerce insanın beslenme, barınma, sağlık ve iskânları gibi çözümü
uzun yıllar devam edecek meselelerin ortaya çıkmasına yol açan, bu asrın en önemli
milli gelişmesini teşkil etti.
Şarki Rumeli vilayetinin ilhakıyla büyüyen Bulgaristan, Müslüman-Türk
nüfusunun imha ve ihracıyla nüfus üstünlüğünün teminine tevessül eder. Meselenin
bunca katliam ve göçlere rağmen günümüzde de önemini korumakta olması, o
zamanki Müslüman-Türk nüfus kesafetinin en sağlam delili olsa gerektir. Şarkî
Rumeli vilayetini ilhaktan sonra gözlerini Makedonya’ya diken ve Ayastefanos’ta
kendisine bahşedilen sınırlara tekrar kavuşmayı bekleyen Bulgaristan’ın komita ve
çete faaliyetleri, aynı bölgede gözü olan çevre ülkelerinin (Yunanistan, Sırbistan)
aynı tarzdaki karşı eylemlerine ve dolayısıyla bunların arkalarındaki büyük
devletlerin (Đngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya-Macaristan) müdahalelerine imkân
verdi ve Makedonya meselesi, I. Dünya savaşı arifesine kadar Balkan kazanını
patlama noktasına getirdi. Dağılma ve genel pişmanlık, Mısır’ın Đngilizler (1882),
Tunus’un Fransızlar tarafından işgal edilmesiyle hat safhaya vardı(1881). 1875’te
mali iflasını ilan eden devletin ağır borçlarının tasfiyesi amacıyla oluşturulan ve
uluslar arası alacaklılarının temsil edildiği genel borçlar idaresi (Duyun-ı Umumiye),
devletin en zengin gelirlerine el koyarak alacaklarını ve bunların ağır faizlerini bizzat
tahsil etmeye başladı. Dağılma ve çözülme, bu tür faaliyetlerin yaşandığı her yer ve
14
zamanda gözlendiği üzere, Abdülhamit devrinin sıkı ve otoriter rejimini kaçınılmaz
kıldı.
Abdülhamit idaresinin özelliği olan sıkı ve otoriter rejim, onu tenkit edenlerin
tabiriyle ‘istibdat idaresi’ devrin dağılma ve çözülme eğilimindeki imparatorluk
gerçeğiyle yakın bir ilişki içinde ve onun tabii neticesi olmakla beraber, tek adam
idaresinin meydana getirdiği zafiyet, bu zaruretin geniş ölçüde göz ardı edilmesine
yol açmış ve Abdülhamit devrinin yargılanmasında ‘istibdat’ esas amil olagelmiştir.
Abdülhamit devrinin her yirmi dört saati bir muamma ile doludur. 14 Büyük Rus
Savaşı’nın sona ermesinden(1878) II. Abdülhamit’in tahtan indirilmesine kadar
(1909) geçen zaman içinde imparatorluğun dağılma ve çözülme süreci devam etmiş,
buna rağmen imparatorluk dâhilinde birtakım zaruri yenileşmelere teşebbüsten de
geri kalınmamıştır. Maarif, ordu, ulaşım, haberleşme ağı, Abdülhamit rejimini ve
dolayısıyla imparatorluğu ayakta tutacak unsurlar olarak özel bir ilgi gördüler.
Maarif sahasında alınan mesafe, biraz da Abdülhamit’in anayasal idare için yeterince
olgunlaşmamış gördüğü Müslüman halkın eğitilmesindeki hayati zarureti
kavramasından ileri gelmekteydi. 15 Zira imparatorluktaki geniş gayr-ı Müslim ahali
kendi eğitim müesseseleriyle, Müslüman halkın klasik eğitim kurumlarının (mahalle
mektepleri, medreseler) sağladıkları imkânların çok üstünde ve çağdaş bir eğitime
sahip olurlarken, özellikle çok sayıda ve devlet kontrolü dışında faaliyet gösteren
yabancı okulların yoğun faaliyetleri bu zayıf durumu daha da vahim bir hâle
sokmaktaydı.16 Gerçekten maarif sahasında yapılanlar her şeye rağmen devrin en
önemli icraatını oluşturdular. Đlk ve orta öğretim kurumları (iptidailer ve rüşdiyeler)
daha yüksek öğretim kurumları olarak idadiler ve nihayet sultaniler ve öğretmen
okulları sayısındaki artışlar, devrin, devletin elinde kalan kıt kaynaklara rağmen
yapılan büyük hamleleriydi. Bununla birlikte buralardaki eğitimin, nitelik yönünden
Avrupa’daki benzeri kurumların –hatta yurt içindeki gayrı müslim ve yabancı
okulların- eğitim programlarının çok gerisinde kaldığı da bir gerçekti. Bütün bunlara
rağmen entelektüel hayatın gelişmesinde vazgeçilmez katkısı olan üniversitenin
14 Nizamettin Nazif TEPEDELENLĐOĞLU, Sultan II. Abdülhamit ve Osmanlı Đmparatorluğunda
Komitacılar, Divan Yay. Đstanbul, 1978, s. 71. 15 Bayram KODAMAN, Abdülhamit Devri ve Eğitim Sistemi, Ötüken Yay. Đstanbul, 1980, s. 112. 16 Đlknur HAYDAROĞLU, Osmanlı Đmparatorluğunda Yabancı Okullar, Ankara, 1990 s. 189.
15
(darülfünun) açılmasındaki gecikme Abdülhamit devrinde telafi edilmeye çalışılmış
ve açılan üniversitenin (1900) gelişmesi, mevcut diğer eğitim müesseseleriyle
birlikte, II. Meşrutiyet sonrası ve Cumhuriyet devrinin ilk dönemlerine kadar gelecek
olan eğitilmiş münevver tabakanın yetişmesinde de başlıca amil olmuştur.
1877–1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonunda uğranılan büyük hezimet ordunun
özellikle Rusya’nın ilerideki muhtemel tecavüzlerine karşı yeniden düzenlenmesini
ve ıslah edilmesini zaruri kılmaktaydı. Bu savaşla donanmamız gitmiş, ordumuz
bitmişti.17 II. Abdülhamit, dış siyasette son ilhak ve işgallerine şahit olduğu Đngiltere
ve Fransa’nın politikalarına tamamen mahkûm olmamak amacıyla yeni arayışlar
içine girdi. Avrupa devletler dengesinde yeni ve etkili bir güç olarak gördüğü
devletse Almanya idi. Almanya ile yakınlaşmayı yalnız bir politik denge unsuru
değil ama özellikle son Fransız Savaşındaki üstün silah gücünü bir kere daha tespit
etmiş olarak mağlup ordusunun yeniden düzenlenmesi için de gözüne kestirmiştir.
Bununla beraber Almanya silah sanayi Osmanlı pazarını çok daha önceden keşfetmiş
ve önemli silah siparişleri almış bulunuyordu. Bu anlamda yapılan teşebbüsler
nihayet olumlu sonuç verdi ve 1882’de Alman askerî heyeti Osmanlı ordusunun
düzenlenmesi işine girişti. 1885’te Goltz Paşa’nın başkanlığındaki heyet, askerî
okulların ıslahında önemli roller üstlendiyse de, ordu birliklerinin, özellikle silahlı
talim ile tatbikî planda yetiştirilmeleri hususunda fazla bir şey yapamadı. Abdülaziz
devrinde dış borçlanmalar karşılığında satın alınan çok sayıdaki harp gemileriyle
meydana getirilen filonun, Rus Harbi’nde hemen hiçbir iş görmemiş olması modern
silah ve gemilerin satın alınmasının tek başına yeterli olmadığı ve bunların yanında
yalnızca iyi eğitim görmüş insan gücünün en önemli faktör olduğu gerçeğini gözler
önüne serdi. Rusya’yı oldukça tedirgin etmiş olduğu bilinen Abdülaziz devri
Osmanlı donanması, Abdülhamit devrinde tamamen ihmale uğradı. Bu anlamda
Abdülhamit, Ali ve Fuat Paşaların, büyük bir donanmanın gereksizliği ve böyle bir
donanma oluşturulmasında gördükleri sakıncayı teslim etmiş olmaktaydı. Eğitilen
ordunun ise, bu eğitimin yalnızca rejimi sürdürmeye yetecek kadarıyla yetinilmek
istenmiş olmasına rağmen, neticede Abdülhamit devrinin sona erdirilmesinde başlıca
17 Mehmet Akif Bey; 93 Moskof Harbi ve Başımıza Gelenler, (Sadeleştiren: Nihat Yazar) Kılıç
Kitapevi, Đstanbul, 1974, s. 425.
16
amil olduğu malumdur. Gerek ordu politikası, gerekse sivil kesimde takip edilen
maarif faaliyetlerinin, en nihayet rejim karşıtı zümrelerin yetişmelerine medar
olması, iç politika dinamiklerinin ne derecede hassas dengeler üzerinde bina
edilmeye çalışıldığının bir göstergesidir.
II. Abdülhamit’in projecilik yönü, siyasi dehasının gölgesinde kalmıştır. 18
Yoğun bir ulaşım ve haberleşme ağının oluşturulması, Abdülhamit devrinin en göze
çarpan atılımlarındandır. Ulaşım, imparatorluğun geri kalan topraklarını bir arada
tutmaya, haberleşme ağıysa, bunun yanı sıra Abdülhamit devrinin devam etmesine
hizmet etti. Bununla birlikte, rejimin telgraf hatlarıyla yıkıldığı da bir gerçektir.
Demiryolları politikası, yabancı sermaye ve büyük devletlerin nüfuz politikalarının
bir göstergesi oldu. Đngiliz ve Fransız sermayesi yanında, Bağdat demiryolu projesi
ile ağırlığını koyan Alman sermayesi ve Şark politikasındaki yeni hedefleri,
devletlerarasındaki gruplaşmanın bir mücadele aracı hâline geldi. Rusya’nın karşı
çıkışları sebebiyle, kendi nüfuz sahası saydığı Doğu Anadolu bölgesine doğru yol
alamayan demiryolları, güneye ve Bağdat’a doğru yöneldiğinde Đngiliz menfaatlerini
tehdit edecek boyutlarda addolundu. Hindistan’a giden yolların temini iddiasıyla
Kuveyt’in kontrol altına alınmasına ve Basra çıkışlarının kapatılmasına vesile oldu.
Anadolu ve Rumeli’de döşenen demiryolları için yabancı sermaye genelde yüksek
maliyet fiyatları ve çok geniş imtiyazlanmalar pahasına celp edilmiş olup, siyasi
dengeleri uzun yıllar dış politikanın hâkim konularından birini oluşturmuştur. Hicaz
demiryolu projesi yani demiryolu ile Đslam’ın mukaddes şehirlerine erişme,
dolayısıyla hac farizasını kolaylaştırma, yaygınlaştırma ve propagandasından istifade
etme, Abdülhamit devrinin propaganda gücü yüksek olan itibar eserini temsil eder.
Bununla beraber projenin gerçekleştirilmesi bedevi kabilelerinin ve Arap şeyhlerinin
muhalefet ve karşı koyuşlarını açığa çıkarır. Büyük fedakârlıklarla ve Đslam âleminin
katkılarıyla da kuvvet bularak meydana getirilen bu hat, Abdülhamit’in bütün Đslam
dünyasına seslenmek isteyen politikasının en belirgin aracı oldu.
Abdülhamit’in anayasayı bir tarafa bırakarak meclisi kapatması ve şahsi
otoritesine dayalı bir idare kurması, başlangıçta sayısal bir önem taşımayan
18 Mustafa ARMAĞAN, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı, Ufuk Kitap, Đstanbul, 2006 s. 219.
17
Meşrutiyet taraftarı ‘aydın’ kesimin tepkisine yol açtı. Bununla birlikte bunlar, uzun
zaman ciddi bir muhalefet odağı olmaktan uzak kaldılar. Özellikle Abdülaziz
devrinin hürriyetperver fikri oluşumunu meydana getiren ‘Yeni Osmanlılar’ (Jön
Türkler) hareketi,19 anayasanın ilanını sağlamış ve meşrutiyet devrini açmış olarak
tarihi görevini yerine getirmiş bulunuyordu. Önemli bir muhalefet oluşumu ancak
1889’da gizli bir cemiyet olarak teşekkül eden Đttihad-ı Osmani Cemiyeti’nin
kurulmasını takip eden senelerde başladı. Nihayet bu cemiyet daha sonra sivil ve
asker geniş muhalif kesim tarafından temsil edilecek olan ‘Đttihat ve Terakki’ adını
aldı(1895). Cemiyet faaliyetlerinin ortaya çıkarılması ve izlenmesi, gittikçe ağırlaşan
basın ve düşünce hayatını felce uğratan sansür uygulamaları üyelerin yurt dışına
kaçmalarına ve eylemlerini yayımladıkları çeşitli dergi ve gazeteler aracılığıyla
sürdürmelerine yol açtı. Zaman içinde Abdülhamit’le uzlaşan ve geriye dönenlere
rağmen (Mizancı Murat Bey gibi) Ahmet Rıza Bey’in şahsında sebatla davaya
devam eden faal bir muhalif grup Avrupa’dan Abdülhamit rejimine saldırılarına
devam etti. Hanedana mensup Damat Mahmut Paşa’nın yurt dışına kaçması(Aralık
1899) muhaliflere kuvvet verdi. Oğlu Prens Sabahattin Bey’in geliştirdiği görüşler
(Adem-i Merkeziyet ve Teşebbüs-i Şahsî) imparatorluğun bir arada tutulması ve
ekonomik gelişmesinin reçetesi olarak ilan edildi(1902). Đttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin ordudaki subayları da cezp ederek üyeleri arasına alması Abdülhamit
idaresini tehdit edecek gerçek bir tehlikenin oluşmasına imkân verdi. Aydın
muhalefetinin yanında yurt içinde özellikle Ermeni meselesinin tırmanması, Yunan
Savaşı (1897) ve Girit’in Yunanistan’a ilhakıyla sonuçlanacak bir özerk idareye
terki, Makedonya’daki hadiseler ve burasının da devletlerarası kontrolde özerk bir
idareye kavuşturulması (1903) Arap vilayetlerindeki ayrılıkçı kıpırdanmalar ve
nihayet kapitülasyonların yol açtığı yabancı devlet sömürüsü ve bunun sonucu olarak
bütün memleketi kaplayan ağır ekonomik çöküntü şahsi ve otoriter idareye dayanan
rejimin aczini gözler önüne sermekteydi.
Berlin Antlaşması, Doğu Anadolu’da Ermenilerle meskûn olan altı vilayette
(Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Sivas, Mamuretü’l-Aziz Harput) onların lehinde
reformlar yapılmasını emretmekteydi. O zamanki idari taksimatın bu altı vilayeti
19 bk. Ebüzziya Tevfik, Yeni Osmanlılar Tarihi, Hazırlayan Şemsettin Kutlu, Đstanbul, 1973.
18
günümüzde Erzurum, Erzincan, Van, Ağrı, Hakkâri, Muş, Bitlis, Siirt, Diyarbakır,
Elazığ, Mardin, Bingöl, Malatya, Sivas, Amasya, Tokat ve kısmen de Giresun
vilayetlerini içine almaktaydı. ‘Reform’ daima Osmanlı idaresine bir son vermeye,
‘özerk’ ise ayrılıp bağımsız olmaya varan yolun başlangıç noktasını teşkil
etmekteydi. Büyük devletleri arkaya alma ve Avrupa kamuoyunun desteğini
sağlama, takip edilen bu yolun en önemli etapları olmuştur.
1868 yılında Ali Paşa tarafından Girit’e verilen statü, Berlin Kongresi’nde
Rumlar lehinde yeni reformlar yapılması yönünde tekrar ele alındığında, adada
Rumların çoğunlukta olacakları bir meclis oluşturularak daha geniş bir idari özerklik
sağlayan yeni bir mukavelename tanzim edilmiş bulunuyordu(Ekim 1878, Halepa
Mukavelenamesi). Buna rağmen Rumların nihai hedefleri Yunanistan’la birleşmek
(Enosis) olduğundan huzursuzluklar bu anlamda doğrudan doğruya idari
mekanizmanın zafiyet ve noksanlıklarından kaynaklanmaksızın devam etti. Nihayet
meclisin yetkileri sınırlanarak idarede ada valisinin otoritesi hâkim kılındı(1889).
Avrupa’nın müdahalesini davet eden bu tedbirler Hıristiyan bir vali atanması
taleplerini gündeme getirdi. Devletlerarası baskı ve Yunanistan’ın silahlı çeteleri
donatıp desteklemesi, Abdülhamit’i meclisi yeniden toplama kararını almaya sevk
etti. Ancak Müslüman ve Hıristiyan ahali arasında meydana gelen kanlı çatışmalar
devam etti. On bin Yunan askerinin adaya sevki (Şubat 1897) Müslüman halka karşı
uygulanan katliamlar adaya muhtariyet verilmesi görüşünü kuvvetlendirerek bu
konuda devletlerarası görüşmeler yapılmasını hızlandırdı. Girit olaylarına
Yunanistan’ın fiilen açık tahrik ve destekte bulunması yalnızca adada kısıtlı
kalmayıp Osmanlı Yunan sınırlarında da gözlenmeye başladı. Böylece iki devlet
süratle savaş havasına girdi. Yunan çetelerinin ordu birlikleriyle beraber yaptıkları
tecavüz ve tahrikler nihayet mütereddit, vehimli ve tedbirli Abdülhamit için bile
tahammül edilemez bir hâl aldı ve Osmanlı devleti Yunanistan’a harp ilan etti. (18
Nisan 1897) Yunan harbi büyük bir askerî zaferle sonuçlandı. (18 Aralık 1897)
Buna rağmen dış baskılar neticesinde Hıristiyan bir vali tayini kesinleşti. Böylece
adanın Osmanlı devletinden ayrılması fiilî olarak gerçekleştirilmiş oldu. Geriye
Yunanistan’a bağlanmak kalıyordu. Adaya Yunan Prensi Yorgi’nin ‘olağanüstü
komiser’ olarak atanması bu amacın gerçekleşmesinde atılan ilk adımı oluşturdu.
19
Adada bulunan Osmanlı askerinin geri çekilmesi sağlandı. Osmanlı maddi ve manevi
nüfuzu süratle kaybolmaya yüz tuttu. Müslüman ahalinin göçleri hızlanarak devam
etti ve ada fiili olarak Yunanistan’ın idaresine girdi. Osmanlı kamuoyu ise bu acı
gelişmelerden sıkı sansür uygulamalarının yardımlarıyla mümkün mertebe habersiz
bırakıldı. Böylece Girit unutulmaya ve kaybı sineye çekilmeye hazır bir hâle geldi.
Ayastefanos Anlaşması’yla başlayan Bulgar yayılma emelleri Makedonya
Bölgesini tekrar ele geçirmeyi hedeflerken Yunan, Bulgar ve Sırp çetelerinin ve
politikalarının çatışma alanı hâline gelen bölge, Osmanlı Müslümanları ve
Yahudileri, kaybedilmesi karşısında dehşet duyulan son Balkan topraklarını teşkil
eder. Buraları Osmanlı fetihleriyle yöreye doğru taşan ve gelişen, genişleyen Arnavut
yerleşimi, kültür ve nüfuz oluşumunun doğal toprakları; yer yer genişleyen
miktarlarda tavattun edilmiş olan Arnavut nüfusu ile gecikmiş Arnavut
milliyetçiliğinin de ilgi odağıdır. Osmanlı devleti Makedonya adıyla anılan bu
toprakların 1876 sonunda Đstanbul’da toplanan devletlerarası konferansta (Tersane
Konferansı) söz konusu olduğunu gördü. Devletler, Bosna Hersek için olduğu gibi
Rumeli için de ayrı bir reform programı hazırlamışlardı. Buna göre Rumeli toprakları
iki bölgeye ayrılıyordu. Birinci bölge Yunanistan’ı, ikincisi ise Makedonya’yı ihtiva
etmekteydi. Buralarda yaşayan muhtelif ahali din, mezhep ve ırk ayrımı
yapılmaksızın idareye iştirak ettirilecek, devletlerarası teminat altında özerk bir idari
yapı oluşturulacaktı. Bütün bu tür reform taleplerinin Babıâli tarafından reddi,
bilindiği gibi 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı’nın patlamasına yol açmıştı. Ağır bir
mağlubiyetle sona eren savaş neticesinde yapılan Berlin Anlaşması, bu reformları
mecburi bir şekle sokarak gündeme getirdi. Böylece yeni kurulan Bulgaristan ve
özerk statüdeki Şarki Rumeli vilayeti dışında devletin idaresine iade edilen
bölgelerde reform yapılması, devletlerarası bir vesikada bağlayıcı bir mahiyet
kazanarak yer aldı. Babıâli buralarda, 1868’de Girit adası için kabul edilen reform
uygulamasını aynen tatbik ile mükellef tutuluyordu. Reformların ayrıntıları,
oluşturulacak devletlerarası bir komisyon tarafından belirlenecekti.
1880’de büyük devletlerin reform ile ilgili hükümlerin yerine getirilmesi
hakkında vaki olan teşebbüsleri üzerine Babıâli ‘Rumeli Vilayetleri Nizamnamesi’
20
adı altında bir ıslahat programı hazırlamaya mecbur oldu. Ancak Makedonya’nın
Girit örneğinde olduğu gibi elden çıkmasına yol açabileceği kaygısı bu programın
uygulanmasında ciddi bir engel teşkil etti ve Abdülhamit tarafından da tasdik
edilmedi. Bu süreçte büyük devletlerin menfaatlerindeki değişkenlik ve aralarındaki
çekişmeler, Babıâli için yeterli manevra imkânı vermekteydi. Avusturya-Macaristan
ve Rusya politikaları karşısında bir başka zıt grup teşkil eden Đngiltere ve Fransa
politikalarındaki sürtüşmeler, Rumeli’deki bu son toprakların elden çıkışında
geciktirici bir etken oldu. Bununla beraber ‘müessir tedbirler’ alınması taleplerinin
ardı arkası hiçbir zaman kesilmeden devam etti. Babıâli üzerinde bu konuda
sürdürülen baskılar, genelde giderek Makedonya ıslahatı paravanası arkasına
gizlenen ve imparatorluğun başka yörelerinde göz dikilen yerlerin, yeni ekonomik
imtiyazların koparılmasını amaçlayan, Osmanlı hazinesine en yıkıcı etkileri yapan
bir dizi taviz ve vaatlerin elde edilmesini sağlayan basit bir bahane durumuna
dönüştü. Hülasa Makedonya meselesi, Osmanlı Devleti’ni denetim altında tutmanın
bir aracı, bir siyasi gözetim tehdidi ve ekonomik sömürü vasıtası hâlinde istismar
edilerek devam etti…20
Bu sıralarda Arap vilayetlerinde de durum pek farlı değildi. Lübnan ve Suriye
gibi nüfusu karışık toprakların idaresinden doğan zorluklar ve müslim –gayr-ı
müslim çatışmaları 1861’de Lübnan’ın Hıristiyan vali idaresinde özerk bir
mutasarrıflık hâline getirilmesiyle sonuçlanmış ve devletlerarası, fiili bir
müdahalenin oluşmasına imkân verilmemişti. Bölgenin çeşitli unsurlardan meydana
gelen yapısı, yabancı güçlerin ilgi odağı olan mukaddes toprakları ve makamları
Osmanlı idaresinin işini kolaylaştırmaktaydı. 1877–1878 Osmanlı-Rus Savaşı
sebebiyle yöreden toplanarak cepheye asker sevk edilmesi, buralarda Osmanlı idaresi
aleyhine bir havanın gelişmesinde etkili oldu. Avrupa’da ‘Barışçı Haçlı Seferi’
sloganıyla yürütülen Filistin gibi kutsal topraklara olan teveccüh ve kolonizasyon
amaçlı hücum, Abdülhamit devrinde artırılmasına gayret edilen Siyonist faaliyetler
neticesinde giderek yoğunluk kazanmış ve bölgenin Batı sermayesine açılması büyük
devletlerin buralarda geliştirdikleri nüfuz politikalarının bir aracı hâline getirilmişti.
Mısır’ın Đngiliz idaresine girmesi ise her geçen gün Arap yarımadasındaki Osmanlı
20 Komisyon, Osmanlı Devleti Tarihi, C. I, Feza Yayıncılık, Đstanbul, 1999, s. 114.
21
nüfuzunu zayıflatıcı eylemlere kuvvet verdi. Đlk ayaklanmalarından itibaren Osmanlı
idaresine ve onun temsil ettiği dini telakkiye karşı çıkan Vehhabiler, başta Necit
yüksek bölgesi olmak üzere Arabistan’da merkezileşip her püskürtülme ve hezimeti
ilk fırsatta yeniden telafi ile sesini ve gücünü duyurarak kendilerini kabul ettirmeye
başlamışlar ve başta Suudi hanedanı olmak üzere yörenin çeşitli Arap kabileleri ve
‘Sürrehor’ şeyhleri, Abdülhamit devrinde özellikle Đngiliz politikasının etkisiyle
ayrılıkçı emellere yönelmişlerdi.
1840’ta Mısır valisi Mehmet Ali’nin tasallutundan kurtularak tekrar Osmanlı
idaresine geçen Hicaz, Osmanlı valilerine rağmen genelde asıl söz ve iktidar sahibi
olan Mekke şerifleri tarafından yönetildi. Merkezin denetimi ve ilgisi asrın sonlarına
doğru deniz ulaşımı ve demiryolu bağlantıları (1908’de Medine’ye ulaşan Hicaz
demiryolu gibi) sayesinde sayıları eski devirlerle kıyaslanamayacak kadar artan ve
gittikçe daha büyük oranlarda bütün dünya Müslümanların katıldıkları büyük hac
kafileleri ve bunların ‘Đslamcı politika’ çizgisindeki propaganda gücü noktasından
fevkalade arttı. Sağlık hizmetlerine verilen önem, bir karantina teşkilatının
kurulması, hac mevsiminde meydana gelen büyük salgın ve kırımların önlenmesi
isteği kadar bu politikanın da bir göstergesi oldu. Bölgenin Osmanlı idaresinde
kalması devrin ‘Panislamist’ çizgideki Đslamcı görüşlerin ayrılmaz parçası oldu. Bu
anlamdaki uygulamalar ise özellikle Đngiliz politikasını karşısına aldı ve Arap
ayrılıkçılığının teşvik ve tahrik edilmesindeki önemli unsurlardan biri hâline geldi.
Abdülhamit devrinde patlak veren Yemen isyanları, Hicaz valisi Ahmet Feyzi Paşa
kumandasında Sana’nın zabtıyla sonuçlanan başarılı bir askerî hareketle sona
erdirildiyse de 1895’te yeniden alevlendi. Đki yıl uğraşıldıktan sonra Yemen valisi
Hüseyin Hilmi Paşa tarafından teskin edilen isyan 1902’de tekrar patladı ve Đmam
Yahya’nın şahsında büyük bir isyan ocağı oluştu. Đsyanlar binlerce Osmanlı askerinin
hayatına mal olan ve kamuoyu vicdanında derin izler bırakan zorlu bir mücadeleye
dönüşerek imparatorluğun sonuna kadar yıllarca devam etti.
Abdülhamit idaresinden imparatorluğun çözülmesine engel olabileceğini
beklemek eşyanın tabiatına da aykırı olan bir haksızlık olurdu. Zira imparatorluğun
çözülme ve dağılmasında şahısların ve devlet adamlarının icra edecekleri tesir ancak
22
bu süreci yavaşlatan veya hızlandıran bir yönde olabilirdi. Tahta çıkışından otuz
küsur yıl sonra imparatorluk, bünyesi itibariyle ıslahı gayr-ı kabil bir hâlde, idari
mekanizması içten çürümüş, bozulmuş, çöküp gitmeye ve dağılmaya hazır bir
durumdadır. Bu süre içinde imparatorluk ağır toprak kayıplarıyla parçalanmıştır.
Sırbistan, Karadağ, Bosna Hersek, Romanya, Bulgaristan, Şarki Rumeli Vilayeti,
Girit, Kıbrıs, Mısır, Tunus, Doğu Anadolu’daki bazı yerler (Kars gibi) çeşitli
tertiplerle elden çıkmıştır. Hukukî merbutiyeti cihetiyle imparatorluğa bağlı görülen
Arap vilayetlerindeki siyasi hâkimiyeti münakaşalı olup, Arabistan’ın ücra
köşelerindeki isyanlara (Yemen) kanını ve canını harcamaktadır. ‘Anadolu’nun
taksimi’ artık gündemdedir. Doğu Anadolu Ermeni meselesinin tehdidi altındadır.
Rumeli toprakları, dolayısıyla Makedonya, devletlerarası denetime terk edilen özerk
bir yapıya dönüştürülmüş olarak kayba hazırdır. Devletin idari zafiyeti, memleketin
temel ve öz toprakları olan Anadolu ve Rumeli’deki Müslüman ahalinin maddi ve
manevi çöküntüsü, Düyun-ı Umumiye idaresinin mali kontrol ve sömürüsüyle21 iyice
hızlanmıştır. Kapitülasyonlar ve yabancı sermayeli işletmeler elde kalan
topraklardaki zenginlikleri paylaşmakta; acınacak milli gelir seviyesi, zengin ve
kayıtsız, çöküntüyü iştiyakla gözleyen ve bu yönde katkısını esirgemeyen gayr-ı
müslim tebası, tamamen yabancı sermayeli bir kuruluş olan ‘Osmanlı Bankası’ kadar
‘Osmanlı’ olan iktisadi müessese ve işletmeleriyle devlet, yaşaması ümitsiz, çareyi
anayasa ve parlamenter idarenin her derde deva olacağını sandığı sihrinde gören bir
saplantı içinde; ‘Osmanlıcılık’ aldanması, ‘Đslamcı’ ve ‘Türkçü’ kurtuluş ümitlerine
bel bağlayan bir çıkış yolu belirlemenin fikri zavallılığını sergilemekte ve eylem
acizliğini gözler önüne sermektedir.
Abdülhamit idaresine karşı düzenli muhalefeti temsil eden Đttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin faaliyetleri, özellikle cemiyetin orduya nüfuzu, 1908 yazında, her
derdin devası olarak görülen anayasa ve meşruti rejime dönülmesi yönünde nihai
amil oldu. Makedonya olaylarının etkileri nihayet, Selanik’te merkezlenen Osmanlı
kuvvetlerini ve bunların Abdülhamit rejimine karşı olan subaylarını, bölgenin ‘liberal
ve aydınlatıcı’ havasından da etkilenmiş olarak devletin kurtuluşunu üstlenmeye sevk
21 Hayri MUTLUÇAĞ, Düyun-ı Umumiye ve Reji Sorunu, Belgelerle Türk Tarihi II, Đstanbul, 1967,
s. 33.
23
etti. Başta Selanik merkez kumandanlığındaki Abdülhamit yanlısı kumandanlara ve
bazı polis hafiye şeflerine yapılan suikastlar; Enver ve Niyazi Beylerin askerleriyle
dağa çıkmaları ve ‘vatanı darbe-i istibdattan kurtaran kahramanlar’ olarak tebcil
etmek üzere, mevcut idareye açıkça isyan etmeleri gibi hadiseler, Abdülhamit
tarafından yollanan Şemsi Paşa’nın cemiyet fedailerince öldürülmesi gibi olayların
yol açtığı vahim gelişmeler, Abdülhamit’i anayasal rejime geçmeye ve meşrutiyeti
ilan etmeye mecbur etti. (23 Mayıs 1908)22
Meşrutiyetin ilanının ilk haftaları müslim ve gayr-ı müslim tüm unsurların
sergiledikleri mübalağalı ve samimi olmayan kaynaşma, ittihat, uhuvvet ve hürriyet
dolu geçti. Yeniden açılacak olan meclis için hazırlıklarına girişilen seçimlerde,
Osmanlı devletiyle yalnız hukuki bağlılıkları kalmış ve esas sahiplerini çoktandır
bulmuş olan yerlerden de aday seçilmesi girişimleri, meşrutiyete ilk darbenin
vurulmasına vesile teşkil etti. 1878’den beri Bosna-Hersek’i idare etmekte olan
Avusturya-Macaristan, buraları resmen ilhak ettiği gün aynı şekilde Bulgaristan da
bağımsızlığını ve ‘çarlığını’ ilan etti(5 Ekim 1908). Girit ise Yunanistan’a kaldı(6
Ekim 1908).
Yeni meclis otuz iki yıllık bir aradan sonra açıldı(17 Aralık 1908). Çoğunluğu
Đttihat ve Terakki Cemiyeti’nin elinde olan mecliste, Müslüman temsiliyeti yanında
Türk 147, Arap 60, Arnavut 27, Rum 26, Ermeni 14, Yahudi 4, Slav 10 menşeli
üyeler de yer almaktaydı. Yeni meclisin ilk hükümeti Kamil Paşa tarafından
kuruldu(13 Ocak 1909). Yeni hükümet, ittihatçıların müdahaleleriyle kısa bir süre
sonra istifa ederek yerini cemiyete yakınlığı ile tanınan Hüseyin Hilmi Paşa’ya
bıraktı(14 Nisan 1909). Meclis, 13 Nisan 1909 (Rumi 31 Mart) hadisesine kadar
geçen iki ay içerisinde Đttihat ve onların muhalifleri ara sıra cereyan eden şiddetli
siyasi mücadelelere sahne oldu. Đttihat ve Terakki’nin aleyhinde faaliyet gösteren
Đttihad-ı Muhammedi Cemiyeti ve bunun yayın organı Volkan gazetesi ile ateşli
kalemi Derviş Vahdeti, tarafların parlamenter sisteme hazırlıksız ve hazımsızlık
gösteren tutumları, muhalif Serbesti gazetesi muharriri Hasan Fehmi’nin, töhmeti
ittihatçıların üzerinde kalan katli, ordu ve sivil bürokrasideki tensikatın yarattığı
22 bk. Nazır ŞENTÜRK, Babıâli ve Sadrazamları, Doğan Kitap, 2007.
24
huzursuzluk ve nihayet tahrik edilmekte olan muhafazakâr dinci çevrelerin infialinin
patlayarak olayların sokağa dökülmesi ve kanlı bir karşı harekete dönüşmesi; genelde
meşruti idareye karşı olan, şeriatın tam olarak tatbikini, hükümetin istifa ve meclisin
kapanmasını talep eden bir hareketin oluşmasına meydan verdi. Đstifa eden Hüseyin
Hilmi Paşa’nın yerine Tevfik Paşa sadarete geçti. Hem şeriata hem de meşrutiyete
riayet olunacağı hususu sadaret hattında ilan edildi. Ayaklanmalara af vaadinde
bulunulmasına rağmen olayların önlenmesi mümkün olmadı.
Đstanbul’daki kargaşa ve meşrutiyeti tehdit eden boyutlara varan ‘irtica’
hareketinin bastırılması, meşrutiyetin ilanında başlıca rolü üstlenmiş bulunan aydın
kesimi ve Selanik’te merkezlenen Rumeli ordusu subaylarını harekete geçirdi ve
Đstanbul’daki ayaklanmaları bastırmak üzere özel bir kuvvet hazırlandı. (Hareket
Ordusu) Selanik Tümen Kumandanı Hüseyin Hüsnü Paşa kumandasında yola çıkan
kuvvetler Yeşilköy’e gelerek ordu kumandanı Mahmut Şevket Paşa’nın idaresine
girdi(22 Nisan 1909). Hareket ordusunun Yeşilköy’e gelmesi üzerine Đstanbul’da
bulunan milletvekilleri, Ayan Meclisi Reisi Sait Paşa başkanlığında bir toplantı
yaparak askerî harekâtı tasvip ettiler. Olaylar karşısında artık bir ‘meşrutiyet devri
hükümdarı olması hasebiyle tarafsız kalmaya itina gösteren, ancak bunu vahim
hadiselere seyirci kalmakla karıştıran Abdülhamit kısa zaman içinde gelişmelerin
saltanatı tehdit eden boyutlara varmakta olduğunu gördü. Đstanbul’daki
ayaklanmaların bastırılması ve Hareket Ordusu’nun duruma hâkim olması üzerine,
Đstanbul’daki milletvekilleri ve ayan bir araya gelerek Meclis-i Umumi-i Milli adı
altında toplandılar(27 Nisan 1909). Sait Paşa’nın riyasetindeki bu meclis
Abdülhamit’in tahtan indirilmesine karar verdi. Đcap eden suçlamaların yer aldığı bir
fetva ve yine özel olarak seçilen dört kişilik bir heyet ile alınan bu karar padişaha
bildirildi. 23 Abdülhamit yakın aile fertleriyle 1912 Balkan bozgununa kadar kalacağı
Selanik’e sürgüne yollandı. 24 Yeni padişah V. Mehmet Reşat (27 Nisan 1903–3
Temmuz 1918), iktidarı giderek daha sağlam bir şekilde ele geçirip, sonunda tek
parti diktatoryası kurarak muhaliflerini ezecek olan Đttihat ve Terakki’nin elinde bir
oyuncak olundu. Meşrutiyet hükümdarı olma paravanası arkasında, hükümetlerin her
23 Ziya ŞAKĐR, Abdülhamit’in Son Günleri, Đstanbul, 1943, s. 15. 24 Đsmail Hakkı UZUNÇARŞILI, II. Abdülhamit’in Halli ve Ölümüne Dair Bazı Vesikalar, Belleten
X-40 (1946), s. 705-748.
25
icraatına ‘memnun ve mahzuz’ zafiyetini gizlemeye çalıştı. Meşrutiyetin oluşturduğu
geçici coşkunluk ve aldatıcı kaynaşma hâli, yerini kısa zamanda yeniden ortaya çıkan
ağır iç ve dış meseleleri bıraktı. Memleket içindeki particilik ve partizanlık,
muhalefet-iktidar (Đttihat ve Terakki) çatışmaları hat safhada devam etti. Đttihatçıların
imparatorluk bünyesindeki çeşitli din ve ırkları değişik unsurları ‘Türklük’
zihniyetiyle birleştirmek ve merkezi otoriteye bağlamak hedefinde takip ettiği
politikalar ve bu doğrultuda gerek mecliste gerekse mahalli idarelerde görülen
uygulamalar mevcut genel huzursuzluğu daha da artırdı. Doğu’da Kürt, Adana’da
Ermeni ayaklanmaları(1909), ortaya çıkarken, Rumeli’de özerk veya bağımsız bir
statü talebindeki milliyetçilik eylemlerini artıran Arnavutların hoşnutsuzlukları
sonunda açık bir isyana dönüştü(1910). Kuvvet kullanılarak bastırılan Arnavut
ayaklanmaları, 1911’de Sultan Reşat’ın Üsküp, Kosova Manastır gibi Arnavut
nüfusunu yoğun olarak barındıran vilayetlere yaptığı Rumeli gezisi mevcut durumu
düzeltmeye ve Đttihat ve Terakki idaresiyle Arnavutlar arasındaki barışı sağlamaya
yetmedi. 25
Bu yüzyıl Türk dünyası için zor yaşanmış, yoğun bir cezr zamanıdır. Cihan
hakimiyetinin maddi kaynakları da tükenmiş26 ve Osmanlı Avrupa’dan adım adım ve
kanlı bir biçimde çekilmektedir; yorgun ve çileli bir geriye dönüş…27 Kaçınılmaz
olan bir çözülüş ve çöküş devletin bütün kurumlarında hissedilmektedir. Tebada ise
‘Konstantiniyye’de Bizans serpuşu görmektense, Osmanlı kalpağı görmeyi tercih
ederiz. ’ diyecek kimse de kalmamış milliyetçilik akımı imparatorluğu için için
kemirmiştir. Ardından I. Dünya savaşı, sonun başlangıcı olacaktır.
Türk destanındaki ‘Göç, göç…’ avazeleri asır boyunca Türk’ün afakını tutan
günlük haykırışlardır. Ancak bu, yeni bir medeniyet doğuran, gerilim kaynağı göç
değil, çözülmenin son merhalesinde yok olmaktan kurtulmanın, hiç değilse, bayrağı
altında olabilmenin acılı çırpınışlarıdır. Ve Dersaadet, camileri, imaretleri, evleri ve
sokaklarıyla bu acıyı yüz yıl boyunca derinliğine yaşar. Daha Kırım’ın Rumeli’ye ve
25 Komisyon, Dünya Tarihi, Kaynak Kitaplar Basın Yayın Dağıtım, Đstanbul, 1974. 26 Bk. Osman TURAN, Tünk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, Nakışlar Yayınevi, Đstanbul,
1979 27 Büyük Türk Klasikleri, C. VIII, Ötüken-Söğüt Yay. Đstanbul, 1988, s. 13.
26
Anadolu’ya akan göçü durmadan, Kafkaslar’dan Anadolu içlerine doğru göç kervanı
yürür. Bu göç ve çekilme, Anadolu topraklarına kadar sürecektir.
Eski Zağra Müftüsü’nün şu dizesi hâl-i pürmelali ifade eden çok güzel bir
mısra-ı bercestedir:
“Aziz-i vakt idik, â’da zelil etti bizi”
27
2. SERVET-Đ FÜNUN’A KADAR BASIN HAYATIMIZ
“Bermucibi tay ve tashih tab’ında beis yoktur. ”
Encümen-i Teftiş ve Muayene Kurulu28
Medeniyetin temelinde yazı vardır ve tarih de yazıyla başlar. Yazının, ciddi
anlamda tarihe yön vermesi matbaanın icadından sonradır. Bunu çok net bir şekilde
Avrupa’da görmek mümkündür.
XV. yüzyıl, Gutenberg’in matbaayı buluşunun Avrupa’ya yayılış tarihidir. Bu
yüzyılda matbaa Alman basım ustaları sayesinde Avrupa’ya çok kısa bir süre içinde
yayılmıştır. Bu yayılma sonucu çok sayıda Đncil basılmış ve dini inançları kuvvetli
olan o günün insanı tarafından bu kitaplar aranır ve satın alınır olmuştur. Halkın din
kitaplarına karşı gösterdiği bu büyük ilgi ve istek sonucu, Katolik Kilisesi yavaş
yavaş sarsılmaya başlamış ve tarihte Reform adıyla nitelendirilen, dinde yenilik
hareketleri basım sanatı sayesinde başarıya ulaşmış ve bugünkü Avrupa
medeniyetinin temelleri atılmıştır.
Dünyada Matbaanın Yayılışı
Tarih Ülke Matbaacı
1445-1450 Almanya Johan Gutenberg
1467 Đtalya Süvynhem ve Panarte
1470 Fransa Martin Grantz
1474 Đspanya Lambert Palmart
1482 Avusturya Stefan Köblinger
1487 Portekiz Samuel Zora
1494 Türkiye David ve Samuel
1556 Hindistan Joau de Endem
1563 Rusya Ivan Federof
1590 Çin Isa Cemiyeti
1638 Amerika Reverend Jose
1728 Türkiye Đbrahim Müteferrika29 28 Ahmet Đhsan (TOKGÖZ), Matbuat Hatıralarım, Ahmet Đhsan Matbaası Limitet Şirketi, Đstanbul,
1930, s. 47.
28
Yukarıdaki tabloya şöyle bir göz gezdirilirse matbaanın ülkemize ne kadar
geç geldiği görülür ki, bu bizi birtakım sonuçlara rahatlıkla götürecektir. Ayrıca
basım sanatının 1728 yılında Osmanlı ülkesine girmiş olmasına, matbaada birtakım
kitaplar basılmasına rağmen ilk gazetelerin yayınlanması için bir süre daha
beklenilmesi zorunlu olmuştur. Ülkede egemen olan aşırı taassup nedeniyle Türkçe
gazetelerin ortaya çıkması yüz yıl daha gecikmiş, ilk gazeteler tıpkı kitaplarda
olduğu gibi yabancı dilde ve genellikle Fransızca olarak yayınlanmıştır. Bütün bunlar
bize gösteriyor ki XIX. yüzyılda Avrupa’da oldukça yaygınlaşan ve önemi kavranan
gazete, bizde önemi geç kavranan bir mesele olacaktır. Böylece Osmanlı ülkesinde
ilk Türkçe gazete yayınlanana kadar bu boşluğu yabancı dillerde yayınlanan
gazeteler dolduracaktır.
2.1. Osmanlı Ülkesinde Yabancı Dilde Yayımlanan Basın
“Fransa’da yayınlanmış olan Annuaire des Deux Mondes gazetesinin 1850
tarihli bir sayısında Đstanbul’da ve ayrıca Osmanlı Đmparatorluğu’nun diğer vilayet
ve eyaletlerinde yayınlanan gazetelerin adları ve hangi dilde yayınlandıkları
açıklanmıştır. Bu gazete haberine göre o tarihte Đstanbul’da 5 Fransızca, 4 Đtalyanca,
1 Rumca, 1 Ermenice; Đzmir’de 2 Fransızca, 1 Rumca, 1 Ermenice, 1 Musevi dilinde
olmak üzere on beş kadar gazete yayınlanmaktadır. ”30
Fransa’da başlayan ve beşeriyet inkılâbı hâlini alan Fransız inkılâbının bütün
hudutları aşarak Osmanlı Đmparatorluğunun merkezi Đstanbul’a da girmesi tabiidir.
Zira ihtilal hükümetinin mümessili olan o zamanın sefiri 1789’dan 1799 tarihine
kadar devam edecek olan inkılâp hareket ve neticelerinden, bulunduğu memleket
efkâr-ı umumiyesini de haberdar etmek için Fransa’dan talimat almıştır.
1790 senesinde Đstanbul’da Fransız ihtilal hükümetinin mümessili olarak
Verninac adında bir zat vardır. Derhâl harekete geçer ve Bulletin de Nouvel adıyla bir
gazete çıkarır… Türkçe olmasa da bu gazete Türkiye’de ilk gazete olarak
görülmüştür.
29 Fuat Süreyya ORAL, Türk Basın Tarihi, Osmanlı Đmparatorluğu Dönemi, 1728–1922, 1831–
1922, Yeniadım Matbaası, Đstanbul, 1965, s. 15. 30 M. Nuri ĐNUĞUR, Basın ve Yayın Tarihi, Der Yayınevi, Đstanbul, 2002, s. 165.
29
Verninac, gazete ile bizzat meşgul olur. Đlk sayıda şu mukaddimeyi neşreder:
“Matbaanın oldukça yüksek olan mesarifini manen telafi için gerek
Đstanbul’daki Fransızlara Fransa Cumhuriyeti’ne dair malumat vermek gerek
Türklere Avrupa’yı alakadar eden menafi göstermek lazımdır. Bu maksatla her on
beş günde bir ve bilhassa Fransa’dan havadis geldikçe, altı ila sekiz sayfalık bir
gazete çıkarmaya karar verdim ve çıktıkça Türk Hükümetine birer nüsha gönderdim.
”31
Gazete muhtelif fasılalarla beş sene kadar devam etti. 1796 Mart’ında
Verninac yerine Aubert-Dubayet adında bir Fransız zabiti sefir olarak geldi ve ilk iş
olarak Gazette Française de Constantinople adında aylık bir gazete neşrine
başlayarak evvelkisini kapattı. Bu iki sene kadar devam etti. Fransızların Mısır’ı
işgalleri üzerine Đstanbul’daki Fransız sefaretini de Đngilizler bastı, matbaayı söküp
sattılar. Bu münasebetle gazete de kapandı. 32
Fransızca üçüncü gazete, Alexandre Blacque adında bir Fransız tarafından 24
Mart 1821’de Đzmir’de yayınlanmıştır… Özellikle dış haberlere geniş yer ayıran bu
gazetede Blacque’ın izlediği politika o zamanki Fransız politikasına uymadığı için
Fransız Konsolosluğu mevcut kapitülasyonlardan yararlanarak gazeteyi kapattırma
çabalarına girişmiş, konsolosluğun sürekli teşebbüsleri sonunda 27 Mart 1824 günü
gazete kapatılmıştır…
Altı ay sonra yeni bir biçimde çıkan gazetenin yöneticileri olarak da
Vigoureux ve Didier adları görülmektedir. O tarihte Yunanistan’ın bağımsızlığını
kazanmak amacıyla adalarda geniş bir eyleme girişen Yunan ihtilalcileri, Ruslar ve
Đngilizler tarafından desteklendiklerinden, gazete Osmanlı hükümeti lehinde, Ruslar
ve Đngilizler aleyhinde yazılar yayınlamıştır. Adı geçen devletlerin elçilikleri
Babıâli’yi sıkıştırınca, hükümet gazeteyi uyarmak zorunda kalmış, bu nedenle
gazetenin sahibi değişmiş ve Alexandre Blacque yönetimi ele almıştır.
31 Fuat Süreyya ORAL, Türk Basın Tarihi, Osmanlı Đmparatorluğu Dönemi, 1728-1922, 1831-
1922, Yeniadım Matbaası, Đstanbul, 1965, s. 56. 32 age, s. 57.
30
Osmanlı Đmparatorluğunun çıkarlarını her şeyin üstünde tutan, gerektiğinde
bu nedenle bütün dünya devletlerine çatan bu gazetenin, özellikle siyasal alanda
yaptığı yayınlar basın tarihimizde önemli bir aşama olmuştur.
Yabancı devletlerin baskısı ve isteği üzerine hükümet gazeteyi bir ay süreyle
kapatmak zorunda kalmıştır. Bu, basın tarihimizde ilk gazete kapatma olayıdır.
Bununla yetinilmemiş, Fransa’nın doğu siyasetini eleştiren yazılarından dolayı
fazlaca sinirlenen Fransız konsolosu gazete idarehanesine giderek matbaa
makinelerine de el koymuştur. Basın tarihimizde ilk gazete baskını budur.
Ne yazık ki zorbalığa karşı hükümet ses çıkaramamış, bu suretle 1827 yılının
son günü gazete tamamen kapanmıştır.
Bu dönemde yabancı dilde yayınlanan diğer gazeteleri şöyle sıralayabiliriz:
Le Smyrneén (Đzmirli):1824 yılında Đzmir’de Fransızlar tarafından, Fransızca
ve aylık olarak çıkarılmıştır. Charles Tricon tarafından 3 Temmuz 1824 tarihinde
yayınlanan bu gazeteyi bir süre sonra Roux adında bir Fransız tüccar satın almıştır.
Bu gazete ancak on bir sayı çıkabilmiş, Osmanlı hükümetinin yararına uymayan
yayınlar yaptığından 11 Eylül 1824’te kapatılmıştır.
Le Courrier de Smyrne (Đzmir Postası):Alexandre Blacque, hükümetin de
desteğiyle Đzmir’de Le Courrier de Smyrne adlı bir gazete çıkarmış, ateşli kalemiyle
Osmanlıların haklarını yabancı devletlere karşı korumaya devam etmiştir. Rus ve
Fransız elçilikleri gazetenin kapatılması yolunda Babıâli üzerinde çeşitli baskılara
girişmişlerdir. Bu baskılar etkisiyle hükümet Alexandre Blacque hakkında birkaç
defa soruşturma açmak zorunda kalmıştır. Türk basın tarihinde hakkında kovuşturma
açılan ilk gazeteci Alexandre Blacque’dır.
Bu çalışmalarından esinlenen II. Mahmut fikirlerini çok beğenip, takdir
ettiğinden Đstanbul’da resmi nitelikte bir gazete çıkarmasını teklif etmiş, bu teklifi
kabil eden Alexandre Blacque 1831’de gazetesini satmış ve Đstanbul’a gelmiştir.
Satın alan tarafından gazetenin adı değiştirilmiş ve Journal de Smyrne olmuştur.
31
Le Moniteur Ottoman (Osmanlı Gazetesi): Osmanlı Hükümdarı II.
Mahmut’un isteği ile 1831 yılında Đstanbul’da devletçe Fransızca olarak yayınlanan
yarı resmi bir gazetedir. II. Mahmut bir taraftan Takvim-i Vekâyi adıyla çıkarılacak
olan gazetenin hazırlık çalışmalarını izlerken, bir yandan da Babıâli’nin görüşlerini
ve politikasını yansıtacak nitelikte Fransızca bir gazete çıkartmayı düşünmüş,
Đzmir’de uzun süreden beri devletin görüşlerini ve yararlarını savunan Alexandre
Blacque’ı, bu amaçla Đstanbul’a davet etmiş ve gazete çıkartmakla
görevlendirmiştir…
Blacque 1836 yılında Fransa’ya giderken Malta’da ansızın ölmüştür. 33 Daha
sonra Blacque’ın oğlu gazetenin başına gelmiş ve çeşitli üst düzey memurluklarda
bulunmuş ve 1895’te vefat etmiştir.
Journal de Smyrne (1833-1915):Đzmir’de uzun yıllar yayınlanan bu gazetenin
sık sık kapatıldığı anlaşılmaktadır.
Echo de I’Orient (Doğunun Yankısı) (1838-1845):Đzmir’de altı ayda bir
yayınlanan haber gazetesidir.
Bu dönemde yabancı dillerde yayınlanan diğer gazeteleri şöyle sıralayabiliriz:
Journal de Constantinople (1846-1866), La Turque (1866), Impartial (Tarafsız)
(1841-1912), La Reforme (1869-1922), Le Phare du Bosphore (Boğaziçi Feneri1870-
1890), Levend-Herald (1867), Stamboul (Đstanbul) (1875-1964), Presse Orient
(Đstanbul 1849-1854), Courrier d’orient (1854), Le Commerce de Constantinople
(Ticaret Gazetesi) Revue d’Orient (Đzmir 1871)
2.2. Türkçe Basın
Avrupa’da çok daha önceleri önemi ve gücü kavranan basın Osmanlı’da
ancak II. Mahmut döneminde idrak edilmiştir. Kavalalı Mehmet Ali Paşa, Mısır’da
bir gazete neşrederek Avrupa umumi efkârına dair bildiriler yayınlamakta idi. Bu
gazete II. Mahmut’u uyandırdı. Basının değerini takdir etti. Gazetenin devlet
33 M. Nuri ĐNUĞUR, Basın ve Yayın Tarihi, Der Yayınları, Đstanbul, 2002, s. 170.
32
menfaatleri için lazım geldiğine inandı. 34 Hükümet tarafından çıkarılan ilk Türkçe
gazete Takvim-i Vakayi’nin çıkış nedenleri “Mukaddeme-i Takvim-i Vakayi” başlığı
altında ve özel bir sayıda şu şekilde özetlenmektedir:
“Eskiden vakanüvis denilen resmi tarih yazarları vardı. Bunlar yaşadıkları
dönemin önemli olaylarını yazarlardı. Ancak yazılar yirmi otuz yıl sonra
bastırılabildiğinden halk gerçekleri zamanında öğrenemiyor, çoğu kez olaylar yanlış
yorumlanıyordu. Đşte bu mahzurları önlemek, iç ve dış olayları halka zamanında
duyurabilmek için Takvim-i Vakayi çıkmaktadır. 35”
Buradan anlaşılan şu ki gazete halkı aydınlatmak amacıyla değil, devletin
işlerini halka duyurmak amacıyla ortaya çıkmış ve zamanla halkı aydınlatma sonucu
ortaya çıkmıştır. Gazetenin ilk sayısı, asrın sonuna kadar her bakımdan örnek
tuttuğumuz Fransa’dakinden (La Gazette 1631) tam iki asır sonra 25 Cemaziyülevvel
1247 (25 Temmuz 1831)’de çıktı. 28x42 ebatlarında, çift sütun üzerine metin ve
ayrıca iki sayfa da mukaddime ile 5000 adet basılmıştır. Senelik abonesi 120
kuruştur. Gazete merkezde devlet erkânına, taşrada maruf ve muteber eşhasa
dağıtılmıştır. Gazetede sayfa numarası yerine o zaman kitaplarda olduğu ve çok
önceleri Avrupa’da olduğu görüldüğü gibi kelime koyma usulü takip ediliyordu.
1831 senesinin yedinci ayına kadar her hafta çıkarılan 27 sayıyı bulan Takvim-i
Vakayi bundan sonra hiçbir zaman muntazam çıkamamıştır. Gazetenin en büyük
hizmeti 1839 yılında Tanzimat-ı Hayriye fermanı denilen Gülhane Hattı
Hümayunu’nu (varak-ı mahsusa, özel sayı olarak) neşretmekle göstermiştir.
Đkinci gazete olarak Villiam Churchill tarafından çıkarılan Ceride-i Havadis’i
görürüz. Kapitülasyonların ülkeyi ne hâle getirdiği gazete izninin verilmesi
yönteminden acı da olsa gayet iyi bir şekilde anlaşılır. Gazete önce rağbet görmemiş
ve ancak 150 kişi tarafından alınır ve okunur olmuştur. Ancak daha sonraları
hükümetten, baskı yoluyla 2500 kuruşluk maddi yardım yapılmasını sağlamıştır ve
bunun sayesinde ayakta kalabilmiştir. Gazete, kullandığı üslup bakımından, daha
sonra yayınlanacak gazeteler için bir gazete üslubunun temellerini attığı söylenebilir. 34 Enver Behnan ŞAPOLYO, Türk Gazeteciliği Tarihi ve Her Yönüyle Basın, Güven Matbaası,
Ankara, 1971, s. 99. 35 Takvim-i Vekayi, , “Mukaddeme-i Takvim-i Vakayi”, 1831. s. 1
33
Yarı resmi bir gazete olarak yayın hayatına devam etmiş ve 27 Eylül 1864 tarihinde
1212. sayısından sonra kapanmıştır. 36
Yine bu dönemde bir meslek gazetesi olan Vekayi-i Tıbbiye yayınlanır (1850).
Ancak bu gazetelerin hiçbiri sosyal ve siyasi fikir dünyasının bir ifadesi olamamış
resmi veya yarı resmi kimlikleri hep ön planda kalmıştır. Bunlar birtakım hükümet
icraatlarının duyurulması veya yabancı gazete ve dergilerden çeviriler vermekten
öteye gidememişlerdir.
Bağımsız ilk Türk fikir gazetesi Şinasi ve Agâh Efendi’nin çıkardığı
Tercüman-ı Ahvâl’dir. (21 Ekim 1860) Tercüman-ı Ahval, Takvim-i Vekayi’den 30
yıl, Ceride-i Havadis’ten 20 yıl sonra özel teşebbüs tarafından ve hazineden yardım
almadan çıkarılan ilk gazetedir. Gazete, şu mukaddime ile çıkar: “Gayr-ı resmi bir
varakanın devam üzere çıkarılmasında her nasılsa şimdiye kadar millet-i hâkimeden
hiçbir kimsenin ihtiyar-ı zahmet etmediği…” O zamana kadar bir Türk’ün şahsen
gazete çıkarmadığına da işaret ediliyordu. Ayrıca başmakalede Şinasi şunları
söylüyordu: “Mademki bir heyet-i içtimaiyede yaşayan halk bunca vezaif-i kanuniyle
mükelleftir, elbette kalen ve kalemen kendi vatanının menafiine dair beyan-ı efkar
etmeyi cümle-i hukuk-ı müktesebesinden addeyler. Eğer şu müddeaya bir sened-i
müsbit aranılacak olsa, maarif kuvvetiyle zihni açılmış olan milel-i mütemeddinenin
yalnız politika gazetelerini göstermek kifayet eder. ”37 Buradan da anlaşılacağı üzere
halk gazete vasıtasıyla görüş ve düşüncelerini ifadeye çağrılmıştır. Yani gazete halkı
eğitmek amacında ve sade bir dili kullanmıştır.
1862 yılında Münif Paşa tarafından Mecmua-i Fünun adıyla aylık bir mecmua
neşredilmiştir… Bu mecmua Cemiyet-i Đlmiye-i Osmaniye adıyla teşekkül eden bir
heyet tarafından ayda bir çıkarılmıştır. Mecmua-i Fünun 1869’da cemiyetin
kapanmasıyla yayın hayatına veda eder. 38
36 M. Nuri ĐNUĞUR, Basın ve Yayın Tarihi, Der Yayınları, Đstanbul, 2002, s. 184. 37 Mehmet KAPLAN, Đnci ENGĐNÜN, Birol EMĐL, Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi-I(1839–1865),
Marmara Üniversitesi Yay. Đstanbul, 1988, s. 511. 38 Enver Behnan ŞAPOLYO, Türk Gazeteciliği Tarihi ve Her Yönüyle Basın, Güven Matbaası,
Ankara, 1971, s. 112.
34
Yine bu yıllarda Halet Bey tarafından Halep’te Türk gazeteciliği tarihinin ilk
salnamesi Salname’si de basılmıştır.
27 Haziran 1862’de Şinasi tarafından Tasvir-i Efkâr çıkarılır. Haftada iki defa
çıkan gazete Sultan Abdülaziz tarafından memnuniyetle karşılanmıştır. Tasvir-i
Efkâr, Edebiyat-ı Cedide diye adlandırdığımız edebî devri açmıştır. Đlk edebî
münakaşalar bu gazetede başlamıştı. Aydınlar bu gazeteyi alaka ile takip etmişlerdir.
Bu dönemin kayda değer gazetelerinden biri de Ali Suavi tarafından çıkarılan
Muhbir gazetesidir. 1866’da çıkan gazete 33. sayısına kadar Ali Suavi’nin yazılarıyla
neşredilmiştir. Gazete Ali Suavi’nin hararetli yazıları nedeniyle kapatılmışsa da Ali
Suavi gazeteyi Avrupa’da çıkarmaya devam etmiştir.
II. Abdülhamit Han’ın Mebusan Meclisi’ni kapatmasından yurt dışına çıkan
birtakım aydınlar tarafından yabancı ülkelerde Jöntürk gazeteleri yayınlanmaya
başlamıştır. Mutlakiyet idaresine karşı çıkmak ve Kanun-ı Esasi’yi yeniden
uygulatmak amacıyla, Jöntürk adı verilen zümrenin, Abdülhamit Han yönetimine
karşı özellikle yurt dışında gaçeteler aracılığıyla başalattığı bu yoğun fikir savaşı
1889 yılında Đttihat ve Terakki Cemiyetinin kurulmasıyla daha çok gelişmiştir.
Yeni Osmanlılardan çok daha uzun süreli, daha yoğun, daha aktif ve karışık
faaliyet gösteren Jöntürkler, 1889-1908 yılları arasında çıkardıkları gazete ve
dergilerde siyaset ve fikir hayatına yeni bir yön vermişlerdir.
1889 Mayıs’ında Đttihat ve Terakki kurulduktan sonra yabancı ülkelerde çıkan
gazetelerin sayısı artmış ve on üç yabancı ülkede gazeler yayınlanmıştır. Bu ülkeler
Đngiltere, Fransa, Avusturya, Bulgaristan, Đtalya, Yunanistan, Romanya, Đsviçre,
Brezilya, Belçika, Amerika, Kıbrıs ve Mısır’dır. 39
1831 yılında ilk Osmanlı resmi gazetesi Takvim-i Vakayi’nin çıkışıyla
başlayan basın hayatına rağmen, basın ve basın alanı henüz hukukî düzenlemeden
yoksundur. Kitap ve harita basmak amacıyla kurulan basımevlerinde, gazete ve dergi
gibi yeni ve süreli basın ürünlerinin de basılması zorunlu olunca yeni bir hukuki
39 bk. M. Nuri ĐNUĞUR, Basın ve Yayın Tarihi, Der Yay. Đstanbul, 2002.
35
düzenlemeye ihtiyaç duyulacağı doğaldır. Đşte bu nedenle Tanzimat döneminde
basın-yayınla ilgili ilk hukuki düzenlemenin Matbaalar Nizamnamesi ile başladığını
görüyoruz.
Matbaalar Nizamnamesi, doğrudan doğruya basınla ilgili olmayıp, sadece
basımı kapsayan, fakat zamanla basın alanına yönetilen, özellikle istibdat döneminde
basın aleyhine işler duruma getirilecektir.
1857’de Tabıhane-i Amire’nin geliri azaldığından, ruhsatsız ve gizli çalışan
basımevleri bulunduğu anlaşılmış, basımevlerinin ancak irade ile açılabileceği bir
defa daha ilan edilmiş ve buna dair bir de tüzük çıkarılmıştır.
15 Şubat 1857’de yürürlüğe giren bu ilk tüzük sadece kitap ve broşürlerin
basılmazdan önce sansür edilmesi hükmünü koyuyordu. Basımevi sahibi, yeri,
makine ve malzemesinin çeşitleri, ne iş yapacağı, çalıştıracağı personel, bunların
kimlikleri, ikametgâhları bir bildiri ile kayıt altına alınıyordu.
Bu tarihten başlayarak kitapların aralıksız sansür edilmesi, kitapların
kaderinin iki sansür memuruna bırakılması, kültürümüzün gelişmesini engelleyen bir
etken olmuştur. Yukarıda belirtildiği üzere bu tüzükte gazete sansürüne ait bir hüküm
mevcut değildir. Bununla beraber bu tüzük hükümleri basımevleri aleyhine
kısıtlanarak 1908 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.
Osmanlı ülkesinde basınla ilgili ilk yasaklamaları 1858 tarihli Ceza
Kanununda yer alan üç madde hâlinde görmek mümkündür. Fransız Ceza
Kanunundan çeviri yoluyla alınan bu kanunun 138, 139 ve 213. maddeleri ilk
yasaklamaları belirlemektedir. Bu kanun çıkarıldığı zamanda Osmanlı ülkesinde
Takvim-i Vakayi ve Ceride-i Havadis olmak üzere sadece iki gazete
yayınlanmaktadır. Bir de Vekayi-i Tıbbiye adında dergi mevcuttur. Bu dergi, 1850
den beri aylık olarak yayımlanan, Türkçe Fransızca ilk meslek dergisidir. Taş
basması olarak basılmıştır.
Sözü geçen kanunun 138. maddesinde ilk yasaklama şöyle ifade edilmiştir:
“Devlet-i Aliye’nin emir ve ruhsatıyla açılmış olan matbaalarda saltanatı seniyye ve
36
erbab-ı hükümet ve teba-i saltanat-ı seniyyeden olan bir millet aleyhinde gazete ve
evrakı muzırre tab ve neşrine mütecasir olan kimselerin iptida bastırmış olduğu
şeylerin zabtıyla, derece-i cürmüne göre matbaası muvakkaten veya bütün bütün
kapattırıldıktan sonra on mecidiye altınından elli mecidiye altınına kadar nakdi
ahzolunur. “
Kanunun 139. maddesinde ise, “Adab-ı umumiye muhalif olarak nazmen ve
nesren hezel ve hicve dair şeyleri veyahut edepsizce resim ve tasviri basan ve
bastıran ve neşreden kimseden bir mecidiye altınından beş mecidiye altınına kadar
cezâ-yı nakdi alınır ve yirmi dört saatten bir haftaya kadar hapis olunur
denilmektedir”.
Sözü geçen kanunun 213. maddesinde ise “Basma kâğıt talik ve neşriyle yani
afiş ve yayın yoluyla, başkalarına asılsız isnatta bulunma fiili yasaklanmıştır. ”
Yukarıdaki maddeleri özetlersek 138. madde ile yalnız basımevi sahibi, 139.
madde ile hem basımevi sahibi hem de bastıran, 213. madde ile de müfteri yani iftira
edenler cezalandırılmaktadır. 1864 yılında Osmanlı ülkesinde on kadar gazete
yayınlanmaktadır. Belirli sayıdaki gazetelerin mevcut iktidarı güç duruma sokacak
her hangi bir güce sahip olmadıkları aşikâr olduğu hâlde, o dönemde Avrupa’daki
hükümetleri zaman zaman sarsan basının gücünden büyük endişe duyan Osmanlı
yöneticileri, basın alanında bazı tedbirler almaya yönelmişler ve basına hukuki bir
düzen vermek, basın faaliyetlerini kanuni bir çerçeve içine almak amacıyla 1864’te
Matbuat Nizamnamesi adında bir basın tüzüğü çıkarmışlardır.
Kanun-ı Esaside matbuat ‘Kanun dairesinde serbesttir. ’ hükmü yer almıştır.
Ayrıca 1877’de Meclis-i Ahkâm-ı Adliye basınla ilgili davalara bakmak için kurulur.
Bu durum 1909 Matbuat kanununa kadar devam edecektir. 4014 Şubat 1878 tarihinde
Meclis-i Mebusan’ın kapatılmasının ardından merkeziyetçi bir yönetim kurulur. Bu
dönemde basın üzerinde ciddi anlamda sansür uygulanmış ve birçok yasaklamalar
getirilmiştir. Bu yasaklara uymayan gazete ve dergiler ya kısa bir süre ya da
tamamen kapatılmıştır. Bazı yabancı gazeteler rüşvet verilerek hükümet yanlısı
40 M. Nuri ĐNUĞUR, Basın ve Yayın Tarihi, Der Yay. Đstanbul, 2002, s. 204.
37
haberler yapmaları sağlanmıştır. Ancak bu durum zamanla zor durumda kalan
gazetelerin hükümeti tehdit etmesine kadar varmıştır.
Bu baskılar neticesinde Yeni Osmanlılar hareketi yurt dışında hızla
filizlenmiş ve Meşveret, Mizan gibi yayın organlarıyla bu faaliyetlerini devam
ettirmişlerdir.
Bu dönemde iç ve dış baskılar neticesiyle basının kontrol alınması
gerekmektedir. Ancak bu durum zaman zaman aşırıya kaçmış olmakla basının
özgürlüğüne gölge düşürmüştür.
Bu dönemde dergiler gazetelere göre oldukça şanslı sayılabilir. Çünkü
zamanın yöneticileri tarafından dergiler gazetelere göre daha az tehlikeli
sayılmaktadırlar. Böyle bir ortamda Servet-i Fünun, 27 Mart 1891 tarihinde ilk
sayısıyla basın hayatına merhaba der. Adından da anlaşılacağı üzere fen konuları
muhteva addeden dergi, Ahmet Đhsan tarafından kurulan Servet-i Fünun matbaasında
basılır. Ahmet Đhsan’ın adıyla kurulan bu basımevi, edebiyatımızda çığır açmış olan
Edebiyat-ı Cedide ve Fecr-i Ati topluluklarına mekân olmuştur.
7 Şubat 1896 tarihli 256. sayıdan sonra Recaizade Ekrem Bey’in önemli
katkılarıyla derginin yazı işleri müdürlüğüne Tevfik Fikret getirilir. Bu sayıdan
itibaren dergi edebî bir kimlik kazanacaktır. Servet-i Fünun döneminde devrin
edebiyatçılarının buluşma noktası hâline gelecektir. Özellikle Halit Ziya, Cenap
Şahabettin, Mehmet Rauf ve Hüseyin Cahit gibi isimlerin dergide yazılar
yayınlamaları dergiyi önemli bir edebî mevkiye getirmiştir. Bu sayede
edebiyatımızın Batılı anlamda modern eserler vermesi de sağlanmıştır. Dergi 539.
sayıda Hüseyin Cahit’in Fransızcadan çevirdiği “Edebiyat ve Hukuk” adlı makalenin
yayınlanmasıyla 16 Ekim 1901’de Sultan Abdülhamit’in iradesiyle kapatılır. Dergi
kapatılmakla kalmaz, yazarlar da sürgün edilmek istenir. Ancak Mabeyinci Arif
Bey’in çaba ve girişimleriyle konunun adalete intikali sağlanır. Ahmet Đhsan,
Hüseyin Cahit ve hükümet namına kontrol işini yapan Velet (ĐZBUDAK) Çelebi
mahkemeye çıkarılır. Adliye Nazırı Abdurrahman Nurettin Paşanın yardımlarıyla
derginin yazarları mahkûm olmaktan kurtulmuşlardır.
38
1901 yılından sonra, edebiyat dışı konularda yayınlanan dergi, 1901-1911
arasında Fecr-i Ati topluluğuna yayın organlığı da yapmıştır. 1910’da dergi, bir ara
günlük olarak da yayınlanmıştır. Ancak bu durum çok uzun süreli olmamıştır. 6
Aralık 1928 tarihli 1680. sayısında yeni harf yasasını benimseyen dergi, daha sonra
adını Uyanış olarak değiştirmiş, 1944 yılına kadar, 54 yıl yayınlanmış bir dergi
olarak basın ve yayın tarihimize mührünü basarak yayın hayatına veda etmiştir.
BĐRĐNCĐ BÖLÜM
I. ĐNCELEME
42
1. KÜLTÜR HAYATIMIZ AÇISINDAN SERVET-Đ FÜNUN
Đnsan topluluklarını millet hâline getiren unsuların başında kültürleri gelir. Bir
milletin kültür birikimini ise yazılı ve sözlü kaynaklar oluşturur. Bu sebeple şairin
ifade ettiği gibi mazisiz bir hâl tasavvur edilebilirse de atî mümkün değildir. Bu
nedenle geleceği planlamak isteyen her millet geçmişini iyi araştırmalı ve bilmelidir.
Medeniyetimizin yönünü Batı’ya çevirdiği yıllar aynı zamanda yeniliğin
sancılarının yaşandığı yıllardır. Tanzimat’a kadar Türk kültürünün ne durumda
olduğunu genel çizgileriyle şöyle özetleyebiliriz:
1. Osmanlı diyebileceğimiz XIII. -XIX. yüzyıllar arasındaki Türkiye kültürü,
birçok alandaki gelişmeye rağmen, XVI. yüzyıldan beri Batı kültürünün bilim ve
felsefede kazandığı büyük ilerlemeleri izleyememesi yüzünden geri kalmıştır. Đslam
medeniyetinin VIII-XI. yüzyıllardaki müspet ilim seviyesini muhafaza edememiş,
Batı’nın bu alandaki ilk çağ ve orta çağ ilim seviyesi ile ölçülemeyecek yeni
keşiflerden uzak kalmış; eski Đslam eserlerinin bile ancak ‘haşiye’lerini, şerhlerini
yazmak, bazılarının da yarım olarak Türkçeye çevirmekle yetinmiştir.
2. Đlim alanındaki kapalılık, felsefede de kapalılığı doğurmuştur. Osmanlı
devrinde felsefe, skolâstik içine girmiş, Ortaçağ Đslam feylesoflarının eserlerini şerh
etmekten ileri gidememiştir. Đlim felsefesi eğilimi zayıflamış, onun yerine şeklî
mantıkla kılı kırk yaran pek çok eser yazılmış, Muhyiddin b. Arabî ve Mevlana
şerhleri, düşünce hayatında birinci derecede rol oynamıştır. Tabiat felsefesi ve
Aristoculuğa (Meşşaî ekolüne) karşı şiddetli hücumlarıyla tanınan Gazali kelamı
tutulmuş, yarım olarak Gazali’nin bazı eserleri Türkçeye çevrilmiştir.
3. Fakat buna karşılık, devlet teşkilatı ve hukuk anlayışı imparatorluk sosyal
yapısının gerektirdiği gelişmeleri kazanmış, kendi tipinde yetkin şekillere ulaşmıştır.
Dört temelli hukuk doktrininden en çok Hanefî hukukuna dayanmakla birlikte, onun
verdiği yumuşaklık ve evrim imkânlarını geliştirmiş, ‘Đfta’ makamlarınca zamanın
ihtiyaçlarına göre verilen fetvalarla bu hukuki düzen kendine has orijinal bir şekil
almıştır. Bu, vakıflar ve toprak rejimine ait hükümlerde de görülmektedir.
43
4. Đslam medeniyeti içinde yarattığı mimarlık, resim, süsleme sanatı gibi
plastik sanatlar şiirin çeşitli dalları ve musiki alanında Türk kültürü, kendi tipinde
yetkin ve olgun eserler vermiştir. Büyük Selçuklulardan Anadolu Selçuklularına,
bunlardan Anadolu beyliklerine ve Osmanlı Đmparatorluğu’na uzanan yüzyıllar
içinde, Türk mimarlığının milli geleneklere bağlı kalarak, fakat yeni unsurlarla
zenginleşerek yeni terkiplere ulaştığını, her gün, ayakta duran örnekleri
göstermektedir. Ayrıca yazı sanatının ve minyatürün de önemli bir gelişme
gösterdiğini söylemek mümkündür. 41
Servet-i Fünun dönemine gelince edebiyatımızın, estetiğimizin incelmesi ve
derinleşmesi bu dönemin belki de en önemli özelliğidir. “Hikmet-i Bedayi” adlı seri
yazılarla edipler artık sanatın kendisi üzerinde düşünmeye başlamışlardır. Bu bizim
için bir ilktir. Bütün bunlar tenkidin de başlı başına yeni bir boyut kazandığı
anlamına gelmektedir. Ayrıca tenkidin tarihi ve unsurları üzerinde de uzun uzadıya
durulmuştur.
Yine şiirin konularına günlük hayatta çirkin olarak değerlendirilen pek çok
unsurun da girdiğini bu dönemde görürüz. Onlara göre sanat en çirkin cisimlere bile
ayrı bir güzellik katmaktadır. 42 Bütün bu sebeplerle Servet-i Fünun kültür
hayatımızda ayrı bir yere sahiptir.
1.1. Derginin Şekil Özellikleri
“Batı medeniyeti dışında kalan halklar için en büyük tehlike hızla gelişen
Avrupa’da bu süreç içerisinde emperyalizm fikrinin ortaya çıkışı olmuştur. Bu hem
maddi anlamda hem de manevi anlamda ciddi bir kopyalama ve değişimi de
getirmektedir. ”43 Değişimin en çabuk görüldüğü alanlardan biri de basın ve yayın
alanıdır. Bu anlamda Servet-i Fünun resim ve baskı itibarıyla Osmanlı ülkesinin
şartlarının üzeride olsa da Avrupa kalıplarının bir kopyası niteliğindedir.
41 Hilmi Ziya ÜLKEN, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yay. Đstanbul, 1994, s. 42. 42 bk. Hüseyin, Cahit; “Hikmet-i Bedayie Dair 12, Deha”, SF Nu. 378, s. 365-369. 43 Justin McCarthy, Osmanlı’ya Veda Đmparatorluk Çökerken Osmanlı Halkları, Çev. Mehmet
TUNCEL, Etkileşim Yay. Đstanbul, 2008, s. 23.
44
Servet-i Fünun, asıl edebî niteliğini 1896-1901 yılları arasında gösterse de
1891’den 1944’e kadar yayın hayatını sürdürebilmiş nadir yayınlardan biridir. Dergi
haftalık Perşembe günleri yayımlanmıştır. Ayrıca 1686. sayıdan itibaren Uyanış
ismini kullanmıştır. Servet-i Fünun dergisi 6 Aralık 1928’den itibaren harf inkılâbı
nedeniyle Latin harfleriyle yayınına devam etmiştir. Hatta bu durum Ahmet Đhsan’ın
“Matbuat Hatıralarım” adlı kitabında sevinçle karşılanan bir durum olarak
aktarılmıştır. Ahmet Đhsan’ın bu sevinci, eski harflerle yazı yazmanın zorluğundan
kaynaklanmaktadır. Latin harfleri derginin önce bazı sütunlarında daha sonra da
tamamında kullanılmıştır.
Dergi yayın hayatına başladığında on sayfa iç kısımdan ve iki sayfa kapaktan
oluşmaktadır. Đlk altı ayın sonunda münderecat kısmı on iki sayfaya, kapak da dört
sayfaya çıkmıştır. 22 Haziran 1311 [4 Temmuz 1895]’ten itibaren dergiye sekiz
sayfalık siyasi bir ek bölüm ilave edilir. Böylece Servet-i Fünun 16 sayfa asıl kısım
ve 8 sayfa ek ile 24 sayfa çıkmaya başlar.
Derginin üzerinde çalıştığımız 356-400. sayıları 29 Kanun-ı Evvel 1313 [10
Ocak 1898] ve 29 Teşrin-i Evvel 1314 [10 Kasım 1898] tarihleri arasını
içermektedir. Derginin yayımlandığı günler incelendiğinde istikrarlı bir yayın
çizgisinden bahsetmek mümkündür. Kısa süreli kapatmalar göz ardı edilirse, bu
durum derginin bütün yayın hayatı için de söylenebilir. Đncelediğimiz dönem
içerisinde dergi, haftalık, büyük boy olarak yayınlanmıştır. Dergi incelediğimiz
sayılar süresince her hangi bir inkıtaya uğramamıştır. Yalnızca 356. sayı pazartesi
günü, 390. sayı çarşamba günü olmak üzere erken yayımlanmıştır. Kapakta
genellikle bir resim veya şiir derc edilmiştir.
Derginin asıl kısmının kapağında derginin kimlik bilgileri ve klişesi vardır.
Kapakta büyük klişelerle “Servet-i Fünun” yazılıdır. Đsim klişesinin hemen altında
“Perşembe günleri çıkar. Menâfi-i mülk ve devlete hadim musavver Osmanlı
gazetesi” cümlesi bulunmaktadır. Bunun hemen altında Fransızca “SERVET-Đ
FUNOUN-JOURNAL ILLUSTRĔ TURC PARAISSANT LE JEUDĐ-
COSTANTINOPLE” ibaresi yer almaktadır. Derginin basıldığı yer ve yazı işleri
müdürünün yani Tevfik Fikret’in adını kapak ya da başka bir bölümde göremedik.
45
Servet-i Fünun klişesinin hemen sağ tarafında “Sahib-i Đmtiyaz ve Müdürü:
Ahmet Đhsan, şerait-i iştira Dersaadet’te seneliği 130, altı aylığı 75, üç aylığı 75
kuruştur. Posta ile gönderilirse vilayât bedeli ahzolunur. ” Klişenin sol tarafında ise
“Dersaadet’te nüshası 100 paradır. Şerait-i iştira vilayette seneliği 150, altı aylığı
80 kuruş olup, üç aylığı yoktur. Kırılmadan mukavva boru ile almak için senevi yirmi
kuruş fazla alınır. ” Açıklamalarına yer verilmiştir. Bu ibareler incelediğimiz
sayılarda hiç değişmemiştir. Ayrıca derginin fiyatında ve diğer şartlarda da
incelediğimiz sayılar içerisinde herhangi bir değişiklik olmamıştır.
Servet-i Fünun klişesinin sağ alt kısmında “7me Année-BUREAUX:78,
Grand’rue de la Sublime Porte” klişenin sol alt kısmında da “No:… Redecteur en
Cher Ahmed IHSAN” şeklinde Fransızca ibareler yer almıştır. Bu ibare inceleme
alanımız olan 380. sayıdan itibaren değiştirilerek “Directeur-propreietaire Ahmed
IHSAN” şeklini almıştır.
Servet-i Fünun klişesinin altında iki çizgi arasında derginin adedi(sayısı),
tarihi, günü ve çizginin solunda da senesi ve cildi yazılıdır.
Her sayının sonunda iki çizgi arasında “Ahmet Đhsan” yazılıdır. Her sayfanın
üst kısmında bir çizgi bulunmakta bu çizginin üstünde ortada “Servet-i Fünun” yan
taraflarda derginin sayfa numarası ve sayısı belirtilmektedir.
Yazılar genellikle üç sütuna sığdırılmıştır. Ancak tiyatro ve roman
tefrikalarında daha ziyade sayfa iki sütun hâlinde kullanılmıştır. 44 Okunaklı bir yazı
karakteri kullanılmıştır. Derginin ilavesinde yazı puntosu biraz daha küçüktür.
Müstensih hatalarına pek rastlanmaz. Yazı başlıkları çeşitli motif ve desenlerle tezyin
edilmiştir. Yazıların başlıkları yer yer farklı yazı karakterlerinde ve büyük puntolarla
basılmıştır. Bu durum eser sonlarında verilen müelliflerin isimlerinde de görülür.
Özellikle şiirde olmak şartıyla bol bol resim kullanılmıştır. Resimler genellikle
çerçeve ile değilse de bir çizgi ile kenarlanmıştır. Resimler siyah beyaz olarak
basılmıştır. Renkli resimlerin basılmasına 1318 yılından sonra geçilecektir. Bunda
Tevfik Fikret’in resme olan merakı ve titiz yapısının payı olduğu kadar Ahmet
44 bk. Safveti Ziya, “Salon Köşelerinde”, SF, Nu. 396, s. 94.
46
Đhsan’ın resme olan ilgisi de etkili olmuştur. Hatta Ahmet Đhsan yeni resim baskı
tekniklerini öğrenmek amacıyla Avrupa’ya dahi gitmiştir. 45 Ancak dergide
kullanılan resimlerin birçoğu sayfada anlatılan konu ve eserle pek ilgili değildir.
Derginin kapak sayfalarında genellikle tablo ve fotoğraflara yer verilmiştir.
Derginin içinde de bu tür resimler geniş yer tutmaktadır. Hatta bazı sayılarda iki
sayfayı kaplayacak resimlere dahi yer verilmiştir. Resimlerin altına Osmanlıca ve
Fransızca açıklamalar yapılmıştır. Bazı Fransızca kelimeler Arap harfleriyle ve
okunduğu gibi yazılmıştır. Çalışmamız esnasında bizim için ciddi bir problem
oluşturan bu durum, dergi içinde yer alan metinler için de geçerlidir.
Derginin ekinde de aynı klişe kullanılmıştır. Servet-i Fünun isminin klişesinin
altında “Tevcihat ve Havadis Kısmı” ibaresi, bunun altında “SERVET-Đ FUNOUN:
SUPLĔMENT POLITIQUE” ibaresi yer almaktadır. Klişenin sağ tarafında
“Sermuharrir ve müdürü Ahmed Đhsan mesleğimize muvafık âsâr kabul olunur.
Muharrerât iade olunmaz-her türlü evrak sermuharrir namına gönderilmelidir.
Şerait-i iştira: Dersaadet’te seneliği 130, altı aylığı 75, vilayatta seneliği 150 ve altı
aylığı 80 kuruştur. Nüshası 100 paradır. ” Sol tarafta “Redacteur en chef AHMED
IHSAN, 7 année No… tarih, BUREAUX:78, Grand’rue de la Sublime Porte
CONSTANTINOPLE, ABONNEMENTS, piastres ou 32 franc par an pour tous les
pays le l’union postale” yazılıdır. Sayı, cilt, sene asıl olduğu gibi verilmiştir.
Tevcihat kısmı yine üç sütundur. Ancak asıl kısımdaki sayfa düzeni bu
bölümde yoktur. Dizgi hatalarına asıl kısma göre daha sık rastlanır. Sütunlar
çizgilerle ayrılmış ve başlıklar koyu yazılmıştır. Sayfaların üstünde “ilave kısım” adı
ve sayfa numarası verilmiştir. Ayrıca Servet-i Fünun’un her cildinde sayfa
numaraları 1’den başlatılmıştır. Asıl kısım kendi arasında, ilave kısım kendi arasında
numaralandırılmıştır. Ayrıca her cildin sonuna cildin fihristi konulmuştur. Đlave
kısmın son sayfası ilan ve reklâmlara ayrılmıştır. Đşyeri reklâmları genellikle
resimlidir. Bazı reklâmları sürekli görmek mümkündür. Bu da derginin önemli maddi
kaynaklarından biridir. Asıl kısımda reklâma yer verilmemiş, derginin maddi
45 Yunus AYATA, “Servet-i Fünun Dergisi 256-305. Sayılar Đnceleme ve Seçilmiş Metinler”,
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Sivas, 1996, s. 31.
47
kaynağını oluşturan reklâmların ek kısmında yer almıştır. Bu sayede asıl kısmın
edebî niteliği daima ön planda tutulmuştur. Gerçi Ahmet Đhsan hatıralarında derginin
reklâm gelirinin ve satışının çok az bir süre kendisini idare ettiğini geriye kalan
açığın hükümetçe verilen destek ve matbaanın katkılarıyla olduğunu anlatır.
Đncelediğimiz sayılar içerisinde asıl kısımda birkaç ilan dışında hiçbir reklâma
rastlamadık. Đlavenin başında Selamlık Resm-i Alisi ve Tevcihat başlıklı yazılar yer
almaktadır. Ardından “Tebligat-ı Resmiye, Dahiliye, Hariciye, Đlan ve Reklâmlar”
bulunur.
Ayrıca Servet-i Fünun kapakta kendisini gazete olarak tanımlar. Ancak
yayının içeriği, şekil özellikleri gibi hususlar incelendiğinde yayının bir gazete
olmaktan öte edebî bir dergi kimliğini taşıdığı söylenebilir. Bu belki ilave kısım için
düşünülebilirse de buraya da tam anlamıyla gazete demek mümkün değildir.
Dergide basılan tablo ve fotoğraflara dikkat edilirse inşaat ve askeriye ile
ilgili fotoğrafların geniş yer tuttuğu görülür. Bunda incelememize konu olan dergi
sayılarının 1898 yılında yani Osmanlı-Yunan savaşı ve Amerika-Đspanya
muharebesinin olduğu yıllarda olmasının önemli payı vardır. Tablolarda ise kadın
tasvirlerinin ağırlıklı olduğunu söylemek mümkündür.
Derginin asıl kısmı beyaz kaliteli kâğıda, ilave kısmı da asıl kısma göre daha
kalitesiz bir sarı kâğıda basılmıştır. Vilayata gönderilen dergilerin yırtılmaması için
ambalaj kâğıdı ithal edilmiş; dergiyi mukavva ambalajda isteyen okuyuculardan
ayrıca ücret talep edilmiştir. 46
Servet-i Fünun şekil itibarıyla devrinin birçok yayın organından çok daha iyi
bir yerdedir. Zaten dergi şekil özelliklerinden dolayı hükümetçe ödüllendirilir.
Đlgililere birer sanayi madalyası verilir. Servet-i Fünun’un asıl kısmı şekil, düzen,
dizgi gibi yönlerden ilave kısma çok daha düzenli ve hatasızdır.
46 Mehmet KONUKÇU, Servet-i Fünun Dergisi (306-355. Sayılar) (Đnceleme ve Edebiyatla Đlgili
Metinler) Sivas-1996, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, s. 21.
48
Muharrirlere belirlenen net bir maaş yerine yazdıkları makale başına bir ücret
ödenmektedir. 47 Bu durumu konu alan makale çevirilerek metinler bölümüne
yerleştirilmiştir. Yazı işleri müdürü buna tabi değildir. Bu anlamda Tevfik Fikret’in
diğer yazarlara göre oldukça yüksek ücret aldığı Fuat Süreyya ORAL’ın Türk Basın
Tarihi adlı eserinde belirtilmektedir.
Derginin şekil özellikleriyle ilgili olarak aktardığımız bilgileri daha somut bir
hâle gelebilmesi için çalışmamızın sonunda yer alan fotokopiler bölümünde derginin
bir sayısının orijinali yer almaktadır.
47 bk. Ahmet Đhsan “Đkdam Muharriri Đzzetlü Ali Kemal Bey’e” SP, Nu. 381, s. 134.
49
1.2. Yazar Kadrosu
Tanzimat’la başlayan Batılılaşma hareketinin edebiyata olan yansımalarının
kesin devamı olarak karşımıza Servet-i Fünun edebiyatı çıkar. Unutulmamalıdır ki bu
dönemin edipleri Tanzimat dönemi sanatçılarının eserleri ve görüşleriyle beslenirler.
Özellikle hürriyet, hak, hukuk, müsavat gibi kavramların oldukça sık bir şekilde
tekrarlanıp tartışıldığı bir edebî dönemde yetişmişlerdir. Bu dönem edebiyatçıları
Tanzimat dönemi aydınlarına göre çok ileri bir şekilde Batılı(Fransız) eserlerle
yetişmişler ve yabancı dil bildiklerinden bu eserleri asıl kaynaklarından okuma
imkânı bulmuşlardır.
XIX. yüzyıl aydınları içerisinde yer alan Tanzimat nesli, devletin çeşitli
yüksek kademelerinde görevler almış yüksek tabakaya mensup kişilerden oluşmakla
birlikte, bu neslin eğitimleri düzenli olmamıştır. Onlar kalemlerde o dönemde –o
devirden sonra da uzun süre devam eden havası içerisinde- daha çok özel derslerle
kendilerini yetiştirmişlerdir. 48
Servet-i Fünun nesline baktığımızda ise onların orta tabakadan çıktıklarını
görürüz. Halit Ziya ticaretle meşgul olan bir ailedendir; Tevfik Fikret’in dedesi
Anadolulu bir köylü, babası bir intisap ağasının yanında kâtiptir. Mehmet Rauf orta
halli bir ailenin çocuğudur. Cenap harpte şehit düşmüş bir binbaşının oğludur. Böyle
saray ve devlet kapısından uzak, halka ve halkın sefaletine daha yakın bir çevreden
olmaları, onların karakter ve mesleklerine tesir etmiş, hayata bakış tarzlarını,
ideallerini ve zevklerini tayin etmiştir. 49
Servet-i Fünun edebiyatı, Batıyı tanıyan ve bilen bir edebiyattır. 1890’dan
sonra Stendhal, Flaubert, Balzac ve Bourget gibi romancıları okudular ve
etkilendiler. Edebiyatı, Batılı anlamda algılamış ve bu modern anlayışı edebiyatımıza
yerleştirmeye çalışmışlardır. Batının bütün edebî türlerini, tekniğine uygun bir
biçimde edebiyatımıza mâl etmeyi başarmışlardır. Küçük hikâye, mensur şiir, roman
ve tenkit gibi edebî türler, Servet-i Fünun sanatçılarının kullandığı edebî türlerdendir.
48 Selçuk ÇIKLA, Roman ve Gerçek Bağlamında Kültür Değişmeleri ve Servet-i Fünun Romanı,
Akçağ Yay. Ankara. 2004, s. 34. 49 Mehmet KAPLAN, Tevfik Fikret, Devir-Şahsiyet-Eser, Dergâh Yay. Đstanbul 1995, s. 34.
50
Bu dönemin sanatçıları özellikle şiir, hikâye, roman ve tenkit üzerinde
yoğunlaşmışlardır. Servet-i Fünun edebiyatının asıl kaynağı Fransız edebiyatı
olmuştur. Bu dönem edebiyatına Tevfik Fikret- Halit Ziya Mektebi de denilmiştir.
Şiir türünde eser veren başlıca isimler şunlardır: Tevfik Fikret (1867–1915),
Cenap Şehabettin (Raik Vecdi takma adıyla, 1870–1934), Hüseyin Siret (Özsever,
Ömer Senih takma adıyla, 1872–1959), Hüseyin Suat (Yalçın, 1867–1942), Ali
Ekrem (Bolayır, 1867–1937, Ayın Nadir Takma adıyla Namık Kemal’in oğlu),
Ahmet Reşit (Rey, H. Nazım imzasıyla 1870–1955), Mehmet Sami (Süleyman Nesip
takma adıyla, 1866–1917) Süleyman Nazif (Đbrahim Cehdi takma adıyla, 1869–1927,
Diyarbakırlı Sait Paşa’nın oğlu), Faik Ali (Ozansoy, 1876-1950 Süleyman Nazif’in
kardeşi Zahir takma adıyla), Celal Sahir (Erozan 1883-1935, Yemen Valisi ve
Kumandanı Đsmail Hakkı Paşa’nın oğlu).
Servet-i Fünun dönemi edebiyatçıları, nesirle şiir söylemeyi denediler. Duygu
yoğunluğunu ve heyecanlarını mensur şiir hâlinde ifade ettiler. Bertrand, Baudelaire,
Mallarme ve Rimbeaud gibi şairlerin izinde yürüdüler. Mensur şiiri onlardan aldılar.
Bu türü önce Halit Ziya sonra Mehmet Rauf denedi.
Hikâye ve romanda en başarılı isim ise Halit Ziya’dır. Onu Mehmet Rauf,
Hüseyin Cahit, Ahmet Hikmet ve Safveti Ziya izler. Bu dönemde küçük hikâye
örnekleri de görülür. Halit Ziya, klasik vaka hikâyelerinin temsilcisidir.
Abdülhak Hamit, bk. [TARHAN] Abdülhak Hamit
Ahmet Đhsan, bk. [TOKGÖZ] Ahmet Đhsan
Ahmet Kemal, bk. [AKÜNAL] Ahmet Kemal
Ahmet Reşit, bk. [REY] Ahmet Reşit
Ahmet Hikmet[MÜFTÜOĞLU]: Yazar 3 Haziran 1870’te Đstanbul’da
doğdu. Babası Yahya Sezai Efendi, tasavvufi şiirler yazan divan sahibi bir kişiydi.
Mekteb-i Sultaniyi (Galatasaray Lisesi) bitirdikten sonra Hariciye Nezareti’nde
51
görev aldı. Değişik kentlerde Marsilya, Pire gibi konsolos kâtipliği ve konsolosluk
yaptı. Hariciye müsteşarı iken asıl mesleğinden ayrıldı. Mekteb-i Sultanide, Darü’l-
Fünunda edebiyat dersleri verdi. Cumhuriyet’ten sonra yeniden hariciyede görev
aldı. Müdürlük ve müsteşarlık yaptı. Son görevi Anadolu-Bağdat demiryolları idare
meclisi üyeliğidir. 19 Mayıs 1927’de Đstanbul’da vefa etti. Maçka, Taşlık (Şeyhler)
mezarlığını gömüldü.
Türkçü ve Türkçeci yazarlarımızın başında gelir. Lise yıllarında hikâyeler
yazdı. Bilinen en eski manzumesi Namık Kemal’in ölümü üzerine yazdığı
“Mersiyesi”dir. 1896’da Servet-i Fünun dergisinde yayınladığı bir hikâye ile Servet-i
Fünun topluluğuna katıldı. Ne var ki işlediği konular, zevk, dil ve anlatım
yönlerinden topluluktan ayrı bir özellik taşır. Servet-i Fünuncular kozmopolit ve
alafranga konuları işlerken o yerli konuları ele aldı. Topluluğun ağır ve yabancı
kelimelerle süslenmiş anlatımına karşı sade bir dille yazmaya çalıştı. Batı taklidine
karşı Türklük ülküsünü savundu. Konularını eski Türk yaşamından, Anadolu
insanlarından seçerek ulusal bir edebiyatın doğmasına yardımcı oldu. Özellikle
Türkçenin sadeleşmesindeki rolü büyüktür.
Yazar incelediğimiz sayılarda, “Nakarat, Kıl u Kal-, Kadınlara Aşka Dair,
Hasbihâl- Đlk Görücü, Đstiyorum ki” gibi eserlerinin yanında iki makale de
yayınlamıştır. Bunlar: “Musahabe-i Edebiye, Eslafta Dekadanlık ve Şeyh Galip ve
Musahabe-i Edebiye”dir. Görüş olarak Servet-i Fünun’dan oldukça farklı bir çizgiye
sahip olmasına rağmen yazdığı eserlerin Servet-i Fünun’da yayınlanması ilginçtir.
Bu nedenle makaleler tezimiz içerisinde çevrilerek metinler bölümüne alınmıştır.
Ahmet Naim (1872-1934) Babanzade Ahmet Naim, Babanzade Mustafa
Zihni Paşanın oğludur. Bağdat’ta doğdu. Bağdat Rüşdiyesini bitirdikten sonra
Đstanbul’a gelerek Galatasaray Sultanisine devam etti. Bu okuldan sonra Mülkiye
Mektebine devam etti. Đlk memuriyetine Hariciye Nezareti Tercüme Odasında
başladı. 1911 yılında Maarif Vekaletinde çalışmaya başladı.
1912-1914 yılları arasında Galatasaray Sultanisinde ders vermeye başladı.
Burada Arapça dersleri veren Ahmet Naim, Istılahat-ı Đlmiye Encümeni
52
çalışmalarına katıldı. Felsefe Istılahları ve Sanat Istılahları adlı eserlerin
hazırlanmasında büyük emeği geçti. Bir süre Darülfünunda da dersler verdi.
Doğu ve Batı kültürüne hâkim olan Ahmet Naim, Arapça, Farsça ve
Fransızcayı iyi derecede bilmekteydi. Arap edebiyatından seçtiği ve tercüme ettiği
parçaları Servet-i Fünun dergisinde yayınladı. Yazılarını “Bedayi’il Arap” başlığıyla
neşretti. Tercümelerinde de tenkit ve tercihlerini kullandı. Tercümelerinde çok
önemli bir durum arz eden terimlerin tam karşılığını bulma konusunda oldukça titiz
davrandı. Servet-i Fünun dergisinin incelediğimiz sayılarında şu eserleri
neşredilmiştir: “-Bedayii’l-Arap-, Ferezdak’ın Bir Kasidesi, -Bedayii’l-Arap-, Đbn
Farızdan, -Bedayii’l-Arap, Semevel’in Bir Fahriyesi, -Bedayii’l-Arap-, Yine Đbn
Farız, Esef-i Azim”. Derginin incelediğimiz sayılarındaki eserlerinin tamamı Arap
edebiyatından çeviri şiirler ve şerhlerden ibarettir.
[AKÜNAL] Ahmet Kemal: 1874 yılında Đstanbul’da doğdu. Kaymakam
Rasim Bey’in oğludur. Çeşitli memurluklarda bulundu. Siyasî faaliyetlerden dolayı
birkaç kez tutuklanmıştır. Daha sonra Atina’ya kaçmış ve orada gazete çıkarmıştır.
1907 yılında Kafkasya’ya Mekâtib-i Đslamiye Müdürlüğüne tayin edilmiştir. Burada
Rus hükümeti tarafından ajan olduğu iddiasıyla tutuklanmış ve idama mahkûm
edilmiştir. Hariciye Nezaretinin teşebbüsüyle bu durumdan kurtulmuştur. Yazarın tek
eseri Vatan Çocuklarına Ninniler adlı şiir kitabıdır.
Ali Ekrem, bk. [BOLAYIR] Ali Ekrem
A(yın) Nadir: bk. [BOLAYIR] Ali Ekrem
Ali Nusret (Yenişehir 1874-Đstanbul 1912): Şair, Cenap Şahabettin’in
kardeşidir. Tahsilini askerî mekteplerde istihkâm mülazımı olarak tamamladı(1891).
Öğretmenlik yaptı, kaymakamlıktan emekliye ayrıldı(1908). Eserleri: Sergüzeşt-i
Hunin (Fransızcadan), Küçük Bir Facia-i Vatanperverane, Makalat-ı Tarihiyye ve
Edebiyye ve Menekşe’dir.
Servet-i Fünun dergisinin incelediğimiz sayılarında ise Gece adlı bir şiiri
yayınlanmıştır.
53
Ali Sami: Şairin Yangın başlıklı bir adet serbest müstezat türünde yazılmış
bir şiiri derginin 362. sayısında yayımlanmıştır. Şair hakkında bilgiye
ulaşılamamıştır.
Ali Suat: 1905 yılında Kahire’de doğdu. Pierre Loti’den çeviriler yaptı. Bir
süre Fransa’da kaldı. Fransızca ve Arapçası oldukça iyi olan yazar, “Sırat-ı Müstakim
ve Hikmet-i Đslam” gibi dergilerde yazılar yazmıştır. “Sırat-ı Müstakim”de yer alan
bir yazısında “Mekteb-i Mülkiye-i Mezunin-i Kadimesinden” notu yer almıştır.
Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler adlı eserinde onun eserleri için,
önümüze konulan kuru ot yığınları arasında taze ve kokulu bir bahar demeti
benzetmesini kullanır. Yazarın incelediğimiz Servet-i Fünun sayılarında “Yalnız”,
başlıklı bir şiiri yayınlanmıştır.
Ali Şahbaz Efendi: Kayseri’de doğmuştur. Temyiz Mahkemesi azalığı
yapmıştır. On üç yaşında ailesiyle Paris’e giderek orada okumuştur. Fransa’dan
döndüğünde, Halep Fransa Konsolosluğu baş tercümanlığına atanmıştır. Đstanbul’a
döndüğünde(1869) Divan-ı Ahkâm Birinci Sınıf Zabıt Kitabetine atanmıştır. Bir sene
sonra Ticaret Mahkemesi azalığına seçilmiştir. Dokuz ay sonra da Mahkeme-i
Ticaret Birinci Meclis Riyasetine getirilmiştir. Dört sene Mahkeme-i Temyiz Riyaset
Saniliğinde bulunmuştur. Mekteb-i Hukuk ve Mülkiyede’de ticaret hukuku ve ceza
hukuku dersleri vermiştir.
Ali Şahbaz Efendi’nin derginin 366. sayısında “Makale-i Mahsusa” başlığını
taşıyan ve Fransa’da yaşanan Dreyfus meselesini hukukî açıdan irdeleyen bir yazısı
yer almıştır.
[BOLAYIR] Ali Ekrem (1867-27 Ağustos 1937): Şair, Đstanbul’da doğdu.
Namık Kemal’in oğludur. Sultan II. Abdülhamit devrinde Mabeyin kâtibi oldu. Bu
görevi nedeniyle yazdığı eserlerinde A. Nadir müstearını kullandı. Beyrut ve Cezayir
valiliklerinde bulundu. Maltepe Askerî Lisesi ve Galatasaray Lisesinde edebiyat
dersleri verdi. Đstanbul’da öldü.
54
Đlk şiirlerini Mirsad, Maarif, Malumat gibi dergi ve gazetelerde yayınladı.
1896’da, 262. sayıdan itibaren, Servet-i Fünun topluluğuna dâhil oldu. Edebiyat-ı
Cedide şairlerini tenkit eden makalesi, Tevfik Fikret tarafından değiştirilerek
yayınlanınca topluluktan ayrıldı.
Ali Ekrem nazmı nesre yaklaştıran eserler kaleme aldı. Daha ziyade sosyal
meseleler üzerinde durdu. Hece vezniyle çocuk şiirleri yazdı. Yeni vezinler türetti.
Ali Ekrem’in incelediğimiz sayılarda, Semere-i Hayat, adını taşıyan bir hikâyesi
tefrika edilmiştir.
Cenap Şehabettin: 1870’te Manastır’da doğdu. Babası Osman Şehabettin
Bey’in 1877-1878 Türk-Rus Savaşında Plevne’de şehit olması üzerine henüz yedi
sekiz yaşlarında annesiyle, Đstanbul’a geldi. Tophane’deki Mekteb-i Fevziye’de,
Eyüp Rüşdiye-i Askeriyesi ile Gülhane Rüştiye-i Askeriye’sinde askeri tıbbiyede
okudu. Devletçe uzmanlık eğitimi için Paris’e gönderildi. Orada okurken yeni
Fransız şiirini, Parnasçı ve simgeci şairleri tanıdı. Yurda dönünce Đzmir, Konya ve
Ankara’da sağlık müfettişliği yaptı. Bu görevi Hicaz Sağlık Kurulu üyeliği,
Đstanbul’da Meclis-i Kebir-i Sıhhiye üyeliği, Rodos’ta ve Mersin’de karantina
hekimliği, Suriye Sıhhiye Reisliği izledi. Meşrutiyetten sonra politikaya atıldı.
Sabah, Hadisat, Tasvir-i Efkâr, Peyam-ı Sabah, Tanin gazetelerinde siyasal yazılar
yazdı. Heceye, dilde özleşmeye, Türkçülük akımlarına karşı çıktı. I. Dünya Savaşı
başında son görevi olan Umur-ı Sıhhiye umumi müfettişliğinden emekli oldu.
1922’ye kadar Đstanbul Edebiyat Fakültesi’nde Fransızca çeviri dersi ve Batı
edebiyatı okuttu. Müderrislik yaptı. Kurtuluş Savaşına karşı olduğundan bu görevi
bırakmak zorunda kaldı. Bundan sonraki yaşamını köşesine çekilerek edebiyatla
uğraşmakla geçirdi. Son dönemlerinde bir sözlük çalışmasıyla ilgilenirken aşırı
çalışma nedeniyle beyin kanaması geçirerek 12 Şubat 1934’te öldü.
Cenap Şahabettin’in dört yıl Avrupa’da kalması, şiir anlayışında önemli
değişikliklere yol açmıştı. Asıl şöhretini Mektep dergisinde yazdığı şiirleriyle
kazanır. 50 Türkiye’ye dönünce kendisine has şiir kurma yoluna gitti. Şiirde şiddetle
50 Nuri SAĞLAM, Cenap Şahabeddin, Hayatı, Sanatı, Eserleri, Eserlerinden Seçmeler, Hikmet
Neşriyat, Đstanbul- 2002, s. 15.
55
tenkit edilmesine rağmen yine de büyük ilgi uyandırdı. Mektep dergisinde çıkan
Terane-i Mehtap başlıklı şiirinde “saat-ı semenfam” (yasemin renkli saatler)
tamlaması, Ahmet Mithat Efendi ile Servet-i Fünuncular arasında tartışma başlattı.
Ahmet Mithat Efendi, Sabah gazetesinde yayınladığı Dekadanlar başlıklı yazıyla
Servet-i Fünuncuları yazıda ‘anlaşılmazlığı’ meslek edinmek ve Fransa’da bazı ‘genç
türedi’ yazarları taklit etmekle suçladı.
Servet-i Fünuncular siyasetten, dini ve felsefi fikirlerden daha çok renk, şekil
ve harekete yer veriyorlardı. Bu özellikleri taşımalarında en önemli rol de Cenap
Şahabettin’in üzerinde idi. Cenap, edebiyat anlayışını şöyle özetler: “Alelumum
sanat ve alelhusus edebiyat için özellikten başka gaye tanımam. Đtikadımca güzel bir
eser vücuda getirerek karilerimde tatlı bir hülya uyandıran şair muvaffak olmuştur.”51
Cenap Servet-i Fünun şiirine orijinal imaj, alegori ve remizler sokmuştur.
Eserlerini kapalı mekânlar, gece, mehtap, mevsimler, aşk, ince ruh hâlleri ve musiki
etrafında işler. Cenap Şahabettin resim de yapmaktadır. Musiki yanında resim de
şiirlerinde önemli yer tutar. Musiki ve resim unsurları Sembolistlerin ve Parnasların
tesiriyle gelişmiştir.
Cenap Şahabettin muhtevanın yanında şekilde de yenilik getirmiştir. Sone
tarzını ilk defa o kullanmıştır. Şiirleri daha çok serbest müstezat tarzındadır. Hep
aruzla yazmıştır. Hece veznini parmak hesabı diyerek alaya almıştır.
Cenap nesirde de yenilikçidir. Duygu ve düşüncenin değişmesiyle dil ve
üslubun değişeceği fikrini savunur. Yani şekli, muhtevaya uyduracaktır. Nesri sanat
kabul etmiş ve dikkatle işlenmesi gerektiğine inanmıştır. Bu sebepten nesri
‘sanatkârane’dir. Türkçenin sadeleşmesine karşı çıkar. Bununla beraber 1925’ten
itibaren o da sade yazmaya başlamıştır.
Cenap Şahabettin’in incelediğimiz sayılarda birçok makalesi ve şiiri
yayınlanmıştır. Bunlar: “Hac Yolunda, Musahabe-i Edebiye, Nekahet-i Kalbiye,
Hatıra-i Yar, Hatıra-i Yar, Kable’l Garam, Mest ü Müstağrak, Mest ü Mütefekkir,
51 age. s. 16.
56
Pürhazin-i Heves, Saadet, Yazdıklarıma Karşı” başlıklarını taşıyan eserlerdir.
Eserlerinde pitoresk unsurların geniş yer tuttuğunu söylemek mümkündür. Ayrıca
şiirde ahengi sağlamak amacıyla musiki izlerini bulmak da gayet tabiidir. 52
COPPEE François (1842-1908): Fransız yazar ve şairidir. Yazarın
“Mücrim” adlı eseri Ahmet Đhsan tarafından tercüme edilerek “Servet-i Fünun’un
Romanı” başlığıyla derginin sütunlarında yer almıştır.
Ç. Sami bk. [MORTAN] Sami
DAUDET Alphonse: Natüralizm akımının temsilcisidir. “Sapho,
Değirmenimden Mektuplar”, eserleriyle ünlüdür. Ayrıca “Jack” adıyla ünlü bir
dünya klasiği de vardır. Servet-i Fünun’un incelediğimiz sayılarında da “Jack” adlı
eserinin çevirisi yer almıştır.
[ERSOY] Mehmet Akif (1873-27 Aralık 1926): Şair ve yazar, Đstanbul’un
Fatih semtinde Sarıgüzel Mahallesinde doğdu. Fatih Medresesi müderrislerinden
Mehmet Tahir Efendi’nin oğludur. Babası Kosova’nın Đpek Kasabası, Suşisa
köyünden Đstanbul’a gelmiştir. Fatih Rüşdiyesini, Đstanbul Đdadisini, Halkalı
Baytarlık ve Ziraat Mektebini bitirdi. Baytar müfettiş yardımcısı olarak Anadolu
Rumeli ve Arabistan’ın çeşitli yerlerini dolaştı. 1906 sonunda Baytarlık Mektebinde
Kitabet-i Resmiye öğretmeni oldu. Daha sonra Darülfünunda Arap edebiyatı
müderrisliği yaptı. 1914’te Beyrut, Kahire, Medine’ye; 1915 başında da Berlin’e gitti
ve incelemelerde bulundu. Balkan Savaşı günlerinde Đstanbul’un büyük camilerinde
vaazlar verdi. Trablusgarp, Balkan ve I. Dünya Savaşlarının yurda getirdiği
felaketleri yaşadı, çöken bir imparatorluğun yabancıların önünde çaresizliğini gördü.
Kurtuluş Savaşı başlayınca Anadolu’ya geçti. Kastamonu ve Ankara camilerinde
bağımsızlık savaşını destekleyen coşkulu konuşmalar yaptı. Đstiklal Marşını yazdı. I.
Meclise Burdur’dan milletvekili seçildi. Üç yıl Ankara’da mecliste çalıştı. Savaş
sona erince, devletin yeni yönetim biçimi, yapılacak devrimler nedeniyle görüş
olarak hükümetten ayrıldı. Akif’in öteden beri savunduğu Đslam birliği ülküsüyle
hükümetin yaptıkları uyuşmuyordu. Bu nedenle önce Ankara’dan daha sonra da
52 Đnci ENGĐNÜN, Cenap Şehabettin, Kültür Bakanlığı Yay. Ankara, 1989.
57
Türkiye’den ayrıldı; Mısır’a yerleşti. On yıl Mısır yakınlarında Hilvan’da yaşadı.
Kahire Üniversitesinde birkaç yıl Türkçe öğretmenliği yaptı. 1936’da hastalandı;
Đstanbul’a döndü. Yedi ay sonra da öldü; Edirnekapı mezarlığına gömüldü.
Akif, Osmanlı Devleti’nin çöküş dönemiyle Cumhuriyet’in doğuş dönemine
rastlayan bunalımlı bir dönemde yaşadı. Batı medeniyetinin emperyalizm şeklinde
Osmanlı topraklarına girip Đslam toplumunu yok etmesine şiddetle karşı çıktı.
Emperyalizm’e karşı koyabilmek için güçlü bir Đslam birliği kurmanın gerekliliğini
savundu. Bunları yaparken Ziya Gökalp’in savunduğu Türkçülükle, Tevfik Fikret’in
kurtuluşu Batının bilim ve tekniğinde arayan düşünceleriyle ters düştü. Akif’in
şiirlerini ve kişiliğini değerlendirirken, bu bunalımlı dönemi göz ardı etmemek
gerekir.
Şiir yazmaya, daha öğrenciyken, 1895’te başladı. Servet-i Fünun, Sırat-ı
Müstakim ve Sebilü’r-Reşat dergilerinde yayınlanan eserleriyle tanındı. Đlk şiirleri,
Ziya Paşa’nın ve Muallim Naci’nin etkilerini taşır. Daha sonra Abdülhak Hamit ve
Đran şairi Sadi’nin etkisiyle kendine özgü olan hikâye-şiir(mensur şiir)e yöneldi. Halk
söyleyişini aruzla ustaca birleştirdi. Şiiri bir amaç değil; din ve ahlak, yurt ve ulus
sevgisi, toplumun sorunları gibi konulardaki düşüncelerini açıklamaya yarayan bir
araç olarak gördü. Yani sanatını toplum için kullandı. Hep öğreticiliği ağır bastı; bir
Đslam reformcusu gibi yol gösterdi. Temiz diliyle; sade ve açık doğal ve rahat bir
anlatım gücüyle, geniş halk topluluklarını etkilemesini bildi. Son şiirleri, aradığını
bulamamış, bir kişinin içe kapanık, kırgın kişiliğini yansıtır.
Akif edebî nitelik olarak bu dönemin bağımsız isimleri arasında zikredilebilir.
Ancak dergide eserlerini de yayınlamıştır. Servet-i Fünun dergisinin incelediğimiz
sayıları içerisinde Akif’in şu eseri yayınlanmıştır: “Bedayiil Arap-, Bostandan”
başlıklı eserdir.
Esat Necip, bk. Tevfik Fikret
Faik Ali, bk. [OZANSOY] Faik Ali
H. Nazım, bk. [REY] Ahmet Reşit
58
Halit Ziya, bk. [UŞAKLIGĐL] Halit Ziya
Hüseyin Cahit, bk. [YALÇIN] Hüseyin Cahit
Hüseyin Daniş, bk. [PEDRAM] Hüseyin Daniş
Hüseyin Siret, bk. [ÖZSEVER] Hüseyin Siret
Hüseyin Suat, bk. [YALÇIN] Hüseyin Suat
Đsmail Safa (1867–24 Mart 1901): Şair, Mekke’de doğdu. Peyami Safa’nın
babasıdır. Öğrenimini Darüşşafakada tamamladı. Evkaf ve Posta Nezaretinde
kâtiplik, Đstanbul idadilerinde öğretmenlik ve gazetecilik yaptı. 1888’te Hicaz’a gitti.
Dönüşünde Đzmir’e uğradı, burada Halit Ziya Uşaklıgil’le tanıştı. Prens Sabahattin’e
özel hocalık etti. 1900’de siyasi faaliyetlerinden dolayı tevkif edildi ve Sivas’a
sürgün edildi. Orada vefat etti ve Garipler Mezarlığına defnedildi.
Đsmail Safa, Tanzimat ve Servet-i Fünun edebiyatı arasında yer alan; bu
nedenle her iki akımın özelliklerini şiirlerinde görebildiğimiz bir şairdir. Edebiyat
tarihçileri, onun eski ile yeni arasındaki durumunu, bir köprüye benzetir. Şiirleri,
duyuş ve düşünüşte yeni; dilde ve biçimde eskidir. Romantik dizelerle örtülü, alçak
gönüllü, çok duygulu, içli, yaşamındaki acılarla yüklü şiirleriyle, o dönemde çok
tutulmuş, günümüzdeyse unutulmuş gibidir. Muallim Naci, Đsmail Safa için, ‘Şair-i
maderzat’(anadan doğma şair) demiştir.
Şairin Servet-i Fünun’un incelemiş olduğumuz sayıları içerisinde yayınlanan
eserlerini şöyle sıralayabiliriz: “Muamma, Makale-i Mahsusa 38- Tenkidat,
Musahabe-i Edebiye 36, Şiir Hakkında, Ayasofya, Bedr-i Tam, Bir Şarkı”.
Eserlerinde ve şiir anlayışında eski şiir anlayışını temlerinde ise yeni konuları bu
eserlerinde işlemiştir.
M. K(af)ق:Hakkında bilgiye ulaşamadığımız bu müstear isim sahibi, “Arzû-
yı Melhuz, Ressam Halil Bey Efendi” başlığını taşıyan ve ressam ve resim tahlili
yapılan bir yazı yazmıştır.
59
M. Rüştü: Hakkında bilgiye ulaşamadığımız şairin “Ân-ı Mecruh” adlı bir
şiiri derginin sütunlarında yer almıştır.
M[ahmut] Sadık (1864-1930): Gazeteci ve yazardır. Mülkiyeyi bitirdikten
sonra Almanya’ya ziraat eğitimi için gider ancak hastalandığı için bir yıl sonra geri
döner. Bir süre Tercüme Odasında çalıştıktan sonra memuriyetten ayrılarak
gazeteciliğe başlar. Tarik, Saadet, Tercüman-ı Hakikat, Sabah gibi birçok gazetede
çalıştı. Osman Galip, Galip Kadri, Kadri gibi müstearlar kullandı.
“Ahmet Đhsan’ın mülkiyeden arkadaşıdır. Servet-i Fünun’un kurulmasında en
çok emeği geçenlerdendir. Ahmet Đhsan’ın en vefalı ve bağlı arkadaşı olmuştur. ”53
Yazarın Takvimden Yapraklar ve Tekâmül adlı eserleri mevcuttur.
Derginin hemen her sayısında yazısı bulunan yazar daha ziyade fen
konusunda eser vermiştir. Đncelediğimiz sayılardaki Musahabe-i Fenniyeler, Mahmut
Sadık Bey’in kaleminden çıkmıştır. Mahmut Sadık Bey’in Servet-i Fünun dergisinin
incelediğimiz sayılarında 29 adet Musahabe-i Fenniye sütunu altında yayınlanmış
yazısı bulunmaktadır. Ayıca ilave kısımda da dünya siyasetine dair “Cümle-i
Siyasiye” unvanlı yazıları mevcuttur.
Mehmet Akif, bk. [ERSOY] Mehmet Akif
Mehmet Emin, bk. [YURDAKUL] Mehmet Emin
Mehmet Rauf: Yazar, 1875’te Đstanbul’da doğdu. Askeri Rüştiyeden sonra
Heybeliada’daki Mekteb-i Bahriyeyi bitirdi. Boğaziçi’nde elçilik gemilerinin irtibat
subaylığına atandı. Meşrutiyetten sonra yazdığı bir hikâye müstehcen bulundu ve
askerlikten çıkarıldı. Ticaretle uğraştıysa da başarısız oldu. Yaşamını yazarlıkla
kazanmaya çalıştı. Kadınlara yönelik iki dergi yayınladı. Cumhuriyetten sonra
hastalandı. Son yılları, zorluklar içinde geçti. 23 Aralık 1931’de Đstanbul’da öldü.
Servet-i Fünun topluluğu içinde, daha çok roman, hikâye ve mensur şiirler
yazarlığıyla tanınmış olan Mehmet Rauf, Batı edebiyatı anlayışı içinde ve Halit Ziya
53 Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Mahmut Sadık [Maddesi] Devirler, Đsimler, Eserler,
Terimler, C. 6, s. 235.
60
yolunda eserler vermiştir. Diğer Servet-i Fünuncular gibi sanat sanat içindir, ilkesine
bağlı kalan Mehmet Rauf’un hikâye ve romanlarında toplum hayatıyla ilgili mesele
ve temlere pek rastlanmaz. Eserlerinde daha çok kendi hayatının izleri görülür.
Bilhassa yaşadığı veya yaşamak istediği aşk maceralarını konu edinmiştir. Başta aşk
temi olmak üzere, hüzün, karamsarlık ve tabiat temlerine de yer vermiştir. Daha
küçük yaştayken öğrenmeye başladığı yabancı diller, ona Batı edebiyatını tanıma
imkânını vermiş, Fransız Realist ve Natüralist yazarlarını izlemiş, özellikle Fransız
psikolojik roman öncülerinden Paul Bourget’in yolunu takip etmiştir. Eserlerinde
romantizmin etkileri de görülen Mehmet Rauf, kahramanlarının ruh tahlillerine çok
önem vermiş, bu yolda Eylül adlı eseriyle edebiyatımızın ilk ve güzel psikolojik
roman örneğini vermiştir. Mehmet Rauf’a asıl şöhretini sağlayan Eylül romanı basit
bir vaka çerçevesinde saf ve masum duygular hâlinde başlayan yasak bir aşkın
hikâyesidir. Kahramanlarının çoğu orta tabakadan, Batı kültürüyle yetişmiş, hassas,
entelektüel tiplerdir. Sahne olarak Đstanbul’u seçmiş Anadolu ve köy hayatına pek az
yer vermiştir.
Baudelaire’in küçük mensur şiirlerinden ilham alan Halit Ziya, âşıkane ve
hüzünlü duyguları, süslü, şiir niteliği taşıyan bir dille anlatmaya çalışan,
edebiyatımızda yeni ve Avrupai bir çığır açmak istemiştir. Halit Ziya’yı bu yolda
takip eden Mehmet Rauf, Siyah Đnciler adlı eseriyle bu tarz yazarlığın en güzel
örneğini vermiştir. Üslubundaki musikiye yatkınlık onu bu yolda üstadı Halit
Ziya’dan daha başarılı kılmıştır. Mehmet Rauf, makale, tenkit, tiyatro türlerinde de
eserler vermişti. Fakat hiçbir eserinde Eylül kadar başarılı olamamıştır.
Yazarın Servet-i Fünun dergisinin 356- 400. sayıları arasında yayınlanan
eserleri şunlardır: “Bahr-ı Muhitte, Benim Kalbim, Benim Olsaydın, Ebr-i Melal,
Hayat ve Hususiyeti, Hiçbir Yer, Küçük Remzi, Kadın Đhtiyacı, Kimsesizliklerim,
Matemlerim, Tarabya Tahassüsatı, Tekâmül-i Tenkit, Kıştan Sonra”.
Đncelenen sayılar içerisinde derginin en çok yazı yazan ediplerinden olan
Mehmet Rauf hemen her alanda eser vermiştir. Đncelenen sayılarda yazdığı
mensureler oldukça geniş bir yer tutar. Ayrıca çevirileri ve makaleleri de ciddi bir
yekûn tutmaktadır. “Tekâmül-i Tenkit” başlığını taşıyan seri makalelerde estetiğin ve
61
tenkidin ne olduğu konusu üzerinde durulmuştur. Ayrıca tenkidin ortaya çıkışı ve
gelişimi hakkında oldukça etraflı bir içeriği bulunan bu makaleler, edebiyatımızda bir
ilktir. Bu zamana gelininceye kadar tenkide böylesine titiz bir yaklaşım
sergilenmemiştir.
Menemenlizade Tahir: (1862-1903) Şair, yazar. Adana’da doğdu.
Đstanbul’da Mülkiye Mektebi’ni bitirdi(1883). Şurâ-yı Devlet Tazminat Dairesinde
memuriyete başladı. Adana, Đzmir ve Selanik maarif müdürlüğünde bulundu. Maarif
Nezareti Mektubi Kalemi müdürü iken Đstanbul’da öldü.
Đlk şiiri Tercüman-ı Hakikat’te çıktı. Beşir Fuat’la Güneş gazetesini çıkardı.
Muallim Naci’nin tesiriyle şiire başlayan Menemenlizade daha sonra Namık Kemal
ve Hamit’i takip etti. Şiirlerinde aşk, tabiat, ölüm ve din temalarını işledi, hece
veznini savundu.
Şairin incelediğimiz Servet-i Fünun sayılarında yayımlanan iki şiiri vardır:
“Meyuse, Cumudat”.
[MORTAN] Ç. Sami: (Çerçöp Sami) Tabip, şair. (Şumnu 1877-Đstanbul
1951) Şehit Albay Gelibolulu Mustafa Bey’in oğludur. Galatasaray Lisesinde ve
Askerî Tıbbiyede okudu. Hekimlek hayatının büyük bir kısmını donanmada geçirdi.
Kasımpaşa Deniz Hastanesinde çalıştı. Hazine-i Fünun’da Çerçöp Sami imzasıyla
şiirleri yayımlandı. Daha çok hezel ve mizah bahsinde yazdı. Eserleri kitap haline
getirilmedi, elden ele kayboldu. 54
Kendi yazdığı tercüme-i hali Son Asır Türk Şairleri adlı esere aynen
alınmıştır. 55
Münir: Hakkında bilgiye ulaşamadığımız yazarın Sofya’dan Mektup, Bulgar
Köy Düğünleri başlıklı bir yazısı yayımlanmıştır.
Osman Galip, bk. M[ahmut] Sadık
54 Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Devirler, Eserler, Đsimler, Terimler, Dergâh Yay. Đstanbul,
1990, C. 7, s. 454. 55 bk. Đbnülemin Mahmut Kemal ĐNAL, Son Asır Türk Şairleri, Dergâh Yay. Đstanbul, 1988, C. 3,
s. 1667.
62
[OZANSOY] Faik Ali: Mehmet Faik Ali Bey fuzelâ-yı ricalden Diyarbekirli
Sait Paşa’nın oğludur. Safer 1293, 10 Mart 1292’de Diyarbekir’de doğdu. Đptidai,
rüşdiye ve kısmen idadi tahsili Diyarbekir’de gördükten sonra 1311’de Đstanbul’a
geldi. Mekteb-i Mülkiyeye girerek idadi ve âli tahsilini ikmal eyledi. 1317 sene-i
maliyesinde şahadetname aldı. Büyük biraderi Süleyman Nazif Bey, Hüdavendigar
vilayeti, mektupçusu iken 1317 Şubatında mezkûr vilayet maiyet memuriyetine ve
muahheren Sındırgı, Burhaniye, Pazarköy, ilan-ı meşrutiyette Mudanya kazaları
kaymakamlıklarına ve tensikatta Midilli mutasarrıflığına tayin olundu.
Balkan Muharebesi esnasında Kırşehir mutasarrıflığına nakil edildiyse de
gitmedi. Bilahare Beyoğlu, Üsküdar, Kütahya mutasarrıflıklarında bulundu.
Kütahya’dan Gelibolu’ya tayin olundu. Oraya gitmeyerek dâhiliye heyeti teftişiyesi
başkitabetine, tekrar Beyoğlu mutasarrıflığına ve badelmütareke Diyarbekir
valiliğine tayin edildi. Birkaç ay sonra istifa ederek Đstanbul’a geldi. Dâhiliye
Nezareti müsteşarlığına tayin kılındı. Bir müddet sonra infisal eyledi.
Fani Teselliler, Temasil, Mithat Paşa, Elhan-ı Vatan namındaki şiir
mecmuaları Pay-i Tahtın Kapusunda unvanlı manzum temaşası matbudur.
En mütehayyiz muavinlerinden bulunduğu Servet-i Fünun ile muhtelif risaili
mevkutede intişar edenlerle henüz neşir olunmayan beş altı cilt miktarda eşarı vardır.
Faik Ali Bey fıtraten şair olan zevat-ı mümtazedendir ki intişar eden eşarı, bu
müddeaya şahittir. Türk edebiyat âleminde mevki-i mahsus sahibi olduğu
müsellemdir. 56
Çok söyleyenler, güzel söylemedikleri hâlde, o, hem çok söylemiştir, hem
güzel söylemiştir. Sabit olan hakları tekrar ispat ettirmek isteyenler hakka karşı taami
etmiş olurlar. 57
56 bk. Hikmet ALTINKAYNAK, Türk Edebiyatında Şairler ve Yazarlar Sözlüğü, Türk
Edebiyatında Kim Kimdir? Doğan Kitap, s. 494. 57 Đbnülemin Mahmut Kemal ĐNAL, Son Asır Türk Şairleri, C. I, Dergâh Yay. Đstanbul-1988, s.
359.
63
Yazarın derginin incelediğimiz sayılarında: “Guruptan Sonra, Sevdâ-yı
Münevver, Ben Đsterim ki, Benim Simâ-yı Hayalim, Daima, Emel-i Müzehher, Eski
Bir Hayal, Ey Sen, Hafayâ-yı Leyal 3, Denizin Kenarında, Hafayâ-yı Leyal, Manâ-yı
Feryat, Teellüm, Tenvim-i Hissiyat, Yâd-ı Müvellit” başlıklı şiirleri yayınlanmıştır.
Şiirlerde aruz ölçüsü kullanmıştır. Şiirlerde sone gibi yeni nazım biçimleri daha
ziyade tercih edilmiştir.
[ÖZSEVER] Hüseyin Siret (1872-27 Şubat 1959): Şair. Đstanbul’da doğdu.
Mülkiye Mektebinde bir süre okudu. Fransız Frerler Okuluna devam etti. Hariciye ve
Nafia Nezaretlerinde çalıştı. 1899’da Đngiliz yanlısı tavrından dolayı tevkif edildiyse
de Đngiliz elçisinin aracılığı ile kurtuldu. Anadolu’nun çeşitli yerlerine sürgün edildi.
Mersin’e gönderildiği sırada Đskenderiye’ye kaçtı. Sonra Paris’e gitti. 1908’de
Đstanbul’a döndü. Adı Bab-ı Ali baskına karışınca yine Avrupa’ya kaçtı. Mütarekede
yurda döndü. Öğretmenlik yaptı. Matbuat-ı Umum müdürlüğünde bulundu.
Đstanbul’da öldü.
Şairin incelediğimiz dergilerde iki adet şiiri yayınlanmıştır: Bunlar:”Issız
Köy, Kitab-ı Garam”.
[PEDRAM] Hüseyin Daniş: Yazar ve şair (Đstanbul 1870- Ankara 1943).
Đstanbul’a yerleşmiş Isfahanlı bir tüccar ailenin çocuğudur. Rüşdiyede, Mülkiye
Mektebinde, Beyoğlu’ndaki Đnstitution Françaisede okudu. Özel olarak Đngilizce
dersleri aldı. Arapça ve Farsçasını ilerletmek için bir süre Đran’da bulundu. Prens
Sabahattin ve Lütfullah Beylerin hocalığını yaptı, babaları Damat Mahmut Paşa ile
Avrupa’ya gitti. Fransa, Đngiltere, Đsviçre ve Mısır’da kaldı. Dönüşünde Duyun-ı
Umumiyeye girdi. Burada 23 yıl çalıştı. Galatasaray Lisesi ve Darülfünun’da Farsça
ve Đran edebiyatı tarihi okuttu. 1910’da Đran milli meclisine Tebrizliler tarafından
Azerbaycan mebusu seçildiyse de oraya gitmedi. Đstanbul’da Süruş gazetesini
çıkardı. Đstanbul işgal altında iken üniversite öğrencilerinin ayaklanarak
üniversiteden çıkarılmasını istedikleri hocalardan biriydi.
Şiirlerinde “Daniş” mahlasını kullanan şair Servet-i Fünuncular arasında yer
almıştır. Daha ziyade Đran edebiyatı üzerine yaptığı çalışmalarıyla tanınır. Eserleri:
64
“Nevâ-yı Sarir”, “Rafael”, “Saramedan-ı Suhan”, “Talim-i Lisan-ı Farisi”,
“Karvan-ı Ömür” gibi eserleri vardır. 58
Derginin incelediğimiz sayılarında Hüseyin Daniş’in, “Sihir-iHülya, -Makale-
i Mahsusa-, Musahabe-i Edebiye, Rafael De La Martin, Kalem Niçin yazmaz?
Albümü Karıştırıyordum, Bahar, Bilsem ki, Bir Aile Hatırası, Bir Sonbahardı,
Dalga, Esna-yı Tefekkürde, Gönlüm Đsterdi ki, Nişimin-i Tenha, Sanihat-i Şiiriyem,
Tefekkürat-ı Şabane, Tenevvü-i Hissiyat, Terane-i Ulvi” başlıklı yazıları
yayınlanmıştır.
Recaizade Mahmut Ekrem: Şair ve yazar. 1 Mart 1847’de Đstanbul’da
Vaniköy’de doğdu. Beyazıt Rüşdiyesi ve Mekteb-i Đrfaniye Đdadisinde okudu. Sağlık
nedenleriyle Harbiye Đdadisiden ayrıldı. Memur olarak Hariciye Nezareti Kalemine
girdi. Orada Namık Kemal ve başka ilerici gençlerle tanıştı. Vakit, Tasvir-i Efkâr,
Tercüman-ı Ahval ve benzeri gibi gazetelerdeki yazarlığı o zaman başladı.
Memurluğunu vergi dairesinde Şurâ-yı Devlette Tanzimat ve Nafia Dairesinde
sürdürdü. Daha sonra Evkaf ve Maarif Nazırı ve Ayan üyesi oldu. Ayrıca Mekteb-i
Mülkiye ve Sultani’de, edebiyat öğretmenliği yaptı. Ayan üyesi iken 31 Ocak
1914’te Đstanbul’da öldü.
Yazarın incelediğimiz sayılarda yayınlanan eserleri “Ressam Halil
Beyefendi’nin Yeni Bir Levha-i Dilrübası, dır.
[REY] Ahmet Reşit (1870-1956): Đstanbul’da doğdu. Mülkiye Mektebini
bitirdikten sonra 16 yıl Mabeyin kâtipliğinde bulundu. Kudüs mutasarrıflığı, Halep
Valiliği, Galatasaray Sultanisi öğretmenliği, dâhiliye nazırlığı yaptı. 1913-1919
yılları arasını Avrupa’da geçirdi. Yurda dönüşünde yine dâhiliye nazırlığına getirildi.
Sevr anlaşmasına karşı çıktığı için istifa etti. Daha sonra resmi görev almadı. Đlk
şiirleri Gülşen dergisinde çıktı. Servet-i Fünun şairleri arasına girerek bu edebî
topluluğun önde gelen şairleri arasında yer aldı.
58 bk. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Devirler, Đsimler, Eserler, Terimler, Dergâh Yayınları,
Đstanbul, 1986.
65
Şiirlerinde hayallerle yüklü ferdi duygular öne çıkar. Şiirlerini
kitaplaştırmamıştır. Nazariyat-ı Edebiye, Gördüklerim Yaptıklarım gibi eserleri
vardır. Derginin incelediğimiz sayılarında bulunan yazılarında H. Nazım imzasını
kullanmıştır. 59
Servet-i Fünun dergisinin incelediğimiz sayılarında şu eserleri yayınlanmıştır:
“Bir Cevap, -Musahabe-i Edebiye 38, Metruk, Seher, O Zaman”
Sadık El Müeyyet : II. Abdülhamit Han”ın buyruğuyla Afrika gönderilen
bir paşadır. Afrika’da son derece etkili bir şahsiyet olan Şeyh Seyyit Muhammet El-
Mehdi El-Senusi’yi ziyaret amaçlı ziyaretlerdir. “Kuzey Afrika ahalisi kendisine
zamanın kutbu gözüyle bakar. Sahilde yaşayan Yahudi ve Hıristiyanların bile adına
yemin ettikleri görülür. Haydutlar zaviyeye giden kafilelere saldırmadığı gibi
misafirleri götürüp teslim etmeyi görevden sayarlar. Hilafete son derece bağlıdırlar.
Şeyhin pederinin vasiyetiyle teyit edilmiş bir âdet gereğince her gün sabah
namazından sonra bütün zaviyelerde halife adına Fatiha-i Şerif okunur. Vakt-i
zamanında Şeyh Senusi Hazretleri takdim olunmak üzere gerek Fransa ve gerek
Đtalya’dan gelen hediyeleri kabul etmemiştir. ”60 Seyahat 1895 yılının 2 Ekim gecesi
başlar. Gezi notları gün gün aktarılır. Bu notlar resim ve fotoğraflarla desteklenir. Bu
seyahat belirli aralıklarla Sultan’ın emri ile gerçekleşir. Paşanın bu gezi notları daha
sonra kitap hâlinde de basılmıştır.
Safveti Ziya: (1875- 25 Temmuz 1929) Yazar. Đstanbul’da doğdu.
Galatasaray Lisesini bitirdi. Hariciye Nezareti’nde kâtiplik, Şurâ-yı Devlet üyeliği,
Anadolu Şimendiferleri Neşriyat müdürlüğü, Frak’ta elçilik yaptı. Đstanbul’da öldü.
Eserleri dil ve üslup bakımından Servet-i Fünun yazarlarının özelliklerini
yansıtır. Sosyete hayatını konu alan “Salon Köşelerinde” adlı romanı dikkat
çekicidir. Bir ara Ziya adıyla dergi çıkarmıştır.
59 Naile BĐNARK, Saide ASLANBEK; Tanzimattan Bugüne Türk Yazı Hayatında Takma Adlar
Đndeksi, Türk Kütüphaneciler Derneği Yay. Ankara-1971, s. 16. 60 Hakan YILMAZ, Afrika Çöllerinin Medenileri, Yağmur Dergisi, Temmuz -2004, Đstanbul, S. 24.
66
Yazarın Servet-i Fünun dergisinin incelediğimiz sayılarında Salon
Köşelerinde adlı romanı tefrika edilmiştir.
Süleyman Nazif: (1870–4 Ocak 1927) Diyarbakır’da doğdu. Şair Faik Ali
Ozansoy’un ağabeyidir. Düzenli bir öğrenim görmedi. Özel dersler aldı. On sekiz
yaşında Diyarbakır’da kâtipliğe başladı. Babasıyla Musul, Süleymaniye ve Kerkük’te
bulundu. Babası ölünce Đstanbul’a geldi. Oradan Avrupa’ya kaçtı. Dönüşünde
Bursa’ya mektupçu olarak ikamete mecbur edildi. Bursa, Kastamonu, Trabzon,
Musul, Bağdat valiliklerinde bulundu. Đstanbul’un Đtilaf devletlerince işgalini, ertesi
gün Hadisat gazetesinde yayınladığı “Kara Bir Gün” makalesiyle ateşli bir şekilde
kınaması ve Pierre Loti Gününde sert bir dille hitapta bulunması sebebiyle Malta’ya
sürüldü.
Şiirlerinde vatan ve millet sevgisini işledi. Yiğitçe bir edası vardı. Seçkin
kelimeler ve ahenkli bir dil kullanmıştır. Önceleri aruzla yazmışken sonraları hece
veznini benimsemiştir. Şiirden başka makale, sohbet, mektup ve deneme türünde
eserler vermiştir.
Süleyman Nesip (1866-28 Eylül 1917): Asıl adı Süleyman Paşazade
Mehmet Sami’dir. Đstanbul’da doğdu. Mülkiye mektebini bitirdi. Bursa, Bağdat ve
Đstanbul’da öğretmenlik ve maarif müdürlüğü yaptı. Darülfünun Umum
Müdürlüğü’nde ve Maarif Vekâleti Telif Tercüme Encümeni üyeliğinde bulundu.
Tevfik Fikret hayranıdır. Şiir yazı ve konferansları ölümünden sonra derlendi.
Süleyman Paşazade Bey, Külliyat-ı Asar ve Đhtisasat, Đlm-i Terbiye-i Etfal ve
Süleyman Paşa Muhakemesi adlı eserleri kaleme almıştır.
Servet-i Fünun dergisinin incelediğimiz sayılarında ise şu eserleri
yayınlanmıştır: “Lema-i Ümit, -Makale-i Mahsusa 1- Đki Söz Daha, Veda, Bilir
misin?”
[TARHAN] A(bdülhak) H(amit) (2 Ocak 1852–12 Nisan 1937):
“Đstanbul’da Bebek’te doğdu. Tarihçi ve devlet adamı Hayrullah Efendi’nin oğludur.
Beş yaşında mahalle mektebine, sonra Hisar Rüştiyesine devam etti. 1863’te
67
ağabeysiyle birlikte Paris’te bulunan babasının yanına gitti. Oradaki bir kolejde iki
yıla yakın öğrenim gördü. Daha sonra elçiliğe atanan babasıyla Tahran’a gitti. (1865)
Babasının ölümü üzerine 1867’de Đstanbul’a döndü. Devlet hizmetine girip maliyede,
şurâ-yı devlette, sadarette memurluk yaptı. Paris Elçiliği ikinci kâtipliğine atandı.
Orada bastırdığı bir kitaptan dolayı işine son verildi. Đki yıl açıkta kaldı. Daha sonra
Poti(Azerbaycan), Golos(Yunanistan) ve Bombay(Hindistan)da konsolosluk yaptı.
Hindistan’ın havası, hasta olan eşine yaramadı ve dönüşte Beyrut’ta onu
kaybetti(1885). ”61 “Bu ölüm üzerine Makber, Halce ve Ölü’yü yazdı. Makber, Türk
edebiyatının en büyük mersiyelerinden biridir. ”62 1886’da Londra elçiliği
başkâtipliğine atandı. Uzun süre orada kaldı ve Đngiliz edebiyatını yakından tanıma
imkânı buldu. Daha sonra Lahey(Hollanda), Brüksel(Đsviçre) elçiliklerinde bulundu.
1914’te Ayan Meclisi üyeliğine getirildi. Đstanbul’un işgali üzerine 1920’de
Avrupa’ya gitti. Geniş yankılar uyandıran “Şair-i Azam” şiirini bu sırada kaleme
aldı. 1928’de Đstanbul’dan milletvekili seçildi. 13 Nisan 1937’de Đstanbul’da öldü;
Zincirlikuyu mezarlığına defnedildi.
Edebiyatımızda Şinasi ile başlayan yenilik Hamit ile en büyük temsilcisini
bulur. Divan şiirinde görülen insanın aksine felsefi endişeleri olan insan edebiyatın
içine girer. Şiirlerinde lirik ve epik özellikler ağır basmaktadır. O tabiata kendisine
gelinceye kadar alışılmış olan bakışın dışına çıktı. Şiiri hem şekil hem de muhteva
yönünden önemli değişikliklere uğrattı. Batılı şekillerin yanında kendi ürettiği yeni
şekiller de ortaya koydu. Dil itibariyle bazen son derece açık ve anlaşılır bir dil
kullanırken bazen de ağır, yabancı kelimelerle yüklü bir dili tercih etmiştir.
Manzum tiyatrolar kaleme aldı. Bunlarda aruzun yanı sıra hece ölçüsünü de
kullandı. Tiyatrolarının konularını, Asur, Arap, Türk-Moğol, Yunan, Makedonya ve
Osmanlı tarihlerinden almıştır. Bunları nesir, nazım-nesir karışık ya da nazım
şeklinde kaleme aldı. Bu piyeslerin birçoğu oynanmak için yazılmadı. Bu durumu
zaten kendisi de açık açık ifade etmiştir. Servet-i Fünun dergisinin incelemiş
olduğumuz 356-400 sayılarında yazarın Fitnen adılı eseri tefrika edilmiştir. Bunda
61 Ahmet KÖKLÜGĐLLER, Edebiyatımızda Şairler ve Yazarlar, Hayatları, Sanatları, Eserleri,
Kaya Yay. Đstanbul-1989, s. 460. 62 Arslan TEKĐN, Edebiyatımızda Đsimler ve Terimler, Ötüken Yay. Đstanbul-1995, s. 579.
68
Servet-i Fünuncuların tiyatro edebî türüne bakışlarının önemli bir katkısı olduğu
gerçektir. Ayrıca Servet-i Fünun neslini ortaya çıkaran nüveleri ortaya koyması
bakımından bu edebî topluluk için Hamit’in müstesna bir yeri vardır. 63
Tevfik Fikret: Şair, 1867’de Đstanbul’un Aksaray semtinde doğdu. Aksaray
Valide Rüşdiyesinde ve Galatasaray Sultanisinde okudu. Kısa bir süre memurluk
yaptı. Gedikpaşa Ticaret Mektebinde Fransızca; Galatasaray ve Robert Kolejinde
Türkçe öğretmenliği yaptı. Servet-i Fünun dergisini(1896-1901) yönetti. Servet-i
Fünun topluluğu dağılınca Aşiyan’daki evine çekildi. Meşrutiyette Hüseyin Cahit’le
Tanin gazetesini çıkardı. Kısa bir süre Galatasaray Sultanisinin müdürlüğünü yaptı.
Bundan sonra Robert Kolej’deki öğretmenliğinin dışında bir görev almadı. 19
Ağustos 1915’te evinde öldü. 64
Tevfik Fikret’in incelenen Servet-i Fünun sayılarında şu eserleri
yayınlanmıştır: “La Dans Serpantin, Mihr-i Zemheri, Bir Muhavare-i Edebiye,
Bisiklet, Hayat, Đkinci Tesadüf, Kamis-i Yusuf, Salıncakta, Baharda, -Meşahir-i
Muasırin-, Sami Paşazade Sezai Bey, Mezarlıkta, -Musahabe-i Edebiye 47, Tesir-i
Ozan, -Musahabe-i Edebiye- Đki Söz, -Musahabe-i Edebiye-, Harabattan Bir Sahife,
Musahabe-i Edebiye, Nevha-i Bisud, -Aveng-i Şuhur- Nisan, Birlikte, En Ferahlı
Günüm, Aşk ve Şebap, Aveng-i Şuhur 1, Mart, -Aveng-i Şuhur 3- Mayıs, Aveng-i
Şuhur 4, Haziran, -Aveng-i Şuhur 5- Temmuz, -Aveng-i Şuhur 6- Ağustos, -Aveng-i
Şuhur 7- Eylül, Bir Feylosofa, Gülefşan, Hab-ı Girizan, Haluk’un Bayramı, Hülyâ-yı
Saadet, Kahkahat-ı Şiiriye 1, Mükedder, Ne Đsterim? Nesrin, Ramazan Sadakası,
Köprüde, Sahayif-i Hayatımdan 1, Son Tesadüf, Tesadüf, Verin Zavallılara, Zavallı
Hasta, Zekâ, Zevrak-ı Hayat, Yaşadıkça, Kaplumbağa Modası, Alphonse Daudet’in
Bir Şiiri. ”
[TOKGÖZ] Ahmet Đhsan (1867-29 Aralık 1942): Erzurum’da doğdu. Şam
Askeri Rüştiyesi(1880), Üsküdar Đdadisi ve Mülkiye Mektebini bitirdi(1886).
Hariciye Tercüme Kaleminde memuriyete başladı. Buradan Tophane Müşirliğinde
tercümanlığa geçti. 1887’de Ümran adıyla haftalık dergi çıkardı. Ancak dergisi 29. 63 bk. Đnci ENGĐNÜN, Abdülhak Hamit Tarhan, Kültür Bakanlığı Yay. Ankara, 1989. 64 Gündüz ARTAN, Takma Ad-Soyadı-Rumuz Dizinleri, (Tanzimat’tan Günümüze), Türk
Kütüphaneciler Derneği Đçel Şubesi Yay. Đçel, Şubat-1994, s. 10.
69
sayıda kapandı. 1890’da memurluktan ayrılarak yayın hayatına atıldı. Bir matbaa
kurdu. 1891’de Avrupa gezisine çıkarak orada gördüğü çinkoğrafi ve klişane
yeniliğini ilk defa Türkiye’ye getirdi.
Dergisi kapanan Ahmet Đhsan, Rum Nikalaides Efendi’nin çıkardığı Servet
gazetesinde tercüman olarak çalışmaya başladı. Yeniden dergi çıkarmak için ruhsat
alamayınca Nikalaides Efendi’yle anlaşarak “Servet”in ilavesiymiş gibi Servet-i
Fünun’u çıkardı(27 Mart 1891). Derginin ismi harf inkılâbından sonra 1681.
sayısında Uyanış’a çevrildi(6 Aralık 1928). Dergi 25 Mayıs 1944 yılına kadar
yayınını sürdürdü. II. Abdülhamit devrinde kapatıldığı kırk üç gün ve mütareke
sırasında çıkmadığı dört yıl hariç devamlı olarak 45 yıl 2464 sayı yayımlandı. Dergi
II. Abdülhamit’in takdirini kazanmış ve padişah II. Meşrutiyete kadar dergiye ayda
3240 altın kuruş yardımda bulunmuştur.
Ahmet Đhsan, dergisini II. Meşrutiyetin ilanıyla günlüğe çevirmişse de kısa
süre sonra yine haftalığa çevirmiştir. Dergiyi 1914-1916 yılları arasında 914 sayı
günlük yayınladı. Diğer yandan Abdullah Zühdü ile Fransızca “Le Soir” gazetesini
çıkardı(14 Eylül 1916-15 Aralık 1918). Ahmet Đhsan, Milli Mücadele sırasında
Anadolu’ya da büyük destek vermiştir. Ordu milletvekili olarak 1931-1942 yılları
arasında parlamentoda bulunmuş ve Đstanbul’da vefat etmiştir.
Yazarın, aynı zamanda derginin sahibi olan Ahmet Đhsan’ın incelediğimiz
sayılarda, Almanya Đlm-i Sanayi ve Ticaretine Bir Nazar, Besim Ömer Bey, Bir
Musahabe-i Sayyadane, Đstanbul Postası, Operatör Cemil Paşa, Servet-i Fünun’un
Romanı, François Coppee, Mücrim, Mütercimi: Ahmet Đhsan, Ziya Beyefendi,
başlıkları altında yazıları yayınlanmıştır. Đncelenen sayılardaki yazıların konularına
dikkat edildiğinde oldukça geniş bir yelpaze önümüze çıkar. Avrupa ticaretinden,
Đstanbul’da yaşanan olaylara, devrin önemli şahsiyetlerinin hayatlarından çevirilere
kadar birçok mevzu Ahmet Đhsan’ın konuları arasında yer alır. Yazdığı eserleri edebî
yönünün kuvvetli olduğunu söylemek pek mümkün değildir. Yazılar Servet-i
Fünun’un popüler tarafını temsil etmektedir, denilebilir.
70
[UŞAKLIGĐL] Halit Ziya (1867-27 Mart 1945): Đstanbul’da doğdu. Uşaklı
Helvacızadelerden Hacı Halil Efendi’nin oğludur. Fatih Askeri Rüşdiyesine devam
etti. Babasının işleri bozulunca ailesiyle birlikte Đzmir’e gitti(1878). Đzmir
Rüşdiyesinde okurken Avukat Auguste de Jaba’dan Fransızca dersleri aldı. Bir süre
sonra Avusturyalı Katolik rahiplerin yönettiği Mechitaristes Okuluna verildi. Son
sınıftan ayrılarak babasının ticarethanesinde çalışmaya başladı(1883). Đzmir’in ilk
edebiyat ve fen dergisi olan “Nevruz”u iki arkadaşıyla birlikte çıkardı. Bir süre sonra
Đstanbul’da kaldı. Đzmir Rüşdiyesinde Fransızca öğretmenliği yaptı. Daha sonra
Osmanlı Bankasında mütercim ve muhasip olarak çalıştı. Arkadaşı Tevfik Nevzat’la
“Đlk büyük Türk romancısı sayılan Halit Ziya, yazı hayatına tercümeler yaparak ve
mensur şiirler yazarak başladı. Đlk yazı ve romanlarını Đzmir’de çıkardığı dergi ve
gazetelerde yayınladı. Servet-i Fünun topluluğuna katıldığı yıllarda dönemin en
başarılı romanı olan Mai ve Siyah’ı yazdı. Bunu Aşk-ı Memnu, Kırık Hayatlar, Nesl-i
Ahir takip etti. Đzmir’deyken yazdığı Nemide, Bir Ölünün Defteri, Ferdi ve Şürekâsı
romanlarında aşk konularını işlerken Đstanbul’da yazdığı romanlarında sosyal
meseleleri işlemiş, aile hayatını anlatmıştır. Romanlarında kişileri canlandırmada ve
tasvirde büyük başarı göstermiştir. Đlk defa realist bir yol tutmuştur. Ruh tahlillerine
girmiştir. Dili ağır, anlatımı süslüdür. Sağlam ve kompleks cümleler tercih etmiştir.
Roman dili sayılacak anlatımı Türkçeye kazandıran odur.
Halit Ziyanın incelediğimiz Servet-i Fünun sayılarında yayınlanan eserleri
şunlardır: “Tramvayda Gelirken, Fransa Edebiyatına Dair Musahebat, Makale-i
Mahsusa- Alphonse Daudet, Billur Parçası, Bir Bedii Sanat, Bir Valide Tarafından,
Bir Yazın Tarihi, Mösyö Kanguru, Piyanist Devlet Efendi, Bir Ruznameden”. Bu
eserler tür itibariyle hikâye, çeviri ve makale üzerinde yoğunlaşır. Özellikle
Alphonse Daudet hakkında yazdığı seri makale şayan-ı takdir tahlilleri
içermektedir.65
[YALÇIN] Hüseyin Cahit: (1874-18 Ekim 1957) Gazeteci yazar
Balıkesir’de doğdu. Đlköğrenimini Serez’de yaptı. Đstanbul’da Mülkiye Mektebini
65 bk. Ömer Faruk HUYUGÜZEL, Halit Ziya Uşaklıgil, Servet-i Fünun Edebiyatı, Akçağ Yay.
Ankara, 2006.
71
bitirdi. Vefa ve Mercan Đdadilerinde müdür yardımcılığı ve müdürlük yaptı. 1901’de
Tevfik Fikret’in ayrılması üzerine Servet-i Fünun dergisinin yazı işleri müdürlüğünü
üstlendi. 1908’de Tevfik Fikret ve Hüseyin Kazım’la birlikte Tanin gazetesini
çıkardı. Mütareke devrinde Đngilizler tarafından Malta adasına sürüldü(1919).
Dönüşünde Tanin gazetesini tekrar yayınladı. Siyasi sebeplerle 1925-1926 yılları
arasında bir buçuk yıl Çorum’da sürgün kaldı. Đstanbul ve Kars milletvekili
oldu(1930-1950). 1933-1949 yılları arasında devrinin önemli dergisi olan Fikir
Hareketleri’ni çıkardı. Ölümüne kadar Ulus gazetesinde başyazarlık yaptı.
Đstanbul’da öldü.
Edebiyat hayatına şiirle girdi. Bu vadide başarılı olamayınca hikâye ve
romana yöneldi. Mülkiyeden mezun olduğu yıl Servet-i Fünun topluluğu arasında yer
aldı. Hikâye ve romanlarında açık anlaşılır, sade bir üslup kullanan Hüseyin Cahit
Yalçın, asıl gazeteciliği ile öne çıkmıştır. Meşrutiyetten sonra kendini tamamen
politikaya adamış ve liberalizmin yılmaz bir savunucusu olmuştur.
Servet-i Fünun’un incelediğimiz sayılarında karşımıza daha ziyade
makaleleriyle çıkar. Bunlarda da derginin savunmasını yapmaktadır. Ayrıca yazarın
“Hikmet-i Bedayie Dair” başlığını taşıyan bölümlerde güzelliğin, sanatın ne olduğu
veya olmadığı, amacının ne olması gerektiği, eseri değerlendirmede dikkat edilecek
kıstaslar üzerine edebiyatımızda ilk defa düşünülmeye ve yazılmaya başlanmıştır.
Yazarın 356-400 sayılar arasında yayınlanan eserleri şunlardır: “Hikmet-i
Bedayie Dair, Alphonse Daudet Hakkında Bazı Mütalaat, Hayal Đçinde, Hayat-ı
Hakikiye Sahneleri-, Ateşçinin Oğlu, Hayat-ı Hakikiyye Sahneleri, Hasta Çocuk,
Hayat-ı Muhayyel, Mesele-i Đçtimaiye-i Hazıra 1, Mesele-i Đktisadiyenin Ehemmiyeti,
Norveç Kadınları ve Mekatib-i Muhtelife, Romanlara Dair, Bayram Sabahı, Nazire-i
Đltifat, Şöhret-i Süheyle”.
[YALÇIN] Hüseyin Suat: 1868’de Đstanbul’da doğdu. Babası liva maliye
muhasebecisi merhum Ali Rıza Bey, annesi Fatma Neyyire Hanımdır. Büyük
ediplerimizden Hüseyin Cahit Yalçın’ın ağabeyidir. Tıp eğitimi almış ve bir süre
çocuk hastalıkları üzerine uzmanlaşmak için Paris’te bulunmuştur.
72
Babasının kütüphanesinde bulduğu Divanları okumak ve o yolda yazmak
suretiyle öğrencilik yıllarında şiirle ilgilenmiştir. Đlk eserlerini okul arkadaşı Cenap
Şahabettin ile birlikte “Tercüman-ı Hakikat” ve “Mektep” mecmualarında neşretmiş
ve Avrupa’dan döndükten sonra Servet-i Fünun’da yazmaya başlamıştır(1897)”66.
Hüseyin Suat 1896’dan 1900 yılına kadar eserlerini Lane-i Melal adıyla
bastırmıştır ki ilk eseri de budur. Tiyatro alanında, Đstibdadın Son Perdesi, Kirli
Çamaşırlar, Sanat Vesikaları gibi eserleri vardır.
Hüseyin Suat, Đstiklal Savaşı’nda, Ankara’da bulunduğu sıralarda yine
“Gaye-i Zalim” imzası ile çoğu mizahi olmak üzere şiirler de yazmıştır. Bu tarihten
sonra Milliyet ve Cumhuriyet gazetelerinde yazmaya devam etmiştir.
Onun eserlerinde Servet-i Fünuncuların bütün özelliklerini görmek
mümkündür. Şiirlerinde ince, nezih bir hassasiyete sahip olduğunu ifade etmek
gerekir.
Edibin Servet-i Fünun dergisinin incelediğimiz sayılarında şu eserleri
yayınlanmıştır: “Şiir Okurlarken, Hayat-ı Mecruh, Bey Baba, Eldivenlerin, Helal-i
Nev, Leyl-i Şita, Resmine Karşı, Senden Sonra, Şiir Yazarken, Zevcemin Mezarında,
Validemin Dizinde”.
[YURDAKUL] Mehmet Emin: Şair 1869’da Đstanbul’da doğdu. Bir
balıkçının oğludur. Beşiktaş Sıbyan Okulunda ve Askeri Rüşdiyede okudu. Bir süre
Mekteb-i Mülkiyenin lise bölümüne devam etti. Sadaret Evrak Kaleminde kâtip
olarak göreve başladı. Sonra Rüsumat Tahrirat Kalemine geçti. Bir süre sonra da
müdür oldu. Gizli Đttihat ve Terakki Cemiyetindeki çalışmaları üzerine Erzurum
Rüsumat nazırlığına sürüldü(1907). Meşrutiyetten sonra Đstanbul’da Bahriye
Nezaretinde müsteşarlık, Hicaz’da ve Sivas’ta valilik yaptı. Đstanbul’a dönerek Türk
Ocağı’nın kuruluşuna katıldı ve başkanlığını yaptı(1911). Đttihat ve Terakki
yönetimiyle uyuşamadığı için Erzurum’a vali olarak gönderildi. Daha sonra emekli
oldu ve Musul’dan milletvekili seçildi(1913). Kurtuluş Savaşında Anadolu’ya
66 Mehmet Behçet YAZAR, Edebiyatçılar Âlemi- Edebiyatımızın Unutulan Simaları, 21. Yüzyıl
Yayınları, Ankara, Kasım-1999, s. 148.
73
geçti(1921). Halkın ve ordunun moralini yükseltecek konuşmalar yapmakla
görevlendirildi. Kurtuluştan sonra ölümüne kadar milletvekilliği yaptı. 14 Ocak
1944’te Đstanbul’da öldü.
Mehmet Emin 19. yüzyılın sonlarında milliyetçilik aşkını şiir sahasına
naklederek Türk edebiyatında Türkçü düşünceyi ilk olarak bir sanat felsefesi hâline
getiren önder bir sanatkârdır. Ayrıca anlaşılmaz bir dille ve Batının etkisi altında
mübalağalı duygularla şiir yazan Servet-i Fünuncuların en parlak devrinde hem dil
hem öz hem de vezin olarak milli sanatın temsilcisi olarak tek başına ortaya çıkması
Mehmet Emin’in başardığı işin büyüklüğünü anlatacak bir mana taşır. O kadar ki
başta Tevfik Fikret olmak üzere diğer birçok kalemler yeni bir şiirin başladığı kabul
ettiler. Böylece Namık Kemal’le başlayan toplumcu edebiyat anlayışı Servet-i
Fünun’un araya girmesinden sonra Mehmet Emin’le daha şuurlu bir şekilde kendini
göstermeye başlar.
Şiirlerinde tabii ve çocuk hassasiyetine sahip olmanın yanında67 sade bir dil
kullanmayı tercih eden sanatkâr çok ileri bir anlayışla Servet-i Fünun dilinden
uzaklaşarak Anadolu ahalisinin kullandığı dil ile şiirlerini söylemiştir. Đttihat ve
Terakki büyüklerinin bütün ısrarlarına rağmen Osmanlıcılık düşüncesine sırtını
dönmüş ve hayatı boyunca bağlı kaldığı milliyetçiliği yolunda yürümüştür. Hece
veznini Türk vezni olduğu için daima aruza tercih etmiş ve hece vezni akımının
başlamasında ilk büyük adımı o atmıştır.
Bütün yeniliğine ve milliğine karşılık onun şiirinde görülen önemli bir
eksiklik vardı. Bu da halk dilini ve halk veznini kullandığı hâlde ananevi Türk halk
şiirinin seslerini tam manasıyla kavrayamamış olmasıdır. Gerçekten sanatkâr halk
edebiyatını milli bir ses ve milli bir zevk mahsulü olan vezinlerini kullanmıyor, hece
veznini sadece bir parmak hesabı olarak görüyordu. Onun şiirlerinde halk
edebiyatımızın koşma, destan, türkü vezinlerini, bu vezinlerin duraklarını, ses
bölümlerini ve ananevi kafiyeyi bulmak oldukça güçtür. Mehmet Emin halk şiirine
sadece vezin olarak değil, şekil olarak da tam manasıyla nüfuz edememiştir. Şiirde
67 Samet AĞAOĞLU, Babamın Arkadaşları, Taha Matbaası, Đstanbul, 1969, s. 107.
74
halk sesini aksettirmek isteyen sanatkâr, milli nazım şekillerinden çok Batıdan alınan
şekilleri kullanmak durumunda kalmıştır.
Mehmet Emin’in şiirleri devrinde çok beğenilmiş ve okunmuştur. Ancak
Servet-i Fünuncular Türkçe Şiirler ile alay ederek eserleri bir kaval sesine
benzetmişlerdir. Mehmet Emin ise buna cevaben bu kaval sesinden gurur duyduğunu
ifade etmiştir.
Yazarın Servet-i Fünun’un incelediğimiz sayılarında yayınlanan eserleri
şunlardır: “Ah Analık Yahut Ninemin Duası, Biz Nasıl Şiir Đsteriz? Güzellik ve
Kardeşlik Karşısında” başlıklarını taşıyan eserleri yayınlanmıştır. Dil, üslup,
edebiyat anlayışı yönüyle Servet-i Fünunculardan tamamen ayrılan Mehmet Emin’in
eserlerinin dergide yayınlanması dergiye büyük bir zenginlik katmıştır. Ayrıca
Servet-i Fünun dergisinin de kendine tamamen ters ve uzak bu fikirleri ihtiva eden
eserleri sütunlarında yer vermesi derginin edebiyat anlayışındaki hoşgörüyü
aksettirmesi bakımından önemlidir. Ayrıca Tevfik Fikret ve daha birçokları Mehmet
Emin’in eserlerini büyük bir beğeniyle karşılamışlar ve takdirlerini de ifade
etmişlerdir.
1.3. Fikrî Faaliyeti
“Osmanlı Devleti’nde 19. yüzyılın başlarında oluşan toplumsal, siyasal ve
düşünsel birikim, Batı etkisinde gelişen yeni edebiyat dönemini başlattı. Adını
Tanzimat Fermanı’ndan alan bu dönem bir yandan edebiyatın köklerinden
uzaklaşırken öte yandan da yeni fikir ve akımlarla düşünce dünyamızı etkiledi. Bu
değişim yüzyılın sonlarına gelindiğinde Servet-i Fünun dergisi olarak filiz verdi.
Dergi Ahmet Đhsan tarafından 1891 yılında çıkarıldığında adından da anlaşılacağı
üzere fen bilgileri, sağlık bilgileri, Avrupa’da yapılan ilmi keşiflerin havadisleri ve
Fransızcadan çevrilen bazı eserleri sayfalarında yayımlıyordu. Dergi daha ziyade
ansiklopedik bir dergi hüviyeti taşıyordu. Yani edebî bir dergi olmaktan çok
uzaktı.”68
68 Emine GÜRBÜZ, Servet-i Fünun Edebiyatı, Düşle Edebiyat, S. 22 Temmuz -2003.
75
“Tanzimat döneminde Şinasi ve Namık Kemallerle hızlı ve heyecanlı bir
şekilde başlayan fikir ve edebiyat dünyasında yenileşme hareketi, II. Abdülhamit
idaresinde durgunlaşmış ve pasifleşmişti. 1876’da Mebuslar Meclisi’ni kapatarak
bütün yetkileri kendinde toplayan Abdülhamit zamanında, yeni bir edebiyat meydana
gelmişti. Namık Kemal gibi sesi çıkacak olan edebiyat ve fikir adamlarını ceza
vermeden hatta yüksek maaş ve mevkilerle Đstanbul’dan uzaklaştırmak, böylece
Đstanbul’da kendi hâkimiyetini sağlamlaştırmak, kimsenin tenkidine izin vermemek,
Abdülhamit’in siyasetiydi.“69
Edebiyat tarihimizde Batılı anlamda bir ekol karakteri gösteren yegâne
topluluk Servet-i Fünun topluluğudur. Bunun tam anlamıyla Batıda olduğu gibi bir
ekol olup olmadığı tartışılabilirse de bu topluluğun edebiyatımızda diğer topluluklara
göre Batılı edebî mekteplere en yakın topluluk olduğu söylenebilir. Servet-i Fünun
aydınları kendilerine yazılarında Edebiyat-ı Cedideciler diye nitelendirmektedirler.
Bu durum bize göstermektedir ki onlar kendilerini Tanzimat edebiyatının bir devamı
olarak görmektedirler. Çünkü Edebiyat-ı Cedide, yeni edebiyat Tanzimat’tan sonra
ortaya çıkan edebiyat için kullanılan bir terimdir. Gerçi Servet-i Fünun sanatçılarını
eleştirenler dahi onları ‘Yeni Edebiyat-ı Cedideciler’ şeklinde adlandırmışlardır.
Ancak fikir dünyası bakımından Tanzimat aydınlarından oldukça farklı bir
anlayıştadırlar.
Servet-i Fünun aydınları Tanzimat’ın genellikle üst düzey devlet
yöneticiliklerinde bulunan aydınlarından farklı olarak daha ziyade orta sınıfın
mensuplarıdır. Ayrıca Tanzimatçılar daha küçük yaşlardan itibaren doğu kültürünün
etkisinde kaldıkları, yabancı dil ve fikirleri ancak batıya gidip geldikten sonra
benimseyebildikleri hâlde, Servet-i Fünuncular daha öğrencilikleri sırasında batılı
fikir ve dillerle tanışmışlar ve onları iyice benimsemişlerdir. Tanzimat neslinin
Avrupa’ya giderek Avrupa’yı tanımalarının aksine Servet-i Fünun neslinin batıyı
yakından tanımalarının yurt içinde olması, XIX. yüzyılın sonuna doğru batının
kurum, kültür, dil gibi yapılarının Anadolu’ya, özellikle Đstanbul, Đzmir ve Selanik
gibi yerlere yerleşmiş olduğu anlamına gelmektedir. Nitekim Servet-i Fünunculardan
69 Büyük Türk Klasikleri, C. IX, Ötüken-Söğüt Yayınları, s. 268.
76
Halit Ziya, Đzmir’de Papaz Mektebinde okur ve yabancıların idaresinde bulunan
banka ve rejilerde memurluk eder; Fikret, Galatasaray Sultanisinde tahsil görür ve bu
okulda hocalık yapar. Mehmet Rauf, Bahriye Mektebinde Fransızca ve Đngilizce
öğrenir. Hüseyin Cahit mülkiyeyi bitirir. Ahmet Đhsan, bu durumu şöyle ifade eder:
“Hülasa bütün Mekteb-i Mülkiyede okuyanlar başka türlü yetişiyordu. Babalarımızın
görüş ve kanaatlerinin zıddına görüş ve mefkûreler alıyorduk. ”70
Tanzimat dönemi aydının ilgi alanını daha ziyade politik ve toplumsal olaylar
oluşturmuştur. Servet-i Fünun dönemi aydınlarının ise ilgi alanları politik fikirlerden
ziyade bilim, sanat ve felsefeye doğru kaymıştır. Servet-i Fünuncular batılılaşmayı,
çağdaşlaşmayı Tanzimatçılara göre daha ziyade ciddiye almışlar hem de bu
batılılaşma hareketini toplumun diğer alanlarına yayarak yaygınlaştırmışlardır.
Servet-i Fünun aydınları Tanzimat’la başlayan modernleşme çabalarını
sürdürmüşlerdir. Onlar üstat Ekrem ve Hamit’in de etkisiyle doğayı seven, nezaketi
elden bırakmayan ve şiiri nesre yaklaştırmayı tercih eden aydınlardır. Acı, hüzün ve
melankoli vazgeçemedikleri duygulardır.
Servet-i Fünun dergisinin çıktığı zamanlarda çok ciddi bir sansürün olduğu
gerçektir. Bu hükmü verirken Sultan II. Abdülhamit Han’ın hatıraları da dikkatimizi
çekmektedir: “Ben edebiyatçıların değil, edepsizlerin düşmanıyım. Ah… Beni
edebiyata düşman sanır ve böyle gösterirlerdi.
Ziya Bey’i vezirlik ve valilikle Đstanbul’dan uzaklaştırmaya beni iten kuvvet,
efkâr-ı umumiye değil, onun bilgisine ve olgunluğuna olan saygımdı. Mithat Paşa
bilgisi ve olgunluğu ile halka daha müessir olduğu hâlde, onu Avrupa’ya sürdüğüm
zaman kaç adam sesini çıkardı?
Ben edebiyata düşman olsaydım. Kemal Bey’e öldüğü güne kadar kesemden
aylık vermez ve oğlunu saray hizmetine almazdım…
70 Ahmet Đhsan TOKGÖZ, Matbuat Hatıralarım, Ahmet Đhsan Matbaası Limitet Şirketi, Đstanbul,
1930, s. 30.
77
Hayır, ben hiçbir zaman okumuş adamdan korkmadım. Fakat birkaç kitap
okumakla kendisini allame sayan ahmaklardan çekindim ve onlardan uzak durdum.
Avrupa milletlerinin laboratuarlarına imreneceğine, kılık kıyafetlerine imrenen Frenk
delisi şaşkınlar, benim yanımda itibar görmediler. Hiç, her köyde bir cami ve
caminin yanında bir mektep görmek için otuz bu kadar yıl çabalamış bir padişah,
bilgi ve akıl düşmanı olabilir mi?
Benim zamanımda basılmış kitaplara baksınlar, bir de sonrakilere…
Avrupa’nın ne kadar büyük filozofu, âlimi, edebiyatçısı varsa bunların en seçilmiş
eserleri benim zamanımda basılmış, satılmış ve okunmuştur. Benim korunmak
istediğim Avrupa’nın bilgisi değil, Avrupa’nın düşmanlığı idi. Binlerce talebeyi
Avrupa’ya göndererek okumalarını ben sağladım. Bunların içinden üç beş çürük
adam çıktı ama pek çokları devlete hayırlı hizmetlerde bulundular.
Benim saltanatım günlerinde insanlar belki fazla gevezelik edememişlerdir
ama fazlası ile okumuşlar, öğrenmişler ve münevver insan olmuşlardır. Fındık kadar
marifet gösteren bir insan, benden ceviz kadar ihsan görmüştür. Nasıl teşvik
etmezdim ki, başımıza ne gelmişse, dünyada olup bitenlerden haberimiz olmadığı
için gelmiştir. Tahta çıkar çıkmaz, o günlerde bazı Avrupa memleketlerine bile
girmemiş telgrafı bütün ülkeye yaydım. Otuz bin kilometrelik telgraf hattı benim
sürekli takibimle döşenmiş, köylere kadar götürülmüştür. Tahtelbahirin tecrübeleri
benim kesemden verilmiş para ile Đstanbul’da yapıldı. O günlerde denizin altında
giden bir gemiden Đngiltere’nin bile haberi yoktu. Benden sonrakiler işin ucunu
bırakmışlarsa, elbette bu günah bana yazılmayacaktır.
Hayır, tekrar ediyorum ve kırık kalbimle temin ediyorum ki ben iyi, güzel
faydalı hiçbir şeyin düşmanı olmadım; bunlara düşman olanlardan başka. ”71
“Servet-i Fünun dergisinin yayımlandığı yıllarda Türkiye, sistem değişikliği
çalkantılarına sahne olmuştur. Türkiye önce, mutlakıyetten meşrutiyete, sonra da
meşrutiyetten cumhuriyete ve cumhuriyetten sonra da tek partili hayattan çok partili
hayata geçiş serüvenini yaşamıştır. Bu kadar hareketli bir dönemde dergi ve
71 Đsmet BOZDAĞ, Sultan Abdülhamit’in Hatıra Defteri, Pınar Yay. Đstanbul, Şubat-2005, s. 85.
78
gazetelerin toplumun düşünce yapısını yansıtmaları beklenir. Fakat Servet-i Fünun,
sanki bu olaylar hiç olmuyormuşçasına bir tavırla karşımıza çıkar. ”72 Ahmet Đhsan
hatıralarında Türk Yunan Savaşının kazanılmasının ardından Servet-i Fünun’un yeni
muharrirlerinin kalbinde büyük bir coşkunluk olduğunu, Rusya’nın “Durun
Mektubu”na rağmen hep birlikte durmayalım diye haykırmak istediklerini anlatırsa
da bu tavrın gazete sütunlarında da geniş bir yer bulduğunu söylemek mümkün
değildir. 73 O dönemde gerçekleşen Amerika-Đspanya Savaşı, Osmanlı-Yunan
Savaşında daha ziyade dergi sütunlarında yer almıştır. Osmanlı-Yunan Savaşı ile
ilgili haberler ara sıra derginin ilave kısmında yer almıştır.
Ayrıca derginin içeriğinin dergi satışıyla olan bağlantısına dair Ahmet
Đhsan’ın hatıralarına göz atmakta fayda vardır:”Meşrutiyetin başlangıcında saman
ateşi gibi gazete okumak veya gazete çıkarmak hevesi parlamıştı. Babıâli yokuşu
gazete idareleri ile dolmuştu. Saman ateşinden bizim de gözlerimiz kamaştı ama çok
sürmedi. Meşrutiyete kadar taşrada ve Đstanbul’da ancak bin müşterisi olan Servet-i
Fünun birdenbire altı yedi bin okuyucu buldu; fakat bunlar üç haftadan ziyade sebat
gösteremediler, dağıldılar, biz gene eski müşteri adedine kalmıştık. Bu da istibdat
zamanında ne yanlış zanlarda bulunduğumuzu bana anlatmıştı. Ben zannederdim ki
sansür kalkar, kalemler serbest olur, içtimaî, siyasî, felsefî yazılar serbest yazılırsa
Servet-i Fünun’un baskısı mutlaka dört beş bin olur. Hâlbuki bu da bir galat-ı ruyet
imiş.”74
Tevfik Fikret de istibdat ve meşrutiyetle ilgili kanaatlerini yıllar sonra
değiştirecektir.75 Ayrıca bu dönemde yaşamış dünya görüşü ve Osmanlının kurtuluş
reçetesi ile ilgili ne düşünürse düşünsün her kesimden aydın Sultan II. Abdülhamit’e
karşı olmakta birleşirler. Bunda devrin müstebit yapısının elbette etkisi vardır. Ancak
72 Yunus AYATA, Servet-i Fünun Dergisi Đnceleme ve Seçilmiş Metinler, Basılmamış Yüksek
Lisans Tezi, Sivas, 1996, s. 65. 73 Ahmet Đhsan (TOKGÖZ), Matbuat Hatıralarım, Ahmet Đhsan Matbaası Limitet Şirketi, Đstanbul,
1930, s. 93. 74 age s. 130. 75 bk. Metin Kayahan ÖZGÜL, Ali Ekrem Bolayır’ın Anıları, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları, Ankara, 1991.
79
yıllar sonra birçok aydın bu kanaatlerini değiştirecek ve özgürlüklerin esiri
olduklarını ifade edeceklerdir. 76
Đnceleme alanımız olan 356-400. sayılar 10 Ocak 1898 tarihi ile 10 Kasım
1898 tarihlerinin arasını kapsayan on aylık bir dönemdir. Đncelediğimiz bu sayılarda
Sultan II. Abdülhamit devri basın hayatının hemen hemen bütün özellikleri görülür.
Aydınlarımızda büyük oranda sanatçı hassasiyeti de mevcuttur. Tabiattan büyük
zevk alan aydınlar, dış baskılar sayesinde birbiriyle daha yakından kaynaşmışlardır.
Zaten dergi de yazı yazan aydınlar arasında bir fikir birlikteliğinden
bahsetmek de mümkün değildir. Yukarıda da ifade edildiği üzere derginin böyle bir
edebî kimlik kazanmasında tesadüflerin ciddi oranda yeri vardır. Zaten derginin fikrî
veya edebî bir hazırlık devresinin olmadığını da biliyoruz.
Bu dönemin okurları gazetelerde daha ziyade popüler konulara ilgi duyarlar
ve o kadar da devlet işlerini takip eder bir durumda değildirler. “Basın ve yayın şimdi
yüksek edebiyat ve düşün planında çalışamadığı için siyaset dışı konulara dönmüştü.
Özellikle okuyucuların ilgisini çekecek popüler fen yazıları moda oldu. O zamanın
dergi ve gazete koleksiyonlarını karıştırdığımız zaman şu çeşit yazıların başlıklarına
rastlarsınız: “Profesör Helmboltz’un Hayatı, Omurgalı Hayvanların Menşei,
Ayakları Nasıl Sıcak Tutmalı, Renkli Fotoğraf Nedir? Arapların Uygarlığa
Hizmetleri, Havada Deniz Altında Seyahat, Đmam Fahrüddin Razi, Kedilerde Zekâ,
Alman Öğrencilerinde Miyopluk, Bir Beygir Ne Kadar Ağırlık Taşıyabilir?
Jâponyalıların, Eskimoların Hayatı, Kristof Kolomp’un Amerika’yı Bulması,
Çinlilerin Acayip Yemekleri, Seyyah Livingstone’un Keşifleri” üzerine sayısız
yazılar. Ayrıca “Borsa” başlığını taşıyan fakirlere yardımda bulunan insanların
isimlerinin verildiği bir bölüm de derginin ilave kısmında yer almıştır.
Bu yayınlar bize zamanın siyasal olayları üzerine fazla bir fikir vermez.
Sansürün yol açtığı çarpıklıklar yüzünden siyaset dışı konuların moda olmasına
bakarak, Türkiye’de yeni bir teknoloji dönemi açıldığı sonucu çıkarmak da
yanıltıcıdır. Asıl önemli olan basın ve yayının içindekiler değil, okurlar arasında 76 Adem ÇEVĐK, Jöntürklerden Cumhuriyete II. Abdülhamid’de Yanılanlar, Ufuk Kitap, Đstanbul-
2006, s. 47.
80
okuma alışkanlığında ortaya çıkan gelişmedir. Bunun da en ilginç yanı hoş vakit
geçirmek, meraklı ve eğlenceli şeyler okumak alışkanlığını getirmesidir. ”77 Bu da
bize gösteriyor ki bu dönemde halkın da fikri anlamda pek yoğun bir gündemi
yoktur.
Onlar Fransa’yı taklidi gayet tabii ve olması gereken bir durum olarak
değerlendirirler. Bu durumun başka millet edebiyat ve fikir dünyalarında da
görüldüğünü, Fransız edebiyat ve terbiyesinin birçok millete örneklik ettiğini ifade
ederler. Ruslardan, Đtalyanlardan, Almanlardan örnek verirler ve bunların hiçbirinin
bu örnek almalardan dolayı milliyetlerini kaybetmedikleri savunurlar. ” II. Katherina
Fransızlardan gerek siyaseten gerek ahlaken fevkalade nefret etmekle beraber âdet ve
terbiye hususunda Fransız mukallitliği Rusya’da o zamandan tamim ve sirayete
başlayarak on beş seneye gelinceye kadar son derece-i şiddetiyle devam etmekte idi.
”78
Hâsılı Servet-i Fünun aydınları fikir dünyası bakımından kendilerinden önce
gelen aydınlardan ayrılılar. Ferdiyetçi, sosyal konulardan uzak, içe dönük bir
anlayışa sahiptirler. Bunda yetişme tarzlarının, devrin sosyal ve siyasi şartlarının
elbette etkisi vardır. Ancak derginin incelediğimiz sayıların 1898 yılında yani
Osmanlı-Yunan Savaşı’nın meydana geldiği yıllardır. Ancak bununla ilgili haber ve
resimleri derginin sütunlarında yeterince görmek mümkün değildir. Ancak dikkat
çeken bir başka mesele ise Amerika Đspanya Muharebesi’ne dair resimler daha geniş
bir yer tutmaktadır. Derginin ekinde yer alan bölümler de bir haber niteliğinden öte
bir yapı arz etmez.
1.4. Edebî Faaliyeti
“Türk edebiyatı bir medeniyet krizi ile başlar. ”79
77 Niyazi BERKES, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yayına Hazırlayan: Ahmet Kuyaş, Yapı Kredi
Yayınları, 5. Baskı, Đstanbul, Ekim- 2003, s. 369. 78 Ahmet Hikmet, “Musahabe-i Edebiye 40”, SF, Nu. 382, s. 278. 79 Ahmet Hamdi TANPINAR, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Dergâh Yayınları, Đstanbul, 1977, s.
101.
81
Servet-i Fünun edebiyatının teşekkülüne kadar gelen devreyi nesillere ve
onlara hâkim olan temayüllere göre üç bölüme ayırmak mümkündür:
1. Politik sosyal fikirler devri
2. Romantizm, büyük ihtiras ve ıstıraplar devri
3. Günlük, küçük hassasiyetler devri
Birinci devreyi Şinasi-Namık Kemal-Ziya Paşa üçlüsü temsil eder. Bu
devirde edebiyat umumiyetle politik ve sosyal konular etrafında döner. Sosyal fayda
fikri ön plandadır. Estetik gaye geri planda kalır. Ortaya konulan manzum ve mensur
eserlerde hemen hemen aynı endişe hâkimdir. Đmparatorluğu kurtarmak ve toplumu
yükseltmek. Daha çok hak, adalet, kanun, medeniyet, hürriyet, vatanseverlik gibi
fikrî kavramlar üzerinde durulduğu için bu edebiyat, ifade vasıtası olarak kendine
uygun gelen gazete, tiyatro, roman, hikâye, makale, tenkit, mektup gibi nevileri yani
nesri seçmiştir. Nazımda bile çoğu defa mensur eserlerde ortaya konulan fikirler ele
alınır.
Đkinci devreyi, Abdülhamit, Sezai ve Recaizade Ekrem temsil ederler. Bu
dönemde sanat, sosyal faydayı arayan bir vasıta olmaktan çok, ferdî ihtiras ve
ıstırapları anlatan estetik bir varlıktır. Edebî nevileri tercih bakımından bu edebiyat,
daha çok nazmı benimser.
Gazetecilik ve tiyatro alanında bir duraklama meydana gelir. Şiir, çeşitlilik
kazanır ve ölüm, hayat, ruh, dünya gibi metafizik düşünce ve temalara yönelir.
Üçüncü devreyi politik ve sosyal konulara dokunmayı tamamıyla yasakladığı
için, Ekrem ve Hamit’ten sonra gelenler, onların ferdi duyuş tarzını devam
ettirmişler, fakat bununla da kalmayarak tercüme vasıtası ile giren yeni temleri
işlemişlerdir. Bu devir, ara nesil denilen yazarlar ve şairler grubunun gerek duyuş
tarzı gerek üslup cihetinden edebiyatımızın tavrını değiştirecek faaliyetlerine sahne
olur. Bu devirde gazetelerin yerini mecmualar alır.
82
Nabizade Nazım, Mehmet Ziver, Fazlı Necip, Mehmet Celal ve Mustafa Reşit
ara neslin en ileri gelenleridir. Bunlardan Mustafa Reşit ile Mehmet Celal Servet-i
Fünun edebiyatında yaygın bir hastalık hâlini alan santimantalizmin göze batan
öncüleridir. Bu neslin şiiri ve nesri veremliler, hasta çocuklar, fakirler, aşk ıstırabıyla
inleyen insanlarla doludur. Servet-i Fünuncuların kelime dünyası, romantiklerden
yapılan bol tercümelerle adeta bu devirde hazırlanmıştır. Görülüyor ki Tanzimat’la
başlayarak gelişen Türk edebiyatı, nazımda ve nesirde Servet-i Fünun edebiyatını
hazırlar mahiyette bir yol takip etmiştir.
Servet-i Fünun edebiyatının doğuşu, gelişimi ve dağılışı II. Abdülhamit’in
saltanat yıllarına rastlar. II. Abdülhamit istibdadının Servet-i Fünun nesline tesir
ettiği ve bilhassa bu neslin hakikatten kaçma, hayale ve tabiata sığınma, sosyal
davalarla ilgilenmeme, günlük hayatın küçük meseleleriyle iştigal etme, hüzne
düşkünlük, ferdiyetçilik ve sanata yönelme gibi temayüllerini beslediği muhakkaktır.
Hatta Servet-i Fünuncuların Batı edebiyatına karşı aldıkları tavrı da etkilemiştir.
Ferdî Romantizm sosyal davalar peşinden koşmayan Realizm, Sembolizm,
Parnasizm ve seyahat edebiyatı bu neslin seçtiği akımlardır.
Bu edebî hareket, kaynağını Tanzimat şair ve yazarlarından ve on dokuzuncu
yüzyılın ilk yarısındaki Fransız edebiyatçılarından alır. Edebiyat-ı Cedide adı verilen
Servet-i Fünun edebiyatının sanatçıları bilhassa ikinci dönem Tanzimatçılarından
Hamit, Ekrem, Sezai ve Muallim Naci’nin tesirinde kalmışlardır. Fransızcayı genç
yaşta, Tanzimat’ın açtığı okullarda öğrenen Servet-i Fünun sanatçıları, Klasizm,
Romantizm gibi eski akımları aşarak çağdaşları olan Sembolizm, Parnasizm ve
Natüralizm gibi akımlarla ilgiler kurmuşlardır. Bu tesirler ve yeni fikirlerle yetişen
sanatçılar Tanzimat’ın ilanından beri kurulmak istenen yeni edebiyata karşı eski
edebiyatın varlığını savunan edebiyatçılarla mücadeleye başlamışlardır. Yeni
edebiyat taraftarlarının fikrî liderliğini Recaizade Ekrem, eski edebiyat taraftarlarının
fikri liderliğini ise Muallim Naci yapmaktadır.
Servet-i Fünun dergisi resimli bir fen ve sağlık bilgileri dergisi olarak 1891 yılından
beri Recaizade Ekrem’in öğrencilerinden Ahmet Đhsan tarafından yayınlanmaktadır.
Dergi, yayınlandığı bu yıllarda edebiyatla pek ilgili değildir. Aynı yıllarda
83
yayınlanan Malumat dergisi Servet-i Fünun dergisiyle bir rekabet içindedir. Malumat
dergisi 1895 yılının sonlarında Hasan Asaf isimli bir gencin, içinde
“Zerre-i nurundan iken muktebes
Mihr ü mehe etmek işaret abes”
Beyti de bulunan bir şiirini yayınladı. Dergi bir taraftan bu şiiri yayınlarken diğer
taraftan da yukarıdaki beytin mana ve kafiye bakımından zayıf olduğunu
belirtiyordu. Hasan Asaf dergiye gönderdiği mektupta eserini savunarak abes ile
muktebes kafiyelendirilmez, denilmiş. Ekrem BeyefendiHazretleri’nin –kafiye kulak
içindir, göz için değildir- diye irat buyurdukları edebî hikmeti bizzat işitmişimdir,
diyordu. Bu mektup dergi tarafından alaylı bir dille karşılandı. Recaizade Ekrem’e
ağır hücumlar yapıldı. Đşte Servet-i Fünun edebiyatı böyle bir kafiye meselesinden ve
bir mecmua rekabetinden doğdu. Malumat dergisi Recaizade Mahmut Ekrem Bey’in
Şemsa adlı öyküsünü izinsiz olarak yayımlar. Ekrem Bey de bu durumu Servet-i
Fünun dergisinde eleştirir. Bu vesile ile Recaizade Mahmut Ekrem Bey ile Ahmet
Đhsan Bey arasında bir yakınlaşma hâsıl olur. Ahmet Đhsan bir süre sonra Recaizade
Mahmut Ekrem Bey’den derginin edebî yönünün kuvvetlenmesi için yardım ister.
Recaizade Mahmut Ekrem Bey de bu konuda daha önce öğrencisi olan Tevfik Fikret
Bey’i görevlendirir. Böylece Servet-i Fünun dergisi 1896 yılında, edebî bir nitelik
kazanmış olur. Dergi faaliyetlerini aralıksız olarak 1891 yılına kadar sürdürür.
Recaizade Ekrem, bu tartışmalardan sonra eski edebiyat taraftarlarına karşı, daha
güçlü bir mücadele verebilmek için genç neslin bütün ileri gelenlerini Servet-i Fünun
dergisi etrafında toplar. Bu dergiyi tam bir sanat ve edebiyat dergisi hüviyetine
sokabilmek için öğrencisi Tevfik Fikret’i derginin edebî kısım başyazarlığına getirir.
Yazılarını başka dergilerde yayınlayan ve daha önceden şöhrete ulaşmış olan
yazarlar bu dergiye çağırılır. Neticede edebiyatımızda Servet-i Fünun adı verilen
edebî çığır başladı.
Servet-i Fünun edebiyatının genel özelliklerini şöyle özetleyebiliriz:
84
1. Servet-i Fünun edebiyatçıları, Tanzimat’la başlayan Batılı edebiyatın
yönünü, tam manasıyla Batıya çevirmişler ve bu edebiyatın bütün
sanatçıları çağdaş Fransız edebiyatının tesirinde kalmışlardır.
2. Servet-i Fünun şiiri Parnasizm ve Sembolizm’in, romanı ve hikâyesi ise
Realizmin tesirinde kalmıştır.
3. Bu edebiyatın sanat anlayışı ‘sanat için sanattır. ’
4. Servet-i Fünuncular karakter bakımından toplumcu olmaktan çok sanatkâr
bir ruh taşıdıklarından meydana getirdikleri eserler geniş halk tabakaları
tarafından değil bir kısım aydın tarafından anlaşılmıştır.
5. Servet-i Fünuncular Tanzimatçıların ‘Halka halk diliyle hitap etme. ’
ilkesine yabancı olduklarından Tanzimatçılardan daha ağır, külfetli, süslü
bir dil ve üslup kullanmışlardır.
6. Servet-i Fünuncuların yaptığı en büyük yenilik, Batılı nazım şekillerinin
edebiyatımıza getirilmiş olmasıdır. Ayrıca onlar bütün edebî türlere Batılı
bir gözle bakmışlar ve Batılı bir teknikle işlemişlerdir.
Bu dönem aydınlarının genel özelliklerine bir bakacak olursak kısaca şunları
söylemek mümkündür:
1. Aralarında pek fazla yaş farkı bulunmayan bu gençlerin hepsi Osmanlı
Devletinin ‘hasta adam’ sayıldığı bir dönemde yetişmiş ve istibdadın ağır
baskısını duymuştur.
2. Tanzimat şair ve yazarlarının aristokrat bir aileden gelmelerine karşılık
bunların hepsi orta tabakadan bir aileye mensupturlar.
3. Tanzimatçıların otodidakt oluşlarına karşılık Servet-i Fünun sanatçıları
düzenli bir tahsil görmüşler ve daha küçük yaştan itibaren yabancı dil
öğrenmişlerdir. Bu yüzden batı edebiyatını daha iyi tanımak imkânını
bulmuşlardır.
85
4. Doğu kültürleri zayıftır. 80
Bu ortak şartlar Servet-i Fünun neslini müşterek ideal ve zevklerde
birleştirmiştir. Servet-i Fünun edebiyatının teşekkülünde rol oynayan faktörlerden
söz ederken bu edebiyatın mensupları arasındaki yakınlaşmayı sağlayan birtakım
tesadüflerin rolünü de gözden uzak tutmamak gerekir.
Servet-i Fünun nesli edebiyatı kendinden önceki nesillere göre oldukça
ilerletmişler ve edebiyat üzerine düşünmüşlerdir. Bu dönem edebiyatçılarının hemen
hemen hepsi Fransızcayı öğrenmişler. Batılı eserleri orijinallerinden takip
etmişlerdir. Ayrıca bu sanatçılar, Tanzimat döneminde Batılı usulde açılan okullarda
yetişmişler, Batının bilimsel ve düşünsel gelişimini ve bunların sonuçlarını
özümsemişlerdir. Biçimden öze kadar Fransız edebiyatını örnek alan bu nesil
Batıdaki yeni sanat akımlarının da etkisiyle yapay bir dil ve kapalı bir anlatımla
eserlerini meydana getirdiler. Süse, sanatlı söyleyişe ve biçime önem verme, aşırı
duygusallık ve toplumdan kopuk bireysellik, bu dönem edebiyatçılarının ortak
özellikleri arasındadır.
Derginin faaliyetini Hüseyin Cahit şöyle anlatır: “ Servet-i Fünun
muharrirlerinin edebiyat tarihimizde ölmez hizmetleri Tanzimat edebiyatı ile
başlayan garplılaşma cereyanına kati ve nihai şeklini vermeleridir. Servet-i Fünun
merhalesinden sonradır ki Türkiye’de garbın telakkisi dairesinde bir edebiyat vardır,
denilebilir. Servet-i Fünun bir teknik getirdi. Servet-i Fünun bir istikamet gösterdi.
Đşte bu kadar, Servet-i Fünun bir edebiyat inhisarı değildir. Kendisinden sonra gelen
nesillere hiç değişmeyecek kalıplar bırakmak, daima içinde yürünecek çığırlar açmak
iddiasında bulunmadı. Bilakis edebiyat sahasında sanatın hakkı ve şartı olan hürriyeti
getirmek istiyordu. Koyduğu prensip bu idi. Servet-i Fünun muharrirleri kabiliyetleri
derecesinde, zamanın çizdiği imkân hudutları içinde eserler vücuda getirdiler. Bunlar
edebiyatımız için daimi bir meşk olacak değildiler. Edebiyatımızın sonradan
yükseleceği merhaleleri ölçmek için bir mukayese noktası olarak kalacaklardır.
Servet-i Fünun’dan sonraki edebiyat tekâmülleri, fikir ve his cereyanları ne kadar
80 bk. Đsmail PARLATIR, Đnci ENGĐNÜN, Ömer F. HUYUGÜZEL, Bilge ERCĐLASUN; Mustafa
ÖZBALCI, Alaattin KARACA, Servet-i Fünun Edebiyatı, Akçağ Yay. Ankara, 2006.
86
muhtelif istikametlere dağılırlarsa dağılsınlar arkaya dönüp de baktıkları zaman hep
aynı noktada birleştiklerini göreceklerdir: Servet-i Fünun edebiyatı. Servet-i Fünun
dar bir edebiyat mektebi vücuda getirmedi hatta sıkı manasıyla bir edebiyat mektebi
bile değildir. Bir prensip ilanıdır, edebiyat hukuku beyannamesidir.
Servet-i Fünun edebiyatının Türk gençlerinin ruhu üzerindeki derin tesiri de
bundan ileri gelmiştir. Servet-i Fünun edebiyatı az bir cemaate hitap ediyordu fakat
bu öz bir cemaatti. Servet-i Fünun zamanına yetişmiş olan münevver Türk nesli
bugün hâlâ Servet-i Fünun yazılarını bir vecd ve takdir ile hatırlar.
Servet-i Fünun edebiyatı onların ruhlarından bir parça olmuştur. Bu inkâr
edilmez bir vakadır. Onun için Servet-i Fünun edebiyatının kıymetini ölçerken yalnız
şaheser aramak bakımından işi tahlil etmek pek dar bir sahaya kapanarak hakikati
görmemek neticesini verir. Servet-i Fünun’un kendi zamanının fikriyatı üzerindeki
tesirini edebiyatımıza açtığı geniş ve yeni ufukları da düşünmek iktiza eder. Servet-i
Fünun yalnız küçük bir zümrenin ruhunu ve hissini besledi. Fakat içtimaiyat ve
siyasiyat sahasında daima bu münevver ekalliyetler her yeniliğe ve değişikliğe ön
ayak olurlar. Bugün kolaylaşan imkân sahasına çıkan edebiyat ve sanat hürriyetinin
ilk aciz fakat imanlı ve idealli ameleleri: Đşte Servet-i Fünuncular. ”81
Servet-i Fünun’da estetik ve sanat daima ön planda olmuştur. Onlar için ahlak
sanatın gerisindedir. Ahlakın ve edebiyatın alanları farklıdır. “Hâsılı âlem-i ahlaka ait
olanları âlem-i ahlaka verelim; edebiyata ait olanları edebiyata verelim. ”82 Bu görüş
derginin ve devrin genel edebiyat anlayışını veren sanat sanat içindir, görüşünün
izindedir. Hüseyin Cahit yazısının devamında birtakım yabancı yazarlardan da
alıntılar yaparak bu görüşü destekler ve sanatçının nasihat eden bir vaiz olmadığını
sanatın da bazı vazifeleri olduğunu ancak bunun nasihat etmek olmadığını vurgular.
Romanlar ve tiyatrolar bir devrin derece-i ahlakını yansıtabilirse de fakat ahlak-ı
muasırîni ıslah edemediği gibi ifsat da edemez, romanların ahlak üzerine tesirini
katiyen reddettim. Ne olursa olsun bir kitabın tesiri, halkta evvelden mevcut bazı
81 Fikir Hareketleri; S. 3, 9 Teşrin-i Sani, 1933. 82 Hüseyin Cahit; “Edebiyat ve Ahlak”, SF, Nu. 358, s. 310.
87
fikirleri hülasa ile onlara bir cisim, bir şekil vermekten ileri varamaz,
görüşündedirler.
Servet-i Fünuncular taklitçi bir edebiyatla suçlanmışlardır. Dergide yazı
yazan muharrirler bu eleştiriyi farklı açılardan cevaplamışlardır. Onlar edebiyatların
taklidine karşı değildirler. Onlara göre “Sanatın sahibi ve vatanı yoktur. Bu taklit
milletlerin kendi orijinal edebiyatlarını bulmaları için gereklidir”83 anlayışındadırlar.
Hatta bununla ilgili olarak Avrupa ülkelerinden örnekler verilir. “Acaba bu edvar-ı
iktibas ve taklitten heva ve naheva kendini alamayan şu koca koca milletlerden hangi
biri üdebasının temayülat-ı tabiyesi, bu bedahet-i tarihiye neticesinde milliyetlerini,
hususiyet ve ahlakiyelerini, hissiyat-ı edebiye-i kavmiyelerini kaybettiler. Ruslar
Alman mı oluverdiler? Yoksa Almanlar Fransız mı oldular?
Ya niçin her milletin esbab-ı terakkiyatından biri ve belki birincisi olan bu
mesele-i iktibasın bizde de tecelli etmesini nahoş görmek, hiç kimseye benzememek
gibi pek beyhude bir teklifte fazla bir gayrette bulunuyoruz? Ellerin geçtiği köprüden
geçmeyip de ne yapacağız? Avrupa’yı misal göstermeye ne hacet, işte bugün
Cezayir’in, Mısır’ın, Beyrut’un Arap’ı, Hind’in, Đran’ın Farisi cerait ve kitab-ı
edebiye-i hazırası tetkik edilsin onlarda da Avrupa tarz-ı tahririne, üslub-ı tasvirine,
usul-i tefekkürüne taklit edildiği müşahede olunur.
Bir milletin tarih-i temeddününde bu edvar-ı iktibas, medeniyetin nizamat-ı
umumiyeden, usul-i maişetten hatta efkâra –biraz mübalağa ile– harekât ve sekenata
kadar maddi ve manevi bütün şaibatı, celi ve hafi bütün köşelerini muhtevidir.
Terakki-i medeniyet o hiçbir manaya ehemmiyet vermeyen seyl-i huruşan bilcümle
feyiz ve bereket ve afat ve hasarıyla memzuc ve mahlût geliyor. Nüfuzuna rast
geldiği dağlar, uçurumlara hail olamıyor, değil mi? Đşte anınçün ‘mebhus-ı anha’
‘matbuel endam’ mesaili gibi ‘saat-i semenfam’ ‘hande-i hüsranşikaf’
meselelerinden, falan filanlardan da baki bu kubbede belki nahoş bir seda kalır. Đşte o
kadar. ”84
83 Ahmet Hikmet; “Musahabe-i Edebiye”, SF, Nu. 382, s. 289. 84 age s. 290.
88
Servet-i Fünun aydınlarına göre sanat ulvi ve yücedir. Bununla
ilgilenebilmek, anlamak ve anlatabilmek için kültürlü ve birikim sahibi olmak
gerekir. Ancak halkın anlayacağı bir edebiyat bu özelliklerden mahrum olacağı için
gerçek bir sanat eseri olamaz, görüşündedirler. Ancak halkın da kendi ihtiyaçlarını
karşılamak için bir edebiyat ve sanatlarının olduğunu bunun kendi sanat
anlayışlarından oldukça farklı ve adi bir edebiyat olduğunu vurgularlar. “Avam-ı
halkın her zamanda kendisine mahsus, kendisinin seveceği bir sanatı vardır.
Zamanımızda halkın az çok kaba tiyatroları, adi şarkıları, ehemmiyetsiz musikileri,
cinai romanları sevdiğine bakılarak: ‘ Sanat tenezzül ediyor, sükût ediyor. ’ diye
haykırılıyor. Hâlbuki böyle şeyler eskiden de var idi. Ocak başlarında vaktiyle hikâye
edilen hudut hikâyeleri yerine şimdi cinai romanlar kaim olmuştur. ”85 Hâsılı onlara
göre her sınıfın kendine mahsus şair ve edipleri vardır, görüşündedirler. Edebiyat-ı
Cedide ise ulvi ve yüce bir edebiyattır.
Bu dönem aydınları sanatın kendisi üzerinde de düşünmüşlerdir. “Şimdiye
kadar ‘Hikmet-i Bedâyi’ makalelerinde asâr-ı sanatın ne suretle vücut bulduğu,
sanatın ne demek olduğu, asar-ı sanatın takdir ve kıymeti için nasıl bir mikyasa
müracaat edileceği –Avrupa hükemâsının en makbul eserlerine istinat edilerek-
mümkün mertebe izah olunmuştu. ”86 Bu yönüyle de edebiyatımızın ihtiyaç duyduğu
bir düşünme tarzını da derginin sütunlarında görürüz.
Bütün bunlardan sonra Edebiyat-ı Cedide için edebiyatımızın olgun adımlar
ve eserler vermesinde oldukça önemli bir yerinin olduğunu belirtmek gerekir.
1.4.1. Biyografiler ve Tanıtım Yazıları
Servet-i Fünun dergisinin 356–400. sayıları incelendiğinde biyografi ve
tanıtım yazılarının ciddi bir yekûn tuttuğunu söylemek mümkündür. Ancak bu
yazıların bütün olarak biyografi türünün bütün özelliklerini yansıttığını söylemek
mümkün değildir.
85 Hüseyin Cahit; “Hikmet-i Bedayie Dair 14, Sanat ve Şiirin Đstikbali”, SF, Nu. 394, s. 52. 86 Hüseyin Cahit; “Hikmet-i Bedayie Dair 14, Sanat ve Şiirin Đstikbali”, SF, Nu. 394, s. 53.
89
“Biyografya, antoloji ve ansiklopedi gibi eserlerde yer alan ve söz konusu
kişiyi tanıtmayı gaye edinen bilgilerde doğum, ölüm yılları, öğrenim ve mesleki
durum gibi kalıplaşmış bilgileri aktaran bir yol takip eden yazılardır. Önemli bir
göreve getirilen veya ölen birinin hayatını özetleyen yazılarla, bir sanatçının
kitabının arka kapağında yer alan kısa hâl tercümeleri bu gruba girer. Daha genişçe
olanlarına klasik biyografya denir. ”87Yazılar, bu anlamda portre olmaktan öte klasik
biyografiyi örneklendirmektedir. Yukarıda belirtildiği gibi eserin kaleme alınma
sebebi ya bir terfi veya görev değişikliği ya da bir vefattır.
Biyografilere konu olan şahıslar irdelendiğinde yerli-yabancı ayrımının
yapılmadığı görülmektedir. Hatta yabancı şahsiyetlerin daha geniş bir yer tuttuğu
söylenebilir. Ayrıca Servet-i Fünun’un bir edebiyat dergisi olmasına rağmen Rusya
Harbiye Nazırının bile bir biyografisinin olması gayet ilginçtir. Dergide askerî ve
mülki erkândan yerli yabancı şahsiyetlerin hayatlarının yanı sıra doktorlar, cerrahlar,
ressamlar gibi birçok meslek gurubundan şahısların hayatlarına da yer verilmiştir.
Gerçi bu anlayışta Servet-i Fünuncuları yetiştiren iklimin ve devrin şartların
belirleyici olduğunu da göz ardı etmemek gerekir.
Biyografi türünü örneklendiren yazıların önemli bir kısmı imzasız olarak
yayımlanmıştır. Ayrıca hayatı verilen şahsiyetlerin büyük bir çoğunluğunun resim
veya fotoğrafları da dergi içerisinde yayınlanmıştır. Bu yazılar, daha ziyade
‘Resimlerimiz’ adını taşıyan sütunda yayınlanmıştır, ancak bu köşe dışında
yayınlanan biyografik eserler de yok değildir.
Bu yazıların önemli bir kısmı imzasız olmakla beraber Ahmet Đhsan’ın
yazıları, önemli bir hacmi doldurmaktadır. Bunun yanında Tevfik Fikret, Halit Ziya,
Hüseyin Dâniş gibi yazarların da bu alanda kalem oynattıklarını incelediğimiz sayılar
içerisinde gördük.
Bu yazılar geleneksel tezkireden çok da farklı bir çizgiye sahip değillerdir.
Derginin fikir dünyasında etkili olanlar, devlet adamları ve Servet-i Fünun’da emeği
bulunanların bir kısmı bu sütunlarda tanıtılmış ve büyük övgülere mazhar
87 Aslan TEKĐN, Edebiyatımızda Đsimler ve Terimler, Ötüken Yay. Đstanbul, 1995, s. 111.
90
olmuşlardır. Derginin incelediğimiz sayılarında yayınlanan eserlerden bazıları Ahmet
Đhsan’a ait, Besim Ömer Bey, Operatör Cemil Paşa, Ziya Bey Efendi; Halit Ziya’nın,
Piyanist Devlet Efendi; Hüseyin Daniş’in, Rafael De La Martin; Đmzasız, -
Resimlerimiz- Hanif Efendi, Đmzasız, Resimlerimiz, Saadetlü Sakızlı Ohannes Efendi
Hazretleri, Đmzasız, Resimlerimiz, Sadık El Müeyyet Bey, M. K(af), –Resimlerimiz-,
Arzu-yı Melhuz, Ressam Halil Beyefendi, Tevfik Fikret’in, -Meşahir-i Muasırin-,
Sami Paşazade Sezai Bey’dir.
Görüldüğü üzere doktorların, askerlerin, cerrahların ressamların ve daha
birçok meslek erbabının hayatı tanıtım yazılarına konu olmuşken edebî şahsiyetlerin
ve özellikle de yerli edebî şahsiyetlerin dergideki tanıtım yazılarına yeterince konu
olduğunu söylemek mümkün değildir.
Hâsılı bu tür Servet-i Fünun sanatçılarının diğer edebî türlere göre belki de en
zayıf kaldığı türdür, denilebilir.
1.4.2. Dil ve Üslup
Servet-i Fünuncular dil konusunda Tanzimat edebiyatçılarından oldukça
farklı bir çizgide yürümüşlerdir. Bunda sanatçıların mensup oldukları orta sınıfın
yanında aldıkları eğitimin ve devrin siyasi ve sosyal şartlarının önemli payı vardır.
Onlar Tanzimat aydınlarına göre daha bireysel bir edebiyat meydana getirdiler. Her
ne kadar sanatlarındaki estetik taraf Tanzimatçıların eserlerinden ileri düzeyde olsa
da dilin sadeleştirilmesi bakımından eserler incelenirse Tanzimatçılardan hayli geride
kalırlar.
Bu dönem edebiyatçıları nazım ve nesirde kıvrak ve derin bir dil kullandılar.
Üsluba gösterilen bu özen onları divan şairlerinde olduğu gibi derin bir kelime
titizliğine götürdü. Böylece yaşayan dilin dışında yapay bir edebiyat dili oluşturdular.
Bu bakımdan Tanzimatçılar dili, sosyal bir mesele olarak değerlendirirken, Servet-i
Fünuncular dili bir üslup aracı olarak değerlendirdiler.
“Servet-i Fünun edebiyatçıları, Tanzimat devrinin aşırı muhtevacılığına karşı
bir şekil ve üslup endişesi ile yazarlar. Bu edebiyatta tabiat görüşünün değişmesi,
91
sanat ile yakından ilgilidir. Servet-i Fünuncular, daha ziyade edebiyatın dış
görünüşünü tasvir ettiler. Onları ilgilendiren şey dinî ve felsefî fikirlerden ziyade
renk şekil ve hareket idi… Nazımda ve nesirde tasvir, Servet-i Fünun edebiyatının
esasını teşkil eder. Servet-i Fünuncular, resim ile birlikte musikiyi de sevdiler. Bu
sevgi sadece eserlerinde müzikal temleri işlemek şeklinde kendini göstermez,
üsluplarına da tesir eder. Servet-i Fünun şiiri sadece resim değil, aynı zamanda
musikidir. Tanzimat şairlerinin ihmal ettikleri ahenk, Servet-i Fünuncularda muhteva
kadar ehemmiyetli bir yer tutar. Onların nesirlerinde bile müzikal bir karakter
vardır…
Ruha gelince, bu nesil Tanzimat edebiyatının bel kemiğini teşkil eden din ve
tarihe karşı imanını kaybettiği ve istibdadın baskısı altında boğulduğu için, koyu bir
kötümserlik ve melankoliye düşmüştür. Bu durum karşısında onlar içlerine
kapandılar, ince ruh hâllerini tahlil etmekle meşgul oldular. Aşk, tabiat, hayal ve
sanatla oyalandılar. Sanata en üstün kıymet olarak baktılar. Eserlerinde hemen daima
halkı aydınlatmayı gaye bilen Tanzimatçılara karşı sanat sanat içindir, tezini müdafaa
ettiler.
Servet-i Fünuncular muhteva ile vezin arasında bir münasebet kurmaya
çalıştılar. Hatta her veznin bir ruh hâline tekabül ettiğini ileri sürdüler. Bu fikir esas
itibarıyla doğru olmamakla beraber onların vezin üzerinde çalışmaları, Türk şiirini
monotonluktan kurtarmıştır. Vezin onların elinde muhtevayı takibe çalışan hareketli
bir musiki vasıtası hâline gelmiştir. ”88 Örneğin “Elhan-ı Şita”da vezin eser içinde üç
defa değişir. Bütün bunlar Tanzimat edebiyatının çıplak ve mücerret üslubu yerine
imajlarla dolu süslü bir üslup meydana getirir. Servet-i Fünuncular, bilinen edebî
sanatlardan başka, özellikle sıfatlar vasıtasıyla varlığın rengini ve manasını
değiştirirler.
Eserlerde kaybolan bir mutluluk duygusu ve melankoli hâkimdir. Hayali
saadetler ve korkunç hakikatler arasındaki çatışma onların başlıca temidir. Servet-i
Fünuncular dış dünya ile ruh hâllerini birleştirir veya aralarında bir ilişki kurarlar.
88 Mehmet KAPLAN, Şiir Tahlilleri I, Tanzimat’tan Cumhuriyete, Dergâh Yayınları, Đstanbul,
Mart 1994, s. 99.
92
Onlar dili şiire yatkın, sosyal olaylardan çok bireysel konuların anlatımına yatkın bir
şekilde kullandılar. Bu dilin başlıca özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
“a)Yaşayan dil yerine sözlüklerden birtakım sözcükler devşirdiler
b)Bazı bilim terimlerini dile soktular
c)Eski sözlüklerden hatta o zamana kadar hiç kullanılmamış sözcüklerden
yeni tamlamalar yaptılar
d)Fransızcadan bazı deyimleri aynen çevirdiler”89
Bu dönemin önemli dil mevzularından biri de fesahatçiler adı verilen grubun
düşünceleridir. Bunlara göre Arapça ve Farsça sözcükler asıllarında olduğu gibi
korunmalıdır. Beyhude yerine bîhude şekli korunmalı diğer durumlar galat
sayılmalıdır.
Servet-i Fünuncular bütün bu kullanılan üsluptan şikâyetçidirler. Dilin çok
fazla dolambaçlı, yılan hikâyesi gibi olduğunu söylerler. “Sözü uzatmak, vakıan bu
şimdi âlem-i tahrirede bir alet-i sâriye. Hele sıga-i kelamı dolaştıra dolaştıra bazen
dosdoğru mütekellim bir haddeye irca ettikten sonra yılan hikâyesi gibi uzatıp
durmak bir alet-i sâriye ki hepimiz onunla maliyiz. Ama kariin-i kiram bu mertebe
itnab-ı kelamdan telahikam olurlarmış, olsunlar, ne için oluyorlar. Sabur ve hamul
olmak manen ve maddeten muvaffak-ı akıl ve kaide iken hususuyla…”90 Maksadı
ifade etmedeki bu durum Fikret’in ağzından böyle ifade edilir.
Servet-i Fünun dergisinin incelediğimiz sayıları 1898 yılında yani Türk
Yunan Savaşının hemen ardından gelen yıllardır. Mehmet Emin Yurdakul 1897
yılında bu savaş nedeniyle Selanik’te çıkan Asır dergisinde Cenge Giderken adlı
eserini yayınlamış ve dilde Arapça, Farsça kelimeler de olmadan şiir yazılabilir
tartışmasını başlatmıştır. Gerçi Tevfik Fikret bu eseri estetik yönünden zayıf bulmuş
olsa da bu şiir, dilde sadeleşme açısından önemli bir dönüm noktası olmuş ve bu
konuda bir çığır açmıştır, denilebilir.
89 Ali AKAR, Türk Dili Tarihi, Ötüken Yayınları, Đstanbul, 2005, s. 297. 90 Tevfik Fikret; “Musahabe-i Edebiye, Bir Arkadaşımla”, SF, Nu. 384, s. 308.
93
Sade dil konusunda Ahmet Đhsan’ın hatıraları Servet-i Fünun sanatçılarının
dil anlayışlarından oldukça farklı bir çizgidedir. “Tanzimat devrinden evvelki
şairlerin Arap ve Acem kültüründen bize getirdikleri yabancı ruhun tesirleri,
Edebiyat-ı Cedide’ye tekaddüm eden Şinasi, Ziya Paşa ve Kemal Bey devrine kadar
sürmüştü. Bu yabancı tesirden kurtulup edebiyatımıza yeni bir inkişaf vermek isteyen
üstatların hepsine yetiştim. Onları bir mektep şakirdi iken görmüştüm. Kemal Bey’in
yetiştirdiği Recâizade Ekrem Bey’den edebiyat dersini Mekteb-i Mülkiyede okudum.
Sonra bu aziz üstadın himayesinde ‘Edebiyat-ı Cedide’ zümresinin kendi gazetemin
aguşunda yetiştiğini gördüm. Hayatım böyle şair ve ediplerimizin en güzideleri
arasında geçtiği hâlde elime kalem aldığım ilk günden beri sade Türkçe yazmayı
severim. Buna Arabî ve Farisi tahsilimin belki derin olmayışı da sebep oluyordu.
Istılahlı, çok Arabî ve Farisi kelimeli yazı yazmaktan zevk alarak ve sanatı burada
farz eyleyerek tefahür edenler, sırası düştükçe benim Arapça ve Acemce kaidelerini
iyi bilmediğimi yüzüme vururlardı! Ben yabancı bu iki lisanın sarf ve nahvinde
yanlış yapmamak için, çok eskiden beri izafetlerden kaçar olmuştum. Acaba buraya
ha-i tenis lazım mı, değil mi diye düşünecek yerde kelimeleri kendi lisanım usulü ile
sıralayıverirdim. Servet-i Fünun’un koleksiyonuna bakanlar ilk senesinden şimdiye
kadar yazdıklarımı gözden geçirenler umumi bir hastalık olan ıstılah parçalamaktan
mümkün olduğu kadar kaçındığımı görürler. ”91
Dilin sadeleşmesi konusunda Halit Ziya, hatıralarında Edebiyat-ı Cedide
mensupları olarak dildeki bu tavırlarının çok açık bir ‘maraz’ olduğunu itiraf eder.
“Yalnız o zaman Edebiyat-ı Cedide’de belirmeye başlayan ve bu grup ileri
gelenlerinin arasında birinden ötekine bulaşmak suretiyle hemen hepsine geçmiş olan
bir maraz işinden söz edeceğim… Bu maraz işi, arkadaşlarımın bağışlayacaklarına
hatta benimle beraber itiraf eyleyeceklerine kanaatle söyleyeceğim, süs ve sanat
düşkünlüğü idi. Bu düşkünlük nazımda olsun nesirde olsun, yazıları fazla yüklü
sonradan bulunmuş bir tabiri kabul edersek, ağdalı bir hâle getiriyordu. Öyle ki o
tarihten uzaklaştıkça hele bugün ben kendim bunları tekrar okurken sinirlenmekten
91 Ahmet Đhsan TOKGÖZ, Matbuat Hatıralarım, Ahmet Đhsan Matbaası Limitet Şirketi, Đstanbul-
1930, s. 122.
94
geri kalmıyorum. ”92 Nitekim Cumhuriyet döneminde yazar, eserlerinin dillerinin
eskidiğini görerek bizzat kendisi eserlerini sadeleştirme gereği duymuştur.
Ahmet Đhsan o günlerin dil anlayışını hatıralarında şöyle anlatır: “Türk
lisanını Türklerin konuştuğu gibi yazmak cereyanının kuruluşu, hele Latin harflerinin
kabulü ile kendimi o kadar bahtiyar buluyorum ki tarif edemem. Artık bana hiçbir
muharrir, hiçbir edip lisan bilmez diyemeyecek! Eski kanaatçe lisan bilmek demek,
Arabî ve Farisî sarf kaidelerini bilmek demekti. Bir muharrir bu lisanların lügat
kitaplarını alıp bizde işitilmemiş yeni kelimeler bulup çıkardıkça ve yazdıkça
koltuklarını kabartırdı. Şimdi nasıl asıl Türkçe kelimeleri arıyorsak on sene evveline
gelinceye kadar muharrirler işitilmemiş ve yazılmamış Arapça ve Acemce kelimeleri
bulup çıkarmaktan iftihar duyarlardı. ”93
“Türklük cereyanının ilk işaretleri Servet-i Fünun’a Tevfik Fikret’in
zamanında şair Mehmet Emin ve Ahmet Hikmet Beylerle gelmişti. Mehmet Emin
Bey şiirlerini Türkçe ve aruz kaidesine bakmadan yazıyordu. Ona Türk şairi
diyorlardı ve biraz da eğleniyorlardı. Fakat hakikatler hangi vadide olursa olsun
dünyada durmaz, yürür. Mehmet Emin Bey’in ilk adımını Servet-i Fünun’da attığı
asıl Türkçeye dönüş hareketini Matbuat Hatıralarım’da teşekkürle yazmasaydım, bir
büyük kusur etmiş olurdum. ”94
Servet-i Fünun nesline göre üslup yazardan yazara fark eden bir unsurdur.
Bunun böyle olması da gayet tabiidir. Üslub-ı beyan aynıyla insandır. O hâlde hiçbir
insan bir birinin aynı değilse o hâlde üslupların farklı olması da gayet tabiidir. Bunun
için bu dönem aydınları üslup farklılıklarını böyle izah ederler. Servet-i Fünuncular
üslup bakımından oldukça eleştiri almışlardır. Şivesizlikle suçlanan edebiyatçılar, bu
suçlamalara karşı şivenin bir tanımının olmadığını, eleştirilen yazıların neresinde
neyin eksik olduğuna dair bir tespitin olmadığını söylerler. Ayrıca yeni bir üslup ve
edebî zevkin oluşabilmesi için böyle yeniliğin de gerekliliğini savunurlar. Bunun bir
zevk ve estetik meselesi olduğunu onun için kişilere göre değişeceğini bu anlamda
92 Halit Ziya UŞAKLIGĐL, Kırk Yıl, Đnkılâp Yayınları, Đstanbul-1969, s. 406. 93 Ahmet Đhsan TOKGÖZ, Matbuat Hatıralarım, Ahmet Đhsan Matbaası Limitet Şirketi, Đstanbul-
1930, s. 121. 94 age. s. 122.
95
Servet-i Fünun aydınlarına karşı yapılan eleştirilerin haksız olduğunu vurgularlar.
Asar-ı cedidenin şiveye muhalefetlerinden tekitlerinden bahsediliyor, fakat yalnız bu
kadar; muhalif-i şive olan eser hangisidir, şivesiz olan yerleri neresidir ve bu
şivesizliğe nasıl hükmolunur? Buralardan hiç bahis yok. ‘Saat-i semenfam’, ‘lerze-i
ruşen’ gibi bir iki terkip bellenmiş de; şimdi bunların da tekrarından bıkıldı; nihayet
iddia hep asılsız, delilsiz, kuru laflarda kaldı. 95 Onlar bu üslup tartışmalarının
temelinde hikmet-i bedayiin kurallarının henüz tam olarak belirlenmemiş olmasını
görürler.
“Asar-ı cedide-i edebiyenin daha birçok karilerce hüsn-i telakkisini temin için
zevkleri terbiyeye lüzum vardır. Hikmet-i bedayi kavaidi güzelce malum olduktan
sonra eminim ki bugün matbuatımızın edebiyat, haric-i edebiyat hakkındaki
münakaşatından eser kalmayacaktır. O vakit edep ve hikmet dairesinde muahezeler,
tetkikler görülecektir. ”96
Servet-i Fünun sanatçıları dilde musiki ve pitoresk unsurların bulunması
gerektiği konusunda hem fikirdirler. Bu anlayış sanatçıya göre farklı derecede
olabilmektedir. Mesela Tevfik Fikret’te resim unsuru ön plana çıkarken, Cenap
Şahabettin’de musiki ön plana çıkmıştır. Onlar bu dil musikisini yakalamak için
vezin, kafiye, kelime ve ses tekrarlarına önem vermişlerdir.
Bu dönem eserlerinde görülen bir başka husus da eser içinde üslubun
değişmesidir. Bu durum hemen hemen bütün Servet-i Fünuncularda görülen dili
konuya göre ayarlama endişesinden kaynaklanmaktadır. Onların dil ve üslubu
halktan uzaktır. Bu durum 1908 yani II. Meşrutiyet yıllarına kadar devam edecek
ancak bu tarihten sonra Mehmet Emin ve Ziya Gökalplerle edebiyatın dili ve halkın
dili birleşecektir.
Hâsılı Servet-i Fünun sanatçıları yeni his ve fikirleri ifade edebilmek için yeni
bir dil ve üslup kullanmayı tercih ettiler. Bunun için de Arapça ve Farsça yeni
tamlamalar ve kelimeler kullandılar. Bunun dili zenginleştireceğini ifade ettiler.
Ayrıca dil ve üsluptaki bu değişimin doğal bir değişim olduğunu söylediler. 95 bk. Hüseyin Cahit; “Şive ve Zevk”, SF, Nu. 370, s. 89. 96 agm. s. 90.
96
Kullandıkları dilin halk tarafından anlaşılmamasının gayet doğal olduğunu
söylediler. Buna gerekçe olarak da âli bir edebiyat yaptıklarını ifade ettiler. Üslubu
bir vasıta olarak gördüler. Üslupta o ahengi yakalamak için de aynı eser içinde farklı
aruz ölçülerini kullandılar. Dile yeni giren her sözcüğün dili zenginleştireceğini,
üslubun devirlere, milletlere, cinsiyete göre değişebileceğini ifade ettiler. Dilin
sadeleşmesi ve ıslahı meselesinin zamana bırakılması gerektiğini belirttiler. Bu
düşünüş tarzı yıllar sonra ya da devrinde birçok edebiyatçı tarafından eleştirilecektir.
Hatta bazı Servet-i Fünun aydınları da daha sonraki yıllarda hatıratlarında veya farklı
yazılarında o yıllardaki dil ve üslup anlayışlarının doğru olmadığını ağır ve süslü bir
dil kullandıklarını ifade ederler.
1.4.3. Şiir
“Şiir kendi kendilerinden garizi surette tevellüt etmiş bir âlemdir,
Sanat zannedildiği gibi boş birtakım hayallerden ibaret değildir. ”97
Servet-i Fünun edebiyatı Tanzimat’la başlayan Batılı edebiyatın eski
edebiyata karşı kesin zaferini ilan ettiği bir edebiyattır. Bu hareket Türk edebiyatını
oldukça hızlı bir şekilde modernleştirirken en çabuk sonuç aldığı tür, şiir olmuştur.
Servet-i Fünun edebiyatı gerek dergi etrafında dinamizmini koruduğu süre içinde
gerek daha sonraki dönemde en büyük ve güçlü hamleyi şiir türünde yapmıştır. Şiirin
konusundan şekline ve üslubuna kadar uzanan estetik kaygı aşırı titizlenmenin de
etkisiyle bu türün yeni bir çehre, yeni bir hüviyet kazanmasına yol açtı. Özellikle
Tanzimat’la başlayan Romantik akımı bu dönemde Parnas ve Sembolist şiir
akımlarının da eklenmesi bu türe yeni bir duyuş, düşünüş, hayal ediş hatta yeni bir
söyleyiş de kazandırmış oldu. 98 Bunda topluluğu oluşturan şahsiyetlerin çoğunun
şair olmasının yanında, hareketin başında bulunan Tevfik Fikret’in de önemli oranda
rolü olmuştur. Öyle ki Tevfik Fikret, Servet-i Fünun şiirini biçimsel ve izleksel
anlamda tek başına temsil edebilecek niteliktedir. 99
97 Hüseyin Cahit; “Sanat ve Şiirin Đstikbali 2”, SF, Nu. 395, s. 78. 98 Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Devirler, Đsimler Eserler, Terimler, Servet-i Fünun
Edebiyatı, C. 7, Dergâh Yay. Đstanbul, 1994, s. 531. 99 bk. Ramazan KORKMAZ, Komisyon, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı 1839-2000, Grafiker Yay.
Ankara, 2006.
97
Tanzimat dönemi edebiyatının hemen hemen bütün nevilerinde yaşanan ikilik
bu dönemde Batı edebiyatından yana kesin zaferini ilan eder. Bu zaferin ilk
numunesi de şiirdir. Tanzimat şiirinde yeni konular, eski şekillerle anlatılmıştır. Bu
dönemde artık şekil olarak da şiirimizin Batılı bir hâl aldığı söylenebilir. Bunda
Tanzimat aydınlarının hem doğu hem de batı kültürüyle yetişmiş olmasına rağmen
Servet-i Fünun aydınlarının Batının meyveleriyle beslenmiş olmalarının önemli payı
vardır. Servet-i Fünuncular da ilk şiirlerinde Divan nazmının şekillerini kullansalar
da, toplu hareket başladıktan sonra, bu şekilleri derhâl bırakmışlardır.
Servet-i Fünun şiirinde kullanılan nazım biçimlerini üçe ayırmak
mümkündür:
1. Fransız şiirinden aynen alınanlar(sone)
2. Divan nazmından alınıp değiştirilenler(serbest müstezat)
3. Ne Divan şiirinde ne de Fransız şiirinde bulunmayıp kendi icat etikleri ve
nazım geniş bir kafiye kolaylığı sağlayanlar100
Servet-i Fünun şairleri, şiirin yalnızca şeklini değiştirmekle kalmaz, konu
olarak da birtakım yenilikler getirir. Öncelikle Tanzimat’la gelen her güzel şeyin
şiire konu olabileceği tezindeki güzellik şartını kaldırarak, her şeyi, şiirin konusu
hâline getirdiler. Böylece şiirin konusunu sınırsız bir hâle getirdiler. Bunda onlara
yol gösteren Recaizade Ekrem’in, zerreden güneşe kadar her şey şiirin konusu
olabilir, görüşünün önemli bir payı vardır… Servet-i Fünuncular, o zamana kadar
yeni Türk edebiyatında şairane sayılmayan basit, günlük eşyanın güzellik ve
manasını keşfettiler. ”101 Günlük olayların şiire girmesinin yanında gerek mizaçları
gerekse devrin ağır şartları nedeniyle genellikle ferdi, duygu ve hayallerle, aşk, tabiat
ve aile hayatı en çok işlenen konular arasına girmiştir. Bu dönemde sosyal temalar
şiirin konusu olarak yer almaz. Ancak topluluk dağıldıktan sonra bazı şairlerce
sosyal konular şiirlerde işlenilmiştir. Bu dönemde istenen şeyleri çevrede
100 Kenan AKYÜZ, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri 1860-1923, Đnkılâp Yayınevi, Đstanbul,
1994, s. 94 101 Mehmet KAPLAN, Şiir Tahlilleri I, Tanzimat’tan Cumhuriyete, Dergâh Yayınları, Đstanbul,
Mart 1994, s. 130.
98
bulamayışın doğurduğu içe kapanıklık, inziva, sükûnet isteklerinin, marazi bir duyuş
ve hayal kuruşun takip etmesi de tabiidir. Devrin ağır havası içinde kendilerini
bunalmış hissettikleri zaman, yabancı ülkelere, buna imkân bulamayınca ise
Anadolu’nun sessiz bir kasabasına yerleşme kararı bile almışlardır.
Servet-i Fünun şairleri XIX. yüzyıl Fransız şiirinin duyuş ve hayal kuruş
tarzıyla birlikte kendi beğenilerinin birçok hayal unsurunu da şiirde
canlandırmışlardır. Bunların ifadesi için de yeni bir ses, üslup arayışına girmişlerdir.
Şiir dilindeki Arapça ve Farsça sözcüklerin sayısını hızla artıran bu arayış,
sanatkârane üslup amacıyla yapılanlar, bu dönem şiirini ancak sınırlı bir seçkin
topluluğun anlayabileceği bir hâline sokmuştur.
Teknik bakımından bağlanımı tamamıyla gerçekleştirmek ve kafiyelerdeki
ses benzeyişlerinde fazla titizlik göstermemek suretiyle, söyleyişte bazı kolaylıklar
sağladıklarını kabul etmek gerekir. Ancak buna karşılık aruza bağlı kalmaları
nedeniyle yine teknik bir zorluğu devam ettirdikleri söylenebilir. Vezin konusunda
getirdikleri yenilikler; aruzun kalıplarını yalnız şiirin konusuna uygunluk bakımından
değil, mısra içindeki kelimelerle tam uygunluk bakımından da ciddi bir şekilde ele
almaları da şiirin tekniği bakımından önemli çalışmalardır.
Şiir türünde eser veren başlıca isimler şunlardır: Tevfik Fikret, Cenap
Şehabettin (Raik Vecdi takma adıyla), Hüseyin Siret (Ömer Senih takma adıyla),
Hüseyin Suat, Ali Ekrem (Ayın Nadir takma adıyla), Ahmet Reşit (H. Nazım takma
adıyla), Mehmet Sami (Süleyman Nesip takma adıyla), Süleyman Nazif (Đbrahim
Cehdi takma adıyla), Faik Ali (Zahir takma adıyla), Celal Sahir
Bu dönem şiirinin yapı ve içerik bakımından yenilik arz eden özelliklerini
şöyle sıralayabiliriz.
1. Tanzimat’ın halka dönük sade dili yerine süslü ve ağır bir dil tercih ettiler.
2. Fransız edebiyatının da etkisiyle duyu aktarımı esasına dayanan
tamlamalar kullandılar. Saat-i semanfam gibi…
3. Duygu yoğunluklarının bir göstergesi olan ünlemleri sık sık kullandılar.
99
4. Beyit esasını kırarak nazmı nesre yaklaştırdılar.
5. Serbest müstezadı oldukça başarılı bir şekilde kullanmanın yanında aruz
kalıplarını da isteklerine göre değiştirerek kullandılar
6. Sone ve Terzarima yine bu dönem şiirimizin sık kullanılan nazım türleri
arasında yer alır.
7. Musiki ve ahenge aşırı derecede hassasiyet gösterdiler. 102
O dönemde şiirin istikbali konusundaki tartışmalara Servet-i Fünun’da cevap
verilir. Bir gün fennin şiire galip geleceğine ve şiirin zamanla yok olacağına dair
iddialara Avrupa edebiyatından da örnekler verilerek cevaplar irad edilir. Bu
iddiaların Avrupa’da da olduğu ancak bunun iddia edildiği gibi olmayacağı ifade
edilir.
Servet-i Fünun şairleri Parnasyenlerden tablo şiir konusunda etkilenmişlerdir.
Tevfik Fikret başta olmak üzere birçok şair bunun örneklerini vermiştir. Bunun
yanında Sembolistlerden de şiirde ses ve musiki konusunda önemli etkilenmeler
olmuştur. “Cenap Şehabbettin için varlık, yaşanan bir şey olmaktan ziyade seyredilen
ve işitilen bir şeydir. ”103
Servet-i Fünun aydınları tenkide dair yazılarında kendilerinden önce ortaya
çıkan gelenek ve türler üzerinde düşünmüşlerdir. Şiirin konu ve şekil itibarıyla
kısırlaştığını ifade ederler. “Acem sanat-ı edebiyesi bizde galebesini temin edince
evvela kavaidiyle, sonra bütün hurafatıyla, bütün hayalanıyla efkârımızı istila etmeye
başladı. Bir zaman geldi ki yazdığımız şeyler sırf Acemâne oldu, sırf Farisi oldu.
Bazı devirlerde hayalatımız Acemleri bile gölgede bıraktı. Nihayet anlaşılmaz,
çekilmez şeyler vücuda geldi. Her eseri zamanına göre takdir etmek lazım
geleceğinden -hiçbir şey anlaşılmayanları müstesna olmak şartıyla bu eserler zaman
inşadlarına o zamanın müessirat-ı ahlakiye ve hükmiyesine o zamanın temayülatına
102 bk. Ramazan KORKMAZ, Komisyon, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı 1839-2000, Grafiker Yay.
Ankara, 2006 103 bk. Mehmet KAPLAN, “Cenap Şahabettin’in Şiirlerinde Ses Ve Musiki”, Türk Edebiyatı Üzerine
Araştırmalar 1, Dergâh Yay. Đstanbul, 1994, s. 409.
100
göre güzel şeylerdi. Bu eserlerden bazısı zamanımızda bile makbul ve merguptur;
çünkü onlarda edvâr-ı maziyeye mensup olmakla beraber, bir sadıkıyet, bir aziziyet
velhâsıl bir şahsiyet vardır ki bizim ruh-ı milletimizle her zaman hemahenktir.
Fuzuli’nin, Baki’nin, Şeyh Galip’in, Nefi’nin, Nedim’in asarı gibi…
Fakat ekseriyet taklide o kadar malup idi ki yazdıkları şeylerde hiç sadıkıyet
ve gariziyet yoktu ve bütün sa’y ve gayretleri mevat ve vesait-i inşadın suret-i
istimaline münhasırdı. Şimdi zikrettiğim şuaradan başka gelip geçen kudemâ-yı
şuaranın asarı gibi…
Bundan otuz sene evvel üdebamızdan birkaçı Fransızca tahsil etmişti. O
lisanda yazılan asarın suhulet-i beyanını, o suhulet-i beyan içinde şaşaalı olan letafeti
görünce lisanımızın ifade-i meramda ne kadar nakıs olduğunu anladılar. Elsine-i
garibede, bahusus Fransızcada gördükleri bu faydayı lisanımıza da nakletmek
istediler. Bir velvedir koptu. Kudemâ-yı üdeba bu ediplerin tarz-ı beyanıyla
eğlenmeye, ’Bu şiveler lisan-ı edibe sığar mı?’ demeye başladılar. Sonra onlar basit
şeyler yazmakla beraber kudemadan daha muğlâk eserler vücuda getirebileceklerini
ve mamafih mahareti yine lafızdan ziyade manada aradıklarını ispat edince berikiler
şaştılar ve bilzarure sustular. Galiba üdebâ-yı cedidede, bahusus edebiyat-ı
cedidenin, misal-i müşahhası olan bir zat da kaldı. Birkaç sene sonra idi ki Edebiyat-ı
Cedide’nin kemaliyle tesisi ve erbab-ı su-i tefhime karşı ilelebet temin
musavveniyeti için bütün esaslarına müteallik tarifat “Talim-i Edebiyat” ile tedvin
olundu. Đşte o zaman edebiyat-ı atike gayretkeşleri edebiyat-ı cedidenin bütün hudut
ve eşkâliyle meydana çıktığını görünce şaşırdılar ve olanca kuvvetleriyle taarruza
başladılar. Bu tarihten birkaç sene evvel şiirde bir sahib-i deha zuhur ederek nesirde
vücuda gelen teceddütten daha parlak bir eser-i teceddüt göstermişti. O zaman da
yetişen erbab-ı kalemin bir kısmı bu iki dehanın nesren ve nazmen vücuda
getirdikleri asara birer menba-i ilham gibi neseb-i nazar-ı hasret ederek “Talim-i
Edebiyat”ın tarif ve tebeyyün ettiği edebiyat-ı sahiha dairesinde yazı yazmaya
koyuldular. Bir kısmı yine edebiyat-ı atike taraftarlarının gayretini görmekle meşgul
kaldı. O sırada bir gazete edebiyat münekkitliğini deruhte etti. Vakıa tenkide pek
ziyade lüzum vardı.
101
Edebiyat-ı atikenin bin türlü kuyûdu altında zebun kalan efkâr şimdi önünde
istediği gibi söz söylemeye müsait bir meslek görünce birden bire taştı; o kadar taştı
ki gazetelerde yazılan şeyler bütün manzumelerden ibaret oldu. Bu devir bazılarına
göre, edebiyat-ı sahihanın takriri için pek müsait bir zaman idi. Çünkü bütün milletin
kabiliyeti şiiriyesi hâl-i heyecanda idi. Fakat bizce zaman-ı tekerrür henüz hülul
etmemiş, zira edebiyat-ı atikeden kurtulalı pek az vakit geçmiş idi. Hiçbir yerde bu
kadar az bir vakit zarfında yeni bir edebiyat vücuda gelememiştir. Bahusus tekerrür
için heyecan değil itidal lazım idi ki o da mevkut idi.
Bu devirde edebiyat-ı cedide dairesinde yazı yazmaya heveslenenler vücuda
getirdikleri eserlerde bazı yeni yeni fikirler dermeyan ediyor, hislerini bir dereceye
kadar başka yolda tebliğ edebiliyorlardı. Görülen yenilikler hemen bize, yani
Türklere has olmak üzere günden güne terakki eden efkâr ve malumat ile mütecelli
birer lema-i sanat ileride bütün hudut ve hududuyla tekerrür edecek medeniyet-i
Osmaniyemizin her gün birer suret-i karar bularak tesis ettikçe hemen kendisiyle
beraber icat ettiği birer lema-i sanat idi. Edebiyat-ı atikeden, edebiyat-ı atıke
mevzularından yüz çeviren efkâr şimdi pek tabii bir meyelan ile havadis-i tabiiyyeyi
mevzu ittihaz etmişti. Binaenaleyh yazılan şeyler hemen tülu’ ile gurup, bahar ile
hazan manzumelerinden ibaret idi. Bu zaruri idi; çünkü o zaman heveskaran-ı
tahririn malumat-ı müstahsilesi yalnız eşyâ-yı hariciyeyi, eşyâ-yı hariciyenin
zevahirini görmeye kâfi idi. Onun için eserlerde tasvir-i zevahirden ibaret oluyordu.
Henüz ruhları o eşyanın mahiyetine nüfuz ederek her birini layıkıyla görecek
kabiliyeti ihraz etmemişti. Fikrimce o zamanda husule gelen asara ”asar-ı suriye veya
şekliye“ demek pek münasip olurdu.
Bir zaman geldi ki gurup, tulu manzumeleri artık sıkıntı verdi; o vakit fıkdan-
ı mevadan dolayı harekât-ı edebiyeye bir durgunluk ârız oldu; sonra yavaş yavaş
geriye döndü, yine ortaya edebiyat-ı atikenin artık pek müptezel efkâr-ı
edebiyesinden mürekkep eserler atılmaya başlandı. Edebiyat-ı cedide müntesipleri
bunları yazmaktan imtina ediyor, fakat yazacak şey bulamıyor, sevk-i zaman ile biraz
gençleşen ihtiyarlar yine ihtiyarlıklarını ele alarak eski vadilerde yazıyorlardı.
Birtakım gençler de mahdudiyet-i malumat sebebiyle birkaç kelimeyi bir araya
102
getirmekten ve birtakım efkâr-ı hayideyi tekrardan ibaret olan meslekte bunları taklit
ediyorlardı. Bu görevde lafız ile terkip ile uğraşmış manaya, fikre, hisse bakmamıştı.
Edebiyat-ı sahihaya ve ulum-ı hazıraya vakıf olamadığı cihetle bunlara bakmamaktan
bence mazur idi. Hâlbuki yalnız lafız ve terkip hatalarıyla uğraşmak kâfi değildi.
Yazılan eserlerde hemen umumiyetle, yeni bir şekle girmiş eski efkâr ve hissiyattan
başka bir şey görülmez olmuştu. Bir gazel, bir manzume lafzen salim ve şeklen
matbu oluyor; fakat yine hep o eski efkâr ve hissiyat ile mümteni bulunuyordu. Asar-
ı münteşire evvelce söylenmiş sözleri tekrardan, şuarâ-yı salifeye taklitten ibaret idi.
Hatta bu eski fikirler ekseriya en eski terkiplerle veyahut kıymeten onlardan aşağı
olmakla beraber yine eski kelimelerden mürekkep daha tumturaklı terkiplerle ifade
olunuyordu. Velhâsıl edebiyatın yalnız mevcut ve vesaitiyle iştigal ediyorlardı. Vakıa
ötede o dehâ-yı şiir ile “Talim-i Edebiyat” müelif-i muhteremi cuş ve huruşa gelen bu
temayülatı birtakım efkâr ve hissiyat-ı cedide ile telif etmeye çalışıyorlardı; fakat asıl
esas-ı sadıkıyet ve gariziyet olan edebiyat-ı sahihanın tecelli ve tekriri için henüz
mesai-i masrufenin hakkıyla semeresi görülemiyordu. Avrupa’daki sanayi, Avrupa
medeniyeti, Avrupa medeniyeti de ulum ve marifet vücuda getirmişti. Bizde de ne
vakit, terakki tekerrür ederse ancak o vakit yeni bir sanat vücut bulabilirdi. Nihayet
bu zaman üç sene evvel hülul etti: Ayın Nadir, H. Nazım, Halit Ziya, Cenap
Şahabettin, Tevfik Fikret gibi birkaç edip yetişti. Bunlar asar-ı garbiyeyi mütalaa
ettiler. Medeniyet-i garbiyeyi ihdas eden efkâr ve hissiyata vakıf oldular. Tahsil
ettikleri ulum ve fünun onlara da bir takım efkâr ve hissiyat-ı ilga etti. Đşte bu efkâr
ve hissiyat ile yeni “Edebiyat-ı Cedide“ denilen edebiyat vücuda geldi.
Otuz sene önce başlayan o teceddüd-i edebî nesirde, şiirde bir takım bedialar
ibda etmişti. Fakat dikkat olunursa bütün bu bedialarda en ziyade olan hayal idi.
Asar-ı hissiyeye pek az tesadüf olunurdu yahut o asâr o kadar ulvi idi ki hissî bile
olsa bize yine hayali görünüyordu. Çünkü ruhumuz o dehaları tayeran ettikleri âlem-i
belayı şiir ve hikmette takip edemiyordu. Binaenaleyh bu asar, efkârımızı
hayalatımızı fevkalade tasfiye ve tenziye etmekle beraber bize hayret vermekten
başka bir faydayı mintac olamıyor, efkâr-ı mütteehireye tutacak bir yol
gösteremiyordu. “Talim-i Edebiyat” tedvin olununca herkes şiir-i sahihin ne demek
olduğunu biraz anladı; o dâhinin ve “Talim-i Edebiyat”ın himmet ve talimiyle
103
edebiyat-ı atike ta esasından sarsıldı. Bu zaman işte biraz evvel tasvir ettiğim devirdir
ve bizim edebiyatımızda Dekadans varsa o devirdedir. Đnhitata düşen efkâr, arasıra
kendisine sahip olmak istiyordu; fakat tesahib-i nefis için lazım olan kudret-i ilmiye
mevkut olduğu cihetle yine düşüyordu. Binaenaleyh bu devrin asarı -üstatlarınkiler
istisna edilince- ekseriyetle taklit ve tekrara mahkûm olduğu gibi yeni olarak yazılan
şeyler de yalnız sathiyata ait oldu. Nihayet devr-i inhitat bitti. Aradan beş sene kadar
bir müddet de geçti. Bu esnada mütalaa ve tetkik ile uğraşılıyordu. Avrupa’da
terakki-yi ilim ve marifetle pek ziyade ilerleyen fikr-i tahlil bizde de hâsıl oldu. Her
gördüğümüz şeyi malumatımıza istinat ederek bir nazar-ı ilmi ile tetkike başladık. Bu
münasebetle kabiliyet-i ruhiyemiz kesb-i mümarese etti. Artık her şeyi -rehber-i
mütalaatımız daima ilim olmak üzere- kendi ruhumuzla görmek istedik. Đşte şimdi
”yeni edebiyat-ı cedide” denilen edebiyatı bu temayül husule getirmiştir ki esası asl-ı
sanat olan sadıkiyet ve gariziyettir. ”104
Şiir tabiatta bulunan unsurların muhayyilenin sularında yıkanarak yeni bir
şekil almasıdır. Bu tabiatın olduğu gibi aktarılması değildir. Tabiattaki eşya şairin
arzusuna göre yeni bir şekil ve anlam kazanır. Bunu yapabilmek oldukça zordur.
Đnsanların birçoğu aynı eşyayı görüyor olmasına rağmen farlı bir şekillerde anlatırlar.
Eşyanın ve diğer unsurların insanda bıraktığı tesiri estetik ve şiire uygun bir tarzda
anlatabilmek ise şairliktir. Aynı manzaraya bile birkaç kişi baksa anlatımları oldukça
zor ve farklı olacak veya anlatılamayacaktır. “Bugün en ziyade devam ettiğimiz,
gördüğümüz bir mahalli kâğıt üzerinde tasvir etmek istesek hayalimizde istinsah
edecek bir şekl-i sarih bulamaz, kemal-i hayretle teslim-i acz ederiz. Nevmidane
kalemi elimizden atarız. Çünkü şair, sanatkâr değiliz; çünkü tesiratımız sathidir,
binaenaleyh müphem ve seri’ül-zevaldir. ”105
Onlar şiiri insanın tabii bir ihtiyacı olarak değerlendirirler. ” Şiir insanın gıda
gibi hava gibi kati bir ihtiyacıdır. Bu ihtiyaç daima bir zemin istifa arar ki o da
güzelliktir. ”106
104 Süleyman Nesip; “Đki Söz Daha”, SF, Nu. 374, s. 146. 105
Hüseyin Cahit; “Hikmet-i Bedayie Dair 11, Şiir”, SF, Nu. 388, s. 375. 106 Đbrahim Cehdi; “Đki Söz Daha”, SF, Nu. 367, s. 38.
104
Ayrıca güzelin şaire göre değişeceğini, güzellik dairesinin geniş tutulması
gerektiğini savunurlar. Her şeyin şiire konu olabileceğini belirtirler.
Servet-i Fünun aydınları edebiyatta ve daha ziyade şiirde gerçekleşen bütün
bu değişimin hayatın bir gereği olduğunu ancak ne olursa olsun eskinin izlerini
taşıdığını ifade eder. “Evet, bizde edebiyat değişti… Pek çok değişti. Daha
değişecek… Pek çok değişecek. Mademki dünya dönüyor; mademki eyyam ve
mevasim lâyenkati değişiyor; mademki bu kâinat hayat içinde her şey ‘tarik-i
tekâmül’ denilen bitmez tükenmez bir daire dâhilinde –fakat her adımda yükselerek,
büyüyerek tebdil-i şekil ve suret, tevsi-i muhit eyleyerek- bilatevakkuf devrediyor;
edebiyat da her şey gibi ve her şeyle beraber değişecek.
Edebiyatın cedidenin, garbisi, şarkisi hakikatte birdir. Bir asıldan, bir
menşeden, bir müessirden gelir. Tâbiat-ı muhite yalnız eşkâlini değiştirdi. Đhtiva
ettikleri şerait hissaniyeye göre iklimler, hayvanat ve nebatatı nasıl değiştiriyorlarsa
edebiyata da öyle bir inkılâp veriyorlar. Bir Eskimolu ile bir Sudanlının efkâr ve
ihtisasatındaki fark bundandır. Yoksa esasen her ikisi de insan olduğu için her
ikisinde lisan-ı his ve emeli birdir. Her ikisi de bir tabiata karşı irae-i tesir ediyor. Şu
kadar ki birisinin kürsi-i istiğrakı buzdan dağlar, diğerinin mevk-i tefekkürü kumdan
sahralardır. Her biri kendi meşhudatıyla mütehassıs oluyor ve mahsusatını ifade
ediyor.
Bizim bugünkü edebiyatımızda yalnız Arab’ın, Acem’in, Fransız’ın tesiratını
aramakla iktifa etmeyiniz. Bunlar yeni şeylerdir. Daha ileriye gidiniz. Latin, Yunan.
Mısır, Babil, Hint edebiyatının izlerini bulursunuz. Bunlarla da tamam olmaz.
Dünkü, bugünkü, yarınki edebiyatımızda ezmine-i kable’l-tarihiyenin yadigarları bile
mevcuttur. Ben eminim ki asar-ı bi-nihayenin terakkim-i keşfi arkasından… Đlk
penah-ı beşer olan bir mağaranın karanlık ratıb bir köşesinden gelen bir heceli bir
sözün aksi bugün yazılmış bir manzumede gizlidir ve ilk insanların hayvanat-ı
vahşiyeye karşı kopardığı çığlıkla bugünkü insanların en ihtizazlı anın infiali
arasındaki rabıta asla münkati olmamıştır. ”107
107 agm. s. 39.
105
Onlara göre ulum ve fünun şiiri yok edemez. Bunlar birbirine karşı olan değil,
bir birini tamamlayan iki unsurdur. “Ulum ile fünunun saha-i hakikatte birtakım
vakayı görerek tetkik ederek bunlar arasıdaki rabıtaları bulur, meydana birtakım
kanunlar çıkarır. Bu kanunlar hadisat-ı kâinatı izah eder fakat onları bizim
gözümüzün önüne getirmez, yani tasvir etmez. Đşte şiirin vazifesi ulum ve fünunun
bu noksanını ikmal etmektir. ”108
Hâsılı şiir Servet-i Fünun sanatçılarının en ziyade emek verdiği ve ciddi
sonuçlar aldığı edebî türdür. Şiiri belirli sıkı kalıplarla sıkıştırmazlar. Onlara göre her
türlü unsur şiirin konusu olmaya adaydır. Şiirde ses ve ahenge önem verdiler. Bu
sebeple aynı şiirde farklı aruz kalıplarını kullandılar. Şiirler manzum ve mensur
olabilir. Hece vezni yeknesak ve ahenkten uzak olarak nitelenir. Edebiyatımıza yeni
giren sone ve terzarimanın olgun örnekleri bu dönemde verilir.
1.4.4. Hikâye ve Roman
“Hülya, içimizde saklı iş yapma gücünün gözü açık rüyalarda geleceğe şekil
verecek potansiyelin elle tutulabilecek kadar yakın, ölçülebilen zamanla hiçbir vakit
ulaşılamayacak uzak bir yerde tezahürüdür. Hakikatin vasfı değil cevheridir.
Hülya tecrübe ve incelemenin varmak istediği, ispatı hayal ettiği nihai hedef;
sanatkârın kendisine has tavırla sezdiği ve hatta varlık şartlarını sisli bir tabloda
gördüğü ama bir türlü dilini öğrenemediği büyülü kâinat.”109 Modern anlamda roman
bir ayağı gerçek dünyada bir ayağı romancının hayal dünyasında bir âlemdir.
Gerçek dünyayı, gerçek zaman, mekân, motif, durum, olgu ve kişileri kendi
dünyasınca yansıtan roman, ilk kez Ortaçağ’ın sonlarında görülmeye başlamıştır.
Roman geleneksel anlatı türlerinin daha gelişmiş bir şekli ve farklı bir türevi olarak
var olan değişik bir yapıya sahiptir. Bu anlamda romanın geçmişini:
1. Gerçek dışılığa dayalı tahkiye dönemi
108 Hüseyin Cahit, “Hikmet-i Bedayie Dair 16, Sanat ve Şiirin Đstikbali 3”, SF, Nu. 396, s. 91-93. 109 Şerif AKTAŞ, Roman Sanatı ve Roman Đncelemesine Giriş, Akçağ Yay. Ankara, 1988, s. 1
106
2. Fiziksel gerçekliğe bağlı tahkiye dönemi olarak ikiye ayırmakta fayda
vardır.
Türk edebiyatında ise X. yüzyıl ile XIX. yüzyıl arasında Đslam medeniyeti
etkisi altında gelişmiş, oldukça verimli, çeşitli ve zengin bir anlatı birikimi
bulunmaktadır. Türk romancısının beslenme alanı yalnızca Batı edebiyatı ve romanı
değil, aynı zamanda ve belki de daha fazla olarak miras devraldıkları Doğu-Đslam
edebiyatlarıdır. Özellikle manzum ya da mensur hikâye geleneği Türk romanı
üzerinde önemli bir etki payına sahiptir. Ancak klasik edebiyatımızda şiir daima
nesrin önünde yürümüştür. Bu durum Tanzimat döneminde de görülebilir. 110
XIX. yüzyılda Osmanlı toplumunda yazılan veya tercüme yoluyla bu
dönemin edebiyatına giren eserler büyük oranda popüler edebiyat türünde eserlerdir.
Popüler hikâye anlatma türünün özellikleri eserlerde görülür. 111
Bizde ilk roman ve hikâyeler tercümeler yoluyla başlar. Türkçeye nakledilen
ilk Avrupai hikâye Yusuf Kamil Paşa’nın Telemak’ıdır.
Roman, Tanzimat’tan itibaren Osmanlı’nın her alanda Batılılaşma eğilimine
paralel olarak Batı edebiyatından aldığı bir türdür. Tanzimat döneminde Batılı
anlamda romana geçiş birden bire olmaz. Bir geçiş süreci vardır. Đlk romanlarda,
geleneksel Türk anlatı türlerinin izleri bolca görülür. Ancak zamanla Türk romanı,
geleneksel anlatı özelliklerinden ve unsurlarından sıyrılarak kendi özgün türüne
kavuşmuştur. 112
Aslında Tanzimat’tan daha önce olağanüstü anlatıdan modern anlatıya geçiş
denemesini 1796’da Muhayyelât-ı Aziz Efendi ile görürüz. 113 Ancak kesin bir tavrın
görülmesi için Tanzimat beklenecektir. Tanpınar bu zamana gelinceye bizde romanın
neden filizlenmediği konusunda fikir yürütür ve bir Türk romanı niçin yoktur
110 Cafer GARĐPER, Yenileşmenin Başlangıcı ve Öncüleri, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı, 1839-
2000, Grafiker Yay. Ankara- 2004, s. 56. 111 bk. Hakan YILMAZ, Avrupa Haritasında Türkiye, Boğaziçi Üniversitesi Yay. Đstanbul, 2005, s.
104. 112 bk. Nurullah ÇETĐN, Roman Çözümleme Yöntemi, Ankara, 2004. 113 Zeynep UYSAL, Olağanüstü Masaldan Çağdaş Anlatıya: Muhayyelât-ı Aziz Efendi, Boğaziçi
Üniversitesi Yay. Đstanbul, 2006, s. 165.
107
sorusunun cevabının arar. Bu konu ile ilgili savlardan, Türk romancısının cemiyetle
ve hayatla alakadar olmaması, garptan okunanların tesiri altında bulunuş ve
samimiyet üzerinde durur. Sonunda da bunun tek bir sebepten yani yalnızca
romancıdan kaynaklanmadığını devrin, sosyal çevrenin, romancının ve geleneğin bu
konuda etkili olduğu kanaatine ulaşır. 114 Ayrıca bu türlerin bizde geç ortaya çıkması
hususunda Tanpınar, bizde erkekli kadınlı hayatın yokluğuna, tanışma sevme işinin
kafes arkasından veya mektupla olmasına, bütün bunların ferdi hayatta oluşturduğu
eksikliğe ve ilave edersek harici âlemi tasvir hususunda dilin ve göz sanatlarının
eksikliğine bağlar. 115
Yazarların eğitim şekli yani Batılı yazarların eserleriyle büyümeleri
kahramanlarda da görülür. Gerçekten de Servet-i Fünun romanında, eski olsun yeni
olsun yerli yazarları ve eserleri okuyan roman kahramanına rastlanmaz. Haklarında
ayrıntılı bir açıklama yapılmayan, adları belirtilmeyen ve sadece okunduğu söylenen
kitapları bir yana bırakırsak, okunan eserlerin ve yazarların hep yabancı olduklarını
görürüz. Denilebilir ki kahramanlar da eserlerin yazarları gibi estetik ve edebî
gıdalarını hep, başta Fransız edebiyatı olmak üzere Avrupa’dan alırlar.
1870’ten sonra ilk yerli ürünlerini vermeye başlayan Türk romanı iki ayrı
yoldan gelişir: Birinci yol, aydın olmayan geniş halk topluluğunun Batılı hikâye ve
romana hiç yadırgamadan alıştırılması Ahmet Mithat tarafından açılan ve Batılı
hikâye ve romanla Türk halk hikâyelerini uzlaştırmaya çalışan yoldur. Bu halk
hikâyelerinin bir nevi modernleştirilmesidir ve Şinasi’nin ortaoyunu ile Batılı
komediyi uzlaştırmaya çalışması gibidir. Đkinci yol ise, Batı kültürü ile temasa
geçmiş olan sınırlı aydınlar topluluğu için Namık Kemal tarafından açılan yerli
hikâye ve roman örneklerini göz önüne almadan doğrudan doğruya Batılı hikâye ve
roman tekniğini uygulamaya çalışan yoldur. Genel olarak romanın gayesinde
birleşen, onun okuyucuya sadece zevk vermesi için değil, aynı zamanda medeni bir
insana gerekli bir takım bilgileri de vermek için yazıldığını kabul eden bu iki anlayış
romanın yazılış tarzında, yani tekniği ile dil ve üslubunda bir birinden ayrılırlar. 114 bk. Ahmet Hamdi TANPINAR, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yay. Đstanbul, Ocak– 1992,
s. 45. 115 bk. Ahmet Hamdi TANPINAR, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitapevi, Đstanbul,
1997, s. 297.
108
Ahmet Mithat’ın açtığı ve pek çok eseri ile beslediği çığır, Servet-i Fünun
döneminden önce ve o dönemde de bu topluluk dışında kalarak eser veren Hüseyin
Rahmi ve Ahmet Rasim tarafından sürdürülür. Halit Ziya bu basit ve iyi işlenmemiş
romancılığa son verir. Kahramanların ihtiras ve duygularını tahlil etmeyi, onları
muhitleri içinde göstermeyi esas gaye bilerek, 116 sanatkârane bir üslup ile Türk
dilinde hakiki Batılı romanı o yaratır. Đntibah ile başlayan Namık Kemal’in üslupçu
tutumu ise, Romantizm etkisi ile yazdığı ve edebiyatımızın ilk tarihi romanı olan
Cezmi ile daha da geliştirilir. Onun bu sanatkârane üslup eğilimi kendi eserlerini aşar
ve asıl etkisini, gelecekteki Türk romanına yön vermesi ile gösterir. Gerçekten, onun
bu üslup anlayışı, edebiyatımızda Realizm’in ilk örneklerini veren Sami Paşazade
Sezai, Recâizade Ekrem ve Nâbizade Nazım kanalından gerçek Servet-i Fünun
romanına uzanır. Bu süslü anlatım tarzı, Servet-i Fünun romanının en başta gelen
özelliklerinden biri olarak dikkat çekecektir.
Servet-i Fünun roman ve hikâyesinin en önemli özelliklerinden biri kökeni
Namık Kemal’e dayanan süslü anlatım tarzıdır. Servet-i Fünun romanı Tanzimat
romanına göre teknik açıdan daha olgun ve realizme meyleden bir tavır gösterir.
Halit Ziya, Mehmet Rauf, Safvetî Ziya ve Hüseyin Cahit’ten oluşan Servet-i
Fünun romancıların aşağı yukarı düzenli bir eğitim görmüş, bir yabancı dil bilen,
ilme ve modernleşmeye açık, Avrupa’daki gelişmeleri sürekli takip eden, bir gazete
veya dergide yetişmiş olmaları gibi faktörler bu yazarların romanlarına tabii olarak
yansımıştır. Onlar toplumda kendileri gibi düşünen insanların çoğalmasını ister. 117
Servet-i Fünun romanının en başarılı eserleri 1896-1901 yılları arasında neşv
ü nema bulmuştur. Dört romancı 5-6 yıl içerisinde başarılı sayılabilecek yedi eser
vermişlerdir. Mâi ve Siyah, Aşk-ı Memnu, Kırık Hayatlar, Ferdâ-yı Garam, Eylül,
Hayal Đçinde, Salon Köşelerinde. Gerçi bunlardan son ikisinin başarılı birer eser olup
olmadıkları tartışılır. Đstibdat yılları bittikten sonra Hüseyin Cahit son romanı olan
Hayal Đçinde’yi 1898’de, Safvetî Ziya ise bitmiş tek romanı olan Salon
116 Mehmet KAPLAN, “Halit Ziya Uşaklıgil”, Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 2, Dergâh Yay.
Đstanbul, Kasım 1997, s. 172. 117 bk. Selçuk ÇIKLA, Roman ve Gerçek Bağlamında Kültür Değişmeleri ve Servet-i Fünun
Romanı, Akçağ Yay. Ankara, 2004.
109
Köşelerinde’yi 1898-1899’da yazıp tefrika ettirmişlerdir. Halit Ziya ve Mehmet Rauf
ise 1901 yılında Servet-i Fünun topluluğunun dağılmasından sonra 1908’e kadar hiç
roman yazmamışlardır. 1908’den sonra Safvetî Ziya’nın yazdığı Yıldız Böcekleri ve
Halit Ziya’nın Nesl-i Ahir adlı eserleri istibdat devrini lanetlemek amacıyla
yazıldıklarından ve bir kinin yansıması olarak değerlendirildiklerinden pek başarılı
bulunmamışlardır. Bu iki eser dışında 1909’dan 1929’a kadar Mehmet Rauf’un sekiz
romanı ve üç uzun hikâyesi kalır. Bu da bize gösteriyor ki roman en verimli devrini
istibdat zamanında yaşamıştır.
Bizde asıl romancılık Halit Ziya ile başlar. 118 Romanda ağır bir dil
kullanılması meselesini ise yıllar sonra Halit Ziya’nın kendi eserlerini sadeleştirme
çabası da doğrulamaktadır. 119
Eserlerde dış mekân olarak genellikle Đstanbul seçilir. Kişiler yaşadıkları
çevre veya toplumdaki fonksiyonundan ziyade psikolojileriyle eser içinde yer
almaktadırlar. “Halit Ziya’nın sekiz romanının da geniş mekânı Đstanbul’dur.
Hikâyelerinde yer yer bunun dışına çıkan yazar, romanlarında Đstanbul’la sınırlı kalır.
Đstanbul’un çeşitli semtleri mekân olarak kullanılmakla birlikte mesire yerleri ve
parklar ağırlıktadır. ”120
“Yazar kadrosunu Halit Ziya Uşaklıgil, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit, Ahmet
Hikmet ve Safvetî Ziya’nın oluşturduğu Servet-i Fünun romanı; aşk, ölüm, kaçış ve
yabancılaşma izlekleri üzerine kurulur. Dar bir sanatçı kadrosu ve kısa bir zaman
dilimini(1896-1901) kapsayan bu dönem; ‘toplumdan kopuk’, ‘içe kapalı’, ‘dar bir
çevreye tutuklanmış', gibi bazı haklı tespitleri içeren eleştirilere uğramasına rağmen,
yenileşme sürecindeki Türk edebiyatını, özellikle anlatı türlerinde yeni ufuklara taşır.
Daha önce ezberlenmiş klasik öyküleri anlatan öyküleme yeteneğini ve yaratma
reflekslerini kaybetme noktasına gelmiş bulunan Türk sanatçıları, estetik bir kaygıyla
118 bk. Ahmet Hamdi TANPINAR, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yay. Đstanbul, 1992, s.
275. 119 Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Devirler, Đsimler, Eserler, Terimler, C. 7, Dergâh Yay.
Đstanbul, 1994, s. 535. 120 Đsmail ÇETĐŞLĐ, Halit Ziya Uşaklıgil, Bizim Klasiklerimiz, Şule Yay. Đstanbul, Kasım-2000, s.
120.
110
yeniden metin üretmenin zevkine Servet-i Fünun döneminde ve onun oluşturduğu
edebiyat ortamında varmışlardır. ”121
Derginin incelediğimiz bölümlerinde yer alan Halit Ziya’nın Mösyö Kanguru
adlı hikâyesi yayınlanmıştır. Eser içeriği bakımından garp çeşnisiyle dolu olsa da bu
durum diğer eserleri için geçerli değildir. Üslup onlar için son derece önemlidir.
Halit Ziya’ya göre üslup öyle bir şeydir ki, onun arasından kailinin, muharririnin
maneviyatını, tıynetini görmek mümkündür. Onun içindir ki ‘Üslub-ı beyan ayniyle
insandır. ’ deyince doğru bir hüküm vermiş olunuyor. Hatta yalnız kailin ve
muharririn hüviyetini değil aynı zamanda ırkının, muhitinin, milliyetinin, devrinin
hususiyetlerini de görürüz. Üslup ne ziynetlerde ne teferruattadır, asıl üslup herhangi
bir mevzuun tasvir ve tespiti için ihtiyar edilen yollardadır. Üslup ne kelimelerde ne
onlara ait süslerdedir; o tamamıyla başka bir şeydir ki eserin esasını ve muharrirde
yazı sanatının mayasını teşkil eder, der.
Ayrıca bu dönem hikâyelerinde de dar bir sosyal ortam içerisinde, kişinin iç
çatışmalarından doğan sorunlarını maupassantvâri bir anlatım tarzı görülür. Olayların
genel olarak tek düze bir zaman ve mekân boyutunda cereyan ettiği öykülerin, klasik
bir olay örgüsü vardır. Daha ziyade aşk, ölüm ve karamsarlık temleri üzerinde
durulur.
Edebî eser ve ahlak meselesi üzerinde durulmuştur. Romanın bir vâiz
olmadığı, edebî eserin topluma nasihat vermek gibi bir görevinin olmadığı
savunulmuştur. “Bir sanatkâr, bir vaiz değildir. Bedâyet-i amirede pek sade görünen
şu mesele edebiyat-ı umumiyece birçok ihtilaflara badi olmuştur. Çünkü edebiyattan
tezhib-i ahlaka ve tenvir-i efkâra hizmet gibi maksat beklemek minel-kadim
zihinlerde olagelmiştir. Hâlbuki ahlak başka, edebiyat başkadır. ”122
Bu dönemde yazılan romanların sosyal hayatın değişimi anlamında ciddi bir
kaynaktır. 123 Derginin incelediğimiz nüshalarında François Coppee, “Mücrim” adlı
121 Ramazan KORKMAZ, Komisyon, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı 1839-2000, Grafiker Yay.
Ankara, 2006, s. 113. 122 Hüseyin Cahit; “Romanlara Dair, Edebiyat ve Ahlak”, SF, Nu. 358, s. 309. 123 bk. Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, Đletişim Yay. Đstanbul, 1992.
111
eseri, Hüseyin Cahit Yalçın’ın, “Hayal Đçinde” adlı eseri, Safveti Ziya, “Salon
Köşelerinde” adlı eserleri tefrika edilmiştir. Hâsılı bütün bunlardan hareketle gerçek
anlamda modern roman Servet-i Fünunla ortaya çıkar. Bu dönemde Realizm ve
Natüralizm’in etkisinde olan roman ve hikâye asıl kimliğini Halit Ziya’da bulur.
Ekonomist dergisinde yayımlanan bir makale Orhan Pamuk ve Latife
Tekin’den bahsedilirken “Atatürk’ün yaramaz çocukları”124 olarak tarif ediliyor. Bu
iki yazar Türk edebiyatında Kemalizm sonrası açılımın temsilcisi kabul ediliyor. Bu
anlamda Orhan Pamuk’a Nobel’i getiren yalnızca Doğu kültürünü Đstanbul’da
buluşturmasının yanında Servet-i Fünun dönemine dayanan roman ve hikâye
geçmişimizin büyük payının olduğu yadsınamaz bir gerçektir.
Hâsılı onlar roman ve hikâyeyi beşer hayatını aynası olarak görürler.
Eserlerde vaka zincirinden ziyade ruh tahlilleri ön plana çıkar. Her olay ve konu bu
eserlerde incelenmelidir, edebiyatçılar bir vâiz değildir, kanaatindedirler. Romanı
meydana getiren tip, konu, mekân gibi unsurlar arasında kuvvetli bir uyum olmalıdır,
görüşündedirler. Bu dönemin romanı Halit Ziya ile en olgun eserlerini verir. Zaten
diğer romancılar da onun izinden yürür.
1.4.5. Tenkit ve Tahlil
Avrupa fikir ve sanat âlemi ile temastan sonra memleketimize gelen türlerden
biri de tenkittir. Fakat bu türün gelişi diğer edebî türlerden farklıdır. Çünkü diğer
edebî türler kendilerini meydana getiren sanatçılarıyla birlikte gelirken tenkit,
münekkitsiz gelmiştir. Bunun edebiyatımızda ufak tefek numuneleri görülmüşse de
edebiyatımızda tam anlamıyla bir münekkit yetişmemiştir. 125Tanpınar bu durumu
edebiyatın en büyük zaaflarından biri olarak görür. Bu yokluk edebiyatın her
köşesinde görülür. Ve bilhassa roman, tiyatro, hikâye gibi neviler bu yokluktan
cidden mustariptir.
Tanpınar bu durumu şöyle ifade eder:”Ahmet Mithat ve Namık Kemal’den
beri yetmiş seneyi mütecaviz bir zaman içinde bu nevilerin memlekette eseri
124 Economist, 27 October-2001, s. 92. 125 bk. Ahmet Hamdi TANPINAR, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yay. Đstanbul, 1992, s. 70.
112
veriliyor, birçok şöhretli, az şöhretli muharrirlerimiz var. Yüzlerce eser daima
yenileşen bir okuyucu kütlesinin hayat ve fikir susuzluğunu tatmin ediyor.
Beğenilenler, ihtirasla sevilenler, beğenilmeyip bir köşeye atılanlar, tekrar moda
olanlar, velhasıl her cinsten eser var. Ve bunların temas ettiği bir yığın mevzu ve bu
mevzuların hemen hepsinin de ister istemez dokundukları birçok meseleler var. Fakat
bütün bunlara külli bir bakışla bakan, hayatla, devirle, tarihle, yabancı ananelerle ve
yerli görenekle onların arasında mevcut gizli ve aşikâr münasebetleri meydana
çıkaran, altlarını çizen ve zaruri surette bir tekâmülün mahsus olması lazım gelen bu
eserlerde o tekâmülün merhalelerini işaret eden tek eserimiz yok. ”126
Servet-i Fünun sanatçıları eserlerini yazmadan önce yazacakları tür üzerinde
düşünen sanatçılardır. Bu dönem sanatçılarının tenkit anlayışı Hippolyte Taine’ye
dayanır. Onlar Türk edebiyatındaki tenkit anlayışını eksik ve kusurlu bularak
edebiyatımızda yeni bir tenkit anlayışı meydana getirmeye çalıştılar. Bu dönemin
aydınları kendilerinden önceki aydınlardan farklı olarak Batılı tenkitçilerin fikirleri
ve eserleriyle de ilgilenmişlerdir. Tenkidin tanımı, prensipleri ve Batılı tenkitçiler
üzerine düşünmüşler ve çeviriler yapmışlardır. Halit Ziya Kırk Yıl adlı eserinde tenkit
anlayışını şöyle ifade eder:
“Bizim neslin yetiştiği zamanlarda tenkit ve itiraz ancak lafza, şekle aitti;
kendilerine münekkit denenler, her hangi bir eserin üzerinde ne bulurlarsa onu
kemirmeye, oradan oraya sürükleyerek idraklerinin küçücük deliklerine kadar
götürmeye çalışan karıncalar gibidirler. Bunlar telaşla, ganimet bulmuş açlar hırsıyla
abes kes ile kafiye mi tutmuş? Biri Arap harfleriyle se ikincisi sin ile yazılan bu iki
başka yaradılışta kelime nasıl çiftleşebilir? Bütün karınca alayı bunun etrafında
seğirtir, koşuşurdu…
Hele nesir parçalarını delik deşik ederler de açtıkları çukurların altında ne
varsa onu aramaya çalışacak kuvvet bulamazlardı. Hatta hiçbir zaman bir tenkit
numunesi görmemişler, belagat kitaplarının haricinde bir fikir ve sanat dünyasının
mevcut olabileceğini tevehhüm etmemişlerdi. ”(1936-88) Kendi zamanındaki tenkit
anlayışına böylesine eleştiren Halit Ziya kendi tenkit anlayışını şöyle ortaya koyar:
126 age. s. 71.
113
“Fikir ve his âlemine yeni bir şey getirilmiş midir, sanata yeni sermaye ilave
olunmuş mudur, o zamana kadar mevcudiyetinden şüphe olunmayan bir inşa usulü
tatbik edilmiş, hayata, beşeriyete, eşyaya, ihtisaslara yeni bir görüş köşesinden
bakılmış, hülasa sanat zemininde o güne kadar hiç tanınmayan sahalar açılmış mıdır?
Bunu onların arasında kendisine soran bir insaf sahibi yoktur. ” (1936-89) Halit Ziya
bu durumun zamanla değiştiğini de ilave eder.
Servet-i Fünun’da tenkit üç ana yol takip eder. Birincisi kendilerine yöneltilen
tenkitleri cevaplandırmak, ikincisi kendi edebiyat anlayışlarını tanıtmak ve
yorumlamak, üçüncüsü ise Batı edebiyatı hakkında değerlendirmeler yapmak ve
özellikle o dönem edebî akımlarını gündeme getirmektir… Ancak dergide tenkidin
yoğunlaşması daha ziyade ikinci noktada olur. Bu gençler başlattıkları hareketin
mahiyetini, edebiyat ve sanat anlayışlarını uzun uzun kaleme almışlardır. Özellikle
“Musahabe-i Edebiye” sütunlarında yazarlar edebiyat meselelerini gündeme
getirerek tartışmışlardır. 127
Đncelediğimiz sayılarda Batı tenkit tarihi önemli bir yer tutar. Mehmet Rauf
‘Tekâmül-i Tenkit’ adlı yazı dizisinde Batı tenkit tarihini ayrıntılı bir şekilde verir.
Yazı dizisinin başında da böyle bir seri yazıya neden ihtiyaç duyulduğunu da açıklar.
Ona göre Batı edebiyatını bilmek, Türk edebiyatı için çok faydalı ve lüzumludur.
Çünkü Batı edebiyatını öğrenmek, fikirlerin ve edebî eğilimlerin ve dolayısıyla fikre
tesir eden şeylerin ne olduklarını ve nasıl geliştiklerini öğrenmeyi sağlayacaktır. Batı
edebiyatını ciddi olarak öğrenmek için önce tenkidin gelişme seyrini incelemelidir.
Çünkü Batı edebiyatının nasıl olduğunu öğrenmeden önce ne olduğunu bilmek
gerekir, bunu söylemek de tenkidin görevidir. Tenkit edebiyatın ruhu demektir ve
hizmeti, edebiyatın ne olduğunu, ne olması gerektiğini araştırmak ve
açıklamaktır.”128 Bundan sonra Mehmet Rauf tenkidin tarih içerisindeki gelişimini
anlatır.
Uzun seri yazıdan hareketle Mehmet Rauf’a göre tenkit şöyle olmalıdır.
Tenkitte birinci şart yazarın hâl tercümesidir. Yazar önce bütünüyle tanınmalıdır. 127 bk. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Devirler, Đsimler, Eserler, Terimler, C. 7, Servet-i
Fünun maddesi, Dergâh Yay. Đstanbul, 1994, s. 531. 128 Mehmet Rauf, “Tekâmül-i Tenkit, Mukaddime”, SF, Nu. 370, s. 90.
114
Çünkü eserler birer üslup parçasından ibaret değil, yazarın fikir ürünüdür. Öyleyse
tenkitçi önce o insanı öğrenmeli yani yazardan esere doğru bir yol izlemelidir.
Sanatkârı öğrenmek için elden gelen her şey yapılmalı, onun zamanında yaşamış
olanlarla görüşülmelidir. Bir yazarın mizacı, zamanı ve içinde yaşadığı halk
hakkında kesin bilgiler edinilmelidir. Fakat bir yandan da bunun mümkün olmadığını
söyleyerek de çelişkiye düşer. Sainte-Beuve eserlerini inceleyeceği yazarı anlamak
için doğduğu ülkeyi, mensup olduğu ırkı, ecdadını, akrabalarını ve özellikle annesini,
terbiyesinde rol oynayan sosyal çevresini araştırır. Sonra da yazarı tasvire başlar.
Sainte-Beuve tenkitte tarihin öneminden ve eserin kıymetinden çok yazarın bizzat
tabiatı ve hususiyeti ile ilgilenir. O, prensip koymaktan kaçındığı, sade tasvirle
meşgul olduğu hâlde, daha sonra bütün fenni tenkitçiler onu üstat tanımışlar ve
prensiplerini onun eserlerinden çıkarmışlardır.
“Servet-i Fünun’da eleştiri kısır çekişmeleri aşarak sistemli bir dizge
bütünlüğe kavuşamadığı gibi, kendisinden önce bulunan ve üstat olarak kabul ettiği
Ekrem’in perspektifini de yakalayamaz. Dönem için ciddi bir eleştiri anlayışından
bahsetmek zordur. Servet-i Fünun sanatçıları daha çok Batı edebiyatlarından çeviri
yoluyla esinlendikleri konuları aralarında kıyasıya tartışırken, eleştirinin kendisini
öne süren düşünsel zeminden yoksun olduklarından habersizdiler. Bu nedenle hep
yüzeyde kalırlar ve eski yeni tartışmasının çoğu zaman polemikten öteye geçemeyen
kısır döngüsünü aşamazlar. Ancak, Halit Ziya, Mehmet Rauf, Hüseyin Cahit ve
Ahmet Hikmet’in eleştiri vadisinde boy gösterdiği bu süreçte, Hippolyte Taine
görüşlerinden beslenen Cenap Şahabettin ve bilhassa Ahmet Şuayp’ın ciddi
çalışmaları vardır.”129
Derginin edebiyat anlayışıyla ilgili olarak yapılan eleştirilerden biri de taklitçi
olmalarıdır. Bu eleştiri derginin yazarları tarafından farklı yazılarda cevaplanır. Onlar
taklidin gerekliliğine inanırlar. Taklit milletlerin kendilerine has bir edebiyat vücuda
getirmelerinde bir basamaktır. Bu amaçla kullanılmalıdır ve hatta Avrupa ülkelerinin
hepsi bu yollardan geçmiştir. Biz neden geçmeyelim, düşüncesindedirler. “Acaba bu
edvar-ı iktibas ve taklitten heva ve naheva kendini alamayan şu koca koca
129 Ramazan KORKMAZ, Komisyon, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı 1839-2000, Grafiker Yayınları,
Ankara, 2006, s. 162.
115
milletlerden hangi biri üdebasının temayülat-ı tabiyesi, bu bedahet-i tarihiye
neticesinde milliyetlerini, hususiyet ve ahlakiyelerini, hissiyât-ı edebiye-i
kavmiyelerini kaybettiler. Ruslar Alman mı oluverdiler? Yoksa Almanlar, Fransız mı
oldular?
Ya niçin her milletin esbâb-ı terakkiyatından biri ve belki birincisi olan bu
mesele-i iktibasın bizde de tecelli etmesini nahoş görmek, hiç kimseye benzememek
gibi pek beyhude bir teklifte fazla bir gayrette bulunuyoruz? Ellerin geçtiği köprüden
geçmeyip de ne yapacağız? Avrupa’yı misal göstermeye ne hacet, işte bugün
Cezayir’in, Mısır’ın, Beyrut’un Arab’ın, Hind’in, Đran’ın, Farisi cerâit ve kitâb-ı
edebiye-i hâzırası tetkik edilsin onlarda da Avrupa tarzı tahririne, uslûb-ı tasvirine,
usul-i tefekkürüne taklit edildiği müşahede olunur. ”130
Hatta taklit konusunda “Eslafımız Arap ve Acem mukallidi olmasa o devre-i
tabiye-i iktibası emrar etmese idiler acaba edebiyatımız bu mertebeyi bulabilecek
miydi?”131 sorusunu sorarak daha önce meydana gelen edebiyatın da temelinde
taklidin yattığını ifade etmişlerdir.
Tenkit, Hikmet-i Bedayi makalelerinde şöyle anlatılır: ”Şimdiye kadar
‘Hikmet-i Bedayi’ makalelerinde asar-ı sanatın ne suretle vücut bulduğu, sanatın ne
demek olduğu, asar-ı sanatın takdir ve kıymeti için nasıl bir mikyasa müracaat
edileceği –Avrupa hükemasının en makbul eserlerine istinat edilerek- mümkün
mertebe izah olunmuştur”132.
Bu dönemin tenkit anlayışına göre eserin yazıldığı, yetiştiği ortamın da iyi
bilinmesi, tanınması tenkit için vazgeçilmezdir. 133 Kendilerinden önce yapılan
tenkitleri de eserin tamamen tesadüflerin meydana gelmesi olarak gördükleri için
eleştirirler. “Filhakika tenkid-i cedidenin bugün en esaslı noktaları bu kaide üzerine
müessistir. Eser-i sanat, derununda yetiştiği heyet-i içtimaiyenin bir mahsul-i
zaruriyesi olunca bize gerek sanatkâr ve karineleri hakkında gerek o heyet-i içtimaiye
130 Ahmet Hikmet, “Musahabe-i Edebiye” SF, Nu. 382, s. 289. 131 age. 290. 132 Hüseyin Cahit, “Hikmet-i Bedayie Dair 14, Sanat ve Şiirin Đstikbali”, SF, Nu. 394, s. 52. 133 bk. Hüseyin Cahit, “Hikmet-i Bedayie Dair 2”, SF, Nu. 372, s. 117.
116
hakkında rehber olmak o zaman da nasıl düşündüklerinden, nasıl hissettiklerinden
haber vermek lazım gelir. Münekkit de işte bu noktaları tayine, izaha çalışır. Yoksa
öyle yanlış diye telakki ettiği bir kelime, bir mutabakat hatasını ortaya sürmekten
başka bir şey bilmeyerek malumatfüruşane zarafetler, ketmolunmayan garazlar
altında saklı tarizleriyle bu gibi hakikatten gafil olduğunu erbab-ı basirete ilan edip
durmaz. Tenkidin bu kadar mühim, bu kadar âli bir vazifesi var iken o garazkârane, o
bîvukufane meşgalelerde ısrar etmek sanırım ki iftihara değer bir şey değildir... Ah,
bunu bir şey zannedenler anlayabilseler. ”134
Servet-i Fünun’a göre tenkit edebiyatın ruhudur. Modern bir edebiyata
kavuşabilmek için Batı tenkidinin de devre devre incelenmesi gerektiğini ifade
ederler. Bu anlayış tenkit tarihi bakımından bir ilktir. Onlar artık tenkidin teorisi
üzerinde de dururlar. Onlara göre tenkit gerçek anlamda XIX. asırda ve Fransız
edebiyatında ortaya çıkmıştır.
Servet-i Fünun edipleri, eserlerinin güzellikten yoksun olmaları yönündeki
eleştirilere de cevap verirler. Güzelliğin sabit ve muayyen bir husus olmadığını,
böyle olsaydı, güzel konusunda hep ortak kanaat ve kararların olması gerektiğini
ancak birinin çirkin dediği bir şeye bir başkasının güzel demesinin kökeninde bunun
olduğunu ifade ederler.
Süleyman Nesip, Servet-i Fünun edebiyatını eleştirenleri üç gruba ayırır.
Bunları tek tek tanıtır ve eleştirilere cevaplar verir. “Edebiyat-ı hazıraya itiraz
edenler üç sınıfa ayrılar ki birinci sınıfı edebiyat-ı atike müstahlifleri, ikinci sınıfı
devr-i inhitat bekayası, üçüncü sınıfı da mütevassıtin teşkil ederler. Đki evvelki sınıfta
bulunanlar geçmiş bir zamana iddiâ-yı nispet ettikleri cihetle sözlerinin hiçbir
ehemmiyeti olamaz. Ancak mutavassıtin dediğimiz zevat ki devr-i inhitat ile şimdi ki
devr-i teceddüt arasında kalmak isteyenlerdir, bunlara acımamak ve edebiyat-ı
hazıraya ettikleri hücumattan dolayı teessüf etmemek elimden gelmez. Mutavassıtin
evvela üdebâ-yı hazıra tarafından istimal olunan bazı sıfata, bazı terakibe ilişiyorlar.
Bunlara garabet isnat ederek muharrirlerini hırpalıyorlar. Düşünmüyorlar ki o sıfatı,
o terkibi vücuda getiren yeni bir fikri, yeni bir hissi, yeni bir hayali, eski bir sıfat ile
134 agm. SF, Nu. . 372, s. 118.
117
eski bir terkip ile eda etmek gayr-ı kâbildir. Faraza saat-i semenfam, nâ-yı zimert,
şikestereng-i sefalet gibi terkipler yerine o manaları ifade edebilecek başka ne
terkipler yapılabilir? Burada mesela ‘Saat-i semenfam ne demek, bu terkibe ne hacet
vardı?’ gibi bir sual iradı muhtemeldir. Bence bu suale karşı bir şey dememelidir;
çünkü o gibi terakibi icat eden fikr-i edebiye henüz vakıf olmayanlar dermeyan
edeceğiniz mütalaatı mümkün değil anlamazlar.
Saniyen cümlelere, şive-i beyana itiraz ediyorlar: ‘Bu yazılan şeyler hiç
Türkçe değil. ’ diyorlar. Bende itiraf ederim ki edebiyat-ı cedide müntesipleri
içerisinde sakat, garip cümleler yapanlar var; fakat onlar o sakat, o garip cümleler
arasında o kadar samimi, o kadar garizi bedialar ibraz ediyorlar ki insan hayran
oluyor. Tahminime göre o sakat, o garip cümleler henüz bizde söylenmeyen bazı
manaları beyan etmek yahut bazı efkâr-ı mevcudiyeyi yeni ve daha ciddi bir tarz ile
söylemek için bizzarure tabiat-ı ifadeyi haber etmelerinden neşet ediyor. Umarım ki
muterizler bu muharrirleri sarf ve nahiv kaidelerini bilmemekle itham etmezler, ne
hacet mebahis-i adiye için yazdıkları makalelerde öyle sakatlara gariplere tesadüf
olunuyor mu? Şu hâlde şive-i beyan efkâr ve hissiyat-ı cedide-i edebiyeyi bütün
nezaket ve nezahati, bütün teravet ve zarafetiyle ifade edecek bir şekil ve surete
girinceye kadar beklemek veyahut şive-i ifadeye bu tarzın muhtaç olduğu kabiliyete
vermek daha münsafane bir karar, daha terakkipesendane bir şiar olur, zannederim.
Belki bazılarına göre bu mebhasta birkaç misal iradı lazım gelir; ben mütevassıtîne
karşı bu lüzumu hissettim, çünkü yazılan şeyleri hep okuyorlar… Halit Ziya’nın,
Mehmet Rauf’un, Hüseyin Cahit’in yazdığı şeyler hep Servet-i Fünun’da var. Boş
yere itiraz edileceğini bunlardan mesela Halit Ziya’nın Bir Yazın Tarihi, namı altında
yazdığı ufak hikâyelerden Đhsan’ın Aliye ile balkonda geçirdiği bir gece tasvirinde
ilişecek bir cihet görüyorlarsa onu tasrih etseler, sonra bu böyle yazılmaz, şöyle
yazılır diye ondan hatta bir cümle yerine diğer bir cümle yazarak gösterseler emin
olun ki kimsenin bir diyeceği kalmaz. Lakin bunu yapmazlar, çünkü
yapılamayacağını bilirler. Öyle ise niçin itiraz edeler? Bunun sebebi bence sırf
ruhidir. Mutavvassıtlar bütün bu itirazlarında infialat-ı nefsiyelerine mağlup
oluyorlar; mesela bazıları bunlardan layık olmadıkları bir hürmetle rağbete intizar
ediyorlar. Bazıları da şu henüz dünkü çocukların -Evet bunu itiraf etmelidir-
118
kendilerinin göremedikleri, yazamadıkları, şeyleri yeni görerek parlak bir üslup ile
ifade ettiklerini müşahede edince kıskanıyorlar; ben bu hakikati bütün yazılarımda
aynen görüyorum
Şunu da söyleyeyim ki bazımız bazı eserlerinde, Frenk şive-i ifadesine taklit
ve hatta bazı Frenkane fikirleri, hisleri bizim tabiatımızla temayülümüzle, efkâr-ı
milliyemizle, kabil-i tevfik görünmeyen bazı fikir ve hisleri doğrudan doğruya
naklediyorlar. Bunun galiba iki sebebi var. Ya bu fikirleri, bu hisleri eda için o şiveyi
daha muvaffak buluyorlar yahut daima o şivede yazılmış asarı mütalaa ettiklerinden
kendilerinde saikayı itiyat ile öyle yazıyorlar. Frenkane fikirlere gelince bunları da,
bana kalırsa yalnız kendi zevklerine tabiyet ederek başkalarının zevkini
düşünmedikleri için naklediyorlar, vakıa bütün bu harekette böyle nispetsizlikler
oluyor, fakat bu hâl, eski yapılan taklide muarız olarak doğan fikr-i şahsiyetin bir
mübalağası, bir ifratıdır ki mürur-ı zaman ile itidal peyda ederek kendine gelecek ve
o zaman bütün bu yeniliklerden hangileri layık-ı hazım ve temsil ise yalnız onlar
mütemessil olarak diğerleri kendiliklerinden düşecek unutulacaktır. Fakat, bilir
misiniz, biz de o zaman nasıl bir edebiyat vücuda gelecektir? Şark ile garbın
imtizacından mütevellit bir edebiyat ki bütün elvan-ı dilferibiyle, bütün etvar-ı
nazendesiyle bir müddet için cihanı kendisine meshur edecektir! Zaten o ifrat ve
mübalağalar istisna edilirse yine onların diğer asarında ve bahusus Tevfik Fikret,
Đsmail Safa, Ayın Nadir Beylerin hemen bütün eserlerinde yenilikten, güzellikten
başka ne görülebilir?
Salisen asar-ı cedide, asar-ı garibenin taklididir, diyorlar ve bize ‘Dekedan
Sembolist’ gibi bazı sıfatlar veriyorlar. Eminim ki bu hükümleri hiçbir mukayeseye
müstenit değildir. Ben şimdi burada bir iki misal göstererek bu hükmün yanlış
olduğunu ispat edeceğim. Evvela bir hakikati dermeyan edeyim: Her yerde malumat
ilerledikçe malumat-ı sabıkanın tevlit ettiği efkâr ve hissiyat ya esasen veya şeklen
değişerek onların yerine ya büsbütün yeni veya şeklen muhtelif efkâr ve hissiyat
kaim olur. Son yirmi seneden beri bizde vücuda gelen terakkiyat-ı ilmiye amalların
bile taht-ı tasdikinde bulunduğundan o terrakkiyat-ı ameliye ile beraber bizde de
bittabi yeni ve muhtelif bir takım efkâr ve hissiyat peyda oldu. Terakiyat-ı ilmiye her
119
yerde aynı efkâr ve hissiyatı ve fakat -her kavmin müessirat-ı maneviye ve
hükmiyesine, temayülat ve adat-ı fıtriye ve kesbiyesine tatbiken-aynı efkâr ve
hissiyatı tevellüt eder. Bunun için Avrupa milel-i mütemeddinesinde hâkim olan
efkâr ve hissiyat bizde de ve ancak hususi ve milli bir surette tekrar etmeye başladı.
O efkâr ve hissiyattan bir kısmı zevk-i milliyemize muvaffak olmadığı için daire-i
kabulümüze giremediği gibi bir kısmı da, henüz fıkdan-ı istidat sebebiyle, imkân-ı
hulul bulamadı. Edebiyata müteallik bir kısım efkâr ve hissiyatın böyle az zaman
içinde husul ve tekrarı bizde ezmine-i kadimeden beri yalnız bir nevi kabiliyet-i
sanatın tahriz edilmiş olmasından ve binaenaleyh sanayi-i nefiseden en ziyade
edebiyata mütemayil bulunmamızdan naşidir ki bu sırf bize mahsus bir hâldir. Yoksa
milel-i sairede böyle olmamıştır. Onlarda hemen aynı zamanda sanayi-i nefisenin her
şubesi birden tatbik oluna gelmiş ve bu cihetle tehavvülat-ı vakıa bütün o şubelere
mümkasim olmak tabi-i bulunmuştur.
Đşte edebiyat-ı cedidede tesadüf olunan efkâr ve hissiyat şimdiki
malumatımızın, şimdiki medeniyetimizin vücuda getirdiği efkâr ve hissiyattır ki sırf
bizim malımızdır. Bu efkâr ve hissiyattan bir kısmı umumidir. Fakat bunlar efkâr ve
hissiyat-ı müşterekedendir ki akvam-ı müterakkiyenin hepsinde böyledir. O gibi
efkâr ve hissiyatta hiçbir kavim diğer kavme mukallit değildir, her kavim onları
bihakkın benimseyebilir: Alelıtlak efkâr-ı hayriye ve hissiyat-ı insaniye gibi. ”135
Servet-i Fünuncuların edebî tartışmalarda en çok şikâyet ettikleri konu belki
de şahıslarına yapılan saldırılar ve edep dışı tenkitler olduğudur. “Mamafih gerek
Sabah’ta gerek Đkdam’da uzunca fasılalarla tevali eden şu lisan münakaşatı hiç
olmazsa daire-i edepte icale edilmeye alışmış kalemlerden südur ettiği için bir
ceridenin yüzünü kızartacak şeylerden değil. Hâlbuki ötede, aman yarabbi, neler
görüyoruz. Şu kurşun hurufat, şu bigünah maden parçaları ne cümleler tertibine, ne
hakaretler ifadesine alet ediliyor. Onlarla o masum vesait-i neşriye-i marifetle neler
yapılmıyor! Hani edebiyat edepten müştaktı? Hani matbuat medar-ı tamim-i
kemalattı? Bizde kemalat-ı edebiye bir risaleye iyi kötü derc edilmiş bir gazeli tenkit
için sahibini meshureye almak, biçarenin üstüne -hâşâ huzurdan– atılmak mıdır? Bu
135 Süleyman Nesip, “Đki Söz Daha”, SF, Nu. 374, s. 146.
120
hangi edebiyata, hangi kaide-i edebe sığar? Eğer bunlar tuhaflık olsun, halkı
güldürsün diye yapılıyorsa yapanlar emin olsunlar ki tuhaflıklarıyla edebiyatı
ağlatıyorlar. Hayır, hiçbir zaman sahayif-i matbuat bu derece kirlenmemiştir.
Đhtimal ki benim bu sözlerimde öyle birçok tuhaflıklarla birçok sahifelerin
daha kirlenmesine sebep olacak, bu da ihtimal ki birçokları gülecek, fakat yazık ki
edebiyat ağlayacaktır!”136
Hâsılı, Servet-i Fünun aydınları birçok edebî türde olduğu gibi tenkit türünde
de ciddi mesafeler almışlardır. Đlk defa tenkidin tarihine eğilirler. Tenkidin mahiyeti
üzerinde düşünürler. Bu alanda seri makalelerle ciddi birikim oluştururlar.
Edebiyatın nasıl olduğunu öğrenmeden evvel ne olduğunu bilmek lazımdır, görüşünü
savundular. Ayrıca estetik ve zevk üzerine ciddi çalışmalar gerçekleştirdiler.
Tenkidin vazifesini de, edebiyatın ne olduğu, ne olması gerektiğini araştırmak olarak
değerlendirdiler.
1.4.6. Tiyatro
Tiyatro nevi, Müslüman-şark edebiyatlarının en az tanıdığı sanat nevidir.
Denilebilir ki, Tanzimat’la memleketimize girmiş tek tür odur. Çünkü arada estetik
farkına, iç nizamların ayrılığına rağmen şiir ve muhtelif nevileri bizde de vardı. Şark
hikâyesi, garplı romanla arasındaki farkın büyüklüğüne rağmen daima mevcuttu.
Hatta felsefe ve teoloji mekteplerinin zaruri olarak birbirlerini tenkitle işe
başlamaları düşünülürse, tenkit dahi edebiyatımızda tabiatıyla vardı. Yalnız
tiyatrodur ki, nevinin dışına çıkmamak şartıyla gerek bizde ve gerek başka Đslam
edebiyatlarında benzeri bulunduğu iddia edilemez.
O günlerin insanlarını, tavırlarını dillerini konularını bize getiren geleneksel
toplumumuzun tiyatrosu ne yazık ki yazılı bir geleneği olan bir tiyatro değildi.
Eğlence havasının ön planda tutulduğu, hayatta hiçbir kişi ve kurumu hedef almayan,
amaçlarının yalnızca hoşça vakit geçirmek olduğunu sık sık tekrarlayan Karagöz,
Meddah, Kukla ve Ortaoyunu türlerinin egemenliğinde sürdürülen tiyatro, kıssadan
hisse çıkarmaya, üzerinde titizlendiği anlaşılan ahlak ilkeleri üzerine ders vermeye,
136 Tevfik Fikret, “Musahabe-i Edebiye 46, Harabattan Bir Sahife”, SF, Nu. 395, s. 67.
121
bireyden yana değil toplumdan yana bir yaklaşımla seyircisine yönelmeye geçerli
ahlak değerlerinden bir ya da birkaçını vurgulamaya özen gösteren bir tiyatroydu.
Toplumsal sorunlara ancak birtakım genellemelerle; soyutlamalarla yaklaşabilen,
ayrıntılı irdelemelerin ve tartışmaların yapılmadığı, ahlaki değerlerin dönemini
tamamladığı için değil, kötü niyetli çıkarcı kişilerin bireysel davranış kusurları
nedeniyle bozulduğunu tekrarlayan, eski kalıpların dışına çıkılmasının her zaman
felaket getireceğini vurgulayan; özellikleri bir oyundan diğerine değişmeyen klişe tip
ve tavırları kullanan; eleştirilerini kişiler yerine tavırlara yönelten; olayların ve
kişilerin derinliklerine girmeyen, kafa karıştırmayan kolay anlaşılan, taklit ağırlıklı,
sözlü kültür koşullarında gelişip ayakta durmaya çalışan bir tiyatrodur, geleneksel
toplumun geleneksel tiyatrosu. Oyunculuk ustalığına dayanan bir tiyatro... 137
Orta oyunu gibi şahıs repertuarı, muayyen tipler hâlinde evvelden tespit edilmiş
sahne oyunlarına gelince, bu ananelerin hakiki tiyatro ile hiçbir suretle alakası
olmayacağı aşikârdır. Osmanlıda ecnebilerin tiyatro kumpanyalarıyla ufak tefek
temaslar olsa bile, tiyatro ile asıl temas Đstanbul’da ilk tiyatro kumpanyası olan ve
1842 yılında başlayan Naum kumpanyasıdır. 138
Sahnelenen ilk tiyatro oyunu olan Şinasi’nin Şair Evlenmesi de geleneksel
oyunlarımızın izlerini kuvvetle taşımaktadır. Yine yanlış anlamalara dayanan bir
konu üzerinde, atasözleri ve deyimlerin geniş bir yer tutması geleneksel tiyatronun
özelliklerindendir. 139
Tanzimat devrinde tiyatro hayatı, gerek eser bolluğu ve gerekse temsiller
bakımından büyük bir canlılık içindedir. Ancak Ahmet Mithat’ın Çerkez Özdenler
adlı dramının hürriyet duyguları aşıladığı gerekçesiyle Gedikpaşa’daki Osmanlı
tiyatrosu, 1884 yılında, II. Abdülhamit tarafından yıktırılır. Burada çalışan
sanatçılardan bir kısmı, Bursa’ya gidip Ahmet Vefik Paşa’nın kurduğu tiyatroda da
bir süre çalıştıktan sonra dağılmıştır. II. Abdülhamit’in birçok eserin sahnelenmesine
137 bk. Murat TUNCAY, Musahipzade Celal Tiyatrosunda Osmanlı Tavrı, Boğaziçi Üniversitesi
Yay. Đstanbul, 2004, s. IX. 138 bk. Ahmet Hamdi TANPINAR, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitapevi, Đstanbul,
1997, s. 278. 139 bk. Đnci ENGĐNÜN, “Şair Evlenmesi”, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Dergâh Yay. Đstanbul,
Ekim-1991, s. 11.
122
izin vermemesi üzerine Türk sahnelerini tuluat kumpanyaları ve melodramlar
kaplamıştır.
Tuluat kampanyalarının bu hâkimiyeti 1908 yılına kadar sürecektir. Bu
tiyatroların doğmasında ve gelişmesinde, Güllü Agop’un suflörle piyes oynatma
tekelini devletten almış olmasının da tesiri elbette vardır. Suflör yardımı olmaksızın
piyes metnine bağlanabilmenin imkânsızlığını gören bazı tiyatro kumpanyalarının,
suflörsüz yani metinsiz piyes oynama yoluna sapmış olmaları gayet tabiidir.
Hemen hemen bütün repertuarları tercüme yahut adapte eserlerden meydana
gelen tuluat sahnelerinin bu devredeki en ünlü sanatçıları: Mardiros Mınakyan,
Abdürezzak ve onun yetiştirdiği Kel Hasan’dır. Türk kadınının henüz sahneye
çıkamadığı bu devirde de Ermeni sanatçıların hâkimiyeti yine sürmüş, Türk seyircisi
sahnede iyi konuşulan Türkçeden yine mahrum kalmıştır.
Kendi tarzında başarılı bir sanatçı olan ve Osmanlı tiyatrosuna Osmanlı Dram
ve Komedi Tiyatrosu adını takan Mınakyan, 1908’den sonra birkaç yıl daha
seyircisini memnun etmiştir. 1912 yılında sahneye çıkışının 50. yılını kutlamış ve V.
Mehmet Reşat tarafından kendisine bir altın madalya verilmiştir. Ara sıra II.
Abdülhamit’in saray tiyatrosunda da oyunlar sergileyen Abdürrezzak’ın Handehane-i
Osmanisi devrin tanınmış sahnelerindendir. Ayrıca Kel Hasan dönemin oldukça
tanınan ve sevilen tuluat aktörlerindendir.
Böylesine bir tiyatro seviyesi ve atmosferi içinde ciddi çalışmalara imkân
bulamayan ve Abdülhak Hamit ile Ahmet Mithat’ın okunmak için yazılan piyes
tarzını benimseyen Servet-i Fünun sanatçıları, tiyatro türünde eser verebilmek için,
ister istemez, hem siyasi sansürün hem de onun doğurduğu sanat uygulamasının
değişmesini beklediler. Bunun için onlar, tiyatro ile gerçek anlamda ancak 1908’den
sonra ilgilenmeye başladılar. 1908’de imparatorluğun merkezi Đstanbul’da yeniden
başlayan ciddi sahne çalışmaları ve bunların gördüğü geniş ilgi, Servet-i
Fünuncuların tiyatro denemeleri yapmalarına sebep oldu.
Bu dönemde verilen tiyatro eserleri teknik bakımdan birtakım kusurlar
bulundurmakla beraber, Tanzimat dönemi eserlerine göre, tiyatro eserini anlayış
123
bakımından olduğu kadar, teknik bakımından da önemli farklar, gelişmeler vardır.
Bu fark bize tiyatro denemelerini yapmakta gecikmiş olmalarına rağmen, Servet-i
Fünuncuların Batı’da ve bilhassa Fransa’daki tiyatro çalışmalarına ilgisiz
kalmadıklarını ve onları yakından takip ettiklerini gösteriyor. Şiirlerinde ve
romanlarındaki yapma dil ve üslubu tiyatro denemelerinde kullanmamaya çalışarak
günlük çalışma diline yaklaşmak için gösterdikleri çaba da onların lehine
kaydedilecek önemli bir husustur. Bu dilin Kemal ve Ekrem’in piyeslerindeki dile
göre, çok daha canlı, tabii ve işlek olduğunu ve böylece tiyatro dilinin normal yoluna
hızla girmeye başladığını belirtmek gerekir. Ancak tiyatro dilinin halkın diline bu
kadar yaklaşmasına rağmen, eski alışkanlıkları tesiriyle, konuların halkın
meselelerine gidemediğini ve genellikle vakaların aile çevresi içinde geçtiğini ve
‘evlenme, boşanma, kadının medeni hakları’ gibi temaların etrafında döndüğünü
görüyoruz. Bu durumun, onların içinde uzun süre bulundukları ağır siyasi şartlar
yüzünden, sosyal meselelere yönelme alışkanlığını kazanamamış olmaları ve
Batı’nın tesiriyle, 1908’den sonra Türk aile hayatında bazı mühim değişikliklerin
olmasıyla ilgisinin bulunduğu söylenebilir.
Esasen, 1908’e kadar geçen yirmi beş yıllık geniş süre içinde, Türk
tiyatrosunun zayıf temelleri üzerinde hızla kurulmasına çalışılan yeni yapının da pek
sağlam olacağı düşünülemez. Bu denemeleri, Türk tiyatrosunu yeniden canlandırmak
için yapılan çalışmalar olarak nitelendirmek mümkündür.
Servet-i Fünun sanatçıları arasında, tiyatro ile en çok ilgilenen Hüseyin Suat’tır.
Telif ve adaptasyon olarak sayısı yirmiye yaklaşan eseri vardır. Bunların bir kısmı
basılmış ve bir kısmı da sahnelenmiştir. Dil olarak Servet-i Fünun’un dil ve ifade
özelliklerinden kurtularak normal, canlı ve samimi bir konuşma diline sahiptir.
Konuşulan Türkçeyi ve hece veznini, Milli Edebiyat cereyanına mensup gençler
kadar başarılı bir şekilde kullanmıştır. Yer yer kusurları olmakla beraber tiyatro
tekniği bakımından da başarılı olduğu söylenebilir. 140
140 bk. Kenan AKYÜZ, Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, 1860-1923, Đnkılâp Kitapevi,
Đstanbul, 1994.
124
Tiyatroyla ilgilenen başka bir isim de Mehmet Rauf’tur. Aşk, evlenme şekilleri,
evlilikte ihanet ve bağlılık temalarını işlediği oyunlar, edebiyatımıza fazla bir şey
kazandırmamakla beraber, anılmaya değer eserlerdir. Ayrıca Cenap Şehabettin’in de
Yalan (1911) ve Körebe (1917) piyesleri de teknik bakımından yeterli
görülmemektedir. 141
Bu dönemde sanatçılar her ne kadar eser vermeseler de tiyatro seyircisi
olmaktan da geri kalmazlar. Mesela Halit Ziya’nın Beyoğlu âlemi ile tek bağını
meydana getiren eğlenmesi, Đstanbul’a gelen opera ve operet kumpanyalarına pek sık
devam etmek olmuş ve bu yıllarca sürüp gitmiştir. “Đstanbul tarafının bu pek sönük
sahne hayatına karşılık, Beyoğlu tarafına Fransa’dan daha çok da Đtalya’dan türlü
kumpanyalar gelir ve nöbet nöbet şehrin temaşa ve çoklukla opera ve operetlerle
musiki zevkini beslerlerdi. ”142 Halit Ziya, bir gün Mehmet Rauf’la birlikte
Beyoğlu’ndaki Odeon Tiyatrosu’na gittiklerini, Verdi’nin Un Balo in Maschera adlı
operasını hayranlıkla izlediklerini anlatır.
Bu dönemde tiyatro sanatına ve kadın oyunculara bakış açısından şu satırlar
oldukça manidardır: “Norveç’te aktrisler genç köylü kadınlardır ki ekseriyetle
müteehhildirler. Tiyatrodan kazandıkları para namuskârane bir kazanç addolunur.”143
Bu dönemde tiyatroda Müslüman bir kadın oyuncuyu görmek için henüz çok
erkendir.
“Servet-i Fünun döneminde tiyatro ve sahne olarak adı geçen başlıca yerler,
Tepebaşı Bahçesi, Concordia, Odeon ve Fransız tiyatrosudur. Bunların dışında da
tiyatro, opera ve operetlerden, genel olarak Beyoğlu tiyatrolarından söz edilir. Hatta
incelediğimiz Servet-i Fünun sayıları içerisinde de yer alan Hüseyin Cahit’in Hayal
Đçinde romanının kahramanı Nezih de zamanının önemli bir kısmını Tepebaşı
Bahçesinde geçirir.
141 Hüseyin TUNCER, Arayışlar Devri Türk Edebiyatı 2, Servet-i Fünun Edebiyatı, Akademi
Kitapevi, Đzmir, 1995, s. 9. 142 Halit Ziya UŞAKLIGĐL, Kırk Yıl, Đnkılâp Yay. Đstanbul, 1969, s. 362. 143 Kadri, “Norveç Kadınları ve Mekteb-i Muhtelite”, SF, Nu. 398, s. 123.
125
Ayrıca bu dönemde kaleme alınan birçok romanın kahramanı da bu tiyatro
sahnelerine gitmişlerdir. Eylül’de Süreyya Concordia’ya gitmiş, Aşk-ı Memnu’da
Behlül Odeon’a gidip temsilleri izlemiştir. ”144
Tanpınar, 1908’e kadar belli başlı siyasi meseleler etrafında umumi bir
heyecanı doğuran bu dönem eserlerinin en büyük zaafını da realiteden uzaklıkta
görür. Bu durum biraz da devrin şartlarıyla da alakalıdır. Tanpınar tiyatroda hayatın
bütün renklerini görmek ister. 145 Ancak bu dönem edebî eserlerinin hemen hemen
tamamında ancak izin verilen renkler ve olaylar eserlere girmiştir. Bu bir zaaftır
ancak ediplerden ziyade şartlardan kaynaklanan bir zaaftır.
Đncelediğimiz bölümlerde Đstanbul’a gelen kumpanyalar haber verilmiş ancak
tiyatro türünü örneklendiren eserler yer almamıştır.
1.4.7. Mensure
Mensur şiir terim manası ile ferdi ve şairane his, duygu ve intibaların şiir
kadar ahenkli ve sanatlı bir dille ifade edildiği vezinsiz, kafiyesiz, mısrasız ve çoğu
gramer kaidelerine uygun cümlelerden müteşekkil büyük bir duygu yoğunluğunun
hâkim olduğu kısa nesirdir. 146
Şiirin cümle yapısını ve ahengini korumaya çalışan; ancak vezne ve kafiyeye
bağlanmayan eserlerdir. Bu tür 1842’ye kadar Fransa’da şairane nesir diye anılır.
Ancak Aloysius Bertrand’ın “Gaspard de la Nuit” adlı eseri yayımlanınca mensur
şiir ayrı bir tür olarak belirmiştir. Yeni türün tutulmasını, kendi şahsiyet ve
özelliklerini bulmasını ise Beudelaire, Đsidore Bucasse, ve Arthur Rimbauld
sağlamışlardır. Türkçede mensur şiiri hazırlayan amillerin başında manzum yazıların
nesre çevrilmesi ve şerhi ile dilimize yabancı dillerden yapılan şiir tercümeleri
gelmektedir. Şinasi’nin Fransız edebiyatından yaptığı şiir tercümeleri bu işin öncüsü
olmuştur. Recaizade Mahmut Ekrem de bazı gazelleri nesre çevirmiş ve şerh etmiştir
ki bu da mensur şiir yolunda atılmış bir adımdır. Lakin tarzın edebiyatımızda 144 Cahit KAVCAR, Batılılaşma Açısından Servet-i Fünun Romanı, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yayınları, Ankara, 1985, s. 206. 145 bk. Ahmet Hamdi TANPINAR, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitapevi, Đstanbul-
1997, s. 285. 146 bk. Đsmail ÇETĐŞLĐ, Halit Ziya Uşaklıgil, Bizim Klasiklerimiz, Şule Yayınları, Kasım 2000
126
tutulmasını sağlayan eserlerin başında Namık Kemal’in Đntibah’ını, Abdülhak
Hamit’in “Makber Mukaddimesi”ni, Mustafa Reşit’in “Göz Yaşları”nı saymak
gerekir. 147
Bu tür, Osmanlı medeniyetinin yüzünü Batıya çevirmesiyle birlikte ortaya
çıkar. Yeni bir hayat, yeni bir edebiyat demektir. Tanzimat’la birlikte şiir, mevzun ve
mukaffa söz olmaktan çıkar. Hatta Servet-i Fünun neslinin fikir babası Recaizade
Mahmut Ekrem’in ifadesiyle “Her mevzun ve mukaffa lakırdı şiir olmak lazım
gelmez, her şiirin mevzun ve mukaffa bulunmak iktiza etmediği gibi…”148 Bu cümle
şiir anlayışındaki köklü değişimi ifade eder.
“Mensur şiirde dil, manzum halde(vezinli, kafiyeli) değil nesir halinde
kullanılır. Cümleler, çoğunlukla gramer kaidelerine uygun ve diğer nesir türlerinde
olduğu gibidir. Bununla birlikte mensur şiir türünün dili, alelade bir nesir türüne göre
birtakım farklılıklara sahiptir. Söz konusu farklılıkların başında da çeşitli edebî
sanatlara (seci, asonans, aliterasyon, tekrar, tezat vb. ) yüklü ve işlenmiş (simetrik ve
ölçülü cümle) olma gelir. Böylece mensur şiir metinleri, dil itibariyle rahatlıkla
hissedilebilen bir ritim, ahenk ve şiir atmosferine sahip olurlar.
Mensur şiirin muhtevasını, sanatkârın ferdî ve şairane his, hayal, duygu ve
intibaları teşkil eder. Zaman zaman da birtakım fikrî unsurlar, bu muhtevayı
zenginleştirir. Bir başka ifadeyle mensur şiirler, çok büyük ölçüde “ben” merkezli
duygu yoğunluğu ve santimantal duyarlılığın hâkim olduğu kısa lirik metinlerdir.
Muhteva ve dildeki bu nitelikler, söz konusu metinleri şiire yaklaştırır. Bununla
birlikte mensur şiir, hiçbir zaman “saf şiir” değildir. ”149
Türk edebiyatında mensur şiirin ilk örnekleri Tanzimat’ın ikinci döneminde
görülmekle birlikte asıl kimliğini Servet-i Fünun edebiyatı devrinde bulmuştur.
Recaizade Mahmut Ekrem ve Hamit tarafından ilk örnekleri verilen mensur şiir, asıl
formunu Halit Ziya’nın eserlerinde bulur.
147 bk. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Devirler/Đsimler/Eserler/Tarihler, Dergâh Yay.
Đstanbul, 1986, C. 7, s. 263. 148 Recâizade Mahmut Ekrem, “Takdir-i Elhan”, Đstanbul, 1301, s. 10 149 Đsmail ÇETĐŞLĐ, Metin Tahlillerine Giriş 1, Şiir, Akçağ Yay. Ankara, 2004, s. 64.
127
“Batı edebiyatını yakinen takip eden ve orada yenilik olarak gördüklerini
Türkçenin iklimine taşımak arzusundaki Servet-i Fünun kuşağının önemli yazın
türlerinden biridir, mensur şiirdir… Fransız şairlerinden Baudelaire ve Arthur
Rimbauld etkisiyle başladıkları mensur şiir (poeme en prose) denemelerinde etkileri
günümüze kadar ulaşan büyük bir başarı elde ederler. Ekrem’in şiiri nesre yaklaştıran
söylemi ile yetişen Servet-i Fünun kuşağı, klasik nazım sentaksını bozarak bu geçişi
daha da kolaylaştırırlar. Mensur şiir, dikte etme, vazetme, telkinde ve açıklamada
bulunmak yerine, dilin sınırlarına çarpan bireysel duyarlılığı, divan nesrindeki hazır
ses malzemesi, seci anlayışı ile birleştirerek, dış gerçekliğin hülyalı ve sezgisel
tasarımını kurmak ister. ”150
“Umumiyetle tabiat tasviri ve ruh hâllerini anlatmaktan hoşlanan Servet-i
Fünun şairleri, nesre has bir nevi olan hikâye tarzında manzumeler de kaleme
almışlardır… Bu nevi eserlerde çok defa acıma duygusu uyandıran sosyal konular ele
alınmıştır. ”151
Bu tarz eserlerde genellikle merhamet duygusu hâkimdir. Ayrıca eserlerin
üslubu şiir türünden oldukça uzaklaşarak daha sade, terkipsiz ve günlük konuşmaya
daha yakındır.
Servet-i Fünuncular, nesirle şiir söylemeyi denediler. Duygu yoğunluğunu ve
heyecanlarını mensur şiir hâlinde ifade ettiler. Bu türü önce Halit Ziya sonra da
Mehmet Rauf denedi. Bunların yanında Hüseyin Cahit, Safveti Ziya, Hüseyin Suat
da bu türde eserler kaleme almışlardır. Derginin 356-400 sayılarında toplam 19
mensure kaleme alınmıştır. Bunların 12 tanesi Mehmet Rauf tarafından kaleme
alınmıştır. Bu durum bize gösteriyor ki bu türü en çok tercih eden şüphesiz Mehmet
Rauf’tur. Mehmet Rauf’un mizacı ve edebiyat anlayışının da bu türü tercihte ciddi
bir payının olduğu söylenebilir.
150 Ramazan KORKMAZ, Servet-i Fünun Edebiyatı, Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı, 1839-2000,
Grafiker Yay. Ankara- 2004, s. 163. 151 Mehmet KAPLAN, Şiir Tahlilleri I, Tanzimat’tan Cumhuriyete, Dergâh Yayınları, Đstanbul,
Mart 1994, s. 123.
128
1.4.8. Diğerleri
Çeviriler ile zihniyetin, kültürün değişmesi arasında sıkı bir münasebet vardır.
Bir çeviri, beraberinde bir konuyu, zihniyeti ve onun ifade edildiği dilin özelliklerini
getirir… Hiçbir kültürün, başka kültürlerle karışmadan kendi kendisini geliştirmesi
mümkün değildir. Bir kültür sadece aldıkları ve hazmettikleriyle değil, aynı zamanda
başka kültürlere verdikleriyle de büyür.
Türk kültürünün gelişmesinde daha önce içine girdikleri kültürlerin büyük
rolü olmuştur. Çeviri büyük kültür değişikliklerinin hazırlanmasında önemli bir rol
oynamıştır.
Türkçe daha önce Arapça ve Farsçadan yapılan çevirilerle, kendi bünyesinin
dışında yeni bir yapıya kavuşmuş, Osmanlıca dediğimiz imparatorluk dilinin
oluşmasına yol açılmıştır. Tanzimat sonrasında, Batı dillerinden yapılan çevirilerle
de yeni bir tesir kültürümüzde yer almaya başlar.
Tanpınar, tercüme edilmiş bir kitabı memleket için kazanılmış bir zenginlik
olarak değerlendirir. Çevirinin özellikle milli bir kütüphane oluşturulması yönündeki
önemi üzerinde durur. Ona göre çeviri dilin zenginleşmesi yollarından biridir. Ancak
bu alanda zayıf birkaç çalışma olduğunu ve bunun da yetersiz kaldığını ifade eder. 152
Türkçenin yapısından tamamen farklı olan Batı dillerinden önce Fransızcayı
öğrenen yazarlarımız Fransız aydınlanma çağı yazarları ve bütün dünyayı tesirine
alan Romantik yazarları okurlar ve çeviriler yaparlar… Bu çevirileri nitelik olarak
genel olarak şöyle değerlendirebiliriz:
1. Biraz tesadüfî gazete haberlerinin çevrilmesi
2. Okulların ihtiyacı olan kitap ve makalelerin çevrilmesi
3. Bir zihniyet değişikliğini hatırlamak amacıyla seçilen aydınlık devri
filozofları ve edebiyatçılardan irade ve aklı ön planda tutan parçalar
152 bk. Ahmet Hamdi TANPINAR, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yay. Đstanbul, 1992, s. 77.
129
4. Devrin yaygın akımı Romantizme bağlı eserler
5. Ülkemizde var olan edebiyat geleneğini teyit etmek üzere yapılan
çeviriler153
Bu dönemde çeviri anlamında dergide bazı roman ve hikâye çevirilerine yer
verilmiştir. Bu çevirilerin yanında çevrilen eserlerin müellifleri hakkında makaleler
de kaleme alınmıştır. Ancak bu dönemde çevrilen bütün eserler yüksek bir edebiyat
zevkinin numunesi değildirler.
Bu dönemde halkın anlayabileceği bir dille, macera içeriğini akıcı bir dille
aktaran eserler halk tarafından daha ziyade itibar görmüştür. “Matbaalar çoğaldı,
kitap basımı arttı, çevirmenlik gelişmeye ve hızlanmaya başladı. Çevirmenlik sanatı
kolaylaşmaya da başladı. Çünkü bu dönemin profesyonel çevirmenleri yüksek
edebiyat ve felsefe çevirmenleri değil, halk için yazılmış macera romanlarının
çevirmenleriydi. Jules Verne romanları, Üç Silahşorlar, Monte Kristo Kontu
çevirileri, çevirmenleri değilse bile matbaacıları ve kitapçıları zengin edecek kadar
rağbet görüyordu. Babıâli Caddesinde çoğu Ermeni, Rum ve Yahudi olan kitapçılar
toplanmaya başladı. Popüler serüven, seyahat ve fen konularından sonra cinayet ve
polisiye romanlar moda oldu. Abdülhamit’in kendisi de bu çeşit romanların iyi bir
müşterisi olmuştur.
Yüksek edebiyat ve düşün çevrelerinin aşağılık saydığı bu yazıların kafalarda
yaptığı çağdaşlaştırıcı etkiler, Tanzimat döneminin düşün ve edebiyat kişilerinin,
ancak pek azı basılma fırsatı bulan, basılanların pek azının okunduğu yüksek
seviyedeki yapıt çevirilerinden daha büyük olmuştur. Ucuz, adi basın okuyucuya
icatların, maceraların, yeni bir muhayyilenin dünyasını açıyordu. Şimdiye kadar
cennet, cehennem, cin ve peri masallarıyla yetişen kafalara, cinayet ve polisiye
romanlarının etkisi başka türlü olmuştur. Her esrarın bir çözümü vardır, her sırrın bir
153 bk. Đnci ENGĐNÜN, Tanzimat Sonrası Çeviriler, Mukayeseli Edebiyat, Dergâh Yay. Đstanbul,
Ekim-1992, s. 68.
130
nedeni vardır, dünyada nedensiz hiçbir sır yoktur, akıl yoluyla bu nedenler
bulunabilir. ”154
Servet-i Fünuncular diğer dillerden de alıntı yapılıp dilin ve edebiyatın
mükemmelleşmesini arzu ederler. Onların mükemmellik anlayışı daha ziyade şekil
üzerindedir. “Arab’ın Türklüğe, Türkçeye, Türklere mahsus feyzini, usaresini,
emmezsek lisanımıza bihakkın neşv ü nema veremez…”155 Dilin bünyesinde
meydana gelen değişikliklerin doğal olduğunu bunun aksinin mümkün olmadığını
iddia ederler. Servet-i Fünuncuların dilde yaptıkları değişikliklerin dili ve edebiyatı
geliştirdiğini söylerler.
Onlara göre yapılan çevirinin amacı olgun bir eser verme yolunda ilk adım
olmaktan öte değildir. Başka milletlerin edebiyatını olduğu gibi aktarmanın uzak
ülkelerden getirilen ancak toprağı ve iklimi uygun olmayan fidanların akıbetiyle aynı
olacağı kanaatindedirler. “Evvela şurasını katiyen anlamalıdır ki bir yerde ecnebi bir
edebiyatın doğrudan doğruya taklidi hiçbir netice-i müfide hâsıl edemez. Çünkü
taklit edilmek istenilen edebiyat haddi zatında birçok sevaikin tesiriyle yetişmiştir.
Onu bir memlekete ithale çalışmak, bir arazinin adem-i müsaadesini düşünmeden
başka kıtalardan eşcar ve nebatat getirip yetiştirmekle uğraşmaya benzer ki alınacak
mahsul ya büsbütün mevkut yahut ümitle ve intizarın dununda olur. ”156
Şiir ve roman gibi belli türlere ağırlık veren Servet-i Fünun edebiyatçıları bu
türler dışında mektup ve seyahatname gibi alanlarda da eserler vermişlerdir. Derginin
incelemediğimiz 356-400 sayıları arasında yer alan “Bir Osmanlı Zabitinin Afrika
Sahra-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh Senusi Đle Mülakatı” başlığını taşıyan yazı son
derece dikkate şayandır. Yazı bir subay olan Sadık El Müeyyet Paşa’nın Afrika
seyahati boyunca tuttuğu notlardan oluşmaktadır. Bu seyahat Sultan II. Abdülhamit
Han’ın emirleriyle gerçekleşmiş ve Afrika’da oldukça kuvvetli bir kanaat önderi olan
Şeyh Senusi ile görüşmek ve oradaki halkın Osmanlı Devleti’ne olan bağlılıklarını
154 Niyazi BERKES, Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yayına Hazırlayan: Ahmet Kuyaş Yapı Kredi
Yayınları, 5. Baskı, Đstanbul, Ekim- 2003, s. 370. 155 H. Nazım, “Musahabe-i Edebiye”, SF, Nu. 370, s. 86. 156 age. s. 86.
131
kuvvetlendirmek amacını taşımaktadır. Derginin ilerleyen sayılarında bu gezi
notlarının bir kitap hâlinde basıldığı da yazılmaktadır.
132
2. TAHLĐLÎ FĐHRĐST
2.1. Yazılar
2.1.1. Yazar Adına Göre
Abdülhak Hamit, bk. [TARHAN] Abdülhak Hamit
A. T(e)ت, Mülakat, [Yazı mülakat başlığını taşımasına rağmen daha ziyade mektup
özellikleri göstermektedir. Eserde sevgili, onunla yaşananlar ve duyulan
heyecan anlatılmıştır. Ayrıca eser 10 Nisan 1314 tarihini taşımaktadır. ]
SF, Nu. 373, s. 131.
Abdullah, Yanımdan Geçerken, [Eser yirmi beyitten oluşur. Aruz kullanılmıştır. ] SF,
Nu. 400, s. 150.
Ahmet Hikmet, -Hasbihal- Đlk Görücü, [Bu tiyatro metni. Kamus-ı Fransevi’den
alıntıdır. Tiyatro sahnesinde bir kahramanın monologlarından oluşur. ]
SF, Nu. 372, s. 115.
Ahmet Hikmet, Đstiyorum ki, [Mensure, 15 Mayıs 1314 tarihinde aruzla yazılmış ve
üç bölümden oluşmuştur. ] SF, Nu. 377, s. 199.
Ahmet Hikmet, -Kıl u Kal-, Kadınlara Aşka Dair, [Ünlü ediplerin aşk ve kadınlara
dair sözleri aktarılmıştır. ] SF, Nu. 395, s. 74
*Ahmet Hikmet, -Musahabe-i Edebiye 40-, [Eser 12 Haziran 1314 tarihinde kaleme
alınmıştır. Eserde milli edebiyat, edebiyatta tekâmül nasıl gerçekleşir,
diğer milletlerin edebiyatlarından yapılan alıntılar edebiyat-ı Osmaniye
için fayda mı zarar mı getirir, gibi soruların cevapları verilir. ] SF, Nu.
382, s. 278.
*Ahmet Hikmet, Musahabe-i Edebiye 45, Eslafta Dekadanlık ve Şeyh Galip,
[Zamanın edebiyatı ile Dekadanlık arasında bir ilgi olmadığı örneklerle
izah edildikten sonra Şeyh Galip’in bazı şiirleri verilmiş, açıklanmış ve
ilişki ortaya konulmuştur. ] SF, Nu. 393, s. 40.
133
Ahmet Hikmet, -, Nakarat, [Eser 3 Teşrin-i Evvel 1304 tarihiyle birlikte
yayınlanmıştır. Üç bölümden oluşmuştur. ] SF, Nu. 399, s. 134
Ahmet Đhsan, bk. [TOKGÖZ] Ahmet Đhsan
Ahmet Kemal, bk. [AKÜNAL] Ahmet Kemal
Ahmet Naim, Bedayii’l-Arab 1, Şair-i Bahadır Yahud Beşir ibn Ebi Uvane, [Beşir
Đbn Ebi Uvane adlı şairin şiirlerinden birtakım alıntılar yapılmıştır. Bu
alıntılar önce Farsça daha sonra Osmanlıca olarak verilmiş ve şerh
edilmiştir. ] SF, Nu. 390, s. 406.
Ahmet Naim, -Bedayii’l-Arap-, Ferezdak’ın Bir Kasidesi, Kasidenin önce Farsçası
daha sonra Osmanlıcası verilmiştir. Eser yirmi yedi beyitten meydana
gelmiştir. Beyitler tek tek şerh edilmiştir. ] SF, Nu. 390, s. 406.
Ahmet Naim, -Bedayii’l-Arap-, Đbn Farızdan, [Đbn Farız’ın şiirleri önce orijinal
metin daha sonra şerhiyle birlikte verilmiştir. ] SF, Nu. 396, s. 87.
Ahmet Naim, -Bedayii’l-Arap, Semevel’in Bir Fahriyesi, [Fahriye beyit beyit önce
Arapça metin, daha sonra bunların açıklamaları verilmiştir. ] SF, Nu. 392,
s. 23.
Ahmet Naim, -Bedayii’l-Arap-, Yine Đbn Farız, [Đbn Farız’ın şiirleri önce orijinal
metin daha sonra şerhiyle birlikte verilmiştir. ] SF, Nu. 398, s. 118.
Ahmet Naim, -Bedayii’l-Arap-, Yine Đbn Farızdan, [Đbn Farız’ın şiirleri önce orijinal
metin daha sonra şerhiyle birlikte verilmiştir. ] SF, Nu. 400, s. 151.
Ahmet Naim, Cevr-i Muhitat, [26 Temmuz 1314 tarihinde kaleme alınan hikâye
tefrikasıdır. ] SF, Nu. 388, s. 377.
Ahmet Naim, Çiçekler, [Küçük bir hikâye niteliklerini taşımaktadır?] SF, Nu. 376, s.
180.
134
Ahmet Naim, Darbe-i Hicran, [21 Haziran 1314 tarihini taşıyan eser bir hikâye
tefrikasıdır. ] SF, Nu. 385, s. 324.
Ahmet Naim, Esef-i Azim, [Aruz ölçüsü kullanılmış ve 16 dörtlükten oluşmuştur. ]
SF, Nu. 395, s. 71.
Ahmet Naim, Leyl-i Sefit, [Hikâye tefrikasıdır. ] SF, Nu. 391 s. 11.
Ahmet Naim, Sekte-i Bahar, [14 Mayıs 1314 tarihinde yazılan eser on bölümden
oluşmuştur. ] SF, Nu. 380, s. 244.
[AKÜNAL], Ahmet Kemal, Akşamdan Sonra, [Eser 3 Nisan 1314 tarihinde aruz
ölçüsüyle sone biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 371, s. 102.
[AKÜNAL], Ahmet Kemal, Bir Kız, [Eser 8 Nisan 1314 tarihinde aruzla yazılmış ve
dört dörtlükten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 372, s. 115.
[AKÜNAL], Ahmet Kemal, Birlikte, [Aruz ölçüsüyle serbest müstezat biçiminde
yazılmıştır. ] SF, Nu. 362, s. 385.
[AKÜNAL], Ahmet Kemal, Giryedane, [Aruz ölçüsü kullanılarak yazılan şiir üç
dörtlük ve bir beşlikten oluşur. ] SF, Nu. 378, s. 211.
[AKÜNAL], Ahmet Kemal, Đstiğrak, [Dört dörtlükten oluşan şiirde aruz
kullanılmıştır. ] SF, Nu. 366, s. 24.
[AKÜNAL], Ahmet Kemal, Karanlıkta, [Yedi beyitten oluşan şiirde aruz ölçüsü
kullanılmıştır. ] SF, Nu. 369, s. 71.
[AKÜNAL], Ahmet Kemal, Kendim, [Nazım biçimi olarak sonenin tercih edildiği
eserde aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 367, s. 50.
[AKÜNAL], Ahmet Kemal, Levha-i Şiirim, [Sone nazım biçimiyle yazılmıştır. ] SF,
Nu. 367, s. 38.
135
[AKÜNAL], Ahmet Kemal, Okurken, [Şiir “Sergüzeşt Müellif-i Muhteremi’ne”
ithafıyla yayınlanmış ve nazım biçimi olarak sone tercih edilmiştir. ] SF,
Nu. 387, s. 359.
[AKÜNAL], Ahmet Kemal, Tahattur, [11 Nisan 1314 tarihinde kaleme alınan eserde
aruz ölçüsü kullanılmış ve nazım birimi olarak sone tercih edilmiştir. ] SF
, Nu. 375, s. 166.
[AKÜNAL], Ahmet Kemal, Teellüm, [Şiirin başında Tevfik Fikret’ten bir beyit
alınarak eser Fikret’e ithaf edilmiştir. Aruzun kullanıldığı eser, sone
biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 381, s. 262.
[AKÜNAL], Ahmet Kemal, Tercüme-i Halin, [Yedi beyitten oluşan eser aruzla
yazılmıştır. ] SF, Nu. 365, s. 3.
Ali Kemal, Yaz Geceleri, [Dörtlük ve üçlüklerin karışık bir şekilde kullanıldığı dokuz
bölümden oluşmuş ve aruzla yazılmıştır. ] SF, Nu. 371, s. 102.
Ali Nusret, Gece, [15 Mayıs 1314 tarihinde kaleme alınan eser gece ile gündüz,
mevsimler ve özellikleri itibarıyla ortaya konuyor. Tasvirlere ve
karşılaştırmalara başvuruluyor. ] SF, Nu. 378, s. 211.
Ali Sami, Yangın-Kafiyesiz-, [Serbest müstezat biçiminde aruz ölçüsüyle yazılmıştır.
] SF, Nu. 362, s. 375.
Ali Suat, Yalnız, [Eser üç bölümden oluşmuştur, her bölüm beş dizeden oluşmuştur
ve aruz ölçüsü kullanılmıştır. ] SF, Nu. 392, s. 21.
Ali Şahbaz Efendi, -Makale-i Mahsusa-, [Fransa’da meydana gelen meşhur Dreyfus
davası meselesinin hukuki açıdan incelendiği bir yazıdır. Yazarımız da
zaten bir mahkeme azasıdır. ] SF, Nu. 366, s. 18.
Ahmet Reşit, bk. [REY] Ahmet Reşit
136
Cenap Şehabettin -Musahabe-i Edebiye 43- Tefrit ve Đfrat, [Servet-i Fünun’a karşı
yapılan eleştirilerin bir ölçü ve nizam taşımadığını, sırf eleştiri olsun diye
yazılan tenkitlerin olduğunu konu alan bunu eleştiren bir makaledir. ] SF,
Nu. 387, s. 356.
Cenap Şehabettin, Hac Yolunda, [Cenap Şehabettin’in mektuplar hâlinde gezi
notlarını aktardığı eseridir. ] SF, Nu. 367, s. 34; SF, Nu. 388, s. 370; SF,
Nu. 356, s. 275.
Cenap Şehabettin, Hatıra-i Yar, [Eser, aruz ölçüsüyle, sone biçiminde yazılmıştır. ]
SF, Nu. 360, s. 338.
Cenap Şehabettin, Kable’l Garam, [Đki dörtlüktür, aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 357,
s. 290.
Cenap Şehabettin, Mest ü Müstağrak, [Altı dörtlükten oluşan şiirde aruz
kullanılmıştır. ] SF, Nu. 357, s. 290.
Cenap Şehabettin, Mest ü Mütefekkir, [Yedi dörtlüktür, aruz] SF, Nu. 357, s. 290.
Cenap Şehabettin, -Musahabe-i Edebiye - Fransız Şura-yı Hazırası, [Fransız
şairlerinin eserde alfabetik sırayla inceleneceği ifade edilmiş ama eser
boyunca Mallarme ve Sembolizm üzerinde durulmuş, yeni bir şair
incelemeye alınmamıştır. Bu durum yazının sonunda itiraf edilmiş ve
buna daha sonraki yazılarda dikkat edileceği ifade edilmiştir. ] SF, Nu.
360, s. 338.
*Cenap Şehabettin, -Musahabe-i Edebiye 43-, [Ahmet Kemal’in ‘Okurken’ adlı
şiirinde geçen tehayyür ve tefekkür üzerine oluşturulan bir cevap
yazısıdır. Đsim verilmeden ‘Şaşırma, düşünme tatildir. ’, cümlesi etrafında
bir takım cevaplar verilmiştir. ] SF, Nu. 391, s. 6.
Cenap Şehabettin, Nekahet-i Kalbiye, [Üç dörtlükten oluşan eserde aruz ölçüsü
kullanılmıştır. ] SF, Nu. 361, s. 354.
137
Cenap Şehabettin, Pürhazin-i Heves, [On dörtlükten oluşan sevgilinin anlatıldığı bir
şiirde aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 359, s. 322.
Cenap Şehabettin, Saadet, [Aruz ölçüsüyle yazılan eser on bir adet dörtlükten
meydana gelmiş ve Kardeşim Ali Nusret’e ithafıyla yayınlanmıştır. ] SF,
Nu. 369, s. 69.
Cenap Şehabettin, Yazdıklarıma Karşı, [Şiirde aruz ölçüsüyle sone biçiminde
yazılmıştır. ] SF, Nu. 373, s. 130.
[COPPEE], François, Arslan Pençesi, [Küçük hikâye tarzındadır. ] SF, Nu. 400, s.
157.
[COPPEE], François, Mütercimi: Tevfik Fikret: Baharda, [ 23 Haziran 1314 tarihiyle
birlikte F. Coppee imzasıyla yayımlanmıştır. ] SF, Nu. 382, s. 282.
[COPPEE], François, Servet-i Fünun’un Romanı, François Coppee, Mücrim,
Mütercimi: Ahmet Đhsan, [Roman tefrikası, 318 numaralı nüshadan
başlayan romanın hitamıdır. ] SF, Nu. 356, s. 284.
Ç. Sami, bk. [MORTAN] Sami
[DAUDET], Alphonse, Safu, Mütercimi, Mehmet Rauf, xHikâye(Tercüme) SF, Nu.
359, s. 322.
[DAUDET], Alphonse, T. F. Alphonse Daudet’in Bir Şiiri, [Çeviri şiirdir. Đki
sekizlikten oluşmuştur. ] SF, Nu. 359, s. 322.
E(lif) N(un), -Bedayi-i’l Arap- Đbni Farızdan, [Farsça verilen beyitlerin anlamları
Osmanlıca olarak verilmiştir. Altı Farsça beyit açıklamalarıyla birlikte
verilmiştir. ] SF, Nu. 385, s. 330.
E(lif) N(un), -Bedayi-il Arap- Fadıl Bin Yahya Đle Bir Arabî Der ki, [Farsça verilen
beyitlerin anlamları Osmanlıca olarak verilmiştir. Fadl ile bir çöl Arabı
arasında geçen sohbet aktarılmıştır. ] SF, Nu. 387, s. 359.
138
[ERSOY], Mehmet Akif, -Bedayiil Arap-, Bostandan, [Bostan’dan şiirler çevrilmiş
ve şerh edilmiştir. ] SF, Nu. 399, s. 134.
Esat Necip, Girye-i Hüsran, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiir, üç dörtlük ve bir
beşlikten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 399, s. 134.
Esat Necip, bk. Tevfik Fikret157
Faik Ali, bk. [OZANSOY] Faik Ali
H. Nazım, bk. [REY] Ahmet Reşit158
Halit Ziya, bk. [UŞAKLIGĐL] Halit Ziya
Hüseyin Cahit, bk. [YALÇIN] Hüseyin Cahit
Hüseyin Daniş, bk. [PEDRAM] Hüseyin Daniş
Hüseyin Siret, bk. [ÖZSEVER] Hüseyin Siret
Hüseyin Suat, bk. [YALÇIN] Hüseyin Suat
Đbrahim Cehdi, Babam, Olimp Vadisinde, 27 Şubat 1313 tarihinde yazılmış ve
‘Faika’ya ithaf edilmiştir. Aruz ölçüsünün kullanıldığı eserin nazım
biçimi sonedir. SF, Nu. 369, s. 70.
Đbrahim Cehdi, Hayal-i Derbeder, [Eser Tevfik Fikret Bey’e ithafıyla, 22 Mayıs
1314 tarihinde aruz ölçüsü kullanılarak yazılmıştır. ] SF, Nu. 380, s. 243.
Đbrahim Cehdi, Leyl-i Telakki, [27 Nisan 1314 tarihiyle yayınlanan eser de aruz
ölçüsü kullanılmış ve nazım biçimi olarak sone tercih edilmiştir. ] SF, Nu.
375, s. 166.
157 ARTAN, Gündüz; Takma Ad-Soyadı-Rumuz Dizinleri, (Tanzimat’tan Günümüze), Türk
Kütüphaneciler Derneği Đçel Şubesi Yay. Đçel, Şubat-1994, s. 10. 158 BĐNARK, Naile; Saide ASLANBEK; Tanzimattan Bugüne Türk Yazı Hayatında Takma Adlar
Đndeksi, Türk Kütüphaneciler Derneği Yay. Ankara-1971, s. 16.
139
*Đbrahim Cehdi, -Musahabe-i Edebiye37- Đki Söz Daha, [Hayattaki sürekli değişimin
gayet tabii olduğu vurgulandıktan sonra günlük hayattaki değişiklikleri
dikkat çekiliyor. Edebiyatın da hayatın bir yansıması olması nedeniyle
Servet-i Fünuncuların edebiyatta yaptığı değişikliği gayet tabii olarak
değerlendiriyor. Servet-i Fünun’un savunması yapılıyor ve meydana
getirdikleri yeni edebiyat makalenin içeriğini oluşturuyor. ] SF, Nu. 367,
s. 38.
Đbrahim Cehdi, Nazire-i Temayül, [Eser 17 Temmuz 1314 tarihiyle birlikte
yayınlanmıştır. Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiirde nazım biçimi olarak
sone tercih edilmiştir. ] SF, Nu. 388, s. 376.
Đbrahim Cehdi, Peyam-ı Duradur, [Aruzla yazılan eser üç dörtlük bir ikilikten
oluşmuştur. ] SF, Nu. 372, s. 115.
Đbrahim Cehdi, Şantöz, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiirde nazım biçimi olarak sone
kullanılmıştır. Eser 9 Nisan 1314 tarihini de taşımaktadır. ] SF, Nu. 373,
s. 130.
Đbrahim Cehdi, Tehassüs-i Daimi [Eser 23 Haziran 1314 tarihinde kaleme alınmıştır.
Aruz kullanılmış ve iki dörtlük ve bir altılıktan vücuda gelmiştir. ] SF,
Nu. 383, s. 294.
Đmzasız, -Đstanbul Postası, [Đstanbul’a kış mevsiminin erken gelişi, soğuklar ve
fırtına, kömür fiyatlarının artışı gibi günlük olaylar yazının içeriğini
oluşturur. Fakirler yararına düzenlenen balolar da eserde anlatılan konular
arasında yer alır. ] SF, Nu. 362, s. 370.
Đmzasız, -Đstanbul Postası-, [Đstanbul’da başlayan karnaval, balolar hakkında bilgiler
veriliyor. Ayrıca Đstanbul’a gelen Fransız tiyatrosu hakkında da bilgiler
veriliyor. ] SF, Nu. 365, s. 13.
Đmzasız, Đstanbul Postası, [Servet-i Fünun muharriri Mahmut Sadık Bey ve yazarın
Đstanbul balolarını gezmeleri ve buradaki izlenimleri eserin içeriğini
oluşturur. ] SF, Nu. 358, s. 306.
140
Đmzasız, Osmanlı Kibritleri Küçük Çekmece Fabrikasını Ziyaret, [Gezilen fabrikada
nasıl üretildiği anlatılmıştır. On sekiz aşamada kibritin imal safhaları izah
edilmiştir. ] SF, Nu. 393, s. 35.
Đmzasız, -Resimlerimiz- [Emin Paşanın vefatı ve hayat hikâyesi kısaca anlatılmıştır. ]
SF, Nu. 365, s. 11.
Đmzasız, -Resimlerimiz- [Resimlerimiz köşesinde dergide yayımlanan bazı resimlerle
ilgili açıklamalar yapılır. Bu sayıda ise kapakta yayınlanan Giritli
öğrencilerin durumuyla ilgili bir takım sonuçlara gidilmiştir. Resimden
hareketle Giritli çocukların fakirliği, padişahın da tebaası arasında ayrım
yapmadan yardım ettiği anlatılmaktadır. ] SF, Nu. 358, s. 316.
Đmzasız, -Resimlerimiz- Hanif Efendi, [Đbrahim Hanif Efendinin vefatı ve kısa
özgeçmişinin aktarıldığı bir yazıdır]. SF, Nu. 365, s. 11.
Đmzasız, -Resimlerimiz- Rusya Harbiye Nazırı General Gorapotekin, [ Rusya
Harbiye Nazırının kısa öz geçmişi anlatılmaktadır. ] SF, Nu. 365, s. 11.
Đmzasız, -Resimlerimiz-, Kanatlı Velespit, [Mösyö Ader adında bir Fransız’ın inşa
ettiği Ovon adlı balon ve diğer balonlar anlatılır. Eserin içeriğini kısaca
havada seyahat meselesi oluşturur. ] SF, Nu. 386, s. 343.
Đmzasız, Resimlerimiz, Saadetlü Sakızlı Ohannes Efendi Hazretleri, [Ohannes
Efendinin kariyeri ayrıntılarıyla verilir. Şahsın çok hızlı gelişen üst düzey
memuriyeti ve bu memuriyetlerde kısa sürede gerçekleşen terfileri
anlatılmış ve daha sonra Mekteb-i Mülkiye-i Şahane hocalığı üzerinde
durulmuştur. ] SF, Nu. 356, s. 283.
Đmzasız, Resimlerimiz, Sadık El Müeyyet Bey, [Sadık El Müeyyet Bey, doğumundan
alınmış, yapmış olduğu Afrika gezisi ve bu gezinin önemi, almış olduğu
devlet görevleri aktarıldıktan sonra, Sadık Bey’e Servet-i Fünun’a yazdığı
yazılardan dolayı teşekkür edilerek eser tamamlanmıştır. ] SF, Nu. 357, s.
298.
141
Đmzasız, Ruz-ı Mehasin-i Hazret-i Hilafetpenahi, [Đki bölümden oluşmuş bir şiirdir. ]
SF, Nu. 390, s. 401.
Đmzasız, Selamlık Resm-i Alisi, [Sultanın mutat olarak Cuma günleri Hamidiye
Camii’nde selamlığa çıkmasına dair haberler verilmiştir. ] SP Nu. 356 s.
137.
Đmzasız, Tekrir-i Mükerrer, [Eser sonunda 8 Temmuz 1314 tarihi de yayınlanmış ve
şiir altı dörtlükten oluşmuş ve aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 387, s. 359.
Đmzasız, -Yeni Kitap-, [Hamdi Beyzade Osman Adil Beyefendi’nin bir kitabı
tanıtılmıştır. ] SF, Nu. 396, s. 90.
Đsmail Safa, Ayasofya, [11 Şubat 1313 tarihinde aruzla yazılmıştır. Altı dörtlükten
oluşmuştur. ] SF, Nu. 364, s. 405.
Đsmail Safa, Bedr-i Tam, [Đki bölümden oluşan eser serbest müstezat şeklinde 14
Mart 1314 tarihinde kaleme alınmıştır. ] SF, Nu. 367, s. 50.
Đsmail Safa, Bir Şarkı, [Eser 27 Mayıs 1314 tarihiyle birlikte yayınlanan şiir üç
dörtlükten oluşmuştur. Her dörtlüğün son dizesi nakarattır. ] SF, Nu. 378,
s. 211.
Đsmail Safa, Bir Vidadname, [Bursa’da ‘Fevaid’ risalesi sermuharriri Celal Paşazade
Rıfat Bey’e ithaf edilmiştir. Gedikpaşa’da 6 Şubat 1313 tarihinde, aruz
ölçüsüyle yazılmıştır. ] SF, Nu. 363, s. 388.
Đsmail Safa, Derdim Diyorum, [3 Mart 1314 tarihinde yazılmıştır. Aruz ölçüsü
kullanılmıştır. Dokuz beyitten oluşmuştur. ] SF, Nu. 367, s. 37.
Đsmail Safa, Hatıra-i Mukaddese, [Eser, on iki dörtlükten oluşmuş ve 29 Kanun-ı
Sani 1313 tarihinde aruz ölçüsüyle yazılmıştır. ] SF, Nu. 362, s. 384.
Đsmail Safa, Đbtihal, [Eser üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm, altı dize; ikinci
bölüm, dört dize; üçüncü bölüm dört dizedir. Eser aruz ölçüsü
kullanılarak 18 Mayıs 1314 tarihinde yazılmıştır. ] SF, Nu. 378, s. 211.
142
Đsmail Safa, -Makale-i Mahsusa 38- Tenkidat, [Tenkidin önemi, tenkidin kırıcı
olmaması gerektiği, tenkide kullanılması gereken üslup konuları üzerinde
durulduktan sonra değişik şiirler tahlil edilerek tenkidin örnekleri
verilmiştir. ] SF, Nu. 375, s. 162.
Đsmail Safa, Muamma, [Eser 15 Mayıs 1314 tarihinde, aruzla yazılmış ve beş beyit,
iki dörtlük ve bir ikilikten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 377, s. 199.
*Đsmail Safa, -Musahabe-i Edebiye 36- [Daha önce Tevfik Fikret tarafından yazılan
makalenin bir devamı niteliğini taşır. Servet-i Fünun’un savunmasının
yapıldığı yazıda daha ziyade şairlerin dillerinin anlaşılmadığı konusu
üzerinde durulmuştur. Servet-i Fünun’da yazan bir şair olarak Đsmail Safa
şiir örnekleriyle beraber bu görüşü karşı olan tavrını ortaya koymuştur.
Makale 26 Şubat 1313 tarihini taşımaktadır. ] SF, Nu. 366, s. 21.
*Đsmail Safa, -Musahabe-i Edebiye39- Şiir Hakkında, [Şiir ve nazmın farkları, bir
şiirde bulunması gereken özellikler, şiir parçaları vasıtasıyla izah ediliyor.
Đktibaslara yer veriliyor. ] SF, nu. 381, s. 259.
Đsmail Safa, Nahbe-i Mazi, [Beş dörtlükten oluşan eser, 7 Mart 1314 tarihinde aruzla
yazılmıştır. ] SF, Nu. 367, s. 37.
Đsmail Safa, Sefalet-i Baride, [Aruz ölçüsüyle, 5 Şubat 1313 tarihinde, serbest
müstezat tarzında yazılmıştır. ] SF, Nu. 363, s. 387.
Đsmail Safa, Şakirdlerime, [19 Şubat 1313 tarihinde aruzla yazılan eser, yirmi bir
beyitten oluşmuştur. ] SF, Nu. 363, s. 387.
Đsmail Safa, Şiir Hakkında, [Şiirin her şeyden bir zevk işi olduğu vurgulanmıştır. Hâl
böyle olunca iyi şiir kişiden kişiye değişecektir. Ancak iyi bir şiirde
fesahat ve belagatin bulunması da şarttır. Eser 10 Nisan 1314 tarihinde
kaleme alınmıştır. ] SF, Nu. 372, s. 114.
Jerom Döse, Hüseyin Cahit (Çev. ), Jerom Döse: Firar, [Hikâye tercümesidir. ] SF,
Nu. 363, s. 387.
143
Kadri, Çocuklarda Kuvve-i Hayaliye, [Çocukların hayatı izahta hayalin yeri ve
önemi irdelenmiştir. ] SF, Nu. 399, s. 141.
Kadri, Đngiliz Terbiyesi, [Victor Hugo’ya ait olan makalenin çevirisi yapılmıştır.
Đngiliz eğitim sistemi, metanet ve kuvvet konusu üzerinde durulmuştur. ]
SF, Nu. 386, s. 349.
*Kadri, Norveç Kadınları ve Mekatib-i Muhtelife, [Fransa’da yayınlanan Norveç
Kadınları adlı eser ve eserde anlatılan eğitim sistemi ve karma eğitim
sistemi incelenmiştir. ] SF, Nu. 398, s. 123.
Mehmet Akif, bk. [ERSOY] Mehmet Akif
Mehmet Emin, bk. [YURDAKUL] Mehmet Emin
M. K(af), –Resimlerimiz-, Arzu-yı Melhuz, Ressam Halil Beyefendi. [365 numaralı
nüshada yayımlanan Levha-yı Dilrüba tablosunun ressamı, Halil
Beyefendi tanıtılmış, resim tetkik edilmiştir. ] SF, Nu. 368, s. 51.
M. Rüştü, Anın Mecruh, [Eser dört dörtlükten meydana gelmiş aruz ölçüsü
kullanılmıştır. ] SF, Nu. 394, s. 52.
M. Sadık, Muhasebe-i Fenniye, [Madde, kuvvet, tabiatta hiçbir şey yok olmaz,
yoktan var olmaz düsturu, sermaye ve ticaret, kripton gazı gibi konular
makalenin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 381, s. 258.
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye- [Ramazan ayının başlamış olması münasebetiyle bu
ayda bol tüketilen gıda maddeleri üzerinde durulmuştur. Yumurta, tatlılar,
baharatlar gibi gıda ürünleri ayrıntılı olarak aktarılır. Ürünler hem
kullanılış hem de faydaları bakımından incelenir. ] SF, Nu. 361, s. 354.
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Bu makalede ise veterinerlik ve basiller konusu
üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 388, s. 374.
144
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Burgoya adlı vapurun bir Đngiliz gemisiyle
çarpışması sonucu batması, musademat-ı bahriye konu edilmiştir. ] SF,
Nu. 385, s. 322.
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Cazibe kanununun keşfi, Newton, ışık ve mıknatıs
gibi konular eserde incelenmiştir. ] SF, Nu. 398, s. 115.
M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Cismin (vücudun) terbiyesi, okullarda tesiri,
faydaları, havada seyahat, uçma makinesi gibi konular makalenin
içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 386, s. 338.
M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Coğrafya terimi, kökeni tarihi gelişimi, alt bilim
dalları ve okyanus bilim eserin konusunu oluşturmaktadır. ] SF, Nu. 356,
s. 282.
*M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Edebiyatta ve fende renkler konusu ayrıntılı olarak
incelenmiştir. Ayrıca renklerin tesiri üzerinde de durulmuştur. ] SF, Nu.
365, s. 6.
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Elektrik, elektriğin terakkiyatı, medeniyete tesiri
ve ülkemizdeki durumu anlatılmıştır. ] SF, Nu. 399, s. 132.
M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Eserde kısa kısa birçok konuya değinilmiştir. Ülfet
ve itiyat, medeniyet-i fikriye, aşk ve şiddetli sevda gibi…] SF, Nu. 380, s.
242.
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Eserde kumaşlar ve kumaş çeşitleri üzerinde
durulmuştur. ] SF, Nu. 400, s. 147.
M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Eserin içeriğini akıl, dimağ ve akıl sağlığı oluşturur.
] SF, Nu. 373, s. 138.
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Fen eğitimi, on- on beş yılda ideal eğitim gibi
konular eserin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 397, s. 103.
145
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye, [Fenni gelişmeler, nakliye ve haberleşme
araçlarındaki yenilikler, mesuliyet kanunu, uzaktan işitmek ve görmek
gibi konular kısa kısa makale içinde irdelenmiştir. ] SF, Nu. 382, s. 274.
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Gemilerin çarpışması, sisli havalarda açık sularda
nasıl yol alınacağı, gözün görmediği durumlarda sesle nasıl yön tayin
edileceği gibi mevzular makalenin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 389, s.
388.
M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Đnsanın tabiiyeti, mekânın insan psikolojisine etkisi,
kuzuların doğumu, tıpta ihtilaflar gibi konular makalenin içeriğini
oluşturur. ] SF, Nu. 384, s. 306.
M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Đnsanlar arasındaki farklılıklar, medeni gelişmenin
insanlar üzerindeki etkisi, hayat tarzının insanlar üzerindeki etkisi
irdelenmiştir. ] SF, Nu. 379, s. 237.
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Đstanbul’daki kış şartları ve kuşların göçü, kuşların
yön bulma duyuları makalenin içeriğini oluşturmaktadır. ] SF, Nu. 388, s.
377.
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye, [Đstanbul’un hemen hemen genelinde yaşanan bir
kırgınlık ve hâlsizlik hastalığının bulunduğu ve bunun sebepleri,
çözümleri yabancı doktorların görüşlerinden de yararlanılarak aktarılıyor.
] SF, Nu. 369, s. 74.
M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Küçük ve büyük çapta tüfekler, silahsızlanma,
tüfeklerin kurşunları ve tesiri, askerlerde ne çapta tüfeklerin bulunması
gerektiği gibi unsurlar eserin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 392, s. 19.
M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Mühür ve parmak nişanı, Hindistan’da parmak
nişanlı resimlerin tetkiki, gölge rengi makalenin içeriğini oluşturmaktadır.
] SF, Nu. 390, s. 404.
146
M. Sadık, Musahabe-i Fenniye-, [Nezaket kuralları, insanlar arasında mizaç
farklılıkları, harbin sebepleri, terk-i silah, terakkiyat-ı fikriye gibi konular
üzerinde kısa kısa durulmuştur. ] SF, Nu. 394, s. 50.
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Semada görülen parıltılar, güneş lekeleri,
makalenin içeriğini teşkil eder. ] SF, Nu. 396, s. 83.
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Taklit, insanın taklide olan meyli, tahsil ve
terbiye, çocuk terbiyesi, roman ve gazetelerin taklit bakımından tesiri,
tiyatro ve taklit gibi konular üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 383, s. 290.
M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Tütün tiryakiliği, tütünün zararları, balıkların ve
hayvanların lisanı eserde incelenmiştir. ] SF, Nu. 357, s. 290.
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye, [Uyku, uykunun evreleri, rüyalar, dimağda ahenk ve
intizam, musiki ve uyku konuları makalenin içeriğini oluşturmaktadır. ]
SF, Nu. 387, s. 354.
M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Verem, veremin çaresi, veremin sebepleri, vereme
karşı yapılan çalışmalar eserin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 391, s. 4.
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye, x[Kokular, koku ve renk ilişkisi, açık ve koyu
elbiseler gibi konular makalenin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 392, s. 19.
M. Sadık, Şövalye Fausto Zonaro, [Beşiktaş’ta evini galeri hâline getiren ressamın
sergi çalışına davet edilen yazar, sergiye gidişini ve oradaki resim ve
ressamlarla ilgili izlenimlerini aktarır. ] SF, Nu. 375, s. 171.
Mehmet Emin (Rüsumat Emaneti Evrak Müdürü), Ah Analık Yahut Ninemin Duası,
[Hece ölçüsü kullanılan eser “Tevfik Fikret Bey’e” ithafıyla
yayınlanmıştır. Eğribel’de 3 Teşrin-i Sani 1314 tarihinde kaleme
alınmıştır. ] SF, Nu. 399, s. 134.
Mehmet Emin (Rüsumat Emaneti Evrak Müdürü), Biz Nasıl Şiir Đsteriz? [Bu şiirde
halk edebiyatına dönüşün sinyali verilir. Hece ölçüsüyle yazılan eserde
147
halkın rahatlıkla anlayabileceği, Anadolu’dan yararlanan bir şiir
isteniliyor. Böyle bir şiirin Servet-i Fünun’da yayınlanmış olması gayet
önemlidir. Eser üç beşlikten oluşur. ] SF, Nu. 380, s. 244.
Mehmet Emin (Rüsumat Emaneti Evrak Müdürü), Güzellik ve Kardeşlik Karşısında,
[Dört bölümdür, her bölümde sekiz dize vardır. Serbest müstezat tarzında
yazılan şiirin sonunda Mehmet Emin’e unvan olarak rüsumat emaneti
evrak müdürü nitelemesi yapılmıştır. ] SF, Nu. 380, s. 244.
Mehmet Rauf (Mütercim), Alphonse Daudet: Safu, SF, Nu. 359, s. 332.
Mehmet Rauf, Bahr-ı Muhitte, [Eylül 1313] SF, Nu. 357, s. 290.
Mehmet Rauf, Benim Kalbim, [Üç bölümden oluşmuş bir mensuredir. ] SF, Nu. 366,
s. 23.
Mehmet Rauf, Benim Olsaydın, [Mensure 8 Nisan 1314 tarihini taşımaktadır. Üç
bölümden oluşmuştur. ] SF, Nu. 376, s. 180.
Mehmet Rauf, Ebr-i Melal, [Şubat 1313 tarihini taşıyan eser üç bölümden
oluşmuştur. ] SF, Nu. 367, s. 38.
Mehmet Rauf, Halit Ziya, Hayat ve Hususiyeti, Mai ve Siyah’ın intişarı
münasebetiyle, [Mehmet Rauf’un Halit Ziya ile görüşmek üzere
Şehzadebaşı’na davet edildiği, davetten önce Halit Ziya ile ilgili görüşleri
aktarılır. Tanışma ayrıntılarıyla aktarıldıktan sonra Mai ve Siyah’ın
tarihçe-i telifi anlatılır. Halit Ziya’ya olan hayranlık eserin farklı
bölümlerinde defaatle aktarılmıştır. ] SF, Nu. 357, s. 298.
Mehmet Rauf, Hiçbir Yer, [Mensure, üç bölümden oluşmuştur. Tarabya’da 28
Temmuz 1314 tarihinde kaleme alınmıştır. ] SF, Nu. 388, s. 376.
Mehmet Rauf, -Hikâye- Küçük Remzi, [Hikâye tefrikasıdır. ] SF, Nu. 358, s. 316.
148
Mehmet Rauf, Kadın Đhtiyacı, mensure, [Yazarın ruhu dinlendirecek, teselli edecek
bir kadına duyulan hararetli ihtiyacı ve isteği anlatılır. ] SF, Nu. 358, s.
308.
Mehmet Rauf, Kıştan Sonra, [Đki bölümden oluşmuş bir mensuredir. ] SF, Nu. 365, s.
4.
Mehmet Rauf, Kimsesizliklerim, [Đki bölümden oluşmuş olan bir mensuredir. ] SF,
Nu. 368, s. 50.
Mehmet Rauf, Matemlerim, [Tek bölümden oluşan mensurede yazarın duygu
salınımlarından bir bölüm aktarılmıştır. ] SF, Nu. 369, s. 70.
Mehmet Rauf, Tarabya Tahassüsatı, [Mensure üç bölümden oluşmuştur: 1. Nisan
gecesi 2. Nisan sabahı 3. Bülbüle karşı. Ayrıca eser 3 Nisan 1314 tarihiyle
birlikte yayınlanmıştır] SF, Nu. 375, s. 166.
Mehmet Rauf, Tarabya Tahassüsatından, Kireç Burnunda, [Mensure, iki bölümden
oluşmuştur. ] SF, Nu. 391, s. 10.
Mehmet Rauf, Tarabya Tahassüsatından, Mehtap, [Mensure, iki bölümden meydana
gelmiştir. ] SF, Nu. 394, s. 51.
*Mehmet Rauf, Tekamül-i Tenkit , Mukaddime, [On birinci yüz yıldan itibaren
tenkidin gelişimine dikkat çekilir. On birinci yüz yılda yetişmiş olan
münekkitler üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 371, s. 106.
*Mehmet Rauf, Tekâmül-i Tenkit , On Sekizinci Asır, [Tenkidin [on sekizinci asra
kadar olan durumu ve on sekizinci asırda meydana gelen yenilikler
anlatılır. Özellikle Rousseau üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 372, s. 120.
*Mehmet Rauf, -Tekamül-i Tenkit 6-, 1865-1880 On Dokuzuncu Asır Đkinci Devre,
[381 numaralı nüshadan beri devam eden Taine’nin tenkitte fenni usulü
üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 383, s. 296.
149
*Mehmet Rauf, -Tekâmül-i Tenkit 6-, Dokuzuncu Asır Üçüncü Devre, 1865-1880.
[H. Taine’nin tenkitte tamamen pozitif bilimin kullanılması gerektiği
düşüncesi açıklanmaya devam edilmiştir. 381 numaralı nüshadan bu yana
devam eden seri makaledir. ] SF, Nu. 376, s. 195.
*Mehmet Rauf, -Tekâmül-i Tenkit- On Dokuzuncu Asır Đkinci Devre 1730-1765, [On
dokuzuncu asrın ikinci yarısı ve özellikle Saint Bouvveau üzerinde
durulmuştur. ] SF, Nu. 377, s. 202.
*Mehmet Rauf, -Tekâmül-i Tenkit- On Dokuzuncu Asır Đkinci devre 1830-1865.
[Usul-ı tenkitte fenni tarzı savunan Taine ile buna karşı Bouvveau’nun
görüşü üzerinde durulur. Đki anlayış karşılaştırılarak farklılıkları ve
ortaklıkları ortaya konulur. ] SF, Nu. 375, s. 202.
*Mehmet Rauf, -Tekâmül-i Tenkit- On Dokuzuncu Asır Đkinci Devre 1865-1880,
[Taine’nin tenkit anlayışı ve tenkidin fenni bir usül hâline gelmesi ve
buna karşı tezler üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 381, s. 269.
*Mehmet Rauf, -Tekâmül-i Tenkit- On Dokuzuncu Asır, I. Devre, 1700-1730, [On
dokuzuncu asırda meşhur olan münekkitler üzerinde durulmuştur.
Brunetiere, Paul Albert, gibi…] SF, Nu. 374, s. 186.
*Mehmet Rauf, -Tekamül-i Tenkit-, [Taine’nin tenkit anlayışının izah edildiği
makaleye devam edilmiş ve tenkitte fenni usül üzerinde durulmuştur. ]
SF, Nu. 384, s. 310.
*Mehmet Rauf, Tekâmül-i Tenkit, Mukaddime, [Batı tenkidinin tarihinden ziyade
Batıda tenkidin gelişimine katkıda bulunan isimler üzerinde durulmuştur.
] SF, Nu. 368, s. 59.
*Mehmet Rauf, Tekamül-i Tenkit, Mukaddime, [Latin edebiyatı da irdelenerek tenkit
alanında yapılan çalışmalar eserin konusunu oluşturmuştur. ] SF, Nu. 369,
s. 75.
150
*Mehmet Rauf, Tekâmül-i Tenkit, Mukaddime, [On birinci yüz yıldan itibaren
tenkidin gelişimine dikkat çekilir. Tenkidin gelişmesinde hizmeti olan
Dekart ve akımlardan (Klasizm gibi) söz edilir. ] SF, Nu. 370, s. 90.
Menemenlizade Tahir, Cumudat, [Aruzla, sone biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 368,
s. 50.
Menemenlizade Tahir, Meyuse, [Aruz ölçüsüyle sone biçiminde yazılmıştır. ] SF,
Nu. 372, s. 114.
[MORTAN], Sami, Đmtihan Korkusu. [Đmtihan korkusunun tekrar hatırlanmasının
bile şiddetli ve etkili bir tesir uyandırdığı eserde anlatılır. Sone nazım
biçimi, aruz ölçüsü kullanılmıştır. ] SF, Nu. 358, s. 308.
Münir, Sofya’dan Mektup, [Sofya’da günlük hayat, insanların meşgaleleri, Sofya’nın
çarşıları anlatılmıştır. ] SF, Nu. 397, s. 109.
Münir, Sofya’dan Mektup, Bulgar Köy Düğünleri, [Bulgaristan’daki köy düğünleri
adet ve gelenekler anlatılmıştır. ] SF, Nu. 393, s. 43.
Osman Galip, bk. M[ahmut] Sadık
[OZANSOY], Faik Ali, Ben Đsterim ki, [Eser Mai ve Siyah müellifine ithaf edilmiş
ve sone biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 373, s. 131.
[OZANSOY], Faik Ali, Benim Simâ-yı Hayalim, [9 Mayıs 1314 tarihini taşıyan
eserde aruz ölçüsü kullanılmış ve sekiz dörtlükten oluşur. ] SF, Nu. 381,
s. 263.
[OZANSOY], Faik Ali, Daima, [11 Ağustos 1314 tarihinde kaleme alınan eser, yedi
beşlikten meydana gelmiştir. Aruz ölçüsü kullanılmıştır. ] SF, Nu. 398, s.
118.
[OZANSOY], Faik Ali, Emel-i Müzehher, [Eserin sonunda 1 Nisan 1314 tarihi de
yayınlanmıştır. Şiir sekiz üçlükten oluşmaktadır. Şair eserini kardeşine
ithaf etmiştir. Aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 372, s. 115.
151
[OZANSOY], Faik Ali, Eski Bir Hayal, [Eser Đstanbul’da 1 Mayıs 1313 tarihinde
kaleme alınmıştır. Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiir, üç dokuzluk ve bir
beşlikten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 397, s. 102.
[OZANSOY], Faik Ali, Ey Sen, [Beş bölümden oluşmuş ve her bölümde beş dize
vardır. Aruz ölçüsü kullanılmıştır. ] SF, Nu. 392, s. 22.
[OZANSOY], Faik Ali, Guruptan Sonra, [Eser 1 Temmuz 1314 tarihinde aruzla
yazılmış ve dört bölümden oluşur. ] SF, Nu. 385, s. 327.
[OZANSOY], Faik Ali, Hafayâ-yı Leyal 1, [Altı dörtlükten oluşmuş ve Bursa’da 23
Kanun-ı Sani 1313’te aruzla yazılmıştır. ] SF, Nu. 364, s. 405.
[OZANSOY], Faik Ali, Hafayâ-yı Leyal 3, Denizin Kenarında, [Şiir “Valideme”
ithafıyla yayınlanmıştır. Aruzun kullanıldığı eser, altı adet altılıktan
oluşmuş ve Haziran 1314 tarihini taşımaktadır. ] SF, Nu. 382, s. 282.
[OZANSOY], Faik Ali, Hafayâ-yı Leyal-2 [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiir on yedi
üçlükten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 370, s. 85.
[OZANSOY], Faik Ali, Manâ-yı Feryat, [Ağustos 1314 tarihiyle yayınlanan eser,
dört dörtlük ve bir üçlükten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 395, s. 71.
[OZANSOY], Faik Ali, Sevdâ-yı Münevver, [Şiir dört dörtlükten oluşan eserde aruz
ölçüsü kullanılmış ve şiirin başında Abdülhak Hamit’ten bir beyit alıntı
yapılmıştır. ] SF, Nu. 376, s. 179.
[OZANSOY], Faik Ali, Teellüm, [Eser 17 Temmuz 1314 tarihiyle birlikte
yayınlanmıştır. Eser iki dörtlük, iki üçlük ve bir mısranın bir araya
gelmesiyle oluşmuştur. ] SF, Nu. 387, s. 359.
[OZANSOY], Faik Ali, Tenvim-i Hissiyat, [Tevfik Fikret Bey’e ithafıyla yayımlanan
eser soneyle Bursa’da 30 Kanun-ı Sani 1313 tarihinde kaleme alınmıştır. ]
SF, Nu. 366, s. 24.
152
[OZANSOY], Faik Ali, Yâd-ı Müvellid, [Hüseyin Rıza’ya ithaf edilmiş, soneyle ve
aruz ölçüsü kullanılarak yazılmıştır. ] SF, Nu. 377, s. 199.
[ÖZSEVER], Hüseyin Siret, Issız Köy, [Hüseyin Cahit Bey’e ithafıyla yayınlanan
eser sone nazım biçiminde aruzla yazılmıştır. Eser Rumeli Hisarı’nda 13
Ağustos 1314 tarihinde kaleme alınmıştır. ] SF, Nu. 391 s. 11.
[ÖZSEVER], Hüseyin Siret, Dalgalar, [Mensure, Şişli’de 30 Mart 1314 tarihinde
yazılmıştır. Dört bölümden oluşmuştur. Siret imzasıyla. ] SF, Nu. 369, s.
71.
[ÖZSEVER], Hüseyin Siret, Her Gün, [Şişli’de 22 Şubat 1313 tarihinde aruz
ölçüsüyle yazılmıştır. Siret imzasıyla. ] SF, Nu. 365, s. 4.
[ÖZSEVER], Hüseyin Siret, Sevda-yı Kihnisal [Yirmi iki dörtlük, bir dizeden oluşan
eser, “Tevfik Fikret Bey’e” ithaf edilmiş, aruz ölçüsü kullanılmıştır. Siret
imzasıyla. ] SF, Nu. 362, s. 375.
[ÖZSEVER], Hüseyin Siret, Sevdâ-yı Medfun, [Eser Şişli’de 5 Nisan 1314 tarihinde
aruzla yazılan eser, dört dörtlük ve dört üçlükten oluşmaktadır. Siret
imzasıyla. ] SF, Nu. 376, s. 179.
[ÖZSEVER], Hüseyin Siret, Sükunet-i Şabane, [Đki dörtlük ve iki üçlükten oluşan
eser, sone nazım biçiminde yazılmıştır. Siret imzasıyla. ] SF, Nu. 363, s.
388.
[ÖZSEVER], Hüseyin Siret, Şiir-i Yekrenk, [Eser Şişli’de 27 Şubat 1313 tarihinde
aruzla yazılmış ve üç adet beşlikten oluşur, aruz kullanılmıştır. Siret
imzasıyla. ] SF, Nu. 366, s. 25.
[ÖZSEVER], Hüseyin Siret, Kitab-ı Garam, [Eser üç dörtlükten meydana gelmiş ve
aruzla yazılmıştır. ] SF, Nu. 388, s. 376.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, [30 Temmuz 1314 tarihinde kaleme alınan eser, iki
dörtlük bir üçlükten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 388, s. 377.
153
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Albümü Karıştırıyordum, [15 Mart 1313 tarihinde sone
biçiminde kaleme alınmıştır. ] SF, Nu. 368, s. 50.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Bahar, [Eser 14 Mart 1314 tarihinde aruz ölçüsüyle
serbest müstazat biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 369, s. 70.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Bilsem ki, [Eser 10 Temmuz 1314 tarihinde kaleme
alınmış ve dört dörtlükten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 385, s. 327.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Bir Aile Hatırası, [Haydarpaşa’da, 27 Şubat 1313
tarihinde aruzla yazılmış ve yedi dörtlük, bir ikilikten oluşmuştur. ] SF,
Nu. 367, s. 38.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Bir Sonbahardı, [Eser iki bölümdür, her bölümde yedi
dize vardır. 29 Ağustos 1314 tarihinde yazılan şiirde aruz kullanılmıştır. ]
SF, Nu. 392, s. 22.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Dalga, [Eser üç dörtlük ve bir ikilikten oluşmuş ve aruz
ölçüsüsü kullanılmıştır. ] SF, Nu. 373, s. 130.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Esnâ-yı Tefekkürde, [Eser 21 Eylül 1314 tarihiyle
birlikte yayınlanan aruz ölçüsünün kullanıldığı eser dokuz beyitten
oluşmaktadır. ] SF, Nu. 395, s. 74.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Gönlüm Đsterdi ki, [Haydarpaşa’da 23 Mayıs 1314
tarihinde yazılmıştır. Dört dörtlükten oluşan eser aruz ölçüsü kullanılarak
yazılmıştır. ] SF, Nu. 378, s. 211.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Kalem Niçin Yazmaz? [Eser 30 Mart 1304 tarihinde
aruz ölçüsüyle sone biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 370, s. 85.
*[PEDRAM], Hüseyin Daniş, -Makale-i Mahsusa-, [Dilin ıslahı, gramer meselesi,
Dildeki Arapça ve Farsça sözcüklerin akıbeti makalenin konusunu
oluşturur. ] SF, Nu. 397, s. 107.
154
*[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Musahabe-i Edebiye, [381. sayıda Đsmail Safa’nın
Musahabe-i Edebiyesiyle yani ‘Şiir Yazmak, Şiiri Yazmak’ başlıklı yazısı
üzerinde durulur. Bazı edebî akımlar üzerinde durulur: Realizm,
Sembolizm, Đdealizm gibi…] SF, Nu. 383, s. 294.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Nedir Giyah, Ne Söyler Hâb-ı Alud [Eser dört adet
dörtlükten meydana gelmiş ve 30 Temmuz 1314 tarihi de eser altında
yayınlanıştır. ] SF, Nu. 387, s. 359.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Nişimin-i Tenha, [Nazım biçimi olarak terza rima
şeklinde yazılan eser 6 Nisan 314 tarihini taşımaktadır. ] SF, Nu. 371, s.
102.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Rafael De La Martin, [Ressam Rafael’in resim anlayışı,
hayatı ve resimleri incelenmiştir. ] SF, Nu. 388, s. 382.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Sanihat-i Şiiriyem, [Eser 27 Mayıs 1314’te sone
biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 380, s. 245.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Sihir-Hülya, [Şiir on beyitten oluşmuş ve aruz ölçüsü
kullanılmıştır. ] SF, Nu. 376, s. 179.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Tefekkürat-ı Şabane, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiir,
19 Teşrin-i Evvel 1314 tarihiyle birlikte yayınlanmıştır. Eser iki altılıktan
oluşur. ] SF, Nu. 400, s. 150.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Tenevvü-i Hissiyat, [Eser altı beyitten oluşmuş ve aruz
ölçüsü kullanılmıştır. Şiir 16 Mayıs 1314 tarihini taşımaktadır. ] SF, Nu.
377, s. 199.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Terane-i Ulvi, [Eser 22 Haziran 1314 tarihinde kaleme
alınmış ve iki altılık, bir ikilikten oluşan eserde aruz kullanılmıştır. ] SF,
Nu. 377, s. 199.
155
*Recaizade M. Ekrem, Ressam Halil Beyefendi’nin Yeni Bir Levha-i Dilrübası,
[Ressam Halil Beyefendi’nin birkaç resmi bütün ayrıntılarıyla incelenip
eleştiriliyor. Bunlar bir estetikçi edasıyla bizlere aktarılıyor. ] SF, Nu.
365, s. 2.
[REY], Ahmet Reşit, An-ı Teellüm, [Serbest müstezat nazım biçiminde, aruz
ölçüsüyle yazılmıştır. H. Nazım imzasıyla. ]. SF, Nu. 366, s. 23.
[REY], Ahmet Reşit, Bir Cevap, [Eser cevap mahiyetindedir ve Ali Kemal’e
yazılmıştır. 370 numaralı Servet-i Fünun’da Arapça ve Türkçe yazmak
konulu musahabede Ali Kemal’in şiirlerinden örnekler verilmişti. Ancak
verilen bu örnekler Ali Kemal ve bazı ediplerde infiale neden olmuştur.
Bunun üzerine bu yazı kaleme alınmıştır. Bahsi geçen yazıdaki şiir tekrar
ayrıntılı olarak incelenmiştir. H. Nazım imzasıyla. ] SF, Nu. 375, s. 167.
[REY], Ahmet Reşit, Metruk, [Eser beş dörtlükten oluşmuş ve aruz ölçüsü
kullanılmıştır. Ayrıca 30 Mayıs 1314 tarihi de eserle birlikte
yayınlanmıştır. H. Nazım imzasıyla. ] SF, Nu. 380, s. 243.
*[REY], Ahmet Reşit, -Musahabe-i Edebiye 38-, [Servet-i Fünun’un üslubu
hakkındaki eleştirilere cevap niteliğindedir. Daha önce bu konuyla ilgili
Servet-i Fünun’da yayımlanan Ali Kemal’in yazısından alıntılar
yapılmıştır. H. Nazım imzasıyla. ] SF, Nu. 370, s. 86.
[REY], Ahmet Reşit, O Zaman, [Eser beş bölümden oluşmuş ve aruz ölçüsüyle
yazılmıştır. H. Nazım imzasıyla. ] SF, Nu. 369, s. 69.
[REY], Ahmet Reşit, Seher, [ Aruzla, sone biçiminde yazılmıştır. H. Nazım
imzasıyla. ] SF, Nu. 365, s. 3.
Rüşdü Behcet, Hayal-i Mesruk, [Yazarın fotoğraf hayranı bir arkadaşına cam almak
üzere gitmesiyle başlayan bir anısı aktarılıyor. Yayında 15 Mart 1314
tarihi vardır. ] SF, Nu. 368, s. 53,
156
Rüşdü Behcet, Ricat, [Köy hayatının güzel yönleri, şehrin gürültüsünden kaçış ve
köyde edinilen intibalar aktarılıyor. ] SF, Nu. 363, s. 389.
Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahra-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh
Senusi ile Mülakatı, [354 numaralı nüshadan tefrika edilen
seyahatnamedir. Sultan II. Abdülhamit’in emriyle Sadık El Müeyyet Paşa
tarafından iki defa gerçekleştirilen Afrika seyahatine ait gezi notlarıdır. ]
SF, Nu. 357, s. 293; SF, Nu. 358, s. 311; SF, Nu. 359, s. 322; SF, Nu.
360, s. 346; SF, Nu. 361, s. 356; SF, Nu. 362, s. 376; SF, Nu. 363, s. 391;
SF, Nu. 364, s. 406; SF, Nu. 367, s. 43; SF, Nu. 369, s. 77; SF, Nu. 370, s.
91; SF, Nu. 371, s. 108; SF, Nu. 372, s. 123; SF, Nu. 373, s. 372; SF, Nu.
375, s. 170; SF, Nu. 376, s. 189; SF, Nu. 377, s. 205; SF, Nu. 378, s. 220;
SF, Nu. 379, s. 239; SF, Nu. 380, s. 254; SF, Nu. 382, s. 284; SF, Nu.
384, s. 314; SF, Nu. 365, s. 8; SF, Nu. 356, s. 278.
Safveti Ziya, Düşünüyordum, [Mensure Eylül 1314 tarihini taşımaktadır. Dört
bölümden oluşmuştur. ] SF, Nu. 395, s. 74.
Safveti Ziya, Salon Köşelerinde, [Roman tefrikasıdır. ] SF, Nu. 386, s. 350; SF, Nu.
387, s. 366; SF, Nu. 388, s. 384; SF, Nu. 389, s. 398; SF, Nu. 390, s. 413;
SF, Nu. 391, s. 14; SF, Nu. 392, s. 31; SF, Nu. 393, s. 47; SF, Nu. 394, s.
59; SF, Nu. 396, s. 94; SF, Nu. 397, s. 111; SF, Nu. 398, s. 111; SF, Nu.
399, s. 143; SF, Nu. 383, s. 298, SF, Nu. 395, s. 79; SF, Nu. 385, s. 334;
SF, Nu. 385, s. 334; SF, Nu. 400, s. 159.
Süleyman Nesip, Bilir misin? [ 8 Mart 1314 tarihini taşımaktadır. Aruz ölçüsü
kullanılmıştır. ] SF, Nu. 371, s. 102.
Süleyman Nesip, Lema-i Ümit, [Eser, 20 Teşrin-i Evvel 313 tarihinde aruz ölçüsüyle
sone biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 369, s. 70.
Süleyman Nesip, -Makale-i Mahsusa 1- Đki Söz Daha, [Şiire karşı gerçekleştirilen
taarruz, dilde ve edebiyatta meydana gelen yenilikler, Servet-i
Fünunculara ithaf edilen Dekadanlık meseleleri makalenin içeriğini
157
oluşturur. Bu hücumları gerçekleştiren gruplar üçe ayrılır ve bunlar
üzerinde durulur. Bu gruplardan özellikle mutevassıtin grubu üzerinde
durulur. Bunların itirazlarının sebepleri izah edilmeye çalışılır. Ayrıca
Servet-i Fünuncuların yalnızca Fransız edebiyatını taklidi iddiasına da
Osmanlıca ve Fransızca şiirlerden örnekler verilerek itiraz edilir] SF, Nu.
374, s. 146.
Süleyman Nesip, Veda, [23 Şubat 1313 tarihinde, aruz ölçüsüyle yazılmıştır. ] SF,
Nu. 375, s. 166.
[TARHAN], A(bdülhak) H(amit), Sahayif-i Bedia, Fitnenden, [Abdülhak Hamit
Tarhan’ın adı geçen oyununun tefrikasıdır. ] SF, Nu. 400, s. 146; SF, Nu.
389, s. 386, SF, Nu. 390, s. 402, SF, Nu. 397, s. 99, SF, Nu. 391 s. 2, SF,
Nu. 392, s. 18, SF, Nu. 393, s. 34, SF, Nu. 395, s. 66, SF, Nu. 396, s. 82,
SF, Nu. 398, s. 114, SF, Nu. 399, s. 130.
Tevfik Fikret, Alphonse Daudet’in Bir Şiiri, [Çeviri şiirdir. Đki sekizlikten
oluşmuştur. T. F. imzasıyla ] SF, Nu. 359, s. 322.
Tevfik Fikret, Aşk ve Şebap, [Üç dörtlük ve bir dizeden oluşan eserde aruz ölçüsü
kullanılmıştır. ] SF, Nu. 361, s. 354.
Tevfik Fikret, -Aveng-i Şuhur 1-, Mart, [Şair Tevfik Fikret tarafından aylarla ilgili
olarak yazılan seri şiirlerden mart ayı için yazılan eserdir. Sone biçiminde
yazılmıştır. ] SF, Nu. 367, s. 33.
Tevfik Fikret, -Aveng-i Şuhur 2- Nisan, [Eser 8 Nisan 1314 tarihinde aruzla yazılan
şiir üç beşlikten oluşmuştur. ] SF, Nu. 373, s. 129.
Tevfik Fikret, -Aveng-i Şuhur 3- Mayıs, [Seri şiirin üçüncü parçasıdır. Aruzla yazılan
eser iki dörtlük ve bir üçlükten oluşur. ] SF, Nu. 384, s. 305.
Tevfik Fikret, Aveng-i Şuhur 4, Haziran, [Yılın aylarına dair yazılmış olan
şiirlerdendir. Bu şiir ise Haziran ayı için kaleme alınmıştır. ] SF, Nu. 388,
s. 369.
158
Tevfik Fikret, -Aveng-i Şuhur 5- Temmuz, [Ayların anlatıldığı seri şiirlerden temmuz
ayının anlatıldığı şiirdir, aruz ölçüsü kullanılmıştır. Yedi üçlükten
oluşmuştur. ] SF, Nu. 391, s. 1.
Tevfik Fikret, -Aveng-i Şuhur 6- Ağustos, [23 Ağustos 1314 tarihinde kaleme alınan
eser iki dörtlük ve bir beşliktir. Aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 395, s. 65.
Tevfik Fikret, -Aveng-i Şuhur 7- Eylül, [26 Eylül 1314 tarihinde kaleme alınan eser
iki dörtlüktür. Aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 400, s. 145.
Tevfik Fikret, Baharda, [23 Haziran 1314 tarihiyle birlikte yayınlanmıştır. Eser
Cuppee’den alınmadır. ] SF, Nu. 382, s. 282.
Tevfik Fikret, Bir Feylosofa, [12 Temmuz 1314 tarihiyle birlikte yayınlanan eser
sone nazım biçimi özelliklerindedir. ] SF, Nu. 385, s. 327.
Tevfik Fikret, Bir Muhavare-i Edebiye, [Eser, 27 Şubat 1313 tarihinde aruzla
yazılmış ve altı benden oluşmuştur. ] SF, Nu. 366, s. 25.
Tevfik Fikret, Birlikte, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiir, üç dörtlük ve bir dizeden
meydana gelmiştir. Eser 5 Haziran 1314 tarihinde kaleme alınmıştır. ] SF,
Nu. 380, s. 245.
Tevfik Fikret, Bisiklet, [30 Mayıs 1314 tarihinde yazılan eser aruz kullanılarak sone
biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 379, s. 237.
Tevfik Fikret, En Ferahlı Günüm, [Eser 13 Mart 1314 tarihinde terza rimayla
yazılmıştır. ] SF, Nu. 369, s. 71.
Tevfik Fikret, F Coppee, Mütercimi: Tevfik Fikret: Baharda, [23 Haziran 1314
tarihiyle birlikte yayınlanmıştır. Eser Cuppee’den alınmadır. ] SF, Nu.
382, s. 282.
Tevfik Fikret, Gülefşan, [11 Nisan 1314 tarihinde, aruzla yazılmış ve şiir resim altı
şiir şeklinde yazılmıştır. Ancak resim 120. sayfada yayınlanmıştır. ] SF,
Nu. 372, s. 115.
159
Tevfik Fikret, Hab-ı Girizan, [Eser dört altılıktan oluşmuş ve aruz ölçüsü
kullanılmıştır. 17 Nisan 1313 tarihi eser sonunda yayınlanmıştır. ] SF, Nu.
394, s. 52.
Tevfik Fikret, Haluk’un Bayramı, [Aruz ölçüsüyle serbest müstezat nazım biçimine,
10 Şubat 1313 tarihinde yazılmıştır. ] SF, Nu. 363, s. 389.
Tevfik Fikret, Hande-i Bum, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı eser, 18 Teşrin-i Evvel
1314 tarihiyle birlikte yayınlanmıştır. ] SF, Nu. 400, s. 151.
Tevfik Fikret, Hayat, [Şiirde 9 Kanun-ı Sani 1313 tarihinde, aruz ölçüsü kullanılmış
ve nazım birimi olarak da sone kullanılmıştır. ] SF, Nu. 378, s. 211.
Tevfik Fikret, Hülyâ-yı Saadet, [Eser 27 Nisan 1314 tarihinde, Đbrahim Cehdi’ye
ithaf edilmiş ve aruz kullanılmıştır. Toplam on dokuz dizeden oluşmuştur.
] SF, Nu. 374, s. 157.
Tevfik Fikret, Đkinci Tesadüf, [Eser 25 Şubat 1313 tarihinde soneyle yazılmıştır. ] SF,
Nu. 367, s. 38.
Tevfik Fikret, Kahkahat-ı Şiiriye 1, [Eser on bölümden oluşan eserde aruz
kullanılmıştır. Eser, 13 Ağustos 1314 tarihini taşımaktadır. ] SF, Nu. 392,
s. 22.
Tevfik Fikret, Kamis-i Yusuf, [13 Temmuz 1314 tarihiyle birlikte yayınlanan eser
Kısas-ı Enbiya I. ciltten alıntı yapılmıştır. ] SF, Nu. 386, s. 343.
Tevfik Fikret, Kaplumbağa Modası, [Bu tarihlerde Paris’te kaplumbağaların
kabukları üzerine altın ve kıymetli taşlarla süsleme yapılır. Daha sonra
salonlarda halılara bırakılır. Ağır ağır gezen kaplumbağa parlayarak eve
ışık saçar. Bunlar Paris’te hayli tercih edilen davranışlar olur ve moda
hâline gelir. Eserde bu moda üzerinde durulur. T. F. imzasıyla] SF, Nu.
358, s. 310.
160
Tevfik Fikret, La Dans Serpantin, [Eser 26 Kanun-ı Sani 1313’te serbest müstezat
tarzında, aruzla yazılmıştır. ] SF, Nu. 362, s. 375.
*Tevfik Fikret, -Meşahir-i Muasırin-, Sami Paşazade Sezai Bey, [Derginin
kapağında Sami Paşazade Sezai Bey’in fotoğrafının derc olunarak
desteklendiği bir yazıdır. Eserde Tevfik Fikret’in yazarla ilgili anıları ve
eserleriyle ilgili görüşlerine yer verilmiştir. ] SF, Nu. 382, s. 274.
Tevfik Fikret, Mezarlıkta, [Eser 28 Teşrin-i Evvel 1314 tarihiyle birlikte
yayınlanmıştır. ] SF, Nu. 400, s. 151.
Tevfik Fikret, Mihr-i Zemheri, [Üç dörtlükten oluşmaktadır, aruz, serbest müstezat]
SF, Nu. 357, s. 290.
Tevfik Fikret, -Musahabe-i Edebiye 47, Tesir-i Ozan [Nesr-i hazıra tarafından şiire
karşı yapılan hücumlara cevaplar verilmiştir. ] SF, Nu. 396, s. 84.
*Tevfik Fikret, -Musahabe-i Edebiye 42- Đki Söz, [Bu dönemde Servet-i Fünun’a
karşı yapılan eleştirilere cevap verilir. Makalede Servet-i Fünuncuların
dilinin anlaşılmadığı, sıfırdan bir edebiyat meydana getirmeleri ve kafiye
meselesi makalenin gündemini oluşturmaktadır. ] SF, Nu. 364, s. 402.
*Tevfik Fikret, Musahabe-i Edebiye, [Đsim verilmeden Tevfik Fikret’in liseden
arkadaşı olan, Avrupa’da askerî eğitim aldıktan sonra ülkeye dönen
arkadaşıyla ilgili anılara aktarılır. Bu anıların nakledilme sebebi ismi
verilmeyen şahsın şiirle ilgili görüşleridir. ] SF, Nu. 384, s. 308.
*Tevfik Fikret, -Musahabe-i Edebiye 46-, Harabattan Bir Sahife, [Harabat’ın
yüzüncü sayfası açıklanmıştır. Antolojinin aynı zamanda iyi bir gramer
kitabı olmaması ve Servet-i Fünun’un dili bitirdiği iddialarına cevap
verilir. Eser eksikleriyle beraber tek olması yönüyle önem arz etmektedir.
] SF, Nu. 395, s. 67.
Tevfik Fikret, Mükedder, [7 Teşrin-i Evvel 1313 tarihiyle birlikte yayınlanan eser,
aruz ölçüsüyle sone biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 370, s. 86.
161
Tevfik Fikret, Ne Đsterim? [28 Şubat 1314 tarihiyle birlikte yayınlanmıştır. Aruz
ölçüsünün kullanıldığı şiir, serbest müstezat biçiminde kaleme alınmıştır.
] SF, Nu. 397, s. 103.
Tevfik Fikret, Nesrin, [Eser 15 Mart 1313 tarihinde aruzla yazılmış ve beş bölümden
oluşmuştur. ] SF, Nu. 368, s. 50.
Tevfik Fikret, Nevha-i Bîsud, [Günlük hayatta kadının yeri, eserde irdelenmiştir.
Artık kadınların yalnızca anne değil hayatın birçok alanında bulunmaları
ve özellikle de kadınların edebiyata olan tesiri üzerinde durulmuştur. ] SF,
Nu. 400, s. 149.
Tevfik Fikret, Ramazan Sadakası, Köprüde, [Aruz kullanıldığı eser beş bölümden
oluşmuştur. ] SF, Nu. 359, s. 322.
Tevfik Fikret, Sahayif-i Hayatımdan 1, [Eser 4 Nisan 1314 tarihiyle birlikte
yayınlanmış ve iki bentten oluşmuştur. ] SF, Nu. 371, s. 102.
Tevfik Fikret, Salıncakta, [Resim altı şiir şeklinde kaleme alınan eser, iki dörtlükten
oluşur ve aruz ölçüsü kullanılmıştır. ] SF, Nu. 381, s. 260.
Tevfik Fikret, Son Tesadüf, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiirde nazım biçimi olarak
sone tercih edilmiştir. Eser 29 Nisan 1314 tarihiyle birlikte
yayınlanmıştır. ] SF, Nu. 376, s. 180.
Tevfik Fikret, Tesadüf, [13 Şubat 1313 tahinde kaleme alınan eser sone nazım
türündedir. ] SF, Nu. 364, s. 406.
Tevfik Fikret, Verin Zavallılara, [20 Şubat 1313 tarihinde, aruzla yazılan eser üç
bölümden oluşmaktadır. ] SF, Nu. 365, s. 4.
Tevfik Fikret, Yaşadıkça, [Üç dörtlük ve bir dizeden oluşan eserde aruz ölçüsü
kullanılmıştır. ] SF, Nu. 360, s. 338.
Tevfik Fikret, Zavallı Hasta, [A. Nadir Bey’e ithaf edilmiştir. Aruzun kullanıldığı
şiir, üç dörtlük ve tek mısradan oluşur. ] SF, Nu. 358, s. 308.
162
Tevfik Fikret, Zekâ, [Eser üç bölümden oluşan eserde aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu.
375, s. 167.
Tevfik Fikret, Zevrâk-ı Hayat, [Eser iki dörtlükten meydana gelmiş aruz
kullanılmıştır. ] SF, Nu. 393, s. 43.
[TOKGÖZ], Ahmet Đhsan, Almanya Đlm-i Sanayi ve Ticaretine Bir Nazar,
[Almanya’da son on beş yıl içerisinde meydana gelen gelişmeler ve bu
gelişmelerin sebepleri üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 397, s. 100.
*[TOKGÖZ], Ahmet Đhsan, Besim Ömer Bey, Bade’t-Tertip Đkdam Muhabiri Đzzetlü
Ali Kemal Beye, SP, Nu. 381, s. 134-135.
[TOKGÖZ], Ahmet Đhsan, Besim Ömer Bey, [Doktor Besim Ömer Bey’in hayatı,
yaptıkları, eğitimi, aile ortamı, doktorluğu ve yazarlığı anlatılmıştır. ] SF,
Nu. 376, s. 178.
[TOKGÖZ] Ahmet Đhsan, Bir Musahabe-i Sayyadane, [Avcılık ve kuralları eserin
muhtevasını oluşturmuştur. ] SF, Nu. 394, s. 56.
[TOKGÖZ] Ahmet Đhsan, Đstanbul Postası, [Đstanbul’da sonbahar mevsiminde bir
şimendifer ile yapılan seyahat ve edinilen izlenimler aktarılmıştır. ] SF,
Nu. 400, s. 156.
[TOKGÖZ] Ahmet Đhsan, Đstanbul Postası, [Đstanbul’da yapılan kotra yarışı ve
burada edinilen izlenimler anlatılmıştır. ] SF, Nu. 390, s. 411.
[TOKGÖZ] Ahmet Đhsan, Operatör Cemil Paşa, [Paşanın kitaplığı ve
ameliyathanesinin fotoğrafları ve mesleğinden teferrüt olması
anlatılmıştır. ] SF, Nu. 400, s. 156.
[TOKGÖZ] Ahmet Đhsan, Servet-i Fünun’un Romanı, François Coppee, Mücrim,
Mütercimi: Ahmet Đhsan, [Roman tefrikası, 318 numaralı nüshadan
başlayan romanın hitamıdır. ] SF, Nu. 356, s. 284
163
[TOKGÖZ] Ahmet Đhsan, Ziya Beyefendi, [Ziya Bey’in Mersin Mutasarrıflığına
tayini üzerine yazı kaleme alınmış, bu vesileyle Ziya Bey’in daha önceki
devlet görevleri aktarılmış ve Ziya Bey’in bu terfisiyle duyulan iftihar
ifade edilerek eser tamamlanmıştır. ]
[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, (Uşşakizade), Tramvayda Gelirken, [Eser Hüseyin Suat
Bey’e ithaf edilmiştir. Eser hayatında bir tren gibi olduğu tezi üzerine
kurulmuştur. Hayatın da bir hikâye olduğu vurgulanmıştır. Hikâye
tefrikasıdır. ] Uşşakizade Halit Ziya. Bkz. [UŞAKLIGĐL], Halit Ziya SF,
Nu. 357, s. 302
[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, (Uşşakkizade), Fransa Edebiyatına Dair Musahebat 1,
[Fransız edebiyatından farklı şahısların hayatları ve eserleri irdelenmiştir.
] SF, Nu. 398, s. 125.
[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, Billur Parçası, [Đki bölümden oluşmuş bir mensuredir. ]
SF, Nu. 365, s. 2.
*[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, Bir Bedii Sanat, [Eserde Tevfik Fikret’in edebî
yeteneği, karakteri, şiire getirdiği yenilikler örneklerle izah ediliyor. ] SF,
Nu. 381, s. 263.
[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, Bir Ruznameden, [Hikâye başlığı eserin başında
kullanılmıştır. ] SF, Nu. 380, s. 245.
[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, Bir Valide Tarafından, [Hikâyenin başlangıcında Şubat
312 tarihi de yayınlanmıştır. ] SF, Nu. 368, s. 55.
[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, Bir Yazın Tarihi, [359 numaralı nüshada duyurulduğu
gibi hikâye tefrikasıdır. ] SF, Nu. 360, s. 349; SF, Nu. 362, s. 381; SF,
Nu. 363, s. 397; SF, Nu. 361, s. 365.
*[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, -Makale-i Mahsusa- Alphonse Daudet (Geçen nüshanın
Mabadı), [Alphonse Daudet’in şiire getirdiği yenilikler, alıntılarla
desteklenerek anlatılır. Hugo, Rousseau gibi şahısların edebiyat üzerine
164
görüşleri aktarıldıktan sonra yazarın edebiyat üzerine görüşleri
aktarılmıştır. Alphonse Daudet ile diğer yazarlar arasında karşılaştırılarak
yazarın Halit Ziya’ya olan tesirleri de aktarılmıştır. ] SF, Nu. 361, s. 359;
SF, Nu. 363, s. 394; SF, Nu. 359, s. 326; SF, Nu. 360, s. 340; SF, Nu.
365, s. 11.
[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, -Makale-i Mahsusa- Alphonse Daudet (Geçen nüshanın
Mabadı), [Alphonse Daudet’nin yaşadığı muhit ve bu muhitin eserlere
yansımaları üzerinde dikkatle durulmaktadır. ] SF, Nu. 362, s. 376.
[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, -Makale-i Mahsusa- Alphonse Daudet (Geçen nüshanın
Mabadı), [Alphonse Daudet’nin eserlerinden alınan örnekler üzerinde
durulmuş ve bunlar tahlil edilmiştir. ] SF, Nu. 364, s. 411.
[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, Mösyö Kanguru, [Eser Mehmet Rauf Bey’e ithafıyla
başlatılmıştır. Hikâye tefrikasıdır. ] SF, Nu. 369, s. 66; SF, Nu. 370, s. 82;
SF, Nu. 371, s. 98.
[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, Piyanist Devlet Efendi, [Piyanist Devlet Efendinin hayatı,
sanatı ve sanatını nasıl icra ettiği, onu dinlemenin verdiği haz eserin
içeriğini oluşturmaktadır. ] SF, Nu. 359, s. 325.
[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Alphonse Daudet Hakkında Bazı Mütalaat, [Fransa’da
ortaya çıkan edebî akımlardan bahsedilir. Özelikle Realizm üzerinde
durulur. Alphonse Daudet’in realist akımı temsili ve eserleri üzerinde
durulduktan sonra Balzac gibi diğer ediplerle karşılaştırmalara gidilir. ]
SF, Nu. 359, s. 330.
[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Bayram Sabahı, [Kanlıca’da 4 Teşrin-i Evvel 1314
tarihinde kaleme alınmıştır. Altı bölümden oluşmuştur. ] SF, Nu. 397, s.
103.
[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Hayal Đçinde, [Roman tefrikası] SF, Nu. 365, s. 14; SF,
Nu. 366, s. 31; SF, Nu. 367, s. 46; SF, Nu. 368, s. 62; SF, Nu. 369, s. 79;
SF, Nu. 370, s. 94; SF, Nu. 371, s. 111; SF, Nu. 372, s. 126; SF, Nu. 373,
165
s. 142; SF, Nu. 374, s. 158; SF, Nu. 375, s. 174; SF, Nu. 376, s. 191; SF,
Nu. 377, s. 206; SF, Nu. 380, s. 254; SF, Nu. 381, s. 271; SF, Nu. 382, s.
286, ;SF, Nu. 383, s. 302; SF, Nu. 384, s. 316; SF, Nu. 378, s. 222.
[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hayat-ı Hakikiye Sahneleri-, Ateşçinin Oğlu, [Eser 25
Teşrin-i Evvel 1314 tarihini taşımaktadır. Dokuz bölümdür. ] SF, Nu.
400, s. 150.
[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Hayat-ı Hakikiyye Sahneleri, Hasta Çocuk, [Mensure,
“Biraderim Hüseyin Suat’a” ithafıyla yayınlanmış, Kanlıca’da 28 Ağustos
1314 tarihinde kaleme alınmış ve üç bölümdür. ] SF, Nu. 392, s. 22.
[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Hayat-ı Muhayyel, [Hikâye tefrikasıdır. ] SF, Nu. 399, s.
137.
*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Hikmet-i Bedayie Dair – 5, Edebiyat-ı Cedide’nin
Menşei ve Mebdei, [Edebiyat-ı Cedide ile ilgili iddiaları çürütmek
amacıyla, Edebiyat-ı Cedide’yi ortaya çıkaran koşulları ve akımın edebî
geçmişinin aktarıldığı bir eserdir. ] SF, Nu. 376, s. 183.
*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 1- Şive, Zevk, [Şive ve şiveye
muhalefet konusu üzerinde durulmuştur. Şivenin tanımının bulunmadığı
ve bunun bir zevk olduğu savunulur. Farklı yazarlardan alıntılarla
düşünce desteklenmiştir. ] SF, Nu. 370, s. 87.
*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 10- Gaye-i Hayal 2, [Sanatta
ideal meselesi üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 385, s. 330.
*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 11-, Gaye-i Hayal, [Edebiyatın
ahlaki ve gayri ahlaki olması üzerinde durulmuştur. Daha önceki sayıda
nakledilen ideal meselesi bu makalenin de içeriğini oluşturmuştur. ] SF,
Nu. 386, s. 344.
*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 12-, Deha, [Deha kavramı
üzerinde durulmuş, tanımlama yapılmaya çalışılmıştır. Ayrıca kavramın
166
tanımında ve açıklamasında daha önce bu konuda düşünen ve yazan
kişilerin görüşlerinden de yararlanılmıştır. ] SF, Nu. 387, s. 365.
*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 13- [Şiirin mahiyeti, şiir nedir,
sanat eseriyle eser arasındaki farklar makalenin içeriğini oluşturur. ] SF,
Nu. 389, s. 395.
*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Hikmet-i Bedayie Dair 14- , Sanat ve Şiirin Đstikbali,
[Đlim ve fennin sanatı bilhassa şiiri zamanla yok edeceği görüşüne karşı
Fransız Jean Mary’nin eserlerinden de alıntı yapılarak karşı görüş
savunulmuştur. ] SF, Nu. 394, s. 52.
*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 15-, Sanat ve Şiirin Đstikbali,
[Sanatın ve şiirin geleceğinin olmadığını düşünen yerli ve yabancı
şahsiyetlere cevap verilmektedir. Şiirin yok olmayacağı tezi
vurgulanmaktadır. ] SF, Nu. 395, s. 75.
*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 16-, Sanat ve Şiirin Đstikbali,
[27 Eylül 1314 tarihini taşıyan eserde fennin şiiri yok edeceğine dair
görüşlere cevap verilir. ] SF, Nu. 396, s. 91.
*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 2- Hikmet-i Bedayi, Hüsn,
[Eserde güzelin tanımının çok zor olduğu vurgulandıktan sonra edebiyat
için güzelin ne olduğu konusu üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 371, s.
102.
*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 3- Mahsulat-ı Fikriye-i
Beşeriye, Mahsulat-ı Tabiiye, [On dokuzuncu yüz yıldan itibaren muhitin
edebî eser üzerine etkileri dikkate alınmıştır. Edebî eseri ortaya çıkaran
ortam ve eserin ortaya çıkışı makalenin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 372,
s. 115.
*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 4- Eser-i Sanat Nasıl Meydana
Gelir, Eserin Tarihi, [Makalede sanat eserinin nasıl meydana geldiği
anlatılmıştır. ] SF, Nu. 373, s. 132.
167
*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 6- On Dokuzuncu Asrın
Temayülât-ı Ruhiyesi, Dekadizm – Sembolizm, [Dekadizm ve
sembolizmin Fransa’da nasıl ortaya çıktığı anlatılmıştır. Bu akımı
örneklendiren metin örnekleri verildikten sonra edebî akımların ortaya
çıkışı ve sebepleri üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 377, s. 194.
*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 7- [Eserin başında Taine’den
bir söz alıntı yapılarak makalede edebî eserin kıymetini belirleyen
unsurların neler olduğu üzerende durulmuştur. ] SF, Nu. 378, s. 214.
*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 8-, [Sanatın kaynağı gibi
konular incelenmiştir. Sanat nedir, taklit nedir, sanat bir taklit midir, gibi
sorulara cevaplar verilmeye çalışılır. Eserin sonunda 7 Haziran 1314
tarihi de verilmiştir. ] SF, Nu. 380, s. 249.
*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 9- Gaye-i Hayal – Đdeal,
[Sanatta ideal meselesi, eserler ve şahıslar üzerinde verilen tenkidi
hükümlerin zaman ve şartlara göre değiştiği, eserin evsafı ve tabiiyeti
üzerende durulmuştur. ] SF, Nu. 382, s. 282.
*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 9- Gaye-i Hayal- Đdeal,
[Taine’nin tenkitle ilgili görüşlerine geçen sayıda kalınan yerden devam
edilmiştir. Eser 22 Haziran 1314 tarihinde yazılmıştır. ] SF, Nu. 380, s.
249.
[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Đçtimaiyeye Dair- Muhtacine Muavenet-i
Mecburiye, [Paris’te Sorbonne Darülfünun’unda yapılan sosyoloji
kongresinde bir sunum olan muhtacine muavenet-i mecburiye konusu
üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 392, s. 28.
*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Đçtimaiyeye Dair- Muhtacine Muavenet-i
Mecburiye, [Paris’te Sorbonne Darülfünun’unda yapılan sosyoloji
kongresinde bir sunum olan muhtacine muavenet-i mecburiye konusu
168
üzerinde durulmuştur. Eser sonunda 23 Ağustos 1314 tarihi de verilmiştir.
] SF, Nu. 393, s. 44.
[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Đhtiyar Möşem, [Yazarın ihtiyar bir arkadaşı olan Möşe
adlı arkadaşıyla aralarında geçenleri anlatır. ] SF, Nu. 384, s. 310.
[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Jerom Döse, Firar, [Jerom Döse’den hikâye
tercümesidir. ] SF, Nu. 364, s. 408.
[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Mesele-i Đçtimaiye-i Hazıra 1, Mesele-i Đktisadiyenin
Ehemmiyeti, [Đktisadın ortaya çıkışı, önemi, kuralları ve ülkemizdeki
durumu hakkında bilgi verilmiştir. ] SF, Nu. 398, s. 121.
[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Nazire-i Đltifat, [Hikâye tefrikasıdır. ] SF, Nu. 381, s.
267.
*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Romanlara Dair - Edebiyat ve Ahlak, [Edebiyatta
ahlak ve ahlak dışılık incelenir. Yazar edebiyatın bir vaiz olmadığını,
ahlakiliğin edebiyat için bir şart olmadığını anlatıyor. Seri makalenin
üçüncü bölümüdür. Daha önce makalenin başlangıcını oluşturan iki
bölüm dergide neşrolunmuştur. ] SF, Nu. 358, s. 309.
[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Şöhret-i Süheyle, [Hüseyin Cahit’in Hikmet-i Bedayie
Dair unvanlı seri yazısına Đkdam’da cevap yazan ve bu yazıları
beğenmeyen Ali Kemal’e yazılmış bir cevap metni özelliği gösterir.
Ayrıca Ali Kemal’in iki eseri de eser içinde incelenir. ] SF, Nu. 379, s.
226.
[YALÇIN], Hüseyin Suat, Bey Baba, [Şiir altı dörtlükten oluşmuş, aruzla 15 Mayıs
1314 tarihinde yazılmıştır. ] SF, Nu. 377, s. 199.
[YALÇIN], Hüseyin Suat, Bontaven Şiirlerinden, [ Eser iki üçlük ve iki dörtlükten
oluşmuştur. Sıralanış bir üçlük, bir dörtlük şeklindedir. ] SF, Nu. 363, s.
389.
169
[YALÇIN], Hüseyin Suat, Eldivenlerin, [Aruzun kullanıldığı eserde nazım biçimi
olarak sone tercih edilmiştir. ] SF, Nu. 392, s. 22.
[YALÇIN], Hüseyin Suat, Hayat-ı Mecruh, [Eser Ali Nusret’e ithafıyla sone
biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 386, s. 342.
[YALÇIN], Hüseyin Suat, Helal-i Nev, [Şiir 8 Temmuz 1314 tarihinde, Siret Bey’e
ithaf edilmiştir. Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiirde nazım biçimi olarak
sone tercih edilmiştir. ] SF, Nu. 385, s. 327.
[YALÇIN], Hüseyin Suat, Leyl-i Şita, [Aruz, 12 Kanun-ı Evvel 1313, üçlük ve
dörtlüklerin oluşturduğu on üç bölümden oluşmuştur. ] SF, Nu. 358, s.
307.
[YALÇIN], Hüseyin Suat, Resmine Karşı, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiirde nazım
biçimi olarak serbest müstezat tercih edilmiştir. ] SF, Nu. 391 s. 10.
[YALÇIN], Hüseyin Suat, Senden Sonra, [Şiir Mehmet Rauf’a ithaf edilmiş ve aruz
kullanılmıştır. ] SF, Nu. 376, s. 179.
[YALÇIN], Hüseyin Suat, Şiir Okurlarken, [Resim altı şiir şeklinde yazılmış olan bir
eser, iki altılık, iki dörtlük, bir ikilikten oluşmuş ve aruz kullanılmıştır. ]
SF, Nu. 365, s. 5.
[YALÇIN], Hüseyin Suat, Şiir Yazarken, [Abdullah Zühtü Bey’e ithafıyla
yayınlanmıştır. Ayrıca eser 27 Şubat 1313 tarihinde aruzla yazılmış ve
dört bentten oluşmuştur. ] SF, Nu. 376, s. 179.
[YALÇIN], Hüseyin Suat, Validemin Dizinde, [Eserin başında Kardeşim Hüseyin
Cahit’e ithafı yer almaktadır. Dört bölümden oluşmuş olan bir
mensuredir. ] SF, Nu. 370, s. 85.
[YALÇIN], Hüseyin Suat, Zevcemin Mezarında, [Eser Cenap Şehabettin’e ithafıyla,
11 Mart 1314 tarihinde aruzla yazılmıştır. ] SF, Nu. 369, s. 70.
170
*[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Londra’dan Mektup, Đngiltere’de Türkçe Tedrisatı,
[Đngiltere’de bazı üniversitelerde okutulan Türkçe dersleri incelenmiş ve
bu derslerde okutulan müfredat aktarılmıştır. ] SF, Nu. 400, s. 153.
171
2.1.2. Konu ve Türlerine Göre
2.1.2.1.Askeriye, Ordu ve Savaş
Đmzasız, -Resimlerimiz- Rusya Harbiye Nazırı General Gorapotekin, [ Rusya
Harbiye Nazırının kısa öz geçmişi anlatılmaktadır. ] SF, Nu. 365, s. 11.
Đmzasız, Amerika ve Đspanya Đlan-ı Harbi, [Amerika’nın Đspanya’ya savaş ilan
etmesinin konu edildiği yazıdır. ] SP, Nu. 372, s. 61-64.
Đmzasız, Amerika Đspanya Muharebesi, [Amerika ile Đspanya Savaşının Gidişatı
hakkında bilgi veren yazılardır. ] SP, Nu. 374, s. 75-78; SP, Nu. 375, s. 81-
83; SP, Nu. 376, s. 92-93; SP, Nu. 377, s. 99-101; SP, Nu. 378, s. 109-110;
SP, Nu. 379, s. 117-118; SP, Nu. 380, s. 124-125; SP, Nu. 381, s. 133; SP,
Nu. 382, s. 141-142; SP, Nu. 383, s. 149; SP, Nu. 384, s. 156-157; SP, Nu.
385, s. 165; SP, Nu. 386, s. 172; SP, Nu. 387, s. 179-180; SP, Nu. 388, s.
188-189.
Đmzasız, Devlet-i Ali Osman ve Yunan Muharebesine Ait Panorama, SP, Nu. 357, s.
152; SP, Nu. 359, s. 167; SP, Nu. 385, s. 167; SP, Nu. 386, s. 175.
Đmzasız, Terk-i Sulh, [Rusya Hariciye Nazırının silah terki ile ilgili beyanatına dair
yazılmıştır. ], SP, Nu. 391, s. 4-5.
2.1.2.2.Avcılık
[TOKGÖZ] Ahmet Đhsan, Bir Musahabe-i Sayyadane, [Avcılık ve kuralları eserin
muhtevasını oluşturmuştur. ] SF, Nu. 394, s. 56.
2.1.2.3.Dahilî ve Haricî Haberler
Đmzasız, Almanya imparatoru ve Đmparatoriçesinin Dersaadete Muvasalatları, SP,
Nu. 397, s. 52-55.
Đmzasız, Avusturya Đmparatoru Hazretlerinin Beyannamesi, SP, Nu. 394, s. 31.
[Đmparatoriçe Elizabeth’in ölümü üzerine verilen beyannamedir. ]
172
Đmzasız, Dahiliye, SP, Nu. 356, s. 140-142; SP, Nu. 357, s. 147-149; SP, Nu. 358, s.
156-157; SP, Nu. 359, s. 163-164; SP, Nu. 360, s. 172-173; SP, Nu. 361,
s. 179-180; SP, Nu. 362, s. 187; SP, Nu. 363, s. 196-197; SP, Nu. 364, s.
204-205; SP, Nu. 365, s. 4-5; SP, Nu. 366, s. 11-12; SP, Nu. 368, s. 29-
31; SP, Nu. 369, s. 36-38; SP, Nu. 370, s. 45-46; SP, Nu. 371, s. 52; SP,
Nu. 372, s. 64; SP, Nu. 374, s. 68; SP, Nu. 375, s. 86; SP, Nu. 376, s. 93-
95; SP, Nu. 377, s. 101-103; SP, Nu. 378, s. 110-112; SP, Nu. 379, s.
118-120; SP, Nu. 380, s. 125-127; SP, Nu. 381, s. 133-134; SP, Nu. 382,
s. 142-143; SP, Nu. 383, s. 149-151; SP, Nu. 384, s. 157-159; SP, Nu.
385, s. 165-166; SP, Nu. 386, s. 173-174; SP, Nu. 387, s. 180-181; SP,
Nu. 388, s. 189-191; SP, Nu. 389, s. 198; SP, Nu. 390, s. 205-206; SP,
Nu. 391, s. 5-6; SP, Nu. 392, s. 13; SP, Nu. 393, s. 23; SP, Nu. 394, s. 29-
31; SP, Nu. 395, s. 35-37; SP, Nu. 396, s. 45-46; SP, Nu. 398, s. 58-61;
SP, Nu. 399, s. 77-79; SP, Nu. 400, s. 87-89.
Đmzasız, Danimarka Kraliçesinin Vefatı, SP, Nu. 395, s. 38.
Đmzasız, Gidenler Gelenler, [Özellikle yabancı misyon şeflerinin tayin ve yer
değitirmelerinin konu olduğu yazılardır. ] SP, Nu. 356, s. 143; SP, Nu.
358, s. 158; SP, Nu. 359, s. 165; SP, Nu. 361, s. 181; SP, Nu. 364, s. 206;
SP, Nu. 365, s. 5; SP, Nu. 366, s. 14; SP, Nu. 368, s. 31; SP, Nu. 370, s.
46; SP, Nu. 371, s. 52; SP, Nu. 372, s. 64; SP, Nu. 374, s. 78; SP, Nu.
375, s. 87; SP, Nu. 376, s. 95; SP, Nu. 377, s. 103; SP, Nu. 378, s. 112;
SP, Nu. 379, s. 120; SP, Nu. 380, s. 127; SP, Nu. 381, s. 134; SP, Nu.
382, s. 142-143; SP, Nu. 383, s. 151; SP, Nu. 385, s. 166; SP, Nu. 386, s.
174; SP, Nu. 387, s. 181; SP, Nu. 388, s. 191; SP, Nu. 393, s. 13; SP, Nu.
395, s. 37; SP, Nu. 396, s. 46; SP, Nu. 397, s. 55; SP, Nu. 398, s. 62; SP,
Nu. 399, s. 79.
Đmzasız, Hariciye, [Ülke ülke yurtdışındaki gelişmelerin anlatıldığı haber niteliği
taşıyan bölümdür. ] SP, Nu. 356, s. 143; SP, Nu. 357, s. 150; SP, Nu. 358,
s. 159; SP, Nu. 359, s. 165-166; SP, Nu. 360, s. 175-176; SP, Nu. 361, s.
181-182; SP, Nu. 362, s. 190; SP, Nu. 363, s. 197-198; SP, Nu. 364, s.
173
206; SP, Nu. 365, s. 5-6; SP, Nu. 366, s. 13-14; SP, Nu. 368, s. 31; SP,
Nu. 369, s. 39; SP, Nu. 370, s. 46-48; SP, Nu. 371, s. 54-55; SP, Nu. 375,
s. 87-88; SP, Nu. 376, s. 96; SP, Nu. 377, s. 104; SP, Nu. 378, s. 112; SP,
Nu. 379, s. 120; SP, Nu. 380, s. 127; SP, Nu. 381, s. 135-136; SP, Nu.
382, s. 144; SP, Nu. 383, s. 151; SP, Nu. 384, s. 159; SP, Nu. 385, s. 166-
167; SP, Nu. 387, s. 183; SP, Nu. 390, s. 206-207; SP, Nu. 391, s. 6; SP,
Nu. 392, s. 14-15; SP, Nu. 395, s. 37; SP, Nu. 396, s. 47; SP, Nu. 397, s.
55-56; SP, Nu. 398, s. 72; SP, Nu. 399, s. 79; SP, Nu. 400, s. 89.
Đmzasız, Đmparatoriçe Elizabeth’in Cenazesi, SP, Nu. 393, s. 21-23.
Đmzasız, Mevadd-ı Muhtelife, [Günlük hayattan muhtelif konuların ele alındığı
yazılardır. ] SP, Nu. 357, s. 149; SP, Nu. 358, s. 157; SP, Nu. 359, s. 164;
SP, Nu. 360, s. 173-174; SP, Nu. 361, s. 180-181; SP, Nu. 362, s. 189;
SP, Nu. 362, s. 189-190; SP, Nu. 364, s. 205-206; SP, Nu. 366, s. 12-13;
SP, Nu. 376, s. 95.
Đmzasız, -Resimlerimiz- SF, Nu. 358, s. 316. [Resimlerimiz köşesinde dergide
yayımlanan bazı resimlerle ilgili açıklamalar yapılır. Bu sayıda ise
kapakta yayınlanan Giritli öğrencilerin durumuyla ilgili bir takım
sonuçlara gidilmiştir. Resimden hareketle Giritli çocukların fakirliği,
padişahın da tebaası arasında ayrım yapmadan yardım ettiği
anlatılmaktadır. ]
Đmzasız, Sevdan Sefiri, SP, Nu. 392, s. 13-14.
Đmzasız, Tevcihat, [Hükümetçe verilen rütbelerin ve terfi haberlerinin verildiği
bölümdür. ] SP, Nu. 356, s. 137-140; SP, Nu. 357, s. 145-147; SP, Nu.
358, s. 153-156; SP, Nu. 359, s. 161-163; SP, Nu. 360, s. 169-172; SP,
Nu. 361, s. 177-179; SP, Nu. 362, s. 185-187; SP, Nu. 363, s. 194-195;
SP, Nu. 364, s. 201-204; SP, Nu. 365, s. 1-4; SP, Nu. 366, s. 9-11; SP,
Nu. 367, s. 17; SP, Nu. 368, s. 25-26; SP, Nu. 369, s. 33-35; SP, Nu. 370,
s. 41-43; SP, Nu. 371, s. 49-50; SP, Nu. 372, s. 57-59; SP, Nu. 373, s. 63-
65; SP, Nu. 374, s. 73-75; SP, Nu. 375, s. 81-83; SP, Nu. 376, s. 89-91;
174
SP, Nu. 377, s. 97-99; SP, Nu. 378, s. 105-107; SP, Nu. 379, s. 113-115;
SP, Nu. 380, s. 121-123; SP, Nu. 381, s. 129-130; SP, Nu. 382, s. 137-
139; SP, Nu. 383, s. 145-147; SP, Nu. 384, s. 153-154; SP, Nu. 385, s.
161-163; SP, Nu. 386, s. 169-171; SP, Nu. 387, s. 177-178; SP, Nu. 388,
s. 185-187; SP, Nu. 389, s. 193-196; SP, Nu. 390, s. 201-203; SP, Nu.
391, s. 1-3; SP, Nu. 392, s. 9-10; SP, Nu. 393, s. 17-20; SP, Nu. 394, s.
25-27; SP, Nu. 395, s. 33-35; SP, Nu. 396, s. 41-44; SP, Nu. 397, s. 49-
51; SP, Nu. 398, s. 57-58; SP, Nu. 399, s. 73-76 SP, Nu. 400, s. 81-86
Osman Galip, Cümle-i Siyasiye, [ Genellikle dünya siyasetine ve gelişmelerine dair
konuların irdelendiği yazılardır. ] SP, Nu. 356, s. 137; SP, Nu. 368, s. 28-
29; SP, Nu. 369, s. 35; SP, Nu. 370, s. 43; SP, Nu. 371, s. 50; SP, Nu.
372, s. 59; SP, Nu. 375, s. 83; SP, Nu. 378, s. 107-109; SP, Nu. 379, s.
115-117; SP, Nu. 380, s. 123-124; SP, Nu. 381, s. 131-132; SP, Nu. 382,
s. 140-141; SP, Nu. 383, s. 147-148; SP, Nu. 356, s. 137-156; SP, Nu.
385, s. 163-165; SP, Nu. 386, s. 171-172; SP, Nu. 387, s. 178-179; SP,
Nu. 388, s. 187-188; SP, Nu. 389, s. 196-198; SP, Nu. 390, s. 204-205;
SP, Nu. 391, s. 3-4; SP, Nu. 392, s. 11-13; SP, Nu. 393, s. 20-21; SP, Nu.
394, s. 27-29; SP, Nu. 396, s. 44-45; SP, Nu. 397, s. 51-52; SP, Nu. 398,
s. 57-58; SP, Nu. 399, s. 76-77.
2.1.2.4.Edebi ve Edebiyatla Đlgili Eserler
2.1.2.4.1. Anı
Mehmet Rauf, Halit Ziya, Hayat ve Hususiyeti, Mai ve Siyah’ın intişarı
münasebetiyle, [Mehmet Rauf’un Halit Ziya ile görüşmek üzere
Şehzadebaşı’na davet edildiği, davetten önce Halit Ziya ile ilgili görüşleri
aktarılır. Tanışma ayrıntılarıyla aktarıldıktan sonra Mai ve Siyah’ın
tarihçe-i telifi anlatılır. Halit Ziya’ya olan hayranlık eserin farklı
bölümlerinde defaatle aktarılmıştır. ] SF, Nu. 357, s. 298.
175
Rüşdü Behcet, Hayal-i Mesruk, [Yazarın fotoğraf hayranı bir arkadaşına cam almak
üzere gitmesiyle başlayan bir anısı aktarılıyor. Yayında 15 Mart 1314
tarihi vardır. ] SF, Nu. 368, s. 53.
Rüştü Behcet, Ricat, [Köy hayatının güzel yönleri, şehrin gürültüsünden kaçış ve
köyde edinilen intibalar aktarılıyor. ] SF, Nu. 363, s. 389.
Tevfik Fikret, Musahabe-i Edebiye, [Đsim verilmeden Tevfik Fikret’in liseden
arkadaşı olan, Avrupa’da askerî eğitim aldıktan sonra ülkeye dönen
arkadaşıyla ilgili anılara aktarılır. Bu anıların nakledilme sebebi ismi
verilmeyen şahsın şiirle ilgili görüşleridir. ] SF, Nu. 384, s. 308.
[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Đhtiyar Möşem, [Yazarın ihtiyar bir arkadaşı olan Möşe
adlı arkadaşıyla aralarında geçenleri anlatır. ] SF, Nu. 384, s. 310.
2.1.2.4.2. Biyografi
Đmzasız, -Resimlerimiz- [Emin Paşanın vefatı ve hayat hikâyesi kısaca anlatılmıştır. ]
SF, Nu. 365, s. 11.
Đmzasız, -Resimlerimiz- Hanif Efendi, [ Đbrahim Hanif Efendinin vefatı ve kısa
özgeçmişinin aktarıldığı bir yazıdır]. SF, Nu. 365, s. 11.
Đmzasız, Resimlerimiz, Saadetlü Sakızlı Ohannes Efendi Hazretleri, [Ohannes
Efendinin kariyeri ayrıntılarıyla verilir. Şahsın çok hızlı gelişen üst düzey
memuriyeti ve bu memuriyetlerde kısa sürede gerçekleşen terfileri
anlatılmış ve daha sonra Mekteb-i Mülkiye-i Şahane hocalığı üzerinde
durulmuştur. ] SF, Nu. 356, s. 283.
Đmzasız, Resimlerimiz, Sadık El Müeyyet Bey, [Sadık El Müeyyet Bey, doğumundan
alınmış, yapmış olduğu Afrika gezisi ve bu gezinin önemi, almış olduğu
devlet görevleri aktarıldıktan sonra, Sadık Bey’e Servet-i Fünun’a yazdığı
yazılardan dolayı teşekkür edilerek eser tamamlanmıştır. ] SF, Nu. 357, s.
298.
176
M. K(af), –Resimlerimiz-, Arzu-yı Melhuz, Ressam Halil Beyefendi. [365 numaralı
nüshada yayımlanan Levha-yı Dilrüba tablosunun ressamı, Halil
Beyefendi tanıtılmış, resim tetkik edilmiştir. ] SF, Nu. 368, s. 51.
[PEDRAM] Hüseyin Daniş, Rafael De La Martin, [Ressam Rafael’in resim anlayışı,
hayatı ve resimleri incelenmiştir. ] SF, Nu. 388, s. 382.
Tevfik Fikret, -Meşahir-i Muasırin-, Sami Paşazade Sezai Bey, [Derginin kapağında
Sami Paşazade Sezai Bey’in fotoğrafının derc olunarak desteklendiği bir
yazıdır. Eserde Tevfik Fikret’in yazarla ilgili anıları ve eserleriyle ilgili
görüşlerine yer verilmiştir. ] SF, Nu. 382, s. 274.
[TOKGÖZ], Ahmet Đhsan, Besim Ömer Bey, [Doktor Besim Ömer Bey’in hayatı,
yaptıkları, eğitimi, aile ortamı, doktorluğu ve yazarlığı anlatılmıştır. ] SF,
Nu. 376, s. 178.
[TOKGÖZ], Ahmet Đhsan, Operatör Cemil Paşa, [Paşanın kitaplığı ve
ameliyathanesinin fotoğrafları ve mesleğinden teferrüt olması
anlatılmıştır. ] SF, Nu. 378, s. 210.
[TOKGÖZ] Ahmet Đhsan, Ziya Bey Efendi, [Ziya Bey’in Mersin Mutasarrıflığına
tayini üzerine yazı kaleme alınmış, bu vesileyle Ziya Bey’in daha önceki
devlet görevleri aktarılmış ve Ziya Bey’in bu terfisiyle duyulan iftihar
ifade edilerek eser tamamlanmıştır. ] SF, Nu. 357, s. 298.
[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, Piyanist Devlet Efendi, [Piyanist Devlet Efendi’nin
hayatı, sanatı ve sanatını nasıl icra ettiği, onu dinlemenin verdiği haz
eserin içeriğini oluşturmaktadır. ] SF, Nu. 359, s. 325.
2.1.2.4.3. Çeviri Roman
[TOKGÖZ], Ahmet Đhsan, François Coppe, Servet-i Fünun’un Romanı, François
Coppee, Mücrim, Mütercimi: Ahmet Đhsan, [Roman tefrikası, 318
numaralı nüshadan başlayan romanın hitamıdır. ] SF, Nu. 356, s. 284.
177
2.1.2.4.4. Çeviri Şiir
Ahmet Naim, Bedayii’l-Arab 1, Şair-i Bahadır Yahud Beşir ibn Ebi Uvane, [Beşir
Đbn Ebi Uvane adlı şairin şiirlerinden birtakım alıntılar yapılmıştır. Bu
alıntılar önce Farsça daha sonra Osmanlıca olarak verilmiş ve şerh
edilmiştir. ] SF, Nu. 390, s. 406.
Ahmet Naim, -Bedayiil Arap-, Ferezdak’ın Bir Kasidesi, [Kasidenin önce Farsçası
daha sonra Osmanlıcası verilmiştir. Eser yirmi yedi beyitten meydana
gelmiştir. Beyitler tek tek şerh edilmiştir. ] SF, Nu. 389, s. 391.
Ahmet Naim, -Bedayiil Arap-, Đbn Farızdan, [Đbn Farız’ın şiirleri önce orijinal metin
daha sonra şerhiyle birlikte verilmiştir. ] SF, Nu. 396, s. 87.
Ahmet Naim, -Bedayiil Arap, Semevel’in Bir Fahriyesi, [Fahriye beyit beyit önce
Arapça metin, daha sonra bunların açıklamaları verilmiştir. ] SF, Nu. 392,
s. 23.
Ahmet Naim, -Bedayiil Arap-, Yine Đbn Farız, [Đbn Farız’ın şiirleri önce orijinal
metin daha sonra şerhiyle birlikte verilmiştir. ] SF, Nu. 398, s. 118.
Ahmet Naim, -Bedayiil Arap-, Yine Đbn Farızdan, [Đbn Farız’ın şiirleri önce orijinal
metin daha sonra şerhiyle birlikte verilmiştir. ] SF, Nu. 400, s. 151.
Ahmet Naim, Esef-i Azim, [Aruz ölçüsü kullanılmış ve 16 dörtlükten oluşmuştur. ]
SF, Nu. 395, s. 71.
E. N. -Bedayi-il Arap- Fadıl Bin Yahya Đle Bir Arabî Der ki, , [Farsça verilen
beyitlerin anlamları Osmanlıca olarak verilmiştir. Fadl ile bir çöl Arabı
arasında geçen sohbet aktarılmıştır. ] SF Nu. 387, s. 359.
E. N. -Bedayi-il Arap- Đbni Farızdan, [Farsça verilen beyitlerin anlamları Osmanlıca
olarak verilmiştir. Altı Farsça beyit açıklamalarıyla birlikte verilmiştir. ]
SF, Nu. 385, s. 330.
178
[ERSOY], Mehmet Akif, -Bedayiil Arap-, Bostandan, [Bostan’dan şiirler çevrilmiş
ve şerh edilmiştir. ] SF, Nu. 399, s. 134.
2.1.2.4.5. Dil
Đsmail Safa, -Musahabe-i Edebiye 36- [Daha önce Tevfik Fikret tarafından yazılan
makalenin bir devamı niteliğini taşır. Servet-i Fünun’un savunmasının
yapıldığı yazıda daha ziyade şairlerin dillerinin anlaşılmadığı konusu
üzerinde durulmuştur. Servet-i Fünun’da yazan bir şair olarak Đsmail Safa
şiir örnekleriyle beraber bu görüşü karşı olan tavrını ortaya koymuştur.
Makale 26 Şubat 1313 tarihini taşımaktadır. ] SF, Nu. 366, s. 21.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, -Makale-i Mahsusa-, [Dilin ıslahı, gramer meselesi,
Dildeki Arapça ve Farsça sözcüklerin akıbeti makalenin konusunu
oluşturur. ] SF, Nu. 397, s. 107.
Tevfik Fikret, -Musahabe-i Edebiye-, Harabattan Bir Sahife, [Harabat’ın yüzüncü
sayfası açıklanmıştır. Antolojinin aynı zamanda iyi bir gramer kitabı
olmaması ve Servet-i Fünun’un dili bitirdiği iddialarına cevap verilir.
Eser eksikleriyle beraber tek olması yönüyle önem arz etmektedir. ] SF,
Nu. 395, s. 67.
2.1.2.4.6. Edebî Şahsiyetler
[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, - Makale-i Mahsusa- Alphonse Daudet (Geçen nüshanın
Mabadı), [Alphonse Daudet’in şiire getirdiği yenilikler, alıntılarla
desteklenerek anlatılır. Bu sayıda da yazarın bir başka hikâyesi olan
“Genç Froman” ayrıntılı olarak incelenir. ] SF, Nu. 361, s. 361.
[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, - Makale-i Mahsusa- Alphonse Daudet (Geçen nüshanın
Mabadı), [Alphonse Daudet’nin eserlerinden alınan örnekler üzerinde
durulmuş ve bunlar tahlil edilmiştir. ] SF, Nu. 363, s. 394.
[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, - Makale-i Mahsusa- Alphonse Daudet, [Hugo, Rousseau
gibi şahısların edebiyat üzerine görüşleri aktarıldıktan sonra yazarın
edebiyat üzerine görüşleri aktarılmıştır. Alphonse Daudet ile diğer
179
yazarlar arasında karşılaştırılarak yazarın Halit Ziya’ya olan tesirleri de
aktarılmıştır. ] SF, Nu. 359, s. 326.
[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, Bir Bedii Sanat, [Eserde Tevfik Fikret’in edebî yeteneği,
karakteri, şiire getirdiği yenilikler örneklerle izah ediliyor. ] SF, Nu. 381,
s. 263.
[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, -Makale-i Mahsusa- Alphonse Daudet (Geçen nüshanın
Mabadı), [Alphonse Daudet’in “Küçük Şey” adlı eseri üzerinde ayrıntılı
bir inceleme yapılır. Bu inceleme eserden yapılan alıntılarla desteklenir.
“Saka Kuşu “ adlı eserden alıntılar da yapılmış bunlar arasında
karşılaştırmalara ve kıyaslamalara gidilmiştir. ] SF, Nu. 360, s. 340.
[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, -Makale-i Mahsusa- Alphonse Daudet (Geçen nüshanın
Mabadı), [Alphonse Daudet’nin eserlerinden alınan örnekler üzerinde
durulmuş ve bu örneklerden hareketle birtakım sonuçlar çıkarılmış ve
makale tamamlanmıştır. ] SF, Nu. 365, s. 11.
[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, -Makale-i Mahsusa- Alphonse Daudet (Geçen nüshanın
Mabadı), [Alphonse Daudet’nin yaşadığı muhit ve bu muhitin eserlere
yansımaları üzerinde dikkatle durulmaktadır. ] SF, Nu. 362, s. 376.
[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, -Makale-i Mahsusa- Alphonse Daudet (Geçen nüshanın
Mabadı), [Alphonse Daudet’nin eserlerinden alınan örnekler üzerinde
durulmuş ve bunlar tahlil edilmiştir. ] SF, Nu. 364, s. 411.
[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Alphonse Daudet Hakkında Bazı Mütalaat, [Fransa’da
ortaya çıkan edebî akımlardan bahsedilir. Özelikle Realizm üzerinde
durulur. Alphonse Daudet’in realist akımı temsili ve eserleri üzerinde
durulduktan sonra Balzac gibi diğer ediplerle karşılaştırmalara gidilir. ]
SF, Nu. 359, s. 330.
180
2.1.2.4.7. Edebî Tartışma
Cenap Şehabettin, -Musahabe-i Edebiye 43- Tefrit ve Đfrat, [Servet-i Fünun’a karşı
yapılan eleştirilerin bir ölçü ve nizam taşımadığını, sırf eleştiri olsun diye
yazılan tenkitlerin olduğunu konu alan bunu eleştiren bir makaledir. ] SF,
Nu. 387, s. 356.
Cenap Şehabettin, -Musahabe-i Edebiye-, [Ahmet Kemal’in ‘Okurken’ adlı şiirinde
geçen tehayyür ve tefekkür üzerine oluşturulan bir cevap yazısıdır. Đsim
verilmeden ‘Şaşırma, düşünme tatildir. ’, cümlesi etrafında bir takım
cevaplar verilmiştir. ] SF, Nu. 391 s. 6.
Đbrahim Cehdi, -Musahabe-i Edebiye- Đki Söz Daha, [Hayattaki sürekli değişimin
gayet tabii olduğu vurgulandıktan sonra günlük hayattaki değişiklikleri
dikkat çekiliyor. Edebiyatın da hayatın bir yansıması olması nedeniyle
Servet-i Fünuncuların edebiyatta yaptığı değişikliği gayet tabii olarak
değerlendiriyor. Servet-i Fünun’un savunması yapılıyor ve meydana
getirdikleri yeni edebiyat makalenin içeriğini oluşturuyor. ] SF, Nu. 367,
s. 38.
Ahmet Hikmet, Musahabe-i Edebiye, Eslafta Dekadanlık ve Şeyh Galip, , [Zamanın
edebiyatı ile Dekadanlık arasında bir ilgi olmadığı örneklerle izah
edildikten sonra Şeyh Galip’in bazı şiirleri verilmiş, açıklanmış ve ilişki
ortaya konulmuştur. ] SF Nu. 393, s. 40.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Musahabe-i Edebiye, [381. sayıda Đsmail Safa’nın
Musahabe-i Edebiyesiyle yani ‘Şiir Yazmak, Şiiri Yazmak’ başlıklı yazısı
üzerinde durulur. Bazı edebî akımlar üzerinde durulur: Realizm,
Sembolizm, Đdealizm gibi…] SF, Nu. 383, s. 294.
[REY], Ahmet Reşit, Bir Cevap, [Eser cevap mahiyetindedir ve Ali Kemal’e
yazılmıştır. 370 numaralı Servet-i Fünun’da Arapça ve Türkçe yazmak
konulu musahabede Ali Kemal’in şiirlerinden örnekler verilmişti. Ancak
verilen bu örnekler Ali Kemal ve bazı ediplerde infiale neden olmuştur.
181
Bunun üzerine bu yazı kaleme alınmıştır. Bahsi geçen yazıdaki şiir tekrar
ayrıntılı olarak incelenmiştir. ] SF, Nu. 375, s. 167.
[REY], Ahmet Reşit, -Musahabe-i Edebiye 38-, [Servet-i Fünun’un üslubu
hakkındaki eleştirilere cevap niteliğindedir. Daha önce bu konuyla ilgili
Servet-i Fünun’da yayınlanan Ali Kemal’in yazısından alıntılar
yapılmıştır. ] SF, Nu. 370, s. 86.
Süleyman Nesip, -Makale-i Mahsusa 1- Đki Söz Daha, [Şiire karşı gerçekleştirilen
taarruz, dilde ve edebiyatta meydana gelen yenilikler, Servet-i
Fünunculara ithaf edilen Dekadanlık meseleleri makalenin içeriğini
oluşturur. Bu hücumları gerçekleştiren gruplar üçe ayrılır ve bunlar
üzerinde durulur. Bu gruplardan özellikle mutevassıtin grubu üzerinde
durulur. Bunların itirazlarının sebepleri izah edilmeye çalışılır. Ayrıca
Servet-i Fünuncuların yalnızca Fransız edebiyatını taklidi iddiasına da
Osmanlıca ve Fransızca şiirlerden örnekler verilerek itiraz edilir] SF, Nu.
374, s. 146.
Tevfik Fikret, -Musahabe-i Edebiye 47, Tesir-i Ozan [Nesr-i hazıra tarafından şiire
karşı yapılan hücumlara cevaplar verilmiştir. ] SF, Nu. 396, s. 84.
Tevfik Fikret, -Musahabe-i Edebiye- Đki Söz, [Bu dönemde Servet-i Fünun’a karşı
yapılan eleştirilere cevap verilir. Makalede Servet-i Fünuncuların dilinin
anlaşılmadığı, sıfırdan bir edebiyat meydana getirmeleri ve kafiye
meselesi makalenin gündemini oluşturmaktadır. ] SF, Nu. 364, s. 402.
[YALÇIN], Hüseyin Cahit, [Edebiyat-ı Cedide ile ilgili iddiaları çürütmek amacıyla,
Edebiyat-ı Cedide’yi ortaya çıkaran koşulları ve akımın edebî geçmişinin
aktarıldığı bir eserdir. ] SF, Nu. 376, s. 183.
[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Şöhret-i Süheyle, [Hüseyin Cahit’in Hikmet-i Bedayie
Dair unvanlı seri yazısına Đkdam’da cevap yazan ve bu yazıları
beğenmeyen Ali Kemal’e yazılmış bir cevap metni özelliği gösterir.
182
Ayrıca Ali Kemal’in iki eseri de eser içinde incelenir. ] SF, Nu. 379, s.
226.
2.1.2.4.8. Edebiyat
Ahmet Hikmet, -Musahabe-i Edebiye-, [Eser 12 Haziran 1314 tarihinde kaleme
alınmıştır. Eserde milli edebiyat, edebiyatta tekâmül nasıl gerçekleşir,
diğer milletlerin edebiyatlarından yapılan alıntılar edebiyat-ı Osmaniye
için fayda mı zarar mı getirir, gibi soruların cevapları verilir. ] SF, Nu.
382, s. 278.
[TOKGÖZ], Ahmet Đhsan, Badettertip Đkdam Muhabiri Đzzetlü Ali Kemal Bey’e,
[Ali Kemal Bey’in bir mektubuna Ahmet Đhsan tarafından verilen cevabî
yazıdır. ] SP, Nu. 381, s. 134-135.
[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 13- Şiir, [Şiirin mahiyeti, şiir
nedir, sanat eseriyle eser arasındaki farklar makalenin içeriğini oluşturur.
] SF, Nu. 389, s. 395.
[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 16-, Sanat ve Şiirin Đstikbali, [27
Eylül 1314 tarihini taşıyan eserde fennin şiiri yok edeceğine dair
görüşlere cevap verilir. ] SF, Nu. 396, s. 91.
[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 2- Hikmet-i Bedayi, Hüsn,
[Eserde güzelin tanımının çok zor olduğu vurgulandıktan sonra edebiyat
için güzelin ne olduğu konusu üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 371, s.
102.
[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 6- On Dokuzuncu Asrın
Temayülat-ı Ruhiyesi, Dekadizm – Sembolizm, [Dekadizm ve
sembolizmin Fransa’da nasıl ortaya çıktığı anlatılmıştır. Bu akımı
örneklendiren metin örnekleri verildikten sonra edebî akımların ortaya
çıkışı ve sebepleri üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 377, s. 194.
183
[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 7- [Eserin başında Taine’den bir
söz alıntı yapılarak makalede edebî eserin kıymetini belirleyen unsurların
neler olduğu üzerende durulmuştur. ] SF, Nu. 378, s. 214.
[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Romanlara Dair 3- Edebiyat ve Ahlak, [Edebiyatta
ahlak ve ahlak dışılık incelenir. Yazar edebiyatın bir vaiz olmadığını,
ahlakiliğin edebiyat için bir şart olmadığını anlatıyor. Seri makalenin
üçüncü bölümüdür. Daha önce makalenin başlangıcını oluşturan iki
bölüm dergide neşrolunmuştur. ] SF, Nu. 358, s. 309.
2.1.2.4.9. Eğitim
[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Londra’dan Mektup, Đngiltere’de Türkçe Tedrisatı,
[Đngiltere’de bazı üniversitelerde okutulan Türkçe dersleri incelenmiş ve
bu derslerde okutulan müfredat aktarılmıştır. A(yın) H(a) imzasıyla] SF,
Nu. 400, s. 153.
Kadri, Çocuklarda Kuvve-i Hayaliye, [Çocukların hayatı izahta hayalin yeri ve
önemi irdelenmiştir. ] SF, Nu. 399, s. 141. bk. Mahmut Sadık
*Kadri, Đngiliz Terbiyesi, [Victor Hugo’ya ait olan makalenin çevirisi yapılmıştır.
Đngiliz eğitim sistemi, metanet ve kuvvet konusu üzerinde durulmuştur. ]
SF, Nu. 386, s. 349.
*Kadri, Norveç Kadınları ve Mekatib-i Muhtelife, [Fransa’da yayınlanan Norveç
Kadınları adlı eser ve eserde anlatılan eğitim sistemi ve karma eğitim
sistemi incelenmiştir. ] SF, Nu. 398, s. 163.
2.1.2.4.10. Gezi
Cenap Şehabettin, Hac Yolunda, [Cenap Şehabettin’in Hac Yolunda adlı eserinin
tefrikasıdır. Eser 16. mektup, Ruhmaniye vapurundan alt başlığını
taşımaktadır. ] SF, Nu. 388, s. 70 370.
184
Cenap Şehabettin, Hac Yolunda, [Cenap Şehabettin’in mektuplar hâlinde gezi
notlarını aktardığı eseridir. Bu eser de on beşinci mektup olarak
Süveyş’ten gönderilmiştir. ] SF, Nu. 367, s. 34.
Cenap Şehabettin, Hac Yolunda, [Cenap Şehabettin’in mektuplar hâlinde gezi
notlarını aktardığı eseridir. ] SF, Nu. 356, s. 275.
Đmzasız, Osmanlı Kibritleri Küçük Çekmece Fabrikasını Ziyaret, [Gezilen fabrikada
nasıl üretildiği anlatılmıştır. On sekiz aşamada kibritin imal safhaları izah
edilmiştir. ] SF, Nu. 393, s. 35.
Münir, Sofya’dan Mektup, [Sofya’da günlük hayat, insanların meşgaleleri, Sofya’nın
çarşıları anlatılmıştır. ] SF, Nu. 397, s. 109.
Münir, Sofya’dan Mektup, Bulgar Köy Düğünleri, [Bulgaristan’daki köy düğünleri
adet ve gelenekler anlatılmıştır. ] SF, Nu. 393, s. 43.
Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahra-yı Kebirinde Seyahati ve
Şeyh Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895
yılları arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki
ziyaretin ve Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354.
nüshadan beri devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün
aktarılmış ve anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. Daha sonra bu gezi
notları kitap hâlinde de yayınlanacaktır. Tefrika edilen gezi notları bu
sayıda tamamlanmıştır. ] SF, Nu. 384, s. 314.
Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh
Senusi ile Mülakatı, [354 numaralı nüshadan tefrika edilen
seyahatnamedir. Sultan II. Abdülhamit’in emriyle Sadık El Müeyyet Paşa
tarafından iki defa gerçekleştirilen Afrika seyahatine ait gezi notlarıdır. ]
SF, Nu. 357, s. 293.
Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh
Senusi Đle Mülakatı, [1886-1895 yılları arasında II. Abdülhamit’in
emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve Şeyh Senusi ve Senusilikle
185
ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri devam eden seri gezi
notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve anlatılanlar fotoğraflarla
desteklenmiştir. ] SF, Nu. 358, s. 311.
Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh
Senusi Đle Mülakatı, [1886-1895 yılları arasında II. Abdülhamit’in
emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve Şeyh Senusi ve Senusilikle
ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri devam eden seri gezi
notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve anlatılanlar fotoğraflarla
desteklenmiştir. Calu kasabasının evleri, sokakları, insanlarının çok iyi iz
takip etmeleri iklimi, çadırları ayrıntılı bir şekilde eser içinde tasvir edilir]
SF, Nu. 359, s. 322.
Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh
Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [ 1886-1895
yılları arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki
ziyaretin ve Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354.
nüshadan beri devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün
aktarılmış ve anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. Bu sayıda Calu’da
edinilen izlenimler aktarılmaya devam edilir. 12 ve 13 Teşrin-i Evvel
tarihi de intibanın edinildiği günler olarak not düşülmüştür. ] SF, Nu. 360,
s. 346.
Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh
Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları
arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve
Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri
devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve
anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. ] SF, Nu. 361, s. 356.
Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh
Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [ 1886-1895
yılları arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki
186
ziyaretin ve Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354.
nüshadan beri devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün
aktarılmış ve anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. ] SF, Nu. 362, s.
376.
Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh
Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları
arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve
Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri
devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve
anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. 17-18 Teşrin-i Evvel tarihi de
gezi notlarına düşülmüştür. ] SF, Nu. 363, s. 391.
Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh
Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları
arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve
Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri
devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve
anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. 22 Teşrin-i Evvel tarihi de gezi
notlarına düşülmüştür. ] SF, Nu. 364, s. 406.
Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh
Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları
arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve
Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri
devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve
anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. ] SF, Nu. 367, s. 43.
Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh
Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları
arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve
Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri
devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve
187
anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. Gidilen yerlerdeki toprağın da
tarıma elverişli olup olmadığı da yazıda bizlere aktarılmıştır. ] SF, Nu.
369, s. 77.
Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh
Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları
arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve
Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri
devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve
anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. Çöldeki kabileler 26 Teşrin-i
Evvel tarihinin altında aktarılmaktadır. ] SF, Nu. 370, s. 91.
Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh
Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [ Sadık Paşa’nın
1886-1895 yılları arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika’ya yapmış
olduğu iki ziyaretin ve Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibaları
anlatılmıştır. 354. nüshadan beri devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi
notları gün gün aktarılmış ve anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. 28
Teşrin-i Evvel tarihinin altında aktarılmaktadır. ] SF, Nu. 371, s. 108.
Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh
Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları
arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve
Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri
devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve
anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. Gezi notları 2 Teşrin-i Sani
tarihinin altında aktarılmaktadır. ] SF, Nu. 372, s. 123.
Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh
Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları
arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve
Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri
devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve
188
anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. Gezi notları 13 Teşrin-i Sani
tarihinin altında aktarılmaktadır. ] SF, Nu. 373, s. 372.
Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh
Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları
arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve
Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri
devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve
anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. Daha sonra bu gezi notları kitap
hâlinde de yayınlanacaktır. ] SF, Nu. 375, s. 170.
Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh
Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [Sadık Paşa’nın
1886-1895 yılları arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika’ya yapmış
olduğu iki ziyaretle ve Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibaları
anlatılmıştır. 354. nüshadan beri devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi
notları gün gün aktarılmış ve anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir.
Daha sonra bu gezi notları kitap hâlinde de yayınlanacaktır. Gezi
notlarına 18 Teşrin-i Sani tarihi de düşülmüştür. ] SF, Nu. 376, s. 189.
Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh
Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları
arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve
Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri
devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve
anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. Daha sonra bu gezi notları kitap
hâlinde de yayınlanacaktır. Gezi notlarına 18 Teşrin-i Sani tarihi de
düşülmüştür. Bu sayıda daha ziyade Sudan notları üzerinde durulmuştur. ]
SF, Nu. 377, s. 205.
Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh
Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları
arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve
189
Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri
devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve
anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. Daha sonra bu gezi notları kitap
hâlinde de yayınlanacaktır. Gezi notlarına Bu sayıda da Sudan notları
aktarılmaya devam edilmiştir. ] SF, Nu. 378, s. 220.
Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh
Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları
arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve
Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri
devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve
anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. Daha sonra bu gezi notları kitap
hâlinde de yayınlanacaktır. ] SF, Nu. 379, s. 239.
Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh
Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları
arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve
Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri
devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve
anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. Daha sonra bu gezi notları kitap
hâlinde de yayınlanacaktır. ] SF, Nu. 380, s. 254.
Sadık El Müeyyet, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh
Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [Sadık Paşa’nın
1886-1895 yılları arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış
olduğu iki ziyaretle ve Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibaları
anlatılmıştır. 354. nüshadan beri devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi
notları gün gün aktarılmış ve anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir.
Daha sonra bu gezi notları kitap hâlinde de yayınlanacaktır. Ayrıca bu
sayıda Avrupalıların bu topraklara, özellikle de Müslümanların
yaşadıkları topraklara girebilmek için ne büyük çabalar sarf ettikleri de
ayrıntılı olarak anlatılmıştır. ] SF, Nu. 382, s. 284.
190
Sadık El Müeyyet: Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh
Senusi Đle Mülakatı (354 Numaralı Nüshanın Mabadı), [1886-1895 yılları
arasında II. Abdülhamit’in emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve
Şeyh Senusi ve Senusilikle ilgili intibalar anlatılmıştır. 354. nüshadan beri
devam eden seri gezi notlarıdır. Gezi notları gün gün aktarılmış ve
anlatılanlar fotoğraflarla desteklenmiştir. ] SF, Nu. 365, s. 8.
Sadık Elmüeyyed, Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati ve Şeyh
Senusi Đle Mülakatı, [1886-1895 yılları arasında II. Abdülhamit’in
emriyle Afrika yapmış olduğu iki ziyaretin ve Şeyh Senusi ve Senusilikle
ilgili intibalar anlatılmıştır. ] SF, Nu. 356, s. 278.
2.1.2.4.11. Hikâye
A(yın) Nadir, Semere-i Hayat, [Hikâye tefrikasıdır. ] SF, Nu. 366, s. 25.
Ali Nusret, Cevr-i Muhitat, [26 Temmuz 1314 tarihinde kaleme alınan hikâye
tefrikasıdır. ] SF, Nu. 388, s. 377.
Ali Nusret, Çiçekler, [Küçük bir hikâye niteliklerini taşımaktadır?] SF, Nu. 376, s.
180.
Ali Nusret, Darbe-i Hicran, [21 Haziran 1314 tarihini taşıyan eser bir hikâye
tefrikasıdır. ] SF, Nu. 385, s. 324.
Ali Nusret, Leyl-i Sefit, [Hikâye tefrikasıdır. ] SF, Nu. 391 s. 11.
COPPEE François, Arslan Pençesi, [Küçük hikâye tarzındadır. ] SF, Nu. 400, s. 157.
DAUDET Alphonse, Safu, Mütercimi, Mehmet Rauf, [Hikâye tercümesidir. ] SF, Nu.
359, s. 332.
Đmzasız, Bir Değirmencinin Sergüzeşti, SP, Nu. 385, s. 167; SP, Nu. 386, s. 175; SP,
Nu. 392, s. 16.
Đmzasız, Calib-i Nazar-ı Dikkat Bir Hikâye, SP, Nu. 386, s. 175; SP, Nu. 387, s. 184;
SP, Nu. 392, s. 16.
191
Đmzasız, Faydalı Bir Seyahat, SP, Nu. 393, s. 24.
Đmzasız, Đpek Dokuyan Bir Kızın Sergüzeşti, SP, Nu. 387, s. 184; SP, Nu. 388, s. 192;
SP, Nu. 391, s. 7.
Đmzasız, Meserret ve Şetaret, SP, Nu. 388, s. 192; SP, Nu. 389, s. 200; SP, Nu. 393,
s. 24.
Đmzasız, Paris Gazetelerinden Birinde görülmüştür, SP, Nu. 390, s. 207.
Mehmet Rauf, Alphonse Daudet, Safu, Mütercimi, Mehmet Rauf, Hikâye(Tercüme)
SF, Nu. 359, s. 332.
Mehmet Rauf, -Hikâye- Küçük Remzi, [Hikâye tefrikasıdır. ] SF, Nu. 358, s. 316.
Safveti Ziya, Sevda-yı Girizan, [Hikâye tefrikasıdır. ] SF, Nu. 383, s. 298.
[UŞAKLIGĐL] Halit Ziya (Uşşakizade), Tramvayda Gelirken, [Eser Hüseyin Suat
Bey’e ithaf edilmiştir. Eser hayatında bir tren gibi olduğu tezi üzerine
kurulmuştur. Hayatın da bir hikâye olduğu vurgulanmıştır. Hikaye
tefrikasıdır. ] SF, Nu. 357, s. 357 Uşşakizade Halit Ziya.
[UŞAKLIGĐL] Halit Ziya, Bir Valide Tarafından, [Hikayenin başlangıcında Şubat
312 tarihi de yayınlanmıştır. ] SF, Nu. 368, s. 55.
[UŞAKLIGĐL] Halit Ziya, Bir Yazın Tarihi, [359 numaralı nüshada duyurulduğu gibi
hikâye tefrikasıdır. ] SF, Nu. 360, s. 349; SF, Nu. 362, s. 381; SF, Nu.
363, s. 397; SF, Nu. 361, s. 365;
[UŞAKLIGĐL] Halit Ziya, Mösyö Kanguru, [Eser Mehmet Rauf Bey’e ithafıyla
başlatılmıştır. Hikâye tefrikasıdır. Eser 15 Mart 1314 tarihini
taşımaktadır. ] SF, Nu. 369, s. 66; SF, Nu. 370, s. 82; SF, Nu. 371, s. 98.
[YALÇIN] Hüseyin Cahit (Çevirmen), Jerom Döse: Firar, [Hikâye tercümesidir. ]
SF, Nu. 364, s. 408.
192
[YALÇIN] Hüseyin Cahit, Hayat-ı Muhayyel, [Hikâye tefrikasıdır. ] SF, Nu. 399, s.
137.
[YALÇIN] Hüseyin Cahit, Nazire-i Đltifat, [Hikâye tefrikasıdır. ] SF, Nu. 381, s. 267.
2.1.2.4.12. Mektup
Hüseyin Tahsin Efendi, Gürün’den Mektup, SP, Nu. 390, s. 206.
Đmzasız, Bir Madamın Mektubu, SP, Nu. 392, s. 15-16; SP, Nu. 395, s. 38; SP, Nu.
400, s. 90.
Đmzasız, Galas’tan Mektup, SP, Nu. 392, s. 4.
Đmzasız, Mekatip Adapazarı’ndan, SP, Nu. 358, s. 158.
Đmzasız, Sukut’tan Mektup, [Yunanistan’da bulunan Sukut taburundan gelen imzasız
bir mektuptur. ] SP, Nu. 382, s. 144-144.
Đmzasız, Telgraf [Cülus-ı Hümayun’a dairdir. ] SP, Nu. 391, s. 6-7.
Mehmet Süleyman, Mekatip, SP, Nu. 357, s. 149-150.
Mustafa Faik, Mekatip, Ayna, SP, Nu. 397, s. 56.
2.1.2.4.13. Mensure
Ahmet Hikmet, Đstiyorum ki, [Mensure, 15 Mayıs 1314 tarihinde aruzla yazılmış ve
üç bölümden oluşmuştur. ] SF, Nu. 377, s. 199.
Hüseyin Suat, Validemin Dizinde, [Eserin başında Kardeşim Hüseyin Cahit’e ithafı
yer almaktadır. Dört bölümden oluşmuş olan bir mensuredir. ] SF, Nu.
370, s. 85.
Mehmet Rauf, Bahr-ı Muhitte, [Eylül 1313] SF, Nu. 357, s. 290.
Mehmet Rauf, Benim Kalbim, [Üç bölümden oluşmuş bir mensuredir. ] SF, Nu. 366,
s. 23.
193
Mehmet Rauf, Benim Olsaydın, [Mensure 8 Nisan 1314 tarihini taşımaktadır. Üç
bölümden oluşmuştur. ] SF, Nu. 376, s. 180.
Mehmet Rauf, Ebr-i Melal, [Şubat 1313 tarihini taşıyan eser üç bölümden
oluşmuştur. ] SF, Nu. 367, s. 38.
Mehmet Rauf, Hiçbir Yer, [Mensure, üç bölümden oluşmuştur. Tarabya’da 28
Temmuz 1314 tarihinde kaleme alınmıştır. ] SF, Nu. 388, s. 376.
Mehmet Rauf, Kadın Đhtiyacı, mensure, [Yazarın ruhu dinlendirecek, teselli edecek
bir kadına duyulan hararetli ihtiyacı ve isteği anlatılır. ] SF, Nu. 358, s.
308.
Mehmet Rauf, Kıştan Sonra, [Đki bölümden oluşmuş bir mensuredir. ] SF, Nu. 365, s.
4.
Mehmet Rauf, Kimsesizliklerim, [Đki bölümden oluşmuş olan bir mensuredir. ] SF,
Nu. 368, s. 50.
Mehmet Rauf, Matemlerim, [Tek bölümden oluşan mensurede yazarın duygu
salınımlarından bir bölüm aktarılmıştır. ] SF, Nu. 369, s. 70.
Mehmet Rauf, Tarabya Tahassüsatı, [Mensure üç bölümden oluşmuştur: 1. Nisan
gecesi 2. Nisan sabahı 3. Bülbüle karşı. Ayrıca eser 3 Nisan 1314 tarihiyle
birlikte yayınlanmıştır. ] SF, Nu. 375, s. 166.
Mehmet Rauf, Tarabya Tahassüsatından, Kireç Burnunda, [Mensure, iki bölümden
oluşmuştur. ] SF, Nu. 391 s. 10.
Mehmet Rauf, Tarabya Tahassüsatından, Mehtap, [Mensure, iki bölümden meydana
gelmiştir. ] SF, Nu. 394, s. 51.
Safveti, Düşünüyordum, [Mensure Eylül 1314 tarihini taşımaktadır. Dört bölümden
oluşmuştur. ] SF, Nu. 395, s. 74.
194
Siret, Dalgalar, [Mensure, Şişli’de 30 Mart 1314 tarihinde yazılmıştır. Dört
bölümden oluşmuştur. ] SF, Nu. 369, s. 71.
[UŞAKLIGĐL] Halit Ziya, Billur Parçası, [Đki bölümden oluşmuş bir mensuredir. ]
SF, Nu. 365, s. 2.
[YALÇIN] Hüseyin Cahit, -Hayat-ı Hakikiye Sahneleri-, Ateşçinin Oğlu, [Eser 25
Teşrin-i Evvel 1314 tarihini taşımaktadır. Dokuz bölümdür. ] SF, Nu.
400, s. 150.
[YALÇIN] Hüseyin Cahit, Hayat-ı Hakikiyye Sahneleri, Hasta Çocuk,
[Mensure, “Biraderim Hüseyin Suat’a” ithafıyla yayınlanmış, Kanlıca’da
28 Ağustos 1314 tarihinde kaleme alınmış ve üç bölümdür. ] SF, Nu. 392,
s. 22.
2.1.2.4.14. Mülakat
A(yın) T(e), Mülakat, [Yazı mülakat başlığını taşımasına rağmen daha
ziyade mektup özellikleri göstermektedir. Eserde sevgili, onunla
yaşananlar ve duyulan heyecan anlatılmıştır. Ayrıca eser 10 Nisan 1314
tarihini taşımaktadır. ] SF, Nu. 373, s. 131.
2.1.2.4.15. Roman
Safveti Ziya, Salon Köşelerinde, [Roman tefrikasıdır. ] SF, Nu. 386, s. 350; SF, Nu.
387, s. 366; SF, Nu. 388, s. 384; SF, Nu. 389, s. 398; SF, Nu. 390, s. 413;
SF, Nu. 391, s. 14; SF, Nu. 392, s. 31; SF, Nu. 393, s. 47; SF, Nu. 394, s.
59; SF, Nu. 396, s. 94; SF, Nu. 397, s. 111; SF, Nu. 385, s. 334; SF, Nu.
395, s. 79; SF, Nu. 398, s. 111;SF, Nu. 399, s. 143;SF, Nu. 400, s. 159.
[YALÇIN] Hüseyin Cahit, Hayal Đçinde, [365 numaralı nüshada
başlayan roman tefrikasıdır. ] SF, Nu. 365, s. 14; SF, Nu. 366, s. 31; SF,
Nu. 367, s. 46; SF, Nu. 368, s. 62; SF, Nu. 369, s. 79; SF, Nu. 370, s. 94;
SF, Nu. 371, s. 111; SF, Nu. 372, s. 128; SF, Nu. 373, s. 142; SF, Nu.
374, s. 158; SF, Nu. 375, s. 174; SF, Nu. 376, s. 191; SF, Nu. 377, s. 206;
195
SF, Nu. 378, s. 222; SF, Nu. 380, s. 254; SF, Nu. 381, s. 271; SF, Nu.
382, s. 286; SF, Nu. 383, s. 302; SF, Nu. 384, s. 316.
2.1.2.4.16. Şiir
Ahmet Hikmet, Nakarat, [Eser 3 Teşrin-i Evvel 1304 tarihiyle birlikte
yayınlanmıştır. Üç bölümden oluşmuştur. ] SF, Nu. 399, s. 134.
Abdullah, Yanımdan Geçerken, [Eser yirmi beyitten oluşur. Aruz kullanılmıştır. ] SF,
Nu. 400, s. 150.
Ahmet Kemal, Birlikte, [Aruz ölçüsüyle serbest müstezat biçiminde yazılmıştır. ] SF,
Nu. 362, s. 385.
Ahmet Kemal, Akşamdan Sonra, [Eser 3 Nisan 1314 tarihinde aruz ölçüsüyle sone
biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 371, s. 102.
Ahmet Kemal, Bir Kız, [Eser 8 Nisan 1314 tarihinde aruzla yazılmış ve dört
dörtlükten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 372, s. 115.
Ahmet Kemal, Giryedane, [Aruz ölçüsü kullanılarak yazılan şiir üç dörtlük ve bir
beşlikten oluşur. ] SF, Nu. 378, s. 211.
Ahmet Kemal, Đstiğrak, [Dört dörtlükten oluşan şiirde aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu.
366, s. 24.
Ahmet Kemal, Karanlıkta, [Yedi beyitten oluşan şiirde aruz ölçüsü kullanılmıştır. ]
SF, Nu. 369, s. 71.
Ahmet Kemal, Kendim, [Nazım biçimi olarak sonenin tercih edildiği eserde aruz
kullanılmıştır. ] SF, Nu. 367, s. 50.
Ahmet Kemal, Levha-i Şiirim, [Sone nazım biçimiyle yazılmıştır. ] SF, Nu. 367, s.
38.
Ahmet Kemal, Okurken, [ “ Sergüzeşt Müellif-i Muhteremi’ne” ithafıyla yayınlanmış
ve nazım biçimi olarak sone tercih edilmiştir. ] SF, Nu. 387, s. 359.
196
Ahmet Kemal, Tahattur, [11 Nisan 1314 tarihinde kaleme alınan eserde aruz ölçüsü
kullanılmış ve nazım birimi olarak sone tercih edilmiştir. ] SF, Nu. 375, s.
166.
Ahmet Kemal, Teellüm, [Şiirin başında Tevfik Fikret’ten bir beyit alınarak eser
Fikret’e ithaf edilmiştir. Aruzun kullanıldığı eser, sone biçiminde
yazılmıştır. ] SF, Nu. 381, s. 262.
Ahmet Kemal, Tercüme-i Halin, [Yedi beyitten oluşan eser aruzla yazılmıştır. ] SF,
Nu. 365, s. 3.
Ali Kemal, Yaz Geceleri, [Dörtlük ve üçlüklerin karışık bir şekilde kullanıldığı dokuz
bölümden oluşmuş ve aruzla yazılmıştır. ] SF, Nu. 371, s. 102.
Ali Nusret, Gece, [15 Mayıs 1314 tarihinde kaleme alınan eser gece ile gündüz,
mevsimler ve özellikleri itibarıyla ortaya konuyor. Tasvirlere ve
karşılaştırmalara başvuruluyor. ] SF, Nu. 378, s. 211.
Ali Nusret, Sekte-i Bahar, [14 Mayıs 1314 tarihinde yazılan eser on bölümden
oluşmuştur. ] SF, Nu. 380, s. 244.
Ali Sami, Yangın-Kafiyesiz-, [Serbest müstezat biçiminde aruz ölçüsüyle yazılmıştır.
] SF, Nu. 362, s. 375.
Ali Suat, Yalnız, [Eser üç bölümden oluşmuştur, her bölüm beş dizeden oluşmuştur
ve aruz ölçüsü kullanılmıştır. ] SF, Nu. 392, s. 21.
Cenap Şehabettin, Hatıra-i Yar, [Eser, aruz ölçüsüyle, sone biçiminde yazılmıştır. ]
SF, Nu. 360, s. 338.
Cenap Şehabettin, Kable’l Garam, [Đki dörtlüktür, aruz] SF, Nu. 357, s. 290.
Cenap Şehabettin, Mest ü Müstağrak, [Altı dörtlükten oluşan şiirde aruz
kullanılmıştır. ] SF, Nu. 358, s. 307.
Cenap Şehabettin, Mest ü Mütefekkir, [Yedi dörtlüktür, aruz] SF, Nu. 357, s. 290.
197
Cenap Şehabettin, Nekahet-i Kalbiye, [Üç dörtlükten oluşan eserde aruz ölçüsü
kullanılmıştır. ] SF, Nu. 361, s. 354.
Cenap Şehabettin, Pürhazin-i Heves, [On dörtlükten oluşan sevgilinin anlatıldığı bir
şiirde aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 359, s. 322.
Cenap Şehabettin, Saadet, [Aruz ölçüsüyle yazılan eser on bir adet dörtlükten
meydana gelmiş ve Kardeşim Ali Nusret’e ithafıyla yayınlanmıştır. ] SF,
Nu. 369, s. 69.
Cenap Şehabettin, Yazdıklarıma Karşı, [Şiirde aruz ölçüsüyle sone biçiminde
yazılmıştır. ] SF, Nu. 373, s. 130.
Ç. Sami, Đmtihan Korkusu, [Đmtihan korkusunun tekrar hatırlanmasının bile şiddetli
ve etkili bir tesir uyandırdığı eserde anlatılır. Sone nazım biçimi, aruz
ölçüsü kullanılmıştır. ] SF, Nu. 358, s. 308.
DAUDET Alphonse, T. F. Alphonse Daudet’in Bir Şiiri, [Çeviri şiirdir. Đki
sekizlikten oluşmuştur. ] SF, Nu. 359, s. 322.
Esat Necip, Girye-i Hüsran, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiir, üç dörtlük ve bir
beşlikten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 399, s. 134.
F Cuppee, Mütercimi: Tevfik Fikret: Baharda, [23 Haziran 1314 tarihiyle birlikte
yayınlanmıştır. Eser Cuppee’den alınmadır. ] SF, Nu. 382, s. 282.
H. Nazım, bk. [REY] Ahmet Reşit
Hüseyin Siret, Issız Köy, [Hüseyin Cahit Bey’e ithafıyla yayınlanan eser sone nazım
biçiminde aruzla yazılmıştır. Eser Rumeli Hisarı’nda 13 Ağustos 1314
tarihinde kaleme alınmıştır. ] SF, Nu. 391 s. 11.
Hüseyin Siret, Kitab-ı Garam, [Eser üç dörtlükten meydana gelmiş ve aruzla
yazılmıştır. ] SF, Nu. 394, s. 51.
198
Hüseyin Suat, Okurlarken, [Resim altı şiir şeklinde yazılmış olan bir eser, iki altılık,
iki dörtlük, bir ikilikten oluşmuş ve aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 365, s.
5.
Hüseyin Suat, Pontaven Şiirlerinden [ Eser iki üçlük ve iki dörtlükten oluşmuştur.
Sıralanış bir üçlük, bir dörtlük şeklindedir. ]
Hüseyin Suat, Bey Baba, [Şiir altı dörtlükten oluşmuş, aruzla 15 Mayıs 1314
tarihinde yazılmıştır. ] SF, Nu. 377, s. 199.
Hüseyin Suat, Eldivenlerin, [Aruzun kullanıldığı eserde nazım biçimi olarak sone
tercih edilmiştir. ] SF, Nu. 392, s. 22.
Hüseyin Suat, Hayat-ı Mecruh, [Eser Ali Nusret’e ithafıyla sone biçiminde
yazılmıştır. ] SF, Nu. 386, s. 342.
Hüseyin Suat, Helal-i Nev, [Şiir 8 Temmuz 1314 tarihinde, Siret Bey’e ithaf
edilmiştir. Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiirde nazım biçimi olarak sone
tercih edilmiştir. ] SF, Nu. 385, s. 327.
Hüseyin Suat, Leyl-i Şita, [Aruz, 12 Kanun-ı Evvel 1313, üçlük ve dörtlüklerin
oluşturduğu on üç bölümden oluşmuştur. ] SF, Nu. 358, s. 307.
Hüseyin Suat, Resmine Karşı, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiirde nazım biçimi
olarak serbest müstezat tercih edilmiştir. ] SF, Nu. 391 s. 10.
Hüseyin Suat, Senden Sonra, [Şiir Mehmet Rauf’a ithaf edilmiş ve aruz
kullanılmıştır. ] SF, Nu. 376, s. 179.
Hüseyin Suat, Şiir Yazarken, [Abdullah Zühtü Bey’e ithafıyla yayınlanmıştır. Ayrıca
eser 27 Şubat 1313 tarihinde aruzla yazılmış ve dört bentten oluşmuştur. ]
SF, Nu. 366, s. 23.
Hüseyin Suat, Zevcemin Mezarında, [Eser Cenap Şehabettin’e ithafıyla, 11 Mart
1314 tarihinde aruzla yazılmıştır. ] SF, Nu. 369, s. 70.
199
Đbrahim Cehdi, Babam, [Şiir, Olimp Vadisinde, 27 Şubat 1313 tarihinde yazılmış ve
‘Faika’ya ithaf edilmiştir. Aruz ölçüsünün kullanıldığı eserin nazım
biçimi sonedir. ] SF, Nu. 369, s. 70.
Đbrahim Cehdi, Hayal-i Derbeder, [Eser Tevfik Fikret Bey’e ithafıyla, 22 Mayıs
1314 tarihinde aruz ölçüsü kullanılarak yazılmıştır. ] SF, Nu. 380, s. 243.
Đbrahim Cehdi, Leyle-i Telakki, [27 Nisan 1314 tarihiyle yayınlanan eser de aruz
ölçüsü kullanılmış ve nazım biçimi olarak sone tercih edilmiştir. ] SF, Nu.
375, s. 166.
Đbrahim Cehdi, Nazire-i Temayül, [Eser 17 Temmuz 1314 tarihiyle birlikte
yayınlanmıştır. Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiirde nazım biçimi olarak
sone tercih edilmiştir. ] SF, Nu. 388, s. 376.
Đbrahim Cehdi, Peyam-ı Duradur, [Aruzla yazılan eser üç dörtlük bir ikilikten
oluşmuştur. ] SF, Nu. 372, s. 115.
Đbrahim Cehdi, Şantöz, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiirde nazım biçimi olarak sone
kullanılmıştır. Eser 9 Nisan 1314 tarihini de taşımaktadır. ] SF, Nu. 373,
s. 130.
Đbrahim Cehdi, Tehassüs-i Daimi [Eser 23 Haziran 1314 tarihinde kaleme alınmıştır.
Aruz kullanılmış ve iki dörtlük ve bir altılıktan vücuda gelmiştir. ] SF,
Nu. 383, s. 294.
Đmzasız, Tekrir-i Mükerrer, [Eser sonunda 8 Temmuz 1314 tarihi de yayınlanmış ve
şiir altı dörtlükten oluşmuş ve aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 387, s. 359.
Đsmail Safa, Şiir Hakkında, [Şiirin her şeyden bir zevk işi olduğu vurgulanmıştır.
Hâl böyle olunca iyi şiir kişiden kişiye değişecektir. Ancak iyi bir şiirde
fesahat ve belagatin bulunması da şarttır. Eser 10 Nisan 1314 tarihinde
kaleme alınmıştır. ] SF, Nu. 372, s. 114.
200
Đsmail Safa, Nahbe-i Mazi, [Beş dörtlükten oluşan eser, 7 Mart 1314 tarihinde aruzla
yazılmıştır. ] SF, Nu. 367, s. 37.
Đsmail Safa, Ayasofya, [11 Şubat 1313 tarihinde aruzla yazılmıştır. Altı dörtlükten
oluşmuştur. ] SF, Nu. 364, s. 405.
Đsmail Safa, Bedr-i Tam, [Đki bölümden oluşan eser serbest müstezat şeklinde 14
Mart 1314 tarihinde kaleme alınmıştır. ] SF, Nu. 367, s. 50.
Đsmail Safa, Bir Şarkı, [Eser 27 Mayıs 1314 tarihiyle birlikte yayınlanan şiir üç
dörtlükten oluşmuştur. Her dörtlüğün son dizesi nakarattır. ] SF, Nu. 378,
s. 211.
Đsmail Safa, Bir Vidadname, [Bursa’da ‘Fevaid’ risalesi sermuharriri Celal Paşazade
Rıfat Bey’e ithaf edilmiştir. Gedikpaşa’da 6 Şubat 1313 tarihinde, aruz
ölçüsüyle yazılmıştır. ] SF, Nu. 363, s. 388.
Đsmail Safa, Derdim Diyorum, [Şiir 3 Mart 1314 tarihinde yazılmıştır. Aruz ölçüsü
kullanılmıştır. Dokuz beyitten oluşmuştur. ] SF, Nu. 367, s. 37.
Đsmail Safa, Hatıra-i Mukaddese, [Eser, on iki dörtlükten oluşmuş ve 29 Kanun-ı
Sani 1313 tarihinde aruz ölçüsüyle yazılmıştır. ] SF, Nu. 362, s. 384.
Đsmail Safa, Đbtihal, [Eser üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölüm, altı dize; ikinci
bölüm, dört dize; üçüncü bölüm dört dizedir. Eser aruz ölçüsü
kullanılarak 18 Mayıs 1314 tarihinde yazılmıştır. ] SF, Nu. 378, s. 211.
Đsmail Safa, Muamma, [Eser 15 Mayıs 1314 tarihinde, aruzla yazılmış ve beş beyit,
iki dörtlük ve bir ikilikten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 377, s. 199.
Đsmail Safa, -Musahabe-i Edebiye- Şiir Hakkında, [Şiir ve nazmın farkları, bir şiirde
bulunması gereken özellikler, şiir parçaları vasıtasıyla izah ediliyor.
Đktibaslara yer veriliyor. ] SF, Nu. 381, s. 259.
Đsmail Safa, Sefalet-i Baride, [Aruz ölçüsüyle, 5 Şubat 1313 tarihinde, serbest
müstezat tarzında yazılmıştır. ] SF, Nu. 363, s. 387.
201
Đsmail Safa, Şakirdlerime, [19 Şubat 1313 tarihinde aruzla yazılan eser, yirmi bir
beyitten oluşmuştur. ] SF, Nu. 365, s. 3.
M. Rüştü, An-ı Mecruh, [Eser dört dörtlükten meydana gelmiş aruz ölçüsü
kullanılmıştır. ] SF, Nu. 394, s. 52.
Menemenlizade Tahir, ”Şakirdlerime” [Aruzla, sone biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu.
368, s. 50.
Menemenlizade Tahir, Meyuse, [Aruz ölçüsüyle sone biçiminde yazılmıştır. ] SF,
Nu. 372, s. 114.
[OZANSOY], Faik Ali, Ben Đsterim ki, [Eser Mai ve Siyah müellifine ithaf edilmiş
ve sone biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 373, s. 131.
[OZANSOY], Faik Ali, Benim Simâ-yı Hayalim, [9 Mayıs 1314 tarihini taşıyan
eserde aruz ölçüsü kullanılmış ve sekiz dörtlükten oluşur. ] SF, Nu. 381,
s. 263.
[OZANSOY], Faik Ali, Daima, [11 Ağustos 1314 tarihinde kaleme alınan eser, yedi
beşlikten meydana gelmiştir. Aruz ölçüsü kullanılmıştır. ] SF, Nu. 398, s.
118.
[OZANSOY], Faik Ali, Emel-i Müzehher, [Eserin sonunda 1 Nisan 1314 tarihi de
yayınlanmıştır. Şiir sekiz üçlükten oluşmaktadır. Şair eserini kardeşine
ithaf etmiştir. Aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 372, s. 115.
[OZANSOY], Faik Ali, Eski Bir Hayal, [Eser Đstanbul’da 1 Mayıs 1313 tarihinde
kaleme alınmıştır. Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiir, üç dokuzluk ve bir
beşlikten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 397, s. 102.
[OZANSOY], Faik Ali, Ey Sen, [Beş bölümden oluşmuş ve her bölümde beş dize
vardır. Aruz ölçüsü kullanılmıştır. ] SF, Nu. 392, s. 22.
[OZANSOY], Faik Ali, Guruptan Sonra, [Eser 1 Temmuz 1314 tarihinde aruzla
yazılmış ve dört bölümden oluşur. ] SF, Nu. 385, s. 327.
202
[OZANSOY], Faik Ali, Hafaya-yı Leyal 3, Denizin Kenarında, [Şiir “Valideme”
ithafıyla yayınlanmıştır. Aruzun kullanıldığı eser, altı adet altılıktan
oluşmuş ve Haziran 1314 tarihini taşımaktadır. ] SF, Nu. 382, s. 282.
[OZANSOY], Faik Ali, Hafaya-yı Leyal, [Altı dörtlükten oluşmuş ve Bursa’da 23
Kanun-ı Sani 1313’te aruzla yazılmıştır. ] SF, Nu. 364, s. 405.
[OZANSOY], Faik Ali, Hafaya-yı Leyal-2 [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiir on yedi
üçlükten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 370, s. 85.
[OZANSOY], Faik Ali, Mana-yı Feryat, [Ağustos 1314 tarihiyle yayınlanan eser,
dört dörtlük ve bir üçlükten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 395, s. 71.
[OZANSOY], Faik Ali, Sevda-yı Münevver, [Şiir dört dörtlükten oluşan eserde aruz
ölçüsü kullanılmış ve şiirin başında Abdülhak Hamit’ten bir beyit alıntı
yapılmıştır. ] SF, Nu. 376, s. 179.
[OZANSOY], Faik Ali, Teellüm, [Eser 17 Temmuz 1314 tarihiyle birlikte
yayınlanmıştır. Eser iki dörtlük, iki üçlük ve bir mısranın bir araya
gelmesiyle oluşmuştur. ] SF, Nu. 387, s. 359.
[OZANSOY], Faik Ali, Tenvim-i Hissiyat, [Tevfik Fikret Bey’e ithafıyla yayımlanan
eser soneyle Bursa’da 30 Kanun-ı Sani 1313 tarihinde kaleme alınmıştır. ]
SF, Nu. 366, s. 24.
[OZANSOY], Faik Ali, Yad-ı Müvellid, [Şiir, Hüseyin Rıza’ya ithaf edilmiş, soneyle
ve aruz ölçüsü kullanılarak yazılmıştır. ] SF, Nu. 377, s. 199.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Kalem Niçin Yazmaz? [Eser 30 Mart 1304 tarihinde
aruz ölçüsüyle sone biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 370, s. 85.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Albümü Karıştırıyordum, [15 Mart 1313 tarihinde sone
biçiminde kaleme alınmıştır. ] SF, Nu. 368, s. 50.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Bahar, [Eser 14 Mart 1314 tarihinde aruz ölçüsüyle
serbest müstazat biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 369, s. 70.
203
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Bilsem ki, [Eser 10 Temmuz 1314 tarihinde kaleme
alınmış ve dört dörtlükten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 385, s. 327.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Bir Aile Hatırası, [Haydarpaşa’da, 27 Şubat 1313
tarihinde aruzla yazılmış ve yedi dörtlük, bir ikilikten oluşmuştur. ] SF,
Nu. 367, s. 38.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Bir Sonbahardı, [Eser iki bölümdür, her bölümde yedi
dize vardır. 29 Ağustos 1314 tarihinde yazılan şiirde aruz kullanılmıştır. ]
SF, Nu. 392, s. 22.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Dalga, [Eser üç dörtlük ve bir ikilikten oluşmuş ve aruz
ölçüsüsü kullanılmıştır. ] SF, Nu. 373, s. 130.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Esnâ-yı Tefekkürde, [Eser 21 Eylül 1314 tarihiyle
birlikte yayınlanan aruz ölçüsünün kullanıldığı eser dokuz beyitten
oluşmaktadır. ] SF, Nu. 395, s. 74.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Gönlüm Đsterdi ki, [Şiir, Haydarpaşa’da 23 Mayıs 1314
tarihinde yazılmıştır. Dört dörtlükten oluşan eser aruz ölçüsü kullanılarak
yazılmıştır. ] SF, Nu. 378, s. 211.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Nedir Giyah, Ne Söyler Hab-ı Alud? [Eser dört adet
dörtlükten meydana gelmiş ve 30 Temmuz 1314 tarihi de eser altında
yayınlanıştır. ] SF, Nu. 387, s. 359.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Nişimin-i Tenha, [Nazım biçimi olarak terza rima
şeklinde yazılan eser 6 Nisan 314 tarihini taşımaktadır. ] SF, Nu. 371, s.
102.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Sanihat-i Şiiriyem, [30 Temmuz 1314 tarihinde kaleme
alınan eser, iki dörtlük bir üçlükten meydana gelmiştir. ] SF, Nu. 388, s.
377.
204
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Sanihat-i Şiiriyem, [Eser 27 Mayıs 1314’te sone
biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 380, s. 245.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Sihir-Hülya, [Şiir on beyitten oluşmuş ve aruz ölçüsü
kullanılmıştır. ] SF, nu. 376, s. 179.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Tefekkürat-ı Şabane, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiir,
19 Teşrin-i Evvel 1314 tarihiyle birlikte yayınlanmıştır. Eser iki altılıktan
oluşur. ] SF, Nu. 400, s. 150.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Tenevvü-i Hissiyat, [Eser altı beyitten oluşmuş ve aruz
ölçüsü kullanılmıştır. Şiir 16 Mayıs 1314 tarihini taşımaktadır. ] SF, Nu.
377, s. 199.
[PEDRAM], Hüseyin Daniş, Terane-i Ulvi, [Eser 22 Haziran 1314 tarihinde kaleme
alınmış ve iki altılık, bir ikilikten oluşan eserde aruz kullanılmıştır. ] SF,
Nu. 382, s. 282.
[REY] Ahmet Reşit Ân-ı Teellüm, [Serbest müstezat nazım biçiminde, aruz ölçüsüyle
yazılmıştır]. SF, Nu. 366, s. 23.
[REY] Ahmet Reşit, Metruk, [Eser beş dörtlükten oluşmuş ve aruz ölçüsü
kullanılmıştır. Ayrıca 30 Mayıs 1314 tarihi de eserle birlikte
yayınlanmıştır. ] SF, Nu. 380, s. 243.
[REY] Ahmet Reşit, O Zaman, [Eser beş bölümden oluşmuş ve aruz ölçüsüyle
yazılmıştır. ] SF, Nu. 369, s. 69.
[REY] Ahmet Reşit, Seher, [ Aruzla, sone biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 365, s. 3.
Siret, Sevdâ-yı Kihnisal, [Yirmi iki dörtlük, bir dizeden oluşan eser, “Tevfik Fikret
Bey’e” ithaf edilmiş, aruz ölçüsü kullanılmıştır. ] SF, Nu. 362, s. 375.
Siret, Sevdâ-yı Medfun, [Eser Şişli’de 5 Nisan 1314 tarihinde aruzla yazılan eser, dört
dörtlük ve dört üçlükten oluşmaktadır. ] SF, Nu. 376, s. 179.
205
Siret, Sükunet-i Şabane, [Đki dörtlük ve iki üçlükten oluşan eser, sone nazım
biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 363, s. 388.
Siret, Şiir-i Yekrenk, [Eser Şişli’de 27 Şubat 1313 tarihinde aruzla yazılmış ve üç
adet beşlikten oluşur, aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 366, s. 25.
Siret, Her Gün, [Şişli’de 22 Şubat 1313 tarihinde aruz ölçüsüyle yazılmıştır. ] SF,
Nu. 365, s. 4.
Süleyman Nesip, Lema-i Ümit, [Eser, 20 Teşrin-i Evvel 313 tarihinde aruz ölçüsüyle
sone biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 369, s. 70.
Süleyman Nesip, Veda, [ 23 Şubat 1313 tarihinde, aruz ölçüsüyle yazılmıştır. ] SF,
Nu. 375, s. 166.
Süleymen Nesip, Bilir misin? [Şiir 8 Mart 1314 tarihini taşımaktadır. Aruz ölçüsü
kullanılmıştır. ] SF, Nu. 371, s. 102.
T. Fikret, Mihr-i Zemheri, [Üç dörtlükten oluşmaktadır, aruz, serbest müstezat] SF,
Nu. 357, s. 290.
Tevfik Fikret , Đkinci Tesadüf, [Eser 25 Şubat 1313 tarihinde soneyle yazılmıştır. ]
SF, Nu. 367, s. 38.
Tevfik Fikret, Kamis-i Yusuf, [13 Temmuz 1314 tarihiyle birlikte yayınlanan eser
Kısas-ı Enbiya I. ciltten alıntı yapılmıştır. ] SF, Nu. 386, s. 343.
Tevfik Fikret, Salıncakta, [Resim altı şiir şeklinde kaleme alınan eser, iki dörtlükten
oluşur ve aruz ölçüsü kullanılmıştır. ] SF, Nu. 381, s. 260.
Tevfik Fikret, Aşk ve Şebap, [Üç dörtlük ve bir dizeden oluşan eserde aruz ölçüsü
kullanılmıştır. ] SF, Nu. 361, s. 354.
Tevfik Fikret, -Aveng-i Şuhur 1-, Mart, [Şair Tevfik Fikret tarafından aylarla ilgili
olarak yazılan seri şiirlerden mart ayı için yazılan eserdir. Sone biçiminde
yazılmıştır. ] SF, Nu. 367, s. 33.
206
Tevfik Fikret, -Aveng-i Şuhur 5- Temmuz, [Ayların anlatıldığı seri şiirlerden temmuz
ayının anlatıldığı şiirdir, aruz ölçüsü kullanılmıştır. Yedi üçlükten
oluşmuştur. ] SF, Nu. 391, s. 1.
Tevfik Fikret, -Aveng-i Şuhur 6- Ağustos, [23 Ağustos 1314 tarihinde kaleme alınan
eser iki dörtlük ve bir beşliktir. Aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 395, s. 65.
Tevfik Fikret, -Aveng-i Şuhur 6- Eylül, [26 Eylül 1314 tarihinde kaleme alınan eser
iki dörtlüktür. Aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu. 400, s. 145.
Tevfik Fikret, -Aveng-i Şuhur- Nisan, [Eser 8 Nisan 1314 tarihinde aruzla yazılan şiir
üç beşlikten oluşmuştur. ] SF, Nu. 373, s. 129.
Tevfik Fikret, Baharda, [Şiir 23 Haziran 1314 tarihiyle birlikte yayınlanmıştır. Eser
Coppee’den alınmadır. ] SF, Nu. 382, s. 282.
Tevfik Fikret, Bisiklet, [30 Mayıs 1314 tarihinde yazılan eser aruzla sone biçiminde
yazılmıştır. ] SF, Nu. 379, s. 237.
Tevfik Fikret, En Ferahlı Günüm, [Eser 13 Mart 1314 tarihinde terza rimayla
yazılmıştır. ] SF, Nu. 369, s. 71.
Tevfik Fikret, Haluk’un Bayramı, [Aruz ölçüsüyle serbest müstezat nazım biçimine,
10 Şubat 1313 tarihinde yazılmıştır. ] SF, Nu. 363, s. 389.
Tevfik Fikret, Hayat, [Şiir 9 Kanun-ı Sani 1313 tarihinde, aruz ölçüsü kullanılmış ve
nazım birimi olarak da sone kullanılmıştır. ] SF, Nu. 378, s. 211.
Tevfik Fikret, Gülefşan, [11 Nisan 1314 tarihinde, aruzla yazılmış ve şiir resim altı
şiir şeklinde yazılmıştır. Ancak resim 120. sayfada yayınlanmıştır. ] SF,
Nu. 372, s. 115.
Tevfik Fikret, Ramazan Sadakası, Köprüde, [Aruz kullanıldığı eser beş bölümden
oluşmuştur. ] SF, Nu. 359, s. 322.
207
Tevfik Fikret, Sahayif-i Hayatımdan 1, [Eser 4 Nisan 1314 tarihiyle birlikte
yayınlanmış ve iki bentten oluşmuştur. ] SF, Nu. 371, s. 102.
Tevfik Fikret, Son Tesadüf, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiirde nazım biçimi olarak
sone tercih edilmiştir. Eser 29 Nisan 1314 tarihiyle birlikte
yayınlanmıştır. ] SF, Nu. 376, s. 180.
Tevfik Fikret, Tesadüf, [13 Şubat 1313 tahinde kaleme alınan eser sone nazım
türündedir. ] SF, Nu. 364, s. 406.
Tevfik Fikret, Verin Zavallılara, [20 Şubat 1313 tarihinde, aruzla yazılan eser üç
bölümden oluşmaktadır. ] SF, Nu. 365, s. 4.
Tevfik Fikret, Zavallı Hasta, [A. Nadir Bey’e ithaf edilmiştir. Aruzun kullanıldığı
şiir, üç dörtlük ve tek mısradan oluşur. ] SF, Nu. 358, s. 308.
Tevfik Fikret, Zeka, [Eser üç bölümden oluşan eserde aruz kullanılmıştır. ] SF, Nu.
375, s. 167.
Tevfik Fikret, Zevrak-ı Hayal, SF, Nu. 393, s. 43. [Eser iki dörtlükten meydana
gelmiş aruz kullanılmıştır. ]
Tevfik Fikret, -Aveng-i Şuhur 3- Mayıs, [Seri şiirin üçüncü parçasıdır. Aruzla yazılan
eser iki dörtlük ve bir üçlükten oluşur. ] SF, Nu. 384, s. 305.
Tevfik Fikret, Aveng-i Şuhur 4, Haziran, [Yılın aylarına dair yazılmış olan
şiirlerdendir. Bu şiir ise Haziran ayı için kaleme alınmıştır. ] SF, Nu. 388,
s. 369.
Tevfik Fikret, Bir Feylosofa, [12 Temmuz 1314 tarihiyle birlikte yayınlanan eser
sone nazım biçimi özelliklerindedir. ] SF, Nu. 385, s. 327.
Tevfik Fikret, Bir Muhavare-i Edebiye, SF, Nu. 366, s. 25. [Eser, 27 Şubat 1313
tarihinde aruzla yazılmış ve altı benden oluşmuştur. ]
208
Tevfik Fikret, Birlikte, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı şiir, üç dörtlük ve bir dizeden
meydana gelmiştir. Eser 5 Haziran 1314 tarihinde kaleme alınmıştır. ] SF,
Nu. 380, s. 245.
Tevfik Fikret, F. Coppee, Mütercimi: Tevfik Fikret: Baharda, [Şiir 23 Haziran 1314
tarihiyle birlikte yayınlanmıştır. Eser Cuppee’den alınmadır. ] SF, Nu.
382, s. 282.
Tevfik Fikret, F. Cuppee, Mütercimi: Tevfik Fikret: Baharda, [Şiir 23 Haziran 1314
tarihiyle birlikte yayınlanmıştır. Eser Cuppee’den alınmadır. ] SF, Nu.
382, s. 282.
Tevfik Fikret, Hab-ı Girizan, [Eser dört altılıktan oluşmuş ve aruz ölçüsü
kullanılmıştır. 17 Nisan 1313 tarihi eser sonunda yayınlanmıştır. ] SF, Nu.
394, s. 52.
Tevfik Fikret, Hande-i Bum, [Aruz ölçüsünün kullanıldığı eser, 18 Teşrin-i Evvel
1314 tarihiyle birlikte yayınlanmıştır. ] SF, Nu. 400, s. 151.
Tevfik Fikret, Hülyâ-yı Saadet, [Eser 27 Nisan 1314 tarihinde, Đbrahim Cehdi’ye
ithaf edilmiş ve aruz kullanılmıştır. Toplam on dokuz dizeden oluşmuştur.
] SF, Nu. 374, s. 157.
Tevfik Fikret, Kahkahat-ı Şiiriye 1, [Eser on bölümden oluşan eserde aruz
kullanılmıştır. Eser, 13 Ağustos 1314 tarihini taşımaktadır. ] SF, Nu. 392,
s. 22.
Tevfik Fikret, La Dans Serpantin, [Eser 26 Kanun-ı Sani 1313’te serbest müstezat
tarzında, aruzla yazılmıştır. ] SF, Nu. 362, s. 375.
Tevfik Fikret, Mezarlıkta, [Eser 28 Teşrin-i Evvel 1314 tarihiyle birlikte
yayınlanmıştır. ] SF, Nu. 400, s. 151.
Tevfik Fikret, Mükedder, [7 Teşrin-i Evvel 1313 tarihiyle birlikte yayınlanan eser,
aruz ölçüsüyle sone biçiminde yazılmıştır. ] SF, Nu. 370, s. 86.
209
Tevfik Fikret, Ne Đsterim? [Şiir 28 Şubat 1314 tarihiyle birlikte yayınlanmıştır. Aruz
ölçüsünün kullanıldığı şiir, serbest müstezat biçiminde kaleme alınmıştır.
] SF, Nu. 397, s. 103.
Tevfik Fikret, Nesrin, [Eser 15 Mart 1313 tarihinde aruzla yazılmış ve beş bölümden
oluşmuştur. ] SF, Nu. 368, s. 50.
Tevfik Fikret, T. F. Alphonse Daudet’in Bir Şiiri, [Çeviri şiirdir. Đki sekizlikten
oluşmuştur. ], SF, Nu. 359, s. 322.
Tevfik Fikret, Yaşadıkça, SF, Nu. 360, s. 338. [Üç dörtlük ve bir dizeden oluşan
eserde aruz ölçüsü kullanılmıştır. ]
[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya, Bir Ruznameden, [Hikâye başlığı eserin başında
kullanılmıştır. ] SF, Nu. 380, s. 245.
[YALÇIN], Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 3- Mahsulat-ı Fikriye-i Beşeriye,
Mahsulat-ı Tabiiye, [On dokuzuncu yüz yıldan itibaren muhitin edebî eser
üzerine etkileri dikkate alınmıştır. Edebî eseri ortaya çıkaran ortam ve
eserin ortaya çıkışı makalenin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 372, s. 115.
[YALÇIN], Hüseyin Cahit, Bayram Sabahı, [Kanlıca’da 4 Teşrin-i Evvel 1314
tarihinde kaleme alınmıştır. Altı bölümden oluşmuştur. ] SF, Nu. 397, s.
103.
[YURDAKUL], Mehmet Emin (Rüsumat Emaneti Evrak Müdürü), Ah Analık Yahut
Ninemin Duası, [Hece ölçüsü kullanılan eser “Tevfik Fikret Bey’e”
ithafıyla yayınlanmıştır. Eğribel’de 3 Teşrin-i Sani 1314 tarihinde kaleme
alınmıştır. ] SF, Nu. 399, s. 134.
[YURDAKUL], Mehmet Emin, Biz Nasıl Şiir Đsteriz? [Bu şiirde halk edebiyatına
dönüşün sinyali verilir. Hece ölçüsüyle yazılan eserde halkın rahatlıkla
anlayabileceği, Anadolu’dan yararlanan bir şiir isteniliyor. Böyle bir şiirin
Servet-i Fünun’da yayınlanmış olması gayet önemlidir. Eser üç beşlikten
oluşur. ] SF, Nu. 380, s. 244.
210
[YURDAKUL], Mehmet Emin, Güzellik ve Kardeşlik Karşısında, [Dört bölümdür,
her bölümde sekiz dize vardır. Serbest müstezat tarzında yazılan şiirin
sonunda Mehmet Emin’e unvan olarak rüsumat emaneti evrak müdürü
nitelemesi yapılmıştır. ] SF, Nu. 392, s. 21.
2.1.2.4.17. Tenkit
Đsmail Safa, -Makale-i Mahsusa 38- Tenkidat, [Tenkidin önemi, tenkidin kırıcı
olmaması gerektiği, tenkide kullanılması gereken üslup konuları üzerinde
durulduktan sonra değişik şiirler tahlil edilerek tenkidin örnekleri
verilmiştir. ] SF, Nu. 375, s. 162.
Mehmet Rauf, Tekamül-i Tenkit 1, Mukaddime, [On birinci yüz yıldan itibaren
tenkidin gelişimine dikkat çekilir. Tenkidin gelişmesinde hizmeti olan
Dekart ve akımlardan (Klasizm gibi) söz edilir. ] SF, Nu. 370, s. 90.
Mehmet Rauf, Tekamül-i Tenkit 2, Mukaddime, [On birinci yüz yıldan itibaren
tenkidin gelişimine dikkat çekilir. On birinci yüz yılda yetişmiş olan
münekkitler üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 371, s. 106.
Mehmet Rauf, Tekamül-i Tenkit 3, On Sekizinci Asır, [Tenkidin on sekizinci asra
kadar olan durumu ve on sekizinci asırda meydana gelen yenilikler
anlatılır. Özellikle Rousseau üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 372, s. 120.
Mehmet Rauf, -Tekamül-i Tenkit 4- On Dokuzuncu Asır Đkinci Devre 1730-1765, [On
dokuzuncu asrın ikinci yarısı ve özellikle Saint Bouvveau üzerinde
durulmuştur. ] SF, Nu. 377, s. 202.
Mehmet Rauf, -Tekamül-i Tenkit 5- On Dokuzuncu Asır Đkinci devre 1830-1865.
[Usül-i tenkitte fenni tarzı savunan Taine ile buna karşı Bouvveau’nun
görüşü üzerinde durulur. Đki anlayış karşılaştırılarak farklılıkları ve
ortaklıkları ortaya konulur. ] SF, Nu. 378, s. 217.
211
Mehmet Rauf, -Tekamül-i Tenkit 6- On Dokuzuncu Asır Đkinci Devre 1865-1880,
[Taine’nin tenkit anlayışı ve tenkidin fenni bir usül hâline gelmesi ve
buna karşı tezler üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 381, s. 269.
Mehmet Rauf, -Tekamül-i Tenkit 6-, 1865-1880 On Dokuzuncu Asır Đkinci Devre,
[381 numaralı nüshadan beri devam eden Taine’nin tenkitte fenni usulü
üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 383, s. 296.
Mehmet Rauf, -Tekamül-i Tenkit 7- On Dokuzuncu Asır, I. Devre, 1700-1730, [On
dokuzuncu asırda meşhur olan münekkitler üzerinde durulmuştur.
Brunetiere, Paul Albert, gibi…] SF, Nu. 376, s. 186.
Mehmet Rauf, -Tekamül-i Tenkit 7-, [Taine’nin tenkit anlayışının izah edildiği
makaleye devam edilmiş ve tenkitte fenni usül üzerinde durulmuştur. ]
SF, Nu. 384, s. 310.
Mehmet Rauf, Tekamül-i Tenkit, Mukaddime, [Batı tenkidinin tarihinden ziyade
Batıda tenkidin gelişimine katkıda bulunan isimler üzerinde durulmuştur.
] SF, Nu. 368, s. 59.
Mehmet Rauf, Tekamül-i Tenkit, Mukaddime, [Latin edebiyatı da
irdelenerek tenkit alanında yapılan çalışmalar eserin konusunu
oluşturmuştur. ] SF, Nu. 369, s. 75.
2.1.2.4.18. Tiyatro
Ahmet Hikmet, -Hasbihal- Đlk Görücü, [Tiyatro metni, Kamus-ı Fransevi’den
alıntıdır. Tiyatro sahnesinde bir kahramanın monologlarından oluşur. ]
SF, Nu. 372, s. 115.
[TARHAN], . Abdülhak Hamit Sahayif-i Bedia, Finten’den, [Abdülhak Hamit
Tarhan’ın Fitnen adlı eserinin tefrikasıdır. ] SF, Nu. 400, s. 146, SF, Nu.
389, s. 386, SF, Nu. 390, s. 402, SF, Nu. 397, s. 99, SF, Nu. 391 s. 2, SF,
Nu. 392, s. 18, SF, Nu. 393, s. 34, SF, Nu. 395, s. 66, SF, Nu. 396, s. 82,
SF, Nu. 398, s. 114, SF, Nu. 399, s. 130.
212
2.1.2.4.19. Vecize
Ahmet Hikmet, -Kıl u Kal-, Kadınlara Aşka Dair, [Ünlü ediplerin aşk ve kadınlara
dair sözleri aktarılmıştır. ] SF, Nu. 396, s. 90.
Ahmet Hikmet, -Kıl ü Kal-, Kadınlara ve Aşka Dair, [Napolyon, Hugo gibi ediplerin
aşk ve kadın üzerine sözleri alıntı yapılmıştır. ] SF, Nu. 394, s. 58, SF,
Nu. 395, s. 74.
2.1.2.4.20. Yabancı Edebiyatlar
Cenap Şehabettin, -Musahabe-i Edebiye- Fransız Şura-yı Hazırası, [Fransız
şairlerinin eserde alfabetik sırayla inceleneceği ifade edilmiş ama eser
boyunca Mallarme ve Sembolizm üzerinde durulmuş, yeni bir şair
incelemeye alınmamıştır. Bu durum yazının sonunda itiraf edilmiş ve
buna daha sonraki yazılarda dikkat edileceği ifade edilmiştir. ] SF, Nu.
360, s. 338.
[UŞAKLIGĐL], Halit Ziya: Fransa Edebiyatına Dair Musahebat 1, [Fransız
edebiyatından farklı şahısların hayatları ve eserleri irdelenmiştir. ] SF,
Nu. 398, s. 125.
2.1.2.5. Havacılık
Đmzasız, -Resimlerimiz-, Kanatlı Velespit, [Mösyö Ader adında bir Fransız’ın inşa
ettiği Ovon adlı balon ve diğer balonlar anlatılır. Eserin içeriğini kısaca
havada seyahat meselesi oluşturur. ] SF, Nu. 386, s. 343.
2.1.2.6. Hukuk
Ali Şahbaz Efendi, -Makale-i Mahsusa-, SF, Nu. 366, s. 18. [Fransa’da meydana
gelen meşhur Dreyfus davası meselesinin hukuki açıdan incelendiği bir
yazıdır. Yazarımız da zaten bir mahkeme azasıdır. ]
Đmzasız, Ali Hafî Bey’in Mahkemesi, [Ali Hafi Bey’li ilgili olrak çaılan mahkemenin
gidişatı ve genel durum hakkında bilgi verilmiştir. ]SP, Nu. 387, s. 182-
183.
213
2.1.2.7. Đktisat
Đmzasız, Borsa, SP, Nu. 356, s. 143; SP, Nu. 357, s. 151; SP, Nu. 359, s. 168; SP,
Nu. 360, s. 176; SP, Nu. 361, s. 182; SP, Nu. 362, s. 190; SP, Nu. 365, s.
6; SP, Nu. 366, s. 14;
Đmzasız, Nüsha-i Mümtaze, SP, Nu. 356, s. 143-144; SP, Nu. 368, s. 32.
[TOKGÖZ] Ahmet Đhsan, Almanya Đlm-i Sanayi ve Ticaretine Bir Nazar, SF, Nu.
397, s. 100. [Almanya’da son on beş yıl içerisinde meydana gelen
gelişmeler ve bu gelişmelerin sebepleri üzerinde durulmuştur. ]
[YALÇIN] Hüseyin Cahit, Mesele-i Đçtimaiye-i Hazıra 1, Mesele-i Đktisadiyenin
Ehemmiyeti, SF, Nu. 398, s. 121. [Đktisadın ortaya çıkışı, önemi, kuralları
ve ülkemizdeki durumu hakkında bilgi verilmiştir. ]
2.1.2.8. Đstanbul Postası
[TOKGÖZ] Ahmet Đhsan, Đstanbul Postası, [Đstanbul’da yapılan kotra yarışı ve
burada edinilen izlenimler anlatılmıştır. Đstanbul’da yaşanan gündelik
olaylar anlatılmıştır. ] SF, Nu. 390, s. 411; SF, Nu. 400, s. 156; SF, Nu.
362, s. 370; SF, Nu. 365, s. 13; SF, Nu. 358, s. 306; SP, Nu. 360, s. 175;
SP, Nu. 369, s. 38-39; SP, Nu. 371, s. 52-53; SP, Nu. 374, s. 79; SP, Nu.
377, s. 103-104; SP, Nu. 387, s. 182; SP, Nu. 388, s. 191; SP, Nu. 389, s.
199.
2.1.2.9. Kadın
Tevfik Fikret, Nevha-i Bisud, [Günlük hayatta kadının yeri, eserde irdelenmiştir.
Artık kadınların yalnızca anne değil hayatın birçok alanında bulunmaları
ve özellikle de kadınların edebiyata olan tesiri üzerinde durulmuştur. ] SF,
Nu. 400, s. 149.
2.1.2.10. Kitap Tanıtımı
Đmzasız, -Yeni Kitap-, [Hamdi Beyzade Osman Adil Beyefendi’nin bir kitabı
tanıtılmıştır. ] SF, Nu. 396, s. 90.
214
2.1.2.11. Moda
T. F. Kaplumbağa Modası, [Bu tarihlerde Paris’te kaplumbağaların kabukları üzerine
altın ve kıymetli taşlarla süsleme yapılır. Daha sonra salonlarda halılara
bırakılır. Ağır ağır gezen kaplumbağa parlayarak eve ışık saçar. Bunlar
Paris’te hayli tercih edilen davranışlar olur ve moda hâline gelir. Eserde
bu moda üzerinde durulur. ] SF, Nu. 358, s. 310. bk. Tevfik Fikret
2.1.2.12. Musahabe-i Fenniye
M. Sadık, Muhasebe-i Fenniye, [Madde, kuvvet, tabiatta hiçbir şey yok olmaz,
yoktan var olmaz düsturu, sermaye ve ticaret, kripton gazı gibi konular
makalenin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 381, s. 258.
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye- [Ramazan ayının başlamış olması münasebetiyle bu
ayda bol tüketilen gıda maddeleri üzerinde durulmuştur. Yumurta, tatlılar,
baharatlar gibi gıda ürünleri ayrıntılı olarak aktarılır. Ürünler hem
kullanılış hem de faydaları bakımından incelenir. ] SF, Nu. 361, s. 354.
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Bu makalede ise veterinerlik ve basiller konusu
üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 388, s. 374.
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Burgoya adlı vapurun bir Đngiliz gemisiyle
çarpışması sonucu batması, musademat-ı bahriye konu edilmiştir. ] SF,
Nu. 385, s. 322.
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Cazibe kanununun keşfi, Newton, ışık ve mıknatıs
gibi konular eserde incelenmiştir. ] SF, Nu. 398, s. 115.
M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Cismin (vücudun) terbiyesi, okullarda tesiri,
faydaları, havada seyahat, uçma makinesi gibi konular makalenin
içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 386, s. 338.
M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Coğrafya terimi, kökeni tarihi gelişimi, alt bilim
dalları ve okyanusbilim eserin konusunu oluşturmaktadır. ] SF, Nu. 356 s.
282.
215
M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Elektrik, elektriğin terakkiyatı, medeniyete tesiri ve
ülkemizdeki durumu anlatılmıştır. ] SF, Nu. 399, s. 132.
M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Eserde kısa kısa bir çok konuya değinilmiştir. Ülfet
ve itiyat, medeniyet-i fikriye, aşk ve şiddetli sevda gibi…] SF, Nu. 380, s.
242.
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Eserde kumaşlar ve kumaş çeşitleri üzerinde
durulmuştur. ] SF, Nu. 400, s. 147.
M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Eserin içeriğini akıl, dimağ ve akıl sağlığı oluşturur.
] SF, Nu. 373, s. 138.
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Fen eğitimi, on- on beş yılda ideal eğitim gibi
konular eserin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 397, s. 103.
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye, [Fenni gelişmeler, nakliye ve haberleşme
araçlarındaki yenilikler, mesuliyet kanunu, uzaktan işitmek ve görmek
gibi konular kısa kısa makale içinde irdelenmiştir. ] SF, Nu. 382, s. 274.
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Gemilerin çarpışması, sisli havalarda açık sularda
nasıl yol alınacağı, gözün görmediği durumlarda sesle nasıl yön tayin
edileceği gibi mevzular makalenin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 389, s.
388.
M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Đnsanın tabiiyeti, mekânın insan psikolojisine etkisi,
kuzuların doğumu, tıpta ihtilaflar gibi konular makalenin içeriğini
oluşturur. ] SF, Nu. 384, s. 306.
M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Đnsanlar arasındaki farklılıklar, medeni gelişmenin
insanlar üzerindeki etkisi, hayat tarzının insanlar üzerindeki etkisi
irdelenmiştir. ] SF, Nu. 379, s. 237.
216
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Đstanbul’daki kış şartları ve kuşların göçü, kuşların
yön bulma duyuları makalenin içeriğini oluşturmaktadır. ] SF, Nu. 367, s.
41.
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye, [Đstanbul’un hemen hemen genelinde yaşanan bir
kırgınlık ve hâlsizlik hastalığının bulunduğu ve bunun sebepleri,
çözümleri yabancı doktorların görüşlerinden de yararlanılarak aktarılıyor.
] SF, Nu. 369, s. 74.
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye, [Kokular, koku ve renk ilişkisi, açık ve koyu
elbiseler gibi konular makalenin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 393, s. 38.
M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Küçük ve büyük çapta tüfekler, silahsızlanma,
tüfeklerin kurşunları ve tesiri, askerlerde ne çapta tüfeklerin bulunması
gerektiği gibi unsurlar eserin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 392, s. 19.
M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Mühür ve parmak nişanı, Hindistan’da parmak
nişanlı resimlerin tetkiki, gölge rengi makalenin içeriğini oluşturmaktadır.
] SF, Nu. 390, s. 404.
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Nezaket kuralları, insanlar arasında mizaç
farklılıkları, harbin sebepleri, terk-i silah, terakkiyat-ı fikriye gibi konular
üzerinde kısa kısa durulmuştur. ] SF, Nu. 394, s. 50.
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Semada görülen parıltılar, güneş lekeleri,
makalenin içeriğini teşkil eder. ] SF, Nu. 396, s. 83.
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye-, [Taklit, insanın taklide olan meyli, tahsil ve
terbiye, çocuk terbiyesi, roman ve gazetelerin taklit bakımından tesiri,
tiyatro ve taklit gibi konular üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 383, s. 290.
M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Tütün tiryakiliği, tütünün zararları, balıkların ve
hayvanların lisanı eserde incelenmiştir. ] SF, Nu. 357, s. 290.
217
M. Sadık, -Musahabe-i Fenniye, [Uyku, uykunun evreleri, rüyalar, dimağda ahenk ve
intizam, musiki ve uyku konuları makalenin içeriğini oluşturmaktadır. ]
SF, Nu. 387, s. 354.
M. Sadık, Musahabe-i Fenniye, [Verem, veremin çaresi, veremin sebepleri, vereme
karşı yapılan çalışmalar eserin içeriğini oluşturur. ] SF, Nu. 391 s. 4.
M. Sadık, Şövalye Fausto Zonaro, [Beşiktaş’ta evini galeri hâline getiren ressamın
sergi çalışına davet edilen yazar, sergiye gidişini ve oradaki resim ve
ressamlarla ilgili izlenimlerini aktarır. ] SF, Nu. 375, s. 171.
M. Sadık:-Musahabe-i Fenniye, [Edebiyatta ve fende renkler konusu
ayrıntılı olarak incelenmiştir. Ayrıca renklerin tesiri üzerinde de
durulmuştur. ] SF, Nu. 365, s. 6.
2.1.2.13. Resim
Recaizade M. Ekrem, Ressam Halil Beyefendi’nin Yeni Bir Levha-i Dilrübası,
[Ressam Halil Beyefendi’nin birkaç resmi bütün ayrıntılarıyla incelenip
eleştiriliyor. Bunlar bir estetikçi edasıyla bizlere aktarılıyor. ] SF, Nu.
365, s. 2.
2.1.2.14. Resmî Haberler
Đmzasız, Tebligat-ı Resmiye, [Hükümetçe duyurulan resmî haber ve ilanlar
yayımlanmıştır. ] SP, Nu. 356, s. 137-140; SP, Nu. 357, s. 147; SP, Nu.
358, s. 156; SP, Nu. 359, s. 161-163; SP, Nu. 360, s. 172; SP, Nu. 361, s.
179; SP, Nu. 362, s. 187; SP, Nu. 363, s. 195; SP, Nu. 364, s. 204; SP,
Nu. 365, s. 4; SP, Nu. 366, s. 11;, SP, Nu. 368, s. 26; SP, Nu. 369, s. 35;
SP, Nu. 370, s. 43; SP, Nu. 371, s. 50; SP, Nu. 372, s. 59; SP, Nu. 376, s.
91-92; SP, Nu. 377, s. 99 SP, Nu. 378, s. 107; SP, Nu. 379, s. 115; SP,
Nu. 380, s. 123; SP, Nu. 381, s. 130-131; SP, Nu. 382, s. 139-140; SP,
Nu. 383, s. 147; SP, Nu. 384, s. 154-155; SP, Nu. 385, s. 163; SP, Nu.
386, s. 171; SP, Nu. 387, s. 178; SP, Nu. 388, s. 187; SP, Nu. 389, s. 196;
SP, Nu. 390, s. 203-204; SP, Nu. 391, s. 3; SP, Nu. 392, s. 10-11; SP, Nu.
218
393, s. 20; SP, Nu. 394, s. 27; SP, Nu. 396, s. 44; SP, Nu. 397, s. 51; SP,
Nu. 399, s. 76; SP, Nu. 400, s. 87.
2.1.2.15. Sanat
[YALÇIN] Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 1- Şive, Zevk, [Şive ve şiveye
muhalefet konusu üzerinde durulmuştur. Şivenin tanımının bulunmadığı
ve bunun bir zevk olduğu savunulur. Farklı yazarlardan alıntılarla
düşünce desteklenmiştir. ] SF, Nu. 370, s. 87.
[YALÇIN] Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 4- Eser-i Sanat Nasıl Meydana
Gelir, Eserin Tarihi, [Makalede sanat eserinin nasıl meydana geldiği
anlatılmıştır. ] SF, Nu. 373, s. 132.
[YALÇIN] Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 8-, [Sanatın kaynağı gibi konular
incelenmiştir. Sanat nedir, taklit nedir, sanat bir taklit midir, gibi sorulara
cevaplar verilmeye çalışılır. Eserin sonunda 7 Haziran 1314 tarihi de
verilmiştir. ] SF, Nu. 380, s. 249.
[YALÇIN] Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 9- Gaye-i Hayal – Đdeal, [Sanatta
ideal meselesi, eserler ve şahıslar üzerinde verilen tenkidi hükümlerin
zaman ve şartlara göre değiştiği, eserin evsafı ve tabiiyeti üzerende
durulmuştur. ] SF, Nu. 382, s. 282.
[YALÇIN] Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 9- Gaye-i Hayal 2, [Sanatta ideal
meselesi üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 385, s. 330.
[YALÇIN] Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 9- Gaye-i Hayal- Đdeal,
[Taine’nin tenkitle ilgili görüşlerine geçen sayıda kalınan yerden devam
edilmiştir. Eser 22 Haziran 1314 tarihinde yazılmıştır. ] SF, Nu. 383, s.
294.
[YALÇIN] Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 12- Deha, [Deha kavramı
üzerinde durulmuş, tanımlama yapılmaya çalışılmıştır. Ayrıca kavramın
tanımında ve açıklamasında daha önce bu konuda düşünene ve yazan
219
kişilerin görüşlerinden de yararlanılmıştır. 387 numaralı nüshada başlayan
makalenin devamı niteliğindedir. ] SF, Nu. 388, s. 379.
[YALÇIN] Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 10-, Gaye-i Hayal, [Edebiyatın
ahlaki ve gayri ahlaki olması üzerinde durulmuştur. Daha önceki sayıda
nakledilen ideal meselesi bu makalenin de içeriğini oluşturmuştur. ] SF,
Nu. 386, s. 344.
[YALÇIN] Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 11-, Şiir, [Deha kavramı üzerende
durulmuş, tanımlama yapılmaya çalışılmıştır. Ayrıca kavramın tanımında
ve açıklamasında daha önce bu konuda düşünen ve yazan kişilerin
görüşlerinden de yararlanılmıştır. ] SF, Nu. 387, s. 365.
[YALÇIN] Hüseyin Cahit, Hikmet-i Bedayie Dair 14- , Sanat ve Şiirin Đstikbali,
[Đlim ve fennin sanatı bilhassa şiiri zamanla yok edeceği görüşüne karşı
Fransız Jean Mary’nin eserlerinden de alıntı yapılarak karşı görüş
savunulmuştur. ] SF, Nu. 394, s. 52.
[YALÇIN] Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Bedayie Dair 15-, Sanat ve Şiirin Đstikbali,
[Sanatın ve şiirin geleceğinin olmadığını düşünen yerli ve yabancı
şahsiyetlere cevap verilmektedir. Şiirin yok olmayacağı tezi
vurgulanmaktadır. ] SF, Nu. 395, s. 75.
2.1.2.16. Sağlık
Đmzasız, Đnsan Nasıl Kesb-i Kuvvet Eder?, SP, Nu. 394, s. 31.
Đmzasız, Sıhhatli Olmak ve Kuvvetli Bir Mideye Sahip Olmak Đçin Şart-ı Esasi, SP,
Nu. 400, s. 90.
2.1.2.17. Sergi
Đmzasız, Hazret-i Hilafetpenahi ve Đane Sergisinin Resmi Küşadı, SP,
Nu. 368, s. 27-28.
220
2.1.2.18. Servet-i Fünun Đle Đlgili Yazılar
Đmzasız, Bir Đhtar, [Derginin abonelik vilayata gönderilme koşullarını içeren bir
yazıdır]. SP, Nu. 359, s. 161.
Đmzasız, Muhaberat-ı Aleniye, [Okuyucu mektuplarına verilen kısa cevap
mahiyetindeki yazılardır. ] SP, Nu. 356, s. 144; SP, Nu. 358, s. 159; SP,
Nu. 359, s. 167; SP, Nu. 364, s. 207; SP, Nu. 365, s. 6; SP, Nu. 366, s. 14;
SP, Nu. 368, s. 31-32; SP, Nu. 370, s. 48; SP, Nu. 371, s. 55; SP, Nu. 374,
s. 79; SP, Nu. 375, s. 88; SP, Nu. 378, s. 112; SP, Nu. 380, s. 127; SP,
Nu. 385, s. 167; SP, Nu. 386, s. 175; SP, Nu. 390, s. 207; SP, Nu. 391, s.
8; SP, Nu. 392, s. 15; SP, Nu. 396, s. 47; SP, Nu. 400, s. 89.
Đmzasız, Tashih, [Dergiye basılan resim kalıplarının hatalı olması nedeniyle yapılan
bir özür açıklamasıdır. ] SP, Nu. 383, s. 149.
Đmzasız, Vilayat Abonelerimize Đhtar-ı Mahsusa, [Derginin vilayat aboneliri için bir
gün serken çıkarılmasına dair yazıdır. ]. SP, Nu. 363, s. 197.
2.1.2.19. Sosyoloji
[YALÇIN] Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Đçtimaiyeye Dair- Muhtacine Muavenet-i
Mecburiye, [Paris’te Sorbonne Darülfünun’unda yapılan sosyoloji
kongresinde bir sunum olan muhtacine muavenet-i mecburiye konusu
üzerinde durulmuştur. ] SF, Nu. 392, s. 28.
[YALÇIN] Hüseyin Cahit, -Hikmet-i Đçtimaiyeye Dair- Muhtacine Muavenet-i
Mecburiye, [Paris’te Sorbonne Darülfünun’unda yapılan sosyoloji
kongresinde bir sunum olan muhtacine muavenet-i mecburiye konusu
üzerinde durulmuştur. Eser sonunda 23 Ağustos 1314 tarihi de verilmiştir.
] SF, Nu. 393, s. 44.
2.1.2.20. Şehir Haberleri
Đmzasız, Bisiklet Hakkında Bir Mülakat, SP, Nu. 382, s. 144; SP, Nu. 390, s. 208; SP,
Nu. 394, s. 31-32.
221
Đmzasız, Đki Sene Mektep Tatili, SP, Nu. 359, s. 167.
Đmzasız, Đstanbul Pazarı, [Đstanbul’da kurulan pazrlar üzerine yazılmış bir yazıdır. ]
SP, Nu. 395, s. 39.
Đmzasız, Ramazan-ı Şerif ve Ahval-i Hariciye, SP, Nu. 359, s. 165.
2.1.2.21. Tebrik
Đmzasız, Iyd-ı Said-i Fıtr, SP, Nu. 363, s. 193.
Đmzasız, Matbuat-ı Cedide, [Yeni kitapların yazarları bu kitaplardan dolayı tebrik
edilmiş ve çok kısa olarak kitabin içeriğinden bahsedilmiştir. Örneğin
Salih Saim Bey Efendi’nin “Balada” adlı eserini tebrik için yazılmıştır. ]
SP, Nu. 360, s. 176; SP, Nu. 361, s. 182; SP, Nu. 368, s. 32; SP, Nu. 374,
s. 79; SP, Nu. 376, s. 96.
Đmzasız, Ruz-ı Mehasin-i Hazret-i Hilafetpenahi, SF, Nu. 390, s. 401. [Đki bölümden
oluşmuş bir şiirdir. ]
Đmzasız, SF, Nu. 356 s. 274 Tebrik-i Viladet-i Seniyye-i Hazret-i Hilafetpenahi,
[Padişahın viladetinin yıl dönümü nedeniyle yazılmış nazım ve nesir
parçalarıdır. ]
Đmzasız, Tebrik-i Iyd-i Said-i Fıtr, SF, Nu. 363, s. 386. [Ramazan Bayramı
münasebetiyle gazete tarafından yayınlanan kutlama metinidir. ]
Đmzasız, Tebrik-i Đzdivaç, [Derginin yazarlarından olan Cenap Şehabittin ile Niğde
Mutasarrıfı kerimesinin evlenmesi üzerine yayınlanan tebrik yazısıdır. ]
SP, Nu. 395, s. 37.
Đmzasız, Tebrik-i Mahsusa, [Cenap Şehabeddin’in kutlamala cevaben yazdığı
teşekkür yazısıdır. ] SP, Nu. 396, s. 46.
Đmzasız: Tebrik-i Đyd-i Azha, SF, Nu. 373, s. 130. [Ramazan Bayramı münasebetiyle
yayınlanmış olan bir tebrik mesajı niteliğindedir. ]
222
2.1.2.22. Törenler
Đmzasız, Selamlık Resm-i Âlisi, [Sultanın Cuma selamlığına çıkışının anlatıldığı
eserlerdir. ] SP, Nu. 356, s. 137; SP, Nu. 357, s. 145; SP, Nu. 358, s. 153;
SP, Nu. 359, s. 161; SP, Nu. 360, s. 169; SP, Nu. 361, s. 177; SP, Nu. 362,
s. 185; SP, Nu. 364, s. 201; SP, Nu. 365, s. 1; SP, Nu. 366, s. 9; SP, Nu.
367, s. 17; SP, Nu. 368, s. 25; SP, Nu. 369, s. 33; SP, Nu. 370, s. 41; SP,
Nu. 371, s. 49; SP, Nu. 372, s. 57; SP, Nu. 374, s. 75; SP, Nu. 373, s. 73;
SP, Nu. 375, s. 81; SP, Nu. 376, s. 89; SP, Nu. 377, s. 97; SP, Nu. 378, s.
105; SP, Nu. 379, s. 113; SP, Nu. 380, s. 121; SP, Nu. 381, s. 129; SP, Nu.
382, s. 137; SP, Nu. 383, s. 145; SP, Nu. 384, s. 153; SP, Nu. 385, s. 161;
SP, Nu. 386, s. 169; SP, Nu. 387, s. 177, SP, Nu. 388, s. 185, SP, Nu. 389,
s. 193, SP, Nu. 390, s. 201, SP, Nu. 391, s. 1 SP, Nu. 392, s. 9 SP, Nu.
393, s. 17, SP, Nu. 394, s. 25; SP, Nu. 395, s. 33; SP, Nu. 396, s. 41; SP,
Nu. 397, s. 49; SP, Nu. 398, s. 57; SP, Nu. 399, s. 75; SP, Nu. 400, s. 81.
2.1.2.23. Vefat Haberleri
Đmzasız, Vefayat, [Onbeş günlük süre içerinde vefat edenlerin aktarıldığı bölümdür]
SP, Nu. 356, s. 143, SP, Nu. 357, s. 149, SP, Nu. 358, s. 158, SP, Nu. 360,
s. 174, SP, Nu. 362, s. 190, SP, Nu. 364, s. 1206, SP, Nu. 366, s. 14, SP,
Nu. 368, s. 31, SP, Nu. 369, s. 39, SP, Nu. 370, s. 36, SP, Nu. 372, s. 64,
SP, Nu. 373, s. 79, SP, Nu. 376, s. 95, SP, Nu. 377, s. 103, SP, Nu. 378, s.
112, SP, Nu. 379, s. 120, SP, Nu. 386, s. 174-175, SP, Nu. 389, s. 199, SP,
Nu. 393, s. 23-24, SP, Nu. 395, s. 31, SP, Nu. 395, s. 37, SP, Nu. 397, s.
55, SP, Nu. 400, s. 9
2.2. Đlan ve Reklâmlar
2.2.1. Đşyeri ve Ticarethane Đlan ve Reklâmları
Fotoğrafçı Nikolay, “Bab-ı Ali Caddesinde Musavver Servet-i Fünun idarehanesi
itsalinde, işbu fotoğrafhane en son sistem tersime ve tezyineye hazır
olduğu ve sahibi Hüseyin Tayyip ashabından pür fotoğrafî bulunduğu
cihetle hakikaten gayet nefis ve sanatkârane resimler çıkarılıyor. Boyalı
223
fotoğraflar dahi yapılmakta olunup fiyatı ehvendir. ” SP, Nu. 357, s. 151;
SP, Nu. 358, s. 159; SP, Nu. 378, s. 112; SP, Nu. 385, s. 167.
Şark Demir Yolları Tahvilatının 168. Kurası Keşidesini Mübeyyen Cetveldir, SP, Nu.
361, s. 184; Đmzasız, Şark Demir Yolları Tahvilatının 168. Kurası
Keşidesini Mübeyyen Cetveldir, SP, Nu. 361, s. 184; SP, Nu. 369, s. 40;
SP, Nu. 375, s. 88; SP, Nu. 381, s. 136; SP, Nu. 383, s. 152; SP, Nu. 386,
s. 176; SP, Nu. 396, s. 48.
Anadolu Osmanlı Demir Yolu Şirketi 1897 Senesi Kanun-ı Evvelinin 12. Gününden
Đtibaren Caridir, [Tren seferlerinin hareket saatlerini bildirir cetveldir]
SP, Nu. 358, s. 160; SP, Nu. 363, s. 200; SP, Nu. 364, s. 208, SP, Nu.
365, s. 7; SP, Nu. 374, s. 80; SP, Nu. 379, s. 120; SP, Nu. 384, s. 160; SP,
Nu. 385, s. 168.
Terzi, “Galata’da Karaköy Caddesinde kadınlara mahsus hazır elbise için yeni bir
şube tesis edilmiştir. ” SP, Nu. 370, s. 48; SP, Nu. 371, s. 56.
Hüsn Mağazası, [On beş seneyi aşkın zamandır çalışan kıyafet mağazası reklâmıdır.
] SP, Nu. 380, s. 128.
Ali Rıza Efendi’nin Fes Mağazası, “Şehzadebaşında’ki Veznecilerde bu defa küşat
ettiğim fes mağazası hakkında…”, SP, Nu. 360, s. 176.
2.2.2. Đş Đlanları
Bir Katibe Đhtiyaç Var, SP, Nu. 397, s. 56; SP, Nu. 398, s. 72; SP, Nu. 399, s. 80.
2.2.3. Kitap Mecmua Đlan Ve Reklâmları
“Muharriri Üstad-ı muhterem Ekrem BeyefendiHazretleri memleketimizde ilk defa
olarak tertip ve neşrolunmuş resimli millî roman: Araba Sevdası”, SP,
Nu. 357, s. 151; SP, Nu. 361, s. 183; SP, Nu. 365, s. 8.
Altı Hafta Nilde Ne Gördüm, [Nil ve çevresine yapılan seyahate dair gezi notları
anlatır eserdir. ] SP, Nu. 362, s. 192; SP, Nu. 366, s. 16.
224
Andre Torye, Musavver Roman, Hüsn ve An, SP, Nu. 356, s. 144; SP, Nu. 357, s.
152; SP, Nu. 359, s. 168; SP, Nu. 361, s. 183 SP, Nu. 362, s. 191; SP, Nu.
363, s. 199.
Avrupa’da Ne Gördüm, Ahmet Đhsan, [Ahmet Đhsan’ın Avrupa seyahatlerinde
edindiği izlenimlerin anlatıldığı eserdir. ] SP, Nu. 362, s. 192; SP, Nu.
366, s. 16.
Çinde Seyahat, “Çin ile Almanya’nın devam eden şu münasebeti zamanında Çin’in
ahvali, adeti, ahlakı anlaşılmak üzere Ogündhak’ın en ala eseridir. ” SP,
Nu. 363, s. 199; SP, Nu. 366, s. 15; SP, Nu. 380, s. 127.
Desire Yolları, Muharriri: Ahmet Đhsan, [Demir yolları inşasının devam ettiği Desire
hakkında yazılmış 100 para ücretle satılan eserdir. ] SP, Nu. 390, s. 208.
Eserin tekmiline (10)kuruş fiyat vaz olundu. Vilayattan arzu edenler
ayrıca üç kuruş posta ücreti ilave etmelidir. Posta pulu kabul olunur. ” SF,
Nu. 389, s. 388.
Eserin tekmiline (10)kuruş fiyat vaz olundu. Vilayattan arzu edenler
ayrıca üç kuruş posta ücreti ilave etmelidir. Posta pulu kabul olunur. ” SF,
Nu. 390, s. 411.
Gizli Ada, Mütercimi: Ahmet Đhsan, SP, Nu. 356, s. 144; SP, Nu. 357, s. 152; SP,
Nu. 359, s. 168; SP, Nu. 390, s. 208.
Gülmek Đsterseniz, Bu Risaleyi Okuyunuz. Momiye’nin Đzdivacı, SP, Nu. 362, s. 192;
SP, Nu. 366, s. 16; SP, Nu. 376, s. 96; SP, Nu. 377, s. 104.
Hermin, Aleksandre Dumas, Çeviren: Ahmet Đhsan, SP, Nu. 362, s. 192; SP, Nu. 366,
s. 16; SP, Nu. 388, s. 192,
Đlim ve Đslam, [Zihni Paşa tarafından yazılmış olan kitabın reklâmıdır. ] SP, Nu. 399,
s. 80.
225
Đlm-i Servet, Muharriri: Ahmet Đhsan, [Meşahir ilm-i servet üzerine yazılan 130
sayfadan müteşekkil eserdir. ] SP, Nu. 390, s. 208.
Đstifade ediniz. Taç Elarus Min Şerhal Kamus-ı Arabi, SP, Nu. 395, s. 40.
Kamus-ı Fransevi, Fransızcadan Türkçeye Lügat, “Malum mütercim Şemsettin Sami
Beyefendi hazretlerinin işbu eserleri bu defa fevkalade surette tashih ve
tevsi edilerek tekrar tab olunmuş ve şimdiye kadar namesbuk bir fiyatla
yani yalnız 30 kuruşa satılmakta bulunmuştur. Vilayattan arzu edenler 40
kuruş irsal etmelidirler. Merci “ Sabah” matbaasıdır. ” SF, Nu. 365, s. 11.
Mahzun-ı Esrar-ı Musiki Yahut Teganniyat-ı Osmaniye, [Đsmail Hakkı Efendi’nin
bölümleri eserin içeriği gibi konularda kısa bilgiler aktarılmıştır. ] SP, Nu.
359, s. 166.
Matbuat-ı Cedide, Bulgarca Elif Ba ve Sarf Kitabı, “Lisanımızı öğretmek üzere
ahiren Halis Eşref Beyefenditarafından bu namlarla iki kitap neşredilerek
birer nüshaları manzurumuz olmuştur. Bulgarca memleketimin bir
kısmında kesirelistimal bir lisan olduğu için tahsili ehem görülmesine
binaen Mekteb-i Mülkiye-i Şahane ders programlarına ithal edilmiş
olduğundan derece-i lüzum ve ehemmiyeti hakkında fazla beyan ve
mütalaaya hacet kalmaz. Hele takip olunan usülün mükemmeliyeti
müellifi için hakikaten şayan-ı tebrik görülmüştür. ” SP, Nu. 374, s. 79.
Nakil, [Avrupalı yazarlardan yapılan tercümelirin oluşturduğu kitaptır. ] SP, Nu. 362,
s. 192; SP, Nu. 366, s. 16.
Paul Bourget, Musavver Roman, Sevdâ-yı Hakiki, SP, Nu. 356, s. 144; SP, Nu. 357,
s. 152; SP, Nu. 359, s. 168; SP, Nu. 361, s. 183; SP, Nu. 362, s. 191; SP,
Nu. 363, s. 199.
Pejmürde, “Recaizade Atufetlü Ekrem BeyefendiHazretlerinin işbu eser-i cedide-i
edibaneleri idarehanemiz marifetiyle tevzi olunmaktadır. Âla kağıtlısı on
üç buçuk evsat kağıtlısı on kuruştur. ” SP, Nu. 360, s. 176; SP, Nu. 383,
s. 151.
226
Resimli Millî Roman, Mai ve Siyah, SP, Nu. 357, s. 151; SP, Nu. 365, s. 8.
Ruzliz, Musavver Hikâye, SP, Nu. 362, s. 192; SP, Nu. 366, s. 16.
Seksen Günde Devr-i Âlem, Mütercimi: Ahmet Đhsan, SP, Nu. 356, s. 144; SP, Nu.
357, s. 152; SP, Nu. 359, s. 168; SP, Nu. 390, s. 208.
Yaveran-ı Hazret-i Şehriyariden Miralay Đzzetlü Sadık El Müeyyet Bey,
“Memuriyet-i mahsusa ile iki defa Afrika sahra-yı kebirinde icra-yı
seyahat eylemiş ve bu seyahatlerdeki müşahedatını mekemmelen tasvir ve
tahrir ederek gazetemize lütfen ita buyurmuş oldukları malumdur, bu
seyahatnameyi gazetemizde tefrika hâlinde mütalaa eden karin-i kiram
kitap şeklinde dahi neşrini arzu eylemiş olmalarıyla pek çok taraftan arai
edilen bu arzuya binaen Sadık El Müeyyet Bey Efendi’nin eser-i
fevkaladeleri Afrika Sahra-yı Kebirinde Seyahat unvanıyla bu kere güzel
bir cilt hâlinde neşrolunmuştur. Eser müellifin esna-yı seyahatinde bizzat
yaptığı bir hayli krokilerle fotoğraflarla müzeyyen olduğu gibi
Bingazider “Küfre”ye ve “Cağbub”a kadar devam eden bu iki
seyahatintalik edildiği havalinin renkli bir haritasını da muhtevidir. ” SF,
Nu. 398, s. 125.
Yaveran-ı Hazret-i Şehriyariden Miralay Đzzetlü Sadık El Müeyyet Bey,
“Memuriyet-i mahsusa ile iki defa Afrika sahra-yı kebirinde icra-yı
seyahat eylemiş ve bu seyahatlerdeki müşahedatını mekemmelen tasvir ve
tahrir ederek gazetemize lütfen ita buyurmuş oldukları malumdur, bu
seyahatnameyi gazetemizde tefrika hâlinde mütalaa eden karin-i kiram
kitap şeklinde dahi neşrini arzu eylemiş olmalarıyla pek çok taraftan arai
edilen bu arzuya binaen Sadık El Müeyyt Bey Efendinin eser-i
fevkaladeleri Afrika Sahra-yı Kebirinde Seyahat unvanıyla bu kere güzel
bir cilt hâlinde neşrolunmuştur. Eser müellifin esna-yı seyahatinde bizzat
yaptığı bir hayli krokilerle fotoğraflarla müzeyyen olduğu gibi
Bingazider “Küfre”ye ve “Cağbub”a kadar devam eden bu iki
seyahatintalik edildiği havalinin renkli bir haritasını da muhtevidir. ]
227
2.2.4. Sağlık ve Tıp Đle Đlgili Đlan ve Reklâmlar
Ahmet Mithat, Viyana’da Veba, Tercüman-ı Hakikat’i görülmüştür. SP, Nu. 399, s.
79.
Almanyalı Doktor Userus, [Kadın hastalıkları uzmanı doktorun reklâmıdır. ] SP, Nu.
365, s. 6; SP, Nu. 366, s. 15.
Cıgarettes Ou Poudre Espıce, [Sık ve nefes ve nezle için tavsiye edilen ilaç
reklâmıdır. ] SP, Nu. 363, s. 199; SP, Nu. 364, s. 207; SP, Nu. 365, s. 6;
SP, Nu. 366, s. 15.
Çitli Maden Suyu, Eau Minerale de TGHITLI, [Soda reklâmıdır. ] SP, Nu. 380, s.
128; SP, Nu. 388, s. 192.
Doktor Vilyamis Đle Muhavere, “Pink hapları namıyla maruf ve sarı benizli
adamların sıhhatine hadim deva-yımeşhure hakkında izahat. ”. SP, Nu.
395, s. 40.
DoktorBesim ÖmerBey, “Divan yolunda 101 numaralı hanesinde cumartesi,
pazartesi, salı ve perşembe günleri saat sekiz buçuktan sonra hasta kabul
edilmektedir. ” SP, Nu. 360, s. 176; SP, Nu. 362, s. 191.
Flatus Ruhu, ”Her ne sebebe mebni olursa olsunyediğiniz taamı hazmedemez ve
mide fesadından muzdarip olursanız derhal bir parça şeker üzerine on on
beş damla Flatus Ruhu damlatıp ağzınıza alınız. Derhal geçer ve
fevkalade rahatlık hissedersiniz. ” [Đlaç reklâmıdır. ] SP, Nu. 398, s. 72.
Fosfatin Faliyer, “Çocukları hakkıyla beslemek ve büyüdükleri zaman sıhhatlerini
temin etmek için altı aylık zamandan başlayarak Fosfatin faliyer
yedirilir. ”[Đlaç reklâmıdır. ] SP, Nu. 398, s. 72.
Frengi Alet-i Müthişeni Katiyyen Tedavi, SP, Nu. 395, s. 38; SP, Nu. 397, s. 56; SP,
Nu. 398, s. 72.
228
Her gün Diş Ağrısı Çekerim, [Diş ve benzer sağlık sorunlarıyla ilgili kısa yazılardır. ]
SP, Nu. 391, s. 7; SP, Nu. 394, s. 32.
Kinalaroş Quına Laroche, [Đlaç reklâmı, iştahsızlık için tavsiye edilen bir ilaçtır. ],
SP, Nu. 362, s. 191; SP, Nu. 363, s. 199; SP, Nu. 399, s. 79.
Sekiz Günde Güzellenmek, “Kadınlarınn güzel olmasına en ziyade yardım eden
beyaz ve güzel dişler olduğunu elbette kabul edersiniz. O halde zirdeki
mektubu okuyunuz. ”[Sekiz günde dişlerin temizlendiğini anlatan bir
reklâm yazısıdır. ] SP, Nu. 390, s. 207; SP, Nu. 396, s. 47; SP, Nu. 399,
s. 80.
2.2.5. Servet-i Fünun Đle Đlgili Đlan ve Reklâmlar
[TOKGÖZ], Ahmet Đhsan, Alem Matbaası, SF, Nu. 357, s. 304. [ Alem Matbaasının
taşındığı, her türlü baskı işine açık olduğu ve yeni adres verilmektedir. ]
Đmzasız, “Ramazan-ı Şerif nüshalarımızı tezyin etmek üzere gelecek nüshamızdan
itibaren Halit Ziya Beyin : -Bir Yazın Tarihi- unvanlı hikâye-i
Nefiselerini derce başlayacağımız ilanen duyurulur. ”, SF, Nu. 359, s.
330.
“Bu haftaki “Đstanbul Posta”mız kısm-ı siyasiye derc olunmuştur, oraya müracaat
buyurula. ” SF, Nu. 367, s. 34; SF, Nu. 369, s. 66; SF, Nu. 388, s. 381;
SF, Nu. 360, s. 338.
“Bu haftaki Đstanbul Postası yine kısm-ı siyasimizde münderictir, oraya müracaat
buyurula. ” SF, Nu. 371, s. 98; SF, Nu. 387, s. 366.
1314 Senesine Mahsus Nevsal-i Servet-i Fünun, “Gazetemiz tarafından her sene neşr
olunan iş bu mükemmel, musavver takvimin 1314 senesine mahsus cildi
dahi neşn olunmuştur. Bu cilde salhale müteallik bir mükemmel
takvimden başka Yunan ile olan muharebe-i galibanemizin bir tarihçesini
ve ona müteallik mühim resimleri ve bir sene zarfındaki meşahir fünun ve
siyasiyatı ve bir senelik vakayı-ı siyasiye resimlerini ve tarifatını ve
229
vefayat-ı meşahiri şamildir. Yüz büyük sahife ve yüzü mütecaviz
resimden mürekkep olan cildin ecza olarak fiyatı beş, mücellidi sekiz
kuruştur. Vilayatta eczası sekiz, mücellidi on bir kuruştur. ” SF, Nu. 373,
s. 138.
“Hikmet-i Bedayie Dair, Hüseyin Cahit Bey biraderimiz tarafından sıra ile yazılan
makalattan geçen haftaki nüshamızda münderic ‘Edebiyat-ı Cedide
Menşei ve Esasları’ unvanlı bendeyi “Đkdam” Cuma ertesi günkü
nüshasına aynen nakil ile zirine rey-i mahsusuna ilave etmiş ve garip
olarak Hüseyin Cahit Beyin “Bu makaleye de cevap vereceğini biliyoruz.
” demiştir. Đşte Đkdam’ın her bildiği böyledir. Servet-i Fünun ve
muharrirleri –meslekleri iktizasınca- yalnız edep ve terbiye dairesinde
söylenen sözlere cevap verirler. ” SF, Nu. 377, s. 194.
Servet-i Fünun Karilerine Hediye, “ Karilerimizden her kim Salcı Oğlu Mağazası ile
Küçükyan Eczahanelerine Avrupa’dan Dersaadete nakliye bedeli olan
yalnız yetmiş para ufaklık gönderirse kendilerine derunundan bir kutu tuz,
bir kutu hamur, bir şişe su ve bir fırça bulunan zarif ve nefis bir sandıkça
dantel numunesi hediye verilecektir. Taşradan pul kabul olunur. ” SP, Nu.
398, s. 72.
Đhtar-ı Mahsusa, “Gazetemizin geçen haftaki 360 numaralı nüshası olan kamilen sarf
olunduğu cihetle matbaamızda hiç mevcudu kalmamıştır. Hâlbuki
zamanında almamış olan bazı müşterilerimiz dairemize müracaatla bu
numaradan istiyorlar. Gazetemize alıp da koleksiyon hâlinde muhafaza
etmeyen zevat-ı kiramı mezkûr 360 numaralı nüshayı badelmütalaa
matbaamıza gönderirlerse yerine başka bir nüsha ve yahut bedeli takdim
olunacaktır. Birkaç defalar ihtar eylediğimiz gibi yine beyan ediyoruz ki
gazetemize abone olmayanlar ve yahut yevmi intişarında mübayaa
etmeyenler daima böyle arızalara müsadif olabilirler. Binaenaleyh her
nüshayı muntazaman almak için en sağlam tarik abone olduğunu tekrar
eyleriz. ” SF, Nu. 361, s. 354.
230
Vilayat Abonelerimize Đhtar-ı Mahsusa, “Gazetemizin yevmi intişarı olan perşembe
günleri dersaadetten vilayat-ı şahaneye hareket eden postalar bir hafta
muvafık düştüğü hâlde – ekser vapurların on beş günde bir olmasından
dolayı – ertesi haftaya gayr-ı muvafık geliyor. Binaenaleyh Suriye ve
mülhakatı ile sair bazı mahallere nüshalarımızı iki haftada bir defa irsale
mecburiyet hasıl oluyor idi. Şu hâl karilerimizin nahoşnidisini müveccep
olup bir çok şikayetler alınmış ve Suriye abonelerimizin miktarı idaremizi
hakikaten müteessir eyleyecek kadar kesretli bulunmuş olduğundan
gelecek numaradan itibaren vilayat-ı şahane nüshalarını Çarşamba
gününden postahaneye tevdiye karar verdik. Vakıan Çarşamba günleri
hemen her cihet postaları muntazaman hareket eylemektedir. Hele Suriye
ve mülhakatı için o gün hareket eden Hidiviye Vapuruyla ve kemal-i
intizam ile gazete irsal-i kabil olacaktır. Yalnız nüshaların çarşambadan
postaya tevdii kısm-ı siyasimize o günkü tevcihatın naklini ihtimal
haricine çıkarıyor. Bundan dolayı bağdema kısm-ı siyasiye ancak haftanın
Salı gününden itibaren ertesi salıya kadar olan tevcihat ve tebliğat-ı
resmiyesi derc kılınacaktır. Tabiidir ki şu hâl Đstanbul tevcihatımız için
hiçbir güne tebdil-i mucip olmayacaktır. ” SF, Nu. 364, s. 402.
“Bemnel kerim bu nüsha ile Servet-i Fünun sekizinci sene-i intişarına mübaşeret
eyliyor. ” SF, Nu. 365, s. 2.
1314 Senesine Mahsus Nevsal-i Servet-i Fünun, “Gazetemiz tarafından her sene neşr
olunan iş bu mükemmel ve musavver takvimin 1314 senesine mahsus
cildi dahi sal hâle müteallik bir takvimden başka Yunan ile vukua gelen
muharebe-i galibanemizin bir tarihçesiyle ona müteallik mühim resimleri,
bir sene zarfındaki meşahir fünun ve siyasiyatı, keza bir senelik vakıa-i
siyasiye ve medeniye tasvir ve tarifatını vefayat-ı meşahiri şamildir. Yüz
büyük sahife ve yüzü mütecaviz resimden mürekkep olan cildin ecza
olarak fiyatı beş, mücellidi sekiz kuruştur. Vilayatta eczası sekiz,
mücellidi on bir kuruşa satılır. ” SF, Nu. 400, s. 160; SF, Nu. 390, s. 411
SP, Nu. 364, s. 207; SP, Nu. 365, s. 8; SP, Nu. 368, s. 32; SP, Nu. 371, s.
231
56; SP, Nu. 376, s. 96; SP, Nu. 380, s. 128; SP, Nu. 383, s. 151; SP, Nu.
392, s. 16; SP, Nu. 396, s. 47.
“Matbaamız dersaadet tahsildarlığı hizmetinde bulunan Bervant Sarafyan Efendi
zimmeti zuhur etmesine mebni ihraç edilmiş olduğundan müşterin-i
kiramın malumu olmak üzere ilan keyfiyete ibtidar kılındı. ”SF, Nu. 369,
s. 66
Takrizat, “Üstad-ı muhterem Atufetlü Ekrem BeyefendiHazretlerinin birçok hükm-i
atiye ve hakayık-ı lisaniye ve ilmiyeyi havi olarak Baladaki unvan ile
ahiren saha ara-yı intişar olan eser-i alileri dahi idarehanemizde
daıtılmaktadır. Fiyatı üç buçuk kuruştur. Taşra için yirmi para posta
ücreti zımmedilir ve pul kabul olunur. ” SP, Nu. 362, s. 191; SP, Nu.
383, s. 151; SP, Nu. 384, s. 159.
2.2.6. Diğerleri Đlan ve Reklâmlar
Şampanya, “Fransa’da Jironde vilayetinde Kurdeliye bağları sahipleri J. Dömeniyot
ve şürekası, Bordeux şarabı gibi hazım olmak sebebiyle bilcümle etba
tarafından tavsiye olunur…” SP, Nu. 359, s. 167;
Fevkalade Balo; SP, Nu. 363, s. 199[Şehzadebaşında yapılacak olan bir balonun
reklâmı ve ilanıdır. ]
Satılık Akar, [Ev, arsa gibi mülk satışlarına dair ilan yazılarıdır. ] SP, Nu. 392, s. 13;
SP, Nu. 395, s. 38.
2.3. Fotoğraflar, Resimler ve Karikatürler
2.3.1. Fotoğraflar
2.3.1.1.Bina ve Yapı Fotoğrafları
[Hastane Barakası], “Balıkesir hareketzadeganı için inşa olunan hastane
barakalarından biri, memur, heyet-i erkanından bazıları - U ne baraque
hospital a Balikessera-, SF, Nu. 369, s. 187.
232
[Hastane], “Saye-i murahamaye-i hazret-i padişahide deyr-i zorda inşa olunup
viladet-i hümayun yevm-i mesudunda küşad edilen hastane -
L’inauguration de I’hopital de Dur sur I’Euphrate-“, SF, Nu. 363, s. 385.
[Caca Bey Camii Şerifi], “Kırşehri’nde emrâ-yı Selçukîyeden Caca Bey Camii Şerifi
- La mosquee Djadje Bey a Kir- chehir-“, SF, Nu. 379, s. 229.
[Cisr-i Sultan], “Saye-i Cenab-ı Padişahide Dirzor kasabasında inşa olunan cisr-i
sultani”, SF, Nu. 385, s. 321.
[Askeri depo], “Sâye-i muvaffakiyet-i hazret-i hilafetpenahide Trablusgarp vilayet-i
celilesine mühlik Zanzor nam-ı mahalde bu kere inşa olunan askeri
deposunun resm-i küşadı - L’inauguration du depot militaire de Zanzor a
Tripoli de Barbarie. ”, SF, Nu. 359. s. 322.
[Daireler], “Kırım’da Livadya’da Rusya hükümdarına mahsus daireler”, SF, Nu. 372,
s. 114.
[Hücre-i Mütalaa], “Operatör Saadetli Cemil Paşa hazretlerinin hücre-i mütalaaları -
La cabinet de travail de S. Ex. D=Djemil Pacha”, SF, Nu. 378, s. 212.
[Bismark’ın Yatak Odası], “Prens Bismark’ın yatak odası”, SF, Nu. 378, s. 212.
[Kayık Kulübü Dairesi], “Büyük Ada kayık yarışında kulüp heyetine mahsus daire”,
SF, Nu. 392, s. 20.
[Kibrit Fabrikası], “Çemberlere alınmış kibritlerin eczalanması”, SF, Nu. 393, s. 38.
[Kibrit Fabrikası], “Küçük Çekmece Kibrit Fabrikası Manzaralarından: Ağaç
kütüklerinin kâğıt gibi tabaka-i rakika hâline vazı - La fabrique des
allumettes Ottomanes: Le de coupago des bola-“, SF, Nu. 393, s. 38.
[Kibrit Fabrikası], “Küçük Çekmece’de Osmanlı Kibrit Fabrikası Manzaralarından:
Kutuların imalı - La fabrique des Allumettes ottomanes in fabriention des
boltes-“, SF, Nu. 393, s. 40.
233
[Kibrit Fabrikası], “Küçük Çekmece’de inşa ve küşat olunan Osmanlı Kibrit
Fabrikasının manzara-i hariciye ve dahiliyesi - La fabrique des allumettes
Ottomanes a Kutchuk Tehekmedje-“, SF, Nu. 393, s. 33.
[Kibrit Fabrikasından], “Küçük Çekmece Osmanlı Fabrikası manzaralarından:
Kutulara kibrit doldurulması - La fabrique des allumettes Ottomanes:
L’emboltage-” SF, Nu. 393, s. 36.
[Sergi Binası], “1900 senesi Paris’te küşat edilecek sergi-i umumiye ait mebani-i
fevkaladeden olmak üzere Mösyö Eliza Ronlos’un tertib-i girdesi olan
işbu cisme ruy-ı zeminigayet büyük bir mıkyasta ara eyleyecektir. Katat-ı
hamse burada mükemmelen gösterilecek ve etrafını ihata eden bir
mediven sayesinde küreyi külliyen dolaşıp seyr-i temaşa edecektir. “ SF,
Nu. 366, s. 24.
[Mahmil-i Şerif], “Mekke-i mükerremede mahmil-i şerif -La caravane sacree,
Mahmil-i Cherif a la Mecque-“ SF, Nu. 362, s. 370.
[Makineler Dairesi], “Đtalya’da Torino şehrinde küşad olunan sergi-i umuminin
makineler dairesi” SF, Nu. 385, s. 325.
“Mescit ve Şakirdân”, “Kafkasya’da Şirvan vilayetinin merkezi olan Şimahi
kasabasında mescid-i kebir ile mekteb-i cedit-i Đslam ve şakirdanı - La
Mosque et I’ecole musulmane de Chemahi a Chirvan(Caucase)”, SF, Nu.
396, s. 81.
[Türbe], “Asakir-i Mısriye tarafından zapt olunan Emderman’da Sudan reisasına
mahsus türbe - La tambeau der Mahdi a Oumdurmen-“ SF, Nu. 396, s. 89.
[Otel], “Newyork’ta bu defa inşa ve küşade olunan on dört katlı Ryzan Victorya
Oteli” SF, Nu. 356, s. 285.
[Saat Kulesi], “Saye-i Cenab-ı padişahide Beyrut’ta inşa olunmakta bulunan saat
kulesinin hitam bulmuş olan kısmı - La tour d’horloge en construction an
Beyrouth-“ SF, Nu. 395, s. 68.
234
[Sebil Đnşaatı], “Halep’te yeni inşa olunan sebilin manzara-i dahiliyesi -Vue
interieure du Sebil a Alep-“, SF, Nu. 396, s. 84.
[Sergi Binası], “1900 senesinde Paris’te küşad olunacak sergi için inşa olunmakta
bulunan devairden ikisinin resmidir ki birincisi sanayi-i nefiseye diğeri
müstemlikâne mahsustur. ” SF, Nu. 360, s. 348.
[Türbe], “Kırşehrin’de Melik Muzaffereddin zevcesi tarafından inşa olunmuş olan
medreseye muttasıl türbenin manzarası - La Mausolee Mouzafferiddin a
Kir-chehir-“, SF, Nu. 379, s. 227.
2.3.1.2.Gemi, Araç ve Askeri Teçhizata Dair Fotoğraflar
[Bahri Kotrası], “Büyük Ada kayık yarışında ikinciliği ihraz eden Bahri Kotrası -
‘Bahri’ de Sadik Bey, deuxieme prix des barques a Voile-“ SF, Nu. 392,
s. 20.
“Amerika Kruvazörü”, “Manil pişgahında Đspanya donanmasını mahv eden sefainden
Boston namı Amerika kruvazörü” SF, Nu. 377, s. 197.
[Şimendifer], “Siyera Levne’de asılı duran şimendifer, Đngiltere’nin Afrika
müstemlekatından Siyera Levne’de iki boğaz arasında yapılmakta olunan
demir yolunda tellerle muallak bir vasıta-i nakliye vücuda getirmiştir ki
garabet-i mahsusasından dolayı Đngilizce grafik gazetesinden noksan derc
eyledik. “SF, Nu. 374, s. 153.
[Batan Đngiliz Yelkenlisi], “Bir Đngiliz yelkeni sefinesiyle musademe ederek altı yüz
yolcu ile gark u mabud olan Fransız Burgonya vapuru, tafsilatı geçen
nüshamızın kısm-ı siyasisinde münderictir. ” SF, Nu. 384, s. 312.
[Hela Kruvazörü], “Maişet-i Đmparatoride limanımıza muvasalat eden Hela
Kruvazörü” SF, Nu. 397, s. 105.
[Hohenzoların Vapuru], “Hohenzoların vapurunun Saray Burnu’ndan duhulü -
L’arrivee de Hohenzolern a Constantinople d’apres une phot, de notre
directeur-“ SF, Nu. 397, s. 104.
235
“Arabalar”, “Bu defa Paris’te küşat olunan makineli arabalar sergisinde mazhar-ı
mükâfat olmuş üç arabadır ki resimlerinde görüldüğü üzere bir berik,
diğeri fayton, üçüncüsü minibüstür. Üçü de elektrik ile vesaitte on beş
motordan ziyade bir suretle hareket etmektedir. ” SF, Nu. 358, s. 319.
[Elmahrusa vapuru], “Hidiv-i Mısır Fehametli Hilmi Paşa Hazretlerini dersaadete
vird eden Elmahrusa vapuru” SF, Nu. 395, s. 69.
“Đdona Kotrası”, SF, Nu. 368, s. 56.
[Đngiliz Gemisi], “Đngiltere’nin ‘Un Mayıl’ nam-ı vapur kumpanyası tarafından icar-ı
baideye sefer etmek üzere inşa ettirilen Karsıyoruk Karsıl namı vapurdur
ki 7627 tona istiabında, beş kademe tolunda, elli altı kademe arzında, 25
birinci, 15 ikinci, 22 üçüncü kamara yolcusunu alacak cesamette ve
makinası 75 berlör kotunda olup saate 21 mil sürati haizdir. El yevm
mevcut vapurların en mükemmellerinden addolunur. ” SF, Nu. 385, s.
333.
[Đspanya kruvazörü], Manil pişgâhında gark olan Rena Kristina namı Đspanya
kruvazörü SF, Nu. 377, s. 197.
[Kale Topu], “Newyork şehrini müdafaaya mahsus aslıha-i nariyeden otuz
santimetrelik bir kale topu” SF, Nu. 376, s. 185.
[Kanatlı Balon], “Kanatlı balonun hâl-i tayyaranı” SF, Nu. 386, s. 345.
[Kar Makinası], “Karlı havalarda demir yollarını temizleyip katarların mürurunu
temin etmek üzere bu defa Almanya’da böyle bir nevi lokomotif
yapılmıştır ki fevkalade kuvveti ve ön tarafındaki cism-i küreği sayesinde
yolların üzerine biriken karları iki tarafa atıp açmaktadır. ” SF, Nu. 367, s.
44.
[Top], “Đspanyollar tarafından müdafaa-i sevâhil için imal olunan yeni bir top” SF,
Nu. 383, s. 301.
236
[Savaş Gemileri], SF, Nu. 376, s. 182.
[Kruvazör], “Almanya’nın yeni bir kruvazatörü” SF, Nu. 371, s. 101.
“Küba arabaları”, SF, Nu. 377, s. 205.
“Lörlay Vapuru”, “Dersaadet-i Almanya sefareti maişetine memur Lörley Vapuru”
SF, Nu. 397, s. 108.
“Mağruk Gemi”, “Đspanya’nın Alminanto Ogonto Zırhlısı” SF, Nu. 388, s. 380.
“Mağruk Gemi”, “Đspanya’nın mağruk Enfenteya Mariya Zırhlısı” SF, Nu. 388, s.
380.
“Agusta Victorya Kruvazörü, Cikyon Kruvazörü, Devclen Kruvazörü”, (Prens
Henuy’nin kumandası altında aksâ-yı şarka müteveccihen azimet edip bu
kere Süveyş’ten mürur eden Almanya donanması) SF, Nu. 357, s. 297.
[Sandunya Zırhlısı], “Đtalya Kuvvâ-yı Bahriyesinden: Sandunya Zırhlısı” SF, Nu.
363, s. 393.
[Vapur], “Đmparator hazretlerinin sarayı hümayun rıhtımına azimeti -Le
deparquement de L. M. I’Empreur et I’Empereatries, d’apres une phot, de
Notre directeur-“ SF, Nu. 397, s. 104.
[Velespit], “Mösyö Ader’in nev icat kanatlı velespiti” SF, Nu. 386, s. 344.
“Fransa’ da bir yeni cisr-i âhenin”, SF, Nu. 370, s. 92
“Girit Musaibezadegani itamından olup sahib-i murahamaye-i cenab-ı padişahide
elbas olunan çocuklardan bir kaçı - Les orphelins des viotines cretois
habilles par l’etat-“ SF, Nu. 358, s. 306
2.3.1.3.Moda ve Kıyafet Fotoğrafları
“Moda”, “Kadın kıyafeti”, SF, Nu. 358, s. 317.
“Moda”, , (Đki adet bayan kıyafeti) SF, Nu. 381, s. 269.
237
“Moda”, “Son moda kadın kıyafeti”, SF, Nu. 356, s. 284.
“Moda”, “Kadın kıyafeti. “, SF, Nu. 365, s. 12.
“Moda”, Đki bayan kıyafeti sergilenmiştir. ”, SF, Nu. 375, s. 173.
“Moda”, “Son moda esvap”, SF, Nu. 389, s. 396.
“Moda”, “Son moda saç”, SF, Nu. 389, s. 396.
“Moda”, [Kadın fotoğrafı, iki adettir hikâyeye aittir. ] SF, Nu. 364, s. 409.
“Moda”, SF, Nu. 367, s. 45.
“Moda”, SF, Nu. 370, s. 93.
2.3.1.4.Savaş, Askeriye Ordu Ve Donanmalara Ait Fotoğraflar
“Amerika Đspanya Muharebesinden Son Manzaralar”, “Amiral Çervora
donanmasının Okonto namı Đspanya sefinesinin suret-i garkı” SF, Nu.
389, s. 388.
“Amerika Đspanya Muharebesinden Son Manzaralar”, “Amerika Đspanya
muharebesinden son manzaralar: Santiyago pişgâhında Amiral Çervora
donanmasından Kristopol kolunun ‘Đvva’ zırhlısı tarafından suret-i garkı”
SF, Nu. 389, s. 386.
[Askerî raks], “Hindistan askeri mahalliyesinin bir raksı” SF, Nu. 363, s. 392.
[Alman donanması], “Aksâ-yı şarkta bulunan Alman donanmasının heyeti
umumiyesi -Deucland çifyön iren Agusta viktorya prens wılhelm Artuna”
SF, Nu. 362, s. 376.
[Aksâ-yı Şarkta Đngiliz Donanması], “Küre’de manevralar. ” SF, Nu. 370, s. 88.
[Amerika Askerinin Geçişi], “Amerika’nın Virginya şehrinde Alisra meydanında
gönüllü asakirin reis-i hükümet Makkenli Cenaplarının karşısında icra
ettikleri resm-i geçit” SF, Nu. 383, s. 308.
238
[Amerika Đspanya Muharebesi], “Amerika Đspanya muharebesine ait
resimlerimizden: Gece elektrik ziyası altında, Amerika’nın Tampe
iskelesinde, vapurlara top ve mühimmat tahammülü” SF, Nu. 386, s. 340.
[Askeri Kafile], “Bir Osmanlı zabitinin Sahrâ-yı kebirde seyahati: Heyet-i kafile – A
Benghazi le dapart de la Mission Sadik Bey-“ SF, Nu. 360, s. 338.
[Askerin Dönüşü], “Teselya’dan avdet eden Sükut Taburunun Ertuğrul Gazi Türbesi
pişgâhında istitamları” SF, Nu. 382, s. 285.
[Askerin Duhulü], “Teselya gazilerinden Trabzon’a mensup efrâd-ı şahanenin şehr-i
mezkura avdet ve duhulleri” SF, Nu. 383, s. 292.
“Askerin Müruru”, “Teselya gazilerinden Trabzon alayına mensup efrâd-ı şahanenin
daire-i hükümet pişgâhına kurulan tak-ı zaferden mürurları - Le retour de
I’Armee de Thessalie: Le regiment de Trebizonde defilant sous I’arc de
triomphe dresse en leur honneur cette ville-“ SF, Nu. 383, s. 289.
[Đspanya Donanması], “Đspanya Kuvvâ-yı bahriyesinden Nenfenteniye Tereza
Zırhlısı, Đspanya Kuvvâ-yı Bahriyesi Nuden Vizgoya Zırhlısı Đspanya
Kuvvâ-yı Bahriyesinden Flipinos Kruvazatörü. ” SF, Nu. 373, s. 141.
[Đspanya Kuvvâ-yı Bahriyesi], “Đspanya Kuvvâ-yı bahriyesinden bir kısım, Đcmâlen
sekiz parça olup zırhlı kruvazördür. ” SF, Nu. 377, s. 200.
“Askerler Kasabaya Girerken”, “Teselya’dan avdet eden asakîr-i nusret-i müesser-i
şahaneden Sükut Taburunun kasabaya muvasalatı -La centree du botaillon
de Seuyud dans cette ville-“ SF, Nu. 382, s. 382.
2.3.1.5.Şehir, Seyahat ve Manzara Fotoğrafları
[Büyük Ada Vapur Đskelesi], “Büyük Ada vapur iskelesi ve nizami manzarası - Le
deparguadaire de Prinkipe-“, SF, Nu. 392, s. 21.
“Büyük Ada”, “Büyük Ada”, SF, Nu. 390, s. 412.
239
[Santiyago Kasabası], “Đspanya donanmasının vasıl olduğu Santiyago Kasabası”, SF,
Nu. 377, s. 204.
[Alaiye Kasabası], “Alaiye kasabasının manzara-i umumiyesi - La vue generale
d’Alaya sur la Mediterrannee-“, SF, Nu. 371, s. 97.
[Trablusgarp sahili], “Trablusgarp sahil kısmı -Tripoli de Barbarie-“ SF, Nu. 363, s.
396.
[Trablusgarp], “Trablusgarp menâzırından: Ahali-i memleketin eyyam-ı
mukaddesede ilan-ı şadumani eylemesi - Un jour de fete a Tripoli de
Barbarie-“, SF, Nu. 361, s. 354.
[Alâiye’de Bir Çağlayan], “Alaiye’de Bir çağlayan - Une chute d’eau a Alaya-“, SF,
Nu. 371, s. 100.
[Beyteddin Kasabası], “Cebel-i Lübnan’ın merkezi olan Beyteddin kasabası - Belt-
Eddin de Liban-“, SF, Nu. 369, s. 68.
[Çoban], “Enstantene-i fotoğraflarımızdan: Ayastafenos’ta Çoban”, SF, Nu. 367, s.
37.
“Çölde Bir Kafile”, “Sahrâ-yı Kebir Seyahati: Çölde Bir Kafile” SF, Nu. 374, s. 149.
[Hama kasabası], “Hama kasabasının manzara-i umumiyesi - Le vue de Hama, Syrie,
SF, Nu. 373, s. 133.
“Kule’de Bir Sokak”, “Kule’de Bir Sokak - Une rue a Koula-“ SF, Nu. 387, s. 356.
[Manazas Kasabası], “Amerika’nın topa tutmuş olduğu Manazas kasabası” SF, Nu.
376, s. 181.
[Manil Kasabası], “Filipin adalarında vakı’ Manil Kasabasında bir sokak” SF, Nu.
377, s. 196.
[Sadık Bey ve Askerler], “Bir Osmanlı zabitinin Sahrâ-yı kebirde seyahati izzetli
Sadık Elmüeyyet Bey ile birlikte Küfre’ye azimet eden efrad-ı askeriye -
240
Le voyage d’un officier Otoman au sahara d’Afique colonel Sadik Bey
Elmoyet et sa suite militaire “SF, Nu. 357, s. 292.
[Sadık Elmüeyyet], “Afrika Sahrâ-yı kebirinde kâin Küfre’ye icra-yı seyahat eden
yaveran-ı hazret-i Şehriyari’den miralay izzetli Sadık Elmüeyyet Bey -
Colcnel Sadik Bey Elmoyet explorateur du Sahara d’Afrique. “ SF, Nu.
357, s. 290.
[Sahrâ-yı Kebirde Seyahat], “Bir Osmanlı zabitinin Sahrâ-yı kebirde seyahati:
Bingazi’den Hin’e hareketteki resmi veda - Le voyage d’un officier
Ottoman au sahara d’Afrique La mission Sadik Bey fisont ses aux
notables de Benghazi-” SF, Nu. 356, s. 280.
[Sahrâ-yı Kebirde Seyahat], “Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde
Seyahati, Bingazi’den hareketten evvel Hayriye-i hazret-i padişahinin
tekrarı - Le voyage d’un afisler Otoman au sahara d’Afrique. La
ceremonie de in priere ovent le depart de la mission Sadik Beg a
Bengha”, SF, Nu. 356, s. 277.
[Sahrâ-yı Kebirde Seyahat], “Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde
Seyahati, Bingazi haricinde kain kışla-i hümayun pişgâhında kafilenin
tecemmücü - Le voyage d’un officier Ottoman au sahara d’Afrique la
mission Sadik Beg devant la caserne de Benghazi-“, SF, Nu. 356, s. 277.
[Sahrâ-yı Kebirde Seyahat], “Sahrâ-yı Kebirde Seyahat: Çölde Bir Kervan - Mission
de Sadik Bey au Sahara : Une carvavane de desert-“, SF, Nu. 361, s. 356.
[Sahrâ-yı Kebirde Seyahat], “Bir Osmanlı Zabitinin Sahrâ-yı Kebirde Seyahati, :
Çölde Bir Kafile - Mission de Sadik Bey üu Sahara: Un groupe indigene-
“SF, Nu. 362, s. 372.
[Sahrâ-yı Kebirde Seyahat], “Sahrâ-yı Kebirde Seyahat: Sadık Elmüeyyet Bey
Kafilesinin Avdeti - Le retour de la Mission Sadik Bey-“, SF, Nu. 364, s.
405.
241
[Sahrâ-yı Kebirde Seyahat], “Yaveran-ı Hazret-i Padişahiden Miralay Đzzetlü Sadık
Elmüeyyet Beyin Sahrâ-yı Kebir Seyahati: Küfre’den avdette Zıgın
kuyularına suret-i muvasalat - Le voyage de Sadik Bey au Sahara: I’arrive
de la caravane aux puits de Ziquin-“, SF, Nu. 377, s. 193.
[Sahrâ-yı Kebir’de Seyahat] “Bir Osmanlı zabitinin Sahrâ-yı kebirde seyahati:
Küfre’de zaviyetü’l-üstad namıyla maruf Senusiler zaviyesi - Voyage de
Sadik Bey au Sahara d’Afrique le eouvent (Zavle) des Sinoussites a
Koufra d’apres un eroquis de l’auteur“, SF, Nu. 370, s. 74.
[Sahrâ-yı Kebirde Seyahat] “Bir Osmanlı Sahrâ-yı kebirde seyahati: Çölde Büyük
camii Şerif - Le voyage de Sadik Bey au Sahara: La grande mosquee
d’oudjla d’apres un oroquis de I’au teur-“ SF, Nu. 370, s. 81.
[Sahrâ-yı Kebirde Seyahat], “Yaveran-ı hazret-i şehriyariden Sadık Elmüeyyet Beyin
Sahrâ-yı Kebir Seyahati: Küfre’de Tebo urbanı tarafından icra edilen silah
oyunları - Voyage de Sadik Bey au Sahara d’Afrique Les Tebous jauaut
devaut Sadik Bey a Kofa-“ SF, Nu. 379, s. 225.
2.3.1.6.Yerli ve Yabancı Askerler, Devlet Adamları ve Sanatçılara Ait Fotoğraflar
[Filipin Adası Reisi], “Filipin adası reisi Asati Aginaldo” SF, Nu. 383, s. 300.
[Alman Đmparatorunun Ayrılışı], “Misafir-i Has-el Has Hazret-i Padişahi Haşmetli
Almanya Đmparatoru Đkinci Wilhelm Hazretlerinin rekubuna mahsus
Hohenzoların vapurunun dersaadetten azimeti - Le depart de
Constantinople du Yacht Imperial Allemond Hohenzollern pour la
Paletsine (D’apree un croquis Notre correspondant)-“ SF, Nu. 398, s. 113.
[Hanif Efendi], “Beyrut Defterdar-ı Sabıkı Merhum Hanif Efendi -Hanif Effendi
mort a constantinople-“ SF, Nu. 365, s. 4.
[Hasan Paşa], “Bu defa uhde-i istihallerine rütbe-i müşiri tevciye buyurulan bab-ı
seraskeri nazırı Devletlü Hasan Paşa Hazretleri - Son Excellenve Hasan
Pacha le nouveau Marechal-“ SF, Nu. 386, s. 341.
242
[Bismark], “Prens Bismark’ın gençlik resmi” SF, Nu. 387, s. 357.
[Ahmet El-Mehdevi], “Bingazi belediye reisi Đzzetlü Ahmet Efendi El-Mehdevi -
Ahmet Efendi El-Mehdevi directeur de la municipalite de Benghazi-“ SF,
Nu. 356, s. 280.
[Albert Frederich], “Almanya Saksonya Kralı Haşmetli Albert Frederich. ” SF, Nu.
374, s. 157.
[Ali Paşa], “Erzincan’da vefat eden Ali Paşa” SF, Nu. 393, s. 45.
[Almanya Đmparatoru], “Misafir-i Has-el Has Hazret-i Şehriyari Almanya Đmparatoru
Haşmetli Đkinci Wilhelm Hazretleri” SF, Nu. 397, s. 100.
[Alphonse Daudet], “Müteveffa Alphonse Daudet” SF, Nu. 359, s. 328.
[Alphonse Daudet], “Daudet, hücre-i iştigalinde. ” SF, Nu. 359, s. 329.
“Amerika Heyet-i Vükelası”, “Amerika Heyet-i Vükelası” [Bakanlar görevleri ve
isimleriyle birlikte verilmiştir. ] SF, Nu. 386, s. 337.
“Amerika Heyet-i Vükelası”, “Amerika Heyet-i Vükelası” [Bakanlar görevleri ve
isimleriyle birlikte verilmiştir. ] SF, Nu. 386, s. 337.
“Amerika Başkanı”, “Amerika reis-i hükümeti Makkenli Cenapları” SF, Nu. 374, s.
145.
“Amerika Kuvvâ-yı Beriye Kumandanı”, “Amerika Kuvvâ-yı Beriye Kumandanı
General Nilson Biles” SF, Nu. 390, s. 413.
[Amiral Dövi], “Filipin cezairinde Manil pişgâhında Đspanya donanmasını mahveden
Amerika donanması kumandanı Amiral Dövi” SF, Nu. 375, s. 165.
[Amiral Montejö], “Manil’de duçâr-ı inhizam olan Đspanya donanması kumandanı
Amiral Montajo” SF, Nu. 375, s. 168.
243
[Amiral Servera Đtopete], “Đspanya kuvvâ-yı bahriyesi yeni kumandanı Amiral
Servera Đtopete” SF, Nu. 375, s. 168.
[Arif Paşa], “Đkinci ordû-yı Hümayun Müşiri ve Edirne Vali Vekil-i Alisi Devletlü
Arif Paşa Hazretleri - Son Excellence Arif Pacha, Commandant du corps
d’Armee et Gouverneur general d’Andriuople-“ SF, Nu. 391, s. 4.
“Atufetli Đstefaneki Mosurus Beyefendi Hazretleri”, “-S. E. Stefanaki Mosurus, Bey
le bey de Samos” SF, Nu. 357, s. 300.
“Avusturya Kraliçesi”, “Avusturya Kraliçesi Müteveffa Elizabeth” SF, Nu. 394, s.
49.
[Bahri Paşa], “Azâ-yı Vali-i Cedi-i Saadetli Bahri Paşa Hazretleri -Son Excellence
Bahri Pacha, le nouveau vali d’Adana-“ SF, Nu. 370, s. 75.
“Besim Ömer Bey Kütüphanesinde”, “Meşâhir-i muasırîn, Besim Ömer Bey
kütüphanesinde - Docteur Besim Omer Bey, dans sa biliotheque” SF, Nu.
376, s. 180.
“Besim Ömer Bey”, “Meşâhir-i Muasırin, Doktor Besim Ömer Bey - Nos
Contemporains chez eux: Docteur Besim Omer Bey dans son cabinet de
trawali” SF, Nu. 376, s. 177.
[Binbaşı Vasley Merit], “Amerika hükümetinin Filipin cezairinde vali nasb eylediği
Binbaşı Vasley Merit” SF, Nu. 384, s. 317.
“Bismark Ailesi”, “Prens Bismark Ailesi” SF, Nu. 388, s. 376.
[Bismark], “Esbak Almanya Başvekili Müteveffa Prens Bismark” SF, Nu. 387, s.
353.
[Bismark], “Prens Bismark’ın son resimlerinden” SF, Nu. 388, s. 372.
[Bismark], “1870’te Prens Bismark” SF, Nu. 388, s. 373.
244
[Devlet Efendi], “Üstâd-ı musıkişinasandan Piyanist Devlet Efendi - Devlett Efendi,
celebre pianiste –“ SF, Nu. 359, s. 325.
[Dilaver Paşa], “Sabık-ı Liman Kumandanı Merhum Dilaver Paşa - Delaver Pacha
mort a Constantinople-“ SF, Nu. 366, s. 20.
[Doktor Aleksandır Efendi], “Doktor Kanburoğlu Saadetli Aleksandır Efendi
Hazretleri - Docteur chirurqien A Cambouroglou-“ SF, Nu. 383, s. 309.
[Emin Paşa], “Erkân-ı Harbiye Mirlivalarından Merhum Emin Paşa - Emin Pacha
mort a constantinople-“ SF, Nu. 365, s. 4.
[Ethem Paşa], “Devletli Ethem Paşa Hazretlerinin Son Tasvirleri - Son Excellence
Marechal Edhem Pacha d’apres une photographie toute recente-“ SF, Nu.
381, s. 257.
[Ferit Beyefendi], SF, Nu. 369, s. 65.
“Fin kumandanlığı ile Çin’e azimet eden Almanya imparatoru hazretlerinin
biraderleri Prens Henuy”. SF, Nu. 358, s. 313.
“Fuat Paşa”, “Efâhim-i müşirân-ı saltanat-ı seniyeden” SF, Nu. 398, s. 116.
[Galip Bey], “Niğde Mutasarrıfı Saadetli Galip Beyefendi Hazretleri - S. E. Galip
Bey, gouverneur de Nide” SF, Nu. 371, s. 109.
[General Safter], “Küba adasına Amerika ordusunu ihrac ve Santiyago üzerine
hücum eden General Safter” SF, Nu. 382, s. 281.
[General Tural], “Amerika’nın zabt eylediği Santiyago’da kumandan olup şehri
Amerika’ya teslime memur olan Đspanya Generali Tural” SF, Nu. 386, s.
349.
[Habeşli Sefir Heyeti], “Habeş hükümeti tarafından Paris’e azam kılınan heyet-i
sefaret” SF, Nu. 385, s. 324.
245
[Halepteki Sebil], “Halep’te yeni inşa olunan sebil ile rüzgarla müşterek tulumbası -
Vue generale du Sebil d’Alep avea sa nouvelle pompe-“ SF, Nu. 396, s.
85.
[Halil Beyefendi], “Ressam Halil Beyefendinin ‘Ledok’ mağazasında teşhir
edildikleri [Tablo] -Un tableau de Halil Bey-“ SF, Nu. 368, s. 52.
[Halil Beyefendi], “Ressaman-ı Osmaniyeden HalilBeyefendi Hazretleri: Hücre-i
iştigallerinde - Nos contem porains ehez eux: Halil Bey dans son atelier-“
SF, Nu. 368, s. 49.
[I. Şarl], “Portekiz Kralı I. Şarl Hazretleri” SF, Nu. 372, s. 114.
[Đspanya Başvekili], “Đspanya Başvekili Mösyö Sogosta” SF, Nu. 374, s. 148.
[Kont Kalnoki], “Müteveffa Kont Kolnoki, Sabık-ı Avusturya Macaristan Başvekili
Kont Kalnoki bundan üç gün evvel vefat etmiştir. Müşarünileyh 1832
senesinde tevellüt edip 1854 senesinde meslek-i siyasiye dahil olmuş ve
Avrupa rical-i mühimme-i siyasiyesi meyanında namını ehemmiyetle yad
ettirmeye ahraz-ı muvaffakiyet etmiş idi. ” SF, Nu. 362, s. 380.
[Kraliçe], “Müşarünileyh Kraliçenin dört sene evvelki tasvirleri” SF, Nu. 392, s. 25.
“Maarif Nezareti Mekatib-Đ Rüşdiye Müdürü Saadetlü Celal Beyefendi - Djelal Bey
directeur des ecoles Ruch dies-“ SF, Nu. 358, s. 309.
[Mazhar Paşa], “Yaverân-ı hazret-i Şehriyariden boğaz muhafız vekili feriki Saadetli
Mazhar Paşa Hazretleri -Son Excellence Mazhar Pacha commendent des
Dardanelles- SF, Nu. 380, s. 245.
[Mehmet Ali Paşa], “Erzurum’da Yedinci Fırka-i Hümayun Kumandanı Ferikân-ı
Kiramdan Saadetlü Mehmet Ali Paşa Hazretleri, Đhtar: Geçen nüshamızda
derc olunmuş olun bu tasvirin zirine tertip sehvi olarak, ferikan kelime
vefat eden suretinde yazılmıştır. ” SF, Nu. 394, s. 61.
246
“Meşâhir-i Muasırin”, “Meşâhir-i Muasırin: Operatörü Ferik Saadetlü Cemal Paşa
hazretlerinin muayene odaları - Nos Contemporains chez eux: S.
Excellence D=Djemil Pacha dans son cabinet de Consultation-“ SF, Nu.
378, s. 209.
[Minare], “Rusya’da Đndican’da yeni cami-i şerif ve minaresi” SF, Nu. 367, s. 36.
[Mister Dovy], “Amerika Harbiye Müsteşarı Mister Dovy” SF, Nu. 380, s. 253.
[Mister Ruber Mazdan], “Amerika’nın zabt eylediği Santiyago’da Đngiltere
konsolosu olup şehrin tesliminde Đspanyollar tarafından murahhas tayin
olunan Mister Ruber Mazdan” SF, Nu. 386, s. 349.
[MisterValson], “Amerika’nın Havana abluka kumandanı Mister Valson” SF, Nu.
386, s. 348.
[Mithat Efendi], “Kosova Defterdar-ı Cedidi, Saadetlü Mithat Efendi Hazretleri - S.
R. Midhat Efendi, Defterdar du Kossova-“ SF, Nu. 392, s. 29.
[Mösyö Zonaro], “Ressam Hazret-i ŞehriyariMösyö Zonaro -Monsieur Zonaro-“ SF,
Nu. 375, s. 164.
[Muhlis Paşa], “Edirne Jandarma Kumandanı Saadetlü Muhlis Paşa Hazretleri - Son
Excellence Mouhlis Pacha-“ SF, Nu. 379, s. 237.
[Muhtar Efendi], “Bu sene-i mübarek-i Surre-i Hümâyun emini Atufetlü Muhtar
Efendi Hazretleri- S. Ex. Mouhtar Efendi Chef de la Mission Sacree
(Sourrei Humayoun) de cette annde pour la Mecque-“ SF, Nu. 359, s.
324.
[Müteveffa Prens Bismark], “Müteveffa Prens Bismark’ın son alınan resimlerinden:
Gayet sevdiği köpekle gezdiği zaman alınmıştır. ” SF, Nu. 389, s. 389.
[Nilson Miles], “Amerika orduları başkumandanı General Nilson Miles” SF, Nu.
376, s. 189.
247
[Ogustin Đdavila], “Đspanya’nın Filifin cezairi Valisi General Ogustin Đdavila” SF,
Nu. 382, s. 284.
[Ogüsta Victoria], “Misafir-i Has-el Has Hazret-i Şehriyari Almanya Đmparatoriçesi
Haşmetlü Ogüsta Victoria Hazretleri” SF, Nu. 397, s. 101.
[Ohannes Efendi Hazretleri], “Kudemâ-yı rical-i devlet-i aleyhiden hazine-i hassa-i
şahane-i cedidi, Saadetli Sakızlı Ohannes Efendi Hazretleri, - Son
excellence Sakizli Ohannes Efendi Ministre de la liste civile de S. M. le
Sultan-“ SF, Nu. 356, s. 276.
[Pehlivanlar], “Yenişehirli Rüstem Pehlivan, Kurtdereli Mehmet Pehlivan - Les
lutteurs tures, Mehemet et Rustem-“ SF, Nu. 361, s. 365.
“Prenses Bismark”, “Prenses Bismark” SF, Nu. 387, s. 364.
[Rıza Bey], “Beşinci Ordû-yı Hümayun Müşiri Devletlü Abdi Paşa Hazretlerinin
müşiret-i mansur-ı alilerini bu defa Şam-ı Şerife getirip avdet eden
yaveran-ı hazret-i Padişahiden izzetli Rıza Beyefendi -Riza Bey, Hide de
camp de S. M. I. Le Sultan-“ SF, Nu. 372, s. 116.
[Rıza Bey], “Şurâ-yı Devlet Azasından Merhum Đşkodralı Rıza Bey -Riza Bey,
conseiller d’Etat, mort a Constantinople-“ SF, Nu. 393, s. 41.
[Salim Efendi], “Sahrâ-yı Kebirde Seyahat Resimlerinden: Bingazi mutebaranından
Elhac Saadetli Salim Efendi”, SF, Nu. 384, s. 316.
[Sami Paşazade Sezai], “Meşâhir-i Muasırin, Sami Paşazade Sezai Beyefendi - Nos
Celebrites contemporaines: Sami Pachazade Sezai Bey auteur du
Serkuzechte-“, SF, Nu. 382, s. 273.
[Sir Nicolas Oconnor], “Đngiltere hükümetinin dersaadet sefir-i cedidi Sir Nicolas
Oconnor cenapları - Sir Nicolas O’connor Le nouvel Ambassadeur
d’Angleterre a Constantinople-“, SF, Nu. 380, s. 248.
248
[Subaylar], “Dersaadet Aşiret Mektebinde ve Ba’de Mekteb-i Harbiye-i Mülkiye-i
Şahanede ikmal-i tahsil ile yüzbaşılık rütbesi ile neşet etmiş ve fahri
yaverân-ı hazret-i şehriyarileri silk-i celiline dahil olmuş olan zabitanla
rütbe-i Rabia ashabından bir efendinin resimleridir ki memleketlerine
gitmek üzere Erzincan’a muvasalatlarında muhbir-i mahsusamız
tarafından alınıp gönderilmiştir. 1. Karapapak aşiretinden Erzurumlu Enis
Efendi, 2. Cibranlı aşiretinden Bitlisli Halis Efendi, 3. Şemseki
aşiretinden Vanlı Đzzet Efendi, 4. Karaballı aşiretinden Harputlu Cemil
Efendi, 5. Şemseki aşiretinden Vanlı Ziya Efendi, 6. Karapapak
aşiretinden Erzurumlu Salim Zeki Efendi, 7. Şikefti aşiretinden Vanlı
Sadık Efendi, 8. Karayalı aşiretinden Harputlu Remzi Efendi, 9. Karayalı
aşiretinden Harputlu Şükrü Efendi, 10. Karayalı aşiretinden Harputlu Ali
Hıdır Efendi, 11. Karapapak aşiretinden Erzurumlu Veli Efendi, 12.
Karayalı aşiretinden Harputlu Sabri Efendi, 13. Sivaslı Mustafa Nadir
Efendi”, SF, Nu. 380, s. 244.
[Şerif Paşa], “Saltanat-ı Seniye-i Osmaniye’nin Stokholm sefir-i cedidi Saadetlü
Şerif Paşa hazretleri - Son Exc. Cherif Pacha Le nouveau Ministre de
Turquie a Stokholm-“, SF, Nu. 368, s. 53.
[Vali-i cedit Hüseyin Hilmi Efendi], “Sana’da daire-i hükümette vali-i cedit Atufetlü
Hüseyin Hilmi Efendi Hazretlerinin memuriyetlerini natık-ı ferman-ı
alişanın resmi karaini - La lecture du firman du nouveau Gouverneur
Generni de Yeman a Sana (Arabie)-“, SF, Nu. 390, s. 404.
[Almanya “Kral ve Kraliçesinin Dolmabahçe’ye Gelişi], Haşmetli Almanya
Đmparatoru ve imparatoriçesi hazretlerinin Dolmabahçe Saray-ı hümayun
rıhkımına muvasalatları – L’Arrive des Souvrains Allemands on qual du
Palais Imperial –“, SF, Nu 400, s. 152.
[Almanya Đmparator ve Đmparatoriçesinin Gelişi], “Haşmetli Almanya Đmparator ve
Đmparatoriçesisi hazretlerinin dersaadetten azimetlerinde saray-ı
249
hümayundan suret-i mufarakatları – Le depart des Souvrains Allemands
apres leur visite a S. M. L. le Sultan-“ SF, Nu. 400, s. 153.
2.3.1.7.Diğer Fotoğraflar
“Girit musaibezadegani itamının kıyafet-i sefilaneleri - Les memes orphelins dans
leur aspect de misere-“ SF, Nu. 358, s. 308.
[Bedevi Kadınları], “Bir Osmanlı zabitinin Sahrâ-yı kebirde seyahati: Bedevi
kadınları. – Le voyage d’un officier Otoman au Sahara d’Afrique: Les
bedounes du Sahara”, SF, Nu. 360, s. 340.
[Ameliyât-ı Cerrahiye], “Badel ameliyat, kablel ameliyat Tabib-i Şehr-i Ferik
Saadetli Cemil Paşa Hazretleri gariban-ı ameliyat-ı cerrahiye istatistikî
unvanıyla bir kitap neşr eyleyeceklerdir ki bu kitapta 1309 senesinden
beri icra eyledikleri bilcümle ameliyat tafsilatı ile münderic olacaktır. Đş
bu kitabı tezyin eyleyecek olan tasvir-i mühimmeden bir kıtasının buraya
nakl ile kesb-i şeref eyliyoruz. Resim çarpık bir bacağın kemikleri
kırılarak suret-i ıslahını izah ediyor. Đstatistik neşr olunduğu zaman
tabibin ameliyat-ı sairesi hakkında dahi karilerimize malumat ita
eyleyeceğiz. ”, SF, Nu. 368, s. 57.
[Hediye], “Cebel-i şimar şeyhi Muhammet Bin El Reşid’in rikab-ı hümayunu cenab-ı
padişahiye takdim eylediği hayvanât-ı dersaadete isale memuran Şam-ı
şerife gelen arabanın şehr-i mezkurda araba meydanında heykelleri”, SF,
Nu. 364, s. 401.
“Jimnastik Hünerleri”, “Cümle-i müessesat-ı gayet-i cenab-ı padişahiden olan iane-i
sergi-i alisinde mekteb-i bahriye-i şakirdanın icra ettikleri jimnastik
hünerleri -Les exerciscs des eleves de I’Ecole marinea I’exposition de
socours-“, SF, Nu. 378, s. 213.
[Şark Şimendiferi], “Şark şimendiferinin mukarri köy hattında, bir vagon derununda
250
- Yolcu: Memur Efendi bana ‘Gir, gir!’ diyorsunuz ama nereye
oturacağım
- Memur: Orası benim vazifem değil, vagonlar on kişiliktir. – Les
chemins de fer Orientaux. –a la Station de paamatia, La voyageur:
Conducteur vous me dites d’entrer mais il n’y a de place pour
m’aseoir. Le Conducteur: Ça ne me regarde pas, le compartiment eat
pour dixvoyage urs entrez toujours”, SF, Nu 400, s. 156.
[Kadı], “Hikâyeye aittir. Sabah tuvaletiyle, işsiz, beceriksiz, romanlar karıştırarak”,
SF, Nu. 364, s. 411.
[Kayık Yarışları], “Saye-i muvaffakıyatane-i cenab-ı padişahide Büyük Ada’da icra
olunan kayık yarışı manzaraları - Les regates de Prinko d’apres les
photographies de Notre directeur-“, SF, Nu. 392, s. 17.
“Peri-i Seher”, “Peri-i Seher”, SF, Nu. 380, s. 241.
[Wilhelmine], “Bu defa resim tutucu icra kılınan Flemenk Kraliçesi Haşmetli
Wilhelmine Hazretleri - La Reine Wilhelmine de Hollande-“, SF, Nu.
392, s. 24.
[Yemen Kıyafetlerenden], “Yemen Kıyafetlerinden -Les Đndigenes de Yemen-“, SF,
Nu. 391, s. 5.
[Ziya Bey], “Mekteb-i mülkiye-i şahane mezunlarından Mersin mutasarrıf-ı cedidi
saadetlü Ziya Beyefendi - Ziya Bey le nouveau gauverneur de Mersina-“,
SF, Nu. 357, s. 293.
[Trablusgarp], “Trablusgarbın manzara-i umumiyesi, - Tripoli de Barbarie-“, SF, Nu.
372, s. 117.
[Kral ve Annesi], “Đspanya Kralı 13. Alfonso ve valide-i naibesi hükumet kraliçe
Mori Cristina”, SF, Nu. 373, s. 132.
251
[Vazo], “Đstanbul ahalisi namına şehir emanet-i celilesi tarafından haşmeli imparator
II. Wilhelm Hazretlerine takdim kılınan gümüş vazonun Osmanlı
armasıyla müzeyyen olan tarafından görünüşü – Le vase en orgent offert
a. s. M. I’Empereur Guillaume II par la Ville de constantinople-“, SF, Nu
400, s. 148.
[Vazo], “Đstanbul ahalisi namına şehir emanet-i celilesi tarafından haşmeli imparator
II. Wilhelm Hazretlerine takdim kılınan gümüş vazonun Almanya
armasıyla müzeyyen olan tarafından görünüşü – Le meme vase vu de
I’autre cote- “, SF, Nu 400, s. 149.
2.3.2. Resimler
2.3.2.1.Askerî ve Mülkî Erkânla Đlgili Resimler
“Almanya imparatoru hazretlerinin biraderleri Prens Henuy’nin kildan-ı Aksâ-yı
şarka müteveccihen suret-i hareketi” SF, Nu. 357, s. 296.
[Amerika Donanması], “Amerika Kuvvâ-yı Bahriyesinden Manitör torpidosu,
Amerika Kuvvâ-yı Bahriyesinden Ayova Zırhlısı”, SF, Nu. 373, s. 140.
[Amerika Đspanya Savaşı], “Amerika donanmaları kumandanı Amiral Sampson -
Amiral Sampson-“, SF, Nu. 381, s. 268.
[General Grupangin], “Rusya Harbiye Nazır-ı Cedidi General Gurongin”, SF, Nu.
365, s. 9.
[Đspanya Mağlubiyeti], “Đspanya mağlubiyeti, Santiyago açıklarında muharebe”, SF,
Nu. 383, s. 297.
[Kişver Paşa], “Sudan sefirinde ihraz-ı muvaffakiyet iden kumandanı Kişver Paşa ve
yaver-i harbi - Kichner Pacha Commandant ve I’Armde de Soudan-“, SF,
Nu. 392, s. 28.
[Miralay Eli, Yüzbaşı Vetingaton], “Amerika muharebe-i hazırası kadınların dahi
himmetperanesi tespit eylemiş olmakta balada gösterildiği üzere bir
252
takımı nakden mubaliğ-i cimsiye ita eyledikleri gibi bazıları bedenen ifa-
yı hizmete dahi talip olmuşlardır. ”, SF, Nu. 381, s. 261.
[Miss Gold], “Amerika hükümetine iane-i harbiye olarak yüz bin dolar yani takriben
yirmi beş bin lira ihda eden Bercedidi Miss Gold “, SF, Nu. 381, s. 261.
2.3.2.2.Avcılık ve Sporla Đlgili Resimler
[At Yarışları], “Paris’te Bolonya Ormanı’nda bu sene icra olunan büyük at
yarışından bir manzara”, SF, Nu. 382, s. 277.
[Bıldırcın Avcılığı], “Ayastafanos’ta bıldırcın avcılığı, katardan avcıların inişi, - La
chasse aux caillex a San Stefano: I’arrivee dut rain des chasseurs-“, SF,
Nu. 394, s. 52.
[Bıldırcın Avcılığı], “Ayastafanos’ta bıldırcın avcılığı: Avdan sonra istasyon
gazinosunda - La channe aux caillen a San Stefanos Apres la Chasse, au
enfe la Gare-“, SF, Nu. 394, s. 53.
“Bir Musahabe-i Sayyadane”, SF, Nu. 394, s. 56.
“Bir av levhası”, SF, Nu. 394, s. 60.
2.3.2.3.Bina ve Yapı Resimleri
[Saat Kulesi], “Saye-i cenab-ı padişahide Beyrut’ta inşa olunmakta olan saat
kulesinin vaz-ı esas-ı resmi - La ceremonie de la pose de la Tour
d’horloge Beyrouth-“, SF, Nu. 366, s. 17.
[Küçük Resimler], “Bahr-ı Ahmer’de Kamaran tahaffuzhanesine ait menazır. 1.
Parlatorya, 2. Memurin dairesi, 3. Su makinesi, 4. Tuğla Fabrikası, 5.
Adanın bir manzarası- Les vues de I’Ile Camaran de la mer rouge-“, SF,
Nu. 366, s. 21.
[Köy], “Đzmir’de birun-ı abad karyesi - Bournova pres de Smyrne”, SF, Nu. 367, s.
41.
253
[Kale], “Havana’da vaki Merv Kalesinin manzarası”, SF, Nu. 376, s. 188.
[Kontera Havuzu], “Vasıta-i nakliyenin en mühimi demiryolları olduğunda şüphe
yoktur. Ondan sonuna alelhusus ehveniyeti cihetiyle nehirler gelir.
Nehirler ve dereler arzu olunan mahalden geçmediği cihetle Avrupa’da
iki nehriyek diğerine iltisat ettirerek bunların daire-i hizmetine tevsi
eylerler ise de bu iltisat meselesi de daima kolayca icra olunamaz. Zira iş
yalnız iki merayı yeni bir kanal ile bir birine rapt etmekten ibaret
kalmayıp mecralar sahr-ı bahirden irtifa itibariyle muhtelif noktalarda
bulanabilir ki o hâlde şiddetli akıntıları men üzere Kontera havuzları
denilen inşaat-ı sanayie lüzum görülür. Ehemmiyetçe fevkalade add
edilecek bir Kontera havuzu ahiren Almanya’da Dortmunt Emiss’de
yapılmıştır. Bu havuz bir birinden irtifaca pek ziyade farklı olan iki dereyi
yek diğere ilsak eyliyor. Yukarıdan gelen sefain havuza dahil olunca
cihet-i fevkaniyesindeki kapılar kapanıp alet-i taraf kapısından
koyuveriliyor. Su aktıkça Sefain yavaş yavaş aşağı inerek ikinci kanalın
sathını buluyor. O zaman açılan kapıdan çıkıp gidiyor. Aşağıdan gelenler
hakkında da bu ameliyatın aksi icra ediliyor. “, SF, Nu. 374, s. 152.
2.3.2.4.Ordu ve Askerle Đlgili Resimler
[Askeri Balon], “Yeni bir askeri balon“, SF, Nu. 361, s. 364.
“Santiyago Pişgâhı”, “Santiyago Pişgahı”, SF, Nu. 383, s. 296.
[Savaş gemileri], SF, Nu. 378, s. 215.
[Aksâ-yı Şarkta Yeni Almanya Müstemlekanı], “Çin dahilinde Almanya’nın
Kıyaceu’yı işgal eylediği malumdur. Oraya giden kuvve-i bahriye ile
erkânının resimlerini ikdamca derc eylemiş olduğumuz gibi bu defa da
mahal-i mezkurun üç manzarasını ara eyliyoruz. ”, SF, Nu. 375, s. 169.
2.3.2.5.Tablolar
[Çiçekler], “Çiçekten tefel”, SF, Nu. 396, s. 93.
254
“Fransız ressamlarından Morris Le Loar’ın [Tablo]larından: Yolda”, SF, Nu. 358, s.
312.
“Havana manzarası”, SF, Nu. 378, s. 220.
[Hücum], “Sanayi-i nefiseden [Tablo]: Hücum, Ressam hazreti şehriyari Mösyö
Zonaro tarafından yapılmış bir levhadan fotoğrafla istinsah olunmuştur. ”,
SF, Nu. 375, s. 161.
[Albüm Karşısında], “Levha: Albüm Karşısında”, SF, Nu. 382, s. 280.
[Balıkesir Menâzırı], “Balıkesir Menâzırından: Bir Sokak - Une rue de Balikessa,
ville par les dernies tremblements de tere-“, SF, Nu. 361, s. 357.
“Baygın”, , SF, Nu. 372, s. 113.
[Beklerken], Bir levha: “Beklerken”, SF, Nu. 361, s. 361.
[Bir Cadde], “Birun-ı Abad’da bir cadde, - Une rue de Bournova, presde Smyrne-“,
SF, Nu. 367, s. 40.
“Bir Levha : Kar Altında”, SF, Nu. 357, s. 301.
“Bir Levha”, SF, Nu. 369, s. 69.
“Karnaval”, SF, Nu. 365, s. 13.
“Sanayi-i nefiseden [Tablo]: Tesir-i Elhan”, SF, Nu. 369, s. 72.
“Kitap Okurken”, “Bir levha: Mütalaa”, SF, Nu. 356, s. 281.
[Levha], “Levha: Gülefşan. ” [Tevfik Fikret’in 115. sayfadaki şiirine ait resimdir. ],
SF, Nu. 372, s. 120.
[Levha], “Levha: Mesut tavşan”, SF, Nu. 384, s. 313.
[Levha], “Servet-i Bahar”, SF, Nu. 389, s. 393.
255
[Manzara], “Manil şehrinin manzara-i umumiyesi”, SF, Nu. 375, s. 172.
“Nurlar Đçinde”, “Nurlar Đçinde”, SF, Nu. 380, s. 249.
[Reftar], “Yine o reftar”, SF, Nu. 371, s. 105.
[Resim Yaparken], “Mouris Le Luar ‘ın tablolarından: Resim Yaparken”, SF, Nu.
363, s. 389.
[Sadaka], “Ressam Moiris Le Luar’ın Levhalarından: Sadaka” SF, Nu. 365, s. 8.
“Salıncakta”, [Tevfik Fikret’in aynı adı taşıyan şiirine ait bir resimdir. ], SF, Nu. 381,
s. 260.
[Sanayi-i Nefiseden], “Sanayi-i nefiseden [Tablo]: Çiçekler, Yemişler”, SF, Nu. 371,
s. 104.
[Sanayi-i Nefiseden], “Sanayi-i nefiseden [Tablo]: Đsmetfüruşane”, SF, Nu. 379, s.
232.
[Moris Le Luar] “Moris Le Luar’ın levhalarından. Yelpaze Arkasında”, SF, Nu. 359,
s. 333.
“Bir Kış Levhası”, SF, Nu. 360, s. 341
“Sanayi-i nefiseden tablo: Zar Oyunu” SF, Nu. 360, s. 344.
“Sanayi-i nefiseden tablo: Bedevi valide”, SF, Nu. 361, s. 360.
“Sevimli Yavrular” SF, Nu. 362, s. 377.
“Tablo: Niyaz”, SF, Nu. 363, s. 388.
“Moiris Le Luar’ın tablolarından: Sedyeden çıkarken”, SF, Nu. 364, s. 408.
“Banyoda”, SF, Nu. 364, s. 404.
“Şiir Okurlarken”, SF, Nu. 365, s. 5.
256
[Sandalda], “Ressam Moiris Le Luar’ın Levhalarından: Sandalda” SF, Nu. 365, s. 8.
“Moiris Le Luar’ın levhalarından: Çiçekçi”, SF, Nu. 366, s. 27.
“Sanayi-i Nefiseden”, “Demet Yaparken” SF, Nu. 370, s. 89.
“Sanayi-i Nefiseden”, “Salonda”, SF, Nu. 373, s. 136.
“Sanayi-i Nefiseden”, “Mevkib-i Tüluğ”, SF, Nu. 385, s. 338.
“Sanayi-i Nefiseden”, “Baş başa”, SF, Nu. 387, s. 360.
“Sanayi-i Nefiseden”, : Hayal”, SF, Nu. 390, s. 308.
“Otururken”, SF, Nu. 391, s. 9.
“Sanayi-i Nefiseden”, “Tarla Çocukları” SF, Nu. 395, s. 72.
“Sanayi-i Nefiseden” “Đpek Saçlar”, SF, Nu. 396, s. 88.
“Bin manzara-i tabiiye”, SF, Nu. 399, s. 141.
2.3.2.6.Harita
“Afrika haritası”, SF, Nu. 372, s. 169.
“Bir Osmanlı Zabitinin Afrika Sahrâ-yı Kebirinde Seyahati, Küfre Vahası”, SF, Nu.
358, s. 313.
2.3.2.7.Diğer Resimler
[Bağdat kıyafetlerinden], “Bağdat kıyafetlerinden: Üç bedevi - Les Bedouine de
Bagdade-“, SF, Nu. 366, s. 25.
[Abdurrezzak Efendi Oyunlarından Bir Sahne], “Ezhaki Perdaz-ı şehir Abdurrezzak
Efendinin oyunlarından bir sahne - Une scene de la Troupe Abdi, d’apres
un croquis de Notre artiste arrespon dant-“, SF, Nu. 374, s. 156.
“Almanya Bayrağı”, SF, Nu. 397, s. 97.
257
[Heykel], Almanya’da Steten kasabasında rakz olunan seyr-i sefain heykel-i cesimi
sanayi-i nefise nokta-i nazarından asâr-ı fevkaladeden iş bu heykel
Almanya Meşâhir heykeltıraşlarından Ludvig Menzel tarafından imal
olunmuş ve ahiren haşmetli imparator hazretleri tarafından küşat
olunmuştur. – Ludvig Manzel le Monument de Navigation inaugure a
Stettin -”, SF, Nu. 399, s. 136.
2.3.3. Karikatürler
“Đbaresiz Hikâye”, “Bir maymunun şekmperverliği. ”, SF, Nu. 368, s. 61.
“Münderacatsız Hikâye”, “Münderacatsız hikâye: Ava giden avlanır. ”, SF, Nu. 395,
s. 77.
258
ĐKĐNCĐ BÖLÜM
II. METĐNLER
259
1. TENKĐT ĐLE ĐLGĐLĐ YAZILAR
260
TEKÂMÜL-Đ TENKĐT
-Mukaddime
Edebiyatımız için garp edebiyatına vukuf kadar faidebahş bir şey olamaz. Bu
“hakkıyla vukufun mucep olacağı fevait arasında bizim için asıl şayan-ı dikkat olan
şudur ki edebiyatın efkâr ve temayülât-ı edebiyenin bu vasıta ile müessir-i fikriyenin
ne olduğunu, nasıl tekâmül ettiğini öğreniyoruz. Her türlü hadisat-ı mazbut, ciddi bir
edebiyatın tekmil-i esbap araz ve netayiciyle teharrik ve terakkisinde hazır bulunuruz
ve bundan vukufumuzun sıhhat ve kemali derecesinde müstefit oluruz.
Bu bahisler gerek fevkalade tamik tetebbua muhtaç oldukları, gerek içinden
çıkılmak muhal olacak derecede müphem ve müşevveş nazariyelere taalluk ettikleri
ve gerek ispat ve iradesi katiyyet-i riyaziyeden mahrum olmasından dolayı her türlü
telakki edilmeye müsait mesailden bulundukları için iyice istisnaları uzun, amik,
sabr-ı sakin tedkikat-ı ciddiyeye mütevakkıftır. Böyle olunca ele geçen birkaç kitabı,
mecmuâ-yı mevkuteyi nakl ve tercüme ile maksada vüsul elbette müyesser olmaz.
Vicdan-ı edebisi olan bir muharrir bir mesele-i edebiyeyi tavzih ve teşrih gibi ince bir
vazife ile nefsini muvazzaf görürse ona dair tedkiki mümkün bilcümle asarı arız ve
amik aylarca tetebbudan sonra ancak beyan-ı mütalaaya cesaret eder ve bu mütealatı
kendi namına beyan ile geçmeyip daima büyük ediplerle istişhat eyler; çünkü
hususuyla asar-ı edebiye ve temayülat-ı fikriye gibi her nokta-i nazara göre başka bir
renk arz eden hadisata dair beyan-ı fikir etmekte ne kadar teenni lazım olduğunu
görmüş, ürkmüş, her fasıla-i tetebbunun ondan evvel gayr-i mekşüf bir başka ufk-ı
hakikat açtığını müşahede ile kesb-i tecarib etmiştir.
Maalesef söylemeye mecburuz ki edebiyatımızda böyle yazılmış sahifeler pek
nadirdir; bu nedretin bütün zararlarını acı acı çekiyoruz. Mevcut olan bunca asar ile
beraber edebiyat-ı garbiye bizce henüz külliyen meçhul bir umman-ı tetebbudur. Bu
edebiyatı tetkik etmek isteyenler eğer niyet-i ciddiye ve halisane erbabından iseler,
şimdiye kadar öğrendiklerine itimat etmeyerek, onları bir tarafa bırakarak yeni baştan
işe başlamalıdırlar ki işte biz bunu yapmak istiyoruz.
261
Demek garb edebiyatını ciddi bir yolda öğreneceğiz; bunun için iptida lazım
olan şey, itikadımızca, tenkidin reviş-i tekâmülünü tetkiktir. Zira bir edebiyatın nasıl
olduğunu öğrenmeden evvel ne olduğunu bilmek iktiza eder ki bunu söylemek
tenkidin vazifesidir. Edebiyatın ruhu demek olan tenkidin hizmeti onun ne olduğunu,
ne olmak lazım geldiğini taharri ve teşrih etmektir. Her devre-i edebiyat, devre-i
sabıkanın tenkidiyle hazırlanır, vücut bulur ki bu da tenkidin ehemmiyetini teyit eden
şeylerdendir.
Şu hâlde hepsinden evvel öğrenilecek şey garpta tenkidin tavr-ı tekâmülüdür.
Bunun için ta iptidai zuhurundan beri tenkidi, bütün tahavvülatında, esbap ve
araz ve netayiciyle takip ederek Yunan-ı kadim, Latin edebiyatlarında ve sonra
kurun-ı ahirede, hele Fransız edebiyatında Boalo, Voltaire, Laharp gibi üstade-i
intikat ellerinde ne delaletler alarak gerek zamanın ve gerek ahlakın esaretine nasıl
tesir ettiğini; nihayet on sekizinci asrın terakkiyat-ı fikriyesi elinde neler kazanıp
neler kaybederek bu asrın dest-i tetkikine ne hâlde geçtiğini hülâsa ettikten sonra onu
asıl on dokuzuncu asırda takip edeceğiz. On dokuzuncu asırda ve Fransa’da… Çünkü
görülüceği üzere asırlardan beri attığı birkaç hatve-i terakki tenkidi kendi mevkiine
ancak bu asrın bidayetinde isal edebilmiş ve ancak on sekizinci asrın tetkikat-ı
felsefiyesi ianesiyle hakikat mevzuuna hulülü mümkün olabilen bu kısım edebiyatta
en çok muvaffak olup ona en ziyade terakki ve tekâmül bahşeden Sainte Beuve,
Taine gibi büyük münekkitler asr-ı tenkit denilen on dokuzuncu asırda ve –umumen
müsellem olduğu üzere- bütün cihan-ı edebiyatın bu en büyük münekkitleri ancak o
memlekette yetişmiştir. Vakıa, icabat-ı zamaniyeden ve edebiyatların –bugün artık
muhakkak olduğu üzere- yekdiğerine karşı olan tesir ve tesiratından dolayı mesela
bugün Fransa’da görülen bir eser-i terakki az çok tehirat ile Almanya ve Đngiltere’de
de zuhur etmiştir. Fakat hiçbir edebiyat gösterilemez ki tenkit bahsinde Fransız
edebiyatından vasi bir zemin-i mütalaa ve istifade göstersin. Edebiyata hiçbir bahis
yoktur ki orada her türlü münakaşat ve muhakemattan geçerek bir netice almış
olmasın…
Biz bu mübahasemizde tenkidin tarihinden ziyade tekâmülünü takip
edeceğimiz için bunda bir tesiri olamayanları zaruri-i meskût bırakarak tenkidin
262
hatve-i tekâmülünde bir hükmü, bir muaveneti görülenlerden, yalnız onlardan ve
onların hizmetlerinden bahsedeceğiz. Bunun için mesela Romantizm zamanının en
mütehakkim münekkitlerinden sayılan Gustave Planiş’ten, sonra da Zire Nizar’dan,
Ponmarten’den ve bunlar gibi birçok muahezekârlardan bahsetmeyeceğiz de buna
mukabil doğrudan doğruya tenkitle meşgul olmamışlar iken onda yine bir nüfuz ve
tesirleri görülen mesela Descartes’i, Pascal’ı Rousseau’yu mütalaa eyleyeceğiz.
Böylece Fransız edebiyatının, yani mükemmel bir edebiyatın edvar-ı tahviliyesini ve
bunun esbap ve tesiriyesini tetkik etmiş olacağız ve tenkit yalnız asar-ı münteşire
hakkında beyan-ı rayi ve hükmetmek olmayıp bir edebiyatın revişini, temayülatını
tayin ile yarının edebiyatını ihsar ve karin-i ihsas eylemek olduğundan bu
tetkikatımızla mümkün mertebe ruh-ı edebiyatı teşrih etmiş olacağız.
Şu ağır işin altında ezileceğimizi beyan etmek lazım gelir. Arada bin türlü
müşkilat var ki bunlarla mevki daha ziyade sarplaşıyor. Müşkilatın biri, bu hizmeti
arzû-yı vicdana muvafık bir surette ifa etmek için müracaat lazım gelen kitapların
elde edilemeyecek derecede çok olmasıdır. Bu müşkili –görülüceği üzere- amik,
duradur intihaplarla bir raddeye kadar tahkike çalıştıksa da yine zaruri elmüracaa
bazı eserden zaruri olarak vazgeçmeye tahammül ettik.
Đkincisi, mübahasemizin mutaallık olduğu mesail sırf mücerridattan olduğu
için tefhiminde en muvaffak bir usül intihabı olup bundaki tereddütlerimize de hadd-i
tasvir olunamaz.
Bir de nasıl bir usül intihap edilirse edilsin ruh-ı mübahese hülûl için
mütefekkir kariler bulmak meselesi var ki bu müşkilatın en büyüğüdür. Fakat
düşünün ki zaten ancak bu nevi kariler –eğer layık görürlerse- takibatımızda bize
refik olacaklardır. Maheza hiçbir tergip beklemiyoruz; bu işi bir vazife-i ciddiye
edindik, mükâfatımız vazife-i vicdaniyesini bittamam icra edenlere mahsus zevk-i
bîbedel olacaktır.
1 Ezmine-i Kadim ve Mutavassıt
Yunan edebiyatı:
263
Tenkidin tarih-i zuhuriyetini bilmek, ilk münekkitlerin kimler olduğunu
anlamak bugün mümkün değildir. Münekkit ismini iptida kimin aldığı meçhul
olmakla beraber bu kısım edebiyatın kendisine bir isim vermeden evvel mevcut
olduğu muhakaktır. Tenkit, en umumi ve en vasi manasına göre ‘eserleri nik ve
bedeni tefrik ve temyiz suretiyle mütalaa ve tetkik etmek’ olduğundan ilk eserlerle
beraber mevcut idi demektir.
Bu güne kadar icra edilen taharriyat-ı amika ilk eser-i intikat olarak
Aristo’nun eserlerini buluyor; vakıan ondan evvel Sokrates ile Eflatun hüsn hakkında
beyan-ı mülahazat etmişlerse de birincisi bir ahlak hocası, ikincisi bir şâir sıfatıyla
idare-i kelam edip ikisi de katiyetten ziyade mizah ve belagata meyil göstermişlerdir.
Asar-ı fikr-i beşerin de asar-ı tabiat gibi birtakım kavanine tabi olması lazım
geldiğini en evvel düşünen Aristo’dur. Fransa’nın bugün en mütebahhir addolunan
münekkitlerinden bir Berventiyer [*]159 temine göre hatta on sekizinci ve on
dokuzuncu asırların delalet-i fenniye ve felsefiyeleriyle son derece derece-i tekâmüle
ve asıl olan tenkit Aristo’ca o zaman malum olan tenkitten ileri gidememiş; şüphesiz
değişmiş, fakat esas ile bir kısım suret-i hâl katan tahavvül etmemiştir.
Aristo tarafından asar-ı fikriyenin tabi olduğu bu kavanini keşf için yazılan
eserlerden ancak birkaçı mevcuttur. Diğerleri ele geçmemiştir. ‘Eski Yunanlılarda
Tenkit’ ismiyle bir kitap yazmış olan Agor, bu eserlerden başlıcası olan Didacalies
için demiş ki: ‘Bu Baküs şenliklerinde yapılan tiyatro ve şiir müsabakalarının
zitameleri gibi bir şeydi. Müsabakalarda ihraz-ı mükâfat edenlerin isimlerini
eserlerinin namlarını, bazen iradına lüzum görülen tercüme-i hâl tafsilatı ile
efsanelerin asıllarını havi eder. ’
Bugün ne bu eser, ne de Usul-i Đcat ve Şâirler ünvanlı olanlar ele
geçirilememiş olup Aristo’dan kalan asar-ı tenkidiye Mani Usul-i Şiir ve Mesail
namındaki müellifat imiş. Lakin bunlar da hâkimin kendisine mahsus kuvve-i
tahliliyesini pek güzel gösteriyormuş.
159 *Grande Encyelopedie: la creitique litteraire
264
Sonra Aristo’nun ihlaf ve telamizince iş başka nokta-i nazardan görülerek
büsbütün başka bir suret kesp etmiş, hatta Teofrast esas tenkidi darlaştırarak
tekâmül-i sanata hail olmak istemiştir. Tarihte Đskenderiye Mektebi namı verilen
devre gelince, bu fikir de yenilikten ziyade tecir aramakla beraber tarih-i tenkitte yine
mühim bir fasıl işgal ediyor.
Mabadı var.
Mehmet Rauf
SF, Nu. 368, s. 59-62
265
TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 1
-Geçen nüshadan mabat-
Evvela fizyolojik tenkidin Batlamyuslar devrinde Đskenderiye zuhur etmesi,
saniyen o devrin iki münekkidi Zevil ile Aristariktan birisinin kindar, küfürbaz
iktidarının fevkinde görünmeyi sever. Đkincisinin nazik, mültefit, serbest
münekkitlere temasil olarak kabul edilmiş olmalarıdır.
Bazı müdekkikin kavlince bu Aristarik Omiros’un asarını layıkıyla anlamış
ve bir eser-i edebinin zaman-ı zuhurundaki itikadat ve adat ve ahlaka nispetle
mütalaa ve muhakeme edilmesi lazım geleceğini beyan etmiş ilk münekkittir.
Zevil mesela Đlyada’nın bir yerinde Omiros’un muharebeye gitmek için
zırhını kuşanan bir muharipten bahsederken, güneşe karşı başındaki miğferde
kıvılcımlar görülüyordu, demiş olmasını manasız bularak o hâlde muharibin tutuşup
yanması iktiza edeceğini beyan etmiş. Yine aynı müellifin aynı eserinde kardeşini
hasmının öldürmesi üzerine korkarak arabadan atlayıp kaçan birisinden bahsederken
atlardan ziyade kendi tabanına güvenen adam olur mu, diye tenkidine devam
etmiştir. Zeviller Yunan edebiyatına masus değildir. Her edibin de düzenelerle
vardır: Voltaire, Laharp bunların meşhurlarıdır.
Aristarik’e gelince büyük derin düşünmüş, ciddi muhakemeler yapmıştır.
Ahlâf ve telamizi de hep onun usül ve fikrini tervic ederek edebiyata hizmet
etmişlerdir. Öyleki bu mesleğin tesirleri asırlarca devam etmiştir.
Latin Edebiyatı
Latin edebiyatı hemen kâmilen Yunan edebyatının zade-i tesiridir. Bu tesir ise
başlıca tenkit sayesinde olmuştur. Momse’nin kavlince bu devir üdebasının bütün
içtihadatı o zamana kadar gemsiz bir lisanı hükm-i kavanine rabt etmeye sa’y
olmuştur. Kadim Roma’da yapılan tenkidat sırf vatan ve millet fikri maksadına
müstenit olarak idame için lisanı ikmâl etmekten ibaretti. Yalnız Horas bu hususta bir
istisna teşkil ediyor. Çiçero gibi müelliflerin asarında sanattan, şiirden felsefe veya
ahlaktan yalnız hitabete aidiyetleri derecesinde bahsolunmuş. Bunlar tenkid-i edebiyi
266
böyle sarf ve nahivden ibaret addedip tenkidin tekâmül ve terakkisini yine Yunan
üdeba ve edebiyatına bırakmışlardır.
Üdebâ-yı Yunaniye arasında ise Polünarak, Fideyas, Aristid, Löseyen gibi
büyük münekkitler yetişmiş ve Mösyö Bruniter, yukarıda zikri geçen makalesinde
Bolüsyen için ‘Fikr-i tenkidin misalidir. ’ demiştir. Sonra Lonjen geliyor ki bunun
için de ezmine-i kadime tenkidinin ilk mücahidi Aristo ise son hadimi Lonjendir,
diyorlar.
Ezmine-i kadimenin bu son kısımlarında tenkidin vazifesi, esas mevzuu hep
şiirin kendine numune ittihaz ettiği müelliflere yetişmek için lazım gelen vesaiti
taharri ve irae etmektir. Edebiyatın riayet ettikleri bu kaidelere yani tenkidin esas ve
şeraitine o kadar emniyetleri vardır ki mesela son derece ulvi bir eser yazmak
isteyince vaktiyle Omiros’un, Eşil’in, Eflatun’un, Demostenes’in ne usüller
kullanmış olduklarını bilmek gerekir itikadındadırlar. Bu itikat böylece son
zamanlara kadar sürüklenip gelmiş ve gerek edebiyatın gerek tenkidin terakkisine
pek ziyade hail olmuştur.
Kurun-ı Vusta
Kurun-ı vustaya gelince bu yedi sekiz yüz senelik müddet içinde tenkit hatta
Yunan ve Latin devirlerindeki hâl ve mevkiini de kaybederek ancak on beşinci asırla
başlayan devr-i intibah maarifte kendini bölebildi. Bu on beşinci asır üdebası tenkidi
Đskenderiye mektebinin yani eski Yunan üdebasının bıraktığı yerden başlayıp ileri
götürdükleri şu hesapça ezmine-i hazıra tenkidi doğrudan doğruya Yunan-ı kadim
tenkidinin mabadı sayılmak lazım gelir.
Kurun-ı Hazıra
Filhakika bugünkü tenkit hakkında esaslı tetkikat icra edenler bunun ‘intibah-
ı maarif’ devrinin tesirleriyle Đtalya’da zuhur etmiş olduğunu beyan ediyorlar. Esbap
ve muhtelife-i zuhuru arasında hususuyla ikisini pek şayan-ı dikkat buluyorlar. (*)160
Birincisi devr-i intibah adamlarının ezmine-i kadimeden kalmış asarın müşevveş
160 (*) Brunetiere: Evolution de la Critique
267
güzellikleri arasında şaşırarak kendilerine bir yol tayin etmek istemeleridir. Asara
nekadar hürmet ederlerse etsinler görmüşler ki hepsi bir kıymette değil. Bu cihet
kurun-ı vusta üdebasınca nazar-ı dikkatten uzak tutulmuş ise de Rönesans erbabının
daire-i tetkikinden hariç kalamamıştır. Bunlar düşünmüşler ki her şeyden hatta taklit
edilecek numunelerden evvel eserlerin evsaf ve ahvalini meşir bir cudül yapılmak
sonra bu eserler arasında numune diye tanınacaklar için ne gibi alaim ve meziyet
aranması lazımsa tayin edilmek iktiza eder. Hakikat-i halde mademki şart bu telif
numunelere göre eser vücuda getirmektir. Bir kere bunların ne olduğunu güzelce
tanıyıp güzelce tetkik ve tahlil ve suret-i inşalarını tarif etmek elzemdir. Böylece
filolojik son derece tekmil etmiş olur.
Đkinci sebep daha müessirdir. Kurun-ı vusta adamları şahıslarından ziyade
mensup bulundukları sınıf-ı heyete merbut idiler. Bu sebepten dolayı kurun-ı vusta
edebiyatı –Dante, Petrarca gibi zamanlarına tekaddüm eden dahiler müstesna
tutulduktan sonra- heyet-i mecmuasıyla gayr-ı şahsi, umumi, adeta anonim idi.
Mesela bir destan ile diğeri arasında hiç fark bulunmaz. Eserlerde muharririn kendisi
kendiliği asla görülmez. Hatta muhtelif milliyetler bile tezahür ve temayüz edemeyip
Fransızların, Almanların, Đtalyanların ’garaip’ namı verilen oyunları hep bir birine
benzerdi. Temin edebiliyorlar ki lisan farklarından kati nazar, bunlardan hangisinin
hangi millete ait olduğunu tespit etmek meselesi en münekkitleri duçar-ı müşkilat
edebilirdi. Đşte Rönesans’la birlikte milleyet, şahsiyet kendini tanımaya başlar. Artık
sanatkâr eserinde kendinden bir şey bulunmasını ister. Böylece tenkitte kesb-i
ehemmiyet ve kaiyyet eder. Çünkü ortaya bir davâ-yı rekabet çıkar. Kusurların
meziyetlerin kıymetleri artar. Şu kadar ki rekabet, tenkide o katiyeti veren bu sebep
meziyetleri kusurlara feda ederek tetkik ettiği eserlerde kusurdan başka bir şey
görmez, görmemeye uğraşır. Nihayet bir dereceye gelir ki kurun-ı Atike asarına
layıkıyla vukuf bu hususta hakkıyla tenkidin şerait-i esasiyesi olur. Bir eser
numunelere ne kadar benzerse o kadar güzel olacağından ve numuneleri kim iyi
tanırsa en güzel eseri ancak o yazabileceğinden münekkitler için hüküm pek
kolaydır. Şiddet-i hiciv en birinci meziyetlerini teşkil eder.
268
Mamafih tenkit on altıncı asrın ortalarına doğru Đtalya’dan Fransa’y a
geçerken bu malumatfüruşluğu, bu hüccavlığı bırakarak edebî olmuştur. Fransa’da
tesis-i hakikisi Fake’nin(*)161 teminine göre bin beş yüz elli tarihindedir.
O zamana kadar tenkit hatta ne olduğundan kendi de haberdar değildir.
Vakıan Rönesans devrinin iptidasıyla beraberasıl tenkit de başlarsa da ‘Fransız
Lisanın Mdüfaa ve Tamimi’ namıyla meşhur eserin tarih-i zuhuru mezkûr bin beş
yüz elli senesine kadar münekkitler arasında bu kısım edebiyata büyük, ciddi
hizmetler yoktur. Bu eserin münderecat-ı esasiyesi şöyle hülasa olunuyor: Mademki
Fransızca güzel bir lisandır ve terakki etmesi elzemdir, Latince eser telifini bırakıp
yazacağımız şeyleri Fransızca yazalım. Kudemayı taklit etmek, büyüklüğe nasib-i
emel eylemek lüzumu sonra da gelir.
Mabadı var.
Mehmet Rauf
SF, Nu. 369, s. 75-77
161 (*) Revue des cours et conferences –Janvier 1898
269
TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 2
-On Yedinci Asır
Descartes, Boalo, Kartezyanizm, Klasizm
Fage yine o risalede tenkidin Fransa’da zuhurunda on yedinci asra kadar olan
ahvalini şöyle hülasa ediyor. On altıncı asırdan evvel tenkit yalnız ahenk mesaili ile
uğraşırken sonraları lisan ve sarf meselelerini de ele alır; 1550 senesinden on yedinci
asrın bedaiyetine kadar üslup ve şekil davalarına ehemmiyet verilir. Pascal’ın
zamanına kadar bunların ıslah ve telhisi için çalışırlar ve Pascal ile beraber en mühim
mesail-i tenkidiye ortaya çıkar. Şu hâlde asıl tenkit onyedinci asırla meydana gelmiş
demektir. Ahlak ile edebiyatın münasebetleri zevk-i selimin ne olduğu yolunda
bahislere ilk defa olarak o zaman merak edilir. Güzel yazmakla ikna etmek ayrı ayrı
birer sanat mıdır? Yoksa bunlardan biri mevcut mudur, endişeleri meydana gelir.
Esasen Pascal’ın fikri, sanatı istihfaf ve hatta inkârdır. Ona göre sanat üdeba
arasında yapılmış mürettep bir şeydir. Pascal tesis edilmek istenilen her türlü
nazariyât-ı edebiyeyi de reddeder. Onun için kavait yalnız sanatı iknaya mahsuzdur.
Bunlar pek mühimdir. Zira bu sayede insanlara hakayık-ı salime-i ahlakiye ve diniye
tefhim edilir. Hâsılı o güzel yazmayı ret ile ikna etmeyi tercih eder.
Tenkidin Fransa’da iptida zuhurundan Boalo’ya kadar geçirdiği devirler
gözden geçirilirse görülür ki Sakalijer, Döballay, Malllerme, Balzac vesairenin esas
meslekleri kudemayı taklit hakkında mevzu-ı kavaidi şiddetle tervicten ibarettir.
Bunların fikrince eser kudemanın eseridir. Onların vardığı mertebe-i tekemmüle
bugün vasıl olmak gayr-ı mümkündür ve mümkün olan derecesine vusül için yegâne
çare yine onları taklit etmektir. Fransızlar bir kere asâr-ı kudemayı mütalaaya
başlayıp da Đtalya’nın kurun-ı vustada yetiştirdiği Dante, Bocassie, Petrarca gibi
zevat-ı numuney-i imtisal tutarak bu kadar asar-ı nefise arasında kendilerini bir
tartmak isteyince evveli emirde bu eserlere birer tarih-i kavmik, kanatlarını tefrik ve
temeyyüz ile tasfiye ve hatta tasnif etmek lazım geldi. Bunlarda mevcut güzelliklerle
fevkalade mütehassis olduklarından bu tesirin bu esbap ve hevasını tahlil ve tavsif
etmek, bu esbap ve hevası kendi eserlerinde de bulmak istediler. O zaman bir hatve
270
daha atıldı. Bir kere bu esbap ve hevasa vukuf kesp edilince bunları birtakım kavaid-i
sanat hâline koyarak istiğmal etmek ve böylece o eski müellifler derecesine yetişmek
niçin kabil olmasın? O zamanın muharrirlerinden hatta kuruneyi, Balzac bile bu
tesirler altında hükm-i kavaide kat’i bir itminan ile bağlanmış ve tenkidin mevzuu
kudemanın asarından çıkarılıp toplanan o kavaid-i ahkâmını yeni eserlerde aramaya
inhisar etmiştir.
Fakat öte taraftan Descartes’le Pascal’ın ezmine-i kadimiyeye pek az hürmet
eden bu adamların tesiriyle yavaş yavaş kavaidin kıymetlerinden şüphe edilmeye
başlanır; güzel bir eser yazmak için eski asarı taklit kâfi olup olmayacağı düşünülür;
mutlaka kavait lazımsa başka esbap, başka esas ile tertip olunamaz mı? Denilir; elde
olan kavaidin mahzan eski eserlere muvafakattan dolayı kıymetleri vareste-i itiraz
addolunmak mı lazım gelir? Hem filhakika bunlar pek iyi şeylerse niçin iyi oldukları
aranılarak o esas üzerine daha başka sebepler de bulunamaz mı, fikri hâsıl olur. Đşte
bunu Boalo yapar ki mumuileyh klasikler devrinin en büyük münekkidi olup
Klasizmin bütün nazariyelerini toplamış ‘Sanayi-i Şiiriye’ ismindeki eserine derc
etmiştir.
Boalo’nun bu eserdeki nokta-i hareketi Descartes’in ‘Usul Hakkında Nutuk’
unvanlı eserindekinin aynıdır. Zaten bütün Klasizm on yedinci asır felsefesinin yani
Descartes’e nispetle Kartezyenizm denilen felsefenin mahsül-i delaletidir.
Boalo evvela kudamaya verilen fazla ehemmiyeti bertaraf edip zamanının
şuarasından Lafonten, Moliere ve Racine ile hemfikir olarak –o zamana kadar
yegâne sebep vücud-ı kudema tarafından riayet edilmiş olmaktan ibaret bulunan
kavaid-i edebiyenin esasını tabiata ve akla muvafakata rabt eder. Kendisinin ilk eser-
i hicviyesi de dâhil olduğu hâlde o zamana kadar çıkan asar-ı intikadiyede
karmakarışık mevcut olan bu kavaidi cem ile ‘Sanayi-i Şiiriye’sini de izah ve tesis
eyler. O zamanın azamı hep birden şu fikirdedirler: ‘Akıl ve izahat her yerde ve her
asırda birdir!’ Böylece kavait insanda en umumi ve en sabit ne varsa ona istinat
ettirilerek esas tabiatı değişir ve büyüye büyüye ve nihayet bir kanun-ı fikr-i beşer
hâlini alır.
271
Zaten on yedinci asır azâm-ı ricali siyasiyatta olsun, felesefede olsun, din ve
sanayi bahislerinde olsun hep bu esası düşünerek tanzim-i kavanin etmişlerdir.
Descartes bu felsefenin esasını [*]162 ‘Usül Hakkında Nutuk’ namındaki
eserinde arz ve ispat eder. Bu eser dört beş sene evvel Türkçeye tercüme edilmişti.
Asıl ismi ‘ Aklı Hüsnü Teşvik Đle Hakikati Yalnız Fende Aramak Usülu Hakkında
Nutuk’tur. Descartes bu eserinde usülünü nazari olarak arz ve ispat etmeyerek sadece
fikrinden suret-i teşekkülünden bahseder; böylece usulün ne olduğunu, hem nasıl
teşekkül ettiğini birden gösterir. Cizvitlerin dest-i terbiyesinde bir ihtiyac-ı esasi-i
ruhunu ikna edemediğinden bu kanaati kendisi elde etmeye çalışır. Descartes’in
kanaat dediği şey vicdan, ihtiyac-ı esasi dediği şey de arzû-yı hakikattir. Demek ki
felsefenin asıl, ilk emeli etrafındaki eşyanın hakikatini öğrenmektir. Bunu arayıp
bulmak için müracaat ettiği vasıta aklıdır ki zaten hakikati öğrenmek bunun vazife-i
tabiyesidir ve hüsn-i idare edilirse hizmetinde mutlaka muvaffak olur.
Descartes dikkat etmiş ki yalnız riyaziyyun bazı tecelliyat, bazı makulat-ı
musibe ve bedihiye keşf edebilmişlerdir; taharri-i hakikat için kendisi de
riyaziyyunun usulünden umumi ve mutlak birtakım kaideler alarak bunları mütalaat-ı
vakıa-i zatiyesini tahkik için kullanmak ister. Bunun için her şeyden, insanların en
bedii gördükleri, kendisinin bile o zamana kadar muhakkak addettiği şeylerden
intibaha başlayıp hepsi hakkında yeniden düşünmeye ve bizzat tetkik ile suret-i
bedihiyede doğru tanıyacağı şeylerden madasına asla ehemmiyet vermemeye
azmederek iptida bir hakikati, sonra bir birine merbut birçok hakayıkı elde etmeye
çalışır.
Böylece en evvel mefkûresinin vücudundan amiz olur. Mefkûresinin ki
zatiyet-i esasiyesi onunla kâimdir: ‘Düşünüyorum demek ki varım. ’ Bade ruhunun
gayr-ı maddiyetine, âlem-i haricinin mevcudiyetine kesb ü emniyet ederek âlem-i
makulata geçer, hüsn-i idare edilen akıldan hiçbir şey kurtulamaz, dest-i res olunan
netayic-i iptidaiye bu usulün bütün mehasinini ispat ve temin eder.
Mabadı var.
Mehmet Rauf
SF, Nu. 370, s. 90-91 162 Lanson: Histoire de la Literature Française
272
TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 3
-Onbeşinci Asır
Dekart, Boalo, Kartezyenizm, Klasizm
Mabadı
Kartezyenizm intibah maarif-i devrinin tevellüt ettiği harekât-ı edebiye ve
fikriyeyi tenvir eder, bu hareketi idare eden fikr-i cedidi mücerret bir surette gösterir;
esası mecmuiyyet-i eşyayı fenni olarak bir tasvirden ibaret olup bunda hakikatin
hâkim-i mutlakı akıldır. Dekart bu akl-ı efkârın teselsilât-ı mantıkiyesiyle revâbıt-ı
hakayıkı ispat etmeye memur eder. Bedahete vüsul için kendisi rasyonel bir üslup
tutmuş, başka usülleri reddetmiştir. Đtikadınca bu usül ile her hakikatin bir gün ele
geçkesi memuldür.
Kartezyenizm son derece fenni olduğundan ‘hikmet-i bedayi’ yoktur, olduğu
kadarı da sanatı fenne tahavvülden ibarettir. Fakat bazı cihetleri Klasizmin ruh-ı
esasisi ile pek mütevafıktır. Fikir ile maddenin mefarikat-ı kaiyesi, mefkûrenin
ehemmiyet-i fevkaladesi Dekart felsefesinde olduğu gibi o romanın edebiyatında da
caridir, bu edebiyat da tabiiyet-i muhiteyi bertaraf edip yalnız insan-ı maneviyi tetkik
etmek fikrinde sebat gösterir. Felsefede olduğu gibi edebiyatta da insanın
düşüneceği, arayacağı beyan edeceği şey ancak hakikattir. Klasikler ‘Bir eserin esâs-ı
katiyesi hakikattir, hakikat ise hüsn ile aynıdır. ’ diye Klasizmin esas ruhunu beyan
etmişlerdir ki şu suret mesleklerini Kartezyenizm felsefesiyle birleştirir; bu temayüle
kadem-i numune ittihaz etmek temayülü de inzimam ettiğinden birinci temayül-i
fikirleri şiir ve belagatta şekil sanat yerine yabis, mecerret, mantıki bir ifade-i
cebriyeye sevk ettiği kadar ikinci temayülde şekil ve üsluba itinanın fikr-i mehasinin
payidâr kalmasına hadim olmuş ve Dekart’ın tesiriyle bütün bütün fenni olacak iken,
Klasizm Yunan ve Roma edebiyatının tesiriyle bir sanat hâlinde kalabilmiştir.
Böylece hakikat-i fenniye yerine hakikat-i tabiiye kâim olarak klasik edebiyat
zuhur eder ve Boalo bu edebiyatın esasını ‘Sanayi-i Şâiriye’ namındaki eser-i
meşhurunda kavait hâline koyar ve klasik eserlerin mükemmeliyeti: Edebiyatın bu
273
fenni ve bedii iki düsturunu –fakat şeklin güzelliği esasının hakikatini izhar ve tenvir
etmek üzere- birbirine mezc ve kalb etmekten ibaret olur.
Boalo’nun163 bu eserde beyan ettiği fikirler şöyle hülasa olunabilir: Akıl bizde
bir meleke-i ulviyedir ki başlıca vazifesi doğruyu yanlıştan tefriktir. Bütün
fikirlerden, bu fikirleri ifadeden maksat aklı hoşnut etmektir. Eserlerin bütün
güzelliğini ondan beklemelidir. Demek ki hiss-i tevellüt eden de akıldır. O hâlde
hüsn dahi mutlak, daimi ve umumidir. Zira eşya akla ancak bu üç şerâit-i esasiye ile
kanaatbahş olabilir. Böylece hüsn-i hakikatle aynı ve tevemdir, hakikat ise tabiattan
ibaretir.
Demek ki tabiat şâirlere umumi olarak doğru bilinen şeyleri veriyor, şiir
bunları bir şekl-i sanatta arz ve irae ile fikirleri umumi ve daimi surette bir zevk bahş
ediyor. Böylece edebiyatın maksad-ı vücudu tezahür ediyor. Đşte ‘sanayi-i şiiriyenin’
esas-ı fikirlerinden birincisi: Akıl, hakikat, tabiat hepsi birdir.
Güzel, doğru odur ki bütün asırlarda kabul edilir, beğenilir. Öyle ise bir hüsn-
i mutlak bir zevk-i mutlak var mıdır? Sualine Boalo, ‘Hiç şüphe yok ki vardır. ’
Cevabını verir. Hüsn ve zevk her asırda birdir, aynıdır, adildir diye iddia ile bunların
ne olduğunu kavaidi ile izah eder; bu kavaid mutlak, umumi olan mükemmeliyetin
yani eserlerin her asırda, her yerde beğenilmesini icab eden mükemmeliyetin ne
olduğunu anlatır. Ve riyaziyatta nasıl bir davanın bir suret-i hâlli varsa edebiyatta da
güzelliğin, mükemmelliğin bir usul-i nevi vardır diye bir ispat-ı müddea vardır.
Paskal ile beraber Boalo da kuvve-i hayaliyenin “mader-i hatiet” olduğunu beyan
eden ondan ictinabı tavsiye eder. Muhayyilenin şâiri sevk ettiği şahsiyet, teceddüt
gibi şeylere de su-i zan eyler. Bir insanın şâir doğabilmesini zorla kabul ederek
mamafih şâir yalnız ilhama terk-i tabiatle kavaidi tanıyamazsa hiçbir şey yapamaz
iddiasında bulunur. Ona göre şâir mevahib-i fıtriyeye mazhariyetçe başkalarından
farklı bir adamdır ki gerek tabiatın bu mevhibeleri ve gerek şerait-i sanata vukufu
sayesinde akla muvaffak eser telif eder.
163 Brunetire: Evoletion de la erotique Pellissier: Mouvement litt, au, xıxo=siecle, Histoire de la litt. Et de la langue Francaise, Tome V
274
Boalo’nun fikrince tabiattan ayrılmamalı, onu daha iyi daha ulvi, daha latif
göstermek davasından vaz geçerek sade taklit etmeli; bir de sanatın maksadı bir zevk
hâsıl etmek olduğundan tabiatın çirkinliklerini tasvire de temayül etmemeli, eserde
tabiata meşabehet-i zevkin biteceği yerde bitmelidir; yoksa sanattan çıkılmış olur.
Anlaşılıyor ki Boalo için esas sanat taklid-i tabiattır. Bu esas bütün kavaide hâkim ve
hepsini muhtevidir. Hâlbuki tabiat tek vasi olduğundan onu taklid tavsiyesi pek
müphem kalır. Heöm herkesin bir şeyi müşahede, his, tebliğ edişinde bir tarz-ı
hususisi olduğu için kati olarak taklid-i tabiatın derecesini bir miyara rabt etmek
lazim gelir.
Bu miyar aklın hüküm ve nüfuzudur. Demek ki tabiatı taklid edeceğiz, aynı
aynına taklid edeceğiz; fakat akla muvafık derecede olmak şartıyla. Đzah edelim. Bir
insanın topal, iri kafalı yahut kanbur olması tabii değildir. Bu hâller vücudun bir
ihraf-ı teşekkülünden mütevellid, arızi şeylerdir. Buna mümasil olarak maneviyatta
da öyle hâller vardır ki tabiatta da mevcut olmakla beraber tabii değildir. Bu sebeple
tabiatta birer nümune addedilemeyip bilakis onu fena gösterir. O hâlde bunları taklid
etmeyeceğiz.
Đkinci derecede, tabiatı ezmine ve mahall-i muhtelifede yani Paris’ten
Peru’ya, Japonya’dan Roma’ya kadar bilcümle memalik ve bilcümle ezminede
mutabık ve aynı olduğu derecede taklit edeceğiz. Mesela her yerde muhtelif surette
yemek yenir, bu yemekler muhtelif suretlerde istihzar edilir. Fakat bu ihtilafın
ihtiyac-ı taama bir tesiri yoktur, onu tadil edemez. Yine maddiyattan maneviyata
geçelim: Bir Fransız asilzadesiyle bir kibar Romalının hissiyat-ı efkârı, ihtirasanı
birbirinin aynıdır. Yahud daha iyisi kendilerinde umumi bir hakikatle hakiki bir
takım şeyler vardır ki sanat ancak onları şayan-ı arz ve tasvir görecektir. Hususiyat-ı
sanatın haricinde kalır.
Böylece, biz de fani ile bakiyi, hususi ile umumi olanı çalışıp en daimi ve
umumi olanı taklid edeceğiz. Çünkü eserlerimiz ebediyen güzel olmak şarttır. Hem
bizde hakiki bazen şebih-i hakikat olmayabilir. Ve efkârımızın hakiki olduğuna
emniyet için bunları tasvir edebilmemiz bir sebep olamaz. Zaten bir hissin husulü
mutlaka onun tabii olmasını icab etmez. Yani tasviratımız, hissiyatımız daima hakiki
275
ve tabii değildir. Bir şey tabii sayılmak için umumun his ve tasvir etmesi lazımdır.
Bunun için insan görebilmeli, görmek için de mukayese edebilmeli; yani
kendiliğinden çıkıp kendini haricde mütalaa etmeli, başkalarının hissiyatını da işe
katmayı unutmamalı. Efkâr-ı beşeriyede ne kadar ihtilaf olursa olsun öyle cihetler
vardır ki bunlarda hepsi mütevafıktır. Hassasiyetimiz ne kadar ayrı olursa olsun aynı
şeylerden cümlemiz zevkyab olduğumuz gibi cümlemizi muzdarip eden şeyler de
aynı şeylerdir. Demek ki kendi hususiyetimizde mahbus olup kalmaktan ictinap
ederek hemcinsimizle daima ihtilatda bulunmağa çalışacağız ve mademki cemiyet-i
beşeriyenin rabıtasını teşkil eden şey akıldır, o hâlde herkesin birden “Tabii” demeğe
muvafakat edecekleri şeyleri taklid edeceğiz. Bualo, bu fikrini o derece muhafaza
etmiştir ki mesela klasik eserlerin şeraitinden biri olan “Üç vahdet” kaidesini
evvelkiler gibi yalnız kudema tarafından tesis ve riayet edilmiş olmak kaydından
kurtararak “Vahdet-i zaman” için, yani hailelerde nakledilen vakıanın mutlaka yirmi
dört saat zarfında hitam bulması hakkındaki kaide için, ”Hakikat hâlde aylar, seneler
asırlar işgal edecek bir vakayı dört beş saat zarfında oynamak tabii değildir. “demiş
ve bu mütalaa ile “vahdet-i zaman” a lüzum göstermişdir.
Sonra, eldeki kavaidin akıl ve tabiata muvafık olduğunu kim temin edecek,
sualine de “Bu kadar zamanda mukavemet ve âdem-i tabirleri !” cevabını vermiştir.
Đşte taklid-i kudema Boalo’nun mesleğine bu kapıdan girer. O der ki: Mesela Omiros
şu kadar asır evvel geldiği, tabiatı adeta efkârı bittabi bizimle muvafık olmamak
iktiza ettiği, hatta lisanı bile başka olduğu hâlde yine eserleri anlaşılıp zevk ile
okunuyor. Demek Omiros hep o kavaide mutabık şiir söylemiş yahut mademki eşarı
bu kadar zamandan beri lezzetle okunuyor, bunları inşada riayet ettiği kavait umumi
imiş. Boalo’nun kudemada sevdiği şeyine tabiat ve akıldır.
Bugün biz bile, edebiyattan maksat ne olduğunu elimizdeki desatir-i
edebiyenin ne gibi fikirlere müstenit bulunduğunu takdir edemezken Boalo’nun şu
mütalaalarını, daha umumi söyleyelim, klasisizmin bu şerait ve erkânı hemen
çocukça buluruz. Fakat düşünmeliyiz ki 17. asrın terakkiyat-ı fikriyyesi, yani
felsefesi ancak bu dereceye yetişebilmişti. Zira ne denirse densin felsefesiz edebiyat
olmaz. Üdeba bilmeyerek felsefe-i asrın minkadidirler. Her zaman her yerde
276
edebiyat, felsefenin delaletiyle terakki etmiştir. Boalo da zamanının sair azam-ı edibi
gibi haberi olmaksızın asrının terakkiyat-ı fikriyesine tabi olarak o zamanın
felsefesini yani Kartezyenizm edebiyata tatbik etmiş, yahud vukua gelen tatbikatı
düstur hâline koymuş ve böylece klasisizmin kavaid ve şeraiti cem eylemişdir.
Zamanın en büyük münekkidi olan bir zatın bu düsturlarla nasıl tenkid-i asar
edeceğini düşünür, bahusus Boalo’nun meşhur olan hiccavlığın, haksızlığı derbiş
edersek artık gerek kendisiyle muasır ve gerek kendisine halef olan ikinci, üçüncü
ilh… Sınıftan yüzlerce münekkidlerin –hele mürur-ı zamanla daima değişmesi tabii
olan –temayülat-ı edebiyeyi nasıl kabul ve telakki etmiş olmaları lazım geldiğini pek
kolay tasavvur edebiliriz.
-Mabadı var-
Mehmet Rauf
SF, Nu. 371, s. 106-108
277
TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 4
-On Sekizinci Asır
Eskilerle Yeniler-Rousseau’nun Felsefesi
On yedinci asır, hele sanayi ve eşarda her şey mümkün olan derece-i
tekemmüle getirildi, itikadındadır, asrın üdebası son ve kati kemaliyete soluk verdiği
bir itimatla müsterihel emeldirler: Zevk-i selim kavaidi Boalo sayesinde katiyen
tayin ve tahkim edilmiş artık edebiyata nispet olunmuştur. 164(1)
Böyle olmakla beraber asrın hitamına daha yirmi sene isterken zuhur eden ve
tarih-i edebiyatta ‘eskilerle yenilerin münakaşası’ namını alan münakaşat ise
büsbütün başka bir nokta-i nazardan göstererek bu meşhur kavaidi hırpalar, birtakım
muterizler çıkar ki fikirleri Klasizmin bazı şeraitini ret ve tekzip eder.
Bunların esası davaları, tamim edilince, bütün terakkiyat-ı fikriyeye şamil
görülür ise de burada yalnız tenkide olan tesiri derecesinde bahis ve dermeyan
edilecektir. Bu iki taraftan birincisi:(2)165 Kudemâya tefevvuk değil muadil olmayı
bile akıllarına getiremezlerken, hatta Racine, Moliere, Lafonten eserlerine
mukaddime ittihaz ettikleri ifadelerde kendilerinin ancak kudemâyı taklit sayesinde
muvaffak olduklarını ilan ederlerken, muterizler yeniler tarafını iltizam ederek bütün
meziyetleri kudemaya hasra mahal olmadığını, ezmine-i ahire üdebasının da onlara
muadil hatta faik olabileceklerini ve zamanın esatize-i edebî buna güzel birer misal
olduğunu iddia ederler. Birinciler hep vakayı ve eşhası ezmine-i kadime tarihinden
intihap ederlerken bunlar muharririn kendi zamanına, kendine mensup olmasızn
iucrzrıluı, Ötekiler altı bin senedir söylene söylene yeni bir şey kalmamıştır diye her
şey kudemâya atıf ve hasretmek isterlerken berikiler külliyen aksini iltizam ederler.
Asrın en mütenakıs erbab-ı fen ve edebini işgal eden bu münakaşa pek mühim olup
bin altı yüz seksen senesinde başlamıştır.
Muterizlerin davaları şöyle hülasa oluyor:(3)166 Kudema müebbeten
beşeriyetin havarisi mi kalacak? Hangi imtiyaza müstenit? Bunlar edebiyatta daha
164 1Pellissier: Mouvement litteraire au xıx me siecle 165 2 Sainte-Beuve: Causeries de lundi, tome III. 166 3 Brunetiere: Manuel dela litt. Française
278
ziyadesi mümkün olmayacak kadar vasıl-ı kemaliyet mi olmuşlar? Đttihaz ettikleri
kavait –riayet edilmeyince sanata nakısa iras etmek muhakkak olacak derecede-
metin ve kati şeyler midir? Ulum ve fünunda olduğu gibi edebiyatta da zamanın
terakkisiyle bir tebdil vukua gelemez mi? … Kanun-ı fikr-i beşer, kanun-ı terakkidir;
(4)167 Sanayide, ulum da eskilerin bilmediği birçok şeyler öğrenildi, yapıldı; demek
edebiyatta da onlara tefevvük mümkün müdür? Eskiler her hususta çocuktular,
hâlbuki yeniler fikr-i beşerin hâl-i kehletinde bulunurlar. Asar-ı edebiye-i asır tetkik
edilince bu meydana çıkar. Paskal, Eflatun’a faiktir, nitekim Boalo’da Horas’a tercih
olunur. Mademki onlardan sonra dünyaya gelindi, onların bildiklerinden fazla şeyler
öğrenildi, elbette onlardan başka ve onlardan iyi eserler yazılabilir. Nitekim
muhakemat-ı akliye için daha başka usüller, felsefeler bulunmuş, tetkikat-ı ruhiye
daha doğru bir usüle rabt olunmuştur.
Đşte bin altı yüz seksen senesinde ilk defa olarak bu terakki sözü meydana
(5)168 çıkarak bunu müdafaa edenler zamanın erbab-ı fen ve hikmeti olmuştur.
Bunlar Dekart felsefesinin delaletiyle kendilerinde mühim bir terakki fikri hissiyle
ileri sürmüşlerdir.
Bu münakaşa böyle on sekizinci asrın nısfına kadar sürüklenerek o sayede
(6)169 tenkidin bazı usülü değişmiş ve kavaid-i esasiye-i mutlakası şu suretle duçar-ı
tadil olmuştur: Evvela kavaidin mutlak ve gayr-ı kabil tebdil bulunduğu hakkındaki
itimat ve itikat ortadan kalkmış, saniyen taklit edilecek üdeba yalnız kudema olmayıp
her zamanın büyük edipleri olabileceği ve bunların taklit, hatta bazı kere kudemaya
da tercih edilebileceği tekerrür etmiştir.
Bu mücadelatın tesiriyle tenkidin kazandığı bir şey daha var ki o da yüz
seneden fazla bir zaman zarfında mütebahhirlerle malumatfüruşlara münhasır gibi
kalmışken badema mesail-i tenkidiyenin istiknahına herkes tarafından merak ve
rağbet gösterilmeye başlamasıdır. Bununla beraber on sekizinci asır reviş-i intikade
hiçbir vecihle tesir-i bahş olamamış, asrın en büyük ve en nüfuzlu münekkitlerinden
167 4 Lanson: Histoire Dela litt. Française 168 5 Allais: Quelques Vues sur le Romantisme Français 169 6 Brunetiere: evolution des genres
279
Voltaire’le Laharp Kamilen Boalo’nun fikir ve mesliğini kabul ile eserlere hep o
kavaidi tatbik ederek bu kısım edebî buldukları yerde bırakmışlardır.
Fakat Jean Jacques Rousseau, tenkitle hiç meşgul olmadığı hâlde bunun
tekâmülünde onun nüfuzu kadar kati ve müfit bir nüfuz gösterilemez, bu nüfuz ne
kadar bilvasıta vuku bulmuş ise o kadar müessir olmuştur. Rousseau(7)170 meslek-i
hikemisi ve asar-ı kalemiyesi ile edebiyatın mevzuunu değiştirdiği gibi buna
hükmeden kavaidi de zaruri tağyir etmiştir.
Dekart, felsefesi için yaptığımız gibi Jean Jacques Rousseau felsefesinin de
yalnız reviş-i tenkide tesiri olan nikad-ı umumiyesini kayıt edeceğiz: Rousseau on
yedinci ve on sekizinci asır felsefelerinin esası olan aklı ret ile hissi tercih eder. Öyle
bir takım tahlilat-ı barideyi muhakemet-i akime-i akliyeyi bırakıp herkesin kendini,
kendi ruhunun sedasını dinlemesini tavsiye eyler. O zamana kadar hükümran olan
felsefe-i akliye yerine bir felsefe-i kalbiye tesis eder ki bunda hâkim sevk-i tabii ile
tesiridir. Rousseau’nun fikrince hakikat idrak olunamaz, hissolunur. Kendisini o
zamana kadar akliyyun-ı hükema tarafından akla feda edilen hissin, umumiyete feda
edilen hususiyetin, herkese feda edilen enaniyetin galebesine çalışır; kalbe vuku-ı
hayale geniş bir saha-i cevelan küşade eder. Hiçbir eserde (Lafonten’inkiler
müstesna) cay-i bahs olmayan tabiat-ı muhiteyi tetkik ile ondan istifade olunmasını
ihtar eyler.
Rousseau gerek neşrettiği eserleriyle gerek meslek-i felsefiyesiyle on yedinci
ve on sekizinci asırların kâffe-i ahval-i içtimaiye ve felsefiyesini hidme çalışmış,
bunların terviç ettiklerini ret ve cerh ile ihmal ettiklerini iltizam ve tervic etmiştir.
Bu fikirle yazdığı asar-ı edebiyede mahut kavaid-i mutlaka-i edebiyeyi nasıl
zir ettiği kolayca nezahir eder. (8)171 Hele iki yüz seneden beri edebiyat, hatta en
şahsi olan Voltaire için bile, Klasizmin eski şeraitine muvaffak olarak efkâr-ı
ammenin ifadesinden, yani herkesin kabul edeceği şeylerden ibaret olduğu hâlde
Rousseau asarında hep hususi ve şahsi fikirlerin, yani muharririn ‘ene’sinin tebliğ ve
ifadesini tercih eder ve kendi de öyle yapar. 170 7 Sainte Beuve: Causeries de lundi, tome III et xv. 171 8 Brunetiere: Evolution de la critique
280
Rousseau kendinden bahseder fakat o zamana kadar yaptıkları gibi
şahsiyetinde umumiyeti aramak için değil; onun arz ve irae etmek istediği şey asla
umumi olmayan, yalnız kendine mahsus sarfı zati ve yegâne olan şeydir. Kendisi
şimdiye kadar gördüğü adamlardan birine benzemediğini bütün dünyada adamlardan
hiçbirine benzemediği zannında bulunduğunu söyler; umumi, adil ve daimi olan şeye
değil asıl tehalüf eden şeye atf-ı ehemmiyet eder. Herkesin hissiyatına mümasil olan
hissiyat ve efkârını –kendinden bahsederken- hıfzedip benzemeyenleri teşrihe
çalışıyor; o zamana kadar gizlenen hissiyatı açıp göstererek gösterilenleri mensi
bırakır.
On sekizinci asrın diğer hükemasına muhalif olarak Rousseau aleyhidir. Bu
hususta içtihadatı vardır ve bu esas ile tabiat-ı muhiteyi dinlemek, kalp, muhayyile ve
tabiatı tetkik etmek elbete yeni birçok menabi-i şâiriye bahşeder itikadındadır.
Jean Jacques Rousseau berhayat iken muasırları üzerinde bir tesir ve nüfuz
hâsıl edemeyerek yalnız birtakım mübahese ve güftügülara sebep olmuş ise de efkâr
ve mesleğinin delaletini kati bir surette ihsas eden ‘Đtiriafat’ı bade’l-vefat
neşredilerek herkese meslek-i felsefesinin bütün nüfuz ve manasını anlatmıştır. O
zaman kendisine fevkalade bir rağbet gösterilmiş, hatta nüfuzu ondokuzuncu asrın ilk
rubu nihayetine kadar edebiyata da şümul ile Fransa’da Klasizmin tahavvülüne bais
olmuştur ki Fransızlar bu yeni mesleğe ‘Romantizm’ derler. (9)172
Tenkidin bu sayede kazandığı şeylerden biri: O zamana kadar bir eser-i edebî
için şart-ı vücut addedilen kavaid-i edebiyyenin katiyeti hakkındaki emniyet-i
umumiyenin azalmasıdır. Rousseau tenkidi kendi kendini muayeneye, hükümlerinde
layahtilik iddiasından şüpheye sevk ve cebretmiştir. On sekiznci asır içinde bu
kavaidin suret-i tatbikine müteallik birçok mübahesat cereyan etmişse de bunların
mutlak olup olmadığına dair irad-ı mülahaza edilmemiştir; eskilerle yenilerin
münakaşası münasebetiyle daire-i tenkide sokulmak istenen nispiyet fikrini tahkik ve
ispat eden Rousseau’dur. Rousseau’nun bütün felsefesinden alınan ders şudur: “
Hiçbir şey mutlak değildir, -Hiçbir şey mutlak değildir- düsturu. ” Bu hüküm
tenkidin atabileceği en büyük hatvedir; tenkit bu hatveyi itip de edebiyatı bu nokta-i 172 9 Larrroumet: Etude de litterature et d’art
281
nazardan görmeye asar-ı edebiyeyi tetkik etmeye başlayınca edebiyat fevka’l-memul
bir küşayiş ve teceddüde mazhar olarak on dokuzuncu asırdaki şu feyiz ve kemalini
göstermiştir. Hakikat-i hâlde Romantizm bu fikrin edebiyata tatbikinden başka bir
şey değildir.
Sanayinin bu nokta-i nazardan telakki ve mütalaası onun mevzu ve gayesini
zaruri tebdil ve bilahere tenkide de tesir etmiştir; bunun semeresi ancak on
dokuzuncu asırda görülebildi.
“Her şey nispidir. ” demek edebiyatta öyle muhayyel bir numune olmadığı
gibi bunu vücuda getirecek dersler, kaideler de olamaz demektir. Şu hâlde artık
kavait mevzuunun hükmü yoktur. Her birimiz nasılsak öyleyiz ve biz de sevilen şey
‘kendimiz’dir. Artık başkalarına benzemeye yahut başkalarına benzeyen cihetlerin
arz ve tasvirine çalışmaya lüzum kalmamıştır; yapılacak şey –çalışarak- ne isek öyle
kalmaktır. Ben böyle hissederim, siz başka türlü hissedersiniz; ikimizin suret-i
hissimiz de tabii olduğundan makbüldur yahut daha iyisi, en tabii şey insanın olduğu
gibi görünmesidir. Muhtelif fikirlerin hep bir numuneye göre tamir etmek kadar
beyhude şey olamaz. Bir fikri ve ruhu tebdil için bir tabiatı değiştirmek lazım gelir,
bu tabiatı değiştirmek için de taalluk ettiği mizacı değiştirmek iktiza eder.
Demek ki asıl lazım olan tabiatı değiştirmeye çalışıp tabiiliği icbar
edeceğimize onu mümkün olduğu kadar ileri sürmektir.
Rousseau’nun felsefesi görüldüğü üzere mutlakiyet fikrinin nispiyete malup
olmasıdır. Klasikler Dekart felsefesinin esas-ı ruhu olan meslek-i akli ile bu kadar
asırlardan beri mazhar-ı rağbet olan kavaid-i bediiye-i kudemayı karıştırarak
‘Naturalizm Klasik’ denilen meslek-i edebiyi tesis etmişlerken Rousseau akıl yerine
hissi tercih ve kavaide merbutiyet yerine sevk-i tabiyeyi ikame eyleyerek ‘Edebiyat
şahsi, hususi olmalıdır. ’ demiş. Böylece on dokuzuncu asır edebiyatının hudud-ı
esasiyesini irae ve ifade etmiştir.
Mehmet Rauf
SF Nu. 372, s. 120-123
282
TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 5
-On Dokuzuncu Asır Birinci Devre Sainte Bouvveau
1800–1830
Madam Dustaol-Şatobiryan-Vilman[*] 173
Rousseau’nun felsefesinden istintac edilmesi mümkün olan nazariyat-ı
edebiye tamamıyla intişar olmak için epeyce zaman beklemek, ta on dokuzuncu asrın
mebdeinin idrak etmek lazım gelmiştir. Bu nazariyat-ı edebiyeyi asıl arz-ı müdafaa
eden Madam Dustaol’dür:
“Edebiyat ve Almanya” namındaki iki eserinde mumaileyh bunları pek
müşkâfane tarif ile on dokuzuncu asır tenkidini hemen hemen tesis etmiştir
Bu eserlerden birincisinin asıl ismi “Müessessat-ı Đçtimaiye ile Münesabatı
Nokta-i Nazarından Edebiyat” olup bunda muharirinin ispat etmek istediği şudur:
Edebiyat başlı başına bir şey olmayıp birtakım müessirattan tevellüt eder. Bu
müessirat din, ahlak ve kavanindir. Ahlak, din, kavaninde bilahere edebiyatın taht-ı
tesirindedir. Mumaileyh meşhur edebiyatları tefsir ve teşrih ile birçok misaller
getirerek bu nazariyesini muhakeme ve ispat eder. Fransız lisanında sanat-ı tahrire ve
kavaid-i zevk-i selime dair –daha ziyadesine ihtiyaç kalmayacak derecede- dersler,
eserler varken fikir-i edebiyatı böyle tadil eden esbab-ı ahlakiye ve siyasiyenin
lüzumu derecesinde tahlil edilmesinden, o zamana kadar intişar eden asar ile
memleket-i beşeriyenin derece derece nasıl tesiriyatnüma olduğunu hiç kimsenin
mülahaza ve tetkike tesaddi etmemsinden şikâyetler ederek bunları tetkik ile fikir-i
beşerin felsefedeki batılı fakat devamlı revişinin sanayide seri fakat mütemadi
muvaffakiyetlerinin hat ve miktarını tayin etmek ister. Đtalyan, Đngiliz, Alman,
Fransız eserleri arasında mevcut olan başlıca ihtilafatı mütalaa ve tetbi ederek bu
ihtilafatın vücuduna sebep-i müessesat-ı siyasiye ve diniye olduğunu söyler.
173 [*] Emile Faguet: XIX m. Siecle Paul Albert: XIX m Siecle Brunetiere: Evolution de la critique
283
Madam Dustaol’ün yaptığı şeylerden biri de Fransızlara ecnebi edebiyatlarını
tanıtmaktır. Bunları metin ve saib-i muhakematıyla teşrih ederek Fransızları dikkat
ve mukayeseye sevk eylemiştir. Vakıa on sekizci asırda Fransızlara Đngiliz
edebiyatına biraz temayül göstermişlerse de Đngilizlerden yalnız kendilerine
benzeyen şeyleri taklit ile diğerlerini anlamaya çalışmamışlar, yani Fransız üdebası
Đngiliz üdebasının kendi kavaid-i kadime-i edebiyelerinden tecrid-i fikir ile tetkik
etmişlerdi. Đşte Madam Dustaol bunu yaptı. O zamana kadar bayıla bayıla okuduğu
Alman ve Đngiliz eserlerinde bayıla bayıla bahsetti. Hem mesela Shakespeare’de
Fransızların mevcut ve malum olan nazariyat-ı edebiyesine muhalif, tamamen bir
Đngiliz olmak hissiyatıyla muhalif ne varsa onları keza Verter’de hep Alman
mahsusatını arz ve ifade ve müdafaaya çalıştı. Bu eserlerin sanayi-i hususiyesi
Alman ve Đngilizlere mahsus ne varsa ona, yani tabiata itina ediyordu. Mumaileyh
bunların öyle olması fena olmalarından değil o iki milletin tesirat-ı ahval-i
içtimaiyesinden ileri geldiğini ve bunun zaruri olduğunu beyan eyledi
Madam Dustaol’un bu neşriyatı üzerine karilerce klasik tenkidin eski tecarüb-
i edebiyeye bina edilmiş kaidelerinden şüphe hâsıl olmaya başlamıştır. Onlarca güzel
eser vücuda getirmek için mutlaka bu kaidelere riayet lazım iken Đngilizler, Almanlar
tarafından o kavaide riayet edilmeyerek yazılmış eserlerin yine güzel, hem daha
başka bir güzellikle güzel olmasını neye haml etmeli? Demek bu kaidelerin manası
yoktur, lüzumu yoktur.
Madam Dustaol o zamana kadar birikmiş kavaidi mezc ile hikmet-i bedayide
atâ-yı hüküm için ne kadar gizli, ne kadar muhtac-ı tetkik tespitler gözetilmek labet
olduğunu ispat etmeye çalışarak anlatır ki: Đngilizlerin, Fransızların zevk-i edebilerini
artık Aristo’nun veya Boalo’nun bir kaidesiyle tahlil mümkün olmayıp bunun için
daha başka meselelerin, iki milletin mesail-i içtimaiyesinin tetkik ve teşrihi lazımdır.
Yani o zamana kadar bir eseri edebî başlı başına bir hadise gibi, hangi arazide
ve nasıl neşv ü nema bulduğu merak edilmeyen bir meyvenin tadılışı gibi mütalaa
edilirken bu kadın asıl tetkik lazım gelen cihetleri araştırarak edebiyatın ahlak ile, din
ile, kavanin ile münasebetini göstermiş, böylece bir eser-i edebide başlı başına
284
mütahassıl bir şey olmayıp bir çok müessiratın semere-i zaruriyesi olduğunu
anlatmıştır.
Bu nazariye tamim edilince şuna destires olunur ki bir eser hakkında beyan-ı
hüküm vermek için müellifin mensup olduğu milletin ahlak ve kavanin ve
itikadatının tetkiki zaruridir. Yani Alman ve Đngiliz eserlerinde –klasik edebiyat
kavaidine muvaffak olmamakla beraber- güzel olabilir. Her şeyi nispidir. Tenkitte
düstur vaz etmek müşkil, hemen muhallittir. Bir hüküm verildiği zaman ehem olan
şey o hükmün itası değil lazım gelen esbabın suret-i tetkikidir. Bu esbab-ı evvelleri
kavaid-i edebiye ile mantıktan istihraç edilirdi, bundan sonra başka yerlerde
aranacaktır.
Madam Dustaol desatir-i mevzu-ı edebiyeyi bu gayr-ı kabil cerh-i ıspatlarla
redderek sanatı her türlü kuyuttan azade göstermiş ve böyle yapmakla felsefe-i
edebiyeyi de kurtarmış oldu. O zamana hiçbir Fransız münekkidi görülmemişti ki
Boalo’nun nüfuzundan kurtulsun da öyle beyan-ı fikir ve muhakeme etsin. Tenkidin
bu nevi on dokuzuncu asırda tecelli etmiştir: Bir tenkit ki hüküm etmekten ziyade
anlamaya çalışıyor, kati neticelerden, mutlak nazariyelerden, kayıt ve atikeden
vazgeçerek bütün vazifesini izah ve tefsire hasrediyor.
Madam Dustaol ‘Almanya’ namındaki eserini bu usul-ı tenkide riayetle tertip
eder. Alman edebiyatını bu alet ile tetkik ve tavzih eyler. O zaman kadar Fransızların
Alman edebiyatını pek haksız olarak zevksiz felsefelerini mecnunane diye yâd
etmelerine tariz ile bunun hiç doğru olmadığını gösterir, Avrupa’nın en mütefekkir
adamları olan Almanların edebiyat ve felsefesi için der ki:
“Bir edebiyat bizim kavaidimize muvaffak olmayarak teşekkül etmiş olabilir.
Birtakım yeni fikirler görülür ki bizim içim gariptir. Birçok yerlerde kendilerinden
ayrılırız; fakat bunlar hakkında rastgele hüküm vereceğimize esbabını arayalım.
Bilirim ki her yerde akıl ve hüsn birdir fikrini besleyen adamlar vardır, bu doğru ise
de o iki kuvvetin her yerde ayrı ayrı ifade-i hâl ettiğini de unutmamalı. Đnsanların her
memlekette iki gözü, bir burnu, bir ağzı varsa da mecmu azâ-yı vechiyelerinden
teşekkül eden melahatlar her memlekette başka türlü telakki edilir. Burada güzel olan
285
şarkta öyle addedilmez, nitekim bir şark güzeli de Çin’de aynı telakiye duçar olur.
Mademki tabiat bu kadar mütehaliftir, âdetin, yani kararsızlığın elinde bulunan
sanayi nasıl umumi ve daimi kavanine rapt ederiz? Bu sanayi hakkında vüsatli bir
vukuf hâsıl etmek istersek bunları muhtelif mesleklerin nasıl vücuda getirdiklerini
tetkik etmemiz iktiza eder. Trajedinin ne olduğunu bilmek için klasiklerin yaptığı
gibi yalnız eski Yunan hikâyenüvislerini okumak elvermez. Daha büyük güzellikler
bulma için her menbaya müracaat etmeliyiz. Đngilizler, Almanlar bizim gibi
kudemayı taklit etmedikleri hâlde daha başta güzelliği haiz eserler vücuda
getirmişlerdir. Bunlara imtisal edelim. ”
Madam Dustaol, böylece ecnebi edebiyatlarında Fransızların lakayıt
kalmadıklarından, hissetmediklerinden dolayı duçar-ı hâl olmayacak güzellikler
bulunabileceğini söyleyerek bunları tanımak lazım olduğunu iddiada devam eyler:
“Fransız milleti Romalıları taklit ederek klasik şiire temayül ederken
Đngilizler romantik şiiri sevip bu meslekte vücuda getirdikleri eserlerle iftihar
ediyorlar. Ben burada bunların hangisi mercih olduğunu tetkik etmeyeceğim bu zevk
ihtilafının öyle tesadüfî esbaba inhisar etmeyip kuvve-i müfekkire ve muhayyilenin
ta esasına teallük olduğunu göstersem oluverir. ”
Madam Dustaol bu eserinde ispat eder ki tenkidin mevzuu değişmiştir; artık
eserleri kendileri için değil mahsül-i tabiisi bulundukları medeniyetlerle olan
münasebetlerine göre telakki etmek, daha umumi bir ifade ile edebiyatı heyet-i
içtimaiyenin ifade-i ahvali addeylemek lazımdır.
Madam Dustaol ile beraber Şatobiryan on dokuzuncu asrın bu ilk edibi de
tenkide müteallik yazdığı eserlerde serd ettiği efkâr ve mülahaza felsefe-i sanatın
terakkisine hizmet etmiştir. Đngiliz şâiri milletinin eser-i meşhurunu tercüme ile buna
Đngiliz edebiyatına dair ilave ettiği uzun bir mukaddime ve diğer bir eserinin kısm-ı
mahsusundaki mütalaat tenkit hakkındaki asarını teşkil eder. Şatobiryan Madam
Dustaol ile bazı nakad-ı saliyede tehalüfleri görülmekle beraber esasen ikisi de aynı
nokta-i nazara teveccüh ederler. Bundan başka Şatobiryan büyük bir edip olup
eserleriyle de celb-i kulup ederek efkârını hüsn-i kabul ettirir. Bu iki edip şu
286
noktalarda müahede ederler: Her heyet-i içtimaiyenin ayrı bir edebiyatı olur, şimdiye
kadar sanat haricinde bırakılan dini ihmal etmeyip oradan ilham aramalıdır. Artık
harekât-ı Yunaniye lüzum kalmamıştır ve herkes kendi ruhunu yazmalıdır.
Bir kere bu esas kurulduktan sonra ‘Gulub’ gazetesinde tenkidat ve
münakaşat başladı. Romantikler ilk eserlerini hep o esas üzerine müdafaa ettiler.
Saint Beuve ilk tenkidatını bu gazete ile neşretti. Romantizmin bir müdafaaname
metni olan Kromvel mukaddimesi bütün Madam Dustaol ve Şatobiryan fikirleriyle
malamaldir. Bu felsefe-i edebiye ile ecnebi edebiyatlarının güzelliklerini his ve
telakkiye alışan Fransızlar Đngiliz, Alman üdebasının eserlerinden fevkalade
mütehassis oldular. Bunlara Fransızların içinde yaşadıkları müessirat-ı muhite de
ilave edilince ‘Romantik’ edebiyatın hudut ve esasiyesi meydana çıkıverir.
O sırada zuhur eden ve Madam Dustaol’ün tabiri vechile ‘asrının rengini
alan’ ilk münekkit der ki bu tahavvül-i edibi esnasındaki gürültüleri, patırtıları ve en
evvel sarf ve nahiv meselelerini bir tarafa ederek fikirleri bitaraf tetkik etmiş. Madam
Dustaol’ün umum edebiyatlar hakkında beslediği tasviri, yani bir edebiyat heyet-i
içtimaiyenin ifade-i ahvali olduğunu ispat için edebiyat-ı umumiyeyi tetkik-i niyet-i
azimesini on sekizinci asra tatbik eylemiştir. Baranet mesela Şiller’den bahsederken
Madak Dustaol’ün kullandığı ve sonra asrın nısf-ı ahirinde ‘Taine’nin kullanacağı
lisanı istiğmal ile der ki:
Maksadımız bu faciaları bizim itiyat ettiğimiz ve sevdiğimiz birtakım
kaidelere, şekillere nispet ve mukayese ederek iyi veya fena olduklarını aramak
değildir. Böyle bir imtihanda bulunmak manasız bir iştir. Bilakis Şiller’in eserleriyle
onun tabiatını mevkiini, efkârını ve kendini muhit olan ahvali tevhit eden münasebatı
taharri etmek daha faydalı olur. Bu nokta-i nazardan bakarsak tenkid-i fikr-i beşerin
terakkisini takibe, beşeriyeti tetkike daha ziyade yaklaştırılmış olur.
Bunların yapmak istedikleri şey, tenkide verme istedikleri hâl şudur: Asar-ı
edebiyeyi tahlil ederken hem müelliflerin şahıslarını, hem muhit-i içtimaiyelerini
tetbi etmek. Đşte Romantiz bu alicenabane müdekkikane tetbiatın taht-ı himayesinde
teşekkül etmiştir. Edebiyat ‘bir heyet-i içtimaiyenin ifade-i ahvalidir’ demek daima
287
değişir demektir. Fransızların heyet-i içtimaiyesi o zamanın asr-ı sabıktakinden
külliyen başka olduğundan Fransa için yeni bir edebiyat zuhuru zaruri idi. Gulub
gazetesi altı sene bu fikri müdafaa etti. Bundan başka o zamanın muallimin-i edebiye
ve felsefiyesi, darü’l-fünunlarda umumi dersler veren Kozen, Gizö, Vimlen gibi
büyük hükema verdikleri felsefe ve tarih derslerinde hep bu nokta-i nazarı gözeterek
idare-i mütalaat ettiklerinden yeni fikir her tarafa intişar etti.
Bunlardan tenkide en ziyade [*] Vilmen’in hizmeti geçmiştir. Bu müellifin
başlıca eseri ‘On Sekizinci Asır Edebiyatı’dır ki tenkidin tarih-i tekâmülünce mühim
bir eserdir, adeta tenkidin bir hatvesidir.
Bunda on sekizinci asır içinde Avrupa edebiyatlarının ve birbirlerine tesir ve
tesirleri tetkik ediliyor. Birinci yenilik şu ki eserlerin izah ve tahliline yardım etmek,
bunlara can vermek için hususi ve umumi tevarihe müracaat olunuyor. O suretle
tenkit gerçekten tarihi oluyor, yani on sekizinci asır edebiyatı on sekizinci asır ahval-
i içtimaiyesiyle izah olunarak yazılıyor, sanki canlanıyor, yürüyor. Vilmen asar-ı
edebiyeyi bir sanayi-i nefisi müzesindeki tablolar gibi mensup oldukları müelliflere
sınıflara göre tasnif ile iktifa etmeyip, bir birine nasıl tesir ettiklerini, bir biriyle ne
gibi alakaları olduğunu, biri diğerini nasıl takip ettiğini yahut nasıl tekabül eyleyerek
–ihtalat etmekle beraber- nasıl birleştiklerini ve bu birleşmeden ne yolda eserler
çıktığını efkâr ve ahlakın yani tarih-i umumi-i asrın revişini takip etmekle beraber
muhtelif edebiyatların bir birine neler ilave edip sonra her edebiyat mensubu olduğu
milletin ahval-i hususiyesine göre nasıl diğerlerinden tahallüf edildiğini gösteriyor ve
bunun esbabını ayrı ayrı tayin ve izah ediyordu.
Vilmen’in bu eserinde on sekizinci asrın yalnız tarih-i edebiyatı değil esas
fikiri görülür. Bu münekkidin tenkide hizmeti tenkide tarihin dahil olmasıdır. Onun
nazırında edebiyat bizzat fikr-i beşerden ibarettir. Kavaide manalar vermekle, hüsn-i
tebliğ temasını tanımakla, mefkûre ile ihtisasatın terekesi arasında aramakla meşgul
olmayarak, bunları tetkikat-ı edebiyeye birer alet makamında kullanarak hepsinden
bir takım malumat-ı tarihiye almak yahut edebiyetı bir fenn-i içtimai derecesine
çıkarmak ister. Muharrirlerin zamana, zamanın muharrirlere nasıl tesir ettiğini izah
eder; bir eseri muharririn tercüme-i hâlini anlatır. Çünkü bir milletin edebiyatını
288
anlamak için o milletin tarih-i lüzum-ı tetkik ise bir eseri anlamak için de muharririn
tarih-i hayatı, yani tercüme-i hâli öylece malum olmak lazım geldiğine kaildir. Onun
için tarih-i edebiyat, tarih-i umum-ı medeniyettir.
Asrın iptidasından bir rubuna karip bir müddet zarfındaki bu içtihadat
neticesinde anlaşılır ki: Asar-ı edebiyenin siyasi, içtimai birçok ahvali ve harici
tesirat ve amal ile pek sıkı rabıtaları, adeta alakaları vardır. Artık müspettir ki eser-i
edebî evvela muharririni, sonra onu takdir edenleri gösterir. Bunları göstermek
demek mensup oldukları zamanı göstermek demektir. Keza bir eser-i edebî bir
zamana delalet ettiği gibi tarih-i sanat ve efkârın büyük bir anını da irae edebilir.
Hâsılı bir edebiyat, bir heyet-i içtimaiyenin ifade-i ahvalidir.
Mehmet Rauf
SF, Nu. 376, s. 186-189
289
TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 6
-On Dokuzuncu Asır Đkinci Devir
1830 – 1865
Saint-Beuve[1]174
On dokuzuncu asra birkaç kere asr-ı tarih ve tenkit denilmesinin sebebi şudur
ki: Temaşa, hikâye, şiir, asar-ı sabıkada bir derece mevcut ve müterakki olmakla
beraber o vakte kadar hemen mevcut olmayan tarih ve tenkidin bugün vasıl olduğu
derce-i terakki ancak bu asırda husüle gelmiştir. Görüldüğü ve daha da görülüp
anlaşılacağı üzere tenkidin ne olduğundan kendi de haberdar olmayarak bu asra
kadar bir manasızlık, bir miskinlik de gelmiş ancak nefha-i füyuzat-ı asır önünde ne
olduğunu anlayıp terakkiye başlamıştır. Bu işte muaveneti görülenlerin biri ve belki
birincisi Şarl Ogüstin Saint-Beuve’dir ki asarı atmış, atmışbeş cilde baliğ oluyor.
Kendisi 65 yaşında ölmüşken eserlerinde bir defa tekrar görülememiş, buna mukabil
birbirine münakız fikirlerine tesadüf edilmiştir ki bu da fikrinin daima yenileştiğini
gösterir. Saint-Beuve’nin en birinci hâl-i mümeyyizi budur. Birbirine hiç
benzemeyen birkaç tabiattan mürekkep bir adamdır. Saint-Beuve kadar tabiat-ı
esasiyesi ele geçmez bir muharrire nadiren rast gelinir. Kendisi bile eserlerinin
ötesinde birisinde kendinden bahsederken daima mütehalif reyler vermiştir.
Fevkalade müteveddel, adeta bukalemun gibi bir mahlûktur ki her nokta-i nazardan
başka bir zevk alarak onu tercih eder görünür. Şu hâlde kendisinin tedkik için de her
rengine göre bir nokta-i nazara tabi olup uğraşmalı, kendisinin diğer muharrirlere
yaptığı gibi serseriyane, karmakarışık beyan-ı müşahedat etmeli. Saint-Beuve’den
bahsederken umumi bir nazardan bakıp, bir tabiat-ı esasiye ile alıp da diğerlerini ona
göre tadat ve beyan etmek mümkün olamaz. Mumaileyh tedkik eden muharrirlerin
eserleri buna delildir. Bu eserlerin hepsi de mevzuları olan zat gibi birbirini nakz
eder efkâr ve mülahazat ile malidir.
174 [1] Emile Faguet: Revue de Paris, 1897 fevrier Brunetiere: Evolution de la critique, Lanson: Histoire de la Lettre, Française, Pellissier: Mouvement lit. Du XIX e siecle Emile Zola: Documents Litteraires, Roman experimental Emile Hennequin: La critique sicientifique
290
Saint-Beuve’nin tenkidatı yalnız asar-ı edebiyeye inhisar etmez, bilumum
asar-ı fikriyeye şamildir. Edebi, siyasi, felsefi, dini, tarihi, fenni ve bedii ne kadar
eser intişar etmiş ise hepsi hakkında tetkikatı vardır. Bu tetkikat o asarın intişarı
münasebetiyle mevzularına dair münekkidin kıymetli, vasi, dakik müşahedatından
ibarettir. Saint-Beuve’un meşgul olmasına üç mektup yazmış bir adam bile kâfi
olurdu. Çünkü o münasebetle o adama, yaşadığı zamana ait hususi hatıratı, tetbiat-ı
kesiresiyle ele geçirdiği malumatı esas tetkik eder. O eserden bahsederken kendisi
kıymetli bir eser meydana getirirdi. Bundan başka eserlerini okuyanlar için meshur
olmamak, letafet-i üslubuna, cazibe-i tenkidine, mütalaatındaki müşkaflığına en
büyük kusurları ihtar ederken –sanki bir meziyetten bahsediyormuş gibi- gösterdiği
nevazişe hayran olmamak kabil değildir.
Saint-Beuve tenkide ilk başladığı zaman ‘Vilmen’in eserine iktifa eder gibi
göründü. Bu, tenkidi tarihe bağlamak, tarihe müncir kılmak idi. Vilmen belli başlı
birkaç hareket-i edebiye ile mutazırları olan vaka-yı içtimaiye arasında birtakım
münasebat aramış, bulmuştu. Saint-Beuve daha ileri giderek daha gizli, daha kuvvetli
tevafuklar buldu. Vilmen bir devre-i vasıanın cihad-ı vasiası, hudud-ı umumiyesi ile
meşgul olmuş, bu vasıa-i hutut arasında ifrat teferruat nim müphem içinde
bıdakılmıştı. Hâlbuki eserlerin en ziyade merbut oldukları şey heyet-i içtimaiyeden
evvel ifrattır. Bunun için Saint-Beuve efrada rabt-ı dikkat etmiş, böylece tenkide
daha büyük bir nispet getirmiş, bir eser-i edebiyede Vilmen’in yaptığı gibi bir heyet-i
içtimaiyenin değil bir mizacın ifade-i ahvalini aramıştır. Eserler hakkındaki tetkikat
ve müşahedatı insanlar hakkında tetkikat ve müşahedat demektir. Böylece tenkit
ettiği adamı diriltir, göz önüne getirir, hakikatte ne ise onu bulmaya çalışır. Nasıl
tenemmü ettiğini, menşei bulmak için terbiyesini, rabıtalarını, hayat-ı mahrumane ve
ehliyesini, fikir ve tabiatının teşekkülünü, tekemmülünü, tedennisini araştırır.
Bunlardan sonra Vilmen’in usulüne müracaat eder. Bütün bu istikşafat neticesinde
müellif meydana çıkınca eser de zahir olur. Anlarsınız ki bu eser o müellifindir. Bu
eserin medeniyet-i umumiyenin malum ve maruf bir cereyanına merbut olduğu da
sonra görülür.
291
Bunun içindir ki Saint-Beuve’nin tenkidatı ‘ruhların tercüme-i hâl’inden
başka bir şey değildir.
Bunu daha tevzih ve tamim için edvar-ı tenkidini görelim. [2]175 Bu edvarın
birincisi 1824’ten 1837’ye kadar devam eder. Bu devre ait eserleri ‘tesavir-i edebiye’
ve ‘tesavir-i asriye’dir. Tenkit kendisi için henüz hesabat-ı şahsiyesinin bir
ruznamesinden ibarettir. Kendisi ise Romantizm mesleğine mütemayil olduğundan
hep tercih ettiği Romantik üdebadır. Öyle olduğu hâlde de görülür ki eserlerin
kusuruyla meşgul olup hükümler vereceğine şerait-i husulünü anlamayı merak eder.
Yani tenkidi sırf şahsi yavaş yavaş ‘tenkid-i ruhi’ denilen ve maksadı muharirleri ve
nasıl yaşadıklarını aramaktan ibaret olan usul-i tenkide meyil gösterir. Eserleri ve
muharirlerini sanki teşrih eder.
Đkinci devir 1837’den 1850 senesine kadar olanıdır ki Saint-Beuve’un
muhallidat-ı ciddiye-i edebiyeden olan ‘Purruvayal’ unvanlı eseriyle ‘Şatobiryan ve
Cemiyet-i Edebiyesi’ namındaki telifi bu devrin mahsuludür. Bu zamanda Saint-
Beuve Romantizmden intikal etmiş, ‘hisseden tenkit yerine ‘izah’ eden tenkit kaim
olmuştur. Bunun için tarihi daha doğru daha sahih olarak tetkik eylemiştir. Bu devre
ait tenkidatın da eserleri tetkik, hissiyatı tahlil, fikirleri takdir gibi üç mühim işin bir
elde idare edildiği görülür.
Bundan sonra üçüncü devir hulül eder ki 1870 senesine kadar devam eder. Bu
senelerde Saint-Beuve ceraid-i mühime-i yevmiyeden birine her pazartesi bir
musahabe verir. On beş ciltlik ‘Pazartesi Musahebatı’ ile on üç ciltlik ‘Yeni
Musahebat’ namı eserlerin bu devre-i sayin semeratıdır. Lakin bu devirde Saint-
Beuve Fransız edebiyatınında kazandığı mevki-i mühimi galiba biraz suistimal
ederek bazı haksızlıklarda bulundu. Hiçbir lisanda, hiçbir münekkit hüküm
sürmemiştir. Fransızlar kendisine ‘münekkitlerin prensi’ derlerdi. Kendisinden sonra
yetişen bütün münekkitlerin emelleri onun mevkiine yetişmektir. Fakat o paye-i refiğ
henüz kimseye verilmemiştir. Đşte Saint-Beuve bu nüfuzunu eski infiallerin,
kıskançlıkların acısını çıkarmak için kullanmış; Balzac, Möse hakkında bazı
haksızlıkları görülmüştür. Maheza şu müsellemdir ki asrın ve belki cihan-ı edibin,
175 [2] Brunetiere: Manue de la litterature Française
292
bütün manasıyla münekkid-i edebî ünvanına en ziyade kesb-i istihkak eden,
vazifesini en ziyade nasfet ile ifaya çalışan yine Saint-Beuve’dir.
Saint-Beuve’un nazarında tenkidin ne demek olduğunu, bunu ne gibi bir usül
ile icra ettiğini tayin etmek kadar güç bir şey olamaz. Hiçbir usül yoktur yahut her
usulü hüsün kabul eder. Maneza pek umumi bir nazarla bakınca bir usul-i umumisi
bulunabiliyor ki bunu da şöyle izah ediyorlar:
Saint-Beuve bir adamı tenkit etmek için birinci derecede tercüme-i hâlini
lazım görür. Bunun için muhaberatı, muhaveratı, efkârı, ahlak ve tebayie müteallik
bazı tafsilatı, hâsılı büyük muharirlerin mükemmel teracim-i ahvalini ister. Nazarında
en kıymetli şeyler bunlardır.
Bu vasıtalarla büyük adamları alıp on beş gün bir yere kapanırsanız, tetkik
ederseniz, evirir çevirirseniz, isticvap eylerseniz, keyfinize göre eler şekil ve hâle
koyarsanız; hudud-ı müpheme birer birer yerine gelir. Elegeçirmek istediğiniz
simaya toplanır. Yeknazarda müphem, mücerret, umumi gördüğünüz insanın yerine
şimdi derece derece gerçek, kati bir şahsiyet, gittikçe tekrar eden hem de sıhhatle
tefekkür eden bir şahsiyet kaim olur. Müşabehetın doğuşunu gelişini görürseniz ve o
adama mahsus hâli, ona mahsus tebessümü, alında tek tük saçlar altında gizli kalan
elim çizgiyi keşfettiğiniz zaman tahlil ve teşrih bitip tasvir başlarsınız söz söylemeye,
yaşamaya… Artık muharriri buldunuz demektir. ’
Đşte Saint-Beuve kendini bu son sözde yaşatmıştır. Tenkide yalnız tercüme-i
hâlin değil, tasvirin duhulü bu münekkidin himmeti sayesindedir.
Bir kere bunun ne olduğunu anlamaya çalışalım. Muharirin teşrihi, fizyolojisi,
psikolojisi [ yani hayatı, ruhu ] ne demek olduğunu sonra bunun tenkide nasıl
girdiğini, onu nasıl canlandırdığını sonra nasıl tevsi ve nihayetinde tebdil ettiğini
görelim.
Muharririn teşrihi, cismani olarak kendisini göz önüne getirmek demektir. Đri,
uzun boylu, mütenasip ve mütevazen mi yoksa cılız eğri büğrü biçimsiz bir şey mi bu
ahval-i cismaniyenin yazılarında bir eseri görülür mü? Mesela aynı zamanda
293
yaşamış, aynı umumi terbiyeyi almış, aynı zamanda eser yazmış, ikisi de sanatında
muvaffak olmuş iki muharririn bu mütehalif esbab-ı cismaniyeden dolayı eserlerinde
fark bulunur mu, bulunmaz mı? ‘Muharririn teşrihi’ demek işte bunları bulup
göstermektir.
Fizyolojisine gelince bu teşrihten daha ileri gider, daha mütecesis davranır, az
buçuk malumatla iktifa etmez. Muharririn mizacı, sıhhati nasılmış, bunu arar. Yahut
o mizacı teşkil eden ne imiş? Faraza başka başka iki vilayete mensup iki muharriri
iyice tanımak, miskat-i restlerinin teneffüs ettikleri havanın kendilerine ne tesiri
olduğunu anlamak için o vilayetleri şehirleri, tetkik eder. Sonra bunların ailelerini,
ecdatlarını, peder ve validelerini, zevce ve evlatlarını iyice tanımaya, nasıl
yaşadıklarını öğrenmeye çalışır. Mesela biri büyük bir zengin olur da diğeri sefalet
içinde emrar-ı hayat eder; birçok ahval altında ezilir, belki bu hâller olmasa
yazmayacağı bir eseri bu esbap ile yazar.
Đşte burada psikoloji başlar. Bu muharrir nasıl düşünmüştü? Aşk, din, mevt
hakkında ne gibi fikirlere malikti? Sanatı nasıl görürdü? Havayic ve ezvak-ı adiye-i
beşeriye hakkındaki telakkiyatı ne yolda idi?
Bu suallerin böyle ila gayr-ı nihaye teselsil edeceği ve tadat edeceği pek
kolay anlaşılır ve bu usül ile bir muharririn eserini tetkik için birkaç sene uğraşmak
lazım gelir. Buna mukabil tenkidin elinden de bir şey kurtulmaz olur. Nokta-i nazar
büyüdükçe büyür. Ufuklar kesb-i vesait eder. Böylece mesela büyük bir muharriri bir
Voltaire’yi tetkik etmek, bütün malumat-ı beşeriye hakkında devir eylemek demektir.
Görülüyor ki Saint-Beuve teşrihi, hayatı, ruhi bir tenkitle meşgul olmuştur.
Bunun için her şeyi merak ederek her şeyde ifrat ederek, eserler arasında serseri
serseri dolaşarak arar, arar. Her şeyi öğrenmek her şeyi anlamak, her nokta-i
nazardan başka zevk almak isteyerek uğraşır, uğraşır. Bu dehşetli meşgale ile
pençeleşir ve galip olur. Tenkidinin bir kusuru varsa tetkikatına bir netice
vermemesidir. Çünkü o neticeyi vermek o kadar vesaik ve şeraite muhtaçtır ki
bunların hepsini elegeçirmek muhaldir. Ya tetkik olunan adamın hayatına, ruhuna
dair lazım gelen tetkikat tamam değildir de, bir meçhul birden bire meydana çıkıp
294
nokta-i nazarı külliyen tebdil ederse… Bunun Saint-Beuve evvela birçok tecrübeler,
tetkiklerle uğraşır ve bunları karma karışık yapar. Bir nokta-i harekette olmadığından
muayyen bir tarik-i tetkiki de yoktur. Tetkikat arasında serseriyane cevelan eder.
Lakin ‘Purrevayal’da yedinci asır üdebasından bir zümrenin tarihçe-i hayatı
olan bu büyük eserde kudret-i tenkidiyesi derece-i kemaline varmıştır. O zaman bir
hüküm elde eder ki o da tarif ve tavsifiyle uğraştığı muharrirlerin yani fikirlerin bazı
cihetlerden bir aile efradı arasındaki garabetler nevinden münasebetleri
bulunduğudur. Bu mülahaza ile ulum -ı tabiyede olduğu gibi ‘fikirlerin de aileleri
vardır’ nazariyesini ortaya kor. Bu mülahazaya göre ailelerde bir silsile-i meratip
olduğu gibi fikirler, yani muharrirler arasında da bir silsile-i meratip bulunmak
zaruridir. Đşte Saint-Beuve bugünden itibaren sul-i tenkidine kemâlen temellük
ederek musahebat-ı esbuiyesine başlar.
Eski ve yeni bütün usül-i müttehizesi birlikte olarak esas fikri şudur: Simalar
arasında olduğu gibi fikirler arasında da uzak yakın bazı meşabehetler, bazı
tehalüfler vardır. Tenkidin birinci işi bunları aramak, bulmak ve kati olarak
göstermektir. Bunu yapmak için de ulum -ı tabiiye ulemasının kullandığı usülü
kullanmalıdır. Yani asar-ı edebiyeyi onların nebatat ve hayvanatı tetkik ettikleri
yolda tetkik etmelidir.
‘Pazartesi Musahebatı’ bir büyük monografi koleksiyonudur. Saint-Beuve
yirmi sene buna hasr-ı vücut ve mesai eylemiştir ve tarih-i tabiide cari olan usül-i
tetkikatın tenkitte dahi cereyanı lazım geleceği fikrini ortaya koymakla usül-i
muahezeyi külliyen değiştirmiş, adeta tecdit ve tesis eylemiştir.
Mehmet Rauf
SF, Nu. 377, s. 202-205
295
TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 7
-XIX. Asır Đkinci Devre
1830-1865
Sainte Beuve
Geçen nüshada hülasa ettiğimiz usül-i tenkit, mademki ulum -ı tabiiyeye
tatbiken ve onun ianesiyle vücut bulmuştur, fenni bir usül demektir. Tenkidin fenni
olmasına Sainte Beuve kadar kimse itiraz etmemiştir. Taine, Renan gibi malumat-ı
fenniyeleri daha vasi daha müessis olan hükema müehhiran bir usülü alarak kanun-ı
hazıranın muavenetiyle sırf fenni tarz-ı tenkidi tesis ettikleri zaman Sainte Beuve
bunun hiçbir vakitte kabulü mümkün olmayacağını ispat için pek çok uğraşmış,
tenkitte nokta-i nazar-ı edebiyeyi ihmal ile edebiyatın felsefe veya tarihe bir alet imiş
gibi kullanılmasını, eserlerin bizde mucep oldukları haz ve heyecan derecesiyle
muhakeme etmeyip sırf birer vesika-i beşeriye diye telakki edilmesini ret için pek
çok yorulmuştur.
Bu sebeple Sainte Beuve’nin usülü olmak üzere geçen hafta tafsil ettiğimiz
nazariyat-ı edebiye kendi tarafından kabul ve tasdik edilmiş şeyler değildir. Bu usül-i
asar-ı tenkidiyesi arasından bulup çıkarmak isteyenler fevkalade müşkilata uğrarlar.
Zahirde kendisini katiyet-i fenniye kadar ürküten bir şey yoktur. O sadece bir sahib-i
zevk-i selim, bir edip olduğundan eserleri hep o nokta-i nazardan muhakeme etmek
ister. Diğer tarftan son derece zeki ve mütecessis olması nazar-ı dehası önünde nim-i
meşkuf bazı hakayıkı ara sıra kayıt ve işaret etmesine sebep olur.
Bununla beraber fizyolojiye bir meyli olduğu yine tenkidatından anlaşılır.
Kendi iddiası vechiyle tenkide ithal ettiği şey şiirle beraber biraz da fizyolojidir.
Kendisine “tarih-i tabii, efkâr-ı âlimi” ve eserlerine “bir tarih-i tabii” namını vererek
daha 1840 senesinde sahih ve canlı tenkitler yapmak için fizyoloji ve cerrahiye
müracaatın zaruri olduğunu beyan etmiş, mahsulât-ı edebiyede muharririn mizacına,
ahval-i infialiyesine, sıhhat veya maraz-ı bedenine pek ziyade merak ve riayet
edilmişse de kendisi kati olarak kaderiyyundan olmadığı için bu ahval ve şeraitin
bizzat her şeyi izah edemeyeceğine irade-i cüziyenin dâhil-i külliyesi olan bu
296
hususlarda tenkidi fen gibi telakki ile fikirleri de fenle muayene ve tetkik etmenin
faydası olmayacağına, hâsılı her eser-i muahezede aynı katiyyet-i fenniyeye
müracaat edip neticesinde aynı sıhhati iktisap etmek mümkün olmadığına itikatta
devam etmiştir.
Diğer cihetten, vakıa Sainte Beuve tenkitte tarihe ehemmiyet verilmek
lüzumundan pek erken bahsetmiş, asar-ı kalemiyenin bir ziyafet halkının yiyip de iyi
fena buldukları meyve gibi telakkisine razı olmamıştır. Lakin usülü merak ettiği şey
muharirin bizzat tabiatı, bizzat hususiyetidir. O bir müverrih olmaktan ziyade bir
teracim ahval-i muharriridir ki tarihe, felsefeden ziyade ilm-i ahlak nokta-i
nazarından bakar. Fenni münekkitler gibi vasi bir nazariyenin sübutuna hizmet etmiş
olmak kaydında bulunmaz. Serd-i nazarbaht pek umumi şey olduğundan ona mucep
su-i zan gelir. Hâlbuki bütün tenkit fenni erbabı kendisini üstat tanıyıp mesleklerinin
esasını onun eserlerinden istihrac etmişlerdir. Böylece insan bazen istemeyerek
cereyan-ı edebiye sebep oluyor. Sainte Beuve tetkik ettiği fikirlerin, hünerlerin
muhtelif ailelerini tersim için destur bile aramamış, bu hususta ne kadar teenni
edilirse o kadar iyi olduğunu tekrar ederek sade tasvirle meşgul olmuştur. Đşte Sainte
Beuve’nin hususiyeti budur. O sade tasvir yapar. Hayvanat ve nebatat ilimlerinde
taksim-i ailata dair cari olan intizamın günün birinde mahsulât-ı fikriye için
mümkünel tıpk olabilmesinden daima ümitvar olarak enva-ı ihtiyat ve itina ile son
derece nazik birçok unsur ile malamal tercüme-i haller yaparak, yalnız bu vasıta ile
tasnifat-ı müstakbeleye yardım eder.
Eserler hakkında beyan-ı rey ederken bunları birer ve vesika-i tarihiye 176
olarak telakki ile iktifa etmeyip mucep oldukları huzuzat ve tesirat-ı rakika ve
maneviyeyi de şayan-ı ehemmiyet görür. Âlem-i tenkitte sarf ve nahiv hocalığından
en evvel teknefis eden odur. Ve ibtida tanınacak şey insan olup muharrire sonra
nüfuz kabil olduğunu o göstermiştir. Onun fikrince evvela vasıtayı elde ederek
muharriri kendi memleketinde kendi cinsi arasında mütalaa ve tetkik etmek hatta en
ufak tafsilatıyla sahib-i eserin fizyolojisini gösterebilmek, sıhhat veya maraz-ı bedeni
176 Görüleceği üzere Taine için bir eserin kıymeti bir vesika-i tarihiye olmaktan ibarettir.
297
– Çünkü bunlar muharririn ahlak ve marifetine büyük bir tesiri vardır- anlatmak
lazım gelir.
Eserlerde prestij edilecek bir kahramandan ziyade hakiki adam görmek ister.
“Eserlerde ancak tanınacak derecede insanlar yerine gerçekten insan görmeyecek
miyiz?” diyen odur. Bakınız daha ne diyor:
Ekser adamlar hakikati, yani insanı teşkil eden iyiliklerin, fenalıkların,
meziyetlerin, nakısaların mecmua-yı gayr mertebesini sevmezler. Onlara sevecek
adam lazımdır. Bir kahraman, yekrenk bir adam, ya iblis ya melek177 lazımdır. Yalan
söylemeyen bir ayinenin kendilerine alnıyla, rengiyle, ergenlikleriyle bir sima
göstermesi fikirlerini harap eder. Bilmem ki sanat tabiat-ı beşeriyenin çehre-i
hakikatle gösterilmesinden neden kaçmalı? Bu tabiatı anı kasıt değiştirmek, ondan
unatmak ne için?
Sainte Beuve’ye göre eserler birer üslup parçasından ibaret olmayıp bir
adamın mahsül-i fikri olmak üzere telakki edilmelidir. Binaenaleyh onda tahlil
edilmek lazım gelen bir mizaçtır. Bu vasıta ile müessirden esere geçilir. Ve bu
müessiri anlamak için münekkit elinden geleni yapar. O zaman da yaşamışlardan
berhayat olanlar varsa gidip kendilerinden muharrire dair malumat alır. Vereceği
hükmü de ancak o muharririn mizacı, içinde yaşadığı halk ve zamanın ahvali
hakkında bir şüphesi kalmayacak kadar istihsal-i hakikat ettikten sonra verir. Yani
hiç vermez. Yanlış bir hüküm vermekten korkarak: ”Hiçbir zaman insan bir muharir
hakkında lazımı kadar malumat alıp onu iyice tanımaz. ” diye bu hükmü vermekte
bin türlü vesveselere düşer. Nihayet belki de bir hüküm verir, fakat öyle şuhluklarla
belki hiç farkında olmazsınız.
Maheza Sainte Beuve, bir birini nakıs eden ahvalin arasında, o da bazen
tenkidi bir alet-i tashih, edilen hatalar için parmaklara vurulan bir değnek gibi
kullanmış, Boalo’nun, Laharp’in usülünden külliyen tecrit-i nefs edemeyerek
Romantizm zamanında bir Boalo olamadığına daima esef etmiş, zevk-i selim namına
idare-i efkâr ile bu noktadan hükümler de vermiştir. Yalnız kendisi gayet zarif ve
177 Romantiklerre, hususiyle Hugo’ya itiraz olacak.
298
nükteperver olduğundan o hükümleri iphamlar, şuhluklar altında gizlemiş,
süslemiştir. Bir nevazişe benzeyen tarizleri vardır. Pek şiddetli bir hüküm vermek
lazım gelince hemen bir hikâye uydurur, o hikâyeyi dinlerseniz, eğer dikkat
etmişseniz hüküm o hikâyenin neticesinde verilmiştir. Kendisindeki müdekkik-i
hakikat ve âşık-ı hakikat istediği kadar malumat-ı ciddiyeyi toplayınca mevkiini
zevk-i selime terk eder. Bu hükümler elbette o zaman verilir. Elbette o zaman Sainte
Beuve söyler gibi görünmeksizin her şeyi söylemek için şayan-ı hayret kadınlıklar
gösterir.
Birinci derecede zineti, letafeti, teraveti tercih eder. Mesela Madan
Bovary178yi o zaman tesis eden meslek-i hakikiyyun müntesibinin serfirazı olan
Flober’in bu büyük ve mühim romanın tarif ve takdir ederken müellifin kudret-i
tasvir ve tahliline ait birçok tahassünlerden sonra süslenmesi lazım gelen bazı
yerlerde kabalıklar bulunmasından şikâyet eder. Neomma’nın âşıkları ister ki daha
nazik olsun. Bernard Dösen Piyer le Jorsan tabiatı güzelleştirdikleri hâlde Flober’in
Normandiya’yı olduğu gibi tasvir etmesini bir kusur addeyler. Concourtların
gerçekleri niçin aradıkları için darılır, yeri varken eseri niçin zinetten, selim ve latif
heyecandan mahrum etmeli, der. Bir yerde de şöyle yazar:
Mademki her şeyi söyledim yarı yolda kalmak istemem lazım gelirse
muasırlarımın nazarında kendimi bütün bütün mahvedeceğim. Evet, zevk-i selim
hususunda, itiraf ederim ki zaafım vardır. Latif olan şeyleri sever ve tercih eylerim.
Balzac, Rousseau, Vinei hakkında reva gördüğü bütün haksızlıklar Saint
Beuve bu kusur dediği şeylerden ziyade mahkûm eder. Nasıl olur da kendisinin
yapmak istediği şeyi hikâyede yapar. Yani o zamana kadar romancılar bir hikâyede
eşhas ve vakıaya ait ahvali bir muharririn eseri gibi telakki ederek sırf onlarla meşgul
olmuş iken bu vakaları anlamak için sahiplerini tahlil ve teşrih eden Sainte
Beuve’nin tenkitte kullandığı fizyolojiyi hikâyede istimal eden Balzac, asrın bu en
büyük hikâyenüvisi179 Şarol dö Bernar gibi eserleriyle ismi yalnız tabiatın köhne
sahnesinde görülen unutulmuş bir muharrirle yahut Ojon Sö gibi Frederich Sölye gibi
178 Sainte Beuve :causerie de lundi , leme XIII 179 Sainte Beuve:Causeries de lundi, tome II
299
muharrirlerle hemayar tutulur. Sainte Beuve, Stendhal hakkında gösterilen fevkalade
takdir ve prestiji de anlamadığını, kendisini tekrar tekrar okuduğu iyice tanıdığı hâlde
bu derece alkışlara layık bir nokta göremediğini tekrar eder. 180 Son zamanlarda artık
yavaş yavaş tesis eden meslek-i hakikiyyuna 181 Standal ve Balzac’ın reis
addedilmelerini de anlayamaz.
Şimdi tekrar hülasa etmek isteyerek deriz ki Sainte Beuve’nin bütün bu
tenakuzlar bu serseri itiraflar arasıda kaybolmuş olan usül-i tenkidi şudur:
Asarını muaheze edeceği muharriri anlamak için onun doğduğu memleketi,
mensup olduğu ırkı, ecdat ve eslafını eğer bu mümkün olmazsa akrabasını, hele
validesini, hemşirelerini, biraderlerini çocuklarını hâsılı muharririn esas hilkat ve
tabiatı daha üryan ve basit olarak gösteren o silsile-i efradını ele alır.
Sonra terbiye babı gelir. Burada tayin edilmesi lazım nokta ilk muhittir.
Muharrir sanatın henüz teşekkülü zamanında dost ve refik olarak kesimleri
tanımıştır. Onu arar. Böyle sanatın ilk avam-ı zuhurunda tetkik edilen muharir bütün
meziyet-i hakikiyesiyle bütün yeniliğiyle nazarda ayan olur. Şayan-ı dikkat bir an
daha varsa o da muharririn sanatı bozulmaya inhisaf etmeye başladığı zamandır ki
muharrirler bu zamanda ya titizleşirler, huşunet peyda ederler yahut gevşeyerek
kendilerini cereyan-ı hayata terk ederler. Yahut büsbütün sertleşirler, anif olurlar.
Hâsılı bir muhariri anlamak için ne kadar çok uğraşılırsa o kadar iyiyidir.
Onun hakkında birçok şeyler sormalı. Bu sualler esasa ne kadar yabancı gelirse
gelsin yine iradından fer’i olmamalı, diyen ahlak hakkında ne fikri vardı? Tabiata
karşı ne derece mütehassıstı, kadınlara dair ne düşünürdü? Para hakkında, zengin
miydi, fakir miydi? Tarz-ı tadi ve maişeti ne idi? Ne gibi şeylere karşı zaafı ne gibi
iptilası vardı?
Bundan sonra meşayan-ı dikkat muharriri beğenen ahlakı ile şakirtleri
mukadderleri yahut bilakis sevmeyenleri, düşmanlarıdır.
180 Đbid. Tome XIII 181 Đbid. Tome IX
300
Đşte Sainte Beuve’nin zamanlara göre değişmekle beraber hudut-ı
umumiyesinde bir ayniyet görülen usülü bundan ibarettir. Ancak onun nazarında
irade-i cezaiye insanlarda – istintac veya istidlal için- ulum -ı tabiiyenin tasnifi
hakkındaki katiyetine mani göründüğünden insanlar tetkik edilirken belki en lüzumlu
bir cihet mutlaka elden kaçacak, mahsulât-ı fikriyenin suret-i teşkili bir düstur-ı
umumi ile tevzi ve tayin edilemeycek, mesele son derece bir katiyetle
hâllonulamayacaktır.
Tenkid-i kavait muayyen bir fen olamaz. O da bir sanattır ki mahir bir
sanatkâr ister. Her meslek erbabı için nasıl bir takım mevahib-i fıtriye lazımsa bir
müdekkik-i ahlak ve efkâr için de tabii bir mevhibe lazımdır. Đşte Sainte Beuve’un en
büyük meziyet-i farikası budur. Ona göre asıl tenkit müellifin yerine geçip eseri
yazanın fikriyle okumaktır. Bunun için o fikri iyice bilmek iktiza eder. Đşte Sainte
Beuve da yalnız onu öğrenmeye çalışır. Bu sa’y esnasıda belki de bir fizyolojisttir.
Fakat eser-i tekmil okuyup da ihtisasatı söylemek sırası gelince bir edip görünür ve
bu hal bazen taharriyat-ı evveliyenin katiyetini de ihlal eder.
Sainte Beuve’u kendisinin de dediği gibi Hendin Bismara namındaki bir
kelebeğe teşbih ediyorlar ki bu mahlûk hangi çiçeğe konarsa onun rengiyle televvün
edermiş.
Sainte Beuve yorulmak bilmez bir gayret tecessüsle topladığı vesaik-i
içtimaiye dermeyan ettiği nazariyat-ı mühimme ile beraber bir usül-i kati tesisi
kaydında olmadığını müddet-i hayatında söylemişse de sonra bir başkası bu fikirleri
alıp onun atmadığı son hatveyi de atmış, kanun-ı katiyet ve kuvvetine emin ve
meftun olduğundan bunlardan bir kanun-ı umumi-i sanat tesis etmeye muvaffak
olmuştur. Bu adam edip, hekim Hippolyte Taine’dir . Taine için Sainte Beuve’un
eserleri biraz mülahazat defteridir. Bunları tanzim ile tesis ettiği o kavi ve şayan-ı
hayret usülü tenkidi ise sırf fennidir.
Mehmet Rauf
SF, Nu. 378, s. 217-219
301
TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 8
-On Dokuzuncu Asır Đkinci Devir
1865-1880
HIPPOLYTE TAĐNE
Taine, üstat tanıdığı Saint Beuve’ye külliyen aksine olarak tenkidi bir fenn-i
müspet hâline getirmiştir ki esası fikr-i beşerin felsefe-i umumiyesidir. Kullandığı
usul teharri-i esbapta ulum -ı tabiiyeye mahsus tahlil-i mantıki, tatbik-i kavaninde
istidlal kuvve-i riyaziyedir.
Bu tarz-ı tenkit kendi kanaat-i felsefiyesinin tesiri olup Taine bu usulü tatbike
edebiyatın o zamana kadar malum manasına muhalif olarak hatta her cihetten teslim
edilen istidat-ı edebiyesini ret ve inkâr ile ancak ulum ve fünunun katiyetini rehber-i
fikir ve nazar ittihaz ederek başlamıştır. Kendisi tenkid-i tecdit fikrinde olmadığı
hâlde asıl maksadı olan felsefe hakkındaki tetkikat-ı nazarını bir saha-i müşahede ve
tecrübe olmak üzere edebiyata sevk etti. Şüphe yok ki Taine bir münekkit olmaktan
ziyade bir hekimdir. Onu pek iyi bilmesi lazım gelen [1]182 Paul Bourget’ye göre,
müşarünileyh Balzac ve Saint Simon hakkında yazdığı tenkidat birer eser-i nefis
olmakla beraber kendisine minkat denilirse pek doğru söylenmiş olmaz. Bu sayfaları
Saint Beuve’un aynı esaslar üzerine yazdığı şeylerle mukayese etmeli ki aralarındaki
fark görülsün. Filhakika, Saint Beuve en gayr-ı mahsus asarı ihsas için epeyce, şuh
temeyyüzler tetkiklerle meşguldür. Nokta-i nazarları çoğaltmak maksadıyla birçok
fıkralar toplar; onu işgal eden zattan, şahıstan, fertten başka bir şey değildir. Bu
müşkaf tetkikatın fevkinde hayali bir kaide-i hikmet-i bedayi hissetirir ki onunla
tenkidatına netice verir. Bizi de o neticeyi vermeye sevk eder. Hâlbuki Taine olanca
gayretiyle meseleleri basitleştirmeye çalışır. Atf-ı ehemmiyet ettiği adam onun
nazarında bir şeyi ispat ve izhar için vasıta, bahanedir. Asıl maksadı her şeye takdim
ve tercih ettiği mühim ve umumi bir hakikate tesis ve tespit etmektir; gerek tenkide
tarihe müteallik eserleri, gerek asar-ı sairesi kendisinde en çok bir meyl-i fikriye
hizmet etmiştir, o da felsedir.
182 Paul Bourget: Essais de psychologie contemporaine
302
Bourget’in şu mütalaasından anlaşılır ki Taine için edebiyat ve tenkitten
maksat ancak felsefedir. Kendisi tenkid-i edebî âleminde bir hekim olmak üzere
tanınmıştır. Taine için tenkidi esasından tecdit etmedi diyen varsa da aklı ve metin
bin bir nizama rabt ettiğinde ihtilaf eden yoktur.
Asrın bedayetinde[1]183 başlayan harekât-ı edebiyede veya Vimlen birinci,
Saint Beuve ikinci adımı atmış ise Taine de üçüncü adımı atmıştır demek kâfi
olamaz; ‘Ejel’den beri Avrupa’da edebiyat ve sanayi-i nefise tarihine dair ihtimal ki
hiç kimse Taine’den daha yeni, daha kuvvetli, daha amik fikirler vermemiştir.
Kendisinden evvel havada tesis edilmek istenilen şeyleri o toprakta tahkim etmeye
çalıştı. Ve bunu tahribat-ı zamaniyeye karşı daha emin ve metin bulduğu edevat ile
yani fenden aldığı edevat ile yaptı. Kendisinden evvel nimfark edilmiş şeyleri görüp
ayırdı. Dağınık olanları topladı, rabt etti. Hepsine bir nizam verdi ve Saint Beuve’nin
sade keşif ve hissettiği ahkâmı bu hekim bir kanun altına aldı. ’
‘Fenn-i tenkit[1]184’ namı verilen bu tariki vakıa Saint Beuve, Taine’den önce
açmıştı. Taine’nin sonradan bir birine rabt ile kuvvetli bir usul hâline getirdiği bütün
nazariyat Saint Beuve’de mevcuttur. Saint Beuve bunları eserlerinde pek erkenden
tatbik etmiş fakat kavaidini ilan edeceği yerde kıskanırcasına saklamış, tenkid-i
sanatta kaiyyet-i riyaziye ona mühlik görünmüş, keskin muhakemelerden daima
ictinap etmiştir. Taine’nin hilafına olarak, kendisini en ziyade işgal eden şey her
insanda şahsiyet-i hususiyeyi tayin etmektir. O sadece tasvir-i şahsi ile uğraşır, şu
veya bu aileye mahsus münasebat-ı müşterekeyi taharriden ziyade bir çehreyi
diğerinden ayıran formları tayin etmek ister.
‘Đşte Saint Beuve ile Taine’yi yekdiğerinden ayıran nokta budur. Latin bu
tahalüfün menşeini her iki münekkidin usül-i müttehazelerinden ziyade kendilerine
has tabiat ve temayülat-ı fikriye neticesi olarak usül-i mezkureyi tarz-ı tatbiklerinde
aramak lazım gelir. ’
183 Brunetiere: Evolution de la critique 184 Pelissier: Nouveaux Essais de la lit, contemporaine
303
Bu usül-i fenni ulum -ı tabiiye ile ulum -ı ahlakiye arasında hiçbir fark
görmeyerek birine ait kavanini diğerini tetkik ederken istiğmal etmekten ibarettir.
Bunda hâkim olan ‘Determinizm’ felsefesidir.
Malumdur ki ‘bir usülü vaz etmek’ tecarübün verdiği malumat-ı sahihanın
mecmuunu bir kıyas-ı mevzu ile rabt ve ikmal eylemek demektir. Şu hâlde her usül
ve vuzuh olunduğu devrin mahsulât-ı sairesine en sıkı bir rabıta ile merbuttur. Bu
usulün müessisi onu tesise çalıştığı saatte mevzu ve malum olan fünun-ı tecrübiyenin
netayic-i umumiyesini bilir ve bunları rabt ve ikmal eder.
Bugün edebiyat ile fen arasındaki ihtilaf ve irtibat bir derecededir ki
edebiyatın nerede başlayıp fenin nerede bittiği tayin kabil değildir. Edebiyat fenden,
fen edebiyattan daima istianede bulunarak biri diğerinden pek kıymetli ve saik
bulmuş diğeri öbüründen kaiyet, tamik-i ciddiyet kazanmıştır. O kadar ki birini iyi
anlamak mutlaka diğeriyle iştigale tevkif eder ve bu zaruridir. Binaenaleyh Taine’nin
usul-i tenkidine iyice ihata için o usulü idare eden felsefenin esasını tetkik etmemiz
lazım gelir. Bu felsefe Portekizli Spinoza ile on sekizinci asırda Fransa’da yetişen
filozoflardan Kondiyak’ın ve asrımız meşahir-i hükemasından Şovaris Meyl, Darvin,
Spensır gibi büyük mütefekkirlerin desatir-i hekimiyelerinden müehhez ve mahlût bir
şey olduğu cihetle bundan bahsetmek için ne kadar vukuf u tamik olduğunu ve
derece-i acizemizi bilmekle beraber –nikad-ı esasiyesini yine Taine’nin kendi
eserinden ahz etmek şartıyla- edebiyat-ı nokta-i nazarından bu bapta bazı izahatı
vermeyi zaruri gördük:
Bu felsefeye ‘Determinizm’ diyorlar, asr-ı ahirin avasıtına doğru zuhur eden
Pozitivizm meslek-i felsefiyesinin bir mahsül-i ifratı ki esası şundan ibaret, kâinatta
isabet ile neticeden başka bir şey yoktur; tahkik ve teharri-i esbap ile mevcudatın
sebeb-i yegâne ve mutlağına vüsul mümkündür.
Fransa’da[1]185 mabadı-ı asrın verdiği ümitlerin esassızlığı anlaşılmış,
edebiyatta Romantizm mağluben, sönmüş, hikmet-i bedayinin verdiği vaatler boşa
çıkmış, en büyük şâirler meyusen birer birer köşe-i sükûna çekilmiş oldukları bir
185 Paul Bourget: Essai de psycholeogie contemporaine
304
zamanda, yani asrın avasıtına doğru o ümitlere kapılarak irade-i beşeriyenin
kuvvetine, efkâr-ı asariyenin fevkalade metanetine inanmak isteyen şayan üzerinde
iflaslar fena bir aks-i tesir hâsıl ediyor. Anlaşılıyor ki yeni Avrupa’nın da eskisi gibi
bir değeri yoktur. Fakat şiir ve edebiyatın bütün bu zayıflığı arasında bir şey
büyüyor, bir ağaç ki karmakarışık dallarıyla lâyenkati çoğalan filizleriyle onları celb
ediyor. Bu fendir. Yalan söylemeyen, müntesiplerini aldatmayan yalnız odur. Hem o
sade yalan söylememekle kalmayıp, bahşettiği ümitlerin fevkinde neticeler de
vermiş, Frenel’in Ziya’ya, Amporle Arogon’un tenvim ve tenevvime Majodi ve
Florans’ın cümle-i asabiyeye ve diğer birçok erbab-ı fenin diğer bir çok şayan-ı
fünuna dair iştigalat-ı kâinat hakkındaki nazariyat-ı beşeriyeyi kuvvâ-yı tabiyeden
istifade hususundaki vesait harekâtı tecdit etmiştir. Birçok sübut bulmuştur ki en
hakiki iş ancak fen ameliyathanelerinde yapılandır. Ya bu kadar keşfiyata yardım
eden alet nedir? Đngiliz hekimi Beko’nun kavaid-i esasiye adatına iptal ve bütün
erbab-ı tetkikin münhasıran iştigal ettiği usulün, tecrübenin tatbiki. Bunu böyle
muhakkak görünce herkes fenin meziyat-ı hassâ-yı kemaline meclup olarak üdeba ve
şuara bile bu usule prestij ettiler.
Mabadı var.
Mehmet Rauf
SF, Nu. 381, s. 269-270
305
TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 9
-On Dokuzuncu Asır Đkinci Devir
1865-1880
HYPPOLYTE TAĐNE
-381 numaralı nüshadan mabad-
Fen asıl tecrübeye müstenit ise bu değildir. Ve bunları eşyâ-yı muhiteden
istihrac mümkündür. Bunun usulü ve esas fikri de pozitivizminkilerdir; iki meslek
biri birinden yalnız maksatta inhiraf ile Determinizmden daha uzak bir maksat takip
eder. Gerek bizde ve gerek etrafımızda bir sürü vakıadan başka bir şey yoktur; fen
dediğimiz şey bu vakaları tasnif ve tahkik etmektir. Bu vakıalar gerek bizde ve gerek
etrafımızda yekdiğeri ile irtibat ederler. Şu nokta-i nazara göre sırf muayyen bir
esbabın sevkiyle vücutpezir olmuş bir takım hadisatın cereyan-ı biinkıtaıdır.
Bunu daha vazıh olarak anlamak için ‘Taine’nin kendisini dinleyelim. 186Determinizmin altı tahlil, nokta-i azimeti hadisattır demiştik. Taine diyor ki:
“Tahlil etmek tercüme etmek değildir. Tercüme etmekse alametler arkasında
belli başlı vakalar görmek demektir. Mesela yirmi yedi rakamını okuyorum, lakin
hemen ispat edebilirim ki 27=26+1 demektir; 26’da 25+1 demektir ve ilh. böyle
gider.
Keza kuvvet, hazım, meram gibi sözleri telaffuz edince bunların da ne gibi
kelimelere müncir olduğu ve bu kelimelerin nasıl vakıalarla mütenazır bulunduğunu
göstermeliyim; ancak bu suretle bir tahlil yapmış olurum. Tahlil tercüme demektir,
tercüme ise iki türlü olur: Tercüme-i sahiha, tercüme-i tamme. Evvela tercüme-i
sahihayı ele alalım: Đlm-i menafi ile’l-aza uleması aza ile menafini tasvir ve tadat ve
tasnif ettikten sonra netice-i kelam olarak alelade bir kuvve-i hayatiyeden
bahsederler. Onlara göre esasta bir kuvvet vardır ki onun neşv ü nemasına saidir; onu
taazzu ettirir, ecza ve aksamının intizamını muhafaza eder; mideyi hazme, kalbi
186 H. Taine: Philosophes classiques du XIX= siecle
306
harekete, kara cigeri safra hâsıl etmeye, akciğeri kan ile havaya temasa, asabı uzletin
tahrikine, uzleti çekip kemikleri germeye sevk eder. Buna kuvve-i hayatiye derler.
Çünkü hayatı terkip eden ameliyatı hep bu icra eder. Bazıları bunu gayr-ı kabil ruyet
bir seyyale olmak üzere tasavvur ederler ki bütün vücuda yayılmıştır. Bazıları da
mahdut ve maddi aksama mantık bir mevcud-ı gayrı mahdut ve gayr-ı maddi gibi
terakki eylerler; şimdi serie’l-tesir bir mayi, şimdi canlı bir zerre, şimdi bir sır olur.
Bana gelince ben daha bir şey diyemem çünkü tahlil etmedim. Tahlil için nasıl vücut
bulduğunu ve ahval-i hususiyesini müşahede edecek tevellüdünde hazır
bulunacağım.
Dişlere, dile nihayet ağzın her kısmına ve bunların icrâ-yı vazife edişlerine
bakınız; eğer bunlardan biri olmasa hayvan çiğneyemez. Demek ki hayvan çiğnemek
için bu azanın nasılsa öyle olmaları lazımdır. Eğer bali ve hazım faaliyetlerini nazar-ı
dikkate alırsa gözüne aynı mülahaza varit olur. Bu failler vuku bulabilmek için azâ-yı
dâhiliyenin nasılsa öyle olmaları lazımdır. Hâlbuki çiğnemek, bali ve hazmetmek
olmasa hayvan kendisini besleyemez. Demek ki tadı için hayvanın çiğnemesi,
yutması, hazmetmesi lazımdır. Azâ-yı bedenin cümlesi için aynı mülahazadan
kurtulamazsınız. Bunları cem ederseniz görürsünüz ki teneffüs, tadi, cevelan dem
olmasa hayat denilen hâl, o mahv ve teceddüt hâli olamaz. Hâsılı hayat devam etmek
için bu ameliyatın vukuu lazımdır. Daima tekrar eden bu ‘lazımdır’ sözüne dikkat
olunsun, daima ‘lazımdır’ kelimesi! Demek ki hayat bir neticedir, buameliyat vesait
hayatın olması için bu ameliyatın olması zaruridir. Bu zaruret birtakım ameliyatın
vücuduna sebep oluyor. O hâlde bu zaruret nedir? Bu zaruret hayat ile ameliyat
arasında birer ibdadan başka bir şey değildir. Demek kuvve-i hayatiye ne bir hassa ne
de bir maddedir. Sade bir rabıtadır. Görülüyor ki iki takım vakıadan başka ortada
seyyale, zerre, serfilan hiçbir şey kalmadı.
Bunların başlıcası hayat denilen ve esası bir yandan telif olarak bir yandan
teceddüt eden harekettir; ondan sonra vezaif-i aza ile bu vezaifi kable’l-icra kılan
teşekkür-i uzvi gelir. Rabıta dediğimiz şeyler bu ikinci vakayı başlıca vakaya rabt
eden hususattır ki bunlara heyet-i mecmuâ-yı vakayi namını vereceğiz.
307
Şimdi tahlil ile ispat olundu ve gördük ki ortada vakalarla rabıtalardan başka
bir şey yok. O hâlde tahlilde devam edelim; bu suretle bütün ulum -ı tabiyeyi
vakalarla revabıta, yani birçok heyet-i mecmuâ-yı vakayı irca edebiliriz. Mesala hava
bir kuvvettir, yani havayı bir mizan’el-hava kuvvetine koyunca civayı terfiye sevk
ettiğini görürüz. Tabir-i diğerle hava mizan’el-havaya makaran olunca civa zaruri
yükselir. Yine mesela hararet bir kuvvettir, çünkü hararet bir demir çubuğu inbisata
sevk eder, yani bir demir çubuk kesb-i hararet edince zaruri inbisat eyler. Yine
mesela hadit ile mevlid’el-hamuza arasında bir mecaniset-i müştereki vardır, yani
ratıb-ı havaya maruz olan hadit bilzarure mevlid’el-hamuza ile karışacaktır. Đşte
görüyoruz ki ‘zaruri’ kelimesi daima tekrar ediyor. Yani ne oluyorsa cümlesi zaruri
vuku buluyor. Hava ile terfi, hararetle inbisat, ratıb-ı hava mihat haditte pasın
zuhuru, bütün bunlarda birinci vakıa ile ikinci vakıa zarur’el-vakıadır; yani birinci de
ikinciyi tevellüt hassası vardır. Kuvvet denilen şeyi ikincinin birinci ile olan rabıta
veya alakası, tabir-i ahirle birincinin zaruri olarak ikinci ile makıp olmasıdır.
Şimdi ulum -ı tabiyeden, ulum -ı ahlakiyeye geçer de bir milletin dehası, bir
heyet-i içtimaiyenin kuvveti, bir iklimin tesiri ne olduğunu anlamak istersek bu
kelimelerin müphem manalarını bir tarafa bırakarak tercüme etmeli, tahlil etmeliyiz.
Bunu yaparken, yani bir şâirin, bir milletin yahut bir hayvanın hayatını ele alıp tetkik
ederken görürüz ki bunlardan her birinin hayatını terkip eden ve zaruri’el-vuku olan
başlıca vaka karşısında dudaklarımıza derhâl ‘kadar’ sözü gelir.
Mabadı var.
Đmzasız
SF, Nu. 383, s. 296-298
308
TEKÂMÜL-Đ TENKĐT 10
Taine ‘tercüme-i sahiha’ hakkındaki izahatini buraya kadar getirdikten sonra
‘fakat bu tercüme-i sahiha tercüme-i nameye sevk eder. ’ diyerek bunu anlatmak için
de: ‘Hayvan hazmeder, dediğimiz vakit hayvanın yalnız hazmettiği malum olur. Bu
tercüme-i sahihadır. Hâlbuki maada gıdayı hamir hâline getirinceye kadar birçok
ameliyat vuku bulur ki bunları da tahkik etmek lazımdır. Tercüme-i name işte budur.
’ diyor ve bu usülünü asar-ı sanata tatbik sadedinde şu izahati veriyor:
Mesela Rabelais Pantegraol namındaki eserini yazmıştır, diyoruz. Đşte bir
vakıa bununla gözümüzün önüne ciltli altı yüz sahifelik bir kitap ile içindeki vakayı
gelir. Fakat bu zahiri vakıanın etrafında bir sürü meçhulât vardır ki asıl onları
bulmalıyız. Rabelais’in felsefesi nedir? Nasıl muhakeme edermiş? Muhayyilesinin
nevi ve mikyası ne imiş? Dimağında efkâr ve hayalat nasıl bin intizam ve nispet ve
ne derece şiddetli teselsül eylermiş? Bunda felsefesinin, ihtiyatının, mizacının ne
tesiri varmış? Yazdığı kitap ile zamanının ahlakı arasındaki mutabakat ne derecede
imiş? Bunda Losyat vesaire niçin bu kadar çok tasvir edilmiş? Müellifin üslubu
nedir? Terkib-i elfazdaki o garabeti, o havasa mahsus kelimat ile ıstılahat-ı avamı bir
birine karıştırması, garip ifadelere o kadar meyil göstermesi ne gibi esbaptan ileri
gelmiştir? O güzellik, o garabet, o tafsilat-ı felsefe nereden çıkmış?
Görülüyor ki bir eser-i sanatı anlayabilmek için tahlil ve tercümeye ihtiyaç
vardır. Bu uzaktan tek bir vakıa gibi görünür fakat yakından bakınca anlaşılıyor ki bu
o kadar basit değildir. Ve hele yalnız bir vakıa-i zahiriye göze çarpar. Hazımda
gıdanın midede tahvili, kitapda ise yirmi bin cümlenin heyet-i mecmuası… Aynıyla
gıdanın tahvili gibi bu yirmi bin cümleden biniha-yı meçhulât ile mesturdur. Bu
meçhulâtı birer birer tahlil ve tercüme etmeli ki hakikat anlaşılsın.
Hâsılı ulum -ı tıbbiyede olduğu gibi ulum -ı ahlakiyede de husül-i terakki
ancak usül-i tahlilin istimali ile mümkün olur ve tahlil için yapılacak şey de bir
namın eşar ettiği vakayı tadit ettirerek küçük küçük birçok vakıa tevellüt ve tesisine
çalışmaktır.
309
Fakat her heyet-i mecmua-i vakıanın bir sebebi vardır ki o da bir vakıadır. Bir
vakıa-i mevlide bir vakıa-i mevcude ki diğerleri hep ondan iştikak ve inşiap eder. Đşte
hayvanlar da fiil-i tadi böyle bir sebepten müvellit, vakıa-i müvellidedir. Sebep
dediğimiz de bir vakıadır, fakat öyle bir vakıadır ki diğer vakayığıın tebayığı,
revabıtı, tahavvülatı, ondan istidlal olabilir. Şu tarife göre eğer ‘tadi’ bir sebep ise
bundan hayvanatın azâ-yı vücutlarıyla bunların amallerinden müterekkip vakıaların
tabiatı, revabatını istidlal edebiliriz.
Taine bu hususta birçok misaller icat ederek fiil-i tadinin bir sebeb-i tevellüt
için lazım olan hevası cami bulunduğunu ispat ve irae ediyor. Sonra yine birçok
tetkikat ve mütalaat ile sebeplerin silsile-i meratibinde yüksele yüksele o sebeb-i
müvellidede hâkim olan sebeb-i esasiyi=typeyi buluyor ve diyor ki:
Ne zaman bir heyet-i mecmua-i vakayı görürseniz bu usülü tatbik
edebilirsiniz ve neticesinde bir silsile-i meratib-i esbap görürsünüz. Bu maddiyatta
olduğu gibi maneviyatta da yani edebiyat ve sanatta da böyledir.
Anlaşılıyor ki Taine edebiyatta bir heyet-i mecmua-i vakıa olmak üzere
görmüş yani usülünü maneviyata tatbik ederek o suretle tenkide kuvvet vermiştir.
Onun nazarında edebiyat187 bir ilm’el-ruhtur. Münekkit ise 188 bu ilmin âlemi, işte bu
nokta-i nazardan Taine, Sainte Beuve’un piridir. Hatta Đngiliz Edebiyatı Tarihi’nin
mukaddimesinde Sainte Beuve’u uzun uzadıya meth ü sena ederek: Hepimiz onun
şakirdiyiz, hakikat-i hâlde bu şakirtlik sözü Sainte Beuve’un tenkit için tarih-i
tabiiyye-i efkâr demiş olmasına pek büyük bir ehemmiyet vermekten başka bir şey
değildir. Çünkü yukarıda görüldüğü üzere Sainte Beuve kendisi esasen bu tavr-ı
telakkiye muarız geçinirdi.
Taine’ye göre tarih-i tabii ile tarih-i beşeri aynı kavanin-i uzviyeye tabi
olduğundan tarih-i tabiyedeki usulün tamamı tamamına tarih-i beşere de tatbik
olunması mümkün ve lazımdır. Bunun için biharab-ı tenkidiye ve tarihiye unvanlı
eserinin mukaddimesinde diyordu ki:
187 Histoire de la litteralure anglaise, preface 188 Essais de critique et d’historie P. 153
310
Tarih-i beşerle tarih-i tabii arasında birçok müşabehetler tadat ve ispat
olunabilir. Çünkü esasaları birdir. Đkinsinde de ameliyat-ı heyet-i mecmua-i tabiyeye,
yani sonradan aileye taksim edilen müşterek bir numuneye göre müteşekkil efrat
hakkında vakidir. Đkisinde de madde canlıdır. Đkisinde de şekl-i esasi ırsidir. Şekil
kesbi verasetle ve ağır ağır ve kısmen münkalip olur. Đkinsinde de cevher-i ferd-i
uzvi müessirat-ı muhite ile teşekkül eder. Đkisinde de mevcut uzviyenin her hâli
numunenin ahval-i mütekaddime ve temayülat-ı umumiyesi gibi iki katlı şeraite
bağlıdır. Her türlü teşekkülatıyla hayvan-ı natık hayvan-ı nahakkın bir mabadıdır.
Zira gerek ulvi gerek süfli melekat-ı beşeriyenin kökü hissiyat-ı dimağiyede olup
kavanin-i uzviyeye bu sebeple ulüm-ı tabiyenin tevakkuf ettiği, ulüm-ı ahlakiyenin
başladığı yere kadar gider.
Taine’nin bütün usülü ilk eserlerinde main ve mukarrerdir. Üç cilt teşekkül
eden tenkidat [müteferrikasının mukaddimesinde muterizlerine karşı usülünü
müdafaa eylediği sırada tarih-i tabii ile tarih-i beşer arasında daha ziyade
mutabakatlar aramış, Đngiliz edebiyatına dair yazmış olduğu beş ciltlik eser-i
mühimminin mukaddimesinde ve ‘Felsefe-i Sanat’ adlı iki ciltlik eserinde de hep bu
usülü tatbik ve tamik etmiştir. Taine’nin felsefede bütün gayreti psikolojiyi bir fen
mertebesine çıkarmak cihetine masruftur. Hatta bir yerde189 fen, ruhu ele alıyor,
demiştir. Yine aynı kitabın mukaddimesinde demek edebiyatla tarih-i ahlaki tesis
edilip vakayığın iştikak ettiği kavanin-i psikolojiye böylelikle vüsul mümkün
olabilecek, ben burada bir edebiyatın tarihini yazıyorum ve bir milletin psikolojisini
arıyorum, yolunda kelam etmiştir. Böylece edebiyat sırf fenni oluyor, bunu tetkik
demek olan tenkit ise bir alet-i tahlilden ibaret kalıyor.
Şimdi Taine’nin ulüm-ı tabiyeden ne gibi kavanini ahz ettiğini görelim:190
Ulüm-ı tabiye mütehassısları bir hayvanın azâ-yı muhtelifesi arasında bir
alaka olduğunu, mesela dişler, ayaklar sevaik-i tabiye ve daha birçok malum olan
şeylerin bir nispet-i katiyeye göre tebdil ettiklerini, birinin tehallüfü ile diğerlerinde
de tahlifat-ı mütenazire zuhura geldiğini ispat etmişlerdir. Biz de diyebiliriz ki bir
189 Historie de la litterature angaise : tome II P. 423 190 Essais de critique et d’histoire preface : P. 24
311
ferdin bir ırkın, bir zamanın kabiliyat ve temayülat-ı muhtelifesi arasında öyle bir
alaka vardır ki bunlardan birinin tahlifiyle hepsinde mütenasip ve mütenazır bir
tehalüf-i vuku zaruridir. Yine bu ilmen ispat ispat etmişler ki bir heyet-i mecmua-i
hayvaniye nebatiyenin tebayığı arasında bir kısmı dun, mail-i tebdil, bazen zayıf,
bazen de mefgut olup bilakis değerleri galiptir. Ve hayvanın teşekkül-i dâhiliyesini
bunlar tayin eder. Biz de ispat ederiz ki bir ferdin bir heyet-i mecmua-i beşeriyenin
tebayiği arasında bazıları dun ve feri, diğerleri nafız ve müvellittir. Bunlar icadatın
nevini, hayatın cihetini evvelden tayin eder… Yine bu ilmen derler ki ziruh bir cinste
en iyi neşv ü nema bulan en emin surette tevlit ve tevellüt eden efrat bir hususiyeti
teşekkül sayesinde ahval-i muhiteye en ziyade muvaffak gelenlerdir. Havası muhalif
olanlar netayic-i muhalifeye duçar olurlar. Böylece cereyan-ı tabii ahval-i daimi
tedennilere, tedrici tekemmüllere sebep olur. Böylece tabiat her muhitti bu muhite en
muvaffak olan ecnası tercih ile hüküm ve hayatı onlara verir. Buna mümasil
muhakemat ile biz de gösterebiliriz ki her hangi heyet-i mecmua-i beşeriyede en
yüksek hüküm ve kudret hayata mazhar olan efrad-ı asrın kabiliyat ve temayülatına
en ziyade mütevaffık olanlardadır. Muhit-i tabii gibi muhit-i ahlaki de her fert
üzerinde daimi bir tahrik veya tazyik ile hükümran olup aradaki ahenksizlik veya
mutabakat nispetinde nümayab eder veya semeresiz bırakır. Böyle gayr-ı meri birçok
terkibat ve inhilalat ile muhit, sahne-i tabiiyete iklim ve arz ile istinasa en ziyade
kadar nebatat ve hayvanat yetiştirdiği gibi sahne-i tarihiye de mensup olduğu ırk ve
asrı hakkıyla anlayıp onların temayülatını en iyi ifade eden sanatkârlar, hekimler
yetiştirir.
Yine bu eserinde Mişle’ye dair olan tetkikatı arasında şöyle bir hükme
tesadüf ederiz ki mühimdir:
Mişle için bu efratları tahlil edeceğiz. Ötede öyle güzellikleri var ki bunları
maziyadetin tazmin ediyor, denilebilirki o efratları olmasa bunlar da olmazdı. Zaten
bu şekl-i fikirde bir nevin numunesi, bir tip değil midir? Onun mevcut olmaya hakkı
yok mudur? Başka bir yerde muhalif-i akıl görülen şey diğer bir yerde tamamıyla
makul görülür. Hiç kimse balgıcıyı bacakları uzun ve ince, vücudu zayıf ve gariptir
diye meatıp etmez. Kimse feragatların kanatları vasi, kanatları kısa olduğu için levm
312
ve kadd-i hadde bulunmaz. Đkisi de tabiatın bir fikrini izhar ve ifade ederler. Hikmet-i
tebayi-i ilmiyesinin işi bunları anlamaktır, bunlarla istihza değil.
Münekkit de bir ilm-i ruh âlimidir. Binaenaleyh vazifesi ruhun eşkâl ve
muhtelifesini kabul etmek, hiçbirini mahkûm etmemek, hepsini tarif ve tavsife
çalışmaktır. O muhteris bir kuvve-i hayaliyenin de kudret-i hatibane meleke-i
hekimane kadar meşru ve güzel bir kuvvet olduğuna hükmeder. Bu kuvveti istihfaf
ile reddedeceğine ihtiyat ile teşrih eyler. Onu görerek sanatın tahavvülüne hizmetten
dolayı zevkyap olur. Onun bütün harekâtını tetkik ve tavzihe çalışarak bunları zaruri
göre göre aynı harekâtı adeta kendi yapmaya başlar. O muhteris kuvve-i hayaliyeyi
tahlil ile iştigal ede ede münekkit de onun müşahedatına, onun ihtirasatına hülul eder.
O kadar ki bunları tamamen makul bulur. Vereceği hükmü de bittabi çirkin veya
güzel diye değil, şu veya bu işe hastır yahut değildir diye verir. Hikmet-i tabiiye
ilmiyesi hikmet-i tabiye elması balıkçin bataklıklarda yaşar, feragat denizinde gezer.
Bir münekkit de düşünür ki hassasiyet-i müfrede…ilh
Bu niçin böyledir? Çünkü ‘Titliyo’nun mukaddimesinde denildiği gibi insan
başlı başına bir kuvvet olmayıp bütün hareketleri alem-i maddiyatın eczâ-yı sairesi
kadar muntazamdır.
Taine Balzac(tan bahsettiği sırada da 191 der ki:
Hikmet-i tabiye ilmiyesinin nazarında insan müstakil, salim bizzat hakikat ve
fazilete yetişmeye kadar akil değil sadece bir kuvvettir. Diğer kuvvâ-yı mihanikiye
gibi hazım gibi bir kuvvettir ki derece ve idaresi ahval ve muhit ile mütehassildir.
Bunun içindir ki 192 onun nazarında meram da böyle bir kuvvettir. Onun da esbabı
vardır. Bir insan yürüyor demek ki sevk olunuyor, demek ki bu cisim hareket etti. Ve
diğerlerini tahrik eyledi. Şu hâlde fazilet ve fezahatte sirke ve şarap gibi main
birtakım amaliyatın mahsülüdür.
191 Histoire de la litt. Anglaise : preface. 192 Philisophie de d’art : tome I. Ibıd
313
Velhâsıl tabii olsun ahlaki olsun bilcümle vakıyı birer sebebe müstenittir.
Hırsın, cesaretin doğruluğun da hazım, hırs-ı asliye, hareret-i bedeniye gibi esbabı
vardır. Fazilet ve zemmiyet de kezzap ile şeker gibi birer mahsüldür. 193
Mabadı var.
Mehmet Rauf
SF, Nu 384, s. 310-314
193 Histoire de la litt. Anglaise : preface.
314
2. DĐL VE EĞĐTĐM ĐLE ĐLGĐLĐ YAZILAR
315
NORVEÇ KADINLARI VE MEKTEB-Đ MUHTELĐTE
Fransız muharrirlerinden Hugo Löro namlı zatın “Norveç Kadınları”
hakkında neşretmiş olduğu bir eserde tafsilat-ı saire ile beraber bilhassa bunların
tarz-ı talim ve terbiyelerinden Avrupaca şu son zamanlarda efkâr-ı umumiyeyi işgal
eylemiş olan bir meseleden yani muhtelit usül-i tedris ve terbiyeden hâsıl olacak
netayicin adap ve terbiye-i umumiyece mucep olup olmayacağından bahsedilmiştir.
‘Muhtelit usul’den maksat erkeklerle kadınların müctemian talim ve terbiye
edilmesidir. Mesele öteden beri Avrupa alim ve muharrirlerince mübahesat ve
münakaşat edilmiş, türlü zeminler üzerinde pek çok sürüklenmiş ise de bir ittifak-ı
efkâr husüle gelememiş ve elyevm memalik-i mütemeddinede tarz-ı terbiye ve tahsil
ahlak-ı umumiye ile teamül-i kadim esasları üzerine mübteni bulunmuştur. Mamafih
muhtelit usül-i tahsili kabul hususunda en ileriye varan memleket Norveç olduğu
muhakkaktır.
Elyevm Norveç şiban-ı nisvanı eskisi gibi ‘ çalgı çalmak, teganni, raks
etmek’ten mütelezziz olmuyorlar. Bir erkek gibi okumak, bir erkek gibi düşünmek,
erkek gibi tamik-i efkâr eylemek arzu-yı ciddisinde bulunuyorlar. Meleke-i zekâca da
erkeklerle müsavat iddia ediyorlar.
Norveç kadınları mekteb-i iptidaiye ve taliyede, darülfünunlarda anasır-ı
Ulum ve fünunun kaffesini erkeklerle birlikte takip ve tahsil eylemektedirler. Orada
darülfünun dersleri nisvana da küşadedir. Mekteb-i taliyenin ekserisi muhtelittir.
Hele köy mekteplerinde ihtilat nevi bir kaide-i mahsusa olarak meridir.
Bu bahiste hatıra ilk gelecek şey:
- Bu derece serbestliğin mucep olmaksızın devamı kabil olur mu, sualidir.
Nitekim Mösyö Hög Löro da bu suali tevciye etmiş fakat bütün Norveç
tarafından şu cevabı almış:
- Mekteplerimizde kızlarımızın vücudu erkek çocukları temeddün ettirmek
hususnda tesirat-ı azime hâsıl etti. Nazik refikalarını taciz ve tasdi’ etmek havfı
316
erkeklerin lisanına bir itidal bahşeyledi. Zerafeti değilse bile tavr-ı hareketi, idare-i
kelamı öğrendiler. Đntizamsızlık vukuunu asla görmedik, yahut asla denecek kadar az
gördük.
Bu cevabın hükmünü hakkıyla mülahaza ve tayin için esbabı bilmek iktiza
eder. En esaslı sebeplerden biri kalbin safiyet-i tabiyesidir. Bu safiyet Norveçlilerde
bir fazilet değil ruhi bir itiyattır. Norveç ahalisi ruhen öyle ince hâllere pek agah
olmadıkları gibi kaba, sanki şimalin barit rüzgarlarıyla kesb-i incimat etmiş olan
hisleri de teheyyücat-ı mütemeddiyeyekapılmaktan masundur.
Bütün Norveç gençlerinin istimal eyledikleri uzun tahta kazaklar, bu
kazaklarla icra ve eski tabir ettikleri oyunlar Norveçlilerin kalplerendeki safvetin
nisvana bahşeylediği derece-i serbestiyi izah için en güzel bir delildir. Harekat-ı
bedeniyeyi tevsi maksadıyla teşekkül eden bir şirket – kırlarda ormanlar arasında
gezip dolaştıktan sonra yorgunluklarını def etmek, biraz istirahat eylemek isteyen iki
kızakçının barınabileceği küçük kulübeler inşa ettirmiştir – ki iş bu bütün iptidaiye
bir kapıdan bir uçağa müntehi kısa bir yolcağızdan ibarettir. Sağda solda çam
saplarıyla doldurulmuş birer döşek bulunur. Yorgun kızakçılar bunların üstünde
istirahat ederler.
Karlar arasında eskiler üstünde yan yana giden bir erkekle bir kıza tesadüf
etmek Kıristiyanya’da her zaman görülebilen ahvaldendir. Bunlar gündüz akşama
kadar kızak kayarlar. Gece olunca o melcelerde uyurlar. Ertesi gün de ya birlikte
şehre gider yahut gezmelerine devam ederler. Bu iki gencin nişanlı olmaları elzem
değildir. Bunları gören herkes: ‘ Đşte iki mucep!’ der geçer. Hiç kimse sui fikre sahip
olmaz.
Norveç’te aktiristler genç köylü kadınlardır ki ekseriyetle müteehhildirler.
Tiyatrodan kazandıkları para namuskarane bir kazanç addolunur. Ve bunu
zevcelerinin iradına zımmederler.
Muhtelit tarz-ıterbiyenin en kavi tarafgiranı bu usülün durumu hakkında
kendilerine vuku bulan itirazlara karşı bakınız ne yolda basit mütalaat eyliyorlar:
317
- Bizim için muceb-i terdit ve calib-i endişe bir cihet varsa o da mektebi terk
ettikten sonra genç erkeklerimizle nazik kızlarımızın yekdiğerlerinden tebait ve
ictinaplarını görmektir. Bundan tevellüt edecek mihalik mukavemetpezir
temayülattan tahsil eyleyecek mehazirin ziyadedir. Her memlekette kızların zekâsı
erkek çocuklarınkinden fazla rikkat kesp eylemiştir. Vakıan bu zekâ o kadar ileri
gidemez. Lakin bilmek, anlamak bahsi onlarda daha evvel hâsıl olur. Kızların pek
erken teşekkül eden zevkleri ve tefekkür ve tehassüsü evvelan kabiliyetleri mekatib-i
iptidaiye ve taliyede kendileri için ekseri erkeklere Tevfik ve ruchan temin eder.
Evvelce erkeklere mahsus bulunan birçok sanayi ve mesalike elyevm kadınlar da
kabul olunuyorlar. Erkekler pek ali bilirler ki saha-i maişette kadınlar bilahere
kendilerine birer büyük rakip kesileceklerdir ve işte bu hiss-i rekabet erkekleri onlara
karşı lüzumu kadar hürmetkar, mültefit olamaktan mani etmektedir. Bizim başlıca
iştigalimiz kız erkek gençlerimiz arasında tahsil edecek temayülata set çekmekten ise
beyinlerindeki hiss-i itlafı mülayemet ve şefkati gergi gibi tevsi inkişaf ettirmek
cihetine matuftur. Para ve rekabet meselelerinin muaşakaları kızıştırması yalnız
Norveç’e mahsus bir mesele değildir. Tiyatro ile iştigal eden muharrirler pek iyi
bilirler ki tevcihat-ı umumiyeyi celp ve takdirat-ı ammeye mazhariyet hususundaki
rekabetinden naşi oyuncu erkek ve kadınlar arasında aşk pek nadir olarak vukua
gelir. Erkekle bir kadın – ki sahne-i temaşada yekdiğerine gösterdikleri muamele-i
müşfikaneleri hezarın hissiyat-ı kalbiyesini tahrik eder – emin olmalı ki bir birinin en
kavi düşmanıdırlar.
Norveç’te nevinin hemen hemen husumetkarane bir renk alan mübaadakları
ahlakın natece-i tesiratı olan serbesti-i ülfet münasebattan ziyade calib-i nazardır.
Beyeriyetin iki nısfını bu vechile taht-ı tesirine şu adem-i itlaf keyfeyetinin en
mühim sebebi Latin anasırına mensup memleketlerde hissiyat-ı kibaranenin bütün
inceliklerini, bütün rikkatlerini vücuda getiren o herkese hoş görünmek herkesin
nezdinde muvaffak olmak emel-i hafisinin – hiss-i zerafetin – Norveç’te metruk
olmasıdır.
Memalik-i sairede olduğu gibi Norveç’te de erkekler kadınlara nezaket-i
hissiyat ile beraber havası tahrik eden diğer bir şey nezaket ararlar. Kadınlar ise bu
318
ikitebayığa ehemmiyet vermeyerek ekseriyen muvaffakiyet-i fikriye ile erkeklere
yaranmak isterler. Erkekler de – Ne yapsınlar? – dimağca evvelan terakkileri
kendilerinde pek cüzi tesir hâsıl ettiğini kendilerinden ictinap ve tebaütleriyle
anlamaya çalıırlar ve bunda galiba haklıdırlar.
Kadri
SF, Nu. 398, s. 123-124
319
ĐNGĐLĐZ TERBĐYESĐ
Evet, Đngiliz terbiyesi! Bizde Đngiliz çakısı denildiği zaman ne anlaşılıyorsa
bugün bütün âlem-i medeniyette Đngilez terbiyesi denildiği zaman da o anlaşılır:
Metanet ve kuvvet.
Bu kavim için dünyada ifa edilecek bir vazife vardır: Yaşamak, Đngiliz yaşar.
Bunun için her ne lazımsa Đngiliz ona maliktir. Akl-ı selim, beden-i selim… Bu
düstur Đngiliz terbiyesinin, Đngiliz maişetinin, Đngiliz medeniyetinin esasıdır.
Đngiltere ve Đskoçya’da usûl-i tahsil bu esas-ı kaviye merbut olduğundan
çocukların akıl zekâsıyla beraber vücutları da terbiye görmekte ve bu terbiye
sayesinde Đngiliz bünyesi, Đngiliz unsuru daima teravet ve kuvvet-i esasiyesini
muhafaza etmektedir. Muhakkaktır ki bütün memalik-i mütemeddine arasında en
ziyade adam yetiştiren unsur, Đngiliz unsurudur. Bu en ziyade tabirinden en layıklı
manası çıkarılmalıdır.
Đngilizlerin bu işte nasıl muvaffak olduklarını yakından görmek için
mekteplerine kadar gidip orada tetkik-i mesele etmek lazım gelir. Evvela şurası
malum olmalı ki gerek Đngiltere ve gerek Đskoçya’da her şey gibi tarz-ı tahsil ve
talimde bir serbesti-i mutlakla serbesttir. Bunun neticesi olarak umumi olsun hususi
olsun mekteplerin programlarında bittabi pek ziyade ihtilafat görülür. Fakat esas yine
birdir. Aklı selim ve bedeni salim yetiştirmek. Rastgele üç Đngiliz’e sorunuz ki
çocukluklarında nasıl terbiye görmüşlerdir, alacağınız izahat hiç birbirine uymaz,
ekseriya izahat denilecek bir cevap bile alamazsınız, çünkü bilmezler.
Çocukluklarında nasıl bir tarz-ı tahsil takip etmiş olduklarını tayin edemezler. Öyle
oluvermiştir. Hiçbir sıkıntısız, hiçbir zahmetsiz, adeta oyun eğlence arasında, neşv ü
nemayı tabiyeleriyle beraber kendi kendine hasıl oluvermiştir. Bir mektebe gitmişler,
sonra oradan bir diğerine geçmişler, daha sonra bir başkasına daha uğramışlar ve
hepsinde gülmüşler, oynamışlar, eğlenmişlerdir. Hatıralarında hiç bir eziyete, hiçbir
sıkıntıya tesadüf etmezler ki hatta size hikaye etsinler. Đşte şu usulde okuduk diye
bilsinler.
320
Birkere Đngiltere’de mektep namı verilen binalar öyle yerledir ki bunları inşa
eden mimarlar mevad-ı inşaiye yerine hıfz-ı sıhha düsturlarını kullanmış zannolunur.
Gayet vasi, havadar, nazif ve kullanışlıdır. Dershaneler, taamhaneler, teneffüshaneler
bütün ihtiyacat-ı sıhhıyeye göre tertip edilmiş, ona göre inşa olunmuştur. Mesela, bir
musıki salonuna giriniz, görürsünüz ki büyük büyük pencerelerden giren güneş
çocukların çehrelerinde güller açıyor. Salon mütenevvi, çi. çekler, heykellerle
müzeyyendir. Kız erkek bir çok sevimli, handan simaları musıkinin ahengiyle bir kat
daha beşaşet kesp ediyor. O çiçeklerin ne olduğunu sorunuz. Anlarsınız ki bu mektep
fukara çocuklarına mahsustur. Zavallıların pek çoğu evlerinde birer ikişer saksı çiçek
yetiştirirler, zaman zaman mektepte bu çiçeklerin bir sergisi yapılır, onunla
eğlenirler, yalnız bunu öğrenmekle orada çocukluğun ne gibi arzularına, zevklerine,
ihtiyaçlarına hizmet edilebileceğini anlamış olursunuz.
Derken talim başlar. Kız erkek, evet kız erkek emin olun ki bunda hiçbir fark
yoktur. Birçok yavrucuk karşınızda sıralanırlar, içlerinden biri pianonun başına
geçer, mini mini parmakları bittedriç kesb-i sürat eden bir silsile-i nimet ile dişleri
hareket etmeye başlar.
Siz talebe tarafından bir terennüm icrasına muntazır olursunuz. Fakat
çocuklar ellerindeki alet-i mahsusa ile jimnastik yapmaya koyulurlar. Bu size ispat
eder ki içinde bulunduğunuz mektepte her şeyden evvel bir hayat-ı salime iktisab
olunur. Bu hayatın eserini her tarafta görür her tarafta bir ziya-ı sıhhat ve şetaret
müşahede edersiniz. Mektep dahilinde ağlar hiçbirşey yoktur. Bilakis herkes güler.
Hususuyla müdür veya müdüre-i mektep o hepsinden herkesten ziyade mebahidir.
Musıki salonundan hamam dairesine geçilir. Müdüre-i mektebin bir ihtarı
üzerine talebe bir kuş sürüsü kadar hafif ve çabuk oraya uçmuşlardır. Sizde
gidersiniz. Şimdi hepsi, evet, hepsi kız erkek bütün o heyet-i masume deniz
elbiseleriyle büyük bir havuzun berrak suları içinde oynaşmaya başlarlar. Kimi
yüzer, kimi dalar, kimi çıkar. Çocukların hususuyla böyle muhtelif cinsi çocukların
bu kadar serbest bırakılmasından mütevellit ıstırap kalbinizi çehrenizde okuyan
müdire-i mektep size izahat verir. Der ki: “Korkmayın. Bu kadar meşguliyet içinde
yaşayan bir çocuğun fenalık düşünmeye vakti olamaz. Bu bittecrübe bizce sabittir. ”
321
Đhtimalki siz bir Đskoçyalı kadar soğuk kan ile düşünemediğiniz için bu izahatı kabul
etmek istemezsiniz; fakat gözünüzün önünde hiçbir fenalık ihtimaline vücut
vermeksizin bu kadar talebenin bir arada oynaşmaları sizi yavaş yavaş müdirenin
sözünü tasdike imale eder. Hiç olmazsa orada bulundukça biran evvelki ıstırabınızın
zail olduğunu görürsünüz. Sonra jimnastik oyunları seyrettirilir. Muallim size ispat
eder ki bu nevi riyazat-ı bedeniyenin bazı uzleti takviye ve tevsi ile vücudu bahusus
kadın vücudunu biçiminden çıkaracağına dair ifade edilen iddiaların esası yoktur. O
sırada bir kapı açılır, kapının açılmasıyla beraber kulaklarınız en tatlı, en ruhnüvaz
cıvıltılarla dolar. Bunların küçükleridir ki halka halka sıçraşıp oynaşırlar. Boğuşup
çağrışırlar. Mektebin bu kısmında da eğlenceden başka bir şey olmadığını görür ve o
zaman düşünürsünüz: acaba tekmil mektepler böyle oyuna eğlenceye mi
hasredilmiştir? Bu ukde-i hâtırı halletmek isterseniz, sorarsınız:
- Bu mektebin ders sınıfları ulum ve fünun sınıfları yok mudur? Talebenin
ömrü riyaziyetle, eğlenceyle mi geçer?
Cevap olarak sizi önce diki sonra aşçılık salonlarına götürürler. Oraları da
seyreder. Ve oraların da tertibine, intizamına hayran olursunuz. Fakat şu sınıfları da
bir kere görmek fikrinden bir türlü vazgeçemezsiniz, tekrar edersiniz:
- Tamam, canım, sınıflar nerede? Sınıfları görmeyecek miyiz?
Müdire bu istiğcalinizi bir türlü anlayamaz. Şimdiye kadar gezdirdiği,
gösterdiği yerlerin sınıftan buralarda icra edilen talimlerin dersten başka bir şey
olmadığını söylemek ister. Siz esrar edersiniz:
- Evet, ama talim başka, ders başka… Burada ders sınıfları yok mudur?
- Olmaz olur mu? Đşte program. Ve ilavenize mükemmel, matbu bir fihrist
tutuştururlar, okursunuz.
- Aşçılık: Her gün saat dokuzdan ona kadar.
- Resim: Her gün
322
- Almanca: Her gün dokuz buçuktan ona kadar
- Fransızca: Her gün ondan on buçuğa kadar
- Jimnastik: Çarşamba günleri öğleden saat dörde ve Perşembe günleri
dokuzdan ona kadar
- Bahçe eğlenceliri: Her gün saat on birden öğleye kadar
- Latince: her gün dokuz buçuktan ona kadar
- El işleri: Pazartesi ve Çarşamba günleri dokuzdan on bire ve iki buçuktan
dört buçuğa, Perşembe günleri on birden bire ve iki buçuktan dört buçuğa
kadar.
- Musiki: Pazartesi, Salı, Çarşamba ve Perşembe günleri saat onda.
- Teganni: Pazartesi günü on bir buçuktan öğleye, Çarşamba ve Perşembe
günleri bir buçuktan üç buçuğa Cuma günleri üçe yirmi kaladan dörde
yirmi kalaya kadar.
- Sibahat: Pazartesi günü öğleden ikiye, Cuma günü öğleyin yarımdan
dörde kadar.
Kalan saatler diğer derslere asıl sizin ders dediğiniz şeylere tahsis
olunmuştur. Bununla beraber aradığınız sınıfları, mahut akla, sahte vakar hocalarını
görmek için beyhude beklersiniz. Đskoçya’nın bu iptidaiye mektebinde –en büyük işi
karşısındaki masimları titretmekten, onları korku ile ahlaksız etmekten ibaret olan-
mekteb-i kalfalarını görmek ihtimaliniz yoktur!
Çıkarken kendi kendinize bu mektepte çocuklar pek âlim olamazlar,
hükmünü verirsiniz. Bu hükmünüzü bir Đngiliz duyacak olursa der ki:
- Evet, ihtimal ki âlim olamazlar; fakat hayat için, hayat ile terbiye görmüş
olurlar. Terbiye çocuklara dediğiniz derslerden ziyade lazımdır. O derslerden
323
alamayacakları feyzi terbiyeden alırlar. Sonra varsınlar daha büyük mekteplerde
ikmâl-i malümat etsinler.
Victor Şarbonel’in Bir Makalesinden
Kadri
SF, Nu. 386, s. 348-349
324
HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 1
-Şive, Zevk
Şive, şiveye muhalefet, asar-ı cedide-i edebiye hakkında bir vasıta-i tariz ki
her canı isteyen istimal ediyor. Çünkü yalnız bunu söylemekle bu eserlerin şiveye
muhalif olduğunu iddia etmekle bir şey yapılmış zannolunabiliyor. Hâlbuki bundan
kolay ne tasvir edilir? Diliyle mukarin olmadıktan sonra her isteyen eski, yeni bütün
eserleri bu kusur ile itham edebilir. Fakat iş ciddi telakki edilmek istenilirse bunun
yek nazarda zannolunduğu kadar kolay olmadığı anlaşılır. Zira bir eserin şiveye
mugayir olduğunu iddia etmek için evvela şivenin ne olduğunu bilmek, bunu tayin
etmek lazım gelir. Şivenin ne olduğunu hakkıyla meydana çıkarmadıkça ortaya
sürülecek iddialar hep muterizin kavl-i zatiyesinden ibaret kalmak zaruri bulunur ki
bunun da hiç hükmü olmaz. Lakin şivenin ne demek olduğu bu kadar kati bir surette
gösterilebilir mi? Bunu hakkıyla tarif kabil olur mu? Zannetmem. Birtakım kavaid-i
lisanîye var ki birer mihenk gibidir; mikyas-ı harare ile havanın derece-i harareti
bulup tayin ettiğimiz gibi bu kavaidi elmizdeki eserlere tatbik ile doğru yahut yanlış
olduğunu şüpheye mahal kalmayacak surette gösterebiliriz. Fakat şive için böyle kati
bir düstur bulanamaz. Bunun için şiveyi de zevki de dâhil addetmek zaruri olacaktır.
Filhakika büyük muharrirlerin eserlerine bakalım; bunlar hep şahsi birer
üslup ile yazılmıştır, hepsinin tarz-ı beyanı bilzarure ayrıdır. ‘Üslub-ı beyan aynıyla
insandır. ’ Fikrini tamamıyla kabul etmeyen hikmet-i bedayi erbabı bile üslubun
tabiat ve mizac-ı muharrire, zamanı telif ve taharire tabi olduğunu inkâr
edememektedir. Bu hâlde şive üstad-ı edepten falan zatın tarz-ı tahririnden ibarettir,
demek caiz olamaz. Mamafih bu kadar muhtelif seyr-i tefhimin hiç birisi şivesiz
addolunmamak için ‘şive’ medlulenin pek umumi –o derece umumi ki bütün
ihtilafları telif edebilecek- bir şeyi olması lazım gelir. Demek oluyor ki şive kâffe-i
esalib-i taharrirde müşterek bir vasıftır. Üsluplar birçok noktalarda ihtilaf ettikleri
hâlde bir noktada etlaf ederler ki işte buna şive diyeceğiz.
Şive bu kadar itsâ-yı şümul peyda ettikten sonra hiçbir eseri şiveye
muhalefetle itham kabil olamaz, sanırım. Mademki şive için bir kaide mevcut
325
değildir; mademki bir kaidenin fıkdanıyla beraber muhtelif zamanlarda, muhtelif
memleketlerimizde yetişmiş üdeba şivesizlikle itham edilmemiştir ve edilemez. Şu
hâlde bunu şiveyi bu kadar umumi olduğu için bir mevhibe-i milliyet addetmek
zaruri görüleceğinden her yazı yazan Türk’ün şiveye muvaffak yazması tabiaten
iktiza eder. Đkdam’ın Paris muhabiri Ali Kemal Bey Naci Efendi’nin güzel
yazmasına en esaslı sebep olarak Türk valideden tevellüt etmiş olmasını
gösteriyordu. Hâlbuki bu lisan hepimiz için maderzattır. Onlar yazdıkları şiveye
muvaffak oluyor da bizimkiler niçin olmuyor? Yeni eserler Fransızcayı
andırıyormuş. Hâlbuki en doğru ve şiveli Türkçe yazar diye iddia ettikleri zatın:
Hoşnümadır hatt-ı pişt-i lebde ebrular tadar
Satır-ı tabirce bulunmaz nüsha-i tenezzülde
Beyti –bütün o şayan-ı teessüf dalalet-i teşbihiyesini bir tarafa bırakarak-
tahattur ediyorum ki mesela mısra-ı sanisini tağyir-i yesir ile:
Suretine konulunca mükemmel bir Acemce oluveriyor. Hâlbuki en ziyade
şiveye muhalefetle itham edilen Mehmet Rauf’un ‘Verven’i güya tenkit edildiği
sırada ifadenin Fransızca olduğu gösterilmek için ‘…Bir iptila ki insanı harap ediyor.
’ sözleri ‘… Qui Ruine Le’Homme’ garibesiyle tercümeye kalkışılmış ve bu suretle
maksut ispat edilmek şöyle dursun bilakis müntekidin Fransızcaya dahi adem-i
vukufu meydana çıkmıştı.
Şive nedir? Kimin eserleri bu şiveyi taht-ı inhisara almıştır ki onlara bakalım
da benzemeyenleri beğenmeyelim. Bu ashab-ı şiveyi zamanımızda mı yoksa
mazimizde mi arayacağız? … En doğrusu takib-i ezman ile tabii olarak fikirler
değişiyor, bunların tercüman-ı hariciyesi olan tarz-ı tebliğde tebeddül ediyor.
Üsluplar bir birine benzemiyor, işte bu kadar. Sonra birisi bir muharririn üslubundan
zevk almayınca hemen ileri atılarak iptida şiveye mugayiratı ortaya sürüyor. Bunun
başka bir sebebi garezisi yoksa esası mutlaka zevklerdeki tehalüftür.
‘Bir sanatkârın yeni bir fikr ve usül meydana getirmesi bu gibi şeylerle şöyle
bir iştigal edenlerin hep kendi aleyhinde içtima ve kendisinden her türlü liyakatı selb
etmeleri için kâfidir. Bilahakim ve tetkik-i intişar etmiş olan efkâr-ı sahife,
326
huzurunda boyun eğmeyenlerin aleyhinde bulunur. Ve zevkleri en ziyade nazik ve
muallem olan zevat bile böyle kable’l-tetkik peyda edilen bir fikrin tehakküm-i
müstebidanesinden nefislerini tahlis edemezler; ilk hareketleri kendilerinin adat ve
mesalikini ihlal eden her teceddüt sanatın aleyhinde bulunmaktır. ’
Şimdi Ojon Veron’un şu sözlerini tekrar okurken bilhassa edebiyatımız için
yazılmış olduğuna hükmedeceğim gelir. Hâlbuki edebiyat-ı cedidenin bugün
görmekte olduğu tariz bir kaide-i umumiye neticesi olduğu için hiç bais-i istiğrab
değildir. Filhakika ortada dönen bahisler hep zevk meselesine aittir. Zevki hikmet-i
bedayi erbabı ‘his, hissin’ diye tarif ettikleri cihetle –bunun eşhasa göre ihtilafından
kat-i nazar-ı terbiye görmesi, rikkat peyda etmesi lazımdır. Ojon Veron zevk için iki
şartın vücuduna lüzum gösteriyor: Evvel-i emirde asar-ı sanat muvacehesinde bir
zevk ve haz duymak için şedit bir kabiliyet-i tesire, saniyen her sanatın şerait-i
hakikiye-i nazariye ve ameliyesi hakkında malumât-ı sahihaya malik olmalı diyor.
Hâlbuki bizde bu şerait-i sanat hakkında cehaletten başka ne var? Eserlerde hâlâ
kelime yanlışı aramaktan ileri geçemiyoruz. Kof bir malumatfüruşlukla daima
takitten bahsediyoruz. Acaba tenkidin bir taraftarı var mı ki bu tarize lüzum
görülüyor? Herkes yazdığını elbette –kabiliyet-i fehimesi olanlara anlatmak için
yazar. Mamafih muterizler eserlerde şerâit-i esasiye-i sanatı taharri edebilecek kadar
iktidar ve vukuf göstermekle beraber ihtiyar ettikleri tarzda da şayan-ı takdir bir
semere-i muvaffakiyet izhar edemiyorlar. Bütün itirazlar havada birer laf olmaktan
başka bir şey değil. Asar-ı cedidenin şiveye muhalefetlerinden takitlerinden
bahsediliyor, fakat yalnız bu kadar; muhalif şive olan eser hangisidir, şivesiz olan
yerleri neresidir ve bu şivesizliğe nasıl hükmolunur? Buralardan hiç bahis yok. ‘Saat-
i semenfam’, ‘lerze-i ruşen’ gibi bir iki terkip bellenmiş de; şimdi bunların da
tekrarından bıkıldı; nihayet iddia hep asılsız, delilsiz, kuru laflarda kaldı.
Asar-ı cedide-i edebiyenin daha birçok karilerce hüsn-i telakkisini temin için
zevkleri terbiyeye lüzum vardır. Hikmet-i bedayi kavaidi güzelce malum olduktan
sonra eminim ki bugün matbuatımızın edebiyat, haric-i edebiyat hakkındaki
münakaşatından eser kalmayacaktır. O vakit edep ve hikmet dairesinde muahezeler,
tetkikler görülecektir. Evvelce Mehmet Rauf ile bu neticeyi hedef-i amal ittihaz
327
ederek ‘Romanlara Dair’ sername-i umumiye ile birkaç makale yazmıştık. Fakat
bahsi daha tevsi ile ‘Hikmet-i Bedayie Dair’ demek ve makalâtın tarz-ı tertibiyesini
buna göre gözetmek daha münasip olacak zannediyorum.
28 Mart 1314
Hüseyin Cahit
SF, Nu. 370, s. 87-90
328
LONDRA’DAN MEKTUP
-Đngiltere’de Türkçe Tedrisatı
Servet-i Fünun’un ‘Almanya Âlem-i Ticaret ve Sanatına Bir Nazar’
serlevhasıyla neşrettiği bend-i mühimin ‘hafta geçmiyor ki bir Alman fabrikasının
yeni bir seyyar memuru matbaamızı ziyaret etmiş olmasın’ fıkrasını bir meclis-i
sohbette Đngilizlere naklettim. Fakat ‘matbaamızı’ yerine ‘Osmanlı ticaretgâhlarını’
sözünü istimal eyledim ve bu seyyar ticaret vekillerinin ekseriya Türkçeye bile aşina
olduklarını ilaveten beyan etmeyi münasip gördüm. Bu sözümü dinleyenlerden birisi:
Almanların rekabet-i ticariyede ilerlemelerine medar olan esbabın başlıcası lüzumu
olan elsine-i ecnebiyeyi öğrenmeleridir, dedi. Ve Đngilizlerin Avrupa elsine-i
mühimmesine şu son senelerde atf-ı itina eyledikleri hâlde elsine-i şarkiye-i
Đslamiyenin mühimlerinden olan Türkçeye asla heves eylemediklerini kemal-i
teaccüp ve teessüfle dermeyan eyledi.
Đşte bu münasebetle Đngiltere’de Türkçe okuyan ve okunmasına sevk eden
bulunup bulunmadığına müteallik bazı tafsilatı yazıp Servet-i Fünun’a göndermeyi
arzu ettim.
Evvela şurasını söyleyelim ki, Đngiltere darü’l-fünunlarında birkaç Arabî
muallimliği mevcut olup bunlardan biri minelkadim evkaf-ı maine-i kesire ile
himaye edilegelmektedir. Bundan başka edebiyat-ı Farısiyenin aksam-ı nazmiyesine
vakıf hayli kimseler de vardır ve bunlar arasında mesela Ömer Hayyam’ın
tercümeleri, asar-ı Sadi’den ziyade meşhurdur. Demek Đngiltere’de lisan-ı Farısinin
tedrisine de oldukça himmet ve hizmet edenler, ehemmiyet verenler bulunuyor.
Đngilizlerce yalnız edebî ve ilmi bir nokta-i nazardan değil, siyaseten dahi Farisinin
tedris ve tederüsü mültezemdir. Ezcümle Hindistan’a giden memurin-i mülkiyeden
bazıları Farısi talimine adeta mecburdurlar. Fakat Türkçemizin tahsiline her ne
sebebe mebni ise hiç rabet edilmemiştir.
Dersaadet Đngiltere sefareti kendisine lazım olan tercüman ve konsolos
mülazımlarını yetiştirmek için Boğaziçi’nde bir mektep açtırmıştı ki orada bilhassa
Türkçenin talimi mültezem idi, fakat fevaid-i matluba hâsıl olamamasından dolayı
329
bundan birkaç sene evvel bu husus Oskford Darülfünununa ve bilahere kısmen
Kembiriçe havale edilmişti. Oksfordaki talebenin vazife-i tedrisini ve katiyetle
Đstanbul’da bulunmuş olan Doktor’Veles’ namında bir zat yakalamıştır. Doktorun
Türkçedeki malumatı doğrusu pek azdır. Kembiriçteki ders ise geçen sene Servet-i
Fünun’da bir mektubu neşredilmiş olan muallim-i muktedir Mistır Edvırt’a Baran
cenaplarına tevdi olunmuştur. Mistır Baran Türkçeyi Velesten kat kat ziyade bildiği
hâlde hizmet-i tedrisi memalik-i Osmaniye ahalisinden birine, bir Türk’e, bir
Müslüman’a havale etmek lüzumundan ısrar eylemiş ve o sırada Londra’da tahsil-i
lisan ile meşgul olan vatandaşlarımızdan bir zat bu işe müstahak olmak üzere
Kembiriç Darülfünununun tedrisat-ı şarkiye komitesine tavsiye ile beraber kendisine
mahsus olan yüz yirmi lira kadar ücreti de maaş olarak mumaileyh terk eylemiştir.
Bu iki darü’l-fünunda dört senedir Türkçe okuyan talebenin adedi ancak
sekizdir. Đngiltere Hariciye Nezaretinin daire-i iadesi bu tedrise devamda artık bir
lüzum-ı hissetmiyormuş. Demek oluyor ki tedrisi darü’l-fünuna havale edilen
tercüman ve konsolos mülazımlarının badema tedris ve istihzarından feragat
edecektir. Bunu bazıları lüzumsuz masraftan kaçayım derken lüzumlu bir işin
ehemmiyetini takdir edememek gibi bir hata-yı idariye atfediyorlar. Bazıları da
Dersaadet’teki Đngiltere Sefareti Konsoloshaneliklerinde kâtiplikten yetişen ve hakiki
Đngilizler tarafından ‘levantin’ diye itibar edilen yerli Đngiliz’lere mensup memurların
ilgaatına haml eyliyorlar. Bunların itikadınca yalnız baba veya yalnız anası Đngiliz
olup da şarkta tevellüt eden ve kendi tabirleri vechile ( Prententing tobe an
Englishman) Đngilizlik taslayan bu levantin memurlarının konsolosluk ve
tercümanlık gibi hizmeti kendilerine hasretmek için Đngiltere’den Türkçe ve tarih ve
kavanin-i devlet-i aliyeye aşina gençlerin okumalarını çekemiyorlarmış.
Şimdi şu konsolosluk ve tercümanlık için darü’l-fünunlarda suret-i
mahsusada talim edilen, yetiştirilen talebenin tarz-ı tedrisindeki müsahharalıktan
bahsedeyim de ibret alın. Acaba bütün memleketlerin usul-i idaresinde kusurlar
arayan, bütün âlem-i müsavi ile yolsuzluk ile ithama kalkışan Đngiliz gazeteleri
gözlerinin önündeki bu idaresizliği görmüyorlar mı? Bir kere, mademki Đngiltere
Hariciye Nezareti bu tedrisi darülfünuna bırakmıştır, o hâlde talebenin emr-i
330
intihabını da ona bırakmalı değil miydi? Asıl darülfünun talebesi arasında niceleri
ulûm-ı siyasiye tahsil etmekte olduklarından darülfünun heyeti konsolos ve tercüman
namzetlerin belki bunlar arasından intihabını tasvip ederdi. Hâlbuki bu işin havale
olunduğu ’memurin komisyonu’ ehemmiyetsiz birtakım mekteplerden yetişmiş
gençleri bulup acayip bir imtihandan sonra iki yüz lira tahsisat-ı seneviyye ile darü’l-
fünuna gönderiyormuş ve bunların sıhhat-i bedeniyeleri hususunda ilzam olunan
nakide binaen ‘bir muayene-i şedide-i tabiye icrasını unutmamıştır ki bu kadar itina
ile intihap olunan sekiz talebenin üçünde bugün verem alaimi zahir imiş!
Bu talebenin en ziyade öğrenecekleri lisan Türkçe ise de diğer elsine-i şarkiye
okumaları da taht-ı mecburiyettedir. Memurin komisyonunu iptida Türkçe ile beraber
Bulgarca da okumasını da istemiş talebe bunun tahsiline başlamış bir müddet sonra
vazgeçip Rusça okusunlar demiş; bağde Farısi okumaları için emir vermiş, sonra bu
emri de geri alarak nihayet Türkçeden maada yalnız Arapça ile Rusçanın tedris
olmasında karar kılmış… Evvela, ne kadar zeki olurlarsa olsunlar, talebenin Arapça
öğrenmeleri kabil olamaz; zira muallimleri pek malumatlı adamlar olabilmekle
beraber bu lisanı ne yazmaya muktedirlerdir ne okumaya. Hatta Arapça tekellüm
olunan biladı, tahsil-i lisan için değil seyahat kastıyla bile ziyaret etmemişlerdir.
Kembiriç darülfününunda resmi bir Arabi muallimliği olduğunu balada zikretmiştim.
Bu muallimliğe meşrut evkafın tahsisat-ı seneviyesi tamam (750) yedi yüz elli
sterlindir. Hâlbuki muallimlikte bulunan zatın yaşı yetmiş sekize baliğ olduğundan
gözlerine zaaf gelmiştir; kendi lisanında matbu kitap ve gazeteleri bile kendisine
zevcesi kıraat eder. Artık böyle bir pir-i fani hurufat ve kelimât-ı Arabiyeyi nasıl
kıraat edebiliyor bilemem.
Talebenin okuyacağı kitapların intihabına gelince, bu da pek tuhaftır:
Mademki Mistır Bravn gibi faal, müdekkik malumatlı bir zat emr-i tedrisi deruhte
etmiş ve mademki bir Osmanlı da kendisine muavin ve bala bilahere vekil olmuştur.
Okunacak kitapların intihabı artık onlara havale olunmak münasip ve makul değil
midir? Hâlbuki bu işe memur olan ve bu işten anlamayan komisyon Mistır Bravn
tarafından dermiyan edilen rey-i hüsn-i telakki etmek şöyle dursun, ‘Bizim kifayetli
ehl-i haberimiz var diye reddeylemiştir. Ehl-i haber dedikleri zat-ı ben pek ala
331
tanırım. Kendisi asıl Suriye havalisindendir. Elli sene mukaddim memleketinden
çıkmış yolu Đtalya’ya düşüp orada Vatikan’ın taht-ı idaresinde bulunan ‘Propaganda’
medresesinde tahsil-i ulum ederek bir kanoluk papası olmuş, Kırım Muharebesi
hengâmında Đngiliz ordusunda tercümanlık ederek sonra, Đngiltere’ye gelmiş; orada
tebdil-i mezheple bir Protestan papazlığı yakalayarak Londra’da karar kılmıştır. Bu
da yetmişlik bir ihtiyardır. Londra’da elsine-i Đslamiyeden biri için imtihan resmi
icrası iktiza etse mümeyyiz resmi-i yegâne bu zattır. Hâlbuki kendisinin Arapça’sı
gibi Türkçe’si de derme çatladır.
Bir de şu intihap edilen ve tedris-i mecburi olan kitaplara bakın: biri tumturak
elfazdan maada hiçbir meziyet-i tahririye ve tarihiyesi olmayan bir tarih-i
Osmaniyenin feth-Sultan Mehmet Han Hazretleri devrine kadar olan kısmı diğeri
‘Hikayat-ı Müntehabe’ namında inşası, imlası bozuk tabii kötü bir kıraat risalesi.
Memalik-i Osmaniye’de konsolosluk ve tercümanlık etmeye namzet olan bu
talebenin kanun-ı Đslam(?) okumaları da emredilmiş olduğundan bahseden
mumaileyh vatandaşımızdır ki: ‘Bu kanun-ı Đslam’dan maksatları şeriat-ı Đslamiye mi
yoksa kavanin-i Đslamiye mi, bir türlü anlayamıyorum. Đptida desturun Fransızcasını
yani ‘Aristarki’yi dokuz Đngiliz lirası mukabilinde iştira ettiler. Bu koca mecellidatın
tedrisi kabil olamayacağından bahisle refeğ olunan şikayet üzerine ‘şeriat-ı
islamiye=Mouhammeden Law’ namında bir kitabın okunmasını emreylediler. Bu
kitap Hindistan Hizmet-i Mülkiyesine dahil olacak talebeden bazıları için mürettip ve
Hindistan’ın bazı cihatına mahsus olup ahkam-i münderecesinden bir kısmı adat-ı
Hindiyeden, kısm-ı diğeri Đngiliz kavaniyetinden, birtakımı da şerr-i şeriften iltikat
edilmiş bir mecelle-i mahluta-i acibedir. Bundan iki sene evvel bu babta bazı
tavsiyelerde bulunmak istedim; mademki kanun tedrisi de mecburidir, kavanin-i
Osmaniyenin hülasatilhülasası olan ‘Hukuk-ı Đdare’ nam-ı kitab-ı müfidi parça parça
tercüme ile talebeye okutmaktan münasip ve nafi tedbir olamaz dedim. Baktım, ne
anlayan var ne dinleyen. Zaten nahvet-i cibiliye Đngilizler için bir ecnebiden rey-i ahz
kabulüne manidir.
Bir de Đngiltere Hariciye Nezareti elsine-i mühime-i şarkiyedin birini öğretip
imtihan veren zabıtane yüz lira kadar bir mükafat verir ki bu mükafata nail olmak
332
için züğürt zabitlerden senede iki veya üçü de Türkçe öğrenir; fakat ne öğreniş!...
Yedi, sekiz veya on, on beş ders alırlar, her ders alırlar verebildikleri ücret en ziyade
yarım Đngiliz altınıdır. Burada birçok Ermeniler vardır ki kendilerine ‘elsine-i şarkiye
profesörü’ unvanını verirler. Adetleri müteallimlerden iki kat ziyade olan bu ayak
muallimlerinin hangisi bir veya iki zabit elde edebilirse eder. Zabit efendiler bu
suretle öğrendikleri Türkçeden imtihanı verip mükafatı alırlar. Nasıl almasınlar ki
mümeyyiz olan zat Baladayad namıyla tezyin-ı satur eylediğim Suriyeli papazdır!
Đşte bu zabitlerden ve son defa olarak darü’l-fünundan yetmiş konsolos ve
tercüman mülazımlarından maada hiçbir yerde hiçbir Đngiliz Türkçe okumuyor ve
bilmiyor. Koskoca Đngiltere’de lisanımıza layıkıyla aşina ancak iki üç zat sayılabilir.
Türkçe ve Đngilizce lügatnameler sahib-i meşhur Redhaus’un vefatından sonra
burada Türkçeyi gavamazıyla bilen yalnız Mistır Kip cenapları kalmıştır. Fakat
Mistır Kip ne tedrise rağbet eder, ne de daire-i harbiyenin zabitlerini imtihan eden
memurları meşaraleyh lisanımıza pek güzel bir surette vakıf bir zatın hatt-ı
vücudundan haberdardırlar. Çünkü Mistır Kip, uzletpesendane ve mahviyetkerane
yaşar, ganiyelkalp bir zattır; bin centilmendir. Öyle tedris için imtihan için öteye
beriye müracaata tenezzül etmez. Elyevm-i milel saire-i edebiyatına dair olan
Đngilizce müellifatın bir noksanını ikmal ile uğraşmaktadır. Ve bittabi kitabı
neşrolununcaya kadar ismi ve vech-i ihtisas-ı ilmiyesi hakkıyla malum olamaz.
Kembiriç Darü’l-fünunun Pemburuk=Pembroke medresesine mensup Mistır
Edvırt Bravn dahi lisanımızı iyi bilir; kemal-i suhuletle tekellüm eder. Pek cüzi şive
hataları istisna edilirse şayan-ı Tahsin bir surette tahrire de muktedirdir. Lakin daha
ziyade lisan ve edebiyat-ı Farısiye ihtisas etmiştir.
Elyevm bazı zevat Paris, Berlin, Petersburg’da olduğu gibi Londra’da da bir
elsine-i şarkiye mektebi küşadı için sarf-ımesai etmekte iseler de bunun
ehemmiyetini kim takdir edecek? Daha doğrusu buna kim ehemmiyet verip
muavenette bulunacak?
Đngilizlerin vükelasından tutunuz da Taadikuy papazlarına varıncaya kadar
umur-ı şarkiye hakkında reyler veren, nutuklar irad edenler arasında Türkçeyi bilen
333
değil Türklerin edebiyatını maarifini adatını işitmiş olan bile yoktur, desem
mübalağa olmaz. Hatta şekil ve şemailimizi tefrik edenler nadirdir. Setre, pantolon
giymiş hâlde sizi görseler mademki başınızda kavuk, arkanızda aba, belinizde
yatağan yoktur; Türk olduğunuza bir türlü ihtimal vermezler. Hele sarışın iseniz on
şahit getirseniz mümkün değil Türklüğünüze inandıramazsınız, onlar için siyah veya
esmer olmayan Türk olamaz. Bir mecliste Türk olduğum anlaşılınca bana öyle
sualler irad edenler olur ki hakkımızdaki zehap sahifelerine bakıp ta gülmemek kabil
olmaz; fakat bazen de hiddetimden ağlayacağım gelir. Hâsılı Đngiltere’de hakkıyla ne
bizi ne de lisanımızı bilirler. Bunu anlatmakta mümkün değildir. Farz edelim ki
birine, beşine, onuna, yüzüne öğrettiniz, peki elli milyon halka nasıl anlatacaksınız.
Hüseyin Cahit
SF, Nu. 400, s. 153-155
334
3. EDEBĐYATLA ĐLGĐLĐ YAZILAR
335
HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 1
-Şive, Zevk
Şive, şiveye muhalefet, asar-ı cedide-i edebiye hakkında bir vasıta-i tariz ki
her canı isteyen istimal ediyor. Çünkü yalnız bunu söylemekle bu eserlerin şiveye
muhalif olduğunu iddia etmekle bir şey yapılmış zannolunabiliyor. Hâlbuki bundan
kolay ne tasvir edilir? Diliyle mukarin olmadıktan sonra her isteyen eski, yeni bütün
eserleri bu kusur ile itham edebilir. Fakat iş ciddi telakki edilmek istenilirse bunun
yek nazarda zannolunduğu kadar kolay olmadığı anlaşılır. Zira bir eserin şiveye
mugayir olduğunu iddia etmek için evvela şivenin ne olduğunu bilmek, bunu tayin
etmek lazım gelir. Şivenin ne olduğunu hakkıyla meydana çıkarmadıkça ortaya
sürülecek iddialar hep muterizin kavl-i zatiyesinden ibaret kalmak zaruri bulunur ki
bunun da hiç hükmü olmaz. Lakin şivenin ne demek olduğu bu kadar kati bir surette
gösterilebilir mi? Bunu hakkıyla tarif kabil olur mu? Zannetmem. Birtakım kavaid-i
lisanîye var ki birer mihenk gibidir; mikyas-ı harare ile havanın derece-i harareti
bulup tayin ettiğimiz gibi bu kavaidi elmizdeki eserlere tatbik ile doğru yahut yanlış
olduğunu şüpheye mahal kalmayacak surette gösterebiliriz. Fakat şive için böyle kati
bir düstur bulanamaz. Bunun için şiveyi de zevki de dâhil addetmek zaruri olacaktır.
Filhakika büyük muharrirlerin eserlerine bakalım; bunlar hep şahsi birer
üslup ile yazılmıştır, hepsinin tarz-ı beyanı bilzarure ayrıdır. ‘Üslub-ı beyan aynıyla
insandır. ’ Fikrini tamamıyla kabul etmeyen hikmet-i bedayi erbabı bile üslubun
tabiat ve mizac-ı muharrire, zamanı telif ve taharire tabi olduğunu inkâr
edememektedir. Bu hâlde şive üstad-ı edepten falan zatın tarz-ı tahririnden ibarettir,
demek caiz olamaz. Mamafih bu kadar muhtelif seyr-i tefhimin hiç birisi şivesiz
addolunmamak için ‘şive’ medlulenin pek umumi –o derece umumi ki bütün
ihtilafları telif edebilecek- bir şeyi olması lazım gelir. Demek oluyor ki şive kâffe-i
esalib-i taharrirde müşterek bir vasıftır. Üsluplar birçok noktalarda ihtilaf ettikleri
hâlde bir noktada etlaf ederler ki işte buna şive diyeceğiz.
Şive bu kadar itsâ-yı şümul peyda ettikten sonra hiçbir eseri şiveye muhalefetle
itham kabil olamaz, sanırım. Mademki şive için bir kaide mevcut değildir; mademki
336
bir kaidenin fıkdanıyla beraber muhtelif zamanlarda, muhtelif memleketlerimizde
yetişmiş üdeba şivesizlikle itham edilmemiştir ve edilemez. Şu hâlde bunu şiveyi bu
kadar umumi olduğu için bir mevhibe-i milliyet addetmek zaruri görüleceğinden her
yazı yazan Türk’ün şiveye muvaffak yazması tabiaten iktiza eder. Đkdam’ın Paris
muhabiri Ali Kemal Bey Naci Efendi’nin güzel yazmasına en esaslı sebep olarak
Türk valideden tevellüt etmiş olmasını gösteriyordu. Hâlbuki bu lisan hepimiz için
maderzattır. Onlar yazdıkları şiveye muvaffak oluyor da bizimkiler niçin olmuyor?
Yeni eserler Fransızcayı andırıyormuş. Hâlbuki en doğru ve şiveli Türkçe yazar diye
iddia ettikleri zatın:
Hoşnümadır hatt-ı pişt-i lebde ebrular tadar
Satır-ı tabirce bulunmaz nüsha-i tenezzülde
Beyti –bütün o şayan-ı teessüf dalalet-i teşbihiyesini bir tarafa bırakarak-
tahattur ediyorum ki mesela mısra-ı sanisini tağyir-i yesir ile:
Suretine konulunca mükemmel bir Acemce oluveriyor. Hâlbuki en ziyade
şiveye muhalefetle itham edilen Mehmet Rauf’un ‘Verven’i güya tenkit edildiği
sırada ifadenin Fransızca olduğu gösterilmek için ‘…Bir iptila ki insanı harap ediyor.
’ sözleri ‘… Qui Ruine Le’Homme’ garibesiyle tercümeye kalkışılmış ve bu suretle
maksut ispat edilmek şöyle dursun bilakis müntekidin Fransızcaya dahi adem-i
vukufu meydana çıkmıştı.
Şive nedir? Kimin eserleri bu şiveyi taht-ı inhisara almıştır ki onlara bakalım
da benzemeyenleri beğenmeyelim. Bu ashab-ı şiveyi zamanımızda mı yoksa
mazimizde mi arayacağız? … En doğrusu takib-i ezman ile tabii olarak fikirler
değişiyor, bunların tercüman-ı hariciyesi olan tarz-ı tebliğde tebeddül ediyor.
Üsluplar bir birine benzemiyor, işte bu kadar. Sonra birisi bir muharririn üslubundan
zevk almayınca hemen ileri atılarak iptida şiveye mugayiratı ortaya sürüyor. Bunun
başka bir sebebi garezisi yoksa esası mutlaka zevklerdeki tehalüftür.
‘Bir sanatkârın yeni bir fikr ve usül meydana getirmesi bu gibi şeylerle şöyle
bir iştigal edenlerin hep kendi aleyhinde içtima ve kendisinden her türlü liyakatı selb
etmeleri için kâfidir. Bilahakim ve tetkik-i intişar etmiş olan efkâr-ı sahife,
337
huzurunda boyun eğmeyenlerin aleyhinde bulunur. Ve zevkleri en ziyade nazik ve
muallem olan zevat bile böyle kable’l-tetkik peyda edilen bir fikrin tehakküm-i
müstebidanesinden nefislerini tahlis edemezler; ilk hareketleri kendilerinin adat ve
mesalikini ihlal eden her teceddüt sanatın aleyhinde bulunmaktır. ’
Şimdi Ojon Veron’un şu sözlerini tekrar okurken bilhassa edebiyatımız için
yazılmış olduğuna hükmedeceğim gelir. Hâlbuki edebiyat-ı cedidenin bugün
görmekte olduğu tariz bir kaide-i umumiye neticesi olduğu için hiç bais-i istiğrab
değildir. Filhakika ortada dönen bahisler hep zevk meselesine aittir. Zevki hikmet-i
bedayi erbabı ‘his, hissin’ diye tarif ettikleri cihetle –bunun eşhasa göre ihtilafından
kat-i nazar-ı terbiye görmesi, rikkat peyda etmesi lazımdır. Ojon Veron zevk için iki
şartın vücuduna lüzum gösteriyor: Evvel-i emirde asar-ı sanat muvacehesinde bir
zevk ve haz duymak için şedit bir kabiliyet-i tesire, saniyen her sanatın şerait-i
hakikiye-i nazariye ve ameliyesi hakkında malumât-ı sahihaya malik olmalı diyor.
Hâlbuki bizde bu şerait-i sanat hakkında cehaletten başka ne var? Eserlerde hâlâ
kelime yanlışı aramaktan ileri geçemiyoruz. Kof bir malumatfüruşlukla daima
takitten bahsediyoruz. Acaba tenkidin bir taraftarı var mı ki bu tarize lüzum
görülüyor? Herkes yazdığını elbette –kabiliyet-i fehimesi olanlara anlatmak için
yazar. Mamafih muterizler eserlerde şerâit-i esasiye-i sanatı taharri edebilecek kadar
iktidar ve vukuf göstermekle beraber ihtiyar ettikleri tarzda da şayan-ı takdir bir
semere-i muvaffakiyet izhar edemiyorlar. Bütün itirazlar havada birer laf olmaktan
başka bir şey değil. Asar-ı cedidenin şiveye muhalefetlerinden takitlerinden
bahsediliyor, fakat yalnız bu kadar; muhalif şive olan eser hangisidir, şivesiz olan
yerleri neresidir ve bu şivesizliğe nasıl hükmolunur? Buralardan hiç bahis yok. ‘Saat-
i semenfam’, ‘lerze-i ruşen’ gibi bir iki terkip bellenmiş de; şimdi bunların da
tekrarından bıkıldı; nihayet iddia hep asılsız, delilsiz, kuru laflarda kaldı.
Asar-ı cedide-i edebiyenin daha birçok karilerce hüsn-i telakkisini temin için
zevkleri terbiyeye lüzum vardır. Hikmet-i bedayi kavaidi güzelce malum olduktan
sonra eminim ki bugün matbuatımızın edebiyat, haric-i edebiyat hakkındaki
münakaşatından eser kalmayacaktır. O vakit edep ve hikmet dairesinde muahezeler,
tetkikler görülecektir. Evvelce Mehmet Rauf ile bu neticeyi hedef-i amal ittihaz
338
ederek ‘Romanlara Dair’ sername-i umumiye ile birkaç makale yazmıştık. Fakat
bahsi daha tevsi ile ‘Hikmet-i Bedayie Dair’ demek ve makalâtın tarz-ı tertibiyesini
buna göre gözetmek daha münasip olacak zannediyorum.
28 Mart 1314
Hüseyin Cahit
SF Nu. 370, s. 87-90
339
HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 2
-Hikmet-Đ Bedayi, Hüsn
Edebiyatımız hakkında bugün ortaya saçılan bu kadar garip mütalaalar
şüphesiz fıkdan-ı malumattan neşet ediyor. Filhakika asar-ı edebiyenin mahiyeti
hakkında lisanımızda yazılmış makalat o kadar azdır ki adeta yok gibidir. Hele neden
ise bu gibi mübahese bizde minelkadim şayan-ı ehemmiyet görülmemiştir. Lisan-ı
Arip’ta buna dair kitaplar bulunmak gerektir. Araplar Yunan-ı kadimin tekmil asar-ı
ilmiye ve hikemiyesini ahz ettikleri cihetle felsefenin bir şubesi olan ilm-i hüsn ile de
iştigal etmiş olmaları lazım gelir. Mamafeh Arapça bilmek iddiasında bulunanlar,
hezain-i Arabiye dururken garba müracaatı manasız bulanlar şimdiye kadar ne o
yolda bir kitabı tercüme edip ortaya koydukları ne makale suretinde gazetelerde
neşrettikleri cihetle bu husustaki malumatımız da kitaplarımız gibi mefguttur. Bunun
içindir ki Arapça’dan tercümeleri nakıs olmakla beraber ne kadar olsa yine bir zevk-i
edebî vücuda gelmesine hizmet edebilecek bu bahislerin büsbütün fıkdan-ı şayan-ı
teessüf bir noksan vücuda getiriyor. Bu noksan zevki mahzur görmekle beraber
ıslahına çalışmak da elzemdir. Çünkü tesirat-ı bedii ahz ve telakkiye hilkaten pek
müsait olan tebayi bile kavait ve şerait-i esasiye-i sanattan gafil olunca semere-i
istidadını idrak edemez. Bu şerait ve kavait sanatı ise bize hikmet-i
bedayi=esthetique öğretir.
Estetiği hikmet-i bedayi ile tercüme kelimenin iştikakına nazaran doğru
olmaz. Bu cihet gözetilmek lazım gelirse +ilm-i ihtisasat+ demek iktiza edecek.
Fakat ihtisasatın kaffesi mevzu-ı bahis olunca bütün felsefeye şümul peyde
edeceğinden bir kısmı tefrik edilmek lazım gelir. Yunanide evvelan bu kelimede ise
takyit yoktur. Bunun için istideği ilm-i hüsn ile tefsir etmişler. Fakat bu tabir de bize
hikmeti-i bedayi hakkında sarih bir fikir vermez. Çünkü hüsnün de ne olduğunu
göstermek iktiza eder. Ve işte burada mesele hâllolunamayacak bir hâle gelir.
Alelumum hikmet-i bedayi mesailini beş büyük mübaheseye ayırıyorlar.
Hüsn ve fikr-i hüsn, tabiatta hüsn, sanatta hüsn, tabiatta sanat, gaye-i sanat. Bunların
anlaşılabilmesi için evvelemirde hüsn kelimesiyle ne kastedildiği güzelce tayin ve
340
tahdit edilmelidir. Kurun-ı kadimeden zamanımıza gelinceye kadar yetişen meşahir-i
hükemanın hüsn hakkında ayrı ayrı fikir ve meslekleri vardır. Eflatun, Aristo, Platon,
Sainte Augustin, Hoçson Adnre, Kant, Ojel cümlesi kendilerine mahsus birer fikir ve
meslek ihdas etmişlerdir. Bunların haricide de hüsn için birçok tarifat dermeyan
edilmiştir ki hepsi toplanacak olsa içinden çıkmak kabil olamaz.
Hikmet-i bedayi ezmine-i kadimede müstakil bir ilim suretinde nazar-ı itibara
alınmadığından o zamanlarda o zamanlarda yetişmiş hükemanın güzelliğe ait
mütalaatını, asar-ı felsefiyeleri arasından birer birer tefrik etmek iktiza eyler. Đptida
Eflatun, üstadı Sokrat’ın derslerinde topladığı kavaitten hüsn hakkındaki ilk
nazariyeyi tesis etmiştir. Eflatun hüsne ilahi bir sıfat isnat eder. Vahit ve umumi
olduğunu, her yerde, her zamanda, her ırk için müsavi bulunduğunu söyler. Hâlbuki
tarih-i sanat bunun aksini ispat ediyor. Hüsnün zamana, mekâna, ırka göre tebdil
edegeldiğini gösteriyor. Diğer bir nokta-i nazardan da Eflatun’un hüsn-i mücerret
iddiası tasvip olunamaz. Filhakika pek çok muhtelif şeylere göre biliyoruz ki hep
güzel diyoruz. Demek ki eşya ve ahval-i muhtelifede bir sıfat-ı müştereke var ki
bunun bizde uyandırdığı hisse güzel namı veriliyor. Đşte bu sıfat o eşyadan tecrit
olunamaz. Evsaf-ı saire ile beraber bir heyet-i mecmua teşkil eder. Đşte bu heyet-i
mecmuaya bir nam vererek mesela güzel bir levha, güzel bir heykel, güzel bir şiir
deriz. Hâlbuki güzel dediğimiz mermer bir heykelden beyazlığı, sertliği, hızı,
maddiyatı kaldıralım. Ne kalır? Bunlar olmayınca heykel tasvir olunabilir mi?
Demek ki heykelin vücudu bu evsafın içtimasıyla kabildir. Bu evsaftan birini mesela
beyazlığı alsak da desek ki bu, heykel olmasın, kağıt olmasın, pamuk olmasın, şeker
olmasın, …ilh böyle bir ihtimal tasvir edemeyiz. Mutlaka bir beyazlık hissetmek için
bunun bir şeye tealluk etmesi lazım gelir. Đşte hüsündü böyle bir vasf-ı müşterek
olduğuna göre bir şeye, bir fiile tealluk etmeden tasviri mümkün değildir. Bunun için
hüsün mücerretir iddiası sahih olamaz. Aristo güzelliği aksamın intizam ve
ahenginde taharri eder. Fakat bu surette sanayi vasıtasıyla imal edilen eşyanın
asmamı beyninde de intizam ve ahenk mevcut olacağından, bunları da güzel
addetmek icap edecektir. Aristo azimeti de güzelliğin şerait ve esasiyesinden
addetmişti. Platon Aristo’nun tarifini tenkit ile der k: ‘Eğer ecsamın güzelliği
aksamın beynindeki tenasüp ve ahenkte mündemiç bulunuyorsa o hâlde güzellik sade
341
ve basit bir şeyde bulunmamak, mutlaka mürekkep eşyada tecelli etmek lazım gelir. ’
Đşte Platon, Aristo mesleğini bu suretle muaheze ettikten sonra hüsnü şekilde arar.
Platon her şeyde biri madde diğeri şekil olmak üzere iki esasa ayırarak ecsamın
güzelliği ecsamın kendilerinden değilgayr-ı maddi bir unsurdan ileri gelir, der. Fakat
biz hüsnü bazı eşkâle, bazı elvana, esvata da isnat ettiğimizden Platon’un bu fikri
bize göre nakıs kalır. Sainte Augustine, Platon’un efkârını biraz tadil ile hüsnün şekl-
i hası vahdet, şerait-i esasiyesi tenasüp ve tevafuk olduğunu iddia etmiştir. Mesela bir
hane kullanılacağı işe göre pek muvaffak olarak tertip edilebilir de yine bunda
güzellik bulunmaz.
Kurun-ı vustada hüsn meselesi metruk kalmış, Dekart felsefesi başka
cihetlere ehemmiyet vererek bununla pek iştiğal etmemiştir. XVIII: asır iptidalarında
Đngiltere’de Hoçso, Fransa’da P. Andre güzellik bhsini tazelemişlerdir. Hoçson’a
göre fikr-i hüsn ani ve umumidir. Güzellik yeknazarda bize çarpar, der. Hoçson
güzellik fikrinin menşeini araştırdığı sırada bunun adetten, terbiyeden ileri geldiği
iddialarını reddeyledikten sonra bir şeyde içtima ile o şeyi güzel kılan evsafın ne
olduğunu teharri ederek tabii ve taklidi olmak üzere hüsnü ikiye ayırır. Hüsn-i tabiiyi
mutlak, hüsn-i taklidiyi nispi addeder. Ve her birinin asliyesini tenevvü ile
imtizacından görür.
P. Andre’ye gelince bu üç nevi güzellek buluyor. Birincisi bir hüsn-i asli ki
her türlü müessisattan, ikincisi bir hüsn-i tabii ki efkâr- beşeriyeden müstakildir;
üçüncüsü bir nevi his ki bir dereceye kadar keyfidir. P. Andre’ye göre esas hüsn
intizamdır. Hüsn-i asli intizamı hendesidir ki eşkâlin tenasüp ve intizamında tecelli
eder. Hüsn-i tabii cenab-ı halkın tesis ettiği vechile mevcut kavanin-i tabiyeden
inibas eyler. Üçüncü nevi hüsn ise yalnız vücu-ı beşerde bulunup bunun sebeb-i
mevcudiyeti ruhun da intizama inzimam edişidir.
Đlm-i hüsne estetik namını veren Bumagarten’dir. Laybesnt ile Volf’un
şakirdi olan Bumagarten hikmet-i bedayi –ahlak gibi- mükemmeliyet esası üzerine
isnat ettirir. Fakat mükemmeliyet nedir? Bir kere mükemmel olmakla güzel mi
olunur? Rich Hoçson ile beraber Đskoçya felsefesi diye maruf olan meslek
müessislerendendir. Mamafih yine hüsn bahsinde bir hayli noktalarda Hoçson’dan
342
ayrılır. Rich her husuta olduğu gibi hikmet-i bedayie müteallık hususatta da
tereddütü sevmez. Zevklerde ihtilaf olmakla hüsnün bir kıymet-i mutlakadan âri
olmasını kabul etmez. Bu şüphe ve tereddütü külliyen izale için Rich hükmü de
hüsne terfik eyler ve işte burada Hoçson’dan ayrılır. Hâlbuki hüsn bir hükme sebep
olunca mutlak bir kıymeti haiz olmak lazım gelir. Hoçson, güzellik hissiyatını sarf-ı
vicdani addettiği hâlde Rich bunun aksini iddia eder.
Kant, Rich’ten ziyade Hoçson’un fikrine takrip ile güzeli müfitten,
mükemmelden ayırır. Onun nazarında güzel mahdut ile ifade edilmiş namütenahidir.
Fakat namütenahi ne?
Görülüyor ki bu bahislerden vazıh bir fikir almak hemen kabil değildir.
Kariler bu kabahati muharrirde bulmasınlar ve emin olsunlar ki daha ziyade istiknah
madde için müracaat edecekleri kitaplar kendilerine daha müphem malumatı arz
edecektir. Filhakika yukarıda da söylenildiği gibi mübahesi –mahzen felsefe fennen
mevzu olmaktan dolayı- zamanıza kadar katiyen hâllolunamamıştır. Bazıları güzeli
hoş sıfatı ile müteradif tutuyorlar. Bu hatayı bilmeyerek her gün yaparız. Şu elmanın
ne güzel lezzeti var, gibi sözleri daima kullanırız. Hakikat-ı hâlde güzel burada hoş
mukabilidir. Diğer taraftan bir fırtına, bir yangın levhası güzel olmakla beraber hoş
değildir.
Bazıları güzel için müfit demişlerdir. Hâlbuki faydalı birçok şeylerin kâffesi
güzel olmak iktiza etmez. Güzel ile müfit arasında umum ve husus minvace vardır.
Alat-ı sanaiye müfit olmakla beraber güzel değildir, nefis bir tablo güzel olmakla
beraber müfit olmadığı gibi… Lamine güzel için hissolunabilecek bir şekil altında
izhar edilmiş hakikattir, diyordu. Hâlbuki kin ve haset gibi bazı arazın hakiki
çehreler üzerinde nümayan oluşu hiç de güzel olmadığı hâlde bunun bir sanatkar
tarafından tablo, roman, şiir olarak gösterilişi elbette güzeldir. Đşti bunun içindir ki
güzelliği tabiatta yahut eser-i sanatta bulunmak itibarıyla ikiye ayırmışlardır. Boalo,
Pascal gibi bazı zevat alelıtlak sanatta hüsn-i tabiatı taklitten ileri gelir diyorlar.
Hâlbuki aslı güzel olmayan velev tabii şeyin sarf-ı taklit ile vücuda gelen numunesi
neden güzel olsun? Taklit edilirken araya başka bir unsur karışmalıdır ki netice tebdil
edebilsin. Filhakika eser-i sanat ile tabiat arasında sanatkarın mizacı, dehası vardır.
343
Binaenaleyh sanattaki güzelliği anlamak için bu deha noktasını da tamik iktiza eyler.
Hülasa estetik ilm-i hüsndür. Bunun mevzuu sanat ve asar-ı sanattır. Şu hâlde
estetik de asar-ı nefisenin felsefesi demek olur. Đşte buna binaen der ki Türkçemize
de hikmet-i bedayi terkibile tercüme olunmuştur. Đlm-i hüsünde takip edilecek usüle
gelince bunda birbirine külliyen zıt ve muhalif iki tarik vardır. Biri akli ve mantıki ki
hemen güzel fikrinin ne olduğunu tayinden başlayarak buna göre birtakım kavait
istintac eder. Fakat bütün bu felsefe-i bedayi sırf bir tarif üzerine yani güzele verilen
manaya göre müessis olduğundan tarifin adem-i kifayeti tebeyyün edince bundan
çıkarılan kavait de bihüküm kalır. Kurun-ı kadimeden zamanımıza kadar güzelliğin
henaz tarif edilmemiş olduğuna bakılınca bu çıkmaz tariki takipten bir fayda hâsıl
olamayacağı anlaşılır.
Đkinci usül tecrübi ve tarihidir ki bedayi-i asar-ı sanaiyeyi tetkik ile bundan
tenkit ve zevk kavait istihrac etmeye çalışır. Đşte bu usülün en birinci adamlarından
biri ve adeta müessis-i Fransız meşahir-i hükemasından mateveffa Hippolyte
Taine’dir.
Bu üstat ulum-ı tabiyenin esaslarını, dikkat ve ihtimamatını takip ettikleri
tarik-i ulum-ı ahlakiyeye tatbik ile kendi zamanına kadar bir esas metin üzerine
müessis olmayan ulum-ı ahlakiyeye metanet vermiş ciddi bir terakki temin etmiştir.
Taine’ne göre hikmet-i bedayi eskisinden şu cihetle temeyyüz eder: Onun gibi
evvelden muayyen bir düstur-ı kati üzerine hareket edeceği yerde tarih-i sanatı tetkik
ilebirtakım kavanin bulur, gösterir. Eski hikmet-i bedayi -yukarıda da söylendiği
üzere- güzeli tayin ile mesela, güzel gaye-i ahlakiyenin yahut ihtirasat-ı beşeriyenin
ifadesidir, der. Sonra buradan bir madde-i kanuniye gibi hareket ederek tesadüf ettiği
asar-ı sanatı affeder, mahkûm eyler, fikr-i karine rehber olurdu. Hâlbuki bilcümle
ulum-ı ahlakiyeye nüfuz etmekte bulunan usül-i cedide asar-ı beşeriyeyi ve bilhassa
asar-ı sanatı birtakım Vakayi-i mahsulât gibi nazar-ı itibara alarak bunların esbabını
taharri etmeye, tebayi göstermeye sa’y eder. Herkesi kendi mizacına hoş geleni
kabülde kendi zevkine tevafuk edeni tatbikte serbest bırakır.
Mösyö Taine bu netayice şu mülahazat ile vasıl olmuştur: Bir eser-i sanat
344
kendi kendine bilâsebep vücuda gelmiş değildir. Mutlaka bir heyet-i mecmuaya
dâhildir. Đşte eser-i sanatı anlamak için bu heyet-i mecmuayı tetkik iktiza eder. Eser-i
sanatın böyle dâhil ve merbut olduğu heyet-i mecmua üç türlüdür: Birinci sanatkârın
asar-ı sairesi. Filhakika herkes bilir ki bir sanatkârın bütün eserleri –aynıyla bir
pederin evlatları gibi- aralarında meşabehet kesire irae ederler. Her sanatkârın bir
Üslub-ı hası olur ki bu üslup tekmil eserlerinde görülür. Hatta üstade-i meşhureden
birinin imzasız bir eserini, mesela bir şiirini, bir tablosunu, bir heykelini bir ehl-i
vukuf görse sahibini tayinde asla güçlük çekmez. Demek oluyor ki bir eser-i sanat
mücerret olmayıp evvelemirde kendini vücuda getiren sanatkârın asar-ı sairesine
merbuttur.
Hâlbuki bu asar hatta bizzat sanatkârda başlı başına yalnız olarak mevcut
olmayıp aynı zamanda, aynı fikirde, aynı memlekette yaşamış birtakım sanatkârlarla
ve asar-ı dehasıyla muhattır. Đşte bu da ikinci heyet-i mecmuayı teşkil eder. Mesela
Đngiltere tarih-i edebiyatında Shakespeare bize o zamanda yapayalnız yetişmiş adeta
başka bir dünyadan düşmşü gibi görünür. Hâlbuki Marlov, Ben Jonson gibi aynı
zamanda Đngiltere’de daha birçok temaşanüvisler vardı ki onların tiyatroları da
Shakespeare’ninkine benzer. Vakıan bunlardan yalnız Shakespeare’nin şöhreti
günümüzde intişar etmiştir. Mamafih Shakespeare’yi anlamak için zamanında
yetişmiş sair sanatkârları da piş-i mütalaaya almalıdır.
Taine üçüncü bir heyet-i mecmua olmak üzere bu aynı fikir ve mesleğe sahip
sanatkârları ihata eden halkı gösteriyor. Çünkü halkı için efkâr ve adat ne merkezde
ise sanatkârlar için de öyledir. Mesafat-ı asar arasından bugün yalnız sanatkârların
avazı işitiliyor. Fakat bütün ihtirazatıyla bize kadar gelen bu sedanın altında boğuk
bir sesi işitiyoruz ki buda vaktiyle sanatkârlarla hemavaz olan halkın efkâr ve
esvatıdır. Sanatkârların asıl büyüklüğü arasında yaşadıkları halk ile kendileri
beynindeki ahengin mükemmeliyetinden ileri gelir. Binaenaleyh bir eser-i sanatı, bir
sanatkârı, aynı meslekte birçok sanatkârı anlamak için bunların ait oldukları
zamandaki efkâr ve ahlakın hall-i umumisini kemal-i sıhhatle bilmelidir. Taine
Yunan trajedisi gotik tarz-ı mimarisi, holandez resmi, Fransız trajedisi tarihlerini
tetkik ederek hep bu hükmün derece-i isabetini görmüş ve daha ziyade izah-ı maksat
345
için atideki misali irat etmiştir.
Cenubi bir memleketten şimale doğru yükselmeye başlandığı zaman bazı
mıntıkalara girilirken her birinde başka bir nevi ziraatın, başka bir nevi nebatatın
zuhuru görülür. Đptida portakal, az yukarıda zeytin yahut üzüm, sonra meşe ve yulaf,
az daha yukarıda çam nihayet yosun ve buna mümasil nebatat. Her mıntıkanın
kendine mahsus nebatı ve tarz-ı ziraatı vardır. Bunlar mıntıkanın bedayetinde başlar.
Müntehasında biter. Bu nebatat ve tarz-ı ziraatın sebeb-i vücudu o mıntıkadır. O
mıntıkadır ki zuhur veya adem-i zuhuruna badi olur. Hâlbuki mıntıka dediğimiz şey
hararet ve rutubetin falan derecede bulunmasından ibaret değil de nedir?
Tabir-i diğerle mıntıka birtakım şeraiti hükmiyeden ibarettir ki biraz evvel
bahsettiğimiz efkâr ve ahlakın hal-i umumisine tamamıyla meşabihtir. Tehavvülüyle
falan veya filan nevi nebatın zuhuruna badi olan bir derece-i hararet bulunduğu gibi
manevi bir derece-i hararet de vardır ki tahavvülüyle falan veya filan nevi sanatın
zuhuruna bais olur. Mesal mısırın, yulafın, portakalın, çamın, zuhurunu anlamak için
o maddi derece-i hararet nasıl tetkik olunuyorsa bilfarz hakikatperestane ressemlığın
klasik edebiyatın zuhurunu anlamak için de o manevi derece-i harareti yani efkâr ve
ahlakın hâl-i umumisini tetkik etmelidir. Mahsulat-ı fikr-i beşer de mahsulat-ı tabiat
gibi ancak muhitleriyle izah olunabilir.
Bu suretle, mimarlık, resim, heykeltıraşlık, şiir, musiki gibi enva-ı sanattan
kâffesinin muhtelif memleketlerde, muhtelif asırlarda sebeb-i zuhurlarıyla sebeb-i
tevsi ve tenevvüleri sebeb-i inhitatları tayin olunarak bu müteaddit bu muhtelif saik-i
tarihiye ile her sanatın tabiatı tarif, şerait-i mevcudiyeti irae edilince sanayi-i
nefisenin ve umumiyetle sanatın izahat-i tâmmesi yani bir saayi-i nefise-i felsefesibir
hikmet-i bedayi bulunmuş olur ki Hippolyte Taine işte bu manayı müfittir.
Taine’nin en esas mesleğini bu kadar bilmek şimdilik bize kâfidir. Badema
yazılacak hikmet-i bedayi bahisleri ekseriyetle Taine felsefesine temas edeceği için
bu hakayık gittikçe daha şumul ile meydana çıkar.
1 Nisan 1314 Hüseyin Cahit
SF, Nu. 371, s. 103-106
346
HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 3
-Mahsulât-I Fikriye-i Beşeriye, Mahsulât-ı Tabiiye
Mahsulâtı fikriye-i beşeriyeyi, mesela bir şiiri, bir romanı, bir heykeli, bir
eser-i mimariyi, mahsulât-ı tabiiyye; mesela bir ağaç bir ot gibi telakki-i mütaala
ederek ağacın, otun zuhura gelişini izah için bulundukları arz ve iklim nasıl tetkik ve
mütalaa olunuyorsa mahsulât-ı fikriye-i beşeriyeyi anlamak içinde bunların yetiştiği
zaman ve mekânı nazar-ı teemmüle almak, yani şu iki nevi mahsulât arasında bir fark
görmemek fikri ancak XIX. asır marifetinde terrakkiyât-ı ulum ve fünun ile müyesser
olmuş, neşv ü nema bulmuştur. Bu fikrin en büyük hadimi Hyppolyte Taine'dir.
Geçen haftaki makalemizde bu üstadın esas mesleğinden bahs olunurken mahsulât-ı
fikri beşer dahi mahsulât-ı tabiiye gibi ancak muhitleri ile izah olunabilir denilmişti.
Bahsin ehemmiyet-i azimesi der-kâr olduğundan iyice anlaşılmak için şu nokta
üzerinde azıcık ısrar etmek isterim: Eskiden asar-ı beşeriyeyi ve bilhassa asar-ı sanatı
hiçbir sevk ve mecburiyet neticesi olmaksızın tesadüf olarak vücut bulur
zannederdik. Taine bu fikirden bahsettiği sırada; "Filhakika sanatkârın kendi keyfine
göre ihtira etmesi, halkın bu ihtira asarını meyyal-i tebdil bir zevke göre takdir
eylemesi şu esen rüzgârlar gibi serbest zannolunabilirse de rüzgârların sabit ve
muayyen kavanini bulunduğu gibi bunların da sabit ve muayyen kavanini vardır"
diyerek bir eser-i sanatın nasıl vücuda geleceğini tetkik ediyor ve bunu izah için asar-
ı sanatı nebatata teşbih ile bir toprakta bir nebatın yahut aynı neviden nebatatın,
mesela portakal ağcının ne gibi şerait-i tahtında tevsi ve intişar edebileceğini şu
vecihle arıyor:
Bir arazi farz edelim ki oraya rüzgâr birçok tohumlar getirmiş. Bu tohumların
içinde portakal çekirdeği de var. Bu çekirdeğin çimlenip, filizlenip, ağaç olması
mahsul yetiştirip orada çoğalması için ne gibi şartlar lazımdır? Evvel-i emirde toprak
zaif olmamalı ve kolaylıkla toz hâline girmemelidir; Çünkü o zaman kök derine
gidemeyeceğinden ağaç rüzgâra mukavemet edemez. Đkinci derecede pek kuru
olmamalıdır; çünkü o hâlde ağaç da kurur. Đklimin sıcak olması da elzemdir. Çünkü
portakal ağacı nazik olduğundan soğuktan donar donmasa bile kavrulur, büyüyemez.
Meyvesi geç yetiştiği için de mevsim-i seyfin epeyce imdadına muhtaçtır. Bunlardan
347
başka o arazinin diğer nev-i nebatatın neşv ü nemasına pek müsait olmaması da
labettir, çünkü böyle olmayacak olursa portakal ağacı diğer nev-i nebatatın
rekabetine tahammül edemez. Müsade-i mevkiye mazhar olan başka nebatat
kendisini bastırır, boğar. Đşte bu şartların kâffesi bir yerde içtima ederse -cenubi
Đtalya’nın bazı mevkilerinde olduğu gibi- orayı portakal ormanları kaplar. Şeraiti
tabiiyenin ne derece haiz-i ehemmiyet olduğu bundan anlaşılıyor. Vakıa portakal
ağacını vücuda getiren asıl bunlar değildir; çekirdeği rüzgâr getirmişti, kuvve-i
hayatiye çekirdekte mündemiç idi. Fakat tafsil olunan ahval ve şerait-i içtima
etmeseydi portakal ağacı yetişemeyecekti. Bu şerait değişse, mesala bir dağ tepesi
farz edilse ki toprağın sahni incedir, şiddetli rüzgârlar eksik olmuyor; iklim soğuktur;
yaz kısadır; bütün kış zamanı ortadan kar kalkmaz. Böyle bir mevkiye tesadüfün
getireceği tohumlardan yalnız çam neşv ü nema bulur. Demek ki şerait-i tabiiye bir
yerde muhtelif nevide ağaçlardan birini intihap ederek diğerlerinin yetişmesine ya
kâmilen ya kısmen mani oluyor.
Bu noktada ulum -ı hazıranın en büyük, en esaslı bir düsturuna, "istifa-i
tabii"ye temas ediyoruz. Bugün eşkâl-i muhtelife-i zevil hayatın menşei ve bünyeleri
Đngiltere meşahir-i hükemasından Darvin tarafından ityan edilen bu kanun ile izah
olunmaktadır. Hippolyte Taine maddiyatta olduğu gibi maneviyatta da ilm-i
hayvanat ve ilm-i nebatatta olduğu gibi tarihte, hayvanat ve nebatatta olduğu gibi
liyakat ve tabayığda dahi bu kanunun tatbikine çalışmış ve 27 cilde varan asar-ı
nefisesi hep bu fikrin tatbikat ve delailinden ibaret bulunmuştur. Binaenaleyh "istifa-i
tabii" meselesini biraz tamik etmeye lüzum vardır.
Rûy-ı arzda, cû-yı havada derûn-ı madde uzviyete malik birçok mahlûk var ki
bunlar esasen birbirlerine benzemekle beraber yine aralarında az çok ihtilaf
görülüyor. Bu ihtilaflara bakarak mesela hayvanat ve nebatat diye ayrılıyor, sonra
bunlar da tasnif edilerek fakriye, gayri fakriye ilh deniliyor. Nebatat için fasılalar
tayin olunuyor. Fakat bu binlerce eşgal-i muhtelife nereden geliyor? Tevali-i ezman
içinde ne suretle takip etmişler? Ta bedayette böyle ayrı ayrı şekillere mi maliktiler?
Yoksa mürur-ı zaman ile mi bu tehalif-i eşgal hâsıl oldu? Đşte serair-i hilkatin esasına
teallük eden bu mesele-i mühimme ulum -ı tabiiye ile iştiğal eden zevat nazarında
348
minelkadim şayan-ı ehemmiyet görülerek tedkik edilegelmiş ve nihayet Darvin
tarafından hâllolunmuştur. Bunun için Darvin’in eslafından bahse, Maye, Rubune,
Lamark gibi bu hususta birer meslek sahibi olan ulemanın efkârını uzun uzun şerhe
artık burada hacet yoktur.
Darvin nazarında bütün nebatat ve hayvanat anasır üç dört numeneden ve
ağleb-i ihtimalat olarak aynı menbadan neşet ile yavaş yavaş, tebdil ve tenevvü ede
ede bugünkü hâle gelmiştir. Darvin muhakematında hayvanat ve nebatat-ı ehliyedeki
tenevvü ve tebeddülün müşkafane bir tetkiki ile başlayıp yalnız güvercin takımında
yüz elliyi mütecaviz nevi bulur. Esasen bir asıldan gelen güvercinlerin şimdi mevcut
olan bazı enva-i beyninde ihtilaf o kadar esaslanmışdır ki iskeletleri bile değişmiş
adeta başka bir nevi hayvan hâline girmiştir. Bu tebdilde insanların dâhili vardır.
Çünkü insanlar -ebeveynin kendilerindeki hususiyat-ı hayatiyeyi evlatlarına intikal
ettirmeye sa’y olmalarından istifade ederek- çiftleştirecekleri hayvanları kazaen yani
bittesadüf bazı tahalüf-i araiye edenler meyanından intihab etmişler ve bu suretle
analarında babalarında tesadüfî olarak mevcut olan o tebdili doğan yavruda daimi bir
hâlde elde etmişlerdir. Bu yavrular tebdil ede ede bir hâle gelmişlerdir ki ilk ecdada
nispet edilince -şimdi adeta tanınmayacak bir hâlde bulunuyorlar. Şu usülün
nebatatta tatbikinde aynı netice istihsal edilmiştir.
Hakikat-i hâlde intihap, istifa, keyfiyeti bilinmeden nebatat ve hayvanata
tatbik olunuyor. Bahçe, meyve ağaçlarından, sebzelerden en iyisini yetiştirmeye sa’y
edip diğerlerini ihmal ediyor; avcı, köpeklerinden en mahirinin devamını saklıyor.
Çoban, en açıkgöz, en sadık olanının yavrusunu yetiştiriyor, diğerlerine ehemmiyet
vermiyor. Envaın bu suretle tehallüfü onların esasen kabili tahavvül olduğunu ispata
kâfidir; çünkü bu kabiliyet kendilerinde olmasaydı terbiye-i beşerin de üzerlerinde
bir tesiri olamamak iktiza ederdi. Darvin bu kabiliyeti gördükten sonra nazarı
tetkikini hâli tabiide bulunan hayvanat ve nebatata çevirmiş ve onlarda da aynı
kaidenin cereyanını müşahede eylemiştir. Bakınız insan karışmadan bu tenevvü nasıl
vücut buluyor:
Nebatat ve hayvanat bir nispet-i hendesiye üzere gayet sarih bir surette
teksire, yavru yetiştirmeye meyyaldir. Đspanyolların Amerika’yı hin-i keşifte
349
götürdükleri birkaç çift at ve kısraktan bugün milyonlarca yabani hayvan yetişmiştir.
Avusturalya'ya, keza esnâ-yı keşifte geçirilen nebatat bütün adayı kaplayacak kadar
bir istidat-ı intişar göstermiştir. Bu istidat tekmil-i hayvanat ve nebatata şamil
olduğundan, buna ise ruy-ı arza kifayet ettiğinden her nebat, her hayvan kendisine
payidar bulundurmak için diğerlerini bastırmaya, boğmaya mecbur olur. Bu suretle
hayat için mücadele, "rekabet-i hayatiye" icrâ-yı hükme başlar. Bunda temin-i galebe
için temin-i galebe edecek bir hususiyete malik olmalıdır. Öyle bir hususiyete
malikiyetle temin-i galebe eden nebat veya hayvan yetiştirdiği yavrulara da kendi
sebeb-i galibiyeti olan hususiyeti intikal ettirir. Böylece rekabet-i hayatiye neticesi
olarak, bu hususiyet -evvelce tesadüfî iken- sonra daimi olur. Görülüyor ki burada da
tıpkı insanların yaptığı gibi bir intihap, bir istifa fiili vuku bulmuştur ve husulünde
insanların dâhili olmadığı için Darvin tarafından buna "istifa-i tabii" namı verilmiştir.
Burada nazik bir nokta var ki yanlış anlaşılmamalıdır. Hatta cümle-i asabiye
hakkındaki tedkikatı ile bihakkın iştihar eden Florans bile bu hatadan kendisini
kurtaramamıştır. Hayvanat ve nebatattaki tenevvü ve tahavvülü hâsıl eden sebep
"istifa-i tabii" kanunu değildir. "Đstifa-i tabii" kanunu -rekabet-i hayatiye veraseti ile
birlikte- bu tahavvülatı o hayvan ve nebatata müsait olduğu takdirde temadi ettirerek
gittikçe tezyit ve kabil olduğu derecede tevsi eder. Asıl bu tahavvülün sebebi
şunlardır: Evvela bu hususiyet-i hâl bir arıza neticesi olarak tesadüfen vücut bulmuş
olabilir. Saniyen aklımın bunda oldukça mühim tesiratı görülür; kutup taraflarında
beyazdan başka renk görülmediği hâlde hat istiva cihetlerinde kuşlarda rengârenk
tüylere tesadüf olunması gibi bu meşhur ahvali hep aklımın tesirinden neşet eder. Bir
azanın kesret veya nedret istimali de o azanın tebdiline sebeb oluyor. Buna muhtelif
sanatlara mensup efrad-ı beşer arasında tesadüf edebileceğimiz gibi hayvanatta dahi
öyle olduğunu görürüz. Bazı haşeratta adem-i istimalden naşi kanatlar hemen mahv
olmak derecesine gelmiştir. Uzuvlardan böyle birinin tebdili -zahiren bir münasebet
görülemese bile- yavaş yavaş diğer azalarda da bir tebdil husule getirmektedir.
Kezalik bir uzvun kesreti istimali diğerlerinin tasarruf ve idaresini intac eder, bundan
da tebdil ve tehavvül hâsıl olur.
Hâsılı Darvin’in esas fikri şundan ibarettir: Đklim bazı hususiyeti azâ-yı
vucudun kesret veya nedret-i istimali, bunların netice-i zaruriyesi olan tesiratı gerek
350
hayvanlarda gerek nebatlarda bir tehavvül vücuda getiriyor; sonra verasat, rekabet-i
hayatiye, istifa-i tabii bu tehavvül ve tenvi idame, tezyit ve tevsi ediyor.
Asar-ı hazıranın en mühim keşfiyat-ı ilmiyesinden biri olan bu kanun bugün
ulemâ-yı tabiiyenin hemen kâffesince kabul olunmuştur. Hippolyte Taine’in
maneviyatta da tatbik etmek istediği ve tatbikine muvaffak olduğu usulün esası işte
budur. Şimdi bu üstadın ifadatını dinleyelim:
Mösyö Hippolyte Taine bir heyet-i içtimaiye tasvir ediyor ve yukarıki
portakal ağacı misalindeki rüzgâr tarafından araziye serilmiş tohumlar gibi bu heyet-i
içtimaiye içinde de ashab-ı istidat ve iktidarın adedini her zamanda müsavi, mevcut
farz eyliyor. O misalde arz ve iklimin ahval ve şeraiti portakal ağacı için müsait
bulunarak her cinsten olmak üzere mevcut farz ettiğimiz diğer tohumların neşv ü
nemasına mani olmuştu; şimdi tasvir ettiğimiz heyet-i içtimaiye içinde de her nevi
ashab-ı iktidarı mevcut addediyoruz. Bunlardan bir cinsinin bir nevinin tevsi
edebilmesi yetişebilmesi için bir müsadeye, bir imtiyaza mahzar olması iktiza eder.
Bu müsadeyi, bu imtiyazı onlara efkâr ve ahlakın hâl-i umumisi verir. Şimdi öyle bir
efkâr ve ahlak heyet-i mecmuası farz edlim ki bundan şevk ve neşe galip bulunsun. O
farz öyle keyfi bir şey değildir. Đntibah-ı maarif devirlerinde, emniyet, servet, nüfus,
saadet, ihtiraat-ı müfide arttığı zamanlarda efkâr ve ahlakın heyet-i umumiyesinde
neşet ve meserret galebe eder. Öyle bir zaman da insanlar cesaret ve ümide maziyade
malik olurlar, hayatı bir nimet gibi telakki ederler. Şimdi gerek bu hâlin gerek bu hâli
tevlit eden esbabın sanatkârlar üzerindeki tesirine bakalım.
Şüphe yok ki halkı müstağrak şevk ve şadi eden halat sanatkâr üzerinde de
ircâ-yı tesir etmektedir, Onun bunlara bigâne kalabilmesi imkânsızdır. Gerek
kendisinin gerek akraba ve evdasının nail oldukları refah ve saadete karşı sanatkâr,
eğer hilkaten meyyal-i hüzün ve keder ise, gitgide bu istidadının kısmi külliyesini
kaybedecek, eğer meyyal-i şetaret ise bu meyil bütün bütün artacaktır. Đşte muhitin
birinci tesiri… Diğer taraftan ömrü hep mesut insanlar arasında geçtiği için ta
çocukluğunda ahzettiği hâlâ da ahzetmekte bulunduğunu efkâr bütün şaikanedir.
Öyle bir zamanın felsefesi de ahlakı gibi bittabi saadet-i umumiyenin o manzara-i
refahına bakarak tesis etmiş olacağından dünyaya gelmenin büyük bir nimet
351
olduğunu sanatkâra ispat eyler. Muhaverat ve müşahedat-ı yevmiyesi her an
kendisine yeni bir saadet öğretir, yeni bir saadet gösterir. Bu tesirat, sanatkârda kendi
sevinçlerinden mütehâsıl ferh ve saadeti gittikçe tezyit eder. Sanatkâr demek, ahval
ve eşyanın tabiat ve hudut-ı esasiyesini herkesten iyi gören ve istihraç eden zat
demek olduğu için bir insan ne kadar büyük sanatkâr olursa bu tezayit o kadar çok
olur. Farz ettiğimiz zamanın tabiyatı esasiyesi sevinç ve bahtiyarlık olduğundan
sanatkâr bunu herkesten iyi görür ve nazik bir kabiliyet-i tesire malik olduğu cihetle
bundan ifrat ile mütehassis olur. Bunun neticesi olarak meydana getirdiği asar hep
pembe renkler, saadet renkleri altında tervih-i inzar eder. Sanatkâr bu tasvirat-ı
şaikanesinde mazhar-ı muavelette olur. Çünkü bir fikir bir tohuma benzer; tohum
filizlenip neşv ü nema bulmak için havanın, suyun, güneşin, toprağın perverişine
nasıl muhtaç ise bir fikir de tam bir şekil iktisabı için efkâr-ı mütecaverenin
muavenetine ikmaline muhtaçtır. Tabiidir ki bir sanatkâr kendi asar-ı müvacehesinde
yapayalnız kalamaz. Đhbasının, rikbasının sözlerine bakar, etrafındaki müellifatta
asar-ı sanatta bazı telkinat bulur. Farz ettiğimiz hâl ve zamanda bu telkinat hep ümit-i
perverane olacaktır. Bunun için sanatkâr hüzün ve felaketi tasvire kalkışırsa yalnız
kalır. Bilakis hissiyat-i mesudaneyi irae etmek isteyince bundan bütün asrının
muavenetine nail olur. Sanatkârı böyle pürneşe mevzulara meylettirecek diğer bir
sebep de halkın rağbetidir. Đnsanlar kendi hislerine benzeyen hissiyatı daha iyi
anlayabileceklerinden diğerleri ne kadar iyi ifade edilmiş olursa olsun hoşlarına
gitmez; gözler bakar, fakat kalp hissetmediği için nazar çözülür. Đşte bu sebebler
sanatkârın hazin mevzulara iltifat edememesi için birçok mevanin-i tabiiyedir ki
birisinden geçse diğerinde mecbur-ı tevakkuf kalır.
Bir de şu farz ettiğimiz hâlin aksini nazar-ı mülahazaya alalım; yukarıki
misali bir aks edince aynı muhakeme bizde o zamanki asar-ı sanatın az çok mutlaka
yeis ve keder ifade edeceğini gösterir.
Bu iki hâl arasında bir heyet-i içtimaiye farz edilecek olsa, şu iki muhakeme
birbirine mezc olunca o vakte ait asarı sanatın neşat ve keder beyninde mütedair
olacağı sabit olur. Hâsılı herhâlde muhitin yani efkâr ve ahlakın hâl-i umumiyesi -
kendisine muvaffak olanları kabul ve muvaffak olmayanları her adım başında
352
mahvetmek suretiyle- asar-ı sanatın nevini tayin eder ve kabil değil kendisine
muvafık olmayanı bırakmaz.
Hippolyte Taine, aklen, mantıken cereyan-ı hâlin bu merkezde olacağını ispat
ettikten sonra bu ispatını tarih ile de teyit etmek isteyerek tarih-i medeniyetin dört
büyük kısmını: Yunanistan-ı kadimi, kurun-ı vasıtayı, XVII. asır hükümat-ı
muntazamasını ve nihayet asrı ahiri nazar-ı tetkike almış, netice-i tedkikatı kendi
müddeiyyatını teyit eylemiştir. Son derecede mühim olan bu bahislerin güzelce
anlaşılmasına, zihinlerde yerleşmesine hizmet edeceği cihetle bu misalleri gelecek
makalede aynen göstermeye çalışacağız.
Mütalaat-ı salife asar-ı sanatın ne yolda husule geldiğini irae ettiği gibi asar-ı
sanatı ne yolda mütalaa ne yolda tenkit etmek lazım geleceğini de zımnen
göstermektedir. Filhakika tenkid-i ceddidin bugün en esaslı noktaları bu kaide
üzerine müessistir. Eser-i sanat, derununda yetiştiği heyet-i içtimaiyenin bir mahsul-i
zaruriyesi olunca bize gerek sanatkâr ve karineleri hakkında gerek o heyet-i içtimaiye
hakkında rehber olmak o zaman da nasıl düşündüklerinden, nasıl hissettiklerinden
haber vermek lazım gelir. Münekkit de işte bu noktaları tayine, izaha çalışır. Yoksa
öyle yanlış diye telakki ettiği bir kelime, bir mutabakat hatasını ortaya sürmekten
başka bir şey bilmeyerek malumatfüruşane zerafetler, ketmolunmayan garazlar
altında saklı tarizleriyle bu gibi hakikatten gafil olduğunu erbab-ı basirete ilan edip
durmaz. Tenkidin bu kadar mühim, bu kadar âli bir vazifesi var iken o garazkarane, o
bi-vukufane meşgalelerde ısrar etmek sanırım ki iftihar-a değer bir şey değildir... Ah,
bunu bir şey zannedenler anlayabilseler.
6 Nisan 1314
Hüseyin Cahit
SF Nu 372, s. 115-120
353
HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 4
-Asar-ı Sanat Nasıl Vücuda Gelir? Eserin Tarihi
Takriben üç bin sene evvel (*)194 Adalar Denizi sevahil ve Cezayir’de gayet
güzel ve zeki bir ırkın zuhuru görülür ki mensubuyeti, hayatı büsbütün yeni bir
surette telakki ediyorlardı. hintliler, Mısırlılar gibi büyük müessesat-ı diniye içinde
yahut Asuriler Đranlar gibi büyük bir teşekkül-i içtimai altında kendilerini ezecekleri
yerde kendilerini site namını verdikleri küçük küçük şehirler teşkil ettiler. Bu
sitelerden her biri diğer bir şehri daha tesis edebilir. Ve bu yeni belde serbest
bulunurdu. Şu suretle bahr-ı sefit sevahilinde birçok mamureler vücuda gelmişti.
Bu mamurede oturanlar geçinmek için çalışmaya mecbur değildiler. Bu
vazifeye hacgüzarlar ifa eder. Hizmetlerini de esirler görürlerdi. En fakirinin hiç
olmazsa bir esiri vardı. Zaten bu hizmet pek külfetli değildi. Cüzi bir şeyle tağdi
ederler, esvap namına kısa bir gömlekle büyük bir manto kullanırlardı. Hanelerini
yalnız içinde uyumak noktasından nazar-ı ehemmiyete aldıkları için dar inşa ederler,
hiç tahkim etmezlerdi. Bir yatak iki üç testi… Đşte en esalı beytiyeleri…
Herkes mamurede serbest ve kendisine hâkim idi. Kendi hikamını, memurin-i
ruhaniyesini kendisi intihab ederdi. Bu ki vazife için intihap olunmak hakkında
malikti. Sanatı ne lursa olun muhakemelerde en büyük mesail-i siyasiye hakkında
hüküm verir ve mecaliste en büyük emir hükümet hakkında itâ-yı karar eylerdi.
Hâsılı meşguliyetleri umur-ı hükümet ile harptan ibaretti. Başka şeyin nazarlarında
ehemmiyeti yoktu. Ve bunda haklı idiler. Çünkü o vakit hayat-ı beşeriye
zamanımızda olduğu gibi daire-i musavveniyete alınmamış, heyet-i içtimaiye
zamanızdakiler kadar metanet kesp etmemiş idi. Bahr-ı sefit sevahiline yapılan bu
mamurelerin birçoğu barbarlarla muhat idi. Onların pençe-i istilasına düşmemek için
daima slah altında bulunmaya mecbur olduktan başka bir birileriyle de hâl-i harpta
bulunuyorlardı. Hukuk-ı harp ise pek dehşetli idi. Bir gün evvel zengin telakki
olunan bir adam bir gün sonra emval ve emlakının yağma edildiğini, çoluğunun
çocuğunun fuhuşhaneye atıldığını görebilirdi. Kendisiyle erkek evlatlarının da esir
194 Philosophie de I’art, t
354
sıfatıyla maden ocaklarında çalışmaya yahut kamçı darbeleri altında değirmen
çevirmeye mahkûm edilmesi muhakkak idi. Tehlike bu kadar büyük olunca herkes
için menafi-i hükümete şiddetle alakadar olmak, hin-i hacette güzel harp etmeyi
bilmek tabiidir. Çünkü mesele hayat meselesidir. Şan ve şeref arzusu da buna
inzimam ederek onları cenkçilikte kesb-i maharete sevk ederdi. Binaen aleyh bütün
efrat, umumi meydanlarda memleketlerini muhafaza ve tevsi etmek ittifak-ı
muahedeleri ahdeylemek çarelerini müzakere ederek buna dair irad-ı nutuk eden
hatipleri dinleyerek zamangüzar olur. Nihayet günün birinde açılan harbe giderdi.
Bunun için hususi bir inzibat-ı askeri ihdas etmişlerdi. O zaman da sanayi
henüz hall-i iptidaide bulunduğundan harp makineleri yoktu. Boğaz boğaza
döğüşürlerdi. Böyle bir harpte galebe için askerin mümkün olduğu kadar
mukavemetli, kuvvetli, seri ve çelik bir vücuda malik olması, bunun için de en evvel
ırkın güzelleştirilmesi elzemdi. Bu hususta Isparta bütün mamurelere numune-i
imtisal olmuş ve mükemmel vücut yetiştirmek için şimdi haralarda ne yapılıyorsa
Ispartalılar da vaktiyle onu yapmıştır. Bir kere fena teşekkül etmiş çocukları
yaşatmazlardı. Kanun izdivacı tayin ile çocuk yetiştirmek için en münasip olan an ve
şeraiti intihap etmişti. Genç zevceye malik bir ihtiyar, kavim’el-bünye çocuklara
malik olmak için zevcesine bir delikanlı getirmeye mecbur idi. Gençler bile
zevcelerini ahlakına, güzelliğine hayran oldukları bir dostuna iare edebilirlerdi. Đşte
bu suretle ırkı düzelttikten sonra Ispartalılar ayrı ayrı her ferdi mükemmelleştirmeye
çalışmış idiler. Delikanlılar beraber yaşamaya, kesb-i mümarese için talimler etmeye
alıştırılmıştı. Açıkta yatarlar, soğuk suda yıkanırlar, sudan başka bir şey içmezler,
şedaid-i havaya katlanırlar, fırka fırka ayrılarak aralarında yumruk, tekme kavgaları
ederlerdi. Genç kızlar da bu suretle alıştırılırdı. Diğer mamurelerde bu kadar şiddet
gösterilmemekle beraber yine aynı usül takip olunurdu. Genç adamlar jimnazlarda
güreşmek, sıçramak, yumruklaşmak, koşmak suretiyle vakit geçirirlerdi. Çıplak
adalelerini kuvvetlendirirlerdi. Asıl ehemmiyet verilen nokta en kavi, en müsait, en
güzel bir vücuda malik olmaktı.
Yunanlılara mahsus olan bu adat ve ahlak yine kendilerine has birtakım efkar
tevellüt etmişti. Nazarlarında insan mükemmel iyi düşünen yahut ruhu pek hassas
355
olan zat demek değildi. Đyi ırktan iyi yetişmiş, mütenasip, faal her türlü talimlerde
mahir bir çıplak vücut idi. Onların böyle düşündükleri birçok şeylerden anlaşılıyor.
Etraflarındaki barbarlar çıplak görünmeyi ayıp addettikleri hâlde Yunaniler,
güreşmek, koşmak için bilamüşkilat soyunurlardı. Ispata’da genç kızlar bile hemen
çırılçıplak bir hâlde talim ederlerdi. Burada itiyat hicabı ortadan kaldırmış yahut
tahavvül eylemişti. Olemp oyunları vesaire gibi milli yortular adeta çıhlak vücut
sergisi idi. Her taraftan gençler gelerek burada bütün milletin gözü önünde çırılçıplak
güreşirler, yumruklaşırlar, müsabakalarda bulunurlar ve ihraz-ı galebe edenler büyük
alkışlara, şereflere nail olurlardı. Bir peder nazarında evlatlarının en kuvvetli
yumruğa, en çabuk bacaklara malik olduğunu görmek saadet-i dünyeviyenin en
büyüğü idi. Hatta böyle birisi şiddet-i meserretinden vefat etmiştir. Dini raksları da
güzel vaziyetler hareketler öğretir bir ilm-i mahsus vardı. Yunaniler vücudun
mükemmeliyetini bir sıfat-ı ilahiye gibi nazar-ı mülahazaya alacak kadar ileri
varmışlardı. Hatta Sicilya’nın bir şehrinde fevkalade güzel bir genç adama bu
hüsnünden dolayı pereştiş edilirdi. Vefatından sonra da Herodot’un rivayetince
hakkında mabutlar gibi muamele olunmuştur. O merak eşarında hep mabutların hep
insan vücuduna malik oldukları görülür.
Đşte bu tarz-ı telakkiden heykeltıraşlık tevellüt etmiştir. Olimpiyatlarda nail-i
galebe olan bir kahramanın mutlaka heykeli yapılırdı. Diğer taraftan mabutları da
sair insanlardan mükemmel vücutlara malik diye tasvir ettiklerinden bunların da
heykelini yaparlardı. Đşte heykel yapmak bundan dolayı mecbur idi. Fakat heykeltıraş
muvaffak olabilecek miydi? Heykeltıraşın küçüklükten beri nasıl yetiştiği
düşünülecek olursa bunda şüphe edilmez. O zamının adamları hamamlarda,
jimnazlarda, rini rakslarda, Olimp oyunlarında çıplak vücutları görmüşler, tetkik
etmişler; metanet, sıhhat, faaliyet irae edenleri tercih eylemişler, o vücutlara bu şekli
vermeye bu evzaı öğretmeye çalışmışlardı. Üç dört yüz sene hep hüsn-i cismani
hakkındaki fikirlerini tashih ve tevsi ederek, saflaştırarak hareket ettikleri cihetle
nihayet vücud-ı beşerin bir numune-i ikmalini keşfetmelerinde bais-i istiğrap bir şey
yoktur. Bugün o heykeller derece-i mükemmeliyete varmış bir vücud-ı insani için
edebî birer numunedir. Yunaniler vücuda şayan-ı ihtiram bir sıfat isnat ettiklerinden
sonradan yetişen sanatkârlar gibi heykellerin de tekmil ehemmiyeti çehreye
356
hasretmişler, bir mana ifade etmek istememişlerdir. Bunu edebiyata terk ile bize
güzel teneffüs eden bir sine, iyi koşacak bacaklar, hâsılı bir vücut irae eylemiştir.
Diğer sanatların hiçbiri hayat-ı milliyeyi bunun kadar ifade edemezdi. Đşte
Yunanistan’da böyle yüz binlerce heykel vücuda gelmesi, heykeltıraşlığın bu kadar
terakki etmesi müessesatın, ahlak ve adatın efkârın bu sanatı tağdiye etmiş
olmasından neşet etmiştir.
Bu memurelere has olan şu teşkilat-ı askeriye mürur-ı zaman ile pek hazin bir
netice vermişti. Harp bir hal-i tabii olduğu için kaviler zayıfları malup etmişlerdi.
Nihayet Roma, yedi yüz senelik bir sabır ve gayret mütemadiyen sonra bütün bahr-ı
sefit havzasını ve etrafındaki birçok memalik-i cismiyeyi taht-ı inkıyada aldı. Buna
vüsul için usül-i askeriyi kabul etmişti. Bir tohumdan bir meyve çıktığı gibi bu
usülden de istibdat-ı askeri doğmuştu. Đşte bu suretle Roma Đmpatorluğu vücut buldu
ve birinci asr-ı miladiye doğru bu muntazam hükümet-i münferide idaresinde dünya
nihayet sulh ve asayiş bulur gibi göründü. Hâlbuki inhitattan başka bir şey bulmadı.
Bu muharebelrede yüzlerce şehir, milyonlarca insan mahvolmuş, kainat-ı
mütemeddinenin nüfusu yarıdan ziyade tenakıs eylemişti. Evvelce mamurelerde
azade bir hayat-ı amire edenler şimdi Roma’nın tabiyesi olmuşlardı. Takip edecekleri
bir maksat bir gaye yoktu. Atalete, sefalete terk-i nefis ediyorlar. Teehhülden
müctenip davranıyorlar, çocuk yetiştirmiyorlardı. Bütün cemiyetin huzuzat ve
ihtiyacatı hep biçare esirlerin kollarıyla saylarıyla tedarik edildiğinden bunlar şu ezici
işler altında tebah oluyorlardı. Bu hâl böyle devam ede ede dört yüz sene sonra Roma
Đmparatorluğu barbarların hücumuna müdafaa edecek adam bulamaz hâle geldi.
Barbarlar beş yüz sene bir biri arkası bir sel gibi akıp geldiler. Bir hayli kavimleri
bitirdiler, şehirleri yaktılar, tarlaları çiğnediler, sanayi-i nefiseyi ulum ve fünunu
mahvettiler. Her yere cehalet, şiddet ve huşunet yaydılar. Onuncu asırda son vahşi
kafilesi de geldiği zaman şerait ve ahval-i beşeriye yine kesb-i silah etmişti.
Şatolarda yerleşen barbar rüesası artık birbirleriyle harp ediyorlar, köylelir
yağmalıyorlar, mahsülatı yakıyorlar, taht-ı istibdatlarında kalan biçarelerin her
şeylerini gasbediyorlardı. Arazi ziraat hâlde kalıyor, gıda bulunmuyordu. On
dokuzuncu asrın kırkından yetmiş senesine kadar mürur etmişti. Bir rahibin
rivayetince o zaman insan eti yemek adet olmuştu. En sade kavait hıfzıssıhhanın
357
unutulmasıyla ortaya çıkan murdarlık ve sefalet neticesi olarak veba, cüzam gibi
marazlar yerleşip kalmıştı. Đnsaniyet için bundan aşağı bir dereke-i sükut tasvir
olunamazdı. Yalnız elsine-i kadimeye vakıf bazı zevat bin seneden beri beşeriyetin
nasıl bir hâlde yuvarlandığını hissedebilirdi.
Bu hâl bu kadar imtidat ve şiddetiyle ruhlarda şu tesirleri hasıl etmişti. Fütür,
hayattan nefret, amik ve mazlum bir hüzün. Hayat bir cehennem gibi görünürdü.
Yalnız fakirler değil zenginler bile intihar edip kurtuluyorlardı. Bir parça necip ve
rakik bir ruha malik olanlar manastırlara çekilmeyi tercih ediyorlardı. Bin sene-i
miladiyesinde kıyamet kopacağına dair bir itikat intişar ettiğinden herkes korkudan
emval ve emlakını manastırlara kiliselere vermişti. Đnsanlar pek çok bedbaht olunca
her şeyden çarçabuk müteessir olurlar. Kalplerde geçici hevesler, şiddetli arzular,
yeisler peyda olur. Hissiyatlarını ifşa, diğerine tevdi etmek isterler, tahayyül ederler,
ağlarlar. Kendi kendilerine kifayet edemezler. Böyle fevkalade müthiş olan
muhayyilelerinin eşvakve ihzatını herkese neşreylemek arzusunda bulunurlar. Đşte bu
devrede mahzan bu ahvalden dolayı o ana kadar meçhul bir his fevkalbeşer bir aşk
vücut buldu. Teehhüle muvaffak ve layık olan sakin ve makul bir muhabbet yerine
teehhülün haricinde tesadüf olunan gayr-ı muntazam, istiğrak, amiz olundu. Kadınlar
tarafından riyaset olunan meclislerde kavanini bile tayin edildi. Aşkın zevcin
arasında mevcut olamayacağına kararlar verildi. Kadını insana benzer bir mahlûk
gibi telakki etmekten vazgeçtiler. Ona bir sıfat-ı ulviye verdiler. Đnsanlardaki
muhabbeti, aşk-ı ilahiye saik ve onunla muhtelit bir hiss-i lâhuti addettiler.
Dünyadan nefret, istiğraka meyelan, daimi ümitsizlik, muhabbet ve şefkata
namütenahi bir ihtiyaç insanları bittabi –dünyayı bir dar-ı elem- bir mezhebe
sevkeder. Đşte Hıristiyanlık bu suretle istidat-ı halk ile ittihat ve kesb-i kuvvet edince
bütün ruhlara rehber, sanatlara sahne bahşolmuş, sanatkârları istediği cihete sevk
etmiştir. Muasırînden biri diyor ki kiliselerine beyazlar ilbası için dünya eski
paçavralarını silkiyor, işte bu suretle gotik tarz-ı mimarisi zuhur eylemiştir.
Edyan ve mezahib-i Atike hususî ve mahallî oldukları hâlde Hıristiyanlık
bütün insanlara tevciye hitap ile herkesi tarik-i selamete davet ettiğinden mabetların,
civardaki halkı istiap edecek kadar büyük yapılması iktiza ederdi. Buraya toplanan
358
insanlar hep meyus, mükedder, bu sefil hayatı, sonundaki azab-ı uhreviyi
düşündüklerinden mabedin dâhili münevver, şen şatır olursa bu hissiyat ile itlaf
edemezdi. Onlara loş bir yer mağmum bir ziya lazımdı. Filhakika bu tarz kiliselere
ziya mülevven camlardan geçerek fevkattabii bir hâl kesbeder gibi olarak dâhil
olur… Böyle nazik müteheyyic muhayyileler böyle basit şekillerden hoşlanmazlar.
Bir kere yalnız şekil onlara kifayet etmez. Bir timsal olmalıdır. Filhakika filhakika
kiliseler hep salip şeklindebina olunur. Gül şeklinde müzeyyenat mimaride onlarca
bir timsaldir. Böyle ruhlar şedit, garip ihtisaslara muhtaçtır. Binanın eşkâli marazi bir
hassasiyet kesb etmiş olan heveslareyle itlaf etmelidir. Bundan dolayı gotik
tanzındaki kiliselerde o kadar hurda, o kadar oyuncaklı, nazik şeylere tesadüf olunur
ki o zaman halkının kendilerine fevkalade bir ihtisas aradıkları bundan da anlaşılır.
Bu tarz mimari dört asır devam etmiş yalnız bir memlekete bin nevi binaya mahsus
kalmayıp Đskoçya’dan Sicilya’ya kadar her tarafa yayılmış, mesakin-i hususiye bile
bu tarzda inşa olunmuştur. Gotik usül mimarisi, bu umumiyetle bütün kurun-ı vusta
müddetince bir buhran-ı ahlakinin vücuduna şehadet eder. Đnsanlar, hayvanlar nasıl
ki sırf kendi kuvvetleriyle tekmil ve tedenni ediyorsa müessesat-ı beşeriye dahi kendi
tabiat ve mevkilerinin tesirine göre bozulup düzelir.
Kurun-ı vusta derebeyleri içinden her memlekette birer kuvvetli, maharetli zat
zuhur etti ki bunlar sulh ve asayişi madafaa ederek umumun muavenet ve
muvaffakiyetiyle diğer derebeylerini taht-ı itaatlarına aldılar. Muntazam bir idare
tesis ettiler ve kral unvanıyla akvama reis oldular. Evvelce kendileriyle hemderece
olan baronlar on beşinci asırda zabitân mevkiine inmişti. Hele on yedinci asırda
bütün bütün bir hâl-i fermanberide idiler. Bu asilzadegân-ı kral dairesinde bir hizmet
ifa ederler, ondan dolayı maaş alırlar, bunula beraber mazhar-ı riayet de olurlardı. On
dördüncü Lui kendisine karşı ihtiramda kusur etmiş olan bir asilzadeyi dövmemek
için bastonunu pencereden atmıştır. Bunlar teklifsizce yaşarlar. Bir sofrada yemek
yerlerdi. Şimdi şu ahvalin tesir ettiği tesire bakalım:
Krallık salonu bittabi memleketin en müekemmel mahfil-i ihtişamı olduğu
için en önemli, zevat orada bulunur. Ve hükümdarın daire-i mahremiyetine kabul
edilenler numune-i imtisal addolunurdu. Bunlar hissiyat-ı alicenabane ile muttasıf
359
görünürler, kendilerini adi adamlara faik bir nesilden gelmiş kıyas ederler. Namus
hususunda hiç şakaya gelmezler, en adi bir tahkir için hayatlarını tehlikeye koyarlar.
Muharebeye bir baloya koşar gibi koşarlar.
Bu uğurda mallarını canlarını feda etmekten çekinmezlerdi. Bu üstadat ve
hissiyatın kaffesi maişet-i kübarane ile rikkat peyda eden fikr-i asalet-i perveraneden
ileri gelmiştir. Bu gibi zevat bittabi kendi tabiatlarına muvaffak eğlenceler intihap
edecekleridir. Filhakika zevkleri de kendileri gibi neciptir. Đşte on yedinci asırda
bütün asar-ı sanat üzerinde bu zevkin tesiri görülür. Bu tesir hatta bahçelerin tarz-ı
tanzimine, hanelerin tarz-ı tefrişine, tarz-ı telvisine kadar icra-yı nüfuz eder. Fakat en
büyük nişanesi edebiyatta meşhuttur. Fransa’da hatta bütün Avrupa’da hiçnbir zaman
hiss-i tahrir bu kadar ileri gitmemişti. Bu seviye Pascal, Le Fontaine, Moliere,
Coroney, Racine, Madame De Seviney, Boalo gibi büyük muharrirler hep o zamanda
yetişmiştir. Yalnız büyük muharrirler değil, herkes güzel yazardı. Bu adeta o
zamanın havasında bir şeydi. Sanki teneffüis olunuyordu. Enva-ı edebiye arasında
bilhassa trajedi son derece-i mükemmeliyete vasıl olmuştur. Ve bunun tetkiki
insanlarla eserleri ahlak ve adat ile sanatları yekdiğerine rapteden ittihadın en parlak
bir delilini meydana çıkarır.
O zamanın trajedileri hep kibarların hoşgörecekleri surette tertip olunmuştur.
Muharrir hakikati tahaffif eder, anif ve huşuneti setr eder. Sahnede kital göstermez,
hasılı bir salonun itidal ve zerafetine alışmış bir zatın hoşuna gitmeyecek her şeyden
geri durur. Oyunda gayr-ı memul bir şey yoktur. Hatime hep evvelden hazırlanır.
Eşhas vakıanın isimleri Yunani olduğu hâlde tarz-ı telebbüsleri onyedinci asra gider.
Eşhas-ı vaka hep kral, kraliçe, prens, prenses, sefir, nazır gibi büyük adamlardır.
Hem bunlar bütün onyedinci asır adamıdır. Hepsi son derece nezaketle ve selasetle
büyük hatipler gibi söz söylerler. Trajediler kibar aleminin nefis bir tasviridir. Gothic
tarzı mimarisi gibi bu da fikr-i beşerin bir suretini pek ayanen irae eder. Bundan
dolayı yine o tarz-ı mimari gibi her tarafa intişar etmiştir. Fransızların bu adatı, bu
edebiyatı Đngiltere’ye, Đspanya’ya, Almanya’ya, Rusya’ya dahil olmuş ve taklit
edilmiştir. Bir Moskof, bir Đngiliz, bir Alman rakısını, piposunu, vahşi hayatını terk
360
edince Fransız salonlarında, Fransız kitaplarındaki adab-ı muhaşeret ve muhavereyi
öğrenirdi.
Böylece başka bir usûl tesis etti. Yavaş yavaş bu usûl Fransa hududunun
haricine çıktı. Bütün Avrupa onu azçok taklide başladı. Heyet-i içtimaiyenin bu yeni
tarz-ı tertibi sanayi makinelerinin ihtiravına, ahlak ve adatın kesb-i mülaimet
etmesine inzimam eyleyerek insanların ahval ve şerait-i hayatiyesini ve binaenaleyh
tebayıını tebdil etti. Eşya-yı müfidenin teksiri sayesinde en fakir olanlar bile iki asır
evvel en zangin olanların tedarik edemeyeceği şeylere malik oldular. Peder
evlatlarına refik, adi halk asilzadegan ile hempaye oldu.
Bunlara mukabil hırs, arzuyu cah arattı. Đnsanlar uzaktan saadeti kabil-i husul
görünce bunu kendilerine mevut bir şey gibi telakki ettiler. Birçok şeylere nail
olmakla diğer birçok şeylere daha nail olmak için esrara başladılar. Aynı zamanda
ulum-ı müspete dahil pek ziyade tefsi ederek maarif intişar ettiğinden eski kaideleri
bırakarak kendi fikirlerinin kuvvetiyle hakayık-ı aliyeye vusule kendilerini muktedir
zanneylediler. Ahlakı, mezahibi, siyaseti, her şeye mevzu-ı bahis ettiler. Her yolda –
öteye beriye başvurarak- taharriyatta bulundular.
Böyle bir hâlin efkarı üzerine büyük tesiri olacağı bedihidir. Böyle bir
zamanda herkesin nazar-ı ehemmiyet ve tevcihini celp edecek adam Röne, Faust,
Verter, Manfred gibi mükedder ve hayalperver kahramanlardır ki kalpleri doymak
bilmez, tedavi kabul etmeyecek kadar hasta, bedbahttır. Böyle bir insan iki sebeple
bahtiyar olamaz. Evvel emirde pek hassastır. En küçük kederlerden müessir olur,
latif ve ihtisasata pek ziyade ihtiyacı vardır. Refah ve rahat isterler. Eskisi gibi
terbiye görmemiş, pederinden mektepten dayak yememiş, zevat huzurunda bir sukut-
ı hizmetkarane ibrazına eskisi gibi kollarını, kılıcını istimale, hayvan üzerinde
sesyahat etmeye, fena yerlerde yatmaya mecbur olmamıştır. Bilakis huzur ve
istirahata, nezakete alışarak asabi olmuş, sehlüt tahrik bir kabiliyeti tesir peydah
etmiştir. Diğer taraftan itikadatında bir tezelzül, bir şüphe vardır. Bu dünyada
bulduğumuz derecesinde aşk, şan ve şeref, ilim ve marifet, hüküm ve nüfus onu
memnun edemez. Hevaheşlerindeki adem-i itidale nail olduğu şeylerin adem-i
kifayeti huzuzatının hiçliği inzimam edince enkaz-ı amali altında nalan ve meyus
361
kaldığı gibi muhayyilesi de kendisini bir ferda-ı saadet icat ve ira edemez. Bu hâle
alet-i asır = Mal du siêcle namı verilmiştir ki Fransa’da mefkurat ve efkâr üzerinde
elan icra-yı tahrip etmiştir.
Böyle bir hâlin bütün asar-ı sanatta hâsıl edeceği tesiratın kâaffesini
göstermeye sadedimiz müsait değildir. Bu tesiratı Şatobiryan’dan Balzac’a,
Goethe’den Byron’a varıncaya kadar Fransa’nın Almanya’nın, Đngiltere’nin,
Đtalya’nın gerek edebiyat ve gerek resim âlemlerinde pek aşikâr görülür. Fakat
bundan en çok mütehassis görünen nevi sanat-ı asrımızda fevkalade terakki etmiş
olan musikidir.
Musiki bu şarkı söylenen iki memleketten yani Đtalya ile Almanya’dan
yayılarak 1789 senesine doğru umujmileşmeye başlıyordu. Bu da pek tabii idi. Zira
demin tasvir olunan o marazi hâl-i endişenaki bundan muvaffak bir şey olamazdı.
Beethoven, Webre, Verdi gibi meşahir bestekaran bu müphem, bu namütenahip
temayyulatın, bu müffet ve refik hissiyatın piş-i itibarı alarak eser tanzim etmişlerdir.
Musikiden başka bu hizmeti hakkıyla görecek bir sanat da yoktur. Çünkü musiki bir
taraftan ihtirasat-ı felsefiyenin bilavasıta, tabii tam bir ifadesi olan feryadı az çok
taklitten vücuda gelerek bizde maddi bir tesir icrasıyla bilaihtiyar mevl-i
teveccühümüzü celbeder. O suretle ki her asabi vücudun nezaketi bu feryad ile
teakkuz eder. Bu feryatta bir aks-i seda bulur. Diğer taraftan mujsiki hiçbir vücud-ı
zihayatı taklid etmeyen münasebat-ı esvad üzerine müessis olduğundan bir ruhu
ulvinin tehayyulatı gibi gözükür. Fikirleri, şekilsiz hülyaları, her şeyi isteyen fakat
hiçbir şeyle irtibat edemeyen bir kalbin perişane-i elimane ifadeye müsaittir. Đşte
bunun için asr-ı ahirin temayyülatını okşadığı içindir ki musiki mehd-i zuhurundan
çıkar çıkmaz her tarafa intişar eylemiştir.
Taine efkar ve ahlakın hâl-i umumiyesi asar-ı sanatın tarz ve nevini tayin ve
tahdit eder, düsturunu bu dört misali tarihi ile bir kat daha izah ettikten sonra
beyanatını şu surette hülasa eder:
Evvel emirde efkar ve ahlakın bir hâl-i umumiyesi oluyor ki bu hâl o efkar ve
ahlak içinde yaşayan insanlarda bir takım ihtiyacat, istidadast ve hissiyat tevellüt
362
ediyor. Bu ihtiyacat, bu istidadat ve hissiyat kamilen bir adamda, bir ruhta tezahür
edince o ruh bir şahsiyet-i galibe yani muasırinin takdir ve tevcihini celbeden bir
numune-i kemal vücuda getiriyor. Sanat ya bu şahsi tasvire yahut bu şahsın hoşuna
gitmeye çalışıyor. Yani sanat o şahsa vabeste bulunuyor. O surette yek diğerine tabii
ve merhud dört esaslı silsile teşkil ediyor. Bunların arasında ikinci derecede mamafih
neticei tağyire sa’y bir takım sebepler doğuruyor. Binaenaleyh bir heyet-i
içtimaiyede efkar ve ahlakın hâl-i umumisi tetkik olunduğu gibi o muhit içinde
yaşayan ırkın temayülat ve iptidaiyesi de düşünülmelidir. Asrın temayülatı mühime
ve esasiyesi tetkik olunduğu gibi sanatın zamanı, zuhuru, sanatkarın hissiyat ve
hususiyeti de düşünülmelidir. Bir eser-i sanat bu veçhile tetkik ve muhakeme edilirse
hiçbir noktası nakıs bırakılmış olmaz.
Anlaşılıyor ki, bir memlekette birçok ahval-i tarihiye ve içtimaiye neticesi
olarak bizzarure vücud bulan bir hâl büsbütün ayhrı ahval-i tarihiye ve Đçtimaiyeye
malik diğer bir cemiyette aynı aynla, müimkün değil vücud bulamaz. Buna ihtimal
vermek birkaç kişinin sa’y mevhumuyla –Avrupa’nın bir ucundan bir ucunda
yaşayan- Dekadanlığın bizde tesis edebildiğini, tesis ettiğini söylemek hakaiki
basiteden ne derece gafil bulunduğuna ne müessef bir delildir.
10 Nisan 1314
Hüseyin Cahit
SF, Nu. 373, s. 132-136
363
HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 5
-Edebiyat-ı Cedide, Menşei ve Esasları
On dokuzuncu asr-ı medeniyetin en mühim keşfiyat-ı ilmiye-i esasiyeden beri
gerek âlem-i maddiyatta, gerek âlem-i maneviyatta hiçbir hadisenin birden bire
saikâ-yı tesadüfle vücut bulamayıp mutlaka evvelden beri mevcut-ı hafi, celi, büyük
küçük birtakım sabeplerin bir netice-i zaruriyesi olarak vukua geldiği hakkındaki
kanun umumidir. Bu kanunun hususuyla ulum -ı ahlakiye ve siyasiyeye tatbik-i ulum
-ı mezkurenin revişini bütün bütün tebdil ile ehemmiyetini fevkalade tezyit
eylemiştir. Tarihin, edebiyatın ve ale’l-umum sanatın vücudu izah olunmak için bir
ırkın temayülat-ı iptidaiyesinden başlanarak iklim-i münasebetiyle hadisat-ı tabiyenin
tesirinden, bu tesirat sebebiyle tevellüt eden efkâr ve ahlakın müessesat-ı diniye ve
siyasiye üzerindeki nüfuzuna kadar bilcümle vakayı bir birine rabt eden zincirin
müteaddidesi tayin ve irae olunuyor. Filhakika bir devrin vakayı-ı azime-i esasiyesi
her cihete icrâ-yı tesir etmekten hali kalmadığından bir kavmin mesela edebiyatından
bahis olunacağı zaman- ekser ciddi bir tetkik icra edilmek isteniliyorsa- zevahir-i
vakayı altında muktefi esbaba kesp ve vukuf için o kavmin tebayığ-ı mümeyizesi ile
o zamandaki ahval-i siyasiyesini, terakkiyat-ı ilmiyesini efkâr ve ahlakını, hâsılı bir
tabir-i şamil ile ‘muhit’ini izah etmek daire-i vücubdedir. Geçen makalelerimizde
asr-ı ahirin nefis-i ahirinde Fransa’da yetişen en büyük filozoflardan Hyypolite Taine
mütalaatını takiben bu noktalar arız ve amik mevzu-ı bahis edilmiş ve neticesinde bir
zamandaki efkâr ve ahlak heyet-i mecmuasının bütün sanata hâkim olduğu ispat
kılınmıştı.
Edebiyatın ale’l-umum sanatın tesadüfî, keyfi bir hal olmayıp derununda
yetiştiği heyet-i içtimaiyenin efkâr ve ahlakına merbut olacağı bu suretle
anlaşıldıktan sonra bizim edebiyatımız hakkında ortaya sürülen Sembolizm,
Dekadizm gibi isnadatın biesaslığı kendiliğinden sabit olursa da evvelki makalelerde
dermeyan edilen kaidelerin zihinlerde güzelce yerleşmesine hizmet edecek bir tatbiki
olmak üzere bu makalelerimizin edebiyat-ı hazıranın menşe-i ve esaslarını teharriye
hasrı münasip görüldü.
364
***
Tarih-i milliyemizde 1255 senesinin ehemmiyet-i medeniyesini tarife lüzum
yoktur. O sene Tanzimat-ı Hayriyenin vuku-ı ilanı her büyük milletin edvar-ı
hayatiyesinde ancak bir iki kere tesadüf olunacak tebdilat-ı esasiyeden madut olduğu
cihetle bunun neticesi olarak vücut bulan efkâr ve ahlakın hal-i umumiyesi bizde de
yeni bir heyet-i içtimaiyenin mebanisini ihzar etmiştir.
Filhakika, o zamana kadar ‘Asyalı’ sıfatını muhafaza eden bir medeniyet
icabat zamanı, zaruriyyat-ı hayatı derin etmiş olan o bülend-i himmet-i azimeyi
devletin mesai-i müşkil şikananeleriyle artık Avrupalılaştırıyordu. Bu ihtiyaç ise en
evvel cenetmekan Sultan Selim Han-ı Salis Hazretleri tarafından derin ve temsim
buyurulmuş ve henüz namevsim olmaktan dolayı bir müddet için akim kalan
teşebbüsat ıslahatperveraneleri nihayet çok geçmeden 1255 tarihinde, bir şaşa-i
ümitbahş içinde mütecelli olmuştu. Đşte milletin hak-i pürfeyiz idrakına bu tarihte
serpilen hayırkar tahammüller o ıslahat-ı icra ve tatbike memur zevat-ı aliyenin
kımıldamaz bir kitle-i mânia halindeki efkâr-ı atikeyi icabat-ı medeniyeyi kabule
sevk için ibzal ettikleri zülâl-i himmet ve gayretle neşv ü nema bularak pek az bir
zaman içinde kabiliyet-i temeddüniyemizin izhar-ı nezahetiyle riyaz-ı irfan-ı milleti
tezyin eylemişti. Vukuat-ı tarihiyede bir yandan bu devr-i intibahın inkişafına hizmet
ediyordu. Hükümet-i seniyye Macar milliyetçilerine ağuş-ı refet ve himayetini açarak
bütün ilm-i medeniyet ve insaniyetin takdirat-ı minnetgüzaresini celb ediyor, bir
nişane-i şükran olmak üzere Londra sefirimizin arabası ‘Yaşasın Türkiye’ avazeleri
arasında ahali tarafından kemal-i hürmetle çekiliyordu. Sonra 1270 seferinde bütün
âlicenap kalpler, Türklerle yan yana, bir safta döğüşmek üzere Şark’a şitaban
oluyorlardı. Pek çokları bilaihtida hizmet-i devlette kalan Macar milletçilerinin
hemen kâffesi zamanın terakkiyat-ı ilmiyesi ile tenmiye-i vicdan etmiş münevver’el-
fikir, muhibb-i terakki zevat idi. Yine böyle Hıristiyan vatandaşların hizmet-i devleti
kabulü, bu gibi zevat ile Avrupalıların ihtilat, Avrupa lisanlarını tahsil ve
memleketlerini ziyaret için vücut bulan hevahoşlar mefkûreler de bütün yeni tesirat
husüle getiriyorlar; muhsinat ve ihtiraat-ı medeniyenin memleketimize tatbiki
zihinlerde kesb-i hüner ve marifet için tecessüsler peyda ediyordu. Anlaşılıyordu ki
365
dünya bizim o vakte kadar bildiğimiz gibi değildir. Irak vadilerinden Endülüs
sahralarına pervaz eden mürg-i marifeti şimdi Avrupalılar kendilerine alıştırmışlar,
beslemişler, büyütmüşlürdir. Eğer bugün yaşamak isteniyorsa artık o ilim ve hikmeti
bulduğumuz yerden oradan, Avrupa’dan alarak milletimizin cevher-i pakine
aşılamak böylece yeni, kendi asrımıza mahsus bir heyet-i içtimaiye yetiştirmek
lazımdır. Bütün efkâr-ı münevvere ashabınca bu netice gaye-i mukaddese-i amal
ittihaz edilmişti. Ulum -ı askeriye, ulum -ı tıbbiye, hikemiyat, edebiyat, hâsılı her şey
tercüme olunuyor, gazetelerle neşrediliyor; bir darülfünun açılıyor, burada umuma
mahsus dersler, ramazan gecelerinde edebi, fenni müsamereler, konferanslar
veriliyor; Takvim-i Vakayi’de Sorbonne Darü’l-Fünün’undaki derslerin tercümesi,
ilm-i servete, ilm-i usul-i milliyeye ait kitapların tefrikaları görülüyor. Türkiyat-ı
ilmiyeyi temin için heyetler teşekkül etmiş, risaleler tesis olunmuştur. Bütün bu
mesai-i fikirlerde bir vesait peyda ediyor. Nihayet kendimizi, Türklüğümüzü,
azametimizi anlıyoruz. Bilnispe az bir himmet ile az bir zaman içinde vücuda gelmiş
terakkiyat-ı maddiye ve maneviyeden istidlal ederek bu suretle devam edecek mesai-
i müstakbelemizin bizi âli bir mertebeye sevk edeceğini hissediyoruz… Eski
zamanların o nidagar kanı bu yeni asare-i cihat ile kuvvet bularak damarlarımızda
çırpınıyor. Bütün kalpler Türklüğün azametiyle meşhun. Bütün kalpler teali-i vatan
uğrunda bir atış-ı fedakari ile meshuf işte ve ahlakın bu hal-i umumisiyle tevellüt
eden bu hissiyat, bu kabiliyet edebiyatta ‘Đslam Beyler’, ‘Akif Beyler’de ictima
ediyor. Bu numune o zamanın şahs-ı kalbidir. Yani herkesin malik olmak istediği şey
böyle hamiyetli bir kalptir. Bu ise en ziyade tiyatroda gösterilebiliyor. Bir romanın
uzun sayfaları, bir şiirin muhtac-ı talim-i dakiki, bu naşekip, bu pürgaleyan ruhlar
için tehammül olunmaz bir meşgaledir. Onlara bir iki saat içinde âlim ve cahil
herkese ta mevcudiyet-i samimelerini lerzan edecek kadar fedakârlık ile âlicenaplık
ile memlu pür ateş sahneler, manzaralar lazımdır. Eserlerde ince tahliller ruhi
tetkikler görülür. Çünkü o mebzul usare-i hayatın yetiştirdiği ruhlara bu rikkatlerin
lüzumu yoktur. Onlara kendilerinin hissedecekleri telezzüz eyleyecekleri gibi muhip
ulvi hisler yine öyle muhip ulvi pürtumturak bir üslup ile tasvir olunmalıdır ki
anlasınlar. Filhakika böyle tasvir olundu. Tarih-i edebiyatımızda misl-i görülmedik
bir bahar-ı bedayi-i fizan cuşacuş ile hadaik-i edibe bir teravet-i sermedi serpti.
Yavaş yavaş bir cereyan-ı tabii ile zaman bu ilk galeyan-ı şebaba bir devr-i kemalin
366
vereceği sükûn ve vukufu getiriyor. Nihayet ‘Talim-i Edebiyat’ bu kavaid-i cedide-i
edebiyeyi muhakeme ve tedvin ediyordu. Fakat …
Fakat sonra bir aksü’l-amel başladı. Bu bir parça garip idi. Açıktan açığa
meydana çıkacağı yerde kalın bir perde-i riyaya bürünerek Avrupa ahvalinden tenfir
ediyor, zahiren de ‘Evet, Avrupalılardan almalı; fakat iyilerini almalı!’ yolunda
suret-i haktan görülen bir hatt-ı hareketi takip ediyordu. Bir aksü’l-amel menfi bir
hareket olduğu için zaten müşmir olamaz. Bundan fazla bu zaman hadimleri içinde
bir iktidar-ı ciddi sahibi de görülmediğinden bu aksü’l-amel derinden edebiyat
namına payidar olacak bir eser kalmamıştır; belki birkaç yarım sarf, lügat kitabı
bulunur. Fakat biz edebiyattan bahsediyoruz.
Bu aksü’l-amel seyyiesiyle edebiyatıızın o ilk hızı devam edememiş hele son
seneler zarfında saha-i edebin Ekrem, Hamit imzalarından mahrum kalması
edebiyatta büyük bir boşluk açmıştı. Đşte bunun içindir ki eski devr-i feyzin asar-ı
tealisini idrak etmemiş olan şeban-ı hazıra 1312 senesinin hareket-i edebisiyle
yeniden başlayan devre-i edebiyi gördükleri zaman ferd-i meserretten şaşırdılar.
Adeta ‘Bizde edebiyat yoktu, hiç yoktu yeniden vücuda geldi!’ dediler. Hâlbuki bu
yeni gördükleri dürre-i edep bir müddet için bir an sükûn geçiren edebiyat-ı
sahihamızın ikazından ibaret idi. Bu ise bilzarure vücut bulacaktı. Çünkü ilm-i
medeniyetle ihtilatımız, münasebetimiz senin-i ahirede evelkine nispetle fevkalhat
tezayit ettiği gibi ta köylere kadar tamimine şayan-ı teşekkür bir gayretle çalışılan
nimet-i marifette tenmiye-i fikir ve vicdan ile en feyizli semarat-ı nafiasını vermeye
yüz tutmuş. Mekatib-i aleyh her türlü neşbesat-ı terakkipervareneye medar-ı istinat
evvela olabilecek bir cevher-i marifet tehyie eylemiş. Đşte efkâr ahlak ve hissiyat-ı
umumiyede husule gelen bu istidat neticesiyle bugünkü edebiyat yaşamaya
başlamıştır.
Filhakika edebiyat-ı hazıranın suret-i teşekkülü gösterilince bunu icab-ı
zamanın tehyie etmiş olduğu tecelli ediverir: 1311 sene-i rumiyesi nihayetlerinde
mekteb-i risalesi bir hafta tatilden sonra büsbütün yeni bir program dâhilinde intişar
ediyordu. En evvel şiirleri nazar-ı dikkati celp etti. Đlk nüshasındaki ‘şiir-i mahzun’
için biraz zaman evvel Tevfik Fikret Beyin riyaset-i tahririyesi altında yenileşen
367
Servet-i Fünun’un ufak bir fıkra-i takdiriyesi bu iki ceride arasında bir karabet-i
fikriyenin vücudunu gösteriyordu. Şayan-ı dikkattir ki daha bu zaman Tevfik Fikret
ve Cenap Şehabettin namları bir birince henüz gazete sütunlarında tanınmış idi. Çok
geçmeden ashab-ı iktidar bu iki ceridenin etrafında içtima ediyordu. Üstad Ekrem
bunları teşvik ve takdir ediyor, Sezai Bey, Menemenlizade Tahir Bey muavenet-i
tahririyede bulunuyorlar; Halit Ziya Bey şahsi bir maarife-i kadimeye istinaden değil
mahza tevafuk-ı meslek eseri olarak ‘Mai ve Siyah’ını Servet-i Funun’a getiriyor,
Ayın Nadir, H. Nazım, Đsmail Safa, Süleyman Nesip, Siret, Ahmet Kemal, Hüseyin
Sait, Mehmet Rauf, Rüştü Necdet, Saffeti Ziya Beyler meziyat-ı zatiye-i
edebiyeleriyle birer birer gelerek servet-i edebiyatımızı tezyit ediyorlardı. Muhtelif
noktalarda, muhtelif suretlerle yetiştikleri halde aynı fikirde itilaf eden bu zevat bir
gün evvel birbirlerinin yabancısı oldukları halde bir gün sonra rabıta-i meslekle dost
oluyor; daha sonra Đbrahim Cehdi, Hüseyin Daniş, Faik Ali imzaları da bu fihrist
gayri duran edibe inzimam ediyordu. Yine şayan-ı dikkattir ki bu zevatın kâffesi
memleketimizdeki derecat-ı tahsilin en son noktasına vasıl olmuş, umumiyetle
Fransızcaya ve ekseriyetle sair-i ecnebi lisanlarından birine de vakıf terbiyeli
zatlardır.
Đşte edebiyat-ı cedide-i hazıra böylece saika-i zaman ile hayat bulmuş. Bu
sene ‘Dekadanlar’ makale-i tariziyesinde vehim olunduğu gibi Fransız mesalik ahire-
i edebiyesinden –artık Fransa’da bile vücudu kalmamış denilebilecek kadar sönüp
geçmiş olan- Dekadizmi Türkçeye tatbik etmek isteyen birkaç gencin kesb-i
tefererrüt için düşünüp taşınıp bulmuş oldukları bir vesile-i iştihar değildir. Zaman
bunu tehi eylemiş, ufak bir vesile bu asar-ı edebiyeyi hep bir yere cem edivermiştir.
Hem bu zatların kesb-i teferrüt ve temyize hiç ihtiyaçları yoktu. Çünkü esasen bizde
yazı yazanların en iyilerinden bulunuyorlardı. Cenap Şehabettin hakkında ‘Ahmet
Mithat’ imzasıyla Tercüman-ı Hakikat sütunlarını dolduran medayıh ve ensiye henüz
unutulmadı. Halit Ziya ise –Sezai Beyefendiile birlikte- bizde romanın yegâne
müessislerinden bulunduğu için esasen kesb-i temyiz etmiş değildir. Hele Tevfik
Fikret Beyin Mekteb-i Đdadiye edebiyat sınıflarında asarı ezberletirilmesine bakılırsa
tesis-i şöhret için bir say-i garibe müracaattan müstağni olduğu anlaşılır. A. Nadir
Beyin, Đsmail Safa Beyin asarını istikbal eden alkışları ise ihtara hacet göremem. Şu
368
kadar var ki bu zatlar okuyarak, çalışarak muttasıl-ı terakki etikleri calide eski
karilerin şimdiki muterizin ve muharririn bir kısmı yine eski mevkilerinde kalmış
olduklarından sitemler, tahkirler yağmaya başladı. Bunlara en ziyade Cenap
Şehabettin hedef oluyordu. Hâlbuki aradan birkaç sene geçer geçmez bütün bu
tarizlerin hiçbir hükmü kalmadı. Mahzan tuhaflık olsun diye hiç yoktan ortaya bir
Dekadan oyuncağı çıkaran Mithat Efendi Hazretleri benim Cenap Şehabettin ve Halit
Ziya Bey gibi zatlara diyeceğim yok, ben asıl Dekadanlara itiraz ediyorum. Yolunda
bir müdafaa ile halk nazarında Dekadanlığın ser-efrazanından addolunan Halit Ziya
ve Cenap Şehabettin Beylerin liyakat-ı bahirelerini teslim ile evvelki sözlerin
hükümsüzlüğünü itiraf etmiş, Cenap Şehabettin’i tariza sermaye-i iftihar bilen Cenap
Şehabettin’e ‘embesil’ diyen gazeteciler bu şâirin eserlerini artık ‘asar-ı muhallide’
sahayifine geçirerek takdirhan olmaya başlamıştır. Bu halde şu geçen iki seneye bir
nazar-ı icmali atf edince hep o gürültülerden münakaşalardan yalnız yazılan eserlerin
payidar kalabilmiş ve o eserlerin de o ashabı için işte bir vesile-i mefharet vücuda
getirmiş olduğu meydana çıkar. Zaten fazla bir şey de iddia olunmuyordu.
Bu tarizatın esbabını muterizlerin hasetlerinden başka eskiden beri mevcut bir
menaferetin zamanımıza kadar imtidat eden halinde aramalıdır. Filhakika 1255
tarihinden itibaren Avrupa’ya doğru atılan adımlar ne kadar metin olursa sürat-i seyri
işgal edecek mevaniyle muhat idi. Hatta bu mevaninin galebesiyle biraz evvel
bahsettiğimiz aksülamel vücuda gelmiştir. Fakat melekemizdeki terakkiyat-ı ilmiye
ve fikriye bu manevi yavaş yavaş izale ederek bugünkü harekât-ı edebiyeyi teheyyi
etti. Filhakika bugünkü edebiyat, edebiyat-ı cedidenin hayrülhalefi olmaktan başka
bir şey değildir. Vakıa onun tamamen aynı addedilir. Çünkü zaman yürürken bu
kabil değildir. Mamafih o zamamandan beri bir hayli tahvilat vukua gelmekle
beraber esas değişmemiştir. Avrupadan istifade işte udebâ-yı cedidemizin en esaslı,
en şumüllü rabıta-ı itilafı bu noktadadır. Avrupa’yı doğrudan doğruya taklit değildir,
Avrupa’yı yalnız bütün ilm-i insaniyete kabil-i tatbık kavaid-i umumiye alınacak;
sonra bunlar zamanımıza, mekânımıza, istidadımıza göre bizden milli semereler
husüle getirecektir. Mesela sanat nedir, bundan kaideleri nedir. Avrupa meşahir-i
üdebası ne suretle çalışmıştır, ne yapmak iştemişlerdir, ne suretle hareket ettikleri
zaman muvaffak olmuşlardır? Đşte buraları görülerek, gösterilerek ulum ve fünun
369
terakkiyat-ı milli dairesinde bu terrakiyat bizde de husüle gelecektir. Yoksa ecnebi
bir edebiyatını, doğrudan doğruya taklit ile hiçbir netice hâsıl olamayacağını ele
geçen en sade bir bedayi kitabı bile anlatır.
***
Ebediyat-ı cedide-i hazıranın terakki ve tevsiine karşı gösterilen
memanietlerden bahsolunduğu sırada garip bir simâ-yı edebiyeyi, Paris muhabiri Ali
Kemal Beyi unutmak kabil olmuyor. Ali Kemal Bey bir iki seneden beri muharrirat-ı
muhtelifesini ikdam sütunlarından halka kemal-i zevk ile okutuyor. Bu bapta ihtiyar
ettiği tarz-ı hareketi takdir etmemek elden gelmez. Aynı bir noktada, aynı bir fikirde
sebatın muceb-i kemal olacağı, asıl, maksat ise ikdam karilerini yormadan gazete
münderecatının tamim-i kavaidine çalışmak olduğu cihetle Ali Kemal Bey tabi
bunun külfetinden vareste kalmıştır. Bugün edebiyat-ı hakikiye derslerini tercüme
etmiş, yarın bu himmetini ret ve inkâr ederek bize ciddiyetle, tarih ile, ulum , ve
fünun ile yalnız bunlara tuvalin lüzumundan bahs ederek ertesi gün hayat kırıntılarını
dökmüş, sonra refref hayallerle, günde binlere, dakikada saniyede birlere düşmüştür.
Arada bir -adetçe kısır olan bir sınıf karinin hüsn-i teveccühünü celb için garb
hayatından, edebiyatı cedidemizin fenalığından şikâyet etmeyi de unutmamıştır.
Fakat hüsn-i teveccüh celp etmesin, bir şöhret-i sehile istihsalıyla yazılarına mahreç
tedarik eylemek ihtiyacı düşünülecek olursa bu mazur görülür. Hususa ki Ali Kemal
Beyin yazılarında Fransız gazeteleri Đstanbul Đkdam muhaberatından daha çabuk
gelmese idi Fransızca bilenler de Paris muhaberatını okuyabilirlerdi, Ali Kemal Bey
yazdıklarını okutmak şerefine de şiddetle vakıftır. Bunun içindir ki bir vakıa-i
mühimme-i edebiyeden veya saireden bahs ederken bu tafsilatı gazetelerden tercüme
ettiğini söyleyecek yerde oralara, rana matra buram buram, ziba ifadeleriyle -kendisi
gidip görmüş gibi- kangal kangal yazar ki bu mevzu-ı bahis olan mesaileş kaileleri
nazarında merak çalıp, bir renk verir. Đcabı halinde –artık gazetenin mesleğine göre
mesela Emil Zola’yı metheder. Bunun “Jurnal”gazetesinde Pol Borjo tarafından
yazılmış bir makale kariince ehemmiyetten arî tutulacağına vakıf olduğu için iki
seneden beri kariler indinde kesb ettiği nüfuz ve itimada güvenerek birkaç Arapça
370
beyit ile karıştırıp Türkçeye mahirane naklediverir, Ali Kemal Beyden sadır olacak
mütalât, şu izahatten sonra, artık kimseye garip gelmez zannederim.
12 Nisan 1314
Hüseyin Cahit
SF Nu. 376, s. 183-186
371
HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 6
-On Dokuzuncu Asrın Temayülat-ı Ruhiyesi
Dekadizm-Sembolizm
Edebiyatın ve alelumum sanatın derununda yetiştiği heyet-i içtimaiyenin
efkâr ve ahlakından tesiryab-ı husül olduğu bahsini terk etmeden evvel Fransa’daki
Dekadizm ve Sembolizm mesleklerinin suret-i zuhurunu teşrih ve izah etmeyi
münasip gördüm. Çünkü edebiyat-ı hazıramızla bu meslekler arasında bir irtibat
bulunduğu iddia edilememektedir. Geçen makalede edebiyat-ı cedidenin menşei ve
esasları heyet-i içtimaiyemizin tahvilat-ı medeniyesinde taharri olunduğu gibi bu
Dekadizm ve Sembolizm fikirlerini de Fransızların ahlak ve adatından aramak iktiza
ediyor. [*]195
Fransa’da 1789 vakası asar-ı maziye ile asar-ı hazıra beyninde dehşetli bir
uçurum açmıştır. Bir devrin vakıa-ı azamiyesi, merakiz-i cereyanına uğrayan her
şeye vasi ve kati bir tesir ihra eder. Bunun için o esnada heyet-i içtimaiyenin
tehavvülü edebiyatın da revişini tebdil etmiştir. Racine ve Voltaire makalelerinin
tiyatroyu, şiiri, romanı düşürdükleri dereke-i sefileden kurtarıp çıkarmak için
siyasiyatta olduğu kadar edebiyatta da kati bir teşebbüs lüzumu tebeyyün eylemiştir.
Heyet-i içtimaiyenin bu tehavvülü birçok kahramane muharebelerin, vakıa ırkların
ihtilatı neticesi olarak birtakım yeni ruhlar vücut bulmuştu. Bunlar tebliğ-i hissiyat
için yeni bir lisana ihtiyaç duydular. Çünkü on sekizinci asrın nazik, naif salon
edebiyatı bunlara kifayet edemiyordu. 1789 facialarının tesir-i altında kuvvet bulan o
faal asar-ı hayatın yetiştirdiği amade-i savlet, ateşin fikirler için yeni vasi ufuklar
iktiza ediyordu. En evvel Şatobiryan mazi ile hâli telif etmek istedi. Batı-yı cedide
edvar-ı atikenin güzel, azametli şeylerini hikâye etti. Diğer taraftan Madam Dösanel
de Fransızları Alman edebiyatına alıştırarak Romantizm’in esasını vaz ediyordu.
Bedayi-i tabiat, servet-i mütenevvia-i icat muvacehesinde tevellit eden tesirler o ana
kadar Fransız edebiyatında pek cüzi bir mevki işgal etmişti. Fazla olarak on yedinci
195 Mütalaat-ı atiyenin en mühim kısımları Paul Buudget’in ‘Ahval-i Ruhiye-i Muasırın Hakkında
Tecarib-i Kalemiye’ ve ‘Yeni Tecarib-i Kalemiye’ namındaki eserlerinden iktitaf edildiği gibi aksam-ı sairesi için de Larousse Ansiklopedisi ile Leon Döşan, Adolf Brison, Lui Dösenjök ve Adolf Rote’nin risail-i muhtelifedeki makalelerine müracaat olunmuştur.
372
asır üstatlarının bahsettikleri birtakım cihetler daha vardı ki bunlar muhayyilenin en
mail heva ve hoş bir kısmından tevellüt eder. Muhakeme bunları kabul edebilmek
için müsamahaya mecbur olur. Mamafih nakabil tarif bir halâvet-i hafiye irae eden
bu tehayyülat ile tahziz-i ruh etmekte yine bir haz bulunur. Đşte Romantizm bu ana
kadar samit duran bu o nar-ı meçhulu ihtizaza getirecekti.
Bu suretle bin sekiz yüz yirmi gençlerinin kendi hikâyâtlarına göre tesis
ettikleri gaye-i hayaliye=idealde en evvel nazar-ı dikkate çarpan nokta uzak ve
ecnebi memleketlerden bahsetmek iptilası oldu. Fransız lisanına şimal, cenup ve
mahal-i saire muhayyilatını ithal etmeye tecrübe ettiler. On dokuzuncu asrın
bedayetinde muhacerat, muharebe ve saire sevkiyle Fransızlar memalik-i ecnebiyeyi
görerek oralarda tahvil-i müddet kalmışlar. Bu memleketlerin lisanlarını,
edebiyatlarını öğrenişlerdi. Birçok kereler tekrar tadil edilen bu tecrübeden sonraları
şu müşevveş on dokuzuncu asra mahsus fikr-i muaheze çıkacaktır. O vakitler yalnız
şurası anlaşılıyordu ki hayatı kendi telakki ettiğimiz gibi telakki etmeye herkesi icbar
edemeyiz. Her ne kadar yekdiğerine mebayin olsa bile hülyâ-yı hayatı tahayyül
etmenin birçok sur-ı meşruiyesi vardır. Hâsılı her şey nispidir. Romantizm bu
hakikatin ilk tefhimidir. Romantikler mütebayin medeniyetler tasvir ederler, bunlara
hulüle çalışırlardı. Eski Roma’nın adetlerini hissiyatlarını göz önüne getirmek, bu
ahlâklarla tehalluk etmek. Bu ruhlara malik olmak isterlerdi.
Hayalinde böyle amal besleyen adamın hayat-ı hakikiyede birçok acılara
tesadüf edeceği şüphesizdir. Çünkü ezmine-i cedidede herkesin hayatı hemen o kadar
sade, o kadar gürültüsüz cereyan eder ki bunların içinde vakıa-i mühimme itlak
olunabilecek bir hâle ender tesadüf olunur. Hayatını –kurun-ı vasıtadaki gibi-
birtakım mühim vakıalara karışık hadiseler arasında güzarını bekleyen adam, gittikçe
şiddet ve merareti aranan bir intizardan başka bir şey bulamaz. Bundan başka öyle
daima amik, mebzul ihtisaslar hakikatin hilafındadır. Bir insan mademelemir bir
aşka, bir hicrana bent olup kalamaz. Böyle ümitlere kapılanlar bilahere amal-i
şebabın kuru bir hülyadan ibaret kaldığını görmekle müteellim olurlar. Nasıl ki
olmuşlardır; çünkü ‘Maldö Siyefil’ namı verilen afet-i maneviye bu Romantizm’in
yadigârıdır. Bunun sebebi şu cümle ile hülasa olunabilir: ‘Bizdeki kuvvet ve iktidar
373
mahduttur. Birtakım esbabı hariciye vardır ki onların elinde zebun-ı baziçeyiz. ’ Đşte
burada nikbinlik ile bedbinlik beynindeki menazıanın esasına temas etmiş oluyoruz.
Filhakika bizim hüsn-i niyet ve arzumuz ulvi ve kati bir münasebet ve talikten arî
kalıyor ve bütün beşeriyetin mesaisi nakabil-i ictinap iflasa müncir oluyorsa o hâlde
hayatı bir kâbus leması hâlinde menhoş, meşum bir muzhike suretinde görmemek
nasıl kabil olur? Biçare Romantikler, hayattan hayatın veremeyeceği birtakım
mütalaatta bulunarak bunda ısrar ettiklerinden naşidir ki bu hüzün ve melale
düşmüşlerdir.
Bir asrın enkazı altından çıkan bu taze, parlak âlem az zaman içinde eskisi
kadar ihtiyarlıyordu. Tatbik edilmek istenilen muhtelif usül-i içtimaiyenin adem-i
kifayetini 1848 vukuatı ispat etmişti. Edebiyat cihetinde de Romantizm mevaid-i
tevdidatı ifa edemeyerek veremler, hüzünler, acılar içinde malup şâirler hep birer
birer çekiliyordu. Bu parlak zamanın faaliyet-i edebiyesi ile beraber yaşayan
Spiritüalizm felsefesini sunmuş. Hâsılı bu lema-i nev her tarafta kararmıştı. Mamafih
bu enkaz arasında yetişen bir nihal-i feyzdar, ulum ve fünun bu sahrâ-yı amiyete
hayat nisar olmakta devam ediyordu. Yalnız o, yalnız ulum ve fünun kimseyi
aldatmamıştı. Asr-ı hazırın nısf-ı evvelinde, cihad-ı sairedeki teşebbüsatın nasıl
makrun-ı hiçi olduğunu gören bir insan ulum ve fünunun o zamanda kesp ettiği tevsi
ve inkişafa karşı bir meyl-i takdirkarane beslemekten kendisini men edemez. Ulum
ve fünunun bu müsemmeriyet-i harikasına hayran olanlar terakkiyat-ı vakıanın
sebebini aradılar, gördüler ki bütün o netayic-i müfide usül ve tecrübiyenin tatbiki
sayesinde husüle gelebilmiştir. Birçok vakaları ayrı ayrı tetkik ile hepsinden bir
netice çıkarmak demektir. Binaenaleyh tabiidir ki usul-i tecrübiyenin faidesini takdir
ile ona prestij edenler ona en ufak vakaları nazar-ı ehemmiyet ve itibara alacaklardır.
Filhakika 1850 tarihinden sonra romanlardaki, tiyatrolardaki kahramanlar öyle her
daim melul ve mahzun olmaktan kurtularak yerlerine haşin ve vakaya ehemmiyet
verir adamlar kaim olur. Zaten Fransız heyet-i içtimaiyesinin her tarafında bu hâl
caridir. En yukarıda ikinci imparatorluk artık ölmüş bitmiş bir vaka, bir emr-i vakıa
üzerine istinat ederek tali etmektedir. En aşağıda ashab-ı amalin amali hep
muvaffakiyete, istifâ-yı ser-i huzuzane, servet ve ihtişama müteveccihtir. Siyasiyatta
374
bir gaye-i ulviye-i hayaliye hiç mevzu-ı bahis değildir. Đdealizm edebiyatta da
mağluptur. Artık o ateşin ifadeler yerine tetkik müşahede usulü kaim oluyor.
Tedrisatı umumiye, ulum ve fünunun edebiyata galibesini temin-i mukaddısına göre
tensik edilmiştir. Đkinci imparatorluğun böyle –Realizm ile beraber- saha-i tarihe
duhulünde en büyük temaşanüvisi Duma Zade, en büyük feylesofu Hippolyte
Taine’dir.
Artık ‘alet-i asır’ unutulmuş, bitmiş gitmiş zannolunuyordu. Fakat o
mahvolmuyor, biraz sonra ismini değiştirmiş, bedbinlik namını takınmış olduğu
hâlde arz-ı vücut için gizli gizli icrâ-yı tesir eyliyordu. Yeni eserlerin ifadeleri
değişmiş, esası tehavvül etmişti. Yaşamaktan usanmak, sa’y ve amelin zımnında bir
fikir-i nahut ve enaniyete mündemiç olmak. Bu öyle ani bir meyl ve taklit hevesi
değildir. Sadece Şopenhaver’ın tesiri demekle de iş bitmez. Çünkü biz insanlar
esasını kendimiz de taşımadığımız efkâr ve mesaliki kabul etmeyiz. On yedinci
asırdakilerin kavi bir mesleği vardı. On sekizinci asırda Voltaire’nin açtığı cidale
iştirak edenler de hiç olmazsa batılı mahve uğraştıklarına emin, mütmain idiler.
Hâlbuki Fransa’da şimdi böyle değildir. Nikat-ı nazar o kadar teksir olunmuş,
teşrihat o kadar inceleştirilmiştir ki nihayet meslek varsa hepsinin de doğru olduğuna
kanaat gelmiş tabiat-ı beşere ve kâinata ait mesalik-i mütezadede bile bir ruh-ı
hakikatin ihtifa ettiğine hükmolunmuştur. Bunların hepsini telif edebilecek bir
faraziye dahi bulunamadığından mütefekkirlerin arasında misli görülmemiş bir
karışıklık vücut bulmuş, dehşetli bir şüphe tevellüt etmiştir. Đnsanların bu
şüphelerinden bile şüphe etmeleri birtakım manevi maluliyetleri, ihtiyar ve iradenin
zayıflığını intaç eder. O hâlde bu şetaret ve neşenin ortadan kalkmasına hayata
cesaretle göğüs gerebilecek yerde ‘Neye iyi?’, ‘Adam sen de!’ fikirlerinin meydan
almasına birtakım esbab-ı amika teharri etmeliyiz. Fakat bundan evvel Realizm
mesleğinin nasıl bir esas-ı istinat arayacak, görecek olursak, o teharririmizden ne
hazin ve azapbahş bir netice çıkacağı tahmininde tereddüt etmeyiz.
Realizm tetkik ve müşahede üzerine müessistir. Tetkik ve müşahede etmek
hayat-ı lakaydaneden çıkarak mülahaza ve tenkide girmek demektir. Bu meyelan ise
sevk-i tabiyenin tenakuzuna bir delil-i katidir. Kuvvetlerimizden birinin tenakusuna
375
mutlaka bir keder-i tevafuk edeceğinden demek ki tetkik ve müşahede bu sebeple
kati bir sebeb-i hüzün ve elemdir. Zevk-i tetkik ve müşahede insanda ümitler
azalmaya başladığı vakit vücut bulur. Mütehalikaya yaşayan bir genç adama
ihtisasat-ı zatiyesi kifayet eyler. Bu ihtisasat o kadar devam ile takip eder ki
tafsilatını tetkike vakti kalmaz. Bu şedit heyecanlar kurumaya, istidat-ı saadet
zayıflaşmaya başladığı vakit, fikr-i tahlil galebesini hissettirir ve çok geçmeden bir
sebeb-i felaket olur kalır. Çünkü gerek kendisini gerek etrafını tetkik ederken o kadar
fena hodperestlikler, o kadar kaderane vicdan cinayetleri görür ki bunların nefsine
verdiği rahatsızlık hoşnutsuzluk gittikçe artar. Bir insanı tetkik etmek amalimizle
mesaimiz, intizarımızla eserlerimiz, iddialarımızla adem-i liyakatımız beynindeki
ihtilaf-ı esasiyi kendi kendimize ispat etmek değil midir? Böyle bir sayin nihayeti
bedbinliğe müncir olursa bunda şayan-ı hayret ne vardır?
Diğer taraftan ulum ve fünun, dilenatizm zamanımızda tarz-ı telakkisine göre
aşk, usul-ı idare-i avam gibi heyet-i içtimaiye dâhilindeki esbab-ı esasiye bedbinliği
vücuda getirmeye, idame ve tevsi etmeye çalışıyor. Efkâr ve ahlak-ı umumiyede
görülen bu bedbinliğin asar-ı Fransız edebiyatını da taht-ı hükmüne alıyor.
Ulum ve fünunun netayic-i müfide-i maddiyesi inkâr olunamaz. Fakat bir
netice olmaksızın taharri-i hakayık yolunda sarf olunan mesai-i azimiyenin nihayeti
bir inkâr-ı felsefiye müncir olursa bu ulum ve fünun ne kadar pahalıya mal olmuş
olur. Hadisat arkasındaki esbabın –şimdiki usulüyle- tefrik ve tayinden aciz
bulunduğunu itirafta maztar kalan ulum ve fünun ruha bir tamme-i meraret, bir
şerbet-i memattan başka ne gıda getiriyor? Hep fikr-i tecrübî ve maheza kariyi tevsi
ediyor. Bir derecedeki beşer mesai-i hayatiyede evvelki gibi cesur ve pürneşe
devama gayr-ı muktedir bulunuyor. Şahsiyet, takdire karşı sabit-i kadem olmak
isteyenlerin bu en birinci fazileti bu her taraftan kuşatılmış, istila edilmiştir. Gittikçe
kalabalıklaşan heyet-i içtimaiyede bir yandan menbeatı teksir ile meşgul. Servetin
birden bire tezayidi, sefahatin o tantanaları ve saire biçareleri birtakım fena
meyillerle ihata ediyor. Nihayet her türlü kazayih ve fezailin esbab-ı münferidesi
vukuat ve tesadüfat-ı güniyeden ibaret kalıyor. Đşte ulum ve fünun determinizm
felsefesini tamim suretiyle, bu zaafı intaç etmiştir.
376
Ulum ve fünun edebiyatı icrâ-yı nüfuza başlayınca tabiat-ı beşeriye olduğu
gibi, sefil gösterilmiş insanlar tesadüfen ezici sıkletleri altında aciz ve malup tasvir
olunmuştur. Bundan başka hayat-ı şahsiyemiz birtakım esbab-ı hariciyenin neticesi
gibi terakki olunduğuna göre, eğer her şey evvelden mevcut sebeplerin bir
neticesinden, eğer hayatı şu tarz-ı telakkimiz namütenahi birtakım esbabın sevkinden
ibaret ise, beşeriyet üzerini bir dehşet-i samitane ile basan bu azim, bu nakabil-i
mikyas kuvvetlere karşı insanın hiç hükmünde kaldığı nasıl hissolunmaz?
Ya bu melal insanı nerelere sevk etmiş, izale-i rehavet için ne kadar cali
ihtiraslar icadına mecbur eylemiştir. Bunların içinde en mühimi Dilenatizm ile
koleksiyon merakıdır. Sonra bu da bir menba-ı ıstırap kesilmiştir. Zira insan
teheyyücat-ı sanatkâranesi fevkalade tezyit etmekle cümle-i asabiyesindeki nezaketi
son dereceye isal eder. Dimağ bütün bedenin vezaifine galebe eyler. Tesiratımızın
kuvvetimizi tecavüz etmesinden ibaret bir muvazenet olan sıhhati bittabi bozulur. Bu
Dilenatim namefruşane kadar intizar ederek ‘biblo’ ihtira olunmuştur. Biblo, bu
küçük asar-ı sanat kırıntısı, endişenak bir devrin kesb-i nezaket etmiş bir merakıdır.
Çünkü yorgun nazarlara hoş, küçük, garip şeyler lazımdır. Kisse-i servetleri öyle
aksâ-yı şarkın öyle nadide bir tuhafiyesini, Rönesans devrinin zarif bir yadigârını,
hâsılı bütün bu hurda, karın doyurmaz ufak tefekleri iştiraya müsait olmayan adamlar
bile o meraka kapılıyorlar. Taklit bu ihtiras-ı umuminin imdadına şifayap oluyor:
Biblo her yerde biblo!
Fikr-i tahlil ve muahezenin tevsi-i insan için en tatlı hülyalardan madut olan
aşkı da duçar-ı tezelzül ederek kalplerde bunun için bir adem-i iktidar hâsıl eder. Bir
taraftan amal-i şebabımız sevdiğimiz kadını münhasıran kendi pirestidemiz görmek
istediği hâlde diğer taraftan fikr-i tahlilden mütevellit bir tecessüsle görür. Anlarız ki
bu kadın layenkati duçar-ı elem olan bir uzviyetin en hakir icabatına bile tabi, zayıf
bir mahluktur. Bu kadar ümitlerin tehayyüllerin zir ü zeber oluşuna insan kolay kolay
tahammül edemez. Müstağrak-ı nefret olur. Fikr-i tahlil ise işinde devam ederek
kadının maheza öyle zayıf ve hakir olmasından dolayı birçok tezatlarla dolu, methul,
çilekar olduğunu keşfeder. Ondan itimadı selb eyler. O zaman, kalbin bir itimad-ı
nam ile teslimiyet-i kamilesinden ibaret olan muhabbet ortadan kalkar. Fikr-i tahlilin
377
bu tahribine sefahatin, zaman hakkında tecaribin kesreti de inzimam edince bir buse
de namütenahi tahassüsat bulmaya bizi sevk eden iki kuvvetin ikisi de mahv olmuş
olur. Kalbimizdeki gaye-i ulviyeyi fikri tahlil oldurmuştu, müştehiyat-ı nefsaniyeden
neşet eden hevaheşi de hayat-ı sefihane söndürmüştür. Görülür ki bir kadın ne kadar
cazibedar olursa olsun mutlaka bir muadile maliktir. Hiçbir sergüzeşt muadilsiz,
hiçbir neşve ferdasız değildir. Kadınlar bizi saikâ-yı tesadüfle severler. Biz
olmasaydık başkalarını seveceklerdi. Hâsılı Fransa fikr-i tahlil ve muahezenin
efradından edebiyatın çokluğundan ulum ve fünunun kesretinden medeniyetten
hastadır. Bunun asar-ı edebiyedeki neticesini gören saf diller, murailer edebiyat fena
derler. Edebiyat-ı fena, edebiyat mariz değil, asıl fena olan, mariz olan heyet-i
içtimaiyedir. Hem de ne heyet-i içtimaiye! Bir bahr-i huruşan ki telatam-ı amiyanesi
arasında herkes kendi hesabı arkasından galtan oluyor. Usul-ı idare-i avam
yeknazarda ashab-ı ehliyet için pek müsait bir muhit gibi görünür. Çünkü her türlü
mesaiyi, her kapıyı küşade gösterir. Fakat böyle olmakla o şedit kanun rekabeti
derece-i ifrata isal eder. Ali bir tedris ise efkâr-ı avamın şekl-i tabiisi olan şiddetli bir
hevahoş-ı tarafgiraneye salık olamayacak kadar ince düşünce-i zevat yetiştirdiğinden
bunların istidatı inkişaf edemez. Bu cereyan-ı ahvale uzaktan nikran olan zevat-ı
muktediranın iktidar-ı mütevassıta ashabını nail-i muzafferiyet oluyor. Görmeleri
kendilerinde bir infial husule getirir. Bundan bir tecrit bir inizal çıkar. Sanatkârlar bu
yalnızlıklarını hissederek eserlerinin filhal hâsıl edeceği tesirden artık endişe
etmezler. Đnceleşmiş fikirlerinin, rakik cümlelerinin akılsız, kaba, anif telakki
ettikleri halk üzerinde ne tesir hâsıl edeceğini düşünmezer bile. ‘Muharirliğin gayesi
isar-ı müstakbelenin arâ-yı umumiyesi önünde daimi bir namzet-i safvetini muhafaza
etmeyi düşünmek midir? Yakında bir zaman gelecek ki insanların hatıraları artık bu
kadar kitapların isimlerini ihata edemeyecek. Đştihar-ı ebedi hülyalarıyla muharir
kendi tehayyülat-ı samimiyesinden kâmilen veya kısmnn niçin feragat etmeli.
Đstediği gibi yazar, kendisini isteyenler okur. Bu kifayet etmez mi? En samimi, en
hususi, en şahsi bir parçayı başkaları için neden feda etmeli?’ derler.
Fransa’nın şu icmal ettiğimiz devri şüphesiz bir Dekadanist hâli, bir devr-i
inhitattır. ‘Đnhitat’ tabiriyle hayat-ı müşterekenin amal ve mesaisine gayr-ı Salih
birtakım insanlar yetiştiren bir heyet-i içtimaiye kast olunur. Heyet-i içtimaiye bir
378
uzviyete pek müşabihtir. Adeta bir uzviyet gibi küçük birtakım uzviyetlere, bunlarda
bir sürü hücrelere inkisam eder. Uzviyet-i içtimaiyenin hücresi ‘şahıs’tır. Uzviyet-i
kamilenin gayret ve faaliyet ile if-yı vazife etmesi bunu terkip eden uzviyetlerin bu
uzviyatın hüsn-i suretle ifa-yı vazife etmeleri de onları terkip eden hücrelerin kemal-i
mütabiat ve gayret ile vazifelerini görmelerine vabestedir. Eğer hücrelerin gayreti
hep aynı neticeye masruf olmayıp da kesb-i inkirat ve istiklal ediverecek olursa,
aheng-i umumi duçar-ı inhilal olur. Ve bu suretle tesis eden karışıklık umumun
inhitatına intaç eder. Uzviyet-i içtimaiyede bu kanunun tesir-i ahkâmından
kurtulamaz. Hayat-ı şahsiye ifrada vardırılınca heyet-i içtimaiye devr-i inhitata girer.
Đşte Fransa’da 1883 senesinden sonra zebanzet olmaya başlayan Dekadizm ve
Sembolizm edebiyatları böyle bir heyet-i içtimaiye içinde yetiştiği için Dekadan
olmuştur. Edebiyat-ı Cedidemiz ile bunlar arasında ne münasebet tasavvur olunabilir
ki birisi yeni gençleşmiş, kuvvetlenmiş, müsteid-i terakki bir heyet-i içtimaiye
dâhilinde yani bizde tevellüt ettiği hâlde diğeri Fransa’nın yukarıdan beri icmal
ettiğimiz bir asırlık ahval-i içtimaiye ve ruhiyesinin neticesi olarak orada zuhur
etmiştir. Böyle bir edebiyat taklit olunur mu? Niçin ve ne faide mülahazasıyla?
Bizim edebiyata Dekadan demek heyet-i içtimaiyemiz dekanist demek hâlinde olur.
Her Dekadanist hâlinde bulunan heyet-i içtimaiyenin edebiyatına –o hâle nispetle-
Dekadan denilebilir. Fakat bu Dekadanlık yine Fransa’daki dekadizmin taklidi
olmaz. Hangi heyet-i içtimaiye içerisinde ise ona mahsus bir dekadizm olur.
Hem esasen Fransa’daki Dekadizm ve Sembolizm meslek-i hakikiyyuna karşı
bir aksü’l-amel idi. Bu aksü’l-amelde yine efkâr ve ahlak-ı umumiyedeki tehavvül
vücuda getirmiş yani efkâr ve ahlak-ı umumiyenin edebiyattaki tesiri Dekadizm ve
Sembolizm tarzında zuhura gelmişti. Her yerde olduğu gibi Fransa’da da nazar-ı
hoşnut ile görülmeyen müceddidin sanata 1883 senesinde kasd-ı tezyif ile Dekadan
denildi. Sonra bunu bazıları ciddileştirerek hakikaten bir Dekadan mektebi varmış
gibi telakki ettiler. Çok geçmeden ‘Dekadan’ namıyla bir de gazete tesis olundu.
Sermuharriri Anatol Baju bu mektebin nazariyesini ilan etti. Dekadanlar hayatı, kalbi
müşkafane tetkik ve tahlil etmişler, her şey hakkında kendilerine mahsus birer fikir
edinmişler imiş. Hepsi malum birer meslek-i edebiyeye tilmiz yazılmaktan ise yeni
379
bir gaye-i hayali teshiri için kendi hesaplarına yola çıkmışlar imiş. Görülüyor ki bu,
fikri şahsiyetin efradından başka bir şey değildir. Realizm fikr-i şahsiyeti tahlil
ediyordu. Aksülamel onu ifrada çıkarmak için uğraştı. Az zaman onra bunlardan
hiçbir eser kalmadı, hepsi bitti.
Sonra 1886 senesine doğru Sembolistlerden bahsolunmaya başlandı.
Sembolistler meslek-i hakikiyyuna muhalif olarak tabiatı tetkik edecekleri yerde cali
şeylerle zihinlerini doldurdular. Herkesin kendi şahsiyetine göre yazı yazmasını
garabetperestlik ile tefsir ederek hissiyat-ı nadireyi gayr-ı müstamel eşkâl ile ifadeye
kalkıştılar. Hadd-i zatında pek güzel birer alet olan evzan ve kavafe-i cedideyi
suistimal eylediler. Bunların eserleri altınlar, kiymettar taşlar, kâşaneler, kraliçelerle
malamaldir. Heyet-i hazıra-i medeniye kendilerine o kadar fena görünür ki ıslah için
hatta tahrip için bile onu öğrenmek istemezler. Hayallerinde, kendi âlemlerinde
yaşarlar. Esasen fikirlerinde hiss-i dindarane mündemictir. Teofil Gutiye’nin:
‘Zikıymet taşlar, yüzük bilezik hâline girmeden evvel de haiz-i kıymet oldukları gibi
kelimeler dahi nazar-ı şâirde ifade ettikleri mana haricinde bizzat bir hüsne, bir
kıymete maliktir. Pırlanta, safir, yakut, zümrüt ayarında kelimeler vardır.
Birtakımları da istimal etmeyi bilenin elinde fosfor gibi parlar…’ yolundaki latifesini
suistimal ederek kelimelerde harflerde renk, koku aramaya kadar vardılar! Bugün
Sembolizmin de o ehemmiyet-i aniyesi geçmiştir. Ortada bir Stefan Mallermee ile
birkaç ehemmiyetsiz muharrir var. Ashab-ı iktidar hep işin içinden çekilmiş,
ayrılmıştır. Beş on sene âlem-i edebiyatı kaplayan bu leyl-i garabetin sonunda şimdi
‘Naturizm’ mesleği birçok muvaid-i kafiye ile yirminci asrın işa-i fecr-i nev-i
inkilabı altında yaşamaya başlıyor. Fakat Fransızların bu yeni hareket-i edebiyesi
hakkında bir hüküm vermek, bir mütalaa beyan edebilmek için ortaya ciddi eserler
çıkmasına intizar lazımdır.
15 Mayıs 1314
Hüseyin Cahit
SF, Nu. 377, s. 194-198
380
HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 7
Bir eser-i edebiyenin kıymeti havi olduğu vesaik-i beşeriyenin miktarıyla
mukayase olunur.
Hyppolite Taine
Hikmet-i bedayie dair yazdığımız makaleleri hülasa etmek istersek şimdiye
kadar şu fikri izah ve ispat olduğumuzu görürüz. Mahsulât-ı fikr-i beşeri, mahsulât-ı
tabiiye gibi nazar-ı mülahazaya almalıdır.
Şu hükmün derece-i ehemmiyeti, netayic-i azimesi yeknazarda hakkıyla
takdir olunamayacağı için bu nokta üzerinde biraz tevkifle bundan Fransız
edebiyatınca ne tesir hâsıl olduğunu görmek lazım gelir. En evvel bilmeli ki bu
nokta-i nazardan tarz-ı telakki yalnız eser-i edebiye inhisar ile kalmaz, ahval-i
içtimaiye-i beşeriyenin kâffesine şamil olur. Her iklimin ayrı ayrı mahsulât-ı tabiyesi
olduğu gibi her iklimin ayrı ayrı müessesat-ı içtimaiyesi mevcut olmak, her iklimde
mezahip ve ahlak ayrı ayrı tevzi edilmek zaruri bulunur. Binaenaleyh bir heyet-i
içtimaiye dâhilinde tesadüf olunmayan bir şeyi diğer bir heyet-i içtimaiye dâhilinde
görmekle derhâl fenalığına yahut iyiliğine hükmetmek hiç doğru olamaz. Onların
niçin o yolda vücuda gelmiş olduklarını tetkik ile hikmete kesb-i vukuf etmeli ve
kabil ise o vukuftan bir ibret çıkarmalıdır. Zaten bu gibi ahvalde iyilik, fenalık
tabirlerinin hükmü kalmaz. Đngilizler kendi memleketlerinde cari olan vahdet-i
izdivac usülünü müstamerelerinin birinde fırıncı kabilesi nezdinde tabike
kalkışmışlardı. Kabile-i mezkure efradı arasında evvelce fuhşa hiç tesadüf
olunmadığı hâlde bu usülün tatbiki ile beraber fuhşiyat da görülmeye başlandığını
geçende ‘Merkor dö Franz’ yazıyordu. Đşte Đngiltere için ihtimal ki pek iyi olan bu
usül Fransızlar için hiç de iyi olmamıştır. Kavanin-i ecnebiyenin bir memlekete
aynen ithali böyle akim ve hatta muzır neticeler verir. Malumdur ki bir kanunun
kıymeti, heyet-i içtimaiye efradının o kanuna meyl-i inkiyadı nisbetinde tezayüt eder.
Hâlbuki bu meyl-i inkiyat o kanunun istidat ve ihtiyacat-ı efrada tevafikiyle hâsıl
olur. Muhtelif iklimlerde perverşiyap olmuş efradın ihtiyacat ve kabiliyatında
mübayenet bulunmak ise tabii olduğundan bir kavmin kanunu diğer kavimde hüsn-i
381
tesir hâsıl edememek zaruridir. Meğerki saikâ-yı tesadüfle bir zamanda aralarında
tevafuk-ı hissiyat mevcut ola.
Bu gibi tafsilat-ı hikmet-i içtimaiye mübahesine terk ederek biz bu fikrin
sanata ve bilhassa edebiyata tesirini tetkik edelim. Evvela şurasını katiyen
anlamalıdır ki bir yerde ecnebi bir edebiyatın doğrudan doğruya taklidi hiçbir netice-i
müfide hâsıl edemez. Çünkü taklit edilmek istenilen edebiyat haddi zatında birçok
sevaikin tesiriyle yetişmiştir. Onu bir memlekete ithale çalışmak, bir arazinin adem-i
müsadesini düşünmeden başka kıtalardan eşcar ve nebatat getirip yetiştirmekle
uğraşmaya benzer ki alınacak mahsül ya büsbütün mefkut yahut ümitle ve intizarın
dununda olur. Bunun için ‘Bizde henüz Romantizm mesleği tesis etmemişken
Realizm mesleğini tesise çalışmak abestir. Efkâr-ı halkı iptida buna alıştırmalıyız. ’
gibi iddialar bütünüyle asılsızdır. Fransa’da edebiyatın revişi Romantizm, Realizm,
Sembolizm… sırasıyla takip ediliyor diye bizde de mutlaka bu sırayı takip edeceğine
nasıl hükmolunur? Ve takip etmesi nasıl iltizam edilir? Bizim heyet-i medeniyemizin
istidatı ney ise edebiyatımız öyle olacaktır. Biz yalnız mesai-i medeniyetin bütün
ilm-i insaniyete şamil ulum ve mearifiyle tenvir-i fikir edelim. Eserlerimiz
kendiliğinden hâsıl olur. Eskiden beri mevcut koca karı masalları karı koca masalları
şekline konulmakla halk ne Romantizm’e alıştırılır, ne Realizm’e… Vakıa bu da bir
hizmettir. Fakat şekl-i sahih-i edep mevz-ı bahis olunca bu hizmetler kale alınamaz.
Ciddi bir hizmet bir taraftan ulum -ı müspete ve ahlakiye ve siyasiyeyi ve diğer
taraftan kavaid-i sanatı izah ve teşrih etmek, asar-ı edebiyenin ne yolda telakkisi
lazım geleceğini anlamak cihetine matuf olmalıdır.
Fransa’da Realizm mesleği mahsulât-ı fikr-i beşerle, mahsulât-ı tabiiye
arasında fark yoktur, kaidesinin kabul ve tatbik edilişinden başka bir şey değildir.
Emile Zola, Hyppolite Taine iyilik ve kötülük de şeker ve kezzap gibi bir mahsüldür,
hükmünü rehber-i hareket ittihaz ederek efal-i beşeriyeyi bu nokta-i nazardan tetkik
ile romanları da eşhas-ı vakıâ-yı felan veya falan cihete icrâ-yı harekete isar eden
ıspat-ı taharri eylemiş ve her şeyi yedd-i iktidarımızda olmayan birtakım esbabın bir
mahsule-i tabiiyesine tebaan vücutpezir oluyor göstermiştir.
382
Efal ve hareketimiz böyle birtakım esbabın tesiriyle vücuda gelince o esbabı
ananesiyle ve gayet mevzuh olarak göstermek lazım gelir. Filhakika hakiki
romanlarda muharririn en ziyade ehemmiyet verdiği cihet burasıdır. Eşhas-ı vakıa
üzerine icra-yı tesir eden hiçbir nokta –zahiren ne kadar küçük, kıymetsiz olursa
olsun- ihmal edilmez. Mesela bir şahsın ailesinden tevarüs ettiği ahval-i ruhiye
çocukluğu sonra beraber yaşadığı adamlar sanatı, mesleği, bunların kendine tesirleri,
hâsılı hiçbir şey unutulmaz.
Vermek arzusu, XIX. asrın nısf-ı ahirinde ahlak ve adata dair romanlar tahriri
hakkında peyda olan meyl-i azimenin birinci sebebidir. Đnsanlarda bazı tebayi vardır
ki sırf kendilerine mahsustur. Bu tebayi ve hissiyat ile başka insanlardan ayrılırlar.
Diğer taraftan insanlarda birtakım halat ve hissiyat daha vardır ki bunlarla sair birçok
insanlara benzerler. Bir hissin eşhas-ı saireden hangi noktalarda iftirak ettiğini
gösteren romanlar işte bu tebayi-i mümeyyizeyi tasvir ve teşrih ederler. Bir şahsın
eşhas-ı saireye cihad-ı meşabeheti irae eden romanlarda ahlak ve adat üzerine binâ-yı
tasvir ederler.
Yeni müverrihler, eski zamanlar tarz-ı maişetini göz önüne getirmek için o
zamanlarda yetişmiş birçok zevatın ifadeleriyle istişhat ediyorlar. Mişel Ogustin
Tiyori, Karlayl tarihini yazmak istedikleri devirlerin esas-ı beytiyesi, elbisesi,
etamesi hakkında en adi, en hakir tafsilata varıncaya kadar aramışlar, görmüşler,
göstermişlerdir. Çünkü bunlar o hanelerde oturan, o elbiseyi giyen, o yemekleri
yiyen adamların ahlak ve efkârı, etvarı hakkında bize bir fikir verir. Birer senet olur.
Bu işi asr-ı hazır için şimdiden yapmak, zamanın tarih-i hususiyesine hizmet
edebilecek vesaiki cem etmek mümkün değil midir? Đşte Realist muharrirler bu fikre
hizmet etmekle Taine’nin mesleğine tabi olmuş oldular. Çünkü üstat müşarünileyh
fikrince ruh-ı beşerde her şey gibi bir mahsüldür. Efal-i meriye öyle bir halet-i gayr-ı
meriyeden neşet eder ki bunun sebebi bazı pek umumi şeylerdir. Bu esbab-ı
umumiye insanlara icrâ-yı nüfuz ederek onlara birer tavr-ı teşkil verir. Bunların
başlıcaları: Irk, muhit ve zamandır. Fakat şurasına dikkat etmelidir ki ervah-ı beşeri
falan surette teşkil etmeye sevk ve cebr eden esbap, ayrı, harici değildir. Irkın
idamesi, intikali eşhas vasıtasıyla hâsıl olduğu için ırkın ‘şahıs’ haricinde kalmadığı
383
anlaşılır. Muhite gelince bununla ister iklimin, ister heyet-i içtimaiyenin tesiri
kastedilsin, her hâlde tesirat-ı şahsiyenin heyet-i mecmuası demektir. Kezalik
zamanda hep eşhastan mürekkep bütün mütevaliye beynindeki münasebetten
ibarettir. Şimdi bunlardan ne çıkıyor? Birtakım büyük ve umumi sebepler var ki
bizim efkârımız, hissiyatımız bu sebeplerin tesirine göre hâsıl olmuştur. Demek ki bu
sebepleri göstermeye çalışacağız. Bu umumi, büyük sebepler nasıl gösterilebilir?
Mesela onlardan birisi ‘ırk’ idi. Irk birçok eşhastan terkip ettiği için bu şahısların ayrı
ayrı iraesi ırkın iraesi demektir. Binaenaleyh her şahsa ait küçük küçük birtakım
vaka-i hususiyeyi irae edersek ırkı göstermiş oluruz. Bu küçük vakalar, büyük
sebepleri aramak bulmak için bizim elimizde birer senet, birer vesika olacak. Bir
eserde insanlar hakkında insaniyet hakkında ne kadar delail, vesaik cem edebilirsek
eserin kıymeti o kadar artacak. Taine’nin ‘Bir eser-i edebiyenin kıymeti havi olduğu
vesaik-i beşeriyenin miktarıyla mukayese olunur. ’ demesi işte bunun içindir.
Şu hâlde Realist muharrirler nazarında yazı yazmak beşer ve heyet-i beşeriye
hakkında mümkün olduğu kadar doğru kayıtlar toplamaktan ibaret kaldı. Bu kayıdı
sadece yan yana dizecekleri yerde entrikalar düşünmeleri, eşhas-ı vakayı meydana
koymaları muhiti tasrih etmeleri hep sıhhat ve sadıkiyeti muhafaza etmeleriyledir.
Đleride XIX. asrın ahlak ve adatını yazan bir müverrih eğer avam ile burjuvazi
takımının nasıl giyinip ne ile tadi, nasıl iskân ve tehil ettiklerini, zevk ve hazzı nasıl
tasvir ve telakki ettilerini bilmek isteyince hiç zahmet çekmeyecektir. Çünkü bunları
tamamıyla Realist romanlarda hazır bulacaktır.
Hakiki romanların birçok küçük tafsilat ile mali olmasını eksik bulanlar
vardır. Hâlbuki bu tafsilatın vücudu elzemdir. Çünkü derununda yaşadığımız ahvalin
bizim üzerimizdeki tesiriyledir ki birtakım hissiyata malik oluruz. Zaten
mevcudiyetimizi benliğimizi her an takip eden birtakım ihtisasatın bir hüzmesidir.
Bize bu ihtisasatı veren ise muhitimizdir. Binaenaleyh bir adamı anlamak için istidat-
ı idariyesi ile beraber etrafındaki şeyleri de bilmek kati ve zaruridir. Đşte bu nokta-i
nazardan bakılırsa hakiki romanlar hiç can sıkıcı görülmez. O en ufak tafsilat bizim
nazarımızda canlanır. O tafsilat sayesinde eşhas-ı vakayinin ruhuna nüfuz ederiz.
Flaubert’in en malum asar-ı tetkikinden olan ‘Terbiye-i Đhtisas-ı Perestane’ romanına
384
bakacak olursak hiç öyle garip sergüzeştler büyük vakalar görmeyiz. Roman, hayat-ı
yevmiyenin yekneseklığı ile malâmaldır. Böyle gayet küçük tafsilattan mürekkep bir
hayat ile yaşayan insanları tersim, nazar-ı tahliliyemizde tecessüm için şüphesiz
gayet küçük birtakım müşahedatın terakkimi lazımdır. Çünkü suret-i zahirede kabil-i
ihmal olduğu hâlde tekrar ve devamlı sebeple hakikatte pek ehemmiyetli olan
birtakım müessiratın içtimai bir kalem kâtibini, bir salon kadınını, bir ameleyi başka
başka suretlerle tavsif ve temeyyüz etmiştir. Concourd biraderlerin ‘Madam Jerveje’
unvanlı romanı ile Baudelaire’nin ‘Elem Çiçekleri’ namındaki mecmua-i eşarı bu
hususta en mükemmel birer numunedir. Çünkü bunlar sırf tahlili eserlerdir.
Concourdlar gayet mütedeyyin bir kadın ruhunun Roma’da ikameti esnasında
sofuluğa iptilasını tasvir, Baudelaire hususi bir nefret-i mariza-yı hayatı temyiz için
sanki saat ve dakikaların birer jurnalini tutmuşlardır. Bunlar, bu kuyut ve işarat,
ihtisasat ve hissiyatın geçici, müphem, esraralud ince şeyleridir ki bir mozayiğin
taşları gibi bir birini ikmal ederek meydana bir resim çıkarır. Gözlerimizin önünde
kendisini yavaşça tadil eden bir lerziş-i yevmi ile beraber bir tabiat-ı ayan olur.
Đşte tavsif ve tasvir romana bu surette katiyen dâhil olmuştur. Fakat öyle
Şatobiryan’da olduğu gibi azametli Victor Hugo’da olduğu gibi şiddetli değil, belki
ruhi ve felsefi bir surette… Roman artık eski nakiller yolunda yalnız vukuatı yahut
ihtirasat ve infialatı hikâye maksadını takip etmeyip vukuat ile ihtirasat ve infialatı ve
bunların esbabı –ki adattır- meydan-ı aleniyete çıkarmak suretiyle izah etmek
niyetinde bulunur. Bu hâlde tevsif ve tasvir-i mahlûk zihayatın kendisini ihata eden
eşyaya vurduğu damgayı ve bu esbabın bu mahlûk-ı zihayatın üzerinde bıraktığı
tesiri göstermeyi gaye ittihaz edinmiş demektir. Filhakika muhitimizin bizim
üzerimizde tesiri olduğu gibi bizim de muhitimiz üzerinde bir tesirimiz vardır.
Mesala ikametgâhımıza girilecek olursa odamızın tarz-ı tefriş ve tanziminden bizim
mail-i intizam yahut malub-ı tesyip ve ihmal olduğumuz, hâsılı birçok hissiyatımız
istidlal edilebilir. Bu hâl adeta ruhumuzun o eşya üzerinde bıraktığı bir iz gibidir ki
müdakkik bir adam orada bizi ayanen görebilir.
Burada romancılar için dikkat edilecek nazik bir nokta var. Eşhas-ı vekayiin
muhiti tasvir olunurken bu tasvirin haddi, derecesi ne olmalıdır? Mesela mektepli bir
385
genci yazın, bir pazar sabahı, o ana kadar hiç görmemiş olduğu Büyük Ada’ya
götürüp iskele başına bıraktık. Onun oradan alacağı tesiri izah için tabii iskele
başının hâlini tasvir etmeniz lazımdır. Fakat bu tasviri ne derecede yapacağız?
Maksadımız bu gencin üzerinde hâsıl olacak tesiri göstermekten ibaret olduğu cihetle
bu nokta-i mühimmeyi derpiş ederek onun derece-i istidatı dâhilinde tasvirde
bulmalıdır. Yoksa o âlemlerde gezip dolaşan sahib-i tecrübe bir adamın tesirini,
bizim bu genç mektepliye tatbik ve isnat edemeyiz. Bu meseleden bahsederken
galiba Teofil Göte’ye:’ Bir salona giren birçok adamların onda dokuzu duvarda
kâğıdın ne renkte olduğunu görmez, fark etmez. ’ demiştir ki pek doğru bir ihtardır.
Binaenaleyh her muhiti ince bir sanatkâr gözüyle görerek o derece rikkatle tasvir
etmemelidir. Belki o muhiti eşhas-ı vakıanın göreceği gözle görerek ona göre tasvir
ve bahsetmelidir.
Bu muhiti tasvir etmek, ufak ufak vakıalar toplamak lüzumu, romanı baştan
aşağıya kadar birçok yavan tafsilat ile neticeye hadim olmayacak vakıa ile
doldurmak manasına tefsir edilmemelidir. Mevkiinde kullanılmış tek bir sıfat, kuru
laflardan ibaret sayfalarca yazıya, tasvire müreccehtir. Üdebâ-yı cedidemizin
eserinde garabet gibi telakki olunan terkip ve kelimelerin hikmet-i istimali bu
sıfatların kıymet-i ehemmiyeti esası üzerine mübteni olduğundan bunları ayrıca
mevzu-ı bahis edeceğiz.
21 Mayıs 1314
Hüseyin Cahit
SF, Nu. 378, s. 214-217
386
HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 8
-Sanat
Menşe-i, Mevzuu, Gayeti, Aksamı
Bir eser-i sanatı ne yolda telakki edeceğimizi makalat-ı salife bize
göstermiştir. Şimdi burada bir sual tevarüt eder: Sanat nedir? Hikmet-i bedayi,
felesefenin bir şubesi olduğu cihetle mail-i esasiye-i sairedeki ihtilafatın tesiriyle
sanatın neden ibaret olduğunu tayin hususunda da birçok mütenakıs fikirler meydan
bulmuştur. Fakat herhâlde sanatın, ihtiyac-ı sanatın fıtrat-ı beşerde meknuz
olduğunda bilcümle hükema ittifak etmişlerdir. Eugene Veron, hikmet-i bedayi
hakkındaki kitabında, aksam-ı sanatın terakkiyat-ı tarihiyesine bir nazar-ı icmali
atfettiği sırada sanat insan ile beraber tevellüt eder, diyor.
‘Đnsanın196 insanın en esaslı, en nazara çarpan tabiat-ı faaliyeti dimağiyedir ki
bu, birçok efal ve asar ile kendisini gösterir. Bu faaliyetin gayesi ihtiyacat-ı maddiye
ve maneviye-i beşeriyeyi hal-i hazırda daha iyi, daha mükemmel surette tesviye
etmektir. Đhtiyacat-ı maddiyeyi istifa etmek yolunda musarruf olan sai ve gayret harf-
i tevlit eyledi. Đhtiyacat-ı maneviyenin mahzuz edilmesi lüzumundan dahi sanat
vücuda geldi. Bu ihtiyacat-ı hakikiye veya hayaliyenin temin-i istifası yahut temin
edilebileceği ümidi bizde saadeti, neşatı, hazzı ve bunlara müteallik olan hissiyatı
intac eder. Aksi hâl ise eleme, hüzün ve kedere, ilh badi olur. Fakat her iki hâlde de
hüzünaver yahut neşebahş bir heyecan vardır. Birtakım eşkâl alaim-i hariciye ile
kendisini az çok şedit bir surette göstermekte bir heyecanın tabiatında mündemictir.
Binaenaleyh bunun harekât ile ifade edilişi raksı, elhan ile ifade edilişi musikiyi
kelimat ile ifade edilişi şiiri tevlit eylemiştir. Hududun, ekalin, elvanın imtizac ve
ihtilatı da insan da bir heyecan peyda eder. Đşte bu nevi heyecanları ve
mahzuziyetleri sevk-i tabii ile taharri etmekliğimizde resim ve heykeltıraşlık,
mimarlık sanatlarının vücuda gelmesine sebep olmuştur.
Sanatın menşei bu suretle gösterildikten sonra mevzuu ve gayetini iraeye
lüzum hâsıl olur ve asıl ihtilaf da burada başlar. Bu gibi müvacehette katiyet-i
196 Eugene Veron:L’esthetique
387
riyaziye aranılamaycağı cihetle hangi fikir kabul olunsa buna karşı mutlaka bir itiraz
da dermeyan edilebilir. Biz yine Hyppolaite Taine’nin mesleğini tercih ederek
karilerimize en iptida onu tafsil ve irae edeceğiz. Çünkü ulum -ı müspeteye en ziyade
tema ve istinat edeni odur. Evvelleri hükemâ-yı sanatı kendilerince tarif ettikten
sonra bunu makul gösterecek izahat ve delail serd ederlerdi. Hâlbuki Taine bizi böyle
bir tarif içine hapis ile kendi fikrini mutlaka kabul ettirmek için manevi bir icbarda
bulunmayıp bilakis ilim ve fünun-ı müspete-i hazıranın şu mühir’el-ıkul terakkiyata
sebep olan usulünü, usul-i tecrübiyeyi takip ederk keşf-i hakayık uğrunda ta
bedayetinden meseleyi takibe başlamış ve bu suretle sanat hakkıdaki fikrinin nasıl
tahsil ve teşekkül eteğini bize nokta nokta göstermiştir. Şimdi biz de bu muhterem
üstada adım adım refakat ederek sanatın mevzuu ve gayesi nedir, öğrenelim.
Evvela Taine aksam-ı sanattan musiki ve mimariyi muvakkaten şöyle bir
tarafa bırakarak şiiri, resmi, heykeltıraşlığı nazar-ı tetkike almış, bunların içinde de
müşterek bir tabiat, bir vasıf aramış ve üçünün de az çok taklit üzerine istinat ettiğini
görmüştür.
Yeknazarda[*]197 bunların tabiat-ı esasiyesi taklitten ve mevzuları mümkün
olduğu derecede doğru taklitten ibarettir zannolunur. Çünkü pek aşikârdır ki heykel
zihayat bir insanı bir tablo eşhas-ı hakikiyeyi evza-ı hakikeyeleri ile yahut bir sahrâ-
yı tabiattaki hâli ile pek yakından taklit etmek için yapılır. Bir dramın, bir romanın da
tebâ-yı ahval ve akval-i hakikiyeyi göstermek ve bunlar hakkında vazıh ve sarih bir
fikir vermek maksadını takip ettiği bedihtir. Bunda muvaffak olamazlarsa
heykeltıraşa: Güneş, bacak böyle yapılmaz, ressama: ikinci satıh menazırdaki eşhas
pek büyüktür, ağaçlarınzın rengi yanlıştır; muharrire: hiçbir vakit bir insan,
farzettiğiniz gibi düşünmemiş yahut hissetmemiştir, deriz. Demek oluyor ki bu
sanatlarda biz hakikaten mümkün olduğu kadar doğru taklit edilmesini ararız.
Bu hususta daha kuvvetli deliller de vardır. Evvelemirde bir sanatkârın hayatı
tetkik edilecek olursa görülür ki ilk devresinde devre-i şebap ve kemalinde sanatkâr
bizzat eşyaya atf-ı nazar-ı tetkik ile bunları müşkafane tetkik eyler. Gördüklerini
ifadeye çalışır, hakkıyla ifade edebilmek için üzülür, yorulur. Sonra bir hat gelir ki
197 Philosophie de I’art, p. 17 et suivants.
388
sanatkâr artık kendisini bunlara vakıf addederek etrafında yeni bir şey görmez.
Müddet-i tecrübesi tarafında topladığı şeylerle eserler tertip eder ki bu ikinci devre
mahsülatı, sanatkârın inhitatına müsadif olduğu cihetle kıymetsizdir.
Saniyen mesalik-i azime-i sanatın tarih-i terakki ve tedennisi dahi tetkik
edilirse tabiat üzerine, hakikat üzerine daima küşade çeşm bulunmak mecsuriyetine
tahakkuk eyler. On yedinci asır miladı da Fransız edebiyatı en mükemmel, en saf bir
derece-i beyana vasıl olmuş ve hele tiyatrolarda müstamel lisan-ı tarz, nazım bütün
Avrupalılara fikr-i beşerin ikmal-i mahsülatı gibi görünmüştür. Çünkü muharrirlerin
etrafında birçok numunelar vardı ve muharrirler bu numuneleri tetkik etmekten geri
kalmazlardı. Lisanın bu zerafet ve saffeti pek ziyade tamim etmişti. O âlemlerde
yaşayan muharrir kendi sanatında en esaslı mevadı bulmak için hatırasını
yoklamaktan başka bir şeye muhtaç değildi. Bir asır sonra büyük bir tahavvül hâsıl
oluyordu. Evvelden bu tiyatroları bu ifadeleri o kadar takdir etmişler beğenmişlerdi
ki eşhas-ı hakikiye tetkik olunacağı yerde bu eşhası tersim eden trajedileri tetkike
başlamışlar, insanları değil muharrirleri numune ittihaz etmişlerdi. Bunun sayesi
olarak on sekizinci asrın nihayetlerine doğru lisan, üslup gayet berbat olmuştu.
Şimdi bu mütalaattan mümkün olduğu kadar yakından taklit için daima tabiat
üzerine küşade çeşm bulunmak lazımdır ve bütün sanat doğru ve tam bir taklitten
ibarettir, neticesi çıkacak gibi görünür. Fakat acaba bu neticenin her noktası doğru
mudur? Sanatın gayesi mutlak bir taklid-i tamdan mı ibarettir?
Böyle olsaydı fotografilerin, kalıp ile dökülen heykellerin mükemmel bir
eser-i sanat olması icap ederdi. Hâlbuki böyle midir? Lover Müzesinde ‘Doner’in bir
tablosu vardır. Bu zat gözünde pertosuz ile çalışarak bir çevre tersim etmek için dört
sene uğraşırdı. Yaptığı resimlerde hakikatten zerre kadar tebait etmezdi. Đnsan
Lover’deki tablosunun karşısında şaşırır, resim çerçevesinden dışarı fırlayacak
zanneder. O kadar hakiki ve doğrudur. Mamafih Vandık’ın bazı krokileri bundan çok
metindir. Anlaşılıyor ki sanatın gayesi sırf taklid-i tamdan ibaret değildir.
Gaye-i sanatın taklid-i tamdan ibaret olmadığına ikinci bir delil-i kavi de bazı
sanatların, mesela heykeltıraşlığın mahsusen doğru olmamasıdır. Alelade heykeller
389
renksiz olduğu gibi gözlerde de hadika yoktur. Hâlbuki heykelin hüsnünü itmam
eden meziyetler işte renkteki, bu yeknesaklık, ifade-i ahlakiyedeki bu tenakuzdur.
Edebiyatta da hâl bu merkezdedir. Yunan, Fransız trajedilerinde, Đspanyol, Đngiliz
dramlarında muhavere, muhaverat yevmiye-i adiyeden aynen istinsah edileceği yerde
bilakis mahsusen tağyir olunmuş, manzum makfi sözlerle ifa edilmiştir. Bu ise eser-i
sanatın kıymetine iras-ı hâlletmek şöyle dursun, bilakis o kıymeti tezyit etmektir.
Demek oluyor ki bir şeyin her cihetini değil yalnız bazı noktalarını kemal-i
sıhhatle taklit etmek lazımdır. Bu noktaları tayin için kaide şudur: ‘Akşamın
münasabat ve irtibatat-ı mütekabilelerini taklit etmeli. ’ Đzah edelim: Mesela
elinizdeki küçük kâğıda kurşun kalem ile bir insan resmi yapacaksınız. Kâğıt küçük
olduğundan elbette bu resmi cesamet-i tabiye derecesinde yapamazsınız. Fakat
karşınızdaki modelin aza, yani akşamın cesameti yanındaki nispet ne ise kâğıt
üzerinde de nispeti muhafazaya mecbursunuz. Saniyen o akşamın vaziyeti yanındaki
nispeti de muhafaza ederek mesele modeldeki bir hatt-ı münhaniye resimde de
münhani bir hat ile iraeye mecbursunuz. Hâsılı yapacağınız resimde yalnız rastgele
bir baş, bir gövde ilh… tersim edecek değil belki bunların mantıklarını bulacak yani
gerek cesamet, gerek vaziyet cihetinde mevcut olan nispetlereni de gözeteceksiniz.
Đşte bu suretle sanat hakkında ilk irat ettiğimiz tarif biraz tashih edilmiş,
saflaştırılmış oldu. Sanat için daha âli bir tabiat keşfettik. Sanat sadace bir eser-i
nefise olacağı yerde artık bir eser-i zekâ oldu.
Acaba bu kâfi midir? Acaba asar-ı sanat yalnız münasabat-ı akşamı iraeye mi
münhasırdır? Hayır, çünkü en büyük mesalik bu nispet-i hakikiyeyi en ziyade tağyir
etmişlerdir. Mesela Michel Anjorobens gibi meşahir-i esatize-i ressamın eserleri
tetkik edilse tersim ettikleri eşyadaki bir tabiat-ı esasiyesi ve binaenaleyh o eşya
hakkında peyda ettikleri bir fikr-i esasiyi iyice izhar için akşam-ı eşya beynindeki
nispet-i hakikiyeyi tağyir etmiş oldukları görülür ve bu hâlde sanatın gayesi bir
tabiat-ı esasiyeyi, bir vasf-ı mühimi izhar etmekten ibaret olduğu tahakkuk eder.
Đşte burada sanatın tarif-i hakikisine temas ediyoruz. Maksadı hakkıyla izah
için bu nokta üzerinde biraz ısrar ederek bir tabiat-ı esasiyenin ne olduğunu kemal-i
390
vuzuh ile göstermeliyiz. Tabiat-ı esasiye öyle bir vasıftır ki diğer evsafın kâffesi
yahut kısm-ı azamı sabit irtibatlara tabien bundan iştigal eder. Şu tarifi misal ile izah
edelim.
Bir aslanın tabiat-ı esasiyesi yani tarih-i tabii tasnifatında aslanın bulunduğu
mevkiye vaz eden tabiatı, büyük bir akle’l-ilham olmasıdır. Aslanın bütün evsaf-ı
maddiye ve maneviyenin adeta bin menbadan çıkar gibi bu tabiat-ı esasiyeden, yani
akla’l-ilham olmasından iştigal ettiği görülecektir. Evvela cismanı cihetinde dişler
makas gibidir. Çünkü kemikleri ezmek ve parçalamak için yapılmıştır. Bu iki
dehşetli kıskacı idare için büyük azilate ve bu aziletin yerleşmesi için şakaklarda
onlara göre çukurlara lüzum vardır. Aslanın pençeleri de müthiştir. Gayet çeviktir,
parmaklarının ucuna basarak yürür, adeta bir zemberekle müteharrikmiş gibi şiddetle
fırlar. Gece vakti sayt için pek muvaffak olduğundan gözleri karanlıkta görür.
Aslanın hususiyet-i maneviyesi de bunlarla hemahenktir. Hunhaverliğe meyl-i
tabiisi, taze ete ihtiyacı, diğer gıdalardan nefreti vardır. Sonra öyle bir kuvvet-i
asabiyeyede maliktir ki…
Bir kuvvet-i asabiye maliktir ki bu sayede hücum veya müdafaa zamanında, o
zaman kasıkda büyük kuvvet cem izhar eder. Bunlara mukabil boş vakitlerde atıldır.
Bütün evsaf ise akla ilham olmasından neşet eder. Binaenaleyh aslanın tabiat-i
esasiyesi akle’l-ilham olmaktır, dedik.
Şimdi daha müşkil ve daha müşevveş bir numuneyi, bir ilgayı, mesela
Flemengi nazariyattan tetkike alalım. Bunun tabiat-ı esasiyesi nehirlerin getirdiği
rusup ve terabiyeden teşekkül etmiş olmaktır. Bütün vasıftan öyle birçok hususiyat
ahvali tevellüt eder ki kıtanın yalnız manzara-i hariciyesi değil bizzat kendisi
sekinenin eserlerinin evsaf-ı maneviye ve maddiyeleri hep bunun taht-ı tesirinde
kalır. Evve’l-emirde Flemenk’te ratıp münbit ovalar vardır. Nehirlerin miktarı kesir,
genişlikleri ziyade ve ziraatı Salih rüsup çok olduğu için Flemenk’te böyle ratıp
münbit ovalar bulunması mecburidir. Đyi havalarda ve ratıp araziden yükselen hafi
baharlardan sanki nazik bir tül ile mestur, ta ufka imtidat eden mütemevvic, ekseran
düz bir sahâ-yı zümürrüdün üzerinde kar gibi beyaz, gevşek nesiclereden müteşekkil
bir kubbe-i şeffaf… Meraların böyle çokluğu bittabi cism-i sürüleri davet eder. Düz
391
ve yeşil arazi üzerinde otlar içinde gömülmüş, sarımsı, beyaz, siyah lekeler vücuda
getiren hayvanat sürülerinin doya doya otladıkları görülür. Bunların sütleri, etleri o
münbit arazinin izale ettiği hububata inzimam edince bu ilga sekinesi için gıda hem
pek ucuz hem mebzul olarak bulunur. Denilebilir ki bu memlekette su otu, ot
mevasiyi, mevasi de eti, peyniri, tereyağını vücuda getiriyor. Bunlara bir de inzimam
ederek sekine-i memleket hâsıl oluyor. Filhakika böyle iyi ve çok yemekten, rütubetli
hava dâhilinde yaşamaktan Flemenlerin mizacı alelade, bigâne-i tesir bir tabiat,
muntazam adat, sükûnet, fikir ve asap, hayatı bir tarz-ı makule surette telakki bir
zevk, refah vücuda gelmiş, binaenaleyh nezafet ve refah, istirahattte mükemmeliyet
diğer şeylere galebe çalmıştır. Bu hakik-i netayic o kadar ileriye gider ki hatta
şehirlerin manzara-i hariciyeleri bile bu tesirden kendisini kurtaramaz. Burada taş
yoktur, toprağı pişirerek tuğla yaparak istiğmal ederler, sık ve çok yağmur yağdığı
için çatılar gayet maildir. Rutubet daima surette mevcut olduğu için bunun
mazeretinden kurtulmak üzere hanelerin cephesini cilalarlar. Binaenaleyh bir Flemen
şehri sivri çatılı daima temiz, ekseriya kırmızı yahut esmer renkli binaların heyet-i
mecmuasıdır. Sokak gayet güzel tutulur. Đki kenarda fevkalade temiz yaya
kaldırımları vardır. Hollanda’da kaldırımlar hep tuğladandır, ekseriya aralarında çini
dahi bulunur. Sabahleyin saat beşte hizmetçi kadınlar bu kaldırımları temizlerler.
Hâsılı her ne tarafa nazar edilirse, iklim ve arzda, nebatat ve hayvanatta, insanlarda
heyet-i içtimaiyede, eserlerde hep aynı tabiat-ı esasiyenin netayic ve tesiratı görülür.
Tabiat-ı esasiyenin ne kadar mühim olduğu işte anlaşıldı. Sanatın gayesi bunu
meydan-ı aleniyete çıkarmaktır. Sanatın böyle bir vazife deruhte etmesi tabiatın buna
kifayet etmemesindendir. Vakıa tabiatta da bu vasf-ı esası mevcut ise de birtakım
esbab-ı müessirenin memaniatıyla tesirini bihakkın gösteremez. Beşer bu noksan-ı
derini telafi için sanatı icat etmiştir. Binaenaleyh sanatkâr hakikatte bu tabiat-ı
esasiyeyi setreden şeyleri izale, onu izhar edenleri intihap, tağyir edenleri tashih
eyler.
Sanatkârların nasıl hüsn ettikleri nasıl ihtira eyledikleri, nasıl eser vücuda
getirdikleri tetkik olunursa bundan çıkacak netice dahi eser-i sanat hakkında
bulduğumuz o tarife muvaffak olacaktır. Sanatkârlara bir mevhibe-i fıtrat lazımdır.
392
Hiçbir sa’y ve gayret, sabır ve sebat bu mevhibenin yerini tutamaz. Bu mevhibe
olmazsa o zat, sanatkâr değildir. Bir müstensih, bir ameledir. Sanatkârlar muvacehe-i
eşyada kendilerine mahsus bir ihtisas ile müteessir olmalıdırlar. Bir insan bu istidad-ı
maderzata malik olursa ihtisasları hiç olmazsa bir nevi ihtisasları nazik ve seridir.
Müteyakkız ve emin bir maharetle ince farkları, münasebetleri tabii olarak tefrik
eder; bazen bir silsile-i esvatta bir manâ-yı nalân duyar; bazen bir Türk, bir vaziyetin
azametini yahut rehavetini görür. Đşte bu iktidar sayesinde leb eşyaya nüfuz eder ve
diğer insanlardan ziyade seriü’l-intikal gözükür. Bu kadar şahsi ve şedit olan bu
ihtisas ise tesirsiz kalmayıp mefkûreye ve asaba icrâ-yı faal eyler.
Đnsan bila ihtiyar ihtisas-ı dâhiliyesini ifade eder. Bir tavır bir vaziyet alır;
sesi aheng-i taklidiye meyleder. Bu hissi iyice, hakkıyla ifade etmek için üslupta yeni
bir şive yeni bir kelime kendiliğinden zuhur ediverir. Bunda da görülür ki sanatkâr,
ille ihtisasın tesiri altında düşünürken bilaihtiyar bazı cihetle tebdil ediyor. Hepsinde
de bu tarz-ı fıtriyi mevcut buluyor.
Şimdi nazarımızı geriye atf ederek kat ettiğimiz tarike bakarsak yavaş yavaş
sanat hakkında ali ve binaenaleyh sahip bir fikre vasıl olmuş olduğumuzu görürüz.
Evvela sanatın gayesi zahiri bir taklitten ibarettir, zannederdik. Sonra bu suret-i
zahire içinde asıl münasebatı taklit edilmesi lazım geldiğini bulduk. Bu nihayet
sanatın bir avuç ulviye isadı için bu münasebatın tağyir edilmesi lüzumunu görerek
münasebat-ı akşamın nazar-ı mütalaaya alınması orada bir tabiat-ı esasiyenin tesirini
cari ve hâkim kılmak maksadından ileri gelmelidir, kaidesini çıkardık.
Şiir, resim, heykeltıraşlık sanatları, taklit üzerine müessis oldukları için eşyâ-
yı hakikiyenin akşamı beynindeki münasebatı bulup bunları tadil ve tağyir
edebilirler, binaenaleyh alelade sanat hakkındaki tarif bunlara nazaran doğrudur.
Fakat sanatın diğer aksamında yani musikide ve mimarlıkta dahi hâl bu merkezde
midir? Bunlar hakiki, mevcut bir şeyi taklit etmiyorlar ki münasebat-ı aksamı tadil ve
tağyir edebilsinler, böyle bir itiraz akla gelebilir. Taine bu noktayı da unutmayarak
münasebat-ı aksamın mutlaka eşyayı hakikiyeye teallük etmesi alazım
gelmeyeceğini, münasebat-ı riyaziyeye teallukta kâfi olacağını ispat etmiştir. Mesela
günümüzde bir şey, bir taş parçası görüyoruz. Tabi bunun bir şekli vardır. O hâlde
393
kaidesi yahut diğer muhtelif noktaları beyninde bir münasebet mevcuttur, demek
olur. Mesela irtifaide arzından yahut sehininden bir, iki, üç defa büyük yahut küçük
olabilir. Demek ki bu suretle de bir münasebet mevcuttur. Sonra, bu odun yahut taş
parçalarından birkaç tanesi yan yana üst üste vaz olunabiliyor ve bu hâlde de bir
birine olan mesafelerine, zaviyelerine göre bir münasebet daha tesis eder. Đşte
mimarlık sanatı bu münasebat üzerine tesis etmiştir. Mimar, zerafet, azimet, sadelik
hakkındaki fikrini galebe ettirmek yani bir binada bu tabiatı, bu vasfı, göstermek için
taşları ağaçları o surette tertip eder, o surette bir münasebet ihdas eyler, öteki
sanatlarda olduğu gibi bir tabiat-ı esasiye izharı için münasebet-i aksamı tadil etmiş
olur. Musikide de bu böyledir. Çünkü musiki ihtizazat-ı savtiyenin suret-i esası
üzerine müstenit olduğundan gerek ayn-ı savtta, gerek muhtelif savtlar beyninde bir
münasebet tesis edebilir. Bir bestekâr da bir tabiat-ı esasiye izhar etmek, mesela
bestesinde hüznü yahut neşeyi galip getirmek için bu münasebatı terkip ve tadil eder.
Böylece aksam-ı sanatın kâffesi yukarıdaki tarife dâhil olur.
Sanatın tabiatı bu surette malum olunca ehemmiyeti de anlaşılır. Birçok
noktalarca insan, tabiata ve diğer insanlara karşı kendisini müdafaaya çalışan bir
hayvandır. Gıdasını, libasını tedarik etmesi, fena havalarda maraza karşı kendisini
müdafaa eylemesi lazımdır. Bunun için çiftçilik eder, gemicilik eder, muhtelif harf
ve sanayiye süluk eder. Fazla olarak bekayi-i nevine hizmet etmesi ve diğer
insanların muamelat-ı şedidesinden kendisini kurtarması lazımdır. Bunun için aileler
hükümetler teşekkül eder. Hâkimler, memurlar, kanunlar, ordular intihap ve tesis
eyler. Bu kadar ihtirat ve mesaiden sonra bile insan ilk bulunuduğu daireden harice
çıkmış değildir. Diğerlerinden iyi himaye edilmiş bir hayvandır. Asıl bundan sonra
kendisine âli bir hayat açılır. Kendisine ve kendisine benzeyenlere tesir eden esbap
daima heyet-i mecmuanın en ufak tafsilatına varıncaya kadar bir damga vurur. Her
noktasında kendi eserini gösterir, tabiat-ı esasiyeyi merak eder. Bunları anlamak için
iki tarif vardır: Biri ulum ve fünun ki bu esbabı ve kavanin-i asasiyeyi istihrac edip
düstur şeklinde ifade eyler. Đkincisi sanat ki bu esbap ve kavanin-i esasiyeyi öyle
mahdut birtakım zevatın anlayabileceği yabis, haşin bir surette değil, en adi bir
adamın bile his ve kalbine tesir etmek suretiyle vazıh, cali bir hâlde ifade ve ifham
394
eder. Sanatın şu hususiyeti vardır ki hem ulvi hem amiyanedir. En yüksek şeyleri
izhar eder ve bunu herkese izhar eyler.
Sanatın mevzu ve gayeti meselelerinde vesair cihetlerinde birçok ihtilaf
mevcut olmakla beraber ehemmiyeti bahsinde ve ihtilaftan pek az eser görülmüş ve
hükemadan hiçbiri bunu katiyen inkâr etmemiştir.
Sanat[*]198 terakki-i beşerin iki vasıtasından biridir. Đnsan, yalnız hal-i
hazırdaki efrad-ı beşer ile değil belki mazi ve mesakindeki insanlarla bile vasıtâ-yı
natık ile fikren ve vasıta-i eşkâl ile hissen tesis-i irtibat eyler. Bu iki vasıta
mevcudiyet-i insaniyet için elzemdir. Eğer bunlardan birisi yanlış bir tariki takip
ederse heyet-i içtimaiye marizdir. Bu hastalığın iki neticesi olur. Evvela o vasıtanın
salim ve müfit faaliyetinden mahrumiyet, saniyen yanlış tariki takip etmesinden
dolayı tahsil eden muzır bir faaliyettir. ’
Hippolyte Taine’den hülasatan tercüme ettiğimiz tafsilât-ı atfeden
anlaşıldığına göre üstad-ı muşarunileyh sanat-ı sanayi-i taklidiye ve gayr-ı taklidiye
olmak üzere ikiye ayırır. Sanayi-i taklidiye: şiir –en vasi manasıyla- resim,
heykeltıraşlık; sanayi-i gayr-i taklidiye: musiki ve mimarlıktır.
Eugene Veron sanatın taksimi bahsinde, esas olarak tarih-i zuhurun nazar-ı
itibara alınmasını münasip görse de hangi sanatın evvel zuhur ettiği gayr-ı malum
olmasına ve bu noktanın tahmin ile de katiyen tayinine gayr-ı kabil bulunmasına
bakarak keşfiyat-ı cedide ile bu cihet tebeyyün edinceye kadar sanatı, sanayi-i
basriye ve sanayi-i semiyye olarak ikiye ayırıyor. Sanayi-i basriye: Mimarlık,
heykeltıraşlık, ressamlıktır. Sanayi-i semiyye ise; raks, musiki, şiirdir. Vakıa
mimarlık, heykeltıraşlık, ressamlık hiss-i beşer ile diğerleri hiss-i semi ile takdir
olunursa da yine Eugene Veron’un dediği gibi bu aksam-ı sanatın arasında kati sır
hatt-ı fasıl bulmak müşkil olup bunlar bir birlerinin malikânesine tecavüz
edegeldiklerinden bu tasnifte pek isabet bulunamaz, demektir. Binaenaleyh
Hyppolyte Taine gibi sanatları esas itibarıyla nazar-ı tetkikine almak daha muvafık
olur.
198 [*] Tolstoy: Quest-ce wue l’art, p. 277
395
Meşhur Alman filozofu Ejel sanatın mevzuunu gaye-i hayaliyenin iraesi
olduğu cihetle sanatı bu irae ve ifadedeki eşkal-i mükemmeliyete göre mimarlık,
ressamlık, musiki ve şiir diye tasnif eder. Lakin bu tasnifin ispatı Alman felsefesinin
bizim biraz dumanlı olan esası altında mestur kaldığından fikrimize mülayim
gelmiyor.
7 Haziran 1314
Hüseyin Cahit
SF, Nu. 380, s. 249-252
396
HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 9
-Đdeal = Gaye-i Hayali
Geçen nüshadan mabad-
Şimdi hepsinden vasi ve keşif olan üçüncü tabakaya geldik. Bunu teşmil eden
tabayi tam bir devr-i tarihi müddetince imtidat eder. Böyle bir müddet zarfında,
birkaç asır hep aynı fikr-i hükümferma olarak, hafif ve şedit olarak bütün
muhacimane mukavemet eyler. Fransızcada siyasette Rişliyo, edebiyatta Mallerme
ile iptida ederek siyasiyatta 1789 vukuatıyla, edebiyatta Delil ve Funtan hitam bulan
klasik devri gibi…
Lakin mürur-ı zaman ile tebayiğ de kabil-i izaledir. Bir kavim, hayat-ı
medidesi esnasında birçok teceddüdattan geçer. Mamafih kendisini terkip eden asıl
mayayı vücuda getiren tabiatın devam ve bekasıyla bu kavim her vakit kendisine has
manevi bir sima, bir çehre muhafaza eyler. Đşte en iptidai tabaka budur, bu tabiattır.
Edvar-ı tarihiyenin izaleye muvaffak olabileceği tabakanın altında bu temel, metin ve
mukavim durur. Büyük kavimlerin bedayet-i zuhurundan zaman-ı hazıra kadar
geçirdikleri hayat nazar-ı tetkike alınırsa kendilerinde birtakım sevaik-i tabiiye ve
kabiliyat görülür ki iğtişaşların, inhitatların, medeniyetlerin bunlara tesiri
olamamıştır. Bu sevaik-i tabiiye ve kabiliyat o kavmin kanındadır. O kan ile birlikte
ahfada intikal eder. Bunun bozulması için mesela ırkın ihtilatı gibi sebeplerle kanın
bozulması gerekir. Muhacirat suretiyle başka bir iklime gidilirse bu yeni iklimin batı
fakat mütemadi tesiri de kanı bozabilir. Hâlbuki aynı ilgada kan zafiyet-i asliyesini
muhafaza ederse eba ve ecdatta görülen esas-ı ruhiye evlat ve ahfatta dahi tesadüf
olunur. Đşte bu iptidai garabiyet tabakası bir kavmin hayatı müddetince payidar olur,
üzerine yığılan tabakat-ı saire için temel hizmetini görür.
Eğer daha derinlere doğru aranacak olursa daha amik temeller bulunabilir.
Çünkü yalnız bir kavme ait olan tebayiin altında birçok kavmi şamil olan umum bir
ırka mahsus bazı tebayi dahi vardır. Mesela Latinler, Yunanlar, Jermenler, Đslavlar,
Acemler, Hintliler acaba kütükten intihap etmişlerdir. Bunlara icrâ-yı tesir eden
birçok esbap, bunlardaki bazı kabiliyat-ı felsefeyi ve içtimaiyeyi, ahlakı telakki
397
etmek, hayatı anlamak, fikri ifade etmekteki umumi tarzları kâmilen tahavvül ve
imha edememeştir. Bu kavimlere de müşterek olan şu hudut-ı esasiye akvam-ı
samiyede Çinlilerde hiç görülmez. Ve nihayet en son tabaka olmak üzere medeniyete
müstenit yani heyet-i içtimaiye, edyan, mesalik-i felsefiye, sanatı tesis ve ihdasına
kabiliyetli bazı ırklarda görülen evsaf vardır.
Đşte ruh-ı beşeri terkip eden hissiyat, efkâr, kabiliyat, sevaik-i tabiiye hep bu
sıra ile yekdiğeri üzerine mevzudur. Aşağıya doğru inildikçe bu tasakalar daha
kalınlaşır ve ehemmiyetleri de sebatlarına adem-i tehavvüllerine göre tezayüt eder.
Ulum -ı tabiyede istiare olunan kaide burada kabil-i tatbik ve istimaldir. Çünkü
tarihte de tarih-i tabiyede olduğu gibi en sabit tabiatlar en iptidai, en samimi, en
umumi olanlardır. Görülüyor ki nevini beşerde de hayvanat ve nebatatta olduğu gibi
inkiyat-ı tebayi-i esası bir silsile-i meratip tesisediyor. En yüksek mertebe en büyük
ehemmiyet en sabit tebayie ait bulunuyor ve bunları böyle en sabit olmaları, pek
iptidai ve binaenaleyh pek büyük bir satıh üzerinde münteşir bulunmalarından neşet
ediyor.
Tebayi-i beşeriyenin manen haiz olduğu kıymetler için işte böyle bir silsile
tertip eyledik. Kıyam-ı maneviyenin bu silsilesiyle teadil ve tetabık etmek üzere bir
de kıym-ı edebiye silsilesi vardır. Bir eserin irae ettiği tabiat ne kadar mühim yani ne
kadar iptidai ve sabit olursa o eser o kadar güzeldir.
Evvela bir moda edebiyatı vardır ki o sırada moda olan tabiatı gösterir. Bu da
o tabiat gibi üç dört sene yahut daha az bürer. Mesala bugün Fransa’da 1835
senesinde yazılmış bir vodvil ile ele alınsa kabil değil okunamaz. Bunlardan birinin
tekrar sahneyi temaşaya vazı tecrübe olunduğu zaman yirmi sene evvel seyircileri
çıldırtan bu oyunun karşısında bugünkü temaşagiranın esnedikleri görülmüştür.
Çünkü bu gibi eserler seri’el-zeval bir tabiatı irae ettiklerinden ahlak ve adattaki ufak
bir tahavvül kıymet ve ehemmiyetleri izale edivermiştir.
Diğer birtakım eserler daha sabitçe birtakım tebayı tasvir ederler. Ve o zaman
halkına bir eser-i nefis gibi görünürler. Mesela Matmazel Sekuderu ve saire gibi bazı
398
muharrirlerin bazı eserleri vaktiyle son derecede mazhar-ı takdir olduğu hâlde bugün
ancak bir vesika-i tarihiye olmak kıymetini haizdir.
Şayan-ı dikkat bazı ahval bir eserin kıymeti ifade ettiği tabiatın kıymetiyle
mütenasip olarak terakki veya tedenni ettiğini kemal-i vuzuh ile irae eder. Birtakım
muharrirler gösterilebilir ki ikinci derecede yirmi eser arasında birinci dereceden
ancak bir eser bırakabilirler. Bu da o yirmi eserde muharriri sathi ve geçici birtakım
tebayi tasvir eylediği hâlde o bir tek eserinde devamlı ve derin bazı tebayi ifade etmiş
olmasından neşet eder. Lösaj’ın on iki, Rahip Perovu’nun yirmi cilt telifi olduğu
hâlde bunlardan bugün yalnız ‘Jilbelas’ ile ‘Manunlesko’ okunuyor. Çünkü yalnız bu
eserlerde sabit bir numune gösterilebilmiştir. Herkes bu kitaplardaki tebayi-i
umumiyeye ya etrafındaki heyet-i içtimaiyede, ya kendi hissiyat-ı kalbiyesinde bir
makes bulabilir. Güzellik iki yüz cilt yazı yazan Doffee ile Servantes’in ortada
‘Robinson Kruzo’ ile ‘Donkişot’tan başka kitapları kalmamıştır. Racine ve
Shakespeare gibi dâhilerin eserlerinde de bugün bazı tasvirler ihtiyarlamış ve
unutulmuştur. Bu eserlerin irae ettiği tabiatların geçmiş olmasından ileri gelir. Bir
munarririn sahib-i deha olması tekmil eserlerinin ilelebet payidar kalmasını temin
edemez. Şu misallerden amik ve sabit tabiatların ehemmiyeti anlaşıldı. Görülüyor ki
bunların fıkdanı büyük bir sanatkârın eserini ikinci dereceye tenzil ve mevcudiyeti
bilnispe iktidarsızsız bir muharririn eserini birinci dereceye isat eyliyor.
Đşte bunun için, asar-ı mühimme-i edebiye gözden geçirildiği zaman hepsinin
amik ve sabit birer tabiat izhar ettikleri ve bu tabiat ne kadar devamlı ve derin ise
eserlerin de o rütbe bila’eser ihraz ettiği görülür. Bu asar-ı mühimme-i edebiye bir
takım hülasalardır ki fikre, hissolunabilecek bir şekil altında, kâh bir devr-i tarihin
hudut-ı esasını kâh bir ırkın sevaik-i tabiye ve mülakat-ı iptidaiyesini, kâh hadisat-ı
beşeriyenin esbab-ı ahiresi olan kuvvâ-yı ruhiyeyi irae ederler. Buna kani olmak için
mile’l-muhtelife edebiyatına atf-ı nazar-ı tetkike hacet yoktur. Bugün asar-ı
edebiyenin tarihte istiğmaline dikkat etmek kâfidir. Asar-ı edebiye bize şayan-ı
hayret bir vuzuh ile o an-ı muhtelifenin hissiyatını, muhtelif ırkların kabiliyat-ı
sevaik-i tabiyesini gösterir. Bu sevaik ve kabiliyat gizli bir takım esbab-ı azime-i
399
efaldir ki muvazenetleri heyet-i içtimaiyeyi payidar bulundurur. Đhtilafları, itişaşlara
badi olur.
***
Buraya kadar verilen insan-ı maneviyeye ve onu ittihaz edinen sanatlara ait
idi. Şimdi insan-ı cismaniyi mevzu ittihaz edinen sanatlar hakkında da aynı tedkikatı
icra ederek netayicin istihsal edilmeyeceğini görmek lazım.
Modaya muvaffak olarak yapılmış bir elbisenin pek ehemmiyetsiz bir tabiat
olduğu bedihtir. Bu moda nihayet on sene zarfında ortadan kalkıverir. Zaten
umumiyetle libasın da ehemmiyeti büyük değildir. Zihayat bir bedende asıl haiz-i
ehemmiyet olan şey o bedenin kendisidir. Saika-i meslek ve hurafat ile vücutta peyda
olan bir takım hususiyet ikinci derecede tebayiden ibarettir. Bir demircinin kolu bir
avukatın kolundan başka türlüdür. Akşama kadar çalışan bir köylü ile bir şehirlinin
uzleti, renkleri başkadır. Vakıa bu tebayiinde oldukça metaneti vardır. Đnsan
mademel hayat bunun eserini muhafaza eder, fakat ufak bir tesadüf bunları peyda
ettiği gibi ufak bir tesadüf de bunları izale edebilir. Bir insanın maişetini, mahiyetini
değiştiriniz kendisinde başka türlü bir takım hususiyat peyda olduğunu görürsünüz.
Ruh-ı beşer üzerine şiddetle tesir eden birtakım esbabın beden üzerinde pek
hafif tesirleri olur. On dördüncü Lui zamanında Fransa’da yaşayan bir adamın efkâr
ve hissiyatı elbette bugünkü gibi değildir. Hâlbuki bu tehallifin beden üzerinde bir
tesiri olmamıştır. Beden de en ziyade değişen çehredir.
Bu hâlde beden-i insaniyede de bir tabiat-ı esasiye bulmak için yukarıda bahs
ettiğimiz ‘tebayiin intibaı’nı tatbik etmek lazım gelir. Bir tabiat bizzat anasıra ait olur
ve bu anasırın sureti irtibatıyla hiç münasebeti olmazsa o nispette sabit olduğunu
görmüştük. Öyleyse zihayat bedenlerde anasıra ait olan tabiatı arayalım.
Đşte karşımızda bir çıplak insan nümunesi. Şimdi bu heyet-i mecmuanın her
parçasında mevcut olan anasır nedir? Evvela kemikten bir çatı: Bu kemikler bir
birine merbut üzerleri uzlelerle mestur; Hâsılı gayet musanni bir surette yapılmış
mükemmel bir makinedir. Bunların üzerinde ikinci bir tabaka daha: Cilt. Irkın,
iklimin, mizacın tehavvülü bu uzlelere muhtelif suretler verdiği gibi cilt üzerinde de
400
pek büyük bir tesir gösterir. Đşte bu tebayi insan-ı cismaniyenin en samimi ve amik
tebayidir. Bunların sabit olduğunu ispata hacet yoktur. Çünkü zihayat bir insandan
madam’el-hayat bu tebayi nez ve tefrike imkân bulunamaz.
Bu kısm-ı cismaniye silsilesine bir kısm-ı sanatkârane silsilesi tabaka tabaka
teadil ve tetabuk eder. Bir levha yahut bir heykel ile meydan-ı vuzuha çıkarılan tabiat
ne kadar mühim olursa o levha yahut heykel o kadar güzel olur. Bunun için resmin
en aşağı mertebesi musavver mecmuaların malamal olduğu birtakım moda
resimleriyle mülebbes insanlardır. Çünkü bunlar bir insan resim için değil o elbiseyi
o elbiseyi göstermek için yapılır.
Ahlak ve tebayi üzerine müessis roman yazmak istidatıyla tevellüt etmiş
oldukları hâlde bazı zevat mesleğin, hurafatın, terbiyenin fazilet ve fazihatın beden
üzerine olan tesirlerini tersime hasr-ı amel ederler ki bundan gösterdikleri iktidara
resme ait bir iktidar demekten ise ‘edebi’ bir iktidar demek daha münasiptir. Çünkü
bu gösterdikleri tabiat beden-i insanda esaslı ve gayet mühim bir tabiat olmayıp
ikinci derecede kalır.
Hülasa asar-ı sanatın kıymeti ifade ettikleri tebayiğın kıymetiyle müterafıktır.
Bu tebayi büyük bir kıymeti haiz iseler kendilerini irae eden esere de o kıymeti
verirler. Âlem-i hakikatten alem-i hayaliye geçmek için muharririn yahut sanatkârın
mefkuresinden mürur etttikleri sırada kendiliklerinden hiçbir şey kaybetmezler.
22 Haziran 1314
Hüseyin Cahit
SF, Nu. 383, s. 294-296
401
HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 9
-Gaye-i Hayali = Đdeal
Hikmet-i bedayi mesailinin en müşevveş noktalarından biri de bu ideal
bahsidir. Đdealin Türkçeye ne suretle tercüme edilmesi lazım geldiğini tayininde
mütehayyirim. Bizde bir “hüsn-i mücerret” tabiri var. Bazı hükemanın ideal
kelimesine verdikleri manaca bununla tercüme ihtimal ki doğru olabilir. Fakat her
zaman ‘ideal’i hüsn-i mücerret ile tercüme edemeyiz. Burasını anlayan bazı zevat
‘bedayi-i hayaliye’ terkibini istimal ediyorlar. Đhtimal ki bunların da hakları vardır.
Çünkü hikmet-i bedayi erbabı, ideal tabiriyle muhtelif maksatları ifade etmişlerdir.
Biz bu makamda gaye-i hayali tabirini istimal edeceğiz. Bunun şiddet-i isabeti
hakkında ısrar etmem. Fakat kabul-i umumiye mazhar olacak muvafık bir mukabil
buluncaya kadar bu makalelerde ideal mukabilinde gaye-i hayali kullanılacaktır.
Voltaire, mübaheseye başlanmadan evvel tabirlerin iyi tarif, tahdit edilmesi
lüzumunu tavsiye edermiş. Filhakika, bir kelimeden biribirlerininkine muhalif birer
mana anlayan iki zatın mübahesesi bilzarure hüsn-i netice vermeyeceği için bu
tavsiyeye riayet pek lazımdır. Đşte Hippolyt Taine’de ideal bahsine başlarken bu tabir
ile kendisinin ne kastettiğini suret-i atiyede tayin eylemiştir.
Eser-i sanatın gayeti bir tabiat-ı esasiye ve mühimme-i hakikattekinden daha
vazıh bir surette izhar etmektir, demiştik. Bunun için sanatkâr o tabiat hakkında bir
fikir, zihninde bir suret edinir. O fikir ve hayaline göre eşyâ-yı hakikiyeyi tatil ve
tahvil eder. Bu suretle duçar-ı tahavvül olan eşya o sanatkâra göre gaye-i hayaliyeyi
irae etmiş olur. Demek ki sanatkâr eşyâ-yı hakikiyede bir tabiat-ı esasiye ve
mühimme görerek bunu daha ziyade galip ve celi kılmak için o eşyanın aksamı
beynindeki münasebet-i tabiyeyi mahsusan tadil ve tegayyür edince eşyâ-yı hakikiye,
hakikiden hayaliye geçmiş oluyor.
Acaba sanatkârların[*] eserlerine intiba ettirdikleri bu fikirler içinde bilnisbe-
yi âlileri var mıdır? Diğerlerinden ziyade kıymetli bir tabiat-ı esasiye gösterilebilir
mi? Her şey için bir şekl-i hayali bir numune-i ikmal var mıdır ki bunun haricinde
402
kalanları hatalı, addedelim. Acaba asar-ı sanatın biribirlerine göre derecesini tayin
için bir esas metin keşfedilebilir mi?
Yeknazarda insan bu suallere cevap vermek ister. Çünkü bulduğumuz tarif,
kâffe-i asar-ı sanatın hemseviye olduğu zannını verir. Filhakika, bir şey mahzâ-yı
sanatkârın fikir ve hayaline mutabık olmakla gaye-i hayali mertebesine suud ediyorsa
bu fikir ve hayalin haddi zatında ne ehemmiyeti kalır? Demek ki bu, sanatkârın
intihabına vabeste bir şeydir. Zevki hangisine meyl ediyorsa onu alır, biz bir şey
söyleyemeyiz. Aynı mevzu muhtelif suretlerle tasvir olunur.
Tarih-i sanatta bu fikr-i müeyyet gibi görünmektedir. Muhtelif ırklara
mensup, muhtelif fikir ve terbiye almış sanatkârlar, aynı şeyden muhtelif surette
müteessir olurlar. Hepsi bu şey hakkında kendilerine has bir fikir edinir ve bu fikrini
izhar edince bir eser-i nefis meydana gelmiş olur. Latin şâirlerinden biri bir eserinde
fakir bir hasisi tasvir etmişti. Moliere aynı şahsı alarak zengin, hasis Arpagon’u irae
etti. Đki asır sonra Balzac, romanlarında “Baba Grande”, “Gobesk” gibi iki hasis
numuneyi daha gösterdi. Aynı mevzuun muhtelif enafes-i asarın meydana gelmesine
hadim olabileceği bu misallerden anlaşılıyor. Bütün romanlarda, tiyatrolarda
biribirlerini seven bir genç kadın ile bir genç adam görülür. Bu aynı çift
Shakespeare’den Dikıns’a, Madam Dö La Fayet’ten Corcsan’a varıncaya kadar
bütün muharrirlerin eserlerinde ne muhtelif simalarla tekrar tekrar tecelli etmiştir.
Demek ki hasis, peder, âşık gibi büyük numuneler daimi surette yeni bir vechile
tasvir ve irae olunabiliyor. Đşte eshab-ı deha için vasf-ı mümeyyizi, bais-i şöhret ve
azamet böyle bir tasviri o ana kadar görülmemiş bir surette, o musannu-yı kavaid
mevzuunun anane [**]199 haricinde ihtira edebilmektir.
Fakat gerek sanatkârlar hakkında, gerek asar-ı sanat hakkında biz birtakım
hükümler veriyoruz. Asırlardan asırlara intikal eden hükümleri bazı noktalarca tadil
ediyoruz. Bazılarının hiç değişmeyip kesb-i katiyyet ettiğini görüyoruz. Demek ki
asar-ı sanat için bir derece tayin olunuyor. Mesela büyük bir sanatkâr hakkında
muasırin bir hüküm veriyor. Sonra bunların ihlafı ve ihlafın ihlafı o hükmü belki
tebdil, tadil ediyor, nihayet hüküm katileşiyor. Bir eser bu kadar muhtelif
199 [**] Tradition-Mukabili olarak müstameldir.
403
muhakemelerden geçtikten sonra aynı vasfı, aynı faikiyeti muhafaza eder, muhtelif
asırların muhtelif erbab-ı iktidarı bunun hakkında aynı hükümde ittifak eylerse –Bil
farz Dante ile Shakespeare’nin en büyük şâirlerden olması yolunda- verilen bu
kararların doğru olması pek muhtemeldir. Çünkü bir eser-i sanat diğerlerine
hakikaten faik olmasa bu kadar erbab-ı zevkin takdiri aynı noktada ittifak eyleyemez.
Tenkid-i cedide ve hükme inzimam ederek bütün bütün taklit ediyor. Şimdi
bir münekkit bilir ki kendi zevkinin kıymeti yoktur. Bir eseri tenkit edeceği zaman
kendi mizacını, temayülatını, tarafgirliğini, menafiini bir tarafa bırakacaktır. Asıl
iktidarı her şeyden evvel bütün asar-ı sanata bir hüsn-i teveccüh göstermesindedir.
Mesela bir sanatkâr hakkında hüküm vereceği zaman kendisini onun yerinde farz
ederek o sanatkârın sevaik-i tabiyesi ne idi hissiyatı, efkârı ne yolda idi, ne gibi
adetleri vardı? Bunları tetkik edecek, o sanatkârın yaşadığı muhiti göz önüne
getirecektir.
Hayatta birtakım ahval, tesadüfat, teessürat dahi vardır ki bunlar tabiat-ı
fıtriyemiz üzerinde bir teessür hâsıl ederek efal ve harekâtımızı bir tarz-ı mahsus
üzere tayin ve tahdit eder. Đşte bu münekkit bu esbabı da gördükten, takdir ettikten
sonra o sanatları daha iyi anlayabilir. Bu sa’y birtakım tahlillerden mürekkep olduğu
vechile bütün ameliyat-ı bütün ameliyat-ı fenniye gibi tahlil-i mükemmeliyete
müsaittir. Bu hatt-ı hareket takip olunursa, sanatkârlar ve asar-ı sanat hakkında öyle
keyfi değil, belki umumi ve müşterek bir surette itâ-yı hüküm olunabilir.
Binaenaleyh şimdi bu kaideyi istihrac, izah ve ispat edelim.
Bir tabiat-ı mühimme ve esasiyeyi galip kılmak, işte sanatın gayesi. Şu hâlde,
bir eser bu gayeye ne kadar tekarrüb ederse o kadar mükemmeldir. Tabir-i diğerle
şerait-i lâzımeyi ne kadar doğru ve mükemmel bir surette ifa ederse derecesio kadar
ortaya çıkar. Bu şartlar ikidir: Birincisi gösterilen tabiatın mühim ve esaslı olması,
ikincisi bir tabiat-ı esasiyenin diğerlerine galip olarak gösterilmesi. Demek
sanatkârın böyle bir mecburiyeti vardı.
Evvela bir tabiat-ı mühimme ve esasiye nedir? Bize iki tabiat, iki vasıf
gösterilirse bunlardan birinin diğerinden daha mühim olduğunu nasıl bileceğiz? Bu
404
sual ile ulum ve fünunun havza-i tetkikine dâhil olmuş oluyoruz. Biraz tarih-i
tabiiyyeden bahsetmek mecburiyeti hâsıl oluyor. Bahis bir parça sıkıcı görülecektir.
Fakat neticesinde istifade olunduktan sonra can sıkıntısının ne ehemmiyeti olur.
Sanat ile ulum ve fünun için bais-i şeref ve mefharettir.
Asar-ı sanata tatbik eyleyeceğimiz kaide-i tasnif takriben yüz sene evvel ulum
-ı tabiiye için keşfolunmuştu. Bu da tabayiin yekdiğerine ittibaı esasıdır. [Principe de
la Subordination. des caraktere´r] Đlm-i nebatat ve hayvanatın bütün tasnifatı bu esasa
göre gayr-i müterekkip, esaslı birtakım keşfiyat da bunun ehemmiyetini ispat
eylemiştir. Görülmüş ki bir nebatta, bir hayvanda bazı tabiat bazı vasıf diğerlerinden
daha mühimdir. Bu mühim olan tabayi en az mütehavvel olanlardır. Bu tebayi böyle
pek az mütehavvel olmak haysiyetiyle, kendilerini mahv veya tağyir etmeye sa’y
birtakım ahval-i dâhiliye ve hariciyenin muhacumatına mukavemet edebilecek bir
kuvvete diğer tebayiden ziyade maliktirler. Mesela bir nebatta sak ile cesamet,
bünyeye nispetle o kadar mühim değildir. Çünkü dâhilen bazı tebayi-i taliye, haricen
bazı şerait-i taliye bünyeye dokunmadan, cesameti tahvil, tağyir edebilir. Yerde
sürünen bezelye ile havaya yükselen akasya ağacı, bir, birbuçuk arşın tulunda bir
buğday sapı ile 10, 15 arşın yüksekliğinde bambu ağacı birbirlerine bünyece pek
yakındır. Memalik-i mutedilede pek ufak kalan fevjer[Eğrelti otu] medarin
cihetlerinde koskoca bir ağaç oluyor. Demek ki cesametin o kadar ehemmiyeti yok
imiş. Kezalik hayvanat-ı fikriyede azaların adedi, mevki-i istimal-i mühimmeye
malik olmaya nispet edilirse, o kadar mühim değildir. Yavrularını emzirmek vasfı
mahvolmaksızın yahut bozulmaksızın bel kemikli bir hayvan denizde, karada,
havada yaşayabilir ve bunların neticesi olarak bir takım tahavvülata duçar olabilir.
Yarasa, balina, köpek, bargir, insan gibi zat’üs-sedaya hayvanattandırlar.
Yarasanın azalarını inceleyen, ellerini kanada çeviren kuvvet, yavrusunu tağdiyeye
mahsus olan uzvuna icrâ-yı tesir edememiştir. Havada uçan bir memeli hayvan da
denizde yüzen bir memeli hayvan da karada yürüyen memeli hayvanların kardeşi
olmaktan geri kalmamışlardır. Görülüyor ki nebatatta, hayvanatta bazı evsaf o kadar
benzer bir sıklet vücuda getiriyor ki daha hafiflerini kımıldatacak kuvvetlerin bunlara
hiç tesirleri olmuyor. Nitekim yukarıki meselede yarasanın, balinanın, köpeğin,
405
bargiri, insanın azalarını biribirlerinden farklı bulunduran kuvvetler bunların memeli
hayvanlardan olmaları, yavrularını emzirerek beslemeleri hassasına hiçbir tesir-i icra
edememiştir. Binaenaleyh bir tabiat ne kadar mütehavvel ve çok mühim ise o derece
az mütehavvel ve çok mühim birtakım tebayih daha mevcudiyetini icab eder. Mesela
kanadın mevcudiyeti pek az mühim bir tabiat olduğundan, pek mühim hafif bir takım
tadilatı intac eder ve umumi bünye üzerine tesirsiz kalır. Kanat, muhtelif sınıflara
mensup hayvanlarda bulunabilir. Yarasada dahi kuşlarda olduğu gibi kanat vardır.
Hâlbuki yarasa kuş değildir. Bilakis memenin mevcudiyeti, pek mühim bir tabiat
olduğundan bitakım ehemmiyetli tadilatı intac eder ve hayvanın bünyesinin esaslı
noktaları bu memeye malik olmak vasfından neşet etmiş bulunur. Memeli olan
hayvanların mutlaka bel kemikleri vardır. Memelerin mevcudiyeti deveran-ı demin
muzaaf olmasını ve ceneb ile ihata edilmesini de müstelzim olur.
Bazı tabayi böyle gayr-i mütehavvel ve mühim bir tabiat bahş eden sebep
taharri olunursa o da şu mülahaza ile anlaşılır: Bir mahluk zihayatta iki kısım vardır.
Biri, birtakım anasır, diğeri bu anasırın keyfiyet irtibatı. Anasıra halel getirilmeksizin
bu suret-i irtibat tegayyür olunabilir. Demek oluyor ki iki türlü tabiat tefrik etmeli:
Evvela anasır veya mevad-ı esasiye ki, amik, Samim-i esasidir. Saniyen anasırın
suret-i tertibine ait olanlar ki sathi, harici ve müştaktır. Đşte ulum -ı tabiyenin en
müsemmer nazariyesinin esası budur. Hayvanatın, nebatatın bünyesi bu sayede izah
olunabilmiştir.
Hâsılı, ulum -ı ahlakiyenin daha doğrusu ulum -ı maneviyenin ulum -ı
tabiyeden istiare ettiği netayic şunlardır:
Evsaf ve tebayi ne derece azim birer kuvvet iseler o derece mühimdirler.
Bunların derece-i kuvveti hücuma mukavemetleriyle takdir olunur. Binaenaleyh
muhacemata karşı adem-i tahavvüldeki az veya çok sebatları silsile-i meratipte az
veya çok yüksek birer mevki işgal etmelerine hizmet eder ve bu evsaf ve tabayi bir
mahlukun anasırının mevad-ı esasiyesine ait olup ne kadar amik bir tabaka vücuda
getirse o kadar az değişir.
406
Şimdi şu esası insana tatbik edelim. Evvela insan-ı maneviyi ve bunu mevzu
ittihaz edinen sanayi, yani musikinin bir kısmını, romanı, tiyatroyu ve alel-umum
edebiyatı nazar-ı mütalaaya alalım.
Burada evsaf ve tabayiin mertebe-i ehemmiyeti nedir? Bunların derece-i
tahavvüllerini nasıl bilmelidir? Bu hususta tarih bize gayet emin ve sade bir vasıta
arz ediyor. Malumdur ki hadisat-ı kevniye insan üzerine icrâ-yı tesir etmekle onda
gördüğümüz efkâr ve hissiyatın muhtelif tabakalarını, muhtelif nispetlerle tegayyür
eder. Đlmü-l’arz erbabının toprağı kazıp tabakat-ı muhtelifeyi meydana çıkarmaları
gibi zaman da bizdeki tabakat-ı maneviyeyi yontarak zahire çıkarır. Teşbihimizi
nihayete kadar götürelim.
Đnsanın sathında ilk tabaka müddeye, hâl ve ana ait birtakım adat ve efkârdır.
Amerika’ya yahut Çin’e gitmiş olan bir Parisli seyyah, avdetinde memleketini terk
ettiği gibi bulmaz. Latifelerin tarzı değişmiş, bazı tabirler değişmiş, esvaplar
değişmiş, şıklık, zerafet değişmiştir. Bunlar insanın en sathi, en mütehavvel evsaf ve
tebayiidir. Ortadan kalkmaları için birkaç sene kifayet eder.
Bunun altında daha kavi bir tabaka-i tebayi vardır. Fransa’da –merkezi 1830
senesi olmak üzere- imtidat etmiş olan devir bu ikinci tabakaya güzel bir numunedir.
Bu zamanın şahs-ı galibine Aleksandır Duma’nın “Antoni”sinde, Victor Hugo’nun
tiyatrolarında tesadüf edilir. Bu evsaf ve tebayi bütün bir batıya şamildir.
-Mabadı gelecek nüshada.
Hüseyin Cahit
SF, Nu. 384, s. 316-318.
407
HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 10
-Gaye-i Hayali 2
Sanatın ahlak ile münasebeti, sanatın tabiattaki noksanı telafi ettiği bundan
evvel söylenmişti. Bazı eşya ve ahval-i hakikiyedeki evsaf-ı nazariye nazarlardan
mestur bir halde kalabilir. Đşte sanatkâr tabiatın bu noksanı ikmâl etmek, duçar-ı tadil
ve tağyir olmuş evsaf-ı esasiyeyi bize hakkıyla gösterebilmek için eserinde hakikati
biraz tadil ile bu evsaf-ı esasiyenin tamamıyla tecellisine haciz olan ahval ve şeraiti
bertaraf, tecellisine hadim olanları cem eyleyecek. Hâsılı tekmil gayret ve dikkatini o
evsaf-ı esasiyenin tesirini galip kılarak, bütün netayicini ortaya çıkarmaya sarf
eyleyecektir. Bu halde bir eserin kâffe-i aksamı sayı o evsaf-ı esasiyeyi izhara hep
birden olmalıdır. Đçlerinden bazısı lüzumsuz olur; yahut nazar-ı dikkati başka
cihetlere celp ederse aksi istikamette istimal edilmiş bir kuvet gibi mazeret intac
eyler. Đşte vahdet mevzuu denilen hassa budur ki mesela bir tabloda, bir heykelde, bir
şiirde, bir bestede bütün tesirlerin aynı noktaya, aynı neticeye vasıl hadim
olmasından ibarettir.
Tesiratın bu derece tavafuku tabii her eserde aynı mükemmeliyette olamaz.
Bazısında nakıs kalabilir. Demek oluyor ki asar-ı sanat için bu suretle de bir silsile-i
meratip vardır. Zira bedihidir ki bir eser-i sanat bir tabiat-ı esasiyeyi bir vasf-ı
mühimi ne kadar mükemmel irae ederse gayeye o kadar tekarrüp etmiş, binaenaleyh
o kadar yükselmiş, o kadar kuvvetlenmiş olur. Bu ne ile mümkündür? Bir eserin
kâffe-i aksamının hep o tabiat-ı edebiyeyi izhara hadim olmasıyla değil mi? O halde
edebiyatı piş-i tetkike alarak(*)200 bu üçüncü silsile-i meratibi de tayin ve izaha
çalışalım:
Acaba bir romanın, bir dramın muhtelif kısımları nelerden ibarettir? Evvela
ayrı ayrı tabiatlara malik eşhas vakayı var. Bir tabiatın bile muhtelif kısımları
olabilir. Henüz dünyaya gelen bir çocukta bazı melekat bazı sevaik-i tabiye
mevcuttur, pederinden, validesinden, diğer efrad-ı ailesinden ve daha umumiyetle
mensup olduğu ırktan bazı evsaf tevarüs etmiştir. Kan ile intikal eden şu evsaf-ı
200 Taine: philosophie de I’art, t. II, p, 366 et suivantes
408
ırsıye beynindeki nispet bir adamı vatandaşlarından, tefrik ve temeyyüz eder. Sırf
maderzat olan bu esas-ı maneyi bir mizac-ı cismaniye merbuttur. Đşte bu ikisinin
birleşmesi bir heyet-i mecmua-i iptidaiye teşkil eder ki çocuğun muahhiran alacağı
terbiye, göreceği misaller, sülûk edeceği meslek, hasılı birçok ahval ve hadisat ya bu
esas ve istidad-ı iptidaiye muvaffak zuhur edip onu ikmal edecektir. Yahut muhalif
gelecektir. Bu muhtelif kuvvetler böyle birbirlerini imhaya sa’y olmayıp da hep aynı
tesiri husule getirmeye hadim olurlarsa insanda bunun derin bir nişanesi kalır.
Meydana metin bir efsaf-ı tebayi çıkar. Kuvvetlerin bu suretle tevaffukuna tabiatta,
hakikatte pek tesadüf edilmez. Büyük sanatkarların eserlerindeyse adem-i tevafuk
asla görülmez. Đşte bunun içindir ki sanatkarlar tarafından meydana çıkarılan tabiatlar
tebayi-i hakikiye ve tabiiyenin mürekkep olduğu anasırdan teşekkül etmiş olmakla
beraber yine onlardan metin ve kavidir. Çünkü tevafuk-ı tesirat vardır. Büyük
sanatkarlar eşhas-ı vakalarını ta uzaktan ve kamal-ı dikkatle hazırlarlar. Onları bize
ira ettikleri vakit bizde hissederiz ki hakikaten bu adamlar başka türlü olamazlar. Hiç
kimse bu mevhibe-i fıtrata Shakespeare kadar malik olmamıştır. Meşarunileyh
eserleri dikkatle okunursa mutlaka eşhas-ı vakayıından birinin bir sözünde, bir
tavrında, bir halinde, bir hayalinde, bir perişane-i fikrinde, bir ifadesinde o şahsın
tekmil ahval-ı ruhiyesini, tekmil mazisini, istikbalini gösterir bir delil, bir işaret
bulunur.
O şahsın mizac-ı cismanisi, temeyyulat-ı kabiliyet-i fıtrıye ve müktesebesi,
efkar-ı, adat-ı cedide ve atikesi, hasılı bütün hüviyet-i beşeriyesi o yaptığı efhali
yapmaya, o sevildiği sözleri söylemeye kendisini sevketmiştir. Macbeth, Hamlet,
Othello gibi eşhas-ı adeta canlandırıp gözümüzün önünde yaşanmak için bütün bu
kuvvetler tevafuk etmelidir. Ayne neticeye hadim olmaları iktiza eder. Đşte
Shakespeare buna muvaffak olmuştur.
Shakespeare’dan sonra üdeba arasında tabiat-ı maneviyenin hazain-i bîpayanı
en ziyade karıştıran bir muharrir varsa Balzac’tır. Hiç kimse insanın teşekkülünü,
karabetin, ilk tesiratın, muhaveratın, mütalaaların, dostlukların, mesleğin, meskenin
hâsılı hergüşn ruhumuz üzerine icra-ı tesir ile ona bir şekil ve kıvam veren
nişanelerin netaici ve aksinetaicini Balzac kadar mükemmel göstermemiştir. Fakat
409
Balzac Shakespeare gibi facianüvis ve şair değil romancı ve alimdir. Bunun için
eşhas-ı vakayıanın ahval-i ruhiyesini efal, etvar, ve kelimat altında ihfa edecek yerde
açıktan açığa meydana yayar. Uzun uzun tavsifat ile bunları mesela bir çehrenin, bir
libasın halini, şeklini, rengini birer birer tadat eder. Bir ihtiradan, bir davadan
bahsettiği zaman bir çok tavsilat-ı fenniye ve adliye vermekten çekinmez. Mamafih
yine maksadını unutmaz. Baron Ölo, Babagaranda gibi numuneler meydana koyduğu
zaman kabil olduğu kudret çok anasır ve tesirat-ı maneviye toplamış, hepsini aynı
mecrada, aynı sath-ı meyil üzerinden mezc ve tevhid eylemiştir. Sanki bunlar aynı
cereyanı tezyit ve teşdit için birleşen birtakım küçük ırmaklardır.
Asar-ı edebiyede ikinci bir heyet-i mecmua-i anasır, ahval ve hadibattır.
Sanatkârın göstermek istediği tabiatın eserde tamamıyla tecelli etmesi için eşhas-ı
vakıanın sergüzeşti ve kendisini ihata eden hadisat o tabiatı izhara gayet müsait
olmak lazımdır. Bu noktada dahi sanat tabiata tevafuk eder.
Çünkü şuun-ı hakikat evsaf-ı tebayığın bu suretle tecellisine her zaman hadim
olmaz. Ne kadar âli ve metin tebayi vardır ki fırsat zuhur etmediği için atıl ve meçhul
kalmamışlardır. Cromvell Đngiltere ihtişaşatı arısında bulunmamış olsaydı hiç
şüphesiz kırk yaşına kadar ailesi meyanında geçirdiği hayat-ı sadeye devam ederdi.
Fransa 1789 vukuatı üç sene evvel zuhur etseydi, Mirabo mevkiinden düşmüş, serseri
bir asilzade olup kalırdı. Diğer taraftan bazı ahval-i mühime ve faciaya mukavemete
muktedir olamyan tebayı-ı zaife ashabı âdi zamanlardaki ahval ve hadisata pek güzel
kifayet edebilirlerdi. Mesela on altıncı Lui orta halli bir aile arasında tevellüt etseydi,
rahat ve muhterem yaşar giderdi. Tabiatın girdabat-ı şunu arasında bıraktığı insanlar
kızaktan denize inen gemilere benzerler. Ufak yahut büyük bir gemi oluşlarına göre
az yahut çok rüzgara muhtaçtırlar. Büyük bir geminin yolunu tezyit eden fırtına
küçük bir sandalı gark edebilir.
Tabiatta böyle birtakım nevakıs bulunduğu halde büyük
sanatkarlarıneserlerinde yoktur. Onlar tabiatı tasvir edince bu tabiatın kaffe-i
aksamının zahire çıkmasına hadim olacak ne gibi vakayı bulunmak kabil ise şahıs ve
vakalarını öyle hadisat içinde yaşatırlar. Faraza ebnâ-yı nevine karşı son derecede
muhabbete ve fedakarlığa müsait bir adam tasvir ettikleri zaman o şahsı
410
göstermeyecek birtakım vukuat arasında yaşatmayıp bilakis tabiattaki istidatı takviye
edecek artıracak hadisat arasında yaşatırlar. Bu sanatkâr böyle en ufak bir vakayı
hesap eder, düşünür. Hepsini bir neticeye hadim olmak için tertip eyler. O netice:
Eşhas-ı vakıa da tabiat-ı esasiyenin tecellisidir.
***
Bundan sonra üslup geliyor. Asar-ı edebiyede asıl göze çarpan üsluptur. Bu
diğer aksamı örter. Bir kitap muharririn telaffuz ettiği hecelerin tevalisinden ibarettir.
Kari bu heceler vasıtasıyla diğerlerine intikal eder. O cihetle üslubun ehemmiyeti pek
ziyadedir. Bunun vereceği tesirde diğer tesirlere tevafuk etmelidir ki netice-i matluba
bihakkın istihsal edilebilsin.
Fakat yalnız başına ele alınan bir cümle muhtelif şekiller iktisabına ve
binaenaleyh muhtelif tesirler ikaına müsaittir. Bu cümle ya bir mısra olabilir yahit
aynı yolda, muhtelif suretlerde mevzu-ı kafiyeleri, muhtelif evzanı haviyetler olur.
Bir cümle mensurede olur. Mensur cümlelerde uzun, kısa, kesik yazılabilir.
Cümleleri terkip eden kelimelerin de zatın da bir tabiatı vardır. Đştikaklarına ve
istimallerine göre bazıları asil ve necip, bazıları müstehcen yahut ilmî, mülevven
veya parlaktır. Hâsılı telaffuz olunan bir cümle karide hiss-i mantıki, istidad-ı
musikiyi, hatıratı, asabı, hevası, itibaratı tahrike bütün insanı sarsmaya müstait bir
heyet-i mecmua-i kuvvadır.
Bu sebeple üslup eserin mevzuuyla ve sair aksamıyla tevafuk etmelidir.
Büyük sanatkârların bunda gösterdikleri iktidar şayan-ı hayrettir. Onlarda bir vezin,
bir cümle, bir kelime, bir seda, bir irtibat-ı kelimat bir cümle bulunmaz ki hâsıl
edeceği tesir evvelden düşünülmüş, arzu edilmiş olmasın. Sanat bu noktada yine
tabiata faiktir. Çünkü asar-ı edebiyedeki eşhas-ı vakayı eşhas-ı hakikiyeden ziyade
tabiatlarına muvaffak surette idare-i kelam eder. Racine, Shakespeare’nin üslubunu
alsa yahut Shakespeare Racine’nin üslubunu alsa eserlerini yazsaydı, her ikisi de
gülünç olurlardı.
Hülâsa bir sanatkâr eserinde bu aksam-ı muhtelifenin tesiratını hep bir
noktaya ne derece hadim edebilirse göstermek istediği tabiat o kadar esaslı olur.
411
Şimdi bu esasa göre de asar-ı edebiyeye birer mertebe tayin olunabilir. Aynı
şeraiti cami iki eserden hangisinde bu tevafuk-ı tesirat daha mükemmel ise o eser
diğerine racih ve faiktir.
Her devr-i edebinin bedayetinde bir acemilik faslı görülür. Çünkü tevafuk-ı
tesirat gayr-ı kâfidir. Sebebi de sanatkârın cehaletidir. Vakıan o zamanlarda istidat-ı
sanatkârane mefkut değildir. Hatta maziyade mevcuttur. Lakin bu istidatı izhar
etmeyi bilen yoktur. Chanson de Roland. O zamanki adamların kendilerine mahsus
birtakım hissiyat-ı kaviyesi olduğu anlaşılır. Yeni bir heyet-i içtimaiye teşekkül
etmişti. Asılzadegânın istiklal-i matbualarına karşı gösterdikleri sadakat-ı metine
itiyadat-ı askeriye ve kahramaneleri şiir için lazım olan evsab ve tebaiyi pek güzel
izhar edebilirdi. Lakin o zaman edebiyatı bundan layıkıyla istifade edememiş,
bundaki güzellikleri belki hissetmiş, fakat tebliğe muvaffak olamamıştır. On altıncı
asırda sanat tekrar tevellüt ettiği zaman da yine bu tevafuk-ı tesiratın fıktanından naşi
aynı muvaffakiyetsizliğin yüz gösterdiği görülür. Đlk Đngiliz facianüvisi Marlow
şüphesiz bir dahidir. Fakat bir tiyatro yazmayı bilmediği için bugün eserleri
okunmaz. Shakespeare ise iptida biraz sendelikten sonra daha hayret fermudini izhar
etmiş ve ilelebet ebedi-i mütealada gezecek eserler meydana getirmiştir.
Diğer taraftan her devr-i edebinin sonlarında bir an inhitat-ı müşahade olunur,
sanat bozulur, tevafuk-ı tesirat bunda da mefkuttur. Fakat bunun sebebi cehalet
değildir, bilakis her türlü usul o kadar malum olmuştur ki artık kim isterse muvaffak
olabilir. En aciz bir muharrir bile bir cümlenin nasıl kıvrılacağını, iki kafiyenin nasıl
yan yana getirileceğini, bir hatimenin nasıl tertip edilmek lazım geleceğini bilir.
Burada sanatı duçar-ı zayıf eden şey hissiyattaki kuvvetsizliktir. Voltaire zamanında
Fransız facianüvisliğinin hali bu merkezdeydi. Eşkal-i hariciye evvelki gibi payidar
olduğu halde eserlerin asıl ruhu uçup gitmişti. Voltaire Racine’nin, Coroney’in
tekmil usullerini muhafaza ve istimal etmekle beraber Đngiliz tiyatrolarında görülen
entrikaları alarak eserlerinde bunlara bir cila-yı tarihi vermiş, bir kast-ı felsefi takip
etmişti. Fakat eski esvaplar altında bu yeni hissiyat rahatça tezahir edemiyor, hangi
aleme ait oldukları meşkuk kalıyordu. Ve kariler bu tasvirlerden bıkarak metin,
mükemmel eserler arıyorlardı.
412
Eserlerin böylelerine edvar-ı edebiyenin avasıtında, ta merkezinde tesadüf
olunur. O zaman tevafuk-ı tesirat mükemmeldir. Şayan-ı hayret bir aheng-i tebayi,
uslubu, vakayı kendinde bulundurur. Racine de Shakespeare de bu tevazen
mükemmelen mevcuttur.
Büyük muharrirlerin kullandıkları usuller ne kadar muhtelif olursa olsun bu
tesirat-ı aksan beynindeki tevafuka hiçbir vakit hulül gelmez. Đhlaf-ı üstadelerin
yaptıklarına bakarak şöyle bir üslup, şöyle bir şekil kabul edilecektir diye cebr-i
tabiyat etmemelidir. Biri bu usul ile muvaffak olmuşsa diğer başka bir yolda
maksuda vasıl olmuştur. Yalnız bir noktaya dikkat etmelidir ki o da bir eserde kâffe-i
aynı tarikten yürümesidir. Bir eser bütün kuvvetiyle bir gayeye doğru ilerlemelidir.
Sanat da tabiat gibi icaz edildiği şeylerden aynı kalplerde imal eder. Fakat bunlar
berhayat kalabilmek için yine tabiatta olduğu gibi sanatta da bütün aksanın bir kül
vücuda getirmesi ve en ufak cüzün bile bu küllün hadimi olması elzemdir.
Đşte hikmet-i bedayi hakkında Taine’den almaya lüzum gördüğümüz makalat
şu yukarıki satırlarla hitam buluyor. Bu gibi mübahase merakı olan karilerin bu
hülasalarla ittifa etmeyerek müşarunileyh muahezemiz olan Philosophie de
l’Art=felsefe-i sanat ünvanlı eserine müracat eylemelerini tavsiye ederiz. Burada
hülasaten beyan ettiğimiz kavaidin eser-i mezkurada pek çok ve pek güzel tatbikatını
bulurlar.
Hikmet-i bedayi gibi vasi bir bahis böyle müteferrik makalat şeklinde
yazılınca bittabi nakıs oluyor. Hele sanatın nereden neşet ettiği hakkında Herbert
Spencer güya vesair hükema arasında bir takım ihtilafat vardır ki ehemmiyet ve
faydasıyla beraber bizzarure terk ettik. Çünkü o gibi tafsilata dalacak olursak neticeyi
nazardan kaybedecektik. Hususuyla hikmet-i Bedaiye dair vermek istediğimiz
malumat gayet umumi noktalara ait idi. Heykeltıraşlık, resim gibi sanatlar bizde
henüz meçhul olduğunda bunlar hakkında ne söylense anlatılamayacağı,
anlaşılamayacağı da bedihi idi. Binaenaleyh mümkün olduğu kadar bu hususu
kavaidi etyanda içtinap etmek muktezi idi ve öyle yaptık. Bazı refiklerim bu
mubahesenin Fransa’dan alınmasına itiraz ettiler. Her millet için hikmet-i bedayi ayrı
olmalıdır. Binaenaleyh iktibasta isabet yoktur, dediler. Hâlbuki bizim Fransızca’dan
413
naklettiğimiz kavaid bütün milletlere kabil-i tatbik, mülahazat-ı umumiyeden ibaret
olduğu için bu itiraz haksızdır.
Şu mütealat-ı umumiyeden sonra deha hakkında da malumat vererek
nazarımızı şiir ve edebiyata, şiirin ve alelumum sanatın ulum ve fünun ile olan
münasebatına tevciye edeceğiz. Çünkü bazı adamlar görülüyor ki hala bize şiirin
lüzumu yoktur, zaman zaman terakki, cihan-ı ulum terasne-i garibiyle müterennim
oluyorlar. Bunun için şiirin nasıl bir ihtiyaç-ı ruhiyeden neşet ettiğini şiirle ulum ve
fünunun birbirine hiçbir vakit zıt olmadığını –yine Avrupa hükemasının eserlerine
istinaden- ispata ve bu efkar-ı sahifeyi izaleye gayret edeceğiz.
19 Temmuz 1314
Hüseyin Cahid
SF, Nu. 384, s. 316-320
414
HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 10
-Gaye-i Hayali 3
SANATIN AHLAK ĐLE MÜNASEBETĐ
Geçen makalelerde gaye-i sanatın bir tabiat-ı esasiye izhar etmekten ibaret
olduğu tafsil edilmiş, bir sanatkâr eşyâ-yı hakikiyede bir tabiat-ı esasiye anlayarak
bunu bize de göstermek için tahrir yahut tersim edeceği, hâsılı bir suretle vücuda
getireceği eserinde hakikati –aldığı tesire, fikre göre- tebdil edince bu eser gaye-i
hayali mertebesine varmış olur, denilmişti. Yani zımnen şu tarif ortaya çıkmıştı:
Gaye-i hayali, bir tabiat-ı esasiye izharı için tahvil edilmiş hakikatten ibarettir.
Bu tarifi iyice anlamak için iki şeyi bilmeye ihtiyaç hâsıl oluyor. Evvela
tabiat-ı esasiyenin ihtiyaç olduğunu anlamak lazım geliyordu, bu ise izah
olunmuştur. Saniyen, zihnimizde hâsıl olan bu şüpheyi halletmek, bir sual-i
mukaddere cevap cevap vermek iktiza ediyordu. Bir eserde mahzen sanatkârın
fikrine göre hakikat tahlil ve tağyir edilmekle o eser gaye-i hayali mertebesine
yükseliyorsa sonra eserlerin kıymeti beyninde bir derece bir nispet tayini nasıl kabil
olurdu? Binaenaleyh kabul ettiğimiz esasları ihlal etmeden asar-ı sanatın kıymet ve
mertebesini tayin için bize bir mikyas tayini elzemdir. Bu mikyas da şu suretle
gösterilmiştir. Asar-ı sanat birtakım evsaf ve tebayi irae, izhar etmeyecek midir? Đşte
bu gösterilen evsaf ve tebayi ne kadar esaslı ve mühim olursa asar-ı sanat da o kadar
kıymetli ve güzel olur. Fakat bununla da müşkillerimizin hepsi halledilmiş olmuyor,
bir mesele daha kalıyordu. Göreceğimiz birkaç tabiattan hangisinin esaslı olduğunu
nasıl anlayacaktık?
Bu evsaf ve tebayi birtakım kuvvetlerden ibarettir. Mesela his ve tamağ, aşk
ve alaka, âlicenap ilh… hep birer kuvvettir. Bir kuvvet iki türlü nazar-ı mülahazaya
alınabilir. Ya başka birtakım kuvvetlerle olan münasebetine bakılır. Bir kuvvet
diğerlerine ne kadar mukavemet eyler ve onları ne kadar imha eylerse o kadar büyük
ve mühimdir. Yahut kendi kendisiyle olan münasebatı nazır-ı itibara alınır, bir
kuvvet-i devam ve cereyanı müddetince kendisini imhaya sai olmaz. Bilakis neşv ü
nemaya, tezayide sa’y olursa bu sa’y derecesinde büyük ve mühimdir.
415
Demek ki bir kuvvetin ve binaenaleyh bir tabiatın ehemmiyetli ve esaslı
olduğunu anlayabilmek için iki nokta-i nazardan piş-i tetkike alınması lazım gelir.
Evvela diğer evsaf ve tebayie karşı mukavemeti ne derecededir, saniyen kendisine –
iyi, fena- nasıl bir tesiri vardır? Geçen makalemizde tebayi birinci nokta-i nazara
göre tetkik edilmişti. Bunun için de ulum ve fünunun muavenetine müracaat edilerek
esas tabiat olan birtakım kuvvâ-yı iptidaiye basamak basamak inilmiş ve sanat ulum
ve fünunun garabeti gösterilerek asar-ı sanatın tayin-i derecatı emrinde bir silsile-i
meratip tayin edilmişti.
Bu makalede tabayi-i esasiye ikinci nokta-i nazardan tetkik olunarak gaye-i
tabiat olan eşkâl-i mükemmeleye derce derece çıkılacak ve sanat ile ahlakın garabeti
gösterilerek asar-ı sanatın tayin-i derecatı amirinde ikinci bir silsile-i meratip
bulunacaktır. Birinci şıkta tebayi derece-i ehemmiyetlerine nispeten mütalaa edilmiş
olduğu gibi bu ikinci şıkta da hayra derece-i makruniyetlerine göre tetkik olunmuş
olacaktır.
Buna başlamak için yine insan-ı maneviyi [*]201 ve bunu ifade eden sanatları
nazar-ı dikkate alalım.
Bizim birtakım evsaf-ı maneviyemiz, mesela metanet-i ahlakımız yahut zaaf-ı
kalbimiz, maliye-i millimiz yahut vicdaniyemiz vardı ki bunların bize ya hayırları
olur yahut zararları dokunur. Hiss-i ahlakın, faziletin bir insanın nefsine birçok nefi
olduğu hâlde fezihat her vakit bedayi-i nikpettir. Ayrı ayrı birçok insanlara yahut
heyet-i içtimaiyeye bakacak olursak görürüz ki bunların kimisi terakki ediyor, mesut
oluyor, kimisi tedenni ediyor, mahvoluyor. Acaba bu neden neşet eder? Hiç şüphesiz
kendilerinden! Çünkü gerek eşhasın, gerek heyet-i içtimaiyenin bünye ve suret-i
teşekküllerinde, istidatlarında, sevaik-i tabiyelerinde birtakım esbab-ı muvaffakiyet
veya malubiyet vardır ki bu samim-i ruhumuzda taşıdığımız evsaf ve tebayi bize
bahr-ı huruşan-ı hayatın sath-ı pür heyecanında tutabilecek birtakım yardımcılardır.
‘Đnsan ne ederse kendine eder. ’ Misli bu hakikati pek güzel gösteriyor.
201 [*]Taine: Philosophie de L’art t. II, p. 327 et suivantes
416
Demek ki evsaf ve tabayıın muzırları ve müfideleri var. Bunlar bu esas
itibariyle ikiye ayrılınca bir silsile vücut bulur. Çünkü tebayi hep aynı derecede
muzır yahut müfit değildir; tabii aralarında bir nispet vardır.
Bir insanın en esaslı vazifesi, hakkı yaşamaktır. Hayatta başlıca iki istikamet
tefrik olunabilir: Đdrak etmek, bir şey yapmak. Demek ki iki esaslı meleke, yani
kuvvet var: Akıl ve zekâ, ihtiyar ve irade. Bu hâlde insana derekatında, efal ve
harekâtında muaveneti görülen efal-i akliye ve iradeye hayırlı, böyle olmayanlar
zararlıdır. Bir feylesof, bir âlim için, bir hükümet adamı için, bir sanatkâr için ayrı
ayrı birtakım evsaf ve tebayi lazımdır. Bu evsaf bir birine benzememekle beraber
yine hayırkar olmaktan geri kalamaz. Mesela diplomat için faydalı olmayan
hassasiyet-i rakika sanatkâr için elzemdir; feylosof için lazım olan evsafın bir
sanatkâra lüzum-ı faydası yoktur. Anlaşılıyor ki biri için faydalı, hayırlı olan bir
tabiat diğer biri için böyle olmuyor. Binaenaleyh bu evsafın hakkında ale’l-ıtlak bir
hüküm vermeyerek bunlar hangi adamda ise o adamın kendisine tayin ettiği gayeye
vüsulde muaveneti olup olmadığı noktasından tetkik ile müfit veya muzır addetmek
iktiza eder.
Güzellik ihtiyar ve irade bir kuvvettir ve bilnefis nazar-ı mülühazaya alınırsa
bir hayırdır: Alam-ı cismaniyeye ve saireye karşı karar-ı namuskaranesinde sabit-i
kadim kalan bir metin-i meram ve ihtiyara kemal-i takdir ile hayran olmamak kabil
mi?
Đşte bu evsaf ve tebayide mükemmeliyet insan için müfittir, hayırkardır. Fakat
acaba o insanı, dâhilinde bulunduğu heyet-i içtimaiyede müfit kılacak vasıf nedir?
Bir insanda ne gibi tabiat bulunmalıdır ki hemcinsine hayrı olsun, faydası dokunsun?
Bunun için yegâne bir kuvvet bilinir ki o da ‘muhabbet’tir. Çünkü sevmek
gerek saadetini kendine gaye ittihaz etmek, onun menfaati, onun hayrı için çalışmak,
bundan hayırlı bir tabiat olamaz. Bu silsile-i meratipte en bala mevkiyi bu kuvvet
ihraz eder. Muhabbet-âlicenap-insaniyet, hilm, şefkat, iyilik şekillerinden hangisi
mütecelli olursa olsun-bizi müessir eder. Đster bizzat aşka, ister muhabbet-i gaileye,
ister dostluğa, Hâsılı neye masruf olursa olsun muhabbet-i tevcihemizi, meylimizi
417
celp eyler. Muhabbetin mevzuu ne kadar vasi olursa güzellik de o kadar artar. Tarih
okurken vakayı-ı yevmiyeyi tetkik ederken bütün kalbimizle takdir edeceğimiz zevat,
hayatlarını memleketlerine hasredenler, insaniyetin terakkisi, saadeti için bunun
sailerini rahatlarını feda eyleyenler değil midir?
Đşte tebayide bulunduğumuz bu kıymetlere göre asar-ı sanat için de bir
mıkyas-ı kıymet tayin etmiş oluruz. Bize iki eser gösterilse bu eserlerde aynı bir
maharet ve iktidar ile aynı ehemmiyette, aynı büyüklükte büyük bir tabiat irae
edilmiş olsa hangisinin daha kıymettar olduğunu anlamak için bunların meydana
koydukları tebayi-i esasiyeye bakarız ve hangisi hayra daha makrun ise bu
diğerinden daha kıymettardır, deriz.
Şu surette en aşağı tabakada tasvir-i hakayiki tervih eden edebiyat ile mizahın
tiyatrolar, yani mahdud’ul-fikir, ahmak, bayağı, hodbin, zayıf eşhas-ı vakayı gelir.
Enri Möniye Seeenes de la vie hourgeoise namındaki eserinde bu numuneleri
mükemmelen cem etmiştir. Volter Skou’un, Balzac’ın romanlarında da bu gibi
numuneler doludur. Bu muharrirler, insanları olduğu gibi tasvir etmeyi arzu
eylediklerinden hakikatteki gibi nakıs, ademi, muhtel’el-tebayi olarak göstermeye
mecbur edilir. Hele mizahın tiyatrolara gelince zaten bunların esas-ı beşerin zayıf
hâlini, adem-i kifayetini nazarlara arz ederek, meydana yayarak herkesi
güldürmektir.
Fakat bir muhabbet-i hakikatperestane ile bir tarzı ihtiyar eden büyük
sanatkârlar tasvir ettikleri tebayıın bu çirkinliklerini iki vasıta ile setreylemişlerdir.
Ya bunları asıl esaslı şahıs vakıa ile bir tezat vücuda getirip bu şahs-ı esasiyenin
kıymetini artırmak, onu daha vuzuh ile meydana çıkarmak için bir vasıta makamında
kullanılır: ‘Donkişot’ta Balzac’ın Ojeni Garande’sinde, Flober’in Madam
Bovari’sinde bu usül görülür. Yahut bizim muhabbet ve tevcihimizi bu tasvir ettikleri
şahsın aleyhine çevirirler. Bu şahsi aksilikten aksiliğe düşürerek aleyhinde bir hande-
i intikam hasıl etmeye çalışırlar. O şahısta galip olan noksan ve kusuru saha-i
hayattan tard ve tebit etmek isterler. Seyirciler bundan memnun olur. Đyiliğin, tevsi
ve inkişafını seyretmekten ne haz buluyorlarsa ahmaklığın, hodperestliğin böyle
ezilip tahkir edilmesinden de aynı hazzı alırlar. Mizahnüvisler ve bilhassa bu usülu
418
istimal ederler. Romancılar da bunu bazen kemal-i muvaffakiytle kullanırlar;
Balzac’ın Đhtiyar Kız= Vieille fille romanında olduğu gibi…
Maheza bu fena manzaralar nihayet insanda müphem bir yorgunluk, bir
nefret, bir meraret bile hâsıl etmekten geri kalmaz. Muzır ve murdar bir hayvanı
velev ki başı ezile ezile ölsün daimi surette görmek yine insana nefret verir.
Silsile-i meratibin bu noktasında birtakım metin, fakat natamam ve
umumiyetle tevazından mahrum numunelere tesadüf olunur. Bu numunelerde
ihtirasat-ı nefsaniyeden, melekattan, istidat ve tebayiden biri pek ziyade tevsi ederek
diğerlerinin muvazenesini bozmuş onlara ika ettiği tahribat arasında galat-ı tabiat
hâlinde dehşetli bir neşv ü nemaya mazhar olmuştur. Facianüvisler yahut eserlerinde
bir felsefi takip eden muharirler bilhassa bu türlü tabii tasvire hasr-ı gayret eylerler.
Çünkü bir taraftan böyle teşekkül etmiş olan eşhas, calib-i rikkat yahut müthiş
hareketlerde bulunurlar. Hissiyatları arasında mücadelat görülür ki bunlar da bir
tiyatro için elzemdir. Diğer taraftan, bu gibi tebayi bir nazar-ı mütefekkire karşı
insanda kendisinin de haberi olmadığı hâlde icrâ-yı ahkâm eden birtakım kuvvâ-yı
muzlime ve mukadderat-ı teşekküliyi izhara pek müsaittir. Yunan, Đspanyol, Fransız
hailenüvislerinden Lord Byron ile Victor Hugo’da ve ekser büyük romancılarda –
Donkişot’tan Verter’, Madam Bovari’ye varıncaya kadar- böyle tebayi tasviratına
kesretle tesadüf edilir. Hepsi de inanın muhuti ile adem-i tenasüp üzre bulunduğunu
insanda bir hırsın bir fikrin galip olduğunu iraeye bedel-i mesai etmişlerdir.
Yunanistan’da kibir, garaz, şiddet, dehşetli bir hırs-ı cah, bir hırs-ı şöhret, intikam
vardır. Hâsılı tabii ve garizi bilcümle hissiyat; Đspanya’da, Fransa’da: Şövalyenin
namusu, bir aşk-ı müfret, teheyyüc-i dindarane, şimdiki Avrupa’da: Kendisinden ve
heyet-i içtimaiyeden memnun olmayan beşerin afet-i maneviyesi.
Fakat böyle şedit muzdarip ruhların tasvirine beşer hakkında en ziyade sahib-i
vukuf olan iki büyük müellif de, Shakespeare ile Balzac’da tesadüf olunur. Bu
müelliflerin bittercih tasvir ettikleri şey gerek kendilerine gerek diğerlerine muzır
birtakım dehşetli kuvvetler tabiatlardır. Eserlerindeki mühim eşhas vakıa yüzde
seksen ya çılgıncasına meraklı bir adam yahut bir hayduttur. Bu eşhas-ı vakayı en
rakik ve en kavi mülakata, bazen en alicenap hissiyata malik bulunmakla beraber bu
419
hisleri idare edecek bir kuvvetten mahrum olduklarından nihayet’el-amir ya
mahvolur yahut diğer efrad-ı beşere zarar ve hasar ederler. Shakespeare’nin
Balzac’ın eserleri en derin asar-ı edebiyedindir. Çünkü mühim birtkaım tebayi,
kuvva-yı iptidaiyeyi, ktabiat-ı beşeriyenin tasakat-ı amikasını diğer eserlerden
ziyade, izhar eder. Đnsan bunları okurken azametli bir şeyin muvacehesinde
hissedilen heyecana kapılır. Ruh-ı beşeri heyet-i içtimaiyeyi tarih-i âlemi idare eden
kavanini seyreder. Mamafih bu mütalaalar neticesinde hâsıl olan tesir’el-menaktır.
Đnsan birçok sefalet, birçok cinayet görmüş olur. Bu kitapları okumadan evvel âleme
rahatça dışından bakarak; muharrir bizi elimizden tutarak meydan-ı marikeye sevk
etti; orada orduların çarpıştığını yerin ölülerle kaplandığını gördük.
Şimdi bir basamak daha çıkarsam mükemmel eşhas tam kahramanlar
tabakasına vasıl oluruz. Shakespeare ile muasırları masumiyetin, iyiliğin, faziletin,
nezaket-i nesviyenin numune-i ikmalini irae ve tasvir etmişlerdir. Bu tasvirleri
asırlardan beri birçok Đngiliz romancılarının, temaşa nüvislerinin eserlerinde muhtelif
şekillerle tekrar tekrar zuhur etmiştir. Böyle saf ve necip tebayı tasvire, Ojoni
Grande, Marki Depar, köy hekimi hep bundan birer numunedir. Hatta saha-i vesika-i
edebiyatta Korneyl, Rişarson, Jourssan gibi bazı muharirler görülür ki hep böyle
güzel hissiyatı, ulvi ruhları tasvire hasr-ı ihtimam etmişlerdir ve nihayet bazı defa
Köne ve Tanizin gibi büyük sanatkârlar Đfijoni ve Pernesis gibi erlerin de gaye-i
hayaliyenin en ulvi tabakalarına savleti dahi – vakıa pek de muvaffak olamayarak-
tecrübe etmişlerdir.
Fakat diğer muharrirler böyle mükemmel eşhas-ı vakayı tasvir ettikleri zaman
ya ahlakı nazar-ı itibara almışlar yahut sırf müdekkik ve müşahit safvetini muhafaza
etmişlerdir. Birinci hâlde kendilerince iyi gördükleri bir fikri müdafaa ederler; lakin
böyle eserlerde bir parça soğukluk ile beraber muharririn bir cihet-i iltizam ettiği de
hissolunur. Đkinci hâlde, yani sırf tetkik ve müşahede üzerine binayı tasvir edildiği
surette eşhas-ı vakıa hakkındakilere tamamiyle benzerse de bu müşabehet neticesi
olarak, bilzarure nakayıs ile muhat olduklarından şaşaa-i hüsünleri bir parça soluk
görünür. Böyle mükemmel gaye-i hayaliye mikaran-ı eşhas-ı vakıa için artık
ihtiyarlamış medeniyetlerin havası pek iyi gelmez. Adem-i tecrübe ile cehaletin,
420
muhayyile-i beşeriyeyi istediği gibi pervazda serbest bıraktığı o an-ı iptidaiyeye
kadar çıkmalıdır. Ve işte orada böyle tebayi-i tesadüf olunur.
Bu üç türlü numunenin, üç türlü edebiyatın her biri için bir devr-i mahsus
vardır. Birisi bir medeniyetin inhitatında, diğeri devr-i kemalinde üçüncüsü edvar-ı
şebabında zuhur eyler. Müterakki zamanlarda, biraz ihtiyarlamış milletler içinde
(Mesela Yunanistan’da alüfteler asrında ve Fransa’da XIV. Loui devrinde) en hakiki,
en aşağı tabakadaki numuneler, edebiyat-ı hakikiye ve mizaha zuhur eder. Devr-i
kemalde yani heyet-i içtimaiye tam tevsi ve inkişaf üzere bulunduğu zamanda
(Mesela Yunanistan’da V. asırda Đspanya ve Đngiltere’de XVI. asır nihayetinde
Fransa’da XVII. asırda ve bugün) metin ve mustarip numuneler edebiyat-ı
felsefiyeler, dramlar vücut bulur. Edvar-ı mütevasıtede –ki bu devirler devr-i kemal,
diğer taraftan devr-i inhitat sayılır- mesela bugün Fransa’da olduğu gibi bu iki
edebiyat biri birine karışarak iki türlü numunenin ikisi birden görülür.
Fakat hakikaten gaye-i hayaliye varmış. Tasvirlere mebzul olarak ancak o
masum ve saf edvar-ı iptidaiyede tesadüf ederiz. Kahramanları mabutları bulmak için
daima en eski zamanlara, akvamın bedayet-i neşetine, tufuliyet-i beşeriyenin rüyaları
arasına kadar çıkmak iktiza eder. Her kavmin böyle kendine mahsus kahramanları
vardır. Her kavim bunları kendi sinesinden çıkarmış kendi misalleriyle beslemiştir.
Akvam-ı beşeriye edvar-ı cedidenin, tarih-i müstakbelin tenhâ-yı mutlakına doğru
ilerledikçe bu kahramanlar kendilerini sevk ve himayeye memur birer mülk’el-siyane
gibi gözleri önünde parlar durur.
***
Şimdi de insan-ı cismaniyi ve bunu izhar eden sanatları nazar-ı mülahazaya
alarak bunda hayırlı evsaf ve tebayiin nelerden ibaret olacağını teharri edelim.
Bu evsa ve tebayiin en birincisi şüphesiz tam ve mükemmel sıhhattedir.
Hastalıklı, cılız bir vücut daima duçar-ı zaiftir. Malumdur ki azâ-yı bedenin birtakım
vezaifi vardır. Sıhhat bu vezaifin kâmilen ve mükemmelen icra olunmasıyla hâsıl
oalur. Azâ-yı vücudun bir kısmının azayı vezaifindeki tesir ve tevkifi diğerlerinin
vezaifini de muhtel edebilir. Yine aynı sebeple insanan tabii olarak bulunduğu şeklin
421
olduğu gibi muhafaza edilmiş olması da hayırlı evsaf ve tebayıdan addedilmelidir.
Bir tesir-i marazi ile beden-i insana arız olan tahavvülat bir tarafa edilse bile
mesleğin, harfetin, hayat-ı içtimaiyein bedenimiz üzerinde bir tesir-i tahzipkarisi
görülür. Demircinin kolları pek kalındır, piyano çalan üstadın parmakları yassı olur;
bir avukatın, bir tabibin, bir kâtibin çehresinde mesleğinin tesiratı nazar-ı dikkate
çarpar. Elbisenin, hele yeni elbisenin su-i tesiri de inkâr olunamaz. Bol ve serbest
libaslar beden-i tabiiliğini bozmaz. Şimdi yeni ayakkabılar parmaklarımızı bir birine
yapıştırır. Korseler kadınların bellerini, endamlarını tağyir eder. Bir deniz
hamamında dikkat edilirse beden-i insaninin ne kadar bozulduğu görülür. Ciltlerin
rengi kaçmıştır; ufacık bir rüzgârdan titrer, tüyleri ürperir. Taş ocağından yeni
çıkarılmış bir kaya dolu, yağmurlar, güneşler altında kalmış bir taştan ne kadar farklı
ise bizim ciltlerimiz de sağlam bir ciltten o kadar farklıdır. Medeniyetin beden-i
tabiiyeye medeniyetin beden-i tabiiyeye iras ettiği tağyirat bir tarafa edilirse asıl
mükemmel vücud-ı beşer göz önüne getirilmiş olur.
Đnsan-ı cismani için evsaf ve tebayıın bir kısmı da efal ve harekâtına tealluk
eder bir vücut gayet çevik, her türlü harekâtı icraya kadir, göğsü geniş, koşmak,
sıçramak, vurmak, taşımak için pek ziyade müsait ve mükavim olmalıdır.
Bu mükemmeliyet-i bedeniyet son dereceye varmalı, fakat diğerleriyle hep
ahenk ve tevazün üzre bulunmalıdır ki birinin kuvveti diğerinin zaafını intac etmesin.
Bir vücut için yalnız bu evsaf kifayet etmez. Bir ruh, bir ihtiyar ve irade, bir zekâ, bir
kalp de lazımdır. Mükemmel bir beden ancak mükemmel bir ruh ile tam olabilir. Biz
ruhu bir vaziyette, başın bir şeklinde, çehrenin bir ifadesinde göstermeli, serbest,
sahih ve salim yahut mütefevvik ve âli olduğunu hissetmeliyiz. Bunun zakası,
faaliyeti, necabeti anlaşılmalı. Bu yalnız hissolunabilecek bir derecede bırakılıp öyle
pek ziyade göze çarpacak bir hâlde irae edilmemelidir. Çünkü o zaman göstermek
istediğimiz mükemmel bir beden-i insani için elzem olan ahengi bozmuş, maddiyatı
maneviyata feda etmiş oluruz. Đnsanda hayat-ı ruhiye ile hayat-ı cismaniye bir birine
muarızdır. Hayat-ı maneviyeye pek dalacak olursak hayat-ı cismaniyeye pek o kadar
ehemmiyet veremeyiz; hücre-i iştigale kapanır, kendimiz için lazım olan azâ-yı
müfekkireden başkasını görmez, sair aksam-ı bedeni bir feri olmak üzere telakki
422
ederiz. Medeniyet-i âliye ile ruhun tevsi tam ve amik ile çıplak riyaziyetlerle
tekemmül etmiş bir pehlivan vücudu itlaf edemez. Mütefekkir bir cephe, rakik-i
hudut bir vechiye bir pehlivan vücuduyla tezat teşkil eder. Đşte bunun için mükemmel
bir beden tahayyül olunduğu vakit hayat-ı maneviye ile hayat-ı maddiyenin
hemahenk olduğu zamanlardaki adamları piş-i tetkike almalıdır.
Đşte bu kıym-ı cismaniye sırasına göre insan-ı cismaniyi irae eden sanatlara
bir derece tayin olunarak biri birine sair cihetlerce müsavi iki eserden hangisi,
mevcudiyeti insan-ı cismani için daha hayırlı olan tebayı gösteriyorsa ona
diğerlerinden daha güzeldir deriz.
***
Taine, bu netice-i misal ile de teyit için heykeltıraş ve resim sanatları
hakkında tetbiat-ı amikada bulunarak bu yolda birçok tafsilat eyliyorsa da
memleketimizde bu anasırlar hiç mevcut olmadığından o tafsilatın naklederken bizce
hiçbir fayda hâsıl olmayacak, bir şey anlaşılmayacaktır. Binaberin yukarıdan beri
edebiyat hakkında verilen izahatın maksadı ispata kifayetini görerek binları terk
ediyorum.
11 Temmuz 1314
Hüseyin Cahit
SF, Nu. 385, s. 330-334
423
HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 11
-Şiir
Şiirin mahiyetini tayin etmek adeta hâsılı nakabil muammalardan biri
zannolunuyor. Filhakika bu bahiste dermeyan edilegelen tetkikat ve tafsilata
bakılınca o kadar muhtelif fikirler arasında doğruyu bulup çıkarmanın hayli müşkil
olacağı tahakuk eder. Böyle muğlak her cihete çekilmeye müsait bahislerde katiyyet-
i riyaziyenin adem-i istihsalinden nevmit olarak mahiyeti ve hakikat-i şiiri tetkik
etmekten vazgeçmek varid-i hatır olur. Fakat her nedense fikr-i beşer-i müşkilat
karşısında itiraf-ı acz ile tevekküle kolay kolay razı olmuyor. Her an yeni bir usül
ihdas ederek, keşfiyat ve terakkiyat-ı saireden istifade eyleyerek kâinat ve hadisat-ı
kâinat hakkındaki daire-i itlaını tevsi etmek istiyor.
Usül-ı tahlilin tatbiki bu gibi makasıtta pek ziyade mintac-ı muvaffakiyet
olur. Biz de şiir meselesinde bu usül-i tabiiyyetle tahliline başlarsak ihtimal ki doğru
bir neticeye vasıl oluruz?
Şiir der demez akla vezinli, kafiyeli birçok söz gelir. Fakat bu bir su-i
itiyattan ibarettir; çünkü şiir tabirinden anladığımız manayı tayin için biraz tamik-i
fikir edersek sade manzum ve mukaffa sözlere şiir demediğimizi anlarız. Filhakika
narin, nazik, zarif bir çiçeği gördüğümüz vakit bunun karşısında hissettiğimiz zevk
yanımızdaki refikimize: Bak, ne güzel, adeta bir şiir, diye ifham etmek isteriz.
Bedayi-i mütenevvia-i tabiat muvacehesinde daima aynı telezzüz ve heyecana
düşeriz. Muhteşem bir levha-i tülu karşısında türlü tesirata müstağrak düşünürken
dudaklarımızdan: Ne ulvi bir şiir, takdir-i vicdanisi bila ihtiyar sadır olur.
Đşte böyle ruhumuzda derin birtakım tesirler, teheyyücler hâsıl eden
manzaralara da şiir dememize bakılacak olursa ‘şiir’ tabirinden iptida anladığımız
manayı tashih lüzumunu hissederiz. Her mevzun ve mukaffa söze şiir demekten
vazgeçeriz. Vakıan böyle birçoklarını hemen her gün görüyoruz ki bizde zerre kadar
bir tesiri hâsıl etmiyor. Ta samimi ruhumuzdan bila riya, bila ihtiyar kopup gelen o
tevecüh-i saf-ı vicdani bir türlü peyda olmuyor. Demek oluyor ki bizden ne güzel şiir
hükmünü alabilmeleri için mevzun ve mukaffa sözlerin bizde tesir vücuda
424
getirmeleri lazım gelir. Asar-ı edebiyenin hâsıl ettiği bu tesir ile bedayi-i tabiatın
hâsıl ettiği tesir-i leziz-i ruhaniyenin bir olduğunu teslimde müşkilat göstermez.
Zaten lisan birbirinden ayrı zannolunan bu tesiratın mahiyetce ittihadını adeta sevk-i
tabii ile teslim etmiş, ‘Nef güzel şiir!’ takdiriyle ikisini mezc eylemiştir.
Bir yedd-i sanatın mahsul-i dehası olan elvah-ı nefiseye, mebaniye tevcih-i
nazar edersek bunların da bizi üzerimizde tesirsiz kalmadıklarını görürüz; derhâl
ruhumuzda bir incizap hâsıl olur. Bu elimizde değildir; düşünmek istemekle vücut
bulmaz. Adeta bizim haberimiz olmadığı hâlde kendi kendiliğinden gayet tabii bir
surette peyda olur. Hiçbir fikir menfaate müstenit olmadığı hâlde bir incizap, bir
lezzet, bir teveccüh ki bizi o levhanın, heykelin, binanın karşısından ayırmaz, orada
mevkuf-ı takdir ve hayret eder, valihane temaşaya dalarız ve temaşa ettikçe ulvi,
pakize bir hissin, bir hiss-i memnuniyetin kalbimizde peyda olduğunu duyarız.
Asar-ı edebiyeden, bedayi-i tabiattan aldığımız tesirat ile tesiratımızı
karşılaştıracak olursak anlarız ki bunların birbirlerinden hiç farkı yok. Hepsinden
aldığımız tesir bir. Hepsinde de hiçbir fikr-i menfaate müstenit olmayan bir teveccüh
bir incizap, bir telezzüz. Demek ki alelade ‘Oh, ne güzel şiir!’ ifadesiyle tercüme
etmek istediğimiz hatt-ı deruni hep bir esasa raci oluyor; muhtelif suretlerle
ruhumuzda aynı tesir husüle geliyor. Aynı şahsiyet üzerinde aynı tesirin husülü
şüphesiz müessirlerin de esasen yekdiğerinin aynı olmasından neşet eder. Gerek
bedayi-i tabiyede gerek asar-ı edebiyede, gerek elvah, heyakel ve mebani-i nefisede,
hâsılı bir tabir-i umumi ile gerek bedayi-i tabiiye ve gerek asar-ı sanata müşterek bir
nokta var ki bu noktanın tesiri ile bir hazz-ı ruhani, bir zevk-i samimi hissediliyor; bu
incizab-ı fıtri kâh ‘Şiir!’ kâh ‘ Ne güzel, ne latif!’ takdirleri altında sadır ve ifade
olunuyor. Demek ki şiirde bu nokta-i müşterekenin, bu nokta-i müessirenin bizde
uyandırdığı bir heyecandır; diğerlerinden hiç farkı yoktur.
Şimdi şu nokta malum olduktan, yani asar-ı edebiyeden aldığımız zevk asar-ı
saire-i sanattan, bedayi-i tabiattan aldığımız zevkler yekdiğerinin aynı olduğu
tahakkuk ettikten sonra bizce ikinci bir ukde-i iştibahı halletmek lüzumu peyda
oluyor. Acaba bu hassa-i şiir onlarda mı var yoksa bizde mi? Tesir-i diğerle acaba
425
şiirin bir mevcudiyet-i müstakbelesi var mı yoksa biz mi eşya ve asar-ı sanata o sıfatı
isnat ediyoruz.
Yanlış mütalaalara düşmemek için burada asar-ı sanat ile asar ve bedayi-i
tabiatı ayrı ayrı tetkik edelim. Asar-ı sanat ile menazır-ı tabiat –bu tesir ve heyecan
nokta-i nazarından bakıldığı takdirde- birbirlerinin tamamen aynı mıdır? Evvela
bünyelerinde şu esaslı fark var ki asar-ı sanat bedayi-i tabiatın, menazır-ı hakikatin
bize verdiği tesir-i heyecan neticesi olarak vücut bulmuştur. Asar-ı tabiat ve menazır-
ı hakikat ise mahsül-i heyecan değildir, ebedi ve ezelidir, husule getirdiği tesirata
layıktır. Bir tesir-i tebliğ ve ifham için tertip edilmemiştir. Nazik bir gül ile kaba bir
ballı kabağın –nebat olmak itibariyle- birbirlerinen farkı yoktur. Güzellik güzel bir
vakt-i gurupta can sıkıcı bir vakt-i zuhurdan farksızdır. Yalnız arzın tabii ve zaruri
olan harekât-ı yevmiyesi bu iki zamanın farkını hâsıl eder. Anlaşılıyor ki asar-ı tabiat
bizde tesir uyandırmak için tertip edilmiyor, bir takım kavanin-i tabia neticesi olarak
vücut buluyor ki bize –kendimizde hâsıl olan tesire göre- telezzüz ediyor, lakayt
kalıyor yahut telezzüzümüzle beraber kalbimizde uyanan birçok kederlerin
uyandıklarını, tekrar eski şiddetlerini bulduklarını hisseyliyoruz.
Hele aynı menazır-ı tabiat karşısında muhtelif insanların muhtelif tesiratı
olması hatta aynı manzaranın şahıs ve iddia üzerinde bile muhtelif günlerdeki
tesiratın muhtelif zuhur etmesi bunlardan aldığımız heyecanın, şiirin tabiatta olmayıp
sırf kendimizde vicdani bir hadise olduğunu ispat eden delaildendir.
Tabiat ve hakikatin ruhumuzda tevellüt ettiği hissiyat günagün ifade etmek
isteyince meydana bir eser koyarız, istidat-ı hilkatimiz bizi hangi tarike sevk ederse
ona süluk ederiz. Edip, ressam, heykeltıraş, musıkişinas oluruz. Demek oluyor ki
asar-ı sanat bir mahsül-i heyecandır. Bu heyecan ve tesir esasen bir olduğu hüsn-i
tefehhümü temin için, asar-ı edebiyeyi celi edenine şiir demişler. Sonra şiire bir
derece daha tekayyül edilerek şiir bilhassa vezin ve kafiye ile ifade olunan tesirane
ilim olmuş, fakat her hâlde bir vezin ve kafiyenin yani ‘nazım’ın bir şekil olduğunu
unutulmamalıdır. Bu hâlde bir mahsül heyecan ve tesir değil yani eşkâli iktiza eden
efkâr ve hissiyatı “sahtelik” ile itham etmekte tereddüt etmez. Đşte şimdi şu
mülahazata istinat ederek gerek eski divanlardan, gerek eski asar ı hazıradan
426
birçoklarını tecavüz etmek istedikleri malikâneyi şiirden def ve tart etmek bizim
hakkımızdır. Çünkü ya sevk i kafiye ile ya sevk i taklit ile yazılmış eserler hiçbir
vakit samimi bir mahsul ü tesir olmadıkları için yine hiçbir vakit bizde bir tesir
tevellüt edemezler. Tevellüt edemeyince bizim onları koca bir deve dikeninden, kaba
bir ballıbabadan farklı tutmanız için hiçbir sebep gösterilemez. Đtidal-i demle cereyan
eden bir muhakeme-i zihniye neticesinde destires olduğumuz kavaid i ahlakiye ve
ilmiyeye de kisve-i şiiri iksa etmeye ne kadar çalışsak yine onları şiir gibi
göstermeye muvaffak olamayız. Çünkü şiirin vicdanı olduğu, bir şahsın ruhunda
peyda olan tesir ve heyecandan ibaret bulunduğu sabit olduktan sonra elimizde öyle
bir miyar öyle bir nokta-i mukayese mevcut demektir ki bizi her türlü yanlışa karşı
vikaye edebilir. Şiir böyle sırf vicdani olduğu içindir ki avam pesendane şiirler
vesaire gibi taksimat bilzarure vücut bulmuştur. Herkesin derece-i hissi ve idraki bir
seviyede olmadığından birini müteessir eden bir hâlin diğerini müteessir edememesi
yahut kemiyet-i tesirleri beyninde bir fark bulunması tabiidir. Bu hâlde herkesin
kendine göre şiiri, şâiri vardır. Birçok efrattan teşekkül eden bir heyet-i içtimaiye
içinde de iştirak-i hissiyat birer büyük sınıf teşkil etmiştir. Bu sınıfların ayrı
kabiliyet–i tesiriyeleri, binaenaleyh ayrı şiirleri olur. Bugün Âşık Garip ve Âşık
Kerem divanlarından bir zevk alabilir misiniz? Hayır, hâlbuki bu divanlar bizde kesir
ül efrat bir sınıf için yegâne şirdir. Ve bizim bunu istihfafa da hakkımız yoktur.
Çünkü bizim asar-ı cedide-i edebiyeden aldığımız zevk ve hazzı bu kitaplar kendi
karilerine samilerine verebiliyorlar.
Hülasa, asar-ı sanat ile asar-ı tabiat arasında birinin mahsül-i heyecan ve
mahsül-i meram olmasından, diğerinin bu gibi tesirat ve makasıda bigâne
bulunmasından başka bir fark yoktur. Đkisi de bizde bir makes bulmakla anlaşılabilir.
Mütalaatı itmam için iki noktayı biraz daha tasvir etmek mecburiyeti hâsıl
oluyor. Şiir bir tesirdir denilince –tesirin bütün insanlar için varit olduğu derhatır
edilerek- o hâlde herkes şâir midir, itirazı ileri sürülebilir.
Buna “Evet!” cevabını vermekte tereddüt etmedikten sonra şu suretle izaha
lüzum geldiğini göstermemiz iktiza eder: Gerek asar-ı sanat muvacehesinde bir tesire
kapılan adam bir şiiri his etmiş olur. Kendisine has olan bu tesirat ve hissiyatını bize
427
ne vakit ifham edebilirse işte o vakit şâir olur. Şiir kuvvede kaldıkça sahibine sıfat-ı
şâiriyeti bahşetmez, bilfiil tezahür etmelidir. Bu hassa-i şâiriyet acaba kaç kişide
vardır? Bugün içimizden kaçımız tesiratımızı ifham ve tebliğe muktediriz?
Bugün en ziyade devam ettiğimiz, gördüğümüz bir mahalli kâğıt üzerinde
tasvir etmek istesek hayalimizde istinsah edecek bir şekl-i sarih bulamaz, kemal-i
hayretle teslim-i acz ederiz. Nevmidane kalemi elimizden atarız. Çünkü şâir, sanatkâr
değiliz; çünkü tesiratımız sathidir, binaenaleyh müphem ve seri ül zevaldir.
Bir nokta daha var ki o da bedayet-i nazırada zihinlere bir tereddüt verebilir:
Şiir asar-ı tabiat ve menazır-ı hakikat muvacehesinde tevellüt eden –fikr-i menfaatten
arî, gayr-i ihtiyari- bir heyecandan saf ve ruhaniyeden ibarettir diye tarif edilince
bundan şiirin yalnız tabiat ve hakikatten, mutlaka bunların taklidinden hâsıl olduğu
ve şiir için hayalin lüzumu olmadığı neticesi çıkarılmak mümkün değil midir? Evet,
mümkündür, lakin çıkarılmamalıdır; bilakis şâir için en mühim evsaftan biri de
muhayyiledir.
Evvela düşünelim ki hafıza ile muhayyile arasında ne fark var? Dimağımızda
intiba eden her türlü tesirat-ı hariciye zaman itibariyle biribirine karıştığı cihetle,
beyinlerinde bir sıra hâsıl olur. Bu sırayı gözeterek vukuat-ı maziyeyi derhatır edince
hafızamızın ianesine müracaat etmiş oluruz. Âlem-i hariciden aldığımız bu intibaatı
tevali-i hakikisine ehemmiyet vermeyerek vakit ve zaman itibariyle birbirine
karıştıracak, silsileyi kesredecek olursak o vakit muhayyilemizi serbest bırakmış
oluruz. Görülüyor ki muhayyilede âlem-i haricinin, tabiatın, hakikatin
mevcudiyetimizin nişanelerini keyif ve arzumuza göre mezc ve tertip etmekten başka
bir şey yapmıyor; bu anasırı hep hakikatten, tabiattan alıyor. Hakikat ve tabiat
gözümüzün önünden ayrıldığı, tesiri zail olduğu zaman ifham ve tebliğ-i hissiyat-ı
kıyam edince asıl muhayyile imdadımıza şitaban olarak bütün o tesirat-ı
maziyemimzi piş-i nigah-ı dâhilimiz önünde canlandırıyor; bizde samimi ruhumuzda
canlanan bu tesirlerin bir kopyasını harice aksettirmekle meydana eser çıkarıyoruz.
Ve işte hakikatle eser arasına bu muhayyilenin hululü, muhayyilenin bu farkıdır ki
bizi tabiat ve hakikati-bir fotoğraf gibi- aynı aynına istinsah etmekten mani eyler; bu
428
hâlde de “Şiiri” söylemek kabil olmaz. Şu iki nokta da böylece izah edildikten sonra
ümit ederim ki şiir hakkında epeyce salim bir fikir peyda etmiş bulunuruz.
Hüseyin Cahit
SF, Nu. 388, s. 344-347
429
HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 12
-Deha
Güzel hakkında icrâ-yı tetkikat eden hükema tabiattaki hüsn ile sanattaki
hüsnün yekdiğerinden farklı olduğunu müşahede etmişlerdir. Filhakika bazı levhalar
görülür ki sanatkâr bunda mesela ihtiyar, murdar bir dilenci resmini yapmıştır.
Sokakta bu dilencinin kendisine tesadüf etmiş olsaydık ihtimal ki istikrahımızdan
başımızı döndürürüz. Hâlbuki bu levhanın karşısında başımızı çevirmiyor, kemal-i
zevk ve incizap ile durup seyrediyoruz, mahzuz oluyoruz. Kezalik bazı romanlarda
tasvir olunan fena ahlaklı adamlara âlem-i hakikatte tesadüf edince kemal-i nefretle
yanlarından kaçtığımız hâlde onları bir romanda görünce kitabı bir hüsn-i takdirle
‘Ne güzel!’ diye severek elimizden bırakmayız. Demek oluyor ki birçok şeyler
hakkında hiç de güzel olmadıkları hâlde tesir-i sanatla kendilerine bir güzellik
geliyor. Bundan anlaşılır ki sanat ile hakikat ve tabiat arasına başka bir şey karışıyor.
Đşte bu ‘şey’ sanatkârın âlem-i hakikate tarz-ı nigaranı, sanatkârın ‘deha’sıdır.
Dehanın ne olduğunu anlamak anlatmaktan daha kolay gelir. Bu bapta
yazılmış olan eserler bütün okunacak olsa görülür ki sahib-i deha addolunan şâirler,
ediplerle hükema, dehayı hep muhtelif suretlerle tayin etmek istemişlerdir.
Binaenaleyh bir fikri tam peyda etmek için dehayı her üç nokta-i nazara yani
şuaraya, hükemaya ve etıbbaya göre tetkik etmek lazımdır. [ Larus ansiklopedisi bu
baptaki mubahesi pek iyi cem etmiş olduğundan tedkikatımızı oradan istiare
edeceğiz]
1. Şâirlere Göre Deha: Kadim-i Yunan ve Roma şâirleri dehayı fikri lahutinin
insanlara nüfuz ve hulülü suretinde telakki ederlerdi. Güya her şâirin birer peri-i
ilhamı vardı ki bunun simah-ı ruhuna fısıldadığı kelimat-ı kalbiyeyi o şâir bize telbi
ederdi.
Bu fikir, bu ulvi ilham ve sunuhat-ı fikrin son vakitlere kadar intikal etmiştir.
Lamartine eşarında mitolojiye ait istiarat ve saireyi terk etmiş olmakla iftihar eylediği
hâlde dehayı izah için kalp, dimağ ve heyecan-ı beşeri kâfi bulmaz; esraralut bir
kuvvetin bunlara hayatbahş olmasına, bunları ihtizaza getirmesine lüzum görür.
430
Paul Jane ‘Dimağ ve Mefkûre’ namındaki kitabında diyor ki:
‘Otuz sene evel bir meslek-i edebî –yani Romantizm dehanın tabiat ve esası
hakkında öyle bir nazariye serd ve ityan ettiği efkâr-ı sakine ve matule ashabı bundan
mütevehhiş oldular. Bu yeni nazariyeye göre dahil olan bir adama karşı kavanin-i
ahlakiye ve içtimaiyenin hiç hükmü olamazmış, onu başka bir mahluk gibi nazar-ı
mülahazaya almalı imiş. Hayatta tarz-ı maişette intizamsızlık dehanın en birinci şartı
addolunmuştu. Biz o vakit çocuk idik. Bu tesirlere kapılarak, büyük adamların,
ediplerin adi insanlar gibi birer mahlûk olmasına gail olmazdık. Mösyö dö la Martin
denilince gözümüzün önüne elinde bir rubap gözleri semaya müteveccih bir vücut
gelirdi.
Romantikler nazarında deha insanın ahval-i tevellüdiye ve teşkiliyesinin tesir-
i esraraludundan mütehâsıl bir hadise-i fevkaladedir. Yani onların fikrince ‘deha’
mütalaa ile sa’y ve gayretle iktisap edemez; bir mevhibe-i fıtrattır.
Buna mukabil klasikler nazarında sahib-i deha olmak sabur ve çalışkan olmak
demektir. Fakat bu tarif ‘daha’yı izah etmez, ortadan kaldırır. Bufon: ‘Deha, medid
bir sabırdan ibarettir. ’ diyor. Vakıa ‘Eugene Veron’un dediği gibi bir maksad-ı
istihsal için son derece de sabır ve fetanet göstermek aynı bir fikre mütemadiyen sırf
zihnetmek sayesinde dimağa büyük bir kuvvet gelmek tabiidir. Fakat böyle bütün
faaliyet-i akliyenin aynı nokta üzerinde cemi evvela başka hiçbir şey düşünmeyip sırf
bir nokta üzerinde imal-i zihin edebilecek yolda bir teşkil-i dimağiye malik olmaya
saniyen kendi istidat ve temayülatını bihakkın takdir edebilip rastgele her şeye sırf
zihne icbâr-ı nefsetmeye vabestedir. Ancak bu şartlarla uzun bir sabır da aynı nokta
üzerine tefekkürde sebat kabil olabilir. Binaenaleyh yine işe fıtri bir istidat karışmış
olur.
Görülüyor ki klasikler o tarifleriyle istidat-ı fıtriyenin lüzumunu katiyen inkâr
etmişlerdir. Romantikler ise –bunun aksülameli olarak- ‘deha’yı sırf mevhibe-yi
tabiat olmak üzere telakki etmişlerdir. Şâirlerin bu muhtelif sözlerinde sarih tenvir-i
fikre hadim-i izahata tesadüf olunamıyor. Bütün o sözler hülasa edilmek lazım gelse
şuaranın dehaya esraralut, fevkaltabii bir sıfatı üstat ettikleri anlaşılır.
431
Daha mükemmel malumat almak için hükemaya müracaat edelim.
2. Hükemaya Göre Deha: Eflatun’a, Aristo’ya kadar çıkmak için nafile yere
yorulmayalım. Çünkü husül-i deha olan asarı tahlile bu şayan-ı hayret kuvvetin
esasını teharriye asıl ezmine-i cedidede bedi olunmuştur. Vaktiyle pek meşhur
olduğu hâlde bugün münsi bulunan Dobu isminde bir muharir diğer adamların
yapamayacakları yahut fena yapacakları bazı şeyleri iyi ve kolayca yapmak
maharetine malik olan zevatı dahi addederdi.
Meşhur filozoflardan Halveciyus da derdi ki: ‘Deha kelimesinin tarifini
bulmak için halkın verdiği hükümlere dikkat etmelidir. Halk Dekart’ı Newton’u
Mentesqeui’yu, Corneil’i Moliere’yi hep dahi addeder. Bu kadar muhtelif zevata
dahi sıfatının verilebilmesi ise onlarda müşterek bir hassa bulunduğunu ima eder. Đşte
bu vasıf müşterek kuvve-i icat ve ihtiraattir. Demek ki Halveciyus’a göre dehayı
anlamak için bir kuvve-i icat ve ihtira görmek lazım gelir.
Voltaire, Lagit felsefesinin deha bahsinde şöyle idare-i kelam ediyor:
‘Bir sanatkâr, ne kadar mükemmel olursa olsun, eğer kendine mahsus
birtakım icadat ve ihtiraatta bulunmuyorsa dahi addolunamaz. ’
Almanlardan Alber Dohalar, dahiyi ‘bir şeyi yapmaya bilhassa müstait olan
ve bu mevhibe-i hususiyeyi tevsie çalışan adam’ diye tarif ediyor. Kant dahiliği
kudret-i ihtiradan ibaret olmak üzere telakki ediyor, diyor ki: ‘Dahi, ve vasfını yalnız
eseri meydana koyan sanatkârlara verirler, yoksa nazariyata vakıf olduğu hâlde
icraata kıyam etmeyen zevata dahi demezler. Hatta bir sanatkârın meydana koyduğu
eser-i mahsul taklit olursa ona da ‘eser-i deha’ denilmeyip bu tabir ancak başkaları
tarafından şayan-ı taklit bir eser-i icada sarf olunur. ’
Ejel hikmet-i bedayiesinde ‘deha’dan ziyade sanatla iştigal ederse de büyük
kıymetdar eserlerin mahsül-ı sa’y ve taklit olmadığını tabiatın arz ettiği eşkâlin bir
intihab-ı ahenkdarandan neşet etmediğini teslim eyler ve der ki: Bunun böyle
olduğunu iddia etmek ‘deha’nın icap ettiği gariziyeti hiç nazar-ı ehemmiyete
432
almamak demek olur. Hakiki bir santakarda maderzat ve muayyen bir kudret
lazımdır. Bir sanatın kısm-ı tarihi ve ilmiyesini bilmekle insan sanatkâr olamaz.
Mabadı var.
Hüseyin Cahit
SF, Nu. 387, s. 365-368
433
HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 13
-Deha
Deha meselesi hususu bir nokta-i nazardan, yani hikmet-i bedayi nokta-i
nazarından mütalaaya alınmalıdır. Çünkü sade büyük sanatkârlara değil büyük
kumandanlara, bazı erbab-ı fenne dahi denilebilir. Dâhilerde her şeyden evvel
muhayyilenin icat ve ihtira kuvveti vardır. Bunun için de nazara ve seme çarpacak
her şey hakkında her dem müteyakkız bir dikkat lazımdır ki muhtelife-i eşyâ-yı zihne
inziba ettirsin, sonra da metin bir hafıza ister ki bunları hıfz etsin. Binaenaleyh bu
nokta-i telakkiyece sanatkâr yalnız kendi mülahazatı ile iktifa etmeyerek âlem
arasına karışmalı, çok görmeli, çok işitmeli, çok bellemelidir. Đşte bu ‘deha’nın en
birinci şartıdır. Diğer şartları tefekkür ve mülahazadır. Sanatkâr bu sayede bilnefis
hakikate vâsıl olur ve gaye-i hayali ile hakikati bir birine mezc edebilir. Bunun için
de faal ve müteyakkız bir akıl, derin ve şedit bir ihtisas elzemdir. Homer’in asarı
yolunda manzumelerin şâirin uykusunda bir rüya gibi vücut buluverdiğini zannetmek
büyük bir hatadır. Mülahaza olmazsa –ki insan yalnız bu sayede tefrik, temyiz ve
intihap edebilir– sanatkârı eser hâline ifrağ etmek istediği mevzuuna sahip olamaz.
Hakiki sanatkârların ne yaptıklarını bilmediklerine sahib olmak gülünçtür, fazla
olarak sanatkâr bütün hissiyatını bir noktada tecemmü ettirmeye de kendisini icbar
eyler.
Đşte bu hassasiyet-i şedide sayesindedir ki bir sahib-i sanat, mevzuunu ve
buna iksa etmek, istediği şekli benimser, ona sahip olur. Sanatkârlık, sade etrafındaki
âlemi çok görüp, çok tetkik etmek ile de olmaz. Đnsanın sinesinde birçok büyük
hissiyat filizlenip neşv ü nema bulmalı, sanatkârın fikir ve kalbini teheyyüc ve tehziz
etmelidir.
Şimdi Ejel’e göre ‘deha’yı tarif etmek iktiza ederse şöyle demeliyiz: Deha,
hakikaten birtakım asar-ı sanat vücuda getirebilecek bir istidat ile bunun sahâ-yı
husüle isali için elzem olan kudret ve faaliyetten ibarettir. Demek ki deha da iki
nokta vardır: Biri tasavvur, diğeri icra… Bunlar ise vicdani ve sarf-ı sanatkârın
şahsiyetine merbuttur. Mamafih sanatkâr için bir maharet-i müktesebenin lüzumu da
434
aşikârdır. Kafiyeleri, vezinleri istediği gibi dest-i hükmünde malup edemeyen bir şâir
tabii istidat-ı dehâ-yı perverisini izhar edemez. Bunun için sanatının böyle eslaflık
cihetlerini de bilmeliler. Şu kadarı var ki maharet-i nazmiyeye malikiyet hiçbir vakit
sahib-i deha olmaya delalet etmez. Maharet-i nazmiye bir istidat-ı fıtri ile içtima
ederse işte o vakit dahi bir şâir vücuda gelmiş olur. Bir dahi tasavvuratını icra ettiği
ve meydana bir eser koyduğu zaman kendisinde mevcut olan ahval-i ruhiyeye
‘sunuhat’ namını verirler. ‘Deha’da biri fikre, diğeri tabiata ait olmak üzere iki unsur
mevcut olduğundan bazıları tahrik ve ikaz hissiyle sünuhat hâsıl olur fikrinde
bulunmuşlardır. Fakat Ejel sunuhatın böyle sadece hararet-i dem neticesi olmasını
kabul etmeyerek şampanya insana hiçbir kuvvet-i şiir vermez, diyor.
Filhakika birçok ashab-ı deha vakt-i seherde yahut akşamüzeri güzel bir
çimen üzerine uzandıkları, havayı safi teneffüs ettikleri zaman birçok sunuhata malik
olurlar. Eğer sunuhat-ı tahrikât-ı asabiyeden ibaret olsaydı, bu esnalarda hiçbir şey
hissetmemeleri lazım gelirdi.
Diğer taraftan tefekkür ve mülahaza ile de sunuhat peyda edilemez. Bir
sanatkârın içinden geldiği hâlde güzel bir şiir yazmak, bir levha tersim etmek, bir
beste yapmak arzusunda bulunup bunu icraya kalkması bunu hiçbir vakit hiss-i netice
vermez. Mamafih sanatkârlar bazı mevzuları başkalarından aldıkları hâlde böyle
sipariş üzerine de enfes asar meydana getirebilirler. Çünkü bu hususta asıl mühim ve
elzem olan nokta sanatkârın intihap ettiği mevzuyu düşünürken ona rabt-ı kalp etmiş,
o mevzunun fikrinde hayat bulduğunu hisseylemiştir. O derecedeki sanatkârlar
mevzularıyla adeta meşbu olurlar ve fikirlerine bir şekil verip meydana eser
çıkarmadıktan sonra rahat etmezler.
Hippolyte Taine’nin ‘Felsefe-i Sanat’ından istinbat olunduğuna göre
müşarünileyh nazarında ‘deha’ mürekkep ve karışık bir şeydir. Bunda iptida
sanatkârın mizacı, üslubu, tarz-ı icrası vardır. Bir eser, bir sanatkârın asar-ı
sairesinden tecrit edilemez. Onların kafasıyla birtakım revabıt ve karabeti haizdir. Bir
sanatkâr da kendi başına, yapayalnız nazar-ı mülahazaya alınamaz, o da bir mesleğe
mensuptur ve bu mesleğin taht-ı tesirinde kalmıştır. Binaenaleyh sanatkârın dehası
serbest ve müstakil değildir. Bir dâhiyi anlamak için onun etrafına ikinci derecedeki
435
birtakım sanatkârları da toplamalıdır. Dahi bu demet içinde hepsinden uzun bir sap,
bir nebattır. Ve nihayet bu sanatkârlar da mücerret değildir. Kendileri bir kavme
mensuptur, etraflarında bir halk vardır ki bunların ahlak ve efkârına vakıf olmak
lazımdır. Tahavvülatıyla falan veya filan nebatın zuhuruna badi olan maddi bir
hararet mevcut olduğu gibi tahavvülatıyla falan veya filan nev-i sanatın vücuduna
sebep olan manevi bir derece-i hararet de vardır. Mahsulât-ı fikr-i beşer, mahsulât-ı
tabiiye gibi ancak muhitleriyle izah olunabilir.
Bu noktalara ait tafsilat, bundan evvelki makalelerde ita edilmiş olduğundan
tekrarı fazladır. Mamafih ‘deha’ hakkında Taine’nin bu fikri –yalnız bu kadarıyla
kalacak olursa- nakıs demektir. Çünkü bunlar dehanın ne olduğunu izah etmez. Falan
veya filan cihette tevsi ve nemasını tayin ve icap edebilir. Bu kadarcık izahatla iktifa
edilirse dehanın nasıl tevsi ettiği öğrenilmiş, fakat niçin öyle olduğu meskût
bırakılmış olur. Taine’nin muarızları bu noktadan tutturarak müşarünileyh mesleğini
çürütmek istemişlerse de ya sehven yahut kasten bir hatada bulunmuşlardır, zira
Taine yine ‘Felsefe-i Sanat’ta verdiği izahat ile bu itiraza da meydan bırakmamıştır.
Orada diyor ki:
“Sanatkârlara bir mevhibe-i fıtriye lazımdır. Bunun yerini ne sabır tutabilir ne
tetkik ve mütalaa… Bu olmazsa sanatkârlar müstensih ve amele derekesine düşerler.
Onlar muvacehe-i eşyada kendilerine has bir ihtisasa malik olmalıdırlar. Bir adam
fıtri bir kudret ile tevellüt etmiş olursa kendisinin ihtisasat ve idrakatı yahut bir kısım
ihtisasat ve idrakatı nazik ve seri olur. ”
Đşte burada ‘fıtri bir kudret ile tevellüt’ kaydı ‘deha’nın maderzat olduğunu
tasdiktir. Binaenaleyh öyle bir itiraza mahal yoktur.
Etbap ve âlem-i menfi elaza erbabına göre deha âlem-i menafi elaza erbab-ı
kafa-i tezahürat-ı fikriyeyi, uzviyetlerin ahval ve tesiratına isnat ederek izaha sai
olduklarından bittabii ‘deha’yı da dahilerin dimağlarında taharri etmişlerdir.
Evvel-i amirede bazı menafi elaza ‘deha’yla maraz-ı dimağ beyninde bir
meşabehet görmüşler, bunun üzerine dimağda bir alet olmazsa deha vücut bulmaz,
demişlerdir.
436
Đmraz-ı akliye hakkındaki tetkikatı ile meşhur olan Fransız doktorlarından
Mösyö Lelu birçok eserlerinde dehayı ‘dalalet-i his’ teşbih eder ve bu fikrini ispata
medar olmak üzere Sokrat ile Pascal’ı piş-i tetkike alır.
Spiritualist feylosoflarından Mösyö Vaşromoyı’nın beyanatına itiraz ederek
der ki: Hayat-ı beşerin tabakat-ı sathiyesinde tevkif edilerek deha ile maraz-ı dimağ
beynindeki bazı meşabehetlere aldanılacak yerde ahval-i ruhiyenin tetkikatına
girişilse menafi elaza almasının bir hal-i marazi olmak üzere telakki ettikleri bu
meselede bilakis aklın, hissiyatın, ihtiyar-ı varadenin bihakkın tevsi ettiği görülür.
Sokrat’taki kadr-i selim bir akıl, serbest bir ihtiyar, mükemmel bir tevazen-i kuvva
kimde bulunabilir? Bunlar saht ve selamet-i ruhun delaili değil de nedir? Möro
isminde bir tabip aynı iddiayı daha ileriye götürerek ‘deha’yı ihtilal-i dimağı nevinde
bir madde olmak üzere telakki eyler. Onun fikrince daha bir maraz-ı asabiyedir.
Bunu ispat için delail gösterir. Bu delail iki kısma ayrılır: Meşabehet, istişhadat-ı
tarihiye. Mösyö Möro, birinci derecede birçok dâhilerin teşkilatı ile delillerin
teşkilatının aynı hâlde olduğunu söyler. Đkinci derecede iştişhadat-ı tarihiyeye
müracaat ederek şu neticelere vâsıl olur.
1. Dâhilerin birtakım garabetleri, dalgınlıkları vardır ki bu hâl adeta bir
hastalığa benzer.
2. Dâhilerin teşkilatı, bünyeleri alelumum marazidir. Bunlar ekseriyetle
cılız, kambur, sağır adamlardır ve ekseriya ‘nüzul’den vefat ederler.
3. Birçok büyük adamların ‘dalalet-i his’ oldukları müspettir.
4. Şu tadat olunan ahvale bazı büyük adamlar da tesadüf olunmazsa mutlaka
ecdat ve ahfatların da o ahvalin mevcudiyeti tahakkuk eder.
Feylesoflardan Poljane, Doktor Möro’nun bu efkârını uzun uzadıya tenkit
etmiştir. Poljane ibtida meşabehet bahsini ele alır ve burada en evvel dehanın ne
olduğunu tarif etmek müşkilat-ı zuhur eyler. Çünkü Doktor Möro ‘deha’ için şiddet-i
heyecan lazımdır dediği hâlde Poljane “Doktor Möro zahir hâli hakikat zannediyor.
Bazı müstesniyatı umuma teşmil ediyor, diye şikâyet ederek ‘deha’nın bir tevfik-i
437
akliyeden ibaret olduğu ve dâhilerin hiçbir vakit ama bir kuvvete minkat olmayıp
kendilerine sahip oldukları iddia eyliyor. Bundan başka dehâ-yı askeri, dehâ-yı ilmi
ve dehâ-yı şâiranenin de yekdiğerinin aynı addedilmesini kabul etmiyor. Bu kadar
muhtelif ahvali bir birine karıştırıp bunlardan biriyle maraz-ı dimağı arasında
görülecek bazı sathi meşabehetlere istinat ederek hepsini aynı tabiattadır, diye
mahkûm etmenin müşahedat-ı tetkikat-ı ilmiye, fenniyenin kavaninine mugayir
bulunduğunu söylüyor.
Fakat nihayet diyor ki: Haydi kabul edelim, dehanın tahayyül ettiği suretler
hep bir birinin aynı olsun, bu hâlde de maraz-ı dimağı ile dehanın aynı şey olduğunu
ispat etmek dâhilerdeki cümle-i asabiye ile diğerindeki cümle-i asabiyeyi teşrih
ederek yekdiğerinin aynı olduklarını ispat etmeye mütevakkıftır. Bu ise kabil midir?
Eskiden gelmiş dâhilerin dimağlarını nerede buluruz? Demek ki asar-ı maziyenin
dimağlarını teşrih edemeyeceğiz. Zannetmem ki bugünkü dahiler de böyle bir
tecrübeye muvafakat edebilsinler. Ortada bir hastalık olduğu katiyyen malum olan
bir meselede etba etfak edemezse ondan pek nadir olan ‘deha’ da, değil sahih, hatta
takribi bir neticeye bile vüsul nasıl mümkün olur?
Đşte bunlar birtakım müşkilat ki deha ‘meşabehet’ hususunu tetkike
başlamadan vücut buluyor.
Doktor Möro, meşabehet noktasını şöyle izah etmişti: Bazı hâllerde, hezeyan,
teheyyücat-ı dimağiye hâllerinde, hâsılı marazi, gayr-ı muntazam hadisat-ı asabiyede
ve hal-i iktizarda ekseriye akıl ve zekânın –hiç beklenmediği sırada- son derece tevsi
ettiği görülür. Demek ki hastalık devamında öyle bir hâli intac ediyor ki buna ‘deha’
diyoruz. Binaenaleyh dehanın hastanın bir halet-i maraziyesinden neşet ettiğine
inanabiliriz.
Buna karşı Poljane şu suretle müdafaa ediyor: Diğeri ahval-i maraziyede akıl
ve zekânın haml olunan doğrudan doğruya akıl ve zekâya ait değildir. Ya hafızaya ya
muhayyileye aittir. Hâlbuki bir adamın şayan-ı hayret bir hafızası, parlak bir
muhayyilesi olur da yine akıl ve zekâdan mahrum bulunabilir. Vakıan ahval-i
maraziyede vukuu söylenen ahvalden akıl ve zekâya ait olanlar da vardır. Lakin
438
bunların tesirinin eski fikirler olmadığını nereden bileceğiz. Đnsan böyle bir hastada
eser-i zekâ hiç ümit etmediği için bunun ufak bir alametine rast gelince itama
kalkışır. Hem mademki beyinlerinde galat-ı kesretten başka bir fark yoktur o hâlde
niçin bazıları gösterilmiyor ki sükûn-ı kesb ettikleri vakitte dahi olup meydana bir
eser çıkarsınlar?
Đstişhadat-ı tarihiyeye gelince Poljane bu usulün de kâmilen kabul ve teslim
etmenin muvaffak olamayacağını söylüyor ve bunda pek ziyade ısrar etmeyi zait
görerek Doktor Möro’nun iddialarını piş-i tenkite alıyor:
1. Büyük adamlarda rivayet olunan garabet-i ahvalden kafasının sahih ve tabii
olmasına nasıl itimat edilebilir. Mesela Ressam Ziro’da geceleyin kalkar, avizeleri
yaktırdıktan sonra başına birçok mumlar dikilmiş büyük bir şapka giyer, o suretle
çalışmaya başlarmış, eğer bu bir latife değilse garabet-i ahval ile iştihar-ı heves-i
tıflanesinden ileri gelmiş bir itiyattır. Hem bu garabet-i ahvale yalnız büyük
adamlarda mı tesadüf olunur. Ne kadar adi adamlar vardır ki hepsinin böyle garabet-i
ibtilaları vardır. Yalnız ehemmiyetleri olmadığı için kendilerine dikkat edilmez.
Dalgınlık hâli de herkeste görülebilir. Maraz-ı dimağı insanda bir şeye dikkat
etmek kuvvetinin ihtilaliyle müterafık olduğu hâlde dâhilerde bu dikkat hassası
ziyade mevcuttur. Binaenaleyh kendilerini şiddetle meşgul eden bir şeye ziyadesiyle
dikkat edince tabii diğer ehemmiyetsiz şeyleri unuturlar, dalgın olurlar bu dalgınlığa
yalnız dâhilerde mi tesadüf edilir?
2. Dâhilerin hastalıklı olma iddiası salim değildir. Vakıan bazı hasta ve büyük
adamlar görülmüştür. Lakin bunu hiçbir vakit bir kaide-i umumiye olmak üzere
gösteremeyiz. Bu olsa olsa maddi ve cismani adem-i tenasubun tecelli-i deha için bir
mani olmadığını ispat eder, o kadar; cılız, topal… ilh olmak iktiza ettiğini anlatmaz.
Ne kadar malulin vardır ki hiçbir şeye yaramazlar.
3. Birçok büyük adamların dalalet-i his sahibi olduklarına gelince burada adi
‘dalalet-i his’ ile maraz-ı dimağı tefrik edip ona göre mütalaa etmelidir. Büyük
adamların dalalet-i hisleri hakkındaki rivayatta ancak bir kayd-ı ihtiyat ile kabul
olunabilir. Mesela Napolyon General Rape eliyle semayı işaret ederek: “Şu necm-i
439
münire bak, orada önünüzde parlıyor, rehberlik ediyor” demiş. Bunu dalalet-i hisse
atfetmektense Napolyon’un arzu arasında intişarı faidebahş olacak bir fikri generale
ilga etmek arzusunda bulunduğuna hükmetmek daha doğru olur. Doktor Möro’nun
getirdiği misaller bazı ahvalde ‘deha’ ile beraber ‘dalalet-i hiss’in de
bulunabileceğini gösterir. Fakat bundan ikisinin yekdiğerine merbut olduğunu
istintaç etmek kavaid-i mantıkiyeye mugayirdir.
Dâhilerin maraz-ı dimağı, istidatları olduğu dahi teslim edilebilirse de bundan
ikisinin aynı şey, aynı maraz-ı neticesi olduğu çıkarılamaz. Mesela insan hızlı
yürüyünce vücuduna kırıklık gelir, çok yerse su-i hazme uğrar; fakat yürümek ve
yemek hatt-ı itidalde kalırsa ifratı hastalığı mintaç oluyor diye bunlara da hastalık
denemez ya. Bunun gibi mesai-i akiliyeyi su-i istimal eden dehanın nihayette tecnin
edebilmelerinden tutturarak hadd-i itidalde kalan dehanın bir hastalık olduğuna
hükmetmek caiz midir?
4. Mösyö Möro en ziyade veraset-i keyfiyetine ehemmiyet veriyor; maraz-ı
dimağiye temas eder bazı ahval-i asabiye ile deha beyninde bir irtibat-ı ırsi
bulunduğunu söylüyor. Fakat bundan dolayı Mösyö Möro’nun ileri sürdüğü netayici
kabul etmek tecyiz olunamaz. Mösyö Möro dehayı tevellüt edebilecek ahvale-i
maraziyeyi o kadar tavsi ediyor, dalalet-i his, serace, dilsizlik, sağırlık, körlük,
sarhoşluk, mevt-i fecai, nüzul gibi şeyleri hep vasıta-i veraset ile dehaya intikal
edebilmeye o kadar müsait görüyor ki bir dâhinin uzak yakın akrabası arasında
mutlaka böyle bir adam bulmak kabil olur. Binaenaleyh bu delil ile de hiçbir şey
ispat edilmiş olmaz.
Yalnız ‘deha’da verasetin de tesiri bulunduğu kabul olunabilir. Fakat misalen
intikal eden bu şerait-i uzviye ne derecededir? ‘Deha’nın vücudu için elzem olan
şerait-i saire ile münasebatı ne merkezdedir? Buralarını aramak göstermek iktiza eder
ki Doktor Möro bunları yapamamıştır.
Dehanın akıl ve zekâ üzerine fosforik tesirinden ileri geldiği hakkında da bir
faraziye var. Almanya’da Fuirbah bu fikri o kadar ciddi telakki etmişti ki az miktarda
fosfori havi olduğu için patates zerinin Avrupa’da terakkisini kemal-i teessüfle
440
telakki etmeye başlamıştı. Bu mesleğin müessis ve mürevviclerinden kimyager
Kuyirbey ifadesine nazaran adi bir adamın dimağında yüzde iki buçuk, bedlalin
dimağında yüzde bir, bir buçuk, delininkinde yüzde dört, dört buçuk fosfor vardır.
Hâlbuki Laseni ve Karami namı zatların tetkikatında delilerle adi adamların
dimağlarındaki fosforun miktarı mütefavit olduğu sebat olmamış, binaenaleyh bu
fikri dahi meşkûk ve gayr-ı müspet kalmıştır.
Đşte deha hakkında mevcut olan efkâr-ı muhtelifeyi hülasa ettik. Bütün şu
mütalaalardan tebeyyün ettiğine göre dehanın bazı fizyolojik şeraiti vardır ki bunları
tayin etmek müşküldür. Filhakika deha neden neşet ediyor? Dimağın şeklinden mi,
kendisinden mi, dimağda tesadüf olunan fosforun kesretinden mi, yoksa asabın
harekâtından veya kanın tesirinden mi? Đhtimal ki bunların hepsinden! Her hâlde
teşkilat-ı cismaniyenin, bünyenin, mizacın –sair kafa-i tezahürat-ı akliye için olduğu
gibi- deha için de bir şart-ı ibtidai ve ırsi olduğu muhakkaktır.
Hippolyte Taine’nin zaten kabul ettiği bu nokta-i esasiye teslim edildikten
sonra müşarunileyh beyanat ve delaili de nazar-ı ehemmiyete alınarak muhitan-ı
ihtiyar ve iradenin, adatında ‘deha’ üzerinde büyük bir tesiri olduğu kabul olunmak
lazım gelir.
Demek oluyor ki ‘deha’ da ibtida bir istidat-ı fıtri, sonra bu istidat-ı fıtriyenin
vecihe-i azimetini tayin eden birtakım esbap var. Fakat bir eserin mahsul-i deha
olduğunu nasıl anlayacağız? Bir mahsul-i deha görüldüğü vakit ona karşı bir takdir i
methiraneye kapılmaktan kendisini men edemez, bunu anlar. Lakin bu hiss-i takdir
neden gelir? Asar-ı dehaya neden meftun oluyoruz?
Kant bu sebebi asar-ı dehada hissedilen kuvve-i icat ve ihtira üzere tayin
etmek ister. Meşarunileyh dehayı tanımak için birtakım evsaf göstermiştir. Ezcümle
dahiler de metin bir şahsiyet vardır, der.
Yine Kant’a göre dahiler insaniyet için birer numune-i imtisal, birer
rehberdir. Onların avazeleri asar-ı maziye ve hazırada daimi bir seda bulur. Demek ki
dahiler evvela bir şey bulacak, bunu kendi kendiliğinden bulacak ve buldukları şeyde
daimi surette payidar olacak.
441
‘Deha’ için gösterilen evsafı kâmilen tadata kalkışırsak bahsi mümkün değil
bitiremeyiz. Binaenaleyh tafsilat-ı enfeyi kâfi add ile şu bahse hitam verelim.
27 Temmuz 1314
Hüseyin Cahit
SF, Nu. 388, s. 379-382
442
HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 14
-Sanat ve Şiirin Đstikbali 1
Keşfiyât-ı fenniyenin şiir kâinatını izale edeceğini iddia eden hükema
Avrupa’da yok değildir. Bizde de buna benzer bazı laflar görülüyor, fakat bunlar ya
asâr-ı garbiyede şöyle bir tesadüf olunan meclislerin yalan yanlış tekrarlarından
yahut bütün bütün biesas mütalaat-ı indiyeden ibaret olduğu cihetle ret ve cerhleri
için uğraşmaya hacet görmeyeceğiz.
Şimdiye kadar ‘Hikmet-i Bedayi’ makalelerinde asâr-ı sanatın ne suretle
vücut bulduğu, sanatın ne demek olduğu, asar-ı sanatın takdir ve kıymeti için nasıl
bir mikyasa müracaat edileceği –Avrupa hükemasının en makbul eserlerine istinat
edilerek- mümkün mertebe izah olunmuştu. Şimdi bu malumatı ikmal için sanatın ve
bilhassa şiirin istikbaline dair bazı tafsilat vermek zaruri bulunuyor. Filhakika ulum
ve fünun az bir zaman sonra şiir ve sanatı mahvedecekse artık bunlarla uğraşmaya ne
lüzum kalır?
Henüz otuz dört yaşındayken vefatıyla âlem-i şiir ve hikmeti müteessir eden
Fransız hükemâ-yı edebiyesinden Janmari Kuyo bu noktayı güzelce tetkik ederek
sanatın istikbali olmadığı iddiasında ısrar eden muterizini bihakkın ilzam etmiştir.
Mubahese-i Atiye’yi eserinden iktibas edeceğiz:
Şiir ile sanatın yavaş yavaş ortadan kalkacağını iddia edenler âlem-i menafi’l-
azaya tarihe ve âlem-i ahval-i ruha istinaden serd-i mütalaat ediyorlar. Şimdi bunları
birer birer tetkik edelim.
Sanatı hakkıyla tevsi edebilmek için halkta, yani sanatkârın etrafında,
mahallesinde pek büyük bir meyil ve muhabbet mevcut olmalıdır. Mesela
Yunanistan’da heykeltıraşlık son derece tekemmüle ulaştığından, hüsn-i cismani için
bir meyil bulunmasından Yunaniler nazarında güzellik adeta mukaddes
addedilmesinden neşet eylemişti. Hâlbuki zamanımızda bedenin güzelliği, kuvveti
insanların gaye-i emeli değildir. Zaten güzel şekillere, tezyinata iptila hep akvam-ı
iptidaiyede görülür. Zamanımızda da pek temeddün edemeyen kavimlerde hatta
443
erkeklerde tezeyyüne pek ziyade ehemmiyet vererek bilhassa hüsn ve kuvvet, elbise
ile hoş görünmeye hevaheşkerdirler. Hâlbuki medeniyet –Darvin’e ve Spensır’a
göre- sanatın tahakküm-i esasiyesi olan bu sevâik-i tabiiyeyi derece derece
mahvediyor. Bugünkü erkekler üzerlerindeki rahat fakat çirkin libaslar altında güzel,
mütenasip bir gövdeye, kuvvetli izaleleri malik olmaya o kadar ehemmiyet
vermiyorlar. Vakıan şu hâl, işvekarlık kadınlarda elan bakidir. Đlelebet bekayap
olacağı da şüphesiz gibidir; lakin bu da git gide maksad-ı asliyeden uzaklaşıyor. Asıl
maksat azâ-yı bedenin güzelliğini hissettirmek olduğu hâlde şimdi kadınlar ellerini
bile çıplak olarak göstermekten ihtiraz ediyorlar. Azâ-yı bedenlerinin safiyet ve
zerafetini muhafazaya herkesten ziyade dikkat etmeleri lazım gelen taife-yi nisa bin
türlü manalarla vücutlarının neşv ü nemasını, kanlarının devranını eşkâl ediyorlar.
Bu ahvale göre asrımızda yalnız güzelliğe meyil ve muhabbet değil hatta bizzat
güzellik bile inhitat hâlinde bulunuyor. O suretle ki mürur-ı zaman ile sanatın en
mühim mevzuu olan güzellik ortadan kalkacak. Mösyö Renan: “Ulum ve fünunun
hükümran olması güzelliğin zevalini mucep olacaktır. ”diyor. Filhakika
istatistiklerde insanlarda boyun alçaldığını, maraz ve maluliyetin çoğaldığını
gösteriyor. Taksim-i amal zamanımızda son derece, son derece de tevsi etmiş
olduğundan vücudumuzu neye tahsis etmişsek her şeyden evvel o vazifeyi kemal-i
sıhhat ve muvaffakiyetle ifa eylemesini isteriz; onu bir makine addederiz. Şekl-i
asliyesinin tağyirine ehemmiyet vermeyiz. Mesalik-i muhtelifenin kâffesi, fabrikalar,
kalemler, salonlar… ilh. Hep ırk-ı beşerin inhitat-ı cismaniyesini eşkâl-i bedenimizin
tağyirini intac ediyor; terakkiyat-ı ilmiye sayesinde birtakım maluleyn ve marazada
eskisinden ziyade yaşamaya ve çocuk yetiştirmeye muvaffak oluyor; askere hep
kuvve-i vücutlular alınıyor; şehirlerdeki tecemmuat, insal-i beşeriyyeyi az zaman
içinde bozuyor. Đşte aksi cihette vukua gelen bu istifa keyfiyeti hep çirkinliği,
maluliyeti himaye ve neşreyliyor. Vücud-ı beşerde yalnız bir uzvu ihtimam ve
itinamıza mazhar oluyor: Dimağ.
Tarih-i tabi-i beşer uleması: Medeni bir adamın cihaz-ı asabiyesi bir vahşinin
cihaz-ı asabiyesinden yüzde otuz vasidir, derler. Hâlbuki bu daha ziyade artacak ve
cihaz-ı azli duçâr-ı zaif olacaktır. Bu noktadan tutturarak tekasil-i beşeriyenin bir
kaide-i esasiyesi olmak üzere ilm-i menafi’l-aza şu kanunu istintac ediyor: Cihaz-ı
444
asabi pek ziyade tevsi ederek bedenin iksam-ı sairesini yalnız yaşayabilecek ve nasıl
yetiştirecek bir hâle salih olamayacak mertebede zayıflatacak.
Đşte menafi’l-azaya istinat edilerek ortaya konulan itirazat bunlardır. Bunlara
iptida pek kestirme bir cevap verilebilir, denir ki: Đnsan böyle sırf dimağdan ve
sinirden ibaret kalması gayr-ı kabildir. Azâ-yı bedeniyesi beynindeki muvazenet
daha mükemmel olan bir ırk böyle bozuk bir ırkın derhâl yerini tutuverir. Fazla
olarak dimağ-ı beşerin istikbalde bu kadar terakki ve tealisine ihtimal verilince tabii
bu hâlin, bu kadar tevsi ve teminin medar olduğunu anlayacak kadar bir eser-i zekâ
göstermeye de kadir olduğunu teslim edilmesi lazım gelecektir. Ya zekâları bu
derece terakki edecek olan insanlar bedenlerini harap bir tevsi-i dimağiye tam
vaktinde mani olmazlar mı?
Zamanımızdaki intizamsızlık “terbiye” meselesinin henüz ulum ve fünun
tarafından ameli bir surette halledilmesinden ileri gelir. Fakat ulum ve fünunun şu
hassa-i esasiyesi var ki açtığı yaraların çare-i tedavisini de gösterir. Hıfzıssıhha ve
jimnastik kaideleri güzelce tatbik olunur. Terbiye hakkındaki ve saye-i ilmiyeye
tamamıyla riayat edilirse azâ-yı vücut beynindeki ahenk ve muvazenet muhafaza
olunmak şartıyla terakki-i daire-i imkâna girer.
Fakat haydi bu kabul edilmesin ve muterizlerin iddiası vechile azâ-yı beden
bozulmak lazım gelsin, acaba bunun istikbalde hüsn ve sanatı katiyen halleder,
edeceği muhakkak mıdır? Hayır; vakıan eşkâl-i bedenin safiyet gayr-ı methulesinde,
tenasüpünde, aza ile vezaif-i aza beynindeki münasebatın intizamında şayan-ı hayret
ve takdir bir güzellik vardı; burası inkâr olunamaz, Hâlbuki asıl güzellik, asıl hüsn-i
şâirane çehrenin ifham ettiği manada, bedenin hareketindedir. Zamanımızdaki
insanlar güzelliği bilhassa çehrede taharri ediyorlar; çehre ise cümle-i asabiyenin,
zekânın, hissiyat-ı ahlakiyenin tevsi sayesinde daha manidar bir hâl kesp ediyor.
Hikmet-i bedayi ve ilim menafiğ’el-azaya göre çehredeki çirkinliğin en esaslı
evsaf-ı mümeyyizesi şunlardır: Đleriye doğru sivrilmiş çene, elmacık kemiklerinin
çıkık, burnun yassı ve yukarıya kıvrık yahut burun deliklerinin açık olması, gözlerin
birbirinden ziyadece uzaklığı, ağzın genişliği, dudakların yalınlığı… Hâlbuki bu
445
alaimi gerek aklen gerek ahlaken aşağı bir derecede bulunan ırklar da mutlaka var.
Medeniyet terakki ettikçe zail oluyor. Binaenaleyh terakkiyat-ı akliye sayesinde
bütün bütün zail olacağı da ümit edilebilir… Zaten eşkâl-i vechiye ile dimağ
beyninde gayet kavi bir rabıta olduğu inkâr olunamaz.
Đşte bu suretle istikbaldeki insanlar, sıhhat-i bedeniyeleriyle kabil-i tevfik bir
surette akıl ve zekâlarını tevsi ederlerse çehrelerinde alaim-i zekâ leman edip
duracak, beden Yunanistan-ı atik güzellerinin vücudundan çirkin olsa bile çehre
onlarınkinden elbette daha güzel olacaktır. Hem akıl ve zekânın tekmil-i vücutta
nişanesine tesadüf olunur. Görüşmek yahut kavuşmak için pek elverişli olmadığı
hâlde tefekkür ve mülahazaya yarayan bir bedenin de kendisine mahsus bir güzelliği
vardır. Güzellik ve o haysiyetle sanat bu yolda bir tahvil göstermekle mahv ve zail
olmuş demek midir?
Sanatın istikbali hakkında tarihten istintaç olunan maddiyata gelince:
Sanatlardan bazısının terakkisi heyet-i içtimaiyede bazı ahlak ve ihtiyadatın
galebesine merbut bulunuyor. Mösyö Renan diyor ki ”Đnsanlar yarı çıplak bir hâlde
gezmekten feragat ettikleri anda heykeltıraşlık bitmiştir. Kahramanlık devirleri
geçince şiirde destan yazılmaz. Top tüfek varken dasitan görülemez. Musikiden
başka her sanat mazideki bir hâlin mahsusatındandır. On dokuzuncu asrın sanatı
addolunan musiki de bir gün bitecektir. ”
Mösyö Renan ile beraber birçok zevat daha heykeltıraşlığın zaman-ı hazır-ı
ahval ve ahlakıyla kabil-i telif olmadığını söylerler. Heykeltıraşlığın tehlikede
bulunduğu teslim edilse bile zamanımızın hassa-i mümeyyizesi olan terakkiyat-ı
ilmiyenin bunda ne dâhili olduğu anlaşılamaz. Bilakis ezmine-i maziyedeki
heykeltıraşlık ilim ile yaşardı. Eski sanatkârlar, sanatlarının sarf-ı talim ile
öğrenilebilen cihetlerinde şimdiki sanatkârlardan daha âlim, daha mahirdiler.
Terakkiyat-ı ilmiye heykeltıraşlığı mahvetmek şöyle dursun belki günün birinde onu
yeniden ihya edecektir. Darvin gibi ulema tarafından teheyyücatın ifadesi hakkında
başlanılan taharriyyat kadar sanat için kıymetdar bir şey olamaz. Cümle-i asabiyenin,
cümle-i azliye ile olan münasebetinde elyevm bizce meçhul pek çok noktalar vardır.
Bir sanatkâr bunları mutlaka bilmelidir.
446
Ahlak ve adatta görülen tehevvülat ise heykeltıraşlığı mahvedememiş ve
edemez. Vakıan ‘Venüs Domilo’ gibi bir heykel bundan sonra yapılamayacaktır;
fakat zamanımızdaki heykeltıraşlar tarafından eski Yunanilerin akıllarına bile
gelmeyecek surette birtakım efkârı, birtakım hissiyat-ı şâiraneyi taş üzerine tespit
etmeye muvaffak olunamayacağını kim ispat edebilir?
Hele ressamlığın devam ve terakkisi daha ziyade mamuldür. Renk ebedi bir
şeydir. Nevton tıraje-i semayı izah etmekle onu mahve muvaffak olamamıştır.
Yunanilerin birçok elvanı ifade için vazıh kelimeleri bulunmadığı malumdur.
Bundan bazı menafi’el-aza ulemasının çıkardıkları netayic-i müfredeyi istihrac
etmek tecviz olunamazsa da herhâlde Yunanilerin elvan hakkındaki hisleri
zamanımızdaki kadar tevsi etmemiş olduğu itiraz kabul etmez bir hakikattir.
Beşeriyetin lisan-ı elvanından elvan-ı beynindeki asar-ı refikadan gittikçe daha
ziyade anlamasına bakılırsa istikbale doğru bir şahrahın küşade kaldığı inkâr
edilemez.
Mösyö Renan’ın iddiası gibi –iki üç asır yaşında bulunan musikinin çok
geçmeden her şeyi tamam olarak- biteceğine kanaatine sahip olmak da muvaffak-ı
hakikat değildir. 1860 tarihinde de artık şiirin tükenip biteceğine zahip oluyorlardı.
Musikideki ahenk insanın ahval-i akliye ve manevisiyle alakadar bulunduğundan
asırlar insanlar değiştikçe musiki de değişicek ve beşeriyet ile beraber terakki edecek
demektir.
Şopen, Şuman, Berleviz gibi musikişinaslar zamanımıza mahsus ve cümle-i
asabiyenin öyle bir hâline müteallik ve merbut birtakım hissiyatı ifade etmişlerdir ki
bunlar Hendel, Bac ve Hayden gibi musikişinasların akıllarından bile geçmezdi.
Harbırt Spensır’ın ispat ettiği vechile musiki ihtirasat-ı beşeriyenin taht-ı tesirinde
olarak ahz ettiği şivenin tevsiinden ibaret olduğundan savt-ı beşeriye için tabii olan
bu tahavvülat-ı elhan cümle-i asabiyenin nezaketi arttıkça rikkat peyda edecektir.
Musiki notlarının yeni bir surette mezc ve terakkisi bir gün artık kabil
olamayacak bir hâle gelmesinden korkmak da bu mezc-i terkibin kavanin-i
447
riyaziyesini bilmemekten tevellüt eder. Musikinin iki esası olan melodi, armoni
namütenahi olarak tebdil ve tahavvül olunabilir.
Mösyö Renan şiirin de istikbalinden ümit kesiyor. Yunan şiirinin
mahvolduğunu, destanların mahvolduğunu, trajedinin mahvolduğunu söylüyor. Ulûm
ve fünun barutu, top ve tüfeği ihtira etmekle istikbaldeki Homorları, Virjilleri
mahvetmiştir, diyor. Bunda belki hakkı var fakat istikbalde Hömorlar, Virjil
yetişmezse başka dahiler neden vücut bulmasın? Bugün Spensır ile Virjil’den hangisi
tercih edildiği sorulsa insan Virjil tercihinde terettüt eder. Eski destanların yerine
bugün şiir ihtisasat-ı zatiyelerinden bahis olan samimi şiirler kaim oldu. Zaten destan
tarzı mehasin-i şiiriyenin en yüksek derecesini ihraz eylediği nasıl ispat olunabilir?
Hatta zamanımızda bu top gürültüleri arasında yine eski destanlara muadil olacak
yolda yeni destanlar mesela ‘Menkabetü’l-Asar’ “La legende des siecles” gibi bir
eser yazılmamış mıdır?
Yunan trajedilerinin bugün mahvolan cihetleri suni, gayr-ı tabii olan
yerleridir. On yedinci asır miladının trajedileri bile başka bir zamanın trajedileri gibi
duruyor. Bugün hatta romantizm şiirinde birçok şeyler ihtiyarlamıştır. Fakat şiirin
böyle bazı hususi tarzlarının daimi surette bozulup değişmesinden bizzat şiirin
bozulup mahvolmasına ne hak ile hükmedebilir?
Tarihe istinat edilerek sanatın istikbali hakkında serd olunan son bir itiraz da
zamanımızın vakayı-ı siyasiye ve iktisadiyesinden çıkarılıyor: ‘Bugün sanatın
hüsnün hâkimi, mümeyyizi umum-ı halk olduğundan sanat, bilnispe cahil ve gayr-i
mütereffi olan avam-ı halkın seviye-i idrakine sükût edecektir; Hâlbuki sanat
avampesendane olamaz. ’ deniliyor.
Bu itirazı dermeyan edenler şurasını unutuyor ki avam-ı halkın her zamanda
kendisine mahsus, kendisinin seveceği bir sanatı vardır. Zamanımızda halkın az çok
kaba tiyatroları, adi şarkıları, ehemmiyetsiz musikileri, cinai romanları sevdiğine
bakılarak: “ Sanat tenezzül ediyor, sükût ediyor. ” diye haykırılıyor. Hâlbuki böyle
şeyler eskiden de var idi. Ocak başlarında vaktiyle hikâye edilen hudut hikâyeleri
yerine şimdi cinai romanlar kaim olmuştur.
448
Bugün sanatkârlar arasında da, ulema arasında olduğu gibi bir nevi taksim-i
amal caridir. Para kazandıran adi bir sanat ile her zaman işe yarayan sathi bir ilim ve
fen vardır ki bunların mevcudatını âli bir sanatın ulum ve fünun-ı aliyenin
mevcudiyetine mani olmaz. Tütün fabrikaları içinde mühendisler bulunduğu gibi
avam-ı halkın nazarlarını, kulaklarını meclup etmek için de romancılar, şarkıcılar
var.
Mahsulât-ı sanatkârane dahi arz ve talep kaidesine tabidir. Yalnız, talepler
hangi sınıf-ı halk tarafından vuku buluyorsa ona göre değişir. Bu sınıf arasındaki fark
ise bazen bir asır ile diğer asır arasındaki fark kadar azim olabilir. Đşte üdebayı
cedidenin karileri ile eski ve yeni üdeba-yı atike namlarını elan şura-yı kiramın
karileri arasındaki fark bu kabildendir.
Hâsılı her sınıfın kendine mahsus sanatı, meşhur adamları vardır. Bir büyük
asr-ı tarihi kendisini tehi eden avam-ı mazluma-i idadiyeden nasıl sarf-ı nazar
edemezse bunlar da birbirinden istisna edemezler. Avampesendane sanatların
mevcudiyetini tatbik edecek, bundan dolayı teessüf eyleyecek yerde bilakis mahtut
olmalıdır. Çünkü mesela edebiyat-ı cedide gibi, bilnispe yüksek olan bir sanatın kadir
ve kıymeti, ulviyeti diğer aşağı sanatlara edebiyat-ı atikeye nispetle anlaşılır. Halk âli
noktaya vüsul için daima tabaka tabaka savde muhtactır. (Nitekim Edebiyat-ı
Cedideden lezzet almayan akvam, diğer bayağı eserleri okuya okuya artık bıkarak ve
onların boşluğunu anlayarak bu edebiyatı hakkıyla takdire mecbur olacaktır. )
Bazı tarih şinaslar da usül-i idare-i avamın tamim edeceği, bundan dolayı
sanatın ve alelumum zekâ-yı beşerin tedenni eyleyeceği iddiasındadır. Bu zevat
muhakemelerini şu yolda yürütüyorlar: Usul-i idare-i avamın gaye-i hayalisi insanlar
arasında müsavat-ı siyasiye, hatta müsavat-ı iktisadiyedir. Bu müsavat-ı siyasiye ve
iktisadiye akıl ve zekâda da bir müsavat husule getirecek bu vasıta hâli ise –ancak
tevfik-i deha sayesinde yaşayan- sanatı mahvedecektir.
Müsavat-ı siyasiye ve iktisadiyenin akıl ve zekâda dahi müsavat husüle
getireceği henüz ispat olunmadığından böyle bir korkuya mahal yoktur. Usul-i idare-
yi avam dâhilerin şerait-i uzviyelerini tağyir edebilir mi? Tarih-i dimağiyenin adedini
449
yahut dimağın sıklığını tenkıs eyleyebilir mi? Usul-i idare-i akvam dimağları böyle
tenzil edecek olursa buna tabi bir kavim mahvolur. Çünkü beynelakvamın en birinci
kanunu mücadele-i hayatiyedir. Bu mücadelede en müessir kuvvet de akıl ve zekâdır.
Eğer usul-i idare-i akvam akıl ve zekâyı tenkıs, dehayı mahvederse ona tabi olan
kavim istikbalde payidar olamaz, galebe edecek kavimler sahib-i deha olanlardır.
Binaenaleyh sanat yaşayacaktır.
Hakikat-ı hâlde eşkâl-i hükümetin dimağ-ı sanatkâr üzerinde doğrudan
doğruya bir tesiri yoktur. Acaba bir vasıta var mı? Eser-i sanatın tevellüdü için elzem
olan şerait-i medeniye ve siyasiyeyi usül-i idare-i akvam tedarik etmez mi?
Sanatkâr çalışmak ve eser meydana getirmek için her şeyden evvel azadeliğe
muhtaçtır. Usul-i idare-i avam tahtında bu şartı maziyade bulur. Bundan başka
sanatkâr mecburiyet-i iaşeden de oldukça uzak kalmalıdır. Şerait-i içtimaiye herkes
için ne derecede müsavi olur. Herkes alacağı gündeliğe ne kadar itimat ederse erbab-ı
sanat bu ikinci derece azadelikte o kadar nail olur.
Vakıan eskiden sanatkârlara bazı büyük zatlara maaş tahsis edilirdi. Fakat
buna mukabil sanatkârların tenzil ettikleri mevki kendilerinin çalışabilmelerine daha
ziyade mani olurdu. Hâlbuki ikinci surette sanatkâr bu ihtiyacını maziyade izale
etmiş olur.
Sanatkârlara biraz takdir, dost ve taraftar da lazımdır. Bazı sanatkârlar
bunlardan mahrum kalmışlardı. Badema acaba daha ziyade mi mahrum kalacaklar?
Zamanımızda bir dâhinin şikâyet edecek hiçbir sebebi yoktur. Çünkü şimdi bu şeraiti
daha suhuletle istihsal edebilir. Vaktiyle yalnız bir sınıf-ı mümtaz sanatla iştigal
ederdi, bu sınıfın da birçok adabı ve kavaidi bulunduğundan bunlara tecavüz
etmemek elzemdi. Hâlbuki şimdi kuyut zail olmuştur. Erbab-ı deha bir devrenin az
çok bozuk olan zevkini kendilerine göre ıslah ederler. Bu zevki ıslah etmek ise bir
akademinin keyfini değiştirmekten elbette daha kolaydır.
Her vakit dâhileri az çok takdir etmeyenler de olmuştur. Bunun böyle olması
kabil değildi. Çünkü dahiler umumun zekâvat-ı vasıtiyesinden daima ve ileride ve
ona faik bir derecede bulunduğundan herkes kendilerini anlayamaz. Herkesten
450
mutlaka bir hüsn-i kabul görmek için tam zamanına tesadüf etmelidir. Mesela bir
balıkçı, kayıkla sahile geldiği vakit yüksek bir dalganın kendisini kumlar üstüne
atmasını intizar eder. Fakat dahiler ekseriya istical ederek daha denizin ortasında
iken ‘Kara!’ diye bağırırlar ve çıkmak için atılırlar ve çakmaya da muvaffak olurlar.
Zamanlarında hakkıyla takdir edilmiş pek az dâhiye tesadüf olunduğu hâlde
yine pek az dahi gösterilebilir ki istikbal kendilerini bihakkın takdir ve şanlarını âlâ
etmemiş olsun. Vaktiyle bir sanatkâr için en büyük tehlike zade-i tabiatın bir karar-ı
mahsus ile tama-i hüsran olmasıydı. Bu gün böyle bir tehlike yoktur. Bugünkü lehib-
i hüsran karilerin lakaytlığıdır. Şu kadarı var ki adem-i muvaffakiyette deha için en
müessir müşevviklerdendir.
Vakıan deha-yı şâirane ile dehâ-yı sanatkârane dehâ-yı âlimane kadar gürültü
hâsıl edemez. Yeni bir lokomotifin icadı, enfes bir heykelin meydana konulmasından
ziyade haiz-i tesirdir. Şâirlerin, sanatkârların keşfiyatı daha ketumane, daha sessiz
olur.
Đdare-i avamda hırs ve haset gibi hisler daha ziyade meydan alacağından
dâhilere kıskançlık gösterilecektir, diyenler de vardır. Fakat dehâ-yı siyasi ile dehâ-yı
sanatkâraneyi tefrik etmelidir. Zamanımızda mesela Gono’yu, Renan’ı kim kıskandı?
Sanatın istikbali için bu bahiste son bir itiraz daha kalıyor ki o da şudur:
Bugün herkesi istila eden sevdâ-yı kesb-i vakar ile sanat itlaf edemez, harafet ve
ticaret sanatı mahvedecektir… Vakıan hayatın ihtiyacat-ı mübreme-i adiyesi ile pek
meşgul olmanın bunlara karşı ruy-ı istiğna göstermeye muhtaç olan sanat ile itlaf
edememesi bir dereceye kadar sahihtir. Fakat bu iptila yalnız sanatın değil, ilim ve
fennin de düşmanı, ikisinin de adū-yı müşterekidir.
Bu hâli medeniyetin terakkisine hamletmek asla doğru değildir. Bu, akvamın
tabiatlarına bağlı bir şeydir; her zaman da görülmüştür. Bazı insanlar dünyada refah-ı
hâlden, vücutlarının rahat etmesinden başka bir gaye-i hayali aramadıkları gibi bazı
kavimlerin de ticaretten başka emelleri yoktur, Kartacalılar gibi. Hâlbuki kadim
Yunaniler bu menfi-i maddiye endişesi ile taharriyat-ı akliyeyi pek güzel telif
eylemişlerdi. Asrımızda Đngilizler bir taraftan hareket-i cedideyi icat etmekle beraber
451
diğer tarftan Şekspir ve Lord Byron gibi iki dahi ile şiir ve edebî ihya etmediler mi?
Bu güne kadar Amerikalılar da birinci derecede bir şâir görülememesini usül-i
idarelerine hamletmekten ise bizzat kendilerine kendiliklerine atf eylemek elbette
daha doğrudur.
Hülâsa; tarih bize sanatın değiştiğini ve bu tahavvülün, ahlak, heyet-i
içtimaiye, lisan hatta şekl-i idarece husule gelen tahavvülata merbut bulunduğunu
gösteriyor. Lakin bu tahavvülatın sanat için şimdiki hâlde bir inhitat demek olduğunu
yahut istikbalde inhitatta badi olacağını ispat etmiyor.
Daha ileriye giderek diyebiliriz ki: Bir vücud-ı hassas için terakkinin en
birinci alameti nedir? Teheyyücat-ı sabıkasının ulvi ve güzel olarak havi bulunduğu
ihtisasata malikiyette devam ile beraber, birtakım yeni ihtisasat ve teheyyücata malik
olmak değil mi? Đşte zamanımız adamları buna nail olmuşlardır. Zamanımıza ve
muhitimize ait olan sanattan zevk almakla beraber diğer bir devrin asâr ve efkârından
zevk almaya da kadir bulunuyorlar. Avrupalılar mesela Alfret de Möse’yi, Vıctor
Hugo’yu, Bethooven’i daha ziyade sevdikleri hâlde Rasin’i, Hayden’i dahi
anladıkları gibi biz de şimdi Ayın Nadir’i Cenap Şehabittin’i kendi ihtisasat ve
tehayyücatımıza daha ziyade muvafakatlarından nâşi tercih ettiğimiz hâlde Fuzuli’yi,
Nedim’i, Şeyh Galip’i de seviyoruz. Avrupa’da Bovello’nun Hayde’nin –şimdi
birden bire dirilseler- Victor Hugo’yu, Berilyoz’u anlamaları müşkül olduğu gibi
bizde Fuzulilerin, Nefilerin, bugün ilm-i hayata avdetleri mümkün olsa Tevfik
Fikret’i, Hüseyin Sait’i anlamalarına hiç ihtimal verilemez.
Demek ki zamanımızda hikmet-i bedayiye ait olan hassasiyet bir taraftan
rikkat peyda ettiği hâlde yine mahvolmuyor. Bilakis gittikçe inceleşiyor, karışıyor.
Bu ezmine-i ahirede akıl ve zekânın tevsi etmekte olmasından neşet eder. Şüphesiz
her sanat alışık olmadığı bir muhit içine düşecek olursa eskisi gibi yaşayamaz; fakat
bundan dolayı mahvolması da lazım gelmez. Asar-ı mahallide edebiye sevahik-i
cibal-i müteselsile gibi yoksa yan yana yükselirler; birbirini ne ezebilirler, ne
örtebilirler.
13 Eylül 1314
Hüseyin Cahit
452
SF, Nu 394 s. 52-55
HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 15
-Sanat ve Şiirin Đstikbali 2
Sanatın istikbalinden nevmit olan bazı hükema, bu son zamanlarda pek
ziyade terakki eden huruf-ı muhtelifenin de sanatla kabil-i olmadığını söylüyorlar.
Bugün icat olunan makinelerde hayalin telezzüz edeceği, meşgul olabaliceği bir şeyi
bulunmadığı gibi istikbaldekilerde de hiç bulunmayacakmış.
Bu zatlar bir noktada yanılıyorlar. Zannediyorlar ki bir cisimde bizim
hayalimizi cezbeden şey onun izhar ettiği kuvvet-i tabiiyedir. Bu doğru olsa haklarını
teslim etmek lazım gelir. Çünkü bir yel değirmeni, bir yelken sefinesi görülünce
derhâl insanda bunları tahrik eden rüzgâr fikri hâsıl olur. Yeni makinelerde ise hiçbir
fikir hâsıl olmaz. Biçare elektrik gibi kuvve-i muharrike makinelerin içinde gizlidir,
makinelerde gittikçe küçülmeye, sadeleşmeye meylediyor; nazarlarımızda azim bir
kuvvet tecessüm ettirmekten aciz kalıyor. Hâlbuki uzaklarda deniz üzerinde dolaşan
bir geminin beyaz ve hafif yelkenini görünce rüzgârın tahriki aklımıza gelir de bunu
onun için mi sever, beğeniriz? Hayır, burasını düşünmeyiz bile; bir geminin hareketi
ne kadar kendi kendiliğinden hâsıl oluyor gibi görünüyor, sanki bir kuşun darbat
cenahına benzerse onda o kadar letafet görür, o kadar beğenir. Demek bu gemide
bizim sevdiğimiz şey rüzgârdaki kuvveti göstermesi değil belki o kanatlara benzeyen
yelkenleriyle hayalimizde bir hiss-i hayat uyandırmasıdır.
Yel değirmeni de harekette iken, kendisinde zahiri bir hayat var iken güzeldir.
Đşlemeyen bir yel değirmenine yakından bakılacak olursa pek çirkin bir makine
olduğu görülür. Bir makine kendisini taharrik eden kuvve-i hariciyeyi ne kadar az
izhar ederse hikmet-i bedayi nokta-i nazarından o kadar çok kıymeti haizdir. Bir
mevcud-ı zihayata ne kadar çok benzerse o kadar güzeldir. Şu hâlde, terakki-i
hareketin hikmet-i bedayi ile itlafı veya adem-i itlafı meselesini halletmek yeni
makinelerin zihayat makinelere benzemeye gittikçe takarrüp edip etmediklerini
anlamaya vabestedir.
453
Bugün biliyoruz ki erbab-ı harfetin gaye-i amali mümkün olduğu kadar az
kuvvet sarf ile çok mahsül idrak etmektir; bunun için makineler harekâtında çok
sühuletine destires olmak isterler, yani mümkün mertebe zihayat mahlûklara takribe
çalışırlar. Çünkü kuvvet en ziyade hayatta tasarruf olunur.
Bu sözlere bakıp da şimdiki makinelerin kaffesini resimde ve heykeltıraşlıkta
numune ittihazına şayan birer eser-i hüsn ve zarafet addettiğimize sahip olmamalıdır.
Vakıan bu makinelerde de bir hayat vardır, lakin bu hayat-ı mugayir-i tabiat bazı
mahlûkatta görülen hayata benzer. Hatta bunlar şeklen bile tabiatın ilk
zamanlarındaki fil ve mamud gibi mahlûkat-ı acibeyi andırırlar. Fakat yine bazı
makineler vardır ki onlarda adeta bir hüsn-i şâirane münderictir. Tabiatın kuvve-i
mihanikiyesi onlarda o kadar iyi tatbik edilmiştir ki adeta yeni bir mahlûk gibi
meydana çıkmışlardır. Harfet-i beşeriyeyi böyle bir gışave-i rakike-i şiir ve hayat
altında gösteren halet-i fevkattabiiyeye mürur-ı zaman ile ve makine âleminin
terakkisiyle daha ziyade artacaktır. Lokomotif ilk icat olduğunda kaba çirkin bir
makine idi. Çünkü hareket etmek için ne kadar kuvvet, mesai sarfına mecbur olduğu
hep görülürdü. Kukla temaşasından bir zevk alabilmek için iplerini görmemek lazım
geldiği gibi bir makinenin hüsnü tamam olmak için de âlem-i mihanik nokta-i
nazarından nakayısını izaleye lüzum vardır. Bugün arzū-yı beşer gibi haiz-i iktidar
olan bir lokomotifin demir hatları titreterek uçması –ne denirse densin- yorgun bir
atın sürüklediği hakir bir tahta arabadan elbette güzeldir.
Şimendiferlerde güzel olmayan bir şey varsa o da yolların ameliyat-ı
inşaiyesidir. Asma köprülerde, o tünellerin karanlık ağızlarında vakıan bir letafet
görüyoruz lakin o dümdüz uzanıp giden o yeknesak demir hatlarda ruhu cezp edecek
bir şey yok. Fakat ne çare bu kadarı zaruridir. Güzel bir heykeli durdurmak için de
altına kocaman bir ayak yapmak ihtiyacı vardır. Hem şimendiferlerin şu hassası inkâr
olunamaz: Bunlar merakız-ı medeniyeyi bir birine takrip ederek seyahatleri teshil
eder ve bu suretle insanlarda hissiyat-ı bedianın terakkisine vasıta olur. Đhtimal ki bir
gün balonları istenilen cihete sevk ve tahrik etmek katiyen kabil olur da insan bir kuş
gibi arzu ettiği yere gidebilir ve bu suretle vasıta-i nakliye daha şâirane bir kisveye
girmiş olur.
454
Lokomotiflerden başka daha birçok asar-ı harefenin de kendilerine mahsus
güzellikleri yok değildir. Kalelerden, sefinelerden dışarıya topların uzanışı, bu
dehşetli ağızlar, pusuda bekleyen bir göz gibi parlayan bu mücella çelikler dehşetle
karışık bir hüsne malik değil midir?
Telgraf direkleri vakıan bazen telgraflarımızın hüsnünü ihlal ediyor, lakin
bazı ormanlarda daldan dala uzatılmış birer kavis halinde uçurumların üzerinde
sarkarak geçmesi bilakis manzaranın güzelliğini artırmıyor mu? Vapurların da bir
güzelliği, bir zarafeti vardır. Bir vapur uzaktan bir nokta halinde görülür; yaklaştıkça
cisamatı fark olunur, fakat o kadar sühuletle tekarrüp eder ki insan korkamaz;
etrafında sular hep kaynaşır, çok geçmeden işitilen düdükler, feryatlar, iniltiler
dehşetli, bunlar bir canavarın avaze-i neşatına benzer. Đnsan onun o siyah kitlesini
ihata eden o beyaz köpükler içinde tepindiğini, nefes aldığını hisseder.
Đşte makinelerin bir kısmı zaten güzel, bir kısmı da gittikçe güzelleşmeye
meyyal olduğundan terakki-i harefetin esas sanat olan hüsnü izale edeceğini iddiaya
mahal yoktur.
Buraya kadar ki mütalaat hep sanatın şerait-i hariciyesine ait idi. Görülüyor ki
bunlar sanatın istikbalini mahvedecek bir sebep teşkil edemiyorlar. Buralarını ispat
ettikten sonra sanat için asıl mühim olan şerait-i asliye ve maneviyeyi de tetkik
etmek iktiza eder. Çünkü zamanımızda ‘fikr-i ilmi’ tesis ederek yavaş yavaş
beşeriyeti kabza-i idaresine almakta olduğundan bu fikir ile sanatkârlığın en birinci
levazımından olan hayal, his ve zevk-i tabi-i icadın imtizac edip edemeyeceğini
bilmeliyiz. Bu meseleyi halletmek için âlem-i ahval-i ruha müracaat edeceğiz.
Bazı ulema ve hükemaya göre fikr-i âlemin tevsi-i hayal-i şâiraneyi keser ve
tevakkuf edecektir. Filhakika hayal-i şâirane serbestçe pervaz edebilmek için biraz
karanlık ister. Şua-i şems ile baştanbaşa münevver, her tarafı kâmilen meşhut, apaçık
büyük bir yolda şâirane hiçbir şey yoktur. Bir sahranın güzelliği, şiiri küçük küçük
ormanlarda, korularda görülmeyen, bizden kaçar gibi duran gizli noktalardadır.
Akşam vakitlerinin o nakabil tarif-i halvet ve letafeti bize eşbah-ı hakikiyeyi nim-i
meşhut bir hâlde bulundurmasından ileri gelir. Muhatap da her şeyi tahavvül eder, en
455
adi yollar şiir ile dolar, muhitleri hattıyla tefrik olunamayan mevcudat bir güzellik
iktisap eder. Şuâ-yı kamer her şeyi tatlı ve şeffaf bir sehabe içinde yüzüyor gibi
gösterir. Đşte bu sehabe bizzat şiirdir, bu rakik bulut şâirin kendisinde, kendi
gözündedir, tabiatı bunun arasından görür. Bunu izale ediniz, ihtimal ki kendisinin
hülyalarını ve bu hülyalar meyanında güzelliği de mahvedeceksiniz. Đhtimal ki şiir
vazıhen görülmediği hâlde şüpheyle bilinen şeyler de vardır. Hicap ve iffet aşkın
şiiridir, ketm ettiği şeyin letafetini daha ziyade tecelli ettirir. Tabiatın esrar-ı hilkatini
öğrenmek isteyen şâir, namuslu bir kadını ram etmek isteyen bir âşık, gibidir. Pek
çabuk nail-i emel olursa şüphesiz iptida kendisi pişman olacaktır. Şu semâ-yı
namütenahi bizden pek çok şeyler ketm etmeseydi ayaklarımız altında çiğnediğimiz
arzdan ne farkı kalırdı? Tabiat bir meçhuliyet altında mestur kaldıkça güzelliğini
muhafaza eder, hüsnün tarihi esrarı anlaşılır, artık meçhul hiçbir noktası kalmazsa
ihtimal ki o da ebediyen ortadan kalkar.
Đşte esrar-ı tabiattaki şiiri nihaniyi muhafaza ve müdafaa için dermeyan edilen
delail bunlardan ibarettir. Fakat hayal-i şâirane ile ulum ve fünun arasında irae
edilmek istenilen bu zıddiyet pek sathidir. “Şiir de ulum ve fünun gibi tabiatın bir
tefsirinden ibarettir. Fakat ulum ve fünunun bu yoldaki tefsiratı hiçbir vakit
şiirinkilerin yerini tutamayacaktır. Çünkü ulum ve fünun insanda yalnız mahdut bir
kuvvete tevcih-i hitap ettiği hâlde şiir insanın bütün mevcudiyetine hâkimdir. Đşte
bunun için şiir mahvolamaz. ” Ulemanın bütün mesaisi, tetkik ve müşahede ettikleri
şeylerden kendi şahıslarını tecrit etmek, umumi ve gayr-ı şahsi neticeler istihsal
eylemek cihetine mesruftur.
Hâlbuki yalnız görülen şeyde değil gören gözde dahi bir kıymeti vardır.
Dünyayı bizim kalbimizden çıkaramadığımız gibi kalbimizi de dünyadan tecrit
edemeyiz. Đlm-i heyetin bütün mesele ve davisi bir yere gelse biz de semayı görünce
peyda olan müphem bir rahatsızlığın, doymak bilmez bir arzū-yı vukufun
tevellüdüne mani olamaz. Đşte şiir-i semavat da budur.
Âlimler bizi memnun etmeye, suallerimize cevap vermeye çalışırlar; şâirler
ise birtakım sualler irad ile hatta bazen bir intizar-ı muzdaribane içinde bırakarak bizi
teshir ederler. Küre-i arzın ve beşeriyetin ahval ve mukadderetına dair Lamartin’in
456
en güzel bir şiirinden serlevha olarak sadece bir alamet-i istifham vardır. Hiçbir keşif
var mıdır ki nihayetinde yine bir sırra, bir meçhule münhi olmasın, muhayyilenin
gittikçe vasi bir daire dâhilinde pervazına müsait bulunmasın? Hayret ve taaccüple
başlayan ulum ve fünun, esrar-ı hilkate karşı yine hayret ve taacüple biter. Şiir de
felsefe gibi hayret ve taaccüpten tevellüt eder. Demek oluyor ki ulum ve fünun bize
daima birtakım efkârı ilga edecek, binaenaleyh daima şiir mevcut olacaktır.
Muhayyile-i beşeriyenin esrarı amiz, müphem şeyler hakkında hissettiği
ihtiyaç ve iştiyak tahlil edilecek olursa bunun da bir arzū-yı vukuftan başka bir şey
olmadığı anlaşılıyor. Dar yolların, koruların bize latif görünmesine en birinci sebep
fikrimizi daima müteyakkız ve mütecessis bir hâlde bulundurmalarından, her
adımlarında bize yeni bir ufuk açmalarından neşet eder. Đffet ve hicap aşkın şiiri
olmakla beraber iffet ve hicaba şiiriyet veren sebep de aşktır.
Ulûm ve fünun gerek beşeriyet, gerek tabiat hakkındaki nokta-i nazarımızı
daima tebdil ediyor, bunlar hakkında bize yeni yeni fikirler vererek hayretimizi
mucep oluyor; hatta bazen terakki-i ulum ile çıkan netice bizi mükedder ve meyus
bile ediyor, bunu kimse inkâr edemez. Fakat bunda şâirler için beis-i endişe ne var?
Đnsan bazen bir karıncanın hâline gıpta eder. Bu hayvancığın afak-ı ruyeti o kadar
dardır ki biraz ötesini görmek için bir yaprak veya bir taş üzerine çıkmaya mecbur
olur. Onun için kumlu bir yol, küçük bir çayır, ağaç kabuğu bizce birtakım meçhul
şiirlerle malidir. Eğer bu karıncanın daire-i ruyeti tevsi olunsa birdenbire şaşıracak,
bizim dağlarımızı ormanlarımızı görünce kendisinin eskiden çöp parçalarında
bulduğu şiire tahassür edecektir.
Đşte insanlarda terakkiyat-ı ulum ve fünun ile teali ettikçe birtakım teferruat-ı
eşyanın şiiri zail olmasına, küçük şeylerin hep birbirine karışmasına tahassürler,
teessüfler ederler. Yek nazarda vasi, çıplak, her tarafı küşat bir heyet-i mecmuadan
başka bir şey görmezler. Fakat ne vüsat! Nazar buna hep hâkimdir. Bundan başka bu
âlem-i münevverin daha ötesinde zulmetler içinde neler daha ne kadar âlemler
görülür, görülecek, bilinecek daha neler keşfolunur!
457
Bir de ulum ve fünunun asla mahvedemeyeceği birtakım esrar, usül-i esrar-ı
hilkat vardır ki onlarla iştigal şiir için maziyade kifayet eder. Vakıan terakk-i ulum
ile bunlarda birçoğu zail olmuştur lakin dikkat edilse görülür ki bunlar sırf ulum ve
fünuna teallük eden hadisatın sanını olarak fevkattabii bir sıfatı haiz bir hâlde irae
edilen aksam-ı caliyesinden ibarettir.
Bazı asâr-ı sanata esrar alud bir tabiat veren mazlumiyet iki muhtelif sebepten
ileri gelir: Ya –Goethe’nin, Şille’nin, Bayron’un bazı eserlerinde olduğu gibi- fikir
müphemdir yahut ekseriya- Bayron’da Şille’de Goethe’de olduğu gibi- pek derindir.
Birinci suretteki müphemiyet bir kusur, bir alamet-i zaiftir, eserin tezaid-i kıymetine
zerre kadar tesir etmez. Đkinci surette o derinlik yek nazarda mazlum görünmekle
beraber ulum ve fünunun bir gün keşfedeceği hakayık-ı münevvereyi bize şimdiden
irae eyler. Zaten şiir kendi kendilerinden garizi surette tevellüt etmiş bir âlemdir,
sanat zannedildiği gibi boş birtakım hayallerden ibaret değildir. Şiir anın efkâr-ı
ulviyesi hâli yahut istikbali piş-i intibahımıza arz eden birer hakikattir. Eğer bunlar
hakikatten külliyen arî birtakım vehim ve hayalat olsaydı bizi zerrece müteessir,
müteheyyic edemezdi. Yunan şâirlerinden Sofokl’un o güzel şiirlerinden ‘tabakat-ı
asumana kadar uzaklara intişar eden adaleti hüsn-i beşeriyet bugün hâlâ takip ediyor.
Ulema, dünyanın vazıh ve mufassal tarihini yazmaya çalışır, şuara ise menkıbe-yi
kanaati söyler. Fakat bu menkıbe tarih için sade bir vesika değildir. Ekseriya tarihten
daha doğru ve –Aristo’nun fikrince- tarihten daha felsefidir.
Tarih bize –ekseriya kabil-i ret ve itiraz- birtakım vakayığ irae eder, asar-ı şiir
ise bu vakayığın sebeb-i vücudu olan hissiyat-ı amikayı arz eyler. Saldide kavimlerin
asar-ı menakıb-ı ibtidaiyelerinde kendilerinin tabiat-ı şahsiyesi, temayülat-ı
müphemesi bütün beşeriyetin amal ve hissiyatı ile beraber görünmez mi? Miftah-ı
istikbal olan bazı kelimat-ı şâirlerin eserlerinde aramalıdır. Herakl’in yahut
Parmenid’in bazı lakırtıları, Maykıl Anjek’in bazı heykelleri, Bethoven’in bazı
besteleri zamanın tevsi edeceği neşv ü nema bulduracağı birtakım efkâr-ı cem ve
hülasa etmiştir ve o eserlerin azameti böyle dalaletlere malik olabilmelerinden
tevellüt eylemiştir. Bu gibi eserin bize mazlum gelmesi önümüzde açtıkları ufkun
458
vesaitindendir. Yüksek dağlar üzerinde de sema karanlık görülür, çünkü oralarda
fezâ-yı namütenahinin bütün ziyaları doğrudan doğruya bizim üzerimize dökülür.
Cehalet, esrar alud halet-i şiir için mutlaka elzem olmadığı gibi birtakım efkâr
ve itikadat-ı batıla dahi elzem değildir. Meşhur Goethe bunun lüzumuna kanidir.
Hatta bu yolda fikirlere en ziyade inananlardan biri de kendisi idi. Napolyon’un
Vaterlo Muharebesi gibi bir muharebede şaşa-i ikbali söneceğini bir gün resminin
yere düşmesinden vaktiyle istintac etmiş buna inanmıştı.
Vakıan ibtidaları hurafat-ı diniyenin bir şiir letafeti var idi. Bu da manâ-yı
kâinata kesb-i vukuf, ahval-i âlemi izah arzusundan tevellüt eylemiştir. Mesala
eşyada da birtakım ihtiyar ve meramı tasvir ederlerdi. Hayvanat da böyle itikadat-ı
batıla yoktur. Çünkü onlar etraflarında olan biten şeyleri anlamaya ihtiyaç görmezler.
Beşeriyet gördüğü hadisatı izah etmeye kıyam edince esatir ve hurafat vadisine
sapmıştır. Bunda da bir azamet, bir şiir vardı. Ulum ve fünun bunları izale eyledi.
Fakat sanat nokta-i nazarından bunda beis-i teessüf ne var? Kuvvâ-yı tabiiyeye bir
sıfat-ı ulûhiyet verilmesinin batıl olduğu tahakkuk eder, bu kuvvetlerin birtakım
kavanin neticesi olduğu ispat edilirse sanat mahv mı olur?
Ulûm ve fünun dünyayı tahvil etmiş, esatiri mahveylemiştir; lakin bundan
şâirler bir şey kaybetmediler. Gerek eski insanlar nazarında gerek bugünkü cühela
nezdinde bir damla su yine bir damla sudan başka bir şey değildir. Hâlbuki suyun
anasırını tevhit eden kuvvet birdenbire serbest kalacak olursa bunun bir şimşekle
tahavvül edeceğini bilen bir âlim nazarında o hakir su damlası ne kadar başkadır! Adi
bir kar parçası mikroskopla muayene olunacak olursa o eşkâl-ı tarifeden insan azami
mütelezziz olur.
Ulum ve fünun ile şiirin birbirine muhalif gibi görünmesi ayrı ayrı piş-i
mütalaaya alınmalarından neşet ediyor. Hâlbuki bütün ilimlerin neticesi, bir züpde-i
ulvi vardır ki o azamet ve cesametiyle mütenasip bir de şiire maliktir. Ulûm ve fünun
tabiatı tetkik ve mütalaa ettiği için hak sefiliyette sürünüp kalması iktiza etmez.
Semavat da tabiat da dâhildir! Hem ulûm ve fünun bize yalnız birtakım hissiyat-ı
şâirane ilham etmekle kalmaz, hakikat-i eşya hakkında müteassıbane birtakım
459
hükümlere inkıyaddan şuarayı azade bıraktığı için o ana keşfolunan hakayık-ı
müsbeteye istinaden –arzu olunduğu gibi- birtakım faraziyat-ı umumiye de
bulunmaya da müsait olur.
Betperstlik, eşya-yı tabiiyyede bize müşabih birtakım mahlukatı tahayyül
ediyordu. Bugünkü ulum ve fünun da bütün kainatta –bizimkine müşabih- mazlum,
boğuk bir hayat görüyor. Dekart felsefesi âlemde –fikr-i beşerden başka- her şeyi bir
makine gibi telakki ederdi. Hâlbuki ulum ve fünun-ı hazıra faylosof Dekart’a karşı
hayvanatı müdafaa eden şâir Lafonten’e hak verdi. Ulûm ve fünun terakki ettikçe
beşer ile tabiat beyninde eski şuara tarafından müphem surette hissolunan ayniyet
menşei daha ziyade tecelli ediyor; şâirin menabi-i iptidaiyesi daha mebzul bir surette
feveran ve cerayan ediyor.
Ulûm ve fünunun hayal-i şâiraneyi mahv edemeyeceği işte sabit oldu. Şimdi
sanatkârlardaki sevk-i tabi-i icat yani deha üzerinde ne tesir hâsıl edeceğini görelim.
Sanatkârlarda böyle bir sevk-i tabii yani deha olmazsa sanatkârlık yaşamaz.
Çünkü insan bu istidad-ı fıtriye malik olmadıkça ne kadar çalışırsa çalışsın büyük bir
eser-i sanat meydana koyamaz. Bu istidat ise tefekkür ve mülahaza ile mümkün değil
hâsıl olmaz. Hâlbuki ulum ve fünun insanı tefekkür ve mülahazaya sevk ediyor,
birtakım sevaik-i tabiiye ortadan kalkıyor. Eğer bu meyanda ‘deha’ da zail olacak
olursa sanat mahv olmuş demektir, acaba Ulum ve fünun bu sevk-i tabiyeyi de mahv
edebilecek midir?
Akıl ile sevk-i tabiiye beynindeki münasabat sabit bir kanuna göre tayin
etmiştir. Sevk-i tabii insanda az çok muayyen bir ihtiyacı mahdut etmeye hizmet
eyler. Eğer akıl daha az kuvve-i asabiye ve ihtiyar-ı sarf ederek bu ihtiyacı memnun
edebilirse tabiat da cari ve hükümferma olan ‘kanun-ı tasrif’ mucibince hiç şüphesiz
sevk-i tabiinin yerine kaim olur.
Ulûm ve fünun ile mülahaza ve muhakeme sanatta bu sevk-i tabii ile dehanın
yerini tutabilecek mi tabir-i diğerle, ulum ve fünun deha sayesinde vücut bulan
eserleri deha kolay surette meydana getirebilir mi? Hayır, çünkü bu kabil olmak için
sanatın mevzuu katiyen muayyen olmamalı ve buna muntazam bir kaide, bu usül
460
sayesinde vüsulü mümkün bulunmalıdır. Eğer hüsn gayr-ı kabil tahavvül gaye-i
hayali olup da bir yerde katiyen tecessüm ettirilmiş olsaydı ulum ve fünun elbette
bunun kavaid-i katiyyesini tayin edebilirdi ve sonra bu kaideler takip olunarak o
hüsn-i ebedinin numunesi teksir edilebilirdi. Hâlbuki çok şükür, icat ve ihtira sanatın
en birinci esası olarak payidar bulunuyor!
Sanatın ulum ve fünundan şu farkı vardır ki mevzuunu yani hissini
keşfetmeye muhtaçtır. Mesela Racine’nin bir tarajedisi güzeldir diye Voltaire’in aynı
surette yazılmış bir trajedisi de mantıken güzel olmak iktiza etmez. Şâirdeki sevk-i
tabiinin yerine akıl kaim olamaz. Çünkü bilmek icat ve iktira etmek demek değildir.
Burada sevk-i tabiiye ile aklın vazifeleri ayrıdır, bir birinin yerini tutamazlar.
On dokuzuncu asır ulum ve fünun asrıdır. Mamafih Laplasların, Darvinlerin,
Jefrovasentilerin, Halviçlerin, vücudu Bayronların, Lamartinlerin, Victor Hugoların,
Möselerin yetişmesine mani olmamıştır.
30 Eylül 1314
Hüseyin Cahit
SF, Nu. 395 s. 75-78
461
HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 16
-Sanat ve Şiirin Đstikbali 3
Sanat ve şiirin istikbalinden katiyen emin olabilmek için ulum ve fünunun
hissiyat ile gayr-ı kabil-i itlaf olmadığını da ispat etmek iktiza eder. Çünkü bir
sanatkârın dehasını, muhayyilesini ikaz ile onu tevellüd-i asara sevk etmek için bir
müessire ihtiyaç vardır. Bu müessir ihtiyattır. Şu halde tevsi-i ulum ve fünun ile tesis
eden fikr-i tahlil menba-ı hissiyatımızı kurutacak olursa bizdeki muhayyile ve sevk-i
tabii körlenir, git gide sanat da söner. Sanat ile ulum ve fünun arasında mevcudiyeti
iddia olunan bir tezat da diğerleri gibi ciddi bir şey değildir. Vakıan hissiyat-ı
beşeriyeyi hatta en iptidai olanlarını bile gayr-ı kabil-i tahvilzannetmek büyük bir
hatadır. Bunlar yavaş yavaş fakat daimi surette tahvil eder. Lakin duçar-ı tahvil
olmak başka, mahvolmak, kurumak büsbütün başka bir keyfiyettir.
Edvar-ı iptidaiyeden biri hissiyat-ı beşeriyenin tarz-ı tahviline dikkat
olununca şu kanun görülüyor: Hissiyat-ı beşeriye iptidaları birdenbire, bilamülahaza
derhal hâsıl olur ve insanı birtakım efale sevk ederdi. Hâlbuki bu hissiyat tedricen
daire-i şuur ve mülahazaya dahil oluyor. Bundan başka git gide hissiyatın mevzuu da
umumileşiyor. Hissiyat uyanmak için ezmine-i iptidaiyede olduğu gibi mutlaka
birtakım eşbah-ı hakikiyenin huzuruna ihtiyaç göstermiyor. Sarf-ı efkar ile ihtimalat-
ı adiye ile de tenkit edebiliyor. Đşte bu suretle yavaş yavaşhissiyat, efkâr ile karışıp
birleşiyor. Hatta bir nokta-i nazara göre hissiyat ile efkarın birbirinden farkı olmuyor.
Bu suretle hisiyatımız dimağî bir hal kesbettiği için ulum ve fünunun terakkiyat-ı
mühimmesine bîgane kalıyor.
Gerek tabiatagerek insana ait olan hissiyat-ı beşeriye tetkik ve tahlil olursa
bunların maziye nispetle pek iyade tebdil ettikleri ve zamanımızda daha aklî daha
felsefî bir renk aldıkları görülürse de şiddetlerinin şiirlerinin hiçbir zerresini
kaybettikleri tahakkuk edemez.
Bugün bizdeki hiss-i tabiat ile kurun-ı kadimedeki hiss-i tabiat yekdiğerinin
aynı değildir. Mütekaddimin tabiatı insan ile münasebeti nokta-i nazarından piş-i
ehemmiyete alırlardı. Mesale “Đlyada”da bir yer zikrolunursa burası ya münbittir ya
462
iyi at yetiştirir yahut buğday cihetinden pek zengindir. Tabiat, mütekaddimîn için bir
çerçeve hükmünde idi. Onlarda hiss-i tabiat uyanabilmek için mutlaka beşeriyete
mutaallık bir şeyle ihtilat etmesine mecburiyet var idi. Hâlbuki zamanımızda tabiat
hakkındaki hissiyatları daha az menfaatçiyanedir.
Filhakika fesahat namütenahi-i asumani bir yol bulur kubbe ile muhat
zannedilen ezmine-i matekaddime insanları ile akla velehler veren bu
namütenahiliğin meshuru kalan şimdiki beşeriyet bir semâ-yı kevkeb karşısında nasıl
olur da aynı hissiyat ile mütehassis olurlar? Mütekadimince keyfiyetleri, hayatları
hemen hemen meçhul olan otların, böceklerin, kuşların bu serairi, bütün o şayan-ı
hayret nikat ve teferruatıyla bizim şimdi malûmumuzdur. Âlimler nazarında olduğu
gibi şairler nazarında da her fıtra ab, her nefha-i heva gayr-ı merî birçok hayatlarla
mâlidir. Eşar-ı cedidede, ulum-ı cedidede olduğu gibi en küçük, en hakir mevcudatın
bile bir ehemmiyeti, bir kıymeti vardır. Etrafımızdaki bütün mevcudatın bizim
hayatımıza müteallık olan bilcümle ahlak, muaşakat ve hayatlarını biliyoruz. Gittikçe
bu vukufumuzartıyor. Artık beşeriyet muhat olduğu bu, bir nevi beşeriyet-i
sefiliyeden azade ve müstakil bir halde kendisini tasvir edemiyor. Onlardan
ayrılmıyor. Đşte hiss-i tabiatta bu bir tahavvül ki maziye nispetle azim olmakla
beraber zamanımızda eski şiddetinden hiçbir şey kaybetmemiştir.
Nefs-i beşere ait olan hissiyat-ı azime dahi tetkik edilince mefkûrenin
hassasiyeti üzerine tesiri tezait ettiği tebeyyün eyliyor. Evvelden bir şehre, vatana,
bazı sınıf-ı Đçtimaiyeye ait olan hisiyat şimdi bu sığ daire-i inhisardan kurtuluyor.
Böyle bir heyet-i umumiyeye ait olmayıp da ayrı ayrı şahıslara ait olan
hissiyatta da aynı tahvil var. Mesela hiss-i merhamette zamanımızda tahrik-i
merhamet daha kolaydır. Bu his bizde daha vasi ve umumidir. Mamafih böyle
olmakla ilham-ı şiiretmekten hiçbir vakit âciz kalmamıştır. Yunan şuarası nazırında
merhamet, muayyen bir şahsa veya bir şeye raci olurdu. Hâlbuki şurâ-yı müteahhire
bütün bir sınıf halk, bir kavim için merhametimizi ikaza çalışırlar. Victor Hugo bir
sefilin halini tasvir ettiği vakit bize onunla beraberhayat-ı beşeriyenin, hatta bütün
hayatın sefaletlerini de –derece-i ulviye-i şiiriyeyi muhafaza etmekle beraber-
hissettirmiştir. Kezalik fabrikalarda çocukların çalışmalarından bahsettiği zaman
463
iptida bize büyük bir fasrika tasvir etmekten başlar. Sonra bu hakikat arasından
fikrimizin önüne makinelerin tekmili ile amelelerin tenzil-i aklîsi beynindeki
tevafuk-ı dehşetnani birdenbire getiriverir. Sahibinin insafsızca andığı kamçılar
altında ezilen biçare bir beygiri tasvir ettiği zaman da iptida sırf bu biçare hayvancığa
acır. Fakat şair bu bais-i hazin ve eli hikâyede devam ederek böyle zavallı bir
hayvanı sarhoş bir adamın eline teslim eden kanunun ne olduğunu sormaya,
araştırmaya başlayınca levhanın ufku genişlemeye başlar. Merhametimiz yalnız o
beygire münhasır kalmaz, tamim eder. Tasvirin böyle bilaihtiyar böyle tamim
edilişine Flober de, o büyük şair, nasirde, dahi tesadüf ederiz. Görülüyor ki adi bir
tasvir, adi bir hall-i derin umumi, felsefi bir fikre inkılap ediyor ve böyle tahvil
ederken hüsnü eksilmek değil, bilakis artıyor.
Hissiyat-ı beşeriyenin en kuvvetlilerinden olan aşk da birçok tahavvülata
uğramıştır. Ezmine-i kadimede aşk sırf şehvani idi. O zamanlarda erkekler
kadınlarda güzelliklerinden başka hiçbir şey görmezlerdi. Kurun-ı vustada muhabbet
bir kisveye bürünmüştür. Zamanımızda ise muttasıl tahavvül ediyor. Gittikçe amik
bir hal kesbediyor. Aşk şimdi eski zamanlarda olduğu gibi saf dilane, mahdut, sırf
tabii bir his değildir. Birtakım felsefî ve fevkattabii efkar ile alûdedir.
Alfret de Möse bütün muaşakatına, bir gaye-i ulvî-i hayaliye vüsul için
hissetmekte olduğu bir ateş-i namütenahi karıştırır. Arz üzerine bağlı olduğu halde
daima semavane meyyal-i itla olan amali, tozlar içinde terk-i hayat eden bir ikab-ı
mecruha teşbih eder. Maverâ-yı hayatın bu taharri-i muzdaribanesi Möse’de hakikat-
i aleme itimadı tenkis ediyor. Ona bu dünyayı büyük bir rüyadan ibaret olmak üzere
telakki ettiriyor. Bu çirkin hakikatten ne kurtulabiliyoruz, ne onunla kanaat ederek
memnun olabiliyoruz. Dünyadan kendimizi kurtarmak için en birinci çare alam ve
ızdıraptır, göz yaşlarıdır. Ağlamak, sefalet-i hayaliyeyi his ile onun fevkine çıkmak
değil midir? Đşte Möse de: ”Büyük bir elem kadar bizi büyütecek hiçbir şey yoktur.
Dünyada elimde kalan yegane şey bazı kere ağlamış olmaktır, gibi sözlere tesadüf
olunmasını hikmeti bu tarz muhakemedir. Halbuki mütekaddimenin birisi böyle
cümlelere tesadüf etseydi esasını anlayamaz hayrette kalırdı. Çünkü Möse’nin
nazarında bir aşkın derinliği, nerede hasıl ettiği bıraktığı alam ve ıstırabın şiddetiyle
mukayese olunur.
464
Victor Hugo’da ekseriya cali olan hiss-i muhabbet bir renk-i felsefî almadıkça
kuvvet kesp edemiyor.
Sevgili Prodom’da hiss-i muhabbeti yeni bi, r süratle telakki ettiği için bunda
bir şiir izharına ortaya çıkarmaya muvaffak oluyor. Sevgili Prodom aşkı kainatta her
şeyi bir birine rabıta eden kainatı bizim ruhumuzda birleştiren bir teaven-i edebinin
tesiri gibi telakki ediyor. Kalbimiz, aklımız ve idrakimize dahil olan her şeye rabt-ı
alaka eder. Bu suretle namütenahi bir muhabbet içide musavver bulunuruz. Alam ve
ızdırabımız bütün bu muhabbetten doğar. Çünkü kalbin son noktaları en hassas ve
elemnak noktalarıdır. Sevgili Prodom bir şiirinde:
”Ben sevdiğim binlerce mahlukatın esiriyim. Bir nefhanın onlarda bais
olduğu en küçük ihtizazlarla bile mevcudiyetimden bir parçanın benden koptuğunu
hissederim. ” diyor. Aşkın bir tarz-ı telakkisine Sevgili Prodom’un tekmil eşarında
tesadüf olunur: “Đnsanın kalbinde bir şefkat ve muhabbet vardır ki bütün elemleri
bunda ihtizaz eder. Bazı kere bir nevaziş bizi müteheyyiç ve müteessir ederek göz
yaşlarının revişine sebep olur. ”
Hâsılı hayat-ı beşeriyenin kâffesi zamanımızda maziye nispeten mülahaza
perverane ve hükmane oluyor. Binaenaleyh bunları ifade eden şiir de bittabi
tahavvüle uğruyor. Akıl ve zekanın hassasiyet-i beşeriyeye böyle dühul ve nüfuz-ı
samimisi gerek ahlakça gerek hikmet-i badiyice görülen terakkiyatın en esaslı bir
sebebidir. Filhakika akıl ve zeka memnun ve mutmain olmadıkça hassasiyetimizde
bir zevk ve haz bulamıyor. Rahatça, serbestçe nail-i huzuz olmak için tefekküre
muhtacız. Bunun için sırf cismani olan muhabbet gibi kaba vicdani huzuzatı istihkar
ediyoruz. Bilakis birtakım efkar ve ahlakiye diniye ve felsefiye ile muhat olan
huzuzatın kıymeti nazarımızda artıyor. Đşte bu suretle hudud-ı akıl ve zeka tevsi
ettikçe yeni yeni birtakım alam ve huzuzat icat olunuyor. Şairler de bunlara birer
şekil veriyor. Fikir şekil ve tasviri boğacak mahv edeceği yerde bilakis onun
husülüne tenevvuuna hizmet eyliyor. Vaktiyle akıl ve zeka kabiliyet-i
hassasiyetimizden vücut bulduğu gibi şimdi de evvelkinden daha latif ve daha nazik
bir hassasiyet-i akıl ve zekadan çıkıyor. Ulum ve fünun hissiyatı ifna etmiyor, tahvil
ve tevsi eyliyor.
465
Şimdi burada nazik bir nokta var. Sanatın ulum ve fünun ile gayr-ı kabil-i
telif olmadığı üç haftadır devam eden mütalaat ile sabit oldu. Fakat bu telif ne
derecede ve ne suretle vukua gelecek?
Bazıları sanat ile ulum ve fünun imtizacını, hakayık-ı müsbetiye-i ilmiyenin
vezin ve kafiye ifadesi suretinde tefsir eylemişlerdir. Ezmine-i kadimedeLokras’tan
zamanımızda Sevgili Prodom’a gelinceye kadar bu yolda inşad-ı şiire kalkışanlar
vardır. Hâlbuki bu gibi asarın asıl şiir olan kısımları, muharrirlerin kendilerince
hakikat addettikleri malumatı ortaya döktükleri yerler değil, heyecanlarını,
hülyalarını, ruhlarını döktükleri noktalardır. Hikmet-i tabiye, ilm-i heyete ait bir
kanunu vezin ve kafiye ile ifade etmekte bir şairiyet, bir şiiriyet yoktur. Bu adeta
cambazlık nevinden bir maharettir. Bir fikri muayyen olan heceler içerisine
hapsederek ifhama çalışmak, bir muvaffakiyet-i şairane değil, bir kudret-i müşkil
endazane addedilmek lazım gelmez mi? böyle iktiham edilmiş birtakım mevani hissi
ile hissiyat-ı bedia itlaf edemez. Sonelerle yahut başka türlü ekal-i şiiriye ile felsefe,
ahlak, tarih dersi verilemez.
Ulum ve fünunun tecrübe, tahlil, muhakeme, istidlal, istintac gibi birtakım
usülleri vardır ki bunlar kabil değil bir kisve-i şiiriye ile tezyin olunamaz. Bilakis bu
usüller sayesinde istihrac olunan neticelerdir ki şiir olur. Şiir ile imtizac eder. Ulum
ile fünunun saha-i hakikatte birtakım vakayı görerek tetkik ederek bunlar arasıdaki
rabıtaları bulur, meydana birtakım kanunlar çıkarır. Bu kanunlar hadisat-ı kainatı
izah eder fakat onları bizim gözümüzün önüne getirmez, yani tasvir etmez. Đşte şiirin
vazifesi ulum ve fünunun bu noksanını ikmal etmektir. Ulum ve fünunun keşfettiği
her malikaneye şiir girebilir fakat tedricen keşfiyat-ı cedideyi yahut falan ve filan
feylesofun mesleğini nazmen ifade etmek isteyen bazı şuara işte burasını
unutuyorlar. Hakayık-ı ilmiye bir sıfat-ı şiiriye kesb etmek için his ve hayal
vadilerine geçmeli, bizde birtakım heyecanlar tevellüt etmelidir. Şair bize mektep
kalfalığı edecek, öte beri öğrenecek değildir. Bize birtakım efkar ve hissiyat telkin
edecektir.
Şimdi bunun bir misalini görelim. Đşte Fransa’nın en büyük şuarâ-yı
ahiresinden Lökont Delil. Müşarunileyh Phomes an Phomes Barbares ve Liques
466
unvanlı iki eseri vardır ki bunları faraziyat-ı ilmiye ve fenniye bir şair gözü ile nazar
edilmek neticesinden vücut bulmuş birer eser-i nefisedir.
Lökont Delil, ulum ve funundan iki esaslı fikir alıyor. Biri tarih-i edebiyat
hakkındaki en yeni faraziyelerden, diğeri tabiattaki ecnas-ı muhtelifenin hiddet-i
münşaete dair olan tekamül-i nazariyesinden mahuttur. Birinci fikre göre her mezhep
hüsnün zuhurundan doğmuştur. Yani medeniyetteki beşeriyetin ihtiyacat-ı
maneviyesine mutabıktır. Bu ihtiyacatın tahvili mezahibin de tahvilini mintaç oluyor.
Đşte Lökont Delil bu fikri almış mezahib-i atikenin yalnız doğruluğunu düşünmekle
iktifa etmeyerek onları hissetmiş, bu itikadatı icap eden ahval-i kalbiyeyi kendisinde
icad-ı muvaffak olmuştur. Bu suretle meydana getirdiği şiirler ise yabis birtakım
hakayıktan ibaret değildir. Bütün hararet-i ruhiyeti, bütün samimiyetiyle birer eser-i
muhallittir.
Ulum ve fünun ile sanatın telifinde bazı başka türlü bir efrata daha düşerler.
Ulum ve fünun gibi hakikat-ı sahihayı aramak, eserlerinde hayalden arî bir hakikat
yalnız hakikat ile iktifa etmek iddiasında bulunurlar. Lakin bu doğru bir fikir
değildir. Doğru olmaktan başka gayr-ı kabil-i tatbiktir de vakıan sanatkarların
tasviratı hakikate müstenit olacaktır. Bir ağaç, bir hayvan irae edecekleri zaman bunu
tabiatta olduğu gibi göstermeye mecburdurlar. Fakat tabiatı, hakikati görüşten görüşe
fark var. Yeşil çayırlar arasında otlayan inekler de etrafını görür. Onlar da bakan bir
insan da… arada şu vardır ki bu levha ineklerin dimağında hiçbir eser bırakmadan
hemen mahvolduğu halde insanların dimağında birtakım ihtizazat vücuda getirerek
birtakım hissiyata, efkara mühtehi olur. Đşte bir şair tabiata, hakikate böyle insan
gözüyle bakmalıdır. Đnek gözüylü değil. Ve eşyâ-yı hariciye dimağ-ı beşerden
geçerken o dimağın nişanesini ahz etmelidir. Çünkü onlara ancak bu suretle bir
kıymet, bir şiiriyet gelebilir. Đşte sırr-ı sanat buradadır.
Hitam 27 Eylül 1314 Hüseyin Cahit
SF, Nu. 396, s. 91-93
467
ROMANLARA DAĐR
EDEBĐYAT VE AHLAK202
Bir sanatkâr, bir vâiz değildir. Bedâyet-i amirede pek sade görünen şu mesele
edebiyat-ı umumiyece birçok ihtilaflara bâdi olmuştur. Çünkü edebiyattan tezhib-i
ahlaka ve tenvir-i efkâra hizmet gibi maksat beklemek minel-kadim zihinlerde
olagelmiştir. Hâlbuki ahlak başka, edebiyat başkadır. Fakat şu fikrin su-i tefsir
edebilmesinden ihtirazen şunu da ilave edelim ki edebiyat ile ahlak ayrı ayrı
şeylerdir, demekle edebiyat ahlaksızlıktır, demek kast olunmuyor. Yalnız edebiyatı
kavaid-i ahlakiyenin neşiri ve işaisi için vasıta ihtihaz etmek doğru ve iyi bir şey
değildir, denilmek isteniyor. Filhakika işte size birçok melodramlar, romanlar ki
nihayetinde cani - tabiri hususları vechiyle -pençe-i adalete çarpılıyor. Masumlar
müzehher-i mükâfat oluyor, âşık ve aşığa teehhül ediyor. Böyle oyunlar Avrupa’nın
her şehrinde hemen daimi surette oynanıp durmaktadır. Lakin acaba şimdiye kadar
kaç kişi bu oyunlara bakarak tezhib-i ahlak etmiştir? Bu oyunlar saha-i temaşada icra
edilmekle cinayat azalmış mıdır? Bilakis istatistik bunun tezaidini gösteriyor. Fazla
olarak bu gibi asar-ı erbabı cinayetin fikirlerine yeni hileler ilga etmek, onlara bunları
göstermek gibi birtakım mahzurlarından da hâli değildir. Tehzib-i ahlak, ilm-i celil-i
ahlakın gayesidir. Kavaid-i ahlakiyeyi öğrenmek isteyen adam iki üç yüz sahifelik
bir romandan istinbat edeceği iki üç satırlık bir kâide-i ahlakiyeyi yahut bir fikr-i
içtimaiyeyi mücelledât-ı ahlakiye ve içtimaiyeden daha kolay alabilir. Edebiyat ona
bunu vermez ve vermemelidir. Çünkü bir eser-i edebî öyle bir iddaya kalkışacak
olursa bu yeni vazifesi ile şerait-i sanatı telife bittabi muvaffak olamayacağı için
sanat ciheti feda, hiç olmazsa ihmal etmeye mecburdur.
Hâlbuki buraları iyice takdir olunmadığından romanların -bilhassa
tiyatroların- bir şeyi ispat etmeleri için alet ittihaz edildikleri kesirul vukudur. Mesela
bir romancı görüyorsunuz ki saadet-i aile için zevcenin hüsn-i ahlak sahibi olmasını
kâfi görerek zevce ne kadar çirkin olursa olsun bir zevcenin buna ehemmiyet
vermeden kendisine gösterilen asar-ı muhabbete karşı mütahassis kalması lazım
202 2 numaralı makaleler bundan evvel neşr edilmiştir.
468
geleceğine hükmetmiştir. Vakıan faideli iyi bir şey. Sonra bunu ispat için bir kitap
yazıyor. Gayet çirkin, fakat muhip bir zevc tasvir ediyor. Ona bir zevce veriyor.
Kadın kocasının çirkinliğinden iğrenerek boşanıyor. Kimsesi olmadığından geceyi
geçirmek için bildiklerinden birinin hanesine gidiyor. Buraya kabul olunmuyor.
Birçok dolaştıktan sonra bir yer buluyor; burada da istiskal görüyor. Başka bir
ahbaba gidiyor; burada hanenin damadı kendine göz koyduğundan yine duçâr-ı
istiskal oluyor. Nihayet, evet nihayet zevcinin kıymetini anlıyor ve onun vefat
ederken bıraktığı hanede, onun bıraktığı maaş ile geçiniyor.
Bu kadının, gayet çirkin kocasından boşanmakla iyi veya fena bir harekette
bulunmuş olduğunu bize badelfarika duçar olduğu felaket gösterecektir. Bu felaket
kadının kimsesizliği ile başlıyor. Hâlbuki pederi ve validesi olsaydı bu felaketin bir
kısmı mefkut kalırdı. Demek oluyor ki muharrinin asıl fikri biraz tağyire uğradı. Bir
kadının kocasındaki çirkinliğe tahammül edip oturması lazım geleceği hakkındaki
kaide-i ahlakiyeyinin hükmü roman vasıtası ile ispat edilmek istenince bu yalnız
kimsesiz kadınlara kabil-i tatbik kıldı. Zevce-i mütalakanın felaketi ikinci derecede
kendisinin kısmeti çıkıncaya kadar misafir edecek bir ahbab bulamamaktan neşâet
ediyor. Fakat ya bulsaydı? Ya buradayken iyi, güzel bir kısmeti çıksaydı? O hâlde
kadın çirkin kocasından boşandığına pekiyi etmiş olacaktı? Lakin o hâlde muharrir
bir şeyi ispat etmiş olamayacağından romanı ise bir şey ispat etmek için yazdığından
bittabi kadını böyle aziz ahbabtan mahrum ediyor. Fakat farkında olmadığı hâlde
ispat etmek istediği şeyi de yavaş yavaş elinden kaçırıyor. Çünkü bu kıssaya göre
kimsesiz, aziz ahbabtan mahrum kadınlar, yalnız onlar gayet çirkin kocalarından
boşanmamalıdırlar, hükmüne kadar iddia dolaşıyor. Nihayet kadın kısmeti çıkıncaya
kadar bir şeye muhtaç olmayarak ikamet edebilecek bir konak buluyor. Lakin bu
muharririn hiç işine gelmez. O zavallı kadını felaketten felakete sürüklemeyi rehber-i
hareket ittihaz etmiştir. Bu konakta da misafir hanıma göz koyacak, gelin hanımı
kıskandırıp artık ruh-i kabul göstermeyecek bir damat icat ediyor. Görülüyor ki
mesele bütün bütün darlaştı. Rişte-i ispat damat beyin tarizine bağlı kaldı. Her damat
beyin evdeki misafirlere göz koyması ise müstesna bir harekettir. Şimdi gayet çirkin
kocalı kadınları tevekküle teşvik için yazılmış bu romanı böyle bir kadın okusun;
eğer kendisinin güveneceği bir ailesi varsa bunu istihfaf edecektir; ettikten başka
469
romandaki kadının ailesi olmamak yüzünden felakete duçar olmasını birisinden
ittihaz ederek sahib-i aile olduğundan dolayı kendisinin bundan masun kalacağına
itikat edecektir. Ve böylece romancının intizarı makûs netice verecektir. Candan bir
ahbabı varsa yine müesser olmaz: Bahusus bizim şu yukarıda düşündüğümüz şeyler
onun da aklına gelir. Binaenaleyh şu ahlak-ı romanın şu bir kaide-i ahlakiyeyi gaye
ittihaz eden kitabın – mahzen romanların böyle bir vazifeye adım-ı kifayetinden - bir
şeyi ispat etmeye mütehammil olamamasından nâşi – ahlaka menfeatından ziyade
mazereti olur… Hâsılı âlem-i ahlaka ait olanları âlem-i ahlaka verelim; edebiyata ait
olanları edebiyata verelim.
Romanların bazı efkâr-ı mahsusayı tervic için de vasıta ittihaz olunması şu
izah ettiğimiz esbaptan dolayı yanlıştır. Sathi gayr-ı meşkûk bir kâide-i ahlakiye-i
roman şekline girince hakikatten bu kadar tebait eder, yanlış netice verirse böyle
fikirler ne olmaz… Đbtidâ-yı amirede ehemmiyetle telakki olunsalar bile bu
ehemmiyet tealluk ettikleri meselenin hâiz-i ehemmiyet kaldığı zamana münhasır
bulunur. Sonra kitabın yapraklarını açan bile bulunmaz. Hâlbuki bir eser-i sanat
kâffe-i şerâit-i sanatı cami olursa insaniyet durdukça pâyidar olur. Đşte üdebâ-yı
hazıramızın asıl nokta-i iştirakleri bu noktadır. Onlarca edebiyat, edebiyat içindir
yahut asıl asıl tabiri kullanılım: Sanat, sanat içindir.
Ernest Feydo, Teodor Gotiye ile hemfikir olarak diyor ki: “Sanat ahlaka
lakayttır, yabancıdır. Sanatkâr, tedris eden bir muallim, nasihat veren bir vaiz
değildir. Vakıan onun da dünyada bir vazifesi vardır. Fakat bu kulub-ı karine-i
hissiyat-ı afife ilgasına sai olmaktan ibaret değildir. Sanatkâra ispat edilecek fikirler
vermeyiniz, kimin üzerine olursa olsun iyi veya fena bir tesir icra etmesini ondan
talep etmeyiniz. Sanat bu gibi şeylere bigânedir. Đyi veya fena kitap yoktur, en ziyade
şiddetle duçar-ı tevbih olan romanlar, tiyatrolar bir devrin derece-i ahlakını
gösterebilir, fakat ahlak-ı muasırını ıslah edemediği gibi ifsat da edemez. Romanların
ahlak üzerine tesirini katiyyen reddettim. Ne olursa olsun bir kitabın tesir-i halkta
evvelden mevcut bazı fikirleri hülasa ile onlara bir cisim, bir şekil vermekten ileri
varamaz. Eğer romanların bir tehlikesi varsa o da insaniyet-i mahsusen nazar-ı ferik
470
renkler altında hakikat-ı hâlde olduğundan ziyade mahsusen iyi göstermek
cihetindedir. ”
Edebiyatı vakıa şeklinde gösterilmiş ilm-i ahlak kitaplarından ibaret
addedenler artık edebiyat için bir sebeb-i vücut göremezler. Hâlbuki gaye-i edebiyat
– teşmil edelim - gaye-i sanat eşyada bir tabiat-ı esasiye görerek onu izhar etmekten
ibarettir. Bu ne kolaydır, ne de ehemmiyetsizdir. Hyppolyte Taine diyor ki:
“Enafis-i asâr-ı edebiye gözden geçirilince hepsinin bir tabiat-ı âmika ve
sâbite izhar ettikleri ve bu tabiat ne kadar sâbit ve âmik olursa mevkilerinin o rütbeye
ulaştığı görülür. Bunlar birtakım hülasalardır ki fikre hissolunabilecek bir şekil
tahtında kâh bir devir tarihinin hudud-ı esasiyesini kâh bir ırkın temayülat ve kuvvâ-
yı ibtidaiyesini, kâh bir kısım beşeri ve hadisât-ı beşeriyenin sebeb-i ahiri olan
kuvvâ-yı ibtidaiye-i ruhiyeyi irae eder. Bu bapta kanaat-i tame istihsal etmek için
tekmil edebiyat-ı muhtelifeyi nazardan geçirmeye hacet yoktur. Bugün asâr-ı
edebiyenin tarihte istimaline dikkat etmek kifâyet eder. Hatıranın, teşkilât-ı
esasiyenin, evrak-ı siyasiyenin noksanı bunlarla ikmâl olunur. Asâr-ı edebiye bize
şayân-ı hayret bir vuzuh-ı sıhhat ile edvar-ı muhtelifenin hissiyatını, uruk-ı
muhtelifenin sevkiyat ve temayülatını gösterir; bunlar gizli birtakım muharriklerdir
ki muvazenetleri heyet-i içtimaiyei sabit bulundurur. Âdem-i ittihatları, ihtilaflara
bâdi olur. Hind-i atikin tarih-i müsbeti ve silsile-i vakayi-i hümanı malum değil
gibidir. Fakat elimizde manzumât-ı mukaddese ve kahramanesi vardır ki bu sayede
Hind-i atikin ruhunu üryan olduğu hâlde görüyoruz. Yani muhayyilesinin nev-i hâlini
tehayyülatının cesamat ve irtibatını, keşfiyât-ı felsefesiyesinin karışıklığını, din ve
müessesatının esas dâhilîsini anlayabiliriz. ”
Đşte edebiyatın bu kadar âli bir tabiatı mevcut iken başka şeyler, başka
meziyetler aramaya kalkışmak – şüphe yok ki - bilüzumdur.
-3 Teşrin-i Sani 1313-
Hüseyin Cahit
SF, Nu. 358, s. 309-310
471
MAKALE-Đ MAHSUSA
Matbuat-ı Osmaniye sütunlarını bir zamandan beri gözden geçirenler lisanın
ıslahına dair her gün bir fikr-i mütalaanın, bir düstur-ı mantıkanın öne sürüldüğünü,
çare-i ıslah olmak üzere her gün bir yeni tarikin irae edildiğini elbette görmüşlerdir.
Bazı ıslah-ı endişan Arabî, Farısî kelimat ve terkibatın lisan-ı Osmanî’din ihracı kimi
de bu kelimatı ter edilmeyip yalnız onlarda tasrifat icrasını tavsiye ediyorlardı.
Sonradan suret-i imlanın ıslahı maddesi de manzum olarak mücedalat-ı mütevaliye-i
kalemiyeye bir meydan-ı diğer hazırladı ve muharrir-i kamusî, Saadetlü Sami
BeyefendiHazretleri “Đkdam” gazetesinin makalat-ı lisaniye muharriri arasındna
teati-i efkar ve mütalaat vuku bularak tarafeynin mülahazatı yine matbuat-ı
yevmiyemizle neşrolundu. Tahkikat-ı cedide-i lisaniyeye mübteni bulunan
mütalaatın daima calib-i istifade olacağı aşikar ise de –doğrusunu söyleyelim-
mülahazat-ı merkezi-i hakikatten epeyce ihraf edilmiş, hele mesailin hiçbiri
ehemmiyeti nispetinde tamik edilememiştir. Buraları makalat-ı münteşireyi sırasıyla
mütalaa eden erbap ihtisasa malumdur.
Lisan-ı Osbmani denildiği zaman Anabî, Farisî ve asıl Türkçe gibi biri şube-i
samiyeye birinde Avrupa’nın zümresine, biri de elsine-i teveraniye fırkasına mensup
üç lisanın heyet-i müterekkibe-i müctemiası anlaşılacağı için bunların hepsine birden
aynı mütalaatı, aynı efkarı tatbik etmek caiz olmasa gerektir. Hususuyla Türkçe’de
istimal-i avamın ifsat ettiği birçok kelimatın asılları tamamıyla mensi bir halde
kalmış olduğundan müşkilatın en büyüğü –makalat-ı münteşire de bunu ispat
ediyordu- bunları lisan-ı aslilerine, muaheze-i hakikatlerine iade edebilmek
hususudur. Đmla bahsine gelince bunda da en mutedil tarik bir lügatname-i musaddık
ve mükemmel vasıtasıyla gayr-ı methul bir usul ittihaz edip ondan asla ihraf
etmemek olduğuna muhakkikin-i lisanda kanaat hasıl etmişlerdir.
Matbuat-ı yevmiyemizle alekekser lisanların tetkiki ve şuabat-ı lisaniyenin
mukayese ve tensiki zeminlerinde yazılan makalatta bir kusur varsa o da mevzu-ı
bahis olan mevadın ekseriye noksan tetbi-i neticesi olarak –hususuyla “Đkdam”da
472
serd edilip doğru olduğu iddia olunan tevilat gibi- vesait-i sulh-ı misanı tehyi ve
teshil edeceğine aksi netice aksi netice husüle getirmesidir.
“Sabah” ile “Đkdam” cerideleri arasında ahiren cereyan eden münazarat-ı
kalemiyeyi büyük bir merak ve ehemmiyetle takip edenlerden biri de ben
olduğumdan bu silsile-i makalatta meşkuk ve mecruh gördüğüm noktaları tavzih için
bir veche adi bir iki mülahaza beyan etmeye lüzum gördüm.
Men sühan nik nevişem tüvager nik nahvanî
Cürm’el-calicı nebaşet çotoşterind nedanî
Evvela “Đkdam”ın makalat-ı lisaniye muharrir-i muktediri her kelimenin
aslını mümkün olduğu ve girizgah bulabildiği derecede daima Türkçe’de irca
gayretini ibraz etmekten çekinmiyorlar ki bu haslet hadd-i zatında pek memduh ve
meşkur olmakla beraberekseriya faide-i akıl ve mantığa tevafuk etmiyor. Ezcümle
“mani”, “bari”, “zerdali” ve “narin” kelimelerinin Türkî asıl olduklarını iddia ediş
gibi… Biraz şunları tetkik edelim. “Sema” maddesinden mehuz olan “semavi” ile
“semai” sıfatlarının ne farkı vardır? Đkisi de Arabî değil midir? Arabî sahrai veya
sahravi her iki şekilde de ism-i mensup yapmıyor mu? Đşte “mai” ile “mavi” de
öyledir. Aralarında zirenktir farkı yomtur. Đraniler bu rengi ifade için kebut lafzıyla
beraber “abî” ve “abgûn” şekillerini de kullanmışlardır. Bu doğruysa tamamıyla
tetabuk eder. Bugün bile lisan-ı avamda “kumaş abî, kağıt abî denilir ki” kumaş
mavi, kağıt mavi demektir. Lisan-ı Farisiye ehil olanlar bilir. Artık mai yahut mavi
Türkçedir, deyip ısrar etmeye mahal yoktur.
Saniyen- “bari” kelimesi Farisidir. Türkî asıllı olamaz. Çünkü Farısiye Türkçeden
geçen lügat bir kere araştırılsın. Cümlesi umum harekat ve askeriyeye müteallık
şeylerdir. Maniyat Farisinin kendi malıdır. Türkçede bugün bile elvan-ı rakika-i mani
ve hissiyatı ifadede manzur kaldıkça define-i Farsa müracaat ediyoruz. Bir o kadar da
Arap’tan alıyoruz. Türkçenin kendisinde bunlar yoktu. Türk lisanı asker lisanıydı.
Ondan sarf-ı nazar “bari” bir adettir. Farısî hiçbir lisandan adat almamıştır ki
Türkçeden alsın. Sadi:
473
“Bari ân bed beperestid ki cân-ı dared”
Dediği zaman beyte hiçbir zaman tapmaz, fakat madim ki
tapacaksınızziruhuna tapın, demek istiyor. Barmak, varmak daha bilmem daha ne
manaları bu kelimenin neresinde? Fazl-ı tahrir Saadetlü Abdurrahman Süreyya
Efendi Hazretleri’nin “Mizan’ül Belaga”larında bu kelime hakkında bir bahis var.
Oraya müracaat edilmiş olsaydı bu iddia belki serd edilmezdi. Araplardaki “bari” de
asıl Đbraniceden alınmadır. Tevratta bari kelimesi “yunmak-tesviye etmek”
manasında mezkûrdur. “Mebrat” evradındadır.
Salisen zerdali Türkçe imiş deniliyor. Bu kelime-i mürekkebede “zerd” sıfatı
her ne kadar Farısî ise de madem ki Türkçede “alıç” vardır. Elvanın da oradan
alınmış olduğu muhakkaktır. Fakat hayfa ki böyle değildir. Türklerin alıç dedikleri
mürekkep bir kelimedir. “alu” madde-i asliyesi ise Farısînin malıdır. “Alo balo”,
“şeftali”, “zerdali”, kelimelerinde bu cüz-i asli kendini göstermektedir. Đraniler aluyı
tayır edip haluce derler. Türkler de bunu alıç yaparak lisanlarına katmışlardır.
Rabian narin sıfatı parin, pirarin, nigarin gibi emsaline Farisi’de kesretle
tesadüf olunan sıfatlardandır. Nar dalı gibi ince, nazik şeylere narin denir. Bunun
Türkçedeki yarin kelimesi tarzında ve ahenginde okunmayışı da Farısi olduğunu
ispat eder. Bu telaffuzun narin kelimesinde bir istisna teşkil ettiği iddiası ileriye
sürülüp ispatı içinde “ikdam” muharirinin makale-i ahirelerinde irat edilen tevilat
ökabilinden tasrifat cihetine gidilecek olsa bile buna muhakkak nazarıyla bakılamaz.
Türkçede böyle bir telaffuz, böyle bir tarz-ı hususi ve ahenk mevcut ise yalnız narine
münhasır kalmamak iktiza etmezmi? Beş altı kelime daha zikrolunmalı ki onlarda da
tarz-ı ahenk buna benzesin. Yalnız bu istisnayı narin kelimesi vücuda getiriyorsa
emin olmalı ki sebeb-i istisna kelimenin başka bir asıla, Farisiye mensup olmasıdır.
Hamisen Arapların “solucan” şekline koymuş oldukları “çugan”a gelince
“Đkdam” muharriri fazılının iddialarına rağmen derizki bu bir lügat-ı maklubedir. Ne
çömekten ne çevimekten ne çiveyden müştaktır. Aslı koçandır. “Köyku” Fariside
“top” demektir. “Caniden –çaniden” de yerden toplamak, kaldırmak, çalmak
manasına gelir. “Koçan” topu çalacak alet demektir. Bugün Türkçe’de “çene”
474
şeklinde yazılan “çane”de bu mahezdendir. Firdevsi “canideni” candan manasına
kullanır da derki:
“Gülistan ki emruz-ı başta babar
Tu ferda canı gel niyayed bekar”
Sadisen Türkçede adat-ı nispet yoktur. Ermudî(doğrusu emrudî), limonÎ, kırmızî,
(kırmızı kelimesi lisan-ı Rum’dan mariptir) sıfatlarındaki “ya”lara bunlar Farısi yâ-yı
nispettir. Çünkü bu kelimeler ya aslen Farısi yahut mariptir. “Demirî”, “bakırî”,
“kurşunî” gibi terkipler ise avam-ı nas arasında Farısi ism-i mensupları takliden
yapılmış galattandır. Limoniyi, Đraniler hem limon hem limo şeklinde kullanırlar.
Zemin kelimesini zemi suretinde istimal etdikleri gibi… Armut da emrut derler ki bu
da kullanageldikleri kelimelerdendir. Sadi bir rubaiyesinde
“Şekil emrud çe guyem ki beşirini ve latif
Kuze-i çendnibatest muallık bir bar”
Đşte cereyan eden münazaranın mecruh ve çürük tarafı hakkında
düşündüklerim şu yazdığım şeylerdir. Bunların böyle olduğuna bence kanaat kamilen
hâsıl olmuştur. Bu kanaat kuru bir iddiadan da ibaret değildir. Bana bunları böyle
kabul ettiren ve nazar-ı tetkikimde tebeyyün eden birtakım esbap vardır ki bu kısmı
mütalaat arasında zikrettim. Bir de hadde-i tetkik ve tetbi herkes için her zaman
açıktır. Đsteyenler tetbi etsinler, yazsınlar. Biz de anladığımızı yazdık. Hiçbir kimseye
kabul ettirmek için yazmadık.
Hangi, hangı, kangı meselesi yalnız Türkçe olduğu için kalemi o mevzuya
temas ettirmedim.
Hüseyin Daniş
SF, Nu. 397, s. 107-109
475
MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 36
Servet-i Fünuna yazı yazmak benim gibi acizane-i kalem için gittikçe
güçleşiyor. Bu güçlüğün derecesini şimdi anladım. Çünkü edebiyat ile az çok meşgul
olanlar için musahabe-i edebiye serlevhası altına yazı yazmak kadsr kolay şey
olmazken deminden beri yazacak pek çok mütealalar validi hatır olduğu halde
bakınız daha üçüncü satırdayım. Bir zamandır bu kürsü-i hitabete çıkanlar o kadar
talakat, o kadar ihata gösterdiler. Öyle nutuklar, öyle mütealalar irat ettiler ki artık
benim için yakın bir noktadan haftada bir kere o mütealalrı dinleyip istidadım
derecesinde istifade etmekten başka yapacak şey kalmamıştı. Bir yerde mi okumuş,
bir yerden mi işitmiştim bilmem. Vaktiyle bir kadın zevcine ikide birde “Sen alim,
edip, feylesof bir zatsın. Sen mahfil-i edepte nutuklar irat eder, alkışlanır, şan, şöhret
kazanırsın. Ben seni ne zaman öyle bir mevki-i hitabette görüp iftihar edeceğim. ”
dedikçe adamcağız lisanında lekanet olduğundan kendisine hırs-ı şöhret
olmadığından bahisle itizar edermiş. Birgün kadının son derece ısrarı üzerine bir
mecmua-i hüdebada hitabete mahsus olan kürsüye çıkar. Herkes muntazır bakalım bu
alim adam neler söyleyecek, edebiyata müteallip ne fikirler beyan edecek. Hatipte
ses yok. Ne söyleyeceğini, nereden tutturacağını bilmiyor, hatta bildiğini de kürsüye
çıkar çıkmaz halkı etrafında kendi nutkuna muntazır görür görmez büsbütün
unutmuş, donakalmış. Dakikalar geçiyor, binlerce gözler evzahına nakran binlerce
kulaklar hançeriyesini ihtizasından çıkacak esvata müterakkip bir ses fonograflı
heykelden çıkar gibi derinden bir ses ile üzerinden şöyle akseder:
- Kabahat bende değil, beni zorla buraya çıkaran facirededir. Ey cemaat! Siz
bugün yalnız şu rezalete sebep olan refikamdan müfarekatıma şahit olmak üzere
buraya toplanmış bulunuyorsunuz. Đşte bu kadar.
Hatip sürekli kahkahalarla alkışlanarak, çekilir gider.
Şimdi şu hikayeyi nakle ne lüzum vardı? Bu haftanın musahabe-i edebiyesini
ben kendi arzum ile deruhte ettim. Bana bunu teklif eden olmadı. Lisanımda lekanet
de yok. Aciz olmak başka, dilsiz olmak başka, öyle değil mi? Her neyse birazda ben
476
şöyleyeceğim çünkü istifade yalnız dinlemekle olmuoyr söylemek de lazım. Đnsan
fikrini söylemeli ki hatasını anlasın.
Servet-i Fünun’un münderecatı hakkında birçok itirazlar görüyorum,
işitiyorum. Şiveye, kaideye muhalif ifadeler nerede olursa olsun muhalefet olunur.
Hataya hata demek hata değildir. Fakat bu itirazlar o kadar yolsuz irat ediliyor ki
hepsine birden hiç demek bence bu gazetenin münderecat-ı nefisesini tariz etmekten
yüz kat haklı, bin kat hayırlıdır. Đnsaf edelim şiveye, kaideye muvaffak yazılmış pek
çok eserlerin hiçbir şeyi olmadıklarını görüyoruz. Hele edebiyatta kusursuz çirkine
kusurlu güzel her zaman tercih olunur. Ne olursa olsun birine çirkin birine güzel
demek tabiidir.
Evet, Hüseyin Cahit Bey’in: “Bizi karşı karşıya bulunduracak her şeyden
ziyade korktuğum hatta feci bir neticeyi bile ona tercih ettiğim gülünç bir telakki
vücuda getirebilecek tesadüften çekiniyorum. ” Đfadesinde zaif-i telif yahut muhtelif
şive olmakla bu cümlenin dahil olduğu makaleyi hiçe saymakgarezsiz olamaz.
Vaktiyle mektepte muallimliğini ettiğim bu muharririn şimdi eserlerinden müstefit
oluyorum. Mesela kasvir ve tahkiyede gösterdiği iktidara gıpta ettiğimi itiraf
eylemezsembazıları hakkındaki hükmüm kendi hakkımda da layık olmam lazım
gelir. Halit Ziy işte size şaibeli fakat göz kamaşmadan safha-i nunanuruna bakılamaz
bir deha.
Ey kaideşinasan-ı lisan! Nadir’in, H. Nazım’ın, Suat’ın, Fikret’in, Siret’in,
Halit Ziya’nın, Cahit’in, Rauf’un eserlerini tenkit edelim. Kavaid-i lisaniyemize göre
fikrî, lafzî hatalarını bulursak gösterelim. Fakat inkar etmeyelim ki bu eserlerde
taklidi mucep terakkimiz olacak meziyetler daha çoktur. Her yeni gördüğümüz
mevzuun, teşbihin, terkibin fenalığına hükümde acele etmeyelim, düşünelim. Bu
yenilikler neden neşet eder? Hangi esasa racidir? Acaba üslüpların terkiplerin
tenevvü-i hodbihod keyfî bir icat daiyesiyle mi oluyor? Yoksa bunlar bir aks-i savt
gibi fikrin muhtelif ahenklerine mi tevafuk ediyor? Buralarını tetkik edelim. Bu pek
faydalı bir mütalaadır. Edebiyatımızın bugünkü mahsülatı –menbalarına doğru
çıkılmadıkça, kendilerini tevellüt eden usul göz ucuyla olsun bakılmadıkça- iyi
anlaşılamaz.
477
Ruhumuzun harcına münakis hasais-i felsefeden büsbütün bîbehre olanlarca
bile malumdur. Duygunun, düşünmenin, kuvve-i mümeyyizenin, kuvve-i hafızanın
umum insanlara şümul olduğu herkes anlar, herkes bu hasaisin umumundan mahrum
olamaz. Nispetlerin tehalüf ve tefavetinden sarf-ı nazar edersek deriz ki bu hasiseler
bizde adeta cibillidir. Uşte bu kuvvetlerin faaliyetinden mütevellit olarak
derunumuzda husûle gelen tesiratı tebliğ için iki vasıtamız, iki alet-i natıkamız var ki
biri umumi, diğeri hususidir: Lisan, kalem…
Lisan ruhumuzun o püresrar olan ahengini derecat-ı muhtelifesiyle gayet
güzel surette tebliğe muktedir, umumi bir alet. Kalem her natıka için öyle değil,
hususidir. Hissiyatımızdan bazıları basit eşkal-i kelimat ile ifade olunabilir. Bunlar
hafızaya edenledir. Bazıları ise canlı, cazibeli, ağır bir şekil altında bulunmadıkça
hakkıyla ifham edemez. Bunlar hisse, hayale müteallık olarlardır ki tahdidi mümkün
değildir. Türk şairleri Acemce, Acem şairleri Arapça bilmeseydiler Rum ve Đran
divanları büsbütün başka türlü olurdu. Đşte bizde saz şairleri: Keremler, Aşık
Ömerler, oestanlar, falanlar…
Şimdi biz Avrupa edebiyatını tetbi ediyoruz. Çünkü ruhnüma-yı terakkimiz
asar-ı garbiyedir. Okuyalım da öyle yazmayalım. Bu olmaz, bu kabul değil. Çocuk
ana ata lisanını değil, öğrendiği lisanı söyler. Biz de lisan-ı edebiyi öğrendiğimiz gibi
yazarız. Eslafımız Acemce söylemekte nasıl mazur iseler biz de şimdiki yazdığımız
gibi yazmakta mazuruz. Fuzuli bugün sağ olup da garbın asar-ı ahire-i edebiyesini
okumuş ve tiyatroyu görmüş olsaydı, bir “La Dans Serpantin”i yazmaz mıydı
sanırsınız? Ben Fikret’in bu eserinden bir anda resim, şiir, musiki zevki alıyorum. O
ne latif renkler, ne parlak manalar, ne müessir ahenklerdir…
Şimdi şu dakika önümde açık duran Servet-i Fünun sahifesine göz gezdirdim.
Hüseyin Suat Bey’in neşide-i latifesinin bir iki yerinde garabet-i hayaliye bu ikinci
okuyuşumda yine dikkatimi celp etti.
Şafak sevinince sanırdım şehper-i aşkın
Hayal-i dilberimütebessim, lerzan
Açar semâ-yı seher bir hadika-i elvan
478
Sanırdım ah ozaman bir kebuter-i aşkın
Pürmünevver tarzında pempe bir küçük el
Tutar da kalbimi der –gark-ı ziyÂ-yı emel-
Aşk bir güneşe teşbih edilerek müşabehün bihe bedel teallük olan kanat deniz
oluyor. Benim bildiğim istiare-i mekniye işte bu yoldadır. Şimdi bu şehpedirin hayal-
i dilberini farz etmeye artık lüzum yok. El için gark-ı ziyâ-yı emel olarak şöyle
söyler, deyip de bundan o ilk sahibini kastetmek ise bir mecaz olacak, fakat kaideye
mutabık olmadığı gibi zevke de muvaffak değil. “Başınız sağolsun” dinir maksat
tekmil vücuttur. Lakin vücut lakırdı söylemez. Binaenaleyh ele söz söylenmekte
cüziyyet, külliyet alakası yoktur. Mamafih şairin hassasiyetine, şairin rikkatine karşı
bu iki kusur pek ehemmiyetsiz kalıyor. Bunu takdi ve itiraf etmek, lisanın kabiliyet-i
edebiyesine yabis intikatlardan ziyade hizmet etmez mi?
Ben Siret’in “Sükunat-ı Şabane”sini de pek kolay tenkit ederim. “Sükun zaten
masdardır, sükunet ne oluyor?” diye nasırnamesinden tutturarak alabildiğime gider.
Birçok aylarda yaparım. Fakat tanzirine gelince çok sıkılacağını bilirim. Hatta
bilmem ki muvaffak olur muyum?
Şunu da söyleyeyim. Dekadanizm, Sembolizm diye tabirat mübteze-i mezika
sırasına geçirilen usul hakkında Cenap’ın vuku bulan müdafalarını kâmilen tasdik
etmekle beraber Türkçe olsun, Fransızca olsun okuduğum şeylerde bazı müphemat-ı
hayaliyeden doğrusu bir zevk alamıyorum. Mamafih tekrar ediyorum: Çoğunu
lezzetle, hayretle okumakta; hepsinden ayrı ayrı istifadeler etmekteyim.
26 Şubat 1313
Đsmail Safa
SF, Nu. 366, s. 21-23
479
MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 38
Epeyce bir zamandan beri cerait ve risaili hemen hergün işgal eden bir bahse
bir iki söz ilave edeceğim, Servet-i Fünun okuyanlardan temenni-i afv ederim.
Şimdiye kadar bilmem kaç bin sütun yazı ile tekrar olagelen bu bahiste ne
demek istenildiğini tayin için evvela mütalaat-ı mütevaliyeye bir nazar-ı mücmel
atfetmek istedim. Bu türlü mübahese üzerine serd-i mütalaatta emsaline tefvik eden
Ali Kemal Beyin bir bende-i hülasa-i bahsi muhtevi göründü. Hülasa kendilerinin
iddiası yine kendilerinin olduğu için bunu aynen almayı münasip addettim.
Bendin mebdeinde asar-ı mütercimenin nakayısı tadat edildiği sırada, hükmü
tercümeden ziyade telife şamil olmak üzere deniliyor ki: ‘Saniyen bazılarımız ise
üsluba ehemmiyet vermeyi azametimize sığdıramıyoruz. Lisanımızda bir allame
geçinmek iddiasındayız. Belki de öyleyiz. Fakat yazdıklarımız saman gibi öyle
bayağı öyle zayıf çünkü üslup ile uğraşmaya güya fazlımız manidir! Salisen bir
kısmımız da Arabiyi, Farisiyi kâle almadan telif olsun, tercüme olsun Türkçede
müceddidane kalem yürütmek fikr-i hamındayız. Aklımıza eserse türlü türlü
kelimeler terkipler icat ederiz!’
Diğer bir yerinde de:
‘Mamafih lisan-ı efsah el-beyan Arabî ihmaldeki istihfaftaki hatamızı
muahezede haklı değil midirler? Arab’ın Türklüğe, Türkçeye, Türklere mahsus
feyzini, usaresini, emmezsek lisanımıza bihakkın neşv ü nema veremeyiz…
Defaatiyle tekrar edilen tekrar edildikçe nisyan hatta paymal olunagelen bu hakayiki
idrak etmeyen şibanımızın tarz-ı beyanı ulemamızın tarz-ı beyanı gittikçe anlaşılmaz
oluyor… Đşte üslubun da en berbatı bence böyleleridir ki bir izmihlal bir zeval onlara
göre bir Dekadans demektir…’ buyuruluyor.
Bu bahse müteallik olan neşriyatı muntazaman okumadımsa da müsadifi-i
nazarım olan makalelere istinaden zannediyorum ki bahsin hükmü şu birkaç sözden
fazla bir şey değil. Şayet zannım hilaf-ı vakıa ise bu bahiste hükümlü bazı sözler
daha söylendiği ihtar olunur umuduyle bu üç fıkrayı tetkik edeceğim:
480
‘Saniyen’ ile ‘salisen’ kelimeleri arsındaki birinci fıkra, üsluba az ehemmiyet
verildiğinden mi yoksa üslupla ziyade iştigal edilerek cem-i fikre vakit
bulunamadığından mı, her nedense pek müşevveş; çünkü ‘üslup’ lisanın kavaid-i
sarfiye ve nahviyesi manasına alınırsa –ki mübahis-i mükerrereden bu zehapta
bulunduğu anlaşılıyor- lisanda allamelik iddiasında bulunanların eser-i marifetlerini
elfazlık terkip ve tezyininde göstermekten başka bir şey düşünmemeleri zaruri iken
bazılarımız hem üslubu istihfaf hem de lisanda allamelik iddia ediyoruz’ diyen
elbette doğru olamaz. ‘Üslup’ bildiğimiz gibi her şâir veya münşiye has tavr-ı beyan
manasını mudi ise bir adam için ‘kendi üslubunu istihfaf eder’ demekten ne anlaşılır?
Teessüf olunur ki kavaid-i lisaniyede rüsuh kazanmakla ‘ öyle saman gibi,
öyle bayağı, öyle zayıf’ şeyler yazmaktan kurtulmak kabil olamıyor. Yoksa sermaye-
i hayatlarını saffet ile mevsufun mutabakatına sarf etmiş olan nice zevat bugün üdeba
ve şuara arasında bulunurdu. Neyse bunu geçelim.
Đkinci fıkraya gelince: ‘Arabiyi, Farisiyi kâle almadan müceddidane kalem
yürütmek fikr-i hamında bulunanlar’ lüzumu halinde bir yeni terkiple ifade-i fikir
edenler ise bunlara niçin bu derece husumet ediliyor? Azameti sığdırmak, kalem
yürütmek, akla esmek gibi şimdiye kadar lisan-ı edepten ‘elbette bir sebeple olacak’
hariç tutulmuş olan efal ve terakibin istiğmaline cevaz verilirken şekil ve kıyafeti
bizim edebe ecnebi olmayan lüzumlu bir kelime kullanmaya yahut ziba kelimelerden
yeni bir terkip yapmaya cüret edenler neden bu kadar tarize müstehak görülüyor?
Muterizler aliyyü’l-ıtlak ‘lisanda yeni bir şey olmasın’ diyorlarsa ‘Türkçe
daima aynı halde kalsın’ demekten başka bir şey olmayan bu arzunun husülü
lisanımızı nasıl büyük bir tedenniye duçar edeceğini kim olsa anlar. [Bereket versin
ki efkâr ve hissiyat-ı edebiye tenevvü ettikçe eşkâl-i hariciyesi olan elfaz ve terakibin
de tadat ve teksiri mutlak-el cereyan bir kanun-ı tabii olduğu için bu türlü
temenniyatın ashabını yormaktan başka bir tesiri olamıyor. ]
Yok böyle değil de terakib nevinden bazılarının kavaid-i lisaniyeye mugayir
olacağını iddia etmek istiyorlarsa bu halde artık yeniden bir terkip yapmak fikr-i ham
sayılamayacağı için istediği hakkı evvela itiraf buyursunlar da sonra varsa, kaide
481
hatasını tashih ediversinler yahut –muktedir oldukları yerlerde- sevmedikleri terkibin
ifade ettiği manayı lisanımızın şive ve kaidesine daha muvafık diğer bir terkiple
tamamı tamamına eda ederek evvelkini istiğmalden kendi kendine düşürsünler.
[Fakat unutmasınlar ki bu türlü terkipler ilcâ-yı fikir ve manadan ziyade ‘müceddit
olayım’ arzusuyla ortaya atılırsa cenin-i sakıt gibi doğmadan ölür, vücudu
hissolunmaz ki hatta şükür ve şikâyetten birine mazhar olabilsin. ]
Böyle de olmayıp da ‘mademki biz yapamıyoruz, siz de yapmayın’ demek
istiyorlarsa buna ne denir!
Üçüncü fıkraya gelelim: Lisan-ı efsah el-beyan Arabî ihmal ile Arab’ın
tevarüs ettiğimiz feyzini usaresini emdiğimiz için tarz-ı beyanımız iğlak ve ibhama
düşüyormuş, öyle mi? Đnsaf! Arapçanın hadd-i zatında haiz olduğu ehemmiyeti biz
de herkes gibi kemal-i tazim ile teslim ederiz; fakat Türkçe mevzu-ı bahis olunca
lisan-ı Arab’ın yalnız lisanımıza taalluku itibarıyla takdiri lazım gelir ki o zaman
nokta-i nazar değişir. Bir kere Arabî’den aldığımız isim, masdar, sıfat, ism-i fail,
ism-i meful, ism-i mekân, ism-i tafdil falan gibi birkaç şekle münhasır, bunlar da
isim ve sıfat hükmünde müstamel olduğu için Arapçanın mazi, muzari ilh. gibi sığ
tasrifiyesinden Türk lisanı müstefit olamaz. Türkçede müstamel kelimât-ı Arabiyenin
mahdudiyet-i eşkâli icabından olarak Arapçanın lisanımızda cari kavaid-i sarfiyesi
sıfata, izafete ve bazı ebvab-ı tasrifiyeye ait birkaç kaideden ibaret kalmıştır ki bu
kaideler, yalnız kelimât-ı Arabiye için meri olmak üzere esasen sırf Türkçeye
dâhildir. Arab’ın kavaid-i nahviyesi ise Türkçede hiçbir hükm-i tesir hâsıl edemez.
Mükemmel bir sarf-ı Türkî lisanı doğru yazmak için bir Türk’e kifayet eder.
Herhalde Türkçe ile Arapça bir birine benzemez iki lisandır. Bizim istiğmal ettiğimiz
kelimât-ı Arabiyenin birçoğu ya o şekilde kullanılmamış yahut büsbütün başka bir
manada istiğmal edilmiş olduğunu pek çok Arapça bilenlerden işitmiştik!
Arapçayı gerçekten tahsil etmiş olan zevâtı, kesb-i marifet için mesai sarf
etmiş oldukları cihetle, tevkir ederiz. Kâh ve bigâh mütenebbiden bir beyit iradına
vesile olarak –tabiri caizse- talim edenlere de bir ‘Öyle mi ya!’ demek bile istemeyiz.
Fakat muğlâk Türkçe yazmamak için mutlaka Arapça öğrenmelidir. Đddiâ-yı hamını
ashabına reddetmek de tereddüte lüzum görmeyiz. Çünkü Arapçanın lisanımıza olan
482
muaveneti –o da sevildiğimiz derecede kalmak üzere- yalnız elfaz ve terakibe
münhasırdır. Hiçbir zaman, hiçbir suretle şiveye, üsluba kadar gidemez. Bu halde
‘lisan-ı Arabı ihmal ettiğimiz için tarz-ı beyanımız –yani şive-i lisanımız- muğlâk ve
müphem oldu demek Arapça bilmediğim için Türkçe söyleyemem kuvvetinde bir
mantıksızlıktır ki hafazan Allah!
H. Nazım
SF, Nu. 370, s. 86-87
483
MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 39
-Şiir Hakkında
Birkaç senedir vakit buldukça yazmakta olduğum fikr-i mahsusama dair
bugün biraz daha izahatta bulunmak isterim:
Birkaç senedir nazmı büsbütün ayrı gördüğüm için bir manzumeyi teşkil eden
ebyattan hatta mesaradan bazısına şiir, bazısına nazım diyorum. Şiiri kimse benim
söylediğim gibi söylemedi, benim ayırdığım gibi ayırmadı. Bu telakki, bu tefrik
indidir.
Herkesin ihtisas ettiği meslekte kendisine göre bir zevki, zevkine göre bir
icadı… Herkesin rüsuh-ı fikriyesine, muhakeme-i akliyesine göre bir içtihadı vardır.
Đnsan yalnız okumakla kalmamalı, okuduğunu düşünmeli, düşündüğünü yazmalıdır.
Erbab-ı ihtisas asar-ı sanat-ı tecdit eder. Bir eser-i icat, bir fikr-i içtihat ya beğenilir
makbul olur yahut tashih edilir, reddolunur. Bunun ikinci suret-i bile faideden hali
değildir. Hiç olmazsa insana hatasını gösterir, hiç olmazsa insana bilmediğini bildirir.
Bir söz fevkalade beliğ, son derece ruha nafiz, hele bir de vezin ile kafiye
ahengini haiz bulursa buna şiir demekte kimse tereddüt etmez. Ben ediyorum! Ruha
nüfuz-ı tesir-i beliği eserin ya mevzuunda yahut üslubundadır. Benim fikrimce takdir
evvela eserin şiiriyetini hükmetmelidir.
Bir şeyi olduğu gibi –hele nazmen- tasvir elbette bir iktidar, bir hüner, bir fazilettir.
Fakat sanıyorum şâirlik bu değil, bendenize katiyen öyle geliyor ki bir tasvir aynı ne
kadar beliğ, ne kadar bedii olursa olsun şiir olamaz. Zihnimde bulduğu adelle
musadif olduğum itirazlardan kuvvetli çıkıyor. Fikrim gittikçe teyit ediyor.
Revaç cehl merkep reşide est behayi
Ki girde makesi haviş rahayal hemayı!
Beyti hatırlara gelmesin. Ben kendimi değil düşündüğümü, bir şey düşünerek
bulduğum şeyi bir hakikat-i edebiye sanıyorum. Diyorum ki bir tavır aynı mevzuun,
mevzu güzelse demek ki bir şiirin çizgisi, gölgesi, boyası muvaffak düşmüş – vezinli
484
ve kafiyeli ise- fasih, beliğ, musanni bir nazımdır. Bizzat şiir değildir, tasvir bizatihi
şiir olmak için şâir-i meşhudiyenin letafet veya dehşetiyle aheng-i ulviyetiyle, tesir-i
fecaatiyle velhâsıl hal ve meziyetle mütenasip ve mütevafık olarak buna
kendiliğinden, sermaye-i şâiriyeti olan hayalinden bir şey ilave etmelidir. Şiiriyet
yalnız mevzuda ise şâiriyet yalnız tabiatta mütehalli demektir. Tabiatın yaptığı şiiri
söylemek başka, şiir söylemek başkadır.
En adi bir teşbih, en mübtezel bir istiare yahut bir mecaz-ı mürsel bile bendenizce
bir eserin şiiriyetini temin eder. Ancak buna pek hayide, pek bayağı bir şiir derim.
Şiir bir kere katiyyyen nazımdan ayırmalı, sonra şiirin de nazım gibi iyisini kötüsünü
seçmeli. Bir esere ‘şiir değil’ demek onu beğenmemek demek değildir. Güzel bir
nazım çirkin bir şiirden elbette iyidir.
Nedir o ruha şu viranenin civarında
Dokundu hatırıma hal-i inkisarında
Değil garip, bulunsam madem mest-i harap
Misafirim vatanın bir harabezarında
‘Müteessir etti’ sözü şiir olmaz. Bir harabezarda misafir kalanın mest-i madam ve
harap olmasını istiğrap etmemelidir, sözünü vezin, kafeyi, şiir edemez. Naci Efendi
merhumun bu meşhur gazelinde:
Hevada yaprağa döndürdü rüzigar beni
Hazana müntezirim ömrümün baharında
Beytinin mazmunu biraz mübtezel olmamakla beraber gayet bedii, gayet
güzel ifade olunmuş bir şiirdir. ‘Sarardım, soldum, gençliğimde ölümümü
gözlüyordum. ’ Sözü nazmedilmiş olaydı şiir olamazdı. Nazımdan başka bir şey
olmayan:
Ederse dil yeri vardır veda melek vücuda
Garib eyler bulunurmuş adem diyarında.
Kararyab olamam gerçi mest-i sersarım
Masid o renkteki asudedir mezarında,
485
beyitlerinin ikinci mısrasında ne hoş, ne şâirane bir zarafet var, ne kadar selis:
Gönül o nevsefer-i tur talatın Naci
Yanar kıyamete dek nar-ı intizarında
beyti ise –velev yine bisyar-ı senide mazmunlardan olsun- bir teşbih ve istiareyi
tazmin ettiği içir şiiriyeti haiz olmaktan ziyade tabii olarak iki üç sanatı bedii
muhtevi bulunmak haysiyetiyle nefistir. ‘Makber’in –evvela duayal ile asud gibi hal
ile mürur etmiş hayal-i maziyi musavver. Şiirin o zaman mutad-ı fasl olduğu ve zayıf
sipesamiz muaşerat, müfesser-ebyatından sonra gelen:
Âlemde işim benim o işti,
Gönlüm ona ülfet eylemişti.
Bak söyler iken unuttum eyvah,
Sordum ki yanımdadır o hemrah!
Ülfet dediğim evet, değişti
Tefriki bize ecel yetişti
Gittik güya bir Pazar, sebatta
Kim derdi ki ah o son gidişti
Kıtasına bendeniz şiir demem; tabii, hissi bir nazım derim. Çilegüzar kahr-ı memat
olanların –böyle manzumeleri okurken evvelce kendilerini ağlatmış olan halleri
tekrar tecrübe ediyormuş gibi- müteessir olmaları tabiidir. Şimdi bu tesir böyle
sözlerin şiiriyetini nasıl temin edebilir? Şiir için ‘müessir, beliğ, ruha nafiz sözlerdir’
demek nasıl kâfi olabilir? Bir de şu parçayı okuyalım:
Hep hal değil mezar-ı dilber
Nisyan olacak ikinci mukbir
Nisyan, o esfal-i mukabir
Nisyan, o muktel-i ekâbir
Bir diğeri de bu kalb-i mağber
Zira bu da hak ile beraber;
Uçmakta mezardan mazara
Canan o ferişte-i seferber
486
Đşte ‘Makber’in siyah levha-i münderecatı arasında fosfor gibi parlayan bu kıta
Hamit’ten başka bir Türk şâirine söylemek nasip olmayan şiirlerden, şâir harfe-i
tarik-i fenaya terk edilen radife-i hayatının ikinci mezar olarak mazlume-i nisyana
düşerdi. Son karargâh olmak üzere kendi muhafazâ-yı kalp hakesarında kalacağını
söyledikten sonra canana peride revanını mezardan mezara uçar bir ferişte halinde
gösteriyor. Mevzuya bir şey ilave ediyor. Kendiliğinden bir şey söylüyor, bir şey
yapıyor. Đşte bu şey ki bir teşbihe temsilcidir. Semanın bir kıta-yı duradur birçok
zamanlar tersidle nevmit olmuş iken merkez-i adese-i mirsadda hak-i peyda bir sitare
leman hande-i nazırını hayran temaşaya dalmış rasatlar gibi hezar-ı güfte
mazmunlardan usanıp da yeni bir nokta, parlak bir nokta görmek iştiyakında
bulunanları- zevkyâb-ı istikşaf edecek şiirlerdendir.
Mecnun amirinin -her okuyuşumda kalbimi, gözlerimi yaşartmak tesirinde bulunan
Taklikat-ı leyl-i vehi garr-ı sagırah
Velem yebed li’l-etrab min sediha hacm
Sagirin nari elbehem, yeleyte anna
Eli ilan lem nekber velem tekbir elbehem
Kıtayı meşhuresi bizzat şiir olamaz. ‘Ben Leyla’ya alaka ettiğim zaman henüz
göğsünde memeleri belirmemiş nabaliğ bir kızcağızdı. Đki sabı kuzuları otlatırdık.
“Ah, keşke bu ana kadar biz de büyümeseydik, o hayvancağızlar da büyümeseydi!”
ifadesinin mevzu-ı müesser bir şiirdir: Đki nevrişte-i nev temayülün bir merada körpe
kuzularla, deminzaraniş ve mevalat olması eşar-ı ulviye-i tabiatındandır. Lakin o
hali, bu hissi böyle olduğu gibi tasvir her halde şiir söylemek değil, bir şiiri
söylemektir.
‘Allah Leyla’yı başkasına, muhabbetini bana takdir etti. Mademki böyle olacakmış
bari beni de Leyla’dan başka birinin sevdasına müptela edeydi. ’ mealindeki:
Gazaha lağıri ve iptilani bahbaha
Felaha beşi-i gayrı leyli ibtilaniya
487
‘Henüz tıfl iken melif-i havi oldum. Yirminci sal-i hayatımda saçım sakalım ağardı.
Benim gençliğim hani? Kundaktan kurtulmadan evvel zaman benimle uğraşmaya
başlamıştı. Artık şimdi bir de şu kaderin hücumu ne oluyor? ‘Modasını tazmin eden:
Ülfet’el-havi tıflan… Feşabet avrizi
Laşirin men Ömer’i, faren-i şababiyan?
Vaharibini –min kabl-i rafii tamaimi
Zamni, fema lenaibat vemalya?
Şu kıtada o kabilde, bunlar da hakikati kemaha söylüyor. Tesir o hakikattedir.
Hâlbuki yine Arap eşarından olmak üzere nazmını tahattur edemediğim:
Ukul, fihal haddin lilhabib ve gad
Tefrik’en-nas fi te’vile firka
Hevalferaş ray heda le fermi
Binnefse fevka naralhad fahtiraka
Bu kıta ki sevdiğimi hal-i haddini tevilde nas fıkralara ayrıldı. Ben diyorum
ki bu şame-i sevda bir şebitap idi. Arz-ı ateşini görür görmez üzerine atıldı, yandı,
kömür oldu!
Mefhumundadır, öteki beyitlere, kıtalara nispetle hiçbir tesiri yokken
şiiriyetine söz yoktur.
Tafsilatımızdan şu netice elbette istihraç buyurulur: Şiir, teşbiye ve istiare
olmadıkça –fesahatle, belagatle, bedii ile hikmetle, felsefeyle, tarihle- tecelli etmez.
Đlm-i beyan ki mecaz ve envaıyla kinaye gibi tarik-i ifadeyi bildirir. Şiirin muhakkı,
şiirin lazım-ı gayr-ı münfekidir. Diğer aksam-ı edebi, kelamı ayniyetten kurtarmaz.
Hayal şiirin menbaı, sunuh-ı süduru, ilm-i beyan ise hayalin düsturudur.
- Mademki adi teşbihli, adi istiareli beyitleri de şiir addediyorsun, o halde
nazım ile şiiri böyle ayırmaya ne lüzum var? ‘Vezinli kafiyeli sözlerin hepsi şiirdir.
Bunların kıymetleri belagatleri nispetinde mütefavık olur. ’ demek daha şümullü bir
tarif olmaz mı?
488
-Efendim teşbiye ve istiare insanın kendi bulduğu kendiliğinden yaptığı bir
şeydir. Şâirlik meşhudunu müşahede ettiği gibi söylemekten ibaret olunca bülbülün
veya diğer güzel sesli bir kuşun savtını taklit edeni hatta her şarkı söyleyeni bestekâr
addetmek lazım gelmez mi?
12 Haziran 1214
Đsmail Safa
SF, Nu. 381, s. 259-262
489
MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 40
Edvâr-ı edebiyat, kavmiyet-i edebiyat, tekâmül-i edebî nasıl hâsıl olur?
Mecburiyet-i tabiiyyeyi iktibas, bedihiyyat-ı tarihiye, Fransa, Almanya, Đngiltere,
Đtalya, Rusya- edebiyat-ı Osmaniyenin bugünkü tarz-ı cedidinde fayda mı mamul,
mazeret mi melhuzdur?
Bir kavmin edebiyatı hin-i zuhurundan vakt-i tekemmülüne kadar üç büyük
devre-i tabiyeye inkisam edebiliyor:
Evvela bir cemaat-i milliye teşekkülüyle beraber saf bir zatın sözleri gibi
azade-i hüner bir edebiyata mâlik olur. Bu edebiyat bir ruhun – tabiri caizse -
işlenmemiş, cilalanmamış, bir fikr-i hamın tercümanı, ufak iptida-i itlaın tasvir-i
tabiisidir ki sulardan, çayırlardan, ormanlardan, koyunlardan, karlardan, güneşlerden,
aşktan, hususuyla aşktan sathî, sade bir surette bahseder. Anda bir şem-i hüner, bir
şâibe-i taklit ve iktibas bulunma ihtimali kata yoktur. Sırf indî ve samimidir. Türk,
Arap ve Acem şurâ-yı evvelini ile Fransız, Alman, Đtalyanlar devreleriyle tekmil
edebiyat-ı cihan ve cihan-ı edebiyat bu devre-i evvelini geçirmiştir.
Sonra devre-i ihtilat başlar ki bir kavim en yakın komşularıyla bila ihtilat
anların adatından, ahlakından nefsine, tabiatına uyanları aldığı sırada da bittabii
edebiyatı da bundan müstefit olur. Bizim Arab’ı ve Acem’i ve Latinlerin Yunanlıları,
Fransız ve Đtalyanların Latinleri, Rusların Almanları, Almanların Fransızları taklit
etmeleri hep bu devre-i saniyenin ilcaat-ı tabiiyesindendir.
Devre-i salise ise taklit ve iktibasın mümkün mertebe laletayin kendisinden
müterakki milletleri teşmiliyle bedi eder ki bu devrin hududu, nihayeti yoktur. Đşte
bizim ve Rusların, Fransızlardan ve bütün milel-i mütemeddinenin yekdiğerinden
istifadesi bu yoldadır. Bu üçüncü devre bir kavmin hayat-ı medeniye ve edebiyesince
tekâmülüne hadim bir hatve-i mühimmedir ki en ziyade itinaya çaspandır. Bittabii
biz bu üçüncü devre dâhilinde bulunuyoruz. Bizim gibi milel-i mütemeddinenin
kâffesi ahkâm-ı tarihiyeye tebaiyetle bu edvar-ı hayatiyi imrar etmişler ve ihkilat
490
ettikleri milletlerden kurbiyet veya bediiyyet nispetiyle ve sırasıyla istifadeler
etmişlerdir.
Elyevm bizden daha az müterakki olan akvam-ı sairede – belki Afganlar,
Acemler sırası gelince bu hükmü hissetmeksizin, ister istemez itba edecekler. Yani
evvela mevkien ve ihtilaten en ziyade yakın olanlardan bağde münavebeten mevaki
coğrafyasına, haysiyet-i medeniyesine göre birtakım milletlerden istifade ve iktibasta
bulunacaklardır.
Avrupalılır bizim Araplara, Acemlere yaptığımız ve yapmak istedeğimiz gibi
Mısır-ı kadim, Yunan, Latin edebiyat-ı atikesinin gene bedayiini tetkik maksadıyla
köhne mabedin, metruk harabelerin taşlarını birer birer kaldırdılar. Enkazında
hafriyat ve tetkikat-ı amika icra ettiler. Ne buldular ise ganimet addıyla istifade ve
istimal eylediler. Eser-i eslafı, eslaf-el’eslafı birer birer elediler, taradılar.
Mütekaddimin kemiklerinden pek çok şekerler çıkardılar! Homerlerin, Birjillerin
serairine, mirasına kâmilen malik olduktan sonra sevabıktan levahıka el attılar.
Onlardan da mal mirasları gibi intifa etmek istediler. Ve henüz sanatın sahibi ve
vatanı yoktur hüküm ve bahanesiyle hâlâ da müntefi oluyorlar.
Bundan bir, bir buçuk asır öncesine kadar Fransızlar, Yunan ve Latin
edebiyatına amâl ve asim bir mukallidi oldukları hususuyla sekizinci asır içinde
Fransız edebiyatı, Avrupaya meşk-i taklit olmadı mı?
Eski Alman eşarı Latinceye sonra Đskandinavya şiirinin mukallidi o kanun ve
teamül-i edebî neticesi olarak sekizinci asrın evasıtına kadar Fransız asarını taklitten
başka bir şey yapmadılar.
Tevatüren ve tarihen sabittir ki büyük Fransa zamanından, Fransa Prusya
muharebesine gelinceye kadar Almanlar her şeyde Fransızların mukallidi ve hayran-ı
fezaili idiler. Frederik’in avdeti, Fransız şurasına tevcihi dahi Fransız felsefesine,
Fransız edebiyatına, Fransız adâtına, ahlakına olan iptilasından neşet ettiği
şüphesizdir. Frederik eserlerinin birçoğunu Fransızca yazar, karinesi hemen daima
mükâleme eder. Aşçılarını Fransa’dan getirtir, sarayında Fransız modasına riayeti
iltizam ederdi. Hatta Fransız lisanına olan iptilasını şayân-ı muaheze gören
491
mütebahhirininden birini Fransız lisanını her cihetle Almancaya tefavukunu iddia ile
niçin Fransızcayı sevmediğini sorduğu zaman aldığı şu: ‘Haşmetpenahım, iki lisanın
azamet ve selasetini kalbe en ziyade müessir bir mana-yı müfit olan Fransızca
‘amour’ lafzı Almanca ‘libe’ kelimesinin suhulet ve ahengi ile bir kere muvazene
buyurun!’ cevabı meşhurdur. Đşte bu sıralarda Almanya’da bazı istisna ile beraber
büyük Frederik fikrine iştirak ediyordu.
Hele Ruslarda daha ananesiyle meydana çıkar. II. Katherina Fransızlardan
gerek siyaseten gerek ahlaken fevkalade nefret etmekle beraber adet ve terbiye
hususunda Fransız mukallitliği Rusya’da o zamandan tamim ve sirayete başlayarak
on beş seneye gelinceye kadar son derece-i şiddetiyle devam etmekte idi. Hatta II.
Aleksandır’ın Kafkasya’da bir telaş arasında etrafındakilere “Ouest le’imperatrice-
nerde imparatoriçe?” diye Fransız lisanıyla hitap etmesi o zaman Fransızlar için bir
sermaye-i kîl ü kal olmuştur. Yakın zamana kadar Rusya’nın büyük şehirlerinden
Fransızcanın zevât-ı kübradan orta hâlli zevata kadar bu lisanı bilmeyen bir kimsenin
halk arasına nümayân-ı ihtiram olmamasını icap edecek dereceye gelmişti. Adât,
ahlak ve tarz-ı maişetince bir Fransız usülü Fransız terbiyesi bütün şuabatı,
teferruatıyla beraber Rusya’da hükümran idi.
Đşte bu hâl o devre-i salise geçidinin zeminindendir. Tarih-i vukuat-ı
maziyenin istikbale doğru mütemadiyen tekrarından ibaret değil midir? Bu bir
kanun-ı tabiattır ki pek güçlükle değişebilir. Daha doğrusu değişemez. Ne Almanya
ne Rusya bu halde kaldılar. Alacaklarını aldılar, muallimlerin hezâin-i irfanınıdan
istedikleri gibi istifade ettiler, aldıkları anları muallimleriyle, mürebbileriyle seyyan
bir hale getirdiler. Artık başlı başlarına terakkiyât-ı fikriyelerini idare edecek bir hale
geldiklerini kendileri için birer nokta-i istinat bulduklarını, her türlü ihtiyaçlarının
memleketlerinde mevcut olduğunu anladılar. Almanya’da olduğu gibi Rusya’da da
Fransızcayı – yine pek güzel bildikleri halde – olduğu gibi tekellüm edenler tedricen
azalmaya başladı.
Fakat tahsili Almanya’da olan Rus üdebasından Lermonsof (1712-1765)
asarını Latin ve Alman lisanlarında yazıp encümen-i danişe getirdi. Alman eşarından
müstamel olanı alıp Rus edebiyatına tatbik etti.
492
Şuaradan Petrof Đngiliz edebiyatını biltetkik – dikkat buyurulmalı – Rusçaya
tatbik için hükümeti tarafından Đngiltere’ye gönderildi. Asil bir aileye mensup olan
şâir-i meşhur Aleksandır Puşkin Fransız mürebbiyeleri tarafından terbiye
edildiğinden olmalı ki ekser asarını Fransızca kaleme alırdı. Hatta on yaşında
Fransızca ufak bir komedi yazmış olduğu bilinmektedir.
On yedinci asrın nısf-ı ahirine doğru Vişerley, Kongrov, Stil, Edison gibi
Đngiliz şuarası tamamıyla Fransızlara, Fransızların Koroneylerini, Molierelerini,
Racinelerini taklit etmişlerdir. Vişerley’in, Moliere’nin ‘Merdemgiriziyle Kadınlar
Mektebi’ne takliden tanzim ettiği ‘Doğru Sözlü Adam’ ve ‘Taşra Kadını’ ünvanlı
tiyatroları bu müddeaya birer delildir. 203 Shakespeare’de ‘Romeo ve Julyet’ini
Đtalyan edebiyatından ‘Luici Daponna’ ile ‘Bandello’dan iktibas eylediği
muhakkaktır. Bahusus şâir-i şehir Milton ve Spensır sırf Đtalyan edebiyatı mukallidi
idiler. 204
Đtalyan edebiyatı ise Dante gelinceye kadar yani on üçüncü asırda Fransız
asar-ı edebiyesinin bir makesi idi.
Şimdi bir sual-i irat sırası geldi: Acaba bu edvâr-ı iktibas ve taklitten heva ve
naheva kendini alamayan şu koca koca milletlerden hangi biri üdebasının temayülat-ı
tabiyesi, bu bedahet-i tarihiye neticesinde milliyetlerini, hususiyet ve ahlakiyelerini,
hissiyat-ı edebiye-i kavmiyelirini kayıp ettiler. Ruslar Alman mı oluverdiler? Yoksa
Almanlar Fransız mı oldular?
Ya niçin her milletin esbab-ı terakkiyatından biri ve belki birincisi olan bu
mesele-i iktibasın bizde de tecelli etmesini nahoş görmek, hiç kimseye benzememek
gibi pek beyhude bir teklifte fazla bir gayrette bulunuyoruz? Ellerin geçtiği köprüden
geçmeyip de ne yapacağız? Avrupa’yı misal göstermeye ne hacet, işte bugün
Cezayir’in, Mısır’ın, Beyrut’un Arab’ı, Hind’in, Đran’ın Farisi cerait ve kitab-ı
edebiye-i hazırası tetkik edilsin onlarda da Avrupa tarzı tahririne, üslub-ı tasvirine,
usül-i tefekkürünü taklit edildiği müşahede olunur.
203 Matines litteraires: E. Menneheth: Tom. IV, p. 325 204 Đd. Tom. III, p. 345
493
Bir milletin tarih-i temeddününde bu edvar-ı iktibas, medeniyetin nizamât-ı
umumiyeden, usül-i maişetten hatta efkâra – biraz mübalağa ile – harekât ve sekenata
kadar maddi ve manevi bütün şaibatı, celi ve hafi bütün köşelerini muhtevidir.
Terakki-i medeniyet o hiçbir manaya ehemmiyet vermeyen seyl-i huruşan bilcümle
feyiz ve bereket ve afat ve hasarıyla memzuc ve mahlût geliyor. Nüfuzuna rast
geldiği dağlar, uçurumlara hail olamıyor, değil mi? Đşte anınçün ‘mebhus-ı anha’
matbuel-endam’ mesaili gibi ‘saat-i semenfam’ ‘hande-i hüsranşikaf’ meselerinden,
falan filanlardan da baki bu kubbede belki nahoş bir sada kalır. Đşte o kadar.
Fransa’da bundan birkaç sene evvel Almanların Wagner’in musıkisini iptila
gösterildiği esnada çıkan gürültülerin hiçbir tesiri görüldü mü? Heyet-i muhtelife-i
beşeriyeden hangi birinin tarih-i edebide hatevat-ı terekkisi mâniasız mırıltısız
geçmiştir.
Eslafımız Arap ve Acem mukallidi olmasa o devre-i tabiye-i iktibası emrar
etmese idiler acaba edebiyatımız bu mertebeyi bulabilecek miydi? Ondan sonra
bütün fazileti ile Avrupa gelir onu da birer birer - ve heyhat naçar – tahlil ve tetkik
edeceğiz. Nitekim Acem’in Bizansların mehasin-i vakayığını iktibas etmiştik…
Badema içimizde öyle erbab-ı kalem yetişecek ki bize şu Osmanlı edebiyatına
Almanların, Đtalyanların, Đspanyolların, Amerikalıların, Đsveçlilerin, Rusların bedayi-i
fikriyesini tatbik edecek… Belki Çin’in Hind’in nefayisini getirecek. Böylece bütün
âlemin gülzâr-ı efkârının şemmeçin-i feyz ola ola – akvam-ı saire gibi – birtakım
geçitlerden geçerek nokta-i istinadımıza tahkim edeceğiz. Ondan sonra da Avrupa
bizi taklit edecek. Nasıl ki Ruslara da aynı hal vaki oldu. Bunun içindir ki iktibasta
devam lazımdır. Đşte yine Fransa evvelki gün Rusya edebiyatını Leon Tolstoy’un
romanlarına, dün Đskandinavyalı Henrik Đpsen’in tiyatrolarına tehallük gösterir iken
bugün Đtalyalı Gabriel Danonezbiyö’den istifade ediyor.
- Taklit, taklit… Fena, çok fena! Kavmiyet ruhuna dar oluyor!
Pek güzel ama edebiyat nedir? Edebiyatta görülen cüzi, külli bir tehavvülden
kavmiyet nasıl ruhuna dar olabiliyor? Nerede böyle olmuş? Vaktiyle edebiyat
dersinde muallimimiz bize: ‘Şiir açıkça bir tabir ile gülmek ağlamaktır. Yani
494
hissiyatın bir tercümanı, bir tasviridir. ‘ demişti. Hiçbir Türk görmedim ki Arapça
gülsün veya Fransızca ağlasın!
Frenk gömleği giyersek, eldiven giyersek, potin giyersek, bir de plastör
boyun bağı takarsak kimse alafrangasın demez. Kavmiyetin ruhuna dar olmaz da sırf
hissi olarak ‘havf ve siyah’ veya ‘şikesterenk’ diyecek olsak ‘Bu Avrupa’yı taklit ne
ki?’ feryadı her taraftan kopar. Eslafın:
Nuriseye olsa pare pare
Çarh itdi dimağını mater
Berk eyledi atasayı mikrar
Galip Dede ve
Tarafa ‘Rengârenk ahenk’ eylemiş sahra-yı pür
Kâh ses verdikçe Şeyda bülbülün efganına
…
Şöyle düşmüş tab-ı derin bülbül divaneye
‘Şule-i avazı’ berk-i harman olmuş laneye
Nedim
Gibi teşbihatını, istiaratını bilmem nerelere haml eder veya Arab’ın ‘mevt-i
ahmer’ ve ‘mevt-i ebyaz’ını tahattur etmek bilmek istemeyiz.
Velev naçiz olsun, Servet-i Fünun külliyatı A. Nadirlerin, Cenapların, H.
Nazımların, Halit Ziyaların, Raufların, Hüseyin Cahitlerin, Safveti Ziyaların, Tevfik
Fikretlerin şiirleriyle, romanlarıyla, hikâyeleriyle, makaleleriyle maziye doğru
muntazam ve sabit hatveler atıyor. Hemzaman olan emsaliyle pek kolay mukayese
olunabilir. Şimdi buna cüret eden bulunmasa bile tarih, o mukadder ciddi-i bitaraf
bunu elbet deruhte edecektir.
‘Mahiyetini ispat eden asar ve amaldir. ’
Asar-ı esatize müstesna, işte halde Ziya Beyin ‘Osman’ı o tavsifat-ı mihenkle
işte ‘Vasiyet’ o şiir-i mehic-i nurani, işte Cenap Beyin ‘Yakazat-ı Leyliye’si, ‘Eytam-
495
ı Şühedaya’ ünvanlı makalesi bunlara varabilecek bir parça gösterilebilir mi?
Şühedâ-yı nabit, mütevazı zekâlar öyle mi takdir olunmalı idi? Bu hal her zamanda,
her memlekette böyle cereyan etmiş. Hem - bizde de olduğu gibi – o sema ıslıkların
en yüksek alkışların takdirlerin tevellüde muvaffak olmayacağı netayic-i hüsneyi
hâsıl eylemiştir…
Söze nihayet vermeden evvel şunları da söylemek isterim: Bazıları bize
‘Şiirin ne lüzumu var? Bu zeki gençler mühendis olsunlar, müverrih olsunlar,
kimyager olsunlar zekâlarını şiire hasr etmesinler…’ diyorlar. Bu sözler ne dereceye
kadar makarân-ı hak ve sevaptır, bilmem. Fakat mugayir-i insaf değil midir?
Düşünülsün. Kırk milyon mütecaviz nüfusa sahip bir devlet-i muazzamanın bir asr-ı
güzinini, bir devr-i terakkiyat-ı asarını atiye nakil için eserleriyle iştişhade diğer
birkaç zeki şâirine de ‘ mühendis olunuz, kimyager olunuz, sizin bize lüzumunuz var,
şiirlerinizin bize lüzumu yok’ demek. Đşte bu fevkattabii, fevkalhayal, mahdumel-
emsal bir harekettir ki karşısında his ve irfan lâl ve hayran kalıyor. Đşte buna müthiş
bir sükûttan başka cevap yoktur.
Bir de bizde bir zümre var idi ki haneleri gibi kitaphaneleri de bütün asar-ı
Arabiye ile mali idi. Bunlar için mesela edebiyat yalnız asar-ı Frenkten ibaret idi.
Bunlara: ‘ Ne için Türkçe bir kitap, hiç olmazsa bir roman okumuyorsunuz?’ denirse:
‘ Bizim ruhumuzu, fikrimizi tatyib edecek bir şey gösterin de okuyalım, hatt-ı siyah
ile mar-ı zülüf ve serv-i kametten bir şey anlamıyoruz!’ diyorlardı. Bu hal hususuyla
kadınlara – ki valide-i milliyet derler – daha ananesiyle sirayet ve tesir etmişti.
Bunlar terbiyeleri görgüleri icabınca ihtimal yok Türkçe bir kitabı, bir şiiri
sıkılmadan okuyamıyorlardı. Böyle tedricen Türkçe mütalaa itiyadını kayıp ederek
ötede mesela Joroje Ove’nin ikbal ve idbarını her türlü esbabıyla, tafsilatıyla
bildikleri halde bizde bir Şeyh Galip’in bir Nabizade’nin vücudundan bihaber idiler.
Fakat bugün artık onlar da istedikleri şeye, o asil, o kibar, o şayân-ı asr-ı hâzır
olan tefekkürat ve ruhiyatı inkâr edilmek istenilen halde Ziya’nın ‘Bir Yazın
Tarihi’nde, Fera-yı Garam’ın üslub-ı rakikinde, şu Cenapların, Nadirlerin,
Nazımların, Cehdilerin, Fikretlerin, Nesiplerin, Siretlerin şiirlerinde, hikâyelerinde
buluyorlar ve bunları seve seve okuyorlar. Bademada aynı terbiyeyi görenler – ki
496
gittikçe ekseriyet peyda etmektedir – aynı zevki, aynı fikri alacakları ve bu sayede
asâr-ı ecnebiyeye iftikardan mümkün mertebe müstağni bulunacaklardır.
Düşünelim ki her asrın erbabı kendi asrıyla, kendi asrının müstedrikat-ı
maddiye ve maneviyesiyle mücehhez olarak yürümeli değil midir?
13 Haziran 1314
Ahmet Hikmet
SF, Nu. 382, s. 278-282
497
MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 42
Mekteb-i Sultani sıralarında sekiz yıl birlikte vakit geçirmiştik. Ah, evet sekiz
yıl… Sekiz yıllık bir şebab-ı mesut orada birlikte uçup gitmiş. Bir daha ele
geçmemek üzere... O tahta rahlelerin mürekkepleri arasında dinlene dinlene, aheste
aheste, fakat heyhat ki bir daha ele geçmemek üzere uçup gitmişti.
Bugün o günleri yâd ettikçe fikrimde bir asuman-ı saadet-i hayali dalgalanır.
Boş lakırtı, boş hayal… Bu gün o günleri yâd etmekten işte hiçbir kârım
olmuyor. Đki taraflı, kocaman, çarşaf kadar iki diploma ile mektep kapısını aşarken
daha o zaman bunların o sekiz senelik ömr-i tahsile kefen hizmetini görmekten başka
bir işe yaramayacağını hissetmiştim. Bu elbette herkes için böyle değildir ve
olmamalıdır. Herkes mektepten böyle bu kadar bihengam bir hiss-i füturun şikâr-ı
biruhu olarak neşet edecek olursa neye yarar? Şehadetnameler öyle bütün bir eyyam-
ı sai ve şebabın puşide-i nisyan ve hüsranı değil büyük bir maarif-i memuri
tarafından vaktiyle dinlediği gibi ‘bir dergâh-ı feyzafeyz-i maişetin bir pasaportu’ bir
varaka-i duhulü ve kabülü gibi telakki edilmeli, onlardan o haysiyetle istifadeye
çalışmalı. Ta ki…
Fakat neler söylüyorum. Maksadım refika-i tahsilimden biriyle şu son
günlerde geçen bir musahabemizi nakletmekti. Diplomalar araya nereden gelip
karıştı. Ben de anlayamadım.
Sözü uzatmadan, vakıan bu şimdi alem-i tahrirede bir alet-i sariye. Hele sıga-i
kelamı dolaştıra dolaştıra bazen dosdoğru mütekillim bir haddeye irca ettikten sonra
yılan hikâyesi gibi uzatıp durmak bir alet-i sariye ki hepimiz onunla maliyiz. Ama
karin-i kiram bu mertebe itnab-ı kelamdan talahhükam olurlanmış, olsunlar, ne için
oluyorlar. Sabur ve hamul olmak manen ve maddeten muvaffak-ı akıl ve kaide iken
hususuyla…
Đşte bir cümle ki uzayacak ve bitmeyecek. Hâlbuki ben mümkün olduğu kadar
mukaddimesiz maksada girmek istiyordum. Görülüyor ki Napolyon’un büyük sözü
her zaman için doğru değilmiş, isteyen her zaman muktedir olamazmış.
498
Şimdi artık mukaddimesizce anlatacağım. Arkadaşım Yasin Bey Avrupa’dan
geleli bir hafta oluyor. Orada tahsil-i askeriyesini ikmal etti. Mekteb-i Sultanideki
lacordiba kaputlu, geniş nasiyeli, seyrek saçlı, iri yeşil gözlü, kavi hafızalı, keskin
zekâlı çocuk hâlbuki şimdi kırmızı şeritli, sırma kordonlar, altın apoletler, kılıçlar ve
çizmeler içerisinde parlayan bir erkân-ı harp zabitinin simâ-yı metinini aynı levha-i
lahutta piş-i nazarda iştiyakıma getiren ilk mülakatımızda bu parlak zabit sözü yavaş
yavaş edebiyata, eşara, naklederek o küçük mektepli edasıyla okumaya başladı.
Niçin öyle yılgın nigahın yine
Soluk bünye-i canpenahın yine
Dokunmaz mı tur-ı melalin bana?
Çocuk! Aşığım, aşığım ben sana
Tesirle isminde bad-ı hazan
Đnilder durur serviler natüvan
Tabiat berrak-ı hüzne dalsın bütün
Fakat sen melül olma Allah için
Mumun şevki bak çehrende ağlıyor
Şu parlattığın hande bak ağlıyor
Yakışmaz değil hal ki sana iktirap
Bu şeb neyleyim, harabım harap
Bu şeb zulmet-i hatırım müstemer
Ne yapsam teselliye beyhudedir
Sima vermiyor bir sefa fikrime
Bu şeb gelmiyor incila fikrime
Bu şeb çile-i gam yine dolmuyor
Sabah olmuyor, olmuyor, olmuyor…
Sen evvel sevdiğim hab-ı nuşuna ram
Benim çeşmime uyku artık haram
Düşünmek yazık daimi bir setir
Teessürle bir ömr-i imha-yı aziz
Düşün ah u zar ile tesirsiz
Düşün inkisar ile tesirsiz
499
Karanlık menazır, karanlık hayat
Mania mezahir bütün mühimmat
Nedir ey? Sonun bir çerağ-ı ümit
Kevakep birer şule-i napedit
Cihan mı bürünmekte zulmetlere
Nigahım mı geçmekte yahut yere?
Bu şeb doğmuyor neşe vicdanıma
Düşündükçe zenir işliyor canıma
Hazin bir emel kalbe ateş fiken
Bu şeb girye eksilmiyor dideden
Bu şeb çile-i gam yine dolmuyor
Sabah olmuyor, olmuyor, olmuyor
Sabah olmuyor olsa leyl-i melal tenvir mi eyler?
Ne batıl hayal harap etti Yelda-yı minet beni
Çocuk görmeyim bari mahzun seni
Niçin dalmadın sevgilim rahata?
Melekler de muhtactır sıhhate
Hayat işte arama vabestedir
Bırak aşığın başka bir hastadır
Evet bir hastayım mihnetim
Yürür üsteler dembedem illetim
Bu şeb ıstırabım fakat pek elim
Bu şeb sine-i hasretim bir cahim
Bu şeb ruhu terk etmiyorpeyc-i tab
Bu şeb gözden ayrılıyor bir sehap
Bu şeb çile-i gam yine dolmuyor
Sabah olmuyor, olmuyor, olmuyor
Buraya gelince sordu:
- Bu şiiri tanır mısın?
500
Tanımamak mümkün değildi. Arkadaşımın sesi, edası, adamı inşadı o kadar
değişmemişti. On iki sene evvel Mekteb-i Sultani’nin yeşil akasyaları altında Latince
iki tasrif arasında samim-i köşemde titreyen sedası ruhumda aksediyor, işitiyorum
zannettim. Manzume o zamanın mahsulüydü. Yine o zamana göre en severek
yazdığım şeylerdendi. Đnsanın böyle şeyler hakkındaki nazarı pek çabuk değişiyor.
Bugün o yolda bir manzumeyi söylemek değil, kendimin olmasa ihtimal ki okumak
bile istemem. Nedir o lafız gürültüleri, o çifte kafiyeler, o ‘sana bana’ları, o ‘seni
beni’leri… Evet, şüphe yok ki şiir bir mevde gibi değişiyor, değişmeli değişecek.
Refikim okumakta devam etmek istiyordu, mani oldum. Mademki edebiyat
bahsinde idik daha müfit şelerden bahsedemezmiydik?
- Hayır, dedi. Ben bu manzumeyi pek severim de… Birçok vakit Servet-i
Fünun geldikçe ‘şiir’ sahifeseni açar, bunun basılıp basılmadığına bakardım. Ne için
neşredilmedi, bilmem.
Anlaşılıyordu ki sevgili arkadaşım da şiirin değişmemesi hep kendi bildiği
derecede kalması taraftarıdır. Doğrusu bir askeri fikrinden çevirmek cüretkârlığında
bulunmak istemedim. Ne olacaktı? Kendisini müddet-i hayatında şiirden ziyade işgal
edecek şeyler az mıydı? Şimdi koltuğunun altında parıldayan kılınç söylüyordu ki o
şeylerin hepsine birer parça şiir elbette karışacak. Fakat hiçbir zaman bu metin
zabitin meşgalesi şiirden hep şiir ve hayalden ibaret olmayacaktır. Yalnız şu kadar
söyledim:
- Bunlar artık okunmuyor. Ve sadedi değiştirmek için
- Servet-i Fünun hoşuna gidiyor muydu? Şüphe yok ki orada, o dar-ı
gurbette aziz vatanın her şeyi hoşunuza giderdi, dedim. Cevap vermekte istical etti.
- Ben Servet-i Fünunu Avrupa’ya gitmeden evvel de okudum. Ve daima
hoşuma gider ve daima baştanbaşa okudum. Yalnız Hüseyin Cahit Bey’in romanını
takip etmedim. Baş tarafları bana biraz yorucu gelmişti. Mamafih okuyacağım.
Bitmesine intizar ediyorum. Hüseyin Cahit artık bu isim bilinmeyecek. Yazdıkları
501
aranmayacak imzalar arasından ayrılmıştır. Son makaleleri bu muvaffakiyeti
umumen teslim ettirdi.
Ben gülümsüyordum iftihar ediyordum. Cahit’in bu muktedir, müdekkik,
buyurulmaz refik-i tahririn o son makaleleri için iki büyük lisandan işittiğim cümle-i
takdiriye hatırımdan geçiyordu. Üstat Ekrem buyurmuştu ki : “ Bu kadar senedir, bu
kadar münakaşat-ı kalemiye görüldü. Đçinde Cahit Bey’in mukabelesi kadar itidal-i
demle, iktidar-ı muvaffakiyetle yazılmış bir cevaba tesadüf olunmadı. ” Sonra aynı
mütalaayı başka bir edib-i fazıldan hemen aynı kelimelerle işitmiştim. Şimdi henüz
Avrupa’dan tahsilden gelmiş bir erkân-ı harp zabiti de karşımda bu makaleler
sahibinin hakkını, kudretini teslim ediyordu. Bu doğrusu muceb-i iftihar idi. Daha
ziyadesine lüzum görmeyerek dedim ki:
- Hakkınız var romanın ilk başları hikâyeleri okumaya alışmışlar için biraz
yorucu olmaktan hali olmuyordu. Fakat sonları hiç öyle değil. Tekmil okursanız bana
hak verirsiniz. Zaten bu hafta bitiyor galiba.
Şu edebiyat lakırdısını mümkün olduğu kadar kısa kesmek başka bahislere
mesela hiç alakadar olmadığım halde Amerika Đspanya Muharebesine geçmek
istiyordum. Muhaverem bunu anlamakta teehhür etmedi. On dakika sonra
Almanya’da tahsil ve terbiyenin şekil ve ehemmiyetine dair konuşuyorduk.
Tevfik Fikret
SF, Nu. 384, s. 308-310
502
MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 43
-Tefrit ve Đfrat
Edebiyât-ı hazıranın tarafgiranı ile hilafgiranı arasındaki zımni münakaşat-ı
kalemiyeye dikkat eden bi-taraf-ı kariin:
- Bir tarafta ifrat diğerinde tefrit var! diyor.
Hiçbir tarafın hakikate nispetle hatt-ı itidal üzerine uğramadığını haklı ve
bundan dolayı müessir bir lisan-ı şikâyetle sırası düştükçe irat ediyorlar. Filhakika
şimdiye kadar bir tarafın fikri ve kavli –isterse hakâyık-ı sarftan olsun- taraf-ı ahir
zamanında daima nakabil-i af bir hata bir galat-ı fahiş addolundu. Tarafgirani asar-ı
hazıra arasında Sokrates’i öldüren baldırana tesadüf etseler:
- Oh, işte saf bir zambak! diyorlar.
Hilafgiranı yine o asar meyanında ab-ı hayatı görseler:
- Oh, işte sim-i mihrdad! diye haykırıyorlardı.
Eğer ki hakikatin galebe-i zaruriyesiyle gerek lisan-ı ifrat, gerek lisan-ı tefrit
gâh ve bigâh zımni itiraflar hecalmaktan kurtulamıyordu ve bu itiraflar bilmem hangi
şehre-i melahatten bahsederken hilafgiranın:
- Evet, pek güzel. Pek güzel ama kusursuz değil, bir gözü diğerinden biraz
küçük. Demesine mukabil tarafgiranın bir tavr-ı muzafferane ile:
- Bilakis, bilakis! Bir gözü diğerinden biraz büyük!
Reddiye-i sade dilanesinde bulunmasını andırıyordu. Mamafih şimdiye kadar
hakikat alelekser iki müntehâ-yı teannit arasında puşide-i tafra-i dava olup kaldı.
Bu iki taraftan hangisine mensup olduğumu tekrar ilana hacet yoktur. Maheza
düşündüm ki kayd-ı meslek-i perveriyi darü’l-tahirririmin kapısında bırakarak mahz-
ı hakikati takip ile bir musahabe-i edebiye tertip etmek edebiyatımız için hiç de
503
zararlı bir şey olmayacak. Böyle düşündüm ve edebiyatımız hakkında ahiren mevzu-ı
bahis olan bazı mesaili zemin-i musahabe ittihaz ettim.
Geçenlerde resail-i mevkuteden birinde ale’l-takrip şöyle bir mütalaa
görmüştüm:
‘Edebiyat-ı hazıra bir tarik-i terakki değildir. Öyle olsa idi ilk salikanı bizler
olurduk. Çünkü biz herkesten ziyade terakki taraftarıyız…”
Muharrir musahabenin terakki taraftarı olduğu bihakkın terakki taraftarı
olduğu kadar meçhul olan bu davayı ciddiyet-i münakaşaya mütehammil görmem,
fakat: ‘Edebiyat-ı hazıra bir tarik-i terakki değildir. ’ hükmü yanlış ve bunu pek iyi
görüyorum ve ispat edeceğim:
Malumdur ki her kavmin iştihâ-yı terakkisi asar-ı iptidaiyesini yakaza-i hayal
ile izhar eder, yakaza-i hayaliyenin alâim-i zahiresi asar-ı sanayi-i nefisedir ki
bunlardan biri de muharrirat-ı edebiyedir. Tehavvülat-ı edebiye ne suretle olursa
olsun bir faaliyet-i hayaliyeye delalet eder. Faaliyet-i hayaliye ise en ciddi bir nevide
terakkidir. Hangi milletin tarih-i edebiyesi tetbi edelirse edilsin ilk alaim-i terakki
asar-ı sanat üzerinde meşhut olur. Aynı maksatla ale’l-efrat milel-i muhtelife değil
müctemian bütün insanlığın umumiye-i temeddünü teşrih edilse netice-i mesai yine
aynı hakikati izhar eder. Herkes bilir ki aksâ-yı şarktan Yunanistan’a geçen
münasebet-i iptidaiye hendesatın asar-ı sanatından başka bir şey değildir. O zamanın
bütün fünunu bir melabe-i hayaliye, her kaside-i diniyesi, bir şiir-i heveskârane ve
hatta her mabudu bir bedaye-i nahtiye idi. Bu ilk ebniye-i temeddünün Yunanistan’a
bahşettiği ilk ziyâ-yı terakki nevazişiyle büyüyen izhar-ı rakike dahi fenni ve felsefi
değil hakikatte bilkülliye edebî ve sınaî oldu. Yunan-ı kadim tarih-i medeniyetinde
Aristo zamanına gelinceye kadar mütefennin yaşayanlar adeta birer şâir idiler;
Sokrates ve Platon’un ahkâm-ı ahlakiye ve siyasiyesi bile birer şiirdir. Fikr-i hakiki-i
fenni Aristo ile beraber dünyaya gelmiş fakat asar-ı sanattan ne kadar zaman sonra
gelmiştir… Faaliyet-i hayaliyeye bir müjde-i terakki olduğu gibi rehavet-i hayaliyede
bir haber-i seyyah-ı tedennidir: Mesala Rönesans devr-i meşhuru hayal-i cihanın
velveleli bir galeyanı, sanayi-i nefisenin parlak bir infilak-ı müjganıyla başladığı gibi
504
devr-i muşaşaadan evvelki uzun, boş, bihayat asarların sabah-ı mağmumide gerek
terane-i kalem ve edibin ve gerek bütün sanayi-i Yunaniyedeki Şurotrab’ın saat-i
intifasına müsadif olmuştu. Elhâsıl her yerde harekât-ı edebiye harekât-ı fenniye ve
felsefiyeye bişerv olmuştur: Đngiltere’de Bacon, Shakespeare takip etmiş ve
Fransa’da asr-ı fenn-i hakikisini Lui devrinden sonra hulul etmiştir.
Binaenaleyh ‘Edebiyat-ı hazıra bir tarik-i terakki değildir. ’ cümlesini
sadakatini ispat etmek için ya edebiyat-ı hazıranın yeni bir faaliyet-i hayaliye delalet
etmeyip bir rehavet-i hayaliye eseri olduğunu yahut biz Osmanlıların tarz-ı terakkisi
milel-i salifenin tarz-ı terakkisi ayrı bir şey olacağını ispat etmeli ki bunların ikisi de
pek kazanılır davalar olamaz. Đtikadımca edebiyat-ı hazıra yeni bir faaliyet-i hayaliye
alametidir. Bundan otuz sene evvelki yakaza-i hayal bugünkü terakkiyat-ı fikriyeyi
ihbar ettiği gibi bugünkü edebiyat da yarın ki muvaffakiyet-i fenniyeyi müjdeliyor.
Bilmem edebiyat-ı hazıranın bir tedinni-i fikri hazırladığını tahmin edenler bu
tedenninin asar-ı iptidaiyesini olsun nerede görüyorlar? Fünunumuzda mı,
sanayimizde mi, felsefemizde mi, nerede? Bunların her biri derecât-ı sabıkasına
nispetle hissonulunacak surette terakki etmiyor mu? Biz tedenniyi bilhassa
edebiyatımızda görüyoruz, denilecek olursa bu davanın reddi de pek kolaydır. Çünkü
edebiyata arz olunacak darbe-i tedenni şuabat-ı saire-i maarifi de raşedar-ı inhidam
eder. Mademki şuabat-ı saire-i maarifte tedrici bir irtikâ-yı demadem meşhut olur. Bu
hale rağmen yalnız edebiyatımızın sükûtu zımnında bulunmak fikrin tabi olduğu
kavaitnüma ve nizam-ı itiladan gaflete mevkuf kalır.
Edebiyatımızın tedennisi reyinde görüşlerden biri asar-ı kalemiye-i hazıranın
milli ve tabii şeyler olmayıp cali ve taklidi şeyler olduğunu ihtar etti. Vakıa edebiyat-
ı hazırada eşkal-i hariciye itibariyle -müştemilat-ı maneviye itibarıyla değil [1]’205
Bir neşve-i taklit vardır; fakat acaba bu olamamak mümkün mü idi? Bütün tarih-i
terakki bunun adem-i imkânına hükmeder: Hiçbir teceddüt-i edebî gösterilemez ki
taklidi olmasın. Hatta bir kavim göremiyorum ki edebiyatı bilkülliye revâbıt-ı
205 1 Süleyman Nesip Beyefendibiraderimiz Musahabe-i mahsusada irae ettiler ki Cenap Şehabettin
‘Handeler’ ünvanlı manzumesiyle Fernan Grok’un bir neşidesi arasında mümasilet-i mani var imiş. Eğer biraz daha sevk-i tetbi buyurup da benim manzume-i nacizanemin tarih-i neşriyle ‘La Maison de l’enfance’nin sene-i tabiini tetkik etmiş olsalardı faraziye-i intihal yerine garip bir faraziye-i akis intihale meydan açılırdı.
505
ecnebiyeden azade suret-i hakikiyede milli olsun. Fransız dehatı Yunanlıları, Đngiliz
dehatı Đtalyanları taklit etmediler mi? Đtalya edebiyatı, Latin edebiyatından, Latin
edebiyatı Yunan edebiyatından, Yunanınki Hint edebiyatından doğmadı mı? Bugün
milel-i mütemeddinenin mahsulât-ı edebiyesi arasında hudut-ı coğrafya gibi hatvet-i
fasıla var mıdır? Fransız asar-ı ahire-i edebiyesine karşı meyil taklit yalnız bizim
memleketimizde mi görüldü? Đtalyanlar, Đngilizler hatta Almanlar bu meyilden
kurtulabildiler mi? Đtalya’nın en büyük dahi-yi edebiyesi geçinen Gabriel
Danunçiye’nin sayfalar dolusu taklidi sabit olduğu sırada herkes ve hatta Fransızların
kısm-ı azamı Danunçiye’ye mazeretler tedarikine şitap etmiş iken edebiyat-ı
hazıranın eşkâl-i zahire itibarıyla asâr-ı ahire-i garbiyeyi andırması neden gayr-ı
kabil-i af bir cürüm-i kalem gibi görülmeli? Bütün Avrupa üzerinde bir seyahat-i
daime halinde bulunan müessirat-ı edebiyeden yalnız biz nasıl kurtulabilirdik?
Lafarzın kurtulmuş bile olsak bu nişane-i terakki mi olurdu?
Yok, doğrusu şu ki yakaza-i hayaliye bir müjde-i terakki olduğu gibi ilk
allame-i terakkide daima taklidi olagelmiştir. Binaenaleyh edebiyat-ı hazıranın meyl-
i taklid-i evvelîsi muayyeb-i azimeden sayılamaz. Hele mukallidiye olarak edeben en
müterakki olan Fransızları intihap edişi bilhassa hüsün meyline delalet eder.
Edebiyat-ı hazıra hilafgiranından bazıları da: ‘Bize iki şâir-i üstat yetişir, artık
efâil ve tefâil şakalarını bırakalım, fünun-ı ciddiye ile uğraşalım!’ buyururlar. Evvela
buradaki ‘uğraşalım’ kelimesi ‘uğraşınız’ sigâ-yı emriye takdirindedir. Zira ‘Fünun
ile ciddiyet ile uğraşalım. ’ diyenlerin hiçbiri mutad-ı viddiyet ile meşgul olan zevat
arasında görülmemiştir. Hatta birisi çıkıp da: ‘Âleme vermek istediğiniz nasihatle
evvela kendiniz amil olsanız a!’ diyecek olsa muğber olmayacakları muhakkak
değildir. Saniyen salname-i cihanda nüfusu otuz milyonla gösterilen bir kavme iki
büyük şâirin kifayeti ciddi bir lisan ve bir silsile-i kıyasat ile ispat pek müşkilldir.
Bahusus terakkiyât-ı edebiye temin edilmedikçe terakiyât-ı fenniyenin mümkün-el
istihsal olmadığı hakayık-ı tarihiyeden iken…
Bakınız Đngilizler dünyanın bişüphe en haşin-el ruh, en fenni, en menafiğ
oldukları halde makule –ki bugün Đngiltere’nin en nafiz’ül-kalem bir müntekidi
ziiktidar eder. - memleketinin edebiyatından bahsettiği sırada:
506
- Memleketimizin bütün şanları, şerefleri arasında en devamlısı, en safı, en
parlağı edebiyatımızdır; edebiyatımız ki hakâyık-ı semine ve hayalat ile reside-i öc-i
servettir, edebiyatımız ki cihanın mülk-el şura ve mülk-el felasifesine temellükle rub-
ı meskûn üstüne ıstılahımızdan metin, ticaretimizden vasi bir nüfuz ile caridir, diyor.
Edebiyata karşı müstağni değil, muhtaç görünüyor. Edebiyat-ı beşer ve
hakiki-i medeniyet iken, Đngiltere gibi sine-i asar-ı mevcudiyetinde cesim bir tarih-i
temeddün saklayan akvam-ı müterakkiye hala hizmet-i edebiyattan istiğna hâsıl
edememişken ve bunlara mukabil bizim hayat-ı mağrifetimiz ancak otuz senelik bir
kesir-i asriye münhasırken nasıl olup da bazılarımız artık ihmal-i edebiyat
zamanlarının bizim için hülul eylemiş olduğunu da iddiada beis görmüyorlar… Bize
iki büyük şâirin kifayet edeceği ispat edilinceye kadar biz ikiden ziyadesinin
lüzumunu teyit için başka adla serdine ihtiyaç görmeyiz ve sanırız ki kariin-i vakıfe
de bu nazarımıza iştirak eder.
Yine hilafgirandan bir zat:
- Edebiyat-ı hazıra filhakika güzel bile olsa boş, bugün asar-ı edebiye namıyla
yazılan şeylerin ne fizyoloji, ne psikoloji, ne de sosyoloji nokta-i nazarından hiçbir
faydası yok diyor ki bu da pek doğru değil. Đlm-i menafiğ alelaza, ilm’el-ruh, ilm’el-
içtimai… Ancak eslafın ruhuna intikal için ihlaf-ı edvar-ı maziye edebiyatı tetbi eder;
zira edebiyatın mirat-ı muhitat olması, bir zamanın asar-ı edebiyesi o zamanın
ruhuna tecelligah teşkil etmesi lazımdır. Bizim edebiyatımızdan da bu faydaya intizar
edilebilir, ne ilm’el-azanın, ne ilm’el-ruhun, ne ilm’el-içtimainin ne tarihin ne de
başka bir ilmin bundan ziyadesini talebe hakkı olamaz. Zira aksi halde eser-i edebî
adeta can sıkıcı bir şey olur; Hâlbuki bir eser-i edebî için en affolunmayacak kusur
can sıkmaktır. Cihanda hiçbir milletin edebiyatına teklif olunamayacak bir kayıt nasıl
olur da bizim edebiyatımızdan bir hizmet gibi talep olunur. Edebiyatımız
zamanımızın hissiyat ve hayalanına velev rakik’el-beyan olsun bir tercüman
olabilirse kendisinden muntazır olan bir vazifeyi ifa etmiş olmaz mı? Acaba asar-ı
hazıra-i edebiye bundan aciz midir? Herkes kendi hissiyatını kayda teşvik eden
edebiyat-ı hazıra eğer kuvve-i kafiye ile maksud-ı müstehdifine reside olursa bu
zamanın edebiyatı bu zamanın üdebasının bir nevi mecmua-i hissiyatı olacağından
507
üdebanın al’el-efrad hissiyât-ı hususiyesinden zamanın efkâr ve hissiyat-ı
umumiyesine istidlal için edvar-ı müstakbele belki münhasıran asar-ı hazıra-i
edebiyenin teşrihini kâfi görebilecektir. Psikoloji terakkiyatında reviş-i tedriciyi
mütalaa edenler bilirler ki fikr-i beşerin ilm’el-ruha ihatası merkezden muhite doğru
aheste aheste tevsi suretiyledir. Đnsan kendi dimağından geçen efkâr ve hayalatı
teşrih ve kendi kalbindeki his ve heyecanı zabt ve tahlil etmedikçe, kendi ruhunu
dinlemedikçe derununda yaşadığı heyet-i içtimaiyenin ruh-ı umumiyesini anlayamaz.
Edebiyatı tahlil zat ile başlamalı ki tahlil-i umumi ile pezire-i muvaffakiyet
olabilsin.
Gururla mamul olmasın ama işte bütün bu bahisler fenni, bu sözler doğrudur.
Görülüyor ki hakikatte bize vefasız yâr olmayacak…
Cenap Şehabettin
SF, Nu 387, s. 356-359
508
MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 45
-Eslafta Dekanlık ve Şeyh Galip
Geçende Hüseyin Cahit Bey’in “Parlak Tabirler” makalesini Sabah
gazetesinde okuduğum zaman: “Artık bu mesele bu kadar vesaik-i nakliye, akliye ve
delâil-i tarihiyeden sonra makbul ve müspet addolunmuştur. ” demiştim. Đstiğcal
etmişim…
Tabi-i selime muvafakattan, bir de kâh bigâh vezin ve kafiyeden başka bir
kayıt ile mukayyet olmayan fikr-i şâiraneyi, o fikr-i şâiraneyi ki- Şeyh Galip
merhumun:
Bir leması var ki şem-i canın
Fanusuna sığmaz asumanın
diye muhteşem bir itiraf-ı hakikate mecbur etmiştir. – Birtakım köhne ve sathi
hudutlar içinde sıkmak, öldürmek arzusuna düşmek Niyagara Şelalesini bir navdân-ı
hakireye sığdırmaya çalışmak nevinden bir hayal-i muhal, bir tespit-i beyhude olur.
Edebiyatta şahid-i nazenin-i muvaffakiyetin müşataa-i cemali ihsas-ı hayal, hiss-i
iblağ-ı fikirden başka şey değildir. Yeni bir hayalin, yeni bir fikrin vücut
bulabileceğine – lütfen - ihtimal verebilirsek, o yeniliğin bir tarz-ı nevin ile tebliğ
olunmuş zarureti olduğunu ikrar ve kabul etmekte muztar kalmamız iktiza edecek.
Bir nazenin ile yektarz, yekdüze telebbüsü nasıl mümkün olabilsin? Taze bir fikre,
taze bir ifade yaraşmasın mı? Nabi:
Kendin icat edegör asarı
Çekemem basmakalıp güftarı
diyor. Bu “basmakalıp güftar” mutlaka bir yığın müraat-ı nazır ortasına kondurulmuş
zincir gibi, yılan gibi ejder gibi, saçlardan, sümbül gibi beyaz, mor, pembe
kâküllerden serviden daha uzun, şimşaddan daha gayr-ı muntazam boylardan, kıl
kadar bellerden, ok gibi kirpiklerden kılıç gibi kaşlardan, hançer gibi gamzelerden,
bu suretle bir mevzu-ı askeri şubesine benzeyen çehrelerden nokta kadar veya hiç
yok ağızlardan tuzlu dudaklardan, kuyu gibi çenelerden, benefşe veya zümürrüt
509
bıyıklardan, su kenarında yetişmiş çimen sakallardan, polat veya taş yüreklerden
billur gerdanlardan, gümüş kollardan, tırnaklardan, sarhoş gözlerden, dağlı
lalelerden, yakası yırtık güllerden, bahr-ı muhitten engin kanlı gözyaşlarından,
kubbe-i semayı delecek, yakacak ateşli ahlardan, sihirbaz kalemlerden, küplerle
şarap içen sarhoşlardan, çıplak gezen âşıklardan, bir mahbubun saçını tarak olmuş
parça parça gönüllerden, üzerlerine pamuk yapışmış iğrenç yaralardan başka bir şey
değildir, zannederim. Köhneperverliği, hayide edalığı yavegūluğu irtikâp etmeyi
irfanına bir tenezzül addeden hiçbir şâir, hiçbir muharrir yoktur ki bu daire-i muzıka
içinde hayal-i şâiranesini zabt edemeyince, o bir vahşi şirine benzeyen efkârını hüsn-
i tebliğ için yeni bir tarz-ı beyan icat etmek mecburiyetinde kalmasın.
Böyle bir suret-i beyan görülünce bunu sırf edebiyat-ı garbiye
ihtiraiyyatından addedip erbabını sırf Frenk mukallidi kıyas etmek reva mıdır?
Yalnız şura-yı Osmaniyeden bahs etmiş olmak üzere, işte Samilerin, Nedimlerin,
hususuyla Şeyh Galiplerin eşarından birçok misal… Vakıan cihet-i memuriyede tarz-
ı Arap ve Türkiyi hatta tarih-i milli ve esas-ı lisanımızı bile biz Türkler garbiyyundan
öğrendiğimiz, bütün o malumatı garbilerin netayic-i matbuatının iktibas etmeyi
ehven ve eshel addetmekte olduğumuz gibi bunda da işe Garplılardan istifade ile
başlamışız, fakat asâr-ı garbiyeden edebiyatımızın istifadesi yalnız gayr-ı meriyyata
bir vücut vererek tecessüm ettirmek, minelkadim inhisar-ı aletine giren sıfatı
bilakayıt ve şart ibzal etmekten ibarettir, zannedersek nimetnaşinaslık etmiş oluruz.
Garptır ki edebiyatımızda zuhura gelen teceddüdat içinde bizim için en
munisi, en yerlisi – sümmettedarik bir tuhaflık olsun diye Dekadan denilen- bu tarz-ı
beyan iken edebiyatımızda her türlü tehavvülata pek suhuletle alışmak ise mutadımız
iken yüzlerce seneden beri zaten şarkta methul olan bu tarzın bugün – ihtimal ki –
daha parlak, daha şümullü olarak tecdit ve iadesine bir türlü akıl erdirip râm
olamıyoruz. Niçin? Şiirimizin bundan dört beş sene evvelki hâlinden, o gayr-ı
muntazam kıtalardan mürekkep manzumelerden serpiştirme kafiyelerden eslafta bir
numune bulamayız. Lâkin mazlume bir havada denizin asudiyetini ananesiyle tarif
için “leyl-i mezap” tabiriyle geceyi eritmek gibi şâirane bir tevcihte bulunan şâir-i
muktedirin gaye-i meramını – bunda yenilik gördüklerinden - anlamak istemeyenler
510
bunun aynı olarak yüz elli iki yüz sene evvel aydan hamur, güneşten murabba
yapanlara, bir kabile halkına temmuz güneşleri giydirip şule içirenlere ne diyecekler?
Erimiş gecede mutlaka bir letafet bulamayanların eğer zerde zannetmezlerse güneş
murabbasında inkişât-ı güzay-ı tahayyür olup kalmaktan başka çareleri yoktur. Artık
ne eslafın ihlafından ne ihlafın eslafından bir şey anlamamak isteyenlerin ne
istediklerini anlamakta güçlük çekersek biz de mazur addolunuruz, sanırım. Şimdi
gelelim eslaf-ı kirâmın Dekadanlığına:
Ne gördüm ah aman elaman bir afet-i can
Gelip yanımda güneş gibi oldu lema nisar
Saçı fütadesinin habı gibi pejmürde
Nigahı aşığının hatırı gibi bimar
Vücudu ham gümüşten beyaz gülden nerim
Boyu henüz yetişmiş nihalden hemvar
Kamer-i hamiresi yahut güneş murabbası
Billur şahı mı yanhil-i lü’lü şehvar
Veya:
Giydikleri afitab-ı temmuz
Đçtikleri şule-i cihansuz
Andıkları dane-i şerare
Biçtikleri kalp pare pare
Sattıkları hep meta-ı candır
Aldıkları suziş ve figandır…
Đşte bunların birincisi:
Tabım o bağban-ı giran dest mayedir
Kim birgil istesem bana bir gülistan verir
Her sırf şuh-ı (!)bülbülü şeydaya nazmımın
Bir gülistan-ı tebessüm gül armağan verir!
Beyitleri vesaet ve semahat-i hayali olan Nedim’in ikincisi:
Gördün mü bu vadi-i kimini?
Divan yolu sanma bu zemini
511
Đnkişat hata uzatma öyle
Beş beytine bir nazire söyle
sözleri Şeyh Galip merhumundur. Bu beyitlerden –belki- mütelezziz olan
mütesallifin-i müteehhire nasıl oluyor da yeni şeyleri daima barit mazmunlar,
telmihlerle istikbal ediyorlar?
Teklifi, kuvve-i şâiranesi müsellem olan Avni Beyin hafıza arayı tebcil olan
meşhur bir kasidesinden hatıra gelen şu:
Saf gelenin ah felekgire kıyl-ı nazar,
Guya katar addeiye müstecaptır.
beytinin letafeti ve haşi olmakla beraber refi ve bülent o iki teşbihin sayesinde değil
midir? Tabi-i şâiranenin eslaf tarafından “ebkâr-ı hayal” namıyla yâd edilen bu
yoldaki ihtiraatına hele Nefide pek çok tesadüf olunur. Göze görünmeyen mevhum
ahları bir turna sürüsü yapmak, sonra bu sürüyü müstecap dualar katarı gibi felekgir
kılmak ile “lerze-i siyah” beyanında bir fark-ı maddi mevcut olduğu kabul u inkâr
olmakla beraber düşündürmek hususunda bu iki hayal arasında bir temayül –i tesirin
bir ahval-i maneviyenin vücudu mahsus değil midir?” En güzel eserler ise insanı en
ziyade düşündürenlerdir. ”
“Nuru yakan zulmet” fikri kadar Dekadanca bir fikir nadir bulunur, değil mi?
Hâlbuki Fuzuli, hem de Leyla ve Mecnun’unda:
Bir gece ki zulmet-i ziya söz,
Zülf-i şebi etti birke ruz.
Demekle tarz-ı hasında bir bedii dehâ icat etmiş oluyor. Şimdi biri çıkıp da
zulmet-i nuru nasıl yakıyor, dese. “Bunun keyfiyeti tarif olunmaz, zevke aittir. ”
demekten başka cevap bulunmaz zannediyorum.
Sami ki Naci Efendi merhumca da musaddık olduğu vechile metanette,
teklifte bir üstattır denizi terletmekten, letafeti işvelerle dalgalandırmaktan mahzuz
512
olmuş; endişede bir yanak tahayyül ettikten sonra onu şaraptan bir gaze ile örtüyor,
hem de ne güzel örtüyor!
Irk-ı feşandır o da, sanma ruyıdır yah…
Huruş-ı mevce ile habça hubap oldu
ve
Olup huyikarda tab-ı neşe-i cam meserretten
Letafet mevc mevc işvedir çin-i cebininde
ve
Bade kim nevnak feza-yı şişedirher katresi
Gaze-i ruhsare-i endişedir her katresi
Đşte bunlar itiraza değil hep takdire şayan muvaffakiyetlerden addolunur.
Hele Şeyh Galip merhum ki – Dekadanların piri diyeceğim geliyor. - en
ziyade bu güzelliklerle iştigal etmiş ve Hüsn-i Aşk’ını baştanbaşa böyle derâri-i bedi
ile tersi eylemiştir. Zaten kabil ü savl ü ihraz olamayan o mevki-i bülend-i edebiyi, o
şöhret-i sadıkayı hep bu mezaya-yı hayr-ı fermudi sayesinde iktisap ettiğini
gazeliyanı bilnispe daha alelade ve bu gibi hünerveri-i nazikten azade olduğu için o
kadar makbul ve mergup olamadığını söylemeye hacet var mı?
Evet, Şeyh bir güzeli hunin-i terennüm ettirir; sonra bir diğerine ziyâ-yı şems
giydirir, katre katre lemanuş ettirir; ahu gözlere ahlarla sürmeler çeker ki zann-ı
acizanemce şurâ-yı hazıra henüz bu kadar ileri gidememişlerdir.
Açıl ey gonca leb, nur eylesin bezmi tekellümler,
Safadan hande deryasında mevc ursun tebessümler;
Azarın gel gel itsün, tab-ı sahba-yı neşat olsun,
Bu ateş güfte rengin besteler, hunin terennümler!
Şimdi bu ‘hunin terennümler’den bir lezzet-i hayaliye bulamayacak derecede
bedbaht yaratıldığımız için bunu bir ihtiyarın nefes aldığına mı benzeteceğiz?
513
Hele:
Kelam-ı samtı deryalar gibi pürcuş söylerler
Muhabbet razını bir birine hamuş söylerler
Beytinde o amik, rakik, hafi, izhar-ı muhabbet bize hiçbir şey söylemezse kabahat
şâirin mi?
Đşte Şeyh Galip divanından bir hikâye ki tabirât-ı latifesine, müraat-ı
hüneranesine dikkat edilince ne şiiri aşıp bir bedia-i hayal olduğunu tasdik etmemek
mümkün olamaz; fakat hikâyenin musaddıkına hedef olmamak için ‘ahenin gül şule
ahenin’ nevinden tabirlerin zevkini hissetmek lazım gelir. Đşte hikâye:
Olup gülşende bülbül bir sihr-i tenin
Cemali gülden olmuş şule ahenin
Yakup canın şarap biguş gül
Tenin hakester itmiş ateş-i gül
Olup her muyı gül ahenk gülden
Kabayı şule giymiş reng-i gülden
Ki olmuş nur-ı didara pür-efşan
Ki olmuş hançer hare ser-efşan
Giyinmiş gül ocağından palası,
Şururlardan silinmiş libası.
Çera-ı gonca oldukça furuzan
Olur, pervaneveş raksan u suzan
Demi şimşir har oldukça hunriz
Eder hunab eşki anı gülriz
Çeker kanıla etmiş camesin al
Boyanmış, gül gül olmuş hep pürübal
Đdüp münkarını fevare-i hun
Figani etmiş afakı şafakgun.
Görünce ateşi gülden alamet
Koparmıştı kızılca bir kıyamet.
Đşitmiş anı bir kaz bed avaz
514
Kenar-ı bağda olmuş dehenbaz
Edip tavsif bülbül taktan tak
Isırmış berk gülden birkaç orak;
Demiş: değmez bu rütbe ah ü vaha
Acıdır, benzemez sair giyaha…
Bir de Hüsn ve Aşkın bir kış gecesi tavsifindeki şu parçaları mütalaa buyurulsun:
Bir deşt-i siyehte oldu kamrah
Yelda-yı şita bala-yı nagâh
Bir birine ye’s ve havf-ı lahak
Ki kar yağar idi ki karanlık
Bir bakıma berf içinde dücevr
Manende sevat dide musavver
Sırmayla berf olunca mensıp
Dendanı sırıttı zengi-i şeb
Güya tutulup zeban şule
Lerzide idi figan şule
Kalmadı hevada mürg-i serkeş
Kahıca uçardı reng-i ateş
Ateşte zülâl olup tekevvün
Dud eyledi sırsıra tahassun
Ateşge mihr olurdu berbat
Subh urmasa buzdan otadı
Lerzide nefs ile sohbet nas
Zincir cenum ne leyk elmas
Yahbeste olunca cism-i giryan
Güzellikle arardı mürg-i merdan
Suz-ı dile bulmak içün esbap
Kerem-i ülfet idi adu vah yab
Bakın şâirin ‘nezhetgâh-ı mai’ adını verdiği mesire-i mahalliye hakkındaki şu
beyitlerde ispat-ı maddi edebilecek gibi:
515
Zihne mani öyle bir yer
Kim anı benefşe, hakı anber
Sadreydi nihal o bağa bekser
Bir ham erik anda çarh-ı ahzar
Ser-i sebz giyah-ı ömr-i cavit
Şebnemleri necm ve gonca hurşit
Bırakalum nur-ı serh-ı gülzar
Lü’lü hoşabı lal-i şehvar
Her tudesi tur sad-ı tecelli
Yok, anda kelam-ı len terani
Hurşit dıraht-ı nur-ı esbah
Yapmış ana lane murg-ı ervah
Hem hâlet Gülşen-i tahayyül
Gül goncalar al kanatlı bülbül
Evet,
Açılup reng-i hayal-i şevket
Nakş-i barınga virmiş suret
Beytinde vesair bazı edebiyatında dahi telmihan itiraf ettiği vechile, o şâir-i
nikat-ı aferin, şura-yı Đran’dan şevket-i en ziyade takdir ediyor ki bu da şarkta bu
vadinin kadimen keşfolunduğunu ispata kâfi bir delil-i diğerdir.
Eşâr-ı Galip asâr-ı hazıra ile mukayese olunmak için barin-i hayal, rikkat-i
his, zerafet-i zevk, kuvve-i bülent, şâiriyet gibi mezayanın kâffesini camidir. Garip
değil midir ki şurâ-yı güzide-i hazeranın üslubunda en ziyade duçar-ı itiraz olan
‘vav’ ibzalı, zemin-i serapa ‘sümbülîn’ ☼ Hüsn ü Aşkı’ın
Ey aşk didi ve oldu hamuş
Canan –tutalım ki- bi vefadır
Hem adetidir ve hem sezadır
Çün oldu bu müjdeden haberdar
Oldu ve dirildi yine tekrar
☼ sümbüleyn remzi misali diye tercüme edilebilir.
516
gibi bir hayli beyitlerden mevcuttur. Şurası da şayân-ı kayıttır ki diğer şurâ-yı salife
vavları bu tarzda, böyle sürüncemeler arasında pek nadir istimal etmişlerdir.
Demek istiyorum ki duçâr-ı tariz olan bu günkü tarz-ı tahririn bilcümle
şaibanını, mehasinini bir başka neşvede cami olan Şeyh Galip merhumun meslek-i
şâiriyyeti ile edebiyat-ı hazıra beytindeki şu muavenet ve muvafakat derpiş edilerek
‘Dekadan’ diye Frenkçe, bîmal ve münasebet bir nam verileceğine üstat tabii
meslekleri olan şâir-i müşarünileyh nam-ı muhteremine izafetle bunlara ‘galbiyan’
demek daha muvafık olacağı dermeyan edilseydi tafsilât-ı salefeye nazıran o kadar
abes ve bi-mahal bir teveccühte bulunmuş olmazdı.
Ahmet Hikmet
SF, Nu. 393, s. 40-43
517
MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 46
-Harabattan Bir Sahife
Harabatı görenler her bir haletini söyler, demiş Koca Ragıp Paşa. Fakat bu
Harabat için değil. Bu Harabat bilirsiniz öyle destgahlı, hamhaneli peymaneli sahbalı
mecmua-i safha değil gazelli, kasideli, şemalı, pervaneli, Bakili, Nedimli, mazmunlu
manalı, büyükçe üç cilt üzerine mürettip mükellef bir mecmua-i müntehabattır.
Harabat-ı Ziya’yı tahrip değil fakat muahezeye ta isminden başlamak lazım
geleceğini iddia etsem pek yeni bir şey söylemiş olmayacağım için bundan keyf-i
lisanla yalnız bir sahifesini zemin-i musahabe etmek isterim. Vakıa Harabat şimdiye
kadar kimse tarafından mükemmel bir mecmuai müntehabat olarak telakki
edilmemiş, sahibi fazla bile bin piyc ü tabı derun ile eserinin nakayısını itiraf ve ilan
etmiştir:
Ey hazır olan bu bezm-i nazma!
Đnsaf eyle kıl nazar bu bezme.
Sade göricek bir intihabı
Tariz içün eyleme şitabı
Ol nazım ki sence raygandır
Bir diğere hoş gelür cihandır
Âlem sana münhasır değildir
Herkes bu cihanda bir değildir
Uygun düşse bir beyt
Divan-ı diğer ehle bir beyt
Tercih olunur bütün kelama
Bir mısra-ı müttefik-i merama
Hem bir de bu bu bezm-i muhtasar
Ala sözü sanma bu kadar
Bir bahr-ı cevahir içre daldım
Ben muktedir olduğumca aldım
Bir katredir ancak aldığım hep
518
Derya yine durmada lebalep
Kim eylese itiraf-ı noksanı
Mazur tutar kerem-i nihadan
Bir cisimde olmayınca sıhhat
Hatırda da olamaz selamet
Đlh…
Bu itiraf-ı nakayısla Harabat bittabii muaheze-i muhakkak ihtimalinden
kurtarılamamıştır. Kitabı hala o ihtimalin fevkinde tutan bir şey varsa o da
emsalsizliği, yegâneliğidir. Ortada yalnız bir Harabat, birinin Harabat’ı var.
Müntehabat-ı nazifin mevcudu nadir olmasa yahut ‘nevadir-el asar’ bulunmasa
Harabat için o yegânelik, o emsalsizlik meziyeti de kalmaz. Đhtimal ki o zaman bu üç
cilt eseride-i mütalaa-i itamda çendan muteber olmazdı. Bazıları Nazif Bey
müntebatını Harabat-ı Ziya’dan daha ziyade zevk ile nevadir-il asarı ise her ikisine
de faik bir itina ile toplanmış, tertip edilmiş addederler. Bununla beraber Harabat için
edilecek muaheze Harabat sahibinden ziyade edebiyat-ı Osmaniyeye, matuf olmak
lazım gelir itikadındayım. Filhakika ne diye muaheze edeceğiz? Harabat mükemmel
değil, Harabat nakayıs-ı mevcudesiyle addettiği hizmeti ifa edemiyor. Harabat daha
güzel intihap ve tertip edilebilirdi. Harabat niçin harabat olmuş, diye mi? Öyle
yapacağımıza niçin bu yoldaki istifademiz Harabata münhasır kalıyor, desek temin
ederim ki daha kısa, daha doğru bir muahezede bulunmuş oluruz. Fakat bu halde
muahezemiz bir Ziya Paşa’ya değil bütün üdebaya, üdebâ-yı Osmaniyeye raci olur.
Evet, yok işte hala bir mecmua-i müntehabatımız yok. Bu yoksulluğun
tesirini memleketimizde lisan-ı Osmanî tedris edenlere, bu biçare hocacıklara sorun.
Anlarsınız ki bu büyük, pek büyük bir noksandır. O kadar büyük ki işte ikmal
edilemiyor. Eğer Ata Beyefendiiki yıl evvel iktitafı cem ve neşir buyurmasalardı elan
elimizde işe yarar bir kıraat-ı edebiye kitabı da bulunmayacaktı.
O defa da feryatçıları! Hani ya tahrip ediyorsunuz, mahv ediyorsunuz diye
itham ettiğiniz tahkirlerle iltizam ettiğiniz lisan için neden müntehebat vücuda
getirmiyorsunuz? Hep şiir yazıyorlar. Hep şiir ile hayal ile uğraşıyorlar. Lisanı da
bitiriyorlar şiirden başka nasipleri, hülyadan başka meşguleleri yok. “Lisanı da
519
bitiriyorlar, bitiriyorlar, bitiriyorlar…” diye bağrıştığınız adamlar hiç olmazsa
tabiatlarının sevkine tabiiyyet ediyorlar. Hiç olmazsa yapabilecekleri şeyleri
yapıyorlar. Lisanı da bitirmiyorlar, lisanı bitiren onlar değil. Onlar lisanınıza medar-ı
ıtlak, medar-ı talâkat oldukları için siz memnun bile olmalısınız. Bakınız bu kadar
söyleniyorsunuz, ağzınıza gelen tahkiri, tarizi ediyorsunuz. [*]206
Hayır, onlar lisanı bitirmiyorlar, onlar lisanı bitirmezler. Lisanı kimse
bitiremez. Lisan böyle kitapsız, kaidesiz, numunesiz kaldıkça kendi kendine biter.
Siz ki her şeyi hatta fazlasını da bilirsiniz. Niçin şu noksanları ikmale himmet
buyurmuyorsunuz. Đşte çocuklarımızın elinde iki sünepe kaide kitabından, kıraat
kitabından başka bir şey yok. Lisan böyle mi ihya edilir? Türkçe böyle mi kurtarılır?
Heyhat! Bende sanki ortada ciddi bir bahis-i lisan varmış, ciddi bir gayret-i
edebiye, bir münakaşa-i edebiye varmış, ciddi bir iş görülmek isteniyormuş gibi
kemal-i ciddiyetle idare-i fikre çalışıyorum. Gözümüzün önünde şuracıkta, şu üç dört
matbaanın arasında cereyan eden müşafahat-ı kalemiye bize mevzuhan ifham
etmiyormu ki esas mesele inzar-ı karini hangi sebeple, hangi sebep ve münasebetle
olursa olsun kendi sahayif-i istifadelerine celp etmekten başka bir şey değildir. Öyle
olmasa bu devam eden münakaşatın acaba kaç gün hükmü olur? Acaba en hükümlü
şeyler sahayif-i matbuatta kaç gün devam edebilir? Hem insaf edelim bütün bu
münakaşa arasında kaçımız kaç hakikat öğrendik? Đmlamız ne ise yine o, lisanımız
ne ise yine o… Yine o değil galiba lisanımızda, imlamızda evvelkinden biraz daha
müşevveş, biraz daha şayan-ı ıslah!
Mamafih gerek Sabah’ta gerek Đkdam’da uzunca fasılalarla tevali eden şu
lisan münakaşatı hiç olmazsa daire-i edepte icale edilmeye alışmış kalemlerden südur
ettiği için bir ceridenin yüzünü kızartacak şeylerden değil. Hâlbuki ötede, aman
yarabbi, neler görüyoruz. Şu kurşun hurufat, şu bigünah maden parçaları ne cümleler
tertibine, ne hakeretler ifadesine alet ediliyor. Onlarla o masum vesait-i neşriye-i
marifetle neler yapılmıyor! Hani edebiyat edepten müştaktı? Hani matbuat medar-ı
206 Bu hafta içinde neşr olunan bir nüsha-i yevmiye-i haftalık Pul mecmuasında münderic olan
bu gazelden bahsettiği sırada: Đşte söz dediğin böyle olur. Salahhane hidmesi bile görseler şüphesiz bol bol aferinler verirlerdi. ’ Demiş. Hele bu satırlardan sonra gelen sütunun baş tarafında öyle bir cümle irat etmiş ki buraya nakline bizim için imkân-ı mutasavvir değildir.
520
tamim-i kemalattı? Bizde kemalat-ı edebiye bir risaleye iyi kötü derc edilmiş bir
gazeli tenkit için sahibini meshureye almak, biçarenin üstüne -hâşâ huzurdan–
atılmak mıdır? Bu hangi edebiyata, hangi kaide-i edebe sığar? Eğer bunlar tuhaflık
olsun, halkı güldürsün diye yapılıyorsa yapanlar emin olsunlar ki tuhaflıklarıyla
edebiyatı ağlatıyorlar. Hayır, hiçbir zaman sahayif-i matbuat bu derece
kirlenmemiştir.
Đhtimal ki benim bu sözlerimde öyle birçok tuhaflıklarla birçok sahifelerin
daha kirlenmesine sebep olacak, bu da ihtimal ki birçokları gülecek, fakat yazık ki
edebiyat ağlayacaktır!
Şimdi sadede gelelim:
Âlem oldu şad senden, ben ister gam henüz
Kıldı âlem terk-i gam, bende gam alem henüz!
Đşte Harabat’ın keyf-i maittifak açtığım boz bir rakamlı sahifesi Fuzuli’nin bu
matla-ı meşhuruyla musaddir bulunuyor. Fuzuli, şüphe yok ki Fuzuli bizde en hakiki
şâirdir. En hakiki yani en büyük, yine şüphe yok ki sevgili Fuzulimiz peri-i girinde
mizac-ı eşarını Türk vadilerinden ziyade Acem gülzarlarında gezdirmiş, dolaştırmış
daha doğrusu o kendi kendine oralarda gezip dolaşmıştır. Oraların havası meshun ve
muğberiyle perverde olmuştur. Fuzuli’nin söylediği lisan Azarbaycan Türkçesidir.
Her halde Türkçedir fakat söyleyişinde, düşünüşünde bir eda var ki işte o Türkçe
değil. Hatta o kadar değil ki gazeliyatında olsun, kasayidinde olsun, Leyle ve
Mecnun’unda olsun bazı ebyat harfiyen Farisi’den tercüme edilmiş zannolunur.
Mamafih Fuzuli isterse bir Türk şâiri olmasın, her halde bizim şâirimizdir. Zaten
eşarı arasında henüz dünkü şive-i tasvirimize tamamıyla muvaffak, latif ve rakik
birçok nefayis bulmak da o kadar güç değildir.
Bazıları Fuzuli’nin sanatperverlikte noksanına, aczine hükmederler. Bunlar
sanayi-i şiiriyeyi kelime, fikir oyuncaklarından, adi mazmunperdazlıktan ibaret
zannedenlerdir. Fuzuli kadar mütehassis, nazik bir tabiat kabil midir ki sanatnaşinas
olsun? Mamafih Fuzuli’nin rağbet ettiği şeyler ancak öyle bir tabiat-ı müessire ve
nezihenin meyledebileceği ince, hissi birtakım teraif-i edebiyedir. Aksam ve
521
esamisiyle belagat kitaplarını dolduran sanayi-i mahude bu hilkatte şâirlere pek kaba,
pek mübtezel gelir. Bunlar o nevi melaib-i fikriye ile iştigalden biihtiyar kaçınırlar.
Meşgul olmak isteseler bile muvaffak olamazlar. Hâlbuki hep yaptıkları sanattır.
Düşünmelerinde, duymalarında, sevilmelerinde, bir başkalık, bir bedahet vardır ki
ona sanattan başka nam verilemez. Ve o nasıl yapılır, nasıl istihsal edilir, buralarını
anlamak da ekseriya anlatmak kadar müstahildir. Đşte mesela:
Kıldı âlem terk-i gam, benge gam âlem henüz
Mısrasında bir kuvveti hissediyoruz. Bu kuvvet şüphesiz bir sanatın
vücudundan ileri gelir. O sanat nedir? Büyük bir şey değil ‘Kıldı âlem terk-i gam’
dedikten sonra âlem ile gam kelimelerini bir terkipte toplayarak ‘bende gam âlem
henüz’ demekten ibaret bir şey. Fakat siz de böyle bir mısrayı söyleyin, bakalım. Siz
de böyle iki lafzı iki cümlede ayırıp toplayıvermekle sözünüzde aynı tesiri hâsıl edin
bakalım. Ne mümkün! Mesele yalnız kelimeleri dağıtıp toplamak değil. ‘Kıldı âlem
terk-i gam, bende gam âlem henüz’ mısrasını söylemektir ki bu ayrıca bir zevk-i
sanata, bir zevk-i bedayie malik olmaya mütevakkıftır. Đşte Fuzulilerde, Nefilerde,
Nedimlerde bizi cezb eden güzellikler hep bu yolda serair-i dakika-i sanata müstenit
şeylerdir.
Burada bir istirdat yapacağım:
Sakiname-i Nefi’den ‘Âlemin canı değilsin, can-ı âlemsin hele!’ mısrasını
bazı müşkülpesendan-ı fesahat bilmem nasıl bir kusur ile naksedar addederler.
Diyorlar ki: ‘Âlemin canı değilsin ama alemin canısın!’ demek kadar manasız bir şey
olamaz.
Vakıan Nefi böyle demiş olaydı muahezeler biraz hak kazanırlardı. Fakat o
mısrasını:
Âlemin canı değilsin, can-ı âlemsin hele!
Şeklinde söylemiş. Böyle söylemekle öyle demek arasında çok fark var. Şâir
buseçin-i leb-i riyanı olduğu sagar-ı sırşar sahpayı parmaklarının ucunda şöyle
kaldırarak içindeki cevher-i mezabe hitab ediyor:
522
Ey bade! Sen şöylesin, böylesin. Senin şu feyzin, bu tesirin var. Sen ruha
benziyorsun. Mahzun olanların yüzünü sen güldürürsün. Gamdan olanları sen
diriltirsin… Ah, sana âlemin canısın diyeceğim geliyor. Hâlbuki değilsin. Değilsin
ama bu hassalar hiçbir şeyde bulunmaz. Evet, ey ruh-ı seyyal! Sen âlemin canı
değilsin, şüphesiz değilsin. Fakat ondan başka da bir şey olamazsın. Sen yine osun.
Ah, sen âlemin canı değil, can-ı âlemsin, deniyor.
Bu müteheyyic hitab-ı âşıkane o son sözle canlanıyor. O son sözde bir şey,
bir sanat var. Đşte onunla canlanıyor. Aksam ve esamisini ellerindeki belagat
kitaplarından, az bildikleri sanayi-i edebiye arasında böylesine tesadüf etmedikleri
için bunu bir türlü tevile kudretyab olamayan mütesellifin-i muahizin yine o kitaplara
müracaat ederek zavallı mısrayı ‘kesret tekrar’ ile ‘huşu’ ile hâsılı manasızlıkla itham
ediyorlar. Öyleya mademki tevile muktedir değiliz, nakbih ederiz. Âlemin canı
değilsin, âlemin canısın… Bu ne demek!
Hâlbuki Nefi’nin bu mısrasından bir sani, bir teşne-i sanat terci edebilmek
için yalnız ‘âlemin canı’ izafet-i Türkçesiyle, ‘can-ı âlem’ izafet-i Farısiyesi
beynindeki farkı hissetmek, lisanımızda istiğmal edilen bu iki türlü izafetin biri
birine nispeten ruh-ı vukuunu anlamış, takdir etmiş olmak kâfidir. Ne fayda ki bu
farkı kitaplarımız söylemiyor.
Şimdi yine Harabat’a geçelim. Açtığımız sayfadan yalnız Fuzuli’nin bir
matlaını okumuştuk. Bu matlaı iki beyt-i gazel takip ediyor:
Can-ı bağlardı lebin izhar-ı güftar eyleyüp
Urumdan Đsi leb canbahşlıktan dem henüz
Secdegâh etmişler ehl-i aşk mihrab-ı kaddin
Kılmadan hayal-i melain secde-i adem henüz
Bunların manasındaki neşve-i arifane malum. Meziyet-i şiiriyece de bugün
bizi meshur edecek, meczup edecek bir fevkaladelik yok. Nazar-ı dikkatimiz yalnız
iki noktada eyleşip kalıyor: ‘Leb-i canbahşlık’ ve ‘mihrab-ı kaşın’. Bunlar iki hata ki
Fuzuli’den sadır olamaz. Kusur şüphesiz Harabat’ın, Harabat yanlış kaydetmiş.
Sibaka nazaran birincisi:
523
Urmadan Đsi lebi canbahşlıktan dem henüz
Olmak, ikincisi:
Secdegâh etmişti aşk ehli kaşın harabını
Diye tashih edilmek iktiza eder. Ve musahhih Fuzuli divanlarında ihtimal ki
böyledir.
‘Kılmadan’, ‘urmadan’ sigalarını irad ettikten sonra bir de henüz adat ve iftitahını
getirmek şivemizin şimdiki safvetiyle kabil-i telif değil, bereket versin ki
nazmımızda kafiye kaydı hafifleştikçe kafiye hatırı için tecviz olunan bu gibi
kayıtsızlıklar kendiliğinden zail oluyor.
Harabat’ın bu gazele ait bir kusuru da yalnız o iki beyti alıp mütalaa daha ziyade
muvaneti olan
Cana derdin cisme peykanın etmişti hüküm
Cisim ile can irtibatı olmadan muhkem henüz.
Ey Fuzuli! Eyledi her derde derman ol tabip
Bir benim zahmımdır ancak bulmayan merhem henüz
Beyitlerini bırakmış olmasıdır. Hele:
Perde-i çeşmim makam etmişti bir tersabça
Olmadan mehd-i mesihe damen Meryem henüz
beytini hiç unutmamalıdır. Aynı sahifede yine Fuzuli namına münderic olan mesela:
Can ile bizden eğer memnun ola cananımız
Cana münderic anın karbanı olsun canımız
mısralarının birine o beyit şüphesiz daha mahzuziyetle okunurdu. Bu mısraları takip
eden:
Saadet izale kabil-i zeval olamaz
Güneş yer üstüne düşmekle paymal olamaz
524
Şiirinde de Harabat, müntehabın yapmaya mezun olmadığı bir şeyi yapmış.
Malumdur ki Fuzuli beytinin ikinci mısrasını:
Güneş yer üstüne düşse paymal olmaz.
şeklinde söylemiştir. Hem bu şive kendisine daha muvaffaktır. Harabat gerdüşse
tabirini sehlü’l-tağyir bulduğu için değiştiriyormuş. Bu tağyir-i yesir ile vakıan beyit
de bugün nazm edilmiş kadar selika-i hazıramıza yaklaşmış… Ne çare ki müntehabın
vazifesi bu değildir. Đntihabı tashih demek midir? Harabat gibi edvar-ı şiiriyemizin
bila tefrik hepsinden ictinâ-yı asar eden müntehabat mecmuaları asarı buldukları
şekil ve heyette almalı, şive-i zamana uymayan yerlerini iktiza ederse ayrıca işaret
etmeli. Daha münasibi eserleri devre devre ayırarak her devri fikirce, hisce, lisanca
evvelan mahsusatını, tahavvülat-ı tecdidatını şâirlerin mükemmel tercüme-i
halleriyle beraber bir mukaddime şeklinde o devre ait müntehabenin baş tarafına derc
eylemelidir. O zaman hem ciddi bir müntehabat meydana getirilmiş olur. Hem de
böyle birtakım tadilat ve tahrifata mahal kalmaz.
Bir mecmua-i müntehabat için bu kadar ehemmiyet sarfını lüzumsuz görenler
düşünmelidirler ki en mükemmel edebiyat dersi edebiyat-ı netbiadır. Kavaid-i
edebiyeyi ezberlemekten bir şey çıkmaz. Çünkü en bedii asar vücuda getirenler en iyi
bedii beyanlar değildir.
Her ne ise biz yine bıraktığımız yere gelelim. ‘Saadet-i Ezeli’ şiirinden sonra
Harabat’ın:
Senindir sır isek de sedd-i nutuk et piş-i kâmilde
Felatun-ı hakikat yine nakl-i macera olmaz.
beyti irad ediliyor. Bu beyit ihtimal ki vaktiyle münasebetli münasebetsiz fırsat
düşürülerek irad edilmek mutad olan akval-i mutebere-i hikemiyeden madut olduğu
için intihab edilmiştir. Đkinci beytin ‘Đskender-i sır’ ve sedd-i nutk’, ‘piş-i kamilde’,
‘felatun-ı hakikat’ gibi tabirleri arasındaki müraati ihtara hacet var mı? ‘Nakl-i
macera’ sözü de galiba mısraların zulman-ı sevad-ı sanayi arasına nasılsa
sıkıştırılamayan ‘ab-ı hayvan’a bir imâ-yı duradur olacak. Koca fenni bu müraat-ı
525
nazir kargalaşalığı içinde Đskender’in hocası olan Aristo’yu, onun hocası olan
Eflatun’dan fark edemeyecek kadar şaşırmış olmalı ki ‘Aristo’yu hakikat-i bünye
nakl-i macera olmaz. ’ diyebilmeye hiçbir mani yokken, Eflatun ‘hakikatbin’ demi
geçmiş. Kudemâ-yı şuara ekseriyetle bu iki feylesofu bir birinden tefrik etmiyorlar.
Suziş-i aşk ile itşihanedir meyhanemiz
Şule-i civaledendir gerdiş-i peymanemiz
Beyit lema nisari takip ediyor. Sonra Mahir Babanın:
Kanı evvel gül gülerek geldiği demler şimdi
Ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz
Latife-i tahassüriyesi, ondan sonra da Cennetmekân Sultan Selim Hanın:
Ey muhibbi! Yar elinde bir kadeh nuş eyleyen
Hazar elinden gerü olursa ab-ı hayvan istemez
Maktalı gazel-i mutasavvıfaneleriyle Mezaki’nin:
Gehi senin sitemin eksik değil ki devr-i baş-ı gam
Garibin başına gurbet diyarında neler gelmez!
Beyitleri geliyor. Şu ‘devr-i baş’ tabiri esatize-i azam tarafından ila maşallah teali-i
gariben lisanımızı tahdit buyurulduğu sırada serhat istimalimizden en evvel teşyi ve
ihrac elfaz-ı garibedendir. Ah, bu tahdit-i lisan meselesi bir kere neticepezir olsaydı
da görseydim. Kim bilir ne kelimelerimiz olacak. Kim bilir ne kolaylıkla ne güzel
ifade-i merama muktedir olacağız. Hele biz şimdilik manzumatımızda ‘Ebru’yı zım-i
hafife ile ‘Ebru’, ‘Eşkince’yi hemzenin hezfiyle ‘Şikence’, ‘baş’ı elifin meddiyle
‘baş’ yazıp okumak gibi şeylerden tevakki edelim de ilerisine mevali göreyim.
Mezakinin beyitlerinden sonra Muidi’nin:
Cam mı öperse leb-i ger acep olmaz
Elden ele düşmüşte hayâ ve edep olmaz
Naziresi mazhar-ı intihab olmuş, Münif’in:
Bir zaman Rum’da derya derya guş idik saki
Şimdi Đran’da kanaat ederiz cay ile biz
Şekvâ-yı bezm-i güyanesi de hatırdan çıkarılmamış. Fakat biz bunları da Meyli’nin:
Sabah sadık geçer, ol mihrdar hişan gelmez
526
Kara akşamlar olur, ol meh taban gelmez.
Matlaını da geçerek ‘ nesim-i sabaha refik olup bahara dek giden’ Naili
üstada yetişelim ki Harabat’ın şu koskoca sahifesinde o gazel-i meşhuruyla bir tek
noktayı intihab-ı teşkil edebilmektedir ve artık burada tevakkuf edelim.
Đşte Harabat böyle her sahifesinde ancak bir iki parça müntehabat-ı esere
tesadüf edilebilir bir mecmua-i müntehebatımızdır ki bütün bu nevakısıyla beraber
sahib-i fazılane ilelebet calib-i rahmet bir eser-i himmet olduğuna şüphe edilemez.
Tevfik Fikret
SF, Nu 395, s. 67-71
527
MUSAHABE-Đ FENNĐYE
Elvan hakkında tetkikat-Sahne-i tabiat-renklerin hissat-ı beşeriyeye tesiri-
tesir-i maddî ve manevî-bilatetkik itiraz-itiraza cevap-ressamlara nasihat-yaz geliyor-
sokakların tozu çoğalıyor-Đstanbul’un çamuru ve tozu-Hindistan’da veba-farelerden
mi şikayet, maymunlardan mı?
Musahabeye renk vermek için değil belki hikmet-i tabiye erbabının yeniden
yeniye ortaya birtakım tetkikat koyduklarını gördüğümüz çin renkten bahsetmeye
mecbur oluyoruz.
Fakat yalnız fen ve marifet vadisinde değil şu son zamanlarda edebiyatta da
renktn bahsolunuyor. Bu bahis hala devam ediyor. Đstemiyor değiliz. Bazı ihtisasat-ı
beşeriyeye bir renk vermek, hayal gibi, ümit gibi, ihtisasat-ı beşeriyenin en
rengînlerini tasvir eden edebiyatın elvandan istiare edilmesini, bu latif hislere bir
renk vermesini hoş bulmayanlar var. Hatta bunu edebiyat-ı vedide diye
beğenmedikleri cihetlerde tebeyyüne muktedir olmadıkları, bu cereyan-ı tabiiye, bu
aheng-i terakkiye set çekemedikleri halde yine itirazlara kalkışıyorlar. Evet, yine
işittik. Vaktiyle Đran’da bir kısım üdeba, şuara, ihtisasatı tasvir etmek, kâh bir
mehtapsız gece gibi hazin ve karanlık kâh ilkbaharın latif güneşiyle pür renk ve
şetaret olan sahne-i tabiat gibi mütebessim ve Ruşen gördüğü bahsi, ümidini, hayalini
o yolda göstermek için çalışmışlar, muvaffak olamamışlar. Bu kısım üdebanın asarı
itibardan düşmüş, isimleri unutulmuş. Đran ile Turan’ın bize münasebetini elvanın
edebiyat ile alakasını tetkik etmek bize düşmez. Ancak edebiyatın ihtisasat-ı
beşeriyeye taallukunu biliriz. Elvanın bu ihtisasata pek çok tesiri olduğunu da erbab-ı
tetkik nazarımıza arz ediyor, izahat veriyor, bizi iknaya muvaffak oluyor. Bunu da
görüyoruz. Ancak bir havada, latif bir günde, mevsim-i baharın tekarrüp etmeye,
gönüllerde bir ferah ve neşat uyandırmaya başladığı sırada sahne-i tabiata bakınız.
Kırları, dağları, bahçeleri, şecereleri seyrediniz. Boğaziçinin iki sahiline,
Marmara’nın mai sularına, ufkun safvetine bütün Avrupalıları hayran eden ve şarka
mahsus görülen o safvet-i simaya bakınız. Ne renkler görüyorsunuz. Böyle bir günle
keşif yağmuru bulutlarının semayı kapladığı, kainata kasvetefza bir soluk renk
528
verdiği, etrafı keşif ve sincabi bir sisle mestur gibi gösterdiği bir günü mukayese
etmeli. birinde bir feyis ve inşirah var, diğerinden hüzün ve elem yağıyor. Bunlar sırf
tesir-i maddimidir? Evet, bunda maddiyat var. Çünkü fününda maddiyattan başka bir
şeyden bahsolunduğu yok… Fakat mesele maddiyattan maneviyata intikal ettikten
sonra güçleşiyor. Ziyanın, elvanın bize tesirini erbab-ı fen izah etmiştir. Mesela Yuni
gibi ilmen elvanın nazarınızda husule getirdiği tesiri izah için birtakım nazariyat
meydana koymuşlardır. Gördüğümüz renklerin cümlesi ziyanın birer cilvesidir. Tayf
şemste müçtemi bulunan renklerden bunun eşyayı kabiliyet ve mahiyetine göre bir
kısmını cezb ve beliğ ettikten sonra bir kısmını kovuyor. Bu kovulanlar etrafa intişar
ediyor. Gelip gözümüze giriyor. Bizde eşyayı al, mai, yeşil, kırmızı, sarı görüyoruz.
Hâlbuki bu renkler o eşyanın renkleri değil, onların ziyâ-yı şemsten ahz ve iktibasa
muktedir olmayarak , geri bıraktıkları renklerdir. Bu nazariyat ispat olunmuş, kabul
edilmiştir. Bunu biliyoruz. Teslim ediyoruz. Bu renklerden her biri gözümüzde bir
suretle tesir husule getiriyor. Tesir birdir. Çünkü henüz mesele maddiyat dairesinde
bir ziya, bir renk ne olursa olsun gözümüze münakis oluyor. Orada ziyadan müteessir
olacak asab var. Đşte bu sinirlere dokunur. Onlar müteessir, müteheyyiç olur. Fakat o
asapta öyle bir kuvvet yoktur ki bu ziyanın mahiyetini, rengini tayin etsin, onu idrake
muktedir olsun. Hal ile temyiz ve idrak arasında fark var. Asap bu hadiseyi
dimağımıza naklediyor. Dimağda her türlü ihtisasata mahsus birer şube bulunduğu
gibi elvanı tefrik ve temeyyüz için de hacırat-ı mahsusa vardır. Bu hücreler talim ve
terbiye görmüş olmalı ki elvanı birbirinden ayırır. Mesele umumiyetle ilm-i
menafielazaya ait iken bu ilmin bir şubesi için bugün başlı başına bir ilim olmuş olan
psikolojiye tealluk eder. Yani maddiyattan iş maneviyata geçer. Mademki bu
meselede dimağın bir fali, hem de müsellem bir faali vardır. O halde elvanın
tesiratını bu nokta-i nazardan müteala etmek mecburidir. Hissiyat-ı beşeriyeye
tesirini inkar etmekte mesele bu vadiye geldikten sonra gayri kâbildir.
Erbab-ı tetkik bu noktadan tutturarak elvanın hissiyata tesirini göstermeye
çalışmıştır. Tetkikat-ı ressamlara faidebahş olacak bir surette yürütmüşler.
Öyle renkler var ki tehsirat-ı madiiyesiyle beraber tesirat-ı maneviyeside var.
Bizde hüzün ve keder yahut şevk ve neşat hasıl ediyor. Semanın rengi gibi… Kapalı,
529
bulutlu bir sema bizi mahsun bırakıyor. Hatta buna mamum hava diyoruz. Saf küşade
bir sema da bizi mesrur ediyor. Ne güzel gün diye bunu seviyoruz. Kırmızı, sarı,
turuncu, sarıya mail yeşil bu renklere erbab-ı fen sıcak renkler namı veriyor. Mor,
mai, koyu maiye, garipo yeşil bunlara da soğuk renkler diyor. Bahtın kara olduğuna
inanıpta ümidin yeşil olmasını gülünç görenler belki erbab-ı fennin renklerde hararet
aramasına da kahkaha ile gülerler. Fakat böyle taksimat yapılmıştır. Bunu ressamlar
pek iyi bilir. Kullandıkları boyalara, yaptıkları tablolara kırmızıyla, sarıyla şevk ve
hararet verirler. Maiyi ziyadeleştirerek donuklu, sönüklük hasıl ederler.
Hissiyat-ı beşeriyeye tetkik eden üdeba psikolojinin alimi olmak lazım gelir.
Elbet bunlar da elvanın tesirat-ı maneviyesini anlamışlar, tetkik etmişler bu idrake,
bu tetkike göre hissiyatı tasvir eylemişlerdir.
Đnsanın elvanın tesiratından azade olması olması mümkünmüdür? Hayat, ziyâ
ve hararete mütevakkıftır. Ziyâ-yı şemsin afiyet-i beşeri badi olduğunu bugün herkes
biliyor. Ziyâ girmeyen yere tabip girer sözünün şümulünü herkes anlıyor. Ziyâ-yı
şemsin ise birtakım renklerden mürekkep olduğu malumdur. Bu renkleri hasıl eden
ihtizazatın derecesine göre bu cilveyi gösteriyor.
Bu şuaattan birtakımının taht-ı tesirinde nebatatın neşv ü nema kaldığı, hiç
büyüyemediği tecrübe edilmiş, birtakımının tesiri altında da fevkalade neşv ü nema
bulduğu yine bittecrübe sabit olmuştur. Nebatata tesir eden bir hadise-i tabiyeden
hayvanat ve bu cümleye dahil olan insan müessir olamazmı? Kainat ziya-ı şemsin
tesiri ile elvan-ı günagüne müstarak kalıyor. Her taraftan bir türlü renk münakis
oluyor. Bu inikasat-ı levniye içinde yaşıyoruz. Her tarafımız pür renk ve ziya
bulunuyor. Renkler birbirine karışıyor. Değil nazarımız bütün vücudumuz bundan
müteessirdir. Meşhur darvinde bunun tasdik ediyor, böyle söylüyor.
Edip Goethe, mai rengi görünce üşüyüp titrediğini, kırmızı renkle ısındığını
tasdik etmiş, renklerin dikağ-ı beşeren binaenaleyh ihtisasata tesirini ve bu tesirle
insanda elem ve keder yahut sevk ve sürur ikaz ettiğini söylemek istemiş. Bahtımız
bize yar olmayınca kara diyoruz. Hülyamızın, ümidimizin hüzünaver yahut
teselliyetbahş olmasına göre bunu da bir renkle tavsif edemez mi?
530
***
Havanın elvan-ı latifesi nazarımıza şevk veriyor. Sokakların tozları da
gözlerimize dolarak acı acı yakıyor. Letafet-i havayı ihlal ediyor. Bizi müteezzi
kılıyor.
Đstanbul’un çamurlarıyla tozu çok defa musahabeye, münakaşaya zemin
olmuştur. Fakat kış gelince birine, yaz gelince diğerine karışıyoruz. Bunları da
mevasimin icabat-ı tabiyesinden olarak telakki ve kabul ediyoruz.
Hıfzıssıhsa erbabına sorarsanız tozların bin türlü mazeret tevlit ettiğini,
birtakım mikroplara hamil olarak ağzımıza burnumuza dolduğunu sayıp dökerler.
Onların dediği gibi hereket etmek için ağzımıza tülden birer soluk geçirmeli hariçten
dahile geçecek havayı böyle bir tül süzgeçten imrar ederek tasfiye eylemeliyiz. Bu
bir hayal değildir. Đngilizlerin biri tozu çok olan yerlerde gezmek yahut maden işiyle
pek ziyade etrafa madenî tozlar saçan destgâhlara girmek için ağza takılmak üzere
urma telden bir hava süzgeci icat etmiştir. Tozlu yollarda bunu ağza takmadan
gezmeyiniz diye sıkı tenbihte bulunuyor. Karnaval geçtiktin sonra meshure gibi
sokağa çıkmadıktan insan sathî hatırı için çekinmemeli demek istiyor.
Amerikalının biri de sokakların tozundan, dumanından meskenleri muhafaza
etmenin çaresini düşünerek meskenlere havanın nüfuz edeceği yerlere, tecdid-i hava
için açılmış olan menfezlerin, bacaların müdhaline pamuk konulmasını, bu pamukla
havanın tozu ve toprağı celp ve cezbeyleyip içeriye saf ve temiz hava salıvermesi
tedbirini gösteriyor. Hatırları kalmasın ama biz burada ne ağzımıza tel kafes geçirip
gezebiliriz. Ne de evlerimizin delik deşiğini pamukla tıkamak elimizden gelir. Tozu
yunar gideriz. Mütevekkil oluruz.
***
Tozu toprağı da yabana atmamalı. Bu yüzden birtakım aletlerin sirayet ettiği
sabittir. Hele alelsariyenin esbabı mikropların olduğu meydana çıktıktan sonra
tozdan topraktan hazer etmemek mümkün değil… mikropların şerrinden korkmamak
da kabil olamaz. Bu yakınlarada Hindistan’da pek ziyade kesb-i şiddet eden vebanın
531
bir mikroptan ileri geldiği ve insanlar arasında bu kadar taharriyata sebep olduğu
düşünülürse mikrop korkusu daha ziyade artar. Bu mübayade bir iki haftadan beri
pek ziyade şiddetini artırmış, haftada vefayat bini geçmeye başlamıştır.
Bundan evvel illetin karalardan zuhura geldiği ve bunlar vasıtasıyla ortaya
nakledildiği söyleniyor. Fakat erbab-ı tetkik ve mübayede vebanın bu derece kesb-i
şiddet etmesine maymunların sebep olduğunu ileri sürüyorlar. Bu hayvanlara bizim
kediler gibi evden eve damdan dama dolaşırlarmış. Halkın bu hayvanlara hürmet-i
mahsusası bulunduğu için bunları rahatsız eden, keyiflerine karışan olmazmış.
Maymunlar her deliğe baş soktukları için etrafı bütün veba mikroplarıyla
bulaştırmışlar. Đlletin böyle şiddetle zuhuruna sebep olmuşlar. Bu da gösteriyor ki
hayvanların küçüklerinden de büyüklerinden de ihtiraz etmeli.
M. Sadık
SF, Nu. 365, s. 6-7
532
HĐKMET-Đ ĐÇTĐMAĐYEYE DAĐR
-Muhtacine Muavenet-i Mecburiye
Asırlardan beri devam eden sa’y ve içtihat netecesinde nihayet alemin bir
mecmua-i tebadüf olmayıp birtakım sabit kavanine tabi olduğu anlaşıldı. Marifet-i
beşeriyenin saba ve tende rüzgar vesaire gibi kuvva-yı tabiyenin ne gibi tabiyetle
hâsıl olduğu meçhul bulunduğundan bunlara fekattabii bunlara lahuti bir sıfat isnat
etmişlerdir. Sonra terakki-i ulüm ve fünun böyle harika zannolunan şeyleri hep birer
birer kırıp mahv etti. Meydanda esbep ile netayicten başka bir şey olmadığını ispat
eyledi.
Kuvva-yı tabiyeyi böyle keyfi her an kabil ve tahvil-i telakki ettikleri gibi
insanı da etrafındaki alemin tesiratından azade bir mahluk-ı müstakil addederlerdi.
Đlm-i hayvanatın terakkisi insanın tarik-i tekâmülde en yüksek zirveyi işgal etmekle
beraberine bir hayvan olduğu, bel kemiğine ve memeye malik hayvanların bir
birader-i mümtazı olduğunu gösterdi. Bu halde insanın da cismaniyetini ve
maneviyetini izah için diğer hayvanlar hakkında icra edilen muamelenin tatbiki lazım
geliyordu. Görülüyor ki burada da kavanin-i tabiiye cari ve hükümfermadır.
Bu cihet tebeyyün ettikten sonra zihinleri başka bir nokta işgal etmeye
başladı. Acaba insanların teşkil eyledikleri heyet-i içtimaiye-i hadisatının da birtakm
kanunları var mıdır? Yoksa vukuat-ı tarihiye her türlü keşif ve tahminin haricinde
rastgele vücutbulur bir huzme-i kaza mıydı?
Bu noktayı halletmek isteyen hükema, heyet-i içtimaiyenin esas teşekkülleri
hakkında sahip oldukları fikre göre beyan-ı mütalaat etmişlerdir.
Bazıları bir heyet-i içtimaiyeyi canlı bir mahluk, tek bir vücut, tek bir beden
gibi nazar-ı itibara alırlar. Bir insanın bedeni birtakım hücrelerden terkip etmiyor
mu? Bu hücreler bir yere gelip bir kül teşkil edince insan nasıl vücut bulursa
birtakım insanlar da bir yere gelip bir kül teşkil edince bir heyet-i içtimaiye vücut
bulur, derler. Bu fikirde bulunan hükemaca bir heyet-i içtimaiyenin sair canlı
533
mahluklardan, hayvanlardan farkı olamadığı cihetle hadisat-ı içtimiyenin de birtakım
kavanini olması bittabii tasdik edilmek lazım gelir.
Bazı hükema da [ bunlar zamanımızda ihraz-ı ekseriyet etmektedirler. ] heyet-
i içtimaiyenin suret-i teşekkülü hakkındaki bu nazariyeyi ret ve cerh ile büsbütün
başka bir esas irae ederler.
Fakat bu madde hakkında hangi fikir kabul olunursa olunsun bir heyet-i
içtimaiye dahilinde zuhuru yakın olan hadisat ve vukuatın esbap ve netayici iştigal
edilince sosyoloji, yani hikmet-i içtimaiye, felsefe-i ulum -ı içtimaiye ile iştigal
edilmiş, böyle bir ilmin vücudu zımnen teslim olunmuş olur.
Sosyoloji henüz kamilen teşekkül etmemiş bin alemdir. Mukaddimen hikmet-
i tarih mübahesesi altında ulum -ı içtimaiyenin zübdesi olmak üzere yeni bir alemin
mebadisi izhar olunmaya başlamıştı. Ogüst Komt böylece bu ilme sosyoloji namını
verdi. Ve artık her milletin hükeması tarafından sarf olunan gayret sayesinde bu ilim
tevsi ve tesise başladı.
Nihayet memalik-i muhtelifede felsefe-i ulum -ı içtimaiye ile iştigal eden
hükemayı bir yere toplayarak mesail-i içtimaiyenin tetkikat-ı ilmiyesini ilerletmek, o
hususta icra-yı mübahasat eylemek üzere ‘Beynelmilel Hikmet-i Đçtimaiye Cemiyeti’
namıyla düvel-i mütemeddine ulemasından mürekkep, gayr-ı resmi bir heyet
teşekkül etti. 1894 senesinde birinci defa olarak Paris’te bir kongre içtima eyledi.
Heyet-i mezkura arasıra böyle bir kongre teşekkülüyle toplanır. Şimdiye
kadar üç defa akd-i içtima etmiştir. Dördüncü kongre 1900 senesinde Paris’te
toplanacaktır. Kongreler muhtelif memleketlerde içtima etti, heyetin daimi merkezi
Paris’tedir. Azasının miktarı yüzü tecavüz etmez. Müşarün namıyla iki yüz daha
kabul olunabilir. Heyet her sene mahsül-i mesaisini kongreye tevdi edilen makaleleri,
bunlar hakkıngda cereyan eden müzakeratı havi olmak üzere bir mecmua neşreder.
Azalarının iktidar ve ehemmiyeti bu cemiyetin mehafil-i alimiyece az vakitte
pek ziyade hiss-i telakkiyi temin etti. Geçen sene Paris’te toplanan son kongreye
hükümet Sorbon Darülfünununun salonlarını tahsis ile kadirşinaslık göstermişti.
534
Đşte bu musahabemize esas olan muhtacine muavenet-i mecburiye meselesini
son kongrede Mösyö Alfret dö Lamir tarafından mevzuu bahis edilmiş Şarl Lemözön
tarafından tevsi olunmuş ve birtakım mübahesatı ve müzakeratı mucep olmuştur ki
ehemmiyet ve faidesine mebni hülasa ve ve neşr ettiğini elzem gördük.
Muhtacine muavenet noktası bizce vezaif-i diniyeden madut olduğu cihetle
hiç his olunmadan ifa olunuyor. Hâlbuki bugün Avrupa’nın en ziyade nazarı-ı
ehemmiyetle baktığı titrediği nokta budur. Çünkü oralarda bir kısım halkın,
sermayedarın, son derece nail-i servet olmalarına mukabil bir de sabahtan akşama
kadar bin türlü eziyetler altında efna-yı vücut eden sınıf-ı fakire vardır ki
çalışabildikleri müddetçe ancak kifa-ı nefis edecek bir parçaya destires olarak sonra
hastalık, ihtiyarlık gibi mevaniin biriyle işe yaramaz bir hale gelince metruk bir
hayvan gibi yapayalnız, aç, mahmum bir memat gibi kalıyorlar. Biz de bu mesaiden
eser görülmediği için oralarda, o zebun-ı hayat kalplerde sınıf-ı iğnaya kendilerini
terk eden ezen öldüren heyet-i içtimaiyeye karşı kökleşen derin bir arızaya çok şükür
biganeyiz.
Đşte bu mesailin önünü almak için Avrupa ulum -ı içtimaiye erbabının umuru
bir taraftan sermayedaranı ile amele arasında müsavatı izale, fenalığı men eyleyecek
türlü türlü tedabiri tavsiye ettikleri halde diğer taraftan bazı hükema görülüyor ki
muhtacine muavenetin tamamıyla aleyhinde bulunuyorlar, bunun mazeretten hali
olmadığını söylüyorlar.
Mösyü Alfret Lamir kongredeki beyanatında bütün bu muhtacine muavenet
hakkında erbab-ı taraftan dermeyan edilen esbabı birer birer saymış, reddetmiş, sonra
da muhtacine muavenete vabeste bir halde bırakılmayarak mecburi tutulmasını tervic
yolunda delail-i kaviye serd eylemiştir.
Muhtacine adam-i muavenet taraftarlarının delaili şunlardır:
1. Đngiliz ilm-i servet erbabı- meşahirinden Maltos Sadka’nın mazeretini
göstermek için der ki, mesela bir zengin bir fukaraya on kuruş sadaka verdi. Eğer her
zaman ettiği masrafı bundan sonra da fukaraya verdiği on kuruşu tasarruf etmez,
masrafından kısmazsa ne olacak? Eline on kuruş geçen o fakir o para ile ihtiyacı olan
535
eşyayı satın alınca mevcut olan emval ve iktianın alıcısı çoğalacak bu yüzden fiyatlar
artacaktır. Vakıan birkaç kişinin vereceği beş on kuruş sadaka ile fiyatların tezayüdü
hissolunamaz. Lakin bu sadaka vermek usulü tamim ederse o zaman tezayüd-i fiyat
hissolunur. Ve bundan birtakım mazeretler tevellit eder. Fiyatların yükselmesinrden
sadaka almış olan fukara tabii zarar görmez. Zenginler de ağırlığını hissetmez.
Yalnız sadakaya arz-ı ihtiyaç etmediği halda ancak kendisini geçindirebilen çalışkan
bir sınıf-ı mutavassıta vardır ki terki fiyattan zarar görecek, muztarip olacak işte bbu
zavallılardır.
Demek ki sadaka vermekle bir kısım halkın ihtiyacı temin oluyor ama diğer
taraftan da başka birtakım erbab-ı ihtiyaç tevellüt ediliyor. Hâlbuki dünyada insanlar
nispet-i hendesiye üzere mesela 2-4-8-16 ilh. Nispetinde tezait ettiği için nispet-i
adediye üzere mesela 2-4-6-8-10 ilh. Nispetinde çoğalan mahsülat-ı arziye bunları
besleyemez. Binaen aleyh insanlardan bir kısmının ortadan kalkması lazımdır. O
halde niçin bir heyet-i içtimaiyenin kuvva-yı efradı yani zenginler, zayıflar yani
heyet-i içtimaiyenin terakkisini eşkal eden fakirlere muavenet etsinler de onları
kuvvetlendirsinler. Onları yaşayabilecekleri bir hale getirsinler? Dünyadan adam
eksilecekse varsın zayıflardan eksilsin.
2. Herbert Spensır dahi Malton’un fikrini kabul ve teyit ediyor. Hayata
mukavemet için mecburi olan şeraiti haiz bulunmayan acizenin izale-i vücudu elzem
bir keyfiyettir. Bir heyet-i içtimaiye ancak bu hal ile daimi surette kendisini tasfiye
edebilir. Eğer bu müfit ve hayırlı kanun takdir edilmeyip de neticesi bilinmeden
budalaca birtakım muavenet ve tasdike kıyam edilecek olursa tembeller, bir iş
görmeyenler çalışanlara, gelecek nesillere bir benba-ı ıstırap hazırlamış olur. Bu
halde yalnız zaman-ı haldeki azap ve ıstırabı tahfife çalışarak istikbaldeki fenalığı
düşünmeyen bu budalaca merhamet ile fakir ve acize karşı hiç merhamt etmeden
gayet hodbinane davranmak arasında netice itibarıyla hiçbir fark zuhur etmez
demektir.
3. Diğer bazı hükema dahi muhtacine muavenet-i mecburiye usülünü cerh
için bunun tatbikatça tahdis eden mehaziri iraeye çalışıyorlar, diyorlar ki:
536
Eğer bir hükümet muhtacinin mazhar-ı muavenet olmaya hakları olduğunu
ilan ederse birçok erbab-ı ihtiyaç kendisinin medar-ı maişetlerini talep edeeklerdir.
Binaenaleyh ahaliden bir fukara vergisi almak lazım gelecektir. Bu halde muhtacin
yan gelip oturacaklar, başka taraflarda ameleye, erbab-ı mesaiye ihtiyaç var iken
yerlerinden bile kıpırdamayacaklardır. Nitekim Đngiltere’de böyle oluyor. Bundan
başka serseriliği men etme, çalışmanın mecburi olduğunu ilan eylemekte lüzum
görülecektir. 1848’de Fransa hükümeti devlet hesabına olmak üzere birtakım
fabrikalar açarak buralarda amele istihdamına başlamıştı. Hâlbuki bir hükümet hiçbir
zaman hakkıyla fabrikacılık, çiftçilik, tüccarlık edemeyeceğinden bu tecrübe elim
neticeler verdi. Binaenaleyh ‘çalışmak mecburidir’ diye ilan olununca iş bulamayan
amele hükümete müracaat edecek, hükümet de bilzarure kendisi fabrikalar açacak ve
1848’de Fransa’da görülen ahval yine zuhur edecektir.
Đşte muhtacine hiç muavenet edilmemesi için ileriye sürülen esbabın en
mühimleri bunlardır. Şimdi bunların nasıl ret ve cerh edildiğini görelim.
1. Evvela fukaraya verilen sadakanın – Maltos’un iddiası vechiyle – fiyat-ı
eşyayı tezyide sebep olabilmesi ihtimal haricindedir. Çünkü bu parayı insan
varidatından ayırır ve o miktarda bir mahrumiyete katlanır, hiçbir mazeret tevellüt
etmez. Hem şurası katiyen mertebe-i bedahete varmıştır ki insan bir vergi verince bu
mahrum olduğu para nispetinde sarfiyatını da tenkis eder. Binaenaleyh zenginlerden
bir fukara vergisi alınırsa fiyat-ı eşya terakki etmez, fenalık da tahdis edemez.
Saniyen Maltos’un tezayid-i nüfüs-ı beşer hakkındaki iddiası da sabit
değildir. Tecrübe bu tezayidin nispet-i hendesiye üzere vukua geldiğini gösteriyor.
Bundan dolayı tevehhüme meydan yoktur. Öyle olsa bile bir heyet-i içtimaiye için
tezayüd-i nüfusun lüzum-ı ehemmiyeti nasıl inkâr olunabilir?
2. Spensır’ın efkâr-ı birahmanesine karşı insanda hiss-i merhametin
galeyanından tutturularak cevap vermek kabil ise de hissiyat bir tarafa bırakılarak
tecrübe ve ilim dairesinde de bir faraziye-i zalimane ret ve cerh olunur:
Evvela bir adam hakkında iş görmez, bir şeye yaramaz, tembel diye katiyen
hüküm olunabilir mi? fakirlik gayr-ı kabil-i tashih, gayr-ı kabil-i imha bir ayıp, bir
537
kusur mudur? Muhtacine muavenetten maksat birtakım cihetleri meydana
çıkarmayacak, çalışmayacak hale getiren mevaniyi izale etmek değil midir? Pek çok
defalar görülmüştür ki mahalline ve ehline musarrıf olan bir muavenet o zavallıya
cesaret, kuvvet ve faaliyet verir. Đşte bu adım muavenet fikri Herbırt Spensır gibi sırf
nokta-i nazarından muhakeme edilse bile yine şayan-ı kabul olamıyor.
Đkinci derecede Spensır’ın iddia ettiği gibi bid adamdaki acz ve noksanın da
veraset ile intikal etmesi sahih midir? Zayıf, cılız o boyun mutlaka zayıf, cılız çocuk
mu tevellüt eder? Bunun mutlaka böyle olacağı şimdiye kadar ispat edilememiştir.
Bilakisbirçok etbanın tetkikat-ı ahiresiyle sabit olmuştur ki emraz-ı ırsiyenin en
müthişlerinden addolunan verem, zannolunduğundan pek dun bir nispette intikal
ettiği gibi çocuklarda ırsi olarak mevcudiyeti muhtemel olan mikropları mahv için de
sağlam bir yerde yaşayarak kavaid-i hıfzı-sıhhaya riayet kifayet eyliyor. Vasıta-i
veraset ile sirayete en ziyade müstait olan verem hastalığı için böyle olunca emraz-ı
saire için de böyle olacağı ulviyetle sabit olur. Binaenaleyh heyet-i içtimaiye
bedbahtlara muavenet etmekle istikbal için mutlaka zayıf, cılız, hastalıklı bir nesil
hazırlamış olmaz. Herbırt Spensır’ın iddiası farz-ı mahal olarak sabit olsa bile yalnız
cismani maluliyetlere kabil tatbik olabilir. Hâlbuki bir heyet-i içtimaiyenin menfaati
kuvva-yı cismaniye ile beraber kuvva-yı akliye ve maneviyeyi de nazar-ı itibara
almaya bizi sevk eder. Sağlam fikir sağlam vücuttadır, cümlesi bir hakikat-i mutlaka
değildir. Fransız hükemasından meşhur Paskal gayet hastalıklı olmakla beraber bu
hasta vücutta bir fikr-i dâhiyane bulunuyordu. Bu bapta daha ne kadar misal tadat
olunabilir
Hüseyin Cahit
SF, Nu. 392, s. 28-30
538
4. SERVET-Đ FÜNUN ĐLE ĐLGĐLĐ YAZILAR
539
BADE’T-TERTĐP
-Đkdam Muhabiri Đzzetlü Ali Kemal Bey’e
Azizim Ali Kemal Bey,
Salı günki Đkdam’da “Cinayetlerim” unvanlı bir makale-i mufassala-i
mahkukanız münderiçti. Okudum. Mukaddimesinde hakkınızdaki tarizatın her
noktasına cevap vereceğinizden bahisle “mühacumlar”ınızı müdafaatınızın hitamını
beklemeye davet eyliyorsunuz. Ben size hücum edenlerden olmadığım bilakis
tarafınızdan hücum edilmiş olduğum için kendimi bu davetinizin daire-i şumülünden
hariç görerik şimdiden bir iki söz söyleyeceğim. Lütfen dinleyin!
Diyorsunuz ki ben, Ahmet Đhsan size bir mektup yazmışım. Bunda sizden
eser istemişim. Sonra siz, “Peki fakat para varmeli. ” Demişsiniz. Bunun üzerine
benden cevap alamamışsınız. Bade aramızda bir ikinci muhabere daha vuku bulmuş.
Bu aleyhinizde yazılmış bir makaleye şamil Servet-i Fünun nüshanın tarafınıza
verildiği üzerine vukua gelmiş. O zaman gönderdiğiniz kartpostal tarafımdan hukuk-ı
ahlaka muvaffak bir cevap verilmiş. siz yine yazmışsınız fakat bu sefer de cevap
alamamışsınız. Sonra Hüseyin Cahit Bey’in tarizi ortaya çıkmış… Bütün bunların
sebebi sizden badi heva yazı koparmak isteyip muvaffak olamayışım imiş. Böyle
değil mi azizim? Şimdi bendeniz söyleyeyim.
Hatırınızdadır ki siz Paris’e gitmeden çok evvel bugünkü naçiz Servet-i
Fünun’un orada bir muhabiri var idi. Bu muhabir Agâh Hasip Bey idi ki elyevm
Maliye Nezareti hukuk müşavirlerindendir. Agâh Hasip Bey biraderimiz, Servet-i
Fünun’a yazı yazmakla beraber, Osmanlı matbuatını ilk defa olmak üzere Paris’teki
matbuat-ı ecnebiye cemiyetine tanıtırdı. Gazetemizle o cemiyete dahil oldu. Orada
bir mevki ihrazına kesb-i muvaffakiyet etti. Đşte bu esnada zat-ı âliniz Paris’e vasıl
oldunuz. Bizimle ta mektep rahlelerinde başlamış olan hukukunuz Agah Bey’le de
derkâr idi. Orada görüştünüz. Agah Bey mezunen devam etmekte olduğu tahsili
ikmâl ederek üç sene saadete gelirken yerine Servet-i Fünun’a muhabir olmak
istediniz. Agah Bey buraya yazdı. Ben kabul ettim. O sizi kendine halef olarak
matbuat-ı ecnebiyede takdim ve tavsiye eyledi. Siz o zaman imzasız neşr-i makalat
540
ederdiniz. Yani Servet-i Fünun obahsettiğiniz hukuk-ı kadimeye binaen bilatereddüt
size dest-i muhalesetini uzatmıştı. Kolleksiyonumuza atf-ı nazar edince on ikinci
cildin 69, 119, 214, 277. Sayfalarındaki Paris mektuplarınızı okumak pek kolaydır.
Vatka ki beş altı ay evvel Paris’te her intişar eden matbuat salnamesini yani
tabir buyurduğunuz “Annuaire de la Presse”yi aldım. Bizim gazeteye ait sahifesinde
Paris muhabiri olarak yine sizi zikrettiğini görünce o sözün sene başında –kanun-ı
sanide olacak- ihza ettiğinizi beyan buyurduğunuz mektubu yazdım. Çünkü
salnamede Servet-i Fünun’a muhabir olarak ilan edildiğiniz halde gazeteye yazı
yazmayışınızı uzun bir müddet sükut edeceğinizi hem bu muhabirlik sıfatınıza, hem
o bahseydeğiniz eski arkadaşlığa menafi bulmuştum. Yoksa omektupla sizin
mateessüf göstermek istediğiniz gibi sizden ilk defa olarak yazı istememiştim. Değil
mi efendim, böyle olmadı mı?
Mektubumda romanımız bitiyor, Bize tavsiye eyleyecek Fransız romanı
biliyor musunuz, demem ise zannederim, gazetemizle siz de alakadarsınız, demek
yolunda pek sade bir cümleden ibarettir. Yoksa siz de bilirsiniz ki bugün biraz kitap
karıştırmayı bilen her adam için tercüme edilecek bir Fransız romanı bulmak o kadar
güç bir şey değildir.
Her ne ise bendeniz o mektubu yazdıktan sonra sizden tabii cevap bekledim.
Cevabınızda maktu bir maaş istiyor ve ecnebi memleketinde yaşmak için varidatını
muin surette artırmak arzu ettiğinizi anlatıyordunuz. (Şu tarifat-ı hususiyi matbuat
sahifelerine geçirmek istemezdim, istemem de; fakat teessüf ederim ki siz mecbur
ettiniz. )
Sizce de malum olduğu üzere Servet-i Fünun makale sahiplerine takdim
edeceği şeye öyle muin maaş suretinde vermeyip makale başına fakat zamanında
tediyeye gayret eder. Binaenaleyh teklifiniz idaremizin mutadına muhalif idi. Cevab-
ı ret vermemek için muhabereyi tazelemedim. Neticesi de böyle oldu. Lakin
gazetemi her zamanki gibi göndermeye devam ettim. Nitekim hâlâ da gönderiyorum.
üç dört ay evvel bir aralık vasıl olmayan birkaç nüshanın reddi o zamanki idare
memurumuzun hatasından ileri gelmiş idi. Bunu o eski mektubumda size de
yazmıştım. Emin olmalısınız ki gazeteyi gönderişim H. Nazım Bey’in Hüseyin Cahit
541
Bey’in makalat-ı tariziyesini göresiniz, okuyasınız diye değildir. Öyle şeyler benim
hayalime bile uğramaz.
Benim nazarımda matbuat mukaddestir. Ağraz-ı şahsiyeye alet edilmek layık
değildir. biz bu noktaya o kadar dikkat ediyoruzki hatta aleyhimizde yazılan şeylerin
bile pek çoğuna cevap vermeyiz. Ama siz diyeceksiniz ki gazetim size tarizi havi
olan bir makaleyi ne için neşretti? Bunun cevabı hazırdır. Neşredildi, çünkü o makale
ile gazetenin kendi muharrirlerinden biri müdafaa-i hukuk ediyordu. Đnkâr
edemezsiniz Ali Kemal Bey ki en evvel tarizata si başladınız ve lisan-ı tarizinizi
doğrudan doğruya Servet-i Fünun muharrirlerine çevirerek onlara “eciş bücüş” diye
söylemediğiniz kalmadı. “Mübahese-i Lisaniye” makalelerinizde hemen her defa bu
tarizleri tekrar ediyordunuz. Tecavüzde okadar ilerlediniz ki nihayet Cahit Bey
“Hikmet-i Bedayi”inde o satırları yazdı. Mesele-i intihali ortaya koydu ve bu
mübahese-i müessife başladı. Gazeteci sıfatıyla söylüyorum. Böyle şeylerle
ceridesinin sahifelerini doldurmak bir gazeteci için en müessif mecburiyetlerdendir.
Şunu da ilave edeyim: Ben burada Servet-i Fünun’a, Servet-i Fünun’u bir
meslek-i edebiyata ciddiyetperveranede günden güne terakki ettirmeye çalışan ve
muvaffak olan muharririn-i muktediremize dair yazdığınız o fena sözleri kâlâ
almayacağım. Gazetem hakkındaki sözlerinizi erbab-ı insafta ne dereceye kadar
hükm-i tesiri olabileceği şimdiye kadar söylenen o makale lakırdıların suret-i
telakkisiyle bilmukayese bizce malumdur. Ötesi umurumuzun haricindedir.
Hâsılı azizim, sanırım ki benim tarafımdan şimdiye kadar hukuk-ı müddet
hilafında bir hareket vuku bulmamıştır ve emin olunuzki bulamaz. Servet-i Fünun’un
muharrirlerinin pek çoğu edebiyatta birer mevki ve meslek sahibi oldukları için
onların hukukunu müdafaaya kalkışmak benim hem vazifemin hem hizmetimin
haricindedir. Sizden bad-ı heva yazı koparmak bahsine gelince –söylemisi ayıp ama-
gazetemizde neşrolunan mektuplarınız tevarih-i malumada takdim ettiğimiz naçiz
şeylerde nazarınızda ispat etmiş olsa gerektir ki biz –Mevla’ya şükürler olsun- zat-ı
alinizden ve hiç kimseden parasız makale isteyip neşreder yahut istenip neşredilen
makalelerin parasını vermez takımdan değiliz.
Ahmet Đhsan
SP, Nu. 381, s. 134-135
542
MAKALE-Đ MAHSUSA
ĐKĐ SÖZ DAHA (1)207
Servet-i Fünun’un 364 numaralı nüshasında ‘ Đki Söz’ unvanı tahtında bir
muhasebe-i ebediye ve 367 numaralı nüshasında ‘Đki Söz Daha’ unvanlı diğer bir
‘Musahebe-i Edebiye’ okudum. Đkincisi birincisinin mabadı idi. Bu da güya onlara
bir lahika olacak.
Sanat-ı şiire pek değersiz bir intisabım vardır. Mamafih şu aralık bizde pek
büyük pek aşikâr bir tarz-ı teceddüt-i elan ve gösterdiği asar-ı teceddütle haklı haksız
birçok tarize muahezeye uğrayan bu sanat-ı nefiseyi ben de şimdiki haliyle, bildiğim
kadar tasvir ve izah ederek o tarizat ve muahezata karşı durmak istedim.
Bütün sanayi-i nefisenin mevzuu güzellik dediğimiz şeyi zapt ve tasvirdir.
Güzellik nedir? Bunun hariçte bir vücudu var mıdır? Evvela buralarını anlayalım:
Malumdur ki biz hoşumuza giden bir şeye güzel deriz; fakat o güzel
dediğimiz şey bir zata sertlik, yumuşaklık, ağırlık, hafiflik gibi bir hassaya malik
olduğu için mi güzeldir, yoksa öyle bir hassaya malik değildir de biz mi onu öyle
görürüz?
Güzellik bir hassa olsa güzel cismin herkese güzel görünmesi, sair havas-ı
ecsam gibi onunda bilhisap takdiri lazım gelir; Hâlbuki güzellik için böyle bir
imtiyaz ve mikyas yoktur. Vakıan sanayi-i nefiseye ait bazı şürut ve kavait var;
ancak bu şürut ve kavait şayan-ı mütalaa olmakla beraber yalnız mevada, hududa,
şekle dairdir. Bir eser o mevaddan mürekkep olmak ve o eşkâl ve hudut dâhilinde
bulunmak ile güzel olmak lazım gelmez. Havas-ı eczam böyle değildir. Bir hassaya
malik olan cisim-i boy-ı hali o hassanın asarını gösterir ve öylece bilinir. Mesela sert
cisim mutlaka yumuşak cismi çizer; bunuda herkes biltecrübe anlayarak bir hüküm
verir. Şu izahattan tezahür eder ki güzellik bir hassa değildir. Hariçte vücudu da
yoktur Öyleyse güzellik nedir?
207 Bu makale-i edebiyenin ehemmiyet ve kıymetine binaen mabadlı olarak dercini tecviz edemedik.
543
Suret-i umumiyede eşyadan birine bakılsa birçok cüzden mürekkep olduğu
görülür. Bu cüzler daima bir takım kuvva-yı muessirenin taht-ı tesirinde ittihat ve
terekküb ettiklerinden münferiden haiz olmadıkları bazı eşkâl ve havası iktisab
ettikleri gibi heyet-i umumiyelerinden o ittihat ve terekkübe mahsus bir mani dahi
tayeran eder ki buna ahenk denir. Uzviyet-i beşeriye eşkâlin, elvanın esvat ve
harekâtın herhangi bir suret-i ittihadından müteessir olacak surette teşekkül etmiş
olduğu için, nazar-ı dikkatine tesadüf eden şeyden tayeran eden aheng-i inbisatını
mucep olursa o şeyi güzel, istikrahını icap ederse çirkin bulunur. Binaenaleyh
güzellik bizde, bizim ruhumuzdadır.
Basit bir misal irat edeyim: Şaşaa-i letafatiyle gözümüze çarpan bir yakut
parçası bilkimya bir ‘alumin’dir. Lakin o büyüklükte adi alumin parçası o şaşaayı
göstermez; Yakuta o hali, o manayı veren alumin zerrelerinin suret-i ittihadı ve o
suret-i ittihadın elvan-ı sebadan kırmızı rengi aksettirebilmek kabiliyetidir. Fakat
yakutu güzel bulan yine biziz. Onun şu hissimize alet olmaktan başka meziyeti
yoktur. Bu fikri daha açık bir misal ile biraz daha izah edeyim:
Bir gurup tasavvur ediniz. Güneş bütün azametiyle görenin başka tarafları
tenvir etmek üzere ufaktan aşağı iniyor. Son şuaları öteye beriye top top dağılmış,
kara, beyaz bir takım küçüklü büyüklü bulutlara münakis olmuş. Öyle bir manzara
vücuda getirmiş ki bakmakla doyamıyorsunuz. Bütün ruhunuzla ’Ne kadar güzel!’
dediğimiz halde, bu mediha-i takdir ile bir türlü iktifa edemeyerek, tekmil kâinatın
sizinle hem ahenk sitayiş olmasını ister gibi etrafınıza bakınıyorsunuz. Bu esnada
gözünüze yan taraftaki karlı dağlar tesadüf ediyor. O son şuaların burada daha başka
bir menazir husule getirdiğini görüyorsunuz. Beyaz bir zemin üzerine birkaç türlü
koyulu açıklı renkler yayılmış. Sırtları da mail ve derin birer şehrah-i nuraniye
dönmüş… Gaşi oluyorsunuz. Bir müddet sonra güneş gurup ediyor. Ne önünüzdeki
ne de yan taraftaki menazırdan hiçbir eser kalmıyor. Şimdi bu hiçbir eseri kalmayan
güzellik elbette hariçte değil, ruhunuzdadır. Burada bulutlar, karlar güneşin son
şualarıyla muvakkaten türlü türlü ahenklere munbi tayeran olmuş birer levhadan
ibarettir. Onu güzel bulan sizsiniz. Binaenaleyh ‘güzellik eşya veya menazırdaki
ahengin ani ve derhal galip bir surette, ruhumuzu kamaştırmasıdır’. Bu izahata göre
544
güzellik bir eser kendisinde bir ruhtan nişane olan eserdir ki bu da o eserin heyet-i
mecmuasından tayeran eden ahenk ile tecelli eder.
‘Sanat-ı faaliyet-i akliyenin tezahuran-ı gariziyesinden biridir ki eşyâ-yı
muhtelifeye intibak ederek mütevaliyen bütün huruf ve sanayi, bütün ulum u ibda
etmiştir.
Sanat bittabi taklit ile başlamıştır. Fakat taklit, bidayette bile, kifayet
etmemiştir. Bugün ezmine-i kadimeden kalan, az çok kaba bir surette taklit edilmiş
birtakım hayvan resimleri arasında bilezikli gerdanlıklar ve müzeyyinat-ı saire
görülür ki bunlar suret-i ihtira bize insanların, ilk günlerde bile sarf-ı şahsi ve iradi
bazı eşkal-i hayaliye ile uğraştıklarını irae eder.
“Sanat-ı faaliyet-i akliyenin tezahuran-ı garıziyesinden biri olmasına göre
melekat-ı akliye terakki ettikçe sanatın dahi terakkisi tabiidir. Bu terakki, bir
kabiliyet-i müdafaadan neşet eder ki o da tahlil ile tamimdir. Đnsan halıl sayesinde
eşya ve vakayıın ihtilatından mütevellit karanlıkları izale ile üzeri teşri ederek
müferridane hülul eder. Her cismin bünye-i asliyesini hisse-i tevhit veya tefrik eden
şebahit veya farkları tayin etmek için ne gibi ameliyat icra ederse o da efkâra aynı
ameliyatla icra eder. Bu suretle vakayı ve efkârı anasır-ı asliyesine irca edince o
anasırı tasnif ederek, tabiat-ı fikriyesine has olan tarzlara göre onlardan yeni bir
‘müctemia’ bina eder ki bu müctemialarda tesadüf yerine intizam ve ihtilat yerine
besatat-ı kaim olur. Đşte ilim bunlardan ibarettir.
“Tahlil ve tamimden tevellüt eden bu ilim bilzarure mutehavvil ve
müterakkidir; tahlil-i tamime yeni unsurlar tedarik ettikçe bu unsurlar evvelce
destires olunan neticelere inzimam ederek o neticelerin birini tebdil ve aralarındaki
münasebeti tadil eder; hatta bazı kere o neticeleri herc-i merc edip yeni ve
mertebeten daha âli birtakım tamimleri icap eder ki bu, o zamana kadar meri olan
efkâr ile taarruz ederek mazinin efkâr ve malumatına şiddetle merbut olan esnaf-ı
halkın mukavemeti sebebiyle türlü türlü tehavvülüne sebep olur. ”
Şimdi bazı tetkikata girişelim. Sanat, faaliyet-i akliyenin tezahürat-ı
gariziyesinden biridir, demiştik. Đnsanlar, her şeyi bir kayıt ve nizam altında almaya
545
fıtraten mecbur oldukları cihetle, bu tezahüratı da en mükemmel eserlerine bakarak
bir kayıt ve nizama rabt etmek hevesine düşmüşlerdir. Hâlbuki kayıt ve nizama dâhil
olacak şeyler yalnız eşyâ-yı maddiye olduğunu unutmuşlardır. Mesela bir çehredeki
çizgileri kâmilen zabt etmek ve o çizgileri çehreye verilecek hale göre kopartmak,
gizlemek, türlü türlü şekillere koymak bir kayıt altına alınır; fakat bir hazin çehre
bütün o kayuda tamamıyla riayet edilerek yapılmış olduğu halde yine hiçbir tesir
hâsıl etmeyebilir. Müsellimdir ki fotoğrafı eşyayı en ziyade sıhhatle tersim eder;
binaenaleyh bir yerin veya bir şahsın fotoğrafıyla alınmış resmi en mükemmel ve
bütün şurut ve kavaide tamamıyla mutabık bir eser olmak lazım gelir. Hâlbuki aynı
mevzuun bir sahib-i sanat tarafından yapılmış tasviriyle fotoğrafisi beyninde ne
kadar fark vardır. Bu fark sırf o sahib-i sanatın şahsiyetinden naşidir. Şimdi bu
şahsiyet -ki sırf fıtrata aittir- nasıl bir kayıt altına alınabilir. Ve farz-ı muhal olarak
alınsa insanın fotoğraf makinesinden ne farkı olur ve yapacağı şeylerin ne meziyeti
bulunur? Mesela geçenlerde “Servet-i Fünun”da üstad-ı muhteremin bir tablo
tasvirini okutmuştuk. Sonra tablonun fotoğrafını da gördük. O fotoğrafı, bahadır bir
askeri musavver olmakla beraber üstad-ı muhteremin nakabil taklit bir belagatle
tebliğ ettiği hissiyat-i asilane ve sanatşinasaneye mevzu olabilmekten ne kadar
uzaktı. Muhakkaktır ki üstad-ı kereme o hissiyatı ilga eden, ressamın asıl tabloda
mütecelli olan şahsiyeti idi; fotoğrafı ise o tablonun ne kadar sönük bir aksidir.
Resim hakkındaki şu mütalaa şâir sanayi-i nefiseye de tamamıyla kabil-i
tatbiktir. Binaenaleyh bu sanayide kullanılan mevadın suret-i istimaline dair bazı
şerait ve kavait vaz olunabilirse de bunlar ile ifade olunacak meani için numuneler,
terkipler, kalıplar vaz olunamaz ve bir musikâra, bir şâire, bir heykeltıraşa, bir
ressama: ”Sen şu hissi, şu fikri beyan için mutlaka bu perdeleri, bu nameleri, bu
terkipleri, bu teşbihleri, bu çizgileri, bu çıkıntıları, bu renkleri, bu koyulukları, bu
açıklıkları kabul edeceksin. ” denemez. Vakıa Fransa’da bile sanayi-i nefise
akademisi bütün erbab-ı sanata: “Sanat Yunanistan’da ve intibah-ı maarif zamanında
Đtalya’da olduğu kadar nerede parlak olmuştur? O halde bu iki mümtaz kavmin
bedayi-i asarından daha güzel modeller nerede bulunabilir? Birçok zaman evvel
bulunmuş olan bir şeyi aramak için birtakım mücahedat-ı şahsiye ile niçin
yorulmalıdır? Şimdiye kadar kimsenin nufuz edemediği bu erbab-ı deha tarafından
546
vücuda getirilen asarı mütalaa ediniz. Onların bütün esrarına nüfuz edince, siz de,
tabınız müsait ise, kendi kanatlarınızla uçarak bir takım bedialar vücuda getirisiniz!”
diyor. Fakat hata ediyor. Düşünmüyor ki o bedaiyi vücuda getirenler sırf kendi
şahsiyetlerine tabiiyet etmişlerdir. Evvela şahsiyet kabil-i intikal midir ki erbab-ı
sanata onları taklit etmeyi tavsiye edelim?
Saniyen onlar yalnız şahsiyetlerine tabitatıyla bu asarı vücuda getirmiş
oldukları halde şimdiki erbab-ı sanatı niçin takayyüt edelim? Bunlara niçin
şahsiyetlerini vermeyelim? “Đşte size bir mevzu, bunu istediğiniz gibi yapın. ”
diyelim de mutlaka eski bir mevzu vererek ve önlerine bir de model koyarak “Bu
mevzuyu bu modele benzetmeye çalışın!” diyelim? Vücuda getirdikleri eseri de o
modele benzeyip benzememesine göre takdir edelim? Bunlar insan, bir feyz-i tabiata
malik insan değil mi? Bir sanatkâr kendi hissiyatını ifade ve tebliğ için başka birinin
ihtiyar ettiği tarz-ı beyan ve tasviri takip etmeye neden mecbur olsun? Bir de,
dünyada kudemâ-yı sanatkâranenin intihap ettiği mevzulardan başka mevzu kalmadı
mı? Yoksa “Fıtrat bütün kemalini o erbab-ı dehada gösterdi. Bundan sonra öyle
adamlar yetişmez!” mi denecek? Birbiriyle böyle bir itirazı müstebit görmekle
beraber, gaye-i hilkate mübayen olacağını ve ulüm ve maarifi terakki ettikçe fikr-i
tahlil ilerleyerek evvelce nazar-ı dikkate çarpmayan birçok meziyetin, birçok sırrın
inkişaf ve incilasıyla tesirat-ı ruhiyeye ne derece inbisat geleceğini ve ibaret ve eşkâl-
i sanayinin de o tesiratı zabt-ı ve edaya kifayet edemeyerek o inbisat-ı nispetinde
teceddüt ve tekemmüle muhtaç olacağını zikretmeden kendini alamam.
Đşte şu aralık âlem-i edebiyatımızda görülen ihtilafat bence hala bitip
tükenmeyen hep öyle bir heves-i tahakkümün ve tahakküme karşı gelen fikr-i
terakkinin müsademesinden münbahistir. Gerek bu fikr-i terakki ve gerek o heves-i
tahakküm tabii olduğundan üdebâ-yı cedide uğradıkları hücumattan asla müteessir
değildirler. Yalnız bu hücumatın nevi ve şekli edep haricinde olduğu için hilaf–ı edep
olan her hareket gibi bunlardan da yine edep namına sayılmak tabiidir. Bazı zevat-ı
edebiyatımızın şimdiki halini bir “Dekadans” yani inhitat hali olmak üzere telakki
ediyorlar. Hâlbuki biz o itibar ile hiç “Dekadan” değiliz. Vakıa edebiyatımız bir
Dekadanlık devresi geçirmiştir, fakat şimdi değil… Şunu her vakit iddia ederim ki
547
zekâ-yı millimiz, her şeyde olduğu gibi, bu tahavvül-i edebide dahi hiçbir yerde misli
görülmeyen bir süratle, az zaman içerisinde kendisine tesahip etti ve kim ne derse
desin, kendine -muterizlerinin bile hayret ve takdirini calib- bir meslek-i nevin tayin
eyledi.
Bu bahiste ilerlemeden evvel ”Dekadans” ne demek olduğunu anlamak için
Avrupa hükemâ-yı üdebasından bir zatı dinleyelim:
“Sanat, ilme’r–ruh nokta-i nazarından mütalaa olunursa, sur-i telakkiye
eşyanın bir ifade-i samimesidir ki bu sur-ı telakki mantıken, uruk-ı muhtelifeyi taht-ı
inkıyadına olan müessirat-i ahlakiye ve maddiye ile bu urukun bizzat haiz olduğu
kabiliyyat ve temayülat-ı asliye ve kesbiyenin ittihadından neşet eder. Sanat bu
ihtilattan tevellüt eden hissiyatın bir tercümesi, -akvamın hakikat-ı maddiye-i eşyaya
veya temayülat ve adât-ı ırka mağlup olmasına göre- az çok hurufi veya az çok
hayali bir tercümesidir. Fakat bu halitaların miktar-ı ihtilatı ne olursa olsun onlarda
hakikat ve şahsiyet denilen iki unsur-ı ibtidai daima mevcuttur. Hâsılı her sanatın bir
sebep-i vücudu olduğu gibi inhitatın da bir sebebi vardır.
“Bir sanat ne vakit milli olmaktan, yani bir kavmin veya ırkın bütün eşhasına
şamil olmaktan münkati olur? Bir millette asar-ı azime-i sanayienin vasf-ı
mümeyyiz-i hâkimi, ve tevarisi inhitat-ı sanatın alamet-i bahiresi olan umumiyet-i
zevk, ne vakit tevari eder? Ne vakit, sanat hissiyat-ı umumiyenin tabir-i sadık ve
gariziyesi olmaktan münkati olur, ne vakit herkesin ve la-akıl ekseriyet-i azimenin
tesir-i müşterekini, teheyyüc-i sahihini doğrudan doğruya tercüme edecek yerde
vesaiti fail ve hareketi tahlil etmeye başlar ve bu vesaiti gaye-i mesai ittihaz ederek
asl-ı sanat olan sadıkiyyet ve gariziyet-i teheyücü nazardan kaybederse...
“Bu inhitat, uruk-ı aliyeye mensup olan bir şahsa aynı menazır karşısında
müddet-i meddiyede tevakkufu men eden kanun sebebiyle kat’i-el vukudur.
Bilzarure bir vakit gelir ki bir meziyet ve bir sanat ilham eden efkâr ve hissiyat bütün
mevad-ı nafiasını bütün netayic-i müsemmeresini sarf ve istihlak eder ve hatta fikir
tahrik ettiği cihet-i saikasıyla asar-ı salifeyi taklit ve tekrara mahkûm olur. Bu halde
taklit ve tekrar olunan yalnız efkâr ve hissiyat-ı salife olmaz… O efkâr ve hissiyatın
548
tabiri, şekl-i beyanı bugün boş ve cansız olan şekl-i beyanı bile taklit ve tekrar
olunur. Fakat yalnız taklidin fikre hiçbir lütfu olmadığından bundan pek çabuk
bıkılır. Đhtisası tecdit için tabir-i cebr olunur ve onun derecat-ı ifratı, imkânın son
hadlerine kadar mantıken takip edilir. Bütün bütün yoldan çıkmış olan heves-i şahsi,
azade bir meslek ittihaz eder. Sanat yalnız âmâ-yı bahta duçar etmek ve
mufassallarının ilelsıddıkıyetine herkesi hayran bırakmaktan başka bir şey
düşünmeyen cambazların hareket-i kıymet ve derecesinde bir mümarise olur.
“Bu halde ama gayr-i müsavi iki kısma ayılır: Bir kısmı sanayi-i nefise
meraklılarına kendilerini bir zümre-i mümtazeden addederek bu mümarisatta erbab-ı
nezakete mahsus bir has-ı hususi buluyor gibi görünmek isterler; diğerleri, yani
ahalinin yüzde doksan dokuzu, bu inceliklerden bir şey anlamadıkları cihetle sanatla
asla uğraşmayarak onu tarik-i tevaris üzerinde bırakırlar ve garaib-i masammesiyle
nazar-ı dikkati celp için icra ettiği bütün mücahidata hiç ehemmiyet vermezler. Bu
şurut içinde o bitmiş maden ocağında birkaç altın parası daha keşfedecek kadar
mahir veyahut zamanlarına nispetle şiirin sanayi-i cedidesinde seçebilecek derecede
mütekkaddim birkaç sanatkâra tesadüf ederse, onlar da bunlar da iğlab-ı ihtimal ile
lakayd-ı umumi arasında görülmeden geçerler.
“Bütün bu hal kat’el-vukudur. Binaenaleyh ondan ne şikâyete ve ne de –
bahusus- tehayyüre mahal yoktur. Fakat uruk-ı müterekkiyeyi efkâr ve hissiyatını sırf
ve istilaka, onları yeni birtakım efkâr ve hissiyat ile lâyenkati tashih ve ikmal için
sarf ve istihlakı eden bu mahkûm eden bu kanunun -netice-i mantıkiye-i tatbiki
olarak- geçen medeniyetlerden sonra yeni medeniyetler husule getirmesi ve aynı
sebepten dolayı bu yeni medeniyetlere mahsus yeni sanatlar tevlit etmesi icap ederdi.
Eğer meyelan-ı terakkinin yanında onunla uğraşan ve onu şiddet ve tehakkümle
ekseriya ezen taban tabana zıt diğer bir meyelan olmasa bu böyle de olurdu. Bir
kavimde bazıları taharri-i âli için ileriye doğru atladıkları sırada, diğerleri terbiye,
menfaat, itiyat kisl-i fikri, havf-ı meçhul gibi sevaik ile her yeni şeyi ret ederler.
“Bu halde hüküm ve nüfuz, az çok bir zaman için, bilzarure medeniyet-i
salifeyi ikame edenlerin elinde bulunur. Bunlar cemiyetin bütün teşkilatına istinat
eylerler. Fazla olarak -adliye ıstılahında “emsal ve sevayık“ tesmiye olunan- vakayığ
549
onların tarafındadır. Biz yeniler ise iptida müphem, nakıs ve herhalde teyid-i
tecrübeden mahrum emellerden başka bir şey dermeyan edemezler. Mazinin bais-i
şeref ve şanı olan itiyadat-ı fikriyeye karşı nazari bir istikbalin az çok meşkûk-ı
lemalarından başka bir şey meydana koymazlar. Binaenaleyh kendilerini heyet-i
içtimaiyede mütecessis, sabit ne varsa hepsinin mukavemetini çarpmaya mahkûm
olurlar. ”
Şimdi bu mütalaat-ı umumiyeyi, edebiyat-ı Osmaniyeye tatbik edelim.
Devlet-i Osmaniye iptidai teşekkülünde, din ve mevki saikalarıyla Arap ve
Acem’le ihtilat etmişti. Osmanlıların kavmiyet itibariyle elbette bir medeniyeti var
idiyse de sıfat-ı kaşifesi cengâverlik olduğu gibi medeniyet-i kavmiyesi de huzuzat-ı
maneviyesini istifa edecek derecede değildi. Binaenaleyh bir medeniyete yani ulum
a, sanayie ihtiyacı vardı. Arap ve Acem’le ihtilatımızdan dolayı iki medeniyetin,
Arap ve Acem medeniyetinin taht–ı tesirinde bulunuyorduk. Münasebet-i
beynelmilelin suret-i cereyanından müstenbit bir kanuna tevfiken bilnispe âli olan o
iki medeniyetin, bizim medeniyet-i kavmiyemize galebe ile takriri tabii idi. Öyle de
oldu. Fakat ne Arap medeniyeti, ne de Acem medeniyeti tamamıyla tekerür etmedi
ve edemezdi. Zira o zaman ulum -ı Arap’da ve sanayi-i Acem’de müterakki olduğu
gibi bizim de kendimize mahsus kabiliyet ve temayülatımız vardı. Hususiyle bi-
hasbi’d-din-i Arabî ile tevekkül ediyorduk. Binaenaleyh yine öyle bir kanuna ve
hassaten bu meşguliyet-i diniyeye tevfiken Arap medeniyetinden ulum u, Acem
medeniyetinden sanayiyi aldık. Vakıa ara sıra sanayi-i Arab’a da müracaat ettik;
fakat o sanayi, kabiliyet ve temeyülat-ı ırkiyemize mülayim olmadığı için mümkün
değil içimizde kararlaşmadı.
Bahsimiz sanayiye müteallik olduğundan ulum hakkında basit mütalaaya
kalkışmayacağımız gibi, sanayiden de mevzu itibariyle yalnız sanat-ı edebiyatı kâle
alacağız
Acem sanat-ı edebiyesi bizde hak galebesini temin edince evvela kavaidiyle,
sonra bütün hurafatıyla, bütün hayalanıyla efkârımızı istila etmeye başladı. Bir
zaman geldi ki yazdığımız şeyler sırf Acemâne oldu, sırf Farisi oldu. Bazı devirlerde
550
mübaligatımız, hayalatımız Acemleri bile gölgede bıraktı. Nihayet anlaşılmaz,
çekilmez şeyler vücuda geldi. Her eseri zamanına göre takdir etmek lazım
geleceğinden -hiçbir şey anlaşılmayanları müstesna olmak şartıyla- bu eserler zaman
inşadlarına o zamanın müessirat-ı ahlakiye ve hükmiyesine o zamanın temayülatına
göre güzel şeylerdi. Bu eserlerden bazısı zamanımızda bile makbul ve merguptur;
çünkü onlarda edvâr-ı maziyeye mensup olmakla beraber, bir sadıkıyet, bir aziziyet
ve’lhâsıl bir şahsiyet vardır ki bizim ruh-ı milletimizle her zaman hemahenktir.
Fuzuli’nin, Baki’nin, Şeyh Galip’in, Nefi’nin, Nedim’in asarı gibi…
Fakat ekseriyet taklide o kadar malup idi ki yazdıkları şeylerde hiç sadıkıyet
ve gariziyet yoktu ve bütün sa’y ve gayretleri mevat ve vesait-i inşadın suret-i
istimaline münhasırdı. Şimdi zikrettiğim şuaradan başka gelip geçen kudemâ-yı
şuaranın asarı gibi…
Bundan otuz sene evvel üdebamızdan birkaçı Fransızca tahsil etmişti. O
lisanda yazılan asarın suhulet-i beyanını, o suhulet-i beyan içinde şaşaalı olan letafet
ve uzubeti görünce lisanımızın ifade-i meramda ne kadar nakıs olduğunu anladılar.
Elsine-i garibede, bahusus Fransızcada gördükleri bu faydayı lisanımıza da
nakletmek istediler. Bir velvedir koptu. Kudemâ-yı üdeba bu ediplerin tarz-ı
beyanıyla eğlenmeye, ”Bu şiveler lisan-ı edibe sığar mı?” demeye başladılar. Sonra
onlar basit şeyler yazmakla beraber kudemadan daha muğlâk eserler vücuda
getirebileceklerini ve mamafih mahareti yine lafızdan ziyade manada aradıklarını
ispat edince berikiler şaştılar ve bilzarure sustular. Galiba üdebâ-yı cedidede,
bahusus edebiyat-ı cedidenin, misal-i müşahhası olan bir zat da kaldı. Birkaç sene
sonra idi ki Edebiyat-ı Cedide’nin kemaliyle tesisi ve erbab-ı su-i tefhime karşı
ilelebet temin musavveniyeti için bütün esaslarına müteallik tarifat “Talim-i
Edebiyat” ile tedvin olundu. Đşte o zaman edebiyat-ı atike gayretkeşleri edebiyat-ı
cedidenin bütün hudut ve eşkâliyle meydana çıktığını görünce şaşırdılar ve olanca
kuvvetleriyle taarruza başladılar. Bu tarihten birkaç sene evvel şiirde bir sahib-i deha
zuhur ederek nesirde vücuda gelen teceddütten daha parlak bir eser-i teceddüt
göstermişti. O zaman da yetişen erbab-ı kalemin bir kısmı bu iki dehanın nesren ve
nazman vücuda getirdikleri asara birer menba-i ilham gibi neseb-i nazar-ı hasret
551
ederek “Talim-i Edebiyat”ın tarif ve tebeyyün ettiği edebiyat-ı sahiha dairesinde yazı
yazmaya koyuldular. Bir kısmı yine edebiyat-ı atike taraftarlarının gayretini
görmekle meşgul kaldı. O sırada bir gazete edebiyat münekkitliğini deruhte etti.
Vakıa tenkide pek ziyade lüzum vardı.
Edebiyat-ı atikenin bin türlü kuyudu altında zebun kalan efkâr şimdi önünde
istediği gibi söz söylemeye müsait bir meslek görünce birden bire taştı; o kadar taştı
ki gazetelerde yazılan şeyler bütün manzumelerden ibaret oldu. Bu devir bazılarına
göre, edebiyat-ı sahihanın takriri için pek müsait bir zaman idi. Çünkü bütün milletin
kabiliyeti şiiriyesi hal-i heyecanda idi. Fakat bizce zaman-ı tekerrür henüz hulul
etmemiş, zira edebiyat-ı atikeden kurtulalı pek az vakit geçmiş idi. Hiçbir yerde bu
kadar az bir vakit zarfında yeni bir edebiyat vücuda gelememiştir. Bahusus tekerrür
için heyecan değil itidal lazım idi ki o da mevkut idi.
Bu devirde edebiyat-ı cedide dairesinde yazı yazmaya heveslenenler vücuda
getirdikleri eserlerde bazı yeni yeni fikirler dermeyan ediyor, hislerini bir dereceye
kadar başka yolda tebliğ edebiliyorlardı. Görülen yenilikler hemen bize, yani
Türklere has olmaz üzere günden güne terakki eden efkâr ve malumat ile mütecelli
birer lema-i sanat ileride bütün hudut ve hududuyla tekerrür edecek medeniyet-i
Osmaniyemizin her gün birer suret-i karar bularak tesis ettikçe hemen kendisiyle
beraber icat ettiği birer lema-i sanat idi. Edebiyat-ı atikeden, edebiyat-ı atıke
mevzularından yüz çeviren efkâr şimdi pek tabii bir meyelan ile havadis-i tabiiyyeyi
mevzu ittihaz etmişti. Binaenaleyh yazılan şeyler hemen tulu ile gurup, bahar ile
hazan manzumelerinden ibaret idi. Bu zaruri idi; çünkü o zaman heveskaran-ı
tahririn malumat-ı müstahsilesi yalnız eşya-yı hariciyeyi, eşya-yı hariciyenin
zevahirini görmeye kâfi idi. Onun için eserlerde tasvir-i zevahirden ibaret oluyordu.
Henüz ruhları o eşyanın mahiyetine nüfuz ederek her birini layıkıyla görecek
kabiliyeti ihraz etmemişti fikrimce o zamanda husule gelen asara ”asar-ı suriye veya
şekliye“ demek pek münasip olurdu.
Bir zaman geldi ki gurup, tulu manzumeleri artık sıkıntı verdi; o vakit fıkdan-
ı mevadan dolayı harekât-ı edebiyeye bir durgunluk ârız oldu; sonra yavaş yavaş
geriye döndü, yine ortaya edebiyat-ı atikenin artık pek müptezel efkâr-ı
552
edebiyesinden mürekkep eserler atılmaya başlandı. Edebiyat-ı cedide müntesipleri
bunları yazmaktan imtina ediyor, fakat yazacak şey bulamıyor, sevk-i zaman ile biraz
gençleşen ihtiyarlar yine ihtiyarlıklarını ele alarak eski vadilerde yazıyorlardı.
Birtakım gençler de mahdudiyet-i malumat sebebiyle birkaç kelimeyi bir araya
getirmekten ve birtakım efkâr-ı hayideyi tekrardan ibaret olan meslekte bunları taklit
ediyorlardı. Bu görevde lafız ile terkip ile uğraşmış manaya, fikre, hisse bakmamıştı.
Edebiyat-ı sahihaya ve ulum -ı hazıraya vakıf olamadığı cihetle bunlara
bakmamaktan bence mazur idi. Hâlbuki yalnız lafız ve terkip hatalarıyla uğraşmak
kâfi değildi. Yazılan eserlerde hemen umumiyetle, yeni bir şekle girmiş eski efkâr ve
hissiyattan başka bir şey görülmez olmuştu. Bir gazel, bir manzume lafzan salim ve
şeklen matbu oluyor; fakat yine hep o eski efkâr ve hissiyat ile mümteni
bulunuyordu. Asar-ı münteşire evvelce söylenmiş sözleri tekrardan, şuarâ-yı salifeye
taklitten ibaret idi. Hatta bu eski fikirler ekseriya en eski terkiplerle veyahut
kıymeten onlardan aşağı olmakla beraber yine eski kelimelerden mürekkep daha
tumturaklı terkiplerle ifade olunuyordu. Velhâsıl edebiyatın yalnız mevcut ve
vesaitiyle iştigal ediyorlardı. Vakıa ötede o dehâ-yı şiir ile “Talim-i Edebiyat”
müelif-i muhteremi cuş ve huruşa gelen bu temayülatı birtakım efkâr ve hissiyat-ı
cedide ile telif etmeye çalışıyorlardı; fakat asıl esas-ı sadıkıyyet ve gariziyet olan
edebiyat-ı sahihanın tecelli ve tekriri için henüz mesai-i masrufenin hakkıyla
semeresi görülemiyordu. Avrupa’daki sanayii, Avrupa medeniyeti, Avrupa
medeniyeti de ulum ve marifet vücuda getirmişti. Bizde de ne vakit -i terakki ve
tekerrür ederse ancak o vakit yeni bir sanat vücut bulabilirdi. Nihayet bu zaman üç
sene evvel hülul etti: Ayın Nadir, H. Nazım, Halit Ziya, Cenap Şehabettin, Tevfik
Fikret gibi birkaç edip yetişti. Bunlar asar-ı garbiyeyi mütalaa ettiler. Medeniyet-i
garbiyeyi ihdas eden efkâr ve hissiyata vakıf oldular. Tahsil ettikleri ulum ve fünün
onlara da bir takım efkâr ve hissiyat-ı ilga etti. Đşte bu efkâr ve hissiyat ile yeni
“Edebiyat-ı Cedide“ denilen edebiyat vücuda geldi.
Otuz sene önce başlayan o teceddüd-i edebî nesirde, şiirde bir takım bedialar
ibda etmişti. Fakat dikkat olunsa bütün bu bedialarda en ziyade olan hayal idi. Asar-ı
hissiyeye pek az tesadüf olunurdu yahut o asâr o kadar ulvi idi ki hissi bile olsa bize
yine hayali görünüyordu. Çünkü ruhumuz o dehaları tayeran ettikleri âlem-i belayı
553
şiir ve hikmette takip edemiyordu. Binaenaleyh bu asar efkârımızı hayalatımızı
fevkalade tasfiye ve tenziye etmekle beraber bize hayret vermekten başka bir faydayı
mintac olamıyor, efkâr-ı mütteehireye tutacak bir yol gösteremiyordu. “Talim-i
Edebiyat” tedvin olununca herkes şiir-i sahihin ne demek olduğunu biraz anladı; o iki
dâhinin ve “Talim-i Edebiyat”ın himmet ve talimiyle edebiyat-ı atike ta esasından
sarsıldı. Bu zaman işte biraz evvel tasvir ettiğim devirdir ve bizim edebiyatımızda
Dekadans varsa o devirdedir. Đnhitata düşen efkâr, arasıra kendisine sahip olmak
istiyordu; fakat tesahib-i nefis için lazım olan kudret-i ilmiye mevkut olduğu cihetle
yine düşüyordu. Binaenaleyh bu devrin asarı -istadlarınkiler istisna edilince-
ekseriyetle taklit ve tekrara mahkûm olduğu gibi yeni olarak yazılan şeyler de yalnız
sathiyata ait oldu. Nihayet devr-i inhitat bitti. Aradan beş sene kadar bir müddet de
geçti. Bu esnada mütalaa ve tetkik ile uğraşılıyordu. Avrupa’da terakki-yi ilim ve
marifetle pek ziyade ilerleyen fikr-i tahlil bizde de hâsıl oldu. Her gördüğümüz şeyi
malumatımıza istinat ederek bir nazar-ı ilmi ile tetkike başladık. Bu münasebetle
kabiliyet-i ruhiyemiz kesb-i mümarese etti. Artık her şeyi -rehber-i mütalaatımız
daima ilim olmak üzere- kendi ruhumuzla görmek istedik. Đşte şimdi ”yeni edebiyat-ı
cedide” denilen edebiyatı bu temayül husule getirmiştir ki esası asl-ı sanat olan
sadıkıyet ve gariziyettir.
***
Edebiyat-ı hazıraya itiraz edenler üç sınıfa ayrılar ki birinci sınıfı edebiyat-ı
atike müstahlifleri, ikinci sınıfı devr-i ithitat bekayası, üçüncü sınıfı da mütevassıtin
teşkil ederler. Đki evvelki sınıfta bulunanlar geçmiş bir zamana iddiâ-yı nispet
ettikleri cihetle sözlerinin hiçbir ehemmiyeti olamaz. Ancak mutavassıtin dediğimiz
zevat ki devr-i inhitat ile şimdi ki devri teceddüt arasında kalmak isteyenlerdir,
bunlara acımamak ve edebiyat-ı hazıraya ettikleri hücumattan dolayı teessüf
etmemek elimden gelmez. Mutavassıtin evvela üdebâ-yı hazıra tarafından istimal
olunan bazı sıfata, bazı terakibe ilişiyorlar. Bunlara garabet isnat ederek
muharrirlerini hırpalıyorlar. Düşünmüyorlar ki o sıfatı, o terkibi vücuda getiren yeni
bir fikri, yeni bir hissi, yeni bir hayali, eski bir sıfat ile eski bir terkip ile eda etmek
gayr-ı kâbildir. Faraza “saat-i semenfam, nâ-yı zimert, şikestereng-i sefalet gibi
554
terkipler yerine o manaları ifade edebilecek başka ne terkipler yapılabilir? Burada
mesela “Saat-i semenfam ne demek, bu terkibe ne hacet vardı?” gibi bir sual iradı
muhtemeldir. Bence bu suale karşı bir şey dememelidir; çünkü o gibi terakibi icat
eden fikr-i edebiye henüz vakıf olmayanlar dermeyan edeceğiniz mütalaatı mümkün
değil anlamazlar.
Saniyen cümlelere, şive-i beyana itiraz ediyorlar: ”Bu yazılan şeyler hiç
Türkçe değil. ” diyorlar. Bende itiraf ederim ki edebiyat-ı cedide müntesipleri
içerisinde sakat, garip cümleler yapanlar var; fakat onlar o sakat, o garip cümleler
arasında o kadar samimi, o kadar garizi bedialar ibraz ediyorlar ki insan hayran
oluyor. Tahminime göre o sakat, o garip cümleler henüz bizde söylenmeyen bazı
manaları beyan etmek yahut bazı efkâr-ı mevcudiyeyi yeni ve daha ciddi bir tarz ile
söylemek için bilzarure tabiatı ifadeyi haber etmelerinden neşet ediyor. Umarım ki
muterizler bu muharrirleri sarf ve nahiv kaidelerini bilmemekle itham etmezler, ne
hacet mebahis-i adiye için yazdıkları makalelerde öyle sakatlara gariplere tesadüf
olunuyor mu? Şu halde şive-i beyan efkâr ve hissiyat-ı cedide-i edebiyeyi bütün
nezaket ve nezahati, bütün teravet ve zerafetiyle ifade edecek bir şekil ve surete
girinceye kadar beklemek veyahut şive-i ifadeye bu tarzın muhtaç olduğu kabiliyete
vermek daha münsafane bir karar, daha terakkipesendane bir şiar olur, zannederim.
Belki bazılarına göre bu mebhasta birkaç misal iradı lazım gelir; ben mütevassıtine
karşı bu lüzumu hissettim, çünkü yazılan şeyleri hep okuyorlar… Halit Ziya’nın,
Mehmet Rauf’un, Hüseyin Cahit’in yazdığı şeyler hep Servet-i Fünun’da var. Boş
yere itiraz edileceğini bunlardan mesela Halit Ziya’nın ‘Bir Yazın Tarihi’, namı
altında yazdığı ufak hikâyelerden Đhsan’ın Aliye ile balkonda geçirdiği bir gece
tasvirinde ilişecek bir cihet görüyorlarsa onu tasrih etseler, sonra bu böyle yazılmaz,
şöyle yazılır diye ondan hatta bir cümle yerine diğer bir cümle yazarak gösterseler
emin olun ki kimsenin bir diyeceği kalmaz. Lakin bunu yapmazlar, çünkü
yapılamayacağını bilirler. Öyle ise niçin itiraz edeler? Bunun sebebi bence sırf
ruhidir. Mutavvassıtlar bütün bu itirazlarında infialat-ı nefsiyelerine mağlup
oluyorlar; mesela bazıları bunlardan layık olmadıkları bir hürmetle rağbete intizar
ediyorlar. Bazıları da şu henüz dünkü çocukların -Evet bunu itiraf etmelidir-
kendilerinin göremedikleri, yazamadıkları, şeyleri yeni görerek parlak bir üslup ile
555
ifade ettiklerini müşahede edince kıskanıyorlar; ben bu hakikati bütün yazılarımda
aynen görüyorum
Şunu da söyleyeyim ki bazımız bazı eserlerinde, Frenk şive-i ifadesine taklit
ve hatta bazı Frenkane fikirleri, hisleri bizim tabiatımızla temayülümüzle, efkâr-ı
milliyemizle, kabil-i tevfik görünmeyen bazı fikir ve hisleri doğrudan doğruya
naklediyorlar. Bunun galiba iki sebebi var. Ya bu fikirleri, bu hisleri eda için o şiveyi
daha muvaffak buluyorlar, yahut daima o şivede yazılmış asarı mütalaa ettiklerinden
kendilerinde saikayı itiyat ile öyle yazıyorlar. Frenkane fikirlere gelince bunları da,
bana kalırsa yalnız kendi zevklerine tabiyet ederek başkalarının zevkini
düşünmedikleri için nakil ediyorlar, vakıa bütün bu harekette böyle nispetsizlikler
oluyor, fakat bu hal, eski yapılan taklide muarız olarak doğan fikr-i şahsiyetin bir
mübalağası, bir ifratıdır ki murur-ı zaman ile itidal peyda ederek kendine gelecek ve
o zaman bütün bu yeniliklerden hangileri layık-ı hazım ve temsil ise yalnız onlar
mütemessil olarak diğerleri kendiliklerinden düşecek unutulacaktır. Fakat, bilir
misiniz, biz de o zaman nasıl bir edebiyat vücuda gelecektir? Şark ile garbın
imtizacından mütevellit bir edebiyat ki bütün elvan-ı dilferibiyle, bütün etvar-ı
nazendesiyle bir müddet için cihanı kendisine meshur edecektir! Zaten o ifrat ve
mübalağalar istisna edilirse yine onların diğer asarında ve bahusus Tevfik Fikret,
Đsmail Safa, Ayın Nadir Beylerin hemen bütün eserlerinde yenilikten, güzellikten
başka ne görülebilir?
Salisen asar-ı cedide, asar-ı garibenin taklididir, diyorlar ve bize ‘dekedan
Sembolist’ gibi bazı sıfatlar veriyorlar. Eminim ki bu hükümleri hiçbir mukayeseye
müstenit değildir. Ben şimdi burada bir iki misal göstererek bu hükmün yanlış
olduğunu ispat edeceğim. Evvela bir hakikati dermeyan edeyim: Her yerde malumat
ilerledikçe malumat-ı sabıkanın tevlit ettiği efkâr ve hissiyat ya esasen veya şeklen
değişerek onların yerine ya büsbütün yeni veya şeklen muhtelif efkâr ve hissiyat
kaim olur. Son yirmi seneden beri bizde vücuda gelen terakkiyat-ı ilmiye amalların
bile taht-ı tasdikinde bulunduğundan o terrakkiyat-ı ameliye ile beraber bizde de
bittabi yeni ve muhtelif birtakım efkâr ve hissiyat peyda oldu. Terakiyat-ı ilmiye her
yerde aynı efkâr ve hissiyatı ve fakat -her kavmin müessirat-ı maneviye ve
556
hükmiyesine, temayülat ve adat-ı fıtriye ve kesbiyesine tatbiken-aynı efkâr ve
hissiyatı tevellüt eder. Bunun için Avrupa milel-i mütemeddinesinde hâkim olan
efkâr ve hissiyat bizde de ve ancak hususi ve milli bir surette tekrar etmeye başladı.
O efkâr ve hissiyattan bir kısmı zevk-i milliyemize muvaffak olmadığı için daire-i
kabulümüze giremediği gibi bir kısmı da, henüz fıkdan-ı istidat sebebiyle, imkân-ı
hulul bulamadı. Edebiyata müteallık bir kısım efkâr ve hissiyatın böyle az zaman
içinde husül ve tekrarı bizde ezmine-i kadimeden beri yalnız bir nevi kabiliyet-i
sanatın tahriz edilmiş olmasından ve binaenaleyh sanayi-i nefiseden en ziyade
edebiyata mütemayil bulunmamızdan naşidir ki bu sırf bize mahsus bir haldir. Yoksa
milel-i sairede böyle olmamıştır. Onlarda hemen aynı zamanda sanayi-i nefisenin her
şubesi birden tatbik oluna gelmiş ve bu cihetle tehavvülat-ı vakıa bütün o şubelere
mümkasim olmak tabii bulunmuştur.
Đşte edebiyat-ı cedidede tesadüf olunan efkâr ve hissiyet şimdiki
malumatımızın, şimdiki medeniyetimizin vücuda getirdiği efkâr ve hissiyattır ki sırf
bizim malımızdır. Bu efkâr ve hissiyattan bir kısmı umumidir. Fakat bunlar efkâr ve
hissiyat-ı müşterekedendir ki akvam-ı müterakkiyenin hepsinde böyledir. O gibi
efkâr ve hissiyatta hiçbir kavim diğer kavme mukallit değildir, her kavim onları
bihakkın benimseyebilir: Alelıtlak efkâr-ı hayriye ve hissiyat-ı insaniye gibi.
Şu izahattan anlaşılır ki biz Avrupalıları taklit etmiyoruz. Kendi tetkikat-ı
ruhiyemizle uğraşıyoruz. Fakat asar-ı garbiyeyi de mütalaa ediyoruz. Onlardan
birçoğu bize güzel görünüyor, ruhumuza tesir ediyor. Sonra biz de o ruhumuza tesir
eden o eserleri mevzuları için birer eser vücuda getirmek istiyoruz; yazdığımız
şiirlerinin bazısı aynı malumat ile mütehalli olduğumuzdan, birbirine benziyor fakat
bu şebahet bir mevzuda bir seviye-yi ilmiyede bulunduğundan, bazı kere bir
mevzuyu aynı suretle gördüğümüzden neşet eyliyor. Bu terakkiyat-ı ilmiyeye, ilme
ait olduğundan bizim sanımızla olmuyor. Yani biz tensi etmiyoruz. Onlar gibi
görelim diye çalışarak veyahut kendimizi onların yerine koyarak düşünmüyoruz.
Tabiatımızı cebretmiyoruz.
Bunun için yazdığımız şeyler samimi oluyor garizi oluyor, elhâsıl bizim
oluyor, insaf etmeli. Hangi bir Frenk şâiri Cenap Beyin “Riyah-ı Leyal”i zemininde
557
bir şiir yazmıştır? Tevfik Fikret Beyin “Dans Serpantin”ini okuyan; mevzuyu
tamamen Frenkane olmakla beraber o eser ne kadar yeni, ne kadar güzel renkleri
nameleri, rayihaları ve bütün bu şeyler ne kadar şarkiyeti haizdir! Bir Frenk şâiri
böyle bir ‘Dans Serpantin, yazar mı?
Đhtimal ki bütün şimdiki sanatımıza taklit diyorlar; bu başka bir nokta–i
nazardır: Đnsan suret-i umumiyede müstakil değildir. Hemen bütün umur-ı maddiye
ve maneviyesinde başkalarına muhtaçtır. Bu ihtiyaç elbette az çok onların yaptığını
yapmayı, binaenaleyh onlara benzemeyi icap eder. Mamafih emin olmayınız ki yine
zevk-i fıtrıyesine tabi bulunur. Bu nokta-i nazardan bakılırsa taklit, fıtrat-ı beşeriyeye
ait bir hassa olarak “Herkes birbirine mukallittir. Veya hiç kimse başkasına mukallit
değildir. ” demek lazım gelir. Hâsılı bize üdebâ-yı garbiyeyi taklit ediyor, diyenler
hemen umumiyetle malumat ve medeniyet-i hazıramızı bilmeyenler, o malumat ve
medeniyetin müktezası olan efkâr ve hissiyatı telakki ve his edemeyenler, kısmen de
yazdığımız şeylerin yalnız şebahet-i zahiresine ve mesela “sone” veya “triyole” gibi
Frenklerden kabul edilmiş bazı eşkâl-i şiire bakarak hükmedenlerdir. Şimdi size bir
iki misal irat edeyim de bizim Avrupalıları taklit etmediğimiz aynen anlaşılsın: Siret
Beyin “Tahir-i Garip” isminde bir manzumesi vardır ki havi olduğu his tamamıyla
Sövilli Borodom’un ‘Nid Brise’sinde de görülür; fakat ikisini de beraber okuyalım da
bakın aralarında ne kadar fark bulacağız:
NĐD BRĐSE
Sous leurnid tonbes pele mele
Gisent leurs pauvres petits eorps
La patte inerte. Đnerte le’aile
Les uns raourants. Les autres morts
Suspeudus au lien fragile
Qu’un eoup de vent rompt au jourt’lıui
Oue d’amours dans ce pot d’argile,
Que d’espoirs brise avee lui
La mere n’en said rien encore:
Dans les champs des le point du jour.
558
Pour sa famille elle picore
Elle reviendra… Quelretour
Desereurs du ciel solitaire
Dont les hotes sont mal nourres.
Bien des moineaux plus pres de tere
Acceptent de nous leurs abrish!
Oiseaux! N’acceptez rien des hommes,
Nichez loin de nous dans l’azur;
Tout azile est traitre ou nous sommes.
Le nit pesant. Le elou peu sur.
TAHĐR–Đ GARĐP
Bir akşamüstü gezmeye bi-iktidar iken
Seyran-ı rayiyaneye meyyal olup derun
Çıktımdı şöyle kırlara bi-neşe, pürhüzün.
Tehdit eder di ufkumu izan sernigün;
Mühteriz olan şikaf kebudende asuman
Munzur iken olurdu hemen dideden nihan.
Teblerze-i hazan ile evrak-ı nalegar
Tek tük düşerdi yerlere sermest ve bimecal
Müphem uğultular ile inlerdi kühsar,
Çökmüştü taze kırlara bir ney-i hazal.
Berbat sitrepuş hazan ve sadarisan
Tahrip ederdi dallar içinde bir aşiyan.
Duydum yanımda bir acı feryad-ı canhıraş
Düşmüştü taşlar üstünde bir bahçe-i nazar
Atf eyliyordu göklere bir nazire-i telaş,
Yoktu yanında maderi kalmıştı bi-medar
-Eylerdi cist-i cuy-ı gada mader melul,
Cevelan ederdi dağları manende-i riyah. -
Gördüm nigah-ı ye’sini amade-i uful
559
Lerze şenmun-ı mevt idi son darbe-i cenah
Bir girbat birin, huruşan ve mucizin
Çekti şikeste cismine avare bir kefen
Süratle pürkuşa olarak Tair-i garip.
Neredeyse şimdi avdet eder bir gaza ile
Đlan eder verudunu bir hoş seda ile
Çarpar nigah-ı şevkine ile manzar-ı muhibi
Dallar içinde hüzün ile bir aşiyan arar,
Biçare ana yavrucuğundan nişane arar;
Söyler ona hakikati birbirin naşekip
Ben görmeden bu sahneyi etmiş idim firar
Gözyaşlarımla laneme doğru melul ve zar.
Servet-i Fünun 395
Şimdi buna eser-i taklit mi diyeceğiz? Đnsaf olunursa, Siret Bey, velev o hissi
Sevilli Prodom’dan almış olsun sırf milli ve samimi bir surette ve hatta Sevilli
Prodom’dan daha müessir bir surette tasvir etmemiş midir? Öyleyse Siret Beyin
efkâr ve hissiyat-ı medeniyesinden o nezaket-i hissi veya o derecede bir nezaket hissi
niçin beklememeli, bu eser yine ve bütün diğer eserlerine niçin eser-i taklit
demelidir?
Bir de Cenap Bey’in “Handeler” isminde bir manzumesi vardır ki bu
manzumedeki bir bedia-i hayaliyede “Fernan Garağ“ın “Province” unvanlı
neşidesinin hatimesinde mündemic görülür. Bunları da okuyalım ki farkları
anlaşılsın:
PROVĐNCE
Encore que t’aimer me soit fatal je t’aime
Parce que ton eoeur est selon mon coeure;
Mais ne te pare point, chere reste toi’ meme
Prendse gadre d’enrubanner ta douceur.
Je touve a te baiser les mains d’infinis charmes
560
Par tend resse ou par volupte? Non point,
Mais parce que ces mains essuyeuses des Larmes
Sons l’ceil maternel font du petit point.
O simplicite sainte! O tranquille province
Ou l’amour est un bon enfant range
Qui ne peut supporter un pli, meme si Mince
Aux dıraps de son lit odeur d’oranger
Que tes menus travaux m’emumrent, ma Petite
Je sais don venait le charme inconnu
Qui fit hesiter faust au seuil de margue Rite
Gretcehen tricotant un bas ingenu
Chere ne boude pas; je raille mais je…
Chere, pourqoi pleurer, et tont…
Mes baisers te font belle, et …
Ce sourire moqueur quite semple un Blaspheme
Prent en allant vers toi la forme d’un Baiser
HANDELER
Gözünde her cevelanı riyah-ı sevdanın
Lebinde hep nakaratı neşide-i emelin;
Ziyası hande olan bir cihan-ı şeydanın
Sevahilinde gezen bir sebkmizaç gelin…
O işte böyle henüz on beşinde bir şeyda.
Seza-yı buse ve perestij bir ateş-i ziruh;
Bir afitabı ufk-ı naşinas ve biperva
Ki her şeraresi bir neşve-i mazi-i subuh
Onun hadika-i ruhunda her dakika güler
Bütün leyal-i hayatın sihirleriyle bütün
Uzun kederleri takip eden meserretler
Gören sanır o güzel handeler onun lebidir;
O handeler ki birer pembe buse olmak için
561
Leb-i muhabbete karşı rica eder gibidir.
Servet-i Fünun 374
Bu manzumedeki hayal için de o hükmü mü vereceğiz? Bu da sırf o hayalin
tercümesidir mi diyeceğiz? Cenap Beyde niçin o bedi-i hayaliyeyi icat edecek bir
kudret tasavvur etmeyeceğiz? Buna ne mani var? Cenap Bey milkat-i akliyesi
lakıkıyla neşv ü nema bulmuş şark ve garbın eski ve yeni asar-ı edebiyesini tetbi
etmiş, kendine mahsus bir zevk-i edebî hâsıl eylemiş bir genç değil midir? Bunu kim
inkâr edebilir? Cenap Bey evvela tıbbiye-i askeriyeden mezundur. Sonra Avrupa’da
ikmal-i tahsil etmiştir. Sene itibariyle inhitat-ı edebî devrine yetiştiğinden o zamanın
temayülat-ı fesahatına tamamıyla nebiyyet ederek lisanını düzeltmiş, yine o zamanın
tesiratına kapılarak eski vadide birçok şiir yazmıştır. Şimdi Cenap Beye itiraz edenler
acaba o iktidar mıdırlar? Onun kadar edebiyat-ı şarkiye ve garbiyeyi bilirler mi?
Onun kadar kavaid-i lisaniyeye vakıf mıdırlar? Bunun müdafaasına kalkıştıkları o
eski tarzda onun kadar güzel eserler yazmışlar mıdır? Yoksa yazabilirler mi? Öyle
ise bu şamatat nedir?
Aynı mütalaa hep birer Mektep-i Aliye’den neşet eden bir kısmı, bütün o
devirlere yetişerek eski tarz inşa üzere vücuda getirdikleri asar ile malumların bile
hayret ve takdirini celp eyleyen bir kısmı, emin olun ki hala ne zaman istense yüz
beyitli ve mersi bir kaside tanzime muktedir bulunan ve edebiyat-ı şarkiye ve
garbiyeyi layıkıyla mütalaa ve tetkik etmiş olan Fikretlere, Safalara, Nadirlere,
Nazımlara tamamıyla kabil-i tatbiktir…
Bunlar bütün yazdıkları şeylerde bütün şark hayalatını bütün şark efkârını
bırakıyorlar, denilecekse bunun sahih olmadığı yukarıdan beri beyan ettiğimiz gibi
burada yine izah edebiliriz.
Biz bugün yazdığımız şeylerde -bütün harekâtımızda, bütün harekât-ı
beşeriyede olduğu gibi- bir takım müessirat-ı ahlakiye ve hükmiyenin bir takım
temayülat ve adat-ı fıtriye ve kesbiye ile ittihadından hâsıl olan bir muhassılaya
tabiyet ediyoruz. Binaenaleyh şimdiye kadar Türklüğümüzü; Osmanlılığımızı nasıl
muhafaza ettikse bundan sonra da asırlarca yine öyle muhafaza edeceğiz. Ne hacet,
562
Đran edebiyatına asırlarca taklit ettiğimiz halde şu son zamanlarda o kayıttan
kurtulmadık mı? Kudret-i milliye -ki bir kavmin ruhu demektir- taklit ile zail olur
mu? Bir de biz şimdi edebiyat-ı atıke mukallitlerine hiç benzemeyiz; çünkü
terakkiyat-ı ilmiye sayesinde bir dereceye kadar fikr-i muhakemeye malikiz. Güzeli
çirkinden, iyiyi kötüden fark edebiliriz o sayede şarktan garptan güzel ne bulursak
onları alıyoruz. Bu intibahımızda bittabii şahsiyetimize tabiiyet eyliyoruz fakat biz
bu kavim efradındanız; bütün ananelerimiz bütün teşkilat-ı maneviyemiz esas
itibariyle bu kavmindir. Yalnız biraz başka bir türlü terbiye görmüştür. Bu terbiyenin
kısm-ı azamı da görenekten ziyade ilme, marifete racidir. Bunlardan makbulat-ı
kadimeye muhalif olanları vardır. Binaenaleyh biz kudemayı, kudema pür-sitanı
itirazlarında pek haklı buluruz. Bizim efkâr ve hissiyatımızı bizim terbiye-yi
fikriyemizle yetişenler anlayabilirler. Biz onlar için yazıyoruz bugün Fuzuli gelse
bizim yazdıklarımız o dehasıyla, o nezaket-i hissi ve hayaliyle beraber belki de
anlamaz; fakat emin olmalıdır ki bugün bizden Fuzuli anlamayan, onu bütün hissiyle
duymayan yoktur. Bu da pek tabiidir, zira Fuzuli’den şimdiye kadar hissiyat-ı
beşeriye bir derecede kalamamıştır. Đşte şimdi ki şamata efkâr ve hissiyattaki bu
muhalefettendir, başka bir şeyden değildir. Bunlar yalnız şiir namına mevcut olan
bazı makbulat-ı kadimeye mutabık asara şiir demek, yalnız o asara bu namı vermek
istiyorlar ama makbulat-ı kadimeye temas etmeyen ve mamafih bir tesir-i samimiden
neşet eden asara niçin şiir demeyeceğiz? Hakikat-ı halde şiir bundan başka nedir?
Bence bu şamatalara hiç ehemmiyet vermemelidir. Bugün bizde kim ne derse
desin, sırf bizim istidat-ı millimize mahsus bir imtiyaz olmak üzere bu meyelan-ı
terakki her yerden seridir ve yine kim ne derse desin az zaman zarfında cedit ve
samimi bir edebiyatın ilk semerat-ı kemali muvaffakiyetle iktitaf olunmaya
başlanmıştır.
Bütün bu mülahazat ile beraber biz muarızların tahakkümatına bir türkü akıl
erdiremiyoruz; bize yazdığımız şeyler anlaşılmıyor milli olmuyor şivemizi
bozuyorsunuz, Frenkleri taklit ediyorsunuz, diyorlar. Evvela kendileri anlamadıkları
için asarımızı anlaşılmamakla ithamda ne hakları vardır. Yoksa bütün kavmin kuvve-
563
yi fahimesi kendilerinde mi müteşahhastır? Ve buna acaba hangi eser-i zekâlarıyla
hatta en küçük bir numune gösterebilirler.
Saniyen biz bu millet efradından değil miyiz ki yazdığımız şeyler milli
olmuyor? Bütün hissiyat ve temayülat-ı milliye yine kendilerine mi müteşahhastır ki
böyle hüküm ediyorlar. Acaba bu millet-i necibe ve zekiye efradı beyninde asar-ı
cedideyi okuyanlar kendi mütalaalarından az mıdır? Ve hatta çok değil midir? Ve
gittikçe çoğalmayacak mıdır? Bu zatların beğenmedikleri şeyleri bütün Osmanlılık
zamanına reddetmeye ne salahiyetleri vardır? Salisen bu muterizler arasında hangisi
bir şiveyi ifadeye, yazdığı şeylerde kendisi ayanen görebilecek bir şiveyi ifadeye
elhâsıl üslupça bir hususiyete maliktir? Yoksa bunların şive dedikleri şey yalnız
kavaid-i sarfiye ve nahviyeye göre anasır-ı cümleyi yerli yerine oturtmaktan ibaret
midir? Öyle olsa bile bizim içimizde bu kaidelere hatta icat mertebesinde bilenler
yok mudur?
Rabian tamamıyla edebiyat-ı garbiyeyi taklit ettiğimize ne ile hüküm
ediyorlar. Đptida şunu soralım: Alelıtlak taklit tabii midir, değil midir? Tabii ise biz
güzel bulduğumuz şeyleri, velev garpta olsun, taklit etmekle niçin malup olalım,
sonra her hakikat-i fenniyeyi bir tarafa bırakarak yine soralım ki biz bunları
tamamıyla mı taklit ediyoruz? Yoksa onlarda gördüğümüz bazı güzellikleri, biz de,
birer mevzu gibi alarak, o mevzu hakkında kendi tesiratımızı mı yazıyoruz?
Birincisine kendileri misal göstersinler, ikincisine biz işte bütün asarımızı, bütün
“Servet-i Fünun”u irae ediyoruz… Denilecek ki bazı hislerde, bazı fikirlerde şebahet
oluyor; yine tekrar ederiz ki bu kısmen terbiye-i fikir ile efrad-ı şahsiyet gibi sevayık-
ı maneviyeden, kısmen lisanın servet-i lâfzîye ve maneviyesine hizmet gibi sırf bir
emeli terakkiden münbahistır. Umum onları kabul veya reddetmekle muhtar değil
midir? Hangisi mizacı umumiyeye tevaffuk ederse beka ve hangisi tegayyür ederse
fena bulur. Muterizlerin öyle hiçbir selahiyete müstenit olmaksızın bu kadar
tehaccum ve taarruzlarına ne lüzum vardır? Onlar da bizim gibi, velev pek naciz
olmasın, bütün müessirat-ı hazıra ile kendilerini dinlemeye sonra sırf hissiyat-ı
zatiyelerini yazmaya çalışsalar, kabül-i ammeye sırf şahsi, sırf hususi, bazı yenilikler
arz etseler acaba servet-i edebiyemize daha ziyade hizmet etmiş olmazlar mı? Fakat
564
ne mümkün itiraz-ı içtihattan, yıkmak, yapmaktan her vakit kolaydır. Meyl-i terakki
gibi aksilikte cibillidir!
Hâsılı biz, terakkiyat-ı ilmiye sebebiyle, her şeyi kendi ruhumuzda tetkik
ediyor her şeyi bizzat görmeye, gördüğümüz gibi göstermeye çalışıyoruz. Eşya ve
mevcudata başkalarının gözüyle, başkalarının fikriyle, başkalarının kalbiyle değil
kendi gözümüzle, kendi fikrimizle kendi kalbimizle bakıyoruz. Hatta mevzu
teessüratımız olan eşya ve hadisatı ve bütün tabiatı o tessüratımızı beyan için bir
vasıta gibi bir madde gibi kullanıyoruz.
Tetkikat-ı ilmiye ilerledikçe evvelden basit zannolunan nice şeylerin
mürekkep olduğu anlaşılmış ve bu suretle fikri tahlil ve her türlü tahkikat ve
mütalaata rehber olmuştur. Hâlbuki hemen her tahlil diğer bir ukde-i tahlili teşkil
ettiğinden fikr-i beşer yine birçok karışık meselelerle tesadüf etmiştir. Đşte bu suretle
fikir ve his, suret-i umumiyede derinleşmiştir. Şimdi yazılan şeylerin kısmen veya
külliyen anlaşılması sırf bu halet-i ruhiyeden naşidir ve itikadımca “dekadizim” ve
Sembolzim denilen meslekler ve bütün o mesleklerde hâkim olan usüller suret-i
umumiyede, hep bu halin netice-i tabiyesidir; yoksa cali değildir.
Biz bütün eşya ve hadisatı ruhumuzla tetkik ediyoruz, dedim. Bizim bu
rağbetimizi icap eden, o eşya ve hadisattan tayeran eden ahengin hissiyatımızla
tevafıktır. Biz güzel dediğimiz şeylere hissiyatımıza tevafuk ettiği için güzel deriz.
Sonra, bize bir güzellik hissi veren hadise ve yaşını sırf bir meyl-i fıtr-i saikasıyla,
başkalarına da göstermek, duyurmak isteriz. Bu halde yapacağımız şey bittabi
teessüratımızı, o teessüratımızın sebep ve suret-i husulunü zabt ve tasvirden ibaret
olur. Bunun için başkalarının yaptığını yapmak istemeyiz. Bizce güzellik bir ebedi
halet-i ruhiye olduğundan yalnız halet-i ruhiyemizi tasvir eyleriz. Bu harekette bittabi
üdebâ-yı salife ve hazıradan birçok istiareler ederiz. Çünkü duyduklarımızın bir
kısmını onlar da duymuş ve bize efkâr ve hissiyatımızı ifade edecek sözler, takip
edecek yollar, terk ve irae etmişlerdir. Evvela onlara müracaat ederiz; fakat bazı
sözleri mülayim bulmayız, değiştiririz. Bazıları fikrimizi, hissimizi tamamıyla eda
edemez; yerine başka bir söz veya başka bir terkip, başka bir cümle koyarız. Bir yer
gelir ki yolu da değiştirmeye mecbur oluruz, değiştiririz. Sonra bunların hepsi kifayet
565
etmez; fikirlerimiz, hislerimiz daha ince daha derindir, o sözlerle, o vadilerle bu
incelikleri bu derinlikleri anlatamayacağımızı görürüz. Orada sırf hissimize tabi
oluruz. Duyduklarımızı duyduğumuz, istediğimiz gibi yazarız. Bunun için belki
“Dekadan 208” oluruz.
Bazı kere de duyduklarımızı olduğu gibi yazmaktansa bir misal ile tecessüm
ettirmek, hissimizi temsil etmek isteriz mesela güzel bulduğumuz bir şeye güzel
demeyiz de onun bütün evsafını bir misal ile zikrederek size güzel buldurmak veya
onlarda bulduğumuz mehasini kat kat gizleyerek düşüne düşüne, araya araya size
keşfettirmek isteriz. Böyle yapmak bir fikri bir hissi, bir hayali gözler kamaştıracak
biz vuzuh ile yüzünüze çarpmaktan iyi değil midir? Bir manzumeyi okur okumaz
şâirin fikrini, hissini hemen görüp duymakla aynı fikri, aynı hissi, biraz düşünerek,
biraz telaş ederek, biraz teheyyüc ederek kendimiz görmek, duymak beyninde bir
fark yok mudur? Bence bu farkı inkâr etmek “Đnsana bir mahluk-ı mütehassis ve
mütefekkir değil, bir mahluk-ı bedahiyedır” demekle birdir. Öyleyse anlatılamayacak
şeylerin o yolda yazılması tabii değil midir? Bu söz hiçbir vakit “heyet-i mecmuası
insanı düşündüren, heyecan getiren şiir olamaz” mealinde telakki edilmemelidir. Biz
öyle tehakkümata kalkışamayız; hususen ki yazdığımız şeyler arasında vazıh olanları
müphemlerinden daha ziyadedir. Şu mütalaata göre de belki “Sembolist” oluruz.
Fakat emin olmalıdır ki biz ne “dekadizm”i ne “Sembolizm”i, hiçbirini tanımayız;
bir eser yazarken, yalnız teessüratımıza tabi oluruz ve onları olduğu gibi zabt ederiz.
Bugün ”Mallarme” bile “Sembolizm” namında bir meslek tanımadığını kendisine
meslek olmayacağını söylüyor. Bize böyle bir meslek isnat etmek nasıl sahih olur?
Đşte asıl mesleğimiz buradan ibarettir ve biz eminiz ki terakki her şeye galiptir.
Maheza
Estetik Dö La Natur, -Moris Gariyö,
Estetik-Eugene Veron
25 Nisan 1314
Süleyman Nesip
SF, Nu. 374, s. 146-157
208 “dekaden “ kelimesi burada “dekadanıst”ten değil , ”dekadızm”den müştak olarak müstameldir.
566
BĐR BEDĐA-Đ SANAT
Bir büyük dehâ-yı edip tarafından bütün hissiyat-ı takdiriyesine tercüman
olacak bir cümle ile bana her cihetle harikulade bir adam diye tasvir olunan Tevfik
Fikret’in havarik-i sanat ve saffetinden bilmem hangisine beyan-ı hayret etmeli.
Bilmem hangisinden bahsolunmalı? Hepsinden bahsetmek için fıkdan-ı imkâna
rağmen şedit bir arzu var, fakat bu o kadar zengin bir zemin ki bir cildin husule-i
istiabını bile kâfi görmüyorum. Đşte o büyük hevarik-i sairesini unutarak yalnız bir
harikasından bahsedeceğim. Genç üstadın elinde nazım…
Son manzumelerinden birini –şu bir iki senelik mahsülat-ı bediasından
mesela bir küçük parçayı- okuduktan sonra bunu ihtiva eden bahtiyar risale elinizden
bir hiss-i hayret ve dehşetin tesiriyle düşerek büyük bir garibe gördükten sonra hâsıl
olan taaccüb-i amikle ‘Nasıl yapıyor?’ diyor musunuz?
Biz her perşembeden sonra ilk tesadüfümüzde biz biçare nasirler, önlerinden
vasi bir meydan-ı serbestiyle kolları ayakları her türlü kayıttan azade iken zemin-i
nesir üzerinde yine sakat sakat yürüyerek her hatvede bir yeis adem-i muvaffakiyete
tesadüf eden biz biçare nasirler, beri tarafta Tevfik Fikret’i ufak bir levent lisandan
bile ari güzide bir nesir-i manzum ile nesrin daire-i vesiasına giremeyecek şeyleri
nazmın türlü kayut veya averinin müzikane sıkıştırmış gördükçe dudaklarımızda
büyük bir nidâ-yı cüretle bir birimizin yüzüne bakarak: ‘Evet, nasıl yapıyor?’
diyoruz. Hüseyin Cahit gülerek önüne bakıyor, Mehmet Rauf gözlüklerinin altında
donuyor ve bu sualin cevabı gelmiyor.
Geçenlerde, hani şu bir hiçe benzeyen sonra bir hikâye-i aşk hükmünde on
satırı on cilt kadar nazar-ı histe uzayan küçük ‘Tesadüf’ manzumesinden sonra yine
bu sual, daima bicevap kalan bu sual ortaya çıkınca içimizden biri: ‘Evet, beş
yüzüncü defa olarak bir daha soralım, nasıl yapıyor?’ dedi. Nasıl yapıyor? Onu ben
biliyorum, gece kitaplarını karıştıran Haluk’un o dört baharlık kumral saçlı latif
meleğin bir aheng-i rebab-ı semaviye benzeyen sesiyle iki saf sualine cevap verirken
bir mini mini kâğıt parçasının üzerine kurşun kalemle, ihbasından birine dört satırlık
bir teskere-i lalebalyane yazarcasına yapıyor. Böyle bir sırada ona gidiniz sizi
567
dünyanın en latif tebessüm-i memnuniyetiyle kabul etsin. Pürtelâş size hücre-i
iştigalinde yer gösterirken bir küçük kâğıt parçasının kıvrıla kıvrıla avucunun içine
saklandığını fark ediniz. Bu işte o harikalardan biridir. Sorunuz, ufak bir tereddütten
sonra daima kendisinden memnun olmayan sanatkârlara mahsus bir korku ile bunu
size okusun. Bu hemen çizilmemiş, değiştirilmemiş, nadiren bir iki kelime silinmiş
nihayet bir adi nesir müsveddesine benzer bir şeydir. Fakat böyle hemen yazılıvermiş
olan bu şayesteye ‘Lan Dans Serpantin’dir. Ya ‘Hayal-i Hakikat’tir. O size ‘Bakınız,
bu hiçbir şey değil, hiçbir şeye benzemedi, berbat oldu. ’ der. Siz kendi eserlerine
karşı bu kadar büyük bir insafsızlığa delalet eden bu sözlere tahammül edemezsiniz.
Fakat o samimi söylüyor, o öyle şeyler yapmak istiyor ki bunlar, bu yaptıkları
nispeten hiçtir. Sonra siz ‘A! Bakınız, kahvenizi unuttuk!’ der, yerinden fırlar, bir
dakika sonra avdet eder; fakat sizden evvel yazıhanesine gider, o elindeki kâğıt
parçasını bir kenara koyarak, iki mısra daha ilave eder… Đşte bunlar böyle yapılıyor.
Fakat bu nazm-ı Osmanî illeti asırlık nazm-ı Osmanî iken bunlar yapılmamış, nazım
böyle bir edâ-yı tabii kesb etmemiş, illeti yüz senenin mücehadat-ı edebiyesi bu nesr-
i manzumu vücuda getirememişti. Başka şeyler için ne derlerse desinler, fakat Tevfik
Fikret’in nesr-i manzumu yalnız onundur. Bunu anlamak için kafiyeleri saklamak
üzere mısraları mütevaliyen yekdiğerine merbuten yazınız, bu bir nesirdir, başka
hiçbir şey değil. Hem nasıl bir nesir acaba böyle bir nesir yazmak kime nasip olacak.
Bizde bu hale gelmek için illeti yüzsene bekleyen nazım Fransızlarda iki misli zaman
beklemişti. Nihayet bugün bizde Tevfik Fikret’in yaptığı şeyi orada ilk önce François
Coppee yaptı. Onun bir manzum-ı faciası okunsun, elinde Fransız nazmının ne hal
kespettiğine hayret hâsıl olur. O zamana kadar hiçbir kimse bunu yapmamıştı. Hatta
o zamandan sonra hala da yapılamıyor. Fakat elbette bu harika bizde daha şayan-ı
hayrettir. Fransızca nazımla Türkçe nazım arasında mevcut olan fark-ı kuyut lisan
itibariyle bizimkinde görülen müşkilat nazar-ı dikkate alınırsa Tevfik Fikret elbette
daha zor bir şey yapıyor.
Bu, şimdi yapılan şey eslafın meziyetinden hiçbir şey eksiltmez, hatta eslaf
hakkında ne için yapılmamış sualini bile varit-i hatır olamaz; böyle yapılabilmek için
bütün mevcut olan şeyler zaten yapılmış olmalıydı. Onlar olmasaydı, bu doğmazdı.
Bakilerin, Nabilerin, Nefilerin uzaktan buna tesirleri yoktur, denemez. Fakat bunlar
568
daha sarih bir münasebet, daha meşru bir aidiyet ile Zemzemelerin, Sahraların,
Makberlerin netice-i tabiiyesidir. Buna yalnız Tevfik Fikret değil, işte arkadaşlarının
hepsi muvaffak oluyorlar, fakat bu onun malıdır ve bütün etrafındakilerin arasında:
“Bir darbe-i şehbal ile bir hamlede birden”
Yükselerek size ‘Ey sihr-i nazırperver sanat! Mütenevvir bir fecr-i bahari gibi
zulmetler içinde doğduk’ dedirtiyor. Genç üstadın, esası keşf olunduktan sonra
tatbiki pek asan zannolunan birkaç ser-i sanatı var. Veznin suret-i intihabı, harekât-ı
veznin taktii, kelimelerin kabiliyet-i kıraati, mecmuanın müsade-i inşadiyesi…
Bunu bir misalde tatbik edelim. Mesela şu manzumesi: -Balıkesir Musahebesi
için-
Verin Zavallılara
Harap zelzele bir köy, şu yanda bir çatının
Çürük direkleri dehşetle fırlamış, öteden
Çamur yığıntısı şeklinde bir zemin katının
Yıkık temelleri manzur; uzakta bir mesken
Zemine doğru eğilmiş heman sükût edecek
Önünde bir kadın of istemem yeter görmek
Bu levha kalbimi tahrik içinse kâfidir
Tasavvur eyleyemem bir yürek –velev münkir-
Velev haşin ü mülevves- ki böyle bir hali
Görüp de sızlamasın!... Şimdi siz bu timsali
Bu levh-i matemi her türlü dehşetiyle alın
Şu muhterem vatanın bir kenarı baridine;
Bütün o manzara-i canşikafı bir de kalın
Ridâ-yı berf ile örtün ki titresinde yine
-Đçinde saklayarak suziş-i felaketini-
Yabancı gözlere göstermesin sefaletini…
Nasıl tahammül eder, sonra karşısında bunun,
Bunun, bu sahne-i pür-yeis-i girye meşhunun
569
Biraz hamiyet ü rikkatle sızlayan dil-i pak…
Derin, iniltili çarpıntılarla sine-i hak
Teessüratını söyler bu levh-i alama;
Sizin de kalbiniz elbet acır, değil mi? Verin,
Verin şu dullara, yoksul kalan şu eytama,
Verin eninine gayet, şu bir yığın beşerin!
Okurken dehşetten titrememek mümkün olmayan bu eser-i garranın ciheti
şiiriyesinden bütün bedayi-i sanatından bahsetmemek, bahsi bu makalenin zemin-i
denginden çıkarmayarak, parçayı yalnız, cihat-ı mihanikiyesinden tetkik ile iktifa
etmek için cebr-i nefse mecbur oluyorum. Fakat yalnız bu nokta-i nazardan bulunan
güzellikler de kâfi, hatta fazladır.
Bunda en evvel dikkate çarpan şey vezindir. Vezinde hiçbir edâ-yı gayr-ı tabii
yok, bunu isterseniz sadaya bir ahenkname perdazane vermeyerek evrak-ı havadiste
tesadüf olunmuş bir fıkra-i seniyye şeklinde teklifsizce okuyabilirsiniz: ‘Şu yanda bir
çatının çürük dinekleri dehşetle fırlamış’, ‘Öteden çamur yığıntısı şeklinde bir zemin
katının yıkık temelleri manzur…’ size birisi gelmiş adeta bir lisanla tasvir ediyor, söz
söylüyor zannolunur. Fakat yine bu vezni dehşet-i tasvire tercüman olacak bir şiddet-
i musikiye ile okuyabilirsiniz.
‘………. Şimdi siz bu timsali,
Bu levh-i matemi her türlü dehşetle alın
Şu muhterem vatanın bir kenar-ı baridine!’
Yine bu vezin size olanca rikkat-i manayı ifade edecek bir halâvet-i
hissiyeden hisseyab-ı tesir olan bir sadâ-yı istirham verir.
‘………. Verin,
Verin şu dullara, yoksul kalan şu eytama;
Verin eninine gayet, şu bir yığın beşerin!’
Bu vezin evzan-ı mevcude içinde birkaç refik ile beraber bu hassa-i meyl-i
nesri ve nazmı için en müsaididir. Fakat asıl ehemmiyet bu veznin tarz-ı
570
istiğmalinde, eczâ-yı nazma suret-i tevzi ve taksimindedir. Manzumenin tarz-ı
tenkidine dikkat olunsun, bütün vakıflar mutat veznine tesadüf ediyor.
‘Harap zelzele bir köy’
Dedikten sonra istediğiniz kadar durunuz manzumede bir kelime yok ki bir
bacağı bir tarafta diğer bacağı bir tarafta olsun; hiçbir kelime hiçbir terkip yok ki
menşur bir parçada okunduğu gibi başlı başına veznin sekatına tesadüf etmeyerek
okunmasın; bence en büyük sanat işte buradadır. Buna kelimelerin bulundukları
mevkiye göre kabilet-i kıratını ilave ediniz bu şüphesiz hüsn-i tevzitten hâsıl olmuş
bir neticedir:
‘Önünde bir kadın… Oh, artık istemem görmek
Bu ‘oh…’ ne güzel okunuyor, veznin ahengine asla halel vermeyerek, bunu
bütün ruh ve nefesinizle okuyabiliyorsunuz; zaten bütün kelimeler böyle. Đşte bir
daha:
‘Nasıl tahammül eder sonra karşısında bunun
Bunun…’
‘Nasıl…’ bu kelimeye bütün kuvve-i istifhamiyeyi tahmil edebilecek kadar
sadanıza müsaade verebilirsiniz; sonra şu tekrir ‘bunun, bunun…’ birincisi bir harfle
onu müteakip gösterilen şeyin dehşeti birden söyleyenin nazarında tecessüm etmiş de
başka bir mana ilave etmek etmek itemiyormuşcasına şiddetle ikincisi… Daha sonra
da şu sual:
‘Sizin de kalbiniz elbet acır değil mi?’
Son sual şu ‘değil mi?’ sanki başını sallayarak muntazır cevap duruyor.
Kafiyeler belki bu sihr-i sanatın en mühim muammasıdır. Sırayla kafiyelere
bakınız:
‘Çatının, katının
571
Öteden, mesken
Kâfidir, münkir
Alın, kalın
Verin, beşerin ilh…’
Hiç bunlarda kafiye olmak için bulunmuş bir kelime var mı? Şâir size
yıkılmış bir köy tasvir edecek: Đşte çürük direkleri fırlamış çatısıyla temelleri
yıkılmış zemin katı… Bu manzarayı nesiren yazacak olsaydınız mutlaka bu
kelimeler kaleminize dolaşacaktı.
‘Kafiye semi içindir. ’ Hakikatine inanmak istememekte ısrarlı olanlara
rağmen: ‘Alın’ kafiyesinden sonra ona refakat eden: ‘kalın’ bi-şüphe en lazım bir
kelimedir. Bu levhayı kim tasvir etse mutlaka o ridâ-yı berf için ‘kalın’ diyecekti.
Bunlardan hangisine bakılsa hep şu iki misalin delaletgirdesi olan tabiyet-i takfiyeye
bir han-ı manzum teşkil edecek.
Manzumenin esnâ-yı inşadında kendisinden o sonra gelen mısraya lâfzen
merbut olmak hasebiyle kafiyelerine size sıklet vermez:
‘Böyle bir hal = görüp de sızlamasın
Ve:
‘Sine-i hak = teessüratını söyler
Dikkat olunmak gerektir ki kafiyelerin tasavvutu şu iltisak-ı mısraın arasında
kaybolmuyor. Mesela şurada:
‘………… Öteden
Çamur yığıntısı…
‘den’ üzerinde biraz ses basarak nunu iyice takviye etmek ve kafiyeyi güya
haber vermek, mısra-ı müteakkibe hemen bir edâ-yı nesir ile birleştirmek için mani
değil… Hepsinde aynı mülayemet-i iltisak var: ‘Böyle bir hali görüp de sızlamasın’
572
cümlesinde ‘li’, ‘sine-i hak tesiratını söyler’ cümlesinde ‘en’ mutlaka kulakları her
türlü adem-i dikkate rağmen vücudu kafiyeden haberdar eder.
Đşte böyle vücut bulmuş bir harika-i sanat-ı mecmua itibarıyla bittabi güzel
okunur; bunu bilhassa şâirin kendisi okurken dinlemeli Denilebilir ki bu nesr-i
manzumun sahib-i sihharı inad-ı manzumat içinde bir sıhha-i edibin sanatkâr zi-
iktidarıdır. Ben bütün inşad-ı karan içinde Tevfik Fikret kadar ruh ve hissiyle, edâ-yı
samimisiyle okuyan görmedim.
Onu.
‘…Oh, artık istemem görmek!
Derken işitip de ta omuzlarından akarak bütün asabı titreten bir lerziş-i tesir
duymamak, sonra en latif bir sadâ-yı rica, en müesser bir tavır ile:
‘…………………. verin,
Verin, şu dullara, yoksul kalan şu eytama;
Verin eninine gayet şu bir yığn eserin1’
Đstirhamıyla sizden taleb-i atfet ederken kıssa-i hamiyeti çıkarıp takımıyla o
mesabeyn afet için vermemek ve bütün takdir ve hayret, samimiyet ve muhabbetle
güya kalbinizi çıkararak bu sanatkâr-ı bedia pervere uzatmamak için kuvvet
bulamazsınız.
Halit Ziya
SF, Nu. 381, s. 263-267
573
MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 41
-Şiir Hakkında
Servet-i Fünun’un evvelki hafta intişar eden nüshasında refiki muhteremimiz
Safa Bey Efendi’nin şiir ile nazmın hevas-ı mütebayineleri hakkında gayet müfit bir
makale-i edebiyeleri münderic idi.
Şiir, şiirin hevası lüzumuna dair, şiir ile nazmın farkına dair serd-i mülahaza
olan nihayet sözü şu yolda şayan-ı dikkat bir neticeye rabtetmiştir. Şiir yazmak
tabiatta mevcut şiiri yazmak ile aynı değildir. Biri eser-i ibdadır, diğeri tasvir ve
taklittir.
Bir şiir ile bir nazım arasında böyle bir fark bilmediğimiz, hele şiir yazmakla
şiiri yazmak arasında hiçbir fark görmediğimiz için makalenin biraz müphem
görünen bu noktasını anlamaya çalışacağız.
Malum olduğu üzere şiir denilen tarz sanayi-i nefiseden biridir. Sanatın
durumunu tayin etmek için şimdiye kadar hükema ve üdeba taraflarından mütalaat-ı
adede serd olunmuş ve bu mütalaat bir birini dafi iken türlü mintaç olunmuştur ki
hiçbiri kanaatbahş değildir. Fakat bu usüllerin her ikisinde de daha sarih bir nazariye
suretinde tertip ve teşkil olunmaya uygun birtakım anasır-ı hakikat mevcuttur.
Bunların biri sanatı (resim, şiir, musiki) sırf taklid-i hakikate, tenzir-i tabiata
hasrediyor ve buna ‘Realizm’ deniyor.
Diğeri sanatı sur-ı fikriye-i beyanı telakki ve itibar ediyor ki buna ‘Đdealizm’
deniyor.
Taklid-i tabiat sanatın bir hassa-i lazime-i tesisi, belki de zamanın ilk esas
tekvini olduğuna şüphe yoktur, fakat ehemmiyetçe bu ikinci derecede kalır. Đnsan
edvar-ı evveliya-i içtimaiyeden beri gözünün önünde bulunan şeyleri tasvir ve tanzir
etmekten zevkyap olagelmiş ve bu tasvirin hüsn ve kabihi hiçbir zamanda madde-i
musavverenin yani modelin güzelliğine, çirkinliğine tabii ve onlar ile mütenasip
bulunmamıştır. Boalo’nun ‘Hiçbir yılan yahut bir canavar tasvir olunamaz ki sanatın
sihr-i bedayiiyle nazar-ı ferip bir şekilde girmesin. ’ Mealinde olan şu:
574
‘II I7est point de serpent ni de monstre
[odieux;
Qui par I’art imite’ne puisse plaire aux
[yeux,
Beyti bir hakikat-i gayr-i zailedir. Sanat-ı tabiatı, mehasin-i tabiatı, bedayi-i
hilkatı tasvir ediyor, fakat onun vazifesi tasvirden ibaret kalmıyor. Tabiatı, daha
doğrusu kendine model değil, muayyen olarak alıyor. Vesait-i hareketini oradan
iktibas ediyor. Fezâ-yı fende kuvve-i muharrike-i bahariyenin esası şudur; Lakin
yedd-i harikaza-yı beşerde o kuvve-i mahire-i iktisap etmiştir ki suyun anasır-ı
mücerridinde o derece kuvvet esasen mevcut değildir.
Tabiat-ı mürdeyi ‘Nature morte’ tablo üzerinde tablo üzerinde aksettirince
ruhtar eden şu sanatkârların fırçasındaki, şâirin kalemindeki zerafet ve ihtizazat-ı
hissiye ve ruhiyedir. Böyle bir şiir, böyle bir tablo -tabiat tarifinin bir nazarı olsa da-
mezayâ-yı ruhiyeyi şâirden havasgüzide-yi musavvereden bir şemayı mutlaka
hamildir. Zaten sanatı hesaba katmayarak sırf taklid-i tabiat yani Safa Beyin tabirince
‘şiiri yazmak’ tabiatın bir köşesini alıp olduğu gibi herkesin gördüğü gibi tasvir
etmek mümkün değildir. Mümkün olsa da onda hiçbir sanat hiçbir meziyet yoktur.
Bu saadetten hariçtir. Eşyâ-yı tabiatı tamamı tamamına aynı aynıya kopya eden bir
sanatın faydayı ameliye-i adiyesi olabilirse de hiçbir kıymet-i maneviyesi olamaz.
Malik-i meşahir bir mahlûkun bir şâirin sırf mesai etmesine değer bir şey değildir ki
onu sanayi-i nefise arasına karıştırıp bahsetmeye lüzum görülsün. Zaten bunu Ezol
‘Đntroduction du Cours’ d’Esthetique’ namı eser-i mühiminde arız ve amik serd ve
ispat ediyor. Oraya da müracaatla teyid-i malumat olunabilir.
Đdealizm denilen meslek hayalde şayet asar-ı tabiat ve hayatı tatbike tezil
etmemek ve yalnız muhakeme-i akliyenin sur-ı maderekesini havi ile tesis-i sanat
etmek isterse pek aciz, pek nakıs kalır. Sur-ı fikriyeyi eşyâ-yı hariciye kisvesi altında
göstermeye lüzum görünce ki bu Sembolizme dedikleri tarz-ı tebliğ-i şâiranedir ve
hep mevcut olagelmiştir. –Mutlaka bu sur-ı hariciyeyi ilim-i hakayık ve eşyadan
iktibasa mecbur olacaktır. Sanat-ı hayaliyenin ki Safa Beyin şiir yazmak, ibda etmek
şiir etmek dedikleri şeydir –Evan Tafulitin’de birtakım kaba, gayri mütenasip
575
temasil, madenin-i hayalde ne kadar iştirakı olduğunu her halde ispat edecek surette
münderiç bulunur ve sanatkâr olanca ihtimamını his ve fikir tebliğine sarf eder.
Çünkü madde daima hayalin bir muhafazasıdır. Kurun-ı vustada sanatı
Hıristiyaniyenin vücuda getirdiği asardan pekçoklarının heyet-i umumiyesinde bu
hakikat müstedildir. Cümlesi vesait-i nakısa-i tasvir ile şiddet ve hiddet-i hissiyat
arasında büyük bir tenakuz gösterir. Sanat-ı hayaliye mürur-ı zamanla şekil ve
maddeye hâkim olacak kadar terakkiler gösterdikten sonra eşyâ-yı maddiyenin
haricinde ve fevkinde kendine bir mirsat tayin eder. O zaman tabiatı kopya etmez,
tabiatta bulduğu şiiri yazmaz, onun şeklini bozar, tebdil eder, maddeyi tahavvül eder.
Hususide umumi bir şey, manevi de müphem bir şey zail olan şeylerde payidar bir
şey keşefeder, fakat sanat fen gibi değildir. Bu noktada tevkif edemez, edecek olursa
intizama girmek suretiyle kazandığı şeyi hareketsizliğe bedayete düşmek suretiyle
kaybeder. Müphem iken büsbütün ruhsuz olur.
Sanat mevad-ı umumiyede daima bir terakki, bir hareket bir cevelan
göstermeye mecburdur. O cevelan hadd-i zatında yoksa tasvir ettiği şeye onu, sanatı
infaz etmelidir. Tabiatın sadi, halis mücerret bir kopyası ne şiirdir, ne sanattır. Onda
hiçbir meziyet de yoktur. Onu yapan ne şiirdir, ne nazımdır.
Zaten nazım, şiirin evzan-ı kafiyeye merbutiyetiyle hâsıl ettiği aheng-i
tesellisidir. O nasıl olur da şiirin bir nevi gibi telakki olunur? Şiir fikre, hisse, hayale
ait ise nazım d ao hayalin suret-i tebliğine, ifadesine aittir. Ruh ve cismin imtizac
adime’l-iftirakı gibi… Madem ki havas-ı zahiremizden her biri bir hissin, bir asab-ı
hissiyenin hadimidir ve madem ki bütün maderzat-ı akliyenin hissiyat üzerine tesiri
gayr-ı münekkirdir. O halde şiir-i meşhut ile şiiri mahsus ve mahirin her ikisi de
şiirdir. Kavaid-i muharrik neşv ü neması olan taklit ve menazır ile insan şekilleri
tersime, renkleri mizaç ve telife bir kere başladıktan sonra bunların hayaliyesini
tasvire ister istemez vasıta, alamet-i ittihaz edecektir. ‘Hissi’ni anlatabilmek için
mehasin-i kemaliye kendilerinde tecelli eden şeyleri göstermeye mecburdur.
Etrafındaki eşyadan her birini bir ruh, bir his, bir hayal-i infaz etmesi şâire meziyet
olarak kâfidir. Zemzeme-i aşk, sermedi hangi suda hangi şecerde yoktur? Fakat ona
bakanların cümlesi görür. Görenlerin cümlesi hisseder mi? Đlhamat-ı kalbiyesini
576
dinledikten sonra sanatkârların biri savt ve kelam, biri elvan ve hududu bir diğeri de
hareket ve efali hayatı vasıta-i beyan edinir. Bu tasvir ettiği gördüğü şeylerin her
birine kendi hakikatinden, mevcudiyetinden, hüviyetinden bir şey katar, bir şey
derceder. Tasvir eder, fakat daima o şeyin kendisinde ikaz ettiği his ile onu tasvir
eder eseri bir bedia-i sanayi, bir levha-i şiir olur.
Hâsılı şâir hakikati kendi bulduğu mevki itibariyle his ve taharri eder. Kendi
duyduğunu söyler. Bunun haricinde şiir zaten tasavvur olunamaz.
Hüseyin Daniş
SF, Nu. 383, s. 293-294
577
BĐR CEVAP
-Ali Kemal Bey’e
Servet-i Fünun’un 370. nüshasına ufak bir musahabe-i edebiye yazmıştım.
Bunda Türkçe yazmayı behemehal Arapça tahsiline muhtaç addedenlerin zehabına
iştirak etmediğimi anlatmak istedim. Fikrimi izah için Ali Kemal Bey’in eser-i
hamesi olan üç fıkrayı esas-ı bahis ittihaz etmiştim. Mütalaat-ı kasıranemin sebeb-i
infial ve badi-i cidal ve hasbihal olduğunu bu hafta kemal-i istiğrab ile gördüm.
Evvela şurasını söyleyeyim ki makale-i muhtasıramda Ali Kemal Bey’in anladığı
gibi öyle techil ve hele tahkir ve tezlil manalarını ifade değil hatta ima edecek bir
kelime bile yoktur. Kendilerini şahısları gerek tevkir gerek tahkir suretiyle ve hiçbir
vecihle mevzu-ı bahis edilmemiştir. Đnsan bu türlü mübahiste şahsiyete intikal eder
de muhatabını ıskat için kendini bilapervazane medh ü sena ile başlayarak o zavallıyı
ihafa ve istihfaf, yani her iki suretle de beyhude laf u güzaf etmeye başlarsa akl-ı
selim önünde haksızlığını derhal itiraf etmiş olur. Đlmi, fenni, edebî bahisleri
sükûnet-i mantıkiye ile netice-yi matlubeyi bulabilir. Velvele-i ihtiras ile değil.
Bunun için tekrar ederim ki o makale-i naçizde şahısları bahisten tamamiyle hariç
tutulmuştur.
Eserlerinden aldığım fıkaratı teşviş etmiş olduğum iddiasına gelince afvlarına
mağrura bu iddialarının da mugayir-i hakikat olduğunu söylemek
mecburiyetindeyim. Herkes gördü, kendileri de bilirler ki o fıkraları makaleme aynen
almıştım. Đbare tamamıyla kendilerinindir. Bu halde, tağlite imkân kalır mı? ‘Fikrimi
tegallüt ve teşviş ettik. ’ demekten maksatları o üç fıkrâ-yı eserin heyet-i
umumiyesinden ifraz ettiğimi anlatmak ise o bir tabii harekettir. Kâffe-i mübahesat
da öyle yapılır. Hatta kendileri de makale-i acizanem hakkında o türlü muamele
etmişlerdir. ‘Julyet’in Đzdivacını kâmilen istinsah etmeye ne imkân ne de lüzum
vardı. Ben orada fikrimi tevzih edemedim. Benim daha mufassal makalelerim vardır.
’ diyorlarsa ‘o fıkarat-ı nakısayı oraya ya hiç derc etmemek yahut mütalaasını tavsiye
buyurduğunuz makalat derecesinde yazmak dururken niçin böyle tahkike tahmil
edemeyecek bir halde bıraktınız?’ yolunda ufak bir istihzaya hakkımız olmaz mı? O
üç fıkra aynen yazıldıktan ve bu fıkralarda ‘Türkçe’yi iğlak ve ibhama düşmeden
578
yazabilmek için Arapça öğrenmeli’ iddiası ananesiyle mestur ve mesruh bulunduktan
sonra tegallit ve teşviş iftirası hem faydasız hem de pis yakışıksız oluyor.
Bendeniz o makale-i naçizimde evvela üslub-ı lisanın kavaid-i sarfiye ve
nahviyesi manasına ise bu kavaidi ihlal etmekle methum olanların lisanda allamelik
iddiasında bulunanlar olamayacağını, üslup her şâir veya münşiye has tavr-ı beyan
manasını müfit ise bir adem için ‘kendi üslubunu istihfaf eder’ demekten bir şey
anlaşılamayacağını söyleyerek fıkrâ-yı evvelede vuzuh-ı müntaki olmadığını
anlatmıştım.
Saniyen lisanda yeni bir şey olmasın hükmünün sebeb-i tedenni olmakla
beraber cereyan-ı faaliyesi muhal olacağını kelimat ve terakip nevinden lisanımızın
şive ve kaidesine muvaffak olmayanlar varsa yalnız onları tashih ve tebdil etmek
lazım geleceğini söyleyerek ‘Arabiyi, Farisiyi kâle almadan müteceddidane kelam
yürütmek fikr-i hamında bulunanlar’ tabiriyle tezyif edilen erbab-ı cihetin şu fikr-i
ham olmadığını beyan etmiştim.
Salisen Arapça’nın lisanımızla olan derece-i münasebetini tayin ederek
Arabinin lisanımıza muaveneti yalnız elfaz ve terakibe münhasır olduğunu hiçbir
zaman şiveye üsluba kadar gidemeyeceğini ve şu halde ‘Arab’ın Türklüğe, Türkçeye,
Türklere mahsus feyzini usaresini ummazsak lisanımıza bihakkın neşv ü nema
veremeyiz… Defaatle tekrar edilen, tekrar edildikçe nisyan hatta paymal olunagelen
bu hakayıkı idrak etmeyen şibanımızın tarz-ı beyanı gittikçe iğlak ve ibhama
düşüyor, anlaşılmaz oluyor. ’ ibaresinin –ki aynen kalmalarından sadır olmuştur-
hükme ‘Arapça öğrenmediğimiz için Türkçe yazdığımız şeyler muğlâk oluyor,
anlaşılmıyor!’ manasını müfit oldukça ‘Arapça bilmediğim için Türkçe
söyleyemem!’ kuvvetinde bir mantıksızlıktan ibaret kalacağını söylemiştim.
Bunlardan birincisini ‘Büyük ediplerimiz mesail-i lisaniyeden bahsediyorlar,
fakat üsluba dikkat etmiyorlar. ’ demekle bir cevab-ı mantıki verilmiş olmuyor.
Evvelemirde üslubun ne manada kullanıldığı tayin olunmalı ki fıkrâ-yı evvelenin
zikrettiğim iki hükümden hangisine mahmul olduğu anlaşılsın da ona göre telakki
olunsun. Fakat şimdiden söylemeliyim ki kavaid-i lisanı öğrenmekle şiir ve inşada
579
muvaffakiyet ihraz olunamayacağı kavliyle bu fıkranın hükmünü harfiyen tasdik
ettiğimin hangi münasabetle istidlal olunduğunu bir türlü anlayamadım.
Đkincisine gelince, mademki Türkçede kelime terkib-i icat olunmaz
denilmiyormuş, o türlü icadata çalışanlar hakkında ‘müceddidane kelam yürütmek
fikr-i hamında bulunanlar’ filan diye bifayda tarizata kıyam etmekten ise –Türkiyat-ı
lisaniyeyi daha ziyade teshil için- kaideten salim olmayan tabirat ve terkibatın
halisane ihtarı, hüsn-i niyetle ıslahı yoluna salik olmak lazım gelmez mi? Duçar-ı
tariz olan ‘tealim’ kelimesinden evvel ‘tabir-i caizse’ kaydıyla bu kelimenin cevaz-ı
istimaline hükmetmediğimi anlatmıştım. Bunu bir kelime-i cedide olarak lisana ithal
etmek fikrinde olsaydım tahkikine imkân bulunabilirdi. Ben de mesela kendilerine
desem ki: Lisandan bahsedilirken yazılmış olan ‘Arab’ın Türkçeye, Türklüğe,
Türklere mahsus ibaresindeki ‘O üç kelimenin bir birinden hüküm ve kuvvetçe ne
farkı var?’ ‘Feyz ummak’ tabirinde muvafakat ve mülâyemet bulunabilir mi?
Arab’ın, hatta lisan-ı Arab’ın usaresi de ne demek olacak? ‘Şu sade sözler bence
kalemimin medar-ı iftiharıdırlar. ’ cümlesinin nihayetindeki adât-ı cem Türkçenin
kaide-i nahviyesini muvafık mı?
Fakat böyle şeylerle izah-ı vakit etmek istemem. Yalnız şurasını arz edeyim
ki ‘akla ismin, kalem yürütmek, garaip savurmak’ falan gibi tabirler nezaheti bir şart-
ı esasisi addeden lisan-ı edepten yani lisan-ı şiir ve inşadan hariç kalmıştır.
Lisanımızın aslını, esasını teşkil ettikleri müslüman olmamakla beraber bu
kelimelerin munis olduğuna şüphe yoksa da lisan-ı edebe değil, lisan-ı avama göre
munis oldukları düşünülünce bunları edebiyat için kaba ve gayr-ı munis addetmek
zaruridir. Eğer bu kelimelerin istimaline cevaz verilirse suçlanmak, deniz gelmek ve
emsal-i kelimata liyakat-ı kabul itasında tereddüt etmemek iktiza eder.
Üçüncüsüne verilen cevap büsbütün hariçtir. Türklerin Arapçayı Frenklerden
bin kat ziyade suhuletle öğrendiklerini bilmezsen de Arap medeniyetinin maddeten
manen varisi olduğumuz için Arapçayı bilmedikçe Türkçeyi muğlâk ve müphem
yazmaktan kurtulamayacağımıza hükmedilemeyeceğini pekâlâ anlarım. Senelerce
tetkik, tecrübe ve mesai-i semeratıyla peyda edilen bu efkâr-ı aliyeyi –borçlu
olduğumuz hayret ve hürmet vezaifini badelifa- bir tarafa bırakarak Arapça ile
580
Türkçe arasındaki münasebatın tayin ettiğimiz dereceden ziyade olduğunu, Arap
kavaid-i sarfiyesinden evvelce söylediğimiz bazı kaidelerden madasının da
lisanımızda mer’i bulunduğunu, Arapçanın lisanımıza olan muavenetinin şive ve
üsluba kadar şamil olabileceğini velhâsıl Arapça öğrenmedikçe Türkçeyi muğlâk ve
müphem yazmaktan kurtulamayacağımızı ispat eden delalil-i mantıkayı görmek
isteriz.
Gerek cidal olsun, gerek hasbihal, kendimin yahut muhatabın şahsından
bahsetmeyi terbiyeme muvafık görmediğim bundan ziyade bir şey görmek
istemedim. Bu kadarını yazmaya mecbur olduğumdan dolayı da yine muhterem
Servet-i Fünun karilerinin afvlarını rica ederim.
H. Nazım
SF, Nu. 375, s. 167-170
581
HĐKMET-Đ BEDAYĐE DAĐR 5
-Edebiyat-ı Cedide, Menşei ve Esasları
On dokuzuncu asr-ı medeniyetin en mühim keşfiyat-ı ilmiye-i esasiyeden beri
gerek âlem-i maddiyatta, gerek âlem-i maneviyatta hiçbir hadisenin birden bire
saikâ-yı tesadüfle vücut bulamayıp mutlaka evvelden beri mevcud-ı hafi, celi, büyük
küçük birtakım sabeplerin bir netice-i zaruriyesi olarak vukua geldiği hakkındaki
kanun umumidir. Bu kanunun hususuyla ulum -ı ahlakiye ve siyasiyeye tatbik-i ulum
-ı mezkurenin revişini bütün bütün tebdil ile ehemmiyetini fevkalade tezyit
eylemiştir. Tarihin, edebiyatın ve ale’l-umum sanatın vücudu izah olunmak için bir
ırkın temayülat-ı iptidaiyesinden başlanarak iklim-i münasebetiyle hadisat-ı tabiyenin
tesirinden, bu tesirat sebebiyle tevellüt eden efkâr ve ahlakın müessesat-ı diniye ve
siyasiye üzerindeki nüfuzuna kadar bilcümle vakayı bir birine rabt eden zincirin
müteaddidesi tayin ve irae olunuyor. Filhakika bir devrin vakayı-ı azime-i esasiyesi
her cihete icrâ-yı tesir etmekten hali kalmadığından bir kavmin mesela edebiyatından
bahis olunacağı zaman- ekser ciddi bir tetkik icra edilmek isteniliyorsa- zevahir-i
vakayı altında muktefi esbaba kesp ve vukuf için o kavmin tebayığ-ı mümeyizesi ile
o zamandaki ahval-i siyasiyesini, terakkiyat-ı ilmiyesini efkâr ve ahlakını, hâsılı bir
tabir-i şamil ile ‘muhit’ini izah etmek daire-i vücubdedir. Geçen makalelerimizde
asr-ı ahirin nefis-i ahirinde Fransa’da yetişen en büyük filozoflardan Hyypolite Taine
mütalaatını takiben bu noktalar arız ve amik mevzu-ı bahis edilmiş ve neticesinde bir
zamandaki efkâr ve ahlak heyet-i mecmuasının bütün sanata hâkim olduğu ispat
kılınmıştı.
Edebiyatın ale’l-umum sanatın tesadüfî, keyfi bir hal olmayıp derununda
yetiştiği heyet-i içtimaiyenin efkâr ve ahlakına merbut olacağı bu suretle
anlaşıldıktan sonra bizim edebiyatımız hakkında ortaya sürülen Sembolizm,
Dekadizm gibi isnadatın biesaslığı kendiliğinden sabit olursa da evvelki makalelerde
dermeyan edilen kaidelerin zihinlerde güzelce yerleşmesine hizmet edecek bir tatbiki
olmak üzere bu makalelerimizin edebiyat-ı hazıranın menşe-i ve esaslarını teharriye
hasrı münasip görüldü.
582
***
Tarih-i milliyemizde 1255 senesinin ehemmiyet-i medeniyesini tarife lüzum
yoktur. O sene Tanzimat-ı Hayriyenin vuku-ı ilanı her büyük milletin edvar-ı
hayatiyesinde ancak bir iki kere tesadüf olunacak tebdilat-ı esasiyeden madut olduğu
cihetle bunun neticesi olarak vücut bulan efkâr ve ahlakın hal-i umumiyesi bizde de
yeni bir heyet-i içtimaiyenin mebanisini ihzar etmiştir.
Filhakika, o zamana kadar ‘Asyalı’ sıfatını muhafaza eden bir medeniyet
icabat zamanı, zaruriyyat-ı hayatı derin etmiş olan o bülend-i himmet-i azimeyi
devletin mesai-i müşkil şikananeleriyle artık Avrupalılaştırıyordu. Bu ihtiyaç ise en
evvel cenetmekan Sultan Selim Han-ı Salis Hazretleri tarafından derin ve temsim
buyurulmuş ve henüz namevsim olmaktan dolayı bir müddet için akim kalan
teşebbüsat ıslahatperveraneleri nihayet çok geçmeden 1255 tarihinde, bir şaşa-i
ümitbahş içinde mütecelli olmuştu. Đşte milletin hak-i pürfeyiz idrakına bu tarihte
serpilen hayırkar tahammüller o ıslahat-ı icra ve tatbike memur zevat-ı aliyenin
kımıldamaz bir kitle-i mânia halindeki efkâr-ı atikeyi icabat-ı medeniyeyi kabule
sevk için ibzal ettikleri zülâl-i himmet ve gayretle neşv ü nema bularak pek az bir
zaman içinde kabiliyet-i temeddüniyemizin izhar-ı nezahetiyle riyaz-ı irfan-ı milleti
tezyin eylemişti. Vukuat-ı tarihiyede bir yandan bu devr-i intibahın inkişafına hizmet
ediyordu. Hükümet-i seniyye Macar milliyetçilerine ağuş-ı refet ve himayetini açarak
bütün ilm-i medeniyet ve insaniyetin takdirat-ı minnetgüzaresini celb ediyor, bir
nişane-i şükran olmak üzere Londra sefirimizin arabası ‘Yaşasın Türkiye’ avazeleri
arasında ahali tarafından kemal-i hürmetle çekiliyordu. Sonra 1270 seferinde bütün
âlicenap kalpler, Türklerle yan yana, bir safta döğüşmek üzere Şark’a şitaban
oluyorlardı. Pek çokları bilaihtida hizmet-i devlette kalan Macar milletçilerinin
hemen kâffesi zamanın terakkiyat-ı ilmiyesi ile tenmiye-i vicdan etmiş münevver’el-
fikir, muhibb-i terakki zevat idi. Yine böyle Hıristiyan vatandaşların hizmet-i devleti
kabulü, bu gibi zevat ile Avrupalıların ihtilat, Avrupa lisanlarını tahsil ve
memleketlerini ziyaret için vücut bulan hevahoşlar mefkûreler de bütün yeni tesirat
husüle getiriyorlar; muhsinat ve ihtiraat-ı medeniyenin memleketimize tatbiki
zihinlerde kesb-i hüner ve marifet için tecessüsler peyda ediyordu. Anlaşılıyordu ki
583
dünya bizim o vakte kadar bildiğimiz gibi değildir. Irak vadilerinden Endülüs
sahralarına pervaz eden mürg-i marifeti şimdi Avrupalılar kendilerine alıştırmışlar,
beslemişler, büyütmüşlürdir. Eğer bugün yaşamak isteniyorsa artık o ilim ve hikmeti
bulduğumuz yerden oradan, Avrupa’dan alarak milletimizin cevher-i pakine
aşılamak böylece yeni, kendi asrımıza mahsus bir heyet-i içtimaiye yetiştirmek
lazımdır. Bütün efkâr-ı münevvere ashabınca bu netice gaye-i mukaddese-i amal
ittihaz edilmişti. ulum -ı askeriye, ulum -ı tıbbiye, hikemiyat, edebiyat, hâsılı her şey
tercüme olunuyor, gazetelerle neşrediliyor; bir darülfünun açılıyor, burada umuma
mahsus dersler, ramazan gecelerinde edebi, fenni müsamereler, konferanslar
veriliyor; Takvim-i Vakayi’de Sorbonne Darü’l-Fünün’undaki derslerin tercümesi,
ilm-i servete, ilm-i usul-i milliyeye ait kitapların tefrikaları görülüyor. Türkiyat-ı
ilmiyeyi temin için heyetler teşekkül etmiş, risaleler tesis olunmuştur. Bütün bu
mesai-i fikirlerde bir vesait peyda ediyor. Nihayet kendimizi, Türklüğümüzü,
azametimizi anlıyoruz. Bilnispe az bir himmet ile az bir zaman içinde vücuda gelmiş
terakkiyat-ı maddiye ve maneviyeden istidlal ederek bu suretle devam edecek mesai-
i müstakbelemizin bizi âli bir mertebeye sevk edeceğini hissediyoruz… Eski
zamanların o nidagar kanı bu yeni asare-i cihat ile kuvvet bularak damarlarımızda
çırpınıyor. Bütün kalpler Türklüğün azametiyle meşhun. Bütün kalpler teali-i vatan
uğrunda bir atış-ı fedakari ile meshuf işte ve ahlakın bu hal-i umumisiyle tevellüt
eden bu hissiyat, bu kabiliyet edebiyatta ‘Đslam Beyler’, ‘Akif Beyler’de ictima
ediyor. Bu numune o zamanın şahs-ı kalbidir. Yani herkesin malik olmak istediği şey
böyle hamiyetli bir kalptir. Bu ise en ziyade tiyatroda gösterilebiliyor. Bir romanın
uzun sayfaları, bir şiirin muhtac-ı talim-i dakiki, bu naşekip, bu pürgaleyan ruhlar
için tehammül olunmaz bir meşgaledir. Onlara bir iki saat içinde âlim ve cahil
herkese ta mevcudiyet-i samimelerini lerzan edecek kadar fedakârlık ile âlicenaplık
ile memlu pür ateş sahneler, manzaralar lazımdır. Eserlerde ince tahliller ruhi
tetkikler görülür. Çünkü o mebzul usare-i hayatın yetiştirdiği ruhlara bu rikkatlerin
lüzumu yoktur. Onlara kendilerinin hissedecekleri telezzüz eyleyecekleri gibi muhip
ulvi hisler yine öyle muhip ulvi pürtumturak bir üslup ile tasvir olunmalıdır ki
anlasınlar. Filhakika böyle tasvir olundu. Tarih-i edebiyatımızda misl-i görülmedik
bir bahar-ı bedayi-i fizan cuşacuş ile hadaik-i edibe bir teravet-i sermedi serpti.
Yavaş yavaş bir cereyan-ı tabii ile zaman bu ilk galeyan-ı şebaba bir devr-i kemalin
584
vereceği sükûn ve vukufu getiriyor. Nihayet ‘Talim-i Edebiyat’ bu kavaid-i cedide-i
edebiyeyi muhakeme ve tedvin ediyordu. Fakat …
Fakat sonra bir aksü’l-amel başladı. Bu bir parça garip idi. Açıktan açığa
meydana çıkacağı yerde kalın bir perde-i riyaya bürünerek Avrupa ahvalinden tenfir
ediyor, zahiren de ‘Evet, Avrupalılardan almalı; fakat iyilerini almalı!’ yolunda
suret-i haktan görülen bir hatt-ı hareketi takip ediyordu. Bir aksü’l-amel menfi bir
hareket olduğu için zaten müşmir olamaz. Bundan fazla bu zaman hadimleri içinde
bir iktidar-ı ciddi sahibi de görülmediğinden bu aksü’l-amel derinden edebiyat
namına payidar olacak bir eser kalmamıştır; belki birkaç yarım sarf, lügat kitabı
bulunur. Fakat biz edebiyattan bahsediyoruz.
Bu aksü’l-amel seyyiesiyle edebiyatıızın o ilk hızı devam edememiş hele son
seneler zarfında saha-i edebin Ekrem, Hamit imzalarından mahrum kalması
edebiyatta büyük bir boşluk açmıştı. Đşte bunun içindir ki eski devr-i feyzin asar-ı
tealisini idrak etmemiş olan şeban-ı hazıra 1312 senesinin hareket-i edebisiyle
yeniden başlayan devre-i edebiyi gördükleri zaman ferd-i meserretten şaşırdılar.
Adeta ‘Bizde edebiyat yoktu, hiç yoktu yeniden vücuda geldi!’ dediler. Hâlbuki bu
yeni gördükleri dürre-i edep bir müddet için bir an sükûn geçiren edebiyat-ı
sahihamızın ikazından ibaret idi. Bu ise bilzarure vücut bulacaktı. Çünkü ilm-i
medeniyetle ihtilatımız, münasebetimiz senin-i ahirede evelkine nispetle fevkalhat
tezayit ettiği gibi ta köylere kadar tamimine şayan-ı teşekkür bir gayretle çalışılan
nimet-i marifette tenmiye-i fikir ve vicdan ile en feyizli semarat-ı nafiasını vermeye
yüz tutmuş. Mekatib-i aleyh her türlü neşbesat-ı terakkipervareneye medar-ı istinat
evvela olabilecek bir cevher-i marifet tehyie eylemiş. Đşte efkâr ahlak ve hissiyat-ı
umumiyede husule gelen bu istidat neticesiyle bugünkü edebiyat yaşamaya
başlamıştır.
Filhakika edebiyat-ı hazıranın suret-i teşekkülü gösterilince bunu icab-ı
zamanın tehyie etmiş olduğu tecelli ediverir: 1311 sene-i rumiyesi nihayetlerinde
mekteb-i risalesi bir hafta tatilden sonra büsbütün yeni bir program dâhilinde intişar
ediyordu. En evvel şiirleri nazar-ı dikkati celp etti. Đlk nüshasındaki ‘şiir-i mahzun’
için biraz zaman evvel Tevfik Fikret Beyin riyaset-i tahririyesi altında yenileşen
585
Servet-i Fünun’un ufak bir fıkra-i takdiriyesi bu iki ceride arasında bir karabet-i
fikriyenin vücudunu gösteriyordu. Şayan-ı dikkattir ki daha bu zaman Tevfik Fikret
ve Cenap Şehabettin namları bir birince henüz gazete sütunlarında tanınmış idi. Çok
geçmeden ashab-ı iktidar bu iki ceridenin etrafında içtima ediyordu. Üstad Ekrem
bunları teşvik ve takdir ediyor, Sezai Bey, Menemenlizade Tahir Bey muavenet-i
tahririyede bulunuyorlar; Halit Ziya Bey şahsi bir maarife-i kadimeye istinaden değil
mahza tevafuk-ı meslek eseri olarak ‘Mai ve Siyah’ını Servet-i Funun’a getiriyor,
Ayın Nadir, H. Nazım, Đsmail Safa, Süleyman Nesip, Siret, Ahmet Kemal, Hüseyin
Sait, Mehmet Rauf, Rüştü Necdet, Saffeti Ziya Beyler meziyat-ı zatiye-i
edebiyeleriyle birer birer gelerek servet-i edebiyatımızı tezyit ediyorlardı. Muhtelif
noktalarda, muhtelif suretlerle yetiştikleri halde aynı fikirde itilaf eden bu zevat bir
gün evvel birbirlerinin yabancısı oldukları halde bir gün sonra rabıta-i meslekle dost
oluyor; daha sonra Đbrahim Cehdi, Hüseyin Daniş, Faik Ali imzaları da bu fihrist
gayri duran edibe inzimam ediyordu. Yine şayan-ı dikkattir ki bu zevatın kâffesi
memleketimizdeki derecat-ı tahsilin en son noktasına vasıl olmuş, umumiyetle
Fransızcaya ve ekseriyetle sair-i ecnebi lisanlarından birine de vakıf terbiyeli
zatlardır.
Đşte edebiyat-ı cedide-i hazıra böylece saika-i zaman ile hayat bulmuş. Bu
sene ‘Dekadanlar’ makale-i tariziyesinde vehim olunduğu gibi Fransız mesalik ahire-
i edebiyesinden –artık Fransa’da bile vücudu kalmamış denilebilecek kadar sönüp
geçmiş olan- Dekadizmi Türkçeye tatbik etmek isteyen birkaç gencin kesb-i
tefererrüt için düşünüp taşınıp bulmuş oldukları bir vesile-i iştihar değildir. Zaman
bunu tehi eylemiş, ufak bir vesile bu asar-ı edebiyeyi hep bir yere cem edivermiştir.
Hem bu zatların kesb-i teferrüt ve temyize hiç ihtiyaçları yoktu. Çünkü esasen bizde
yazı yazanların en iyilerinden bulunuyorlardı. Cenap Şehabettin hakkında ‘Ahmet
Mithat’ imzasıyla Tercüman-ı Hakikat sütunlarını dolduran medayıh ve ensiye henüz
unutulmadı. Halit Ziya ise –Sezai Beyefendiile birlikte- bizde romanın yegâne
müessislerinden bulunduğu için esasen kesb-i temyiz etmiş değildir. Hele Tevfik
Fikret Beyin Mekteb-i Đdadiye edebiyat sınıflarında asarı ezberletirilmesine bakılırsa
tesis-i şöhret için bir say-i garibe müracaattan müstağni olduğu anlaşılır. A. Nadir
Beyin, Đsmail Safa Beyin asarını istikbal eden alkışları ise ihtara hacet göremem. Şu
586
kadar var ki bu zatlar okuyarak, çalışarak muttasıl-ı terakki etikleri calide eski
karilerin şimdiki muterizin ve muharririn bir kısmı yine eski mevkilerinde kalmış
olduklarından sitemler, tahkirler yağmaya başladı. Bunlara en ziyade Cenap
Şehabettin hedef oluyordu. Hâlbuki aradan birkaç sene geçer geçmez bütün bu
tarizlerin hiçbir hükmü kalmadı. Mahzan tuhaflık olsun diye hiç yoktan ortaya bir
Dekadan oyuncağı çıkaran Mithat Efendi Hazretleri benim Cenap Şehabettin ve Halit
Ziya Bey gibi zatlara diyeceğim yok, ben asıl Dekadanlara itiraz ediyorum. Yolunda
bir müdafaa ile halk nazarında Dekadanlığın ser-efrazanından addolunan Halit Ziya
ve Cenap Şehabettin Beylerin liyakat-ı bahirelerini teslim ile evvelki sözlerin
hükümsüzlüğünü itiraf etmiş, Cenap Şehabettin’i tariza sermaye-i iftihar bilen Cenap
Şehabettin’e ‘embesil’ diyen gazeteciler bu şâirin eserlerini artık ‘asar-ı muhallide’
sahayifine geçirerek takdirhan olmaya başlamıştır. Bu halde şu geçen iki seneye bir
nazar-ı icmali atf edince hep o gürültülerden münakaşalardan yalnız yazılan eserlerin
payidar kalabilmiş ve o eserlerin de o ashabı için işte bir vesile-i mefharet vücuda
getirmiş olduğu meydana çıkar. Zaten fazla bir şey de iddia olunmuyordu.
Bu tarizatın esbabını muterizlerin hasetlerinden başka eskiden beri mevcut bir
menaferetin zamanımıza kadar imtidat eden halinde aramalıdır. Filhakika 1255
tarihinden itibaren Avrupa’ya doğru atılan adımlar ne kadar metin olursa sürat-i seyri
işgal edecek mevaniyle muhat idi. Hatta bu mevaninin galebesiyle biraz evvel
bahsettiğimiz aksülamel vücuda gelmiştir. Fakat melekemizdeki terakkiyat-ı ilmiye
ve fikriye bu manevi yavaş yavaş izale ederek bugünkü harekât-ı edebiyeyi teheyyi
etti. Filhakika bugünkü edebiyat, edebiyat-ı cedidenin hayrülhalefi olmaktan başka
bir şey değildir. Vakıa onun tamamen aynı addedilir. Çünkü zaman yürürken bu
kabil değildir. Mamafih o zamamandan beri bir hayli tahvilat vukua gelmekle
beraber esas değişmemiştir. Avrupadan istifade işte udebâ-yı cedidemizin en esaslı,
en şumüllü rabıta-ı itilafı bu noktadadır. Avrupa’yı doğrudan doğruya taklit değildir,
Avrupa’yı yalnız bütün ilm-i insaniyete kabil-i tatbık kavaid-i umumiye alınacak;
sonra bunlar zamanımıza, mekânımıza, istidadımıza göre bizden milli semereler
husüle getirecektir. Mesela sanat nedir, bundan kaideleri nedir. Avrupa meşahir-i
üdebası ne suretle çalışmıştır, ne yapmak iştemişlerdir, ne suretle hareket ettikleri
zaman muvaffak olmuşlardır? Đşte buraları görülerek, gösterilerek ulum ve fünun
587
terakkiyat-ı milli dairesinde bu terrakiyat bizde de husüle gelecektir. Yoksa ecnebi
bir edebiyatını, doğrudan doğruya taklit ile hiçbir netice hâsıl olamayacağını ele
geçen en sade bir bedayi kitabı bile anlatır.
***
Ebediyat-ı cedide-i hazıranın terakki ve tevsiine karşı gösterilen
memanietlerden bahsolunduğu sırada garip bir simâ-yı edebiyeyi, Paris muhabiri Ali
Kemal Beyi unutmak kabil olmuyor. Ali Kemal Bey bir iki seneden beri muharrirat-ı
muhtelifesini ikdam sütunlarından halka kemal-i zevk ile okutuyor. Bu bapta ihtiyar
ettiği tarz-ı hareketi takdir etmemek elden gelmez. Aynı bir noktada, aynı bir fikirde
sebatın muceb-i kemal olacağı, asıl, maksat ise ikdam karilerini yormadan gazete
münderecatının tamim-i kavaidine çalışmak olduğu cihetle Ali Kemal Bey tabi
bunun külfetinden vareste kalmıştır. Bugün edebiyat-ı hakikiye derslerini tercüme
etmiş, yarın bu himmetini ret ve inkâr ederek bize ciddiyetle, tarih ile, ulum , ve
fünun ile yalnız bunlara tuvalin lüzumundan bahs ederek ertesi gün hayat kırıntılarını
dökmüş, sonra refref hayallerle, günde binlere, dakikada saniyede birlere düşmüştür.
Arada bir -adetçe kısır olan bir sınıf karinin hüsn-i teveccühünü celb için garb
hayatından, edebiyatı cedidemizin fenalığından şikâyet etmeyi de unutmamıştır.
Fakat hüsn-i teveccüh celp etmesin, bir şöhret-i sehile istihsalıyla yazılarına mahreç
tedarik eylemek ihtiyacı düşünülecek olursa bu mazur görülür. Hususa ki Ali Kemal
Beyin yazılarında Fransız gazeteleri Đstanbul Đkdam muhaberatından daha çabuk
gelmese idi Fransızca bilenler de Paris muhaberatını okuyabilirlerdi, Ali Kemal Bey
yazdıklarını okutmak şerefine de şiddetle vakıftır. Bunun içindir ki bir vakıa-i
mühimme-i edebiyeden veya saireden bahs ederken bu tafsilatı gazetelerden tercüme
ettiğini söyleyecek yerde oralara, rana matra buram buram, ziba ifadeleriyle -kendisi
gidip görmüş gibi- kangal kangal yazar ki bu mevzu-ı bahis olan mesaileş kaileleri
nazarında merak çalıp, bir renk verir. Đcabı halinde –artık gazetenin mesleğine göre
mesela Emil Zola’yı metheder. Bunun “Jurnal”gazetesinde Pol Borjo tarafından
yazılmış bir makale kariince ehemmiyetten arî tutulacağına vakıf olduğu için iki
seneden beri kariler indinde kesb ettiği nüfuz ve itimada güvenerek birkaç Arapça
588
beyit ile karıştırıp Türkçeye mahirane naklediverir, Ali Kemal Beyden sadır olacak
mütalât, şu izahatten sonra, artık kimseye garip gelmez zannederim.
12 Nisan 1314
Hüseyin Cahit
SF, Nu. 376, s. 183-186
589
AHMET NAĐM BEY EFENDĐ’YE
Bu eseri-i âlinize lahak olmak üzere gönderdiğiniz “Mukabelenâme”yi
affınıza sığınarak neşretmedik.
Tercümelerinize vuku bulan tarizat hüsn-i niyete müstenit şeyler olsa yahut
tarizatı yazan kalemler –mukabelenamenizde bihakkın tenkit buyurduğunuz- hatiet-i
fahişe ile alude olmasaydı, mukabele için sarfettiğiniz zahmet sarf olmazdı. Fakat
yine affınıza ihtirazen söyleyelim ki beyhude yere ihtiyar-ı külfet buyurmuşsunuz.
Emin olun muterizleriniz tercümelerinizi hakikaten lazımel intikat buldukları için
değil mahzen serfeti finunun sahayif-i nacizinde münderiç gördükleri için hedef-i
tarizat ederler. Muvanet-i meşhure-i kalemiyenize serfeti finun mazhar olmamalıydı.
O zaman iktidarınızın ne tahaliklerle yüzlerce emsalini gördüğümüz için bu gibi
ahvalşde sıon dereceye gelmedikçe sükut-ı mukabeleye merci buluyoruz. Bunu
aczimize isnat edenler noksan-ı şartın bir hasiseyi kemal olduğunu bilmeyenlerdir.
Đşte bunun için mukabelenamenizi derc etmedik. Mamafih aynen idarenizce
mahfuzdur, lüzum gösterildiği takdirde yine derc ü neşr olunur.
Servet-i Fünun
SF, Nu. 400, s. 152
590
MUSAHABE-Đ EDEBĐYE 37
-Đki Söz Daha
Servet-i Fünun’un 364 numaralı nüshasında ‘Đki Söz’ unvanlı bir musahabe-i
edebiye var. Bu iki söz altında edebiyatımızın bir tarihçe-i tekâmülü yazılarak
‘Sözün ahval-i vicdaniyeyi tahvildeki tesir-i beliği’ müessirleriyle, dakayıkıyla tayin
ve izah olunmuş. Bir kavim edebiyatının nikat-ı tahavvülünü göstermek o kavmin
simâ-yı maneviyesinin en ince hudut ve eşkeliyle tersim eylemektir. Muharrir
musahabe-i hakikati –üstüne çekilen ridâ-yı mazlum altında da- görmüş tanımış,
hatta sevmiş, aşık olmuş; bize samimi bir lisanla anlatıyor.
Şiir insanın gıda gibi hava gibi kati bir ihtiyacıdır. Bu ihtiyac daima bir zemin
istifa arar ki o da güzelliktir. Kâinat serapa güzeldir. Herkesçe güzel bilinen şeyler
bir tarafa dursun, bir yangın, bir inhidam, bir cenaze, bir şiire, hem de müessir,
muhallit bir şiire mevzu olabilecek bin türlü güzellikler vardır.
Dikkat oluna oluna şu hakikat anlaşıldı ki güzellik –dairesi küçüldükçe kudret
ve cazibiyeti artarmış gibi- büyük şeylerden ziyade küçük mahlukâtta tecelli ediyor.
Eşyadaki ıtrat-ı kelal avaredir. Đnsan seveceği şeyde bir tenevvü bir teceddüt,
tabi olmakla beraber, bir fevkaladelik arar. Tabiatın manzara-i hariciyesi onun
hevesat-ı bedayiperestanesini teskin edemez. Dağınık bir halde bulunan güzellikleri
bir yere, bir noktaya toplar. Onları istediği şekilde tecelli ettirir. Bütün mehasin-i
tabiiye onun elinde ham eşya gibidir. Đstediği gibi kullanır. Đstediği şekl-i bediiyi kor.
Nihayet öyle manzaralar irae eder ki tabiatın fevkinde olmamakla beraber misline
hiçbir yerde tesadüf olunmak ihtimali yoktur. Đşte hayali güzellik budur. Bazen bu
mehasin-i hayaliye o kadar teali, o kadar kesb-i rikkat eder ki tanınamaz,
anlaşılamaz; fakat daima cazip, her zaman müessir, ilelebet güzeldir!
Ah! Ben isterim ki eşya-yı meriyenin ötesindeki bir şeyi görmeksizin,
tanımaksızın sevelim! O şeyin güzelliğiyle benliğim arasında öyle bir münasebet-i
mesture mevcut olsun ki bütün hevas zahiren ona bigâne kalsın!
591
Bana öyle geliyor ki bütün kalemler, fırçalar, teller, yalnız bu hakiki güzelliği
tasvire hadim olurken bir fark, bir temayüz, bir tesir gösterir. Edebiyat ancak bu hiss-
i hafi huzurunda kitabet-i adiyeden ayrılır; bir kalbin en derin nişane-i infialini veya
en masum bir şevkin asarını bir nazarda, bir çehrede göstermek kudret-i mebdeanesi
bir ressamın fırçasına burada ifade olunur. Bir kemanın telleri ancak bu makamda bir
hayatın, anın ıstırabını gizler.
***
Evet, bizde edebiyat değişti… Pek çok değişti. Daha değişecek… Pek çok
değişecek. Mademki dünya dönüyor; mademki eyyam ve mevasim lâyenkati
değişiyor; mademki bu kâinat hayat içinde her şey ‘tarik-i tekâmül’ denilen bitmez
tükenmez bir daire dâhilinde –fakat her adımda yükselerek, büyüyerek tebdil-i şekil
ve suret, tevsi-i muhit eyleyerek- bilatevakkuf devrediyor; edebiyat da her şey gibi ve
her şeyle beraber değişecek.
Edebiyatın cedidi, atıkı, garbisi, şarkisi hakikatte birdir. Bir asıldan, bir
menşeden, bir müessirden gelir. Tâbiat-ı muhite yalnız eşkâlini deiştirdi. Đhtiva
ettikleri şerâit hissaniyeye göre iklimler, hayvanat ve nebatatı nasıl değiştiriyorlarsa
edebiyata da öyle bir inkılâp veriyorlar. Bir Eskimolu ile bir Sudanlının efkâr ve
ihtisasatındaki fark bundandır. Yoksa esasen her ikisi de insan olduğu için her
ikisinde lisan-ı his ve emeli birdir. Her ikisi de bir tabiata karşı irae-i tesir ediyor. Şu
kadar ki birisinin kürsi-i istiğrakı buzdan dağlar, diğerinin mevk-i tefekkürü kumdan
sahralardır. Her biri kendi meşhudatıyla mütehassıs oluyor ve mahsusatını ifade
ediyor.
Bizim bugünkü edebiyatımızda yalnız Arab’ın, Acem’in, Fransız’ın tesiratını
aramakla iktifa etmeyiniz. Bunlar yeni şeylerdir. Daha ileriye gidiniz. Latin, Yunan.
Mısır, Babil, Hint edebiyatının izlerini bulursunuz. Bunlarla da tamam olmaz.
Dünkü, bugünkü, yarınki edebiyatımızda ezmine-i kable’l-tarihiyenin yadigârları bile
mevcuttur. Ben eminim ki asar-ı bi-nihayenin terakkim-i keşfi arkasından ilk penah-ı
beşer olan bir mağaranın karanlık ratıb bir köşesinden gelen bir heceli bir sözün aksi
bugün yazılmış bir manzumede gizlidir ve ilk insanların hayvanat-ı vahşiyeye karşı
592
kopardığı çığlıkla bugünkü insanların en ihtizazlı anın infiali arasındaki rabıta asla
münkati olmamıştır.
Eserlerde müessirin şahsiyetiyle beraber –tabir mazur görülsün- zamanın
şahsiyeti, mekânın şahsiyeti var. Mesela edebiyat tumturaklı kelimelerden
zannolunduğu bir zamanda, velvelelere teveccüh edilen bir mekânda alkışlarla
teheyyüc daha doğrusu izlal edilmiş bir şâir her şey içinde kendini göstermek, her
sarir-i hamesine bir nur-ı hodnemayı terdif etmek isterken –yine mesela- bir ‘fırtına’
yazar. Dalgaların kıyılara çarparken çıkardığı sedalar kadar gürültülü, velveleli sözler
söyler. Manzumesinin bum-ı intişarında –Lemzerabl müellifinin ‘Kaba Babalık’ diye
tavsif ettiği- avam tarafından gösterilecek alkışlardan başka bir şey düşünmez.
Manzume okunurken ve ilhama açılacak ağızlardan başka gözünün önüne bir şey
gelmez. Yazar, yazar, hesapsız beyitler yazar. Yüzgeçliğiyle, dalgıçlığıyla iftihara
kadar varır. Bu sözlere ‘sarhoş’un hatıratı bile kahkaha zen istihfaf olur.
Hâlbuki biri de hakikaten hassas olan bir şâir o fırtına karşısında asabi
lerzide-i buhran olurken uzaklarda inzar ile her dakikada musademeler eden
ufukların ötesinde denizlerin, göklerin ortasında bir balıkçı görür ki dalgaların sine-i
mehalikinde taharri-i hayat ederken meskeninden, rey-i meskûndan uzaklaşmış;
kendini birdenbire göklerin denizlerin, fırtınaların, dalgaların, ümitsizliklerin,
dermansızlıkların içinde bulmuş kârgâh, müteharriki bin parça olmuş; o müttekâ-yı
maişetin, o ümid-i münkesirinin narin bir haşebpare suretinde ellerinde kalan son
parçasına olanca kuvvetiyle sarılmış; köpüren dalgalara yalvarıyor, boğulan ufuktan
imdat, esen rüzgârdan merhamet, yağan yağmurdan teselliyet bekliyor… Đşte bu
manzara o ufukları, o anın tezellüm bu fırtınaları yararak sahilde vukuf-ı istiğrak olan
şâirin dimağ-ı ateşinine olanca şiddet ve rikkatiyle çarpar. O şâir bu manzarayı tersim
etmek ister. Đşte şâir burada vücut bulur; şâirliğin nokta-i tecellisi budur. O şiiri
okuyan adam artık fırtınayı, denizi, dalgayı, ufku, bunlarla beraber insaniyeti
evvelkinden daha nafiz ve daha samimi bir nazarla görmeye başlar. O kari ile
balıkçılar arasında o dakikadan itibaren ebedi bir münasebet hâsıl olmuştur.
593
Burada hayat ve hatıratımdan küçük bir sahife arz edeyim: Halit Ziya Beyin
‘Kırk Para’ unvanlı bediasıyla tezyin eden Đkdam gazetesi buraya o musahabe ile
müzeyyen olan Servet-i Fünun’la beraber geldi.
‘Kırk Para’yı ihvandan üç dört sahib-i izan ile beraber okuduk. Her cümle bin
ibare-i tenkidiyeye sarılıyor; fakat derhal tenkitler takdirlere, takdirler tahassüslere,
tahassüsler teheyyüclere inkılâp ediyordu. Mesela bazıları diyordu ki:
- Bu güzel fikri ‘Mai ve Siyah’ muharriri niçin bu edâ-yı rakik ile ifade etti?
Lakin derhal yine o ağızdan:
- Çünkü başka suretle ifade kabil değil! Sözleri dökülüyordu.
Evet, başka suretle ifade kabil değil, değil. Türkçe, Arapça, Fransızca, Çince
her lisan, her seda ahval-i vicdaniyeyi tasvir ederken serairden, infialattan
tahassüslerden, ihtiyaçlardan müteşekkil. Payansız uçurumlara müsadif olur: Orada
bir ihtizaz, bir tezelzül gösterir; zayıf ise bir daha kalkmamak üzere düşer; değilse
Halit Ziya gibi nurlu, renkli, rayihalar, nağmeler saçarak teganni veya hitabet ederek
ilerler. Denilebilir ki fırtınalar Demöste’nin asabına ifade-i kuvvet ettiği gibi bu
insaniyet de önünde daha vasi bir afakı maksut, daha feyizli bir zemin ikazı açılan bu
genç muharririn asab-ı üslubuna bir gerginlik, bir kuvvet verir.
‘Kırk Para’ bittiği zaman hepimiz sermest-i safa olmuştuk. O gün sokakta beş
altı yaşlarında bir fakir çocuğu gördüm. Çeketi yoktu. Siyah pantolonu pamuklu
montunun üstüne çekmiş, askılarını omuzlarının üstünden sıkı sıkı geçirmiş, kaldırım
taşını sediraram ittihaz etmiş; kâinatı inzar-ı lakaytdanesiyle dolduruyordu. Kendi
kendime dedim ki: ‘ Halit Ziya Beyin penceresinden gördüğü çocuk bu olacak!’
yanıma çağırdım, davetime omuzlarını kaldırmakla mukabele etti. Ben yanına gittim.
Kırk para verdim.
Đkinci gün mevki-i memuriyetimde çalışırken biri kız, diğeri erkek iki fakir
çocuk geldi. Ellerinde birer deste yeni bağlanmış menekşe vardı. Bu iki çehrede de
Halit Ziya Beyin tersim etmiş olduğu o levha-i masumeyi görür gibi oldum. Bunlara
da kırk para verdim.
594
Kırk Para! Hep Kırk Para!
Halit Ziya Bey bir insanın bütün mukadderat-ı hayatiyesini ‘Kırk Para’da
hülasa etmiş, milyonlarla bile doymayan cism-i hırs-ı beşere bu sineyi kemal-i
maharetle çarpmıştı. Ben o maden parçasında en nazik hissiyat ve tesiratımı
görüyorum. Verdiği bu sikke bir fakire inayet verilmiş bir sadaka değil, bir cerihaya
rabt edilmiş tesir, bununla beraber gayet büyük bir kudret-i edebiyeye arz edilmiş bir
nişane-i ihtiramdır. O fakir çocuk bu hakir akçeyi alırken bilmediği, tanımadığı,
ihtimal ki hiçbir zaman bilmeyeceği tanımayacağı bir muharriri, bir himayetkar-ı
zaifeyi derin bir hiss-i şükran ile selamlamış oluyor.
Daha var:
Dört seneden beri nerede çocuğu kucağında bir fakir kadın görürsem lisanım
derhal ve bilaihtiyar:
Şikeste renk-i sefalet, Mukadder ve mağmum, demeye başlar. O manzara-yı
müessirenin arkasından Tevfik Fikret Beyin necip çehresi ibtisanümâ-yı şefkat olur.
Đşte asar-ı ahire ile müellifat-ı kadime arasındaki fark bunlardır. Şimdiki müessir-i
edebiye insana yalnız bir hayret vermekle kalmıyor. Şimdiki asap fevkalade rakik ve
mütehassistir. Pek büyük gürültülü şeylerden müteezzi oluyor.
Şiir yalnız zahiri tasvirden ibaret kalırsa hiçbir güzelliği hiçbir hissi ifade edemez.
Gözle görülen her şeyin hafi ve nameşhut bir güzelliği var ki o şeyin büsbütün
zıddıdır. Bir neşide-i garamın elhan-ı neşve meşhununda bir hayat-ı şikestenin sedâ-
yı inkisarı duyulmazsa o muhabbet hodgamlıktan başka bir mana ifham edemez.
O büyük ve gürültülü şeyler ayrı ayrı taşlardan yapılmış harçsız, emeksiz duvarlara
benzer. Onda sanatın ifade etmek istediği şey yoktur. Orada hiçbir mimarın şahsiyeti
yani bir insanın hayatı, zekâsı, tasavvuratı, amâl ve hissiyatı, şevk ve infiali aks-i
endaz olmamıştır. Yalnız maddi bir ihtiyacın mihaniki bir hareketin kaba bir eseri
göze batar durur.
595
Üstad-ı edibimiz, azam-ı eslaf ve muasırin gibi tabiat-ı eşyayı tetkik ederek bizde
de metin bir meslek-i edebî açtılar, her lüzumu his ve takdir ile her ihtiyacı tayin
ettiler. Misallerini de günde bir şekl-i bedii ile gösterdiler. Edebiyat-ı Osmaniyenin
bu tarik-i feyza feyzinde ilerlemesine hiçbir şey mani olamayacaktır. Đnsanı
düşünmekten, ihtiyac-ı his olunmaktan men etmek kabil olsaydı, edebiyatı
terakkisinden yani insaniyet-i tekâmülünden alıkoymak da belki mümkün olurdu.
Yazık ki –yahut bereket versin ki- insan tabiata karşı pek acizdir!
Bursa, 25 Şubat 1313
Đbrahim Cehdi
SF, Nu. 367, s. 38-41
596
5. TANITIM YAZILARI
597
RESĐMLERĐMĐZ
Arzû-yı Melhuz
-Ressam Halil Bey Efendi-
Đnsan bedayi-i sanattan güzel bir şeyin tarifini işitip beğenecek olursa asıl
maarifi de görmek, maarifi gördükten sonra onu vücuda getiren zatı da tanımak ister.
Bu tabii bir haldir. Bu hale göre 365 numaralı nüshamızda tarifi münderic olan
‘Levha-i Dilruba’ ile bunun sanatkâr ziliyakatını görüp tanımak arzusu –ümit olunur
ki Servet-i Fünun- karin-i kiramından birçok zevatın gönüllerinde birer ufak yer
tutmuş olsun. Đşte bu nüshamızla o Arzū-yı Melhuz’u ifaya muvaffak oluyoruz…
Karilerimiz şu sahifelerde hem levhayı temaşa edecekler hem de bunun sanatını… O
musavvirin-i Osmanlının iftiharı Halil Bey Efendi’yi tanıyacaklardır.
Resimde bir tek kalemin veya bir iki fırça ile birkaç türlü rengin işte bu üç
vasıta-i husül-i sanatın kuvve-i harikulade-i ibdaiyesi yanında (fotoğrafı) denilen
ihtira-i mühimin ne kadar bayağı kaldığını tahattur edenler, levhanın bu sayfalara
aksettirilen zülâlini aslına ait tarifat derecesinde metin ve mükemmel o derece
renktar bulamadıklarından dolayı elbette müteaccip kalmazlar.
Evet! Bu akiste daha doğrusu bu hayalde (Satuh Menazırı)nın en gerisinde
ordugâhın ‘bir küme ihram-ı zümürridin’i andıran yeşil çadırları fark ve temeyyüz
olunamıyor. Orman içindeki inişli yoldan ‘savlet-i muhacimane’ ile ilerleyen süvari
müfrezesini seçmek için nazarları zorlamak lazım geliyor. Tekaddüm-i zaman ile
vücutları eskiyip yıpranmış, takalib-i hazan ile yaprakları dökülüp renkleri solmuş
kadit ağaçlar o kadar celb-i nazar-ı dikkat edemiyor. Fakat matmah-ı inzar sahanın
(burada amiyane demek caiz görülemeyen tabirle) asıl can alacak noktası –şüphe yok
ki- tariftekinden daha celi, daha heybetli bir surette tecessüm ediyor.
O nokta değil –üzerindeki ateşpare celadetle- ayaklanmış bir yanardağ ki
hamle-i evvelada düşman ordusunun ciğergâhını zir-i ikdam salâbetinde ezivermek
için bisabırane feraset bekliyor!
598
Levhayı buraya kendi rengiyle aksettirmeye imkân olaydı, ‘Ateşpâre-i
Celadet” teşbihinin –suret ve mananın tabir-i diğerle arz ve cevherin ikisine de
şumulü itibarıyla- bir teşbih-i mutlak ve muhakkak olduğu ve hal-i nazarda
anlaşılırdı. Birinin evvelan bu akiste ise hükm-i teşbih-i cevhere münhasır
görünüyor. Arzdan maksat levn ve şekliyle beraber kisvedir. Cevher nedir? Cevher,
evet cevher! Hamaset-i Osmaniyenin bir timsali, zibali peyker-i şirane vaz ve heyet-i
dilberanesinde nümayan olan işte o kahraman asker…
***
Şimdi biraz da Halil Bey Efendi’ye bakalım. Görüyorsunuz ki musavver,
pürhüner, kargâh sanatında itmamına çalıştığı bir levha-i güzinin karşısında
bulunuyor. Levhanın mesela semasında dolaşan bir eser-i mülevvenin denizine initaf
edecek rikkat ve letafet ve şeffafiyete mutabık renk dilpeziri bulmak için o sihirkar
fırçasıyla (palet) üzerindeki boyaları karıştırırken hafif bir gıcırtı ile açılan kapıya
doğru başını çevirip bakıyor. Tanımadığı iki zatın kapıdan içeriye girdiğini görünce
sandalyesini biraz geri alarak heyetiyle o tarafa dönüyor. Âlem rengârenk hayalden
önündeki muşambaya aks ettirdiği elvan-ı dilaşupun eşvak-ı heyecanaveri ile
sermest-i huzuz olduğu bir sırada habersizce ta oraya gelip de huzur-ı fikrini selb
heyecan balini ihlal etmeye cesaret eden bu meçhul ziyaretçilere mütegayyir
simasıyla medit bir nazar atfediyor:
- Afedersiniz, kimi arıyorsunuz? Ne istiyorsunuz?
- Sanat-ı nefise-i ressamane gezen meftunlarındanız. Zatınızı ziyarete hakk-
ı liyakatınızdaki hürmet ve muhabbetimizi arza gelmiş idik. Karşılayan
bendeniz buraya delalet etti. Bilmeyerek girdik rahatsız ettikse affediniz.
- Estağfurullah! Memnun oldum. Fakat ben öyle taltiflere layık değilim.
Biraz resim yapıyorum hepsi o kadar.
- Erbab-ı hüner ve marifete mahviyyet yakışır. Müsaade buyurunuz da şu
güzel levhaları, şu rengin eserleri seyredelim.
- Burada güzel denecek hiçbir şey yok.
599
- Bunların hepsi sizin değil mi?
- Benim olacak lakin görülüyor ki çoğu bitmemiş, daha doğrusu zaten
bitmemek için başlamış. Bunlar hep (etüt) kabilinden şeylerdir.
- Öyle olsun, fakat pek güzel! Hele şu gurup levhasındaki baygın renkler…
Oh! Ne kadar latif! Ahenkşinas-ı elvan olan fırçanız acaba ne sihir ediyor
ki muşamba üzerine kaba kaba fırlattığı boyalar o kadar rakik, o derece
şeffaf görünüyorlar? Bundaki sırr-ı garibi anlamak isterdik. Ya şu
levhanın denizine bakınız. Yazın sakin havalarda Boğaziçi’ne mahsus
deniz! O nazlı o istigakar dalgalanmaları. O dalgalanmaların hâsıl ettiği
tıpkı tıpk tekrar, koyu gölgeleri ile her bir nazarı temaşaya hevesbahş
istiğrak olan denizi bilir misiniz? Sizden iyi kim bilir? –Ne kadar
güzeldir! Đşte bu o deniz.
- Estağfurullah! Resim o kadar beğeneceğiniz bir şey değil, size öyle
geliyor veyahut bendenize iltifat etmek istiyorsunuz.
- Lütfen söyleyiz: Şu resimdeki kırmızı renge o şiddeti nasıl verdiniz? Biz
de renkleri azıcık tanırız. Biz de boyaların mahiyetini biraz biliriz.
Hâlbuki onların hiçbirisinde bu tatlılık, bu şiddet yoktur. Güneşe maruz şu
kayaların pembe, sarı renklerine bu derece sıcaklık gölgeye tesadüf eden
şu çimenlerin yeşiline bu derece donukluk nasıl verilebiliyor? Görmek
isterdik.
- Bunlar tecrübe ile bilinir. Usulü, kaidesi yoktur. Tabiat yardım etmeli ve
bir de çok uğraşmalı, çok çalışmalı.
- Yanınızdaki tasvir de henüz bitmemiş olacak öyle iken biz onun arz ettiği
simayı derhal tanıdık. Şebahet-i şahsiyeden bahse hacet yok. Asıl şayan-ı
dikkat resimdeki çehrenin sahibini kemaliyle andırır olan manidarlığıdır.
Mingayr-i haset anlıyoruz ki zat-ı âliniz sanat-ı resmin her nevinde ispat-ı
ehliyet etmiş bir musavver-i pürhünersiniz. Hamdi Bey Efendi, Ahmet Ali
600
Paşa Hazretleri gibi zat-ı âlinizin de vücudunuzla sanayi-i nefise-i
Osmaniye iftihar etmelidir.
- Estağfurullah! Vakıa Hamdi Bey Efendi, Ahmet Ali Paşa Hazretleri,
gayet mahir, gayet hünerli ressamlardır. Onların vücutları ile hep iftihar
ederiz. Bendenize gelince ben de halimce çalışıyorum. Fakat şimdilik
daha büyük bir ressam değilim.
***
Halil Beyefendisaikâ-yı mahviyetle kendi kendisinden selb-i liyakatı ne kadar
iltizam ederse etsin hükmü yoktur. Eser-i hame-i bedia nigarisi olan nefâis-i
tasviriyeye bakarak kudret-i ressamanesini biz bihakkın takdir edemezsek bile
bundan on sene evvel renkli tebeşirle (pastel) meydana getirdiği tasvir Binaziri Paris
gibi her köşesi sanayi-i nefisenin cilvegâh-ı eser-i dilrubası olan bir şehr-i şehirin
resim sergisinde mazhar-ı takdir ve mükâfat olmuş çalışkan zeki bir musavvir-i
bediakârın bugün hangi mertebe-i sanata yetişmiş olacağını düşünebeliriz ve
kendisini halisane tebrik ederiz.
M. N.
SF, Nu. 368 s. 51
601
BESĐM ÖMER BEY
Doktor Besim Ömer Bey’i her ne zaman görsem bir büyük meserret,
memnuniyet içinde kalırım. Bu âlicenap adamın, bu fevkalade tabibin hakikaten
meftunuyum. Onunla beraber bulunduğumuz zamanlar, bana daima kısa görünür,
ciddi mütebessim çehresini benden tarafa çevirip veda etmek istediği vakit de
mutlaka müteellim olurum.
Civanmert kardeşimize karşı olan bu muhabbet matbaamızda sade bana
münhasır değildir, bütün matbaa halkı onun meclubudur. Kapıdan içeri girdiği zaman
işçiler bir birine müsabakat ederek doktorun haber verdiğini gayet memnun bir çehre
ile müjdelerler. Besim Ömer Bey’in geldiği gün matbaada bulunmuş olan refika-i
taharrir sahihan mahzuz kalırlar. Nasıl kalmasınlar ki doktor bütün Servet-i Fünun
halkını senelerden beri nezaketi, zerafeti ile minnetdar etmiştir. Hepimiz hatıratımıza
müracaat edince Besim Ömer Bey’in tabipçe bir muaveneti, maharetini, insanca bir
muamelesini, nezaketini tahattur ederiz.
Bu hatıralar en ziyade bende bir birini takip eder. Çocuklarımın üçü de bu
tabip-i hazıkın –daima meserretle sıktığım- elinde büyümüştür. Hele Besim Ömer
Bey’i görünce hatta ismini işitince küçük kızım Kadriye’nin gözlerinde öyle bir şule-
i meserret parlar ki tarif edemem. Vakıa şimdi altı yaşında olan bu çocuk ilk dakika-i
hayatından beri doktorunun minnetdâr-ı maharet ve nevazişidir.
Servet-i Fünun’un kendisi de Doktor Besim Ömer Bey’e medyun ve
şükrandır. Çünkü ilk sene-i intişarından beri bu tabib-i fazlın birçok makalat-ı
fenniyesine vasıta-i neşir olmakla daima mütefahhir olmuştur. Đşte bugün muhterem
kardeşimizin hayat-ı saiyanesine ait iki manzarasını pişgâh-ı kariine vazederek
hissiyat-ı şükr-i güzarisini kısmen olsun edaya çalışıyor.
Besim Ömer Bey memleketimizin medar-ı istinad-ı etıbba-yı kamileden,
matbuat-ı Osmaniyenin mabe’l-iftiharı erbab-ı fenden olduğu gibi hakikaten namuslu
ve muhterem bir aileye mensuptur. Şayan-ı takdir bir surette terbiye ve tahsil
görmüştür. Doktorun her cihetle bir insan-ı kâmil, bir mütefennin-i hazıka olması da
602
bu terbiye ve tahsilin semeresidir. Besim Ömer Bey ne kadar nazik ise o kadar da
âlicenaptır, ne kadar hazık ise o kadar da namusludur. Bu zatın hayatı sa’y ve namus
kelimeleriyle hülasa olunabilir, onun için kendisine karşı hâsıl eylediğimiz hüsn-i
hayret ve takdirin bir kısmı da kendisini yetiştiren aile-i muhteremeye ait olur.
Doktor Besim Ömer Bey, Sinop Mutasarrıfı Şevki Efendi Hazretlerinin
mahdumudur.
Doktor hücre-i iştigal ve mesaisinde irae eden iki resme bir nazar atfediniz:
Bunlardan biri Besim Ömer Bey’in Divanyolu’ndaki hanesinde kendine müracaat
eden hastaları, kendisinden müstefit olmak üzere gelen arkadaşlarını kabul eylediği
odayı gösterir. Đkincisi doktoru kitaphanesinde irae eder. Ömrünün bir kısm-ı
küllisini geçirdiği bu iki oda bütün muhteviyatı ile bir terbiye-i nezihenin, bir tahsil-i
ciddinin delilidir. Vakıan bir adamın ahval-i umumiyesiyle hayat hususunda
görülecek intizam ve asar-ı hüsn-i tabiat, muntazam hayatlı bir aile içinde zevk-i
selime sahip mürebbiler elinde yetişmekle hâsıl olabilir. Ona intizam verecek
mükemmel tahsil ise, güzel misaller, muttarit muameleler müşahedesiyle yetişmiş bir
genci böyle bir insan-ı kâmil eder. Yoksa doğduğu dakikadan beri usulsüz, nizamsız
bir evde, çocuğun inzarına her an fena misaller göstermekle meşgul ana baba elinde
büyüyenler ömürlerinin kısm-ı azamını mektep rahlesinde geçirseler bile sahib-i
hüsn-i ahlak ve hüsn-i tabiat olamazlar.
Bir Besim Ömer olmak için Besim Ömer gibi terbiyeli bir aileye mensup
olmak, o ailenin efradı gibi her an hüsn-i misaller gösterir zevat arasında büyümek,
sonra da senelerle tahsil görmek, çalışmak lazımdır. Ancak o zaman mesleği, namus
ve hayatı sa’y ve gayretten ibaret bir adam bulursunuz ki her haliyle ülfet ettiklerini
meclup eder, iktidar ve maharetiyle hemcinsini minnetdar eyler.
Đşte bundan dolayıdır ki Doktor Besim Ömer Bey gibi ahlakı kadar hayatı
mazbut, iktidarı kadar nezaketi müslem, gayreti mertebesinde insaniyeti şefkati
meşhut bir zatı takdire kendimizi borçlu görüyoruz. Samimi bir kalpten kopup şimdi
şu gazete nüshasına düşmüş, sonra da Doktor Besim Ömer Bey’in nazargâhına kadar
gidecek olan bu satırlarım belki sevgili kardeşimizin mahviyet-i fevkaladesini
rencide eder, daima nazarımızda bulduğu hisleri kalemimizden çıkmış görmek
603
istemez; lütfen bunu fıtri muhabet ve şükranımıza bağışlasın, mazur görsün…
Yazdıklarım –kendi kalbi de şehadet eyleyeceği üzere- hep samimiyet içinde
kalemimden sadır olmuştur.
*
* *
Doktor Besim Ömer Bey 1294 senesinde Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye dahil
olup 1301 senesinde yüzbaşı rütbesiyle şehadetnamesini almış ve bunu müteakip
ikmal-i tahsil etmek üzere Paris’e azimetle dört seneyi mütcaviz bir müddet bir say-i
mesmur ile ihtisas etmiş ve 1307 senesinde Đstanbul’a avdet ederek Mekteb-i
Tıbbiye-i Şahane fenn-i velade dersine tayin olunmuştur. Gayret-i mütemadiye ve
maharet-i fenniyesi sayesinde sıra ile terfi-i rütbe ederek iki sene ikdam uhdesine
kaimakamlık tevciye buyurulmuş ve muhtelif muhtelif nişanlar ihraz etmiştir. Besim
Ömer Bey’in külliyen asarı adeta bir kitaphane-i sıhhat teşkil eder, esamisini tervice
tadat eyliyorum:
Su Çukurlarının Hıfz-ı Sıhhati, Göz, Tütün, Kahve ve Çay, Sıhhatmâ-yi Etfal,
Sıhhatmâ-yi Aile, Sıhhatmâ-yi Tenasi, Sıhhatmâ-yi Nevzat, Kendini Bil, Made
Tenasil, Üzüm ve Üzüm Đle Tedavi, Şişmanlık ve Zayılık, Su ile Tedavi ve Denizde
Banyo, Zayıf ve Vakitsiz Doğan Çocuklara Edilecek Tekidat –küvez ve gavaj, ve
ananet, ipnotizm, çocuklara aş yahut validelere hediye ve saire…
En büyük eserlerinden biri [Emraz Nisa] namı kitabın tercümesidir ki canib-i
hükümet-i seniyyeden takdir buyurularak Mumaileyh himmet ve gayretine mebni
mecidi nişanıyla taltif edildiği gibi ayrıca mükâfat-ı nakdiyeye dahi şayan
görülmüştü. Đşbu eser Mumaileyh ‘Seririyat-ı Veladiye’ namındaki illeti yedi yüz
sayfalık diğer bir eserleri Mekteb-i Tıbbıye Matbaasında tab edilerek mevki-i intişara
vaz olunmuştur.
Besim Ömer Bey’in kariben ‘Tabib-i Etfal’ namında musavver ve mükemmel
bir kitabı daha neşredilicektir ki derdest-i tabiidir.
Ahmet Đhsan
SF, Nu. 376, s. 178-179
604
MAKALE-Đ MAHSUSA
-Alphonse Daudet
Gözüme ilk tesadüf eden bir havadiste insanın aşina olduğu isimlere mahsus
kuvve-i garibe-i cazibe ile hemen en evvel Alphonse Daudet’nin fecaiten vefatı
haberini görünce on dört sene evvel Cek hikâyesinin son sayfasının kapaktan sonra
kalbimi sıkan pençe-i azaba benzer bir şey duydum. Alphonse Daudet’i de kaybetti
biçare Cek. Bilmem niçin bu iki isim arasında daima gayr-ı kabil-i tefrik bir
samimiyet yok. Diğerinde müstehil bir merbutiyet bulurum. Buna sebep Alphonse
Daudet’i bu eseriyle tanımış olmak mıdır? Yoksa Alphonse Daudet’nin en ziyade ruh
ve kalbini bu kitabına koymuş olması mıdır? Burası daima bence merkuk kalmış bir
meseledir. Yalnız şunu bilirim ki Alphonse Daudet’i sevmek için “Cek” ile bir
müddet yaşamış olmak kifayet eder. Ben evvelan hatıramda kâh hayata büyük bir
manâ-yı teaccüple açılmış zannolunan iri gözlü kadife esbaplı uzun saçlı, latif bir
çocuk simasıyla kâh amele hayatından sonra kısa ceketi, kabalaşmış elleri, latif
yapısını kaybetmiş endamıyla bazen gözlerinden feramet-i hayat uçmamış şerminden
ve muhteris bir hal ile bazen annesinin daima kaçan şefkatine ateş-i ihtiyac-ı
muhabbetle hastane yatağı içinde nigâh-ı intizar kapının üzerinde, süzgün çehre-i
muhteziranesiyle bakan Cek ile henüz bir çocuk iken tanışmıştım. O vakit
mütesannifin-i edibeye -klasikler- meftun hakayık-ı hissiyat-ı beşere-i kurniyenin,
Racine’nin Andromaque‘tan Federon’dan başka bir yerde bulamayan tahammülü
teceddüt perisi şakirtlerine ancak Musset’nin geceleri ile Lamartine’nin gülünü ayırt
ettirmeye kifayet edebilen Şatobiryan renesiyle düşen bir Pol ile Virjinisinden sonra
kitaphane-i arifan-ı aleme bir hikâye-i nefise daha ihda edilmeyeceğine emin olan bir
muallimin elinden henüz kurtulmuş senenin on ayı mektebi ruhlarının mürekkep
lekeleriyle alude safhanene bakarak zulûmat-ı hayal içinde geçirdikten sonra ağustos
tatilinde sahralar aleminde kişler keşalık eden bir şakird-i serazat gibi bütün kuşayişi
şebabın ve bütün amalin yer hican-ı edebiyatınla o zamanın zümre-i güzide-i edibi
teşkil edenlere sarılmış idim. Bu adamları sevmeme ne Busset’nin mevizalarına ne
Rousseau’nun felesefesine ne Hugo’nun Sefilleri ile Duma’nın silahşörleri hiçbiri
mani olmadı. Stendhal ile Balzac için mutedil fakat bunların esas mektebinin azlaçar
605
köşesini teşkil eden Flober, Concourt, Daudet, Zola için şedit bir meyelan duydum.
Bunları yalnız muharrir sıfatı ile değil insan sıfatıyla da seviyordum. Hayatlarının
tafsilat ve hususiyatına ait şeyleri göre göre bütün heyet-i maneviyelerine müteallik
teferruatın vâkıfı güya daima beraberlerinde refik-i demdarları idi. Flaubert iri
cüssesiyle, Concourt asilane başıyla, Daudet uzun saçları ve edâ-yı nigahıyla
mütalaamın delnişinin misafirleriydi. Bunları sevmek zaruri idi. Zira hepsinde de
sefalet-i beşeriye için azim ve bipayan bir merhamet cemiyet-i insaniyenin esaslarını
kemiren loş ve fuhşa karşı derin bir adalet ve nefret sonra insanlara yaralarını
göstermek için bir cehd-i gayret görüyordum. Bunlar meslekleri arasında görünen
rekabet ve musibete bedel beyinlerinde bilakis her türlü şaibeden beri bir muhabbet
ve samimiyetle merbut idiler. Hep yekdiyerine vakf-ı nefis ve ruh etmişlerdi. Biri bir
sanatkâr-ı elmastıraş gibi cümlelerini cilalandırmaya diğeri nefis bir numunegâh-ı
bedayi olan onda hezain-i keşfiyatını sıralamaya vakf-ı hayat etmiş diğer ikisi
namuskarane çalışmakla geçinen birer afif peder-i aile sıfatıyla yaşayıp ölmek için
karar vermişlerdi. Böyle saf ve mücella dört nasiyye deha idi ki bütün cihan edep ve
insaniyetin bu su-i takdiriyle şaşaabaş idi. Bunlardan birincisi çoktan gitmiş idi.
Đkincisinin nesef-i zi-hayatı –jul dö konkor- hassa-i şöhretinden bir katre-i teselliyet
bile alamayarak geçen seneye kadar kardeşini yalnız bırakmış idi. Bugün de işte
Alphonse Daudet de gitti. Kim bilir son refik-i mezarında üdebâ-yı vatanı namına
ilan-ı matem ederken bu zümre-yi güzidenin son nefesini kalbinde nasıl bir lerziş-i
elim titremiştir. Evet, Alphonse Daudet’i Cek ile tanıdım. Teşekkür olunur ki Cek ile
tanıdım. Belki diğer bir eseri Alphonse Daudet’i daha az sevdirirdi. Cek ne sevimli
ve ne matemli çehre, hepsinden evvel bu çehrede tavakkuf edeceğim. Cek
esvaplarıyla, esvaplarının parasını kimden almak lazım geleceğinden başka bir
mesele-i hayat ile iştiğal etmeyen kadınlandan birinin çocuğudur. Öyle bir valide ki
Cek için zihninden geçen silsile-i tesavir arasında bir peder tayin ettirmemiştir. Bir
gün çocuk pederinin hüviyetine itla kesp etmek isteyince kendisinin pederi olmak
üzere bir diğer bir gün Barmarki’den bahsolunmuştur. Cek ile iptidai bir mektep
çocuğu olduğu halde tanışıyoruz ve bu güzel bir bey kadar latif çocuğu ipekli fistan
kenarında büyümüş çiçeği derhal soyuverir. Bizi muharrir mümkün mertebe bu
çocuğu mektep hayatından alıkoyuverir. Sonra onu mektepten çıkmış şâir olmak
dairesinde bulunan birini kendisine refik-i hayat ittihaz eden validesinin yanına
606
sığınmış buluyoruz. Zaten bu çocuk hakkında sanat-ı hayatı anlaşıldıktan sonra
başlayan muhabbet-i maşukane, onu mektepte murdar bir yerde geçirdiği hayat-ı
metrukiyet ile büsbütün merhamete inkılâp etmiş idi. Bu defa onu validesinin itiraf
olunamayacak bir sıfatla hayatına iştirak eden adamın zelil ve hakir sığınmış bir
mahlûk şeklinde görmek bizi şiddetle müteezzi eder. Bu esnada Cek için bir çare-i
maişet düşünülür. Bir bebek kadar güzel olan çocuğa bulunan çare onu amele
yapmaktır. Bu amele hayatı Cek için giran bir hayattır. Bundan sonra artık manen ve
maddeten sükûta başlar. Nihayet bir vapura ateşçilikle intisap eder. Hastalanır
annesine avdet eder. Orada kabul olunmaz. Güya sıhhati için başka bir yere
gönderilir. Burada sahib-i selametle memlu semayi-i hayatına bir necm-i pertuvar
uğrar. Rousseau’da bir netice… Bu mücahede-i müthişe-i hayat zaten onu sarsmış ve
kemiklerini çözecek derecede zedelemiştir. Cek büsbütün hastalanır, nihayet bir
hastane yatağında kendisini görmeye gelmeyen validesini intizaren ölür. Ondört sene
evvel okunmuş bir kitap, on dört sene tanınmış bir çehre için bugün şu satırları
yazarken ağlamak istidadını hissediyorum. Đhtimal ki o zamana ait hatırat-ı hayat-ı
şahsiyeye mensup olan şeyler unutulmuştur. Fakat Cek bütün şiddet-i tesiriyle hala
kalbimde zihayattır. Bu şiddet-i nüfuz tesiri nedir. Đşte Alfanso Daudet’in bütün sırr-ı
sanatı işte buradadır: Ferman fermay-ı ale’l-intikat Jul Lönatel diyor ki: Alfanso
Daudet’in fali-i edebî şimdiye kadar meşhut olabilenlerin en müşevveşidir. Onun
hakkında bir indizam-ı umumi var. Gözyaşlarına yahut melaib-i efkâr-ı meyyal
olanlar fevkal mutadı taharri edenlerle yenilik cisticu karları, sadeler, inceler,
kadınlar şâirler, tabipler, üslüpdazlar… Alfanso Daudet bütün bütün bu zümre-yi
kulübü peşinde sürükler, çünkü onda cazibe var. Bir kadın çehresinde olduğu gibi bir
eser-i edebide de gayr-ı kabil ve tayin olan cazibe bu cazibe neden neşet ediyor?
Öyle zannolunur ki bütün ruhu eserlerine koymasında; fakat bunu o kadar nazikâne o
kadar kendisini saklayarak koyar ki eserlerinin hiçbirinde kendisi görünmediği halde
bunlar kendisiyle malidir. Đşte Cek Alfanso Daudet’nin ruhunda en ziyade iktivas
eden eserdir. Zaten bu çocuk muharririn yabanisi değildir. Tanımış olduğu bir
çocuktur. Bir Hikâye-yi Sahihanın Tarihi serlevhasıyla yazdığı sahifede bunu anlatır.
Soğuktan korkan arkasını kabartarak dar göğsünün üstünde ince esvabını
kavuşturarak, öksürükleri bir matem gibi örterek bu genç adam, muhacirin evine
gelir giderdi. Alfanso Daudet onun hissiyatına tamamen vakıftır. Bir müddet bu
607
hayat-ı facianın acılıkları içinde yaşamış oldu. Bu genç adam validesinin kurbanı
iken onu affederdi. Ona mübtela idi, Paris’e gidip onu görmek için parası yokken altı
fersahlık yolu zayıf bacaklarıyla kat ederdi. Ondan asla şikâyet etmezdi. Bazen öyle
bir tebessümle bakardı ki bunun ifade-i manası “Ne yapalım? Bu böyledir. ”diye af
dilenirdi. Alfanso Daudet onu okutur, bu biçare gencin dimağ yaralarına da merhem
olmak isterdi. Sonra bu refakata halel geldi, amele hayatına başladı. Muharrir ona
tesadüf ederek daima daha ziyade zayıf ve natüvan gördükçe “Bu işi bırak… Başka
bir şey arayalım. “ derdi. Fakat onun çalışmakta bir sebatı vardı. Nihayet bir gün bir
haber: ”Hastayım ve hastanedeyim!” Muharrir onu ziyaret eder ne için hastaneye
geldiğini sorar. Validesi yanında alıkoymalı değil miydi? Buna cevap verir: ”Ben
istemedim… Evi büyültüyorlar, yapıları var, ben onları rahatsız ederdim. “Sıkıntıyı
mucep olurdum…” Ve muhatabının muahaze-i nigahına cevap vermek için ilave
eder: “O! Ah! A nenem eder, daima beni görmeye gelir, bana mektup yazar. ” Yalan,
zavallı genç validesinin kurbanı olarak ölürken onu yine şayan-ı af göstermek istiyor,
hâlbuki sonra yine bir hastanede ölürken yanında bulunan birine: ”Çok muzdaribim,
validemden bir kelime gelse ızdırabımı teskin edecek zannediyorum. ” Ve daha
sonra: ”Ben onu ne valide ne de kadın sıfatıyla şayan-ı takdir görüyorum. Lakin işte
kuvveti bitmek üzere olan kalbim onunla malidir. Bana yaptığı fenalıkları kâmilen
affediyorum, der. Şimdi bu hakikatten bir hikâye yapmak isteyiniz. Onda da Alfanso
Daudet’in sihir-i sanatından bahsederiz. Muharrir diyor ki: ”Đşte hakikat bana böyle
bir esas verdi. Birçok zaman buna kendi kaderlerimiz arasında tesadüf olan binlerce
yabancı kaderlerden biri nazarıyla baktım. Bu vakıa benim o kadar garibimden
geçmiş idi ki, hikâyenüvis gözüme ilişmemiş idi: Vazife-i tetkik şahsıma karışarak
kayboluyordu. Bir gün Güstav Deroz’la görüşürken bu hikâyeyi ona nakletmiştim. O
fevkalade bir tesirle:”Ah! Bundan ne güzel bir kitap çıkar. ”dedi. Ben de başladım.
Evet, Güstav Deroz, ne kadar haklıymış, ne güzel kitap ve hususiyetle ne kudretli
tasvir! Buna sade fakat mutarra, seyyal fakat ruhnüvaz bir üslüp ilave olunsun,
hissiyatı tahlilde öyle bir rikkat-i kalp, öyle bir nüfuz-ı nazar tasvir olunsun ki levha-i
tecrübesini teşkil eden muhitat ile beraber sihr-i canbahş ile yaşasın. Emil Zola,
Alfonso Daudet’in eserlerine kendi ruh-ı nefesinden ilaveler edişine ufak bir tariz
ediyor görünüyorken nagehan buna nedamet ederek diyordu ki: ”Lakin bu feyzan-ı
nefsi, bu tarz-ı zihayat-ı tahriri tam muaheze edebilir? Bu sayede değil midir ki
608
dostları onu okurken kendisini işitip görüyoruz zannederler? Onun sırr-ı cazibe-i
sanatı cevher-i şahsiyeti burada. ” der. Eserlerinde bütün ruh-ı nefesini verir ve onun
için okurların ruh-ı nefesini ibtila eder. ”Flober’in “Biraz fazla kâğıt, oğlum!”dediği
büyük kitabın tesir-i amilci bundan mütevellittir. Bir tesir ki Jörjesane
“Mütalaasından öyle bir ıstırab-ı deruni duydum ki üç gün çalışmaya kuvvet
bulamadım. ” demiştir. Bu kitapta şayan-ı kâğıt sahifeler zayıftır. Öyle tasvirler
vardır ki hatırada görünmüş, tadılmış şeyler kadar yer tutar: Dünyanın her tarafından
gelmiş şakirtlerini para getirir birer meta gibi alet-i intika eden bir müridin idare
ettiği mektep ki Cek’in hayat-ı tafsilatını zehirlemiştir, sonra fabrika hayatı,
hazırlanıp tekmil heyetiyle indirilen o müthiş makine Cek’in ateşçilik hayatı, ciğerini
yakan o müthiş hayat… Daha sonra Cek ile sesilik muaşakaları, o bir ağacın altında
düşünürken söylemeye lüzum görmeksizin yekdiğerini sevdiklerine nagehan vakıf
olan bu muhteriz âşıkların levha-i garay-ı şiiri… Bunları hep yaşıyor, bu levhalar
arasından muharir kendisine mahsus bir hiffet-i mest-ile arasıra taşarak, süzülerek,
uçarak, yerlere inerek, bulutlara çıkarak acılar arasında istihzalara, tenkitlere
hezeliyata dökülsün. Bu kitap ötesinden berisinden birkaç sazın keskin dilleri çıkan
bir çiçek demetine dönsün. Bütün eşhası dermükemmel simâ-yı hakik-i beşerdir.
Cek’in validesinin aşığı, Sesil’in pederi daha sonra derece-i saniyede bulunan eşhas
ve bunlar arasında bilhassa bir şikâyetten dolayı fabrikadan kovulmuş aşığı için
intihar eden kadın bütün bunların içinden Cek bir tabib-i müşvik elinde bir hasta gibi
kitabın bir başında nihayetine kadar muharririn rikkatinde gülzar ediyor.
Alphonse Daudet’i sevmek için Cek kâfi demiştim. Sevmek ve tanımak için
de ‘Küçük Şey’ kâfidir. Nazmının mülayib-i kavafisi ile nesrinin yakutları, elmasları,
zümrütleri, safirleriyle meşhur olan Teodor Dobonvil, Alphonse Daudet’i şöyle tasvir
ediyor: ‘Hayretbahş bir letafete malik bir baş, bezm ü kerem, sarı, anberin bir cilt
doğru ve hariri kaşlar müstacil müstarik ratik olmakla beraber ateştar hülya içinde
kaybolmuş görmez fakat görülmesine doyulmaz gözler… Müştehir-i mütefekkir, lal-i
hun ile merhun bir ağız, tatlı, güya çocukçasına bir sakal kıvırcık ve esmer saçlar,
küçük ve zarif bir kulak bütün bu letafetlere melahat-i müensadesine rağmen
mecmua-i cismaniyetine bir vakar-ı ucubet bahşetmek için müsabaka ederler.
Hakikatine inanılamayacak bu cismaniyet harikuladeliği ile Alphonse Daudet’in bir
609
ahmak olmaya selahiyet-i mahsusası vardı. Buna bedel o şâirlerin en zarif ve
hassasıdır. Acaba ne için Rucilt gibi doğmadı? Bu hiçbir külfeti mucip olmazdı.
Mademki doğarken hazail-i garibe Cek ile meşgul idi. Đşte “Küçük şey” bu Alphonse
Daudet ‘dir. Öyle bir mütekebbir mektep hocası farz ediniz ki şakirtlerinin isimlerini
zabta lüzum görmesin “Şey! Baksana küçük şey!” bu isim onda kalmıştır: Küçük
şey. Bu kitap kısmen bir tercüme-i hal kısmen bir hikâyedir Öyle ki hakikatte
efsaneye ait olan cihetlerini tefrik etmek mümkün olmaz; fakat o efsane o hakikate o
kadar yaraşır. Küçük şey Alphonse Daudet‘e o derece benzer ki onları birbirinden
tefrike lüzum da görülmez. Alphonse Daudet‘in tercüme-i halinden şunu bilmek
kifayet eder: Muharrir Fransa’nın Puanis vilayeti dâhilinde Nim şehrinde tevellüt
etmiştir. Birtakım müsaib-i aile henüz pek genç iken bir müddet mektep hocalığından
sonra onu Paris’e sevk eder. Burada matbuat-ı mevkuteye yazmaya başlar. Daha
sonra Dük Dö Möron’un hizmeti kitabetinde bulunur. Bir aralık hastalanarak bir
müddet Cezayir’de yaşar. Avdetinde böyle bir adam için arzu olunabilecek bir
kadınla teselli eder. Bu tarihten itibaren sanat-ı reside-i kemal olur. Bir gün Paris’i
fethetmek üzere gelen bu adam çok geçimsiz, Paris’le beraber bütün cihanın edebî
meftunu ve mağlubu olur. Đşte sade bir hayat! Bu hayatın mukadderatını bize ‘Küçük
Şey’ tatlı bir efsane içinde hakikatin renkleri ötesine tatlı birer hayal çekerek gösterir.
Küçük şeyin gösteremediği şeylerde muharrir bütün hüviyeti, mahiyeti diğer
eserlerinde serpilmişitir. Küçük şey nedir? Bu eseri hakkında yazdığı bir makalede
muharrir: “Evet henüz 16 yaşındayken bir vilayetin köşesinde mektebi beni
kendilerine mahsus lisan ve hissi ile tahkir eden küçük dalları dolduran bir
memlekette mecbur olan küçük şey benim!”diyor. Muharrir bu eserinde o kadar
dikkatle anlattığı saadet-i aileden sonra bu mektep hocalığı yanında muhakkirat-ı
fakrın bütün dehşetini görür. Bu hayat esnasında gördüğü haksızlıklar insafsızlıklar
birer sade faciadır. Bu devre-i ömrüne dair hatırat arasında nakleder ki mektep
çocuklarından biri kendi hakkında duyduğu muhabbet ve bilgi imtihanlarından dolayı
hâsıl olan bir hissi ile tatil zamanının kendi aileleri nezdinde geçirmek için Alphonse
Daudet’e rica eder. Tevzi-i mukafât günü hulül eder çocuğun erkân-ı ailesi bu
resimde hazır bulunur. Çocuk bu küçük hocanın sayesinde topladığı mükâfat
kitaplarıyla memlu olduğu halde Alphonse Daudet’i ailesinin yanına götürür. Onlar
hep kitapları arabaya yerleştirmekle meşguldür. Benim yırtık esvabım içinde nahoş
610
bir vaziyetim olmalıydı ve onların üzerinde su-i tesir hâsıl etti. Bana ancak bir göz
attırılan zavallı küçük bu kabul üzerine kendi mahcubiyeti ile benim mahcubiyetimin
sikleti altında ezilerek gözleri yaş ile nemli olduğu halde uzaklaştı gitti. Đnsanın
hissiyatını tezlil eden, bu saat-i zalime! Araba mükâfat ile yüklü çocuk tahkir ile
kabahat-i halkını sürükleyip götürürken bende çatıların arasında küçük odamda
tehevvürümden titriyordum. Her yer şayan-ı tecil bir muharrir olan büyük kardeşim
Ernest Daudet zaten Paris’teydi. Bu hocalık hayatından sonra “Jacques”namıyla
şefkat-i maderanesi gösterilmek istenilen bu büyük birader Alphonse Daudet’i yanına
alır. O zaman mücadele ve hayat başlar. Eser buraya kadar hakikati yakından takip
ederken bundan sonra hemen kâmilen efsaneye döner. Ne hoş efsane:‘Küçük Şey’
Paris’te biraderinin sevgilisini sever. Biraderi her şeyde fedakârlık ettiği gibi kalbinin
ukde-i hayatını koparan bu aşkını da feda eder.
Halit Ziya
SF, Nu. 359, s. 326-330
611
MEŞAHĐR-Đ MUASIRĐN
-Sami Paşazade Sezai Bey
‘Sergüzeşt’ henüz neşroluhmuş. Sergüzeşt müellif-i müstakbelenin namı
hafızamızda o zamanın hafıza-i şebabında ‘hazine-i evrak’ı tezyin eden Çamlıca
tavsifi Đbret mecmuasında görülen Londra Mektupları ve diğer bazı evrak-ı matbuatta
neşredilen perakende bazı eserlerle bir mevki-i mümtaz ihraz etmiş idi. O zamana
göre ‘Çamlıca tavsifi’ edebiyat-ı hazıranın ‘Londra Mektupları’ edebiyat-ı atiyenin
birer numune-i letafet ve nezaheti olarak seviliyor, takdir ediliyor, taklit ediliyordu.
Mütehassis bir hayalin, rakik bir hissin, hassas bir kalemin mahsul-i müştereki olan
bu eserler şimdi de sevilmeye, taklit edilmeye layıktır. Ve işte bu haysiyetledir ki
Sezai Bey edebiyat-ı sahihamızın -adedi üçü dördü geçmeyen– esanze-i kemalinden
maduttur.
‘Londra Metupları’ Đbret sahayifinde intişar ettiği zaman mektepte idim.
Hafta başları teskini kabil olmayan bir dilteşnelikle Bab-ı Ali Caddesine koşar.
Edebiyata müteallik o günlerde ne kadar mecmua, risale kitabı çıkmışsa yüklenirdim.
Sezai Bey’i bir gün böyle bir hafta başı o cadde üzerinde görüp tanımakla müşerref
oldum. Bu muvaffakiyeti, bu saadeti de -mesleğime ait her türlü
muvaffakiyetlerimin, saadetlerimin masdar-ı yegânesi olan Üstat Ekrem sayesinde
istihsal etmiştim. Eserlerini lezzet ve istifade ile okuduğumuz üdeba ve şuaranın
şahıslarını görüp tanımak bir ihtiyaç bir iştiyaktır ki husulü pek samimi bir saadet ve
memnuniyet tazmin ediyor.
Đki gün evvel Ahmet Đhsan Bey: “ Bu hafta Sezai Bey Efendi’nin resimlerini
derc edeceğiz. ” dediği zaman bütün hatıra-i meslek zihnimde uyanır gibi oldu. Sezai
Bey, - başında kırmızıca kalıpsız fesi, arkasında koyu renkli zarif kostümüyle, asabi
parmaklar arasında daima sıkılmaktan ileriye doğru biraz kırlaşmış gibi duran
mütefekkir cephesiyle, mütefekkir nazarlarıyla, mütefekkir ve mütehassis hal ve
şanıyla hal ve şan ve asaletiyle –o zamanki Sezai Bey gözümün önüne geldi. Üstat
beni çalışkan bir mektepli sıfatıyla bu edibe mahcubiyet ve memnuniyetimden
karşısında ne yapacağımı ne söyleyeceğimi bilemediğim bu edip Haluk’a takdim
612
ediyordu. Sergüzeşt müellifi için o gün hissettiğim hürmeti her zaman hala
hissederim.
Sergüzeşt işte bir eser ki bize edebî hikâyenüvisliğin ilk numunesidir. ‘Küçük
Şeyler’ nüvislerimizin mebdei olduğu gibi Sergüzeşt’te öyle parçalar vardır ki
intişarından beri hele bir aralık küçük ediplerimizin hemen eher eserlerinde kerat ile
iktibas ve tekrar edile edile ezberleme cümleler sırasına geçmiş bir zamanın bütün
yazıları muktebes ve muharref Sergüzeşt kırıntılarından ibaret kalmıştır.
Karilerim içinde Sergüzeşt’i seve seve okumamış bir edebiyat meraklısı tasvir
etmediğim için eserin tafsil-i mahiyet-i edebisinden sarf-ı nazar ediyorum. Küçük
Şeyler’e gelince bunların şeffaf hassas bikarar hatta bazı cihetlerinde halen bir üslup
ile yazılmış bu nefis teşrih-i edebî numunelerinin de kıymet ve ehemmiyetinden
bahsetmek burada fazla bir külfet olur. Sezai Bey bütün hilkat-i rakikasıyla gerek bu
eserlerinde ve gerek daha evvel daha sonra yazdığı bütün asarında mevcuttur. En
küçük bir dikkat bu asarın beşeriyete ait ıstırap ile müessir ve muzdarip bir ruh-ı
asilden çıktığına hükmettirir. Hemen hepsinde hakikat-i içtimaiyenin bir köşesi
tekmil bedahet-i girye fermasıyla manzurdur.
Sezai Beyefendiedebiyatta şahsiyet taraftarıdırlar. ‘Meslek-i edebiye, mekteb-
i edebiye yoktur, olamaz. ’ derler ve bu mütalaalarında şüphe yok haklıdırlar.
Mamafih kendileri kendilerine mahsus âli-i mektebin muallim-i yekta belagati
oldukları da bizce şüphesizdir.
Servet-i Fünun Sezai Beyin tasvirlerine – bütün matbuat arasında ilk defa
olarak – tezyin-i sahife edebildiğinden dolayı kendini bahtiyar addeder.
Tevfik Fikret
SF, Nu 382, s. 274
613
RESSAM HALĐL BEY EFENDĐ’NĐN BĐR LEVHA-Đ DĐLRUBASI
Ta Girit’e ”Sath-ı Ahir Menazırı” solunda ordugâhın yeşil çadırları uzaktan
uzağa bir küme ihram-ı zümridin gibi seçiliyor.
Đkinci menazırda bir süvari müfrezesi ormanlığın sararıp ağarmakta olan inişli
bir yolundan cepheye doğru sürat-i mühacümane ile ilerliyor.
Cephede birinci sahada ise Girit’teki müfrezeden –elbette amirinin emriyle-
ayrılarak yaşlı ormanın birer kadit halindeki üryan, efsurde renk ağaçları arasında
kurutulmuş, zemini çapça kuru yaprakları, yeşil otlarla mefruş yolun geniş bir nokta-i
müsteviyesine yetişmiş bir süvari neferi -kıvırcık. siyah kalpağı, kırmızı göğüslü
lacivert sütresi, beyaz palaskası, al pantolonu, metin baplı kabaca çizmeleri ile sağ
elinde –sabırsızlığından hemen patlayacak gibi duran falan tası, sol elinde- düşman
saflarını yarıp yırtmaya heveskar bir reftar-ı penvaznüma ile oraya kadar gelmiş iken
birdenbire bir keşide asan cevelan edildikten münfail görünen atının dizginleri,
belinde sahibine saye-i helal rahşanı altından cenneti göstermeye amade seyf-i
derniyamı, yanında üzengisine müsterit, sol koluna merbut olarak daima yükselmek
isteyen ucundaki ateşin ile tir-i şuledarı ihtar eden mızrağı olduğu halde işte
mücehhez atları üzerinde bir ejder peyker zirran-ı celadet etmiş ısdalgaba gibi arz-ı
endam-ı salabet ve mekanet ediyor.
Ne şehsüvar zivakar ki Rüstemi aşıp celadetine şimdi artık hayli temkin bi
kürsi-i ahenin almak için azmâ-yı gurur olan orduyla beraber durduğu yerde muttasıl
ileriye ilerliyor zannolunuyor. O derecede ki hayretle temaşâ-yı muhabbetine dalan
bir insan paymal olmak tevehhümüyle bir aralık ürkerek geri çekilmek istiyor.
Ne mücahit-i gazanfer-i heybet ki ta ilerileri matuf nazar-ı istihfafı önünde
karınca alayı gibi sevatnümâ-yı tahaşşüt olan düşman ordusu şimdi bir fırka-i
mensurenin hücumuyla dehşetli bir inhizam ve perişanı içinde ölürken kendisi tek
başına onların hatt-ı rücatını kesivermek için en hatırnak manaları istihsam ederek
muvaffak olacağından kemal-i emniyetini ima eder bir manâ-yı server çehre-i
ibtisam-ı aludunda inbisat ediyor.
614
Ne timsal-i celadet ki vazı ve heyetine bakıldıkça Osmanlılığa mahsus tavr-ı
dilrubayı cesamet, nasiye-i garasına nazar olundukça yine o kavm-i necibe has ulu
mehasin-i hilkat tecelli saz oluyor.
Evet, bu Osmanlı kahramanı Anadolu’da yetişmiş, o toprağın feyziyle
perverde olmuş bir dilaver ki kendisi gibi daha nice nice yüz binlerce dilaverin
hepsini birden andırıyor. O derecede ki o sevimli o münevver simâ-yı dilberanesine
initaf eden her bir nigâh-ı dikkat: ‘Bu asker benim pek gördüğüm bir
kahraman!’demekle ana bir esnâ-yı kadim çıkmak istiyor.
Đşte o azimetli levha bunları gösterip anlatıyor.
Fenni menazırın bütün marifeti, resim hattının bütün mahareti, aheng-i
elvanın bütün manası, hâsılı sanatın bütün kudret-i bedaeti ile vücuda gelmiş bu
levha-i garra ulviyet mevzuu kahraman hamasi bir şiir-i bülend-i belagattır ki –
şüphesiz- Asakir-i Mansure-i Osmaniye’nin sahayif-i tarih-i askerimize ebediyyen
şan verecek olan o parlak muzafferiyyat-ı ahiresinin esere feyz-i ilhamı olarak Halil
Bey Efendi’nin Osmanlı musavvirini arasında ihraz-ı mevkii temayüz eden o
sanatkâr-ı pürhünerin ruh-ı bedayi peşine koymuş, ancak fırça ile yazılmış, renk ile
tenvir olunmuş.
Mevzuu mevki teşhir olunduğu yerden birkaç günler geçip gördükçe gönlümü
birçok hissiyat-ı fahr ve meserretle dolduran şu değersiz, şu nakıs tarifat ile beni
kendisine âcizane ve fakat meftuhane takdir eden şimdi kim bilir hangi divanhane-i
kader-i aşinabinin zinetcidar hususiyeti olmak için nazarlardan nihan olan o levha-i
nefiseden, o tasvir-i güzidenin bir zıll-ı latif –arzu olunuyordu ki – Servet-i Fünun’un
kıymettar sahifeleri üzerinde aks-ı pezir-i istikrar olsun.
18 Şubat 1313
Recai Zade
SF, Nu. 365, s. 2-3
615
SONUÇ
Tarih, okuyana kendi gözünün görme derecesine
göre yol gösteren bir kılavuzdur.
Jean Jacques Rousseau
Osmanlılar en uzun asra büyük umutlarla girmiş ancak bekleneni
gerçekleştirememişlerdir. Durumu düzeltmek adına bir çok yenilik
gerçekleştirilmişse de hiçbiri derde derman olmamıştır. Batılı devletler ise hasta
adamdan koparacakları parçaların büyüklüğünü hesap etmektedirler.
Bütün bu yenilik gayretleri tabii olarak halka yansımakta, batıya benzeme
gayretlerinin tesiri altında yeni bir nesil yetişmektedir. Tanzimatla başlayan bu
değişim, Meşrutiyet devriyle devam edecektir. Böylesinde yorgun bir Avrupaîleşme
yağmurunda ıslanan Servet-i Fünun edebiyatçıları da haliyle Batılı anlamda olgun
eserler vereceklerdir. Çünkü Batılı anlayışla açılan okullarda ve Batılı eserlerin
orijinalleriyle beslenmişlerdir. Bir de Sultan II. Abdülhamit Han devrinin sıkı
istibdatı bu ortama eklenince kendi içinde derinleşen, bireysel konulara yönelen,
toplumsal olaylardan dem vurmayan Servet-i Fünun aydını ortaya çıkmıştır. Dergi bu
aydınlar için dışa açılmanın nadir yollarından biridir.
Sosyal meselelerde söz söylemeyen Servet-i Fünun aydınları, edebiyatın
modern Batılı eserler vermesi meselesinde ciddi bir mesafe almışlardır. Genel olarak
edebî çalışmalırını şöyle özetlemek mümkündür:
Dil ve üslup itibariyle onlar âli bir edebiyat vücuda getirdiklerini bunun için
de dilin herkes tarafından anlaşılmamasının normal olduğunu belirtmişlerdir. Ancak
bu durum derginin yazarlarınca daha sonraki yıllarda bir takım itiraflara konu
olacaktır. Dil oldukça ağır ve süslüdür. Sözlüklerden ve yabancı dillerden anlamı pek
bilinmeyen kelimeler edebiyata dair edilmiştir. Üslup onlar için neredeyse bir amaç
haline gelmişdir. Dilde sadeleşemeye ve tasfiyeye karşıdırlar. Bunun zamana
bırakılması gerektiğini ifade ederler. Tanzimatla başlayan sadeleşme hareketi Servet-
i Fünun döneminde inkıtaya uğramıştır.
616
Servet-i Fünun aydınları en büyük ve ciddi ilerlemeyi şiir alanında
kaydetmişlerdir. Tanzimatçıların eski şekillerde yeni konuları anlatmaya
çalışmalarına rağmen Servet-i Fünun şairleri Tanzimat aydınlarının ilk örneklerini
verdikleri eserlerin olgun numunelerini ortaya koymuşlardır. Onlar şiir yazmakla
kalmamış şiir üzerinde düşünmüşlerdir. Şiir içerisinde kullanılmamış yeni terkipler
kullanmışlar, musiki ve resmi bu dilin içerisinde tevhit etmişlerdir. Daima aruz
veznini tercih etmişler, hece veznini basit ve parmak hesabı diyerek alay etmişlerdir.
Aruzu da konuya göre değiştirerek aynı eser içinde birkaç kalıbı biden
kullanmışlardır. Şiirin konusun da genişleten Servet-Fünun şairleri her şeyin şiiri
konusu olabileceğini savunmuş ve resim altı şiir geleneğini de başlatmışlardır.
Biyografi ve tanıtım yazıları dergide geniş bir hacim tutmaktadır. Ancak
yazılar biyografi türünün bütün özelliklerini yansıtmamaktadır. Tanıtım yazıları
niteliği taşıyan eserlerde daha ziyade yerli ve yabancı devlet adamları tanıtılmıştır.
Bir edebiyat dergisi olmasına rağmen edebiyatçıların yazılara yeterince konu
olmaması da oldukça ilgi çekicidir.
Roman ve hikâyede Realizm ve Natüralimz’in tesirinde kalan edebiyatçıların
ilk Namık Kemal ve Ahmet Mithat Efendi’den gelen Romantizm izlerini görmek
mümkündü. Batılı eserlerin orijinalinden beslenen Servet-i Fünuncular geleneksel
tahkiye çizgisinden ayrılarak modern eserler ortaya koymuşlardır. Bu türde üstat
Halit Ziya UŞAKLIGĐL’dir. Diğer edebiyatçılar onun izinden yürümüşlerdir.
Tenkit konusunda onlar Recaizade Mahmut Ekrem’in açtığı yolda
yürümüşlerdir. “Tekâmül-i Tenkit” serisinde tenkit üzerinde düşünmüşler, Batı tenkit
tarihini incelemişlerdir. Bu yönüyle edebiyatımızda bir ilki gerçekleştirmişlerdir.
Tenkit bu derece ilerlemesinde dergiye karşı yapılan eleştirilere verilen cevapların
önemli rolü olmuştur.
Servet-i Fünuncular mensureyi devrin modası haline getirmişlerdir. Bunda
manzum eser şerhlerinin ve Servet-i Fünun santimantalizminin önemli payı vardır.
Bu türde, en çok eseri Mehmet Rauf vermiştir. Ancak yazarların birçoğu bu türü
örneklendiren eserler ortaya koymuşlardır.
617
Servet-i Fünuncular güzel sanatlaral ilgilenmişler ve özellikle tiyatroya büyük
ilgi duymuşlardır. Ancak 356-400 sayılar içerisinde tiyatro türündeki eserlerin geniş
bir yer tuttuğunu söylemek mümkün değildir. Bu durum bize tiyatronun diğer edebî
türler kadar onların gündeminde yer tutmadığını düşündürmüştür.
Dergide yer alan çevirilerin Batılı eserlerin örneklerinin dilimize aktarılması
anlamında önemli bir paya sahip olduğunu vurgulamak gerekir.
Bütün bu çalışmalar düşünüldüğünde Servet-i Fünun dönemi ürünleriyle
edebiyatımızın Batılı modern eserler verme konusuda çok büyük mesafeler aldığını
söylemek mümkündür.
618
KAYNAKÇA
AĞAOĞLU, Samet; Babamın Arkadaşları, Taha Matbaası, Đstanbul, 1969.
Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, Devirler, Đsimler, Eserler, Terimler, C. 7,
Dergâh Yay. Đstanbul-1986.
Ahmet Đhsan, “Đkdam Muharriri Đzzetlü Ali Kemal Bey’e” SP, Nu. 381, s. 134.
Ahmet Hikmet, “Musahabe-i Edebiye 40” SF, Nu. 382, s. 278-282.
Aıme Cesaire, Barbar Batı Sömürgecilik Üzerine Söylev, Derleyen ve Çev. Güneş
AYAS, Salyangoz Yay. Đstanbul, 2007.
AKAR, Ali; Türk Dili Tarihi, Ötüken Yay. Đstanbul, 2005.
AKTAŞ, Şerif; Roman Sanatı ve Roman Đncelemesine Giriş, Akçağ Yay. Ankara,
1998.
AKYÜZ, Kenan; Modern Türk Edebiyatının Ana Çizgileri, Đnkılâp Kitapevi,
Đstanbul, 1994.
ALTINKAYNAK, Hikmet; Türk Edebiyatında Şairler ve Yazarlar Sözlüğü, Türk
Edebiyatında Kim Kimdir? Doğan Kitap, Đstanbul, 2004.
ARMAĞAN, Mustafa; Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı, Ufuk Kitap, Đstanbul, 2006.
ARSLAN, Tekin; Edebiyatımızda Đsimler ve Terimler, Ötüken Yay. Đstanbul, 1995.
ARTAN, Gündüz; Takma Ad-Soyadı-Rumuz Dizinleri, (Tanzimat’tan Günümüze),
Türk Kütüphaneciler Derneği Đçel Şubesi Yay. Đçel, Şubat-1994.
AYATA, Yunus; Dergi Semasında Bir Yıldız Utarid, Salkım Söğüt Yay. Ankara,
2007.
619
AYATA, Yunus; Servet-i Fünun Dergisi (256–305. Sayılar) Đnceleme ve Seçilmiş
Metinler, Sivas, 1996 (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi).
Aydınların Edebiyat-ı Cedide Üzerine Görüşleri, Fikir Hareketleri, S. 3, 9 Teşrin-i
Sani 1933.
DÖRDÜNCÜ, Mehmet Bahadır; II. Abdülhamit Dönemi Osmanlı Coğrafyası, Bank
Asya Kültür Hizmetleri, Đstanbul, 2006.
BANARLI, Nihat Sami; Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, MEB Yay. Đstanbul, 2002.
BERKES, Niyazi; Türkiye’de Çağdaşlaşma, Yapı Kredi Yay. 5. Baskı, Đstanbul,
Ekim, 2003.
BĐNARK, Naile; ASLANBEK, Saide; Tanzimat’tan Bugüne Türk Yazı Hayatında
Takma Adlar Đndeksi, Türk Kütüphaneciler Derneği Yay. Ankara, 1971.
Büyük Türk Klasikleri, Ötüken-Söğüt Yay. 1989–1990.
BOZDAĞ, Đsmet; Sultan Abdülhamit’in Hatıra Defteri, Pınar Yay. Đstanbul, Şubat-
2005.
ÇAKIR, Hamza; Osmanlıda Basın Đktidar Đlişkileri, Azınlık Basını, Türkçe Basın,
Dış Basın, Siyasal Kitapevi, Ankara, 2002.
ÇETĐN, Nurullah; Roman Çözümleme Yöntemi, Ankara, 2004.
ÇETĐŞLĐ, Đsmail; Halit Ziya Uşaklıgil, Bizim Klasiklerimiz, Şule Yay. Đstanbul,
Kasım-2000.
ÇETĐŞLĐ, Đsmail; Metin Tahlillerine Giriş 1, Şiir, Akçağ Yay. Ankara, 2004, s. 64.
ÇEVĐK, Adem; Jöntürklerden Cumhuriyete II. Abdülhamid’de Yanılanlar, Ufuk
Kitap, Đstanbul-2006.
ÇIKLA, Selçuk; Roman ve Gerçek Bağlamında Kültür Değişmeleri ve Servet-i
Fünun Romanı, Akçağ Yay. Ankara-2004.
620
ENGĐNÜN, Đnci; Abdülhak Hamit Tarhan, Kültür Bakanlığı Yay. Ankara, 1986.
ENGĐNÜN, Đnci; Cenap Şehabettin, Kültür Bakanlığı Yay. Ankara, 1989.
ENGĐNÜN, Đnci; Şair Evlenmesi, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, Dergâh Yay.
Đstanbul - Ekim 1991.
ENGĐNÜN, Đnci; Tanzimat Sonrası Çeviriler, Mukayeseli Edebiyat, Dergâh Yay.
Đstanbul, Ekim 1992.
EKĐZ, Osman Nuri; ERGÜL, Müslim; Servet-i Fünun’dan Cumhuriyete Kadar Yeni
Türk Edebiyatı Antolojisi, Toker Yay. Đstanbul, 1998.
ERCĐLASUN, Bilge; Servet-i Fünun’da Edebî Tenkit, MEB Yay. Đstanbul, 1994.
ERDEM, Ömer; KANAR, Yüksel; Tevfik Fikret Eserlerinden Seçmeler, Morpa
Kültür Yay. Đstanbul, 1992.
GÜRBÜZ, Emine; Servet-i Fünun Edebiyatı, Düşle Edebiyat, 22. Sayı, Temmuz-
2003.
HAYDAROĞLU, Đlknur; Osmanlı Đmparatorluğunda Yabancı Okullar, Ocak Yay.
Ankara, 1990.
Hüseyin Cahit, “Romanlara Dair, Edebiyat ve Ahlak”, SF, Nu. 358, s. 309-310.
Hüseyin Cahit, “Şive ve Zevk”, SF, Nu. 370, s. 87-90.
Hüseyin Cahit, “Hikmet-i Bedayie Dair 3”, SF, Nu. 372, s. 117-120.
Hüseyin Cahit, “Hikmet-i Bedayie Dair 12, Deha”, SF Nu. 378, s. 214-217.
Hüseyin Cahit, “Hikmet-i Bedayie Dair 14, Sanat ve Şiirin Đstikbali”, SF, Nu. 394, s.
52-55.
Hüseyin Cahit, “Hikmet-i Bedayie Dair 15, Sanat ve Şiirin Đstikbali 2”, SF, Nu. 395,
s. 75-78.
621
Hüseyin Cahit, “Hikmet-i Bedayie Dair 16, Sanat ve Şiirin Đstikbali 3”, SF, Nu. 396,
s. 91-93.
H. Nazım, “Musahabe-i Edebiye 38”, SF, Nu. 370, s. 86-87.
ĐHSANOĞLU, Ekmeleddin; Feridun EMECEN; Kemal BEYDĐLLĐ; Mehmet
ĐPŞĐRLĐ, Mehmet Akif AYDIN, Đlber ORTAYLI; Abdülkadir ÖZCAN;
Bahaeddin YENĐYILDIZ; Mübahat KÜTÜKOĞLU, Osmanlı Devleti
Tarihi, Feza Yay. Đstanbul, 1999.
Đbrahim Cehdi, “Đki Söz Daha”, SF, Nu. 367, s. 38-41.
ĐNAL, Đbnülemin Mahmut Kemal; Son Asır Türk Şairleri, Dergâh Yay. Đstanbul,
1988.
ĐNUĞUR, M. Nuri; Basın ve Yayın Tarihi, Der Yay. Đstanbul, 2002.
Justin, McCarthy; Osmanlı’ya Veda Đmparatorluk Çökerken Osmanlı Halkları, Çev.
Mehmet TUNCEL, Etkileşim Yay. Đstanbul, 2008.
KABAKLI, Ahmet; Türk Edebiyatı, C. III, Türk Edebiyatı Vakfı Yay. Đstanbul,
2004.
Kadri, “Norveç Kadınları ve Mekteb-i Muhtelite”, SF, Nu. 398, s. 123.
KAPLAN, Mehmet; Şiir Tahlilleri I, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e, Dergâh Yay.
Đstanbul, Mart-1994.
KAPLAN, Mehmet; Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 1, Dergâh Yay. Đstanbul,
Kasım-1997.
KAPLAN, Mehmet; Türk Edebiyatı Üzerine Araştırmalar 2, Dergâh Yay. Đstanbul,
Kasım-1997.
KAPLAN, Mehmet; Đnci ENGĐNÜN; Birol EMĐL; Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi-
I(1839–1865), Marmara Üniversitesi Yay. Đstanbul, 1988.
622
KARAL, Enver Ziya; Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1976.
KAVCAR, Cahit; Batılılaşma Açısından Servet-i Fünun Romanı, Kültür ve Turizm
Bakanlığı Yay. Ankara, 1985.
KODAMAN, Bayram; Abdülhamit Devri ve Eğitim Sistemi, Ötüken Yay. Đstanbul,
1980.
Komisyon, Dünya Tarihi, Kaynak Kitaplar Basın Yayın Dağıtım, Đstanbul, 1974.
KONUKÇU, Mehmet; Servet-i Fünun Dergisi, 306–355. Sayılar Đnceleme ve
Edebiyatla Đlgili Metinler, Sivas, 1996 (Basılmamış Yüksek Lisans Tezi).
KORKMAZ, Ramazan, Hülya ARGUNŞAH; Ali Đhsan KOLCU; Ayşenur
KÜLAHLIOĞLU; Cafer GARĐPER; Osman GÜNDÜZ; Tarık ÖZCAN;
Yeni Türk Edebiyatı El Kitabı 1839-2000, Grafiker Yay. Ankara, 2006.
KURDAKUL, Şükran; Çağdaş Türk Edebiyatı I, Meşrutiyet Dönemi I, Edebiyat-ı
Cedide Üzerine Görüşleri, Bilgi Yay. Ankara, Ocak-1994.
Mehmet Akif Bey, 93 Moskof Harbi ve Başımıza Gelenler, Kılıç Kitapevi, Đstanbul,
1974.
MERĐÇ, Cemil; Bir Dünyanın Eşiğinde, Đletişim Yay. Đstanbul, 2005.
MERĐÇ, Cemil; Bu Ülke, Đletişim Yay. Đstanbul, 2005.
MUTLUÇAĞ, Hayri; Düyun-ı Umumiye ve Reji Sorunu, Belgelerle Türk Tarihi,
Đstanbul, 1967.
ORAL, Fuat Süreyya; Türk Basın Tarihi, Osmanlı Đmparatorluğu Dönemi, 1728–
1922, 1831–1922, Yeniadım Matbaası, Ankara, 1967.
ÖZBALCI, Mustafa; Alaattin KARACA; Servet-i Fünun Edebiyatı, Akçağ Yay.
Ankara, 2006.
623
ÖZGÜL, Metin Kayahan; Ali Ekrem Bolayır’ın Anıları, Kültür ve Turizm Bakanlığı
Yay. Ankara 1991.
PARLATIR, Đsmail; Tevfik Fikret Dil ve Edebiyat Yazıları, TDK Yay. Ankara, 1993.
PARLATIR, Đsmail; Đnci ENGĐNÜN; Bilge ERCĐLASUN; Mustafa Mehmet
SEMĐH; Türk Edebiyatında Mahlaslar, Takma Adlar, Tapşırmalar ve
Lakaplar, Anahtar Kitaplar, Đstanbul-1993.
SAĞLAM, Nuri; Cenap Şehabeddin, Hayatı, Sanatı, Eserleri, Eserlerinden
Seçmeler, Hikmet Neşriyat, Đstanbul, 2002.
Süleyman Nesip, “Đki Söz Daha”, SF, Nu. 374, s. 146-157.
ŞAKĐR, Ziya; Abdülhamit’in Son Günleri, Çatı Kitapları, Đstanbul, 1943.
ŞAPOLYO, Enver Behnan; Türk Gazeteciliği Tarihi Her Yönüyle Basın, Güven
Matbaası, Ankara, 1969.
ŞENTÜRK, Nazır; Babıâli ve Sadrazamları, Doğan Kitap, Đstanbul, 2007.
Şerif Mardin; Türk Modernleşmesi, Đletişim Yay. Đstanbul, 1992.
TANPINAR, Ahmet Hamdi; Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh Yay. Đstanbul,
1992.
TANPINAR, Ahmet Hamdi; 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Kitapevi,
Đstanbul, 1997.
TEPEDELENLĐOĞLU, Nizamettin Nazif; Sultan II. Abdülhamit ve Osmanlı
Đmparatorluğunda Komitacılar, Divan Yay. Đstanbul, 1978.
Tevfik Fikret, “Musahabe-i Edebiye, Bir Arkadaşımla”, SF, Nu. 384, s. 308-310.
Tevfik Fikret, “Musahabe-i Edebiye 46, Harabattan Bir Sahife”, SF, Nu. 395, s. 67-
71.
624
Tevfik Fikret, Musahabe-i Edebiye, Bir Arkadaşımla, SF, Nu. 384, s. 308.
The Economist, 27 October 2001.
TOKGÖZ, Ahmet Đhsan; Matbuat Hatıralarım, Ahmet Đhsan Matbaası Limitet
Şirketi, Đstanbul, 1930.
TUNAYA, Tarık Zafer; Türkiye’de Siyasal Partiler, Đletişim Yay. Đstanbul, 1988.
TUNCAY, Murat; Musahipzade Celal Tiyatrosunda Osmanlı Tavrı, Boğaziçi
Üniversitesi Yay. Đstanbul, 2004.
TUNCER, Hüseyin; Arayışlar Devri Türk Edebiyatı 2, Servet-i Fünun Edebiyatı,
Akademi Kitapevi, Đzmir, 1995.
TURAN, Osman; Tünk Cihan Hakimiyeti Mefkûresi Tarihi, Nakışlar Yayınevi, Đstanbul, 1979
UŞAKLIGĐL, Halit Ziya; Kırk Yıl, Đnkılâp Yay. Đstanbul, 1969.
UYSAL, Zeynep; Olağanüstü Masaldan Çağdaş Anlatıya: Muhayyelât-ı Aziz Efendi,
Boğaziçi Üniversitesi Yay. Đstanbul, 2006.
UZUNÇARŞILI, Đsmail Hakkı, II. Abdülhamit’in Halli ve Ölümüne Dair Bazı
Vesikalar, Belleten X–40(1946).
ÜLKEN, Hilmi Ziya; Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yay. Đstanbul,
1994.
ÜNAYDIN, Ruşen Eşref; Diyorlar ki, Hazırlayan: Şemsettin Kutlu, MEB Yay.
Đstanbul, 1972.
YAZAR, Mehmet Behçet; Edebiyatçılar Âlemi- Edebiyatımızın Unutulan Simaları,
21. Yüzyıl Yay. Ankara, Kasım-1999.
YAZICI, Nevin; Osmanlılık Fikri ve Genç Osmanlılar Cemiyeti, Kültür Bakanlığı
Yay. Ankara, 2002.
625
YILMAZ, Hakan; Afrika Çöllerinin Medenileri, Yağmur Dergisi, S. 24, Temmuz
2004, Đstanbul.
YILMAZ, Hakan; Avrupa Haritasında Türkiye, Boğaziçi Üniversitesi Yay. Đstanbul-
2005.
FOTOKOPĐLER