razİ’nİn hİdayet ve dalaletle İlgİlİ ayetlerİ rumlamasi...

20
The Journal of Academic Social Science Studies International Journal of Social Science Doi number:http://dx.doi.org/10.9761/JASSS7288 Number: 61 , p. 177-196, Autumn III 2017 Yayın Süreci / Publication Process Yayın Geliş Tarihi / Article Arrival Date - Yayınlanma Tarihi / The Published Date 10.09.2017 20.11.2017 RAZİ’NİN HİDAYET VE DALALETLE İLGİLİ AYETLERİ YORUMLAMASI VE BU HUSUSTA MUTEZİLEYLE GİRİŞTİĞİ TARTIŞMA (TEFSİR-İ KEBİR BAĞLAMINDA) RAZİ’S INTERPRETATION OF VERSES ABOUT THE TRUE PATH AND ABERRATION AND HIS DISCUSSION WITH DISSENTERS ON THIS ISSUE (WITHIN THE CONTEXT OF THE INTERPRETATION OF LEDGER) Yrd. Doç. Dr. Enver Bayram ORCID ID: orcid.org/0000-0001-7624-4528 Gaziosmanpaşa Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öz Allah ile insan münasebetinin bir boyutunu da hidayet ve dalaletle ilgili mesele oluşturur. Kur’an, “Şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olsun ister nankör” (İnsan: 76/3) ayetinde de ifade ettiği gibi doğru yolu insana göstermiştir. Kur’an’ın insandan istediği şey, cüz’i iradesini kullanarak dalaletten sıyrılıp hidayete ermesidir. Böylece hidayete eren insan hem dalaletten kendini kurtaracak hem de Allah ile münasebetini sağlam bir temele oturtacaktır. Hidayet ve dalaletle ilgili mesele itikadî bir konudur. Bu hususta geçmişten gü- nümüze kadar itikadî mezhepler arasında büyük tartışmalar süregelmiştir. Müfessir Ra- zi’nin de dahil olduğu Ehl-i Sünnet, Mutezile ve Cebriye insan iradesini farklı noktalar- da konumlandırmalarından dolayı bu hususta değişik yorumlar ortaya çıkmıştır. Bu du- rum kendini söz konusu ayetlerin tefsirinde de kendini göstermiştir. Razi, kendi düşün- cesi çerçevesinde söz konusu ayetleri tefsir etmiş ve aynı zamanda Cebriye ve Mu’tezile’ye eleştiriler yöneltmiştir. Bunun yanında görüşlerini doğrulamak için Ehl-i Sünnet alimlerinden nakillerde bulunmuş, aklî olarak onların düşüncelerini çürütmeye çalışmıştır. Bu makalede Razi’nin kaleme aldığı Tefsir-i Kebir adlı tefsiri bağlamında hida- yet ve dalaletle alakalı ayetleri Razi’nin nasıl değerlendirdiği ele alınacaktır. Bu bağlam- da hidayet ve dalaletle ilgili ayetlerin Allah’a nispet edilip edilemeyeceği araştırılacaktır. Yine irade meselesi ve kulun fiilinin yaratıcısının kim olduğu Tefsir-i Kebir bağlamında ele alınıp incelenecektir. Razi’nin bu hususta Mu’tezile’ye yapmış olduğu itiraz da delil- leriyle ortaya konulacaktır. Anahtar Kelimeler: Razi, Kur’an, Hidayet, Dalalet, Mu’tezile

Upload: others

Post on 07-Jun-2020

14 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: RAZİ’NİN HİDAYET VE DALALETLE İLGİLİ AYETLERİ RUMLAMASI …isamveri.org/pdfdrg/D03989/2017_61/2017_61_BAYRAME.pdf · bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdol-sun! Allah

The Journal of Academic Social Science Studies

International Journal of Social Science

Doi number:http://dx.doi.org/10.9761/JASSS7288

Number: 61 , p. 177-196, Autumn III 2017

Yayın Süreci / Publication Process

Yayın Geliş Tarihi / Article Arrival Date - Yayınlanma Tarihi / The Published Date

10.09.2017 20.11.2017

RAZİ’NİN HİDAYET VE DALALETLE İLGİLİ AYETLERİ

YORUMLAMASI VE BU HUSUSTA MUTEZİLEYLE GİRİŞTİĞİ

TARTIŞMA (TEFSİR-İ KEBİR BAĞLAMINDA) RAZİ’S INTERPRETATION OF VERSES ABOUT THE TRUE PATH AND

ABERRATION AND HIS DISCUSSION WITH DISSENTERS ON THIS ISSUE

(WITHIN THE CONTEXT OF THE INTERPRETATION OF LEDGER) Yrd. Doç. Dr. Enver Bayram

ORCID ID: orcid.org/0000-0001-7624-4528

Gaziosmanpaşa Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Öz Allah ile insan münasebetinin bir boyutunu da hidayet ve dalaletle ilgili mesele

oluşturur. Kur’an, “Şüphesiz biz ona (doğru) yolu gösterdik. İster şükredici olsun ister

nankör” (İnsan: 76/3) ayetinde de ifade ettiği gibi doğru yolu insana göstermiştir.

Kur’an’ın insandan istediği şey, cüz’i iradesini kullanarak dalaletten sıyrılıp hidayete

ermesidir. Böylece hidayete eren insan hem dalaletten kendini kurtaracak hem de Allah

ile münasebetini sağlam bir temele oturtacaktır.

Hidayet ve dalaletle ilgili mesele itikadî bir konudur. Bu hususta geçmişten gü-

nümüze kadar itikadî mezhepler arasında büyük tartışmalar süregelmiştir. Müfessir Ra-

zi’nin de dahil olduğu Ehl-i Sünnet, Mutezile ve Cebriye insan iradesini farklı noktalar-

da konumlandırmalarından dolayı bu hususta değişik yorumlar ortaya çıkmıştır. Bu du-

rum kendini söz konusu ayetlerin tefsirinde de kendini göstermiştir. Razi, kendi düşün-

cesi çerçevesinde söz konusu ayetleri tefsir etmiş ve aynı zamanda Cebriye ve

Mu’tezile’ye eleştiriler yöneltmiştir. Bunun yanında görüşlerini doğrulamak için Ehl-i

Sünnet alimlerinden nakillerde bulunmuş, aklî olarak onların düşüncelerini çürütmeye

çalışmıştır.

Bu makalede Razi’nin kaleme aldığı Tefsir-i Kebir adlı tefsiri bağlamında hida-

yet ve dalaletle alakalı ayetleri Razi’nin nasıl değerlendirdiği ele alınacaktır. Bu bağlam-

da hidayet ve dalaletle ilgili ayetlerin Allah’a nispet edilip edilemeyeceği araştırılacaktır.

Yine irade meselesi ve kulun fiilinin yaratıcısının kim olduğu Tefsir-i Kebir bağlamında

ele alınıp incelenecektir. Razi’nin bu hususta Mu’tezile’ye yapmış olduğu itiraz da delil-

leriyle ortaya konulacaktır.

Anahtar Kelimeler: Razi, Kur’an, Hidayet, Dalalet, Mu’tezile

Page 2: RAZİ’NİN HİDAYET VE DALALETLE İLGİLİ AYETLERİ RUMLAMASI …isamveri.org/pdfdrg/D03989/2017_61/2017_61_BAYRAME.pdf · bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdol-sun! Allah

178

Enver Bayram

Abstract One of the dimensions of the relationship between Allah and human beings is

comprised of the issue about the true path and aberration. As is expressed in the verse

“We have undoubtedly led him to the (right) path. Let him be either a praiser or an un-

grateful” (Human: 76/3); the Koran shows the true path to human beings. The Koran

demands human beings to use their free will, get through aberration and reach the true

path. Thus, a person who reaches the true path will be able to not only get through aber-

ration, but also have a strong relationship with Allah.

The issue about the true path and aberration concerns faith. In this respect,

there have been great discussions between faithful sects from past to present. Followers

of Sunnah including Razi the Interpreter, Dissenters and Cebriye interpret the human

will from different perspectives as they position it at different points. This condition

could also be observed in the interpretation of the aforementioned verses. Razi interpret-

ed these verses within the scope of his own thoughts and also made criticisms about Ce-

briye and Dissenters. In addition to this, he used the narrations of scholars who were

Followers of Sunnah and tried to intellectually confute their thoughts in order to confirm

his own thoughts.

This article will embrace how Razi evaluated verses about the true path and ab-

erration within the context of his interpretation titled Interpretation of Ledger. In this

context, the article will investigate whether verses about the true path and aberration

could be correlated with Allah or not. Similarly, the issue of will and the creator of hu-

man beings will be embraced and examined within the context of Interpretation of

Ledger. Razi’s objection to Dissenters on this issue will also be revealed with documents.

Keywords: Razi, The Koran, The True Path, Aberration, Dissenters

Giriş

Kur’an, insanın dünya ve ahiret mut-

luluğu için gönderilmiş ilahi kitaptır. Ondaki

emirleri ve yasakları kabul etme insanı iman

edenler grubuna sokarken, aksi durumda

insanı inkâr edenler grubuna sokmaktadır.

Kur’an, iman edenleri hidayete eren kimseler

olarak nitelerken, inkâr edenleri de dalalete

düşen kimseler olarak tavsif etmektedir.

Hidayet ve dalalet meselesi özellikle

Kelam âlimleri tarafından etraflıca tartışılan

önemli meselelerden biri olmuştur. Bu nokta-

da âlimler hidayet ve dalalet kelimelerinin

anlaşılması hususu yanı sıra hidayet ve dala-

letin Allah’a mı yoksa kula mı nispet edilmesi

hususunu tartışmışlardır. Yine onlar kulların

fiillerinin yaratıcısının kul mu yoksa Allah mı

olduğu hususunda da görüş birliğine vara-

mamışlardır. Bu hususta Ehl-i Sünnet hidaye-

te erme ve sapma fiillerinin Allah tarafından

yaratıldığını söylerken, Mu’tezile bunun kul

tarafından ortaya çıkarıldığı görüşündedir.

(Nesefi, 1990: II/179; Eş’ari, 1950: I/298).

Mu’tezile’ye göre kötü fiillerin Allah tarafın-

dan yaratılması caiz değildir (Kâdî Abduceb-

bar: 1988: 301). Yine Ehl-i Sünnet kulların

fiilinin Allah tarafından yaratıldığını savu-

nurken, Mu’tezile bunun insan tarafından

meydana getirildiği görüşündedir (Nesefi,

1990: II/179; Eş’ari, 1950: I/298).

Mu’tezile, adl ilkesinden yola çıkarak

dalaleti Allah’a nispet eden ayetleri (Bakara:

2/26; İbrahim, 14/4) te’vil etmektedir. Mesela

Mutezilî alim Kâdî Abdülcebbâr En’am sure-

sinin 125. Ayetinde Allah’a nispet edilen dala-

leti kafirlere doğru yolun gösterilmemesi ola-

rak te’vil etmektedir. Öte yandan Fussilet

suresinin 17. Ayetinin tefsirinde hidayet et-

mek ifadesini de doğru yolu göstermek olarak

açıklamaktadır (Kâdî Abducebbar: 1969: 60-

66).

Razi’nin, İmam Ebu’l-Kasım el-

Ensarî’den naklettiğine göre ne Mu’tezile ne

de Ehl-i Sünnet bu meselede küfre nispet edi-

lemezler. Çünkü Mu’tezile’nin amacı Allah’ı

tenzih etmeye çalışmakta iken, Ehli Sünnet’in

Page 3: RAZİ’NİN HİDAYET VE DALALETLE İLGİLİ AYETLERİ RUMLAMASI …isamveri.org/pdfdrg/D03989/2017_61/2017_61_BAYRAME.pdf · bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdol-sun! Allah

Razi’nin Hidayet Ve Dalaletle İlgili Ayetleri Yorumlaması ve Bu Hususta Mutezileyle Giriştiği Tartışma … 179

amacı ise Allah’ı ululamaktır. Böylece her iki

gurubun da Allah’ın celâlını ve kibriyasının

büyüklüğünü ispatlamaya çalışmaktan başka

bir arzuları olmamıştır (Razi, 2000: II, 48).

Yine Razi, Mu’tezile’nin ayetleri ge-

reksiz yere te’vil ettiklerini, bunun da onları

nihaî noktada yanlışa sürüklediğini bildir-

mektedir: “Bil ki te'vile gitmek, ancak sözün

(ayetin) lafzını zahirî manasına hamletmenin

imkansız olduğu, akli delil ile sabit olduğu

zaman makul olur. Ama aklî delil ile, hak ve

doğru olan mananın, sadece lafzın zahirinin

delâlet ettiği şey olduğu sabit olunca, bu gibi

yerlerde te'vîle sapmak abes olur.” (Razi,

2000: XV, 52). Mutezilenin zorunlu bir sebep

olmaksızın ayetlerin zahirini terk etmesi Ra-

zi’nin Mutezileyi eleştirirken en çok dikkat

çektiği husus olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hidayet ve dalaletle ilgili meseleler

Kelam ilminin kapsamında ele alınıp incelen-

se de biz bu meseleye ilgili ayetlerin yorumla-

rı zaviyesinden bakmaya çalışacağız. Bu ne-

denle Allah’ın hidayete erdirmesi ya da sap-

tırması, insanın hidayete ermesi ya da sapma-

sı gibi konularda Razi’nin bu ayetleri nasıl

yorumladığına ve hususta Mu’tezile ile giriş-

tiği tartışmaya değineceğiz.

1. Hidayet ve Dalalet Kelimelerinin

Anlamları

Kur’an’da türevleriyle beraber üç

yüzden fazla yerde geçen hidayet kelimesi

(Abdulbaki, 1990: 731-736) isim olup hedâ

-kökünden türemiştir. Sözlükte bir kim ”هدى“

seye yol göstermek ve rehberlik etmek ya da

doğru yolu tutmasına, takip etmesine vesile

olmak anlamlarına gelmektedir (İsfehanî,

2012: 1504). Hidayet, “Dünya ve ahiret mutlu-

luğunu sağlayacak yolu gösterme anlamında

bir terim” dir (Yavuz, 1998: XVII/473).

Hidayet kelimesi Kur’an’da fiil türev-

lerinin yanı sıra hadi, hüda, mühtedi gibi

farklı isim türevleriyle de kullanılmaktadır.

Mesela Zerkeşi el-hüda kelimesinin Kur’an’da

hidayet etmek (Teğabün: 64/11), beyân (Baka-

ra: 2/5), tevbe etmek (A’raf: 7/156), ilham et-

mek (Taha: 20/50), din (Al-i İmran: 3/73), imân

(Meryem : 19/76), davetçi (Enbiyâ, 21/73),

peygamber ve kitap (Bakara: 2/38), ıslah et-

mek (Yusuf: 12/52), sünnet (Zuhruf: 43/29),

tevhid (Kasas: 28/57), delil (Bakara, 2/258),

Tevrat (Mü’min: 40/53), Kur’an (Necm: 53/23),

Hz. Muhammed (Bakara, 2/159) irşad etmek

(Fatiha: 1/6), yol bulmak (Nahl: 16/16) gibi 17

farklı anlamda kullanıldığını ifade etmektedir

(Zerkeşi, 1972: I, 103-104).

Râğıb el-İsfehani, Allah’ın insanı hi-

dayetinin dört şekilde olduğunu ve bu dört

hidayetin sırayla olduğunu belirtmektedir:

1. Her insanı, hatta her şeyi kapsayan

hidayet. “O da: Bizim Rabbimiz, her şeye

hilkatini (varlık ve özelliğini) veren, sonra da

doğru yolu gösterendir, dedi.” (Taha: 20/50)

ayeti buna işaret etmektedir.

2. Peygamberler ve kitaplar göndere-

rek insanları hakka çağırmak suretiyle insan-

lara tahsis ettiği hidayettir. “Onları, emrimiz

uyarınca doğru yolu gösteren önderler yaptık

ve kendilerine hayırlı işler yapmayı, namaz

kılmayı, zekât vermeyi vahyettik<” (Enbiya:

21/73) ayeti buna işaret etmektedir.

3. Hidayete eren kimseye has kıldığı

tevfiktir. “Doğru yolu bulanlara gelince, Allah

onların hidayetlerini arttırır ve sakınmalarını

sağlar.” (Muhammed: 47/17) ayeti buna işaret

etmektedir.

4. Ahirette cennete götürecek hidayet-

tir. “(Cennette) onların altlarından ırmaklar

akarken, kalplerinde kinden ne varsa hepsini

çıkarıp atarız. Ve onlar derler ki: “Hidayetiyle

bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdol-

sun! Allah bizi doğru yola iletmeseydi kendi-

liğimizden doğru yolu bulacak değildik<”

(A’raf: 7/43) ayeti buna işaret etmektedir (İs-

fehani, 2012: 1505).

Kur’an’da türevleriyle beraber iki yüz

on sekiz yerde geçen dalalet kelimesi (Abdul-

baki, 1990: 421-424) sözlükte kaybolmak, yo-

lunu kaybetmek anlamlarına gelmektedir.

Dalalet, “dalle” fiilinden masdar olup irşad ve

hidayetin zıt anlamlısıdır ((İbn Manzur, t.y:

Page 4: RAZİ’NİN HİDAYET VE DALALETLE İLGİLİ AYETLERİ RUMLAMASI …isamveri.org/pdfdrg/D03989/2017_61/2017_61_BAYRAME.pdf · bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdol-sun! Allah

180

Enver Bayram

XI, 390; İsfehanî, 2012: 904). Terim olarak ise

dalalet, “Kasten ya da yanılarak, kasıtsız ol-

sun, az miktarda olsun ya da çok miktarda

olsun açık, belli olan bir yoldan her türlü sapı-

şı, ayrılışı” ifade etmektedir. (İsfehanî, 2012:

904). Yine dalalet, “Haktan yüz çevirip bâtıla

yönelme, ilâhî buyruklara aykırı davranma

anlamına gelen bir terim”dir (Harman, 1993:

VIII/427). Fahreddin Razi ise dalaleti; zulüm,

doğrudan ayrılma ve hidayete erememek

olarak tanımlamaktadır (Razi, 2000: II/65).

2. Razi’ni Hidayet ve Dalaletle İlgili

Ayetleri Yorumlaması ve Bu Hususta

Mu’tezile İle Giriştiği Tartışma

Razi, hidayet ve dalaletle ilgili açık-

lamalarını hidayet ve dalaletten bahseden

ayetlerin tefsirinde yapmaktadır. En derli

toplu ve en geniş açıklamaları Bakara suresi-

nin ilgili ayetlerinin tefsirinde yapmaktadır.

Bazen Ehl-i Sünnet’in o husustaki görüşünü

kendi görüşü yerine kaim kılmaktadır. Bu-

nunla beraber Mu’tezile’nin o husustaki görü-

şünü detaylı bir şekilde vermekte ve onu çe-

şitli naklî ve aklî delillerle çürütmeye çalış-

maktadır. Biz de hidayet ve dalaletle ilgili

konuları Razi’nin, ayetleri yorumlamasından

hareketle bir tasnife tabi tutup incelemeye

çalışacağız.

2.1. Hidayet ve Dalaletin Allah’a İza-

fesi

İçinde Razi’nin de bulunduğu ehli

sünnet alimleri dalalet ve hidayetin Allah’tan

olduğu hususunda “Allah kimi doğru yola

iletmek isterse onun kalbini İslâm'a açar; kimi

de saptırmak isterse göğe çıkıyormuş gibi

kalbini iyice daraltır. Allah inanmayanların

üstüne işte böyle murdarlık verir.” (En’am:

6/125) ayetini delil getirmektedirler. Ayetin

lafzının aklî ve kat’î deliller ihtiva ettiğini

belirten Razi, bu delili şöyle açıklamaktadır:

“Kul, hem imana, hem de küfre kadirdir.

O'nun, bu iki şeye nispetle kudreti, müsavi ve

eşit olarak bulunur. Binaenaleyh, kalpte ona

götürecek bir sebep ve faktör bulunmadıkça,

kuldan küfür yerine iman veya iman yerine

küfür sâdır olması imkânsızdır. "Sebep" ise

yapılan işin büyük bir fayda ve ağır basan bir

menfaat ihtiva edeceğini bilmesi veya inan-

ması veyahut zannetmesinden ibarettir. Çün-

kü kalpte bu mana meydana geldiği zaman

bu, kulu o fiili işlemeye sevk eder. Eğer kalpte

bu fiilin büyük bir zarar ve ağır basan bir fesat

ihtiva ettiği yolunda bir ilim veya inanç yahut

da bir zan meydana gelirse, bu durum, o in-

sanı o fiili terk etmeye sevk eder. Biz deliliyle

beraber bu sebeplerin mutlaka Allah katından

olması gerektiğini; sebeplerle kudretin topla-

mının fiili gerektirdiğini beyan etmiştik.

Bu sabit olunca biz deriz ki: Kuldan

imanın sadır olması, ancak onun kalbinde,

imanın daha faydalı ve maslahata daha uygun

olduğuna dair Allah'ın bir bilgi yarat-

masından sonra olur. Kalpte böylesi bir bilgi

meydana geldiğinde, kalp o işi yapmaya mey-

leder ve o kişinin nefsinde, o işi yapmak için

daha fazla bir arzu meydana gelir ki, işte göğ-

sün imana açılması budur. Ama kalpte, Hz.

Muhammed {s.a.s)'e iman etmenin, meselâ

gerek dinî gerekse dünyevi hususlarda büyük

bir fesada sebebiyet vereceğine ve büyük za-

rarlara yol açacağına dair bir inanç meydana

gelirse, bu durumda, onun bu zannı Hz. Mu-

hammed (s.a.s)'e iman etmekten şiddetle nef-

ret etmesine yol açar ki Allah’ın onun kalbini

son derece daraltmasından murat budur.

Buna göre ayetin manası şöyle olur:

“Allah’ın iman etmesini istediği kimseyi ima-

na sevk eden sebepler kuvvetlenir. Yine Al-

lah’ın inkârını istediği kimseyi, imandan

alıkoyacak sebepler ise onu küfre sevk edecek

sebepler güç kazanır. Durumun böyle olduğu

aklî delil ile sabit olunca, Kur'ân'ın lafzının bu

aklî delilleri ihtiva ettiği de sabit olur. Yine

kesin aklî delil, Kur'ân lafzının sarîh manasına

tıpatıp uyduğu zaman, onun ötesinde her-

hangi bir beyan ve delil söz konusu olamaz.”

(Razi, 2000: XIII, 145). Görüldüğü gibi Razi,

iman ve inkârı, kalpte iman etmeye veya inkâr

etmeye götüren bir “daî”nin (sebebin) bu-

lunmasına dayandırmakta ve o “daî”nin yara-

tısının da Allah olduğunu, dolayısıyla Allah

dilemedikçe hiçbir kimsenin iman etmesinin

mümkün olamayacağını ifade etmektedir.

Razi, “Bu (din), Rabbinin dosdoğru

Page 5: RAZİ’NİN HİDAYET VE DALALETLE İLGİLİ AYETLERİ RUMLAMASI …isamveri.org/pdfdrg/D03989/2017_61/2017_61_BAYRAME.pdf · bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdol-sun! Allah

Razi’nin Hidayet Ve Dalaletle İlgili Ayetleri Yorumlaması ve Bu Hususta Mutezileyle Giriştiği Tartışma … 181

yoludur. Biz, öğüt alacak bir kavim için âyet-

leri ayrıntılı olarak açıkladık” (En’am: 126)

ayetinin başında geçen ism-i işareti (hâzâ),

125. ayetle irtibatlandırmakta ve bu hususla

ilgili eleştirilerini Mu’tezileye yöneltmektedir.

O, bu hususta şunları ifade etmektedir: “İsm-i

işaret, Cenâb-ı Hakk'ın önceki âyette zikredip

izah ettiği şu hususa işaret etmektedir: “Fiil,

sebebe (dâî'ye) dayanır. Sebep, Allah tarafın-

dan meydana gelir. Binaenaleyh, fiilin de

Allah tarafından olması gerekir ki, bu da “sırf

tevhid” inancını gerektirir. Bu sırf tevhîd de,

Allah'ın bütün kâinatın ve mümkinâtın,

“Mübdii” (yoktan var edeni) olmasıdır.

“Cenâb-ı Hak, hak olan tevhidi bilmeye gö-

türdüğünü bildiği için, bunu Sırat (yol) diye

isimlendirmiştir. Bu kelimeyi bir de müs-

takîmen (dosdoğru) kelimesiyle nitelemiştir.

Çünkü, Mu'tezile’nin görüşü müstakîm de-

ğildir. Bu böyle değildir, zira "Mümkin"in iki

(varlık ve yokluk) tarafından birinin diğerine

üstün gelmesi, ya bir müreccihe dayanır veya

dayanmaz. Binaenaleyh, bu bir müreccihe

dayanırsa o zaman, “yapabilenden fiil ancak

ona dâî (sebep) bitiştiğinde sudur eder” de-

nilmesi gerekir. Böyle olması halinde de bi-

zim, “her şey, Allah'ın kaza ve kaderiyledir”

şeklindeki sözümüz tam olur; Mu'tezile’nin

görüşü ise bâtıl olur. Ama, mümkin'in iki

tarafından birinin diğerine olan üstünlüğü bir

müreccihe dayanmazsa, bu müreccihe ihtiyaç

duymama halinin, bütün mümkin ve muhdes

varlıklar hakkında söz konusu olması gerekir.

Bu durumda da, hem yaratmanın, hem de

yaratıcının yokluğu; fiil-fâil ve tesir-müessir

vb. gibi hususların iptal edilmesi gerekir.

Ama, bu ağır basma (rüçhaniyet)’in,

Mu’tezile’nin dediği gibi, her durumda değil

de bazı yerlerde bir müessire muhtaç olduğu-

nu söylemek eğri-büğrü ve müstakîm olma-

yan bir davranıştır. Müstakîm ve dosdoğru

olan ise, bu ihtiyaç halinin mutlak manada ve

her zaman bulunduğuna hükmetmektir ki bu

da, bizzat bizim mezhebimizin ve görüşümü-

zün ta kendisidir. İşte bu görüş, bu ayetin

tefsirinde, bana göre tercihe lâyık olan görüş-

tür.” (Razi, 2000: XIII, 153). Görüldüğü Razi,

fiilin sebebe dayandığını ve sebebin de Allah

tarafından yaratıldığını aklî olarak izah et-

mektedir. Böylece hidayet ve dalaleti Allah’a

nispet etmektedir.

2.1.1. Allah’ın İradesi

İradeyi, “akıllı bir kimsenin nefsinde

hissettiği ve iradesi ile ilmi, kudreti, elemi ve

lezzeti arasında açık bir fark bulunmasına

vesile olan bir mahiyet” olarak tanımlayan

Razi’ye göre, “iradenin mahiyetini tasavvur

tarife muhtaç değildir”. Bu hususta o, kelam-

cıların irade hakkındaki “ irade meydana

gelişte değil de, meydana getirme hususunda

caiz olan şeyin iki tarafından (olup olmama-

sından) birinin diğerine üstünlüğünü gerekti-

ren bir sıfattır” şeklindeki tanımlamalarını da

nakletmektedir. Yine o, iradenin Allah’a nis-

pet edilmesi meselesinde iradenin Allah’a

nispet edilebileceğini, ancak Allah’ın “murîd”

(irade eden) olup olmaması hususunda alim-

ler arasında ihtilaf olduğunu ifade etmektedir

(Razi, 2000: II, 126).

Allah’ın ilmi ile iradesinin bazen bir-

birine mutabık olmayabileceği görüşünü sa-

vunan Mu’tezile, Allah’ın iradesiyle emrinin

ise devamlı birbirine mutabık durumda oldu-

ğunu kabul etmektedir. Buna mukabil Razi,

Allah’ın iradesi ile emrinin her zaman muva-

fık olmadığını ifade etmekte ve bu durumu

şöyle açıklamaktadır: “Cenâb-ı Hak, daha

sonra “Sonra Allah içlerinden kimini hidayete

erdirmiş, kiminin üzerine de dalâlet hak ol-

muştur” (Nahl: 16/36) buyurur. Bu, “onların

içinden, Allah'ın imana, sıdka ve hakka ilettiği

kimseler olduğu gibi haktan saptırıp doğruyu

görme hususunda kör kılarak küfür ve dalâle-

te düşürdüğü kimseler de var” demektir ki

bu, Allah Teâla’nın emrinin her zaman irade-

sine muvafık olmadığına, bazen bir şeyi em-

rettiği halde o şeyi irade etmediğine; yine bir

şeyi nehyettiği halde o şeyi irade ettiğine dela-

let eder ki, bizim görüşümüz böyledir.” (Razi,

2000: XX, 24). Bu durum “Allah, onlardan bir

Page 6: RAZİ’NİN HİDAYET VE DALALETLE İLGİLİ AYETLERİ RUMLAMASI …isamveri.org/pdfdrg/D03989/2017_61/2017_61_BAYRAME.pdf · bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdol-sun! Allah

182

Enver Bayram

kısmını doğru yola iletti. Onlardan bir kısmı

da sapıklığı hak ettiler” (Nahl: 16/36) ayetinde

de ifade edildiği gibi Allah her ne kadar imanı

emredip küfrü de yasaklamış ise de bir kısım

insanları hidayete erdirmiş bir kısmını ise

saptırmıştır. (Razi, 2000: XX, 23).

Razi, “Ve de ki: Hak, Rabbinizdendir.

Öyle ise dileyen iman etsin, dileyen inkâr

etsin.” (Kehf: 18/29) ayetinin tefsirinde söz

konusu ayete dayanarak Mu’tezile’nin, iman

ve inkarın, itaat ve masiyetin kula ve onun

iradesine bırakıldığını savunduğunu belirt-

mekte ve bu hususta onlara şöyle cevap ver-

mektedir: “Andolsun ki, bazı kimseler bana

bu ayeti sordular da ben de bu ayetin bizim

görüşümüzün doğruluğuna delâlet eden de-

lillerin en güçlüsü olduğunu söyledim. Zira

bu ayet, iman ve küfrün tahakkuk etmesinin,

imanı ve küfrü dilemenin tahakkuk etmesine

bağlı olduğu hususunda sarîh bir ifadedir.

Akıl da açıkça bunu gösterir. Çünkü seçim

yapabilen aklın, o şeye yönelmeksizin ve onu

tercih etmeksizin tahakkuk etmesi imkânsız-

dır. Bu husus iyice kavrandığında şimdi biz

diyoruz ki: O kasıt ve ihtiyarın, (seçmenin)

gerçekleşmesi, eğer kendisinden önce bulu-

nan bir kasıt ve ihtiyar ile olmuşsa o zaman

sonsuza kadar her kasıt ve ihtiyardan önce bir

kasıt ve ihtiyarın bulunması gerekir. Halbuki

bu imkânsızdır. Binâenaleyh o kasıt ve tercih-

lerin, o zorunlu kasıt bulunduğu zaman,

Cenâb-ı Hakk’ın kulda zarurî olarak yarattığı

kasıt ve tercihe varıp dayanması gerekir. Za-

rurî olan tercih ise fiili gerektirir. O halde

insan, ister dilesin, isterse dilemesin, eğer

onun kalbinde, muarızı bulunmayan o kafî

irade bulunmazsa fiil meydana gelmez. Ama

o kesin irâde bulunursa kul ister dilesin, ister-

se dilemesin fiil o irâdeye varıp dayanır.

Meşîetin bulunması, fiilin bulunmasına; fiilin

bulunması da meşîetin bulunmasına dayan-

maz. Binâenaleyh insan, görünüşte muhtar,

ama aslında muztar ve mecbur olan bir varlık-

tır.” (Razi, 2000: XXI, 102).

Razi, İmam-ı Gazali’nin düşüncesinin

de kendi düşüncesini desteklediğini belirt-

mekte ve Gazali’nin bu husustaki düşüncesini

nakletmektedir: “Eğer sen, “Ben kendimde bir

şeyi yapmak istediğimde onu yapabilme;

yapmamak istediğimde de onu yapmamaya

dair zarurî bir şey buluyorum. Binâenaleyh

yapıp yapmamak başkasında değil, benim

elimdedir” dersen, ben buna şöyle cevap ve-

rebilirim: Farz edelim ki sen kendinde böyle

bir şey hissediyorsun. Ama sen kendinde, bir

fiili dilediğinde, o meşîetin olduğunu; dile-

mediğinde de onun meydana gelmediğini

hissedebiliyor musun? Tam aksine akıl, o

kimse fiili istediğinde, o istekten önce bulu-

nan bir meşîete göre bunu istediğine şehâdet

eder. O, fiili istediğinde, o fiil, bu noktada

hemencecik ve bir seçme olmaksızın meydana

gelir. Binâenaleyh, kalbte istemenin bulunma-

sı, zorunlu bir şeydir. Fiilin o meşîete (isteme-

ye) dayanması da zorunlu bir şeydir. Binâena-

leyh bu her şeyin Allah'tan olduğuna delâlet

eder.” (Razi, 2000: XXI, 102).

Allah’ın iradesi meselesinde tartışılan

konulardan biri de kulun tevbesinden sonra

tevbeyi kabul etmenin Allah üzerine vacip

olup olmamasıdır. Bu hususa Razi, “Bilmez

misin ki, göklerde ve yerde ne varsa hepsinin

mülkiyeti Allah'a aittir; dilediğine azap eder

ve dilediğini bağışlar. Allah her şeye hakkıyla

kadirdir.” (Maide: 5/40) ayetinin tefsirinde

değinmektedir. Mu’tezile söz konusu ayetten

hareketle Allah’ın tevbe eden kulu bağışlama-

sının Allah’a vacip olduğunu belirtmektedir.

Razi, Mu’tezile’nin bu görüşüne katılmamak-

ta; Allah’ın dilediğini bağışlayacağını, diledi-

ğine de azap edeceğini ifade etmektedir. Razi,

Mu’tezile’nin dillendirdiği “Allah tarafından

olan bu fiillerin güzel ve yerinde oluşu, mah-

lukatın ilahı ve sahibi oluşundan dolayı değil,

aksine kullarının faydasını ve zararını gözet-

mesinden dolayı güzel olmuştur” görüşünü,

“Allah’ın istediği ve dilediği her şey güzeldir.

Zira O, bütün mahlukatın malikidir. Malikin,

mülkünde istediği ve dilediği gibi tasarruf

etme yetkisi vardır.” görüşüyle iptal etmeye

çalışmaktadır. (Razi, 2000: XI, 182). Dolayısıy-

la Razi, kulun bağışlanmasının veya kula azap

edilmesinin Allah’ın iradesine ve dilemesine

(meşietine) bağlı olduğunu ve bunun da Al-

Page 7: RAZİ’NİN HİDAYET VE DALALETLE İLGİLİ AYETLERİ RUMLAMASI …isamveri.org/pdfdrg/D03989/2017_61/2017_61_BAYRAME.pdf · bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdol-sun! Allah

Razi’nin Hidayet Ve Dalaletle İlgili Ayetleri Yorumlaması ve Bu Hususta Mutezileyle Giriştiği Tartışma … 183

lah’a vacip olmadığını ifade etmektedir.

2.1.1.1. Allah’ın Muradı Hidayettir

Razi, “Eğer inkâr ederseniz, şüphesiz

Allah, size muhtaç değildir. Bununla beraber

O, kullarının küfrüne razı olmaz. Eğer şükre-

derseniz sizden bunu kabul eder.” (Zümer:

39/7) ayetinin tefsirinde Allah’ın küfre razı

olmadığını açıklamaktadır. Ancak

Mu’tezile’den Cübbaî’nin bu ayeti kendi

mezhebine dayanak yaparak farklı yorumla-

dığını ifade etmektedir. Buna göre;

1. Eğer Ehl-i Sünnet’in dediği gibi Al-

lah küfrü yaratmış olsaydı o zaman küfre razı

olmuş olurdu. Bu ise, ayetin manasına zıttır.

2. Eğer küfür Allah’ın takdiri ve ya-

ratmasıyla olmuş olsaydı o zaman bizim de

buna rıza göstermemiz gerekirdi. Zira “Al-

lah’ın kazasına rıza” vaciptir. Ümmet, “küfre

rızanın küfür” olduğu hususunda icma ettik-

lerine göre bu işin Allah’ın rızasıyla olmadığı

ortaya çıkmaktadır.

Ancak Razi, Cübbaî’nin bu delillerini

eleştirme sadedinde Ehl-i Sünnet alimlerinin

ona dört ayrı delille karşılık verdiklerini nak-

letmektedir. Buna göre;

1. “Kur'ân'ın âdeti, “kullar” ifadesini

mü'minler için kullanma şeklinde cereyan

eder. Nitekim Cenâb-ı Hak, “Yeryüzünde

ağırbaşlı olarak yürüyen Rahmanın kulları...”

(Furkan: 25/63), “Allah'ın kullarının içtiği bir

göze...” (İnsan: 76/6) ve “Benim kullarım üze-

rinde senin (ey şeytan) bir tesirin olamaz”

(Hicr: 15/42) buyurmuştur. Buna göre, “O,

kullarının küfrüne razı olmaz” cümlesi, “O,

mü'min kulları için küfre razı olmaz” mana-

sında olur. Bu mana ise, biz Ehl-i Sünnet’in

inancına zarar vermez.”

2. “Küfrün, Allah'ın iradesiyle oldu-

ğunu söylüyoruz. Ama küfrün, Allah'ın rızası

ile olduğunu söylemiyoruz. Çünkü “rızâ” o

şeyi övmek, yapılışını medh-ü sena etmek

demektir. Zira Hak Teâlâ, “Şüphesiz Allah

mü’minlerden razı oldu...” (Fetih: 48/18) bu-

yurmuştur ki bu, “Allah o mü'minleri över,

medh-ü sena eder” demektir.”

3. “Rızâ, kınamamak ve karşı gelme-

mek demektir. Bu ise irâde etmek demek de-

ğildir.”

4. “Farzedelim ki “rızâ” bir şeyi irâde

etmek (istemek) manasınadır. Ama ayetteki

"O, kullarının küfrüne razı olmaz" ifadesi

genel bir ifadedir. Binâenaleyh bu, Allah

Teâlâ'nın, kâfirin küfrünü irâde ettiğine

delâlet eden ayetlerle tahsis edilir (sınırlandı-

rılır). Bu tıpkı, “Siz ancak Allah'ın dilediği

şeyleri dilersiniz” (İnsan, 76/30) ayetinde ol-

duğu gibidir.” (Razi, 2000: XXVI, 215). Görül-

düğü gibi Razi, bu hususta Allah’ın, kulunun

küfrüne rıza göstermediğini, aksine kulun

şükründen hoşnut olduğunu Ehl-i Sünnet’ten

yapmış olduğu nakille açıklamaktadır.

2.1.1.2. Allah Dilediğini Hidayete

Erdirir

Razi, Mu’tezile’nin Kur’an’da hidayet

kelimesinin farklı manalarda kullanılışıyla

ilgili görüşünü nakletmektedir. Buna göre;

1. Hidayet, yol gösterme ve açıklama

anlamına gelmektedir. Secde suresinin 26.

ayetinde hidayet kelimesi açıklama, Dehr

suresinin 3. ayetinde ise yol gösterme anla-

mında kullanılmıştır.

2. Şura suresinin 52. ayetinde geçen

-kelimesi “davet edersin” anlamına ge ”تهدى“

lirken Ra’d suresinin 7. Ayetinde geçen “هاد”

kelimesi ise “dalalete ya da hidayete çağıran

bir davetçi” anlamına gelmektedir.

3. Müminlerin taatlerini arttırmaları

ve imanlarına karşılık bir mükafat olması için

Allah, müminleri imana bağlı lütuflara mu-

vaffak kılmasıdır. Bu ise müminlere verilen

sevaptır. Bunun zıttı olarak da kafirlerden

lütufları çekip almaktır. Böyle olunca da Allah

onlara hidayet etmemiş ve onları saptırmış

olur.

4. Hidayet, cennet yoluna iletmektir.

5. Hidayet, takdim etmek manasında-

dır.

6. Hidayet, hükmetmek ve isim ver-

mek manasındadır (Razi, 2000: II, 134-135).

Mu’tezile’nin hidayet kelimesinin

Page 8: RAZİ’NİN HİDAYET VE DALALETLE İLGİLİ AYETLERİ RUMLAMASI …isamveri.org/pdfdrg/D03989/2017_61/2017_61_BAYRAME.pdf · bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdol-sun! Allah

184

Enver Bayram

Kur’an’da kullanılışı ile ilgili görüşünü nakle-

den Razi, daha sonra Cebriye’nin, hidayet

kelimesini “hidayeti ve ilmi yaratma” şeklin-

de anladıklarını ve Mu’tezile’nin buna itirazı-

nı nakletmektedir. Buna göre;

1. Zorla bir kimseyi bir yola sokmak

isteyen kimse için “o, onu oraya iletti” den-

mez. Bunun yerine “o, onu sırat-ı müstakime

zorladı, ona sevk etti ve onu oraya çekti” de-

nir.

2. Allah, hidayeti yaratmış olsaydı o

zaman sevap-günah, emir-nehiy, övme-yerme

gibi bir şey olmazdı (Razi, 2000: II, 135).

Razi, Mu’tezile’nin, “Allah, hidayeti

yaratandır, kul da onu kesb edendir” görüşü-

nü kabul etmediğini ve kesb hususunu iki

yönden reddettiklerini açıklamaktadır:

1. Kesbin meydana gelmesi Allah’ın

yaratmasıyla ise Allah o kesbi yarattığı zaman

kulun onu yapmaması imkânsızdır. Yok eğer

Allah o kesbi yaratmazsa o zaman da kulun

onu yapması mümkün değildir. Ancak kesbi

yaratan Allah değil de kul olursa o zaman

bütün müşkiller ortadan kalkar.

2. Şayet bir fiili Allah yaratıyor, kul da

onu kesb ediyorsa şu üç ihtimalden biri söz

konusu olabilir:

a. O fiili önce Allah’ın yaratması, son-

ra kulun kesbi.

b. O fiili önce kulun kesbi, sonra Al-

lah’ın yaratması.

c. Yaratmanın ve kesbin aynı anda

olması. Şayet o fiili Allah önce yaratmışsa kul

onu kesb etmeye mecbur kalır. Bu durumda

cebr ve zorlama geri döner. Şayet kul onu

Allah’ın yaratmasından önce kesb etmişse o

zaman bu, Allah onu yaratmaya mecburdur

demektir. Allah’ın yaratması ve kulun kesbi

aynı anda olursa o zaman Allah ile kulun

ittifakı söz konusudur. Ancak Allah ile kul

arasında böyle ittifakı bilemeyiz (Razi, 2000:

II, 135).

Hidayet ile hidayete erdirmenin farklı

olduğuna değinen Razi, “<Bunun üzerine

Allah iman edenlere, üzerinde ihtilafa düştük-

leri gerçeği izniyle gösterdi. Allah dilediğini

doğru yola iletir.” (Bakara: 2/213) ayetinin

tefsirinde hidayet ile iman arasındaki farka

değinmektedir. Buna göre;

1. İmana muvaffak kılmak imandan

farklı bir şey olduğu gibi, imana hidayet de

imandan farklı bir şeydir.

2. Allah, bu ayetin sonunda “izni ile”

buyurmaktadır. Bu izni “Allah hidayet etti”

sözüyle ilişkilendirmek doğru değildir. Zira,

bir kimsenin kendi kendisine izin vermesi

mümkün değildir. Dolayısıyla “Böylece Allah,

iman edenleri, ihtilaf ettikleri meselede hakka

ulaştırdı da onlar da Allah’ın izniyle hidayete

eriştiler” şeklinde bir takdirin yapılması ge-

rekmektedir. Bunun için hidayet ile hidayete

erme birbirinden farklı olmaktadır. (Razi,

2000: VI, 15).

Razi, “(Ya Muhammed!) Onları doğru

yola iletmek sana ait değildir. Lâkin Allah

dilediğini doğru yola iletir<” (Bakara: 2/272)

ayetinin tefsirinde ayetin nüzulüne dair üç

farklı sebep nakletmekte ve bunları telif ede-

rek ayeti şöyle yorumlamaktadır: “Sana mu-

halif olanlara hidayet etmek senin görevin

değildir ki, İslam’a girsinler diye onlara sada-

ka vermeyesin. O halde Allah rızası için onla-

ra da tasadduk et. Sadakayı onların Müslü-

man olma şartına bağlama.” (Razi, 2000: VII,

68). Böylece Allah, iman etmeseler de inan-

mayanlara iyilik yapılabileceğini haber ver-

mektedir.

Hz. Peygamber “(Resûlüm!) Onlar

iman etmiyorlar diye neredeyse kendine kıya-

caksın!” (Şuara: 26/3) ve “(Resûlüm!) Eğer

Rabbin dileseydi, yeryüzündekilerin hepsi

elbette iman ederlerdi. O halde sen, inanmala-

rı için insanları zorlayacak mısın?” (Yunus:

10/99) ayetlerinde de ifade edildiği gibi insan-

ların iman etmelerini çok arzuluyordu. Fakat

Allah onların hidayete ermesinin kaynağının

Hz. Peygamber olmadığı gibi, bunun Hz.

Peygamber sebebiyle de gerçekleşmediğini

ifade etmektedir (Razi, 2000: VII, 68).

Razi, Ehl-i Sünnet alimlerinin “Fakat

Allah, dilediğine hidayet eder” (Bakara: 2/272)

ayetinden hareketle Allah’ın hidayetinin

umumî değil, aksine sadece müminlere mah-

sus olduğuna delil getirerek bu hususta şöyle

Page 9: RAZİ’NİN HİDAYET VE DALALETLE İLGİLİ AYETLERİ RUMLAMASI …isamveri.org/pdfdrg/D03989/2017_61/2017_61_BAYRAME.pdf · bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdol-sun! Allah

Razi’nin Hidayet Ve Dalaletle İlgili Ayetleri Yorumlaması ve Bu Hususta Mutezileyle Giriştiği Tartışma … 185

dediklerini nakletmektedir: “Çünkü “Fakat

Allah, dilediğine hidayet eder” (Bakara: 2/272)

ayeti Allah’ın, “O insanları hidayete erdirmek,

senin üzerine borç değildir” (Bakara: 2/272)

buyruğu ile nefyedilmiş olan hidayeti isbât

etmiş olur. Ancak ne var ki, “O insanları hi-

dayete erdirmek, senin üzerine borç değildir”

(Bakara: 2/272) ifadesiyle nefyedilmiş olan

ihtiyarî ve iradî olan ihtidanın bulunuşudur.

Dolayısıyla Allah’ın, “Fakat Allah, dilediğine

hidayet eder” (Bakara: 2/272) beyanı ihtiyarî

ve iradî olarak meydana gelen ihtidadan iba-

ret olmuş olur. Bu da ihtiyarî olarak gerçekle-

şen ihtidanın, Allah’ın takdiri, yaratması ve

tekvini ile meydana gelmesini gerektirir.”

(Razi, 2000: VII, 68).

Buna mukabil Razi, “Fakat Allah, di-

lediğine hidayet eder” (Bakara: 2/272) ayetini

Mu’tezile’nin şu şekillerde yorumladığını

bildirmektedir.

1. Allah, hak eden kimselerden dile-

diğini sevap ve mükâfat ile hidayete erdirir.

2. Allah, lütuf ve hidayetini arttırması

dolayısıyla dilediği kimseleri hidayete erdirir.

3. “Yapmasa bile yapabilir” manasın-

da “Allah istediği kimseleri zorla hidayete

erdirir.”

4. Allah, dilediğine hükmen ve ismen

hidayet verir. Dolayısıyla kim hidayete ererse

övülmeyi hak eder. (Razi, 2000: VII, 68).

Buna ilaveten Razi, “Allah kimi hida-

yete erdirirse, doğru yolu bulan odur. Kimi de

şaşırtırsa, işte asıl ziyana uğrayanlar onlar-

dır.” (A’raf: 7/178) ayetinin tefsirinde

Mu’tezile’nin dört görüşüne iki görüş daha

ilave etmektedir. Buna göre;

1. “Allah kimi hidayete erdirirse”

ifadesi Allah’ın hidayete ermiş olarak vasfet-

tiği kişilerin hidayete ereceğini bildirmekte-

dir.

2. Bazı Mu’tezile alimleri de söz ko-

nusu ayette bir hazf olduğunu ve ayetin tak-

diri manasının şöyle olması gerektiğini bil-

dirmişlerdir: “Allah kimi hidayete erdirmiş, o

da bu hidayeti kabul etmiş ve O’nun hidaye-

tine sımsıkı sarılmışsa bu kimse hidayete

ulaşmıştır.” (Razi, 2000: XV, 49).

Ancak Razi, Mu’tezile’nin bu yoru-

muna Ehl-i Sünnet’ten yapmış olduğu şu na-

kille cevap vermektedir: Allah’ın, “Fakat Al-

lah, dilediğine hidayet eder” (Bakara: 2/272)

beyanındaki hidayet, daha önce geçen, “O

insanları hidayete erdirmek, senin üzerine

borç değildir” (Bakara: 2/272) ifadesinde nef-

yedilmiş olan hidayettir. Fakat bu söz ile daha

önce nefyedilmiş olandan murat ihtiyarî ve

iradî olan hidayettir. Dolayısıyla “Fakat Allah,

dilediğine hidayet eder” (Bakara: 2/272) buy-

ruğu ile kabul edilmiş olan hidayetin ihtiyarî

ve iradî olarak meydana gelmiş olan ihtidâ

olması gerekir.” (Razi, 2000: VII, 68). Böylece

Razi, bu nakille Mu’tezile’nin “Allah’ın dile-

diğine hidayet etmesi” ilgili yorumunu geçer-

siz kılmaya çalışmaktadır.

Yine o, “(Resûlüm!) Eğer Rabbin dile-

seydi, yeryüzündekilerin hepsi elbette iman

ederlerdi. O halde sen, inanmaları için insan-

ları zorlayacak mısın? Allah’ın izni olmadan

hiç kimse inanamaz. O, akıllarını kullanma-

yanları murdar (inkârcı) kılar.” (Yunus: 10/99-

100) ayetlerinin tefsirinde ayetin başında yer

alan “lev”(eğer) edatı nedeniyle bu dilemenin

gerçekleşmediğini, dolayısıyla yeryüzündeki

insanların tümünün iman etmediklerini bil-

dirmektedir. Bunun ise Allah’ın, herkesin

iman etmesini irade etmediğinin bir delili

olduğunu belirtmektedir (Razi, 2000: XVII,

133).

Buna karşılık Mu’tezile ayetteki me-

şiet (dileme) ile zorla iman ettirmenin (ilcâ)

kastedildiği görüşündedir. Yani, “Eğer Allah

onları iman etmeye mecbur kılsaydı, O buna

kâdir olurdu ve onların hepsinden iman sadır

olurdu. Fakat Allah bunu yapmadı. Çünkü

zorlama ile kuldan sâdır olacak olan imanın

ona faydası ve menfaati olmaz” şeklinde ko-

nuyu açıklamışlardır. Ancak Razi, bu mecbur

kılmadan kastedilenin, Allah’ın onlarda imanı

yaratmadığını ve böylece Allah’ın onlarda

imanın gerçekleşmesini dilemediğine delalet

Page 10: RAZİ’NİN HİDAYET VE DALALETLE İLGİLİ AYETLERİ RUMLAMASI …isamveri.org/pdfdrg/D03989/2017_61/2017_61_BAYRAME.pdf · bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdol-sun! Allah

186

Enver Bayram

ettiğini ifade etmektedir (Razi, 2000: XVII, 133,

134).

Razi, “(Resûlüm!) Sen sevdiğini hida-

yete erdiremezsin; bilakis, Allah dilediğine

hidayet verir ve hidayete girecek olanları en

iyi O bilir” (Kasas: 28/56) ve “Şüphesiz ki sen

doğru bir yolu göstermektesin” (Şura:

42/52) ayetlerini örnek vermekte ve iki ayet

arasında hidayet etme hususunda tutarsız bir

durumun olmadığına dikkat çekmektedir:

“Bu iki ifade arasında bir tezat yoktur. Çünkü

Cenâb-ı Hakk'ın Hz. Peygamber’e nisbet etti-

ği, yapacağını söylediği “hidayet”, davet ve

açıklamadır; ona nispet etmediği “hidayet

ediş” ise göğsü imana açma ve muvaffakiyet

verme manasındaki hidayettir. Zira bu imana

muvaffakiyet ve göğsü açma kalbe verilen ve

sayesinde kalbin hayat bulduğu bir nurdur.”

(Razi, 2000: XXV, 3). Görüldüğü gibi Razi, Hz.

Peygamber’e nispet edilen hidayetle Allah’ın

hidayetinin birbirinin alternatifi olmadığını,

dolayısıyla aralarında bir tezat bulunmadığını

açıklamaktadır.

Razi, Ehli Sünnet alimlerinin “Al-

lah’ın izni olmadan hiç kimse inanamaz”

(Yunus: 10/100) ayetini “İzin, bir fiil hususun-

daki mutlak (kayıtsız-şartsız) oluştan ve o

fiilin yapılmasına müsaadeden ibarettir. Bu

ayetin açık manası, bu izin tahakkuk etmeksi-

zin, kulun imana yönelemeyeceğine delâlet

eder”, şeklinde yorumladıklarını ve bunun

doğruluğuna da aklî olarak şu hususların

delalet ettiğini ifade etmişlerdir: “Allah'ı tanı-

yıp iman etmede, O’na şükretmede ve O’nu

övmede, herhangi bir menfaatin bulunduğu-

nu akıl göstermez ve bilmez. Binâenaleyh

bunun aklen böyle olmaması gerekir. Birinci

cümlenin izahı şöyledir: Bu menfaat ve fayda

ya şükredene ya şükredilene aittir. Bunun

şükredilene ait olması bâtıldır. Çünkü görü-

nür âlemde (dünyada) şükredilen, şükürden

istifade eder, şükür onu sevindirir. Küfran-ı

nimette bulunulması da onu üzer. Şu halde

şükür güzel, küfran-ı nimet (nankörlük) de

çirkindir. Allah Teâlâ’ya gelince, O’nu ne

kulların şükrü sevindirir, ne de küfran-ı ni-

mette bulunmaları üzer. Dolayısıyla bu şük-

rün Allah'a asla bir faydası yoktur. Bu fayda-

nın şükredene ait olması da bâtıldır. Zira şük-

reden o anda o şükür ile yorulur ve şükredi-

len kesinlikle istifade etmediği halde şükre-

den hizmetini esirgememiş olur. Bu şükrün,

mükâfatın sebebi olduğu da söylenemez.

Çünkü Allah’tan alacaklı olmak, imkânsızdır.

Zira başkasından alacaklı olmak ancak o baş-

kası vermediği zaman onun, o hakkı verme-

mesi, kendi hakkında bir noksanlığı icap et-

tirdiği zaman düşünülebilir. Hak Teâlâ, nok-

sanlıktan ve fazlalıktan münezzeh olunca,

O’nun hakkında bu düşünülemez. Böylece

iman ve şükürle meşgul olmanın sırf akla

göre bir fayda temin etmediği sabit olmuş

olur. Böyle olan şeyi aklın mûcib olması

imkânsız olur. Binâenaleyh bu kesin aklî delil

ile de Hak Teâlâ'nın “Allah'ın izni olmadan

hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değil-

dir” ayetinin ifade ettiği hususun doğruluğu

sabit olmuş olur.” Mu’tezile ise bundan mak-

sadı, Allah’ın o kimseyi imanla mükellef tut-

ması olarak yorumlamaktadır. Ne var ki Razi,

ayette geçen izni, Mu’tezile’nin zikrettiği ma-

naya hamletmenin, ayetin zahirini terk etmek

olacağını bildirmekte ve Mu’tezile’nin bu

görüşüne katılmamaktadır (Razi, 2000: XVII,

134).

Razi, “Allah, doğru yola gidenlerin

hidayetini artırır” (Meryem: 19/76) ayetinin

tefsirinde hidayete ermiş müminlerin hidaye-

tini artırdığını aklî olarak şöyle izah etmekte-

dir: “Bazı hidayete erme çeşitlerinin bir kısım

şartlara bağlanmış olması uzak bir ihtimal

değildir. Çünkü hidayete erme, neticede ilme

dayanır. İlmin, bazısının bazısına bağlı olması

imkânsız değildir. Binâenaleyh şart olan hi-

dayetle doğru yolu bulan, meşru olan (ona

bağlı olan) hidayetin verilmesine de müsait

hale gelir. Böylece de Hak Teâlâ'nın, “Allah

hidayeti kabul edenlerin hidayetlerini artırır”

beyanı yerinde olmuş olur. Bunun misali şöy-

ledir: İman, hidayettir. İmandaki ihlas ise,

hidayete ilave bir şeydir. İhlası elde etmek ise

ancak imanı elde ettikten sonra mümkün olur.

Binâenaleyh kim iman ile hidayete ererse,

Allah o kimseye ihlası vererek, hidayetini

Page 11: RAZİ’NİN HİDAYET VE DALALETLE İLGİLİ AYETLERİ RUMLAMASI …isamveri.org/pdfdrg/D03989/2017_61/2017_61_BAYRAME.pdf · bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdol-sun! Allah

Razi’nin Hidayet Ve Dalaletle İlgili Ayetleri Yorumlaması ve Bu Hususta Mutezileyle Giriştiği Tartışma … 187

artırır.” (Razi, 2000: XXI, 212). Görüldüğü gibi

Razi ayetteki ifadeyi ayetin zahiri manasına

bağlı kalarak tefsir etmektedir. Ancak

Mu’tezile ayette geçen hidayetin artırılması

ifadesini zahiri mananın dışında tefsir etmek-

te ve söz konusu ifadeyi mükafatın artırılması

olarak anlamaktadır (Razi, 2000: XXI, 212).

Razi, “İşte Allah'ın doğru yola ilettiği

kimseler onlardır. Gerçek akıl sahipleri de

onlardır.” (Zümer: 39/18) ayetinin tefsirinde

ise akıl-hidayet münasebetine değinmektedir.

O, burada var olan inceliği şöyle açıklamak-

tadır: “Akılda ve ruhta hidayetin meydana

gelmesi, sonradan olan (muhdes) bir iştir.

Binâenaleyh bu iş için mutlaka bir fail ve bu

işi kabullenen bir varlığın bulunması gerekir.

Faile gelince işte o, Allah (c.c) olup, bu mânâ

O’nun “işte bunlar Allah'ın kendilerine hida-

yet ettiği kimselerdir” cümlesinden kastedi-

lendir. Bunu kabul eden varlığa da, O'nun,

“İşte bunlar, temiz akıl sahiplerinin ta kendi-

leridir” cümlesiyle işaret edilmiştir. Çünkü

insan, akıllı ve kâmil manada anlayışlı olma-

dığı müddetçe bu tür gerçek bilgilerin onun

kalbinde meydana gelmesi imkânsız olur. Biz,

“Bu hidayetin faili, Allah’tır”, dedik. Zira ruh

cevheri, kendisindeki aklın nuru ile birlikte

gerçek ve bâtıl inançları kabul edebilecek bir

konumdadır. Bir şey iki zıt şeyi de kabullene-

bilecek biçimde olursa onu üstlenebilecek

olanın bu iki duruma nispeti eşit seviyededir.

Durum böyle olunca, bu kabul edenin, iki

taraftan birisinin ağır basmasına sebep olması

imkânsız olur. Baksana madde aynı derecede

hareket ve sükûnu kabul edici olduğunda

maddenin bizzat kendisinin bu iki taraftan

birinin diğerine üstün olmasına sebep olması

imkânsız olur.

İmdi, şayet onlar, “Biz, ruhun ve aklın

bizzat kendisinin, böyle bir üstünlüğü gerek-

tirdiğini söylemiyoruz. Tam aksine biz, onun

bu iki taraftan birisini elde etmeyi istediğini

söylüyoruz. Dolayısıyla da işte bu istek, bu

tercihin sebebi olmuş olur, diyoruz.." derlerse

biz deriz ki: “Bu da bâtıldır. Çünkü, ruhun

bizzat kendisi, böylesi bir irâdeyi üstlenebile-

ceği, kabul edebileceği gibi; aklın bizzat ken-

disi de nefsin üstlendiği bu irâdeye taban

tabana zıt bir iradeyi izhâr edebilir. Böylece

de nefis cevherinin, bu irâdenin sebebi olması

imkânsız olur. Dolayısıyla, hidâyetin tahak-

kuk etmesi için mutlaka bir fâilin ve o hidaye-

ti üstlenecek bir kâbil’in (varlığın) bulunması

gerektiği sabit olmuş olur. Failin, nefsin bizzat

kendisi olması imkânsızdır. Tam aksine fail,

Allah’tır. Kâbile, benimseyene gelince, işte bu

nefis cevheridir. İşte bu sebepten dolayı

Cenâb-ı Hak, “İşte bunlar, Allah'ın kendileri-

ne hidayet ettiği kimselerdir. İşte bunlar, te-

miz akıl sahiplerinin ta kendileridir.” (Zümer:

39/18) buyurmuştur” (Razi, 2000: XXVI, 228).

“Kullarımdan şükredenler azdır” (se-

be: 34/13) ayetinde de ifade edildiği gibi şük-

redici kullar çok az olmasına rağmen niçin

“birçoklarını da doğru yola yöneltir” (Bakara:

2/26) ayetinde hidayete erenlerin sayısı çok

olarak ifade edilmektedir. Razi bu hususu

şöyle açıklamaktadır: “Hidayete ermiş insan-

lar aslında çokturlar. Onların “az” olarak nite-

lendirilmeleri, ancak dalalet ehline kıyasladır.

Yine hidayete erenler az da olsalar, hakikatte

çok sayılırlar. Onlar görünüşte az olsalar bile

hakikat itibarı ile “çok” olarak adlandırılmış-

lardır.” (Razi, 2000: II, 135-136).

2.1.1.3. Allah Dilediğini Saptırır

Allah’ın kulunu saptırıp saptırmama-

sıyla ilgili en geniş açıklamayı “Allah onunla

birçok kimseyi saptırır, birçoklarını da doğru

yola yöneltir. Verdiği misallerle Allah ancak

fâsıkları saptırır” (Bakara: 2/26) ayetinin tefsi-

rinde yapan Razi, أضله هللا (Allah onu saptırdı)

sözünün iki manaya hamledilebileceğini ifade

etmektedir. Birincisinde, “Allah onu sapık

yaptı”, ikincisinde ise “Allah onu sapıtmış

olarak buldu.” Şeklinde bir anlama gelebile-

ceğini söylemektedir. Ancak ayetin lafzından

Allah’ın onu sapık yaptığına dair bir karine-

nin olmadığını beyan etmektedir. Yine o, Al-

lah’ın o kimseyi sapık sapmasını, ya Allah’ın

onu dinden saptırması ya da Allah’ın onu

Page 12: RAZİ’NİN HİDAYET VE DALALETLE İLGİLİ AYETLERİ RUMLAMASI …isamveri.org/pdfdrg/D03989/2017_61/2017_61_BAYRAME.pdf · bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdol-sun! Allah

188

Enver Bayram

cennetten saptırması şeklinde iki vecihle açık-

lamaktadır. “Dinden saptırmayı” ise, “dini

terk etmeye çağırmak ve dini o kimseye çirkin

göstermek” olarak ifade etmekte ve Allah’ın

İblis’e ve Firavun’a nispet ettiği saptırmayı bu

manaya gelen saptırma olarak mütalaa etmek-

tedir. Buna örnek olarak da “<bu şeytan işi-

dir. O, gerçekten saptırıcı, apaçık bir düşman,

dedi” (Kasas: 28/15) ve “Firavun, kavmini

saptırdı, doğru yola sevk etmedi” (Taha,

20/79) ayetlerini delil göstermektedir. Ancak

Allah’ın bu tür saptırmasının caiz olmadığına

dair ümmetin icmasını hatırlatan Razi, küfrü

Allah’ın hoş karşılamadığı gibi ondan sakın-

dırmış ve onu yapanlara büyük bir ceza teh-

didinde bulunmuş olduğunu ifade etmekte-

dir. Bundan dolayı da Cebriye’nin ve

Mu’tezile’nin bu kelimeyi te’vile yöneldikle-

rini belirtmektedir (Razi, 2000: II/127).

Razi, Cebriye’nin bu kelimeyi, “Al-

lah’ın insanlarda sapıklık ve küfrü yarattığı-

na, onları imandan alıkoyduğuna ve böylece

onlar ile iman arasına girmiş olduğu” şeklin-

de hakiki manasında anladıklarını ifade et-

mektedir. Buna mukabil Mu’tezile’nin, Cebri-

ye’nin yaptığı bu tevili ne kelimenin lügattaki

hakiki manası itibariyle ne de akli deliller

itibariyle caiz görmediğini ifade etmektedir

(Razi, 2000: II/127).

Razi, idlalin Arapçada “batıla çağır-

mak ve ona karşı teşvik etmek, batılın çirkin-

liğini gizlemeye gayret etmek” anlamına gel-

diği ve bundan dolayı bunun Allah için caiz

olmadığı görüşünü Mu’tezile’den nakletmek-

tedir (Razi, 2000: II/127). Daha sonra Mu’tezile

yanında idlal (saptırma) kelimesinin lügattaki

gerçek anlamı itibariyle caiz olmayışını şu

şekilde aktarmaktadır:

1. Lügat itibari ile, başka bir kimseyi

bir yola girmekten zorla engelleyen bir kim-

seye “o, onu idlal etti” denilemez; aksine “o,

onu o yoldan menetti ve ondan geri çevirdi”

denir.

2. Allah, İblis ve Firavun’u sapıklığı

yaratmamış oldukları halde Kur’an’da mudil

(saptıran) (Nisa: 4/119; Taha: 20/79) olarak

nitelendirmektedir. Ancak kul bu tür bir ya-

ratmaya muktedir değildir. Dolayısıyla mudil

(saptıran), lügatte sapıklığı yaratanı ifade

etmemektedir.

3. İdlal, hidayetin zıddıdır. “Ona hi-

dayet yollarını gösterdim, ama o hidayete

ermedi” denilebileceği gibi, “onu saptırmaya

çalıştım ama o sapmadı” da denilebilir. Dola-

yısıyla idlâl kelimesini “sapıklığı yaratmak”

anlamına hamletmek mümkün değildir (Razi,

2000: II/127-128).

Yine Razi, Cebriye’nin yaptığı bu

te’vili, Mu’tezile’nin aklî deliller itibariyle de

caiz görmediğini belirtmekte ve bu hususta

Mu’tezile’nin ortaya koyduğu aklî delilleri

nakletmektedir:

1. Allah, kulda dalaleti yaratıp sonra

ona “iman et” emrini vermiş olsaydı bu, iki zıt

şeyin bir araya getirilmesini emretmek olur-

du. Ancak Allah, “Allah her şahsı, ancak

gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar” (Baka-

ra: 2/286) ayetinde de ifade ettiği gibi kimseye

gücünün üstünde bir yük yüklememiştir.

2. Şayet Allah cehaleti yaratıp mükel-

lefler için durumu karışık yapsaydı o zaman

kulun mükellef tutulduğu şey açıklanmış

olmazdı. Oysaki ümmet Allah’ın açıklayıcı

olduğu hususunda ittifak etmişlerdir.

3. Şayet Allah kullarında dalaleti ya-

ratıp onları imandan alıkoysaydı o zaman

kitap ve peygamber göndermesinin bir anla-

mı kalmazdı.

4. İdlâli, “dalaleti yaratma” anlamına

almak, “onlara ne oluyor ki iman etmiyorlar”

(İnşikak: 84/20), “onlara ne oluyor da öğütten

yüz çeviriyorlar” (Müddessir: 74/49) gibi ayet-

lerle tezat teşkil etmektedir. Zira Allah bu

ayetlerle onların iman etmelerinin önünde

hiçbir engelin olmadığını açıklamıştır.

5. “De ki: Sabahın Rabbine sığınırım.”

(Felak: 113/1) ve “Kur’an okunduğu zaman o

kovulmuş şeytandan Allah’a sığın.” (Nahl:

16/98) gibi ayetlerle Allah, insanı hak yoldan

saptıran İblis’in şerrinden kendine sığınmala-

rını istemiştir. Şayet Allah kulunu saptıran

olmuş olsaydı o da İblis gibi kınanmayı hak

ederdi. Oysaki Allah bundan münezzehtir.

6. “Samiri onları saptırdı.” (Taha:

Page 13: RAZİ’NİN HİDAYET VE DALALETLE İLGİLİ AYETLERİ RUMLAMASI …isamveri.org/pdfdrg/D03989/2017_61/2017_61_BAYRAME.pdf · bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdol-sun! Allah

Razi’nin Hidayet Ve Dalaletle İlgili Ayetleri Yorumlaması ve Bu Hususta Mutezileyle Giriştiği Tartışma … 189

20/85) ve “Firavun kavmini saptırdı ve onları

hidayete ulaştırmadı.” (Taha: 20/79) gibi ayet-

lerle Allah idlali kendinden başkasına nispet

etmiş ve bundan dolayı da onları kınamıştır.

7. “Onunla ancak fasık olanları saptı-

rır.” (Bakara: 2/26) ve “Allah zalim olanları

saptırır.” (İbrahim: 14/27) gibi ayetlerde sapık-

lık günahkârlara nispet edilmiştir. Şayet Al-

lah’ın idlalinden kastedilen günahkarların

üzerinde bulunduğu bu halleri yaratmak ol-

saydı, bu var olan şeyi yeniden yaratmak

olurdu ki bu da imkansızdır.

8. “De ki: Ortak koştuklarınızdan

hakka iletecek olan var mı? De ki: “Hakka

Allah iletir.” Öyle ise hakka ileten mi uyul-

maya daha lâyıktır; yoksa hidayet verilmedik-

çe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı?

Size ne oluyor?” (Yunus:10/35) ayetinde de

ifade edildiği gibi Allah, hakka iletemedikle-

rinden dolayı eşyanın ilah olmasını nefyet-

miştir. Eğer Allah saptıran olmuş olsaydı hem

saptırmak hem de putlara uymayı nehyettiği

şey hususunda putlarla müşterek olmuş olur-

du.

9. Allah, onların kötülüklerini ceza-

landırmak için “dalâl” den bahsetmektedir.

Bundan maksat içinde bulundukları sapıklık

olsaydı, bu durum kendilerine lezzet ve se-

vinç veren bir azap olurdu ki bu da caiz de-

ğildir.

10. “Fakat onunla ancak fâsıkları

dalâlete düşürür. Onlar ki, söz verip bağlan-

dıktan sonra Allah'a verdikleri sözü bozar-

lar.” (Bakara: 2/26-27) ayetleri idlalin ancak

kulun iradesiyle Allah’ın ahdini bozan fasık-

lardan olmasından sonra meydana geldiğini

göstermektedir. Dolayısıyla kulun ahdi boz-

masından ve fasık olmasından sonra meydana

gelen idlal, ahdi bozmasından ve fasık olma-

sından başka bir şeydir.

11. Allah, Kur’an’da kendisine nispet

ettiği idlali ya imtihan (Müddessir: 74/31) ya

da ceza (Mü’min: 40/71-74) olarak açıklamış-

tır. Dolayısıyla idlali küfür ve dalaleti yarat-

maya hamletmek doğru değildir (Razi, 2000:

II/128-129).

Allah’ın saptırması hususunda

Mu’tezile’nin, Cebriye’nin te’vilini akli delil-

lerle çürütmeye çalışmasını nakleden Razi,

daha sonra bu hususta Mu’tezile’nin kendi

te’villerini maddeler halinde zikretmektedir.

Buna göre;

1. Şayet imtihan unsuru ayetler sebe-

biyle kafirlerin sapıtmasından bahsediliyorsa

o zaman idlalin Allah’a nispeti caizdir. “Ya

Rabbî! Doğrusu onlar (putlar) insanların bir-

çoğunu saptırdılar.” (İbrahim: 14/36) ayetinde

insanların putlar sebebiyle sapıttığı ifade

edilmektedir. Yoksa putlar bizzat saptıran

değildir. O zaman Allah da bizzat saptıran

değildir.

2. İdlâl, hükmetme ve birisini dalaletle

isimlendirmektir.

3. İdlâl, birisini sapıklığıyla baş başa

bırakmaktır.

4. İdlal, Allah’ın azap etmesidir. “İşte

Allah kâfirleri böyle sapıklığa düşürür.”

(Mümin: 40/74) ayetinde “dalal” kelimesi

azap diye tefsir edilmiştir.

5. İdlâl, helak etme ve geçersiz kılma

anlamına gelmektedir. “İnkâr edenlerin ve

Allah yolundan alıkoyanların işlerini Allah

boşa çıkarmıştır.” (Muhammed: 47/1) ayetin-

de dalal kelimesi amellerin ibtâl edilmesi an-

lamında kullanılmıştır.

6. İdlâl, cennetten ve onun içindeki

nimetlerden alıkoymadır.

7. Allah’ın onları saptırması, Allah’ın

onları sapmış bir halde bulması demektir.

8. “(Allah) onunla birçoklarını saptı-

rır, birçoklarını da doğru yola iletir.” (Bakara:

2/26) ayeti kafirlerin sözlerinin devamıdır

(Razi, 2000: II, 130-131). Görüldüğü gibi

Mu’tezile idlalin Allah’a nispet edilemeyece-

ğini çeşitli te’viller yaparak açıklamaktadır.

Razi, Allah’ın saptırması hususunda

Mu’tezile’nin yapmış olduğu bu sekiz tevile

ayrı ayrı cevap vermektedir:

1. Mu’tezile’nin birinci te’vili düşer.

Çünkü müteşabih ayetlerin, sebepleri (dailer)

Page 14: RAZİ’NİN HİDAYET VE DALALETLE İLGİLİ AYETLERİ RUMLAMASI …isamveri.org/pdfdrg/D03989/2017_61/2017_61_BAYRAME.pdf · bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdol-sun! Allah

190

Enver Bayram

harekete geçirip geçirmediğini bilmek gerekir.

Mu’tezile’nin dediği gibi eğer etkisi varsa yani

harekete geçiriyorsa o takdirde müteşabih

ayetlerin nazil olmasının çirkin olduğunun

söylenmesi gerekir ki bu doğru değildir.

2. Mu’tezile’nin, sapıklığı isim verme

ve dalalete hükmetme şeklindeki te’villeri de

doğru değildir. Çünkü Allah sapıtan kimseyi

dalaletle isimlendirmiş ve bununla hükmet-

miştir. Şayet mükellef o dalaleti yapmamış

olsaydı Allah’ın doğru olan haberi yalana,

ilmi ise cehle dönüşürdü. Bu ise muhaldir.

Böylece mükellefin onu yapamaması

imkânsız, yapması ise vacip olmuş olur ki bu,

Mu’tezile’nin öteden beri kaçtığı “cebr” in ta

kendisidir.

3. Mu’tezile’nin üçüncü te’vilinde yer

alan “idlâl, birisini sapıklığıyla baş başa bı-

rakmaktır” şeklindeki görüşleri doğru değil-

dir. Çünkü Allah, mükellefi dalaletten zorla

menetmiş olsaydı, menetmemesinden daha

büyük bir zararın ortaya çıkması gerekirdi. Bu

durumda da “Allah onu sapıklıktan menet-

medi” manasında olmak üzere, daha nasıl

olur da Allah mükellefi saptırmıştır denilebi-

lir? Şayet Allah onu menetmiş olsaydı zarar

daha büyük olurdu.

4. Dalaletin azap manasına alınması

doğru değildir. Çünkü “İşte Allah kâfirleri

böyle sapıklığa düşürür.” (Mümin: 40/74)

ayeti kıyamet gününde kafirlerin amellerinin

boşa çıkacağını göstermektedir.

5. Mu’tezile’nin, idlâli helak etme ve

geçersiz kılma manalarına gelecek şekilde

te’villeri doğru değildir. Çünkü Allah’ın, “bir-

çoklarını da doğru yola yöneltir” (Bakara:

2/26) ifadesi idlali helak etmek anlamına al-

maya manidir

6. İdlalin cennet yolundan saptırmak

şeklinde te’vil edilmesi de doğru değildir.

Allah, kulunu ayetleri dinlemesi sebebiyle

değil de kötülükleri sebebiyle cennetin yo-

lundan saptırmıştır.

7. Mu’tezile’nin bir başka yanılgısı da

idlali sapıtmış olarak bulmak şeklinde te’vil

etmeleridir. Arapçada bu manada kullanılışın

bir delili yoktur. Allah, idlali “ba” harfi cerri

ile kullanmıştır. Ancak bulmak manasında

kullanılan idlal, “ba” harfi cerri ile müteaddi

olmaz.

8. “(Allah) onunla birçoklarını saptı-

rır, birçoklarını da doğru yola iletir.” (Bakara:

2/26) ayetini kafirlerin sözlerinin devamı ola-

rak kabul etmek ayetin nazmında kopuklu-

ğun varlığını kabul etmektir. Durum

Mu’tezile’nin dediği gibi olsa da “İşte Allah,

böylece dilediğini sapıklığa düşürür dilediği-

ni de doğru yola eriştirir” (Müddessir: 74/31)

sözü Allah’ın sözüdür (Razi, 2000: II, 130-131).

Görüldüğü gibi Razi, Mu’tezile’nin Allah’ın

saptırması hususunda yaptıkları sekiz te’vili

teferruatlı bir şekilde ele almakta, onlara ce-

vaplar vermekte ve onların sapmalarının Al-

lah’ın izin ve iradesiyle olduğunu açıklamak-

tadır.

Ancak Razi, Mu’tezile’nin ileri sür-

müş olduğu tevillerin doğru olarak kabul

edilmesi durumunda bile Allah onların küfür

ve dalaletlerini, cennete giremeyeceklerini

haber verdiğinden dolayı aynı müşkilin de-

vam ettiğini ve Allah’ın ilminin cehalete dö-

nüşmesinin imkânsız olduğunu bildirmekte-

dir (Razi, 2000: X, 175).

Yine, “Onlar yoldan sapınca, Allah da

kalplerini saptırmıştı. Allah, fâsıklar toplulu-

ğunu doğru yola iletmez” (Saf: 61/5) ayetinin

tefsirinde Razi, Allah’ın onları baştan saptır-

dığını, daha sonra onların sapmaya devam

ettiklerini ifade etmektedir (Razi, 2000: VII,

157).

Razi, şeytanın saptırmasıyla alakalı

hususta da Mu’tezile’nin görüşlerini eleştir-

mektedir. O, Mu’tezile’nin “Onları mutlaka

saptıracağım, muhakkak onları boş kuruntu-

lara boğacağım<” (Nisa, 4/119) ayetini saptı-

ranın Allah değil şeytan olduğuna dair görüş-

lerine delil getirdiklerini belirtmektedir. Çün-

kü şeytan bunu iddia etmiş, Allah da onu bu

hususta yalanlamamıştır. Dolayısıyla gerçek

saptıran şeytandır. Razi, Mu’tezile’nin bu

görüşüne şeytanın sözünün delil olmayacağı-

nı belirterek karşı çıkmaktadır (Razi, 2000: XI,

38-39).

Page 15: RAZİ’NİN HİDAYET VE DALALETLE İLGİLİ AYETLERİ RUMLAMASI …isamveri.org/pdfdrg/D03989/2017_61/2017_61_BAYRAME.pdf · bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdol-sun! Allah

Razi’nin Hidayet Ve Dalaletle İlgili Ayetleri Yorumlaması ve Bu Hususta Mutezileyle Giriştiği Tartışma … 191

2.2. Hidayet ve Dalaletin İnsana İza-

fesi

2.2.1. İnsanın İradesi

Razi, Allah’ın insanda yarattığı irade-

ye dikkat çekmekte ve “Rabbimiz! Bizi doğru

yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme<”

(Al-i İmran, 3/8) ayetinin tefsirinde Ehl-i Sün-

net alimlerinin bu husustaki görüşlerini nak-

letmektedir: “Kalp, hem imana hem de küfre

yönelmeye elverişlidir. Bu iki taraftan birisine,

ancak Allah’ın yaratacağı bir irade ve sebep

olması halinde meyleder. Eğer bu irade ve

sebep, küfre götürür ise, bu hızlan (yardımın

kesilmesi), izâğâ (saptırma), sadd (engelle-

mek), hatm (mühürleme), tab' (damgalamak),

reyn (paslanma), kasve (katılaşma), vakr

(ağırlık), kinân (örtü) ve Kur'ân'da geçen ben-

zeri lafızlar ile ifâde edilir. Eğer bu irâde ve

sebep îmana götürür ise, bu da tevfîk (muvaf-

fak kılma), reşâd (doğruyu gösterme), hida-

yet, tesdîd (doğrultup düzeltme), tesbit (ye-

rinde sağlamlaştırma), ismet (muhafaza etme)

ve Kur'ân'da geçen benzeri lafızlarla ifâde

edilir (Razi, 2000: VII, 155, 156). Görüldüğü

gibi başlangıçta hidayete ve dalalete karşı nötr

bir halde bulunan kalbin Allah’ın insanda

yarattığı bir irade ve sebep sayesinde hidayete

veya dalalete meyledeceği ifade edilmektedir.

Ancak Mu’tezile, delillerin kalpleri saptırma-

nın Allah’ın fiili olmasının caiz olmayacağına

delalet ettiğini ifade etmekte ve söz konusu

ayeti tevil etmektedir (Razi, 2000: VII, 156 ).

Allah’ın, kâfirin kendi iradesiyle iman

etmesini istediğini vurgulayan Razi, imanı

cebri ve ihtiyari olmak üzere ikiye ayırmakta

ve bunların birbirinden farklı olduğunu bil-

dirmektedir. Söz konusu farkı şöyle açıkla-

maktadır: “İhtiyarî iman, ancak kesin bir dâî

(sebep) ve gerekli bir irade bulunduğu zaman

olur. Çünkü fiilin dayandığı sebep, kendisine

fiilin dayanması ya vacib olan, ya da vacib

olmayan bir şekilde olur. Eğer bu vacib ise,

zarurî bir sebep olmuş olur. Bu durumda da

bu sebep ile mecbur bırakan o sebep arasında

bir fark kalmaz. Eğer fiilin bu sebebe dayan-

ması vacib değil ise, bu durumda fiilin bu

sebepten çok sonra sâdır olması mümkün

olur. O halde bu fiili bazen o sebepten sonra

olarak, bazen de sonra olmayarak düşünebili-

riz. Dolayısıyla bu iki vakti birbirinden ayır-

mak mutlaka ilave bir müreccihten dolayı

olmalıdır. Hâlbuki bundan önce meydana

gelen, tam sebebe dayanmamaktadır. Sadece

biz onun bu şekilde olduğunu farz ettik. Bina-

enaleyh bu bir hulftür. Sonra bu ilave mürec-

cih eklendiğinde eğer fiilin meydana gelmesi

vacib olursa, bununla zarurî olan arasında bir

fark kalmaz. Eğer fiilin meydana gelmesi va-

cib olmazsa, o zaman bu zaid bir kayda (ilave

bir müreccihe) muhtaç olur. Bu durumda da,

teselsül meydana gelir ki bu imkânsızdır.

Böylece de Mu’tezile’nin “ihtiyarî” diye ileri

sürdükleri dâî (sebep) ile, zarurî olan dâî ara-

sında, her ne kadar zahiren düşünülen bir

fark olduğu sabit olsa da iyice incelendiğinde

bunun da bir neticesi olmadığı ortaya çıkar”

(Razi, 2000: XIII, 188). Görüldüğü gibi Razi,

ihtiyari imanın cebri imandan farklı olduğunu

aklî olarak izah etmekte; daî ve iradenin top-

lamının ihtiyari imanı oluşturduğunu ifade

etmektedir.

Razi, “İşte onlar, hidayete karşılık

dalâleti satın alanlardır.” (Bakara:

2/16) ayetinin tefsirinde hidayet mukabilinde

sapıklığın satın alınmasını sapıklığın hidayete

tercih edilmesi ve değiştirilmesi olarak tefsir

etmektedir. Ancak o, onların hidayette olma-

dıkları halde daha nasıl hidayet mukabilinde

sapıklığı satın aldıklarını sormakta ve bu so-

ruya şöyle cevap vermektedir: “Onların bu

hidayeti elde etmeleri mümkün olduğu için,

sanki bu hidayet ellerindeymiş gibi kabul

edilmişlerdir. Ancak onlar bu hidayeti terk

ederek sapıklığa yönelince hidayete karşılık

sapıklığı satın almışlardır” (Razi, 2000: II, 66).

Görüldüğü gibi Razi, burada insan iradesinin

ve tercihinin hidayete ulaşmada ya da sapık-

lıkta kalma üzerinde ne kadar önemli oldu-

ğuna dikkat çekmektedir.

Page 16: RAZİ’NİN HİDAYET VE DALALETLE İLGİLİ AYETLERİ RUMLAMASI …isamveri.org/pdfdrg/D03989/2017_61/2017_61_BAYRAME.pdf · bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdol-sun! Allah

192

Enver Bayram

2.2.1.1. İnsanın Fiillerinin Yaratılma-

İnsanın fiillerinin kul tarafından mı

meydana geldiği, yoksa Allah tarafında mı

yaratıldığı meselesi Ehl-i Sünnet ile Mu’tezile

arasında en çok tartışılan konulardan biri

olmuştur. Razi, “Hani Musa ile kırk geceliğine

sözleşmiştik de siz onun arkasından buzağıyı

ilâh edinerek zalimlerden olmuştunuz.” (Ba-

kara: 2/51) ayetinin tefsirinde kuldan sadır

olan küfrün, günahın ve dalaletin Allah’ın

yaratmasıyla olmadığını savunan

Mu’tezile’nin bu husustaki delillerini naklet-

mektedir. Buna göre;

1. Allah, İsrailoğullarını buzağıya

tapmalarından ötürü kınamaktadır. Şayet

onların işlediği cürüm Allah tarafından yara-

tılmış olsaydı o zaman onlar bundan dolayı

kınanmazlardı.

2. Şayet cürüm Allah’ın iradesiyle ol-

muş olsaydı insan bunu yapmakla Allah’a

itaat etmiş olurdu.

3. Şayet isyanın yaratıcısı Allah olmuş

olsaydı bu isyandan dolayı onları kınamak,

bir insanı uzun veya kısa olmasından dolayı

kınamak gibidir.

Razi, Mu’tezile’nin bu görüşlerine ila-

ve olarak “Andolsun, biz cinler ve insanlar-

dan birçoğunu cehennem için yaratmışız-

dır...” (A’raf: 7/179) ayetinin tefsirinde onların

bu husustaki farklı görüşlerini de nakletmek-

tedir:

1. “Andolsun bunu, insanların öğüt

almaları için, aralarında çeşitli şekillerde an-

latmışızdır<” (Furkan, 25/50) ve “Ben cinleri

ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye

yarattım” (Zariyat: 51/56) gibi birçok ayette

Allah, kullarından kendisine ibadet etmeleri-

ni, hayır ve iyilik yapmalarını istemektedir.

Kur’an ayetleri arasında herhangi bir çelişki

yoktur. Dolayısıyla “Andolsun, biz cinler ve

insanlardan birçoğunu cehennem için yarat-

mışızdır...” (A’raf: 7/179) ayetini zahiri anla-

mına hamletmek mümkün değildir.

2. Eğer Allah kafirleri cehennem için

yaratmış olsaydı, Allah’ın onlar üzerinde

hiçbir nimeti bulunmazdı. Oysa Kur’an, bir-

çok ayette Allah’ın mahlukatına olan nimetle-

rinden bahsetmektedir.

3. Eğer Allah kafirleri cehennem için

yaratmış olsaydı, onları doğrudan cehennem

için yaratmış olması gerekirdi. Onlara mühlet

vermesinin bir anlamı olmazdı.

4. Söz konusu ayette geçen cehennem,

azap yurdu olan muayyen cehennem değildir.

Bundan dolayı Allah’ın onları hangi şeyden

dolayı yaratmayı murat ettiği mahzûftur (Ra-

zi, 2000: XV, 50-51).

Bu hususta Mu’tezile’nin görüşüne

katılmayan Razi, onlara çeşitli yönlerden ce-

vap vermektedir. Buna göre;

1. “Bu övme ve zemmetme fiiline ya-

pışmaktır. Bu ise, “sebep (dâî) ve ilim” mese-

lelerine ters düşer” (Razi, 2000: III, 72).

2. Allah onların cehennemliklerden

olduklarını bildirmektedir. Şayet onlar cehen-

neme girmeyecek olsalar Allah’ın ilmi cehale-

te, doğru haberi de yalana dönüşmüş olur ki

bu da Allah için muhaldir.

3. “Küfre kadir olan, şayet iman et-

meye kadir olamıyorsa, o kimsede, küfre dair

kudreti yaratan kimse, onu cehenneme sok-

mayı murat etmiş demektir. Eğer o kimse hem

küfre hem de iman etmeye aynı anda kadir ise

bu, iki taraftan birisini diğerine herhangi bir

müreccih olmaksızın tercih etmek imkânsız-

dır. Bu müreccih eğer kul tarafından meydana

gelmişse bu teselsüle sebep olur. Yok eğer

Allah tarafından ise, Allah da neticeyi gerekti-

ren sebebi yaratan ise, bu demektir ki Allah

onu, kesinlikle cehennem için yaratmıştır.”

4. “Şayet Allah, o kimseyi cennet için

yaratmış ve cennete girmesini gerektiren şey-

leri elde etme hususunda ona yardım etmiş

olsaydı; sonra da biz, kulun cehenneme gir-

mesini gerektiren küfrü gerçekleştirme cihe-

tinde amel etmiş olduğunu kabul ettiğimizde,

bu durumda kulun maksadı tahakkuk edecek,

Allah'ın muradı ise gerçekleşmeyecek! Böyle-

ce de kulun, Allah'tan daha kudretli ve daha

güçlü olmuş olması gerekmiş olur ki, bunu

hiç bir akıllı söylemez”

5. “Akıllı olan, cehenneme müstehak

olmayı gerektiren küfür ve cehaleti istemeyip,

Page 17: RAZİ’NİN HİDAYET VE DALALETLE İLGİLİ AYETLERİ RUMLAMASI …isamveri.org/pdfdrg/D03989/2017_61/2017_61_BAYRAME.pdf · bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdol-sun! Allah

Razi’nin Hidayet Ve Dalaletle İlgili Ayetleri Yorumlaması ve Bu Hususta Mutezileyle Giriştiği Tartışma … 193

tam aksine mükâfaatı ve cenneti kazandıran

îmanı ve marifetullahı ister. Binâenaleyh,

kulun niyetine, çalışıp çabalamasının aksine,

onun küfrü ve cehaleti tahakkuk edince, o

zaman, bunun kul tarafından değil, aksine

Allah tarafından olmuş olması gerekir. Şayet

onlar: “Kul, sırf gerçeği bulmada kararsız

kaldığı ve batılı hak zannettiği için bu batıl ve

bozuk itikadı elde etme hususunda çaba sarf

etmiştir” derlerse, biz deriz ki: Böyle olması

halinde o, bu cehalete ancak, ondan önceki bir

cehaletten dolayı düşmüştür. Binâenaleyh o

kimsenin, bir önceki cehaletine de, başka bir

cehaletinden dolayı yönelmiş olursa, bu tesel-

sülü gerektirir ki teselsül de imkânsızdır. Yok

eğer bu iş, önceki bir cehaletten dolayı değil

de doğrudan doğruya meydana gelmiş olan

bir cehalete varıp dayanırsa, o zaman ilzam

söz konusu olur ve aklî ve naklî delillerimiz

kuvvet kazanmış olur. Böylece de, bu aklî

delillerin, Hak Subhânehû ve Teâlâ'nın

“Celâlim hakkı için, biz cin ve insten pek ço-

ğunu cehennem için yaratmışızdır.” (A’raf:

7/179) ayetinin açıkça delâlet ettiği şeyin ger-

çeği ifade ettiği sabit olmuş olur.” (Razi, 2000:

XV, 50). Görüldüğü gibi Razi, Mu’tezile’nin

kulun fiilleriyle ilgili görüşünü çeşitli aklî

delillerle çürütmeye çalışmaktadır.

Razi, “Siz cansız iken size can veren

Allah'ı nasıl inkâr edersiniz? Sonra sizi öldü-

recek, tekrar sizi diriltecek ve sonunda O'na

döndürüleceksiniz.” (Bakara: 2/28) ayetinin

tefsirinde küfrün Allah tarafından değil de

kul tarafından olduğunu ifade eden

Mu’tezile’nin aklî delillerine de yer vermek-

tedir. Onlara göre ayette zikredilen soruya kul

itiraz sadedinde farklı cevaplar verebilir. Bu-

na göre;

1. Allah’ın, insanın küfrünü bilmesi

onun küfrünü gerektirir.

2. Allah’ın, insanın kafir olmasını mu-

rad etmesi onun küfrünü gerektirir.

3. Allah insanda küfrü yarattığında

kulun onu bertaraf etmeye gücü yetmez.

4. Allah’ın, insanda küfrü gerektiren

kudreti yaratması onun küfrünü gerektirir.

5. Allah’ın, insanda küfrü gerektirecek

iradeyi yaratması onun küfrünü gerektirir.

6. Allah’ın, kulda küfrü iktiza eden

iradeyi gerektiren kudreti yaratması onun

küfrünü gerektirir. Dolayısıyla kulda bunların

meydana gelmesi onda imanın bulunmasını

imkansız halde getirir. Bu sebeplere rağmen

Allah’ın, “Allah’ı nasıl inkâr edersiniz” deme-

sini akıl nasıl kabul edebilir? Böylece ayet

küfrün kullar tarafından olduğuna işaret et-

mektedir (Razi, 2000: II, 138-139).

Kul hakkında Allah’a hiçbir şeyin zo-

runlu olmadığını ifade eden Razi, “Ey Rabbi-

miz! Bizi sana boyun eğenlerden kıl<” (Baka-

ra: 2/128) ayetinin tefsirinde Mu’tezile’nin,

insan fiillerinin yaratılması hususundaki gö-

rüşüne cevap vermektedir. Buna göre İs-

lam’dan maksat ya din ve itikattır ya da tes-

lim olup boyun eğmektir. Allah’ın Hz. İbra-

him ve Hz. İsmail’i boyun eğme vasfıyla nite-

lendirmesinin manası bunu onlarda yaratmak

demektir. Zira, “Hamd, gökleri ve yeri yara-

tan, karanlıkları ve aydınlığı var eden Allah'a

mahsustur” (En’am: 6/1) ayetinde de ifade

edildiği gibi “kılmak”, “yaratmak” manasın-

dadır. Bu da Müslüman olma sıfatının Allah

tarafından yaratıldığının bir göstergesidir.

(Razi, 2000: IV, 54). Böylece Razi, kulların

fiillerinin Allah tarafından yaratılmış olduğu-

nu lügavî yönden açıklamaktadır.

Buna ilaveten Razi, Hz. İbrahim ve

Hz. İsmail’in Müslüman oldukları halde niçin

Allah’ın kendilerini Müslüman kılmasını iste-

diklerini aklî olarak da açıklamaktadır: “Onla-

rın Allah’a teslim olup boyun eğdiklerine aklî

bakımdan delâlet eden şey ancak Allah’tan

olur. Müslüman olmaya elverişli olduğundan

bahsettiğimiz kudret, Müslüman olmamaya

da elverişli midir yoksa değil midir? Eğer o

kudret İslam’ı bırakmaya elverişli değilse, o

kudret İslam’ın mutlaka meydana gelmesini

gerektirir. Böylece de o iki peygamberde Müs-

lüman olmalarını gerektiren kudret yaratılmış

demektir. Eğer bu kudret İslam’ı bırakmaya,

Page 18: RAZİ’NİN HİDAYET VE DALALETLE İLGİLİ AYETLERİ RUMLAMASI …isamveri.org/pdfdrg/D03989/2017_61/2017_61_BAYRAME.pdf · bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdol-sun! Allah

194

Enver Bayram

yani Müslüman olmamaya elverişli olursa bu

bâtıldır. Bunun mümkün olduğunu kabul

edersek, maksat hasıl olur. Onun bâtıl olma-

sına gelince, bu böyledir. Çünkü terk, bir şe-

yin asıl yokluğu hali üzere bırakılmasından

ibarettir. Yokluk, sırf yokluktur. Bu nedenle

kudretin o yoklukta müessir olması

imkânsızdır. Bir de o devamlı yoktur. Yoklu-

ğu devamlı yok olan şey ise kudrete konu

olamaz. Böylece bu izahla, devamlı yok olan

şeye kudretin tesir etmeyeceği sabit olmuş

olur. Binaenaleyh kudret ancak mevcut olan

şeyler için söz konusudur. O halde kudret

sadece vücud bulabilecek şeylere elverişlidir.

Kudretin hem varlığa hem de yokluğa elveriş-

li olduğunu kabul etmemiz durumunda mak-

sat hâsıl olur. Bir de elverişli bir kudret varlı-

ğa ancak bir müreccihten ötürü tahsis edilir.

Teselsüle imkân vermemek için, müreccihler

zincirinin Allah’ın fiilinde son bulması gere-

kir. Allah’ın iradesi söz konusu olduğu za-

man, fiilin mutlaka meydana gelmesi gerekir.

Bu sebeple Hz. İbrahim’in: “Rabbimiz, biz

ikimizi sana Müslüman (teslim) olanlardan

kıl” (Bakara: 2/128) sözünün, aklî delillere

göre de doğru ve yerinde bir dua olduğu or-

taya çıkmaktadır.” (Razi, 2000: IV, 55-

56).Görüldüğü gibi Razi, kulların fiillerinin

yaratıcısının Allah olduğunu aklî yönden de

ispatlamaya çalışmaktadır.

Bir fiilin yapılabilmesi için kulun kud-

reti ile daî’nin (sebebin) bir araya gelmesi

gerektiğini ifade eden Razi (Razi, 2000: XIV,

49), kulun kendi fiillerinin yaratıcısı olmasının

imkansızlığına Ehl-i Sünnet alimlerinden yap-

tığı nakillerle de cevap vermektedir. Buna

göre;

1. Eğer kul, fiilinin yaratıcısı olmuş ol-

saydı, o fiilleri en ayrıntısına kadar bilirdi.

2. Eğer kul, fiilinin yaratıcısı olmuş ol-

saydı, sadece kendi istediği şeyler olurdu.

Ancak durum böyle değildir.

3. Eğer kul, fiilinin yaratıcısı olmuş ol-

saydı, bu fiilinin yaratıcısı olması, bu fiilin ve

bu kudretin zatına bir ilave olurdu (Razi,

2000: IV, 55-56). Böylece o, Ehl-i Sünnet alim-

lerden yaptığı nakillerle fiillerin kul tarafın-

dan yaratıldığı görüşünü reddetmektedir.

Yine o, Tekvir suresinin 29. ayetinin

tefsirinde, kulların fiillerinin Allah tarafından

yaratıldığını Ehl-i Sünnet alimlerinin görüşü-

nü naklederek ifade etmektedir: “Alemlerin

Rabbi olan Allah dilemedikçe, siz dileyemez-

siniz" (Tekvlr. 29) ayeti “Ancak Alah, o meşie-

ti (dileme gücünü) size vermeyi dilerse, bu

müstesna” demektir. Çünkü meşîet (dileme)

fiili, sonradan meydana gelen, yaratılan bir

sıfattır. Binâenaleyh onun meydana gelmesi

için, mutlaka başka bir meşiete ihtiyaç vardır.

Velhasıl bu ayetlerin toplamından, istikamet

(hidayet) fiilinin, istikameti istemeye; bu is-

temenin de Allah Teâlâ'nın vermesine bağlı

olduğu neticesi ortaya çıkmaktadır. Bir şeye

bağlı olan bir şey ise ancak o şeye dayanır.

Binâenaleyh kulların fiilleri, olumlu da olsa

olumsuz da olsa Allah'ın meşîetine varıp da-

yanır.” (Razi, 2000: XXXI, 69).

2.2.1.2. İnsana Hayır ve Şer Şeklinde

İki Yol Gösterilmiştir

Razi, “Şüphesiz biz ona (doğru) yolu

gösterdik. İster şükredici olsun ister nankör.”

(İnsan: 76/3) ve “Ona iki yolu (doğru ve eğri-

yi) göstermedik mi?” (Beled: 90/10) ayetleri-

nin tefsirinde geçen “sebil” ve “necdeyn”

kelimelerini “hayır ve şer yolları” olarak tefsir

etmektedir. (Razi, 2000: XXX, 210). Buna ila-

veten o, İnsan suresinin üçüncü ayetinin tefsi-

rinde “sebîl”in “hidayet yolu” olarak da tefsir

edilebileceğine değinmektedir. (Razi, 2000:

XXX, 210).

Razi, söz konusu ayette geçen ”İster

şükredici olsun ister nankör.” ifadesi hakkın-

da dört görüş nakletmekte ve bu görüşlerin

Mu’tezile mezhebinin görüşlerine uygun ol-

duğunu belirtmektedir. Beşinci olarak da Ehl-i

Sünnet adına Ferra’nın görüşünü nakletmek-

tedir. Ferra ise söz konusu ayeti “Biz ona yolu

gösterdik” sonra onu (kimini) bazen bir şakir,

bazen (kimini) bir kâfir kıldık" şeklinde te'vil

etmektedir. Ancak Mu’tezile Ferra'nın bu

teviline, “Allah bütün mükellefleri hidayete

sevk etmiştir, ister iman etsin, ister inkar et-

sin” te'viliyle karşı çıkmaktadır. (Razi, 2000:

XXX, 212). Mu’tezile’nin bu teviline Razi,

Page 19: RAZİ’NİN HİDAYET VE DALALETLE İLGİLİ AYETLERİ RUMLAMASI …isamveri.org/pdfdrg/D03989/2017_61/2017_61_BAYRAME.pdf · bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdol-sun! Allah

Razi’nin Hidayet Ve Dalaletle İlgili Ayetleri Yorumlaması ve Bu Hususta Mutezileyle Giriştiği Tartışma … 195

Ehl-i Sünnet alimlerinin şu görüşüyle cevap

vermektedir: “Allah Teâlâ, kafirin iman etme-

yeceğini bilip, sonra da onu iman etmekle

mükellef tutunca o kafiri, imanın olmayacağı-

na dair ilim ile imanın var olması arasını cem

etmekle mükellef tutmuş olur. Bu, birbirine

zıt iki şeyi bir araya getirmekle mükellef tut-

maktır. Eğer bu tehdit ve va'idin sakıt olması

yani olmaması için bir özür (mazeret) olsaydı,

Allah'ın onda küfrü yaratması ve bunun va'i-

dinin sakıt olmasında bir özür olmaması da

caiz olurdu. Bunun böyle olduğu sabit olunca,

Ehl-i Sünnet’in bu te'vilinin gerçek, Mu'tezi-

le'nin görüşüne uygun te'vilin ise yanlış oldu-

ğu ortaya çıkar.” (Razi, 2000: XXX, 212).

Son olarak Razi, bu hususta kendi gö-

rüşünü dile getirmektedir: “Bil ki buradaki

“şâkir” ve “kefûr” kelimelerini, “şükür fiilini

yapan” ve “nankörlük fiilini işleyen” diye

tefsir etmek mümkün değildir. Çünkü aksi

takdirde ayetin üslubundaki (sınırlama) ger-

çekleşmez. Aksine “şâkir”den murat, “Yaratı-

cısına şükretmesi gerektiğini kabul ve itiraf

eden”, “kefûr”dan murat da, “Şükretmesi

gerektiğini kabul etmeyen” kimse olmuş olur.

Bu kabul etmeyiş ya Yaratıcıyı inkâr edişin-

den dolayıdır ya da Yaratıcıyı kabul etse bile

O’na şükretmesi gerektiğini inkar edişinden

dolayıdır. İşte bu durumda, yani bu mana

verildiğinde, “hasr” gerçekleşir ki o da şudur:

Mükellef ya şâkirdir, ya kefûrdur.” (Razi,

2000: XXX, 212).

SONUÇ

Fahreddin Razi Kelam ve Tefsir il-

minde zirveye çıkan isimlerden biridir. O,

yazmış olduğu Tefsir-i Kebir adlı eserinde

ayetleri büyük bir titizlikle tefsir etmiştir.

Hidayet ve dalaletle ilgili ayetler de itinayla

tefsir ettiği ayetler arasındadır. Tefsirinde

uyguladığı metot gereği tertip sırasına göre

Mushaf başında yer alan hidayet ve dalaletle

ilgili ayetleri daha teferruatlı şekilde tefsir

ederken, Mushaf sonuna doğru söz konusu

ayetlerin tefsirini daha özet şekilde ele almış-

tır.

Razi, Ehl-i Sünnet’in Eş’ari mezhebine

mensup bir kelamcı ve müfessirdir. Bundan

dolayı kelamî görüşlerinin şekillenmesinde

içinde bulunduğu mezhebin görüşleri etkili

olmuştur. Bu durum hidayet ve dalaletle ilgili

ayetlerin tefsirinde belirgindir. Ehl-i Sün-

net’ten yaptığı nakillerle konuyu açıklamaya

çalışmıştır. Bunun yanında Mu’tezile’ye cevap

sadedinde birçok aklî izahlarda bulunmuştur.

Razi’ye göre ihtida ve dalâlet kulun

kesbi ile, hidayete erdirme ve dalâlette bırak-

ma Allah’ın yaratması ile gerçekleşir. Bu ne-

denle Razi, hidayet ve dalaleti Allah’a nispet

etmiştir. Ancak Allah kulun küfrüne razı de-

ğildir. Dolayısıyla sorumluluk cüz’i iradesiyle

hareket eden kula aittir. Böylece cebrî anlayış-

tan ayrılmıştır. Bunun yanında Razi, ihtiyari

imanın cebri imandan farklı olduğuna dikkat

çekmiş, daî (sebep) ve iradenin toplamının

ihtiyari imanı oluşturduğunu açıklamıştır. Bu

şekilde de insan iradesi ve tercihinin hidayete

ulaşmada ya da sapıklıkta kalma üzerinde ne

kadar önemli olduğuna işaret etmiştir. Yine

kulun bağışlanmasının ya da kula azap edil-

mesinin Allah’ın iradesine ve dilemesine (me-

şietine) bağlı olduğunu ve bunun da Allah’a

vacip olmadığını ifade etmiş, böylece bunu

Allah’a vacib kılan Mu’tezile’den ayrılmıştır.

Razi’ye göre kulların fiillerinin yara-

tılması hususunda fail Allah’tır. O, fiilin bir

sebebe dayandığını ve sebebin de Allah tara-

fından yaratıldığını aklî olarak izah etmiştir.

Bunun neticesinde de kulun kudreti ile daî

(sebep)’nin bir araya gelerek fiili oluşturdu-

ğunu ifade etmiştir. Bu hususta kulların fiille-

rinin faili olarak kulu gören Mutezilî anlayışı

da çeşitli aklî ve naklî deliller sunarak eleş-

tirmiştir. Ona göre kulların fiilleri, olumlu da

olsa olumsuz da olsa Allah'ın meşîetine varıp

dayanır. Yani Allah dilemedikçe kul dileye-

mez.

Razi, Mu’tezile’nin en büyük yanılgı-

sından biri olarak hidayet ve dalaletle ilgili

ayetleri yorumlarken ayetin zahirinden sap-

Page 20: RAZİ’NİN HİDAYET VE DALALETLE İLGİLİ AYETLERİ RUMLAMASI …isamveri.org/pdfdrg/D03989/2017_61/2017_61_BAYRAME.pdf · bizi (bu nimete) kavuşturan Allah'a hamdol-sun! Allah

196

Enver Bayram

malarını ve bu hususta te’vile yönelmelerini

gösterir. Zira ona göre zorunlu bir neden ol-

maksızın ayetin zahiri terk edilemez. Aksi

takdirde ayetin nazmı bozulmuş olur.

KAYNAKÇA

Abdulbaki, M. F. (1990). El-Mu’cem’ul Müfeh-

res li’l-Elfazi’l Kur’an’il-Kerîm, İstanbul:

Çağrı Yayınları.

Eş’arî, Ebu’l-Hasen İbn Ebu Bişr Ali b. İsmail

b. İshak. (1950). Makalatü’l İslâmiyyin

ve İhtilafü’l-musallin, tah. Muhammed

Muhyiddin Abdülhamid, Kahire:

Mektebetü’n-Nehda’l-Mısriyye.

Harman, Ö. F. (1993). Dalalet, DİA (s. 427-

428), İstanbul: Türkiye Diyanet vakfı.

İbn Manzûr, Ebu’l-Fazl Muhammed b. Mü-

kerrem b. Ali el-Ensârî. (t.y). Lisanu’l-

Arab, Beyrut: Daru Sadr.

İsfehanî, R. (2012). Müfredât (Çeviren: Yusuf

Türker), İstanbul: Pınar Yayınları.

Kâdî Abdulcebbar, Ebu’l Hasen Kâdî Abdul-

cebbâr b. Ahmed el-Hemedânî. (1969).

Müteşâbihu’l-Kur’an, nşr. Adnan

Zarzûr, Kahire.

Kâdî Abdulcebbar (1988) Şerhu’l-Usuli’l-

Hamse, nşr. Abdulkerîm Osman, Ka-

hire.

Nesefî, Ebu’l-Müin Meymûn b. Muhammed.

(1990). Tebsiratu’l-Edille, tah. Claude

Salamé, Dimeşk: Institut Français de

Damas.

Râzî, Fahreddin. (2000). Tefsir-i Kebîr Mefâti-

hu’l Gayb, Beyrut: Dârü’-Kütübi’l-

İlmiyye.

Yavuz, Y. Ş. (1998). Hidayet, DİA (s. 473-477),

İstanbul: Türkiye Diyanet vakfı.

Zerkeşi, Bedruddin Muhammed b. Abdullah.

(1972). el-Burhân fî Ulumi’l-Kur’an, tah.

Muhammed Ebu’l-Fadl İbrahim, Mı-

sır.