Ünİte 11 - omÜ · öğretiler,toplumu da doğalbir yapıolarak değil,kurulmuş,insan...
TRANSCRIPT
FELSEFE TARİHİ
İLAHİYAT FAKÜLTESİ
ÜNİTE 11
17. YÜZYIL FELSEFESİ
ÜNİTE 11
ÜNİTE 11
17. yüzyıl felsefesi, Rönesans'ın etkisiyle ortaya çıkan
gelişmelere dayanarak, yeni çağ düşüncesinin
temellerini oluşturmak üzere ortaya çıkan felsefe
eğilimidir.
17. yüzyıl felsefesi, modern felsefenin yaklaşık iki yüzyıl
boyunca sürecek en belirgin döneminin birinci kısmını
ifade eder.
17. YÜZYIL FELSEFESİ
Modern felsefe, her ne kadar kendisini Rönesans
düşüncesi ile göstermeye başlasa da esas itibariyle
Batı'da 17. yüzyılda başlayıp 18. yüzyıl Aydınlanma
felsefesi ile büyük bir ivme kazandığını söyleyebiliriz.
Aydınlanma çağı düşüncesinin ilkeleri ve temel
kavramları büyük ölçüde 17. yüzyıl felsefesinde
hazırlanmıştır.
17. Yüzyıl Felsefesinin Genel Özellikleri
Rönesans'taki düşünce parçalılığı ve çeşitliliği bu dönemde belirli
felsefe eğilimlerinde ve dünya görüşlerinde derli toplu ve bir
örnek halde sistematikleştirilmeye yöneltilir.
Descartes, Hobbes, Leibniz, Spinoza 17. yüzyıl felsefesinin en
önemli isimleridir.
17. yüzyıl felsefesi her şeyden önce, yeni bir tarih felsefesinin ya
da en azından yepyeni bir tarih duygusunun egemen olduğu bir
felsefedir.
O, dünyaya ve insana bu yeni bakışın bir sonucu olarak, insanı
eyleminin ve bu arada tarihin öznesi kılan yeni ve seküler bir
tarih felsefesi geliştirir.
17. yüzyıl felsefesi teolojiden hemen tamamen bağımsız bir
felsefedir.
Francis Bacon'ın, Thomas Hobbes'un, hatta maddi alan ve
dolayısıyla bilim ve felsefe ile moral ya da entelektüel alan ve
dolayısıyla da din ve teoloji arasında oldukça kırılgan bir uzlaşım
temin etmeye soyunan Rene Descartes'ın teolojiyle hemen hiçbir
ilişkisi olmadığı söylenebilir.
Felsefenin teolojiden bağımsız olmak anlamında özerkliği, 17. yüzyıl
felsefesinin çok temel ve belirleyici başka bir özelliğine, onun insan
merkezli veya özneden hareket eden bir felsefe olması anlamında,
homosantrik oluşuna işaret eder.
Bu bağlamda, teolojiden hiçbir zaman bağımsız olamamış olan
Ortaçağ düşüncesinde, Tanrı bütün sistemlerin başı ve sonuydu
Yani, teosantrik yönelimin en belirleyici unsuru olan Ortaçağ
düşüncesinde, Tanrıdan yola çıkma veya hareket etme felsefede
hem konu alanlarını ve hem de içeriği belirlemişti.
Oysa dini dünya görüşünü bir şekilde gerileten veya çok
büyük ölçüde ortadan kaldıran modern düşünüşte,
hemen hemen bütün felsefelerin hareket noktaları,
insandır.
17. yüzyılda rasyonalizmin kaynağında matematik ve fizik
bulunmaktadır.
Kaydedilen gelişmelerle, doğanın da bir matematik formüllerle ya
da kavramlarla anlaşılabileceği düşüncesine varılmıştır;
doğa ile akıl, madde ile zihin arasında bir uygunluk fikrinden
hareketle rasyonalizm düşüncesine ulaşılmıştır.
Nasıl ki teosantrik bir felsefe mistisizme, ama en çok da teolojik
bir kavrayışa yol açarsa,
aynı şekilde homosantrik bir felsefe de rasyonalizmi çağırmış,
rasyonalist bir bakış açısını gündeme getirmiştir
Buna göre, modern felsefeye damgasını vuran hâkim tavır ya da
eğilim, en azından 19. yüzyıla kadar, rasyonalizm olmuştur.
Genel bir tavır olarak rasyonalizm, aklın, bilim ve felsefe başta
olmak üzere, bütün alanlarda öncelikli otorite olması ya da
yapılması anlamına gelir.
17. yüzyılın bütün büyük filozoflarına göre, hakikat dini otorite
veya kutsal metinler tarafından aktarılan bir şey değildir;
hakikat akla dayalı, özgür ve tarafsız araştırma ile keşfedilen bir
şeydir.
Buna göre, filozofun bakışı doğaüstü alana yönelmek, ilahi varlık
alanını konu edinmek yerine, artık yeryüzüne yönelmek, doğal
varlık alanını konu edinmek durumundadır.
Fiziki ve zihinsel dünya, toplum, etik alan, siyasi kurumlar ve hatta
dinin kendisi, bundan böyle doğaüstü nedenler yerine, doğal
nedenleriyle açıklanmalıdır.
Bu yeni insan telakkisinden ve yepyeni rasyonalizm anlayışından,
elbette teolojik- felsefi değil de bilimsel-felsefi bir dünya görüşü
çıkar; bu yeni dünya görüşü,
temel ilkesi
"doğayı akıl aracılığıyla yenme ve şekillendirme"
olan bir teknik uygarlık anlayışına yol açacaktır.
Klasik felsefe ya da İlkçağ felsefesinin yıkılışında dinin
kendisinin, Ortaçağ‘ın Tanrıyı keşfetmesi olgusunun bulunduğu
söylenebilirse,
Ortaçağ felsefesini de yıkan şeyin, elbette başka şeyler
yanında, esas bilim adamlarının doğayı keşfetmeleri olduğunu
söylemek gerekir.
Modern dünyada en geniş anlamıyla rasyonalizm, insan aklının
gücüne ve ilerlemeye duyulan inancı, diğer yandan da
ilerlemenin aracı olarak bilime ve bilimsel yönteme duyulan
güveni ifade etmektedir.
Bu bağlamda doğa bilimlerinde kaydedilen gelişmeler de
bu dönem felsefesinin gelişiminde belirleyici bir etki
etmiştir.
Bunlardan özellikle Kopernik Devrimi olarak adlandırılan
gelişme, Giordano Bruno'nun evren tasarımı ve
Galileo'nun ortaya koyduğu mekanikteki gelişmeleri
anmak gerekir.
Kopernik tüm bir dünya görüşünü değiştirecek sistemin en temel
sonucu, gerçeklik karşısında gören gözün yanılabilirliğini açık bir
şekilde ortaya koyması olmuştur.
Güneş, Ay ve yıldızların Dünya'nın etrafında döndükleri
yanılsamasını düzeltmiştir.
Böylece gerçek dünyayı değil algıladığımız dünyayı bildiğimize
dair derin bir çıkarsamayı belirginleştirmiştir.
Mekanik Doğa ve Çevre
Kopernik ve Galileo tarafından kurulan modern bilimin
öngördüğü kozmolojinin en büyük yeniliği, onun doğayı, insan
varlığıyla Tanrının dışında olan bir varlık alanı olarak sunmuş
olmasıdır.
Buna göre, doğa, canlı ve akıllı insan varlığına ilgisiz ve yabancı
olan ve dolayısıyla, akıllı insan varlığı tarafından gözlemlenip
analiz edilmek suretiyle, denetim altına alınacak olan cansız
madde alanını meydana getirmekteydi.
Özünde bir makine ya da mekanizma olan bu
doğanın dili de onun birliğini ve evrenselliğini
sağlayan şey matematiktir.
Bütünüyle insan merkezli olup, sanayi uygarlığını
hazırlayan bilimsel hareketin temelinde yer alan
şey, işte bu doğa tasarımı ya da yeni kozmolojidir.
ÜNİTE 11
Bilime modern zamanlarda, bizatihi kendisi için değil, esas pratik
değeri, sağladığı yarar için değer verilmiştir.
Buna göre, bilgi artık klasik dünyada olduğu gibi, salt anlamak
veya merakı tatmin etmek için
ya da Ortaçağ'da olduğu gibi, Tanrının doğal dünyaya amaçlılık
ve düzen kazandırmış planını keşfetmek için değil, sağladığı
fayda için istenir.
İlkçağ ve Ortaçağ'da, filozofların realist bir yaklaşımla önce varlık
veya gerçekliğin mahiyetini ortaya koyup, sonra bu gerçekliğin
bilgisine nasıl ve hangi yollarla erişileceğini tartışan bir
epistemoloji geliştirmiş oldukları yerde,
17. yüzyıl filozofları önce bilginin ve onun bir türü olan bilimsel
bilginin mahiyetini tartışıp, sonra buna uygun bir varlık tasarımı
oluşturmaya geçerler.
"Neyi bilebilirim?" eleştirel sorusunu pek fazla sormayan 17.
yüzyıl filozofları, esas itibariyle bilginin kaynağı meselesiyle
meşgul olmuşlardır.
Yine aynı epistemolojik çerçeve içinde, döneme damgasını vuran
bir diğer özellik ya da tavır, hemen bütün filozoflarda görülen bir
yöntem arayışı ya da tartışması olmuştur.
Epistemolojide iki yöntem
Felsefenin merkezine geçen epistemoloji ya da bilgi teorisinde,
Kant‘ın 18. yüzyılda yapacağı senteze kadar, yine bilime ama
özellikle de bilimsel yönteme bağlı olarak, başka bir deyişle
bilimsel yöntemin biri ampirik (deneyci), diğeri dedüktif iki
boyutu veya olmazsa olmaz unsuru olmasından hareketle, iki
ayrı bilgi görüşü hâkim olmuştur.
Epistemolojide iki yöntem
Dedüktif unsurun önemine işaret edenler matematiği temele
alan Descartes, Spinoza ve Leibniz gibi rasyonalistlerdir.
Buna karşın, ampirik öğeyi öne çıkaranlar deneyciler diye
bilinirler; Bacon, Hobbes, Locke ve Berkeley gibi deneyciler
bilginin kaynağında duyu-deneyi ve gözlemin olduğunu
savunurlar.
Özneden hareket eden 17. yüzyıl felsefesinde, baştan aşağı
yeniden yapılanan bir diğer alan etik’tir.
17. yüzyılda etik, Tanrıdan veya nesnel bir değerler düzeninden
hareketle değil de doğrudan doğruya insandan hareketle
kurulur.
Çıkış noktası, insan aklından ziyade, insanın doğal yapısıdır,
arzularıdır, hazzıdır.
Hemen hemen bütün modern etik görüşleri olması gerekeni
olandan hareketle tanımlayıp, insanın ahlaki amacının, istek ve
arzuların tatminiyle belirlenen bir dünyevi, maddi mutluluk
olduğunu öne sürer.
Modern etiğin, büyük ölçüde doğalcı bir etik olarak
tanımlanmasının nedeni, budur.
Modern dönemde politika felsefesi de özne ya da bireyden
hareketle inşa olunur.
İnsanı merkeze alan, insanın iradesine vurgu yapan modern politik
öğretiler, toplumu da doğal bir yapı olarak değil, kurulmuş, insan
tarafından yaratılmış bir yapı olarak değerlendirirler.
Devletin karşısına bağımsız bir yapı olarak sivil toplum kavramı
çıkmamıştır.
Politika felsefesinde işte bu modern gelenek yine modern
rasyonalizm çerçevesi içinde insanı rasyonel bir varlık olarak
değerlendirirken, sadece bireyin değerini kabul etmekle kalmaz,
ama aynı zamanda onu haklarını savunacak şekilde sisteminin
merkezine alarak, bireyden hareket eder.
Sivil Toplum ve Hakları
Francis Bacon (1561-1626)
Onun modern felsefenin ilk büyük
filozofu, çağının düşünüşünün bütün
özelliklerini taşıyan, modernlik
ruhunu en iyi karakterize eden,
hatta bir anlamda öncülüğünü yapan
bir filozof olduğu kabul edilir.
Bacon bilimcidir, yani en genel anlamıyla rasyonalisttir.
Aslında bilimciliği açık seçik bir biçimde ilk savunan,
filozof olarak Bacon, doğayı doğrulukla bilmenin tek
güvenli yolunun bilim olduğunu, bilimsel yöntemin
insana doğayı denetleyeceği bilgiyi sağlayacağını ileri
sürmekteydi.
Buna göre, bilgiyi güce eşitleyen; bilginin yeni teknik icatlar ve
mekanik keşifler şeklinde cisimleştiği zaman, tarihin motoru
veya itici gücü haline geldiğini savunmuştur.
aklın dış dünyayı bilmesi, kendisini bilme koşullarını orada
yeniden üretmesine, dolayısıyla kendi üzerinde sahip olduğu
epistemolojik gücü dış dünyaya yansıtmasına ve böylelikle de
dışarıda olanı kendi denetim alanı içine dahil edebilmesine
bağlıdır.
İşte bu, modernitenin en büyük projesi olup, gerçekleştirilmesi
ancak insan aklının kendisini Tanrının ezeli-ebedi zihninin yerine
koymasıyla mümkün olabilmiştir.
Bacon'ın bilimlere ilişkin sınıflamasının yeniliği, onun teorik
disiplinlerle pratik disiplinler arasında kurduğu yakın ilişkidir.
Teorik disiplinlerle pratik sanatları birbirinden çok kesin çizgilerle
ayıran Aristotelesçi anlayışın tersine, Bacon doğa felsefesinin uzun
yüzyıllar boyunca yeterince gelişme kaydedememesinin nedenini
teoriyle pratiğin birbirinden kopartılmasında görmekteydi.
Rene Descartes
Matematik / kesin bilgi
Descartes, tüm çalışmalarında ve araştırmalarında, doğru
bilgiye ulaşmak amacıyla, karmaşıklıktan uzak durmaya
ve herşeyi basite indirgemeye çalışmıştır.
Bulduğu her bilgiye kuşkucu bir tavırla yaklaşmıştır.
Bilim dallarının pratik hayattaki işlevlerinin birbirinden
farklı olduğunu vurgulayan düşünür, sadece bazı ortak
yöntemlerin farklı amaçlar için uygulanabileceğini
öngörmüş, dolayısıyla bilimlerin birlikteliğini
savunmuştur.
"Hiçbirşey keşfedilemeyecek kadar uzak olamaz" diyen Descartes,
evrenle ilgili düşüncelerini de bu görüşü çerçevesinde
şekillendirmiştir.
Ona göre, evren bir bilmecedir ve çözümü olmayan bir bilmece
yoktur.
Bu doğrultuda ihtiyaç duyulan tek şey, doğru bilgilere sahip
olabilmektir ki, tüm pozitif bilimler de zaten bu ihtiyaca hizmet
etmek için varolmuştur.
Descartes'a göre, doğal dünya tek bir şeyden, mekânın her
yerine yayılmış olan maddeden meydana gelir.
Şeyler arasındaki farklılığın, tek bir nesnenin veya maddenin
farklı düzenleniş tarzları veya aynı maddenin farklı zamanlarla
farklı yerlerdeki farklı eyleme biçimleriyle açıklanması
gerektiğine inanan Descartes'ın terminolojisiyle ifade edilecek
olunursa,
sadece tek bir maddi töz vardır ve farklı nesneler olarak
gördüğümüz şeyler arasında gerçek ya da tözsel hiçbir
farklılık yoktur.
Bu dünyadaki herhangi bir şeyi anlamak için onu her ne ise o
yapan gizemli öze, bu biricik bireysel varlığın tikel veya kendine
özgü karakteristiklerine bakmak yerine,
genel olarak maddenin doğası ve davranışı yoluyla ortaya konacak
evrensel bir açıklamanın peşine düşmemiz gerekir.
Descartes için maddi tözün davranışını ve dolayısıyla evrendeki
bütün fiziki süreçleri açıklayan yasalar, hareket yasalarıdır.
Ona göre, evrenin her yerine yayılmış olan maddenin sahip
olduğu özgünlük basit mekanik özellikler olup, evrendeki bütün
doğal süreçler üç temel ve basit mekanik yasasının sonucu
olarak ortaya çıkar.
Bu üç yasa da sırasıyla eylemsizlik, düzgün doğrusal hareket ve
hareketin korunumu yasalarıdır.
Buna göre, yeryüzünün varlığa gelişi ve yıldızların
hareketinden, ışığın yayılımına ve kalp atışına kadar, maddi
dünyadaki her şey, yani bütün doğal süreçler maddenin farklı
parçalarının mekanik özellikleri yoluyla açıklanabilir.
Descartes, bundan sonraki noktada söz konusu mekanik
özelliklerin, etkileşim ve süreçlerin sadece matematiksel bir dille
ortaya konabileceğini öne sürerken, büyük ölçüde kendi
özgünlüğünü ortaya koyacak şekilde maddi doğanın veya
dünyanın matematizasyonunu gerçekleştirir.
Dünyanın nihai gerçekliğini, maddeyle birlikte ifade eden bu
özellikler, ancak duyumsal olmayan, matematiksel bir tasvir
yoluyla ortaya konabilir.
Bu, pek çoklarının söylediği üzere, Descartes'ı modern çağın ilk
filozofu yapan en önemli özellik ya da katkı olmak
durumundadır.
Doğanın akılsallığını matematiğe indirgeyen bu yepyeni ve
modern bakış, Kopernik ve Galileo gibi bazı bilim adamları bir
tarafa bırakılacak olursa, hemen tümüyle Descartes'ın eseridir.
Doğanın konuştuğu dil matematiksel bir dil olup; bu dil, ona
göre, sadece gözlem verilerini kavramak bakımından yararlı
değildir;
söz konusu matematiksel dil, gerçekliği kavramanın tek anahtarı
olmak durumundadır.
Yöntem
Filozofun kullandığı matematiksel dili kurguladığı yöntem
sorununda daha ayrıntılı olarak görmekteyiz.
Dört kuraldan oluşan yeni yöntemini şu şekilde ifade edebiliriz:
Kurallardan birincisi, "doğru olduğu açık ve seçik bir biçimde
bilinmeyen hiçbir şeyi doğru kabul etmemek gerektiğini"
bildiren ünlü "Apaçıklık Kuralı"dır
İkincisi "düşünceleri mümkün olduğu ve gerektiği kadar
bölümlere ayırmak gerektiğini" öne süren "Analiz Kuralı"dır.
Üçüncü kural, "bileşik şeylerin bilgisine en basit ve anlaşılması en
kolay şeylerden başlayarak yükselmenin önemine işaret eden"
"Sentez Kuralı"dır.
Sonuncu kural ise "bütün bu işlemler sırasında hiçbir şeyin
unutulmadığından emin olmak için eksiksiz sayımlar yapmak
gerektiğini" bildiren "Sayma kuralı'dır.
Descartes'ın bu yöntem anlayışının gerisinde hiç kuşku yok ki ilk
olarak birtakım kabuller bulunur.
Her şeyden önce bilginin Descartes tarafından ortaya konan
hiyerarşik yapısıyla, yani bilginin en nihayetinde doğruluğundan
kuşku duyulamaz bir sezgiyle sonuçlanacak metafiziksel bakımdan
temel birtakım hakikatlere dayandığı anlaşılmaktadır.
Yöntemin gerisinde ikinci olarak belirli hakikatlerin sezgi yoluyla
bilinmesi imkânına beslenen sarsılmaz güven, birtakım
düşüncelerin doğruluklarının, gözlem veya mantıksal çıkarıma
dayandırılmak yerine, dolayımsız olarak bilindiği inancı bulunur.
Yöntemin keşfedileceği bu türden bir doğrunun ilk örneği,
Descartes'ın kendi varoluşuyla ilgili hakikat olacaktır.
Yöntemin gerisinde, üçüncü ve en önemli husus, aklın
doğal ışığına beslenen inanç tır.
1- Bilginin Temel Dayanak Noktası
Descartes'ın temelci yöntemi bütün bilgi ve inançları,
"temel bilgi ya da inançlar" ile "temel olmayan bilgi ya da
inançlar" diye ikiye ayırırken, bilginin yapısını aynı
zamanda bir piramide benzetir.
Piramidin en altında temel ilke ya da bilgiler bulunur; üste doğru
çıkıldıkça birbirini destekleyen "temel olmayan bilgi ya da
inançlar" bulunur.
Descartes, bilgi yapısı ya da ağacının temelinde bulunan
düşünce, bilgi ya da ilkelerin gerekçelendirilmeleri veya bilgi
statüsü elde edebilmeleri için başka bilgi ya da inançların
desteğine ihtiyaçları olmadığını söyler.
İmtiyazlı bir statüye sahip olan bu bilgi ya da inançlar, kendi
kendilerini temellendiren, kendiliğinden gerekçelendirilmiş
inançlardır.
temelci anlayışın başarıya ulaşması için kuşku yöntemiyle
tamamlanması vazgeçilmez bir zorunluluktur.
(Temeli temel olmayandan ayırt edebilmek için)
Demek ki bilgiye sağlam bir zemin oluşturmak amacıyla
benimsediği temelci yöntemi ile önyargı ve yanlışları ayıklamaya
yarayacak kuşku yöntemi arasında yakın bir ilişki bulunan
Descartes hakikate, paradoksal bir görünüm arz edecek şekilde,
bir kuşku yöntemi izleyerek varmaya çalışmıştır.
2- Bilgi ve Varlık
O, mutlak bilgiye ulaşmakta, tüm dışsal faktörleri bir kenara
ayırarak, şüpheci analizlerle, kesin doğru bilgilerin varlığını, bu
özelliği taşıyan tek şey olarak belirlediği "düşünce"ye dayandırır.
Doğruluğu tartışılamaz tek bilginin düşünce olduğunu; dolayısıyla
diğer mutlak bilgilerin de bu düşüncelerden türediğini
düşünmektedir.
"Kuşku etmek düşünmektir" şeklinde bir çıkarımda bulunan
Descartes, varlığı kesin olan tek şey düşünmek ise, düşünebilen
bir yaratık olarak şüphe götürmez tek gerçeğin "varlığımız"
olduğunu belirtmiştir.
tümevarımsal bu bilgi kanunu,
"Düşünüyorum, o halde varım"
Elindeki bu ilk bilgiyi, sağlam bilgi olarak görmüş; artık yapması
gereken tek şeyin, diğer bilgileri bu ham bilgiden türetmek
olduğu sonucuna ulaşmıştır.
SSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSSS
ÜNİTE 11
ÜNİTE 11
3- İnanç
Descartes‘ın bütün bir bilgi ağacını baştan sona yaratabilmesi,
bilginin inşası projesini hayata geçirebilmesi Tanrının
varolduğunu ve O'nun aldatan bir varlık olmadığını
kanıtlamasındaki başarısına bağlıdır.
O, bu amaca uygun olarak üç ayrı Tanrı argümanı ortaya koyar.
I. Delil
Tanrı idesinin yetkin bir varlığın idesi olmak dolayısıyla
başka herhangi bir şeyin idesinden daha büyük bir nesnel
gerçekliğe sahip olduğunu dile getiren Descartes, bundan
sonra birbiri ardından üç kabulde bulunur:
(1) "Sahip olduğum idelerin nedenlerinin, onları doğuran
sebeplerin olması gerekir.“
(2) Bir idenin nihai nedeninin formel gerçekliğe sahip olan, yani
fiilen var olan bir şey olması zorunluluğu vardır,
(3) "Fail nedende en az sonuçta olduğu kadar gerçeklik, sadece
nesnel değil fakat aynı zamanda formel bir gerçeklik olması
gerekir.“
II. Delil
Descartes'ın ikinci argümanı da nedenselliğe dayalı
kozmolojik bir argüman olup o, bu kez zihindeki Tanrı
idesinden değil, benliğin ya da zihnin varoluşundan yola
çıkar.
Kanıtlanan varoluşunu apaçık bir veri ya da sonuç olarak
değerlendiren Descartes, bu kanıtta düşünen bir töz ya
da zihin olarak varoluşunu kime ya da neye borçlu
olduğunu sorar.
Sırasıyla kendisi, anne-babası ve "Tanrıdan daha az yetkin
başka bir kaynak" olmak üzere, üç alternatifi gündeme
getiren Descartes, bir tür eleme yöntemiyle, bunlardan
hiçbirinin kendi varoluşunun nedeni olamayacağını
gösterdikten sonra, varlık sebebinin Tanrı olması
gerektiği sonucuna varır.
III. Delil
Üçüncü Tanrı delili, rasyonalistlerin benimsediği bir
argüman olan Ontolojik Argüman'dır.
sadece akıl yürüterek, varolmayan bir yetkin varlık
idesinin çelişikliğinden Tanrının varolması gerektiği
sonucunu çıkartır.
(1) Bende bir Tanrı, yani en yüksek derecede yetkin olan Varlık
idesi var.
(2) Bir yetkinlikten veya yetkinlik özelliğinden yoksun olan bir
varlık, en yüksek derecede yetkin bir varlık olamaz.
(3) Dolayısıyla, Tanrıyı hem en yüksek derecede yetkin bir varlık
hem de bir yetkinlik özelliğinden yoksun bir varlık olarak düşünmek
bir çelişki olur.
(4) Varoluş bir yetkinlik özelliğidir.
(5) Varoluştan yoksun olmak bir yetkinlik özelliğinden yoksun
bulunmaktır.
(6) Tanrıyı hem en yüksek derecede yetkin bir varlık hem de
varolmayan bir varlık olarak düşünmek bir çelişkidir.
(7) Öyleyse, Tanrı sadece düşüncede değil, gerçekten varolur.
ÜNİTE 11
TEŞEKKÜRLER
ÜNİTE 11