ebooks.azlibnet.azÖnsÖz bismillahir rahmanir rahim. Âlemlerin rabbi olan yüce allah’a sonsuz...

352
NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ Doç. Dr. Rauf Memmedov Azerbaycan Milli İlimler Akademisi Felsefe ve Hukuk Enstitüsü

Upload: others

Post on 09-Feb-2020

10 views

Category:

Documents


1 download

TRANSCRIPT

NAKŞİBENDİLİĞİNOLUŞUMTARİHİ

Doç. Dr. Rauf MemmedovAzerbaycan Milli İlimler Akademisi

Felsefe ve Hukuk Enstitüsü

ÖNSÖZ

Bismillahir Rahmanir Rahim.Âlemlerin Rabbi olan Yüce Allah’a sonsuz hamd ü senâlar, âlem-

lere rahmet olarak gönderilen Muhammed Mustafa’ya sayısız salât, tertemiz kılındıkları ve yücelikleri Kur’an ve Sünnet ile sabit olan Ehl-i Beyt’e ve onların yolundan giden gönül dostlarına selam ol-sun...

Günümüzde Müslümanların karşılaştığı acı durum, onların gerçek İslam ve ilimden nasiblerini almadıklarından dolayıdır. Peyğamberi-mizin (s.a.v) vefatından günümüze kadar içimizdeki ve dışımızdaki düşmanlar tarafından ümmetin aklına din kisvesine bürünen o kadar fitne sokulmuştur ki, ümmet Hak yolundan gittiğini zannettiği halde, velayet yolundan saptıranların arkalarına takılmış, hakkı batıldan ayıramaz duruma gelmiş, akl-ı salimi kaybederek derin gaflet ve ce-halet uykusuna dalmış ve sonuçta, İslam’ın düşmanlarına dost olarak birbirlerini katletmişlerdir. Gerçek İslam’ın yaşanması ve anlatılma-sı, onu kapatan fitnelerin ortadan kaldırılması ve gerçeklerin aşkar olunması ile mümkündür. İşte, dikkatinize sunduğumuz bu eserin asıl amacı da budur.

Dikkatinize sunduğumuz bu eser, özellikle Nakşibendiyye’nin temel kaynaklarına dayanıyor. Biz sadece olarak bu kaynakları daha dikkatli, daha mantıklı okumağa ve elde ettiğimiz bilgileri daha ob-jektiv şekilde araştırmağa üstünlük verdik. Umarım ki, takdirinize sundumuz bu eser sizi daha derinden düşünmeğe ve doğru kanaatle-rinizin oluşmasına neden olacaktır, İnşaallah!

Özellikle bu çalışmamızda, Prof. Dr. Haydar Baş Hocamızın “Dinî ve Millî Bütünlüğümüze Yönelik Tehditler” isimli eserinden, Ehl-i Beyt külliyatından ve tasavvufla ilgili birkaç eserlerinden çok faydalandık. Bu eserler, bir kutb yıldızı ve bir kılavuz gibi günümüz-de gerçek İslam’ı bulmak yolunda yardımçıdırlar. Muhterem Hoca-mızın eserlerinin odak noktası olan Ehl-i Beyt anlayışı, İslam dininde

hakkı batıldan ayırmağın temel meyarıdır. Biz, bu meyara dayanarak Nakşîbendîliğin gerçek mahiyetini ortaya koymağa çalıştık. Bu bağ-lamda en büyük teşekkür, muhterem hocamızadır.

Aynı zamanda, Mehmet Emin Koç ve Polat Emrenin “Dinî ve Tarihî Arka Planıyla Ehl-i Beyt’e Karşı Bir Akım: Nakşibendilik” (2014) eserinden çok yararlandık. Bu eser, Nakşîbendîliğin gerçek mahiyetini öğrenmek açısından çok değerli bir eserdir. Özellikle, ese-rimizin tashih-redaksiyonunda da bizle ri yalnız bırakmayan Mehmet Emin beye ve yardımda bulunan diğer kardeşlerimize de teşekkür ediyoruz.

Cenab-ı Hak’tan, bizleri, Hakk’ı Hak bilip ona tâbi olan, bâtılı bâtıl bilip ondan korunan sâlihlerden eylemesini ve istikamet üzere dâim kılmasını niyaz ediyoruz.

Gayret bizden; tevfik ve hidayet Allah’tandır.

Doç. Dr. Memmedov Rauf / Bakü

İÇİNDEKİLER

BÖLÜM 1. NAKŞİBENDİYYENİN KURUCUSU ABDÜLHALİK GUCDEVANİAbdülhalik Gucdevanî’nin doğumu ..................................................29Abdülhalik Gucdevanî’nin sessiz zikir bidatı ...................................62Abdülhalik Gucdevanî ve Hz. Hızır ..................................................73Hoca Yusuf Hemedani ......................................................................77Yusuf Hemedani’nin halifeleri olduğu iddia edilen şahıslar ............93 Yûsuf el-Hemedânî’nin iddia olunan ilk iki halifesi: Abdullah-ı Berakī ve Hasan-ı Endakī ..............................................................100Hoca Ahmed Yasevi ........................................................................106Abdülhalik Gücdevani Yusuf Hemedani’ninhalifesi olmuş mudur? .....................................................................121Ahmed Yesevi müridlerinin Gucdüvani’ye tabi olmalarınıtavsiye etmiş midir? ........................................................................131Abdülhalik Gucdevânî’nin kurduğu yol ve onun kuralları .............140Abdülhâlikîler kimlerdir? ................................................................150Abdülhalik Gucdevânî’nin halifeleri ..............................................153Abdülhalik Gucdevânî’nin gerçek hayat tarihçesi ..........................168

BÖLÜM 2. BAHAEDDİN NAKŞİBENDBahaeddin Nakşibend’in doğum tarihi ...........................................175Bahaeddin Nakşibend’in doğum yeri ..............................................183Bahaeddin Nakşibend’in ailesi ve mesleği .....................................190Bahaeddin Nakşibend’in gençliği ...................................................192Seyyid Emîr Külâl ...........................................................................195Bahaeddin Nakşibend ve Mevlânâ Arif .........................................196Halil Ata veya Kazan han kimdir? ..................................................204Kazan hanın yanında Bahâeddin Nakşbend ne yapmıştır? .............217Bahaeddin Nakşibend Buhara’yı terk etmiş midir? ........................222

Bahaeddin Nakşibend taraftarları ile nereye sığınmıştır? ...............228Bahaeddin Nakşibend neden Herat Sultanı Hüseyin’e sığınmıştır? ....................................................................235Emir Kazagan’ın ölümünden sonra Bahaeddin Nakşibend Buhara’ya dönmüş müdür? .........................243Bahaeddin Nakşibend hac ziyaretinde olmuş mudur? ....................253Bahaeddin Nakşibend ve Muhammed Pârisâ .................................260Bahaeddin Nakşibend’in vefatı .......................................................265Bahaeddin Nakşibend’in gerçek hayat tarihçesi .............................269

BÖLÜM 3. BAHAEDDİN NAKŞİBEND’İN DEVAMÇILARIBahaeddin Nakşibend vefat edince yerine kimi bırakmıştır? .........277Nakşibendiyye’nin ilk temsilçileri ..................................................281Mevlânâ Yakup Çerhî kimdir? ........................................................285Muhammed Parsa’nın dini-siyasi fealiyeti .....................................286Muhammed Parsa’nın dayandığı uydurma hadisler .......................294Nâsirüddîn Ubeydullah Ahrâr kimdir? ............................................296Ubeydullah Ahrâr’ın siyasi fealiyeti ...............................................306Ubeydullah Ahrar’ın müridleri .......................................................315

BÖLÜM 4. NAKŞİBENDİYYE’NİN ÖZELLİKLERİNakşibendiyye’nin Ehl-i Beyt velayetine düşmanlığı ....................323Nakşibendiyye bir tarikat değildir ..................................................326Üveysilik nedir? ..............................................................................330Nakşibendiyye ve Hıristiyanlık .......................................................333Nakşibendiyye silsilesi nedir? .........................................................336

KAYNAKLAR ...............................................................................339

7

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Nakşibendiyye kaynaklarıEserde XV-XVI yüzyıllarda yazıldıkları bilinen Nakşiben-

diyye kaynaklarından istifade edilmiştir. Bu kaynaklar, XII-XV yüzyıllarda Nakşibendiyye’nin Orta Asya’da yaranması ve ilk gelişmesi dönemlerinden bahsediyor. Onlar şunlardır:

- Safi Mevlana Ali Bin Hüseyn. ‘Ayn-el Hayat Reşahat’ - Abdürrahman Cami. ‘Nefahatü’l-üns min hazarati’l

kuds’ - Abdülhalik Gucdevanî ‘Risâle-i Śâĥibiyye’; ‘Makamat-

ı Yusuf Hemedani’.- Ebu Muhsin Muhammed Bekir ibn Muhammed Ali.

‘Hoca Bahaeddin Nakşibend’in makamları’- Şihabeddin bin Emir Hamza. ‘Emir Külal’ın makamları’- Muhammed Parsa. ‘Risâle-i kutsiyye’- Cemaleddin Ahmed el-Kasani ed-Dehbid (Mahdum-i

Azam) ‘Tanbih es-Salatin’ - Muhammed b. Nizâm el-Hârezmî el-Erzengî ‘Tezkire-i

Tâhir Îşân’ Bunlarla yanaşı, XIII-XVI yüzyıllara ait birkaç tarihi ve

edebi kaynaklardan yararlanmışız: - Ahmed Yasevi. “Divan-ı Hikmet”- Gregory Abu’l Farac (Bar Hebraeus). ‘Abu’l Farac Ta-

rihi’ - Mihail Suriyalı ‘Kronik’ ve ‘Vekâyî-nâme’ eserleri- İbnü’l-Esîr ‘el-Kâmil fî’t-Târih’ - Emir Timur ‘Malfuzat-i Timuri’ (Tuzak-i Timuri)- ‘İbn Battuta ve onun Orta Asya’da yaptığı seyahatler’- Muhammed Salih ‘Şeybani-name’- Şerufuddin Ali Yezdi. ‘Zafername’- Zahiriddin Babur ‘Babur-name’ ve diğerleri.Aynı zamanda ‘İslam Ansiklopedisi’ (DİA) ve Prof. Dr.

Haydar Baş, Prof. Dr. Fuad Köprülü, Prof. Dr. Hamid Algar, Prof. Dr. Necdet Tosun, Mehmet Emin Koç, Emre Polat ve di-

8

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

ğer bu gibi ünlü araştırmacıların değerli eserlerinden yararlan-mışız. 1

Eserde iki temel nakşibendi kaynağından daha fazla kulla-nıldığı için, eserin içinde onların isimleri kısatılmış şekilde (ve yanında sayfaları) geçiyor:

- (Reş): Fahreddin Ali Safî ‘Reşahat-ayn el-hayat’- (Nef): Abdurrahman Câmî ‘Nefahatü’l-üns min hazara-

ti’l kuds’ Sunduğumuz Nakşibendiyye kaynakları onun bir ‘tarikat’

gibi tanınmasını ve temel ilkelerinin yayılmasını sağlamıştır. Bu kaynakların dışında Nakşibendiyye’nin bir ‘tarikat’ gibi mevcud olması mümkün değildir. Nakşibendi şeyhleri bu ger-çeği XV-XVI yüzyıllarda anladıkları için, bu eserlerin yazılma-sına çaba harcamışlardır. Fakat, sonraki dönemlerde yazılan ve elyazmaları her defasında değiştirilen bu eserleri çok ihtiyatla kullanmak gerekiyor. Zira, burada sunulan bilgilerin büyük bir kısmı bilerekten, diğer bir kısmı da tarihi gerçekleri bilmemez-likten tahrif edilmiştir.

Nakşibendiyye’nin ayakta durmasını sağlayan bu eserle-rin ilmi araştırılmasına yeterince dikkat edilmemiştir. Buna, Müslümanların İslam ile ilgili kaynakları kutsal olarak değer-lendirmesi ve Nakşibendilerin tarihde siyasi iktidarlarda geniş şekilde temsil olunması etki sağlamıştır. Oysa, Kuran-ı-Kerim, Hz. Muhammed (s.a.v) ve Onun Ehl-i Beyti 2 dışında kiminse objektiv ilmi eleştirilme dışına bırakılması dinimiz açısından da caiz değildir. Aksi takdirde, hakkı batıldan ayırmak mümkün değildir.

***Nakşibendi kaynakları arasında Abdülhalik Gucdevanî ta-

rafından yazıldığı iddia olunan eserler en eski Nakşibendiyye

1 Yaralandığımız tüm kaynak ve araştırmalar hakkında bilgiler eserin “Kaynaklar” bölümünde yer almıştır.2 Zira, Yüce Allah (c.c), Hz. Muhammed (sav), Hz. Fatima (as), Hz. Ali (as), Hz. Hasan (as) ve Hz. Hüseyin’den (as) oluşan Ehl-i Beyt’in (Ali-Aba Ehli’nin) masum olduğunu (Ahzab 33) ve onlara sevginin farz kılındığını (Şura 23) buyurmuştur (Prof. Dr. Haydar Baş, İmam Ali, İstanbul 2011).

9

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

kaynağı sanılabilir. Zira, o, Nakşibendiyye’nin kurucusudur. Abdülhalik Gucdevanî’ye nisbet edilen eserler şunlardır:

1. ‘Risâle-i Śâĥibiyye’Yûsuf el-Hemedânî’nin menkıbelerini anlatan, onun sözle-

rini, ahlâk ve ahvâlini konu alan, kendi hayatına dair bilgiler veren bu eser sonralar Saîd-i Nefîsî tarafından yayımlanmıştır.3 Harîrîzâde’nin Tibyân’ında da (I, vr. 379a-389b) yer alan ese-rin bir özetini Îrec Efşâr neşretmiştir.4 Bu eserler dışında bazı rubâîleri bulunan Gucdüvânî’nin hayatı ve bazı menkıbeleri, müellifi bilinmeyen ‘Makāmât-ı Abdülhâlik-ı Gucdüvânî’ adlı eserde toplanmıştır.

2. Fazlullah b. Rûzbihân. ‘Şerh-i Veśâyâ’Gucdüvânî, kısa bir âdâb risâlesi mahiyetindeki bu eserini

halifelerinden Hâce Evliya-i Kebîr için kaleme almıştır.5 Bu eserler, Yusuf Hemedanî’nin ve Abdülhalik Gucde-

vanî’nin vefatından uzun bir süre sonra XV yüzyılda ortaya çıkmıştır. Gucdevanî’nin devamçıları bir süre sonra elde ettik-leri yazılı ve şifahi bilgileri bir araya getirerek, onları değişti-rerek ve bazı ilaveler ederek bu eserleri ortaya koymuşlardır. Zira, eserin filoloji tahlilini yapan araştırmacılar onun sonraki dönemlerde, yani XV yüzyılda yazıldığı ve eserde tarihi ger-çeklerin tahrif olunduğunu söylüyorlar:

- Eserin dili XV yüzyılda Maveraünnehir’de kullanılan bir değil, birkaç lehceni, farklı leksikonları kapsıyor. Yani, eserin dili bir şahsın değil, farklı coğrafyalarda oturan farklı in-sanların lehcelerini, farklı edebi üsulleri yansıtıyor. Bu karışık dil ve lehcelerden oluşan eser düzensiz bir dil yapısına sahiptir. Eserde yansıyan karışık dil yapısının filoloji tahlili, onların XV yüzyılda Maveraünnehir’de kullanıldığını tasdik ediyor. Oysa, XII yüzyılın ortalarında yazıldığı iddia olunan bir eserin özel-likle bir şahsın veya döneminin edebi ve şifahi dil üslubunu yansıtması gerekmez miydi?

3 Ferheng-i Îrân-zemîn, I/1 içinde, s. 70-101.4 Ķandiyye (nşr. Îrec Efşâr), Tahran 1367. hş./1968, s. 6-16.5 Fazlullah b. Rûzbihân, Şerh-i Veśâyâ, Süleymaniye Ktp., Yahyâ Tevfik, nr. 1500, vr. 83a-102b; Muînülfukarâ, Târîħ-i Mollazâde (nşr. Ahmed Gülçîn-i Meânî), Tahran 1339 hş./1960, s. 46-47; İslam Ansiklopedisi cilt: 14; s. 170. Hamid Algar).

10

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

- Eserde Yusuf Hemedanî’nin vefatından (ö. 535/1140) sonra tarih sahnesine çıkan Çengiz hanın (1167-1227) onunla aynı, hatta önceki dönemlerde yaşamasından bahsediliyor.6 Oysa, bu risalede Çengiz handan bahsedilmemeli idi.

- XV yüzyılda Safevilerin ilk dönemlerinde Maveraünne-hir’de yaranan görüş ve kavramlar esere yansımıştır. Oysa, bu eser XV yüzyıl değil, XII yüzyılın tarihi gerçeklerini yansıtma-sı gerekmez miydi?

- Bu eserde bazı kısımların XV yüzyılda yaşayan Abdur-rahman Cami’nin “Nefahat” eserinden götürüldüğü ortaya çı-kıyor. Zira, iki eser arasında yapılan kıyaslı araştırmalar, onlar arasında benzer metinlerin olduğunu ve onlarda Abdurrahman Cami’nin edebi üslubunun etkili olduğunu ortaya koyuyor.

Aynı zamanda bu eser, XII yüzyılda Yusuf Hemedanî’nin hayatı ile ilgili bilgi veren eserlerle çatışıyor ve sunduğu bilgi-ler gerçeklerden çok uzak görünüyor. Araştırmalar Abdülhalik Gucdevanî’nin Yûsuf el-Hemedânî ile buluşması ihtimali-nin çok zayıf olduğunu gösteriyor. Zira, Yûsuf el-Hemedânî hakkında bilgi sunan ‘Risâle-i Śâĥibiyye’ eseri Abdülkerîm Semânî’nin ‘Kitab el-ensab’ (ve İbn Hallikân’ın onu bazı ila-velerle tekrar eden ‘Vefeyât’) eseri karşılaştırıldığında, birkaç çelişkiler ortaya çıkıyor ve sunulan bilgilerin tarihi gerçeklerle uzlaşması açısından Semânî’nin sunduğu bilgiler daha büyük itibar kazanıyor.

Gucduvanî’nin Makamât’ında bildiriliyor ki, Sultan Sencer “Şeyh’in hayat tarzını bildirmelerini” istedi ve şeyh tarafından verilen “musaadeye dayanarak, dervişler onun suretini yazıp gönderdiler.”7 Yani, bu bilgi, Yûsuf el-Hemedânî’nin hayatı hakkında yazılan ilk eser veya belgenin varlığından ve onun Sultan Sencer’in yanına gönderildiğinden bahsediyor. Bu ese-rin Merv kütüphanesinde olması büyük ihtimaldir. Simnani, Yûsuf el-Hemedânî’nin hayatından bahsederken bu belgeye da-yanması mümkündür. Zira, Gucdevanî, Yûsuf el-Hemedânî’nin

6 F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 68.7 Abdulhalik Gucduvani ‘Makamat-ı Yusuf Hemedani’ F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 70-71. İslam ansiklopedisi, cilt 44, s. 13. Necdet Tosun; Ali Şir Nevayi. Nesayimü’l Mahabba min Şemayimi’l-Fütüvve, İstanbul 1979, s. 78.

11

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

irşad merkezi olan Merv şehrinde hiç bir zaman olmadığı hal-de, Abdülkerîm Semânî Merv’de doğmuş ve orada uzun süre Yûsuf el-Hemedânî’den eğitim almıştır. İbn Asakir ‘Kitâbü’l-Erbâîn fî menâķıbi ümmihâti’l-müminîn’ eserinde Semani’nin 531 yılda Merv’de Hemedani ile görüştüğünü bildiriyor.8

Bu eserlerin sonraki dönemlerde nakşibendi şeyhleri tarafın-dan yazılmasında asıl amac, Abdülhalik Gucdevanî’nin Yûsuf el-Hemedânî’nin irşad makamına tayin ettiği halifelerinden olmasını iddia etmek ve Gucdevanî’nin ihdas ettiği kuralla-rı onun devamçılarına anlatmak olmuştur. Bu eserde, Yûsuf el-Hemedânî’nin cehri zikir yapmadığını, ihtiyar yaşlarında evlendiğini, türkçe bilmediğini ve diğer bu gibi bilgiler gerçek-leri yansıtmıyor. Zira, Reşahat, Nefahat gibi kaynaklarda onun cehri zikir yaptığı gösteriliyor. Anlaşıldığı gibi, bu risalenin yazarları Yûsuf el-Hemedânî’nin hayatını Nakşibenbi kuralları-na uygunlaştırmağa ve bununla yaptıklarına hak kazandırmağa çalışmışlar.

***Muhammed Parsa’nın ‘Risâle-i kutsiyye’ eseri ilk Nakşi-

bendiyye kaynaklarındandır. Bu, sanki yetkin müridlere Nakşi-bendiyye’nin temel ilkelerini anlatmağa çalışan ilmi-felsefi bir eserdir. Buradaki konular kısaltılıyor ve onlar arasındaki ilişki-ler kayboluyor. Sunulan konuların bir çoğunun diğer eserlerden götürüldüğü ortaya çıkmıştır. Mesala, eserin giriş bölümündeki risalelerin üçte biri Ferideddin Attar’ın ‘Tezkiretü’l evliya’ ese-rinin giriş bölümünden götürülmüştür. Nakşibendiliğe ait diğer eserlerde olduğu gibi, burada da kaynaklar gizletiliyor.

***Bahâeddin Nakşibend’e nisbet edilen bazı şiir ve risalele-

rin olduğu ihtimal olunsa da, çağdaş araştırmalar onun kendi eserlerinin olmadığını gösteriyor.9 Aynı zamanda, ‘Reşahat’ ve

8 Bununla ilgili olarak bu kitabın “Abdülhalik Gucdevanî Yûsuf el-Hemedânî ile buluşmuş mudur?” konusuna dikkat edin.9 Bahâeddin Nakşibend’e nisbet edilen bazı şiirler le Silkül-envâr, Hediyyetü’s-sâlikîn ve tuhletü’t-talibin (Hediyyelü’l- “arifin, II, 173; Keşfü’z-zunûn, II, 2042),

12

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

‘Nefahât’ eserlerinde Bahâeddin Nakşibendi’ye nisbet edilen hiçbir eserden bahsedilmiyor. Bu eserler ortada olmadığı için Muhammed Pârsâ Risâle-i Kudsiyye eserinde böyle yazmıştır: “Bu eseri (Risâle-i kutsiyye), aciz ve zayıf kul Muhammed b. el-Hafız el-Buhari, samimiyetle ve hayra vesile olur ümidiyle kaleme aldı. Yüce zatların ve dostlarımızın emir ve işaretleriyle bu kudsi sözlerden birkaçını teberrük niyetiyle ve ünsiyete ve-sile olması dileğiyle yazdı. Böylece sadık müridleri ve sevenle-ri, efendimiz Hace Bahaeddin’in (k.s) sözlerini dinleyip istifade etmiş, sanki o hazretin sohbet meclisinde bulunup bizzat onu dinlemiş gibi olsunlar. Yüce hallerin bahçesinde esen rüzgarın esintisinden bir nebzecik de olsa sadık talebelerinin can kulağı-na ulaşsın. Gönülleri ve ruhları onunla bizzat rahatlasın.”10

Alaeddin Attâr’a, Bahâeddin Nakşibend’in sözle rini ve men-kıbelerini toplayan “Makamât-ı Bahâ’eddîn Nakşibend” adlı bir eser atfedilmektedir. Muhammed Pârsâ’nın Attâr’ın sohbet meclislerinde kay dettiği konuşmalardan bir kısmı, yirmi yedi parça halinde Reşehât’ta nakledil miştir.11

***Hoca Ali Râmîtenî’nin kısa hayat tarihçesini, onun sözle-

rinden oluşan 16 parça rivâyeti ve kerâmetlerini anlatan üç uzunca hikâyeyi ve özellikle tarîkatın 10 kuralını (usûl-i aşere) oluşturan sözlerini içeren ve ona nisbet edilen ‘Risâle-i Şerî-fe-i Hoca Azîzân Ali Râmîtenî’ isimli küçük bir eser vardır. Bu eserdeki bilgilerle ‘Reşahat’ eserindeki bilgiler arasında uygunsuzluklar vardır.12 Bu nedenle, Nakşbendî kaynakları bu eserle ilgili susmağa üstünlük vermiştir. Temel nakşibendi kay-nağı olan ‘Reşahat’ eserinde bu kitap hakkında bir bilgi yoktur. Fakat, Reşahat’ın yazılmasında bu kitaptan bir bilgi kaynağı

Hayâtnâme, Delîlü’l-Câşıkîn (Hüseyin Vassâf, II, 8-18) gibi risalelerin olduğu ihtimal olunuyor. Fakat, araştırmalar bu eserlerin ona ait olmadığını gösteriyor. (İslam Ansiklopedisi, Bahâeddin Nakşibend, cilt 4. S. 460).10 Hace Muhammed Parsa Risale-i Kudsiyye. s. 111.11 İslam Ansiklopedisi, TDV: 2/319-320.12 Bu eser, 1924’te Delhi’de basılan ve Nakşbendî risâlelerinden oluşan bir mecmua içinde (Resâil-i Sitte-ı Zarûriyye, s. 7-11) bulunmaktadır. Devin De Weese, s. 313-337.

13

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

olarak kullandıkları muhakkaktır. Zira, bu eser Hacegan tarikatı ile bağlı Buhara’da kayda geçen ilk eserlerden olmuştur. O, Reşahat’ta sürekli olarak ismi zikredilmeyen bir veya birkaç kitaptan biri olabilirdi.

XVIII Yüzyılda Hârezm’de yazılan menkıbevî bir eserde yazılıyor ki, Râmîtenî’nin küçük oğlu Hoca İbrâhim babasının sözlerini kayda geçiren ilk şahıs olmuştur. Onun topladıkları Menâkıb’ın mevcud versiyonunun giriş kısmını oluşturuyor. Râmîtenî’nin vefatından sonra irşad postuna oturan ve Hâ-rezm’deki hânkâhın şeyhliğini sürdüren Hoca İbrâhim’in ba-basından duyup kaleme aldığı sözler birinci bölümde, Hoca İbrâhim’in kaleme aldığı risâlede bulunmayan fakat Hoca Abdülhâlikîler ve Azîzân’ın mürîdleri arasında cârî olan sözleri ikinci bölümde yer alıyor.

Bu eser, Hoca Ali Râmîtenî’nin yaşadığı dönemden başla-yarak birkaç yüzyıl sonra farklı yazarlar tarafından yeniden ele alınmış, ona bazı ilaveler edilmiş ve hatta, bazı yazılar de-ğiştirilmiş ve eser genişletilmiştir. Yazarının isminden dolayı ‘Tezkire-i Tâhir Îşân’ olarak bilinen bu eser 1744 senesinde tamamlanmıştır. XV yüzyılın başlarında Muhammed b. Nizâm el-Hârezmî el-Erzengî isminde bilinmeyen bir zât Belh şehrin-de yazılı olarak ele getirdiği bu eserin mevcud hâliyle (şerhli) derleyicisi hesap ediliyor. O, böyle yazıyor: “Bu esere, Hoca İbrâhim’in eserinde bulunmayan ama onun mürîdleri ile Hoca Abdülhâlikîler arasında bilinen bazı sözleri de ekledim.”13

Anlaşıldığı gibi, o, Hoca İbrâhim ve Râmîtenî ile görüşme-miştir. Onun kendisi hakkında söylediği sözler, onun Râmî-tenî’ye ulaşan özel bir silsileye müntesip olmadığını, muhteme-len Abdülhâlik Gucdüvânî’nin yoluna bağlı olduğunu îmâ eder. Zira, Erzengî bu eserde sessiz zikri savunduğu halde, sesli zikri ve tasavvuf geleneklerini eleştiriyor ve bunu yapan gruplara karşı çıkıyor.14 O, eserin ikinci bölümde Hoca Abdülhâlik Guc-duvani ve Azîzân’ın mürîdleri arasında cârî olan sözler üzerine kendi yorumlarını sunar ve Râmîtenîye nisbet edilen birkaç

13 Devin De Weese. s. 315. Eserin bu ve diğer yerlerinde ‘Hoca Abdülhâlikîler’, yani ‘Hoca Abdülhâlik Gucduvani yolunun devamçıları’ kavramı geniş kullanılıyor. 14 Devin De Weese. s. 322-325.

14

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

rivâyetler ve sözler “Hoca Abdülhâlikîler’in mürîdlerine”, yani Abdülhâlik Gucdüvânî’ye bağlı gruplara atfediliyor. İşte, bu eserde bir daha Abdülhâlikîler’in Hacegan tarikatından ayrı bir kurum olduğu kanıtlanıyor. Erzengî bunu esere ettiği yorum ve ilavelerinde bir daha ortaya koyuyor. Nakşibendiler bu kaynağa baş vurmağa ihtiyat ettiklerinden dolayı, onu az zikretmişlerdir.

***Abdurrahman Câmî’nin “Nefahatü’l-üns min hazarati’l

kuds” eseri Nakşibendiyye’nin diğer önemli kaynağıdır. Bu eser, 883 (1478) yılında Ali Şir Nevai’nin isteği üzerine farsca kaleme alınmıştır. Bu eserin aslı 103 sufinin biyografisini sunan Muhammed b. Hüseyin es-Sülemi’nin “Tabakatü’s-sufiyye” eserine dayanıyor. Sülemi’nin bu eseri sonra Hace Abdulah-ı Herevi tarafından farscanın Herat lehcesine tercüme edilmiş ve 120 sufinin biyografisi ilave edilerek aynı adla basılmıştır. Cami ise, Abdulah Herevi’nin tercümesini sadeleştirerek, ken-di dönemine kadar yetişen sufilerin biyografilerini de ekleyek (toplam 600 sufinin) yeniden telif etmiştir. O, Herevi’nin tasav-vuf anlamlarına yapdığı açıklamaları bir yana bırakarak, onla-rın açıklanmasında diğer kaynaklardan, özellikle Feridüddin Attar’ın “Tezkiretü’l-evliya” eserinden yararlanmıştır.15 Fakat, Cami’den farklı olarak Herevi çağdaşı oldukları halde, birkaç sufilerden bahsetmemiştir. Mahmud Abidi de aynıyla Cami’yi şii veya şii temayüllü sufi ve ariflere eserinde yer vermediği için tenkit etmiştir. 901 (1495) yılında Ali Şir Nevai 170 türk ve hint kökenli sufinin biyografisi ekleyerek, bu eseri çağatay türkcesine tercüme etmiş ve bu eser 927 (1521) yılında Lamii Çelebi tarafından bazı ilavelerle Anadolu türkcesine çevrilmiş-tir.16

Göründüğü gibi, Abdurrahman Câmî kendi döneminde ya-şayan ve Herevi’nin eserinde hatırlamadığı sufilerin sayını aşa-ğı-yukarı 377’e kadar artırmıştır (103+120+377=600). Onlar

15 Fakat, ne Feridüddin Attar’ın “Tezkiretü’l-evliya” eserinde, ne de ondan önceki Hüseyin es-Sülemi ve Abdulah-ı Herevi’nin muvafık eserlerinde Hacegan ve Nakşibendiyye tarikatı şeyhlerinden bahsedilmiyor. 16 İslam Ansiklopedisi, TDV; cilt 32. s. 521.

15

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

arasında özellikle sünni temayüllü Hacegan ve Nakşibendiyye tarikatına ait sufiler çoğunluk oluşturmuştur. O, Nefahât ese-rinin Hâce Ubey dullah Ahrâr’ı anlattığı bölümün sonun da bir araştırmacı gibi yazıyor: “Hâcegân tarikatına mensup büyük şahsiyetlerin, bilhassa Bahâeddin Nakşibend ve arkadaşlarının söz ve davra nışları ile tarikattaki yöntemleri incelen diğinde bunların Ehl-i sünnet mezhebi akîdesine tamamıyla bağlı ol-dukları, şe riat ve sünnete uygun bir yol tuttukları açıkça anla-şılmaktadır.” (Nefahat 413)

Abdurrahman Câmî eserinde evveller kimse tarafından orta-ya koyulmayan Nakşibendiyye tarikatı temsilcilerinden bahset-miş ve aynı zamanda Hacegan ile Nakşibendiyye’ni bir araya getirmeğe çalışmıştır. İlk defa Nakşîbendîyye kelimesinin onun tarafından kullanıldığı söyleniyor.17 Araştırmacıların çoğu Ab-durrahman Câmî’nin Nakşibendi olduğunu söylüyorlar. Bunu kanıtlamak için, onun hayat ve düşüncelerinin ciddi şekilde araştırılması gerekiyor.

“Abdurrahman Câmî - lakabı İmadüddin, meşhuru Nured-din... (Ho rasan’ın) Cam kasabasında 817 (1412) tarihinde dün-yaya geldiler. Silsileleri, müctehitlerin büyüğü imam Muham-med Hazretlerine varır. İmam Muhammed. İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleriyle de akraba... (Reş, 169-170). İsfahan’dan Horasan’a göç eden dede si Şemseddin Muhammed, burada Ha-nefi mezhebinin Ebu Hanife’den sonraki en ünlü iki bilginin-den biri olan İmam Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî (ö. 189/ 805) neslinden gelen birinin kızıyla evlen miş, bu evlilikten babası Nizâmeddin Ah med dünyaya gelmiştir.

Abdurrahman Câmî beş yaşında Şeyh Muhammed Pârisâ’nı gördüğünden şöyle bahseder: “Hoca Muhammed Pârisâ Haz-retleri 822 senesinde Hicaz seferi niyetiyle Şam’dan geçerler-ken, pederim, yakınlarından bir kafile insanla kendilerini kar-şılamaya çıkmışlardı. Ben o zaman beş yaşımı henüz tamam-lamamıştım. Babam beni akrabamızdan birinin omuzlarında beraberine almıştı. Beni Hoca Hazretlerinin huzuruna sürdüler. Hoca Hazretlerinin iltifat ve nevazişlerine nail oldum. Bana

17 Necdet Tosun, age, s. 98.

16

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

bir çiçek hediye ettiler. O gün bugün 60 yıl geçti. Hâlâ nurlu yüzlerinin safası ve mübarek şekillerinin zevki gönlümdedir. Umarım ki, «Hâcegân» hanedanına bağlılığım ve sevgim, beni dairelerine kabule ve aralarında haşr olunmamı temine vesile olur. Çocukluğunda tanıdığı büyüklerden biri de Fahreddin Lâ-ristânî’dir. (Reş, 174).

Anlaşıldığı gibi, Câmî’nin babasının Muhammed Pârisâ ile ilişkileri olmuştur. Bu ilişkiler Câmî’nin sonradan Nakşibendi-ler ile yaklaşmasına etki sağlayabilirdi. Fakat, Câmî’nin ‘Ne-fahât’ eserinin bir bölümünün erseye gelmesinde Muhammed Pârisâ’nın birbaşa etkisi söz konusu olamazdı. Zira, Câmî 822 (Muhammed Pârisâ’nın vefat tarihi) yılında beş yaşında ol-muş18 ve ‘Nefahât’ eserini 878 yılında kaleme almıştır. O, son-ralar Muhammed Pârsâ’nın eserlerindeki bazı sözlerden derlen-miş ‘Sühânân-ı Hâce Pârsâ’ adlı bir risale ortaya koymuştur.

Abdurrahman Câmî “küçük yaşta Herat’a geliyorlar ve ora-da Nizamiye medresesinde tahsile başlayıp henüz bulûğ çağına varmadan zekâlariyle hocalarını ve arkadaşlarını teşhir ediyor-lar.” (Reş, 170) O, Orta Asya, İran, Kafkasya, Hindistan, Ana-dolu gibi çeşitli bölgelerde Molla Câmî ünvanıyla tanınmıştır.

Abdurrahman Câmî’nin Nakşibendiler ile yaklaşmasına etki sağlayan şahıslar Sadeddin Kaşgarî ve onun oğlu Hoca Külan olmuştur. Zira, Abdurrahman Câmî ilk önce büyük kayınpederi Sadeddîn Kâşgarî’ye intisap etmiştir. Aynı zamanda o, Re-şahât’ın müellifi iranlı yazar Safi Fahreddin Ali (1462-1533) ile bacanak olmuşlar. “Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî Hazretlerinin oğlu Hoca Külanın iki kızından biri Mevlânâ Cami Hazretleri-nin, öbürü de bu eserin muharriri Şeyh Safî’nin zevcesi... Yani Mevlânâ Cami ile Mevlânâ Safî Hazretleri bacanak.” (Reş, 187).

Abdurrahman Câmî “Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî Hazretleri-nin irşâd kucağına atılıyor. Mürşidinden aldığı telkinlerle bütün bu hâllerin Hâcegân yoluna bağlı bir tasavvuf eseri olduğunu anlayan Mevlânâ Camî, yapıştığı velî eteğini bir daha bırakmı-yor.” (Reş, 174) 18 Yani onun doğum yılı 817 veya 818 olmuştur. O, 822 yılında Muhammed Pârisâ ile görüştükten birkaç ay sonra muhtemelen Pârisâ vefat etmiştir.

17

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Sa’deddîn Kâşgarî Alâeddin Attâr’dan sonra silsilenin başında dayanan Yaküb Çerhi ve Übeydullah Ahrar’a bağlı olmuştur. Abdurrahman Câmî, Kâşgarî’nin vefatından sonra (860/1456) halefi Hâce Ubeydullah Ahrâr’a çok sık bağlanmış-tır. Onunla birkaç kez görüşmüş ve mektuplaşmıştır. Manzum ve mensur eserlerinin çeşitli yerlerinde onu her fır satta övmüş ve ölümünde de (895/1490) uzunca bir mersiye kaleme almış-tır. Ubey dullah Ahrâr’ın Câmî üzerindeki tesirinin diğer nakşî şeyhlerinden (Muhammed Pârsâ, Mevlânâ Fahreddin Lûristânî, Bahâeddin Ömer Bâğıstân) daha fazla ol muştur.19

“Mevlânâ Camî ile Ubeydullah Taşkendî arasında dört kere buluşma oluyor, îki kere Semerkant’da... Üçüncüsü, Mirza Sul-tan Ebu Said zamanında Hoca Ubeydullah Hazretleri Mâvera-ünnehr’den Horasan’a geldikleri sırada Herat’ta... Dördüncüsü de, Hoca Ubeydullah Hazretleri aynı sultanın ricasiyle Merv’e geldikleri vakit, Mevlânâ Camî’nin kendilerini görmek üzere oraya gidişinde.. Merv’de Hoca Ubeydullah Hazretleri Mev-lânâ Camî’ye soruyorlar: “Yaşınız kaçtır?” “Elli beş”... “Bizim-ki sizden on iki yaş fazla... Mevlânâ Camî Hazretlerinin Hoca Ubeydullah Hazretleri hakkındaki manzum ve mensur yazıları pek meşhurdur ve onlardan bahsetmeğe lüzum yoktur. Şu var ki, bu yazılarda, Mevlânâ’nın Hoca Ubeydullah’a ne büyük bir ihlâsla bağlandığı, her türlü tasavvurun üstündedir. Mevlânâ Camî Hazretleri Semerkant’a üç kere varmışlar. Birincisi Mir-za Uluğ bey zamanında tahsil için... İkincisi Hoca Ubeydullah Hazretlerinin sohbetine can atmak için. Üçüncüsü de yine Hoca Hazretleriyle buluşmak için... Mevlânâ Camî ile Hoca Ubey-dullah Hazretlerinin sohbetleri sükût içinde, âdeta lisansız ge-çermiş.” (Reş, 176-177).

Onların Semerkant’taki görüşleri sırasında Camî genc ol-muştur. O, nakam sevgisinden dolayı Herat’ı terk ederek Se-merkant’a geldiğinde Ubeydullah Ahrar ile tanışmıştır. Aslında, onun Ubeydullah Ahrar’ın ilmine ihtiyacı olmamıştır. Zira, bunu Ubeydullah Ahrar’ın kendisi de tasdik etmiştir: “Ho-rasan’da Mevlânâ Camî’yi görenlerin, buraya ve bize kadar

19 İslam Ansiklopedisi, cilt 7. s. 95-96.

18

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

zahmet etmelerine ihtiyaç yoktur. Horasan’da nur deryası dal-galanırken, halk, küçük bir ateş yakmak için Mâveraünnehr’e geliyor.” (Reş, 179).

Ubeydullah Ahrar’ın aslında onun ilmine ve istidadına ih-tiyacı vardır. Bu nedenle, nakşibendi şeyhleri genc Cami’ni kendi taraflarına çekmeğe çalışmışlardır. Sonunda, o, Herat’taki nakşibendilerin şeyhi Sadeddîn Kâşgarî’nin torunu ile evlen-miştir. Ubeydullah Ahrar ile Sadeddîn Kâşgarî, onun nakşiben-diliğe yaklaşmasına etki sağlamışlardır.

Onların üçüncü görüşleri Herat’ta olmuştur. Bu görüş hicri 877 yılından (1471) sonra gerçekleşebilirdi. Zira, o, hicri 877 tarihinde Hac dönüşü (Reş, 178) Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın daveti üzerine Tebriz’e gelerek bir müddet burada kalmış, Uzun Hasan’ın ısrarına rağmen Herat’a dönmüştür. Onun talebelerinden biri de Kafkasya’nın Şirvan bölgesinden olan Mesud Şirvani olmuştur (öldü 1531).20 Bu görüş süresinde ilk kez böyle bir eserin ortaya koyulması ilgili sohbetlerin ol-ması mümkündür.

Onların dördüncü görüşleri Merv’de olmuştur. Bu zaman Camî 55 yaşında olduğunda, Ahrar 67 yaşında olmuştur (Ca-minin doğum tarihi 817/1412+55=873/1467). Bu tarih, 873 (1467) yılına tesadüf ediyor. Burada bir çelişki vardır. Yani, anlaşıldığı gibi Merv görüşü dördüncü değil, üçüncü görüş olabilirdi. O zaman, Ahrar’ın doğum tarihi 806/1403 değil, 803/1400 olacaktır. Yani 1467 yılında Ahrar’ın 67 yaşı (55+12) vardıysa, o zaman doğum tarihinin 803/1400 yıl olması gere-kiyor (1467-67=1400). Bu imkansızdır. Zira, Reşahat eserinde onun doğum tarihinin Timur’un ölüm tarihinden bir yıl sonra olduğu bildiriliyor. O zaman, Reşahat’ta Ubeydullah Ahrar ile Cami’nin birkaç görüşmesiyle bağlı sunulan bilgilerin çoğu-nun doğru olmadığı ortadadır. Fakat, doğru olan Ubeydullah Ahrar’ın Cami’ye Nefahat eserine nakşibendilikle ilgili bir bölümün salınması hakkında gösteriş vermesidir. Nefahat eseri, 1478 yılında, yani onların görüşünden birkaç yıl sonra yazıl-mıştır.

20 Necdet Tosun, s.137-140.

19

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Anlaşıldığı gibi, Cami küçük yaşlarından başlayarak son günlerine kadar Nakşibendiliğin hüküm sürdüğü bir ortamda yaşamıştır. Onun babası, kayınpederi, bacanağı ve birkaç ar-kadaşları birbaşa veya dolayı olarak Nakşibendiyye’ye bağlı olmuşlar. Bunlar onun düşüncelerine ve yazdığı eserlere, özel-likle Nefahat eserine birbaşa ve dolayı etki sağlamıştır. Fakat, kendisinin anlatdığı gibi, o, hiç bir tarikata bağlanmamıştır:

“Diyorlar ki: Kimseden ders almadım ki, onun bana hükmet-tiğini, beni istilâsı ve fermanı altına aldığını görmüş olayım. Kendi öz anlayışımla bunların hepsine galib çıkardım. Kimse-nin, benini üzerimde, bir şey öğretmiş olma hakkı yoktur. Ben hakikatte kendi babamın talebesiyim, başkasının değil...” (Reş, 170).

Cami’nin bu sözleri onun kimseye bağlı olmadığını ve dini-dünyevi ilimleri araştıran bağımsız bir alim olduğunu gösteri-yor. O, Nakşibendiyye’ye mensup birisi olsaydı böyle yazmaz-dı. O, bu yazısı ile onu nakşibendi veya her hangi bir tarikata ait eden dedikodulara sanki kendi itirazını bildiriyor. Abdur-rahman Câmî’nin Nakşibendiyye’ye bağlı olmadığını gösteren birkaç deliller vardır. Onlardan biri, onun Nakşibendiler gibi sessiz zikri değil, cehri (sesli) zikri desteklemesi idi. Reşahât’ın müellifi Fahreddin Ali Safî onun İmam Ali’den gelen cehri zik-ri savunduğunu böyle anlatıyor:

“Açık (cehri) zikre fazla düştüğü için çekiştirilen bir adam mevzuun da dediler ki: “Kıyamet gününde onun ettiği açık zikir kendisini kurtar maya yeter! Onun açık zikrinden öyle bir nur fışkırır ki, bütün kıyamet sahrasını aydınlatır. Açık zikirde öyle bir hususilik var dır ki, gizli (sessiz) zikirde bulunmaz. Akıl, onun mefhumiyle, hayal, tasavvuruyle, kulak da işitilmesiyle teessüre düşer ve bu hâl bütün vücuda yayılır. (Reş, 179-180). ..“Ve buyuruyorlar: “Zikir insanda kendinden geçiş hâlini mey-dana getirince bu hâli düz bir çizgi farzetmek ve onun götüre-ceği yoldan tek ve toplu istikamette kalmak icap eder. Kâinatın Efendisi, Hazreti Ali’ye, yolu, dümdüz bir çizgi kabul etmeleri-ni emir buyurmuş lardır.” (Reş, 189).

Yahut, Câmî 877’de (1472) Bağdat’ta iken bazı şiîler onun sünni mezhebine bağlılığından dolayı “Silsiletü’z-zeheb” mes-

20

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

nevisinin Ehl-i Beyt sevgisiyle ilgili bölümünü tahrif ederek onun aleyhinde kullanmak istemişler. O, Ehl-i Beyt’i sevmenin Kuran’ın emri olduğunu söylemiş ve Silsiletü’z-zeheb’in Ehl-i Beyt ile ilgili bölümlerini okuyarak muarızlarını susturmuş, orada bulunan âlimlerin tak dirini kazanmıştır.21 Bu bir daha onun Nakşibendiyye’nin radikal sünniliğinden uzak olduğunu ve aynı zamanda onun etkisinden tam kurtulamadığını gösteri-yor.

Abdurrahman Câmî 898/1492 yılında vefat etmiştir.

***Fahreddin Ali Safî’nin “Reşahat’-ayn el-hayat” (Hayat

Pınarından Damlalar) eseri Nakşibendiyye’nin en önemli kay-nağıdır. Büyük ilim adamlarına verilen “Mevlana” ismini alan Fahreddin Ali Safi, ilk önce dini ve edebiyat bilgilerini babasın-dan, daha sonra eğitim aldığı Herat mektebinde Mevlana Cami ve Abdulgafur Lori gibi ilim adamlarından almıştır. O, birkaç eserin müellifidir.22 Fakat, onlar arasında farsca yazılan ‘Reşa-hat’ eseri daha çok ün kazanmıştır. Müellif bu eseri 909/1503 yılında yazmıştır.

‘Reşahat’ eseri üç makala, üç maksat ve sonuçtan oluşuyor. Üç makala kısmı Orta Asya’da Ubeydullah Ahrar’a kadar ya-şayan şeyhlerin hakkında kısa bilgiler veriyor. Fakat, eserin büyük kısmı Ubeydullah Ahrar’ın doğumu, gencliği ve vefatına kadar devam eden hayat tarihçesini, hutbelerini ve onun hak-kında söylenenleri kapsıyor.

‘Reşahat’ eserinin ortaya çıkmasında Ubeydullah Ahrar’ın ve onun halifelerinin rolü büyük olmuştur.23 Aslında, bu eser özellikle Ahrar’ın kendisinden bahsettiği için, burada yazılan-ların çoğu onun tarafından müellife söylenmiştir. Bu eserin meydana çıkmasının nedeni, yanlız bir bölümünde Nakşiben-diliği yansıtan ve Ubeydullah Ahrar hakkında kısa bilgi veren

21 Heft Evreng, s. 141-153. 22 “Reşahat aynel hayat”; “Lataif-ut tavaif”; “Hirz-ül-Amon min fitan-uz-zaman”; “Mahmud ve Az”; “Keşf-ül-Asrar”; “Enis-ül-arifin”; “Luğat Ali Safi”.. 23 Ubeydullah Ahrar’ın “Risale-i validiyye”, “Risale-i Huriyye” gibi birkaç eserin müellifi olduğu iddia ediliyor.

21

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

‘Nefahat’ eserinin yetersiz olmasıdır. Bu nedenle, Ubeydullah Ahrar bu konuların geniş yazılması için, Ali Safi’yi bu işle gö-revlendirmiştir.

Fahreddin Ali Safi 867/1461 yılında Herat’ta doğdu ve genclik dönemini Herat’ta geçirdi. O, Ubeydullah Ahrar ile görüşmek için Maverünnehir’e 889/1483 yılında, 22 yaşında sefer etmiştir (bu doğum tarihini doğru olduğunu tasdik edi-yor). Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî’nin oğlu Hoca Külan’ın iki kızından biri Mevlânâ Cami’nin, öbürü de Fahreddin Ali Sa-fi’nin zevcesi olmuştur. Yani Mevlânâ Cami ile Mevlânâ Safî bacanaktırlar (Reş, 187). Bu nedenle, ‘Reşahat’ eserinin ortaya çıkmasında onların da etkisi olmuştur.

Müellif yazıyor: “Bu fakir (kendisi) Hoca Ubeydullah Hazretlerinin eşiğini öpmek şerefini kazandığım zaman yolda Hâce Kulan ile müşerref olmak saadetini kazandım. Bu, Hâce Külân’ın Ubeydullah Hazretlerine ikinci ziyaretiydi. Bu fakiri görünce sordular: “Nereye gidiyorsun? Ne fikir ve maksatla?” Kısaca maksadımı anlattım. Dediler: “Bizden ayrılma, birbiri-mize arkadaşlık ederek yol alalım...” Razı oldum. Eşyamı kendi eşyaları arasına aldırdılar ve bu fakire türlü şefkat ve sahabet göstererek yol boyunca iltifatlarını esirgemediler. Menzilimize varınca Hoca Ubeydullah Hazretleri Hâce Külân’a büyük saygı gösterdi ve babası Mevlânâ Sadeddin Hazretleriyle olan münase-betlerinden hâtıralar anlattı. Daha sonra, ona, tenhada «nefs» ve «isbat» yoluyle zikir talim etti ve tenbihte bulundu: “Herat ta-raflarında size kim baş vurursa ona bu zikri emredin! Muhterem pederiniz Mevlânâ Sadeddin Hazretleri Herat’a gittikleri zaman henüz sülükleri tamam olmamıştı. Ama Herat’ta istekliler pey-dahlanıp onlara bir zikir şekli göstermek lâzım gelince bu yolu gösterdiler; kendileri de aynı yolda devam ettikleri için kemâle erdiler. Size de aynı yol gerekmektedir.” Bir müddet sonra Hoca Hazretleri Hâce Külân’a Horasan’a gitmek için icazet verdiler. Bana da annemi ve babamı görmek üzere beraber gitmemi emir buyurdular. Beraberce Buhara’ya geldik ve orada ayrıldık. Bir iki ay sonra kendileri Horasan’ı şereflendirdiler ve on beş yıl müddetle bu fakire gösterilmedik lütuf bırakmadılar. Beni oğul-luğa, damatlığa ve kulluğa kabul ettiler.” (Reş, 168-169).

22

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

‘Reşahat’ eserinin ortaya çıkmasında Ubeydullah Ahrar’ın ve onun taraftarlarının etkisini ve müellifin onun müridi ko-numunda olmasını kanıtlayan deliller, müellifin kendi diliyle söyleniliyor:

“Bu fakir, Hoca Ubeydullah hazretlerinden kulaklarımla işittiklerimi, hatırımda kalanlariyle nakletmiş bulunuyorum.” (Reş, 324).

“Bu fakir (eserin sahibi Şeyh Safiyüddin), hoca Ubeydullah Taşkendî Hazretlerinden vasıtasız olarak dinlediklerini, Emîr Abdülevvel ve Mevlânâ Mehmed kaadi hazretlerinden dinle-diklerini kesin olarak belirtmeği emanet borcu sayar ve onu yerine getirmeği en aziz vazife bilir.” (Reş, 241).

“Hoca Hazretlerinin halkalarındaki bağlılar sayılmayacak kadar çoksa da, biz bu eserde Hoca Ubeydullah Taşkendi Haz-retleri tarafından görülmüş veya sözleri nakledilmiş olanları belirtmekle iktifa edeceğiz... Yukarıda, Mevlânâ Alâeddin Haz-retlerine ait sözler, Hoca Ubeydullah Taşkendi Hazretlerinin mübarek el yazılarıyle bir kitabın içine yazılmıştı. Onları gö-zümle gördüm.” (Reş, 211)

“Eskilerin eserlerini nakledici, büyüklerin haberlerini der-leyici, cennetliklerin menkıbelerini toplayıcı ve ermişlerin ma-kamlarını belirtici ‘Reşahat’ muharriri ‘Safî’ ismiyle tanınmış Mevlânâ Ali bin Hüseyin der ki: “Allah’ın sonsuz lütuf ve bere-ketiyle, bana, 889 yılı Zilka’de ayı sonlarında, velilik yolunun menzil noktası, hakikat kahramanı büyüklerin kutbu, din ile dünya ve gerçek hayat kılavuzu hoca Ubeydullah hazretlerinin eşiklerine yüz sürmek nasip oldu. Sonra da 893 Rebiülâhir ayı başlarında, bu eşiğe hizmet edenlerin ayaklarını öpmek şerefi el verdi. O saadet zamanında Hoca hazretlerinin yüksek meclisle-rinde daima Nakşî silsilesi ulularının hal ve menkıbeleri anılır ve bu hakîr insan da bütün bu anlatılanlardan nur ve şeref dev-şirirdi. Hususiyle o Hazretin dudaklarından dökülen sırlar ve incelikleri kavrayabilmek nimeti bu hakîr insana saadetlerin en büyüğünü verirdi. O sohbetlerdeki inci tanelerine benzer haki-kat cevherlerini, bu fakir, hafızasının sedef kabuklarında saklar ve tek noktasını örselemeksizin beyaz kâğıtlar üzerine dökerdi. Hâdiseler üst üste gelip de fena âleminde hiç bir iz bırakmama-

23

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

casına her şeyi eritip silince ben de o büyük kutuptan uzaklara düştüm ve onun eteğine yapışmış bulunmak nimetinden yoksun kaldım. O zaman düşündüm ki, saadet günlerim hikmet dolu anlarında o mübarek dudaklardan dokülen misilsiz kelimeleri bir arada toplayayım ve dertli kalblere aradıkları şifadan ilâç vereyim. Lâkin dünya engelleri uzun zaman bu emelimin ger-çekleşmesine sed çekti ve bu hal tam 16 yıl sürüp nihayet eski şevk ve niyet birdenbire ateş aldı, revnak buldu ve bu kitap 909 tarihinde meydana geldi. Kitabımızda, bu şerefli taife ulularının muteber kayıtlarla sabit ve bizzat Hoca hazretlerinden vesair azizlerden, vasıtalı vasıtasız şekilde öğrenilen menkıbeleri, en uygun tertibiyle yer almıştır. Bu eserden asıl murat Hoca Hazretlerinin hal ve menkıbeleri olduğu için evvelâ bu bahis tamama eriştirildi, ismi de ebcet hesabına göre 909 tutan (ese-rin nihayetlenme tarihi) bir isabetle «Reşahat Aynelhayat: Can damlaları» konuldu.” (Reş, 7-8).

Anlaşıldığı gibi, müellif Übeydullah Ahrar ile 893/1487 yılında bir daha görüşmüş ve iki yıldan sonra Übeydullah Ah-rar vefat etmiştir (1489/895). Son görüşten (893/1487) 16 yıl sonra, yani 909/1503 yılında ‘Reşahat’ eseri meydana gelmiştir. Müellif bilinmeyen sebepler yüzünden 16 yıl şeyhinden ayrı kalmıştır. O, bir zamanlar topladığı senetleri, kayıtları ve kendi hatıraları işe salarak, bu eseri erseye getirmiştir.

Fahreddin Ali Safî babasının (vaiz Hüseyin Kâşifi) ölümü üzerine yerine geçerek Herat camiinde vaiz vermeğe başlamış (1505), 1532’de bir yıl tutuklu kalmış ve sonra Herat’tan Gür-cistan’a giderek 1533 yılında orada vefat etmiştir. Onun hayatı ile ilgili bilgiler azdır.

***Ebu Muhsin Muhammed Bekir ibn Muhammed Ali

“Hoca Bahaeddin Nakşibend’in makamları” eseri hicri 804/1401) yılında yazılmıştır. Müellif Bahaeddin Nakşibend’in döneminde yaşamış ve bu kitabı yazarken onun müridleri olan Alaeddin Attar, Muhammed Parsa’nı birbaşa dinlemiştir. Mü-ellif bu eserin daha önce yazılmamasının nedenini, dönemin sıkıntıları ile ilgilendiriyor. Bu eserde Bahaeddin Nakşibend’in

24

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

soyundan (Mukaddeme bölümü), onun ilk tasavvufi hallarından (Birinci maksat bölümü), onun tasavvufi makamları hakkında rivayetlerden (İkinci maksat bölümü), onun kerametlerinden (üçüncü maksat bölümü) ve vefatından (hatime bölümü) bahse-diliyor.24

***

Şihabeddin bin Emir Hamza’nın “Makamat-i Emir Kü-lal” eseri, Seyyid Emir Külal hakkında geniş bilgiler yansıtan kaynaktır. Eser, Emir Külal’ın torununun oğlu ve Emir Ham-za’nın büyük oğlunun ana tarafından torunu olan Şihabeddin tarafından kaleme alınmıştır. Emir Külal vefat etmeden önce (28 kasım 1370) oğlu Emir Hamza’nı Hacegan tarikatının şeyhi ilan etmiştir. Emir Hamza’nın tek bir kız evladından Şihabed-din dünyaya gelmiştir. O, hem Emir Kalan, hem de Emir Ham-za’nın müridi Hüsameddin Şaşi’nin etkisi altında olmuştur.

Müellif, 1406-1443 yıllarında “Makamat-i Emir Külal” ese-rinin bir kısmını kaleme almıştır. Eserin diğer kısımları sonrakı dönemlerde, yani Şihabeddinin vefatından (1443-1444) sonra esere kimlerse tarafından ilaveler edilmiştir. Düşünüyoruz ki, bu ilaveler belirli kısımlarla bitmemiş ve hem de metnin içine bazı isim ve sözleri artırmakla devam etmiştir.

Bu eserde Bahaeddin Nakşibend hiç önemsenmiyor. Emir Külal birkaç defasında onu yapdığı yanlış işlere ve tekebbüre göre cezalandırıyor. Dergahda yapılan cehri zikre karşı ses-siz zikri koyduğunda, onu dergahdan kovuyor ve müridlerine (Emir Hüseyin) onunla ilgi kurmasını yasaklıyor. Aynı zaman-da, onun Halil Hanın yanında cellatlık yapdığından ve Emir Külal’ın müridlerini katlettiğinden bahsediliyor. Biz bunlara ‘Reşahat’ eserinde de birbaşa veya dolayı olarak rastlıyoruz. Fakat, Bahaeddin Nakşibend ile ilgili eserde böyle olumsuz bil-gilerle yanaşı, onlarla zıt olan diğer olumlu bilgiler de veriliyor. Biz bunların sonradan esere ilave edildiğini düşünüyoruz.

Eserin Buhara’da saklanılan ve elde olunan tek yazısı 1830 yılına aittir. Bu eser sonrakı dönemlerde birkaç defa basılmıştır.

24 Ebu Muhsin, s. 2.

25

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Sonradan esere Abdullah Ansari, Ömer Hayyam ve Sadi Şira-zi’den birkaç şiir ilave edilmiştir.25

***

Cemaleddin Ahmed el-Kasani ed-Dehbid’in (Mahdum-i Azam) ‘Tanbih es-Salatin’ eseri Nakşibendiyye’nin kaynakla-rından biridir. O, tasavvufî konular üzerine otuz civarında Fars-ça risâlenin müellifidir. Müellif, Ubeydullah Ahrar’dan sonra Nakşibendiliğin en ünlü ideologlarından biri olmuştur.

Ahmed b. Celâliddîn el-Kâsânî 866’da (1461) Fergana böl-gesindeki Ahsîkes’in Kâsân kasabasında dünyaya geldi. O, bir tavsiye üzerine Taşkent’e gidip Ubeydullah Ahrâr’ın halifele-rinden Muhammed Kādî’ye intisap etti ve 12 yıldan sonra icâ-zet alarak Semerkant’ın yakınlarındaki Dehbîd köyüne yerleşti. Genellikle Dehbîd’de oturdu. Nakşibendiyye yolunda olduğu için, kendi memlekitinde takip olundu ve orayı terk etmek zorunda kaldı. O, 21 Muharrem 949’da (7 Mayıs 1542) Deh-bîd’de vefat etti.

Ahmed b. Celâliddîn el-Kâsânî, Şeybânî hanları ile iyi ilişkiler içinde bulunmuştur. O, ‘Risâle fî beyâni Silsile-i Naķşibendiyye’ adlı eserini Şeybânîler’den Canı Beg’in isteği üzerine kaleme aldı. Kendisine intisap eden Ubeydullah Han onunla daha sık görüşebilmek için evinin yanında ona bir ev tahsis etti. Kâsânî de Ubeydullah Han’ın bazı rubâîlerini şerhet-ti. Ayrıca Bâbür’ün yazdığı birkaç beyti Kâsânî’ye gönderdiği, Kâsânî’nin bunları şerhettiği ve “Risâle-i Bâbüriyye” adını ve-rerek Bâbür’e iade ettiği belirtilmektedir.26

‘Tanbih es-Salatin’ eserinin 1530-1532 yıllarında yazıldığı iddia olunuyor. Bu eser, Şeybani hanı Ubeydullah hana (1504 yılından Buhara emiri, 1533-1539 yıllarında Maverünnehir hü-kümdarı) ithaf olunmuştur. Bu eserde müellif kaynaklara daya-nılması gerektiği durumlarda ‘büyükler böyle söylemiştir’, ‘ta-rikatın büyüklerine göre’ ve diğer bu gibi ifadeleri kullanıyor. Müellif eserde Nakşibendiliğin temel ilkeleri arasına siyasetle

25 Şihabeddin bin Emir Hamza, s. 80.26 İslam Ansiklopedisi, cild 24, s. 531-532. Necdet Tosun.

26

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

uğraşmak ilkesini ilave ediyor. Zira, o, bunun Nakşibendiliğin ayakta kalmasının tek yolu olduğunu bildiriyor:

“Dönemin hükümdarlarının yardımı olmadan, asil ruha-ni silsilenin devamını sağlamak mümkün değildir. Zira, bu bir-lik insanlarının (yani Nakşibendilerin) feyz ve vecd halini inkar eden cahil ve bilgisiz insanlar fazladır. Bu nedenle, bu yüce bir-lik (Nakşibendiyye) dönemimizde dinsizlikte suçlandırıldı ve rahatsız edildi. Hükümdarlar onlara hamilik ettiklerinde, onlara itaat ederek inandılar ve diğerleri onlara zarar yetiremediler. Hükümdarlar bu birliğin (Nakşibendiyye’nin) ruhani yolunun hakikatine inanmasalar (Allah korusun!), düşmanlardan onlara büyük darbeler gelebilir ve hükümdarların yaptıkları tüm yara-mazlıklar onların ahlakına çevrilecektir.”27

Ahmed b. Celâliddîn el-Kâsânî bahsettiği bu sıkın-tılardan dolayı, Nakşibendiyye’nin birkaç kurallarından vaz geçmek zorunda kalmış (cehrî zikre ve semâa izin vermiş, başı açık olarak dolaşmak, sohbetlerde kasideler okuyup vecde gel-mek, teheccüd namazlarını cemaatle kılmak, ikindi namazından sonra istiğfarı cehrî olarak yapmak) ve bu nedenle, birçok Nak-şibendiler tarafından eleştirilmiştir.28

27 Mahdumi Azam, s. 411-412.28 İslam Ansiklopedisi, cilt 24, s. 532. Necdet Tosun.

1. BÖLÜM

Nakşibendiyye'nin kurucusu Abdülhalik Gücdevani

29

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Abdülhalik Gücdevani’nin doğumu

‘Reşahat’ eserinde Abdülhalik Gucdevânî hakkında şöyle yazılıyor: “Doğdukları ve medfun bulundukları yer, Buhara’da Gucdevan köyü. Gucdevan, Buhara’ya 6 fersah mesafede, şe-hirimsi büyük bir köy. Babasının ismi Abdülcemil. Zamanında, Abdülcemil İmam diye meşhur. İmam Malik evladından. Zahir ve batın ilimlerinde üstün ve müşkülü olanların baş vurduğu kapı. Hızır ile sohbetleri var. Kendisine bir erkek evladı olaca-ğını ve ismini “Abdülhalik” koymasını söyleyen de Hızır. Ab-dülhalik Gucdevanî Hazretlerinin babası, Malatya taraflarında otururken Maveraünnehr’e hicret etmiş, Buhara yakınlarında Gucdevan köyüne yerleşmiş ve Rum hükümdarlarından biri-nin kızı olan zevcesinden, orada, Abdülhalik dünyaya gelmiş.” (Reş, 21).

Abdülhalik Gucdevânî’ye ait edilen ‘Risâle-i Śâĥibiyye’ adlı eserinde anlattığına göre, babası, İmam Mâlik neslinden, zâhirî ve bâtınî ilimlere vâkıf bir âlim olan Malatyalı Abdülcemil İmam’dır. Düşmanları tarafından şehirden çıkarılan Malatya sultanının tahtına dönmesini sağlayan Abdülcemil, 113 yaşında olmasına rağmen, mükâfat olarak sultanın kızıyla evlendirilir. Bu arada Hızır, Abdülcemil’e bu evlilikten bir erkek çocuğu-nun doğacağı müjdesini verir ve adını Abdülhâliķ koymasını ister. Gucdüvânî, sebebini açıklamadığı bir husustan dolayı bir müddet sonra babasının Malatya’dan ayrılmak mecburiyetinde kaldığını ve Buhara’ya giderek Gucdüvân köyüne yerleştiğini,

30

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

kendisinin burada dünyaya geldiğini kaydeder.29

Kaynaklarda bildirildiği gibi, Abdülhalik Gucdevânî’nin ebeveynleri Malatya’lı olmuş ve o, dünyaya gelmeden önce oradan Buhara’ya hicret etmişlerdir. Yani, onlar Buhara’ya yerleştikten sonra Abdülhalik Gucdevânî dünyaya gelmiştir. O zaman, onların ne zaman Malatya’yı terk etdikleri ve ne zaman Buhara’ya geldikleri soru olarak kalıyor.

Bizim ilk önce XI yüzyılın sonu ve XII yüzyılın başlan-gıcında Malatya’daki tarihi durumu ortaya çıkarmamız gere-kiyor. Zira, Gucdevânî’nin ebeveynlerinin hicrete veya Guc-devânî’nin doğumuna kadar olan dönemde Malatya’da otur-dukları kaynaklarca kesindir.

*** XII-XIII yüzyılın bazı Müslüman ve Hıristiyan kaynakları

Malatya (Yunanca Melitene) ve onun çevresindeki şehirlerin tarihi hakkında dolgun bilgiler sunuyorlar. Bu kaynaklar arasın-da XIII yüzyılda Malatya’lı (aslen yahudi) Hıristiyan alim Gre-gory Abu’l Farac’ın (Bar Hebraeus) “Abu’l Farac’ın Tarihi” ve Malatya’lı Mihail Suriyalı’nın (1126-1199) “Kronik”, İbn el-Esir’in “el-Kamil fit-tarih” eserleri özel bir öneme sahiptirler.

Malatya ve onun bulunduğu bölge, doğuyla batı sınırında bulunduğundan, her zaman büyük doğu ve batı imperiyaları (Roma ve Ehemeniler, Bizans ve Sasaniler, Bizans ve Hilafet) onu kendi çıkarları için kullanmağa çalışmışlardır. Bu nedenle, Malatya ve onun bulunduğu bölge sonu bitmeyen savaşlara meydan olmuş, buradaki şehirler dağıtılmış ve bölge halkı da daima göç etmek zorunda kalmıştır. Bu tarihi olaylar, bölgenin etnik, dini ve kültürel yapısını değiştirmiş, onu doğuyla batının ortak yaşam haline getirmiştir. Doğu ve batı güçleri bölgede kendi çıkarlarını destekleyen grupların (dini, etnik, ideoloji) yerleştirilmesine çalışmışlardır. Bölgede yaranan devletler ve onların hükümdarları doğu ve batı gücleri, aynı zamanda top-lum dahilindeki farklı gruplar arasında dengeyi sağlayarak ken-

29 İslam Ansiklopedisi cilt: 14; s. 170. Hamid Algar.

31

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

di bağımsızlıklarını korumaya çalışmışlardır. Fakat, bu çabalar çoğu zaman başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Müslümanlar VII yüzyıldan başlayarak Anadolu’yu, özel-likle her iki taraf (Bizans ve Hilafet) için strateji önem taşıyan Malatya’yı ele geçirerek müslümanlaştırmak gayreti içinde olmalarına rağmen, bu isteklerine uzun süre ulaşamamışlardır.30 Zira, karşı taraf Malatya’yı elden vermeği kendi varlığının sonu gibi değerlendirmiştir. Bu nedenle, Müslümanlarla Romalılar arasında durmadan devam eden savaşlarda Malatya ve çevresi bir savaş alanına çevrilmiştir. Her iki taraf arasında durmadan devam eden savaşlarda şehirler harabeye çevrilmiş, surları yı-kılmış, dini ibadet yerleri dağıtılmış, insanlar katledilmiş, onlar göç edilmek, din değiştirmek zorunda kalmışlardır. Hilafet böl-gede etkisini artırmak için Müslüman-Arapları, Bizans ise Hı-ristiyanları yerleştirmek peşinde olmuşlardır. Savaşan taraflar arasında yapılan anlaşmalar sonucunda ele geçirilen esirlerin bir kısmı bazen geri verilmiş, bazen öldürülmüş, bazen de Müs-lüman esirler Hıristiyanlığı kabul etmek zorunda bırakılmışlar-dır. Malatya ve çevresi çok kısa aralıklarla Müslümanların ve Bizans’ın egemenliği altında olmuştur.31

30 İlk önce Yermük Savaşı’ndan (636) sonra Bizans ordusundan kaçanları takip eden İyâz b. Ganim, Malatya’ya kadar ilerlemiş ve burada yaşayan Hıristiyan halk onlara tabi olarak cizye vergisi ödemiştir. Bizans imperatoru Herakleios bundan sonra Malatya’yı yaktırmıştır. Bizans ordularını takip göreviyle Malatya’ya yollanan Habîb b. Meslem’e 638’de Malatya’yı fethetmiştir. Fakat, şehir yeniden Bizanslıların eline geçmiştir. Muâviye Suriye valiliğine tayin edilince Habîb b. Mesleme’yi tekrar Malatya üzerine sevketti ve şehir yeniden ele geçirildi (35/655-56). Fakat, şehir yeniden Bizanslıların eline geçmiştir. (İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fî’t-Târih, s. 489).31 Abdülmelik döneminde 123 (741) yılında bir defa daha müslümanlar tarafından fethedilen şehir yeniden imar edildi. Irak ve Suriye Müslümanlarının bir kısmını buraya yerleştirmişlerdir. Bizans kuvvetleri 133 (750-51) ve 138 (755-56) yıllarında şehri tekrar işgal ettiler. Abu’l Farac yazıyor: “Aynı yıl (m.752) bu kıral kalktı ve karargahını Malatya’nın önünde kurarak şehrin surunu kısmen yıktı. Nihayet şehrin içindeki Araplara söz verdi ve canlarına dokunmadı. Kıral, Claudia ile Arman de-Arba köylerinin ahalisini esir ederek götürdü. Bu yıl Ebul-Abbas da öldü.” (Abu’l Farac, cilt 1, s. 199) Fakat, Müslümanlar şehri ve bölgeni zamanla terk ettiler. - Abbâsî Halifesi Ebû Ca‘fer el-Mansûr 70.000 savaşçıyı Malatya’ya gönderdi ve şehir altı ay içerisinde yeniden inşa edildi. Bizans ordusu Malatya’ya yürüdülerse de yenilib geri döndüler (140/757). Sonraki yıllarda Bizans ordusu şehri yeniden ele geçirdiklerinde mescidleri yıkarak kilseler yüceltmiş ve şehri Müslümanlardan temizleyerek Hıristiyanları (Rumları, Ermenileri, Aramice konuşan Süryanileri, Nebatileri, Keldanileri, Yahudileri) oraya yerleştirmişlerdir. Abu’l Farac yazıyor:

32

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

930 yılından başlayarak Müslümanların kendi aralarında çıkan çekişmeler sonucunda Anadolu topraklarında etkileri zayıflamış, Bizans hükümeti ise bu yerlerde, özellikle Malatya ve onun çevresindeki bölgelerde egemenlik kazanmıştır. Yani, bu dönemden başlayarak Anadolu’daki azsaylı Müslümanlar sıkıştırılmış ve onların yerini Hıristiyanlar almıştır. Bağdad’da oturan Müslüman hükümdarlar Anadolu’da olan azsaylı Müs-lümanların veya Hilafetin egemenliğini kabul eden Hıristiyan-ların güvenliğini koruyamadıklarından dolayı zamanla onları

“Aynı yıl (m.835), ..Malatya valisi Ömer, Roma diyarına akın etti ve kıral Theophila, onu karşıladı, ilk önce Romalılar Arapları yendilerse de, daha sonra Araplar üstün geldiler ve Romalılar kaçtılar. Araplar kıralın karargahına girdiler, yatağını da, üst başını da yağma ettiler.” (Abu’l Farac.cilt 1. S. 223-224) Abu’l Farac yazıyor: “Bin yüz kırk sekiz (M. 837) yılında Theophila tekrar Zubatra’ya karşı yürüdü. Arapları da Hıristiyanları da, Yahudileri de insafsızca mahvetti. Daha sonra Malatya’dan geçerek burasını da yakıp yıktı ve Samosata’ya karşı ilerledi. Rabia’ya mensup bir kısım Araplar ile Malatya ahalisinin bir kısmı toplanarak Romalılara karşı yürüdüler. Fakat, Araplar yenildiler ve içlerinden 4.000 kişi maktul düştü. Theophila da Malatyalılara hücum için geri dönüp teslim olmadıkları takdirde Malatya’yı Zubatra’ya çevireceğini bildirdi. Bunun üzerine hakimler ve asilzadeler onun yanına gittiler, hediyeler takdim ettiler, Malatya’daki Roma esirlerini ona teslim ettiler; o da çadırlarını sökerek gitti.” (Abu’l Farac, cilt 1, s. 225) Abu’l Farac yazıyor: “Bin yuz elli iki (m. 841) yılında Ebu Said, Roma diyarına giderek esirler aldı, geri dönerken Romalılar Kilikya’da ona yetiştiler. O da esirleri geri verdi. Bunlar tekrar ilerledilerse de, hacalet içinde döndüler. Romalılar akın ederek Hades’den, Maraş’dan ve Malatya’dan esirler aldılar. Bu sırada Theophila, Mu’tasım’a hediyeler gönderdi ve arap esirlerinin mübadele edilmesini istedi. Mu’tasım hediyeleri kabul ederek iki misli hediyeler verdi ve “kanunumuz bir Müslumanı bir Romalı ile denk tutmağa müsait değildir. Fakat, siz Arapları iade ederseniz ve mükabilinde birşey istemezseniz, onların iki mislini size veririz ve her hususta size üstün geliriz” - dedi. Roma elçileri elli deve yükü hediyelerle geri döndüler ve iki taraf arasında sülh oldu.” (Abu’l Farac, cilt 1, s. 229). Ibn el-Esir “el-Kamil fit-tarih” eserinde hicri 246 (860-861) yılında Yunanlılardan 2367 esirin (c.VII. s. 59) geri alındığını, Müslümanların hicri 310 (922-923) yılında Malatya’nı ele geçirerek çok sayıda esir götürdüklerini (VIII, 101) ve sonra geri döndüklerini, Yunan hükümdarının hicri 314 (926-927) yılında Malatya’ya saldırarak orayı dağıttığını ve nüfuzunu esir götürdüğünü ve 16 günden sonra orayı terk ettiğini (VIII, 117), aynı yılda yeniden oraya saldırırken şehir ahalisinin onlara karşı direndiğini ve onlara zülüm yapanları şehirden uzaklaştırdığını ve Malatyalıların Bağdad’a giderek yardım dilediklerini, fakat, bu yardımdan mahrum kaldıklarını (VIII, 118), hicri 315 (927-928) yılında Yunanların saldırarak 400 Müslümanı esir götürdüklerini ve sonra hepsini katlettiklerini (VIII, 129), hicri 317 (929-930) yılında Malatyalıların Yunanlıların saldırılarına direnmek gücünü yitirdiklerinden dolayı yeniden Bağdad’dan yardım istediklerini ve yardım alamadıklarını (VIII, 158) bildiriyor.

33

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

kaybetmişlerdir.32 Müslümanların yeni saldırılarına rağmen, bölge yeniden Bizanslıların eline geçmiş ve Malatya bölgesi artık Müslümanların değil, Ermeni ve kısmen Süryani Hıristi-yanlarının oturduğu bölgeye çevrilmiştir. Müslüman hüküm-darlar Ermenilerin33 burada oturmasını bizzat desteklemişler.34

32 Bununla ilgili olarak İbn Esir “el-Kamil fit-tarih” eserinde böyle yazıyor: “(yıl 319-931 ocak) Yunan ordusu Samosat’a gelerek orayı kuşattı. Ahali, Muktedir’in Musul ve Diyar-Rabi’ye hakim tayin ettiği Said ibn Hamdani’den yardım istediler. Muktedir ona yunanlar üzerine saldırmağı ve Malatya’yı geri almağı emir etti. Malatyalılar zayıfladıklarından dolayı yunanlarla anlaşma yaparak şehrin anahtarlarını onlara teslim etmişlerdir. Bu nedenle, yunanlar Müslümanları yöneltmeğe başlamışlardır. Samosatlılrın elçisi geldiğinde, Said ibn Hamdani savaşa hazır idi. O, Yunanların şehri tam aldıkları sırada yetişti ve onları yenerek kaçmalarını sağladı. O, oradan (Samosat’tan) Malatya’ya yöneldi. Malatya’da çok sayıda yunan, Melih el-Ermeni’nin ordusu ve onların yanında Muktedir’in yakınlarından olan Buney ibn Nefis vardır. Buney ibn Nefis Hristiyanlığı kabul ederek mürted olmuş ve yunanlarla işbirliği yapmıştır. Onlar Said’in geldiğini duydukta şehri terk ettiler ve onun orduyla dışarıdan şehre dahil olarak ahaliye zülüm yapacağından korktular. Onlar şehri terk ettiler. Said şehre dahil oldu ve oraya yeni bir emir tayin etti. Oradan şevval ayında (yıl 931. 17 ekim-14 kasım) yunanların topraklarına saldırdı. Kendisinden ileride savaşa katılan iki ordu bölümü çok sayıda Yunanı katletti.” (Ibn el-Esir “el-Kamil fit-tarih” cilt VIII. S. 174-175).33 Aslında, Ermeni bir etnik kavram değildir. Bu kavram birkaç aşamadan geçmiştir. İlk önce Güney Kafkazya ve Doğu Anadolu bölgesinde oluşan eski “Dağlık Memleket” (Urartu, Ararat, Harmeni, Armeni) anlamına gelmişdir. Bu ülkede ve coğrafyada yaşayan insanlar “Dağlık Memleketin vatandaşları”, “Yükseklik insanı” (er-men) “dağlı” adıyla tanınmışlardır. Ortaçağda bu coğrafyada oturan nüfuzun bir kısmı Bizans’tan farklı ve ona düşman olan bir Hıristiyan mezhebini kabul etmiştir (Monofizit Gregorien, Pavlukien). Bu nedenle, ortodoks Bizans hükümeti onları farklı mezhepten olmasından dolayı ve ortodoks Hristiyanlardan farklı kılmak için, coğrafi Ermeni anlamını mezhepsel bir kavram anlamına getirmiştir. Nitekim, Müslümanlar da eskiden Ermenistan adıyla tanınan coğrafyanı ve Bizans’tan farklı Hıristiyanların yaşadığı dağlık bölgeni genel olarak Ermeniyye adlandırdılar. Bu bölgenin ekser nüfuzunun Müslüman olmasına rağmen, Ermeniyye eskide olduğu gibi hem coğrafi, hem de mezhepsel Hıristiyan kavramı olarak kullanıldı. Fakat, bölgenin Müslümanları yerli Hıristiyanlardan farklı kimliklerini ortaya koymak için, kendilerini Müslüman veya Türk adlandırdılar. Bölgede Hıristiyanların sayısının azalması ve Müslümanların artması, bu kavramın küçülmesine neden oldu. Sonralar bu bölgeye yerleşen Hıristiyan etnik Hayk kavmi bu kavrama sahip çıktılar ve Ermeni kavramını kendi etnik kimlikleriyle eşleşdirdiler. Oysa, eskiden bu kavram altında büyük bir tarih yazan yerli bölge halklarının (eski Türkler ve Kafkazlılar) sahibsiz tarihine, yani Ermeni tarihine ve onun kültürüne etnik Hayk kavimleri sahip çıktı. Eski Türk-Kafkaz kökenli Ermeni kaynakları Hayk diline çevrilerek, orijinal metinler ortadan kayboldu. Ermeni kavramını benimseyen Hayk kavmi bununla büyük bir coğrafyaya iddiada bulundu ve böylece, XIX yüzyıldan başlayarak büyük güçlerin elinde bir araca çevrildi.34 Abû’l-Farac yazıyor: “Philipicus isyan ederek Justinianus’u ve oğlu Tiberius’u öldürdü ve bizzat tahta geçti. Bu hükümdar toprakları içindeki Ermenileri kovdu,

34

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Zira, Bizanslar bu dönemlerde düşman mezhepte olan Ermeni ve Süryanilerden ve onların Araplarla olan ilişkilerinden korku-yorlardır.35

Musul Hamdani emiri Nasr üd-Devle El Hasan’ın (929-962) amcası Said üd-Devle Malatya’ya sefer düzenleyerek şehri Bi-zanslılardan geri almasından hemen sonra, 933 yılında, Kurku-as, Malatya’yı geri alarak surların tümünü yıktırıp, kenti savun-masız bırakmıştır. Bu savaş Malatya’nın dini ve kültür yapısını temel olarak değiştirdi. Bununla ilgili olarak İbn Esir böyle ya-zıyor: “Aynı yılda (322-933) domestik Kurkas 50 binlik yunan ordusuyla Malatya’ya yaklaştı ve uzun süre onu kuşattı. Şehir ahalisinin büyük kısmı aclıktan öldü. O, birinde haç işaresinin asıldığı iki çadır kurdurdu ve dedi: “Hıristiyanlığı kabul etmek isteyenler haç asılan çadıra yaklaşsınlar. Onların aileleri ve malları kendilerine verilecektir. Müslüman kalmak isteyen di-ğer çadıra yönelsin! Onun yaşam hakkı tanınacak ve güvenilir bir yere götürülecektir.” Müslümanların büyük kısmı ailelerine ve mallarına olan bağlılıklarından dolayı haç asılan çadıra yö-neldiler.36 O, yerde kalanları (yani Müslümanları) bir keşişin rehberliği altında güvenilir bir yere gönderdi. O, II Cümade ayının ilk gününde, pazar günü (yıl 934. 19 mayız-16 haziran) orayı (Malatya’yı) teslim aldı. Onlar (yunanlar) Samosat’ı da ele geçirerek harabe ettiler, çok sayıda insanı katlederek kor-kunc zülümler yaptılar. Bu ülkelerin büyük kısmı onların ege-

Araplar da onları Malatya’ya yerleştirdiler. Bu yüzden burası Arabistan Ermenilerinin sahası olarak tanındı. Böylece, Ermeniler Arapların müttefiki ve Romalı’ların düşmanı kesildiler.” (Abu’l Farac. Cilt 1. S. 190-191).35 Roma’nın Pavlukien mezhebinden olan Ermenileri diğerlerinden ayırarak Bulgaristan’a ve Cukurova Toroslarına yerlestirdiği görülmektedir. Boylece Ermeniler ilk defa Roma tarafından tehcire tabi tutulmuşlardı. Haçlıların Balkanlardan gelişi sırasında Fransızlara akraba Norman orduları komutanı Bohemond’un Bulgaristan Varna ve civarındaki Pavlukien Ermenileri topyekun katlederek işe baslaması o zamanın Ermenileri icin mechul bir olay olarak kalmıştı. Aynı Haçlılar Cukurova’ya gelince buraya Roma tarafından sürülmüş olan Ermenilere şüphe nazarıyla bakmaktaydılar. Türklerin Anadolu’yu fethinden yüzyıllar önce Ermenilerin Roma tarafından dağlık bölgelere ve uzak yerlere sürgün edildikleri bilinmektedir. (Güray Kırpık. S. 531-548).36 Yahya Antiyahlı kendi “Salname”sinde Ubeydullah (veya Abdullah Mutanasır) isimli Malatyalı bir şeyhin sonradan Hıristiyan keşişi olduğunu ve yunanların yanında itibar gördüğünü bildiriyor (İmperator Vasiliy 1883).

35

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

menleği altına geçti.”37 Sonraki dönemlerde Müslüman hakimlerin bölgeye yaptı-

ğı saldırılara rağmen, onu ele geçirememiş ve geri çekilmek zorunda kalmışlardır.38 Bizans İmparatoru II. Nikephor Focas (963-969) Güneydoğu Anadolu ve Suriye’yi ele geçirdikten sonra Hamdani Sultanı Seyf üd-Devle Ali tarafından savun-masız ve yıkılmış duruma gelen Malatya’yı yeniden oturulur duruma getirmeye çalıştı. O, Suriye Yakubileri’ne haber salarak Malatya’ya gelip yerleşmelerini istedi. 970 yılında Yakubiler-den büyük bir kısmı Malatya yöresine yerleşerek, Bizans ege-menliği altında hayatlarını sürdürmeye başladılar.39

Abu’l Farac yazıyor: “Arapların üc yüz seksen iki (M. 992) ve Yunanlıların bin üç yüz dört (M. 993) yılında Romalılar Khalat, Minazgerd (Malazgerd?) ve Argiş şehirlerini aldılar. Bunun üzerine Ermeniler ordusu kumandanı Ebu Ali Romalıla-ra vergi vermeyi kabul etti. Kıral Basil razı olarak Ermenistan’ı ona bıraktı ve on yıllık bir barış anlaşması yaptı. Bu sırada kendilerine Sina Karimaye (Senahrip’liler yani Sennacherb’in zürriyeti) denilen Ermenilerin ayak takımı kalkarak kalelerini Roma kıralı Basit’e verdiler. O da buna karşı Sebastia ve Kapa-dokya’yı onlara verdi, Ermeni eşrafı da buraya yerleştiler. Bun-lar buradan bütün Kapadokya, Kilikya ve Suriye’ye yayıldılar. Denildiğine gore Adramelech ve Şharezer, babaları Sennachribi öldürdükleri zaman Kardu dağına kaçmışlar ve Ermenilerle ka-rışmışlardı. Ermeniler bu hadise yüzünden Sanahiripliler ismini almış bulunuyorlar.”40

Abu’l Farac yazıyor: “Bu sırada Romalılar Araplara karşı üstün geldikleri için esirler ve ganimetler alıyor, Ermenistan’ın içlerine kadar ilerliyor ve geri dönüyorlardı. Ermeniler Hıris-tiyan oldukları için Arapların kendilerinden intikam almala-rından korkarak Roma hududuna kaçtılar, Romalılar onlara

37 Ibn el-Esir. el-Kamil c. VIII. S. 121-122; Vasilyev A. S. 111-112.38 Hamdani Sultanı Seyf üd-Devle Ali (945-967) birkaç defa Malatya’yı istila etti. 961-962 yılında komutanlarından Naca, Bizanslılarla çarpışarak 18 gün boyunca şehri yağmalayıp, yakıp yıktırdı. Fakat, geri çekilmek zorunda kaldılar.39 Yurt Ansiklopedisi 7, cilt, s.541440 Gregory Abu’l Farac, cilt 1, s. 274.

36

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Kapadokya’daki Sebastia’yı verdiler ve bunlar burada yerleşe-rek coğaldılar. Bundan başka bunlar Araplardan alınan Kilikya kalelerine gönderilmişlerdi. Romalıların yaptıkları bütün mu-harebelere Ermeni piyadeler iştirak ediyor ve onlara çok büyük yardımlar yapıyorlardı.”41

Oğuzlar/Türkmenlerin Doğu Anadolu ve yakın bölgelere yaptıkları akınlar nedeniyle Bizans imparatoru II. Basileios (976-1025), Doğu Anadolu’ya büyük bir sefer yaparak bölge-nin güvenliği açısından buraları Bizans’a ilhak ederek (72 kale, 4.400 köy) doğrudan merkeze bağladı. Buralardaki 40.000 Er-meni’yi Orta Anadolu’ya tehcir ederek Kayseri, Sivas ve civa-rına yerleştirdi (1022 ve takip eden yıllar). Böylece Azerbaycan ve Doğu Anadolu’da Ermeni ve Gürcü devleti kalmadı. Bizans yönetimi ve İstanbul Ortodoks Kilisesi Ermeniler’e baskı yap-tılar, ağır vergiler koydular, kilise ve manastırlarını işgal ettiler. Böylece Orta Anadolu’ya tehcir edilen Ermeniler buralarda da rahat edemediler. Doğudan gelen Türk akınları ve Bizans’ın ağır muameleleri nedeniyle, Kayseri-Sivas taraflarındaki Er-meniler, dağılıp güney bölgelere göç ederek, Elazığ (Harput), Maraş, Malatya, Urfa, Çukurova şehir ve bölgelerine gittiler. Buralarda çoğalmaya başladılar.42

Malatya’da ve çevresinde yaşanan bu durum Türklerin bu yerleri ele geçirmesine (1103) kadar böyle devam etmiştir. Bu döneme kadar vuku bulan tarihi olaylar gösteriyor ki, özellikle 934 yılından sonra Malatya ve çevresindeki şehirler Müslü-manlardan temizlenmiş ve ahalinin Müslüman kısmı Hıristiyan dinini (olasalıkla, ortodoks mezhebini) kabul etmek zorunda kalmışlardır. 970 yılında yerli Hıristiyanlar arasına Suriye’den gelen Yakubiler (veya Süryaniler) katılmışlardır. Bunun ardın-dan Hıristiyan-Ermeniler Malatya’da ve çevresindeki yerlere yerleşmişlerdir. İşte, bu dönemden başlayarak Bizans egemen-liği altında olan Malatya Müslümanlara karşı savaşan bir Hıris-tiyan kale şehrine (kastra) çevrilmiştir.

Müslüman-Türklerin Anadoluya saldırılarıyla yeni bir dö-

41 Gregory Abu’l Farac, cilt 1, s. 263.42 Kerra Altuğ. s. 540-541, 567; Sevim, Selçuklu Ermeni İlişkileri, s. 9, 13, 21; Ersan, Anadolu’da Ermeniler, s. 6-8, 14, 19 vd.

37

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

nem başlıyor. Müslüman-Türkler Pasinler savaşından (1048) sonra Anadolu’da birkaç yerleri ele geçirseler de orada otura-mamış ve Hıristiyanların saldırısı sonucunda geriye çekilmek zorunda kalmışlardır.43 Türkler 1055 senesinden başlayarak devamlı şekilde Malatya ve çevresine saldırılar yapıyor, gani-metler elde ederek geriye çekiliyorlardır.44 Türkler hicri 359 (969-970) yılında Anadolu topraklarına saldırarak Malazgirt’te Rum ordusuyla savaşmış ve onları yenerek Kars, Ani, Debil-Varda, Nura adlı yerlerde oturan insanların İslam’ı kabul etme-sini sağlamış ve kiliselerin yerinde mescitler inşa etmişlerdir.45 Mihail Suriyalı, bu dönemde (1059) Malatya’yı Konstantin X Duka tarafından dokuz yıl yönetildiğini ve sonra vefat ettiğini, ondan sonra Malatya’nın karısı ve çocukları tarafından sekiz ay yönetildiğini, aynı zamana bu dönemde Malatya’nın katepanı olan Krinotun ailesiyle birlikte katledildiğini, bundan sonra Malatya’da karışıklık döneminin başladığını yazıyor (“Kro-nik”, kitab 581).

Malazgirt zaferinden (1070) sonra Alpaslan tarafından Ana-dolu fetihlerine devam etmekle görevlendirilen Türk beyleri Malatya’yı fethettilerse de şehir daha sonra tekrar Bizanslı-lar’ın eline geçti. Bu savaşlar sırasında bölgede bir karışıklık yaranmıştır. Bu karışıklık eşkiyaların46 ve bölgede Ermeni

43 Osman Turan. S. 36. 44 Mihail Suriyalı yazıyor: “1055 yılın kışında üç bin (Türk döyüşçüsü) büyük Meliten (Malatya) şerhine geldiler... Türkler burada on gün süresinde şehri dağıdıb bir gün mesafede bulunan etraf bölgesini ateşe verdiler.” (“Kronik”, kitab 15, 28). Gregory Abu’l Farac yazıyor: “Yunanlıların 1369 (M. 1058) yılının kış mevsiminde üç bin Türk gelerek Malatya’yı istila ettiler. Çünkü bu şehrin suru, Cyriacus’un burasını Arapların elinden almasından beri, harap bir halde idi…Türkler Malatya’da 20 gün kalarak şehri tahrip ettiler ve soydular. Sonra şehri yakarak gittilerse de, Sansanaya dağına vardıkları zaman şiddetli bir kışa tutuldular ve Ermeniler gelip hepsini öldürdüler.” (Gregory Abu’l Farac. Cilt 1. S. 312-313). 449-450 (1057-1058) yıllarında Kars-Erzurum üzerinden Kemah’a ulaşan Türk kuvvetlerinden Emîr Dînar kumandasındaki bir grup Malatya’yı ele geçirdi. Şehre yönelik Türk akınları bundan sonra da sürdü. Bizans İmparatoru X. Konstantinos Dukas, Türk akınlarına mâruz kalan Malatya’yı tekrar imar ettirdi.45 Ibn el-Esir “el-Kamil fit-tarih” cilt VIII. S. 217. Materialı po istoriy. 1940.46 Gregory Abu’l Farac yazıyor: “Arapların 458 (M. 1065) yılında ve Yunanlıların 1377 (M. 1066) senesinde sultan Alp Arslan Harzem’e gitti ve oğlu Salar Şah’ı buraya tayin ederek kendisi Nişapur’a döndü. Aynı yıl içinde Ermeni olan 300 kadar eşkiya yine Ermeni olan Kazrik oğulları ile birleştiler. Malatya dağlarında bir pusu kurarak

38

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

devleti kurmak isteyen Philaretosun işine yaramıştır.47 Kilik-ya’da bir Ermeni prensliği kurmuş olan Philaretos kendisine Bizans’ın temsilcisi süsü vererek 1074’te Malatya’yı zaptetti ve burayı Thoros, Hareb ve Gabriel adlı valiler aracılığıyla yö-netti. O, aynı zamanda Müslüman hükümdarları ile işbirliğine girerek kendi saltanatının varlığını güvence altına almağa çalış-tısa da başaramadı.48 Zira, Bizans artık zayıflamış, Türkler ise

Gubos ve Klavdia ülkelerini ve bilhassa manastırları soydular. Bunlar Sargisia manastırına hücum ederek şehitlerin kemiklerini yere attılar ve bunların tabutlarını alıp götürdüler.... Fakat, bunlar kötülükleri yüzünden eşkiyalığı bırakmadılar ve Mar Savma oğlu manastırına taarruz edip yağma etmeği ve zenginleşmeği tasarladılar. Bu sırada Türkler tarafından, birdenbire bir haber gelerek onların Malatya şehrini istila etmek üzere oldukları anlaşıldı. Klavdia ahalisi manastıra iltica ettiler… Bunlarla beraber Ermeni eşkiyasından 10 kişi bulunuyordu. Bunların gerisi dağda bir pusu kurarak manastırda bulunan arkadaşlarının kapıları kendilerine açmalarını ve bu sayede manastırı soymağı umdular...... Birkaç gün sonra Malatya’dan manastıra gelen rahipler ve hizmetçiler bu eşkiyanın taarruzuna uğradılar ve bunlar iki rahip ile hizmetçiyi öldürdüler.” (Gregory Abu’l Farac. Cilt 1. S. 317-318).47 Mihail Suriyalı yazıyor: “Türkler bu dönemde güclendiğinde, Filaret Hamadan sultanına gitti ve İslamı kabul etti. Bundan haberdar olan Edessa ahalisi onu, Fargimas hakimini öldürdüler. Filaret aslen Ermeni, amellerine göre Frank, mezhebine göre Yunan idi.” (“Kronik” kitap 16, bölüm 1. S. 640-641). Filaretin Malatyadaki canişinleri şunlardır: 1. Hareb – Filaretin ilk canişini (1071), Ermeni halkedon; 2. Balatianos – yunan; 3. Hetum oğlu Toros (Meliten ve sonra Edesse hakimi) 1098 öldürülüyor. Ermeni halkedon; 4. Gabriel Ermeni halkedon. Torosun damadı. 1102 öldürülüyor.48 Gregory Abu’l Farac bölgede Ermeni devletinin kurulmasını böyle anlatıyor: “Bu sırada Yunan devleti zaafa uğramıştı ve Türkler her yerde ülkeler zaptediyorlardı. Ermeniler içinden cesur olan birtakım adamlar 50 kişiden müteşekkil bir çete vücuda getirmişler ve Roma diyarına giderek yol kesmeğe, soygunculuk yapmağa başlamışlardı. Bunların Maraş’ta bulundukları sırada yine Ermeni olan ve Pilardos ismini taşıyan bir genc bunlarla karşılaştı. Ermeniler bu gencin kuvvetli ve hilekar olduğunu, soymağa ve öldürmeğe cesaret gosterdiğini görerek onu yanlarına aldılar ve bu genc bunların rehberi ve reisi oldu. Bunlar Kilikya dahilindeki bazı muhkem yerleri zaptettiler ve gittikce coğaldılar. Roma kıralı keyfiyetten haber alınca bunlara hediyeler gönderdi. Bizzat Pilardos İstanbul’a gitti ve Yunanlı’lar onu görmekle sevinerek kendisine altınlar, silahlar verdiler ve onu Sebastus tayin ettiler. Bu adam geri dönerek Kilikya ve Antakya üzerine hakim oldu, kudret kazandı, Maraş’ı zaptetti ve Khişum, Raban ve Edessa’yı, Ceyhan havalisini ve Malatya’yı ele geçirdi. Ordusunda İran’lı, Türk ve Ermeni bulunuyordu. Zalim bir adam olduğu için Antakya prenslerini yakalamış, bütün servetlerini alarak başındaki askerlere dağıtmıştı. Bu yüzden Antakya ahalisi ondan nefret ediyor, o da Antakya’lılara karşı aynı hissi taşıyordu. Kendisi Antakya’nın üzerine İsmail namında bir İranlıyı bırakarak şehirden ayrıldı. Bunun üzerine evvelce İstanbul’da nasıl öldürülmüş olduğunu anlattığımız Katlamış’ın oğlu Süleyman, Pilardos’un başka bir tarafa döndüğünü haber alarak birtakım gemiler hazırlattı; çünkü daha önceden Antardus ve Tarsus’u zaptetmiş bulunuyordu. Süleymandağ tarafından Antakya’ya hücum ederek buraya hakim oldu ve İranlı vali ona yardım etti. Bu adam Kazvsyana ‘yı yani, şehit Mar

39

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Anadolu’da büyük bir güce çevrilmişlerdir.Aslında, akın akın gelen Türk göçlerinin Batı ve Orta Ana-

dolu’da toplanmalarından yararlanan Ermeni-ler, doğuda bir-takım prenslikler kurmak şansı elde ettilerse, diğer yandan bu şansı gerçekleştiremediler. Hem Bizans, hem de Hilafetten bağımsız bir krallık kurmak ve her iki tarafın saldırısından korunmak için denge politikası gerçekleştiren Ermeniler, Türk-lerin Anadolu’ya dahil olmasıyla bu dengeyi sağlayamadılar. Bu tarihi olayların gelişimi üçüncü bir gücün ortaya çıkmasına neden oldu.

Selçukilerin ve Danişmendi’lerin Anadoluyu zamanla fet-hetmesi Avrupa’dan gelen Haçlıların saldırılarına yol açtı. Bu

Cassianus’un büyuk kilisesini açarak icinden eşya, perdeler, altın ve gümüş kaplar vesaireyi aldı ve kiliseyi camia çevirdi. Sonra şehirde sülh ilan ederek kılıcını kınına koydu. Türkleri, hıristiyanların evlerine girmekten ve Hıristiyan kızlarını nikahla dahi almaktan menetti. Bundan başka bunlar Antakya’da eline geçen yağma eşyasından bir şeyi harice göndermeyecek, ucuz bir fiatla da olsa şehir içinde satacaklardı. Bu adam Antakya halkını memnun ettiğinden ve vali de kaleyi teslim etmiş olduğundan burada hüküm sürmüş ve Antakya halkı süreta Hıristiyan olan Pilardos’tan fazla ondan hoşnut olmuşlardı.”....Yine devam ederek yazıyor: “Bu adam (Pilardos) sultanın önünde müslüman oldu, sünnet edildi ve bu yüzden hasta düştü, sonra sultanın seferi esnasında onunla birlikte seyahat etti. Edessa ahalisi Pilardostan nefret ettiği için sultan ona burasını vermeyerek Maraş’ı verdi. Bu sefil adam burada bir müddet kaldıktan sonra helak oldu. Denildiğine göre kendisi tekrar İsa’ya inanmış ve Hıristiyan olarak ölmüştü.” (Abu’l Farac.it 1. S.330-334). İslam Ansiklopedisi cilt 27. S. 469-470. Mihail Suriyalı Abu’l Faracın söylediklerini tasdik ederek yazıyor: “Bu bölge başsız kaldığından dolayı, Ermeniler Türklerle onu yağmaladılar. Sonra Filaret Kilikiyada bir kaleni zaptetti. Onun yanında çok sayıda Ermeni toplanmıştı. O, Kilikiyanın diğer kalelerini de ele geçirmek için uğraştı. Bunu duyan Yunan hükümdarı ona hediyeler gönderdi. Filaret Konstantinapola gittiğinde, yunanlar bundan memnun oldular. Onlar Filarete altın silah sundular ve onu avgust ilan ettiler. O, Tars ve Mopsuyestusa giderek kendi egemenliğini kurdu. Maraş, Kişum, Raban, Edesse, Anazarbuyu zaptetti ve Antakyaya saldırdı. Bu yerlere hakim olduktan sonra Cihad ve Melitene (Malatya) saldırdı. Onun çoksaylı ordusu yanan ordusuyla birlikte Türklere karşı savaş açtı. Fakat, bir başarı kazanamadığından dolayı, Bağdada ve sonra Horasana gitti ve kendi dininden dönerek Müslüman oldu. Orada Halife ve Türk Sultanından elde ettiği topraklar üzerinde egemenliğini tasdik eden ferman aldı. Geri döndüğünde Türklerin onun hakim olduğu toprakların bir kısmını ve diğer yerleri ele geçirdiğini gördü. O, hem dinini, hem de saltanatını kybetti. Maraşa döndü ve orada vefat etti. Ölümünden önce yeniden Hıristiyanlığa döndüğü söyleniliyor. Filaret kendisinden sonra Edesse toprağında öldürülen yunan asıllı Hetumun oğlu Torosu Melitene (Malatyaya) hakim tayin etti. Ondan sonra Ermeni Hareb, sonra Balasiyan ve sonunda Gabriel hakim oldular. Ondan sonra Meliten Bazanın eline geçti.” (Mihail Suriyalı “Kronik” kitap 15, 580-581).

40

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

durumda Ermeni hükümdarlar Haçlılarla işbirliğine üstünlük verdiler. Zira, Haçlılar Hıristiyanları ve mukaddes Kudus top-raklarını Müslüman-Türklerden kurtarmak adıyla yola çıkmış-lardır. Ermeni hükümdarlar ise, Haçlıların onlara karşı götü muamelesinden haberdar olmalarına rağmen, din kardeşlerine sığınmağı daha doğru buldular. Haçlı ordusunun bölgeye dahil olmasıyla Malatya ve çevresindeki toprakların bir kısmı çok geçmeden Türklerin elinden alındı. Zira, bu şehirlerde iktidar olan Ermeni asıllı hükümdarlar Haçlılarla gizli işbirliğine gir-diler.

Türkler 1084 yılından başlayarak Malatya ve çevresini zaptetseler de, kısa bir zamanda orayı terk ettiler.49 Anadolu Selçuklu Sultanı I. Kılıcarslan, 490 (1097) yılı kış aylarında o sırada Dânişmendliler’in de ele geçirmek istediği Malatya üze-rine yürüdü ve şehri bir süre kuşattı. Şehri teslim almak için, şehrin ünlü adamları, özellikle Süryanilerle anlaşmalar yaptı.50

49 Gregory Abu’l Farac yazıyor: “Aynı yıl (m.1084) Şeref-ud-devle Ermenilerden Samsata’yı ve Katlamış oğlunun amcası Malatya’yı zaptettiler. Arapların 478 (M. 1085) yılında Şeref-ud-devle Maaddi’lerin askerlerini toplayarak Antakya’ya hücum etti (Abu’l Farac. cilt 1. S.331-332).” .. “Emir Buzan Edessa ve Malatya’ya ve Aksenkur (Aghsenkur?) Halep’e tayin olunmuşlardı.” (Abu’l Farac. cilt 1. S.334).50 Abu’l Farac bu tarihi olayı böyle anlatıyor: “Arapların 488 (M. 1095) ve Yunanlıların 1406 (M. 1095) yılında Konya sultanı Suleyman oğlu Kılıc Arslan Malatya’ya karşı hareket etti ve harp açtı. Sonra sultanın başveziri onun namına elçilik ederek şehrin mukaddes adamı ile, yani Sabuni oğlu Said ile görüşmek istedi. Bu adama Mar John denilir ve kendisi mukaddes ve harikulade bilgili sayılırdı. Bu adam Gabriel’in emri ile yaklaştığı zaman mel’un bir yunanlı ile şehrin hakimi, yani vezir Suryani dili ile şu sozlerin söylenmesini istediğini bildirdi: “Sultan diyor ki, şehri teslim etmelisin. O da bilmukabele sana iyilik edecektir. Şehri teslim etmezsen sultan burasını kılıc kuvveti ile alacak ve dökülen bütün kanlar senin sırtına yuklenecek.” Mukaddes adam şu cevabı verdi: “ Hiçbir kimse bu şehri zaptedemez. Çünkü 10 yıl yetecek ekmek var. Şehrin icinde ve dışında sular akıyor. Harbe muktedir adamlarımız da gördüğünüz kadar çoktur.” Mukaddes adam bunları soylerken mel’un Gabriel arkasında durup dinliyordu. Vezirin geri dönmesi üzerine mukaddes adam Gabriel’e şu sozleri soyledi: “Soylediğim sözleri işittiniz, fakat sultanın burdan sülh içinde geçmesi ve kendisine hediyeler verilmesi daha iyi olur; Çünkü zenginimiz de, fakirimiz de, ıstırap içindeyiz.” Bunun üzerine bu mel’un hakim mukaddes adama karşı kin kustu ve bir gün sonra askerlerinden birine onu öldürmesini emretti. Mukaddes adam yalvarmak için koştu ve onun iki sur arasında atı ile dolaştığını gördü. Mel’un adam mukaddes adamı görünce fena halde kızdı, ona hakaret etti, elindeki mızrağı ona attı ve onu öldürdü. Mutakitler iki gün sonra bu adamın cesedini aldılar, onu gömülmek üzere hazırladılar ve büyük kiliseye gömdüler. Sultan da frenklerin gelmiş olduklarını haber alarak burasını bıraktı ve hareket etti.”…. “Aynı yıl Malatya’ya hakim olan yunanlı Gabriel, Ebu İmran hanedanına mensup Ebu Salim’i öldürücü bir zehir

41

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Fakat, bu bir fayda vermedi. Zira, şehrin hükümdarı olan Er-meni Gabriel51 Romaya ve Haçlıların gücüne sığınıyordu. I. Kılıcarslan bu sırada I. Haçlı Seferi ordularının başşehri İznik’i ele geçirmek istediklerini haber aldı ve hemen kuşatmaya son verip İznik’e hareket etti.

Malatya hükümdarı Gabriel önceki hükümdarlar gibi,52 kendi iktidarı döneminde Bizans ile Hilafet arasında dengeyi sağlayarak kendi tahtını korumağa çalışmıştır. Mihail Suriyalı yazıyor: “Bu dönemde (1096) yunanların saltanatı, yani Ru-mayye her yandan sıkıştırılmıştır. Franklar Roma’dan çıkarak yunanları kendilerine teslim etmeleri için imperator Aleksey’in oturduğu Konstantinapol üzerine saldırdılar. Bu sırada Türkler ve Araplar yeni araziler ele geçirerek zaferler kazanıyorlar-dır. Filaret’in tayin ettiği yunan hakimi Gabriel Meliten’de (Malatya’da) hakim idi. Filaret’in vefatından sonra burayı yönetiyordu. O, Türklerin Yunanlar üzerinde zafer elde ettiği-ni görünce, karısını Bağdad’a gönderdi ve Halifeden Meliten üzerinde hükümdarlığını tasdik eden ferman aldı. Edesse’de Hetum’un oğlu Toros hakim (kuropalat) idi. Türk emiri el-Faric 1095 yılında Meliten’e geldiğinde Gabriel onu aldattı ve onu kendisiyle Edesse’ye götürdü ve orada zehir içirderek öldürdü. Gabriel Türklerle birlikte Meliten’e döndü ve onları da aldattı. Yani şehir kapılarını onlara açtırmak adıyla şehire dahil oldu ve hemen kapıları kapattırarak onları dışarıda bıraktı. Türkler ken-di aralarından Davud isimli birisini başlarına hakim seçtiler ve bölgeyi dağıtarak şehri kuşattılar. Danişmend Sivas’tan gelerek ile ortadan kaldırdı. Bir yıl sonra bu mel’un adam Allahtan korkar ve mutekit bir tacir olan Dairaita oğlu Savma ile iki oğlunu, Havvailı Bassil’i ve Tiantini papasını öldürdü. Bunların evlerinden ve Malka oğlu Ebu Mansur’un evinden altın, gümüş ve eşya aldıktan başka mukaddes adamın kilisesinden de haçlar, buhurdanlıklar, bir kutu muron-yağı ve kilisenin bütün perde ve eşyasını aldı ve evlerini tahrip etti. Sonra kaleyi ve surları inşa etti.” (Abu’l Farac. Cilt 1. S. 335-337).51 Gregory Abu’l Farac kendi eserinde iki yerde “Malatya hakimi olan Yunanlı Gabriel” diye bahsediyor (Abu’l Farac.Cilt 2. S.341). Bu, onun ortodoks-halkidon olmasından dolayı olabilirdi. Zira, Gabriel Bizansa yaramak için ordoks, Müslümanlara yaramak için Emir ünvanını kullanıyordu.52 Filaretosun Malatyadaki canişinleri şunlardır: 1. Hareb – Filaretin ilk canişini (1071), Ermeni halkedon; 2. Balatianos – yunan; 3. Hetum oğlu Toros (Meliten ve sonra Edesse hakimi) 1098 öldürülüyor. Ermeni halkedon; 4. Gabriel Ermeni halkedon. Torosun damadı. 1102 öldürülüyor.

42

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

onları barıştırdı.”53

Fakat, Türklerin saldırısı üzerine Gabriel ve onun kayınpe-deri Toros, Haçlılarla işbirliğine girmeğe karar vermiştir. So-nuçta, Malatya’nın Ermeni hükümdarı Gabriel ve ondan önce kayınpederi Toros kendi tahtlarını kurtarmak için, Haçlılardan yardım istediler ve Müslüman-Türklere ihanet ettiler.54 Toros, Haçlı kumandanı graf Balduin Buyonski’ni (sonralar Kudus kıralı olmuş) oğulluğa götürerek Antakya’daki iktidarı ona teslim ediyor ve hemen sonra Balduin Buyonski, Mihail Suri-yalı’ya göre yerli halk tarafından katlediliyor (Smbat Sparapet “Salneme”sinde bu olayı geniş şekilde tasvir ediyor). Gabriel ise güzelliği ile tanınan kızı Morfia’yı, Balduin Buyonski’nin yiyeni ile evlendirerek, Malatya’daki tahtını Türklerden koru-mağa çalışıyor. Zira, Dânişmendli Gümüştegin Gazi,55 Malat-ya’yı fethetmek amacıyla harekete geçmiştir.56

Abu’l Farac bu tarihi olayı böyle anlatıyor: “Daha sonra Malatya’da hakim olan yunanlı Gabriel yaz mevsiminde Se-bastia’dan gelerek memleketi harap eden, mahsulleri yiyen ve kışın dönüp giden Danişmend oğlunun tazyiki dolayısıyla Franklar’a haber göndererek Malatya’yı onlara vereceğini üç kere vad etti. Kıral Bohemund ona güvenerek Malatya’ya gir-mek üzere hareket etti. Bunun üzerine Pilardos zamanından beri bazı yerleri ellerinde bulunduran Ermenilerle Khoj Basil namında bir eşkiya olup, Kişum, Raban namındaki yerleri elinde tutan reis ve Ermenistan’da bazı yerlere hakim olan

53 Mihail Suriyalı “Kronik” kitap 15, 584-585.54 Mihail Suriyalı “Kronik” kitap 15, 587.55 1071-1178 yılları arasında Sivas, Tokat, Amasya, Kayseri, Malatya ve civarlarında hüküm süren Türkmen hânedanının kurucusu, Azerbaycan’da yaşamış bir Türkmen âilesine mensup olan ve 456’da (1064) Sultan Alparslan’ın hizmetine girerek onun en gözde emîrleri arasında yer alan Dânişmend Gazi’dir. Malazgirt Savaşı’na katılan Dânişmend Gazi, zaferden sonra kendisine iktâ edilen Sivas’ı fethederek Dânişmendli hânedanının ilk çekirdeğini teşkil etmiş (464/1071), daha sonra burayı bir merkez olarak kullanıp maiyetindeki emîrlerle Amasya, Tokat, Niksar, Kayseri, Zamantı, Elbistan, Develi ve Çorum’u zaptederek Anadolu’da kurulan ilk Türkmen beyliklerinden birinin temellerini atmıştır. (İslam Ansiklopedisi cilt 8. S. 470; Azımî Tarihi Selçuklular s. 38; İbn el-Kalânisî, s.49 vd. Süryanî Mihail, Vekâyî-nâme, s. 16 vd; Abû’l-Farac Tarihi, s.312 vd.; Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi, s. 107 vd; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye s. 18; Mustafa Kafalı, s. 47 ve 54).56 Mihail Suriyalı “Kronik” kitap 15, 588-589.

43

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Rubin oğulları, Frankların gelip başlarına geçmelerinden ve kendilerini kovmalarından korkarak Danişmend oğlu İsmaile gizlice haber gönderdiler ve Franklara karşı bir pusu kurmasını istediler. Melun Gabriel de Frank kıralının, Malatyadan ötede bulunan Gapna köyüne varması üzerine onu şaşırtmağa ve Da-nişmend oğlunun muvasalatına kadar onu geciktirmeğe uğraştı. Bu adam kırala karşı pusular kurdu, onu pusuya düşürdü, sonra ona zincir vurarak Sebastia’ya gönderdi. Sonra bizzat Malat-ya’ya karşı hareket ederek harbetti. Gabriel kötülüğüne kötülük katıyor ve şehrin içinde yaşayanları insafsızca soyuyordu.”57

Gümüştekin Gazi 1098 yılından itibaren Malatya şehrini kuşatmaya başladı. Gabriel’e yardım için Malatya’ya gelen Malatya üzerine düzenlediği kuşatma hareketlerinden birinde şehrin yardımına gelen ünlü Haçlı Kontu Bohemund ile kuzeni Richard de Salerno’yu hem yenilgiye uğrattı hem de tutsak etti. (Şevval 493 / Ağustos 1100). Aslında, Haçlıların Gabriel tara-fından davet olunmasında gizli amac, Türklerle Haçlıları, aynı zamanda Danişmendilerle Selçukluları savaştırmak ve bu yolla kendi bağımsızlıklarını korumak politikası olmuştur. Zira, onun gibi diğer Ermeni hükümdarları da kendi bağımsızlıklarını sağlamak için her iki güçten rahatsız idiler. Gabriel ve diğer Er-meni hükümdarları Antakya’da Haçlıların yerli halka ve onun hükümdarı olan Toros’un başına getirilenlerden haberdar idiler. Fakat, yerli Hıristiyan halkın şehri Türklere teslim olmasından yana olmasına rağmen, iktidarda olanlar Müslümanlara teslim olmak istemiyorlardır. Hatta, Gabriel Tüklerin geri çekilmesini sağlamak için, kendi karısını anlaşma yapmak amacıyla dini

57 Abu’l Farac. Cilt 2. S. 342. Bu olayla ilgili olarak Mihail Suriyalı (“Kronik” kitap 15, 589-590) böyle yazıyor: “Antakya hakimi Bohemund (I Tarentski) çekinmeden Melitene taraf yollandı. O, Ermenilerin meskenine ulaştığında ona her türlü engeller yarattıllar. Zira, onun bu topraklara yerleşmesinden sonra onları oradan kovmasından korktular. Ermeniler gizli olarak Danişmende haber gönderdiler. Bohemund Gafina adlı yere ulaştığında melun Gabriel pişman oldu ve onu Melitene bırakmaktan vaz geçti. Danişmendin onlara ulaşıb kuşatması ve hükümdarı esir götürmesi için yalan sözlerle onları bekletti. Böylece, Gabriel ve Ermenilerin günahı yüzünden Türkler daha da güclendiler. Danişmend hükündar Bohemundu Sevasa gönderdi ve Meliteni kuşattı. Dinsiz Gabriel götülüklerine yenilerini ilave ederek şehir halkını amansızca yağmaladı, soydu ve öldürdü. Bu nedenle, iki asker şehri Türklere teslim etti. 1102 yılının 18 Temmuzunda, Perşembe günü Danişmend Melitene dahil oldu.”

44

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

rehberlik görevini taşıyan halifeye göndermiştir. Bu nedenle, Malatya hükümdarı Gabriel’in Ermeni ordoks hakimi olmasına rağmen, hem de Hilafete bağlı olduğunu bildirmek için “Malat-ya Emiri” ünvanını da kullanmıştır.

Malatya’nın uzun süre kuşatmada kalması ve Gabriel’in halka zülüm yapması durumu daha da götüleştirdi. Ahali şeh-rin Türklere teslim edilmesini talep ederek isyana kalktı. Bu durum bir süre şehirde orduyla halk arasında çatışmalara, ha-pislere, ölümlere sebep oldu. Malatyalı’lar özellikle, Yakubi (Yakub Barados tarafından öncülüğü yapılan ve tek Tanrılığı savunan Doğu Hiristiyan Mesheplerinden) ve Hıristiyanlıktaki putlara karşı isyan eden Pavlikien mezhebinden idiler. Ebu’l-Ferec’e göre, Ermeni Gabriel yerli halk arasında sevilmeyen bi-risi idi.58 Bunun temel nedenlerinden biri kuşatma altında kalan halkın aclığı idiyse, diğer nedenleri Gabriel’in despot olması, onun Süryani ve Pavlikien mezhepli halkın kabul görmediği ordoks-halkidon mezhebine bağlılığı ve Haçlılarla işbirliği idi.

Aslında, Ermeni hükümdarları Haçlılarla Türkleri, Türk-menlerle Selçukileri yüz yüze getirerek, kendilerini savunmağı düşünüyorlardır. Fakat, onlar yanıldılar. Zira, Haçlılar bu hü-kümdarları birer birer ortadan kaldırarak iktidarı ellerine aldılar ve yerli halka zülüm yaptılar. Hıristiyan halk Müslüman-Türk-lerin Haçlılardan ve Romalılardan daha hayırlı ve marhemetli olduklarını anladılar. Sonuçta, halk ile yönetenler arasında kav-ga zamanla büyüdü.

Süryani halk Malatya Metropoliti Barsabuni’yi Gabriel’e gönderip, onu barışa yaklaştırmak istedi. Bunu kendisine karşı bir tertip zanneden Gabriel Barsabuni ile birlikte birçok ileri gelenleri öldürünce, askerler ve halk gazaba gelerek ihanete mecbur oldular. Şehrin kapılarım Danişmendlilere açarak as-kerlerin şehre girmesini sağladılar. Gümüştegin Gazi 3 Zilhicce 495 (18 Eylül 1102) tarihinde şehri ele geçirdi. Abu’l Farac bu tarihi olayı böyle anlatıyor: “Türkler Malatya’ya girince, bu talihsiz yerin bütün servetini soydular. Çünki Danişment oğlu şehrin servetini askerlerine dağıtmıştı ve yanlız ahaliye dokun-

58 Ebu’l-Ferec, age, Cilt: II, s. 341-342.

45

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

mamıştır. Danişment oğlu bir kimsenin öldürülmesine müsaide etmeyerek bütün ahaliyi kendisine ait saymış, herkesi evine göndermiş ve kendi memleketinden buğday, inek vesair lüzum-lu şeyleri getirterek ahaliye vermişti. Onun devrinde Malatya birçok nimetlere nail oldu. O da buraya adı Basil olan birini kataban, yani vali olarak tayin etti; bu adam Tanrı’dan korkar ve insaflı bir adamdı. Gabriel’e gelince, o da adaletin elinden kurtulamadı. Türkler de, Hıristiyanlar da mukaddes adamın ve nahak yere itham ettiği valilerin öldürülmesini hatırlatarak ona en ağır eziyyeti çekdirdiler. Bunlar ona hakaretler yaptılar; kendisini karısının bulunduğu Katia kalesinin önüne götür-düler. Türkler Gabriel’in karısına bu kaleyi teslim ettirmesini söyledilerse de, bu adam şeytani bir hile ile Türkleri aldattı ve karısına şu haberi gönderdi: “Kaleyi teslim et! Ben sana birkaç gün önce Midas namında bir genç gönderdim.” Midas kelime-sinin arami dilindeki manası “teslim etmemektir”. Türkler bunu anlayınca Gabriel’i öldürdüler ve cesedini köpeklere attılar. Danişmend oğlu, Frank kıralı Bohemund’u Malatya’ya getirdi ve şehri 100.000 dinara sattı. Bohemund da Antakya’yı hemşi-resinin oğluna vererek kendi memleketine döndü.”59

Fakat, Hıristiyan hükümdarlar Müslüman-Türklerin başa-rılarını hazmedemedikleri için, Danişmendilerle Selçukluları savaştırmak amacıyla çeşitli fitneler ortaya koymağı başardılar. Danişmend Gazi Ahmet’in ölümünden (1104) sonra I. Kılı-carslan Malatya’yı zaptetmek üzere tekrar harekete geçti ve şehri kuşatıp teslim almaya muvaffak oldu (1 Muharrem 500 / 2 Eylül 1106).60 Bu dönemden sonra Malatya Danişmendilerle Selçuklular arasında çekişme alanına çevrildi. Sonrakı yıllarda Hıristiyanlardan oluşan şehir nüfuzu arasında Türkler de yer almağa başladı.61

Kaynaklara dayanarak sunduğumuz tarihi bilgilerden elde edilen sonuçlar böyledir:

59 Abu’l Farac. Cilt 2. S. 342-343. Mihail Suriyalı da bu olayı tasdik ediyor (“Kronik” kitap 15, 590).60 Abu’l Farac. Cilt 2. S. 343.61 Baykara, s. 291; S. Mihail, II, s. 82, 251; Abû’l-Farac, II, s. 359, 374; Anonim Süryanî Vekayinâmesi, İng. terc. s. 90; Türkçe terc. s. 31;. Metin, dergi 4(2): 137-156.

46

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

* Malatya, 636-934 yıllarında Bizans ile Hilafet arasında aramsız olarak devam eden savaşlarda çok kısa sürelerle Bi-zans’ın veya Hilafetin egemenliği altında olmuştur. Bu nedenle, Malatya’nın ahalisi özellikle eski Hırisyanlardan (yunan ve ro-malılardan), kısmen mühacir Müslümanlardan oluşmuştur. Fa-kat, savaşlar, istikrarsız hayat şartları şehir ahalisinin durmadan göç etmesine ve din değiştirmesine sebep olmuştur. Bu durum 934 yılna kadar böyle devam etmiştir.

* 934 yılı Malatya’nın tarihinde bir dönüş noktası oldu. Zira, bu dönemden başlayarak Bizanslı’lar Anadolu’da daha da güclendiler ve Hilafetin egemen olduğu bölgeye sahip çıktı-lar. Sonuçta, Malatya tam olarak Bizans’ın eline geçti ve şehir Müslümanlardan temizlendi. Ailesine ve malına sahip çıkmak isteyen Müslümanlar Hıristiyan (olasalıkla ortodoks) olmak zorunda bırakıldı.

* Fakat, bölgedeki istikrarsızlık Malatya ve çevresindeki şe-hirlerin terk edilmesine sebep oluyordu. Bizans hükümeti 970 yılından başlayarak bölgeye Suriya Yakubilerini yerleştirdiler. Zira, mezhepsel bakımdan her ikisi ortodoks idiler. Hilafet ise, ortodoks düşmanı olan Ermeni-Hıristiyanlarının bölgeye yer-leşmesini destekliyordu. Ermeniler Hilafetin desteği ile sonuçta bölgeye yerleştiler ve kendi devletlerini kurdular. Fakat, Malat-ya’nın Ermeni hükümdarları bağımsızlıklarını ve güvenliklerini sağlamak için hem Bizans, hem de Hilafet arasında, aynı za-manda toplumda onların menfaatlarını temsil eden gücler ara-sında siyasi denge kurmağa gayret gösterdiler. Zira, toplumdaki Süryaniler ve Yunanlar ortodoks oldukları için Bizansı destek-ledikleri halde, Ermeniler ne Bizans’a, ne de Müslümanlara itibar ediyorlardır. Onlar arasında mezhepsel düşmanlık ara-sıra mezhebsel çatışmalara, dini ibadet yerlerine saldırılarına, dini sembollere hakaret edilmesine veya onların çalınmasına sebep oluyordu.62 Bu nedenle, toplumdaki Süryaniler Ermeni

62 Ortodoks Hıristiyanlar için büyük önem taşıyan dini semboller ve bazı merasimler, özellikle Pavlikien mezhebine mensup olan Ermeniler için bidat idi. Aslında, Pavlikien mezhebinin ilk ortaya çıktığı yer III-IV yüzyılda Azerbaycanda bulunan Baylagan şehri idi. Pavlikien (Paylakan, Baylagan) ismi de buradan türemiştir. Bunu Azerbaycanın ünlü tarihçisi Ziya Bünyadov kanıtlamıştır. Bu mezhep aslında Hıristiyanlığa alternativ olarak ortaya çıkmıştır. Onun yaranma nedeni Baylaganda

47

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

hükümdarlara karşı olmuş, onlar da Süryanilere karşı zülüm yapmışlardır. Bu durum, sonralar Ermeni iktidarının çöküşünü sağlamıştır.

* 1070 yılında Malazgirt savaşından sonra Türklerin Ana-dolu’da başarılar kazanması Haçlıların bölgeye ayak açmasına neden oldu. Ermeni hükümdarlar Bizans’ın ve Hilafetin zayıf-ladığını görünce, tek çıkış yolunun Haçlılara sığınmak oldu-ğunu düşündüler. Fakat, Haçlıların onların iktidarını ellerinden alarak halkına zülüm ettiklerini görünce, Haçlılarla Türkleri, Türkmenlerle Selçukileri birbirine vurdurmak kararına geldiler ve bu yolla kendi iktidarlarını koruyacaklarını düşündüler. Fa-kat, oğle olmadı. Anadolu topraklarının büyük kısmı Türklerin, diğer bir kısmı ise Haçlıların eline geçti. Böylece, Malatya’nın son Hıristiyan hakimi olan Gabriel 1102 yılında iktidarını ve canını kaybetti. 1102 yılından itibaren Malatya Türk-Müslü-manların egemenliği altında kaldı.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Malatya 934 yılından 1102 yılı-na kadar Hıristiyan hükümdarlar tarafından yönetilen ve nüfuzu yanlız farklı Hıristiyan gruplardan oluşan (Ermeni, Süryani ve Yunan) ve kısmen Hıristiyalığı kabul eden mürtedlerden ibaret bir kale şehri (kastra) olmuştur. Yani bu şehirde 934-1102 tarihi dönemlerinde Müslümanların yaşaması mümkün değildir. Zira, bu tarihi dönemlerde Malatya Hıristiyan hükümdarlar tarafın-dan yönetilen tam bir Hıristiyan kale şehri olmuş ve Bizans’ın, sonra da Haçlıların egemenliği altında Müslümanlara karşı amansızca savaşmıştır. Bizanslıların ve onlardan da daha fazla Haçlıların Müslümanlara karşı olan nefretleri tarihi gerçektir. Onların egemenliği altında olan bir kale şehrinde Müslümanla-rın bulunması ne kadar mümkün olabilir?

Fakat, ortada olan bu tarihi gerçekler Malatya’da küçük bir Müslüman topluluğunun varlığı ihtimalını imkansız ediyor.

Gregori, yani Cercis isimli bir nebinin ortaya çıkmasıyla ilgili olmuştur. Cercis nebinin taraftarları, yani ilk pavlikienler bu nedenle Hıristiyanların tüm sembol ve merasimlerini bidat hesap etmiş ve aynı zamanda tüm Hıristiyanlar da onlara karşı olmuşlardır. Bu nedenle, Bizans hükümeti onları Balkanlara sürmüş ve onlar orada katarlar, albigoylar adıyla tanınmışlardır. Avrupada Katolik kilsesi onlara karşı soykırımı yaptığından dolayı, onlar gizli fealiyete geçmiş ve bazı mason kuruluşlarının ortaya çıkmasına neden olmuşlardır.

48

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Bazı Ermeni hükümdarlarının İslamı kabul etmesi ile ilgili bilgilerden anlaşılan odur ki, onlar hilafet merkezinden kendi memleketlerine döndüklerinde yeniden kendi Hıristiyan dinle-rine dönmüşler. Zira, o dönemde onlara saldıran Türklerin Bağ-dad’daki halifeye bağlılıkları çok zayıf olmuş ve hatta, onlar kendi aralarında Anadolu’da bazı yerlerin ele geçirilmesi uğ-runda birbiriyle savaşmışlar. Bu nedenle, Ermeni hükümdarlar İslamı kabul etmeğin işe yaramadığını gördüklerinde, hemen Haçlılarla işbirliğine girmeğin doğru yol olduğunu düşünmüş-ler. Bunları tasdik eden onlarla tarihi deliller mevcut olduğu halde, aksini kanıtlayan bir delil bile ortada yoktur.

***

Abdülhalik Gucdevânî’nin babasının XII yüzyılın evvel-

lerinde Malatya’dan Buhara’ya göç ettiğinden yola çıkarsak, onun en azı XI yüzyılın ortalarından bu döneme (örneğin, 1102 yılına) kadar Malatya’da yaşadığını söyleyebiliriz. Onun bu dönemde Malatya’da yaşaması kaynaklarca kesindir. Anlaşı-lan odur ki, Abdülhalik Gucdevânî’nin babası son Malatya hükümdarı Gabriel’in (ve ondan evvelki Ermeni hükümdarla-rın) iktidarı döneminde Malatya’da olmuştur. Fakat, buradan anlaşılmaz bir soru ortaya çıkıyor: Onun babası bir Müslüman üleması idise, o, tam bir Hıristiyan kale şehrinde ne yapıyordu? Müslümanlarla savaşan ve Haçlı şövalyelerin egemenliği altın-da olan bir şehirde her hangi bir Müslümanın varlığı, özellikle İslamı tebliğ eden bir ülemanın yaşaması ne kadar mümkün idi? Böyle bir şeyi ihtimal etsek bile, onun Müslüman toplumu-nun olmadığı düşmanca bir ortamda yaşamasının ne anlamı var idi?

İşin ilginç tarafı hem de onun Malatya hükümdarını kendi tahtına dönmesini sağlaması ve mükafat olarak onun kızıyla evlenmesi ile ilgili bilgilerdir. Bunlar, onun Malatya’da ve yö-netimde hem de büyük otorite sahibi olduğunu gösteriyor. Bu bilgiler tarihi gerçeklerle uzlaşmıyor ve onlara ters düşüyor. Zira, Malatya’nın Hıristiyan hükümdarları bazen Hilafetin desteğini alsalar da amaclarına ulaşamamış ve bu nedenle Haç-

49

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

lılarla işbirliğine girmişlerdir (Örneğin, Malatya ve Edessa’ya hakim olan Toros haçlı kumandanı Balduin de Bulyonu oğullu-ğa götürmüş, Toros’un damadı olan Gabriel ise, kızı Morfia’nı diğer Haçlı kumandanı Balduin de Burg II ile evlendirmiştir). Haçlıların egemenliği altında olan bir iktidarda Müslüman bir ülemanın devlette büyük bir otorite olması ne kadar akıl karı-dır? Böyle bir şey asla mümkün değildir.

Anlaşılan odur ki, bu bilgiler gerçekleri yansıtmıyor. Ab-dülhalik Gucdevânî’nin babasının böyle birisi olması için sade bir Hıristiyan değil, Gabriel hanedanına yakın olan ünlü bir Er-meni Hıristiyan din adamı veya ünlü Haçlılardan birisi olması gerekiyordu. Zira, o, Süryanilerden olmuş olsaydı, iktidara etki sağlayamazdı. Anlattığımız gibi Süryaniler Ermeni hükümdar-larının, özellikle Gabrielin iktidarını hiç sevmez, Ermeniler de onları kabul etmezdiler. O zaman, Abdülhalik Gucdevânî’nin babası diye bilinen Abdülcemil kimdir?

Kaynaklarca sunulan bilgilerin altında farklı alt bilgilerin olduğu anlaşılıyor. Bu bilgilerin az olmasına rağmen, onlarda büyük hakikatler gizli saklanmıştır. Biz tarihi gerçeklerle onları karşılaştırırsak, bazı hakikatları çözebiliriz, düşünüyorum. Bu-nunla ilgili olarak bazı sorulara aydınlık getirilmesi gerekiyor:

1. Düşmanları tarafından şehirden çıkarılan ve sonradan kendi tahtına dönen Malatya hükümdarı kimdir, aceba?

Malatya’nın hükümdarı olan Gabriel iktidarda olduğu sü-rece tahtını terk etmemiş ve sonra Danişmendi’ler tarafından öldürülmüştür. Gabriel’den önce tahtta olan kayınpederi Toros da aynı kaderi yaşamıştır. Biz hatta daha önceki hükümdarların hayatına dikkat edersek, böyle bir şeyin yaşanmadığını görüyo-ruz. Hatta, 1102 yılından sonra Malatya’da iktidar olan (en azı 1130 yılına kadar) Türk hükümdarlarının da hayatında böyle bir kader yaşanmamıştır. Böyle bir tarihi olay olmadığından dolayı, söylenenlerin tahrif olunduğu ortaya çıkıyor. Fakat, bu bilgiden ortaya çıkan mantıksal sonuça göre, Abdülhalik Guc-devânî’nin babası Hıristiyan kalesi olan Malatya’da sıradan biri değil, otoriter birisi olmuştur.

2. Abdülhalik Gucdevânî’nin annesinin Rum hükümdarla-rından birinin kızı olduğu söyleniliyor. Aceba, onun annesi kim

50

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

olmuştur?XII-XIII yüzyıllarda Müslüman-Türk sultanlarını veya bey-

lerini kimse “Rum hükümdarı” adlandırmamış ve yanlız Hıris-tiyan Bizans hükümdarları bu adla tanınmışlardır.63 Abdülhalik Gucdevânî’nin kendisine ait edilen ‘Risâle-i Śâĥibiyye’ adlı eserinde bu konuyu somutlaştırarak, o Rum hükümdarlarından birinin ‘Malatya Sultanı’64 olduğunu ve hatta, düşmanları ta-rafından şehirden çıkarılandan sonra onun tahtına dönmesini sağladığını ve mükâfat olarak 113 yaşında onun kızıyla evlen-dirildiğini bildiriyor.65

İlk önce, 113 yaşında bir ihtiyara mükâfat olarak bir sultan kızının değil de, bir cariyenin evlendirilmesi bile akıl karı de-ğildir. Bunu, tarihi gerçekler de tasdik ediyor. Zira, Malatya hükümdarı Gabriel, Toros’un kızıyla, Gabriel’in güzel kızı Morfia ise Haçlı kumandanı Balduin ile evlenmiştir. Sonralar, Haçlıların Küdüs’te yarattıkları devlete Morfia’nın kızı Menis-sa rehberlik etmiştir (oğulları olmadığından dolayı).

Abdülhalik Gucdevânî’nin babasının 113 yaşında evlenmesi

63 Arap kaynaklarında Rum ismi daha ziyade Bizanslılar’ı ve Bizans Devleti’ni, Rum asıllı olanları ve genel olarak Bizans Hıristiyan nüfuzunu (Yunan, Rus, Ermeni, Bulgar, Slav, Süryani ve d.) ifade etmek üzere kullanılır. Selçuklu ve Bizans idaresinden Osmanlı hâkimiyetine intikal eden bu topluluklar Anadolu’nun birçok yerinde varlıklarını sürdürmüştür. Bunların yanında daha sonra Osmanlı idaresi altına girecek olan Yunan anakarası, Trakya ve adalarda yaşayan, Grekçe konuşan topluluklar tâife-i Rûmiyân olarak adlandırılmıştır. Batılı seyyahlar, XIII. yüzyılda Türkler’in idaresindeki Anadolu’ya Turquemenie (Turquie) ve Bizans İmparatorluğu’na tâbi yerlere Romanie (Romania) diyorlardı. Osmanlılar zamanında XV. yüzyıldan itibaren Anadolu’nun tamamına “iklîm-i Rûm, memleket-i Rûm”, Amasya-Tokat-Sivas yöresini kapsayan çevreye de “Rûmiyye-i suğrâ” adı verilmiştir. Osmanlılar’ın ilk döneminden başlayarak Amasya, Sivas ve Tokat’ı içine alan idarî birim hakkında (eyâlet-i Rûm), ayrıca Anadolu’da müslüman ve gayri-müslim herkes için Rûm/Rûmî isminin kullanıldığı görülmektedir. Anadolu’ya mülk-i Rûm, Osmanlı Devleti’nin Avrupa yakasındaki kısmına Rumeli, Osmanlı hükümdarlarına da Rum padişahı denilmiştir. Bizans’ın varlığına son veren Fâtih Sultan Mehmed diğer unvanları yanında Kayser-i Rûm unvanını almıştır (İslam ansiklopedisi. Rum). Yani, Rum hükümdarı anlamı Türk hükümdarları için, XV yüzyıldan sonra kullanılmıştır. 64 Malatya hükümdarı Gabrielin Ermeni ordoks hakimi olmasına rağmen, hem de Hilafete bağlı olduğunu bildirmek için “Malatya Emiri” ünvanını da kullanmıştır. Bu politik adım, Bizans ile Hilafet arasında kendi bağımsızlığını korumak amacıyla yapılmıştır.65 Risâle-i Śâĥibiyye. Ferheng-i Îrân-zemîn, I/1 içinde, s. 70-101. İslam Ansiklopedisi cilt: 14; s. 170. Hamid Algar.

51

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

ve onun Gucdevânî’den başka kardeşlerinin olmasıyla ilgili bir bilginin ortada olmaması, bizi böyle sonuca götürüyor ki, onun babası genç evlilik yapmış veya evlenmemiştir. Bu dikkatimizi çeken ilginç bir konudur.

3. İmam Malik evladından, zahir ve batın ilimlerinde üstün ve müşkülü olanların baş vurduğu kapı olan, Hızır ile sohbetler yapan İmam Abdülcemil kimdir?

Tarihi kaynaklardan malum olduğu gibi, Müslümanlar Ma-latya’yı 934 yılında terk etmek zorunda kalmış ve bu tarihten sonra şehir 1103 yılına kadar yanlız Hıristiyanların oturduğu bir kale şehri olmuştur. Mesala, 934 yılında Malatya’yı terk edenler arasında Malatî el-Askalânî de olmuştur.66 Fakat, Ab-dülhalik Gucdevânî’nin babası bu dönemde henüz doğmamış-tır. O zaman, onun babasının sonraki dönemlerde Malatya’da yaşadığı anlaşılıyor. Müslüman bir ülemanın bu dönemlerde Malatya’da yaşaması ve hatta bir Müslüman bilim adamı ola-rak otorite sahibi olması inkansızdır.

O zaman, Gucdevânî’nin babasının gerçek isminin Abdül-cemil olmadığını ve Buhara’ya göç ettikten sonra Müslümanlar arasında bu ismi kullandığını söyleyebiliriz. Onun Buhara’ya göç ettikten sonra İslam dinini kabul ettiğini ve Abdülcemil is-mini aldığını ihtimal etmek mümkün müdür?

Bilindiği gibi, İslam aleminde şahısların, özellikle ülemala-rın isimleri geleneksel olarak onların babalarının, dedelerinin isimleri ile birlikte zikrediliyordu. Sadece Abdülcemil isminin hatırlanması, sanki onun şeceresinin gizli tutulmasına hizmet etmiştir. O zaman, Gucdevânî’nin babasının İmam Malik evla-dından, zahir ve batın ilimlerinde üstün ve müşkülü olanların baş vurduğu kapı olan, Hızır ile sohbetler yapan İmam olma-sıyla bağlı bilgiler de gerçek değildir. Zira, o dönemki Malatya 66 Bu dönemde Malatyayı terk eden Müslümanlar arasında Ebü’l-Hüseyn Muhammed b. Ahmed b. Abdirrahmân el-Malatî et-Tarâifî el-Askalânînin de olduğunu düşünmek mümkündür. Zira, o, çocukluğunu Malatyada geçirmiş ve sonra Askalân’a yerleştiği için Askalânî adlandırılmış ve orada da vefat etmiştir (ö. 377/987). O, fıkıh, kıraat ve mezhepler tarihi ile uğraşmıştır. Bu arada Râfizîler’i sınıflandırırken daha önce bahsettiği Sebeiyye’den söz etmektedir (s. 158). Bununla birlikte Ali Sâmî en-Neşşâr’ın da belirttiği gibi Malatî, İslâm kültür ve düşünce tarihinde yerini alan Haşvîlik’le ilgili belgelerin günümüze ulaşmasında önemli hizmetler ifa etmiştir (İslam Ansiklopedisi. cilt: 27; sayfa: 467).

52

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

ortamında böyle birisinin yetişmesi söz konusu olamaz. Aynı zamanda, böyle birisinin Buhara üleması arasında da tanınması gerekiyordu. Oysa, kaynaklar onun Buhara üleması arasındaki yerinden değil de, hiç Gucdevânî’nin eğitimi hakkında rolün-den bile bahsetmiyorlar. İşte, bunlar sunulan şahsın yanlış bo-yutlarda sunulduğunu tasdik ediyor.

4. Bizi ilgilendiren yine birkaç sorular vardır: Abdülhalik Gucdevânî’nin ebeveynlerinin Malatya’yı terk etmesinin asıl sebebi ne idi? Onlar ne zaman Malatya’yı terk ettiler?

Aslında, bu sorulara cevap vermek kolay değildir. Fakat, buraya kadar yaptığımız araştırmalar bize bazı ipucları veriyor. Burada üzerinde durulması gereken 1102 yılıdır, düşünüyorum. Zira, bu yılda Malatya’nın tarihinde yeni bir dönem başlıyor. Müslüman-Türklerin 1102 yılında Malatya’yı ele geçirmesi ve bu dönemden başlayarak şehrin Türklere ait olması önemli bir dönüş noktasıdır. Fakat, Türklerin Malatya’yı fethetmesi, yerli Hıristiyan halkın şehri terk etmesi anlamına gelmiyor. Zira, Malatya’yı Türklere teslim eden yerli Hıristiyan halkı olmuştur. Onlar iktidarda olan Ermeni-Haçlı ittifakının türettiği zülüm-lerden kurtulmak için bunu yapmışlardır. Hatta, yerli Hıristiyan yazarları Türklerin yerli halka karşı adaletli muamelesi hakkın-da yazmağı unutmamışlardır (artık bunlar hakkında bahsettik).

Malatya hükümdarı Gabriel’in iktidarı döneminde onunla yerli halk arasında büyük bir gerginliğin yaşandığı ve onun halka zülüm yaptığı malumdur. Zira, yerli halk Gabriel’in Haçlılarla işbirline karşı çıkarak Türklerle antlaşma yapmasını destekliyordu.67 Bunun nedeni, Türklerin Anadolu Hıristiyan-larına karşı insani tavrı, Haçlıların ise yerli Hıristiyanlara karşı düşmanca muamelesi idi.68 Gabriel’in Malatya halkına yapdığı

67 1095 yılında Malatya’yı kuşatan 1. Kılıç Arslan, bazı ayrıcalıklar tanıyacaklarına söz vererek Süryani patriğinin desteğini almışsa da, Gabriel onu öldürtmüştür. Yahut, Melik Danişmed Gazi, Malatya’yı kuşattığı sırada, Gabriel ve Rumlar, Süryani ve Ermenilerden şüphelendikleri için, onlara zulüm ederek ve mallarına el koyarak bir çoğunu da öldürdüler. Süryani halk Malatya Metropoliti Barsabuni’yi Gabriel’e gönderip, onu barışa yaklaştırmak istedi. Bunu kendisine karşı bir tertip zanneden Gabriel Barsabuni ile birlikte birçok ileri gelenleri öldürünce, askerler ve halk gazaba gelerek ihanete mecbur oldular. Şehrin kapılarım Danişmendlilere açarak askerlerin şehre girmesini sağladılar. 68 Runciman Steven, cilt: I, s. 151.

53

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

zülüm sonuç buldu. Gabriel ve ailesi, onun zülmüne uğrayan yerli Hıristiyan halk tarafından 1102 yılında işkence ile öldü-rüldü. Aslında, yerli halk Gabriel’in ölümü ve Türklerin fethi ile zülümden kurtuldu. Bu nedenle, onların şehri terk etmesine zorlayan hiç bir sebep ortada yok idi. Onlar kendi mal, can ve itikat hürriyetlerini evvelki dönemlerden daha fazla yaşamaya başladılar.69

Aceba, Abdülhalik Gucdevânî’nin ebeveynleri bu dönemde, yani Gabriel’in öldürüldüğü 1102 yılında Malatya’yı terk etmiş midirler?

Düşünüyorum ki, evet. Zira, bahsettimiz gibi Gucdevânî’nin ebeveynleri Gabriel’in ailesine çok yakın olmuş ve onun ikti-darını desteklemişlerdir. Hatta, Gucdevânî’nin babası devlet otoriterilerinden biri olmuştur. Bu nedenle, Gucdevânî’nin ebe-veynleri ve Gabriel’in birkaç aile fertleri Gabriele karşı ayak-lanan halk isyanından canlarını kurtarmak için Malatya’nı terk etmek zorunda kalmışlardır. Fakat, Gabriel’in ölümünden bir-kaç gün önce şehri hükümdarın servetleriyle birge terk edebilir-diler. Zira, Gabriel’in öldürüldüğü gün bunu yapmak imkansız olmuştur. Onların şehri terk etmesine destek verenler de olmuş-tur. Aksi taktirde, bunu yapamazlardır. Onların ilk önce komşu Edesse (Şanlıurfa) şehrine sığınmaları mümkündür. Zira, 1120 yıllarına kadar bu şehirde Gabriel’in kızı Morfia şehrin Haçlı hükümdarı olan Balduin’in karısı idi. Malatya’yı terk eden gru-bun onların desteğine muhakkak ihtiyaçları olmuştur. Müha-cirlerden bir grubu burada kalmış, diğerleri ise Şam’a ve Şam yoluyla başka yerlere gitmişlerdir. Buhara’ya gelen gruplar arasında Gucdevânî’nin ebeveynleri de olmuştur.

Bu söylenenlerin gerçek olduğunu araştırmaların sonucu kanıtlıyor. Bunun aksini iddia etsek bile, yine tarihi gerçeklere uymuyor:

69 Melik Danişment Gazi askerlerin şevkini arttırmak amacıyla, şehrin zenginliklerinden kendilerine pay verileceğini söyledi. Şehir alınınca ganimetler dağıtıldı. Bununla beraber kimseye dokunmayarak, halkın evlerine ve işlerine dönmelerini sağladı. Bundan başka ülkesinden buğday, öküz gibi zirai ihtiyaç maddeleri getirterek halka dağıttırdı. Zindanlarda bulunan insanları hürriyetine kavuşturdu. Malatya, Danişmend Gazi Ahmet zamanında bir saadet ve bolluk ülkesi oldu.

54

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

* Abdülhalik Gucdevânî’nin babasının 1102’den sonra za-manla Malatya’ya yerleşen Müslüman Türklerden, özellikle de ünlü bir Türk-Müslüman ülemasından olduğunu iddia etsek, o zaman ‘Risâle-i Śâĥibiyye’, ‘Reşahat’, ‘Nefahat’, ‘Danişmend-name’ gibi eserlerde onun Türk soyu hakkında bir bilgi olurdu. Fakat, bu kaynaklarda (‘Risâle-i Śâĥibiyye’, ‘Reşahat’) onun Türkmenlerden veya Selçukilerden değil, Malatya’dan olduğu bildiriliyor.

* İlginçtir ki, Anadoluyu feth eden Müslüman-Türkler orayı müslümanlaştırmak ve Haçlılarla savaşta zafer kazanmak ama-cıyla tüm Müslüman ülemasını, mutasavvıfları ve gazileri Ana-dolu’ya davet ettikleri halde ve onların Anadolu’ya akın ettiği bir dönemde, Abdülhalik Gucdevânî’nin ebeveynleri Anado-lu’yu terk ederek Buhara’ya göç etmişler. Genellikle, böyle bir durumda Müslüman-Türk insanının, özellikle Müslüman üle-masının Malatya’yı terk etmesi ne onun dünya çıkarlarına, ne de dini inancına uygun idi.

* Türklerin Malatya’ya yerleşmesi ve bir Malatya’lı olarak tanınması epey zaman almıştır. Zira, Malatya 1102 yılından uzun süre sonra yine bir Hıristiyan şehri gibi tanınmıştır. Şehrin eski nüfuzu yaşamını önceki yıllardan daha güvenli bir şekil-de devam ettirmiştir. Hatta, bu şehirde XIII yüzyılda Mihail Süryani, Ebul Farac (burada eserlerinden yararlandığımız) gibi ünlü Hıristiyan-Süryani alimleri ortaya çıkmışlar. Zira, onlar için burada bir ortam mevcut olmuştur. Fakat, Malatya’da hatta XIV-XV yüzyıllarda İslami ilimlerin gelişmesini sağlayan bir ortam olmamıştır. 725 (1325) yılında Malatya’da doğan Cemal el-Malati İslami tahsil görmek için Malatya’yı terk ederek Ha-leb ve Mısır’a gitmiş ve 1400 yılında da Kahire’de vefat etmiş-tir. Fakat, onun da düşünce ve eylemlerinde Müslüman alim-lerine yakışmayan haller olmuştur.70 Bu nedenle, XII yüzyılın

70 Vakıfların istibdâline izin verme konusunda aşırı gitmek, Hıristiyana karşılık müslümana kısas uygulamak gibi birtakım icraatı yanında faizli bazı muameleleri meşrû sayan çeşitli hîle-i şer‘iyye yollarını câiz kabul etmesi ve esrar imalinde kullanılan Hint kenevirinin yenilebileceğine fetva vermesi sebebiyle eleştirilmiştir. Malatî’nin mal edinme konusunda da çok gayretli olduğu, otuz yıl kadar yaşadığı Halep’te özellikle îne denilen bir satış çeşidi yoluyla büyük servet kazandığı, ancak Timur ordularının bölgeyi istilâsı sonunda hepsini kaybettiği belirtilmektedir (İslam

55

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

evvellerinde Malatya’da büyük İslam aliminin ortaya çıkması bu veya diğer malum sebeplerden inkansızdır.

Sunduğumuz bu deliller araştırmalarımızın doğru yönde de-vam ettiğini gösteriyor ve Abdülhalik Gucdevânî’nin babasının 1102 yılından sonra Malatya’ya zamanla yerleşen Türk kavim-lerinden olmadığını kanıtlıyor.

Biz Abdülhalik Gucdevânî’nin ebeveynlerinin 1102 yılın-da, yani Türklerin Malatya’yı fethetmesi ve Ermeni hakimi Gabriel’in yenilmesi tarihi sırasında Malatya’yı terk ettiklerini iddia ediyoruz ve iddiamızın da tarihi delillere ters düşmediğini ortaya koyuyoruz. Bu iddianın aksini düşünsek bile, yine tarihi gerçeklerle çatışacağız. Örnegin:

* 1124 yılındaki kıtlık ve veba, Abdülhalik Gucdevânî’nin ebeveynlerinin Malatya’yı terk etmesine sebep olabilir miydi?71 Düşünüyorum ki, hayır. Eğer onların 1124 yılında korkunc hastalık yüzünden şehri terk ettiklerini düşünsek bile, o zaman Gucdevânî’nin Buhara’da dünyaya gelmesi epey zaman alırdı. Zira, ağır hastalık korkusundan yeni kurtulan insanın ihtiyat yüzünden bir süre doğum yapmaktan kaçınması mantıksaldır. Böyle bir ihtimala dayansak, onun doğum tarihinin 1124 yılın-dan birkaç yıl sonraya götürülmesi icab ediyor. Oysa, bu onun anlatılan hayat hikayesiyle uzlaşmıyor. Yani, araştırmacılar Abdülhalik Gucdevânî’nin doğumunun en son tarihini 1120 ihtimal ediyorlar. Oysa, bu tarihin 1127-1128 tarihine çekilmesi icab ediyor. Bu ise, mümkün değildir.

* Abdülhalik Gucdevânî’nin ebeveynleri Malatya’yı 1102 yılından önce terkedebilir miydiler? Düşünüyorum ki, hayır. Zira, kaynakların sunduğu bilgilerden anlaşılıyor ki, onların durumu Gabriel’in iktidarı döneminde gayet iyi olmuştur. Kay-naklara göre, bu dönemde Gucdevânî’nin annesi hükümdarın hanedanına ait olmuş, babası ise şehirde yüksek görev sahibi

Ansiklopedisi. Cilt 7, s. 305). 71 Malatya, 1124 yılında Danişmendli Emîr Gazi ile damadı Selçuklu sultanı I. Mesud tarafından kuşatıldığı vakit şehirde dayanılmaz bir kıtlık başladı. Bu nedenle halktan bir kısmı şehri terk etmek zorunda kaldı. Kalanların da pek çoğu açlıktan kırıldı. Bununla birlikte baş gösteren veba salgını da nüfus kaybına neden olan diğer bir etkendi. (S. Mihail, II, s. 82, Abû’l-Farac, II, s. 359; Anonim Süryanî Vekayinâmesi, Türkçe terc. s. 31; Tülay Metin. dergi 4(2): 137-156.

56

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

olmuştur. Böyle bir durumda şehri terk etmek için hiç bir sebep olmamıştır.

Yaptığımız araştırmaların mantıksal sonucları Abdülhalik Gucdevânî’nin ebeveynlerinin eskiden Malatya’da oturan Hı-ristiyanlardan olduğunu ve 1102 yılında Müslüman-Türklerin Malatya’yı ele geçirmesi sırasında orayı terk ettiklerini ve Bu-hara’ya göç ettiklerini kanıtlıyor.

Neden Buhara?

***

Maveraünnehir topraklarında ilk Hıristiyan icmaları II-III yüzyıldan başlayarak yerli Tanrıçılık, Budist, Mecusi icma-ları arasında yerleşmiş ve kendi kiliselerini, monastırları inşa etmişlerdir. Bunlar özellikle Roma imperatorluğunda takip olunan monofizit Nestoriyanlar (Nasraniler), Suriye’den gelen ortodoks icmaları ve Yakubiler olmuşlar. Onlar özellikle Merv, Herat, Belh, Sogd, Semerkant, Buhara gibi yerlerde yerleşmiş ve özellikle Türklerden oluşan yerli nüfuz arasında taraftarla-rını toplamışlardır.72 Maveraünnehir’de İslam’ın yayılmasıyla onların bir kısmı Müslüman olmuş, diğerleri ise kendi varlıkla-rını devam ettirmişlerdir. VIII-IX yüzyıllardan başlayarak Hi-lafet topraklarında oturan Hıristiyanların, Yahudilerin bir çoğu farklı dönemlerde Maveraünnehir’in kuzey bölgelerinde olan Buhara, Semerkant gibi Müslüman şehirlerine göç etmişlerdir.73 Zira, Maveraünnehir’in güneyinde İslam kültür merkezlerinden olan Horasan ile putperest türk-moğol dünyası arasında bulu-nan bu şehirlerde Müslüman kültürüyle yanaşı Ehl-i Kitaba ait olan eski kültürler de (Hıristiyan, Yahudi, Mecusi) bir arada

72 IV-VIII yüzyılarda Hıristiyanların Ustruşan, Sogd, Harezm, Çaç bölgelerine göçleri artmıştır. Bunu, bu bölgelerde bulunan Nestoriyan haçlı pulları kanıtlıyor. Suriya keşişi ve yazarı Ebu-Farac ibn Harun (Grigori İohan Bar-Ebrey) 1046 yılında Semerkant nestoriyan mitropolitinden, Marko Polo ise, Semerkantta XIII yüzyılın ortalarında inşa edilen Haçlı Yuhanna kilsesinin varlığından bahsediyor. Biruni kendi döneminde Nasranilerin Maverünnehir, İran, Suriya topraklarında fazla olduğunu yazıyordu.73 İlk kez, 796 yılında Medain Hıristiyanları bir icma halinde Çaça göç etmişlerdir. (Zayat, s. 11-38, 333-66).

57

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

bulunuyorlardır. Sâmânîler devrinde Buhara’nın tarihini ya zan Nerşahî (ö.

348/959) ve oraya uğrayan İstahrî, İbn Havkal ve Makdisî gibi coğrafyacılar Buhara’nın Mâverâünnehir’de zamanla Fars-Arap Müslüman kültürünün esas merkezi haline geldiyini, özellikle Hanefi mazhebinin yayıldığını bildirmişler. İpek yolu üzerinde bulunan bu bölgede büyük ticaret ve ilim gelişmiştir. Mevlana Celaleddin “Buhara bir bilgi madenidir; Her nerede bir hikmet sahibi görürsen, o Buharalıdır.” - söylemiştir.74 Nar-şahi ve diğer yazarlar kendi dönemlerinde Buhara’da Hıristiyan kilisesinin ve icmasının varlığından bahsediyorlardır.75

Hıristiyanların, Yahudilerin XI-XII yüzyıldan başlayaraq bu bölgelere göç etmelerinin özel nedenleri vardır. Bunların başında XI-XII yüzyıldan başlayarak Türklerin Hıristiyanların oturdukları şehirleri ele geçirmeleri, özellikle Avrupa’dan ge-len katolik Haçlıların ortodoks Hıristiyanlara, Yahudilere karşı yaptıkları zülümler olmuştur. Anadolu ve Kafkazlar’da Selçuk-luların, Türkmen kavimlerinin yoğunlaşması ve egemenliği, bu topraklarda oturan bir çok Hıristiyan icmalarının, özellikle dindar kesimlerin Kuzey Kafkasya, Kırım ve Maveraünnehir’in kuzey bölgelerine göç etmelerini sağlamıştır. Bu göç akınları aynı zamanda misyonerlik fealiyetinin yeni bölgede yayılması-na neden oldu. Bunun sonucu olarak, 1007 yılında Moğol kav-mi olan kereitler, naymanlar Hıristiyanlığı kabul ederek kendi devletlerini kurdular ve Maveraünnehir’in kuzey bölgelerine büyük bir tehdid oluşturdular. Fakat, Narşahi’nin ve diğer ya-zarların sunduğu bilgilerden anlaşılıyor ki, putperest ve göçebe Türkler kuzeyden Buhara’nın huzurunu daima bozmuşlardır. Yani Buhara’yı, genellikle Maveraünnehir’in kuzey bölgelerini güvenlik açısından huzurlu bir bölge adlandırmak doğru olmaz-

74 Ortaçağda Sâmânî hükümdarları çok sayıda âlim, edip ve şairleri Buhara’ya (kısmen Semerkant’a) topla mış, sıkıştırılan Ehl-i Beyt taraftarları, seyyidlerin bir kısmı oraya yerleşmişlerdir. Maverannnehr’in diğer yerlerinde Şafiı Mezhebi mevcut bulunmasına rağmen, Buhara’da Hanefilik yaygındı. Şii mezheplerinin, hem de Tahiriler döneminde İbn Kerram tarafından kurulan Kerramiyye Mezhebi’nin, Samaniler dönemi boyunca Nişabur’da kalmayı başarırken, aynı durumu Buhara’ da gerçekleştiremediği gözükmektedir. 75 Muhammed Narşahi, s. 34.

58

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

dı. O zaman, Hıristiyan icmalarının bu bölgelere yerleşmesinin esas nedeni ne idi?

İbn Haukel X yüzyılda Vinkert adlı Hıristiyan yerleşim yerinden bahsediyor.76 O, aynı zamanda Sogd’da Vazkert isimli bir yerde Hıristiyan icması hakkında böyle yazıyor: “Savadar’da Hıristiyanların toplandığı kilse vardır. Ben orada Irak’tan gelen Hıristiyanlarla yüzleştim. Onlar buraya güzel coğrafi durumu, sağlam havası ve inzivaya çekilmek için olum-lu şartlarından dolayı gelmişler. Burada kalmak için vakıf var-dır. Onlardan bazıları burada uzun süre kalıyor. Vazkert adlanan bu yer Sogd’un büyük bir kısmını kapsıyor.”77

Bu bilgiden anlaşıldığı gibi, burada oturan Hıristiyanların büyük bir kısmı rahiplerden oluşmuş ve onların vakıfları ad-landırılan yer ise bir monastır kısmında fealiyet göstermiştir. Böyle monastırlar, kiliseler veya vakıflar Türküstan’ın farklı yerlerinde, aynı zamanda Buhara’da da olmuştur.78

Hıristiyanların putperestliğin, göçebeliğin ve derebeyliğin hüküm sürdüğü Türk-moğol toplumunun sınır bölgelerinde yer-leşmelerinin icabı ne olmuştur, aceba? Onların Hilafetin Bağ-dad, Mosul, Horasan gibi iç bölgelerinde oturmak daha güvenli değil miydi? Tarihi kaynaklar Hırıstiyanların özellikle Müslü-man Türklerin egemenliği altında olduklarında daha güvenli olduklarını tasdik ediyor. Anadolu ve Doğu Hıristiyanlarına bu güvenceni ne Bizans, ne de Avrupa Haçlıları verebilmişlerdir. O zaman, onların bu yerlere göç etmesini sebebi ne idi?

Belki bu göçlerin ana nedeni, tüm doğu ve batıyı Müslüman eden Türkleri, Müslüman yapan Maveraünnehir bölgesinde İslam dinini zayıflatmak ve Maveraünnehir’in kuzeyinde pagan Moğol-Türk kavimleri arasında Hıristiyanlığın yayılmasını sağ-

76 Bu yer şimdi Taşkent yakınlığındaki Çirçik adlı yerin güneyinde bulunuyor. 77Abul-Kasım İbn Havkel, s 44.78 Semerkant yakınlığında bulunan Urgut isimli bir yerde ortaya çıkan kilse kalıkları, Pencikent yakınlığında bulunan Hıristiyan yazıları, Tokmak ve Pişpekte, Afrasiyab şehrindeki çoksaylı Hıristiyan kabirleri, Sogd tacirlerinin İpek yolu üzerinde kurdukları Suyab isimli yerde kilisenin olması, Bezeklikte süryani, uygur ve sogd dillerinde IX-XII yüzyıla ait çoksaylı metinlerin saklandığı monastırın olması, Turfanda Bulayıkta Hıristiyan icmasının fealiyet göstermesi, Gaoçandaki uygurlar arasında Hıristiyan resimlerinin geniş yayılması ve diğer deliller vardır (Malov, s. 233).

59

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

layan misyonerlik fealiyetlerini devam ettirmek idi. Onlar bu fealiyetlerinde diğer Hıristiyan devlet ve icmalarının destekleri-ne arkalanmışlardır. Sonuçta, onlara destek olan ve Müslüman-Türklere karşı çıkan Hıristiyan-Türk ve Yahudi-Türk toplumları ortaya çıktı.79 Farklı inanclardan oluşan (Tanrıçı, Hıristiyan, Budist, Konfusiyaçı) Türk kavimleri Elüy Daşi hanın rehberliği ve Uygur Nestoriyanlarının mali desteği ile 137 yılında Hocend yakınlığında meydana çıkan savaşta Semerkant hükümdarı Rükneddin Mahmud hanı yendiler, 1141 yılında Katvan sava-şında (Hocent ve Semerkant arasında bir yer) Sultan Sencer’in imparatorluğuna büyük darbe indirdiler (karısı ve yakınları esir alındı, ordusundan toplam 30 bin kişini kaybetti) ve aynı zamanda Maveraünnehir’in Buhara, Semerkant gibi birkaç şe-hirlerini ele geçirdiler. Bu nedenle, Avrupa Haçlıları bu dönem-lerde Müslüman-Türklere, yani Selçuklu sultan Sencer’e karşı çıkan büyük bir Hıristiyan hükümdarı olan efsanevi keşiş Yuan-na hakkında rivayetler söylediler (bu ismi Nestoriyan uyğurlar 1143 yılında ölen Elüy Daşiye vermişler), kereit, nayman Türk kavimlerini kendilerine müttefik olarak gördüler ve bunun ar-dından Hilafete karşı olan Moğol saldırılarının buradaki Hıris-tiyan rahiplerinin misyonerlik fealiyetlerinin sonuçları olarak ortaya çıktığını iddia ettiler. Fakat, sonraki dönemlerdeki tarihi gelişmeler bu iddiaların kısmen gerçek olduğunu ortaya koydu.

Abdülhalik Gucdevânî’nin ebeveynlerinin diğer komşu Hıristiyan şehirlerine değil, Buhara’ya göç etmelerinin temel 79 1007 yılında Türk-Moğol asıllı kereit, nayman, kısmen uygurlar Hıristiyanlığı kabul ederek kendi icma, mitropoliya (Kaşkarda) ve devletlerini kurdular. Onların Çengiz hanın yanında etki sahibi oldukları ve büyük hanı Asiyada temsil ettikleri kaynaklarca malumdur. Kızıl Orda Hanlarından Sartak hanın da Hırıistiyan olması ve onun Rus hükümdarı Aleksandr Nevski ile kardeşlik bağı kurduğu hakkında bilgiler vardır. Böyle bir ortam aynı zamanda çeşitli dinleri içinde barındıran Hazar Türklerinin egemen olduğu Kuzey Kafkasya bölgesinde hüküm sürüyordu. Hazar devletinin resmi dini Yahudilik olmuştur. Onların güneyinde bulunan Şirvanşahlar devletinde ise, Müslümanlarla Hıristiyanlar, Museviler bir arada yaşıyorlardır. Bu kültürel integre bazı Türklerin Karaim Yahudileri veya Dağ Yahudileri gibi tanınmasına yol açmıştır. Fakat, Selçukluların, Türkmen kavimlerinin X-XI yüzyıldan bu bölgede (Kafkazya, Anadolu) yoğunlaşması, bölgenin kültür yapısını değiştirdi ve bölgede İslam-Türk kültürü egemen oldu. XIII yüzyılda katolok misyonerlerin çabalarına rağmen, XIV yüzyıldan Kafkazya, Anadolu ve Maverünnehirde Hıristiyanların sayı ve Hıristiyanlığın etkisi azaldı ve zamanla onlar ortadan kalktı. Bu sonuç, kılıc gücüne değil, tasavvuf erenlerinin İslamı sevdirmek aracılığıyla elde olundu.

60

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

sebeplerinden biri de bu olabilirdi. Türk-Müslümanların Ana-dolu’yu başarıyla ve hızla ele geçirmeleri ve Hıristiyanların, Haçlıların yenilmeleri, Danişmendilerle Selcukiler arasındaki savaşların80 yaşam ortamının huzurunu bozması ve sonuçta in-sanların bu savaş ortamından kurtulmak ve toplanan servetleri kurtarmak için uzak bir memlekete gitmeleri de bu sebepler arasında idi.

Buhara, Maveraünnehir’de İslam’ın, tasavvufun ve ticaretin geliştiği ipek yollarının esas merkezlerinden biri olmakla ya-naşı, hem de Anadolu’ya saldıran Türklerin ana vatanlarından ve esas kültür merkezlerinden biri idi. Haçlılar, pagan Türkleri hıristiyanlaştırmak, Müslüman-Türkleri zayıflatmak için onlar arasında sünni-şii fitne tohumu seperek onları parçalamak ve birbirine karşı koymak stratejisini gerçekleştirmekten yana tüm çabalarını sarfediyorlardır. Özellikle, Türklerin İslam modeli olan, onların güc ve birliğinin temelinde dayanan Ehl-i Beyte dayalı tasavvufun içinde bir çatışma yaratmak icab ediyordu. Bu nedenle, Anadolu’yu terk eden Hıristiyanların bir çoğu Ma-veraünnehir’e hicret ettiler.

***

Abdülhalik Gucdevânî ebeveynlerinin Malatya’dan Bu-hara’ya göç etmesinden sonra Gucdevan köyünde doğduğu malumdur.81Yani, kaynakların sunduğu bilgiye göre, onun ebe-veynleri Malatya’da evlenmişler ve Buhara’ya göçtükten sonra Abdülhalik Gucdevânî dünyaya gelmiştir. Biz 1102 yılında Abdülhalik Gucdevânî ebeveynlerinin Malatya’dan Buhara’ya göç ettiklerini ortaya koyduk. Fakat, onlar 1102-1103 yılında

80 Danişmendilerle Selçukiler arasındaki savaşta Selçukilerin zaferi, Bizans imperatoru Manuel Komnen ile Sivas emiri Yağı Basanın ittifağına sebeb olmuştur. Ayşe Sultan, Mengücük Beyliği taarruzlarına karşı kendini güvene almak ve Malatya’daki hâkimiyetini korumak amacıyla Artukluların Harput kolu hükümdarı Belek b. Behram ile evlenmiş ve onu, oğlu Tuğrul Arslan’ın Atabekliğine getirmiştir. Belek’in 1124’te ölümü üzerine Dânişmendli Emîr Gâzî yeniden Malatya’ya hâkim oldu.81 Bugün Gücdüvan Buharadan 49 km aralıda bulunuyor. Semergand ile Buraha arasında 276 km mesafe vardır. Gücduvan ortaçağda bölgenin işçilik (dulusçuluk) ve ticaret merkezlerinden idi. Zira, İpek Yolu ile Hindistan ve Çine giden kafileler buradan geçiyordu.

61

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Buhara’ya geldikten kaç yıl sonra Abdülhalik Gucdevânî’nin dünyaya gelişini söylemek çok zordur. Abdülhalik Gucdevânî babasının Malatya’da 113 yaşında evlenmesi ve sonra uzun bir yolçuluğa çıkması, nihayet Buhara’nın Gucdevân köyüne gele-rek yerleşmesi ve yerleştikten sonra bir evladının dünyaya gel-mesi epey bir zaman alıyor. O zaman, Abdülhalik Gucdevânî dünyaya gelirken babasının 113 değil, en azı 117-118 yaşı ol-ması gerekiyordu. Bu ise, imkansız görünüyor. Aynı zamanda da, onun annesinin bir Malatya hükümdarının kızı olmasıyla bağlı bilginin de gerçek olmadığı ortaya çıktı. Kaynaklarda Ab-dülhalik Gucdevânî’nin kardeşlerinden bahsedilmemesi veya kendisine ait edilen ‘Risâle-i Śâĥibiyye’ adlı eserinde bununla ilgili bir bilgi vermemesi, bahsedilen Abdülcemil’in onun baba-sı olmasıyla bağlı bilgileri kuşku altına alıyor. Yani, 113 yaşına kadar evlenmeyen birisi, neden bu yaştan sonra evlenmek kara-rına gelmiştir, aceba? Yahut, 113 yaşında evlenmek durumunda idise, neden bu döneme kadar evlenmemiştir?

İşte, ortaya çıkan bu sorular, aynı zamanda Gucdevânî’nin anne ve babasıyla bağlı aktardığı bilgilerin gerçek olmadığının meydana çıkması, doğal olarak bizi bu bilgilerin uydurma oldu-ğu sonucuna götürüyor. Fakat, araştırmaların mantıksal sonucu Abdülhalik Gucdevânî’nin babası olarak bilinen Abdülcemil’in onun gerçek değil, manevi babası olduğunu, Abdülhalik Guc-devânî’nin ise, Malatya’dan Buhara’ya hicret eden Hıristiyan mühacir ailelerden birine ait olduğunu ihtimal etmeye esas ve-riyor.

Abdülcemil’in Buhara’da İslam’ı kabul edip etmemesini söylemek çok zordur. Fakat, Nakşibendi kaynaklarından (Re-şahat, Nefahat ve d.) anlaşıldığı gibi, Abdülhalik Gucdevânî babası veya manevi babası olan Abdülcemil’in yolunu devam ettirmiştir. Biz, Gucdevânî’nin hayatını araştırdığımızda, onun manevi babası gibi evlenmediğini ve devamçılarına da bu yolu takip etmelerini tavsiye ettiğini görüyoruz (Reş 23-24).

62

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Abdülhalik Gucdevânî’nin sessiz zikir bidatı

Reşahat eserinde Abdülhalik Gucdevanî’nin genclik yılları böyle anlatılıyor:

“Abdülhalik çocukluğunu doğduğu köyde geçirdi ve daha sonra Buhara’da ilim tahsiline koyuldu. Bir gün, tefsir okur-ken gizli duayı emreden bir ayeti82 hocasına (İmam Sadreddin) soruyor: “Bu gizliliğin hakikati ve gizli zikrin yolu nedir? Zikredici yüksek sesle ve uzuvlarını oynatarak işini yapsa her-kes duyar ve görür. Kalbinden yapsa, bir hadis gereğince kan damarlarında gezdiğini bildiğimiz şeytan farkına varır. Ne yapmak lazım?” Hocası diyor ki: “Bu, ledün ilmi meselesidir. Allah dilerse seni dostlarından birine eriştirir, o da sana gizli zikri öğretir.”

Abdülhalik Hazretleri kendilerine ilahî sırları talim edecek Allah dostunu beklediler. Ta, Hızır’ın kendilerine görünüp “vukûf-u adedî” denilen usulü öğrettiği güne kadar. “Fasl-ül-hi-tab” isimli kitap,83 Abdülhalik Hazretlerinin ölçülerini tarikatte hüccet (senet) olarak gösterir. Bu ölçüler her tarikatte makbul, sıdk ve safayı elde etmekte başlıca yardımcı, şeriat ve sünne-te uymakta ve nefse karşı durmakta biricik müessirdir. Gizli zikrin gayesi olarak da yabancıların gözünden saklanmayı şiar kabul etmiştir. Abdülhalik Hazretlerine gizli zikri Hızır talim ettirmiştir.” (Reş 21-22).

Abdurahman Cami “Nefahat” eserinde yazıyor: “(Abdülhalik Gucdevanî) tertemiz yaşama tarzını başkala-

rından gizlemiştir. Zikr-i kalbi dersini gencliğinde Hz. Hoca Hızırdan (a.s) almış ve bu vazifeye devam etmişti. Hoca Hızır (a.s) onu evlatlığa (müritliğe) kabul etmişler ve şöyle buyur-muşlardır: “Su havuzunun içine dal, oraya gömül ve gönlünle şöyle söyle “Lailahe illalah Muhammed-ür Resulullah” Öyle yaptılar. Bu işle meşgul oldular ve buna adet edindiler. Fetihler buldular.”…..“..Hoca İmam Ebu Yakub Yusuf Hemedani (k.s)

82 “Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin. Bilin ki O haddi aşanları sevmez” (el-A‘râf 7/55)83 Bu kitab Muhammed Parsanın eserinin ismidir.

63

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Buhara’ya geldikten sonra Hoca Abdulhalik onun sohbetlerine devam etti. Anladılar ki, onlarda da zikr-i kalbi vardır. Bu-hara’da bulundukları sürece sohbetlerine katıldılar. Derler ki Hoca Hızır (a.s) onun ders piri, Hoca Yusuf ise sohbet ve hırka piriydi. Hoca Yusuftan sonra Hoca Abdulhalik riyazetle meşgul oldu, ama hallerini gizli tuttu.” (Nefahat 500).

Reşahat eserinde böyle anlatılıyor:“Bir zaman sonra Hoca Hazretleri Buhara’ya geliyor ve

orada Yusuf Hemedanî Hazretlerinin sohbetine erişiyorlar. Görüyorlar ki, Yusuf Hemedanî de kendileri gibi gönül zık-riyle meşgul. Böylece, sohbette mürşidleri Yusuf Hemedanî, harekette de Hızır oluyor. Şu var ki, Yusuf Hemedanî ve eski şeyhlerin zikirleri, resmî ve umumî planda açık zikirdir. Ayrıca içten edilen zikrin hususî şeklidir. Böyleyken Yusuf Hemedanî Abdülhalik Gucdevani’nin topyekün gizli zikrini kınamıyor ve: “Mademki Hızır’dan böyle emir aldınız, devam ediniz!” diyor. Hoca Abdülhalik Gucdevanî’nin bir yazısından: “Henüz 22 yaşlarındaydım ki, Hızır beni Yusuf Hemedanî Hazretlerine ısmarladılar. Hoca’nın Buhara muhitinde kaldığı müddetçe yanından ayrılmadım ve hizmetinde bulundum.” Abdülhalik Gucdevanî bu vaziyette riyazete başlıyor ve geçirdiği halleri gözlerinden saklamakta çok titiz davranıyor. Ve her an velayet ve kerametleri ilerliyor.” (Reş 23).

Abdülhalik Gucdevanî zahiri ve batini ilim sahalarında bir eğitim almış mıdır? – sorusuna “evet” demek zordur. Zira, kaynaklarda onun 22 yaşına kadar, yani Yusuf Hemedani ile iddia edilen buluşmasına kadar yalnız İmam Sadreddin isimli birisinden ders aldığı bildiriliyor. Eğer böyle bir şahıs olmuşsa, onun İslam’ın zahiri ve batini ilimlerinden uzak olduğu aşikar. Gucdevanî’nin sorularına onun yanıt verememesi bunu tasdik ediyor.

Bu soru, Gucdevanî’nin yaşadığı ortamda, yani Buhara’da sesli (cehri) zikrin geniş yayıldığını gösteriyor. Zira, onun sesli zikirden rahatsız olduğu da ortada.84 Aslında, genc Gucde-

84 Abdülhâlik Gucdevânî kendisine ait edilen bir şiirinde sesli zikre karşı çıkarak yazıyor:Açık zikri yasaklarken okudular:

64

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

vanî’nin verdiği soru aldatma niyeti taşıyan bir akıl yürütme biçimidir (sofism). Gucdevanî hocasına verdiği soruda dua ile zikir arasında kıyaslama yapıyor. O, Kuran-i Kerim’de dua ile ilgili ayete dayanarak sessiz zikir hakkında iddiada bulunuyor ve sesli zikrin yanlış olmasını kanıtlamağa çalışıyor. Oysa, dua - kulun bütün benliğiyle Yüce Yaratan’dan bir şey istemesiyle ilgili genel bir ibadet şeklidirse, zikir - nafile ibadet şekli olarak kulun Allah’dan bir şey dilemesiyle değil, yanlız O’na kavuş-mak amacıyla icra ettiği şeri bir hükümdür. Dua bir kavram ve ibadet türü olarak zikir kavramının içindedir. Zikir – can, mal ve akıl ile yapılan tüm ibadetlerde “Allahı hatırlamak suretiyle kalbi gafletten, nisyandan, huzursuzluktan, günahdan kurtar-mak” ile ilgili olan (Enfâl 8/45; Ra‘d 13/28; Ahzâb 33/35; Cum‘a 62/10, Münâfikūn 63/9, Nûr 24/37), kendini kalp, dil ve amelde tasdik eden ve Allah’a (c.c) kavuşmak amacıyla (“Yal-nız beni anın ki ben de sizi anayım” - Bakara 2/152)85 ihlasla sesli olarak yapılması emredilen en üstün bir ibadet şeklidir (A‘râf 7/205; Ahzâb 33/41-42, Ankebût 29/45). Zikir bir ibadet şekli olarak duadan farklıdır. Kuran-ı Kerim’de Allah’ı (c.c) zikir etmeyenlerin sapık (Zümer 39/22) ve az zikir edenlerin ise munafık oldukları bildiriliyorsa (Nisâ 4/142), dua için böyle bir uyarı yoktur. Bu nedenle, zikir ile duanın kıyaslanması doğru değildir. Zira, bu kıyaslanmadan ortaya çıkan sonuç yanlış ola-caktır. Diğer yandan, Kuran-ı Kerim’de ve hadislerde zikir ve dua ile ilgili net bilgiler ortada olduğu takdirde ictihad etmek batıldır.

Gucdevanî’nin hocası ise, ona cevap veremediği için, onu bir ilim adamının yanına göndermek yerine, ona cevabı bek-lemesini söylüyor. Zira, onun sorusu hiçbir alimin yanıtlıya-macağı ilahî sır veya ledün ilmi imiş. Sonuçta, onun sorusunu

Yakınlık sırrını anıp yırtınma! Yâr yanında, boşuna çığlık basma! Nadanların işi zikirde feryat, Hazır gaip sanıp gaip gibi dilemek...(Reş 324-325).85 Hadis-i Kudsi’de Allah Teâlâ “Kulumu sevince gören gözü, duyan kulağı, tutan eli olurum. Artık o benimle duyar, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür.” (Tezkiratul Huffaz 1/3, Buhari 1.cilt Sahih-i Buhari Tecrîd-i Sarih, Cild 12, Hadis No: 2042; Ramuzu’l-Ehadis, Hadis No: 4094; Berika, Cilt 1, Sayfa: 31).

65

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

yanıtlıyabilecek tek kişi Hz. Hızır ortaya çıkıyor ve onu tasdik ederek sessiz zikri ona öğretiyor. Böylece, Gucdevanî genc yaşlarında Hz. Hızır’ın ismini kullanarak İslam’da yeni bir ses-siz zikir türü icad ediyor.

Gucdevanî genclik dönemini Buhara’da geçirmiş olsaydı, onun bu sorusuna cevap verecek bir alim bulurdu. Zira, Bu-hara X yüzyıldan başlayarak İslam’ın zahiri ve batini ilimleri sahısında birçok ülemanın bulunduğu yer olmuştur. O zaman, onun genclik yıllarının Buhara’da değil, Gucdevan köyünde geçtiğini ve orada kendi sorusuna cevap verebilecek bir alimi bulamadığını düşünebiliriz. Aynı zamanda, o, Buhara’da eğitim almış olsaydı, onun bir değil, birkaç hocasının ismi kaynak-larda zikredilerdi. Biz, bunu diğer alim ve evliyaların hayat tarihçelerinde sık sık görüyoruz. Zira, İslam kültüründe alim ve evliyanın hocalarının belirlenmesi çok büyük bir önem taşımış-tır. Aksi takdirde, onun ilim ve irfanda bir itibarı olmazdı. As-lında, onun bu geleneğin dışında bilim elde etmesi de mümkün değildir.

Bu dönemde kaynaklar neden büyük alim, İmam olarak sundukları Gucdevanî’nin babası Abdulcemil’i unutmuşlardır? Eğer o, bu dönemde vefat etmişse, onun hakkında bir bilgi aktarmaları gerekiyordu. Bu dönemde o yaşamışsa, neden onun Gucdevanî’nin eğitiminde etkisinden bahsedilmiyor? Bu dönemde Abdulcemil’in, yani yaklaşık 130 yaşında birisinin yaşaması ihtimalı çok zayıftır. Fakat, Malatya’dan Gucdevan köyüne yerleşen Hıristiyan muhacirler onu terk etmiş değiller-dir. Onlar arasında Gucdevanî’nin akrabaları, annesi de vardır. Anlattımız gibi, bu dönemde Buhara, Semerkant gibi yerlerde misyonerlik fealiyeti ile uğraşan Hıristiyan icmaları da geniş yayılmışlardır. Genc Gucdevanî’nin onların dışında olması veya onları terk etmesi de mümkün değildir. Böyle bir şey de olmamıştır da. Gucdevanî ömrünün sonuna kadar Buhara’nın dışına çıkmadığı ve doğduğu köyde de vefat ettiği sundumuz kaynaklarca sabittir. Bu, aynı zamanda, onun Gucdevan’da bulunan akrabalarına ve kendi icmasına sığındığını, onlara sıkı sarıldığını gösteriyor. Bu tabiidir. Zira, genc Gucdevanî’nin ailede yetişdiği kültürel ortam ile toplumdaki yabancı kültürel

66

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

ortam arasında uygunsuzluklar olmuştur. Bu nedenle, o, “gizli zikrin gayesi olarak da yabancıların gözünden saklanmayı şiar kabul etmiş” (Reş 22) ve “yaşama tarzını başkalarından gizle-miştir.” (Nef 500).

O zaman, sessiz zikir nedir? İslamda böyle bir zikir türü yoksa, o zaman o nereden kaynaklanıyor?

Nakşibendi kaynaklarında zikr-i kalbi anlamı hem sessiz zi-kir, hem de gizli zikir terimleri ile zikrediliyor. Aslında, bunun ne olduğunu Reşehât’ın müellifi Fahreddin Ali Safî yazıyor: “Mevlana Sadettin Kaşgarî (bildiriyor): “Zikir talimin usulü şöyledir ki, Şeyh kalbiyle tevhid kelimesini söylerken, mürid kendi kalbini hazırlayacak ve şeyhin yüreğine karşı tutup göz-lerini yumacak, dilini damağına yapıştıracak, dişlerini sıkacak, nefesini tutacak ve yalnız kalbiyle zikre başlayacak. Nefesini hapsetmekte sabır gösterecek ve bir nefeste üç kere tevhid keli-mesini çekecek. Böylece zikrin halavetini kalbinde arayacak.”

Hoca Ubeydullah Hazretleri: “Zikirden murad, kalbin Al-lah’tan bilgi edinmesidir. Bu bilgi meydana gelince zikir yerini buldu demektir. Eğer gönül ehli sohbetinde bu bilgi meydana gelmezse zikre devam etmek lazımdır. Zikirde en kolay ve sağ-lam yol, nefesini göbeği altında hapsedip dudağını dudağına ve dilini damağına yapıştırmak suretiyle olandır. Kalbin hakikati o duygu ve anlayış merkezi olmaktır ki, her tarafa yönelir, dün-yayı ve dünya işlerini hep o düşünür ve göz açıp kapayıncaya kadar yerleri, gökleri ve bütün alemleri dolaşır, işte onu bütün fikirlerden caydırıp, tiksindirip, yürek dediğimiz maddî et par-çasına döndürmek ve zikirle bağlamak lazımdır.” (Reş 26-27).

Reşahat’ta yazılıyor: “Alâeddin Attâr Hazretlerinin oğulları Yusuf Attâr, Şeyh Bedreddin Ömer ile aralarında mektuplaş-malar ve haberleşmeler olmuş. Bir gün Şeyh Bahaeddin Ömer meclisinde tarikat büyüklerinden bazıları zikirde nefesin hap-sini (nefes aldıktan sonra onu salıvermeyip içinde tutmak) şart koşuyor: “Nefesin hapsi Hint fakirlerinin işidir. Bu yolun şartı olan nefes hapsi değildir.” Bu söz Yusuf Attâr Hazretlerine ge-lince Şeyh Bahaeddin Ömer’e şöyle yazıyorlar: “İşittik ki, siz, nefesin hapsi usulünü kabul etmemişsiniz. Tarikat şeyhlerinden hiç birinin de bunu emretmediğini söylemişsiniz. Halbuki Hoca

67

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Bahaeddin Nakşibend Hazretleri ve halifeleri zikirde nefesin hapsini emrederlerdi. Siz nasıl olur da bunu kabul etmezsiniz?” Hoca Ömer şöyle cevap vermiş: “Bizim bu sözden muradımız onların tavırlarını nehyetmek değildir.” Ve başkaca izahta bu-lunmamış.” (Reşahat 121).

Bu bilgide sunulduğu gibi, hiçbir tarikat şeyhi İslam’da, yani tasavvufda sessiz zikir diye anılan bir kuralın olduğuna dair delil getirerek onu kabul etmemiş ve hatta böyle zikir üsu-lunun Hint fakirleri tarafından yapıldığını söylemişler. Orada-kiler onların bu delillerine karşı bir delil koyamamış ve sadece Bahaeddin Nakşibend ve halifelerinin böyle yaptıklarını söyle-mişler. Bahaeddin Nakşibend ve halifelerinin böyle yapmaları-nın nedeni Abdülhalik Gucdevanî olmuştur.86

İslam dininde böyle bir zikir türü olmadığı halde, Abdülha-lik Gucdevanî onu nereden almıştır?

Hinduizm, Taosizm, Budizm, Yahudilik (Hasidizm), Hıris-tiyanlık ve diğer dinlerde çeşitli zikir türleri vardır. Onlar ara-sında Yoga taliminde sessiz olarak kalbin sesinin duyulmasına yönelen meditasyon (anahata) türü daha fazla yayılmış ve diğer dinlerin zikir yöntemlerine etki sağlamıştır. Bunun etkisini özellikle doğu Ortodoks kilisesinin ve genellikle Hıristiyanların derinden dua etme şekillerinde de görüyoruz. Bu, ilk bin yılın Hıristiyan papazlarının yazdıklarının derlenip, Mount Athos manastırında saklandığı Philokalia’nın ilk beş bölümünde gös-terilmiştir: “Sessiz ve yalnız otur, gözlerini kapa, yavaşça soluk ver ve kendini kalbine bakarken hayal et. Soluk verirken ‘Hz. İsa, beni bağışla’ de; bunu dudaklarını yavaşça hareket ettirerek ya da zihninden söyle. Bütün başka düşünceleri bir kenara bı-rakmaya çalış. Sakin ol, sabırlı ol ve bunu sık sık tekrarla.”87

86 “Lâkin hakikatte ve bâtında Hoca Hazretleri «Uveysî»dir; yani ruhaniyet yoluyle terbiye edilenlerden. Abdülhâlik Gucdevânî Hazretlerinin ruhaniyetiyle yetişip geliştiler.” (Reşahat 66).... “Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, silsilelerini Abdülhâlik Gucdevânî’ye kadar gösterdiler ve bu fakiri zikirde «vukuf-u adedî»: Sayı bilgisine davet ettiler. Ve buyurdular ki: «Ledün ilmi, işte, Hızır’ın Abdülhâlik Gucdevânî Hazretlerine talim ettiği bu bilgidir.” (Reşahat 85) “Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretlerinin zuhurunda, Abdülhâlik Gucdevânî’nin ruhaniyetle terbiye edilmiş olmak hususiyeti kendisini gösterdi ve Hoca Hazretleri açık zikri tamamiyle bırakıp gizli zikre bağlandılar.” (Reşahat).87 James Hewitt. s. 154.

68

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Yahut “Sessiz bir hücrede, ayrı bir köşeye otur ve söyleye-ceklerimi uygula. Kapıyı kapa ve zihnini geçici olan tüm obje-lerin üzerine yükselt. Sakalını göğsüne dayayarak gözlerini ve onunla birlikte tüm zihnini karnındaki merkeze yönelt. Kolayca soluk alamayacak şekilde burnundan geçen havayı bastır ve zihninden, ruhsal güçlerin odaklanmaktan hoşlandığı kalbin yerini bulmak için, bağırsaklarının içini araştır. Başlangıçta ka-ranlık ve inatçı bir donukluk bulabilirsin; fakat direnirsen, gece gündüz denemeyi sürdürürsen bir mucize, sonsuz bir mutluluk bulacaksın.”88

Dikkat edersek, Hıristiyanlarda zikir ve dua kavramları aynıdır. Yani, onlara göre zikir, derinden dua etmektir veya aksine. Bu nedenle, Abdülhalik Gucdevanî zikir ile duayı aynı kavram olarak kıyaslamış ve sessiz zikrin doğru olduğunu ka-nıtlamağa çalışmıştır.

Abdülhalik Gucdevanî tarafından ortaya koyulan sessiz zikir sonraki dönemlerde ve hatta bugünlere kadar bazı nakşibendi gruplar tarafından uygulanmaktadır. Bu zikirde nefesin ve sa-yıların kontrolü ile ilgili Gucdevanî tarafından ortaya koyulan vukuf-u adedi denilen ilginç bir kural mevcuttur. Reşahat’ta yazılıyor: “Vukuf-u adedi - zikir sayısına dikkat ve riayet işi. Hoca Bahaeddin-i Nakşibend Hazretleri, kalbi zikirde sayı-ya dikkat ve riayetin dağınık havâtırı toplayıp sildiğine işaret ederler. Hacegan yolunda vukuf-u adedî mücerret sayı saymak değil, sayı çerçevesi içinde kalbî zikri derinleştirmektir. Gerek-tir ki bir nefeste 3, 5, 7 veya 21 kerre Allah ismi zikredilsin ve bu kemiyet ölçüleri mutlaka tek rakamlarla bitsin.” (Reş 30). “Ledün ilmi, işte, Hızır’ın Abdülhâlik Gucdevânî Hazretlerine talim ettiği bu bilgidir.” (Reş 85).

Fakat, aynı kaynakta (Reşahat) sessiz zikrin insanın sağlam-lığı için tehlikeli olduğu hakkında bilgiler mevcuttur: “Hoca Ubeydullah Hazretleri buyuruyor: “Hoca Alâeddin Hazretleri demişlerdir ki: Ben on altı yaşlarındayken Emîr Kulan Vâşî Hazretlerine eriştim. Gizli zikir yolundaydılar. Beni de o yolda uğraşmaya davet ettiler ve bana gizli zikir esnasında hâlimi ka-

88 Jean Gouillard, s. 57-58; James Hewitt, s. 35.

69

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

palı tutmamı, benimle yanyana ve diz dize oturanların bile ha-limden bir şey anlamamaları gerektiğin telkin ettiler. Bu telkin-de o kadar mübalâğa gösterdiler ki, eğer halk benim hâlimden bir şey sezecek olursa, bir yastık edinip ona dayanmamı ve öy-lece zikre devam etmemi tenbihlediler. Nice zaman bu şekilde zikirle uğraştım. Riyazet etmekte ve nefsimin gıdasını kesmek-te o kadar ileriye vardım ki, yüzüm sararıp soldu. Bir gün bu halimi gören annem, bana, hasta olduğumu ve bunun sebebini kendisinden sağladığımı ihtar etti. Hasta olmadığım cevabını verdim. Göğsünü açarak, eğer bu hâlin gerçeğin kendisine bil-dirmeyecek olursam, verdiği sütü helâl etmeyeceğini söyledi. Ben de vaziyeti olduğu gibi anlattım ve bu hâlin tarîkat yolu-na girmekten meydana geldiğini bildirdim. Annem fevkalâde mesûd oldu ve tarîkatin ilk şartlarını benden öğrenerek Tevhid Kelimesiyle meşgul olmaya başladı. Ben bu gizliyi açıklamak zaruretinde kalmış olmaktan büyük ıstıraba düştüm ve olanları Emîr Kulan Hazretlerine arzettim. Gülümsediler ve anneme de bu yolda çalışmak izninin verilmiş olduğu karşılığında bu-lundular. Annem, bir müddet aynı zikirle uğraştı. Bir gün, er-kek kardeşimin sahraya çıkmış olduğu bir zaman, annem beni çağırdı ve kazanı yıkayıp temiz suyla doldurmamı istedi ve bu isteğinin vasiyeti olduğunu ilâve etti. Ben bu işi yaparken annem abdest alıp iki rek’at namaz kıldı ve beni karşısına alıp zikre başlamamı teklif etti. Başladım. Kendisi de aynı uğraşma içindeydi. Bu vaziyette bir saat kadar geçmiş geçmemişti ki, annem, birdenbire yığılıp ruhunu teslim etti.” (Reş 63-64).

Dikkatimizi çeken diğer bir husus da şudur: “Hoca Hızır (a.s) onu evlatlığa (müritliğe) kabul etmiş ve şöyle buyurmuş-lardır: “Su havuzunun içine dal, oraya gömül ve gönlünle şöyle söyle “Lailahe illalah Muhamedür Resulullah” Öyle yaptılar. Bu işle meşgul oldular ve buna adet edindiler. Fetihler buldu-lar.” (Nef 500).

Malum olduğu gibi “Lailahe illalah Muhammed-ür Resulul-lah” kelimeyi-şehadet tabiri, her bir Müslümanın kalbiyle ve diliyle tasdik etmesi gereken temel şarttır. Kalpleri Allah’dan (c.c) başka kimse bilemediği için, İslam’ın temel şartı kelime-i şehadeti şahidler önünde dil ile ikrar etmek farzdır. Bilakis,

70

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Müslümanın dini sorumluluğu, yani Müslüman olması kabul edilemez.

Suya dalarak kelime-i şehadeti kalbinde zikir etmek dikkat çeken diğer şaşırıcı olaydır. Yani, Abdülhalik Gucdevanî Müs-lüman olduğunu iddia ettiği bir halde, kelime-i şehadeti sesli bir şekilde ikrar etmekten imtina ettiği ortadadır. Onun suya dalarak kelime-i şehadeti kalbinde zikir etmesiyle ilgili ortaya koyduğu gelenek Hıristiyanlıkta (ve bazı Hindu inanclarında) günahlardan temizlenme ve Hıristiyanlığın kabul edilmesiyle ilgili olan vaftiz törenine çok benziyor.89

Ayrıca, kelime-i şehadeti zikirde kullanan hiçbir tarikata rastlanmamıştır. Zira, Kuran-ı Kerim’de “Hangisiyle yakarır-sanız yakarın en güzel isimler Allah’ındır” (İsrâ 17/110) – ayeti mevcuttur. Bu nedenle, tarikatların zikrinde Allah’ın (c.c) isim-leri zikredilmektedir. Aynı zamanda, Abdülhalik Gucdevanî’nin “sohbet ve hırka piri” adlandırılan Yusuf Hemedani kendi ese-rinde müridlerine zikir talimi olarak böyle anlatıyor:

“Şunu bil ki, ibadet, takva. riyazet ve mücahede gibi birçok yolalsa da, Hakk’ı zikretmedikçe hakikat yolu açılmaz. Hace Ali Dukak “Zikir, velayetın bileziğidir” demiştir. Hakkıyla zikre nail olanlara velayet verilmiş, zikirden azledilenler vela-yetten mahrum kılınmışlardır. Gerçek zikir gönülde olur. Gönül zikrine nail olan salikin farzlardan, sünnetlerden sonra geriye kalan boş vakitlerinde zikirden başka hiçbir şeyle meşgul olma-ması gerekir. Yüce Allah’ı birçok adıyla zikretmek mümkünse de, isimlerinin sultanı ‘Allah’tır. Bundan sonra Hakk’ın şu dört seçkin kelimesi gelir: ‘Subhanallah, Elhamdulillah, Lailahe illalah ve Allahu Ekber’. Çünkü ‘Subhanallah’ tesbihtir; ‘El-hamdulillah’ tahmiddir; ‘Lailahe illalah’ tevhiddir; ‘Allahu Ek-ber’ tekbirdir. Bu kelimelerden hangisi seçilirse seçilsin, iyidir. Ama saliklerin çoğu ‘Lailahe illalahı’ tercih etmişlerdir. Çünkü alakalardan ve engellerden ilişkiyi kesen, hakikatlere ulaştıran, hicab ortadan kaldıran kelime budur. Şu halde, her gün birkaç

89 Vaftiz töreninde eski hayatın gömüldüğü ve yeni hayatın dirildiği simgesel bir anlamda gösteriliyor (İncil, Romalılar 6:3-6). İsa (a.s) da, Vaftizci Yahya (Yahya Peygamber) tarafından Ürdün Nehri’nde vaftiz edilmiştir (İncil, Matta 3:13-17). Mustafa Erdem. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/778/9954.pdf.

71

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

saat tayin edilir. Evde tek başına oturan salik, abdestli olarak ve üstünde temiz bir giysi ile kıbleye dönerek gözlerini kapar, bu kelimeyi söyler. ‘Lailahe illalah’ medlerini uzun okur; elini kal-binde tutar. Bu zikir ve Allah dışında gönlüne gelen her hayali, her hevesi bu kelime ile uzaklaştırarak gönlüne göz kulak olur. Kuran’da “Onlar ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah’ı zikrederler” buyurulduğu gibi, sürekli zikredince, salikin önün-den hicab, karanlık ve hayaller kalkar. Allah’ın lütuf bulutu her tarafı kaplar; fazilet yağmuru yağmaya, lütuf ve saadet rüzgarı esmeye başlar. İşte o zaman bazı şeyler görülür, bazı latif şeyler işitilir. Kelimelerle anlatılamayacak bazı lezzetler tadılır.”90

Buradan anlaşıldığı gibi, Abdülhalik Gucdevanî “sohbet ve hırka piri” adlandırılan Yusuf Hemedani’ni takip etmemiş ve onun yoluyla değil, güya Hz. Hızır’ın onun için ihdas ettiği yol ile gitmiştir. Sonraki dönemlerde sessiz zikir bir fitne olarak Müslümanlar arasında karşıdurmaya ve bölünmeye sebep ol-muştur (bununla ilgili olarak ilerede bahsedeceğiz). Açık (ceh-ri) zikir yapanlar Nakşibendilere karşı çıkarak, sessiz zikrin ba-tıl olduğunu, cehri zikrin ise sünneye dayandığını göstermeğe çalışmışlardır.91 Aslında, sessiz zikrin ortaya atılmasında gerçek maksat, Müslümanın sünneden ayrılması, zikirden ve diğer ibadetlerden el çekmesi olmuştur. Bunu, Reşahat’taki şu yazı tasdik ediyor: “Gönlünü Allah’a vermiş olanın zikre ihtiyacı yoktur. Zira, zikirden murad bu nisbetin meydana gelmesi ve

90 Seyyid Yusuf-i Hemedani’nin tasavvufa ilişkin bir risalesi Prof. Dr. Mehmet Kanar. http://www.arastirmax.com/system/files/dergiler.91 “İşittik ki, siz gizli zikir yerine açık zikirle uğraşmaktasınız. Bu nasıl olur? Cevap: - Biz de işittik ki, siz, gizli zikirle meşgul imişsiniz. Mademki işittik, demek sizinki de gizli zikir değil. Gizli zikirden murat hiç bir şey bilinmemesi değil midir? Ha gizli zikirle meşhur olmuşsunuz, ha açık zikirle, ikisi de müsavi. Hattâ denilebilir ki, gizli zikirle meşhur olmak riyaya daha yakın bir iştir.” Açık zikir bahsinde bir din büyüğüne verdiği cevap: “Ölmek üzere bir adama Tevhid Kelimesini yüksek sesle telkin etmeği emreden hadis bütün din âlimlerince malûmdur. Dervişlerin her nefesi son nefes sayılabileceğine göre bizim açık zikrimizde bu hikmeti aramak lâzımdır.” (Reş 41) “Açık zikre fazla düştüğü için çekiştirilen bir adam mevzuunda dediler ki: “Kıyamet gününde onun ettiği açık zikir kendisini kurtarmaya yeter! Onun açık zikrinden öyle bir nur fışkırır ki, bütün kıyamet sahrasını aydınlatır. Açık zikirde öyle bir hususilik vardır ki, gizli zikirde bulunmaz. Akıl, onun mefhumiyle, hayal, tasavvuruyle, kulak da işitilmesiyle teessüre düşer ve bu hâl bütün vücuda yayılır.” (Reş 180).

72

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

gizli muhabbetinin ortaya çıkmasıdır.” (Reş 305).İslam dininde sessiz zikrin olmadığını ve zikrin kalp-dil

birliği ile yapıldığını tasdik eden ayetlerle (A‘râf 7/205; Ahzâb 33/41-42, Ankebût 29/45) yanaşı, sahih hadisler de mevcuttur. Kuran-ı Kerim’de zikrin sesli şekilde yapılan bir ibadet şekli olduğu ortadadır: “Namazı bitirince de ayakta, otururken ve ya-nınız üzerinde yatarken Allah’ı zikredin” (Nisa 103), Kuran’da Allah’ın içten yalvararak ve korkarak yüksek olmayan bir sesle tesbih edilmesi emredilmiş (el-A‘râf 7/205), “Hangisiyle yaka-rırsanız yakarın en güzel isimler Allah’ındır” (İsrâ 17/110).

Bununla ilgili sahih hadisler de mevcuttur. Hadislerde zikir halkaları cennet bahçelerine benzetiliyor (Tirmizî, “Gazavât”, 83). Zikir maksadıyla bir araya gelen topluluğu ilâhî rahmetin ve meleklerin kuşatacağı, üzerlerine sekînet ineceği, Allah’ın da onları kendi nefsinde anacağı (Müslim, “Źikir”, 39; Tir-mizî, “Gazavât”, 7), yeryüzünde “Allah Allah” diyen bir kişi bulundukça kıyametin kopmayacağı belirtilmektedir (Müslim, “Îmân”, 234). Öte yandan bir kutsî hadiste, “Kulum beni bir toplulukta anarsa ben de onu daha hayırlı bir toplulukta ana-rım” dendiği (Buhârî, “Tevĥîd”, 15, 43; Müslim, “Źikir”, 18, 19), Resûlullah’ın ashaptan bir gruba, “Ellerinizi kaldırın ve hep birlikte ‘lâ ilâhe illallah’ deyin” buyurarak zikir yaptırdı-ğı (Müsned, IV, 124), mescidde yüksek sesle zikir yapan bir kimse için, “Ah edip inleyerek gönülden yakarıyor” deyip onu engellemediği (a.g.e., IV, 159) rivayetleri vardır. Hadislerde de tavsiye edilen bir kısım zikir ve tesbihlerin belli sayılarda ya-pılması istenmiştir.92 Zikir silsilesi Hz. Ali’den gelen Kādiriyye, Rifâiyye, Sühreverdiyye, Sa‘diyye, Şâzeliyye, Bedeviyye, Halvetiyye, Bayramiyye, Mevleviyye gibi tarikatlarda zikir ge-nellikle sesli (cehrî) ve hareketli olarak esmâ-i hüsnâdan belli isimlerin veya kelime-i tevhidin ya da ism-i zâtın tekrarı şek-linde yapılır.93

Hz. Peygamber, sahabesiyle birlikte sürekli cemaat halinde cehrî zikir yaptığına dair birçok rivayet vardır. Nitekim as-

92 Buhârî, “Feżâilü’ś-śaĥâbe”, 9, “Gazavât”, 54; Müslim, “Źikir”, 9; Nesâî, “Sehv”, 95; İbn Mâce, “Edeb”, 56.93 İslam Ansiklopedisi cilt 44, s. 409-412.

73

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

habdan Şeddad b. Evs ile Ubâde b. Sâmit der ki: “Hz. Peygam-ber’in (sav) yanında bulunuyorduk. ‘İçinizde garîb (yabancı) var mı?’ diye sordu. ‘Hayır, yâ Rasûlallah!’ dedik. Bunun üze-rine kapıların kapatılmasını emretti. ‘Ellerinizi kal dırınız ve Lâ ilâhe illallah deyiniz!’ buyurdu. Ellerimizi kaldırdık ve bir saat boyunca birlikte ‘Lâ ilâhe il lallah’ dedik. Rasûlullah, elini in-dirdi ve “Allah’a hamd olsun. Allah’ım! Sen, beni bu kelime ile gönderdin ve beni bununla memur kıldın. Cenneti de, bana bu söz üzerine vaad ettin. Şüphe yok ki Sen, asla vaadinden dön-mezsin” diyerek dua etti. Sonra da, “Sevininiz! Hiç şüphesiz Aziz ve Celil olan Allah, sizi bağış ladı” buyurdu.”94

Abdullah İbn Abbâs’ın şöyle dediği nakledilmiştir: “Rasû-lullah (sav) döneminde insanlar farz namazların ar dından yük-sek sesle Allah’ı zikrederlerdi.”95

Diğer bir rivayet ise şöyledir: “Biz, Rasûlullah’ın (sav) na-mazının bittiğini (selamdan sonra) getirilen tekbir ve zikirler-den anlardık.”96

Bu kadar gerçekler ortada olduğu halde, Abdülhalik Gucde-vanî sessiz zikri nasıl tatbik edebilmiştir? Hz. Hızır’ın kaynar-larda zikredilen sessiz zikir ile ne alakası olabilirdi?

Abdülhalik Gucdevanî ve Hz. Hızır

Nakşibendi kaynaklarında Hz. Hızır ile ilgili bilgiler geniş yer alıyor. Bu bilgilerin çoğu Hz. Hızır ile Gucdevanî’nin iliş-kilerine dayanıyor:

- Abdülhalik Gucdevanî’nin babası Abdulcemil’in “Hızır ile sohbetleri var. Kendisine bir erkek evladı olacağını ve ismi-ni Abdülhalik koymasını söyleyen de Hızır” (Reş 21).

- “Abdülhalik Hazretleri kendilerine ilahî sırları talim 94 Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 124; Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, I, 19; Hâkim, Müstedrek, I, 501. Bak: Mehmet Emin Koç, Polat Emre. Nakşibendilik. S. 115. 95 Buharî, Ezan 155, h.no: 841. 96 Buharî, Ezan 155, h.no. 842; Ebu Dâvud, Salat 191; Müslim, Mesâcid 23; Hz. Peygamber ve sahabenin zikirlerine dair rivayetleri ve genişçe malumatı, Prof. Dr. Haydar Baş’ın Dua ve Zikir, -İstanbul 2014, İcmal yay, 1024 sayfa- eserinde bulmak mümkündür.

74

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

edecek Allah dostunu beklediler. Ta, Hızır’ın kendilerine gö-rünüp vukûf-u adedî denilen usulü öğrettiği güne kadar” (Reş 22). “Ledün ilmi, işte, Hızır’ın Abdülhâlik Gucdevânî Hazret-lerine talim ettiği bu bilgidir.” (Reş 85).

- “Abdülhalik Hazretlerine gizli zikri Hızır talim ettirmiş-tir” (Reş 22).

- “Böylece, sohbette mürşidleri Yusuf Hemedanî, ha-rekette de Hızır oluyor. Şu var ki, Yusuf Hemedanî ve eski şeyhlerin zikirleri, resmî ve umumî planda açık zikirdir. Ayrıca içten edilen zikrin hususî şeklidir. Böyleyken Yusuf Hemedanî Abdülhalik Gucdevani’nin topyekün gizli zikrini kınamıyor ve: “Mademki Hızır’dan böyle emir aldınız, devam ediniz! diyor” (Reş 22).

- “(Abdülhalik Gucdevanî) tertemiz yaşama tarzını baş-kalarından gizlemiştir. Zikr-i kalbi dersini gencliğinde Hz. Hoca Hızır’dan (a.s) almış ve bu vazifeye devam etmişti. Hoca Hızır (a.s) onu evlatlığa (müritliğe) kabul etmişler ve şöyle bu-yurmuşlardır: Su havuzunun içine dal, oraya gömül ve gönlün-le şöyle söyle “Lailahe illalah Muhamedür Resulullah” Öyle yaptılar. Bu işle meşgul oldular ve buna adet edindiler. Fetihler buldular.” (Nefahat 500)

- “Derler ki Hoca Hızır (a.s) onun ders piri, Hoca Yusuf ise sohbet ve hırka piriydi. Hoca Yusuftan sonra Hoca Abdulhalik riyazetle meşgul oldu, ama hallerini gizli tuttu.” (Nefahat 500).

Sunulan bu bilgilerden anlaşılıyor ki, Abdülhalik Gucdevani doğmadan önce onun doğumu Hz. Hızır tarafından babasına haber verilmiş, ismi söylenmiş ve dünyaya geldikten sonra Hz. Hızır tarafından evlatlığa götürülmüştür. Genclik dönemin-de Hz. Hızır onu eğitmiş, ona sırlı ilimleri öğreden ders piri olmuştur. Hz. Hızır ona su havuzunun içine dalarak gönlünle “Lailahe illalah Muhammed-ür Resulullah” demesini istemiş, ona sessiz zikir dersini vermiş ve bunu yapmasını emir etmiş-tir. Abdülhalik Gucdevani de ömrünün sonuna kadar bu yol ile gitmiş, etrafında taraftar toplamış ve sona kadar gizli, kapalı bir hayat yaşamıştır.

Bilindiği gibi, Müslümanların ve Ehl-i Kitab’ın yaşadığı coğrafyada eski dönemlerden Hz. Hızır ile ilgili rivayetler ge-

75

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

niş yayılmıştır. Hatta, Müslümanlar arasında dolaşan Hz. Hızır ile ilgili rivayetlerin büyük bir kısmının Kuran-i Kerim (Ki-tap’ta Hz. Hızır’ın ismi geçmiyor) ve hadislerde geçmediği ve onların eski kültürlerden kaynaklandığı malumdur. Eski Doğu inanclarında yer alan tanrı ve kahramanların bazıları, Doğu halklarının Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam’ı kabul etmesiyle birlikte yeni boyut ve isimlerde şekillenmiştir. Yani, yeni dini kabul eden bu insanlar dini kaynaklarındaki peyğamberlerin mücizeleri ve rivayetlerini eski tanrı ve kahramanların (pey-ğamberlerin) rivayetleri ile kıyaslamış ve zamanla bunlar halk kültüründe eşleşdirilmiştir. Bu nedenle, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam kültüründe Hz. Hızır’ın varlığı ile ilgili farklı boyut ve isimlerde şekillenen farklı inanclar meydana çıkmıştır.

Maveraünnehir halkları arasında da bu tür inanclar geniş yayılmıştır. Fakat, bu farklı inancları bir araya getiren eskile-re dayalı bir gerçek vardır. Nitekim, Anadolu, Şam ve diğer yerlerde oturan Hıristiyan ve Müslümanların bir çoğu 6 mayıs gününde birlikte Hıdrellez (Hıdır-İlyas) kutlamaları yaparlar. Bu güne Hıristiyanlar ‘St. Georges Günü’ ya da halk arasında ‘Aziz Corc Günü (Mar Corcus, Aya Yorgi)’, Müslümanlar ise ‘Hıdrellez Günü’ demektedir (Nevruz kutlamalarında da Hz. Hızır ve Hz. İlyas ile ilgili boyutlar vardır).

Hıristiyanların St. Georges (Aziz Corcus) adlandırdıkları şahıs İslam kaynaklarında bir peyğamber (veya veli) olarak nitelendirilen Hz. Circis’dir. Bazı Roma kaynakları onun Me-liten’den, yani Malatya kökenli olduğunu da kaydediyorlar.97 Onun birkaç mücize veya kerametleri (birkaç kez ölüp dirilme-si), onun zamanla Müslümanlarla Hıristiyanların bir arada ya-şadığı bölgelerde Hz. Hızır ile eşleşmesine sebep olmuştur. Bu nedenle, Hz. Hızır ile bağlı inanc, farklı dinlere rağmen bölge halkları için genel olmuştur. Fakat, Hıristiyanlar Hıdrellez kut-lamaları günü kilseyi St. Georges (Aziz Corcus) ziyaret eder, Müslümanlar ise çeşitli bölgelerde olan Hz. Hızır türbelerine giderler. Bazı bölgelerde her iki dinin temsilçisi aynı mabedle-ri ziyaret etmiş ve etmekdedirler. Böyle, türbelerden birisi de

97 Sabin Baring s. 152-178.

76

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

moğolların saldırılarına kadar Semerkant’ta olmuştur.98 Hz. Hızır inancı, kısmen yerli Hıristiyanların geleneksel

kültürleriyle Müslümanların eski kültürlerini bir araya getiren birkaç eski pagan inanclarını içermiştir. Bu nedenle, yerli Hıris-tiyanlar Semerkant’ta Hz. Hızır türbesini ziyaret ederek, onunla eşleşdirdikleri St. Georges (Aziz Corcus) inancını korumuşlar-dır. Abdülhalik Gucdevani’nin Hz. Hızır’ın ismini kullanma-sının ve ona bağlılığının nedenini burada aramak gerektiğini düşünüyorum. Zira, bahsettimiz gibi Hz. Hızır’ın sessiz zikir ile bağlı emrinin Hıristiyanların vaftiz törenine, gizli zikrin ise Hıristiyanların dua ibadetine benzemesi, bizi Hıristiyanların Hz. Hızır ile eşleşdirilen St. Georges (Aziz Corcus) inancına bağlı olduğunu düşünmeye vadar ediyor. Zira, Müslümanların kültüründe Hz. Hızır ile ilgili yayılan bilgilerde böyle rivayet ve yaklaşımlar söz konusu olamaz. Aynı zamanda, Roma kay-naklarında Malatya’dan olduğu söylenilen St. Georges gibi bir azize Abdülhalik Gucdevani’nin, özellikle onun babasının bağlılığı büyük bir ihtimaldir. Bu nedenle, biz kaynaklarda Abdülhalik Gucdevani’nin ve onun babasının Hz. Hızır ismi altında St. Georges’u kastettiklerini ve bu bilgilerin bir raslantı olmadığını düşünüyoruz.

İslam kaynaklarının hiç birinde Hz. Hızır’ın dinde yeni bir yol ihdas etmek ve yeni dini kurallar üretmek (sessiz zikir, üveysilik gibi) ile ilgili bir hak ve görevinin olmasından bah-sedilmiyor. Zira, bu hak ve görev Allah’a (c.c) mahsustur. Hz. Muhammed’den (s.a.v) sonra Risalet yolunun farklı Velayet silsilesi şeklinde yanlız Ehl-i Beyt aracılığıyla Kıyamete kadar devam edeceği Kuran-i Kerim ve hadislerce sabittir.99 Velayet silsilesi ilahi müdahele yoluyla canlı Şeyhden onun müritlerin-den birine ötürülerek aralıksız devam eden ilahi hidayet niza-mıdır. Bu nedenle, tasavvuf tarikatları İmam Ali’ni (a.s) velayet yolunun şahı ve onunla devam eden silsileni kutsal bilerler. Nakşibendiyye bu silsilenin dışında kaldığı için, Hz. Hızır’dan geldiğini veya üveysilik yoluyla ortaya koyulduğunu iddia eden

98 Samarkant, s. 57-71. 99 Bununla ilgili tüm ayet, hadis ve tarihi kaynakları okumak için bakın: Prof. Dr. Haydar Baş. “İmam Ali” kitabı.

77

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

ve İslam’ın velayet sistemine aykırı olarak Hz. Ebu Bekr’e da-yanan yanlış bir silsile uydurmuştur. Bunların Kuran-i Kerim ve sahih hadislerde yeri olmadığı ve gerçekleri yansıtmadığı ortadadır.100

Hoca Yûsuf el-Hemedânî

Yûsuf el-Hemedânî’nin (Ebu Ya’kub Yusuf b. Eyyub ibn Yusuf b. al-Hasan b. Yehre) kimliğini belirlemeden Orta As-ya’da tasavvufun varlığını araştırmak inkansızdır. Zira, o, burada yaranan ve gelişen Hacegan, Yasevilik gibi tarikat sil-silelerinin başıdır. Yani, bu tarikatların kurucusu olarak bilinen şahıslar, onun halifeleri olmuşlardır. Bu tarikatlar sonralar Orta Asya, İran, Anadolu’da diğer tarikatların yaranmasına ve bu bölgelerde İslam dininin yayılmasına, özellikle Türklerin bü-yük ölçüde Müslüman olmasına büyük etki sağlamışlardır. Biz, bu boyutdan Yûsuf el-Hemedânî’nin kimliğine dikkat edersek, onun kutsal görev taşıyıcısı gibi ne kadar büyük bir şahsiyet olduğunu anlayabiliriz.

Reşahat eserinde Yusuf el-Hemedani hakkında böyle yazılı-yor: “Yusuf Hemedânî 18 yaşlarında iken Bağdat’a gidip Ebû İshak’tan fıkıh okudu. Isfahan ve Buhara’da ilim tahsil etti ve bilgide kemale erişti. Mezhebi Hanefî. Irak, Horasan, Hârizem ve Mâveraünnehr taraflarında itibar sahibi oldu. Bâtın ilmi ka-pısını ona açan Şeyh Ebû Ali Farimedî. Doğumu 445, ölümü 535. Ömrü 90 yıl. Kâh Merv ve kâh Herat’ta otururdu. Derin hal ve keramet sahibi. Bağdat’tan Semerkand’e kadar uzayan büyük bir sahada, halk kudsî nefeslerinden faydalanmak için ziyaretlerine akın ederlerdi. Merv’den çıkıp Herat’a giderken yolda vefat ettiler. Mübarek naaşı müritlerinden biri tarafından Merv’e nakl ve orada defnedildi.” (Reş 9).

Onun Hemedan bölgesinde Buzencird kasabasında doğduğu (440-1049) bildiriliyor.101 Hemedan nüfuzunun çoğunluğu tüm

100 Bununla ilgili geniş bilgi almak için bakın: Mehmet Emin Koç, Emre Polat. Dinî ve Tarihî Arka Planıyla Ehl-i Beyt’e Karşı Bir Akım: Nakşibendilik. İstanbul 2014. İcmal yayınları.101 Mu’cemu’l-Buldan (c. II., s. 302). İbn Neccar, Tarih-i Bağdad (c. II., s. 464-465).

78

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

dönemlerde ve bugün de Türk asıllı Âzerîler’den oluşmuştur. Fakat, bu bölgede Fars dilinin kültürel etkisi de güçlü olmuştur. Bu nedenle, Yûsuf el-Hemedânî’nin genclik dönemlerinden hem Türk, hem de Fars dillerinde mükemmel konuştuğunu söyleyebiliriz.102 Aksi takdirde, o, Merv, Herat ve diğer Orta Asya bölgelerinde sade köylüler arasında geniş irşad fealiyetini gerçekleştiremezdi.

Yûsuf el-Hemedânî 18 (veya 20) yaşında Bağdad’a gele-rek103 fıkıh dersi veren Şeyh Ebu İshak Şırazi’ye intisab etmiş-tir. Biz de onun Bağdad’a geldiğinde ve Şafiiliğin, Eşariliğin yoğun şekilde tebliğ olunduğu Bağdad Nizamiye Medresesinde eğitim gördüğünde 20 yaşında (460) olduğunu düşünüyoruz. Zira, Selçuklu Devletinin veziri Nizâmülmülk Şîrâzî’yi mü-derris tayin etme düşüncesiyle zengin vakıflarla desteklenen Nizâmiye Medresesi’ni 459 (1067) yılında inşa ettirdi.104 Yûsuf el-Hemedânî’nin Bağdad Nizamiye Medresesini dört yıldan sonra bitirdiğini söyleyebiliriz.105 O, Şîrâzî’nin yanı sıra Ebû Ca‘fer Müslime, Abdüssamed b. Me’mûn, İbnü’l-Mühtedî-Bil-lâh, Hatîb el-Bağdâdî, İbn Hezârmerd ve Ebü’l-Hüseyin Ah-med b. Muhammed İbnü’n-Nakkūr gibi âlimlerden ders aldı.106 24 yaşında İsfahan’a giderek İsfahan Nizâmiye Medresesinde birkaç alimlerden ders almış ve buranın zengin kütüphanesin-den yararlanmıştır. Sonra onun Buhara’ya giderek Ebü’l-Hattâb Muhammed b. İbrâhim et-Taberî’den ve Semerkant’ta Ahmed

102 “Makamat-ı Yusuf-ı Hemedani” risalesinde onun Türkçe bilmediği yazılıyor (Fuat Köprülü, İlk Mutasavvıflar s. 65). Fakat, bu imkansızdır. Zira, Hemedan gibi Türkler ve Farsların bir arada oturduğu ve Türklerin çoğunluk olduğu bir ortamda ikidilliliğin gelişmesi tabiidir. Farsca daha çok edebiyatta, Türk dili ise sade insanlar arasında geniş kullanmıştır. Bu önce de ve bugün de böyledir. Aynı zamanda, o dönemde bölgede Irak Selcukilerinin iktidar olduğunu dikkate alsak, Türk dilinin gündelik hayatta daha çok kullanıldığını iddia edebiliriz. 103 Reşahat muellifi, Hoca Muhammed Parsa’nın Faslu’l-Hitab’da Mevlana Şerefe’d-Din Ukayli’den alarak verdiği bilgiye dayanmak suretiyle, Yusuf Hemedani’nin o sırada 18 yaşında olduğunu yazıyorsa, İbn Hallikan onun 20 yaşında Bağdad’a geldiğini bildiriyor (Fuat Köprülü, İlk Mutasavvıflar s. 65)104 İslam Ansiklopedisi, c. 39, s. 185.105 20 yaşından sonra Bağdad Nizamiye Medresesine dahil olanların eğitim süresi dört yıl olmuştur (İslam Ansiklopedisi, c. 33, s. 189).106 İslam Ansiklopedisi, c. 44, s. 12.

79

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

b. Muhammed b. Fazl el-Fârsî’den ders alıp hadis dinlediği söyleniliyor.

Buhara ve Semerkant, birkaç ilimlerin merkezi olduğu gibi, hadis ilminin de merkezlerinden idi. Zira, sünnü aleminde ünlü hadis alimi olan İmam Buhari bu yerlerde yaşamıştır. Fakat, Yûsuf el-Hemedânî Buhara şehrine gelmeden önce, 461’de (1069) Karahanlı hükümdarlarıyla ihtiraslı ulemâ arasındaki düşmanlıktan kaynaklanan olaylar Şemsülmülk Nasr b. İb-râhim’in İmam Ebû İbrâhim İsmâil es-Saffâr’ı öldürtmesiyle daha da şiddetlenmiştir. Semerkant’ta İsmailileri destekleyen güçlerle sünnü ülema ve iktidar arasında da bazı çatışmalar olu-yordu.107 Yûsuf el-Hemedânî yaklaşık 466 (1074-1075) yılında, yani bu olaylardan 5-6 yıl sonra Buhara’ya geldiğini söyleyebi-liriz (Bağdad’da 4 yıl ve İsfahan’da yaklaşık 2 yıl).

536 (M.1143-44)’da gayr-i muslim Kara Hitaylar Buhara, Semerkant ve diğer bölge şehirlerini ele geçirene kadar Buha-ra’da Al-i Burhan unvanı altında zikredilen ve butun fertlerine Sadr-ı cihan lakabı verilen Hanefi mezhebinde, alim ve cok zengin bir aile Karahanlılar’a bağlı olmakla beraber, adeta mustakil bir hükümdar gibi bağımsız hüküm sürüyordu. Onlar Buhara şehrinin tüm siyasi-kültürel hayatına büyük etki sağlı-yorlardır. Yûsuf el-Hemedânî burada Hanefi mezhebinin ince-likleri ile tanışmış ve hadis ilmi ile uğraşmıştır.

Bağdad, İsfahan ve Buhara zengin kütüphanelere sahib olan büyük ilim merkezleri olduğundan dolayı, Yûsuf el-Hemedânî onların hem kütüphanelerinden, hem de alimlerinden yararlan-mıştır. Fakat, onun Buhara’da fazla kalmadığını düşünüyoruz. Zira, Yûsuf el-Hemedânî’nin ilimle geçen uzun hayatının (90 yıl) bir kısmının zahiri ilimlerle, 60 yıldan fazlasının108 ise yan-lız Merv ve Herat şehirlerinde tasavvufi irşadla bağlı olduğunu düşünürsek, o zaman onun ilimlerle uğraştığı ve irşada bağlan-dığı dönemi yaklaşık 20-30 yaşları arasında olduğunu söyleye-

107 İslam Ansiklopedisi, c. 6, s. 365.108 Abdurrahman Cami yazıyor: “Şeyh Muhyiddin Arabi (k.s) eserlenin birinde şöyle diyor: 602 yılında Şeyh Evhadüddin Hamid Kirmani, Konya’da evimde bulunduğu zaman bana şöyle demiştir: “Bizim diyarda Hoca Yusuf Hemedani isminde biri vardı. Altmış yıldan fazla bir süre şeyhlik ve irşad seccadesinde oturmuştu.” (Nefahat, 498).

80

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

biliriz. Yani, 10 yıl içinde onun ilk önce Bağdad, sonra İsfahan ve sonra da Buhara ve Semerkant şehirlerine gittiğini ve sonun-da Horasana dönerek tasavvuf hayatına bağlandığı ortadadır.

Yûsuf el-Hemedânî’nin ne zamandan tasavvuf hayatına bağ-landığını ve neden bunu yaptığını merak ediyoruz. Onun tasav-vufa yönelmesinde Ebû İshak eş-Şîrâzî, Abdullah-ı Cüveynî ve Hasan-ı Simnânî’nin etkisi olduğunu düşünüyorlar. Fakat, bu-rada yanlız etkiden bahsedilemez. Zira, sonralar Yûsuf el-He-medânî Müslüman coğrafyasının büyük bir kısmını kapsayan bir ölçüde geniş irşad fealiyetinde bulunmuştur. Tabii ki, onun sahih bir silsileye bağlanmadan böyle bir fealiyete girişmesi hem tasavvuf erbabı, hem de Müslüman halk arasında itibar görmezdi. O zaman, Yûsuf el-Hemedânî’nin velayet yolunu temsil eden sağlam bir tasavvuf tarikat silsilesine bağlanması gerekiyordu.

Hacegan silsilesinde Yûsuf el-Hemedânî hocası Ebû Ali el-Fârmedî’den sonra yer alıyor.109 Ebû Ali el-Fârmedî ise, Ebu’l-Kasım Gürganî-i Tûsî ve Hasan el-Harakanî gibi meşhur tasavvuf öncülerinden ders almış ve Ebu’l-Kasım Gürganî’nin devamçısı olmuştur.110 Ebû Ali el-Fârmedî 472\1080 yılında ve-fat ettiği (bazı kaynaklara göre 477\1085) döneme kadar Tûs’ta irşad fealiyetinde bulunmuştur.111 Vezir Nizâmü’l Mülk’ün son derece saygı gösterdiği Farmedî, kendisine has usulle tarikatta güzel bir yol izlediği kaydediliyor.112 O zaman, Yûsuf el-He-medânî’nin de onun vefat ettiği döneme kadar bir süre yanında irşad olunması ve bu nedenle onun Tûs’ta bulunması gereki-yordu. Fakat, onun burada bulunması hakkında bir bilginin olmamasına rağmen, onun Tûs’ta bulunmasını mümkün hesap ediyoruz. Zira, bu şehir, onun uzun süre dolaştığı Horasan bölgesinin önemli yerlerinden biri olmuştur. Biz, Yûsuf el-He-

109 Reşahat s. 9; Sübkî, Tabakât, VI, 309.110 Abdu’l-Gafir, Târîhu Nîsabûr, s. 628; Sübkî, Tabakât, V, 306; Camî, Nefehât, s. 378; Hoca Muhammed Pârsa, Risâle-i Kudsiye, trcm. Abdullah Salahi-i Uşşakî, Matbaa-i Ahmed İhsan, İstanbul 1323, s.13-14.111 İslam Ansiklopedisi, c. 10, s. 90.112 Abdu’l-Gafir, Târîhu Nîsabûr, s. 628; İbnü’l-Esîr, X, 209; Camî, Nefehât, s. 368; Sübkî, Tabakât, V, 306; F. Köprülü, Türk Tarih-i Dînisi, s. 382.

81

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

medânî’nin Horasan’a, özellikle Tûs’a ne zaman geldiğini be-lirleyebiliriz. Onun Buhara’dan iki yıl sonra, yani 468 yılında Horasan’a geldiğini düşünürsek, o zaman Ebû Ali el-Fârmedî ile görüşünün de bu yıllarda olduğunu ihtimal edebiliriz. Ebû Ali el-Fârmedî’nin 472\1080 vefat ettiğini (bazı kaynaklara göre 477\1085) kabul edersek, Yûsuf el-Hemedânî’nin 468-472 yılları arasında onun yanında irşad olunduğunu ve 472 yılından irşad makamına tayin olunduğunu söyleyebiliriz.

Kaynaklardan malum olduğu gibi, Yûsuf el-Hemedânî’nin tasavvuf hayatı Merv ve Herat şehirlerinde geçmiştir. O, irşad görevini 472 yılında vefat eden hocası Ebu Ali Farmedi’den113 aldıktan sonra Herat’a göçmüş ve 37 yaşından vefat ettiği güne kadar (90 yaş) Merv ve Herat’ta irşad görevinde bulun-muştur.114 İbn Arabi yazılarında onun 60 yıl irşadla uğraştığını söylediğinden dolayı, onun 60 yıl irşad görevini yaptığını ve bunun yaklaşık 472-535 (1080-1141) yıllarını kapsadığını (32-90 yaşları) söyleyebiliriz. O zaman, Yûsuf el-Hemedânî’nin doğum ve ölüm tarihlerinin gerçek olduğu (2-3 yıl fark olabilir) ortaya çıkıyor.

Yûsuf el-Hemedânî’nin ve hatta sonralar aynı yerlerde ders alıp irşad olunan Gazzali’nin önce zahiri ilimlerle ciddi uğraş-tıkları halde, sonradan onları terk ederek tasavvufa bağlanma-ları, zahiri ilimlerin siyasete alet edilmesi ve yorucu, anlamsız tartışmalara yol açmasıyla bağlı idi. Zira, Nizâmiye Medresele-rinde eğitim öğretim Şâfiî mezhebi ve Eş’arilikle sınırlı kalmış, farklı mezheplere mensup ulemâ ve fukahadan yeterince istifa-de edilememiş, felsefe derslerinin okutulmaması hür düşünce-nin gelişmesini engellemiştir.115

Yûsuf el-Hemedânî zahiri ilimlerle uğraştıktan sonra öm-rünün 60 yıl kadar büyük bir kısmını züht, ibadet, riyazet ve

113 Ebu Ali Farmedi, Ebu’l-Kasım Gürganî-i Tûsî ve Hasan el-Harakanî gibi meşhur tasavvuf öncülerinden ders almıştır (Abdu’l-Gafir, Târîhu Nîsabûr, s. 628; İbnü’l-Esîr, X, 209; Camî, Nefehât, s. 368; Sübkî, Tabakât, V, 306; F. Köprülü, Türk Tarih-i Dînisi, s. 382).114 İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 79; Şa’ranî, Tabakât, I, 116-17; İbn Hellikân, V, 79.115 İslam Ansiklopedisi, c. 33, s. 190-191.

82

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

mücahedeye vermiştir.116 Onun esas irşad merkezleri Herat ve Merv şehirleri olmuştur.117 Onun Merv’de açtığı tekke ‘Horasan Kabe’si’ gibi tanınmıştır.118 Onun gibi büyük bir bilim adamı ve evliya ile buluşmak ilgisi her kes için doğal bir istek olmuştur. Bu nedenle, Merv ve Herat şehirleri Irak, Horasan, Hârizem ve Mâveraünnehr’de oturan insanların esas irşad merkezi idi.

Aynı zamanda, Merv şehri yeni kurulan büyük Selçuklu Devletinin esas siyasi merkezi idi. Sultan Sencer sünnülüğe dayanan merkezleşdirilmiş bürokratik güçlü bir devlet kurmak için ülemanın yardımına dayanıyordu. Bu görevin hayata geçi-rildiği esas merkezler Sultanlığın sınırları dahilinde geniş yayı-lan Nizamiyye Medreseleri idi. Devlet ideolojisinin yayılması için açılan Nizamiyye Medreselerinin esas yöneticisi Selçuklu devlet veziri Nizamülmülk olmuştur.119 Bağdad Nizamiyye Medresesi bu ideolojinin esas merkezi idi. Hilafetin çeşitli yer-lerinde açılan Nizamiyye medreselerinin özel amaçlarından biri Selçuk sultanlarının120 iktidarının kabul görmesini sağlamak121

116 İbnü’l-Esîr, XI, 80; İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 79; Camî, Nefehât, s. 375; İbn Hellikân, V, 78. 117 İbn Hellikan, V, 78, F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 88, not, 9. 118 İslam ansiklopedisi, cilt 44, s. 12. Necdet Tosun. İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 79; Şa’ranî, Tabakât, I, 116-17; İbn Hellikân, V, 79 119 Nizâmülmülk, Şiî Fâtımîler’in Sünnî Abbâsîler’i ve Selçuklular’ı yıpratmak amacıyla siyasî ve askerî faaliyetlerin yanı sıra ilmî açıdan da yoğun bir propagandaya giriştikleri dönemde Ehl-i sünnet akîdesini güçlendirmek ve devletin ihtiyaç duyduğu görevlileri yetiştirmek için ülkenin her tarafında medreseler açmaya karar verdi. Bu konuda Sultan Alparslan’dan izin alan Nizâmülmülk onun devrinde ve daha sonra Sultan Melikşah zamanında Irâk-ı Arab, Irâk-ı Acem, Horasan, Mâverâünnehir, Suriye ve Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde medreseler kurdu (İslam ansiklopedisi. Cilt 33. S. 188).120 Merv bu dönemde (1127 yılında) Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun başşehri idi. Sultan Sencer (1118-1157) uzun iktidarı müddetince burayı çok sayıda medrese ve kütüphanesiyle bir ilim, aynı zamanda kendi iktidarının siyasi-idari merkezi haline getirdi. Selçukiler Mervden tüm imperatorluğu, özellikle Türküstanı yönetmeği amaclıyorlardır. Zira, Türküstanın kuzey sınırlarında oturan göçebe Türk kavimlerinin bir çoğu henüz Müslüman olmamış ve onlar arasında eski Tanrıçılıkla yanaşı, Budizm, Hıristiyalık, Maniheylik gibi dinler de yaygındır. Aynı zamanda, Türküstanın Müslüman Türkleri arasında Ehl-i Beyte bağlı olan batini harekatlar da geniş yayılmıştır. Bu nedenle, Selçukiler Türküstanı müslümanlaştırmak ve Müslümanları Selçukilerin sünnü İslam modeline uydurmak için çaba harcıyorlardır. 121 Nizâmülmülk’ün, Siyâsetnâme adlı eserinde saltanatın meşruiyetini savunurken hilâfet kurumundan hiç bahsetmemesi dikkat çekicidir. Gazzâlî hilâfeti kabul eden,

83

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

ve buna karşı çıkan muhalifleri, özellikle tahrif edilen şiilik ve batinilik talimlerine dayanan Mısır Fatimilerini ve onlarla yakınlık eden Şam Selçuklularını ve onların devlet dahilindeki taraftarlarını (Batini İsmailileri) ortadan kaldırmak idi.122

İktidarı ele geçirmek uğrunda birbiriyle karşı karşıya gelen Selçukiler sünni-şii kavramlarını kendi politikalarına alet et-tiler.123 Dinin politikaya alet edilmesi toplumu daha da böldü. Hatta, bu dönemde sünni mezhepler de birbirine takıldılar. Nizamülmülk’ün Şâfiî fıkhı ve usulü, Eş‘arî kelâmına dayanan devlet ideolojisi sonuçta Selçukilerin şii-batiniliğe,124 hatta

fakat saltanatı da benimseyen yeni bir görüş ortaya koymuş, ulemâyı halife ve sultan arasında üçüncü bir güç kaynağı kabul etmiş, devlet yönetiminde bilginlerin yol gösterici niteliğine vurgu yapmıştır. (İslam ansiklopedisi. Cilt 36. S. 376).122 Fâtımîler’in açmış olduğu Ezher Medresesi’nden yetişen Şiî-Bâtınî dâîlerin çalışmalarına karşı Selçuklular, Nizâmiye medreselerini inşa ettirmişlerdir. Şiîlik propagandaları Hicaz ve Suriye gibi halkı Arap olan bölgelerde yaygın olduğu için Selçuklular, Arap topluluklarının daha çok benimsediği Şâfiî mezhebi esaslarına göre eğitim yapan medreselerin açılmasını sağlamışlardır. Böylece Şiî propagandalarının etkisiz hale getirilmesi amaçlanmıştır. (İslam ansiklopedisi. Cilt 36. S. 375). 123 Sünniliğe dayanan Selçuki hükümdarlarının temel amaçı dini ve dünyevi egemenliği tek elde birleştiren Halifetullah ünvanını elde etmek ve hilafeti berpa etmek idi. Zira, bu dönemde hilafet arazılarında küçük bağımsız devletler yaranmış ve aynı zamanda Bizanslılar, Haçlılar, küçük hıristiyan krallıkları yeni müslüman topraklarını ele geçiriyorlardır. Selçukiler için en büyük engel aslında Şamda iktidar olan Selçuki Mahmud Zengi idi. Zira, o, hilafete sahip çıkmak için diğer Selçukilerle rekabete girmiştir. Bu nedenle, o, Anadoludaki Türkmenleri ve sünniliğe karşı olan şii, batini grupları destekliyordu. Aslında, bu karşıdurma dini değil, siyasi-ideoloji karakterde idi. Zira, Sultan Sencerin mali yardımda bulunduğu birkaç tarikatlar ve onların rehberleri Ehli-Beyt sevgisine bağlı olan gruplar idiler (Yûsuf el-Hemedânî, Ahmed Yasevi de böyle idi). Bu karşıdurma Müslümanların zayıflamasına ve topraklarının Hıristiyanların hayrına kaybolmasına neden oluyordu. Ülemaların çoğu Müslümanların birliğine, dinin siyasete alet edilmesine karşı çıktıkları halde, Müslümanların düşmanları sünnü-şii karşıdurmasının derinleşmesine ve dinin siyasi-ideoloji bir alete çevrilmesine çalışıyorlardır.124 Suriye Selçukluları’nın hâkim olduğu yıllarda Halep, Bâtınîler’in yoğun bir şekilde faaliyette bulunduğu merkezlerden biriydi. Melik Rıdvan, İran’dan gelerek Halep’e yerleşen Bâtınîler için bir dârü’d-da‘ve (propaganda merkezi) yaptırmış ve Halep Bâtınîler’in karargâhı haline gelmiştir. Bu durum Fâtımîler’le iyi ilişkilerin kurulmasına zemin hazırlarken Sünnî İslâm dünyasında büyük tepkilere yol açmıştır. Rıdvan’ın yerine geçen Alparslan el-Ahras, Bâtınîler’in reisi Ebû Tâhir İsmâil ed-Dâî ve Hakîm el-Müneccim gibi liderlerini öldürtmüş, ayrıca 200 kadar Bâtınî’yi hapsedip mallarını müsadere etmiş, böylece Bâtınîler, Sultan Muhammed Tapar’ın desteğiyle bertaraf edilmiştir (İs Rıdvan’ın yerine geçen Alparslan el-Ahras, Bâtınîler’in reisi Ebû Tâhir İsmâil ed-Dâî ve Hakîm el-Müneccim gibi liderlerini öldürtmüş, ayrıca 200 kadar Bâtınî’yi hapsedip mallarını müsadere etmiş, böylece Bâtınîler, Sultan Muhammed Tapar’ın (511/1118) desteğiyle bertaraf edilmiştir (İslam ansiklopedisi.

84

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

diğer sünni mezheblere (özellikle, Hanbeli, Maliki) karşı çık-masına sebep oldu. Bu dönemde, yerleşik Türkler arasında Mâ-türîdîlik ile Hanefîlik, diğerlerinde Eş‘arîlik ve Şâfiîlik hâkim mezhepler haline gelmiş, köçebe Türkler arasında ise, özellikle sonralar Kızılbaşlık, Alevilik gibi tanınan şii-tasavvufi ekollerin temeli koyulmuştur.

Sultan Sencer İmam Gazali ve Yûsuf el-Hemedânî’nin etkisi altında olmuştur.125 Zira, bu insanlar Müslüman dünyasında büyük bir etkiye sahip idiler. Onlarla hesaplaşmadan toplumu bir araya getirerek büyük bir Müslüman Devleti kurmak müm-kün değildir. Bu nedenle, Selçukiler İslâm dünyasının siyasî liderliğini ele aldıktan sonra Kitap ve Ehl-i Beyt sevgisine dayalı tasavvuf anlayışını koruma ve gelişmesine yardım etme hususunda gayret gösterdiler. Tasavvuf, sünni ve şii ayırımını kendi içinde bir araya getirerek, düşmanların kışkırttığı mezhep çatışmasına son koyuyordu. Böylece, XI-XII yüzyıllarda Ehl-i Beyte dayalı sünni şeriat (Hanefi ve Şafii) ve irfan birliğini oluşturan sismemli tasavvuf tarikatları ortaya çıkmağa başladı. İşte, Yûsuf el-Hemedânî de Müslüman dünyasında bu işi yapan büyük ülemalardan idi. Abdulkadir Geylani ise, şeriat kuralları-na daha sık bağlı olan Hanbeli mezhebi ile tasavvufu bir araya getirdi.

Yûsuf el-Hemedânî’nin Merv ve Herat’ta uğradığı ve ‘Hora-san Kabe’si’ gibi tanınan tekkesi bu görevi yapan merkezlerden

Cilt 36. S. 385)125 F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 92; amlf. Türk Tarih-i Dînisi, s. 313. Sultan Sener’in Şafiî ilim ehline karşı duyduğu saygı ve dinî riyasetle görevlendirmesiyle ilgili bk. Müntecebüddin Bedi’ Atabek el-Cüveynî, Atebetü’l-Ketebe, nşr. M. Kazvinî-A. İkbal, Şirket-i Sihami, (Tahran) 1950.

85

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

idi.126 O, Herat127 ve Merv’de128 olan Nizamiyye Medreselerini de devamlı olarak ziyaret etmiş burada dersler vermiştir. Sürek-li bu tekkede kalmayıp irşad için birçok şehre seyahat etmiştir.

Nizamiyye Medreselerinin kolları her yerde yayıldığı gibi, Semerkant ve Buhara şehirlerine de yayılmıştır. Yûsuf el-He-medânî Maverünnehir’de bu medreselerin açılmasını sağlayan veya bu işte yakından katkıda bulunan ülemalardan olmuştur. Semerkant ve Buhara medreselerinde ders veren alimler arasın-da onun ilim dalında çalışan müridleri de az olmamıştır. Yûsuf el-Hemedânî onların aracılığıyla Maverünnehir’in çeşitli yerle-rinde, hem de Semerkant ve Buhara şehirlerinde irşad fealiyeti-ni gerçekleştirmiştir. Onu görmek isteyen ve ondan ders almak arzusunda olanlar durmadan Merv ve Herat şehirlerini ziyaret etmişler. Yûsuf el-Hemedânî Merv ve Herat arasındaki 331 km mesafeni katederek zamanla Merv ve Herat şehirlerinde oturmuştur. Onun 60 yılı kapsayan irşad döneminde Semerkant veya Buhara (Merv-Buhara arasındaki mesafe 385 km) şehir-lerini kısa bir süre için ziyaret etmesinin sebebleri soru olarak kalıyor. Aslında, bu ziyaret Türküstan’da yeni bir başlangıcın temelinin koyulması açısından ilahi bir anlama sahip olmuştur.

126 Merv bu dönemde Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun başşehri idi. Sultan Sencer (1118-1157) uzun iktidarı müddetince burayı çok sayıda medrese ve kütüphanesiyle bir ilim, aynı zamanda kendi iktidarının siyasi-idari merkezi haline getirdi. Selçukiler Mervden tüm imperatorluğu, özellikle Türküstanı (Horasan, Semerkant, Buhara) yönetmeği amaclıyorlardır. Zira, Türküstanın kuzey sınırlarında oturan göçebe Türk kavimlerinin bir çoğu henüz Müslüman olmamış ve onlar arasında eski Tanrıçılıkla yanaşı, Budizm, Hıristiyalık, Maniheylik gibi dinler de yaygındır. Aynı zamanda, Türküstanın Müslüman Türkleri arasında batini harekatlar (Ismaililik gibi) da geniş yayılmıştır. Bu nedenle, Selçukiler Türküstanı müslümanlaştırmak ve Müslümanları Selçukilerin sünnü İslam modeline uydurmak için çaba harcıyorlardır. 127 Herat Nizâmiye Medresesi. 478’de (1085) faal olduğu bilinmektedir. Ebû Saîd Muhyiddin en-Nîsâbûrî’nin müderrisliği sırasında Şâfiîler’le Hanbelîler arasında olaylar çıkması üzerine Nizâmülmülk duruma el koyup olayları bastırmış, ardından Ebû Bekir Muhammed b. Ali eş-Şâşî’yi Gazne’den Herat’a çağırıp Herat Nizâmiye Medresesi’nde görevlendirmiş ve Şâşî ölümüne kadar (485/1092) bu görevini sürdürmüştür. Medrese Hüseyin Baykara zamanında yeniden inşa edilmiştir (Nûrullah Kisâî, s. 248). (Islam Ansiklopedisi. Cilt 33, s. 190).128 Nizâmülmülk, Mervüşşâhicân’da yaptırdığı Merv Nizâmiye Medresesine Hanefî iken Şâfiî mezhebine geçen Ebü’l-Muzaffer es-Sem‘ânî’yi müderris tayin etmiş (468/1075-76), Ebü’l-Feth Es‘ad el-Mehînî de ona vekâleten bu medresede ders vermiştir. Medresenin zengin bir kütüphanesi olduğu belirtilmektedir. (Islam Ansiklopedisi. Cilt 33, s. 190).

86

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Fakat, bununla ilgili elde olan bilgiler fazlasıyla tahrif olun-muştur. Bu nedenle, onları kullanırken çok ihtiyatlı olmak gere-kiyor.

İlk önce, Yusuf Hemedani’nin Semerkant veya Buhara’yı ziyareti ettiği tarihi belirlemek gerekiyor. Bu çok zor bir iştir. Bunun için elde olunan delillerin ortaya koyulan ihtimallerle uzlaşmasını sağlamak icab ediyor.

Nakşibendi kaynaklarında Yusuf Hemedani’nin Buhara veya Semerkant’a gitmesi ile bağlı çelişkili bilgiler mevcuttur. Guc-duvani’ye ait gosterilen ‘Makamat-ı Yusuf Hemedani’ eserinde ise Hemedan’dan onunla Gucduvani de içlerinde olmak uzere 11 kişinin Semerkand’e geldiği ve Yusuf Hemedani’nin burada Hasan Endaki ve Ahmed Yesevi ile buluştuğu ve onlardan 9 ay sonra da Abdullah Berki’nin iltihak ettiği acıkca ifade edili-yor.129

Reşahat, Nefahat, Faslu’l-Hitab gibi nakşibendi kaynakla-rında ise, onun Buhara’ya geldiğini ve isimleri yukarıda zik-redilen insanlarla burada buluştuğu kaydediliyor. Nakşibendi kaynaklarının hepsi Buhara’yı gösterdikleri halde, yanlız biri Semerkant’ı gösteriyor. Demek ki, ‘Makamat-ı Yusuf Hemeda-ni’ risalesi, bu eserler ortaya çıktıktan sonra yazılmıştır. Fakat, bu eserin yazılmasında istinad edilen bir tarihi belge olmuştur. Sonraki dönemlerde ona istinad eden müellifler bir çok tarihi gerçekleri tahrif etmişlerdir. Fakat, neden bu eserin tertibinde önceki nakşibendi kaynaklarına istinad olunmamıştır? Düşü-nüyorum ki, ‘Makamat-ı Yusuf Hemedani’ risalesini yazanların elinde birkaç eski bilgileri içeren belge olmuştur. Bu nedenle, Yusuf Hemedani’nin Semerkant’a geldiğini gösteren bilgi daha çok dikkat çekiyor. Zira, bu bilginin olduğu gibi çatdırılmama-sı için hiçbir sebep olmamıştır. Gucduvanî’nin Makamât’ında böyle yazılıyor:

“504 Ramazan’ın onbirinci Çarşanba (23 Mart, 1111) günü Sultan Sencer Semerkant’te bulunan Kasım Cogi’ye bir mektup göndererek Şeyh Yusuf Hemedani hakkında tazim ve tekrimlerini bildiriyor, tekkenin dervişleri için 50.000 altın

129 F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 65.

87

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

gönderiyor ve “Ashab-ı Kiram’ın yollarından ayrılmayan bu büyük Şeyh’in hayat tarzını bildirmelerini ve Şeyh’den kendisi için Fatiha niyaz etmelerini” ilave ediyordu. Şeyh Yusuf bu esnada muridleriyle görüşmek üzre Hoca Abdullah Berki’nin hücresine gelmişti. Hoca Hasan Andaki, Hoca Ahmed Yesevi, Hoca Abdulhalık Gucduvani ve daha başkaları hep orada hazır-dılar. Muridler, Sultan Sencer’in nezrini bildirdiler; o da, onun işi için bir Fatiha okudu. Sonra Sencer’e gönderecek sehv ve hatadan başka bir fiili olmadığını soyledi; dervişlerin recası uzerine “Şer’-i Nebevi’ye uygun bizde ne gördünüzse yazınız!” dedi. Bu musaadeye dayanarak, dervişler onun suretini yazıp gönderdiler.130

Gucduvanî’nin Makamât’ında bildirildiği gibi, Yûsuf el-He-medânî hicri 504 yılında Semerkant’a geldiğinde tekkede mü-ridleri ile görüşüyor. Sultan Sencer’in onun tekkesinin dervişle-ri için 50.000 altın göndermesi, onların yeni bir tekke binasının ve Nizamiye mektebi binasının tikintisi ile ilgili olabilirdi. Bu aynı zamanda, Yûsuf el-Hemedânî’nin kendisine, onun irşad fealiyetine ve ona tabi olan müridlerine bir saygı göstergesi idi. Bu bilgiden anlaşıldığı gibi, 504 yılına kadar Semerkant şehrinde Yûsuf el-Hemedânî’nin tekkesi ve müridleri olmuştur. O zaman, onun burada halifesinin de olması gerekiyordu. Zira, bu toplum kendi başına kalamazdı. Metinden anlaşıldığı gibi, Abdullah Berki onun Semerkant’taki halifesi olmuş ve diğerleri de (Hasan Endaki, Ahmed Yesevi, Abdulhalık Gucduvani) ona tabi olmuşlardır.

Gucduvanî’nin Makamât’ında bildiriliyor ki, Sultan Sencer “Şeyh’in hayat tarzını bildirmelerini” istedi ve şeyh tarafından verilen “musaadeye dayanarak, dervişler onun suretini yazıp gönderdiler.”131 Yani, bu bilgi, Yûsuf el-Hemedânî’nin hayatı hakkında yazılan ilk eser veya belgenin varlığından ve onun

130 Abdulhalik Gucduvani ‘Makamat-ı Yusuf Hemedani’ F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 70-71. İslam ansiklopedisi, cilt 44, s. 13. Necdet Tosun; Ali Şir Nevayi. Nesayimü’l Mahabba min Şemayimi’l-Fütüvve, İstanbul 1979, s. 78.131 Abdulhalik Gucduvani ‘Makamat-ı Yusuf Hemedani’ F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 70-71. İslam ansiklopedisi, cilt 44, s. 13. Necdet Tosun; Ali Şir Nevayi. Nesayimü’l Mahabba min Şemayimi’l-Fütüvve, İstanbul 1979, s. 78.

88

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Sultan Sencer’in yanına gönderildiğinden bahsediyor. Bu ese-rin Merv kütüphanesinde olması büyük ihtimaldir. Simnani, Yûsuf el-Hemedânî’nin hayatından bahsederken bu belgeye da-yanması mümkündür. Zira, o, bu şehirde doğmuş ve yaşamıştır.

Anlaşıldığı gibi, Yusuf Hemedanî 504 yılında Semerkant’te bulunmuştur. Sultan Sencer’in ona 50.000 altın göndermesi, onun bir süre burada oturduğunu ve bir süre daha oturacağı-nı gösteriyor. Zira, Yusuf Hemedanî esas irşad merkezi olan Merv’e kısa süreden sonra dönecek olsaydı, altınları ona Merv’de de verebilirdi. Fakat, bu altınlar hem de Yusuf Heme-dani’nin Semerkant’ta kurduğu tekkenin dervişleri için veril-miştir. Aslında, bu mükafatın siyasi bir amacı da vardır. Bölge-nin Mısır Fatimilerinin ve dahildeki İsmaililerin, yani batinile-rin etkisi altına geçmesini önlemek ve ideoloji olarak bölgeni kendi kontrölü altında tutmak için, Yusuf Hemedani gibi büyük alimlere ve onların müridlerine ihtiyaç vardır. Semerkant, Al-i Burhan ailesinin dini-siyasi etkisi altında olan Buhara’dan farklı olarak daha farklı milletlerden ve ideolojilerden oluşan güvensiz bir yer idi.132 Burada, daha önceki dönemlerde133 ve sonralar da arasıra Sultan Sencer’e tabi olan Karahan hüküm-darlarına134 karşı ayaklanmalar olmuştur. Bu isyançılar arasında İsmaililerin ve dini liderlerin feal olduğu ortaya çıkmıştır. Bu gergin sosyal gelişmeler birkaç yıldan sonra patlama haddine geldi.135 Bu durumu gerginleştiren asıl sebep, Sultan Sencer’in

132 Benjamin Tudela 12. yüzyılın sonlarında yalnızca Semerkant’ta yaklaşık 50.000 Yahudi bulunduğundan söz etmiştir. (Tudela’lı Benjamin-Ratisbon’lu Petachia, Orta Çağda İki Yahudi Seyyahın Avrupa, Asya ve Afrika Gözlemleri, çev. Nuh Arslantaş, (İstanbul: Kaknüs Yayınları, 2001), s. 77). Artık anlattımız gibi, burada Hıristiyan icmaları da çok olmuştur.133 Maverau’nnehr’de buyuk bir batini hareketi H. 436 (M. 1044-1045) tarihinde vuku bulmuştur ki, Bugra Han, Ismailileri katletmek suretiyle bunu temizlemiştir (İbnu’l-Esir, c. VIII., s. 180).134 Buhara ve Semerkant Batı Karahanlı hânedanının egemenliği altında idi. Mâverâünnehir’i yeniden teşkilâtlandıran Sencer, Karahanlı hânedanından II. Muhammed b. Süleyman’ı (1102) Arslan Han unvanıyla Batı Karahanlı hükümdarı ilân edip kendine tâbi kıldı ve onun bu bölgede iktidarını uzun süre Karahanlıların dış saldırılarından savundu. Arslan Han son yıllarında felç olmuş, ülke yönetimini oğlu ve nâibi III. Nasr Han’a bırakmıştı (İslam Ansikp. C. 36, s. 509-511).135 Semerkant’ta 1127-1128 yıllarında (h. 522) şehir reisi ve bazı ülemaların rehberliği altında Karahanlılar’a ve dolayısıyla Sultan Sencer’e karşı isyan başlatılmış

89

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

İsmaililere karşı açtığı savaş idi.136 Bu nedenle, Yusuf Hemeda-ni’nin Semerkant’a gelerek müridlerine ve yerli halka Bâtınî-lerin yanlış yolda olduğunu ve Sultan Sencer’in doğru politika izlediğini tebliğ etmesine ihtiyac var idi. Sultan Sencer’in ona 50.000 altın göndermesi de bu nedenle olabilirdi.

Yusuf Hemedani’nin bir grup müridleriyle birlikte Semer-kant’a 504 (1111) yılının ortalarında geldiğini ve burada 505 yılının ortalarına kadar irşad fealiyetinde bulunduğunu söyle-yebiliriz. Zira, bahsettimiz kaynaklarda onun bölgeye kısa bir süre için geldiği bildiriliyor (Reş 23). Semerkant’a geldikten 9 ay sonra Abdullah Berki’nin Yusuf Hemedani’ye iltihak etmesi hakkında bilgi de, onun burada bir yıldan az kalmadığını göste-riyor.137 Zira, o, esas irşad merkezleri olan Merv ve Herat tek-kelerini uzun süre yanlız koyamazdı. Aynı zamanda, Yusuf Hemedânî Bağdat Nizâmiye Medresesi’ne gelmesi için bir davet almış ve bu davet üzerine Semerkant’ı 505 yılının son-ralarına doğru terk etmiş ve 506 (1113) yılında büyük vâiz ve sûfî unvanıyla tekrar Bağdat’a dönmüştür.138 Daha önce ders okuduğu Nizâmiye Medresesi’ndeki vaazları halktan büyük bir ilgi görmüştür.139

Yusuf Hemedani’nin en çok sefer ettiği yerler Merv ve Herat olmuştur. Fakat, bunun dışında Mekke ve Medine şehirlerine hac ziyaretleri yaptığı ve diğer Müslüman ülkelere sefer ettiği de muhakkaktır. Ahmed Yasevi’nin divanında, onun hocası ile birlikde farklı seferlerde olduğu bildiriliyor (Bununla ilgili son-

ve isyançılar Arslan Han’ın oğlu ve ülkenin yöneticisi III. Nasr Han’ı katletmişlerdir. Onun kardeşi olan II. Ahmed 1129 yılında iktidara geçerek isyanı bastırmıştır. Sultan Sencer ise, II. Ahmed’in ona ihanet ettiğini bildikten sonra 1130 (h. 524) yılında Semerkant’a saldırmış ve iktidara başka birisini tayin etmiştir. 136 Özellikle İsmaililer’den oluşan Bâtınîler Alamut kalesinden ve Mısır Fatimileri tarafından destekleniyordu. Sultan Sencer hem onlara karşı, hem de dahildeki fanatik Bâtınî fidâîlerine karşı savaşıyordu. Bâtınîler ise, 519 (1125-1126) yılında Sultan Sencer’in veziri Fahrülmülk’ü ve 521 (1127) onu evez eden diğer veziri Muînüddîn-i Kâşî’ni öldürmüşler. 137 Abdulhalik Gucduvani ‘Makamat-ı Yusuf Hemedani’ F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 65.138 İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 79.139 İbnü’l-Cevzî, Sıfat, IV, 79; İbn Hallikan VII, 78; F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 90; İslam Ansiklopedisi, c. 44, s. 12-13.

90

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

ra bahsedeceğiz). Yusuf Hemedani 506 (1113) yılında Selçuklular Devletin

ideoloji merkezi olan Bağdad Nizâmiye Medresesine tekrar dönmesi ve burada bir süre ders vermesi140 kendi isteğine bağlı değil, bir davet üzerine olabilirdi. Zira, Yusuf Hemedani’nin tasavvufa yönelmesinin esas sebeplerinden biri ideoloji mezheb tartışmalarından kurtulmak olmuştur. Aslında, Yusuf Hemeda-ni gibi büyük ülemaların ilim ve irşadına her bir yerde ihtiyac duyulduğu gibi, onun da genc insanların yetiştirilmesinde ilahi bir görevi olmuştur.

Yusuf Hemedani yeniden Merv’e dönerek, ömrünün sonuna kadar Merv ve Herat arasında irşad fealiyetinde bulunmuştur. Onun İslam dünyasının çeşitli yerlerinde fazla müridleri, öğ-rencileri ve halifeleri olmuştur.141 Reşahat eserinde Yusuf He-medani’nin Maveraünnehir’deki halifeleri hakkında böyle ya-zılıyor: “Vefatlarına yakın müritlerini toplayıp kendilerine öğüt verirken aralarından irşâd makamına erişmiş dört kişi tesbit etti, onları halife tayin etti ve her birini tâbi olunacak merkezler halinde gösterdi. Ondan sonra müritler ayrı ayrı dört halifenin eteklerine yapıştılar.” (Reş 9).

Yûsuf el-Hemedânî “Merv’den çıkıp Herat’a giderken yol-da vefat ettiler. Mübarek naaşı müritlerinden biri tarafından Merv’e nakl ve orada defnedildi.” (Reş 9). Onun Herat’tan Merv’e dönerken Bağşûr yakınlarındaki Bâmeîn adlı bir yer-de vefat ettiği (22 Rebîülevvel 535/5 Kasım 1140) ve buraya defnedildiği, ardından İbnü’n-Neccâr adlı bir müridi kabrini Merv’e naklettiği bildiriliyor.142

Anlaşıldığı gibi, Yûsuf el-Hemedânî yolda vefat ettiğinden, vefatı sırasında yanında müritlerinden çok az kimse olmuştur. Onun zikredilen halifelerinden kiminse yanında bulunması ih-timalı çok azdır. Onun yanında Herat müritlerinin bulunması 140 F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 65.141 Yûsuf el-Hemedânî birçok mürid yetiştirmiştir. Meşhur şair Senâî, Radıyyüddin Ali Lala’nın babası Şeyh Saîd Lala ve Ebû Sâlih Abdullah et-Tabakī er-Rûmî onun önde gelen müridleri arasında zikredilir. (İslam ansiklopedisi. C.44 s.13).142 Mezarı bugün Türkmenistan sınırları içinde Merv yakınlarındaki Bayramali denilen yerde olup Hâce Yûsuf adıyla bir ziyaretgâhtır. İslam Ansiklopedisi, cilt 44, s. 13

91

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

ihtimalı daha fazladır. Aslında, Yûsuf el-Hemedânî Mavera-ünnehir’deki halifelerini önceden tayin etmiş ve hatta, onlar arasında halifelerinin başı halîfetü’l-hulefâyı seçmiştir, yani kendisinden sonra Maveraünnehir’de irşad postunu halifelerin-den birine bırakmıştır.

Fakat, Gucduvanî’nin Makamât’ında büyük bir yanlışlık ortaya çıkıyor. Burada Yusuf Hemedanî’nin 504 yılında Se-merkant’a geldiğinde vefat ettiği yazılıyor. Oysa, Reşahat’ta ve diğer kaynaklarda onun 535 yılında vefat ettiği bildiriliyor. Gucduvanî’nin Makamât’ında bununla ilgili olarak yazılıyor ki, “504 Ramazan’ın onbirinci Çarşanba (23 Mart, 1111) günü Sultan Sencer Semerkant’te bulunan Kasım Cogi’ye bir mektup göndererek Şeyh Yusuf Hemedani hakkında tazim ve tekrim-lerini bildiriyor, tekkenin dervişleri için 50.000 altın gönderi-yor ve “Ashab-ı Kiram’ın yollarından ayrılmayan bu büyük Şeyh’in hayat tarzını bildirmelerini ve Şeyh’den kendisi için Fatiha niyaz etmelerini” ilave ediyordu. Şeyh Yusuf bu esnada muridleriyle görüşmek üzre Hoca Abdullah Berki’nin hücre-sine gelmişti. Hoca Hasan Andaki, Hoca Ahmed Yesevi, Hoca Abdulhalık Gucduvani ve daha başkaları hep orada hazırdılar. Muridler, Sultan Sencer’in nezrini bildirdiler; o da, onun işi için bir Fatiha okudu. Sonra Sencer’e gönderecek sehv ve hata-dan başka bir fiili olmadığını soyledi; dervişlerin recası uzerine “Şer’-i Nebevi’ye uygun bizde ne gördünüzse yazınız!” dedi. Bu musaadeye dayanarak, dervişler onun suretini yazıp gönder-diler. Daha hayatında Abdulhalık Gucduvani ondan halifelerini sormuş ve şu cevabı almıştı: “Benim halifem Hoca Abdullah Berki olacak, ondan sonra Hoca Hasan Andaki, ondan sonra da Ahmed Yesevi olacaktır. Hilafet nevbeti Ahmed Yesevi’ye erişince, Türkistan vilayetine sefer edecek ve halife sen ola-caksın!” Hakikaten de öyle oldu. Vefat edeceği gün, arkasını mihraba verdi, ashabına su ısıtmalarını emretti; sonra yüzünü dört halifesine ve orada hazır bulunanlara dönerek, “Makamı-mıza Abdullah Berki’yi bıraktık. Ona uyunuz. Karşı gelmeyiniz. Sultan Sencer için yazdığımız adabı, muridlere ve ashabınıza söyleyiniz!” dedi ve Ahmed Yesevi’ye donerek, Sure-i Fatır’ı, Yasin Suresini, Ve’nnazi’at Suresini okumasını emretti. Hatm

92

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

bitince, bir feryatlar koptu. Şeri’at hükümlerine ve Sunen-i Ne-bevi’ye fart-ı riayetle, şer’i ilimlerdeki kudreti ile devrinde bü-yük şöhret kazanan Yusuf Hemedani gözlerini kapadığı zaman, onun geniş şöhretinden birçok şeyler halifelerine de geçmiş, onlar da az zamanda büyük bir ün kazanmışlardır.”143

Yukarıda sunulan bilgi, onun yazarlarının veya tertibçileri-nin ne kadar dikkatsiz veya bilgisiz olduğunu ortaya koyuyor. Aslında, bu yanlış bilgilerde dikkatimizi çeken makamlar mevcuttur. Anlaşılan odur ki, Yûsuf el-Hemedânî 504 yılında Semerkant’a geldiğinde Hoca Abdullah Berki, Hoca Hasan Endeki, Hoca Ahmed Yesevi, Hoca Abdülhalik Gücdevani144 ile buluşmuş ve bir daha oraya dönmemiştir. Bu nedenle, Guc-duvanî’nin Makamât’ının sonraki dönemlerdeki müellifleri 504 yılını Yûsuf el-Hemedânî’nin ölüm tarihi olarak kabul etmişlerdir. Eğer Yûsuf el-Hemedânî tekrar Semerkant’a veya Buhara’ya dönmüş olsaydı, nakşibendi kaynakları bununla il-gili olarak bir bilgi verirlerdir. Aslında, Yûsuf el-Hemedânî’nin Semerkant’a tekrar dönmesinin bir anlamı da kalmamıştır. Zira, o, bu bölgeye tayin ettiği halifeleri aracılığıyla sahip çıkmış ve müridleriyle esas irşad merkezleri olan Merv ve Herat’ta sık sık buluşmuştur.

İşte, araştırmamız için Yûsuf el-Hemedânî’nin Semerkant’a 504 yılında gelmesi ve ömrünün sonuna kadar bir daha oraya (aynı zamanda Buhara’ya) dönmemesi ile ilgili elde ettiğimiz bilgi çok değerlidir. Zira, bu bilgi Yûsuf el-Hemedânî’nin ha-lifeleri ve özellikle Abdülhalik Gücdevani ile bağlı bilgilerin gerçek olup olmadığını ortaya koymaya imkan sağlayacaktır.

143 Abdulhalik Gucduvani ‘Makamat-ı Yusuf Hemedani’ F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 70-71.144 Hemedan’dan onunla Gucduvani de içlerinde olmak uzere 11 kişinin Semerkand’e geldiği bildiriliyor (F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 65). Biz sonrakı konularda bunun ve diğer halifelerle ilgili bilginin ne kadar doğru olduğunu araştıracağız.

93

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Hoca Yûsuf el-Hemedânî’nin halifeleri olduğu iddia edilen şahıslar

Yusuf Hemedani’nin Orta Asya, Horasan ve diğer bölgeleri kapsayan coğrafyada binlerle müridleri ve onlarla halifeleri olduğu halde, nakşibendi kaynaklarında onların yanlız dördün-den bahsediliyor. Biz isimleri zikredilen halifelerin Yusuf He-medani ile ne kadar bağlı olduklarını henüz bilmiyoruz. Fakat, nakşibendi kaynaklarına ve tarihi gerçeklere dayanarak, onlar hakkında bilgi elde etmeğe çalışacağız.

Reşahat’ta bununla ilgili olarak yazılıyor: ‘(Yusuf Heme-dani) Vefatlarına yakın müritlerini toplayıp kendilerine öğüt verirken aralarından irşâd makamına erişmiş dört kişi tesbit etti, onları halife tayin etti ve her birini tâbi olunacak merkezler halinde gösterdi. Ondan sonra müritler ayrı ayrı dört halifenin eteklerine yapıştılar.’ (Reş 9).

Abdurahman Cami ‘Nefahat’ eserinde yazıyor: ‘Hoca Yusuf Hemedani’nin dört halifesi vardı: Hoca Abdullah Berki, Hoca Hasan Endeki, Hoca Ahmed Yesevi, Hoca Abdülhalik Gücde-vani. Hoca Yusuf’tan sonra hepsi de davet (ve irşat) makamın-da bulundular. Bunlardan başka edep tarikiyle huzuruna gelen halifeleri de vardı. Hoca Ahmed Yesevi Türkistan tarafına gi-dince bütün yararına Abdülhalık Gucduvani’ye tabi olmalarını tavsiye etti. Silsileye mensup sonraki şeyhlerden birinin yazdı-ğı risalede durum böyle anlatılmıştır.’ (Nef. 499-500).

Gucduvani’ye ait gosterilen ‘Makamat-ı Yusuf Hemedani’ eserinde ise, Hemedan’dan onunla Gucduvani de içlerinde olmak uzere 11 kişinin Semerkand’e geldiği ve Yusuf Hemeda-ni’nin burada Hasan Andaki ve Ahmed Yesevi ile buluştuğu ve onlardan 9 ay sonra da Abdullah Berki’nin iltihak ettiği acıkca ifade ediliyor ve devamında yazılıyor:

‘Daha hayatında Abdulhalık Gucduvani ondan halifelerini sormuş ve şu cevabı almıştı: ‘Benim halifem Hoca Abdullah Berki olacak, ondan sonra Hoca Hasan Andaki, ondan sonra da Ahmed Yesevi olacaktır. Hilafet nevbeti Ahmed Yesevi’ye erişince, Türkistan vilayetine sefer edecek ve halife sen ola-

94

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

caksın!’ Hakikaten de öyle oldu. Vefat edeceği gün, arkasını mihraba verdi, ashabına su ısıtmalarını emretti; sonra yüzünü dört halifesine ve orada hazır bulunanlara dönerek, ‘Makamı-mıza Abdullah Berki’yi bıraktık. Ona uyunuz. Karşı gelmeyiniz. Sultan Sencer için yazdığımız adabı, muridlere ve ashabınıza söyleyiniz!’ dedi ve Ahmed Yesevi’ye donerek, Sure-i Fatır’ı, Yasin Suresini, Ve’nnazi’at Suresini okumasını emretti. Hatm bitince, bir feryatlar koptu.’145

Ahmed b. Mevlâna Celaleddin Kaşanî, Abdülhalık Gucdu-vanî’nin Makamât’ından kısaltarak naklettiği parçadan sonra, Yusuf Hemedanî’nin halîfeleri hakkında şu bilgiyi veriyor: “Ey azizler, biliniz ki Hoca Ebu Yusuf Hemedanî Hazretleri’nin dört halîfesi vardı: Birincisi, canişîni bulunan Abdullah Berki Hazretleri’dir ki, kabr-i şerifleri Buhâra’da Gülabad dervaze-sinin dışında, Şuristan tepesinin üzerinde, Hoca İshak-ı Gü-labadî Hazretleri’nin kabrine yakındır. İkincisi, Hoca Hasan Andakî’dir ki, istiğrak aleminde garîk idi. Bunun kabri de Hoca İshak kabrine yakındır. Biliniz ki Andak, Buhara’ya altı fersah, mesafede bir karyedir. Üçüncüsü, Hoca Ahmed Yesevî’dir ki, keramat ve harik adetlerinden idi ki, her kim hulus-i niyyet-le kendileri ile müşerref olursa ehlullah’tan olurdu. Nasıl ki: “Niyyatın koldaşın” buyururlardı; 512’de bu dünyadan gittiler. Kabr-i mübarekleri Türkistan’dadır, asitan-ı alîleri kesîrü’l-feyzdir.”146

Bu kaynakların sunduğu bilgilerden anlaşıldığı gibi, Yûsuf el-Hemedânî’nin Maveraünnehir’de tayin ettikleri halifeleri Hâce Abdullah Berakī, Hasan Endakī, Ahmed Yesevî ve Abdül-hâlik Gucdüvânî olmuştur.147 Aynı zamanda “bunlardan başka edep tarikiyle huzuruna gelen halifeleri de vardı.” (Nef. 500). Fakat, biz bu kaynaklarda Yûsuf el-Hemedânî’nin Maveraün-

145 Abdulhalik Gucduvani ‘Makamat-ı Yusuf Hemedani’ F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 65, 70-71.146 Fuad Köprülü haklı olarak buradaki 512 tarihinin hata olduğunu ve onun 562 yerine yanlışlıkla yazıldığını bildiriyor. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü. Ahmed Yesevi ve tesirleri. DİB Yayınları -118; 6. Basım.147 Yusuf Hemedanî birçok mürid yetiştirmiştir. Meşhur şair Senâî, Radıyyüddin Ali Lala’nın babası Şeyh Saîd Lala ve Ebû Sâlih Abdullah et-Tabakī er-Rûmî onun önde gelen müridleri arasında zikredilir.

95

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

nehir’deki diğer halifelerinin ismine rastlamıyoruz. Sonraki dönemlerde yazılan nakşibendi kaynaklarının (Re-

şahat, Nefahat) müellifleri (Ali Safi, Abdurrahman Cami, Ce-laleddin Kaşanî ve d.) isimlerini zikrettikleri halifeler (Hâce Abdullah Berakī, Hasan Endakī ve Abdülhâlik Gucdüvânî) hakkında çok az bilgiye sahip oldukları için, onlar hakkında birkaç cümle yazmakla yetinmişlerdir. Bu, zikredilen kaynakla-rın isimleri hatırlanan şahısların yaşadıkları dönemden uzun bir süre sonra yazıya alındığını göstermekle yanaşı, aynı zamanda bu şahısların sonraki döneme bıraktıkları sağlam manevi miras-larının olmadığını gösteriyor. Fakat, onlar arasında sağlam bir miras bırakan Ahmed Yasevi hakkında bunları söylemek müm-kün değildir. Zira, onun mirası Orta Asya, Kafkasya, Anadolu, Horasan gibi geniş bir coğrafyada her bir insanın kalbinde bugüne kadar varlığını sürdürüyor. Bunları Yûsuf el-Heme-dânî’nin Maveraünnehir’de tayin ettikleri halifelerinden Hâce Abdullah Berakī, Hasan Endakī ve Abdülhâlik Gucdüvânî hak-kında asla söylemek mümkün değildir. Nakşibendi kaynakla-rında onlar hakkında birkaç cümle yazılmasaydı, bugün biz on-ların varlığı hakkında hiçbir bilgi sahibi olmazdık. Oysa, Yusuf Hemedanî’nin halifeleri ve ondan sonra irşad postuna oturan şahıslar olarak nitelendirilen bu insanların Ahmed Yesevî gibi isimlerinin Maveraünnehir’de çok ünlü olması gerekiyordu, değil mi?

Bu kaynakların ortaya çıkmasını sağlayan Ubeydullah Ah-rar’ın (1404-1490) yaşadığı dönemle bu şahısların yaşadığı dönem arasında yaklaşık 250 yıl mesafe ve ortada bir moğol saldırıları dönemi vardır. Sunduğumuz kaynaklar dışında Yusuf Hemedanî’nin halifelerini yazıya alan bir eser veya not bile yoktur. Abdülhâlik Gucdüvânî’ye ait edilen risale XV yüzyıla kadar mevcut olsaydı, bu eserlerin müellifleri “silsileye mensup sonraki şeyhlerden birinin yazdığı risalede durum böyle anla-tılmıştır.” (Nef. 500) – diye yazmaz ve eserin veya müellifin ismini kaydederdiler. Yani, Abdülhâlik Gucdüvânî kendisi ve isimleri zikredilen diğer halifelerle aynı dönemde yaşadığı için, “sonraki şeyhlerden biri” olamazdı. Yahut, bu halifeler gerçek olsaydılar, Muhammed Parsa kendi eserlerinde onlar hakkında

96

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

geniş bilgiler sunardı veya sunması gerekiyordu. Oysa, böyle bir şey yoktur. Anlaşılan odur ki, Abdülhâlik Gucdüvânî’ye ait edilen risale ve Reşahat’ta sunulan bilgiler Ubeydullah Ahrar’ın (1404-1490) ve onun yaşadığı dönemdeki diğer nak-şibendi şeyhleri tarafından ortaya koyulmuş ve kısmen istinad edilen kaynakların, onların müelliflerinin isimleri kaydedilme-miştir.

Bu kaynaklarda Yusuf Hemedanî’nin üç halifesi hakkında birkaç söz veya cümle söylenildiği halde, aynı Reşahat’ta Ah-med Yasevi ve onun halifeleri hakkında geniş bilgi sunulmuş-tur. Zira, Ahmed Yasevi’nin güclü bir manevi mirası mevcut olmuş ve onun halifeleri onun yolunu aramsız olarak devam ettirmişlerdir.

Sunduğumuz mevcut nakşibendi kaynaklarında Yusuf He-medanî’nin halifeleri ile ilgili büyük bir çelişki vardır. Onlar şunlardır:

1. Yûsuf el-Hemedânî Herat’a gitmeden önce Merv’de mü-ridlerinin arasından dört kişini halife olarak tesbit ediyor, mü-ridlerinin her birini tâbi olunacak merkezler halinde gösteriyor ve Herat’a yollanırken yolda 535 (22 Rebîülevvel - 5 Kasım 1140) yılında vefat ediyor. Onunla seferde olan müridlerinden birisi, naaşını Merv’e nakl ediyor ve orada defnediliyor (Reş 9).

2. Gucduvani’ye ait gosterilen ‘Makamat-ı Yusuf Heme-dani’ eserinde ise bildiriliyor ki, Yûsuf el-Hemedânî 504-505 yıllarında Semerkant’ta olduğu sırada halifelerini tayin ediyor ve kendisinden sonra postu Abdullah Berki’ye bıraktığını ilan ediyor ve birkaç günden sonra müridlerinin yanında vefat edi-yor.148

Göründüğü gibi, iki nakşibendi kaynağında sunulan bilgiler arasında ne kadar büyük tezadlar mevcuttur. Yani, Yusuf He-medani’nin 505 yılında Semerkant’ta değil, 535 yılında Merv-Herat yolunda vefat ettiği, vefatı sırasında Semerkant’ta halife-lerinin yanında değil, Herat yönünde birkaç müridi ile birlikte olduğu ortaya çıkıyor. 148 Abdulhalik Gucduvani ‘Makamat-ı Yusuf Hemedani’ F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 65, 70-71.

97

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Burada diğer çelişkili bir makam daha vardır. Yusuf Heme-dani’nin son anında dört halife tayin ediyor ve dördünü de mer-kez ilan ediyor. Aynı zamanda da dört halifeden ilk olarak irşad postunu Abdullah Berki’ye bırakıyor ve onların birbirinin ar-dınca irşad postuna oturacağı sırayı belirliyor: ‘Benim halifem Hoca Abdullah Berki olacak, ondan sonra Hoca Hasan Andaki, ondan sonra da Ahmed Yesevi olacaktır. Hilafet nevbeti Ahmed Yesevi’ye erişince, Türkistan vilayetine sefer edecek ve halife sen olacaksın!’ ‘Makamımıza Abdullah Berki’yi bıraktık. Ona uyunuz. Karşı gelmeyiniz!’149

Yusuf Hemedani halifelerinden kimin ne zaman vefat edece-yini ve kimin kimden sonra irşad postuna oturacağını nereden biliyordu, aceba? Aslında, ölümü, kimin kimden sonra gele-ceğini iddia eden kader yazısını vahy dışında kimse bilemez ve bilmesine de ihtiyac yoktur. Zira, tasavvuf geleneğinde de mürşid kendisinden sonra irşad postuna kimin oturacağını ila-hi irade ile tayin etmek zorundadır. Bu nedenle, böyle bir şey sonradan uydurma bir sıralamaya, yani uydurma silsile kurmak çabasına benziyor.

Malum olduğu gibi, tasavvuf geleneğinde şeyhler çeşitli yerlerde olan bir cemaatı, tekkeni yönetmek için müridlerinden halifeler tayin eder ve onların aracılığıyla farklı mekanlarda oturan tarikat mensuplarını irşad ederek yönetirler. Bu halife-lerin sayı onlarla olabilir. Onlara bazen şeklî halifeler de denir. Yûsuf el-Hemedânî’nin Maveraünnehir’de tayin ettikleri hali-feler arasında böyleleri fazla olmuştur. Fakat, sülûkünü tamam-layan ve şeyhi tarafından irşad izni verilen mânevî halifeleri çok az olmuştur.150 Yûsuf el-Hemedânî’nin isimleri geçen bu

149 Abdulhalik Gucduvani ‘Makamat-ı Yusuf Hemedani’ F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 65, 70-71.150 Tarikatlar döneminde şeyhin, kendi adına müridleri terbiye ve irşad etme yetkisi verdiği mensuplarına da halife denilmiştir. Ankaravî hilâfeti şeklî, mânevî ve hakikî olmak üzere üçe ayırır. Bir tekkenin ve oradaki görevli dervişlerin yönetilmesi için yetkili kılınan kişi şeklen halifedir. Bu kişinin âlim olması veya seyrü sülûkün usulünü bilmesi gerekmez, ehliyetli bir yönetici olması yeterlidir. Seccâdenişin olan şeyhzâdelerin halifelikleri de böyledir. Hakikî hilâfet ise bizzat Allah’ın bir zatı irşad için görevlendirmesidir. Kâmil bir şeyhin terbiyesinde bulunan bir kişide bazan hilâfetin bu üç derecesi de gerçekleşebilir. Şeklen halife olduğu halde hilâfetin mâna ve hakikatinden nasibi olmayanlar da vardır (Minhâcü’l-fukarâ, s. 27). Şeyh,

98

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

dört halifesi (ve diğerleri) arasında kimin şekli, kimin manevi veya kimin kim olduğunu kanıtlayan bir delil var mıdır? On-ların hepsinin Yûsuf el-Hemedânî’nin halifesi olduğuna nasıl inanılabilir?

Bu kaynaklarda en büyük çelişki Yûsuf el-Hemedânî’nin bir yandan kendisinden sonra dört halife tayin etmesi ve onların ir-şad postuna oturma sırasını önceden belirlemesi, aynı zamanda da irşad postunu Abdullah Berki’ye bırakmasıdır. Böyle bir şey olamaz. Zira, Yûsuf el-Hemedânî’nin halifeleri vefat etmeden önce de malum idi. O, sağlığında farklı bölgelerde onların ara-cılığıyla irşat fealiyetinde bulunmuştur. O zaman, vefat ederken tayin ettiği halifeler değil, tek bir halife, yani halifelerinin başı halîfetü’l-hulefâ olmuştur. Zira, icab eden bu idi. Şeyhe mânen en yakın olan ve vefatı halinde ilahi bir gösterişle yerine geçen bir halifenin, yani “halîfetü’l-hulefâ”nın ismi (Abdullah Ber-ki?) bellidirse, tasavvuf âdâbına göre müridlerin, halifelerin bu emre ve vasiyete uymaları gerekirdi. O, tayin edildiği takdirde, diğerlerinin bir merkez olarak halife tayin edilmesi ve müridle-rin bu merkezlere bölünmesi ne anlama geliyor, aceba?

Abdurahman Cami gibi ciddi bir alim Yûsuf el-Heme-dânî’nin halifeleri ile ilgili bilgini Nefahat’ta naklederken kaynağını ve hatta kimin tarafından söylendiğini gizleterek veya gizletmek zorunda kalarak demiştir: “Silsileye men-sup sonraki şeyhlerden birinin yazdığı risalede durum böyle anlatılmıştır”(Nef 500). O, neden silsileye mensup sonraki şeyhlerden birinin veya onun yazdığı risalenin ismini yazmı-yor? Eğer ortada böyle bir risale varsa, neden eserin ve yazarın ismi gizletilmeğe çalışılıyor?

Aslında, burada gizli bir şey yoktur. Bilginin kaynağının Ubeydullah Ahrar olduğu malumdur. Biz Nefahat (burada yanlız Nakşibeniyye’ye ait bölümün) ve Reşahat gibi ilk nak-şibendi kaynaklarının onun çabaları sonucu ortaya çıkdığını aynı kaynaklara (özellikle Reşahat’a) dayanarak ortaya koyduk.

sülûkünü tamamlayan müridin irşad ehliyetine sahip olduğunu hilâfetnâme denilen bir belge ile tesbit eder. Uzak bölgelerde bulunan müridlere halife oldukları bir mektupla veya sözlü bir beyanla bildirilir. Halife unvanını alan sâlik, mürşidi adına müridlerin mânevî terbiyesiyle ilgilenir. (İslam Ansiklopedisi, c. 15, s. 300).

99

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Nakşibendi kaynaklarında Yûsuf el-Hemedânî’nin halifeleriyle (ve diğer konularla) bağlı bilgilerde kaynağın saklanması ve delillerin olmaması, gerçeklerin onlar tarafından tahrif edilme-siyle bağlı idi. Bu kaynaklar XV yüzyılda ve sonralar yazıya alınanda, artık Maveraünnehir’de çok şey değişmiştir. Bu dö-nemde nakşibendilik siyasi güç elde ettiğinden ve eski tarihi olaylar kısmen unutulduğundan dolayı, böyle işlerin yapılması için imkan bulunmuştur. Fakat, Yûsuf el-Hemedânî’nin kendi-sinden sonra tayin ettiği gerçek halifenin kimliği unutulamazdı. Onun devamçıları kendi varlıklarını zor şartlar altında koru-makta devam ettiklerinden dolayı, gerçeyi tam olarak kapatmak mümkün olmamış ve onun tahrif edilmesi yolu seçilmiştir. Bu nedenle, bu kaynaklarda Yûsuf el-Hemedânî’nin kendisinden sonra tayin ettiği tek halifesinin ismi dört kişinin (halifenin) arasında gizledilmiştir.

Nakşibendi kaynaklarında Yûsuf el-Hemedânî’nin halife-leri ile ilgili çelişkili bilgiler sanki bize bir şeyleri hatırlatıyor. Bunlar, sanki Hz. Muhammed’in (s.a.v) Gadri-Hum’da İmam Ali’nin (k.v) vahy ile bildirilen velayetini inkar eden raşidi hilafet kurumunun yalanlarını geliştirerek, Yûsuf el-Heme-dânî’nin kendisinden sonra dört halife tayin etmesi ile ilgili rivayetler uydurmuş ve ortaya ilginç bir tablo koymuşlar. Bu-rada bir kıyaslama yapmak mümkündür:

1. Hz. Muhammed (s.a.v) ilahi iradeye dayanarak yanlız İmam Ali’ni (k.v) halife olarak defalarca ilan ettiği ve bu konu-da diğer sahabelerin ismini hiç zikretmediği halde, sonralar Hz. Ebu Bekir ile başlatılan raşidi hilafet kurumu (Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali, Hz. Osman) ortaya çıkmıştır. 151

Sanki, Yûsuf el-Hemedânî’nin halifeleri de (Hoca Abdullah Berki, Hoca Hasan Endeki, Hoca Ahmed Yesevi, Hoca Abdül-halik Gücdevani) aynı sıralanmaya uygun olarak belirlenmiştir. Yûsuf el-Hemedânî kendisinden sonra dört halife tayin etmesi gerçeklere uymadığından dolayı, bu dört halifeden birisi gerçek İmamdır (Hz. Ali gibi). Diğerleri ise, kaynakların müellifleri va baş danışmanları tarafından uydurulan rivayetlerdir. Bu sıralan-151 Bununla ilgili tüm ayet, hadis ve tarihi kaynakları okumak için bakın: Prof. Dr. Haydar Baş. “İmam Ali” kitabı.

100

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

malar arasında kıyaslama yaparsak, hem İmam Alinin, hem de Hoca Ahmed Yesevinin üçüncü sırada olduklarını görüyoruz. Bu bir ranlantı mıdır, aceba?

2. Yûsuf el-Hemedânî’nin ilk halifesinin ihtiyar yaşında olan Abdullah Berki (Abdullah Ebu Bekir gibi) olduğu iddia olunuyor. Aslında, Abdullah Berki ile Hz. Abdullah Ebu Bekir arasında isim açısından da benzerlik vardır.

3. Yûsuf el-Hemedânî’nin dört halifesinin sırayla irşad pos-tuna oturmalarını önceden belirlenmesi, sanki Hz. Muhammed (s.a.v) vahy ile Ehl-i Beyt İmamlarının isimlerini önceden söylemesine benzetilmiştir.152 Aslında, vahyın dışında böyle bir şeyin mümkün olmadığını ve asla böyle bir şeyin yapılmadığını da söyledik.

Bu tablo, aslında tarihi gerçekler üzerine değil, tüm tasavvuf tarikatlarında İmam Ali’nin (k.v) velayetine bağlanan yolun in-karı üzerine kurulmuştur. Onlar bununla, dolayı olarak İmame-te karşı raşidi hilafetini desteklediklerini ortaya koymuşlardır. Bu nedenle, tüm tasavvuf tarikatlarının silsilesinin başı velaye-tin şahı İmam Ali’ye (k.v) bağlandığı halde, sonralar sistemli hale getirilen nakşibendi silsilesinin de başı yanlış olarak Hz. Ebu Bekr’e bağlanmıştır.

Bu tablodan yola çıkarak diyebiliriz ki, dört raşidi halife-sinin içinde İmam Ali (k.v) nasıl tek hak halife idise, Yûsuf el-Hemedânî’nin iddia olunan dört halifesi içinde tek biri, onun gerçek halifesi olmuştur. O zaman, bu halife kimdir, aceba?

Yûsuf el-Hemedânî’nin iddia olunan ilk iki halifesi:Abdullah-ı Berakī ve Hasan-ı Endakī

Kaynaklarda isimleri zikredilen dört halifeden ikisi (Abdul-lah-ı Berakī ve Hasan-ı Endakī) hakkında bilgiler çok azdır. Onlardan ilki Hoca Ubeydullah Berki hesap olunuyor. Reşa-hat’ta onun hakkında böyle yazılıyor: “Hoca Ubeydullah Berki - Hoca Yusuf Hemedânî’nin dört halifesinden ilki. Hârizem bölgesinden. Âlim, ârif, makam ve keramet sahibi.” (Reş 10) 152 Bununla ilgili tüm ayet, hadis ve tarihi kaynakları okumak için bakın: Prof. Dr. Haydar Baş. “İmam Ali” kitabı.

101

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Abdullah-ı Berakī’nin hicri 555 (1160) yılında Buhara’da vefat ettiği bildiriliyor.153 Onun hakkında hiçbir bilginin kay-naklarda olmaması ve onun varlığıyla bağlı Maveraünnehir ta-savvuf hayatında hiçbir izin kalmaması, onun Yûsuf el-Heme-dânî gibi büyük bir mutasavıffın ilk halifesi olmadığı kanaatine götürüyor. Biz, onun Yûsuf el-Hemedânî’nin vefatından (H. 535) kendi vefatına (H. 555) kadar 20 yıl irşad postunda otur-duğunu kabul etsek, onun Maveraünnehir’de büyük tasavvuf şeyhi olarak farklı kaynaklarda yer alması, yetiştirdiği mürid-lerden ve yazdığı eserlerden bahsedilmesi gerekiyordu. Oysa, onun hakkında yukarıda sundumuz birkaç cümle ile sınırlı olan ifadeler dışında bir bilgi yoktur.

Abdullah-ı Berakī vefat etmeden önce Sultan Sencer’in öldüğünü (552/1157-58) ve Harizmşahların büyük bir İslam devleti olmak istidadını gösterdiği bir dönemde, onun orada, yani doğma yurdunda olması icab ediyordu. Aslında, o, Yûsuf el-Hemedânî’nin vefatından sonra (535) Harizme giderek irşad fealiyetini orada gerçekleştirmesi gerekiyordu. Zira, bu dönem-den başlayarak Buhara, Semerkant şehirlerinde bunu yapmak mümkün değildir. Yani, Yûsuf el-Hemedânî’nin vefatından bir yıl sonra (5 Safer 536 / 9 Eylül 1141) gayri-müslim Karahı-taylar Yehlü Taşi (Gürhan) kumandasında Semerkant civarın-daki Katvân sahrasında Selçuklu ordusunu ağır bir yenilgiye uğratdılar. Katvân yenilgisi Büyük Selçuklular’ın yıkılışına zemin hazırladığı gibi İslâm dünyasının siyasî, sosyal-ekono-mi, kültürel buhranlara sürüklenmesine ve Hârizmşah Atsız’ın istilâ harekâtıyla Maveraünnehir’in Semerkant, Buhara ve di-ğer yerlerine saldırarak, iktidarı ele geçirmesine yol açtı.154 Bu dönemden başlayarak Maveraünnehir’de Hârizm İslam kültü-rünün esas merkezlerinden birine çevrildi. Fakat, ne Abdullah-ı Berakī, ne de Hasan Endâkî Harizmde olan yeni kültürel kal-kınmaya katkı sağlayamadılar.

Abdullah-ı Berakī, Buhara’da vefat ettiği için, doğduğu Ha-rizm’e yerleşmemiştir. Onun ve Hasan Endâkî’nin Buhara’da

153 F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 72.154 İslam Ansiklopedisi, cilt 36, s. 509.

102

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

aynı yerde gömülmeleri (Buhâra’da Gülabad dervazesinin dı-şında, Şuristan tepesinin üzerinde, Hoca İshak-ı Gülabadî Haz-retleri’nin kabrine yakın bir yerde), onların Buhara’da birlikte fealiyet gösterdiklerine dair bir işaredir. O, Harizm’e yerleşmiş olsaydı, burada oluşan Kübreviyye tarikatının silsilesinde Yû-suf el-Hemedânî’nin ilk halifesi veya ondan sonra Maveraün-nehir’in büyük tasavvuf şeyhi olarak bir yer alması veya etki sağlaması gerekiyordu. Oysa, Kübreviyye tarikatının oluşum tarihinde böyle bir şahsın ismine rastlamıyoruz.

Abdullah-ı Berakī, Hicri 555 yılında Buhara’da vefat ettik-ten sonra, onun yerine Yûsuf el-Hemedânî’nin ikinci halifesi sanılan Hasan Endâkî’nin oturması gerekiyordu. Fakat, öyle değildir. Zira, Hasan Endâkî ondan üç yıl önce vefat etmiştir.

***Hasan Endâkî (Künyesi Ebû Muhammed, ismi Hasan bin

Hüseyin) Buhara’ya 3 fersah mesafede olan Endâk kasabasında doğdu. Hicri 552 (1157) yılında Buhara’da vefat ettiğinden155 ve 90 yıl ömür sürdüğünden (Reş 10) yola çıkarsak, onun tahmini 462 (1068-1069) yılında doğduğunu söyleyebiliriz (552-90=462). Yûsuf el-Hemedânî 504-505 yıllarında Semer-kant şehrinde bulunduğunda, Hasan Endâkî’nin 43, Abdullah-ı Berakī’nin ise ondan birkaç yaş büyük olduğunu düşünebiliriz. Eğer Abdullah-ı Berakī irşad postunda 20 yıl, yani vefat ettiği 555 yılına kadar oturmuşsa (böyle olması da gerekiyordu), o zaman, Hasan Endâkî üç yıl önce vefat ettiğinden dolayı Yûsuf el-Hemedâni’nin ikinci halifesi olamazdı. Aynı zamanda, Ab-dullah-ı Berakī’nin 20 yıl irşad postunda oturduğunu kanıtlayan hiç bir delil ortada olmadığı gibi, Hasan Endâkî’nin de Yûsuf el-Hemedânî’nin halifelerinden olduğunu bildiren bir kanıt yoktur. Bilakis, Reşahat’ta sunulan bilgilerde sanki onun Yûsuf el-Hemedânî’den daha üstün olduğu ve hatta Yûsuf el-Heme-dânî’nin düşüncesiz, basiretsiz birisi olması ortaya koyulmağa çalışılıyor. Aslında, tasavvuf geleneğinde bu adap dışıdır ve böyle birisi hocasının irşad postuna atanamaz. Bununla ilgili

155 F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 72.

103

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Reşahat’ta sunulan bilgilere dikkat edersek, söylediklerimizin abes olmadığını görebilirsiniz:

“Yusuf, biz sana görmen için akıl gözü verdik; Hasan’a ise hem akıl, hem de gönül gözü ihsan ettik!” Bu rüyadan sonra Yusuf Hemedânî, Hasan Endâkî’yi aziz ve muhterem tutar oldular. Kabri, Buhara’da. Hoca Yusuf Hazretlerinin ikinci halifesi. Künyesi Ebû Muhammed, ismi Hasan bin Hüseyin. Buhara’ya 3 fersah mesafede Endâk kasabasından. Devrinde zamanın kutbu. Müritlerini terbiye etmekte son derece hususî ve tesirli bir usule sahip. Sünnet yolunda riyazetleriyle safâ derecesine ulaşmıştı. 90 yıl yaşadı. Hoca Yusuf Hazretlerinden nisbet ve tarikat bağı aldıkları zaman üzerlerine öyle bir hal geldi ki, dünya, iş ve ev alâkası diye hiç bif şeye gönüllerinde ve hattâ şuurlarında yer kalmadı. Dipsiz bir istiğrak kuyusun-da kayboldular. Bu vaziyeti gören Yusuf Hemedânî Hazretleri kendisine nasihatte bulundu: “Siz fakirsiniz, iş görmeğe mec-bursunuz. Kaldı ki, evli ve çoluk-çocuk sahibisiniz. Sizin için dünya vazifelerinizi ihmal etmemek, hem şeriat, hem de akıl bakımından şarttır.” Hoca Hasan, bütün gücünü dudaklarında toplayarak cevap verdi: “Benim hâlim öyle ki, başka hiç bir işe mecalim kalmamıştır.” Yusuf Hemedânî Hazretleri bu cevaba öfkelendiler ve Hasan’ı payladılar. Gece, Yusuf Hemedânî rü-yasında Allah’ı görüyor. Allah ona utan diyor.” (Reş 10)

Reşahat’ta Hasan Endâkî hakkında sunulan bu bilgide dik-katimizi çeken birkaç çelişkiler vardır:

* Hasan Endâkî, hem akıl, hem de gönül gözüne sahib ol-duğu halde, hocası yanlız akıl gözüne sahibmiş. Yani, hocası gönül gözünden mahrum kalmıştır, demektir. Gönül gözü ka-palı olan gerçek bir tasavvuf şeyhi olabilirmi, aceba? O zaman, Reşahat’ta gerçek mürşidin Yûsuf el-Hemedânî değil, Hasan Endâkî denilmesi gerekiyordu. Reşahat tarafından sunulan bu bilgi, Yûsuf el-Hemedânî’ye karşı yönelen bir hakaret değil midir?

Oysa, aynı kaynağın diğer bir sayfasında buna zıt olan bir bilgi sunuluyor: “ (Yûsuf el-Hemedânî’) Bâtın ilmi kapısını ona açan Şeyh Ebû Ali Farimedî... Derin hal ve keramet sahibi. Bağdat’tan Semerkand’e kadar uzayan büyük bir sahada, halk,

104

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

kudsî nefeslerinden faydalanmak için ziyaretlerine akın eder-lerdi.” (Reş 9)

Aceba, derin hal ve keramet sahibi, batin ilmine vakıf olan birisi gönül gözünden nasıl mahrum kalabilir? Aslında, Yûsuf el-Hemedânî’nin nasıl bir alim ve evliya olmasını belirlemek yanlız Nakşibendi kaynaklarına kalmadığı malum. Zira, onun büyük bir alim olmasıyla ilgili diğer İslami kaynaklarda da ye-terli bilgiler vardır. Fakat, Reşahat’ta sunulan bilgilerde ortaya çıkan çelişkinin ve Yûsuf el-Hemedânî’ye olan olumsuz tavrın kaynağının sonraki dönemlerdeki Abdülhâlikiler ve daha son-raki Nakşibendi şeyhleri olduğu ortaya çıkıyor (bununla ilgili olarak sonraki bölümlürde bahsedeceğiz). Zira, bu cemaatin şeyhleri sonraki dönemlerdeki nakşibendi kaynaklarının yazıl-masında direkt röl oynamışlardır. Bu olumsuz tavır neden kay-naklanmıştır, aceba?

* Hocası onun aziz ve muhterem birisi olduğunu göremedi-ği, sürekli olarak şeriat ve akıl kurallarını (çalışmak ve ailenin geçimini sağlamak) bozduğundan dolayı ona öfkelendiği için, Allah rüyasında Yûsuf el-Hemedânî’yi kınamış ve onu aziz, muhterem tutmasını istemiştir. Nasıl olur da, bir Allah dostu veya gerçek bir mürşid kendi müridlerinden birini şeriat ve akıl kurallarına uymak yolunda terbiye ve irşad edecek, aynı zamanda da Yüce Allah (c.c) tarafından kınanacaktır. Şeriat ve akıl kurallarına uymağı hüküm eden Allah (c.c), ne zamandan beri kendi hükümlerini geri çevirmiştir? Onun “sünnet yolunda riyazetleriyle safâ derecesine ulaştığını” bildiren Reşahat yaza-rı, çalışmağı ve aile geçimini sağlamağı inkar edenin (Benim hâlim öyle ki, başka hiç bir işe mecalim kalmamıştır) kimin sünnetine uyduğunu kasdediyor, aceba? “Dünya, iş ve ev alâka-sı diye hiç bir şeye gönüllerinde ve hattâ şuurlarında yer kalma-dını” savunan böyle bir sünnet Rasulullah’ın (s.a.v) hayatında değil, muharref hale getirilen Hıristiyanlığın rahiplik hayatında, Budist yogaların hayatında mevcuttur. Anlaşılıyor ki, “müritle-rini terbiye etmekte son derece hususî ve tesirli bir usule sahip” olduğu bildirilen Hasan Endâkî, kendi müridlerini de kendi sünnetine uyğun şekilde terbiye etmiştir. O zaman, onun Yûsuf el-Hemedânî’den kopduğunu ve kendisine bağımsız bir yol

105

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

bulduğunu söyleyebiliriz.* Reşahat’ta Hasan Endâkî “devrinde zamanın kutbu” olarak

tanımlanıyor.156 Fakat, böyle bir şey mümkün değildir. Zira, Hasan Endâkî kendi döneminde zamanın kutbu olsaydı, onun hakkında yanlız Reşahat’ta birkaç söz değil, diğer kaynaklarda da geniş bilgiler olurdu ve onun tanınmış eserlerinden bahse-dilirdi. Eğer Reşahat ve Nefahat’ta onun ismi hatırlanmasaydı, kimse onun varlığını duymazdı. Onun yaşadığı dönemde zama-nın kutbu olarak tanımlanabilen öğle büyük mutassavıflar var-dır ki, Hasan Endâkî’nin onlara mürid olması bile fazla gelirdi. Kadiriyye tarikatının kurucusu, büyük pir Abdulkadir Geylani (vefat etti 561-1166 yılında) gibi bir alimin yaşadığı dönemde, Hasan Endâkî’nin kendisini “zamanın kutbu” olarak tanıtması ne kadar doğrudur. Aslında, Hasan Endâkî ile ilgili olan bu bil-gi sonraki dönemlerin uydurmalarındandır.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, biz Hasan Endâkî’nin ve Ab-dullah-ı Berakīnin Yûsuf el-Hemedâni’nin halifelerinden biri olduğuna inanmıyoruz. Zira, Reşahat’ın onunla ilgili sunduğu bilgilerden anlaşılıyor ki, Yûsuf el-Hemedâni Hasan Endâkî’ye karşı olumsuz bir tavır sergilemiştir. Bunun nedeni, Hasan En-dâkî’nin şeriata ve sünneye aykırı davranışlarda bulunması ve bunu İslam’ın adına mal etmesi idi. Hatta, Reşahat’a dayanarak anlattığımız gibi, onun ve taraftarlarının da Yûsuf el-Hemedâ-ni’ye munasibeti iyi olmamıştır. Bu nedenle, Yûsuf el-Heme-dâni onu kendi halifesi tayin edemezdi. Onun sadece Yûsuf el-Hemedâni’nin müridlerinden biri olduğunu, hatta onun sonralar dergahdan uzaklaşdırıldığını ve kendi nefsine uyarak taraftar

156 Yani, o, velîler zümresinin başkanı, dünyanın ve âlemin mânevî yöneticisi olduğuna inanılan en büyük velî, insân-ı kâmil ve hakîkat-i Muhammediyye gibi anlatılıyor. Abdürrezzâk el-Kâşânî kutbu âlemde Allah’ın nazargâhı olan yegâne velî diye açıklamış, kutubların kutbu sayılan bu velînin Hz. Muhammed’in (sav) nübüvvetinin bâtını (hakîkat-i Muhammediyye) olduğunu belirterek bu mertebenin ancak Hz. Peygamber’in en kâmil vârislerine ihsan edildiğini ifade etmiştir (Abdürrezzâk el-Kâşânî. Istılahatü’ś-śûfiyye, s. 145). Kutub derecesine eren en büyük velîye kendisinden mânevî yardım istendiği (istigāse) için gavs da denilir. Gavs-ı a‘zam tabiri de kutb-i ekberi karşılar. İbnü’l-Arabî kutub görüşünü “Hepiniz çobansınız ve güttüklerinizden sorumlusunuz” (Buhârî, “Cuma”, 11; Müslim, “İmâre”, 20) meâlindeki hadisle, “Her birimizin belli bir makamı vardır” (es-Sâffât 37/164) ve, “Onlardan on iki nakib göndermiştik” (el-Mâide 5/12) meâlindeki âyetlere dayandırır. (İslam Ansiklopedisi. cilt.26, s. 498).

106

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

topladığını, yeni bir dini kurum oluşturduğunu ve yeni bir sünne ihdas ettiğini iddia edebiliriz. Zira, Reşahat metinlerinin mantıksal yorumu ve tasavvuf geleneğinin gelişim tarihi böyle iddia etmemize hak kazandırıyor. Ne Abdullah-ı Berakī, ne de Hasan Endâkî Yûsuf el-Hemedâni’nin halifelerinden olmamış-lar. “Müritlerini terbiye etmekte son derece hususî ve tesirli bir usule sahip” olduğu bildirilen Hasan Endâkî ve arkadaşı Abdullah-ı Berakī birlikte kendilerne mahsus bir dini-ideoloji kurum ortaya koymuşlar ve cemaat oluşturmuşlar. Bu nedenle, onlar Buhara’da birlikte fealiyet göstermiş ve hatta kabirleri bir arada olmuştur. İşte, iddia ettiğimiz bu kurum geliştirilerek sonralar Abdulhalikiler ve daha sonra Nakşibendiler adı altında tanınmağa başlamıştır. Araştırmalarımızın devamı da söyledik-lerimizi kanıtlıyor.

Hoca Ahmed Yasevi

Hoca Ahmet Yesevî’nin hayat, düşünce ve müridlerini biz yanlız nakşibendi kaynaklarından değil, farklı kaynaklardan ve özellikle ona istinad edilen ve sonralar takipçileri tarafından derlenerek divan haline getirilen ‘Divan-ı Hikmet’inden biliriz. Sonraki dönemlerde diğer sûfi şairlerinin buna uygun şiirleri de divana eklenmiş ve zamanla onların sayısı artmıştır. Bu ne-denle, Ahmet Yesevî’nin hikmetleri diğerlerinin içinde kısmen kaybolmuştur. Bugün divandaki şiirlerin hangilerinin Ahmet Yesevî’ye ait olduğunu ayırt etmek zordur. Hatta, sonraki dö-nemlerde divanın birkaç defasında tekrar yazıya alınması süre-cinde Ahmet Yesevî’nin hikmetlerinin bir kısmının kayboldu-ğunu ve değiştirildiğini de ihtimal etmek mümkündür. Zira, biz bu hikmetlerle tanışdığımızda, öyle şiir ve hikmetlerle karşıla-şıyoruz ki, onların divanın hikmetinin ana hattına, yani Ahmet Yesevî’nin ruhuna zıt olduğunu görüyoruz. Divanın hem dilinin Ahmet Yesevî dönemine ait olmadığını,157 hikmetlerin yazarı-nın Ahmed Yesevî olmadığını158 ve onların yanlız bir kısmının

157 Melioranski, s. 217.158 Borovkov, s. 229-250.

107

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

ona ait olduğunu savunan ciddi araştırmacılar vardır.159 Burada önemli olan, ‘Divan-ı Hikmet’in ilk elyazmalarının ortaya çı-karılmasıdır. Fakat, bugün onun ortaya çıkmasını istemeyenler, bir zamanlar onun kaybolmasında katkıda bulunmuşlardır.

‘Divan-ı Hikmet’te dikkatimizi çeken özel bir husus vardır. Nakşibendi kaynaklarına gore, Yûsuf el-Hemedânî’nin üçün-cü halifesi olarak bilinen ve irşad postuna Hasan Endâkî’nin vefatından sonra (552\1157) oturması gereken Ahmet Yesevî, nedense, mürşidi Yûsuf el-Hemedânî’nin ismini bir kere bile şiirlerinde hatırlamıyor. Oysa, küçük yaşlarından bağlandığı ilk mürşüdü Arslan Baba’nın ismini ise, birkaç defasında zikredi-yor. Aslında, böyle bir şey olamazdı. Ahmet Yesevî 7 yaşında iken kaybettiği ve bir yıl süresinde birlikte olduğu hocası Ars-lan Baba’nı şiirlerinde hatırlaması ne kadar normaldırsa, yakla-şık 30 yıl bir yerde olduğu, onun yanında zahiri ve batini ilim-lere yiyelendiği hocası Yûsuf el-Hemedânî’nin isminin divanda zikredilmemesi o kadar da anormaldır. Anlaşılan odur ki, Yûsuf el-Hemedânî’nin ismi divanın sonraki elyazmalarından çıka-rılmıştır. Zira, divanda Yûsuf el-Hemedânî ve Ahmet Yesevî arasında öyle bir ilişki hakkında bilgiler verilebilirdi ki, onlar nakşibendi kaynaklarında sunulan bilgilerin yalan olduğunu or-taya koyabilirdi. Bu nedenle, sonraki dönemin yazarları Yusuf Hoca’nın isminin yerine Arslan Baba’nın ismini yazmışlardır.

Ahmet Yesevî mektebinin sonraki yetiştirmeleri olan Ana-dolu Bektaşilik ve Alevilik tarikat edebiyatı Ehl-i Beyt sevdası üzerinde kurulduğu halde, nasıl olur da bu sevda Ahmet Ye-sevî’nin divanında sezilmiyor? Aslında, ‘Divan-ı Hikmet’ten daha çok, Anadolu Baktaşi edebiyatının Ahmet Yesevî’nin ru-huna daha yakın olduğunu savunan mahrum Ord. Prof. Dr. Fuat Köprülü tam haklıdır. Bu nedenle, nakşibendi kaynaklarına zıt olan şiirlerin kaldırılması ve değiştirilmesi icab ediyordu.

Nakşibendiliğin siyasi güç kazandığı XV-XVI yüzyıllarda Ubeydullah Ahrar döneminden başlayarak ‘Divan-ı Hikmet’in tahrif edildiğini ve oraya sonraki nakşibendi şairlerinin şiirle-rinin eklendiğini düşünüyoruz. Zira, bu dönemden başlayarak

159 Köprülü Fuad. (1985) Edebiyat araştırmaları, s. 213.

108

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Yasevilikten ayrılarak Nakşibendiliğe birleşen ve Nakşiben-dilik içinde zamanla kaybolan yeni Yasevilik silsileleri ortaya çıkmıştır. İşte, bu silsilelerin şeyhleri Yasevilik adı altında mev-cudiyetlerini devam etdirerek ve zamanla nakşibendileşerek Ahmed Yasevi yolundan ayrılmışlardır. Onlar, nakşibendiliğe karşı olumsuz tavır sergileyen ilk Yasevilerden farklı olarak, nakşibendilik kurallarına uymuşlardır.160 Böylece, onlar tarafın-dan söylenen şiirler ‘Divan-ı Hikmet’in içerisine dahil olmuş ve bu eseri nakşibendi ilkelerine uygunlaştırmıştır. Oysa, Ah-med Yesevî gibi hikmet tarzında Türkçe şiirler söyleyen onun ilk halifelerinden Hakîm Ata’nın bazı şiirleri “Bakırgan Kitabı”

160 Sonraki Yesevî şeyhlerinden bir çoğu zamanla Nakşibendîliğin etkisi altına düşmüştür. Onlar arasında Nakşibendîlikte olduğu gibi, Üveysî yolla hilâfet aldığını söyleyen kişiler de olmuştur. XV. yüzyılda Şehrisebz yakınlarında yaşayan ve Hazret Beşîr diye anılan Seyyid Ahmed Beşîrî ile XVI. yüzyılda Doğu Türkistan’da yaşayan ve Yârkend’de vefat eden Muhammed Şerîf Büzürgvâr bunlardandır. XVI. yüzyıldan itibaren bazı Yeseviyye mensuplarının Nakşibendîliğe de intisap etmeye başladıkları görülmektedir. Bu dönemden başlayarak (Mevdûd Şeyh’ten sonra) Yaseviyye silsilesi Kemal Şeyh Îkānî, diğeri Hâdim Şeyh ile başlayan iki kola bölündü. Hâdim Şeyh ile devam eden silsile de kendi içinde ikiye ayrılmıştır. Birinci kol Hâdim Şeyh’in halifelerinden Şeyh Cemâleddin Kâşgarî Buhârî, Süleyman Gaznevî, Seyyid Mansûr Belhî ile devam ederek II. Selim ve III. Murad döneminde iki defa İstanbul’u ziyaret eden Nakşibendî ve Yesevî şeyhi Ahmed b. Mahmûd Hazînî’ye ulaşır (ö. 1002/1593’ten sonra). O, Nakşibendiyye’nin Kâsâniyye kolundan Hâce Sa‘d Cûybârî’nin halifesi Molla Emîn’den Nakşibendî icâzeti almıştır. Bu koldaki Cemâleddin Kâşgarî Buhârî’den sonra başka bir alt kol Şeyh Hudâydâd Buhârî Gazîregî (ö. 939/1532), Mevlânâ Velî Kûh-i Zerî, Kasım Şeyh Azîzân Kermînegî ve Pîrim Şeyh yoluyla devam ederek Âlim Şeyh lakaplı Muhammed Âlim Sıddîkī’ye (ö. 1043/1633) ulaşır. Âlim Şeyh’in halifesi Mevlânâ Osman’a intisap ederek hilâfet alan Buharalı Mevlânâ Muhammedî İmlâ (ö. 1162/1749) Yesevîliğin yanı sıra Nakşibendiyye’den de icâzetli idi. Âlim Şeyh’in halifelerinden Muhammed Şerif Hüseynî (ö. 1109/1697) Yesevîliğin yanı sıra Nakşibendîlik’ten de icâzet almıştır. XVII. yüzyılın başlarında yaşayan Yesevî şeyhi Tokum Şeyh Hîvekī, 400 müridiyle birlikte bir Nakşibendî şeyhine intisap etmiştir. Orta Asya’dan Hindistan’a göç eden Cemâleddin Hâce Dîvâne Seyyid Atâî de (ö. 1016/1607) Yesevîlik’le birlikte Nakşibendiyye, Kübreviyye ve Aşkıyye tarikatlarına mensuptu. XIX yüzyılda bu silsileye ait olan Şeyh Ömer Îşân, Yesevîliğin yanında Nakşibendîliğin Müceddidiyye koluna da bağlıydı. XIX. Yüzyılda Yaseviliğin bu kolu Nakşibendîliğin içinde erimiştir. Zira, devlet yöneticileriyle münasebetler konusunda Yesevîler, Mâverâünnehir’de her zaman Nakşibendîler’in gerisinde kalmıştır. Şeybânîler’in ilk döneminde bu durum Yesevîler lehine değişecek gibi olmuşsa da Şeybânî Han’ın önceleri intisap ettiği Yesevî şeyhi Cemâleddin Kâşgarî Buhârî’yi Buhara’dan Herat’a sürgün etmesi durumu yine Nakşibendîler’in lehine çevirmiştir. XVIII. yüzyılda bazı Mangıt hanlarının Nakşibendîliğin Müceddidiyye koluna bağlı olması ve cehrî zikri yasaklamaları zaten gücünü yitirmiş olan Yesevîler’i daha da sönük hale getirmiştir (İslam Ansiklopedisi. Necdet Tosun. c. 43, s. 488-490).

109

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

adlı bir mecmua içinde toplanmış ve günümüze kadar ulaşmış-tır. Bu silsiledeki Şemseddin Özgendî XVI. yüzyılda “Şems-i Âsî” mahlasıyla hikmet tarzında şiirler söylemiştir.161

Anlaşılan odur ki, nakşileşmiş yasevilerden farklı olarak Ah-med Yasevi’nin gerçek devamçıları, hikmet tarzında söyledik-leri şiirleri ‘Divan-ı Hikmet’in içine dahil etmemeğe çalışmış-lardır. Fakat, nakşileşmiş yaseviler bunu yaptılar. Bu nedenle, ‘Divan-ı Hikmet’in dönemimize ulaşan elyazması nakşibendi-lerin, yahut yasevi-nakşibendi birliğinin etkisi altında yazılan elyazmadır. Onun ilk elyazmalarının bulunmasına (düşünüyo-rum ki, bu mevcuttur) büyük ihtiyac vardır.

***Ahmet Yesevi’nin doğum ve ölüm tarihleri malum değildir.

Bununla ilgili olarak araştırmacılar farklı görüşler ortaya koy-muşlardır (Onun yaşamı için 63 ile 125 yıl arasında değişen rakamlar verilir). Sayram veya Yesi kasabasında (bugünkü Türkistan) doğan Ahmed Yasevi’nin Divan-ı Hikmet’te ortaya koyulan hayat hikayesi Hz. Muhammed’in (s.a.v) hayatına çok benzemiştir. Yani, o, çok küçük yaşlarından ebeveynlerini162 kaybetmiş ve bir süre ablası Gevher Şehnaz’ın (veya Hoş-naz) himayesinde kalmıştır. Ahmed Yasevi, kendi şiirlerinde 7 yaşında iken ona manevi babalık yapan ve amcası olduğu anlaşılan Şeyh Arslan Baba’nın (Bab) vefat ettiğini ve sonra

161 İslam Ansiklopedisi. Necdet Tosun. c. 43, s. 489.162 Babasının Şeyh İbrahim adlı tanınmış bir sufi olduğu, nesebinin de Hz. Ali (k.v)’ye dayandığı kaydedilir. Şeyh İbrahimin Yesi’deki halifesi Mûsâ Hoca’nın Âişe Hoştâc adlı kızı Ahmed Yesevînin annesi olmuştur. Bu rivayet dikkate alınarak Yesevî’nin bu akraba çevresinden de önemli derecede tasavvufî eğitim aldığı söylenebilir. Ahmed Yesevî’nin atalarından İshak Bâb’ın İshak Türk ile aynı kişi olduğu biliniyor. Küçük yaşta, anne ve babasını kaybeden Ahmed Yesevi, ablası Gevher Şehnaz ile Yesi’ye giderek orada yerleşir. Şeyh İbrahim’in ailesi, an’aneye göre, şu şekilde, İmam Muhammedü’l-Hanefî b. Aliyyü’l-Murtaza’ya kadar gidiyordu: Şeyh İbrahim b. Şeyhü’l-İlyas b. Şeyh Mahmud b. Şeyh Mahmud (?!) Şeyh b. Şeyh Muhammed b. Şeyh İftihar b. Şeyh Ömer b. Şeyh Osman b. Şeyh Hüseyin b. Şeyh Hasan ibn Şeyh İsma’il b. Şeyh Musa b. Şeyh Mü’min b. Şeyh Harun b. Şeyhü’ş-şüyüh Bahrü’l-irfan cebelü’l-itmi’nan Kutb-ı Türkistan Hoca İshak Bab b. Abdu’r-Rahman b. Abdü’l-Kahhar b. Abdü’l-Fettah b. İmamü’1-Hanefî b. ‘Aliyyü’l-Murtaza ((Doç. Dr. Ethem Cebecioğlu. s. 88. Fığlalı Ethem, s. 106; İslam Ansiklopedisi. Necdet Tosun. c. 43, s. 487).

110

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

medrese tahsili aldığını bildiriyor (Hikmet 2). Ahmed Yasevi, sonralar Arslan Baba’nın manevi varislerinden olan bir şeyhe bağlanmış ve uzun süre onun yanında eğitim görmüştür. İlk dö-nemde, onun Arap ve Fars dillerini öğrendiğini, Kuran tilaveti ile uğraştığını ve sonraki dönemlerde birkaç zahiri ilimlerle ta-nıştığını söyleyebiliriz. Zira, bunlar onun şiirlerinin dilinden ve hikmetlerinden malum oluyor.

Onunla ilgili olarak Reşahat’ta böyle yazılıyor: “Hoca Yusuf Hemedânî’nin üçüncü halifesi, Türkistan’ın Yesi şehrinden. Kabri de orada. Türkistan halkı ona Ata Yesevî derlerdi. «Ata» baba mânasına gelirse de Türkler şeyhlerini ulularını bu keli-meyle anarlardı. Yusuf Hemedânî Hazretlerinden feyizlerini tamamlayıncaya kadar Baba Arslan isimli bir şeyhe hizmet ettiler ve şeyhin hayatı boyunca kendisinden ayrılmadılar. Şeyh vefat edince de yine onun işaretiyle Buhara’ya gidip Yusuf He-medânî’ye bağlandılar ve onun terbiyesinde irşâd makamına erdiler.” (Reş 10-11).

Fakat, burada “Şeyh vefat edince de yine onun işaretiyle Buhara’ya gidip Yusuf Hemedânî’ye bağlandılar” – ifadesi ger-çekleri yansıtmıyor. Zira, Divan-ı Hikmet’te bildirildiği gibi, Ahmed Yasevi 7 yaşında iken, mürşidi Arslan Baba vefat et-miştir. Ahmet Yesevi’nin Hoca Yusuf Hemedânî ile buluşması ise genclik yıllarında olmuştur.

Artık belirlediğimiz gibi, hicri 504 (1110) yılında yaklaşık 64 yaşında olan Yûsuf el-Hemedânî müridleriyle birlikte Reşa-hat’ta değildigi gibi Buhara’ya değil, Semerkant’a gelmiştir.163 Ahmed Yasevi bunu duyunca Semerkant’a onun yanına yol-lanmıştır. Bu dönemde Ahmed Yasevi’nin 27 yaşında olması gerekiyordu. Zira, o, kendi şiirlerinde 27 yaşında iken ismini zikretmediği164 bir pir ile buluştuğunu söylüyor:

Ben yirmi yedi yaşta piri buldumGördüğüm her sırrı perde ile sarıp örttümEşiğine yaslanarak izini öptüm.

163 İslam ansiklopedisi, cilt 44, s. 13. Necdet Tosun; Ali Şir Nevayi. Nesayimü’l Mahabba min Şemayimi’l-Fütüvve, İstanbul 1979, s. 78.164 Biz Divan-ı Hikmetin sonraki dönemlere ait elyazmalarında bu ismin silindiğini düşünüyoruz.

111

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

O sebepten Hakka sığınıp geldim işte165 Ben iyirmi sekiz yaşta aşık oldum.Gece yatmayıp, mihnet çekip sadık oldum.Ondan sonra dergahına layık oldumO sebepten Hakka sığınıp geldim ben işte (Hikmet 4).Bu döneme kadar birkaç yıl süresinde Ahmed Yasevi’nin

piri olmamıştır. Zira, o, 26 yaşında iken “Pirsiz dolaşıp dert ve halet peyda kıldım.” – söylüyor. 27 yaşında piri bulunca “O se-bepten Hakka sığınıp geldim işte” veya başka bir şiirinde “Zatı Ulu Hocam, sana sığınıp geldim.” – diyor. Fakat, Reşahat’ta onun pirinin gösterişi ile Buhara’ya gelerek Yûsuf el-Hemedânî ile buluştuğunu yazıyor (Reş 10-11). Göründüğü gibi, bunlar hem Divan-ı Hikmet’in, hem de Yûsuf el-Hemedânî’nin 504-505 yıllarında Semerkant’ta olduğunu gösteren Gucduvani’nin ‘Makamat-ı Yusuf Hemedani’ eserinin (ve diğer tarihi belgele-rin) verilerine ters düşüyor. Ahmed Yasevi’ye ait edilen şiirlere ve tarihi belgelere istinad etmeği daha makbul görüyoruz.

Prof. Dr. Fuad Köprülü de Ahmed Yasevi’nin Yûsuf el-He-medânî ile 27 yaşında iken buluştuğunu savunuyor. 166 Zira, Ahmed Yasevi şiirlerinde bu dönemden sonra başka bir pir ile buluşmasından bahsetmiyor. O zaman, sunduğumuz kaynak-larda bildirildiği gibi, Ahmed Yasevi piri Yûsuf el-Hemedânî ile hicri 504 yılında buluşarak ona bağlanmıştır. Ahmed Yase-vi’nin 504 (1111) yılında Yûsuf el-Hemedânî ile buluştuğunda 27 yaşında olması tarihi gerçeklere uyuyor. O zaman, Ahmed Yesevi’nin doğum tarihinin 477 (1085) olduğunu söyleyebiliriz (504-27=477). Ahmed Yasevi’nin 27 yaşında, yani 504 (1111) yılında (477+27=504) Semerkant’a gelerek 64 yaşlı Yûsuf el-Hemedânî (440–535) ile görüşmesi ve ona bağlanması kaynak-larda sunulan bilgilerle uzlaşıyor.

Yûsuf el-Hemedânî malum olduğu gibi Semerkant’ı bir yıldan sonra hicri 505 yılında terk etmiştir. Ahmed Yasevi de

165 Yigirmi yiti yaşda pirdi taptımher sır kördüm perde birlen büküp yaptımâstânesin yastanıban izin öptimol sebebdin hakka sıgnıp kildim muna (Divan-ı Hikmet 4).166 F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 72.

112

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

onunla birlikte Semerkant’ı terk ederek hocasını seferlerde takip etmesi ve böylece bir süre onun yanında irşad olunması gerekiyordu. Ahmed Yasevi hocasının yanında kalarak birkaç ilimleri öğrenmiş ve hocasıyla birlikte Şam, Irak, Horasan (He-rat, Merv) seyahetlerinde bulunmuştur.

Horasanı, Şamı, Irakı niyet kılıpGaripliğin çok kadrini bildim işteŞeyhim diye dava kılıp yolda kaldımFes sarığı değersiz bir pula satıp geldim. (Hikmet 2).Bu şiirden anlaşıldığı gibi, Ahmed Yasevi hocası Yûsuf el-

Hemedânî ile birlikte 505 (1111) yılında Semerkant’ı terk ede-rek 506 (1113) yılında onunla birlikte Bağdad Nizâmiye Med-resesi’ne gelmiştir.167 Daha sonra onunla birlikte Horasan, Şam, Merv, Herat ve Türküstan’da seyahatta bulunmuştur (Hikmet 2; 16). O, bu seyahetlerde Yûsuf el-Hemedânî’nin etkisi ile olgun-laşmıştır:

Gurbet değse, pişkin eyler çok hamlarıBilge eyler, hem seçkin eyler çok sıradanları (Hikmet 16).Mürşid-ı kamil hizmetinde gidip yürüdümHizmet kılıp göz yummadan hazır durdum. (Hikmet 1).Pir-i kamil mükemmile hizmet eyleyip,İhlas ile sır-esrarın bildim ben işte. (Hikmet 151).Ahmed Yasevi piri Yûsuf el-Hemedânî’nin yanında zahiri ve

batini ilimler alanında, nefsi-terbiye yönünde eğitim aldıktan sonra 34 yaşında bir alim gibi oluşmuş ve 35 yaşında hocası tarafından halife olarak atanmıştır. Nakşibendi kaynaklarına göre, Yûsuf el-Hemedâni’nin üçüncü halifesi Ahmed Yasevi ol-muştur. Onunla ilgili olarak Reşahat’ta böyle yazılıyor: “Yusuf Hemedânî’ye bağlandılar ve onun terbiyesinde irşâd makamına erdiler. İlk iki halifenin vefatından sonra irşâd makamına geçti-ler ve Buhara taraflarında halkı hakka davetle meşgul oldular.” (Reş 10-11). Bununla ilgili olarak Divan-ı Hikmet’te yazılıyor:

Otuz dörtte alim olup bilen oldumHikmet söyle! Dedi Rabbim, diyen oldumKırklar ile şarap içtim, yoldaş oldum

167 İslam Ansiklopedisi, c. 44, s. 12-13.

113

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

İçim-dışım Hak nuruyla doldu dostlar. Otuz beşde mescide girip gün geçirdimTaliblere aşk dükkanını çokça kurdumEğri yola kim girdiyse, söğdüm, vurdumAşıklara Haktan müjde erdi dostlar.168 “Elest” şarabını Pir-i kamil doyasıya verdiİçiverdim miktarım kadar koyaverdiKul Hoca Ahmed içim dışım yanıverdiTaliplere inci-cevher saçtım dostlar. (Hikmet 19).Şiirlerden göründüğü gibi, Ahmed Yasevi 35 yaşından

başlayarak mescidlerde, dergahlarda talipleri manevi yönden eğitmek ve hem de bir alim gibi ders vermek görevi almışdır. Ahmed Yasevi hocasının zikir meclislerinde cehri (sesli) zikri yöneten zakir olmuştur. Onun hocası tarafından halife tayin edilmesini gösteren diğer bir delil de şudur:

Zakir kullar cem olup, feryad vurup, can koparıp,Saki yürür dönerek, bu halkanın içinde…..Taliblerin mürşidi, Kul hoca Ahmed deyip söyledi,Baş oyna sen dedi, bu halkanın içinde. (Hikmet 160).Ahmed Yasevi’nin yaptırdığı cehri zikir, aslında ona hocası

Yûsuf el-Hemedânî tarafından öğretilmiştir. Biz, Yusuf Heme-dani’nin cehri zikir yaptığını hem kendi eserlerinden, hem de kaynaklardan (aynı zamanda nakşibendi kaynaklarından) delil göstererek kanıtladık. Hatta, Orta Asya’da Yasevileri özel cehri zikir yaptıkları için, Cehriyye tarikatı olarak tanımışlardır. Ah-med Yasevi’nin de böyle bir zikir yaptığı divandaki şiirlerinde tasdik olunuyor:

Seher vaktinde Pir-i kamil bakıp sorduGelin yığılın zakir kullar zikir söyleyeyimZakirleri zikrini deyip feryad ederGöz yaşını sarı yüze süs eyler. (Hikmet 60).Aşık kullar inlerler gündüz-gece dinmedenZar inleyerek nara vurur bağrı dolmadan,

168 Otuz törtde alim bolup dana boldum Hikmet ayt dip Sübhan idi güya boldum Çil-ten birle şarab içdim hemrah boldum İç ü tışım Hak nurığa toldı dostlar (Divan-i Hikmet 5).

114

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Zakir kullar “erre”169 çeker daima yorulmadan (Hikmet 146)Halka kurub erenler, Hu zikrine başlasa,O Zekeriya peygamber hazır olur daima.Ondan sonra Hak nurunu zakirlere saçarlar,Melekler safa dolup, “erre” başlar daima (Hikmet 175).Yûsuf el-Hemedânî’nin vefatında (535-1140) Ahmed Yase-

vi’nin 58 yaşı olması gerekiyordu (535-477=58). Zira, Ahmed Yasevi 57 yaşında olduğunda, onun pir-i kamili olan Yûsuf el-Hemedânî hayatta idi:

Elli yedi yaşta ömrüm yel gibi geçtiEy dostlar, amelsizim, başım kuruduAllah’a hamd olsun, pir-i kamil elimi tuttuBir ve Var’ım, cemalini görür müyüm? (Hikmet 7)Bu şiirde Yûsuf el-Hemedânî’nin Ahmed Yasevi’nin “elin-

den tutmasından” bahsediliyor. Bu olay, Yûsuf el-Heme-dânî’nin Merv’den Herat’a yollanırken yolda vefat etmesin-den birkaç gün önce Merv’de olabilirdi. Yûsuf el-Hemedânî “Merv’den çıkıp Herat’a giderken yolda vefat ettiler. Mübarek naaşı müritlerinden biri tarafından Merv’e nakl ve orada def-nedildi.” (Reş 9). Onun Herat’tan Merv’e dönerken Bağşûr ya-kınlarındaki Bâmeîn adlı bir yerde vefat ettiği (22 Rebîülevvel 535/5 Kasım 1140) ve buraya defnedildiği, ardından İbnü’n-Neccâr adlı bir müridi kabrini Merv’e naklettiği bildiriliyor.170 Anlaşıldığı gibi, Yûsuf el-Hemedânî yolda vefat ettiğinden, ve-fatı sırasında yanında isimleri zikredilen dört halifesinden kim-

169 Yesevîlik’te toplu ve sesli olarak icra edilen zikre “zikr-i erre” adı verilir. Zikr-i erre Farsça’da “testere zikri” demektir. Zikrin ilerleyen aşamalarında kelimeler kaybolup sadece boğazdan testere sesini andıran bir hırıltı çıktığı için zikre bu ad verilmiştir. XVII. yüzyıl Yesevî şeyhlerinden Buharalı Muhammed Şerîf Hüseynî, Yesevî dervişlerinin bazan “Allah”, bazan “hay”, bazan da “hay, Allah” diye zikrettiklerini, zikir esnasında şevkin artması üzerine nefes alıp verirken zikir yapan kişilerin gırtlağından testere sesine benzer bir sesin çıktığını, sanki nefs-i emmârenin başına testere koyup onun arzularını kesiyormuş gibi bir duygu oluştuğunu, dervişlerin bazan da “hû” zikriyle meşgul olduklarını ifade etmiştir. Risâle-i Zikr-i Hazret-i Sultânü’l-ârifîn adıyla bilinen, Çağatay Türkçesi’yle yazılmış, müellifi meçhul bir eserde Yesevî zikrinin altı türden oluşan cehri zikir olduğu bildiriliyor. (İslam Ansiklopedisi, Necdet Tosun, c.43, s. 489).170 Mezarı bugün Türkmenistan sınırları içinde Merv yakınlarındaki Bayramali denilen yerde olup Hâce Yûsuf adıyla bir ziyaretgâhtır. İslam Ansiklopedisi, cilt 44, s. 13

115

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

se olmamıştır. Aslında, Yûsuf el-Hemedânî Maveraünnehir’de-ki halifelerini önceden tayin etmiş ve hatta, onlar arasında ha-lifelerinin başı halîfetü’l-hulefâyı önceden seçmiştir, yani ken-disinden sonra Maveraünnehir’de irşad postunu halifelerinden birine bıraktığı kesindir. O zaman, Maveraünnehir’deki Yûsuf el-Hemedânî’nin irşad postuna oturan şahıs kim olmuştur?

Divan-ı Hikmet’te “elimi tuttu” ifadesi, Ahmed Yasevi’nin 535 yılında Merv’de hocasının yanında olmasını ve Yûsuf el-Hemedânî’nin onun elinden tutarak müridlerine irşad postunu Ahmed Yasevi’ye bıraktığını ilan etmesi ile ilgili olmuştur. Zira, “elinden tutmak” geleneği Gadr-i Hum’da Hz. Muham-med’in (s.a.v) Hz. Ali’nin (k.v) elinden tutarak, sahabelere onun halifeliğini ilan etmesi ile ilgili idi. Fakat, göründüğü gibi, bu olay hakkında Divan-ı Hikmet’te olan şiirler sonraki dönemlerde ortadan kaldırılmış ve buna rağmen gerçekler tam olarak silinememiştir.

Bu dönemde (535) Abdullah Berki’nin 73’den fazla, Hasan Endeki’nin yaklaşık 73, Ahmed Yasevi’nin 58, Abdülhalik Gucdevânî’nin yaşı ise hepsinden az olmuştur. Anlaşılan odur ki, Nefahat ve Reşahat’ta, yani Ubeydullah Ahrar’ın tasarladığı halifeler ardıcıllığında yaş göstericisi ve raşidi halifeler modeli öne çekilmiştir. Fakat, araştırmalar böyle bir şeyin olma ihtima-lını hiçe endiriyor. Yûsuf el-Hemedânî’nin gerçek halifesinin Ahmed Yasevi olduğu ve diğerlerinin sonradan bu listeye ilave edildiği gün gibi aydındır. Onların Ahmed Yasevi’nin müridleri arasında olma ihtimali de yoktur. Zira, Reşahat’ta Ahmed Ya-sevi’nin zikrettiği dört halifesinin ve onların da devamçılarının arasında onların isimleri geçmiyor.171

Ahmed Yasevi anlaşıldığı gibi hocası Yûsuf el-Hemedânî ile ilişkilerini durmadan 535 yılına kadar, yani mürşidinin vefat etdiği döneme kadar devam ettirmiştir. Yani, o, devamlı olarak

171 Ahmed Yasevi dört halife bıraktı: Mansur Ata (Baba Arslan’ın oğlu), Said Ata, Süleyman Ata (Türkistan), Hakim Ata (Harizmden); Hakim Atanın halifeleri: Zengi Ata (Şaş vilâyeti); Zengi Ata’nın hepsi Buharadan olan dört halifesi: Uzun Hasan Ata, Seyyid Ata, Sadr Ata (Sadreddin Mehmed) ve Bedr Ata (Bedreddin Mehmed); Seyyid Atanın halifeleri: İsmail Ata ve oğlu İshak Hoca; Arada, Sadr Ata’dan başlayarak birbirinin mürşidi ve müridi şeklinde şu basamaklar: Eymen Baba, Şeyh Ali, Mevdud Şeyh, Kemal Şeyh, Hadim Şeyh (halifesi Şeyh Cemaleddin). (Reş 11-19).

116

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Merv ve Herat’ta hocasının dergahını ziyaret edir, onunla sefer-lere katılır ve yeniden Türküstan’a, Buhara ve Semerkant’a dö-nüyordu. Zira, o bir halife olarak bu yerlerde bulunan müridleri yönetmekle görevli idi. Onun, Yusuf Hemedani’nin yanında sürekli olarak hem zikir meclislerinde, hem de seferlerde oldu-ğunu ve yeniden kendi vatanına döndüğünü gösteren (sunduğu-muz) şiirleri bunu tasdik ediyor.

Reşahat’ta bildiriliyor ki, Ahmed Yasevi “İlk iki halifenin vefatından sonra irşâd makamına geçtiler ve Buhara tarafların-da halkı hakka davetle meşgul oldular.” (Reş 9). Yani, bu bilgi-den anlaşılan odur ki, Yûsuf el-Hemedânî vefat ederken (1140) postneşinlik makamını Abdullah Berki’ye, o da vefat ederken bu makamı Hasan Endeki’ye devretmiş, o da vefat ederken postu Ahmed Yasevi’ye bırakmıştır.

Artık anlattığımız gibi böyle bir şey olamazdı. Abdullah Berki vefat ederken postu Hasan Endeki’ye devredemezdi. Zira, Hasan Endeki (öldü 552-1157) Abdullah Berki’den (öldü 555-1160) üç yıl önce vefat etmiştir. Aynı zamanda, Abdullah Berki’nin 555 (1160) yılında, yani Yûsuf el-Hemedânî’nin ve-fatından (535) 20 yıl sonra vefat ettiğini düşünürsek, o zaman onun irşad postunda 20 yıl, yani 555 yılına kadar oturması gerekiyordu. 555 yılında Ahmed Yasevi’nin 78 yaşı olması ge-rekiyordu (555-477=78). Prof. Dr. Fuad Köprülü Ahmed Yase-vi’nin büyük ihtimalle hicri 562 (1167) yılında vefat ettiğini ya-zıyor.172 Bizim hesabımıza göre, 562 yılında Ahmed Yasevi’nin 172 Fuad Köprülü bu konuda böyle yazıyor: “Nefahatta Şeyh ‘Alî Lala hakkında verilen bilgi, Ahmed Yesevî’yi meşhur Necmeddin Kübra ile çağdaş gösteriyor. Necmeddin Kübra’nın Moğol istilası sırasında H. 618 (M. 1221-22)’de şehid olduğu bütün tarihçilerce birleşilen bir mes’eledir. Eğer bu çağdaşlık rivayeti doğru olarak kabul edilse bile, Ahmed Yesevî’nin her halde VI. asır sonlarında veya VII. asrın ilk senelerinde vefat ettiğine hükmedilmek icabetmez; çünkü o esnada Necmeddin Kübra’nın henüz genç olduğu düşünülürse, Hoca Ahmed’in son senelerine yetişebileceği kolaylıkla teslim edilir. Yalnız, bu takdirde Şeyh ‘Alî Lala’nın (vefatı: 3 Rebi’u’l-evvel, 642/9 Ağustos, 1244) hemen hemen bir asır yaşadığı neticesi çıkıyor ki, mutasavvıfların ekseriya çok yaşamalarına rağmen, Şeyh ‘Alî Lala’nın doğum tarihi düşünülünce bu rivayet kabul edilemez. Yesevî an’anesini en iyi zapteden Cevahirü’l-Ebrar’da, Necmeddin Kübra halîfelerinden Şeyh Seyfeddin Baharzî’nin de Yesevî halifesi olarak zikredildiği düşünülürse, herhalde Nefahat’’taki bu rivayetin az-çok bir esası olacağı, mesela Şeyh ‘Ali’nin daha Ahmed Yesevî hatırası unutulmadan bir Yesevî tekkesinde -belki Yesi’de- bulunduğu anlaşılıyor. İşte, biz, bütün bu izahlara dayanarak, “Hoca Ahmed Yesevî’nin H. 562 (M. 1166-67)’de öldüğü hakkındaki

117

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

85 yaşında olması gerekiyordu (562-477=85). Onun bu döneme kadar yaşayıp yaşamamasını belirlemek zordur. Fakat, şiirle-rinden malum oluyor ki, Ahmed Yasevi Hz. Muhammed’in (s.a.v) hayatını yaşamağa gayret göstermiş ve bu nedenle, 63 yaşından sonra yerin altında bir halvet kurarak orada yaşamağa devam etmiştir (Hikmet 7). Bu tür irşad döneminin kaç yıl sür-düğünü söylemek zordur. Fakat, onun 78 yaşından sonra irşad fealiyetine başlaması ve 7 yıldan sonra vefat etmesi gerçeklerle uzlaşmıyor. Zira, sağlığında tüm Maveraünnehir’i kapsayan ve kendisinden sonra yüzyıllarla çeşitli coğrafyalara etki sağlayan bir manevi miras sahibinin, bunu 7-8 yıl içinde yapması müm-kün değildir. Bu irşad fealiyetinin 535 yılından sonra yaklaşık 27 yıl devam ettiğini düşünmek daha doğrudur.

Aynı zamanda, nakşibendi kaynaklarında Ahmed Yasevi’den önce irşad postunda oturdulduğu iddia olunan Abdullah Berki ve Hasan Endeki’nin Yûsuf el-Hemedânî ile bir ilgisinin ol-madığı ortadadır. Yûsuf el-Hemedânî’nin onları irşad postuna tayin etmesinin mümkün olmadığı araştırmalarımızın sonucu olarak ortaya çıktı. Ahmed Yasevi’den başka isimleri zikredi-len hiçbir halifesi (Ahmed Yasevi gibi) onu seferlerinde takip etmemiş ve yanında bulunmamışlardır. Nakşibendi kaynakla-rına göre, onlar (Abdullah Berki, Hasan Endeki ve Abdülhalık Gucdüvani) yanlız Semerkant (veya Buhara) şehrinde Yûsuf el-Hemedânî ile buluşmuş ve sonra onunla hiçbir ilişkide ol-mamışlardır. Eğer böyle bir şey olsaydı, bununla ilgili birkaç rivayetler ortada olurdu. Bilakis, onların Yûsuf el-Hemedânî ile ilişkilerinin olumsuz olduğu Reşahat’ta ortaya çıkıyor. Bu nedenle, Hasan Endeki ve Abdullah Berki’nin Yûsuf el-He-medânî’nin halifeleri olması hakkında olan bilgi çok kuşkulu ve hatta imkansızdır. O zaman, Yûsuf el-Hemedânî’nin gerçek halifesinin ve devamçısının Ahmed Yasevi olduğu gün gibi ay-dındır.

Anlaşılan odur ki, Yûsuf el-Hemedânî vefat etmeden önce 535 yılında Maveraünnehir’de postneşin görevini Ahmed Yase-vi’ye devretmiştir. Nakşibendi ve diğer kaynakların araştırılma-rivayeti reddetmeğe şimdilik akla yakın bir sebep göremiyoruz. (Prof. Dr. M. Fuad Köprülü. Ahmed Yesevi ve tesirleri. DİB Yayınları -118; 6. Basım).

118

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

sı Yûsuf el-Hemedânî’nin gerçek postneşininin, yani Mavera-ünnehir’de tayin ettiği halifesinin Ahmed Yasevi olduğunu or-taya koydu. Onun bu görevi taşımasını kanıtlayan esas deliller-den biri, onun tüm Maveraünnehir ve Türkistan’da eşi olmayan bir pir gibi kabul görmesi idi. Reşahat’ta bildiriliyor ki, “..İrşâd makamına geçtiler ve Buhara taraflarında halkı hakka davetle meşgul oldular....Türkistan halkı ona Ata Yesevî derlerdi. «Ata» baba mânasına gelirse de Türkler şeyhlerini ulularını bu keli-meyle anarlardı. Ahmed Yesevî, Türk velîlerinin kol başısıdır ve Türkistan büyüklerinden çoğunun nisbeti kendisinedir. Ken-di öz sülâlesinden pek çok velî gelmiştir. Dört Halife bıraktı.” (Reş 10-11). Ahmed b. Celaleddin Kaşanî ise yazıyor: “Hoca Ahmed Yesevî’dir ki, keramat ve harik adetlerinden idi ki, her kim hulus-i niyyetle kendileri ile müşerref olursa ehlullah’tan olurdu. Nasıl ki: “Niyyatın koldaşın” buyururlardı; 512’de bu dünyadan gittiler. Kabr-i mübarekleri Türkistan’dadır, asitan-ı alîleri kesîrü’l-feyzdir.»173

Ahmed Yasevi 63 yaşında olduğunda 540 yılı (477+63=540) olması gerekiyordu. Onun irşad fealiyetinin bu dönemden (yani, 535 yılından başlayarak) genişlendiğini düşünebiliriz. Fakat, Ahmed Yasevi için bu dönem çok ağır bir dönem olmuş-tur. Zira, Katvân savaşından sonra (536) bölgede gayri-müs-limlerin etkisi artmış ve Harizm zamanla İslam’ın esas kültür merkezine çevrilmeğe başlamıştır. Ahmed Yasevi’nin irşad fea-liyetini Harizm bölgesinde daha da yoğunlaştırmasını gösteren delillerden biri, onun dört esas halifesinden birinin Harizm’den olan Hakim Ata olması idi. Aslında, onun halifelerinden biri-nin (Mansur Ata, Said Ata, Hakim Ata)174 Ahmed Yasevi’nin vefatından sonra irşad postuna geçmesi gerekiyordu. Zira, Ahmed Yasevi yanlız onlardan birini irşad postuna tayin edebi-

173 Fuad Köprülü haklı olarak buradaki 512 tarihinin hata olduğunu ve onun 562 yerine yanlışlıkla yazıldığını bildiriyor. Prof. Dr. M. Fuad Köprülü. Ahmed Yesevi ve tesirleri. DİB Yayınları -118; 6. Basım.174 Fakat, Reşahat eserinde yanlış olarak Suleyman Ata ile Hakim Ata iki ayrı şahıs gibi gösteriliyor. “Hakim Ata Kitabı” ve “Cevahiru’l-Ebrar” gibi mühim eserler Suleyman Hakim Ata’yı bir tek şahıs olarak göstermektedir (F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 89). Diğer kaynaklarda onun üçüncü halifesi Sûfî Muhammed Dânişmend’den bahsediliyor (İslam Ansiklopedisi, Necdet Tosun, c.43, s. 487).

119

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

lirdi. Ben onlar arasından Hakim Ata’nın seçildiğini düşünüyo-ruz. Zira:

- Menkıbelerde Hakim Ata Ahmed Yasevi’nin gerçek ha-lifesi olarak tanımlanıyor.175

- Ahmed Yasevi vefatından sonra irşad postuna dört halife bırakamazdı veya onların irşad postuna oturma sırasını önceden belirleyemezdi. Onlar, Ahmed Yasevi’nin çeşitli yer-lerde temsil eden halifeleri olmuşlar.176 Yani mantıksal olarak ve tasavvuf geleniğine uygun olarak, nakşibendi kaynaklarında isimleri zikredilen dört halifeden birinin mürşid olması gereki-yordu.

175 “Kurban ayında bir gün Hoca Ahmed Yesevi’nin tekkesinde 99.000 şeyh hep hazırdı. Hoca imam oldu, namaza başladılar. Sağında Hakim Ata, solunda Sufi Muhammed Danişmend vardı. Namaz sırasında Hoca’dan bir ses cıktı. Cemaat, “imamın abdesti bozuldu” diye icabetten vaz gectiler. Lakin Hoca aldırmadı. Namaza devam etti. Hakim Ata tereddüt etmeksizin ona uydu. Sufi Muhammed de Hakim Ata’ya bakarak devam etti. Nihayet, selam verildikten sonra Hoca dedi ki: “Ben bunu sizin suluktaki mertebenizi anlamak için mahsus yaptım. Yoksa, o ses benden değil, belime soktuğum bir ağac parcasından cıktı. Anlaşıldı ki, benim bir tek muridim, bir de yarım muridim kemale gelmiş. Diğerleri hep nadanmış.” ve bunun uzerine Hakim Ata’ya emretti: “Yarın seher vakti sana bir deve gelecek, ona bin, nerede durursa ineceğin yer orasıdır!” dedi. Ertesi sabah seher vakti Hakim Ata, gelen deveye binip salıverdi. Deve, Turkistan’dan doğuya doğru yürüdü. Horasan şehrinin batı cihetinde Bineva Arkası denen yere geldi ve durdu. O kadar zorladılar kalkmadı, bağırdı; bundan dolayı o yere Bakırgan dediler (Hakim-Ata’ya, Suleyman Bakırgani adı verilmesi bundan dolayıdır). Deve durunca, Hakim Ata indi. Orası Buğra Han’ın at sürüsünün otladığı bir yerdi. Yılkıcılar (at sürücüleri) onu buradan kovmak istediler. “Ben dervişim, bir yere gitmem!” dedi. Sonra ellerindeki at sürdükleri deyneklerle saldırdılar. Hakim Ata oradaki ağaclara, “Bunları tutun!” diye emretti. Ağaclar üçünü sımsıkı yakaladılar, diğer ikisi kacarak, olup-biteni Buğra Han’a anlattılar; Han, bu havadise pek memnun oldu: “Üç gündür burnuma erenler kokusu geliyordu. Demek memleketimizde bir er peyda oldu!” dedi ve işi tahkik için Abdullah Sadr adlı birini gönderdi. Abdullah Sadr, gelen dervişe kim olduğunu ve ne istediğini sordu. Yesevi muridlerinden Hakim Suleyman olduğunu anladı. Yılkıcdarın niye ağacta kaldıklarının hakikatini sezince, ağaclardan, “Böyle yapan böyle olur!” sadası geldi. Bu dervişin yüksekliğine inanan Abdullah Sadr, dönüp Han’a haber verdi. Buğra Han, bu dervişin rızasını celb için Anber adlı çok güzel bir kızını ona verdi. Ayrıca da bir çok develer, koyunlar, atlar gönderdi. Hakim Ata, bunları kabul etti. Bakırgan adlı o yeri kendisine menzil yaptı. Buğra Han ve bütün vezirleri ona mürid ve mu’tekıd idiler. Hakim Ata’nın şöhreti dört tarafa yayıldı.” (F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 90-91). 176 Ahmed Yesevinin çeşitli yerlerde halifeleri çok olmuştur: Baba Maçin, Hasan Bulgani, Emir Ali Hakim, İmam Mergazi ve Şeyh Osman Mağribi. Ahmet Yesevi’nin Rum’daki halifeleri ise şöyle sayılmaktır (biri hariç gerisinin adları Evliya Çelebi’den alınmadır): Avşar Baba, Pir Dede, Akyazılı, Kıdemli Baba Sultan, Geyikli Baba, Abdal Musa, Horos Dede, Şeyh Nusret, Gajgaj Dede, Emir Çin Osman vd. (F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 30)

120

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

- Hakim Ata (öldü 582\1186/87), diğer isimleri zikredilen halifelerden (Mansur Ata – öldü 594\1197/98, Said Ata – öldü 614\1218/19) sonra irşad postuna oturamazdı. Zira, halifelerin ölüm tarihleri bu sıranın ardıcıllığını bozuyor. O, daha erken vefat ettiğinden dolayı, onun diğer halifelerden sonra irşad pos-tunda oturması imkansızdır. Zaten, Reşahat’ta Hakim Ata’nın irşad postunda oturduğu ve vefatından sonra Zengi Ata’nın (vefatı 656\1258-59)177 mürşidlik yaptığı yazılıyor (Reş 11-12). Zengi Ata’nın ulu babası Arslan Bâb’ın oğlu Mansûr Ata ol-muş, Mansûr Ata’nın oğlu Abdülmelik Ata, torunu Tâc Hoca ve torununun oğlu Zengî Ata olmuştur.178

Biz, Hakim Ata’nın kaç yıl irşad postunda oturduğunu belir-lersek, o zaman Ahmed Yasevi’nin de ne zaman vefat ettiğini de ortaya koymuş olurduk. Fakat, Hakim Ata’nın 582\1186/87 yılında ve Ahmed Yasevi’nin H. 562 (M. 1166-67)’de vefat ettiğini kabul edersek, o zaman Hakim Ata’nın irşad dönemini yaklaşık 20 yıl hesab edebiliriz (582-562=20). Bu tam olarak akla uygun göstergelerdir. İşte, Prof. Dr. Fuad Köprülü’nün Ah-med Yasevi’nin büyük ihtimalle hicri 562 (1167) yılında vefat etmesi ile ilgili ortaya koyduğu tarih de tarihi gerçeklerle tam uzlaşıyor.179

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Yûsuf el-Hemedânî vefat etme-den önce 535 yılında Maveraünnehir’de postneşin görevini Ah-med Yasevi’ye devretmiştir. Nakşibendi kaynaklarında Ahmed Yasevi’nin Abdullah Berki ve Hasan Endeki’den sonra irşad postunda oturmasıyla ilgili bilgiler gerçekleri yansıtmıyor. Zira, ne Abdullah Berki, ne de Hasan Endeki Yûsuf el-Hemedânî’nin halifeleri olmamışlardır. O zaman, Abdülhalık Gucdüvani Yû-suf el-Hemedânî’nin halifesi olmuş mudur?

177 Hazinetü’l-Asfiya. c. I, s. 539.178 İslam Ansiklopedisi. Necdet Tosun. c. 43, s. 489.179 Fuad Köprülü. Ahmed Yesevi ve tesirleri. -118.

121

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Abdülhalik Gücdevani Yusuf Hemedani’ninhalifesi olmuş mudur?

Reşahat (23) ve Nefahat’ta (500) Abdülhalik Gucdevanî’nin 22 yaşındayken Yusuf Hemedanî ile Buhara’da buluşmasından bahsediliyor. Fakat, Gucduvani’ye ait edilen ‘Makamat-ı Yusuf Hemedani’ eserinde tarihi gerçeklere uygun olarak Yûsuf el-Hemedânî’nin Buhara’ya değil, 504 yılında Semerkant’a geldi-ği bildiriliyor.180

Yûsuf el-Hemedânî’nin hicri 504 yılında Semerkant’a ge-lerek Ahmed Yesevi ile buluştuğu, onun gerçek halifesinin Ahmed Yesevi olduğu, Abdullah Berki ve Hasan Endaki’nin Yûsuf el-Hemedânî’nin halifeleri olmadıkları ortaya çıktı. Fa-kat, Abdülhalik Gucdevanî’nin Yûsuf el-Hemedânî’nin halifesi olup olmadığını daha derinden araştırmak gerekiyor.

Yûsuf el-Hemedânî’nin hicri 504 yılından (1111) sonra bir daha Semerkant’a (ve Buhara’ya) dönmediği malumdur. Böyle bir şey olmuş olsaydı, ilk önce nakşibendi kaynakları bununla ilgili olarak bir haber verirlerdir. Oysa, ne nakşibendi kaynak-larında, ne de diğer kaynaklarda böyle bir bilgi aktarılmamıştır. Zira, nakşibendi kaynaklarının müelliflerinin Yûsuf el-Heme-dânî ile Abdülhalik Gucdevanî’nin buluşmasını ve onun Guc-devanî’yi halife tayin etmesini ortaya koymak için büyük çaba harcadıkları ortadadır. Zaten, nakşibendi kaynaklarında isimleri zikredilen halifelerin 504 yılında (1111) Yûsuf el-Hemedânî ile ilk ve son kere buluşduklarından bahsediliyor. Eğer, bunun dı-şında onların (Ahmed Yasevi dışında) bir görüşü olmuş olsaydı, “Abdülhalik Gucdevanî’nin bir yazısından: “Hoca’nın Buhara muhitinde kaldığı müddetçe yanından ayrılmadım ve hizmetin-de bulundum.”(Reş 23) - söylenmezdi.

Gucdevanî’ye ait edilen bu bilgide onun 22 yaşında iken Yûsuf el-Hemedânî ile bir yıl içinde (hicri 504-505) bir arada oldukları ve onun dışında buluşmadıkları söylenmek isteniyor. Zira, hiçbir nakşibendi kaynağında Gucdevanî’nin Buhara dı-

180 Abdulhalik Gucduvani ‘Makamat-ı Yusuf Hemedani’ F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 70-71. İslam ansiklopedisi, cilt 44, s. 13. Necdet Tosun; Ali Şir Nevayi. Nesayimü’l Mahabba min Şemayimi’l-Fütüvve, İstanbul 1979, s. 78.

122

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

şına çıktığını gösteren bir delil yoktur. Eğer, o, Ahmed Yasevi gibi Yûsuf el-Hemedânî’nin seferlerine katılsaydı, Merv ve Herat’ta onun yanında olsaydı, o zaman bununla ilgili olarak bir bilgi verilirdi. Hatta, Gucduvanî’nin Makamât’ında yanlız bir yerde Abdülhalik Gucdevanî’nin Yûsuf el-Hemedânî’nin 11 müridi arasında Hemedan’dan Semerkant’a geldiği hak-kında bir bilgi aktarılsa da181 yine hiçbir şey değişmiyor. Zira, kaynakda olduğu iddia olunan bu sefer 504 yılına (1111) kadar vuku bulmuştur. Yani, 504 yılından (1111) sonra Gucdevanî’nin Yûsuf el-Hemedânî ile buluşmasını tasdik eden bir bilgi ortada yoktur. O zaman, sundumuz yazıdan (Reş 23) anlaşılan odur ki, Yûsuf el-Hemedânî Buhara’yı (aslında Semerkant’ı) terk ettikten sonra Abdülhalik Gucdevanî onunla bir daha görüşme-miştir.

Fakat, Yûsuf el-Hemedânî’nin 504-505 yılları arasında Bu-hara’da değil, Semerkant’ta olduğu tarihi gerçeklere uygundur. Neden bununla ilgili olarak nakşibendi kaynaklarında farklı fi-kir ortaya çıkmıştır. Reşahat eserinin müellifi bu bilgini “Hoca Abdülhalik Gucdevanî’nin bir yazısından” aldığını bildiriyor (Reş 23). Fakat, onun bu bilgini Gucdevanî’nin hangi yazısına dayanarak verdiğini anlamıyoruz. Zira, Gucduvanî’nin Maka-mât’ında Yûsuf el-Hemedânî’nin 504 yılında Semerkant’a gel-diği ve orada Abdülhalik Gucdevanî ile buluştukları yazıldığı halde, Reşahat’ta Buhara yazılıyor. Gucduvanî’ye ait edilen başka bir yazı olsa bile, böyle bir zıt bilginin olması icab et-mezdi. O zaman, birileri bu bilginin değiştirilmesinin gerektiği-ni düşünmüştür, demek.

Yûsuf el-Hemedânî’nin Semerkant’a geldiği tarihi bir ger-çeklik olmasına rağmen, Reşahat müellifi ve onun baş danış-manları Semerkant’ı Buhara ile evez etmişler, galiba. Zira, Abdülhalik Gucdevanî Buhara dışında hiçbir yerde olmamış ve “vatanda sefer” (sefer der vatan) etmeğe üstünlük vermiştir. Anlaşılan odur ki, Gucduvanî ne Buhara’da, ne de Semer-kant’ta Yûsuf el-Hemedânî ile buluşmamıştır. Zira, Yûsuf el-

181 Abdulhalik Gucduvani ‘Makamat-ı Yusuf Hemedani’ F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar, s. 70-71. İslam ansiklopedisi, cilt 44, s. 13. Necdet Tosun; Ali Şir Nevayi. Nesayimü’l Mahabba min Şemayimi’l-Fütüvve, İstanbul 1979, s. 78.

123

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Hemedânî’nin hicri 504 yılında (1111) Semerkant’a geldiğinde, onun 22 yaşında olması imkansızdır. Yani, Gucduvani’nin ebe-veynlerinin hicri 496 (1103) yılında Buhara’ya geldiğini ve bir-kaç yıldan sonra Abdülhalik Gucdevanî’nin doğduğunu düşü-nürsek, o zaman onun 504 yılında (1111) 4-5 yaşında küçük bir çocuk olduğunu veya hiç doğmadığını söyleyebiliriz. O zaman, neden onun Yûsuf el-Hemedânî ile buluşduğunda 22 yaşında olduğu bildiriliyor? Aceba, bu bir ranlantı mıdır? Bu rakam bir şeyler ifade ediyor mudur?

Düşünüyorum ki, bu tarih Yûsuf el-Hemedânî’nin vefatı (535) ile ilgili olarak ortaya çıkmıştır. Zira, Yûsuf el-Hemedânî Semerkant’a (504) geldiğinde, Gucduvanî doğmaya da bilirdi. Fakat, 535 yılı Yûsuf el-Hemedânî’nin halifelerinden Ahmed Yasevi’yi ilahi irade altında irşad postuna tayin ettiği ve sonra vefat ettiği bir tarihtir. İşte, bu dönemden birkaç yüzyıl sonra nakşibendi kaynaklarının tertipçileri ve baş danışmanları bu tarih üzerinde durarak, Yûsuf el-Hemedânî’ye bağlı yeni bir silsile kurmak çabasında bulundular. Bu nedenle, onlar kendi selefleri olan Abdullah-ı Berakī ve Hasan Endâkî’nin isimlerini kendi kitablarında Yûsuf el-Hemedânî’nin halifeleri kısmında sundular ve irşad postunun ilk önce onlara verildiğini söyledi-ler:

“Daha hayatında Abdulhalık Gucduvani ondan (Yûsuf el-Hemedânî’den) halifelerini sormuş ve şu cevabı almıştı: “Be-nim halifem Hoca Abdullah Berki olacak, ondan sonra Hoca Hasan Andaki, ondan sonra da Ahmed Yesevi olacaktır. Hilafet nevbeti Ahmed Yesevi’ye erişince, Türkistan vilayetine sefer edecek ve halife sen olacaksın!” Hakikaten de öyle oldu. Vefat edeceği gün, arkasını mihraba verdi, ashabına su ısıtmalarını emretti; sonra yüzünü dört halifesine ve orada hazır bulunan-lara dönerek, “Makamımıza Abdullah Berki’yi bıraktık. Ona uyunuz. Karşı gelmeyiniz. Sultan Sencer için yazdığımız adabı, muridlere ve ashabınıza söyleyiniz!” dedi ve Ahmed Yesevi’ye donerek, Sure-i Fatır’ı, Yasin Suresini, Ve’nnazi’at Suresini okumasını emretti. Hatm bitince, bir feryatlar koptu. Şeri’at hü-kümlerine ve Sunen-i Nebevi’ye fart-ı riayetle, şer’i ilimlerdeki kudreti ile devrinde büyük şöhret kazanan Yusuf Hemedani

124

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

gözlerini kapadığı zaman, onun geniş şöhretinden birçok şey-ler halifelerine de geçmiş, onlar da az zamanda büyük bir ün kazanmışlardır.”182

Hicri 504 yılında Ahmed Yasevi’nin 27, Hasan Endâkî’nin 43, Abdullah-ı Berakī’nin ise ondan birkaç yaş büyük olması geriyordu. Ahmed Yasevi’nin 504 yılında (1111) Semerkant’ta Yûsuf el-Hemedânî ile buluşması hem Divan-ı Hikmet, hem de tarihi gerçeklerle uzlaşıyor. Hasan Endâkî’nin ve Abdullah-ı Berakī’nin Yûsuf el-Hemedânî’den halifelik postunu almasıyla ilgili bilgi gerçek olmasa da, onların 504 yılında (1111) Semer-kant’ta Yûsuf el-Hemedânî’nin ziyaretçileri arasına katılmaları ihtimali mümkündür. Zira, nakşibendi kaynaklarında Hasan Endâkî’nin Yûsuf el-Hemedânî ile olumsuz ilişkilerinden bah-sediliyor. Hatta, anlattığımız gibi Hasan Endâkî’nin Yûsuf el-Hemedânî’ye itaat etmeyerek kendine has bir yol ihdas ettiği kaydediliyor. Fakat, Hasan Endâkî ve Abdullah-ı Berakī’nin Yûsuf el-Hemedânî’ye karşı çıktıkları dönemlerde Abdülhalik Gucduvanî’nin hayatda bile olmaması mümkün.

Yûsuf el-Hemedânî 535 yılında vefat ederken, Abdullah Berki’nin 73’den fazla, Hasan Endeki’nin yaklaşık 73, Ahmed Yasevi’nin 58 yaşı olması gerekiyordu. Düşünüyorum ki, bu dönemde Abdülhalik Gucduvanî 22 yaşında olmuştur. Bu bil-gileri sunan kaynakların müellifleri Yûsuf el-Hemedânî’nin vefat ettiği tarihde (535) Gucduvanî’nin 22 yaşında olması üzerinde dayanarak, onlar arasında ilişki kurmağa çalışmışlar. Zira, anlattığımız gibi onun 504 yılında (1111) Semerkant’ta Yûsuf el-Hemedânî ile buluşması gerçek olamazdı. Bu nedenle, Reşahat’ın yazarı ve baş danışmanları diğer nakşibendi kaynak-larında (‘Makamat-ı Yusuf Hemedani’) bırakılmış “yanlışlıkla-rı” (Yûsuf el-Hemedânî’nin 504 yılında Semerkant’a gelmesi) düzelterek, “504 yılı” ve “Semerkant” kavramlarının yerine anlattığımız sebeblerden dolayı sadece “22 yaş” ve “Buhara” kavramlarını yazmışlardır.

Yûsuf el-Hemedânî’nin vefat ettiği tarihde (535) Gucdu-

182 Abdulhalik Gucduvani ‘Makamat-ı Yusuf Hemedani’ F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar s. 70-71. İslam ansiklopedisi, cilt 44, s. 13; Ali Şir Nevayi. s. 78.

125

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

vanî’nin 22 yaşında olması bir raslantı rakam olduğunu düşün-müyorum. Büyük insanların vefat ettiği tarihlerde diğer insan-ların yaşlarını belirlemek bir gelenek olmuştur. Hatta, bununla ilgili bir senedin de ortada olduğunu düşünebiliriz. ‘Makamat-ı Yusuf Hemedani’ eserinin ilk elyazmalarında da bu delilin mevcut olması mümkündür. Sonraki dönemlerde bu eserleri derleyenler “22 yaş” ile “504 yılı” arasında bir çelişki olduğu-nu görünce, onlardan birini iptal etmişlerdir. ‘Makamat-ı Yusuf Hemedani’ eserinin sonraki derleyicileri “22 yaş” ifadesini, Reşahat yazar ve danışmanları ise, “504 yılında Semerkant” ifadesini kaldırmışlardır. Zira, her iki ifade bir arada olduğu zaman, yalan ortaya çıkıyor. Fakat, bu düzelişten sonra yalanı belirlemek zordur. Biz her iki nakşibendi kaynağındaki delil-leri bir araya getirerek, söylenenlerin gerçek olmadığını ortaya koyduk. Aynı zamanda, Yûsuf el-Hemedânî’nin vefat ettiği ta-rihde (535) Gucduvanî’nin 22 yaşında olduğuna dayanarak,

Gucduvanî’nin 517\1123 yılında doğduğunu belirledik (535-22=517\1123). Bu tarih, hem nakşibendi kaynaklarında, hem de tarihi kaynaklarda sunulan bilgilerin kıyaslı araştırılması so-nuçları ile uzlaşıyor ve Gucduvanî’nin Yûsuf el-Hemedânî ile buluşması ihtimalini hiçe endiriyor.

Gucduvanî’nin Yûsuf el-Hemedânî ile buluşmadığını ve onun 517\1123 yılında doğduğunu tasdik eden deliller şunlar-dır:

1. Gucduvanî’nin babası olarak sunulan ve nakşibendi kay-naklarında büyük bir alim gibi tanıtılan Abdulcemil isimli şahıs Gucduvanî’nin hayatı ile ilgili hiçbir bilgide yer almıyor. Guc-duvanî, ebeveynlerinin 1103 (496) yılında Buhara’ya geldikleri tarihte veya birkaç yıl sonra doğsaydı, o zaman nakşibendi kaynaklarında onların ilişkilerinden birkaç söz yazılırdı. Ab-dulcemil isimli şahsın bir baba olarak Gucduvanî’nin çocukluk yıllarında yanında hatırlanmaması, bir alim olarak onun eğiti-mine etki sağlamaması, onun henüz 1103 yılında 113’ten fazla yaşa sahip bir baba olarak zikredilmesi, Gucduvanî’nin 1103 yılından çok sonra doğduğuna, Abdulcemil isimli şahsın Guc-duvanî’nin doğumundan birkaç yıl önce vefat ettiğine ve onun babası olmadığına bir işaredir.

126

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

2. Nakşibendi kaynaklarının müellifleri Yûsuf el-Heme-dânî’nin halifelerini yaş sırasına göre belirlemişler. Gucduvanî onlar arasında en küçüyü ve onlarla arasında büyük yaş farkı olduğundan dolayı, onu dördüncü sıraya koymuşlardır. Zira, Yûsuf el-Hemedânî’nin vefat ettiği tarihde (535) Gucduvanî genc olmuştur. Bu dönem, Yûsuf el-Hemedânî’nin kendisinden sonra irşad postuna Ahmed Yasevi’yi tayin ettiği dönemdir. Kaynakların müellifleri bu dönemde Gucduvanî’nin çok genc olduğunu bilerek, Ahmed Yasevi’ye kadar Hemedânî’nin ha-lifeleri kısmında iki şahsın (Abdullah Berki ve Hasan Endeki) ismini ilave etmiş ve yaklaşık 20 yıl bir süreden sonra irşad postunun Ahmed Yasevi’ye geçmesi ve onun da postu Gucdu-vanî’ye tahvil vererek Türküstan’a gitmesiyle ilgili rivayetler uydurmuşlar. Zira, 22 yaşında bir gencin irşad postunda otur-ması inandırıcı değildir. Bunun için en azı 20 yıl artırmak gere-kiyordu. Oysa, onların çabaları buraya kadarmış. Onlara göre, Gucduvanî’nin irşad postunda oturması için 40-45 yaşlarında olması gerekiyordu. Oysa, onun hayat hikayesi genclik dönemi ile bitiyor. Yani, sonraki dönemindeki hayatı ile ilgili bilgiler birkaç söz ile sınırlıdır. Oysa, bir alimin gerçek hayatı, onun irşad dönemiyle başlıyor ve onun çocukluk, genclik yılları hak-kında bilgiler adeten sınırlı oluyor. Burada ise, aksinedir. Anla-şılan odur ki, kaynakların müellifleri ve danışmanları esas he-def olarak Yûsuf el-Hemedânî’nin vefat ettiği tarihi (535) seç-miş ve Gucduvanî’nin ondan halifelik aldığını ortaya koymaya çalışmışlardır. Bu nedenle, Yûsuf el-Hemedânî’nin kendisinden sonra sırayla dört halife tayin etmesi ve kehanetde bulunmasıy-la bağlı rivayetler uydurmuşlardır. Oysa, onlar Gucduvanî’nin 22 yaşından sonraki hayatından daha çok bahsetmeleri gere-kiyordu. Bunu yapamamışlardır. Asıl amac, Yûsuf el-Heme-dânî’nin Gucduvanî 22 yaşında iken kendi halifesi olarak tayin etmesi ile ilgili uydurma bir rivayeti ortaya koymak idi.

3. Abdülhalik Gucdevanî Yûsuf el-Hemedânî ile buluşup onun tayin ettiği halifelerinden olmuş olsaydı, neden “derler ki Hoca Hızır (a.s) onun ders piri, Hoca Yusuf ise sohbet ve hırka piriydi.” (Nef 500) çelişkisi ortaya çıkmıştır? 22 yaşlı genc bir insanın tüm İslam dünyasında tanınmış bir alim ile görüşerek

127

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

ona sessiz zikir yaptığını söylemesi ve karşılığında Yûsuf el-Hemedânî’nin onu kınamadan: “Mademki Hızır’dan böyle emir aldınız, devam ediniz!” demesi (Reş 22), ne kadar müm-kündür? Kendisi sesli zikir yapan Yûsuf el-Hemedânî’nin ona yanlış yaptığını söylemesi ve hakikatleri anlatması gerekmez miydi? Gucdevanî, Yûsuf el-Hemedânî’nin sohbetlerine katıl-mak ve ondan hırka almak için Merv şehrine gitmesi ve onun dergahında bir süre irşad olunması icab etmez miydi? O, Yûsuf el-Hemedânî’ye bağlı halife olsaydı, ona tabi olarak hocası gibi sesli zikir yapması gerekmez miydi?

Bu soruların sayını artırmak mümkündür. Yûsuf el-Heme-dânî gibi büyük bir alimin İslam’a yeni batıl inanclar getiren bir genci desteklemesi ve hatta ona irşad makamı vermesi uğursuz bir uydurmadır. Zira, böyle bir şey olmuş olsaydı, Yûsuf el-He-medânî’nin de Abdülhalik Gucdevanî gibi sessiz zikir yapması gerekiyordu. Fakat, artık anlattığımız kaynaklardan anlaşıldığı gibi Yûsuf el-Hemedânî sessiz değil, cehri zikir yapmıştır.

4. Abdülhalik Gucdevanî’nin Buhara’da Yûsuf el-Hemedânî ile buluşmasının kanıtı olarak Gucdevanî’ye ait edilen “Risâle-i Śâĥibiyye” (Makāmât-ı Yûsuf-i Hemedânî) eseri ortaya koyu-luyor. Yani, bu eserde onun Yûsuf el-Hemedânî ile buluşduğu, ondan kısa bir süre ders aldığı, Yûsuf el-Hemedânî tarafından irşad makamına tayin ettiği dört halifesinden biri olduğu, hatta Hemedânî’nin ona sessiz zikir yapmağa icazet verdiği hakkın-da bilgiler vardır. Fakat, “Risâle-i Śâĥibiyye” eserinde sunulan bilgilerin ne kadar gerçek olduğu bizi ilgilendiriyor.

Yûsuf el-Hemedânî hakkında hal tercümesi yazan diğer şa-hıs Merv’de Yûsuf el-Hemedânî’den hadis dinleyen ve onun hakkında bilgi vermek için “Kitab el-ensab” eserini kaleme alan Abdülkerîm es-Semânî’dir. İbn Asakir “Kitâbü’l-Erbâîn fî menâķıbi ümmihâti’l-müminîn” eserinde Semani’nin 531 yılında Merv’de Hemedani ile görüştüğünü bildiriyor.183 Fakat, onun yazdıkları ile “Risâle-i Śâĥibiyye” (Makāmât-ı Yûsuf-i Hemedânî) eserindeki bilgiler arasında çelişkiler mevcuttur. Hem Abdülkerîm es-Semânî, hem de Abdülhalik Gucde-183 İbn Asâkir, Kitâbü’l-Erbâîn fî menâķıbi ümmihâti’l-müminîn (nşr. M. Mutî‘ el-Hâfız), Dımaşk 1406/1986.

128

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

vanî’nin Yûsuf el-Hemedânî’nin döneminde yaşamasına rağ-men, onların bir ünlü şahsın hal tercümesi ile ilgili iki farklı yazı ortaya koymaları mantıksal olarak mümkün değildir. Bu durum, araştırmacı Wilferd Madelung’un dikkatini çekmiş ve o, her iki bilginin karşılıklı tahlilini yaparak Gucdüvânî’nin hiçbir zaman Hemedânî ile buluşmadığı sonucuna gelmiştir.184

Abdülhalik Gucdevanî’den farklı olarak, Abdülkerîm es-Se-mânî’nin ve onun babasının Merv’de uzun süre Yûsuf el-He-medânî ile yakın olması kuşku doğurmuyor. Zira, Abdülkerîm es-Semânî 21 Şâban 506 (10 Şubat 1113) tarihinde Merv’de doğdu. Onun babası Muhammed b. Mansûr, Horasan bölgesi-nin en tanınmış âlimlerinden, annesi Fâtıma bint Hasan ez-Zen-dehâniyye, Merv’in yönetiminde söz sahibi ailelerden birine mensuptu. Semânî birçok müfessir, muhaddis, fakih, tarihçi, edip, vâiz ve hatip yetiştiren bir aile içinde dünyaya geldi. 185

Abdülhalik Gucdevanî’nin ise, Merv veya Herat’ta olmasıy-la bağlı hiçbir bilgi yoktur. Gucdevanî’nin tüm ömrünü Guc-devan köyünde kendi icması dahilinde geçirdiği de malumdur. Aynı zamanda, Gucdevanî hiçbir İslam ülemasından ders alma-mış ve bu nedenle, mürşidinin Hz. Hızır olduğunu iddia etmiş-tir. Aksi takdirde, geleneğe uygun olarak ders aldığı hocalarının isimleri kendi kaynaklarında zikredilirdi.

Yusuf Hemedanî gibi ünlü bir alimin yaşadığı dönemde ve hatta onun vefatından kısa bir süre sonra onun hal tercüme-si ile ilgili bir çelişkinin ortaya çıkması ihtimalı çok zayıftır. Zira, Yûsuf el-Hemedânî gibi tüm Müslüman dünyasında ta-nınmış ünlü ilim adamı hakkında yazılmış tarihi belgeler ve onun devamçıları ortada olmuştur. Aynı zamanda, Yusuf He-medanî’ye iktidarda olan Selçuki sultanları da büyük ihtiram göstermişlerdir. O zaman, Yusuf Hemedanî’nin hayatı ile ilgili bu kaynaklarda sunulan çelişkili bilgiler, onların bir arada olup olmamasını değil, bu çelişkinin sebebinin ortaya koyulmasını gerektiriyor. Zira, Yûsuf el-Hemedânî ile buluşmayan ve hatta onun yaşadığı dönemde yaşamayan her hangi bir yazar da, dö-

184 Wilferd Madelung, s. 506. İslam Ansiklopedisi cilt 14, s. 171. 185 İslam Ansiklopedisi. C. 36. S. 461.

129

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

neminde yazılan kitablara, söylenilenlere, halk arasında dola-şan menkıbelere dayanarak böyle bir hal tercümesi eseri ortaya koyabilirdi. Aslında, bu çelişkinin nedeni sonraki dönemlerdeki yazarlardan birinin bilgili şekilde olayları tahrif etmesiyle bağlı olabilirdi. Bu nedenle, Abdülhalik Gucdevanî’ye ait edilen bu eserler Yusuf Hemedanî’nin ve hatta Abdülhalik Gucdevanî’nin vefatından uzun bir süre sonra ortaya çıkmıştır. Araştırmacılar da Abdülhalik Gucdevanî’ye ait edilen “Risâle-i Śâĥibiyye” (Makāmât-ı Yûsuf-i Hemedânî) eserinin XV yüzyılda Guc-devanî’nin devamçıları tarafından yazıldığını destekliyorlar. Onlar, büyük ihtimalle Merv kütüphanesinde Sultan Sencerin Yusuf Hemedanî’nin kendisine yazdırdığı hayat hikayesi bel-gesinin suretini ele geçirerek onu tahrif etmiş ve sonra Gucde-vanî’ye ait ederek “Makāmât-ı Yûsuf-i Hemedânî” adı altında ortaya koymuşlardır.186

5. “Derler ki Hoca Hızır (a.s) onun ders piri, Hoca Yusuf ise sohbet ve hırka piriydi.” (Nef 500). Yani, buradan anlaşılan odur ki, Abdülhalik Gucdevânî Yusuf Hemedanî’nin birkaç kez sohbetlerine katılmış ve sonra ondan halifelik hırkasını almıştır. Zira, o, derslerini Hz. Hızır’dan aldığından dolayı, Yusuf He-medanî’nin ilmine ihtiyac duymamıştır. O zaman, neden Yusuf Hemedanî yanında nefsini terbiye etmediği birisine halifelik hırkasını giydirmiştir?

Aslında, böyle bir şeyin olması mümkün değildir. Zira, mür-şid müridini yetiştirmeden, onu bu göreve atayamaz. Batini ilimlerin öğretilmesi ise, uzun süre içeren nefsi terbiyenin ya-pılmasıyla gerçekleşebilir. Bu nedenle, Ahmed Yasevi hocasını uzun süre seferlerde takip etmiştir. Hz. Hızır’ın ona yeni yollar ihdas etmekle bağlı ortaya atılan iddialar İslam’ın temel velayet ilkesine zıttır. Ahmed Yasevi de kendi döneminde böyle iddiada bulunan müridleri batıl düşüncelerden sakındırmaya çalışmış-tır. O zaman, Ahmed Yasevi böyle bir düşünce sahibine nasıl hilafeti devrederek Yesi’ye dönebilirdi? Anlaşılan odur ki, ne Yusuf Hemedanî, ne de ondan sonra mürşidi-kamil olan Ahmed Yasevi, Abdülhalik Gucdevânî’ye hilafet makamını devretme-186 Zaten, “Makāmât-ı Yûsuf-i Hemedânî”eserinde bu belgenin varlığı hakkında bilgi veriliyor. Bununla ilgili olarak bak “Nakşibendiyye kaynakları” bölümüne.

130

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

mişlerdir.Abdülhalik Gucdevanî ile Yûsuf el-Hemedânî ilişkilerinden

bahseden bilgilerin araştırılmasından elde olunan sonuçlar, on-ların buluşması ihtimalını hiçe endiriyor. O zaman, nakşibendi kaynaklarında onların ilişkileri hakkında tüm söylenenlerin uydurma olduğu ortaya çıkıyor. Bir zamanlar, Yahudi Hahamlar ve Hıristiyan rahipler ilahi kitapları nasıl tahrif ettilerse, sonra-ki dönemlerde bu kaynakları yazanlar da tarihi gerçekleri, Hz. Muhammed’in (s.a.v) sünnetini öyle tahrif etmeye kalkıştılar ve kendi nefislerinin yaptıklarına sünnet dediler. Fakat, onlar gerçekleri tam olarak kapsayamadılar. Yani, onlar gerçekleri tahrif ederken dikkatsizlik etmiş ve konuları birbirine karıştır-mışlardır. İlginçtir ki, Abdülhalik Gucdevanî (aynı zamanda, Abdullah Berki ve Hasan Endeki) ile Yûsuf el-Hemedânî’nin ilişkilerini uydururken bile, tasavvuf kuralllarına aykırı olarak onların bir mürşid mürid ilişkisinde olmadıklarını, hatta mür-şidlerine isyan ettiklerini ortaya koymuşlardır. Bu, onların ta-savvuf geleneklerini ve Hz. Muhammed’in (s.a.v) sünnetini bil-mediklerinden ve aynı zamanda, onlara düşman olduklarından dolayıdır. Bunun aksi düşünülemez. Biz sonraki bölümlerde de bu konunun farklı taraflardan araştırılmasına devam edeceğiz.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Gucduvanî, Yûsuf el-Heme-dânî ile buluşmamıştır. Zira, o Semerkant’a (504) geldiğinde, Gucduvanî hiç doğmamıştır. Yûsuf el-Hemedânî (535) vefat etmeden az önce 22 yaşında olan Gucduvanî (517\1123) onunla yine görüşemezdi. Zira, Yûsuf el-Hemedânî Merv’den Herat’a yollanarken yolda vefat etmiştir. Bunun için, Gucduvanî’nin bu dönemlerde Merv’de olması gerekirdi. Oysa, Gucduvanî’nin yaşadığı sürece Buhara dışına çıkmadığı da kaynaklarca sa-bittir. Yani, Gucduvanî’nin Yûsuf el-Hemedânî ile buluşması hakkında sunulan bilgiler uydurmadan başka bir şey değildir. O zaman, Ahmed Yasevi müridlerinin Abdülhâlik Gucdüvânî’ye tabi olmalarını tavsiye etmiş midir?

131

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Ahmed Yesevi müridlerinin Gucdüvani’yetabi olmalarını tavsiye etmiş midir?

Nakşibendi kaynaklarında Ahmed Yasevi’nin Yesi yolunu tutarak yerlerini Abdülhâlik Gucdüvânî’ye bıraktığını ve bütün yararına ona tabi olmalarını tavsiye ettiği bildiriliyor:

“Hoca Ahmed Yesevi Türkistan tarafına gidince bütün yara-rına Abdülhalık Gucdüvani’ye tabi olmalarını tavsiye etti. Silsi-leye mensup sonraki şeyhlerden birinin yazdığı risalede durum böyle anlatılmıştır.” (Nef. 500).

“Bir müddet sonra gaipten gelen işaretle Türkistan’a gitmek icap edince dördüncü halife, fakat nisbeti yürütmekte üstün kutup Abdülhalik Gucdevânî Hazretlerine yerlerini bırakıp Yesi yolunu tuttular.” (Reş 11)

“Daha hayatında Abdulhalık Gucduvani ondan (Yûsuf el-Hemedânî’den) halifelerini sormuş ve şu cevabı almıştı: “Be-nim halifem Hoca Abdullah Berki olacak, ondan sonra Hoca Hasan Andaki, ondan sonra da Ahmed Yesevi olacaktır. Hilafet nevbeti Ahmed Yesevi’ye erişince, Türkistan vilayetine sefer edecek ve halife sen olacaksın!” Hakikaten de öyle oldu.”187

“Silsileye mensup sonraki şeyhlerden birinin yazdığı risa-lede durum böyle anlatılmıştır” yazan müellif Abdurrahman Cami, kendisi bu bilgiye kuşkuyla yanaştığı ortada. Bu ne-denle, o, ne risalenin, ne de bu bilgini veren müellifin ismini yazıyor. Böyle bir şey olmuş olsaydı, onun söylenmesinde bir sakınca olmazdı. Aslında, ismi zikredilmeyen müellifin Ubey-dullah Ahrar olduğu malumdur. Onun ismi Nefahat’ta yazılsay-dı, o zaman Ubeydullah Ahrar’ın kendi dönemindeki Yaseviyye şeyhlerine hesap vermesi gerekirdi. Bu durumda ise, sorumlu-luk Abdurrahman Cami’ye ait idi. O ise, “şeyhlerden biri” ifa-desini kullanmakla, mevcut durumdan kurtulmağa çalışmıştır.

Abdulhalik Gucduvani’ye ait edilen ‘Makamat-ı Yusuf He-medani’ eserinde “Hakikaten de öyle oldu” yazan müelliflerin yalanı yaptığımız araştırmalar sonucunda ortaya çıktı. Yani, ne Abdulhalik Gucduvani’nin, ne de diğerlerinin (Abdullah Berki 187 Abdulhalik Gucduvani ‘Makamat-ı Yusuf Hemedani’; Ali Şir Nevayi. s. 78; F. Köprülü, İlk Mutasavvıflar s. 70-71.

132

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

ve Hasan Endeki) Yûsuf el-Hemedânî’nin halifeleri olmadık-ları, onlara yeni bir tarikat kurmak hakkında icazet verilmediği ve hatta onunla buluşmakları ihtimalinin çok zayıf olduğu ka-nıtlandı. Aslında, bu kanıt, Abdulhalik Gucduvani’nin Yûsuf el-Hemedânî’den gelen silsileye ait olmadığını söylemeye yeter. Fakat, Ahmed Yasevi’nin Abdülhâliķ Gucdüvânî ile ilişkileri-nin olup olmamasının araştırılması gerekiyor.

Ahmed Yasevi yerlerini bırakıp irşad postunu neden Abdul-halik Gucduvani’ye terk etmeliydi?

Aslında, Ahmed Yasevi’nin irşad postuna oturduğu dönemde (hicri 535) Yûsuf el-Hemedânî’nin tüm mürid ve halifelerinin ona tabi olmaları, yani onun müridleri olmaları gerekiyordu. Aynı zamanda, Yûsuf el-Hemedânî tarafından bir zamanlar tayin edilen halifelerin de halifelikleri Ahmed Yasevi’nin irşad postuna oturduğu andan gücünü kaybetmiştir. İrşad görevine oturan mürşid ilahi iradeye uygun olarak onları yeniden seç-mek veya yenileri ile evez edebilir. Yani, Yûsuf el-Hemedânî kendisinden sonra halifelerinin irşad postuna oturma sırasını belirlemekle kehanette bulunması mümkün olmadığı gibi, kendisinden sonra irşad postunda oturacak yanlız bir halifesini tayin etmesi ve diğerlerinin de bir mürid olarak ona tabi olması dışında tüm söylenenlerin gerçek olması da mümkün değildir. Bu nedenle, tarikat kurallarına göre Abdulhalik Gucduvani Yûsuf el-Hemedânî’nin değil, yanlız Ahmed Yasevi tarafından seçilen halifesi olabilirdi.

Abdülhâlik Gucdüvânî Ahmed Yasevi’nin halifesi olmuş mudur?

Biz bununla ilgili olarak daha önceki konularda kısmen bah-setmiştik. Abdülhâlik Gucdüvânî Ahmed Yasevi’nin halifesi olmak için, onun halifeleri arasında yer alması gerekiyordu. Fakat, Ahmed Yasevi’nin halifelerinden ve onların sonraki dönemlere ait silsilelerinden bahseden Yasevi ve Nakşibendi kaynaklarında Abdülhâlik Gucdüvânî’nin ismi zikredilmiyor. Zaten, nakşibendi kaynakları da bu iddiada bulunmuyorlar. Nakşibendi kaynaklarında bir yandan Yûsuf el-Hemedânî’nin kehanette bulunarak “Hilafet nevbeti Ahmed Yesevi’ye erişin-ce, Türkistan vilayetine sefer edecek ve halife sen olacaksın!”

133

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

söylemesinden bahsediliyor, diğer yandan da Ahmed Yase-vi’nin “Bir müddet sonra gaipten gelen işaretle Türkistan’a gitmek icap edince Türkistan tarafına gittiği ve bütün yararına Abdülhalık Gucdüvani’ye tabi olmalarını tavsiye ettiği” yazı-lıyor. O zaman, Ahmed Yasevi’nin Türkistan’a gitmesi Yûsuf el-Hemedânî’nin kehaneti ile, yoksa gaipten gelen işaretle ger-çekleşmiştir? Yahut, Ahmed Yasevi hilafet nevbeti erişince onu terk edecek idise, o zaman onun bu göreve tayin olunmasının ne anlamı vardır? İrşad görevinde oturan bir şeyhin kendi yeri-ni bırakarak başka birisine vermesi ne kadar mümkündür?

Nakşibendi kaynaklarında sunulan bir çok bilgilerin tahrif edildiği ortadadır. Fakat, tahrif, gerçeklerin yerdeyişmesi ve kısmen değiştirilmesi ile hayata geçirilen mantıksal bir oyun-dur. Sundumuz bilgilerden anlaşılan odur ki, Ahmed Yesevi Türkistan tarafına gitmeden önce bir süre başka bir yerde bulunmuş ve orada onun fazla müridleri olmuştur. Bu yerin Semerkant olması gerekiyor. Zira, Semerkant tekkesi henüz 504 yılından önce Yûsuf el-Hemedânî’nin müridlerinin top-landığı esas irşad merkezlerinden biri idi. Ahmed Yasevi de 27 yaşında iken bu tekkede Yûsuf el-Hemedânî ile buluşmuş ve 35-36 yaşında (512-513) onun tarafından Semerkant’a halife tayin edilmiştir. Zaten, Divan-ı Hikmet’te Ahmed Yasevi bu dönemde talipleri yönetmek ve onları irşad etmek görevi ile görevlendirildiğini bildiriyor. Yani, o, 535 yılında Yûsuf el-Hemedânî’nin vefatına ve irşad postuna tayin olunana kadar bu görevi Semerkant tekkesinde 22-23 yıl yapmıştır. Burada oturan müridler 535 yılından sonra 58 yaşlı Ahmed Yesevi’ni mürşid gibi kabul etmişlerdir. Zira, Yûsuf el-Hemedânî vefat etmeden az önce bunu Merv’de birkaç müridlerinin karşısında Ahmed Yesevi’nin elinden tutarak irşad postuna tayin edildi-ğini ilan etmiştir. Buna, hem Merv’de bulunan Semerkant ve Buhara müridleri, hem de Merv’deki müridleri şahid olmuşlar. Böyle bir durumda, Ahmed Yesevi’nin postu 22 yaşlı ve kimse-nin tanımadığı birisine bırakarak ve bütün yararına Abdülhalık Gucdüvani’ye tabi olmalarını tavsiye ederek Türkistan tarafına gitmesi ne kadar mümkündür?

Bu mümkün değildir. Zira, Abdülhalık Gucdüvani ne Yûsuf

134

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

el-Hemedânî, ne de Ahmed Yesevi ile hiçbir ilişkide bulunma-mıştır. Nakşibendi kaynaklarının bu ilişkilerle ilgili sunduğu bilgilerin ise gerçeklere ters düşdüğü ortadadır. Aynı zamanda, Ahmed Yesevi yerini Abdülhâlik Gucdüvânî’ye bırakamazdı. O, yanlız müridlerinden birini Semerkant veya Buhara’ya hali-fe tayin ederek irşad merkezini Türkistana götürebilir veya ilahi gösterişle halifelerinden birine yeni bir tarikat kurmakla ilgili icazet verebilirdi. Fakat, onun halifeleri sırasında Abdülhâlik Gucdüvânî’nin isminin olmaması, zaten nakşibendi kaynakları-nın da böyle bir iddiada bulunmaması, bu ihtimalin de mümkün olmadığını ortaya koyuyor.

Ahmed Yesevi’nin bulunduğu yeri terk ederek Türkistan’a gitmesi ne kadar mümkündür?

Böyle bir olayın 536 yılında, yani Ahmed Yesevi’nin irşad postuna tayin edilmesinden bir yıl geçmemiş vuku bulduğunu düşünüyoruz. Fakat, bu gidiş irşad postunu Abdülhalık Guc-düvani’ye tahvil edilmesiyle değil, 536 yılında bölgede çıkan Katvan Savaşı ile ilgili olmuştur.

536 (1141) yılında olan Katvan Savaşında Sultan Sencer ve onun Maveraünnehir’deki taraftarları olan Karamanlılar gayri-müslim Karahitaylılara yenilerek büyük kayıplar verdiler. On-lara karşı savaşanlar arasında Ahmed Yesevi’nin müridlerinin de olması doğaldır. Hatta, onun oğlu İbrahim’in de bu savaşta veya diğer savaşlarda şehit düşdüğünü söyleyebiliriz.188 Zira, Müslümanların vatan topraklarını korumak ve böyle bir du-rumda özellikle gayri-müslimlere karşı cihada kalkmak imanın temel şartlarındandır. Bu nedenle, Ahmed Yesevi’nin soyu kı-zıyla devam etmiştir.

Maveraünnehir bölgesi uzun süre için gayri-müslim Kara-hitaylıların eline geçti. Semerkant ve Buhara şehirleri onların Maveraünnehir’de siyasi merkezi haline getirildi. Bu haber, Filistin bölgesinde Müslümanlarla savaşan haçlılara ulaştığın-da, onlar bundan ruhlanarak İslam topraklarına geniş saldırılar

188 İbrahim’in Yesi’ye yakın Suri (Suran, Savran, Sabran) kasabasının halkı tarafından öldürüldüğü hakkında bilgiler mevcuttur. Bu kasabanın nüfuzu şamanist Türk kavimleri de olabilirdi. Zira, Müslüman Türklerle şamanist Türkler arasında sürekli savaşlar her dönemde olmuştur.

135

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

yapmağa başladılar. Türk asıllı gayri-müslim Karahitayların iktidarı altında olan Müslümanlar onlara vergi vermek zorunda kaldı ve dinlerini yaşamada sıkıntı çektiler. Bölgede Hıristiyan, Budist, Manihey toplumlarlar Müslümanların fealiyetinin kar-şısına geçti. Böyle bir durumda Ahmed Yesevi’nin ve onun mü-ridlerinin ne kadar zor şartlar altında olduklarını düşünmek zor değildir. Bu nedenle, Ahmed Yasevi 536 (1141) yılından sonra irşad merkezini Semerkant’tan Yesi’ye göçürmek zorunda kal-mıştır. Bunun diğer bir kanıtı da, Ahmed Yesevi mirasının, Ma-veraünnehr’den, diğer Orta Asya bölgelerinden farklı olarak189 Seyhun mıntıkası ile Kırgız-Kazak Bozkır kültüründe bugüne kadar daha derin iz bırakması ve kabrinin orada bulunmasıdır. Zaten, Ahmed Yasevi kendi divanında da bunu tasdik ediyor:

Gurbete düşüp öz şehrine döndü yineTürkistan’da mezar olup kaldım (Hikmet 16).Fakat, Ahmed Yasevi’nin Maveraünnehr’in, Orta Asya’nın,

Horasan ve Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde halifelerinin ve devamçılarının olması, bir daha onun yanlız Yesi ile sınırlan-madığını, sadece Yesi’nin onun esas irşad merkezi olduğunu gösteriyor.

Yûsuf el-Hemedânî Ahmed Yasevi’den başka diğer bir hali-fesine de paralel şekilde irşad etmek hakkında icazet verebilir miydi?

Araştırmalar böyle bir şeyin mümkün olmadığını gösteriyor. Yani, böyle bir şey olmuş olsaydı, bununla ilgili olarak küçük bir bilgi ortada olurdu. Oysa, böyle bir bilgi yoktur. Aksine, tüm bilgiler Yûsuf el-Hemedânî’nin kendisinden sonra irşad postuna bir halife tayin etmesinden bahsediyorlar. Araştırma-lar sonucu bu halifenin Ahmed Yasevi olduğu ortaya çıktı. O zaman, Hacegan tarikatının Ahmed Yasevi ile devam ettiğini ve sonradan Yaseviliğin ondan ayrıldığını düşünebilir miyiz? Ahmed Yasevi Semerkant’tan Yesi’ye gittiğinde gaipten gelen işaretle (Reş 11) halifelerinden birine irşad için icazet verebilir miydi?

189 Timur sulalesinin ve XVI. asırda hanedanın nakşbendi şeyhlerine murid olması sayesinde – nakşbendilik diğer tarikatlar üzerinde güç kazanmış ve Maveraünnehr’de pekçok güçlenmiştir.

136

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Ahmed Yasevi’ni Buhara, Semerkant ve diğer yerlerde tem-sil eden halifeleri olmuştur. Anlaşıldığı gibi, Ahmed Yesevi Semerkant’ı terk ettiğinde oraya kendi halifesini bırakmıştır. O, gaipten gelen işaretle (Reş 11) halifelerinden birine yeni tarikat kurmak için icazet verebilirdi. Fakat, o şahsın (yani halifesinin) Abdülhalık Gucdüvani olmadığı malum. O zaman, bu yeni yaratılan hangi tarikat olabilirdi? Ahmed Yasevi’nin halifelerin-den hangisi bu tarikatın kurulmasıyla ilgili olarak görevlendi-rilmiştir?

Bilindiği gibi, bu dönemlerde Orta Asya’da ilk ortaya çıkan tarikatlar Hacegan, Yaseviyye ve sonra Kübreviyye tarikat-ları olmuştur. Hacegan tarikatının temeli Yûsuf el-Hemedânî tarafından koyulmuştur. Yani, Yûsuf el-Hemedânî Hacegan tarikatının kurucusu olmuş ve onun halifesi Ahmed Yasevi ise Yaseviyye tarikatını kurmuştur. Kübreviyye’nin oluşmasında da Ahmed Yasevi’nin veya Yaseviliğin ve Hacegan tarikatının etkisini bir kenara bırakmak doğru olmazdı. Fakat, burada bazı sorular ortaya çıkıyor: Yûsuf el-Hemedânî Hacegan tarikatının başıdırsa ve Ahmed Yasevi Hacegan silsilesinde onun halifesi-dirse, o zaman Yaseviyye tarikatının kurucusu kimdir? Yahut, Ahmed Yasevi Yaseviyye tarikatını kurmak için Yûsuf el-He-medânî’den icazet almışsa, o zaman Yûsuf el-Hemedânî’nin Hacegan silsilesinde halifesi kim olmuştur?

Ahmed Yasevi’nin Hacegan silsilesinde Yûsuf el-Heme-dânî’nin halifesi olması tartışma konusu olamaz. Nakşibendi kaynaklarında sunulan Hacegan silsilesinde Yûsuf el-Heme-dânî’den sonra yer alan şahıs Abdülhalık Gucdüvani’dir. Fakat, Yaseviliğin bir devamı ve kolu olarak ortaya çıkan Baktaşilik tarikatının silsilesinde Pir Hünkar Hacı Bektaş Veli el-Horasa-ni’den önce Şeyh Lokman Perende el-Horasani’nin ismi, ondan önce de Hoca Ahmet Yesevi, Yûsuf el-Hemedânî ve Şeyh Ebu Ali Farmedi’nin isimleri geçiyor. Yani, bu silsilelerde Hoca Ahmet Yesevi Yûsuf el-Hemedânî’nin halifesi olarak biliniyor. Araştırmalarımızın sonuçları da bunu kanıtlıyor. O zaman, Hacegan silsilesinde Yûsuf el-Hemedânî’den sonra Abdülhalık Gucdüvani’nin değil, Ahmed Yasevi’nin isminin geçmesi gere-kiyordu. Zira, Gucdüvani’nin Yûsuf el-Hemedânî’nin halifesi

137

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

olması ihtimalinin mümkün olmadığını artık önceki konularda kanıtladık. Fakat, Ahmed Yasevi’nin aynı zamanda hem Ha-cegan, hem de Yasevi tarikatı şeyhi olarak görev yapması ne kadar mümkündür?

Hacegan tarikatının Orta Asya’da yaranan ilk tarikat hesap edebiliriz. Zira, bu tarikatın ismi Hace Yûsuf el-Hemedânî ile ilgili ortaya çıkmıştır. Nitekim silsilede “hâce”190 lakabını taşı-yan ilk sûfî de odur. Divanı-ı Hikmet’ten malum olduğu gibi, Ahmed Yasevi de Hace ismiyle tanınmıştır. Ahmed Yasevi’nin Hâce (çoğulu Hâcegân) olarak anılması, onun Hacegan tarika-tının şeyhi olduğunu gösteriyor. Hace Ahmed Yasevi Hacegan tarikatının şeyhi olarak irşad merkezini Yesi’ye götürmüş ve bir süre sonra orada kendi halifelerinden birine ilahi irade ile yeni tarikat kurmak hakkında icazet vermiştir. Fakat, yeni kurulan tarikat onun ismiyle anılarak Yaseviyye gibi tanınmıştır. Zira, şehirlerde oturan halk onu şeyh kavramının karşılığı olarak Hace, kırlarda oturan göçebe Türkler ise onu Ata adlandırmış-lardır.191 Aslında, Yesi’de Ahmed Yesevî, sonralar kendi ismiyle tanınan yeni bir kolun, yani Yaseviliğin temelini koymuştur. Bu nedenle, Yaseviliğe Orta Asya bölgesinde Ahmed Yesevî’nin “Sultan” lakabına nisbetle Sultâniyye, cehrî zikir yapmaları sebebiyle Cehriyye ve mensuplarından çoğunun Türk olması sebebiyle Silsile-i Meşâyih-i Türk de denilmiştir.

190 “Hoca, Hace” sözünün kökünü İran dillerinde arayanlar da olmuştur. Fakat, F. Köprülü bu sözün Türk kökenli olduğunu ve “Koca, ihtiyar, bilge” manalarında kullanıldığını söylemiştir. Daha XII. yüzyılda “sahip, efendi, tahsil görmüş kişi” anlamlarında kullanılıyor, kadılar, imamlar, şehir reisleri bu lakapla anılıyordu. Ticaretle uğraşanlar ve zenaat ehli olanlar da bunlar arasında yer alıyor, meselâ “hâce-i bâzâr” tabiriyle esnaf ve tüccar kastediliyordu. Köylerde ve şehirlerde servet ve mevki sahibi olanlara da hâce deniyordu. Safevîler döneminde bu kelime İran sahasında hadım ağalarına ve müslüman olmayan tüccara ait bir unvan haline gelmişti (İslam Ansiklopedisi. c.18, s. 187).191 Türkler eskiden ve Ahmed Yasevi’den sonra dinî bir kutsiyet de izâfe ettikleri menkıbevî şahsiyetlere, dervişlere, şeyhlere, ululara ve toplum içinde saygı kazanmış yaşlı kimselere ata veya bab (baba) unvanını verirlerdi (Korkut Ata, İrkıl Ata, Çoban Ata, Zengi Ata, Mansur Ata, Sâhib Ata). Ata kelimesinin Orta Asya’da Türk sûfîleri arasında XII. yüzyıldan beri şeyh yerine kullanıldığı bilinmektedir. Türkistan’da ve İdil havzası Türkler’inde şeyhler için “îşân” tabirine de rastlanır. Bazı tarikat mensupları Anadolu’da şeyh yerine “baba” kelimesini tercih etmiştir. Bektaşîler’de şeyh mevkiindeki kişiye XVI. yüzyıldan itibaren “dede-baba” denilmiştir. (İslam Ansiklopedisi. C. 39. s. 52).

138

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Ahmed Yasevi’nin yolunu kırlarda devam ettiren halifeleri Ata,192 şehirlerde devam ettiren halifeleri Hace ismiyle anıl-mışlardır.193 Aslında, şehir ve kır hayatında olan farklılıklar Hacegan ve Yaseviyye tarikatlarının ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Zira, şehirlerde oturan halkın edebi dili fars dili ve ilmi bilikleri olduğu halde,194 kırlarda oturan eğitimsiz hal-kın tek konuştuğu dil Türk lehcesi idi. Bu nedenle, onların her yönden eğitilmesi için, farklı yöntemlerin tatbiki gerekiyordu. Özellikle, Ahmed Yasevi’nin Yesi’ye yerleşmesi, burada yeni Türk kültür değerlerinin oluşmasına ve onların gelişmesine ne-den olmuştur. Ahmed Yasevi yanlız kuzey Maveraünnehir için değil, tüm bölge için irşad fealiyetinde bulunmuştur. O, Anado-lu’ya gelen ve onu islamlaştıran Hacı Baktaşi Veli gibi büyük erenlerin kaynağı olmuştur.195 Onun halifelerinin, müridlerinin Maveraünnehir’in çeşitli yerlerinden oldukları (Buhara, Şaş, Harizem) ortadadır. Ahmed Yasevi Maveraünnehir’de irşad fea-liyetiyle Türkçenin yazı diline çevrilmesinin ve Türk edebi dili-nin temelini koymuştur. O zaman, Ahmed Yasevi’nin irşad fea-liyetinin Maveraünnehir’in kuzeyi ile sınırlandırılması, Buhara, Semerkant gibi bölgelerde irşadı başkalarına bırakmasıyla ilgili bilgiler doğru değildir. Bu nedenle, Ahmed Yasevi’nin halife-leri onu ilk Ata olarak değerlendirmiş ve yeni yaranan tarikatın ismini onun ismiyle (Yaseviyye) başlamışlardır. Fakat, sonralar Orta Asya Nakşibendî şeyhleri Hâce lakabını kullanmaya de-

192 Tasavvuf cereyanının Türkler arasında yaygınlaşmasından sonra, bilhassa Babaîler ve Bektaşîler gibi bir kısım tarikat mensupları Anadolu’da ata yerine baba tabirini kullanmışlardır. XII. yüzyılda Anadolu Selçuklu Devleti’ne karşı siyasî-dinî bir hareket olarak ortaya çıkan Babaîlik akımının kurucusu Baba İlyas ile meşhur müridi Baba İshak, yine Selçuklu devri mutasavvıf şairlerinden Baba Hasan, Baba Ferec, Barak Baba hep bu unvanla tanınmışlardır. Ayrıca bir esnaf kuruluşu olan ahî birliklerinin başkanları (Ahî Baba) ile gemi reislerine de baba (Baba Oruç) denilmiştir. (ATA - Coşkun Alptekin. İslam Ansiklopedisi. c.4, s. 33).193 Ahmed Yasevi kendi divanında kendisine Hace Ahmed diyor:Kahhar adlı kahrından korkup ağlar Hâce Ahmed;Rahman adlı rahmından ümit tutar Hâce Ahmed.194 Şehirlerde oturan halk özellikle Türklerden ve Fars lehcesinde konuşan Taciklerden oluşuyordu. Fars dili şehirlerde eğitim dili idi. Fakat, gündelik konuşulan dil hem Türk, hem de Fars dilleri idi. Şehirlerde oturan halk her iki dilde serbest konuşuyordu. Bugün de Buhara ve Semerkant gibi şehirlerde durum böyledir. 195 Divan-ı Hikmet. s. 19.

139

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

vam etmişlerse de Hâcegân, Nakşibendîlik’ten ayrı bir tarikat olmuş XVI yüzyıldan sonra Nakşibendîliğin içinde eriyerek kaybolmuştur.196 Nakşibendi kaynaklarının yazarları sonraki dönemlerde Ahmed Yasevi’nin ismini Hacegan silsilesinden çıkarıp yerine Abdülhalık Gucdüvani’nin ismini koymuşlardır.

Ahmed Yasevi hangi halifesine ilahi irade ile yeni tarikat kurmak hakkında icazet verebilirdi?

Katvân savaşından sonra (536) Maveraünnehir’de Harizm esas İslam kültür merkezlerinden birine çevriliyordu. Ahmed Yasevi’nin Harizm’deki halifesi Hakim Ata (Süleymân Bağır-gân: öldü 582\1186/87) olmuştur. Biz onun Ahmed Yasevi’nin diğer halifelerinden (Mansur Ata – öldü 594\1197/98; Said Ata – öldü 614\1218/19) daha erken vefat ettiğini, onun halifeleri-nin Yasevilik silsilesini oluşturduklarını, Harizm sultanları ve halkının ona büyük bir alim ve evliya gibi saygıda bulunmala-rını dikkate alırsak, o zaman Hakim Ata’nın Ahmed Yasevi’nin icazeti ile Yaseviyye tarikatının kurucusu olduğunu iddia ede-biliriz. O, 20 yıl (562-582) bu görevi hayata geçirdikten sonra şeyhlik postunu Zengi Ata’ya (vefatı 656\1258-59) bırakmıştır (Reş 11-12).197 Yani, Hakim Ata’nın Harizm’deki irşad döne-minde (562-582) sonralar Kübreviyye tarikatının kurucusu olan Necmeddin Kübra’nın (yaklaşık 540\1145’ta Hârizm’in Hîve şehrinde doğdu ve öldü 618/1221), onun etkisi dışında kaldığı-nı düşünmek zordur.

Kaynakların sunduğu bilgilerden ve onların araştırılmasın-dan gelinen sonuç ilginçtir. Yani, nakşibendi kaynaklarında Abdülhâlik Gucdüvânî’nin Yûsuf el-Hemedânî ile iddia olunan ilişkilerinin gerçek olmadığı ortaya çıktığı gibi, onun Ahmed Yasevi ile de hiç bir ilişkide olmadığı aydın oldu. Böyle bir du-rumda, Abdülhâlik Gucdüvânî’nin hiçbir silsileye bağlanmadı-ğını ve kendisinden yeni bir yol ihdas ettiğini söylemek dışında hiçbir ihtimalin mümkün olmadığı ortadadır. Zaten, nakşibendi kaynakları da dolayı olarak Abdülhâlik Gucdüvânî’nin Yûsuf el-Hemedânî’ye değil, Hz. Hızır’a tabi olması, Yûsuf el-Heme-

196 İslam Ansiklopedisi. C. 14. S. 431.197 Hazinetü’l-Asfiya. c. I, s. 539. Konuyla ilgili olarak önceki “Hace Ahmed Yasevi” konusuna dikkat ediniz.

140

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

dânî’nin sesli zikrine karşı çıkarak sessiz zikir yapması ve diğer tasavvufa aykırı kurallar ortaya koyması hakkında olan bilgiler-le bunu söylemektedirler.

Abdülhalik Gucdevânî’nin kurduğu yol ve onun kuralları

Nakşibendi kaynaklarında Gucduvanî’nin hayatı ile ilgili bilgiler onun yanlız genclik dönemini kapsıyor. Onun sonraki dönemlerdeki hayatı ve fealiyeti hakkında (birkaç söz dışın-da) bir bilgi ortada yoktur. Aslında, onun genclik döneminden sonraki hayatı hakkında bilgilerin sunulması icab ediyordu. Anlaşılan odur ki, onun sonraki döneme ait fealiyetleri saklan-mıştır. Onun hayatının gizli kalmasının nedeni, onun gizli bir hayat yaşaması ve sessiz zikir yapması ile ilgili olmuştur. Guc-duvanî ve onun taraftarları, çevredeki Müslümanlar, özellikle diğer tarikat temsilçileri tarafından yaptıkları bidatlar yüzünden olumsuz karşılandığından ve tazyiklere maruz kaldıklarından dolayı dar bir çevrede tanınmış ve “gizli zikrin gayesi olarak da yabancıların gözünden saklanmayı şiar kabul etmiştir.” (Reş 21-22). Aslında, buradaki “yabancılar” onun çevresini oluştu-ran Müslümanlar olmuştur. Zira, Buhara’da gayri-müslimler azınlık idi.

Gucduvanî’nin hayatının kaynaklarda saklanılmasına rağ-men, onun nasıl bir hayat yaşadığını, nasıl düşündüğünü ve hangi fealiyette bulunduğunu bu kaynakların kendisinden araştırılma yolu ile öğrenmek mümkündür. Bunu, buraya kadar yaptığımız araştırma yöntemleriyle nasıl ortaya koyduksa, de-vamını da öyle yapacağız, inşaallah.

Yûsuf el-Hemedânî vefat etmeden birkaç ay önce posta Ah-med Yasevi’yi tayin etmesi, birkaç insanları rahatsız etmiştir. Onların başında Abdullah Berki ve Hasan Endeki’nin olduğunu düşünüyoruz. Zira, nakşibendi kaynaklarında bildirildiği gibi, bu insanlar Yûsuf el-Hemedânînin emirlerine karşı çıkarak ve ona itaat etmeyerek, kendilerine has bir yol tesis etmişlerdir. Tabii ki, 535 yıllarında Yûsuf el-Hemedânî vefat etmeden bir-kaç ay önce posta Ahmed Yasevi’yi tayin etmesi, onları Ahmed

141

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Yasevi’ye karşı bir cehbede birleşmesini sağlamış ve onların yanında oluşan bir cemaat aracılığıyla bir dini-ideoloji kuru-mun temellerinin atılmasına neden olmuştur. Anlaşılan odur ki, Abdullah Berki ve Hasan Endeki şeyhlik iddiasında bulunmuş ve buna ulaşamayınca, kendi kafalarından yeni bir tarikat kur-mak yoluna koyulmuşlardır. Reşahat eserinde Hasan Endâkî ‘nin “müritlerini terbiye etmekte son derece hususî ve tesirli bir usule sahip” olduğu bildiriliyor (Reş 10). Böylece, Mavera-ünnehir’de Yûsuf el-Hemedânî ile devam eden velayet yoluna karşı Hasan Endâkî ve Abdullah-ı Berakī tarafından yeni batıl bir yolun ortaya koyulması söz konusu olabilir. Biz daha önce-ki konularda bununla ilgili olarak bahsetmiştik.198

535 yılında 22 yaşında olan Gucduvanî, Buhara’da Abdullah Berki ve Hasan Endeki’nin cemaatine katılmıştır. 536 yılında Katvan savaşından sonra Buhara ve Semerkant şehirlerinin gayri-müslim Karahitaylıların eline geçmesi, Hacegan cemaa-tinin ve onun şeyhi Ahmed Yasevi’nin durumunu götüleştirdi. Kaynaklarda Ahmed Yasevi’nin oğlu İbrahimi katleden ve ona (onun taraftarlarına) karşı zülüm yapan bir topluluktan bahse-diliyor. Düşünüyorum ki, bu munafıkların ve gayri-müslimlerin bir araya geldiği bir topluluk olmuştur. Ahmed Yasevi’nin düş-manlarının da onlarla işbirliğine girmelerini ve onların aracı-lığıyla güç elde etmek istediklerini istisna etmek olmaz. İşte, bu dönemde Abdullah Berki ve Hasan Endeki’nin cemaatinin Buhara ve Semerkant’ta güç kazandıklarını ve sonuçta, Ahmed Yasevi’ni Semerkant’ı terk ederek Yesi’ye gitmek zorunda bıraktıklarını söyleyebiliriz. Bu konu üzerinde daha derin ince-lenme yapılmalıdır.

Buhara’da Hasan Endâkî tarafından yaratılan bir cemaat harekatı gayri-müslim Karahitaylıların himayesi altında gelişe-rek bir dini-ideoloji cemaat haline gelmiştir. Hasan Endâkî’nin vefatından sonra (1157) cemaata Abdullah-ı Berakī ve onun da vefatından sonra (1160) cemaata Abdülhalik Gucdevânî reh-berlik etmiştir. Aslında, bu cemaat sonralar Nakşibendiyye’nin temelini oluşturuyor. Bu nedenle, Reşahat’ta bu üç kişinin ismi 198 Bununla ilgili olarak “Yusuf Hemedani’nin iddia olunan ilk halifeleri: Abdullah Berki ve Hasan Endaki” konusuna bakınız.

142

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

bir yerde geçiyor. Ahmed Yasevi’nin bu isimler arasında zik-redilmesinde amaç, bu cemaatin Yûsuf el-Hemedânî’ye bağlı silsilede yer almasını sağlamak olmuştur.

Nakşibendi kaynaklarında yazılıyor: “Hoca Yusuf’tan son-ra Hoca Abdulhalik riyazetle meşgul oldu, ama hallerini gizli tuttu. Velilikte öyle bir mertebeye erdi ki, bir namaz vaktinde Kabe’ye gidip gelirdi.” (Nef 500) veya “Abdülhalik Gucdevanî bu vaziyette riyazete başlıyor ve geçirdiği halleri gözlerinden saklamakta çok titiz davranıyor. Ve her an velayet ve keramet-leri ilerliyor.” (Reş 23).

Riyazet – nefsin terbiyesi ile bağlı bir kavramdır. Hıristiyan-lık ve Budizm’de riyazet terkidünyalık ise, İslam’da (tasavvuf-ta) dinin emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmakla daha iyi bir dinî hayata kavuşmak, daha doğrusu dünya ve hayatı gerçek manada anlamak demektir. Fakat, tasavvuf ve mürşidi-kamil dışında böyle bir amacın yüceliklerine ulaşmak mümkün değildir.199 Bunu, aynı zamanda Ahmed Yasevi de tasdik et-miştir.200 Fakat, “Hoca Yusuf’tan sonra Hoca Abdulhalik riya-

199 Nefis terbiyesinin şekli sâlikin yetenek ve hallerine göre değişir. Bu sebeple sûfîler, riyâzetin bilgili ve samimi bir rehberin denetiminde gerçekleştirilmesi gerektiği üzerinde önemle durmuşlardır. Gazzâlî bu yoldaki rehberin durumunu tabiplerle mukayese etmiş, hastanın hekim gözetiminde ilâç alması gerektiği gibi riyâzetin de bu işin erbabının kontrolünde yapılması gerektiğini söylemiştir (İĥyâ, III, 59). Usulsüz yapılan ağır riyâzetler kâmil insan olmayı temin etmediği gibi beden ve ruh sağlığının, aklî dengenin bozulmasına, bâtıl inançlara sapılmasına sebep olabilir (a.g.e., III, 19; İbn Haldûn, Şifâü’s-sâil, s. 31). İslam ansiklopedisi. C 35, s 143200 Mürşidlerin hizmetini kıl ihtiyar; Kendiliğimden yola girdim, deme zinhar; İyi bilsen, tarikatın tehlikesi var; Kılavuzsuz iş bu yola girmeyin dostlar. Tarikate şeriatsiz girenlerin Şeytan gelir imanını alır imiş. İşbu yolu pîrsiz dâva kılanları Şaşkın olup ara yolda kalır imiş. Tarikate siyasetli mürşit gerek; O mürşide itikatli mürit gerek; Hizmet kılıp pîr rızasını bulmak gerek; Böyle âşık Haktan nasip alır imiş. Pî rızası Hak rızası olur dostlar; Hak Taâlâ rahmetinden alır dostlar; Riyâzette sır sözünden bilir dostlar; Öyle kullar Hakk a yakın olur imiş. İş bu yola birader pîrsiz girme;

143

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

zetle meşgul oldu, ama hallerini gizli tuttu.” İşte, tekbaşına bir riyazetle nefsi-mülhime mertebesini aşmak mümkün olmadığı halde, Abdülhalik Gucdevânî nasıl da nefsin daha yüce mer-tebelerine ulaşarak bir namaz vaktinde Kabe’ye gidip gelmiş, gizli bir veli-kutub ve yüce kerametler sahibi olmuştur. Fakat, bir mürşidi-kamile tabi olmadan ve onun yanında riyazet halını yaşamadan böyle bir makama ulaşmak mümkün değildir. Oysa, biz Abdülhalik Gucdevânî’nin hiç bir mürşide bağlanmadığını ve sadece Yusuf Hemedanî’nin ismini kullandığını gördük.

Fakat, böyle yalan ve uydurmalar Buhara’da değil, yanlız yerleşdiği Gucdevan köyünün cahil ve munafıkları arasında ge-çerli olabilirdi. 1160 yılından sonra rehberlik ettiği dini-ideoloji kurumun merkezi de Gucdevan köyü olabilirdi. Zira, Buhara Karahitaylıların himayesi altında olmasına rağmen, eski İslam kültür merkezi niteliğini kaybetmemiştir. Abdülhalik Gucde-vanî Buhara’da fealiyet göstermiş olsaydı, onun Buhara alimle-ri ile söhbetlerinden veya tartışmalarından bahsedilirdi. Fakat, böyle bir bilginin ortada olmadığından dolayı, biz bu kurumun Hasan Endâkî’nin döneminden başlayarak Abdülhalik Guc-devânî’ye ve hatta daha sonraki dönemlere kadar kapalı bir or-tamda geçintiğini düşünebiliriz.201 Özellikle, XV yüzyıldan baş-layarak Ubeydullah Ahrar bu kuruma bir tarikat donu giydirmiş ve seleflerinin isimlerini Hacegan silsilesine yerleştirmiştir.

Nefahat eserinde yazılıyor: “(Abdülhalik Gucdevânî’nin) Şam-ı Şerif’te bir çok müridi vardı. Hangah ve asitane kurmuş-lardır.” (Nef 500). Bu dönemde Şam Müslümanlarla Hıristiya-ların bir arada oturduğu, Haçlılarla Selçukluların savaştığı bir yer idi. Onun Şam’da müridlerinin olması ve orada hangah ve asitane kurması hakkında bilgi ilginçtir. Zira, bu bilgi dışın-da hiç bir yerde onun Şam’da müridlerinin olması ve onların

Hak yâdından bir an gâfil olup yürüme; Mâsivaya akıllı isen, gönül verme; Lânetli şeytan kendi yoluna salar imiş.Kul Hâce Ahmed, iman üzere tevbe kıl sen; İman ile varan kullar ölmez imiş. (Divan-ı hikmet).201 Ortaçağ Avrupada da Vatikan kilisesinden korunmak için gizli fealiyet gösteren mason kurumları olmuştur. Onlar Hıristiyanlığın içinde birkaç Protestantlık kollarının yaranmasına etki sağlamışlardır.

144

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Buhara’ya gelerek Gucdevânî ile görüşmeleri hakkında bilgi verilmiyor. Anlaşılan odur ki, Gucdevânî’nin Şam ile ilişkileri olmuş, fakat nedense bu ilişkiler hakkında bilgiler saklı tu-tulmuştur. Biz, eğer nakşibendi kaynaklarına dayanarak Guc-devânî’nin ebeveynlerinin Malatya hükümdarı ile akraba oldu-ğunu hatırlarsak, o zaman bazı konular bize aydın olabilir. Zira, Malatya’nın Ermeni kralı Gabriel’in kız torunları bu dönemde Küdüs’te kurdukları Haçlı devletini ve Şam’da birkaç yerleri yönetiyorlardır. Gucdevânî’nin Şam ve Küdüs’teki akrabaları ile sürekli ilişkiler halinde bulunması veya onların da onu zi-yarete gelmeleri doğaldır. Fakat, doğal olmayan bir Müslüman alimin bunu yapmasıdır. Zira, o, bir Hıristiyan alimi olarak değil, bir Müslüman alimi olarak tanıtılmıştır. Bu nedenle, bu bilgiler saklı tutulmuştur.

Abdurahman Cami Abdülhalik Gucdevânî ile ilgili menkı-belerin birinde böyle anlatıyor: “Bir Aşure günü kalabalık bir cemaat Hocanın hüzurunda oturmuşlardır. Hoca marifetten söz ediyordu. Zahit suretinde bir genç çıkageldi. Sırtında hırka, omuzunda seccade olduğu halde geçip bir köşede oturdu. Hoca şöyle bir baktı. Bir süre sonra genç kalktı ve şöyle bir soru sor-du: “Hz. Risalet (sav) “Mü’minin firâsetinden korkunuz. Çün-kü o, Allahın nûru ile bakar” buyurmuştur. Bunun sırrı nedir?” (Abdülhâlık Gucdüvânî): “Bu hadisin sırrı (belindeki) zünnârı-nı202 kesip iman getirmendir!” buyurdu. Genç: “Zünnarın olma-sından Allaha sığınırım” Hoca hizmetçiye işâret etti. Hizmetçi gelip gencin arkasından hırkasını çıkardı. Hırkasının altında zünnâr gözüktü. Daha sonra genç zünnarını kesip imana geldi. Hz. Hoca şöyle buyurdu: “Ey dostlar! Geliniz ahde muvafakat edip, zünnârlarımızı kesip imân getirelim. Bu kişi zahiri zünnâ-rı kesti. Biz de kibir ve gurûrdan ibaret olan batın zünnârı kese-lim. Genç affa uğradı, biz de mağfur olalım.” Dostlar arasında bir tuhaf hâl meydana geldi. Hepsi Hâcenin ayağına kapanıp tevbelerini yenilediler.” (Nefahat 500-501)

Bu menkıbede dikkatimizi çeken Gucdevânî’nin olayla ilgili yorumu ve çelişkili bilgilerdir:202 Hıristiyanların ibâdette bellerine bağladıkları ve ucunda haç asılı parmak kalınlığında yuvarlak ip.

145

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

- Hıristiyan genc (zahiri) zünnarını kesmekle imana gelmiş ve affa uğramıştır. Aslında, onun mecliste bulunanlar arasında kelime-i şehadet getirmesi icab ediyordu. Abdurrahman Cami “Nefahat” eserinde böyle bir şeyden bahsetmiyor. Ben böyle bir şeyin olmadığını düşünüyorum. Zira, az önce kaynaklara dayanarak anlattımız gibi, Gucdevânî’nin kendisi de kelime-i şehadetin dil ile ikrar edilmesine karşı olmuştur. Yani, ona göre kelime-i tevhid, Allah’ın isimleri ve İslam ile ilgili ne varsa hepsinin dilde yasaklanması, kalbinde tasdiklenmesi, amellerin ise her kesden gizledilmesi gerekiyordu. Dilde ve amelde ger-çekleşmeyen ve kalbde gizledilen bir duygu imandan başka her bir şey olabilir. Zira, dil ve amele yansımayan imanın kalbde sönmek korkusu hadislerce sabittir.

- Müslüman, Allah (c.c) ve Hz. Muhammed’e (sav) iman ge-tirmekle iman ehli olmuyor da, neden Hıristiyan genc kelime-i şehadet getirmeden zünnarını kesmekle iman ehli oluyor?

Her bir Mümin Müslümandır. Fakat, her bir Müslüman Mümin değildir. Oysa, kelime-i şehadet getirmeyen bir Hıris-tiyan mümin değil, Müslüman bile olamaz. Zira, Hıristiyanlık Allah’ın (c.c) birliğine şirk koşuyor. Bu nedenle, Müslümanlar arasında kelime-i şehadeti dili ile ikrar etmedikce, Allah (c.c) onu asla af edemez.

- Bu menkıbeden anlaşılan odur ki, Hıristiyanlar dış kıyafe-lerini, zahiri simgelerini (zünnarı) terk etmekle iman ehli olabi-lirler. Zira, Hıristiyanlık tam imanın kendisi olan hak din, onun temsilçileri ise, nefsin götülüklerinden kurtulmuş meleklerdir. Müslümanlar ise, batın zünnardan, yani nefislerindeki kibir ve gururdan kurtulduklarında bu genc, yani Hıristiyanlar gibi iman ehli olabilirler. İşte, Gucdevânî bu menkıbede dolayı olarak Hıristiyanlığın hak din olduğunu ve hatta İslam dininden üstün olduğunu göstermeğe çalışmıştır.

Gucdevânî’nin çevresinde toplanan insanlar arasında Müs-lüman gibi gözüken Hıristiyanların olduğu anlaşılıyor. Onun etrafında toplanan insanlar arasında ilk önce onun akrabaları, Buhara’da muhacirette olan hemşireleri ve Gucdevân köyünde oturan Müslüman genclerin bir kısmı olmuştur. Zira, Gucdevâ-ni’nin tüm hayatı Gucdevân köyünde ve kısmen Buhara’da

146

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

geçmiştir. Bu nedenle, Gucdevâni çevresindeki insanların hepsini iyi tanımıştır. Aslında, bu olay meclisde bulunan Müs-lüman gencler için yapılan bir gösteri olmuştur. Maksat, Guc-devâni’nin Allah’ın (c.c) nûru ile bakan bir mümin, bir evliya olduğunu kanıtlamak ve avam Müslümanları onun söyledikleri-ne inanmalarını sağlamak idi. Ahmed Yasevi döneminde böyle munafıklıkların olduğuna işare ederek söylüyordu:

Riya tesbihi elinde, zünnar belde, bilseniz;Hak rızası budur ki aşk ticaretini kılsanızReşahat eserinde Gucdevâni’nin kurduğu yolun kuralları

böyle anlatılıyor: “Abdulhalik Gucdevanî Hazretlerinin 8 düs-turu vardır ki, tarikatın temel ölçülerini temsil, kemâl rejiminin muhteşem planını teşkil eder: “Huş der dem, nazar ber kadem, sefer der vaten, halvet der encümen, yad-ı kerd, baz-ı keşt, ni-gah-ı daşt, yad-ı daşt. Son ölçünün “bunlardan başka her şey ziyandır!” manasına bir de eki var. Ayrıca 3 düstur daha: vukuf-u zamanî, vukuf-u adedî, vukuf-u kaibî. Bunlarla beraber hepsi 11 ölçü.” (Reş 24).203

Aslında, bunlar tasavvuf tarihinde söylenen yeni fikirler de-ğildir. Gucdevâni veya onun devamçıları zamanla tasavvuf ede-biyatına dayanarak ve onlardan yararlanarak sundukları bu bil-gileri farklı kavramlar altında sistemleşdirmiş, kendi düşünce ve isteklerine bağlı olarak onlara yeni manalar kazandırmışlar-dır. İşte, bu fealiyetlerin sonucunda Abdülhalik Gucdevânî’nin ismi altında sunulan Nakşibendiyye’nin farklı ölçü ve kuralları 203 Hâcegân tarikatının sonradan Nakşibendîliğin mânevî yönünü de tayin eden sekiz prensibi Gucdüvânî tarafından ortaya konulduğu iddia ediliyor. “Kelimât-ı kudsiyye” diye meşhur olan bu prensipler şunlardır: 1. Hûş der-dem. Dervişin aldığı her nefeste gafletten kaçınması, Hakk’ı unutmaması. 2. Nazar ber-kadem. Yürürken gaflete sebep olacak herhangi bir şeyi görmemesi için gözünü ayağına dikmesi. 3. Sefer der-vatan. Lüzumsuz seyahatlerden vazgeçip kendini beşerî sıfatlardan ilâhî sıfatlara ulaştıracak olan iç âlemindeki yolculuğa yönelmesi. 4. Halvet der-encümen. Sûrette ve zâhirde halk içinde bulunurken mânen ve bâtınen Hak ile beraber olması. 5. Yâdkerd. Diliyle veya gönlüyle Hakk’ı zikretmesi. 6. Bâzgeşt. Zikir yaparken kelime-i tevhidin ardından, “İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî” (Allahım! Maksadım sensin, gayem senin rızânı kazanmaktır) cümlesini tekrarlaması. 7. Nigâhdâşt. Kelime-i tevhidi söylerken aklından bütün yersiz düşünceleri atması. 8. Yâddâşt. Her zaman Hak’tan âgâh olması. İlk yedi prensibin hedefinin bu sonuncusunu gerçekleştirmek olduğu söylenir. Bu prensipler, büyük bir ihtimalle Hâce Bahâeddin tarafından ortaya konan üç prensiple (vukūf-ı zamânî, vukūf-i adedî, vukūf-i kalbî) tamamlanmıştır (Sâfî, s. 20-28).

147

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

ortaya çıkmıştır. Biz onların bazıları hakkında konuştuk ve ile-ride de bahsedeceğiz.

Abdülhalik Gucdevânî’nin yaratdığı ölçü ve kurallar daha çok onun vasiyetnamelerinde yansıyor. Reşahat’ta böyle yazılıyor: “Tarikat edep ve ölçülerine ait (Abdülhalik Guc-devânî’nin) bir vasiyetnameleri vardır ki, manevî oğulları Hoca Evliya-yı Kebir için yazmışlardır. Bu vasiyetname, tasavvuf ve ledün ilmi irfanının en ince hikmetlerini toplayıcı ve yolun ana hedeflerini göstericidir. Bu pek meşhur vasiyetnameden birkaç nokta: “Vasiyet ederim sana ey oğul ki, bütün hallerinde ilim, edep ve takva üzerinde olasın! Geçmişlerin eserlerini oku ve sünnet ve cemaat yolundan git! Fıkıh ve hadis öğren ve cahil sofilerden bucak bucak kaç! Namazlarını mutlaka cemaatle kıl! Şu şartla ki, imam ve müezzin olma! Şöhret peşinde gezme! Şöhrette afet vardır. Makamlarda da gözün olmasın; daima kendini aşağılarda tut! Mahkeme ilanlarına adım yazdırma ve mahkemelerde bulunma! Kimseye kefil olma! Halkın vasiyet-lerine karışma! Padişah ve şehzadelerle düşüp kalkma! Dergah kurma ve dergahlarda oturma! Güzel ses dinlemeğe fazla kapıl-ma ki, ruhu karartır ve sonunda nifak doğurur. Böyleyken güzel sesi de inkar etme ki, ona bağlı olanlar çoktur. Az ye, az konuş, az uyu! Halktan, arslandan kaçar gibi kaç! Her zaman yalnız-lığı tercih et ve körpe çocuklardan, kadınlardan, yenilik dâvası edenlerden, zenginlerden ve aşağı takım insanlardan uzak dur! Helal ye, şüpheli işlerden çekin ve kudretin yettiği müddetçe evlenme ki, dünyaya bağlanır ve o uğurda dinini yele verir-sin. Çok gülme! Hele kahkahayla gülmemeğe çok dikkat et! Gülmek kalbi öldürür. Herkese şefkat gözüyle bak ve kimseyi hakîr görme! Kendi dışını bezeyip süsleme ki, dış mamurluğu iç haraplığından gelir. Halkla didişme, kimseden bir şey isteme ve kimseye hizmet teklif etme! Şeyhlere mal ve canla hizmet et ve onların halini aslâ kınama! Onları kınayanlar felah bul-maz. Dünyaya ve dünya ehline gurur bağlama! Gönlün daima mahzun, bedenin rahatsız ve gözün yaslı olmalı, duan yalvarıcı, giyeceğin eski, yoldaşın derviş, sermayen din ilmi, evin mescid ve yakının Allah olsun!” (Reş 23).

Abdülhalik Gucdevânî’nin Reşahat eserinde sunulan bu va-

148

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

siyetnamesinde dikkatimizi çeken bir çok bilgiler mevcuttur:- Burada onun vasiyetnameni manevî oğlu Hoca Evliya-

yı Kebir için yazdığı malum oluyor. Zira, Abdülhalik Guc-devânî’nin kendi evladı olmamıştır. Zira, onun evlenmesi ve evladları hakkında kaynaklarda bir bilgi yoktur. Böyle bir şey olmuş olsaydı, kaynaklarda bununla ilgili bir bilgi olurdu. Za-ten, kendisi manevi oğlu Evliya-yı Kebir’e yazıyor ki, “..kadın-lardan.. uzak dur!” ve ..“kudretin yettiği müddetçe evlenme ki, dünyaya bağlanır ve o uğurda dinini yele verirsin.”

Abdülhalik Gucdevânî’nin bu vasiyetleri hem Kuran-ı Ke-rim’e204 ve sünneye205 ters düşüyor. Aynı zamanda, böyle diyor: “Geçmişlerin eserlerini oku ve sünnet ve cemaat yolundan git! Fıkıh ve hadis öğren!” Kuran-ı Kerim’e ve Hz. Muhammed’in (sav) sünnesine ters düşen sünnet ve cemaat yolu kimin yoluy-muş aceba?

Aslında, bu vasiyet Hıristiyan rahiplerinin hayat tarzına uyuyor. Abdülhalik Gucdevânî’nin babası Abdulcemil’in de ev-lenmesi konusu gerçekleri yansıtmadığından dolayı, biz onun evlenmediğini ve Gucdevânî’nin ise, onun manevi evladı oldu-ğunu ihtimal etmiştik. Gucdevânî manevi babasının yolunu de-vam ettirerek, aynı zamanda devamçısı olan Evliya-yı Kebir’e de aynı yolu devam ettirmesini vasiyet ediyor.

- Abdülhalik Gucdevânî’nin bu vasiyetlerinde Hıristiyan rahiplerinin ruhban hayat tarzına uygun, fakat İslam’ın temel sosyal-medeni şartlarına aykırı olan206 daha birkaç nasihatlar vardır: “Halktan, arslandan kaçar gibi kaç! Her zaman yalnız-lığı tercih et ve körpe çocuklardan, kadınlardan, yenilik dâvası

204 “İçinizden kendileriyle huzura kavuşacağınız eşler yaratıp aranızda muhabbet ve rahmet var etmesi O’nun varlığının belgelerindendir. Bunda düşünen insanlar için dersler vardır” (er-Rûm 30/21; ayrıca bk. en-Nahl 16/72; en-Nûr 24/32).205 “Nikâh benim sünnetimdendir. Kim benim sünnetimi uygulamazsa benden değildir. Evleniniz, ben diğer ümmetlere karşı sizin çokluğunuzla iftihar ederim...” (İbn Mâce, “Nikâh”, 1; ayrıca bk. Miftâĥu künûzi’s-sünne, “nikâĥ” md.). 206 Hz. Peygamber bazı müslümanların ruhban hayatı yaşamaya başlaması üzerine şöyle buyurmuştur: “Hem oruç tutun hem yiyin, hem ibadet edin hem uyuyun. Ben hem oruç tutuyorum hem iftar ediyorum, hem ibadet ediyorum hem uyuyorum; ben et yiyorum ve kadınlarla evleniyorum; benim sünnetimden uzaklaşan benden değildir” (Buhârî, “Nikâĥ”, 1; Müslim, “Nikâĥ”, 5; Zemahşerî, II, 283; Fahreddin er-Râzî, XII, 70).

149

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

edenlerden, zenginlerden ve aşağı takım insanlardan uzak dur!... Kudretin yettiği müddetçe evlenme ki, dünyaya bağlanır ve o uğurda dinini yele verirsin. Kendi dışını bezeyip süsleme ki, dış mamurluğu iç haraplığından gelir. Halkla didişme, kim-seden bir şey isteme ve kimseye hizmet teklif etme!.. Dünyaya ve dünya ehline gurur bağlama! Gönlün daima mahzun, bede-nin rahatsız ve gözün yaslı olmalı, duan yalvarıcı, giyeceğin eski, yoldaşın derviş, sermayen din ilmi, evin mescid ve yakı-nın Allah olsun!” (Reş 23)

- Abdülhalik Gucdevânî bir yandan tasavvuf ve tarikattan bahsederek “bu vasiyetname, tasavvuf ve ledün ilmi irfanının en ince hikmetlerini toplayıcı ve yolun ana hedeflerini göste-ricidir.” – diyor, diğer yandan da onları dışlayarak böyle söy-lüyor: “Cahil sofilerden bucak bucak kaç!.. Dergah kurma ve dergahlarda oturma!”

Aslında, Abdülhalik Gucdevânî bu vasiyetnamesi ve diğer fealiyetleriyle kendi taraftarlarını (müridlerini) İslam’dan ve o dönemde geniş yayılan tasavvuf dergahlarından uzak tutmak istemiş ve onları sünnet adı altında Hıristiyanlığın ruhban haya-tına davet etmiştir. Zira, onun kendisi ve çevresindeki yakınları Müslüman olarak gözüken rahipler olmuşlar. Bu bizim araş-tırmalarımızın sonucunda ortaya çıkan ve danılması mümkün olmayan gerçeklerdir.

Abdülhalik Gucdevânî Abdulcemil’in manevi oğlu olarak bu görevi devam ettirmiş ve ruhbanlığa yeni bir tarikat görünümü kazandırmağa çalışmıştır. İşte, sonralar Nakşibendiyye olarak bilinen “tarikat” Gucdevânî’nin bir eseri olmuştur. Düşünüyo-rum ki, o, bu işde tek olmamıştır. Ona bu işde maddi-manevi yardımda bulunanlar bölgenin Hıristiyan vakıfları ve hatta Şam’da, Kudüs’de bazı toprakları elde tutan Haçlılar olmuşlar. Zira, Reşahat’ta onun yanına Şam’dan gelen müridlerden bah-sediliyor. Ayrıca, Gucdevân köyü yakınlığında Hıristiyanların mabedinin ve bir vakfının olması gerekiyordu. Zira, XII yüz-yılın evvellerinde Malatya’dan buraya göç eden Hıristiyanların kendilerine mahsus bir ibadet yerlerinin olması doğal idi. Biz o dönemlerde bölgede böyle Hıristiyan merkezlerinin geniş yayıldığından ve buna tepki gösterilmediğinden yola çıkarak

150

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

böyle bir kanaata geldik. İşte, Abdülhalik Gucdevânî bu gibi manastır ve vakıflarda, manevi babası Abdulcemil gibi rahib-lerden ders aldığı için, onun eğitimi ve ders aldığı hocaları hakkında kaynaklarda bir bilgi yoktur. Hz. Hızır ile ilgili ortaya atılan iddialar, aslında onun Müslümanlardan saklı gizli haya-tını kapatmak ve düşüncelerinin asıl kaynağının gizletmek için kullanılmıştır. Abdülhalik Gucdevânî vefat ettikten sonra, onun çizdiği yol halifeleri ve devamçıları tarafından ileriye götürül-müştür.

Abdülhâlikîler kimlerdir?

Reşahat’ta yazılıyor: “Hoca Abdülhalik fukarasına kimse karşı duramaz; karşı dururlarsa yenilirler.” (Reş, 131), “Hâce-gân halkasının başı Abdülhalik Gucdevânî Hazretleri” (Reş, 178), “Murakabe etmek Hoca Abdülhalik silsilesine mahsus-tur” (Reş, 307), “Yüz bin kişi Hoca Abdülhalik silsilesinden bir kişiyle başa çıkamamıştır.” (Reş 336), “Abdülhalik Gucdevanî Hazretleri, Yusuf Hemedanî’nin dördüncü halifesi ve Hacegan silsilesinin başı, halkanın merkezi...” (Reş, 21) “Gucdevânî’nin davranış tarzı tarikatta örnekdir.” (Nef 500).

Nakşibendi kaynaklarında “Hâcegân halkasının veya silsi-lesinin başı (veya merkezi), Hoca Abdülhalik silsilesi, davranış tarzı tarikatta örnek” gibi nitelendirilen Abdülhalik Gucdevânî bir tarikat kurucusu olarak sunuluyor. Bu tarikatın ismi nak-şibendi kaynaklarında hem Hacegan, hem “Hoca Abdülhalik silsilesi” veya “Abdülhalikiler”, hem de sonrakı dönemlerde Bahaeddin Nakşibend’in ismiyle ilgili olarak Nakşibendiyye gibi tanınmıştır. Eğer “Hoca Abdülhalik silsilesi” ile Nakşi-bendiyye’nin bir araya gelmesi mümkünse, onların Hacegan tarikatı ile bir araya gelmesi mümkün değildir. Zira, Hoca Ab-dülhalik silsilesinde veya sonraki Nakşibendiyye’de Hacegan tarikatına zıt olan yeni kurallar icad edilmiştir (sessiz zikir, üveysilik, silsile bozukluğu ve b). Bu nedenle, Gucdevânî’ni Hacegan tarikatının değil, Nakşibendiyye’nin kurucusu ad-landırmak doğrudur. Zira, sonraki dönemlerde Nakşibendiyye Hoca Abdülhalik silsilesinin ve geleneklerinin devamçısı gibi

151

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

tanınmıştırsa, Hacegan tarikatı Nakşibendiyye’nin etkisi altında kaybolan dönemlere kadar Nakşibendiyye’ye karşı çıkan bir tarikat gibi tanınmıştır. Ubeydullah Ahrar’ın döneminden baş-layarak Hacegan tarikatı Nakşibendiyye kurumunun bir parçası haline getirilmiş ve kendisini zamanla kaybetmeğe başlamıştır. Böylece, Nakşibendiyye Hacegan tarikatının silsilesini kendi adına kullanarak yeni bir silsile ortaya koymuş ve kendisine has bir tasavvuf tarikatı görünümü kazanmıştır. Söyledikleri-miz, bu kitapta dikkatinize sunduğumuz uzun ve derin araştır-maların sonuçlarından biridir.

Hoca Ali Râmîtenî’ye nisbet edilen “Risâle-i Şerîfe-i Hoca Azîzân Ali Râmîtenî” isimli eseri sonradan ele alarak değiştiren ve ona ilaveler eden Nizâm el-Hârezmî el-Erzengî isminde bi-linmeyen ve kendini Abdülhâlikîler’e ait eden bir zât Hacegan ile Abdülhâlikîler’in (Hoca Abdülhâlikîler’in mürîdlerinin) farklı olduklarını ve hatta çatıştıklarını kaydediyor. Aslında, biz bunu Reşahat eserinde de görmekteğiz. Erzengî, Abdülhâlikî-ler’in Hacegan tarikatından farklı ilkelerini şu şekilde sunuyor:

1. Abdülhâlikîler, irâde (mürîdlik) işinin zor, oysa beyatın kolay olduğunu, bu yüzden Allah’ın, Peygambere birinciyi de-ğil, ikinciyi (beyatı) emrettiğini ısrarla söyler ve şöyle yazar: “Hoca Abdülhâlikîler, mürîdler ve şeyhler için meseleyi zorlaş-tırmak istemedikleri için, irâdeye dayalı ilişkiler kurmayı red-dettiler ve onun yerine beyat uygulamasını koydular.”207

Aslında, Erzengî burada Abdülhâlikîler’i diğer şeyhlerden ve onların iddialarından ayrı tutmaya çalışarak, iradeye da-yanan tasavvufun velayet ilkesine karşı çıkıyor ve Hacegan şeyhlerini Abdülhâlikîler gibi beyat ilkesine amel etmeğe davet ediyor.

2. Abdülhâlikîler, Hâcegân şeyhlerinin hânkâh (tekke) ara-cılığıyla irşad etmesine karşı çıkarak, bunu tekkelerin dışında yapılmasını savunuyor. Zira, onlar tekkeleri ve orada oturan şeyhlerin coğunu sahte hesap ediyorlar.208

3. Abdülhâlikîler, Hâcegân tarikatında hırka giymek ilkesini

207 Devin De Weese. s. 328.208 Devin De Weese. s. 331.

152

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

reddediyor ve ona karşı iş ve meslek sahibi olmak prensibini ortaya koyarak söylüyorlar: “Bizim için hırka mühim değildir, mühim olan meslektir.”209

Aslında, onlar hırkaya karşı çıkmakla, velayet ilkesini red-dediyorlar. Zira, tasavvuf geleneğinde hırka irşad postunun ila-hi irade ile ötürülmesini simgeleyen bir sembol olmuştur. Yani, Abdülhâlikîler bununla az önce bahsettiğimiz beyat ilkesini savunuyorlardır. Fakat, burada yeniden mantıksal açıdan bir so-fism ortaya koyuluyor. Neden birbirinden farklı olan “hırka” ile “meslek” kavramları kıyaslanıyor? Hacegan tarikat şeyhlerinin hırka giydikleri halde, çeşitli mesleklerle uğraştıkları ve çalış-tıkları hakkında bilgiler gizli değildir.

4. Abdülhâlikîler tasavvufun değişmez özelliklerinden biri olan silsile (şeyhler şeceresi) vâsıtasıyla meşrûiyyet iddiasını hedef alıyorlar. Nizâm el-Hârezmî el-Erzengî yazıyor: “Hoca Abdülhâlik’ın silsilesine mensup olanlar şöyle derler: “Bizim için şecere önemli değildir, önemli olan semeredir (ürün ve ne-ticedir)” ...“Kalbimizde ilâhî elem olmadıkça, şeyhlerden ala-cağımız bin tane şecere bile fayda sağlamayacaktır”.210Böylece, derleyici ve onun temsil ettiği Abdülhâlikîler grupu, bir kağıt (icâzet) parçasına dayanarak içi boş şeyhlik iddialarının yay-gınlığından, insanlar evliyâ zannedip türbeleri ziyaret etme-lerinden dolayı rahatsız oluyorlar, silsilenin gerçekleşmesinin praktik olarak mümkün olmadığını ve bunu bir takım şeyhlerin kendi menfaatlarını tatmin etmek için kullandıklarını iddia edi-yorlar. Hâcegân tarikatı ise, Abdülhâlikîler’e inad olarak tasav-vufta silsile ve hırka geleneğine sıkı sarılmışlar. Abdülhâlikîler yanlız Hacegan değil, diğer Türküstan tarikatlarının da gele-neksel sembollerini reddetmişlerdir. Zira, Abdülhâlikîler’den farklı olarak diğer tarikatlarda bu geleneksel semboller titizlikle korunmuştur.

Yaptığımız araştırmalar bu silsilenin çelişkilerle dolu oldu-ğunu, daha doğrusu silsile isminde bir anlayışın Nakşibendiyye için mevcut olmadığını gösteriyor. Zira, bunu ilk önce kendileri

209 Devin De Weese. s. 332.210 Devin De Weese. s. 333-334.

153

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

dilleri ile tasdik ediyor, hem de nakşibendi şeyhleri arasında za-man mesafesinin bozulması ve üveysilik gibi anlamların ortaya çıkması buna bir delildir. Büyük sufi ve müfessir İsmail Hakkı Bursevî bununla ilgili olarak böyle yazıyor: “Tarîkatte nikâhı sahîh ve silsilede nesebi muttasıl olmayan kimse, veliyy-i örfî olamaz. Kendisi helâk olduğu gibi kendisine intisâb edenler de tarîkaten ‘veled-i zinâ ve fücûr’dur. Hakî kat makâmına değil belki ma’rifet derecesine bile erişemez ve maârifi maâ-rif-i şeytâniye olur. Bir sâhib-i nefesten ahz-i tarîkat etmeyen sâlikin zâhirde bin tane halîfesi de olsa ondan mânevî silsile gelmez.”211

Nakşibendiyye (Abdülhâlikîler) ile Hacegan tarikatının aynı değil, farklı yollar olduğu, hatta Nakşibendiyye’nin (Abdül-hâlikîlerin) Hacegan tarikatına ve genellikle tasavvufa (yani, İslam dinine) karşı olduğu ortaya çıkıyor. Oysa, Abdülhâlikî-ler’in veya Nakşibendiyye’nin bir tasavvuf tarikatı gibi sunul-ması ve onun Hacegan tarikatının devamı (veya kendisi) gibi tanıtılması büyük bir yanlışlıktır.

Abdülhalik Gucdevânî’nin halifeleri

Abdülhalik Gucdevânî’den Bahaeddin Nakşibend’e kadar devam eden silsile hakkında bilgi elde etmek için Reşahat (s. 33-46) ve Nefahat eserlerine (s. 500-507) baş vurmak gereki-yor. Bu bilgileri olduğu gibi kullanarak şu tabloyu dikkatinize sunuyoruz:

211 İsmail Hakkı Bursevî, Kitabu’s-Silsileti’l Celvetiye, s. 5-7; el-Varidat, BEYBEK, Genel nr. 66, vr 118a; Tuhfe-i Haliliyye s. 71; Bkz. Ali Namlı, İsmail Hakkı Bursevî: Hayatı, Eserleri ve Tarîkat Anlayışı, s. 306-307. Mehmet E.K., Polat E. Nakşibendilik. s. 114.

154

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Reşahat’ta sunulan bu bilgiler eserin yazıldığı döneme, yani Ubeydullah Ahrar’ın (1404-1490) yaşadığı döneme aittir. Bu silsilenin kurulması ve sunulmasında onun rolü büyük olmuş-

155

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

tur. Biz bu silsile tablosunun ne kadar gerçekleri yansıttığını bilmiyoruz. Fakat, Reşahat’ta sunulan Gucdevânî silsilesinde ardıcıllık ve tasavvuf kuralları açısından bir tuhaflık ve dikkati-mizi çeken birkaç çelişkili durumlar mevcuttur:

* Reşahat ve Nefahat’ta bir yandan Gucdevani’den sonra onun halifeleri gibi sunulan altın silsile şeyhlerinin, yani Arif Reyvegerî, Mahmud Encir Fagnevi, Hoca Ali Rahmiteni ve Hoca Mehmed Baba Semmasi’nin isimleri zikrediliyor, diğer yandan sundumuz tabloda yer alan şeyhlerin silsilesi takdim ediliyor: “Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretlerinin silsileleri, Hoca Abdülhâlik halifelerinden Hoca Arif Reyvegerî’ye bağla-nır. Bu bakımdan kendilerini Altın Silsilesinin ana halkaların-dan biri kabul edebiliriz.” (Reş 38).

Reşahat’ta sunulan diğer silsilenin Gucdevani’den sonra Hâce Ahmed Sıddîk’a, ondan Hâce Evliyâ-ı Kebîr’e, ondan da Hoca Dehkan Kılleti’ye ötürüldüyü bildiriliyor. Altın silsilede ise, irşad makamı Gucdevani’den sonra Arif Reyvegerîye ge-çiyor. Fakat, burada bir çelişki yaranıyor. Ârif-i Rîvgerî Guc-devani’nin eski halifelerinden idise, yani onunla aynı dönemde yaşamışlardısa, o zaman onun Hoca Ebu Said’in vefatından sonra irşad postuna oturması için epey zaman geçmesi gereki-yordu. Gucdevani’nin vefatından sonra (1179) irşad postunda beş şeyhin ömürlerinin sonuna kadar görev yapmasından sonra Ârif-i Rîvgerî’nin irşad postunda oturması inandırıcı değildir. Bu şeyhlerin her birinin irşad dönemi bir kuşağın yaşam döne-midir. Onların her birinin vefatı ile biten irşad dönemini yakla-şık 20 yıl olarak kabul etsek, o zaman Ârif-i Rîvgerî’nin irşad postuna oturmasının en az 100 yıl alacağını düşünebiliriz. Bu-nun üzerine onun Gucdevani’nin vefatına kadar olan (1179) dö-nemde 30-40 yaşlarında olduğunu düşünürsek, o zaman onun irşad postuna oturduğunda en az 130-140 yaşlarında olması gerekiyordu. Aynı zamanda, onun neden bu kadar fasileden sonra bu göreve getirilmesi anlaşılan değildir. Zira, bu ne insan aklına, ne de ilahi iradeye uygundur. Böyle bir şeyin gerçekleri yansıtmadığı ortada.

Aynı çelişkiyi Ârif-i Rîvgerî’nin silsileye dahil olmasında görüyoruz. Yani, Süleyman Kermini’nin halifeleri ile devam

156

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

eden tarikat silsilesi Ârif-i Rîvgerî’nin irşad postuna gelmesi ile bozuluyor. Yani, burada da Hoca Ebu Said’in halifelerinin ismi zikredilmiyor ve aniden Gucdevani’ye bağlı olduğu iddia olunan Ârif-i Rîvgerî isimli bir şeyh silsileye dahil ediliyor. Ebu Said’den sonra irşad makamına onun halifelerinden birinin geçmesi icab ediyordu. Fakat, Reşahatta Ebu Said’din halifeleri hakkında bir şey yazılmıyor ve ondan sonra Gucdevani’nin ha-lifelerinden olduğu iddia edilen Arif Reyvegerî silsilede yer alı-yor. Oysa, onun zaman mesafesi açısından Ebu Said’den sonra irşad makamına oturması mümkün değildir. O zaman, Arif Reyvegerî’nin kimliği soru doğuruyor. Ârif-i Rîvgerî Gucdeva-ni’nin ilk halifeleri ile aynı dönemde yaşamıştırsa, o zaman ne-den 100-120 yıl sonraki döneme ait silsilede yer almıştır? Ya-hut, o, Şeyh Ebu Said’in döneminde yaşamıştırsa, neden Şeyh Ebu Said’in halifelerinin ismi kaynaklarda zikredilmemiştir?

* Diğer bir çelişki Gucdevani’nin ilk halifeleri ile ilgili bil-gilerdir. Reşahat’ta bildiriliyor: “Hâce Ahmed Sıddîk - .. Hoca Hazretlerinin vefatlarından sonra makamlarına geçiyorlar ve kendi vefatları da yaklaşınca, bütün bağlıları, Hoca Evliya-yı Kebîr ve Arif Reyvegerî Hazretlerine ısmarlıyorlar. Bunlar, ana kolun baş kutuplarıdır.” (Reş 33-34). Bu silsilede ilk önce Hâce Ahmed Sıddîk, sonra Evliya-yı Kebîr ve ondan sonra da Ârif-i Rîvgerî’nin irşad makamına oturmaları icab etmiyor mudur?

Reşahat’ta bildiriliyor: “Tarikat edep ve ölçülerine ait (Ab-dülhalik Gucdevânî’nin) bir vasiyetnameleri vardır ki, manevî oğulları Hoca Evliya-yı Kebir için yazmışlardır. Bu vasiyetna-me, tasavvuf ve ledün ilmi irfanının en ince hikmetlerini topla-yıcı ve yolun ana hedeflerini göstericidir.” (Reş 23).

Abdülhalik Gucdevânî tarikat edep ve ölçülerine ait vasiyet-nameni neden irşad makamına tayin ettiği ilk halifesi Hâce Ah-med Sıddîk’a değil, Hoca Evliya-yı Kebir’e vermiştir? Neden Gucdevânî irşad makamını manevî oğulları Hoca Evliya-yı Ke-bir’e değil, Hâce Ahmed Sıddîk’a ötürmüştür? Aslında, onun manevi oğlu olması ve vasiyetnamenin ona ötürülmesi Evli-ya-yı Kebir’in Gucdevânî’den sonra irşad postuna oturduğuna bir işare değil midir? Silsilenin devamı da Evliya-yı Kebir’in isimleri Reşahat’ta zikredilen halifeleri tarafından sağlanmıştır.

157

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Oysa, Hâce Ahmed Sıddîk’ın hayatı ve halifeleri hakkında bir bilgi yoktur.

Reşahat’ta bildiriliyor: “Hoca Garib - Hoca Evliya’nın oğlu ve dördüncü halifesi. Meşhur Şeyh Necmeddin Kübrâ, onun üstün bağlılarından. Şeyh Seyfüddin Büharazî de bağlılar hal-kasından. Hoca Garib de dört halife bıraktı” (Reş 33-34).

Buradan anlaşıldığı gibi, Şeyh Necmeddin Kübrâ ve Şeyh Seyfüddin Büharazî onun oğlu Hoca Garib’in müridlerinden veya halifelerinden olmuşlar. Necmeddin Kübrânın Hoca Garib’in müridlerinden veya halifelerinden olması iddiası inandırıcı değildir. Zira, o, 535 (1140) yılında Hârizm’in Hîve şehrinde doğduğu ve genclik yıllarından ilim öğrenmek ama-cıyla Nîşâbur, Hemedan, İsfahan, Mekke ve İskenderiye şehir-lerinde ünlü bilim adamlarından 35 yaşına kadar eğitim aldığı ve sonradan tarikat yolunda irfani bilikler elde etmek için uzun süre Kahire, Tebriz ve diğer yerlerde bulunduğu, bu yerlerde Rûzbihân el-Mısrî, Ammâr Yâsir el-Bitlisî ve İsmâil el-Kas-rî’nin tarafından irşad edildiği, İsmâil el-Kasrî’nin ona sülûkü-nü tamamlamasının ardından 580’de (1184) yılında Hârizm’e dönerek irşadla uğraşmasını emrettiği söyleniliyor.212 Yani, anlaşıldığı gibi, Necmeddin Kübrânın Hoca Garib isminde bir mürşidi olmamış ve olamazdı da. Zira, o, genclik yıllarında Hârizm’i terk etmiş ve yanlız (1184) yılında (yaklaşık 45 ya-şında) Hârizm’e artık bir mürşid olarak dönmüştür. Bu nedenle, Şeyh Necmeddin Kübrâ Hoca Garib’in müridlerinden veya halifelerinden olamazdı. Bu, kaynakları tertip eden müelliflerin uydurmasıdır. Onlar bununla Kübreviyye ve Büharazîyye tari-katlarının Nakşibendiyye’den kaynaklandığını ortaya koymaya çalışmışlardır.

Diğer bir yanlış bilgi, Şeyh Seyfüddin Büharazînin de Hoca Garib’in bağlılarından olmasıyla ilgili bilgidir. Zira, Şeyh Seyfüddin Büharazî Hoca Garib’in değil, Şeyh Necmeddin Kübrâ’nın Buhara’ya tayin ettiği halifesi olmuştur.213 O zaman,

212 Moğollar’ın Hârizm’i işgali (618/1221) sırasında öldürüldüğünde yaklaşık 80 yaşında olduğuna dair rivayetleri dikkate alarak doğum tarihi tahmini 535 (1140) olabilir. (İslam Ansiklopedisi, cilt 32, s. 499).213 Şeyh Seyfüddin Büharazî 586’da (1190) Bâharz’da doğdu, ilk öğrenimini burada

158

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Reşahat’ta sunulan bu bilginin gerçek olmadığı ortada. * Sunulan bu silsilede diğer bir çelişki de, Evliyâ-ı Kebîr’in

ilk halifesi olan Hoca Dehkan Kılleti’den sonra irşad maka-mına Hoca Süleyman Kermini’nin geçmesidir. Bu zat, daha önceki halifeler arasında ismi zikredilmiyor ve onun hakkında böyle yazılıyor: “Hoca Abdülhâlik Gucdevânî halifelerinden sanıldığı kadar Hoca Evliya halifelerinden de olması ihtimali dairesinde görüleni ve her iki büyük zat ile görüşmüş bulundu-ğuna hükmedilen Allah dostu.” (Reş 36).

Eğer Süleyman Kermini Gucdevânî veya Evliyâ-ı Kebîr’in halifelerinden olmuşsa, neden onun ismi onların halifeleri siya-hısında zikredilmiyor?

Gucdevani’den sonra Süleyman Kermini’ye kadar devam eden silsile Süleyman Kermini ile kırılıyor. Aslında, silsilenin devamını sağlayan Süleyman Kermini’nin kimliği her kes için kapalı olarak kalıyor. Onu silsileye dahil edenler bunu böyle sanıyor ve onların (Gucdevani veya Evliyâ-ı Kebîr’in) “halife-lerinden de olması ihtimali dairesinde görüyorlar.”

Reşahat’ta Bahaeddin Nakşibend’in döneminde yaşayan Emîr Külâl’ın müridleri arasında Mevlânâ Süleyman Kerminî, Şeyh Eymen Kerminî gibi şahısların isimleri zikrediliyor (Reş 64). Burada ismi zikredilen Süleyman Kerminî Gucdevani’nin dönemine yakın bir zamanda yaşamış şeyh Süleyman Kerminî olamazdı. Zira, bu aynı isimli bu şahıslar arasında uzun bir süre vardır. Belki de, Reşahat eserinin yazarı ve onun yazılmasına katkı sağlayan şahıslar bu şahsın dönemi ve görevi ile ilgili bir yanlışlık yapmışlardır.

Reşahat’ta Süleyman Kermini’nin halifelerinden bahsedi-

yaptı ve ardından tahsil maksadıyla küçük yaşta Buhara, Bağdat ve Nîşâbur gibi ilim merkezlerini dolaştıktan sonra hacca gitti. Bağdat’ta Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin, Horasan’da Ali et-Tûsî’nin derslerine devam etti. Celâleddin el-Mergīnânî’den babasının el-Hidâye adlı eserini okudu. Buhara’da Cemâleddin el-Mahbûbî ve Şemsüleimme el-Kerderî gibi âlimlerden faydalandı. Daha sonra Herat’a giderek Tâceddin Mahmûd el-Üşnühî’den hırka giydi. Şeyhi Necmeddîn-i Kübrâ’ya Hîre’de intisap etti. Daha sonra şeyhinin halifesi sıfatıyla o sırada Moğollar tarafından yağma ve tahrip edilen Buhara’ya giderek şehrin dış mahallelerinden Fethâbâd’a yerleşti. Orada vaazlar verdi: Sahîh-i Buhârî okuttu ve hadis şerhetti. (Süleyman Uludağ İslam Ansiklopedisi, cilt 4, s. 475). Kübreviyye tarikatı Ehl-i Beyt’e sık bağlı olduğu için, onları Şii adlandırmışlardır.

159

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

liyor (Hoca Mehmed Şah Buhari, Şeyh Sadeddin Gucdevani, Hoca Ebu Said) ve ondan sonra irşad postuna Hoca Ebu Sa-id’in oturdulduğu bildiriliyor (Reş 38).214 Ebu Said’den sonra onun halifelerinden bahsedilmiyor ve sanki silsilede bir kırılma baş veriyor. Yani, Hoca Ebu Said’den sonra silsilede Hâce Ârif-i Rîvgerî yer alıyor (Reş 38).

Süleyman Kermini’ye kadar irşad postunda oturan Hoca Dehkan Kılleti, Hâce Evliyâ-ı Kebîr ve Hâce Ahmed Sıddîk arasında silsile ardıcıllığı aramsız devam ettiği halde, kimliği kuşku altında olan Süleyman Kermini ile bu silsile yeniden bozguna uğruyor. Burada nedense, ondan önce gelen şeyh Hoca Dehkan Kılletinin halifelerinin ismi zikredilmiyor ve aniden Gucdevani’ye bağlı olduğu iddia olunan Süleyman Ker-mini isimli bir şeyh silsileye dahil oluyor. Oysa, Hoca Dehkan Kılleti bundan uzun süre sonra, Mahmud Encir Fagnevinin ir-şadı döneminde vefat ediyor. Reşahatta yazılıyor: “Şimdi Hoca Evliya-yı Kebîr’in halifesi Hoca Dehkan ölüm halinde bulun-duğu için (Mahmud Encir Fagnevi) kendisini ziyarete ve hatı-rını sormaya gidiyorlar. Zira Hoca Dehkan Allah’tan dilemişti ki, ölümüne yakın, dostlarından birini kendisine göndersin ve o dost göçeceği zaman elinden tutsun.” (Reş 39-40). O zaman, neden Hoca Dehkan Kılleti vefat etmeden ve postuna tayin et-meden Süleyman Kermini irşad görevine başlıyor? O, bu icaze-ti kimden alıyor? Yani, burada bir anlaşamazlık vardır.

* Arif Reyvegerî’den sonra irşad makamına onun bağlısı olarak bildirilen Hoca Mahmud Encir Fagnevi (ö. 715/1315-16 [?]) tayin olunmuştur. Onun hakkında Reşahatta böyle yazı-lıyor: “Hoca Arif bağlılarının en kemâllisi ve üstünü. Hoca Ârif Hazretlerinin mensupları arasında hilâfet ve irşâd makamına liyakatle mümtaz olmuştur. Doğdukları yer olan Fagnî, Buha-ra’dan üç fersah uzaklıkta büyükçe bir bucak. Geçimini dülger-likle sağlardı.

214 “Hoca Mehmed Şah Buhari - Hoca Mehmed Süleyman’ın ilk halifesi ve irşâd makamını teslim ettiği sadık bağlısı” ve ondan sonra “Şeyh Sadeddin Gucdevani - Hoca Süleyman’ın ikinci halifesi. Hoca Mehmed Sah Buharî’den sonra irşâd makamına geçen.” Peki, o zaman “Kitapta kayıtlı olduğuna göre Hoca Süleyman Hazretleri, vefatına yakın, müridleri arasından hilâfete Ebu Said’i seçmiş ve Hoca Ebu Said, kendisinden sonra nice yıllar irşâd makamını nurlandırmıştır.” (Reş 37).

160

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Açık zikir kendileri tarafından ve Hoca Arif Hazretlerinin ölüm hastalıkları sırasında tatbik edilmiştir. Hoca Arif “Bu, bize işaret edilen vakittir!” demişlerdir.

Hoca Mahmud Hazretlerine soruyorlar: “Açık zikri ne niyet-le ediyorsunuz?” (Demişler): “Uyuyanlar uyansın, gafiller işit-sin ve Hak yoluna, şeriat ve tarikat hedefine yönelsinler diye.” Bu cevabı beğenen Mevlânâ Hafüzuddin: “Niyetiniz dürüsttür ve bu hal size helâldir.” karşılığını veriyor. Açık zikre bir sınır çizmesi istenince Hoca Mahmud: “Açık zikir, diyor; o kimseye yaraşır ki, dili yalan ve gıybetten, boğazı haram ve şüpheden, gönlü riya ve eğlenceden ve sırrı Haktan gayrı şeylerle uğraş-madan mahfuz olsun.” (Reş 38-40).

Burada dikkatimizi çeken ilginç bir bilgi vardır. Hoca Mah-mud Encir Fagnevi “Açık zikir kendileri tarafından ve Hoca Arif Hazretlerinin ölüm hastalıkları sırasında tatbik edilmiştir.” Buradan anlaşılıyor ki, Arif Reyvegerî sessiz zikri tatbik etmiş-tir. Fakat, iddia olunduğu gibi, o, ölüm hastalıkları sırasında Mahmud Encir Fagnevi’yi irşad postuna tayin etmiş ve o da hocası vefat etmeden açık (cehri) zikri tatbik etmiştir. Burada büyük bir çelişkiler vardır. Eğer Encir Fagnevi Arif Reyvegerî tarafından irşad postuna tayin edilen halifesi olmuş olsaydı, o zaman, onun hocasının takip ettiği yolu devam ettirmesi icab etmez miydi?

Aslında, Mahmud Encir Fagnevi’den sonra irşad postuna oturan Hoca Ali Rahmiteni de sesli zikir geleneğini devam et-tirmiştir.

* Mahmud Encir Fagnevi’den sonra irşad makamı onun ikinci halifesi Hoca Ali Rahmiteni’ye verilmiştir. Onun hak-kında yazar böyle yazıyor: “Hoca Mahmud Encir Fagnevî Hazretlerinin ikinci halifesi, fakat Ana Silsilenin yürütücüsü ye kol başısı. Hacegân Silsilesinde lâkapları «Azizan» dır. Büyük kutup. Hoca Mahmud, vefatı yaklaşınca, hilâfeti, öbür halife-lere rağmen Azizan Hazretlerine verdiler ve bütün bağlılarını ona ısmarladılar. Şah-ı Nakşibend Hazretlerine yol veren nispet kendisinde düğümlenir. Yüksek makam ve büyük keramet sa-hibi. Kumaş dokuyucusu. Oğlu meşhur Mevlâna Abdurrahman Câmi, «Nefahat» isimli maruf kitabında Mevlâna Celâleddin

161

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Rûmî’nin «Dokumacı Nessaç» sıfatiyle Hoca Ali’den bahset-tiğini kaydeder. Buhara civarında, şehre iki fersah uzaklıkta Rimten dedikleri büyük bir kasabadan. Kabri Harizem’de.” (Reş 47).

“Hoca Ahmed Yesevî bahsinde anlatılan Seyyid Ata, Hoca Azizan Hazretleriyle çağdaş. Arada bir buluşurlar ve halle-şirlermiş.” (Reş 44) Buhara’da Mahmûd Encîr Fağnevî’nin yanındaki tasavvufî eğitimden sonra Râmîtenî önce Bâverd’e (Ebîverd), sonra “gaiplerden aldıkları işaret üzerine Hârizem illerine göç ediyorlar” (Reş 46). Bu nedenle, Hârezm halkı onu “Şeyh Ali Bâverdî”, Buhara halkı ise “Şeyh Ali Râmîtenî” adlandırıyor.215 “Azizan Hazretleri oradaki insanları irşad edi-yorlar. Onun Hârizem’de ünlü olması Hârizem valisini rahatsız ediyor. Fakat, vali de sonunda onun otoritesini kabul ediyor.

Reşahat’ta ve diğer kaynaklarda Hoca Ali Rahmiteni’nin dö-nemindeki ünlü şahıslarla ilişkiler kurduğu kaydediliyor: “Şeyh Rükneddin Alâüddevle Semnanî kendileriyle çağdaş. Araların-da mektuplaşmalar ve haberleşmeler cereyan etmiş (açık zikir yapmıştır)… Hoca Ahmed Yesevî bahsinde anlatılan Seyyid Ata, Hoca Azizan Hazretleriyle çağdaş. Arada bir buluşurlar ve halleşirlermiş.” (Reş 47).216

“Azizan Hazretleri, vefatlarına yakın, kendilerine başlıca halef ve irşâd makamına ehil olarak Hoca Mehmed Semmâsî’yi seçiyorlar ve bütün bağlılarına ona tâbi olmalarını emrediyor-lar.” (Reş 49). Şeyh Ali Râmîtenî Reşahat’ta bildirildiği gibi Hârizem’de 28 Zülka‘de 715 (23 Şubat 1316) Pazartesi günü vefat ediyor. Reşahât, bu tarihten başka onun Bahâeddîn Nak-şbend’in doğum târihinde (718/1318) hayatta olduğuna daya-narak, onun 721 (1321) vefat etmesiyle ilgili diğer bir bilgini

215 Devin DeWeese, Menâkıb (T), vr. 167b-168a. S. 113-137.216 Reşahât, onun çağdaşları olarak kendisiyle mektuplaştığı Kübrevî şeyhi Alâüddevle Simnânî’yi (ö. 1336); Buhara’nın ünlü şeyhi Bedreddîn Meydânî’yi ki bu zâtın Çağataylı Kebek (iktidârı takrîben: 1318-1326) ile konuştuğunu İbn Battûta’dan biliyoruz; ve Altın Orda’dan Özbek Han’ı (iktidârı; 1313-1341) Müslüman ettiğine dâir kadîm rivâyetler bulunan Yesevî şeyhi Seyyid Ata’yı göstermektedir.) “Hacegan’a ait kollar ve tasavvufun eleştirisi: Hoca Ali Azizan Ramiteni’nin menakıbında cemaatsel benzersizlik iddiası.” Çev.: Necdet Tosun. Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 7 [2006], sayı: 16, s. 320)

162

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

ortaya koyuyor. Râmîtenî’nin iki oğlunun biri Hoca-i Hord’un babasından 19 gün sonra (17 Zilhicce/ 13 Mart, 715), Hoca İb-râhîm’in ise 793/1391senesinde vefat ettiği bildiriliyor:

“Azizan Hazretlerinin ömrü 130 una varmış. Hoca Hard ve İbrahim isimli iki oğulları var. Hoca Hard - Azizan Hazret-lerinin büyük oğlu. Adı Muhammed. Hard, lakabı. Pederinin hayatında ömrü 80’e ermiş, ilim ve bâtını mertebe sahibi. Hoca İbrahim - Azizan Hazretlerinin küçük oğlu. Babasından irşada ve istidatlıları terbiyeye, yani hilâfet makamına memur edilen evlât. Azizan Hazretleri, vefatlarına yakın bu vazifeyi küçük oğluna lâyık görürken bağlılar arasında bir söz dolaşıyor: — Hoca Hard, zahir bâtın ilminde eksik değil, ve büyük evlâd iken niçin bu vazife kendisine verilmiyor da küçüğüne uygun görülüyor? Azizan Hazretleri, kalblerdeki bu ukdeyi keşfedip buyuruyor: - Çünkü Hoca Hard bizim arkamızdan tez zamanda öbür dünyaya göç edecektir! Nitekim Hoca Hard, babasının ve-fatından 19 gün sonra onu takip ediyor. Baba ve oğulların vefat tarihleri: Azizan Hazretleri, hicretin 715 inci senesi Zilka’de ayının 28 inci perşembe günü. Hoca Hard, hicretin 715 inci senesi Zilhicce ayının 17 inci perşembe günü. Hoca ibrahim, hicretin 793 üncü yılı” (Reş 47-48).

Hoca Ali Rahmiteni kendisinden sonra birkaç halifesi ol-muştur. Fakat, onlardan irşad postunun tayin ettiği halife Baba Semmasi idi: “Hoca Azizan Hazretlerinin, Hoca İbrahim’den sonra dört halifeleri daha olup her birinin adı Mehmed’tir ve her biri yüksek kemâl sahibidir. Hoca Mehmed Külahduz - Azi-zan Hazretlerinin yüksek halifelerinden. Kabirleri Harizem’de. Hoca Mehmed Hallaç Belhi - Azizan Hazretlerinin seçkin hali-felerinden. Kabirleri Belh’te. Hoca Mehmed Yaverdi - Azizan Hazretlerinin ileri halifelerinden. Kabirleri Harizem’de. Hoca Mehmed Baba Semmasi - Azizan Hazretlerinin en üstün hali-fesi ve Altın Silsilenin kol başı makamında ana halkalarından biri.” (Reş 47-48).

Hoca Ali Rahmiteni sesli zikir yaptırmış ve sessiz zikre karşı olmuştur. Bunu Reşahat’ta görmek mümkündür. Bir gün Şeyh Rükneddin Hoca Hazretlerine bir derviş göndererek üç mesele hakkında sual soruyor. Onlardan biri de böyledir: “

163

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

“İşittik ki, siz gizli zikir yerine açık zikirle uğraşmaktasınız. Bu nasıl olur?” Cevap: “Biz de işittik ki, siz, gizli zikirle meşgul imişsiniz. Mademki işittik, demek sizinki de gizli zikir değil. Gizli zikirden murat hiç bir şey bilinmemesi değil midir? Ha gizli zikirle meşhur olmuşsunuz, ha açık zikirle. İkisi de müsa-vi. Hattâ denilebilir ki, gizli zikirle meşhur olmak riyaya daha yakın bir iştir.”

Açık zikir bahsinde bir din büyüğüne verdiği cevap: “Ölmek üzere bir adama Tevhid Kelimesini yüksek sesle telkin etmeği emreden hadis bütün din âlimlerince malûmdur. Dervişlerin her nefesi son nefes sayılabileceğine göre bizim açık zikrimizde bu hikmeti aramak lâzımdır.”

Yine bir din büyüğü ona soruyor: “Allah’ı çok çok zikredi-niz!” emrinin belirttiği zikir, lisan zikri midir, gönül zikri mi?” Verdiği cevap: “Başta olan dil, sonda olan gönül zikridir. Başta olan, tekellüf ve zahmetle canından sarfeder; fakat sonda olan, zikir gönlüne işlediği için bütün uzuvları ve zerreleriyle denizin hakikatine ve çok zikretmek sırrına erişmiştir. Böylesinin bir günlük kârı, başkalarının bir yıllık kazancına eşittir.” (Reş 41-42)

Reşahat eserinden malum olduğu gibi, Hoca Ali Rahmiteni kendisinden sonra irşad postuna tayin ettiği halifesi Baba Sem-masi de ve onun devamçısı olan Emir Külal (ö. 772/1370) da sessiz zikre karşı çıkarak dergahlarda sesli zikir yaptırmışlardır (Bu konuyla ilgili olarak sonraki bölümlerde bahsedeceğiz).

***Sunduğumuz bu silsilenin (yani tablonun) araştırılması bizi

şu sonuçlara götürdü: Bu silsilede sesli (cehri) zikir yapan şeyhlerle, sessiz zikir yapan şeyhler bir aradadır. Oysa, böyle bir şeyin olması mümkün değildir.

Malum olduğu gibi, Gucdevani sessiz zikri ortaya koymakla tasavvuf geleneğine, genelikle sünnete aykırı bir yol icad etmiş ve bunu inadla tatbik etmekten geri çekilmemiştir. Oysa, Yusuf el-Hemedani, Ahmed Yasevi sünnete sık bağlı kalarak sesli zikir yapmışlardır. Fakat, Gucdevani’nin devamçıları arasında sesli zikir tatbik olunamazdı. Zira, bu Gucdevani’ye ve onun icad ettiği yola karşı çıkmak demek idi. Reşahat’ta da Gucde-

164

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

vani’nin devamçıları gibi tanınan Abdulhalikiler’in sesli zikir yapanlara tepki gösterdikleri kaydediliyor (Reş 121).

Biz sonraki dönemlerde de bunun böyle olduğunu görüyo-ruz. Örneğin, sonralar Bahaeddin Nakşibend sessiz zikir yaptığı için Hacegan şeyhi Emir Külal’ın dergahını terk ederek Abdul-halikiler’e katılmıştır. İşte, sesli zikir yapan Hacegan tarikatının Abdulhalikiler grupundan ayrı olduğunu ve hatta, onların birbi-rine karşı kavga durumunda olduklarını görüyoruz (bu konuda sonraki bölümde bahsediyoruz). Bu karşıdurma Gucdevani’nin yaşadığı dönemden başlayarak devam etmiştir. Bu nedenle, Gucdevani’nin devamçıları sessiz zikir kuralına ciddi şekilde dikkat etmişlerdir.

Biz, Reşahat ve Nefahat eserlerine dayanarak, bu silsilede Mahmud Encir Fagnevi’den başlayarak Hoca Ali Rahmiteni, Baba Semmasi, Emir Külal gibi şeyhlerin sesli zikir ve Abdul-halik Gucdevani’den başlayarak Arif Reyvegerî’nin sessiz zikir yaptıklarını biliyoruz. Fakat, tabloda isimleri zikredilen diğer şeyhlerin hangi zikirden yana olduklarını tam olarak deyeme-yiz. Fakat, Hoca Evliya-yı Kebîr’in ve onun devamçısı olan Hoca Dehkan Kılleti’nin de sessiz zikirden yana olduklarını düşünüyoruz. Zira, Evliya-yı Kebîr onlar arasında Gucdeva-ni’nin manevi oğlu olarak bilinmiş ve onun vasiyetnamesini taşımış, Dehkan Kılleti ise Evliya-yı Kebîr’in devamçısı ol-muştur. Şeyh Necmeddin Kübrâ ve Şeyh Seyfüddin Büharazî Evliya-yı Kebîr’in oğlu Hoca Garib’in müridlerinden veya ha-lifelerinden olmasıyla bağlı bilginin gerçek olmadığının ortaya çıkması, bir daha Evliya-yı Kebîr’in ve onun halifelerinin Guc-devani’nin devamçıları olduğunu tasdik ediyor. Zira, Gucde-vani’nin devamçıları olan Abdulhalikiler’in kendi silsilelerini zenginleştirmek amacıyla diğer tarikatların (Kubreviyye, Baha-raziyye, Hacegan) kendilerinden kaynaklandığını göstermeğe çalışmışlardır.

Fakat, Dehkan Kılleti’den sonra silsilede bir bozukluk orta-ya çıkmıştır. Yani, silsilede Arif Reyvegerî’ye kadar Süleyman Kermini ve onun halifesi Hoca Ebu Said yer almıştır. Biz onla-rın hangi zikirden veya kimden yana olduklarını söyleyemeğiz. Fakat, onların Abdulhalikiler silsilesinden olması da kuşku-

165

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

ludur. Zira, anlatığımız gibi, onları Abdulhalikiler silsilesine bağlayan veraset ardıcıllığı yoktur. Hoca Ebu Said’den sonra silsileye Abdulhalikiler’den olan Arif Reyvegerî’nin ismi yer-leştiriliyor ve ondan sonra silsileye dahil olan Mahmud Encir Fagnevi’den başlayarak Hoca Ali Rahmiteni, Baba Semmasi, Emir Külal diğer bir silsilenin, yani Hacegan silsilesinin tem-silçileri gibi ortaya çıkıyorlar. Emir Külal’den sonra silsileye yerleştirilen Bahaeddin Nakşibend ile bu silsile yeniden bozu-luyor ve böylece, bu silsile sonuna kadar Abdulhaliki şeyhleri ile devam ediyor.

Anlaşılıyor ki, sonraki dönemlerde, yani Reşahat eserinde silsilenin ortaya koyulduğu dönemde birileri yazarla birlikte bu silsile üzerinde uzun süre bir kafa yormuşlar. Göründüğü gibi, bu silsilede iki silsile bir araya getirilmiştir. Yazar bu bilginin bir bilinmeyen kitapta kayıtlı olduğunu yazıyor: “Kitapta ka-yıtlı olduğuna göre Hoca Süleyman Hazretleri, vefatına yakın, müridleri arasından hilâfete Ebu Said’i seçmiş ve Hoca Ebu Said, kendisinden sonra nice yıllar irşâd makamını nurlandır-mıştır.” (Reş 37).

Tabii ki, böyle bir kitap veya sened olmuştur. Aslında, ta-rikatlarda silsilenin ve icazetnamelerin kaydedilme geleneği, özellikle XII yüzyılın sonlarından başlamıştır. Bu döneme ka-dar bunlar şifahi olarak zikredilmiştir. Onun yazıya alınması ise, yalançı icazet ve silsile uyduranların karşısını almak ihtiya-cından yaranmıştır.217 İşte, biz bunu Nakşibendiyye silsilesinde 217 Diğer İslâmî ilimlerde liyakatı belgelemek ve sahtekârlığı önlemek için diploma vazifesi gören icâzetnâmeler bulunduğu gibi tarikatlarda da hakiki şeyhleri sahtelerinden ayırt etmek amacıyla icâzetnâme verme usulü kullanılmış olmalıdır. Bu icâzetnâmelerde icâzet veren zatın şeyhlerinin silsilesinin yazılması bir gelenek olmuş, böylece o şahsın köklü bir tasavvuf geleneğinin mirasçısı olduğu vurgulanmak istenmiştir. Başta hadis olmak üzere birçok İslâmî ilimde Hz. Peygamber’e ulaşan icâzetnâmelerin bulunması muhtemelen tasavvuf erbabı için de örnek teşkil etmiştir. Tarikat İcâzeti - Şeyh veya mürşid kabul edilen tasavvuf ve tarikat önderlerinden birinin kendi usulünü devam ettirmeye ehil gördüğü bir müridine verdiği irşad iznidir. İlk zamanlarda sözlü ve sembollere bağlı olarak verilen bu iznin yazılı şekline tarikat icâzeti yanında “tarikata sülûk icâzeti” ve “hilâfetnâme” de denir. Taç veya hırka giydirmekle tamamlanması gelenek olan bu icâzetin zikir telkini icâzeti ve hırka giydirme icâzeti diye çeşitleri vardır. Mutasavvıfların isnad ve silsile arayışlarının ancak V. (XI.) yüzyılda başladığı kabul edilmekte olup tarikatlarda icâzet uygulaması da bu tarihten sonra, muhtemelen VI. (XII.) yüzyılın sonlarından itibaren başlamıştır (Âişe Yûsuf el-Menâî, s. 33). Kübreviyye tarikatı kurucusu Necmeddîn-i Kübrâ’nın

166

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

görüyoruz. Bu nedenle, sonuçta Hâcegân tarikatında biri Hz. Ali’ye, diğeri Hz. Ebû Bekir’e ulaşan iki silsilesi bulunmuştur. Hz. Ali’ye ulaşan silsileye (Alevî) Ehl-i Beyt imamlarını ihtiva ettiği için bir hürmet ifadesi olarak “silsiletü’z-zeheb” (altın silsile) denmiş, daha sonraları genelde Hz. Ebû Bekir’e ula-şan (Bekrî, Sıddîkī) Nakşibendi silsilesi esas kabul edilmiştir. Yani, burada Hz. Ali’ye dayanan silsile Hacegan silsilesi, Hz. Ebû Bekir’e ulaşan silsile ise Abdulhaliki silsilesi olmuştur. Aslında, tüm tarikatların silsilesi Hz. Ali’ye ulaştığı halde, tek Abdulhalikilerin (veya Nakşibendiyye’nin) silsilesi Hz. Ebû Bekir’e ulaşıyor. Oysa, bu sünnetin velayet ilkesine aykırıdır.

Gucdevani’nin ilk halifesi olarak sunulan Hâce Ahmed Sıddîk burada dikkatimizi çekiyor. Zira, onun hakkında sunu-lan bilgiler çok sınırlıdır. Eğer o, Gucdevani’nin ilk halifesi olmuşsa, neden Abdülhalik Gucdevânî onu değil de, Evliya-yı Kebîr’i manevi oğlu olarak tanımlamış ve vasiyetnamesini ona vermiştir? Yahut, Hâce Ahmed Sıddîk irşad postuna oturmuş-sa, neden onun halifelerinden bahsedilmemiştir? Bu sorular bazı kuşkuların yaranmasına neden oluyor. Bu kuşkular bizi Hâce Ahmed Sıddîk’ın Hacegan şeyhlerinden olduğu kanaati-ne götürüyor. O, Ahmed Yasevi’den sonra Hacegan tarikatının şeyhi olabilirdi. Fakat, nakşibendi kaynaklarında Hâce Ahmed Sıddîk’ın yerine Abdülhalik Gucdevânî getirilmiş ve Ahmed Sıddîk ise Gucdevani’nin ilk halifesi olarak sunulmuştur. Artık bir süre geçtikten sonra bu konu Abdülhaliki’ler ile Hacegan tarikatı arasında bir tartışma konusu da olabilirdi.

598-616 (1201-1219) yılları arasında öğrencilerine verdiği beş ayrı icâzetin nüshaları Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki bir mecmua içerisindedir (Şehid Ali Paşa, nr. 2800/5-8, 11, vr. 21a-25a, 29b-30b). Aynı mecmuada (vr. 25a-28b) Mecdüddin el-Bağdâdî tarafından verilen iki tarikat icâzeti daha vardır. Yemenî nisbeli Şeyh Necmeddin Hasan b. Muhammed b. Bahâdır es-Sünbülî’nin Adlüddin Hasan b. Muhammed el-Halvetî’ye verdiği mufassal icâzetnâmenin sonunda tarikatın silsilesi de kaydedilmiştir (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 1761/3, vr. 36a-41b). Kübreviyye tarikatının kurucusu Necmeddîn-i Kübrâ’nın (ö. 618/1221), müridi Radıyyüddin Ali Lala’ya verdiği icâzetnâme Hz. Ali’ye ulaşan silsilelerin ilk yazılı örneklerinden biridir. Kübrâ, bu icâzetnâmede kendi şeyhlerini sırasıyla yazıp silsileyi Hasan-ı Basrî ve Hz. Ali kanalıyla Hz. Peygamber’e ulaştırmıştır. Yine VI. (XII.) yüzyıl sûfîlerinden Muhammed b. Münevver, Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr’ın (ö. 440/1049) silsilesini Hz. Ali kanalıyla Resûl-i Ekrem’e kadar çıkarmıştır. (İCÂZET - Cemil Akpınar. İslam Ansiklopedisi. C. 21, s. 398 ve c. 37. S. 207).

167

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Sonraki dönemlerde bu silsileler birleştirilerek tek silsile haline getirilmiştir. Fakat, Hacegan silsilesi tam olarak siline-mezdi. Zira, bu bir takım senedlerde ve kitaplarda kaydedilmiş ve tarikat temsilcileri varlıklarını sürdürmekte idiler. Onları ortadan kaldırmadan bunun yapılması mümkün değildir. Bu ki-taptaki silsilenin üzerinde çalışmak icab ediyordu. Zira, Abdul-haliki silsilesinin Yusuf el-Hemedani’ye ve onunla da Sahabiler dönemine kadar uzatılmasının tek yolu, Hacegan tarikatının sil-silesine dahil olmak, onu tahrif ederek Abdulhaliki silsilesinin temsilçileriyle iç içe getirmek ve sonunda zamanla Hacegan tarikatını yok ederek onun yerinde Abdulhaliki tarikatını (yani Nakşibendiyye’ni) ortaya koymak olmuştur.

Abdülhalik Gucdevânî’nin Yusuf el-Hemedani ile bağlılığı-nın olmadığını ve kendine has yeni bir yol icad etdiğini bildi-ğimiz için, Reşahat’ta sunulan Hacegan silsilesinin doğruluğu konusunu kuşku altına almak zorundayız. Burada isimleri ge-çen şeyhlerin hangisinin Yusuf el-Hemedani’ye bağlı Hacegan tarikatına, hangisinin Abdülhalik Gucdevânî’nin yolunun de-vamçısı olduğuna karar vermemiz için, onları birbirinden ayır-mamız gerekiyor. İşte, Reşahat’ta sunulan silsile tablosunun araştırma sonuçlarını bir araya getirerek Hacegan tarikatının ve Abdülhalikilerin iki farklı silsilesini dikkatinize sunabiliriz. Bu araştırma sonuçları tam olarak gerçekleri yansıtmasa da, fakat onlarda hakikat payı büyüktür:

168

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Abdülhalik Gucdevânî’nin gerçek hayat tarihçesi

Yaptığımız araştırmaların sonucu olarak dikkatinize sundu-ğumuz bu tez, bazı okucular için gözlenilmez olabilir. Fakat, ilmi delillere dayanarak yaptığımız araştırmalarla tanışlıktan sonra, akl-ı selim okuyucuların da farklı düşünmeyecekleri ka-naatindeyim.

Abdülhalik Gucdevanî 517\1123 yılında Buhara’nın Gucde-van köyünde doğdu. Onun ebeveynleri 1102-1103 yılında Ma-latya’dan Buhara’ya göç eden Ermeni asıllı Hıristiyanlardan ol-muşlar. Türkmen asıllı Danişmendilerin 1102 yılında Hıristiyan kalesi olan Malatya’yı fethetmesi sonucunda onlar Malatya’yı terk etmek zorunda kalmışlar. Zira, onlar hem Müslümanlara karşı Haçlılarla işbirliği yapan, hem de halkına zülüm yapan Ermeni asıllı despot Malatya hükümdarı Gabriel’in yakın ak-rabalarından olmuşlar. Onun babası gibi sunulan şahıs (Abdul-cemil?) Gabriel’in yanında yüksek bir otorite sahibi olmuştur. Böyle birisinin Malatya’da baş keşiş olma ihtimali daha büyük-tür. O, Gucdevanî’nin gerçek değil, manevi babası olmuştur. Zira, onun evlenmesi ilgili bilgiler gerçekleri yansıtmıyor.218

Gucdevanî’nin gerçek ebeveynleri Malatya’dan Buhara’ya göç eden Ermeni asıllı Hıristiyan mühacirlere ait ailelerden olmuşlar. Gucdevanî tüm ömrünü bu ortamda geçirmiştir. O dönemde, Buhara, Semerkant ve diğer Maveraünnehir yaşayış yerlerinde misyonerlik fealiyeti ile uğraşan ve birbirine destek olan Hıristiyan icmaları mevcut olmuştur.219

Abdülhalik Gucdevanî’nin genclik yıllarında Gucdevan köyünde İmam Sadreddin isimli birisinden ders aldığı bildiri-liyor (Reş 21). Müslümanlar arasında sessiz zikir ile ilgili ilk fitne genc Gucdevanî tarafından ortaya atılıyor. Onun zikirle ilgili sorularını yanıtlayamayan İmam Sadreddin’in bilgisiz bir köy öğretmeni olduğu anlaşılıyor. Zira, o, sessiz zikrin sünnete aykırı bir bidat olduğunu kanıtlamak evezine “Bu, ledün ilmi meselesidir. Allah dilerse seni dostlarından birine eriştirir, o da

218 Bununla ilgili olarak bak: “Abdülhalik Gucdevânî’nin doğumu” konusuna.219 Bununla ilgili olarak bak: “Abdülhalik Gucdevânî’nin doğumu” konusuna.

169

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

sana gizli zikri öğretir.” – diyor (Reş 21). İşte, böyle bir Allah dostu olan Hz. Hızır’ın ortaya çıktığı ve ona sessiz zikri talim ettiği uyduruluyor. Hatta, daha ileri giderek sessiz zikrin gereği olarak kelimeyi-şehadetin dil ile ikrar edilmesinin yanlış oldu-ğunu ileri sürülüyor (Reş 21; Nef 500).

Genc Gucdevanî’nin İmam Sadreddine verdiği bu soruların doğal olduğunu düşünüyorum. Zira, onun Hıristiyan icması dahilinde aldığı eğitim, aynı anlama gelen zikir ve dua ibadeti-nin sessiz yapılmasını gerektiriyordu. Hz. Hızır ise, bazı doğu Hıristiyan halkları için St. Georges (Aziz Corc, Mar Corcus, Aya Yorgi) ile eşleşmiştir. Hıristiyan icmalarında dinin kabulü vaftiz töreni ile gerçekleştiği için, Gucdevanî de suya dalarak kelimeyi-şehadetin kalb ile zikredilmesi törenini öneriyordu. Fakat, bunların hepsi Hz. Hızır’ın emirleri olarak ortaya koyu-luyordu (Reş 21; Nef 500).220

Tabii ki, genc Gucdevanî bu kadar ağır fitneleri kendisinden uydurmak durumunda değildir. Onun bu söz ve düşüncelerinin arkasında duran mensup olduğu Hıristiyan icması ve onların verdiği eğitim olmuştur. Bu nedenle, Gucdevanî ömrünün so-nuna kadar yaşadığı köyden ayrılmamış ve hiç bir Müslüman bilim adamından da ilim öğrenmemiştir. Onun görüşleri açık bidat olduğu için, yanlız ilim, İslam ve mantıktan uzak cahil insanları bu yalanlarla kandırmak mümkün idi.

1135 yılında Gucdevanî 22 yaşlarındayken Buhara’da Ab-dullah Berakī ve Hasan Endakī tarafından kurulan ve Hacegan tarikatına karşı mucadele eden dini-ideoloji bir kurumun cema-atine katılıyor. Onların vefatından sonra 1160 yılından başla-yarak bu kuruma kendisi rehberlik ediyor. O, bu dönemde bu kurumun ilkelerini belirliyor ve Hıristiyanlıktan gelen birkaç ilaveleri sünnet adı altında dine getiriyor. Ahmed Yasevi vefat ettikten sonra (1167) Gucdevânî Buhara’da yaygın olan Ha-cegan tarikatının şeyhi olmak hakkına sahip çıkmak için uzun süre uğraşıyor. Bu nedenle, onun taraftarları olan Abdulhaliki-ler ile Hacegan tarikatı müridleri arasında sürekli çekişmeler

220 Bununla ilgili olarak bak: “Abdülhalik Gucdevânî ve Hz. Hızır” konusuna.

170

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

yaşanmıştır. 221 Onun taraftarları arasında yerli cahil insanlarla yanaşı, Müs-

lüman gibi gözeken Hıristiyanlar da olmuştur. Onun vasiyetna-mesinde sunulan kurallar Hıristiyan rahiplerinin ruhban hayat tarzına uygun idi. Aslında, Abdülhalik Gucdevânî bu vasiyet-namesi ve diğer fealiyetleriyle kendi taraftarlarını (müridlerini) İslam’dan ve o dönemde geniş yayılan tasavvuf dergahlarından uzak tutmak istemiş ve onları İslam adı altında Hıristiyanlığın ruhban hayatına davet etmiştir.222

Abdülhalik Gucdevânî’nin kendisi de manevi babasının yo-lunu devam etdirerek bir ruhban hayatı yaşamıştır. Zira, hiç bir kaynakda onun evlenmesi ve evlatları hakkında bir bilgi yoktur. Bu nedenle, o, devamçısı olan Evliya-yı Kebir’e de aynı yolu (evlenmemesini) devam ettirmesini vasiyet ediyor.

Abdülhalik Gucdevânî vefat ettikten sonra, onun çizdiği yol Abdülhâlikîler, yani onun halifeleri ve devamçıları tarafın-dan ileriye götürülmüştür. Abdülhâlikîler’in özelliklerini kısa şekilde böyle özetlenebilir: velayetin reddedilmesi, silsilenin ortadan kaldırılması (bu nedenle, onlarda silsile ardıcıllığı bo-zulmuştur), mürşide itaatsizlik, mürşid ve mürit kurumunun iptal edilmesi, şeyhin beyat ve seçim yoluyla seçilmesi, evliya türbelerinin ziyaretinin yasaklanması, şeriat kurallarına ve sün-neye itaatsizlik, tasavvufa ve onun geleneklerine karşı çıkmak, sessiz zikir veya zikrin ortadan kaldırılması, üveysilik, dergah-ların ziyaretinin durdurulması ve d.223

Abdülhalik Gucdevanî çocukluk, genclik yıllarından son nefesine kadar kapalı bir hayat yaşamış (Nef 500) ve “yaban-cıların gözünden saklanmayı şiar kabul etmiştir.” (Reş 21-22). Yani, onun yaşam tarzı ve düşünceleri etrafdaki insanlarda daima bir soru yaratmıştır. Zira, Hıristiyan icmasından olan ve kendini Müslüman gibi tanıtan şahısların toplum arasında-ki durumu başka tür olamazdı da. Gucdevanî’nin iç ve yakın çevresi ile yaşadığı hayat, onun dış ve yabançılardan oluşan

221 Bununla ilgili olarak bak: “Abdülhalikiler kimlerdir?” konusuna.222 Bununla ilgili olarak bak: “Abdülhalik Gucdevânî’nin kurduğu yol ve onun kuralları” konusuna.223 Bununla ilgili olarak bak: “Abdülhalikiler kimlerdir?” konusuna.

171

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

çevre hayatı ile çatışıyordu. Aslında, Gucdevanî’nin bu sıkıntı-dan kurtulması mümkün idi. Yani, o, İslam dinini kabul ederek samimi bir Müslüman da olabilirdi. Yahut, bölgedeki diğer Hıristiyanlar gibi rahatlıkla bir rahip olarak yaşayabilirdi. Onun böyle ağır bir seçimi, onun üzerine düşen büyük bir görev ve dini misyonu ile ilgili olmuştur, düşünüyorum. O, bu misyo-nu gerçekleştirdi. Zira, Malatya’daki Hıristiyan yönetiminin Haçlılarla işbirliği halinde olduğunu ve Gucdevanî’nin manevi babasının bu birlikte yer aldığını hatırlarsak, o zaman kanaatle-rimizin ebes olmadığını söyleyebiliriz.

2. BÖLÜM

Bahaeddin Nakşibend

175

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Bahaeddin Nakşibend’in doğum tarihi XIV yüzyılda yaşayan Bahaeddin Nakşibend Muhammed b.

Muhammed el-Buharî’nin dünyaya gelişi “Reşahat” eserinde böyle anlatılıyor: “Hicrî 718 senesi Muharrem ayında dünyaya geldiler. Azizan lâkabiyle meşhur Hoca Ali Rahmıtenî Hazret-lerinin224 vefatı 721 tarihinde olduğuna göre demek ki, onun devrinde vücuda geldiler. Doğdukları ve defnedildikleri yer “Kasr-ı Ârifan” isimli köy. Ariflerin sarayı mânasına “Kasr-ı Ârifan” adını taşıyan köy Buhara’ya l fersah mesafede.” (Reşa-hat 66).225

Reşahat’ta “Hoca Ali Rahmıtenî Hazretlerinin vefatı 721 tarihinde olduğuna göre demek ki, onun devrinde vücuda gel-diler.” – ifadesinde, Bahaeddin Nakşibend’in Hoca Ali Rahmı-tenî’nin vefatından yaklaşık 2-3 yıl önce doğduğu (718) kas-tediliyorsa, ihtimallere dayanan bu tarih birkaç yıl değişebilir. Zira, aynı eserin başka bir yerinde böyle yazılıyor: “.. Vefat tarihleri: Azizan Hazretleri, hicretin 715 inci senesi Zilkade ayının 28-ci perşembe günü.” (Reş, 48). O zaman, bu mantıkla Bahaeddin Nakşibend’in doğum tarihi 712-713 tarihine endiril-

224 Hacegan tarikatının büyüklerinden olan ve “130 yıl ömür süren” (Reş, 47) Hoca Ali Rahmıtenî “Buhara civarında, şehre iki fersah uzaklıkta Rimten dedikleri büyük bir kasabada” doğsa da, “kabri Harizem’dedir” (Reş, 40). Buhārā civarındakı Rāmitan, aynı zamanda Baykand, Varaxshā, Vardan, Nur ve Ramuş gibi eski yerleşim yerleri Buhara şehrinden de eski olmuştur (al-Moqaddasī. s. 282; Frye R. s. 106 – 122).225 Safi Mevlana Ali Bin Hüseyn. Reşahat ayn-el Hayat. Özleştiren: Necip Fazil Kısakürek. İstanbul 1971. Biz kitapta bu esere fazla istinat ettiğimiz için, bu eserin ismini kısaltılmış (Reş) şekilde sunacağız. Reşahat eserinde olan bu bilgi aynen bu kaynakta da geçiyor: Ebu Muhsin Muhammed. s. 3.

176

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

mesi gerekiyor. Anlaşıldığı gibi, Bahaeddin Nakşibend’in dün-yaya geldiği tarih net değildir.

Bahaeddin Nakşibend’in 712-713 senesinde dünyaya gelişi ihtimalı çok zayıftır. Zira, 716’da (ekim 1316) Bu hara (aynı za-manda Semerkant, Termez şehirleri), İlhanlılar ve Çağatay şeh-zadesi Yasâvür tarafından yağmalanıp tahrip edilmiş, bu böl-gedeki şehirlerin halkının çoğu soğuk kış aylarında Ceyhun’un güneyindeki Horasan bölgesine götürülmüştür.226 Buhara’nın l fersah mesafesindeki bir köyde oturan Bahaeddin Nakşibend’in ailesi de bu trajik olayların dışında kalamazdı. Bu nedenle, Bahaeddin Nakşibend 712-713 senesinde dünyaya gelmiş ol-saydı, o zaman onun çocukluk yıllarından bahseden “Reşahat” ve diğer Nakşibendi kaynaklarında bu olaylarla ilgili bir bilgi olurdu. Böyle bir bilginin kaynaklarda geçmemesi, Bahaeddin Nakşibend’in 716 senesinden birkaç yıl sonra dünyaya geldiği-ni gösteriyor.

Bahaeddin Nakşibend’in 718 senesinde dünyaya gelişi ihti-malı ne kadar doğrudur?

Mâverâünnehir, Yedisu ve Doğu Türkistan’da varlığını sürdüren Çağatay Hanlığının (1227-1370) hanı Esen Buka 718/1318 yılında vefat etmiştir. Önceki dönemlerde olduğu gibi, onun da hanlığı döneminde pagan moğol hanedanları arasında yapılan savaşlar, göçebelik kültürü Mâverâünnehir ve Türkistan’ da ziraat, ticaret ve şehir hayatının çökmesi ne sebep olmuştur. Mâverâünnehir’de X-XI yüzyıldan başlayarak İslam-tasavvuf kültürünün merkezi haline gelen Buhara şehri harabe-ye çevrilmiştir. Zira, şehirlerde gelişen sanat ve ilim hayatının dışında kalan ve açık yaylalarda göçebe hayvançılıkla uğraşan pagan türk-moğol aşiretleri şehirleri kapalı ve dar olmasından, oradakı hayat tarzından dolayı sevmez ve onlara bir ganimet gözüyle bakarlardır. Böyle bir durumda Buhara halkının yeni-den kendi evlerine dönmeleri için birkaç yıl geçmesi gerekiyor-du. Zira, bundan yaklaşık kırk yıl önce İlhanlılar tarafından sal-dırılara maruz kalan Buhara şehrine insanlar yedi yıldan sonra

226 Trever. s. 337-338; Arapov. 2-5 Kasım, Saint Petersburg 2004.

177

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

ayak açmışlardır.227

Buhara halkının yeniden kendi evlerine dönmeleri için in-sanların can ve mal güvenliğini sağlayan güçlü devletin ve ada-letli iktidarın olması gerekiyordu. 1318 yılında Esen Buka’nı taht’ta evez eden Kebek han (1318-1326) çağatay aşiretlerinin göçebelik geleneklerine aykırı olarak şehir halkının “çete” ad-landırdığı göçebeleri ve göçebeliği şehir hayatına tercih etti. Bu nedenle, göçebe moğol hanları onu Yasaya karşı çıkmakta suçlandırarak dönme (karausan) ilan ettiler. O, bunlara rağmen, Buhara’nın güneydoğusundaki Nahşeb’i (Karşı) merkez olarak seçti228 ve ülkenin si yasî merkezi Yedisu bölgesindeki Cungar-ya’dan Mâverâünnehir’e kaydı. O, gümüş sikkeler, di nar ve dirhemler kestirdi, 229 İslam dinini kabul etmese de, İslam’ın ve türkleşmenin (Çağatay lehcesinin) genişlenmesine katkı sağla-dı.230 Kebek hanın bu eylemleri, göçebelerin ona karşı nefretini artırsa da, Ceyhun’un güneyine sığınan Buhara ve diğer Mâ-verâünnehir insanlarının zamanla kendi yurtlarına dönmesini sağladı. Kebek hanın Buhara’nın güneydoğusundaki Nahşeb’i (Karşı) arazisinde kurduğu yeni yerleşim merkezine göç eden-ler arasında Buhara yahudileri de olmuştur.

1318 yılında tahta oturan Kebek han insanların güvende olmasını ve islahatların bir kısmını ancak 720/1320 yılına

227 Daha önce, 7 Receb 671 (28 Ocak 1273) tarihinde Buhara İlhanlılardan Abaka Han’ın ku mandanlarından Nîkpey-Bahadır tara fından işgal edilip yedi gün yağmalandı. Şehir ve halkı ateş ve kılıçla hemen ta mamen imha edildi. Kurtulanların elle rinde kalan malları ise üç yıl sonra Ça ğatay reislerinden Çuba ile Kayhan ta-rafından müsadere edildi, şehir yakıldı, sağ kalanlar katledildi. Vassâfin kay dına göre bundan sonra yedi yıl Buhara’da insan yaşamamış, ancak 1283’te Kaydu’nun emriyle müslüman olmuş Mesud Yalavaç şehri ye niden kurmak ve kaçan halkını geri ge tirmek için tedbirler almıştır. Ondan sonra onun Buhara ve Semerkant’a başçılık eden üç oğlu devam ettirmişler. Moğolların bu tür saldırıları daha önceleri de birkaç defa yaşanmıştır. 228 Kepek han Nesef’den 11-12 km aralıda kendine bir imaret (Karşı) tikdirdi. Sonralar bu imaretin etrafında yeni Karşı şehiri oluştu. Eski Nesef ise zamanla kayboldu. 229 Onun kestirdiği bu paralar kendi ismiyle “kebek, kopeki, köpeki” adlandırılmıştır. Azerbaycan’da eskiden “kuruş, cent” manasında kullanılan “qepik, köpük” terimlerinin buradan kaynaklandığını veya rus dilinde “kuruş, cent” anlamında kullanılan “kopeyk” sözünden geçdiğini düşünürüz. 230 İslam Ansiklopedisi, Buhara. C. 6.

178

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

kadar gerçekleştirebilirdi. Buhara halkının 718 yılından önce Buhara’ya dönmesi ihtimalı güvenlik bakımından çok zayıftır. Bahaeddin Nakşibend Buhara’da doğduğu için, onun ailesinin Buhara’ya 718/1318 yılından önce dönmesi ihtimalı inandırıcı değildir. Bu nedenle, biz Bahaeddin Nakşibend’in doğum tari-hinin en azı 718/1318 yılında olma ihtimalını destekliyoruz.

Reşahat’ta Nakşibend’in doğumu böyle anlatılıyor: “Şâh-ı Nakşibend Hazretleri henüz dünyaya gelmişken Hoca Meh-med Baba Semmâsî, Hindevan Köşkü isimli köyün yanından geçmektedir. Gözlerini Şâh-ı Nakşibendin evine dikip buyuru-yorlar: “Bu topraktan misilsiz bir er kokusu geliyor. Hindevan Köşkü, pek yakında Ariflerin Kasrı «Kasr-ı Arifan» olacak. Sanırım ki, çocuk doğdu. Gidip ziyaret edelim!” Gerçekten bu sözler söylenirken velîler velîsi Bahaeddin Nakşibend Hazret-leri dünyaya geleli üç gün olmuştur. Eve gidip çocuğu görmek istiyorlar. Çocuğun dedesi, torununu göğsüne alıp Hoca Meh-med Baba Semmâsî’ye gösteriyor. Semmâsî Hazretleri, dalgın nazarları nur saçan çocukta, fısıldıyor: “Bu benim oğlumdur. Biz onu çoktan oğulluğa kabul ettik!” Ve müridlerine dönüp ilâve ediyor: “Bu, mübarek kokusunu çoktan beri aldığımız er. Bu çocuk, çok geçmeden zamanın büyük kutbu ve aşk ehlinin kurtarıcı rehberi olacak.” Ve müridleri içinde, bilhassa halifelik makamına namzet Seyyid Emir Külâl Hazretlerine hitap edi-yorlar: “Oğlum Bahaeddin üzerinde şefkat, muhabbet ve terbi-ye vazifeni zerrece esirgeme! Esirgeyecek olursan sana hiç bir hakkımı helâl etmem!” Emir Külâl Hazretleri cevap veriyor: “Eğer en küçük ihmal gösterirsem merd değilim!”231

Hoca Mehmed Baba Semmâsî kimdir? – “Azizan Hazretle-rinin en üstün halifesi ve Altın Silsilenin kol başı makamında ana halkalarından biri. Ramiten civarında Semmâs isimli köy-den. Ramiten’den uzaklığı bir fersah, Buhara’dan 3 fersah. Ka-birleri de orada. Azizan Hazretleri, vefatlarına yakın, kendileri-ne başlıca halef ve irşâd makamına ehil olarak Hoca Mehmed Semmâsî’yi seçiyorlar ve bütün bağlılarına ona tâbi olmalarını emrediyorlar. Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretlerini oğullu-

231 Reşahat, 49-50; Nefahat 503.

179

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

ğa kabul eden odur. … Hoca Ubeydullah Hazretlerinin nakille-rinden öğrendiğimize göre Baba Hazretlerinin Semmâs köyün-de küçük bir bağı varmış… Hoca Mehmed Baba Semmâsî’nin dört halifeleri (oğlu Hoca Muhammmed Semmasi, Hoca Sofi Suhari, Mevlana Danişmend Ali ve Seyyid Emir Külal) vardır ki, her biri irşâd ve terbiye yolunda birer kemâl örneğidir. Fakat aralarında Seyyid Emir Külâl en üstünü ve baş kılavuzlar zinci-rinin büyük halkalarından.” (Reş, 49-50).

Seyyid Emîr Külâl kimdir? – “Seyyid Emîr Külâl, Hoca Mehmed Baba’nın terbiyesinde 20 yıl kalıyor ve bu zaman bo-yunca mürşidine can ve başla hizmetten geri kalmıyor. Haftada iki gün, Suhârî ile Semmâs arası 5 fersahlık mesafeyi yaya aşa-rak mürşidinin sohbetine koşuyor. Seyyid Emîr Hazretleri Ha-cegân yolunda o türlü çalışıyor ki, kimse onun hâlinden bir şey sezinleyemiyor ve o, tam bir gizlilik perdesi arkasında, kemâl merdiveninin son basamaklarına kadar yükseliyor. Yola ismini verecek kadar büyük kol başı Hoca Bahaeddin Nakşibend Haz-retlerinin nisbeti Seyyid Emîr Külâl Hazretlerinedir.” (Reş, 52).

Burada Hacegan tarikatının şeyhi Baba Semmâsî ve onun müridleri içinde halifelik makamına namzet olan Seyyid Emir Külâl’dan bahsediliyor. Anlaşıldığı gibi Baba Semmâsî, Baha-eddin’in doğumundan üç gün sonra onun Hindevan Köşkünde oturan ailesini ziyaret ettikleri sırada artık Hacegan tarikatının şeyhi tayin edilmiştir. Zira, “Azizan Hazretleri (Hoca Ali Rah-mıtenî), vefatlarına yakın (hicri 721 veya 715), kendilerine başlıca halef ve irşâd makamına ehil olarak Hoca Mehmed Semmâsî’yi seçiyorlar ve bütün bağlılarına ona tâbi olmalarını emrediyorlar.” (Reş, 49-50).

Göründüğü gibi, Hoca Ali Rahmıtenî 718 (1318) yılında vefat etmediği için, Hacegan tarikatının şeyhlik postunu üç yıl önceden Baba Semmâsî’ye veremezdi. Bu nedenle, Baba Semmâsî de bir şeyhlik iddiasında bulunamazdı. Eğer, Hoca Ali Rahmıtenî’nin 715 yılında vefat ettiğini kabul edersek, o zaman Bahaeddin henüz dünyaya gelmemiştir. Bahaeddin 721 senesinde dünyaya gelmiş olsaydı, o zaman Reşahat’ta “Hoca Ali Rahmıtenî Hazretlerinin vefatı 721 tarihinde olduğuna göre demek ki, onun devrinde vücuda geldiler” (Reş,66) – söylen-

180

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

mezdi. O zaman, Baba Semmâsî’nin Bahaeddin doğduğu sıra-da, onun ailesini ziyaret etmesi ile ilgili ortaya atılan rivayetin sıhhatı konusunda kuşkular yaranıyor.

Aslında, sonralar nakşibendi şeyhleri tarafından uydurulan bu rivayet, Hz. İsa’nın doğumu ile ilgili rivayete benzetilmiştir. Zira, bu rivayet Bahaeddin Nakşibendi bir peyğamber maka-mına yüceltiyor. Hz. İsa’nın doğumu sırasında yıldızlarla onun yerini tayin ederek (Bu topraktan misilsiz bir er kokusu geliyor. Hindevan Köşkü, pek yakında Ariflerin Kasrı «Kasr-ı Arifan» olacak. Sanırım ki, çocuk doğdu. Gidip ziyaret edelim!) ziya-retinde bulunan üç mecusi eskiden bekledikleri bu çocuğun (Biz onu çoktan oğulluğa kabul ettik!” Bu, mübarek kokusunu çoktan beri aldığımız er) peyğamber olduğunu ilan etmişlerdir (Nur saçan.. bu çocuk, çok geçmeden zamanın büyük kutbu ve aşk ehlinin kurtarıcı rehberi olacak). Bu rivayette asıl amaç, Bahaeddin’i, Baba Semmâsî ve Seyyid Emîr Külâl ile devam eden Hacegan tarikatı silsilesine bağlılığını tesbit etmek ve yeni bir Nakşibendi silsilesini ortaya koymak olmuştur.232

Aynı zamanda, kaynaklarda Bahaeddin Nakşibend’in Baba Semmâsî ile ilişkilerinin olduğunu gösteren bir yazının ortada olmaması, bu rivayetin sahih olmadığına bir delildir. Baha-eddin Nakşibend, Baba Sem mâsî tarafından manevi oğulluğa götürülseydi, her iki kaynakta onların ilişkileri hakkında ge-niş bilgilerin olması gerekiyordu. Bahaeddin Nakşibend’in Baba Semmâsî’nin dergahını ziyaret etmemesinin bir nedeni olmamıştır. Zira, onun oturduğu Hindevân köyü ile Baba Sem-mâsî’nin oturduğu Semmas köyü arasında küçük bir mesafe (1 veya 2 fersah) vardır. Diğer yandan Baba Semmâsî’nin “çok geçmeden zamanın büyük kutbu ve aşk ehlinin kurtarıcı rehberi” gibi nitelendirdiği bu şahıs, onun nazarından kenarda kalamaz ve yanından ayrılamazdı. Fakat, Cami’nin “Nefahat” eserinde onun evlen me çağına geldiğinde dedesinin kendisi için seçtiği gelin adayı ile evlenmesi hu susunda görüşünü alması için Semmâsî’nin yanına geldiği bildiriliyor: “Hoca Bahauddin şöyle buyurmuşlardır: “Evlenmek istediğim zaman dedem, beni

232 Reşahat eserinde olan bu rivayet aynen bu kaynakta da geçiyor: Ebu Muhsin, s. 5.

181

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Simmas’ta Hoca Muhammed Baba’ya gönderdi ki, kadem ve bereketleri bizim eve de ulaşsın.... Sabah olunca Hz. Hoca’nın hizmetine vardım.”233 Fakat, Ebu Muhsin Muhammed “Hoca Bahaeddin Nakşi-bend’in makamları” eserinde Bahaeddin Nakşibend’in 18 yaşta Baba Semmâsî ile görüştüğünü bildiriyor: “Bizim Hazreti Hoca (Bahaeddin) söylüyor: “Ben 18 yaşımda evlenmek kararına geldim. Büyük babam beni Semmas köyüne, Hazreti Hoca’nın (Baba Semmâsî) yanına evimize davet etmek ve hayır duasını almak için gönderdi.”.... “O (Baba Semmâsî), Kasr-ı Ârifan’a gelerek büyük babamın evine misafir oldu. Babam ona benim evlenmek isteğimi iletti. O ise, “Çok güzel, bunu gerçekleş-tirmek lazım!” söyledi. Büyük babam bu işin hemen onların katılımı ile gerçekleşmesini istedi. Fakat, babam geleneğe uy-gun olarak bunun büyük törenle yapılmasından yanaydı. Hoca söyledi: “Zaman kıymetlidir, tören muhakkak değildir. Zamanı kaybetmek olmaz!” Babam kız evini tanımadığından dolayı, bu sözlere karşı çıktı. Hoca kız evine elçi giderek onu bana istedi ve onlar da kabul ettiler. Babam bunu duyunca hemen fikrini değişti ve evlenmeğin törenle gerçekleşmesini ısrar etmedi.”... “Hoca Muhammed Semmas ihtiyar olduğunda, büyük babam beni Semerkant kentine götürdü. Önüme çıkan dervişler, beni onun söhbetine götürürdüler ve bu benim ilgimi çekti. Sonra Buhara’ya geldik ve evlenme törenini gerçekleştirdik. Kasr-ı Ârifan’da bulunduğum dönemde Allah’ın lütfü bana yetişti ve bana derviş külahı gönderildi.”234 Fakat, aynı eserin diger bir sayfasında bildiriliyor ki, Bahaeddin Nakşibend Emir Kü-lal’ın yanına geldiğinde, artık Baba Semmâs vefat etmiştir.235 Göründüğü gibi kaynaklarda onun 18 yaşında evlenmesi ve sonra Emir Külal’ın yanına gelmesi ile ilgili bilgiler sabittir. Bildirildiği gibi, Şeyh Baba Semmâsî 755/1354 yılında Buha-ra’nın Semmas köyünde vefat etmeden önce, Allah’ın izniyle kendisinden sonra Ehl-i Beyt soyundan olan Seyyid Emir Kü-

233 Câmî, Nefahat, s. 503. İslam Ansiklopedisi, Bahaeddin Nakşibend. cild 4.234 Ebu Muhsin, s. 5-6.235 Ebu Muhsin, s. 9-11.

182

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

lal’ı tarikatın mürşidi tayin ediyor ve Bahaeddin Nakşibend de Seyyid Emir Külal’ın müridleri arasında yer alıyor. Fakat, Şeyh Baba Semmâsî’nin 755/1354 yılında vefatı tarihi gerçekleri yansıtmıyor. Zira, 1354 yılında Bahaeddin’in (doğdu 1318) 36, Buhara’nın Sûhârî köyünde doğan Seyyid Emîr Külâl’ın ise (683/1284-772/1370) 70 yaşı olması gerekiyordu. Emir Kü-lal 28 kasım 1370 yılında, yaklaşık doksan yaşında doğduğu köyde vefat etmiştir. 755/1354 yılından sonra Bahaeddin’in Emir Külal ile tanıştığını ihtimal edersek, o zaman Reşahat’ta Bahaeddin Nakşibend ile ilgili bildirilen bilgilerin hepsinin yanlış olduğunu kabul etmeliğiz. Zira, Bahaeddin yaklaşık 1340 yılından Emîr Külâl ve Mevlana Arif’ten ayrılarak Halil Hana bağlanıyor. Bu bilgi, yanlız Reşahat’a değil, aynı zaman-da diğer tarihi kaynaklara da ters geliyor. Yahut, Bahaeddin’in 36 yaşından sonra Emîr Külâl ile tanışmasını ihtimal etmek, Ebu Muhsin Muhammed’in, Bahaeddin’in onunla 18 yaşından tanışması ile ilgili verdiği bilgiyi iptal ediyor. Bu ise, mümkün değildir. Zira bunu diğer nakşibend kaynakları da tasdik ediyor. Buradakı yanlışlık, Reşahat eserinin müellifinin Şeyh Baba Semmâsî’nin vefat tarihini yanlış yazmasından kaynaklanıyor. Seyyid Emîr Külâl Şeyh Baba Semmâsî’nin terbiyesinde Re-şahat’ta bildirildiği gibi 20 yıl kalmış olsaydı, onun 50 yaşında olması gerekiyordu. Reşahat’ta ise, Bahaeddin’in dünyaya geldiği günlerde (1318) Seyyid Emîr Külâl ile Şeyh Baba Sem-mâsî’nin onların evlerini ziyaret etmelerinden bahsediliyor. O zaman, Emîr Külâl Şeyh Baba Semmâsî’ni 50 yaşından değil, en azı 1318 yılından, yani 34 yaşından tanıması gerekiyordi. İşte, Seyyid Emîr Külâl, Hoca Mehmed Baba’nın terbiyesin-de 20 yıl değil, en azı 36 yıl kalması icab ediyordu. Biz eğer Baba Semmâsî’nin 1354 yılında değil, 20 yıl evvel, yani 1334 yılında vefat ettiğini ihtimal etsek, bu çelişki ortadan kalkıyor. Yani 1334 yılında Emîr Külâl 50 yaşında olmuş ve en azı 34 yaşından (1318) Baba Semmâsî’yi tanımıştır. Bu ise yaklaşık 20 yıl olabilir (50-34=16+4). O, zaman, Şeyh Baba Semmâsî 1334 yılında vefat ettiğinde Bahaeddin’in 16, Emîr Külâl’ın ise 50 yaşları olmuştur. Emîr Külâl Şeyh Baba Semmâsî’nin yanına uğramadan önce (34 veya 30 yaşlarına kadar) Yesevî

183

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

tarikatının büyüklerinden olan Seyyid Ata’dan tasavvuf terbi-yesi almıştır.236 Biz Ebu Muhsin Muhammed’in verdiği bilgiye dayanarak diyebiliriz ki, Bahaeddin Şeyh Baba Semmâsî’nin vefatından iki yıl sonra, yani 18 yaşında Emîr Külâl’ın yanına uğrayanda Baba Semmâsî artık vefat etmiştir. Ortaya koyduğu-muz bu tarih gerçeğe daha yakındır. Reşahat eserinin müellifi Safi Mevlana Ali Bin Hüseynin Şeyh Baba Semmâsî’nin vefat tarihini yaklaşık 20 yıl sonraya çekmesi, Seyyid Emîr Külâl’ın onun hizmetinde 20 yıl bulunması ile ilgili olabilirdi. O, muh-temelen Şeyh Baba Semmâsî’nin Emîr Külâl ile buluşması tarihini (735-1334) Baba Semmâsî’nin postu Emîr Külâl’a bı-rakması tarihi (755-1354) ile karıştırdığından dolayı bu çelişki ortaya çıkmıştır. Bahaeddin Nakşibend 718 (1318) senesinde Buhara’da çok ağır sosyal-ekonomi bir durumda ve insanların can, mal, vicdan emniyeti tehdid altında olduğu bir dönemde doğmuştur. Böyle bir dönemde bir kurtarıcının olması ve Hz. Mehdi (a.s) gelmesi ile ilgili Müslümanlar arasında söhbetler gündeme gelmiştir. Fakat, Bahaeddin Nakşibend’in doğumu ile ilgili rivayet sonralar Ubeydullah Ahrar döneminde ortaya atılmıştır. Bu rivayet, Bahaeddin Nakşibendi peyğamber maka-mına yücelterek, Nakşibendiyye’nin kurtarıcı özel bir yol oldu-ğuna inandırmak için yapılmıştır. Fakat, ilmi araştırma sonucu malum oldu ki, böyle bir rivayetin gerçek olması mümkün de-ğildir. Bunu, sonrakı araştırmalarımız da kanıtlıyor.

Bahaeddin Nakşibend’in doğum yeri

Bahaeddin Nakşibend 718/1318’de Buhârâ’ya 1 farsah ya-kınlıkta olan Kasr-ı Hindevân köyünde doğduğu bildiriliyor (Reş, 49). Bu köy, Bahaeddin Nakşibend’den sonra onun şere-fine Kasr-ı Ârifân adlandırılmıştır. O, bu köyde defnedilmiş ve onun kabri zamanla bir ziyaretgaha çevrilmiştir.

Araştırmacılar “Kasr-ı Hindevân” anlamının “hindlilerin yaşadığı köy, kasaba” manasına geldiğini bildiriyorlar.237Bu bir

236 İslam Ansiklopedisi, Emîr Külâl. cild 11.237 Bartold V.V. Orta Asya tarihi, s. 477-478; Baburname 45 b, 48 b, s. 63; Masson M.E. Senet 10, satır 214.

184

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

raslantı değildir. Zira, böyle yaşayış meskenleri Mâverâünne-hir’in çeşitli şehirlerinde bulunmuştur. Samani, İstahri, Biruni, Narşahi gibi ortaçağ müellifleri ortaçağ Bu hara ve Belh gibi şehirlerin kale (kuhendiz), asıl şe hir (şehristan) ve dış mahalle-lerden (rabaz) meydana geldiğini ve buradakı dış mahallelerde oturanların çoğunlukla hind, yahudi, çin ve mecusilerden oluş-tuğunu söylerler.238 Belh şehrinde de “Kasr-ı Hindevân” adıyla tanınan bir yaşayış meskeni olmuştur. Hanefî fakihi Ebû Ca’fer Muhammed b. Abdillâh b. Muhammed el-Hinduvânî el-Belhî (ö. 362/973) de Belh’in Hindevân kasabasında doğmuştur.239

Bu yaşayış meskenlerinin hindlilerle bağlı olduğu kimsede kuşku doğurmuyor. Fakat, hindlilerin hangi dönemden ve hangi sebepten Mâverâünnehir’de, özellikle Buhara’da yerleşmeleri birkaç sorular doğuruyor. Samaniye göre, Belh’te, Hindis-tan’dan getirilen köle ve cariyeler “Bâbü Hindevân” adlı ma-hallede konaklamışlardır.240 V. Bartolda göre, Bu hara ve Belh gibi şehirlerdeki Hinduvân kasabaları hintlilerin bu yerlerdeki ticaret kolonileri olmuşlar.241 Düşünüyoruz ki, her iki müellif haklıdır. Çeşitli dönemlerde Hindistan’ı fetheden Müslümanla-rın hindlileri köle olarak alıp ülkelerine götürmeleri tarihi ger-çekliktir. 1330 yılında Buhara, Semerkant ve Termez şehirlerini ziyarette bulunan Arap seyyahı İbn Battuta bildiriyor ki, “Türk-ler cesur ve güclü insanlardır. Onlar aramsız olarak Hindistan şehirlerine saldırırak yerli halkı esir götürüyor veya öldürü-yorlardır. Bazen, onlar Hindistan’da müşrikler arasında oturan Müslümanları esir alır ve onları Horasan’a getiriyorlardır... Soğuk Hindikuş dağlarından geçerek ..Hindistan’dan getirilen

238 İslam Ansik, Buhara. cild 6. 239 O, Belhte doğduğu Bâbü Hinduvân adlı mahalleden dolayı Hinduvânî nisbesiyle anılmıştır. Kendisi de pek çok talebe yetiştirmiştir: Ebü’l-Leyses-Semerkandî, Ebû İshak İb rahim b. Müslim el-Buhârî. Ebû Abdul lah Tâhir b. Muhammed el-Haddâdî. 25 Zilhicce 362 (26 Eylül 973) tarihinde Buhara’da vefat eden Hinduvânî’nin cena zesi Belh’e götürülerek orada defnedildi. (İslam Ansik, Hinduvânî. cild 18). Buhara’da doğan tanınmış büyük muhaddis Ebû Abdillâh Muhammed b. İsmâîl b. İbrâhîm el-Cu’fî el-Buhârînin (ö. 256/870) de ulu dedesi Berdizbeh Mecûsî idi (İslam Ansik, Buhari. cild 6). 240 Bartold V.V. Orta Asya tarihi, s. 477241 Bartold V.V. İslam öncesi. s. 19.

185

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

birkaç köle ve cariyeler sert soğuk ve bol kardan dolayı bu dağ yollarında canlarını kaybediyorlardır.”242

Türkler Sind ve Pencap’ı fethi sırasında 500.000 hintliyi esir alarak getirmiş, sonralar onlar Hindistan’dan Timur Han tara-fından da sürülmüşlerdir.

Hindliler Mâverâünnehir’de, özellikle Buhara’da daha eski dönemlerde de yerleşmişler. Buhara, İslam dininden önce sınır-ları Hindistan’a kadar uzanan Kuşan Şahlığı döneminden Bu-dizm, Manilik, Mecusilik dinlerinin merkezlerinden olduğun-dan dolayı, hind asıllı Budist zevvarlar eskiden bu yerleri ziya-ret etmiş, kısmen yerleşmiş ve aynı zamanda İpek ticaret yolu üzerinde bulunan Buhara pazarlarında ticaretle uğraşmışlardır. Bu nedenle, Narşahi, eski dönemlerde Buhara sakinleri arasın-da büyük bir taleple kullanılan ve yılda iki kez açılan Bāzār-i Mah adlı put bazarının olduğunu ve hatta Kuteybe ibni Мuslim döneminde Paykand, Varahşa ve Sogd gibi diğer şehirlerde put-perest tapınaklarının olduğunu,243 Biruni Buhara’da batil Mani-lik dinine itikad edenlerin bulunduğunu,244 XI yüzyılda yaşayan Маhmud Kašgari ise Buhara’da Budist tapınağının olmasından dolayı böyle adlandırıldığını bildirmişler.245

VII-VIII asırlardan başlayarak müslümanlar ve yahudiler İpek yolunu kontrol etmişlerdir.246 Yahudilerden bir kısmı İslam 242 İbn Battuta. S. 45.243 Narshakhī. s. 26-27, 45. 244 Bīrūnī, s. 479. 245 Kašgarli Mahmūd, s. 111. Araştırmacılar, Buhara kelmesinin sanskritçe “vihara” (budist manastırı) kelimesinden türediğini ve türkçe “buhara” gibi teleffüz olunduğunu söylüyorlar. Hindistan’ın Bihar vilayetinde Buhar adlı bir kasaba vardır. Her iki ismin kökünün de Budist manastırının genel adı olan vihara’dan geldiği söylenmektedir. Buhara adının “vihara” dan türetilmiş olması kuvvetle muhtemeldir. Samariler dönemi müellifi el-Havarizmi, “el-buhar”ın Hindistan’da bir puthane olduğunu belirtir. Fakat “Buhara” ismine kaynaklarımızda nispeten gec tarihlerde rastlanılmaktadır. İsmin yer aldığı en erken tarihli kaynak, çinli Budist seyyah Hsüan-tsang’ın yaklaşık 630’da yaptığı seyahatlarını konu alan kitabıdır (Nelson Frye. s. 429). Araştırmacılar arapların kullandıkları “büdd” anlamının farscadakı “büt”, onlara da sogd dilinde kullanılan “put” isminden geçtidiğini söylerler. Aslında, bu isimler Buddanın heykellerine verilen genel isim olmuştur. Şehristânî müslümanlarca inanılan Hızır’dan başka Budistler’in nitelendirdiği şekilde Buda’ya ben zeyen bir varlık bulunmadığını belirtir ( İslam Ansik, Budizm. C. 6). 2466 İpek-Yolu’nun gelişmesinde ticaretteki çekicilikleriyle Radanitler adı verilen Yahudi tüccarlar önemli rol oynamışlar ve bu yol boyunca ticaret postaları

186

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

dinini kabul ederek, büyük başarılara ulaşmışlardır.247 İstah-riye göre, Buhara’da ve aynı zamanda Belh şehrinde onların oturdukları yer Kasr-ı Hindevâna yakın olmuştur. Böyle bir ortamda kölelere büyük ihtiyaç duyulmuştur. Müslümanlar ve Ehl-i Kitab burada köleler kısmında kullanılamazdı. O zaman, Hindistan’dan müşrik kısmında getirilen hindliler bu amaçla köle olarak kullanılmışlardır. Mâverâünnehir’in çeşitli şehirle-rinde oturan bu dini icmaların çoğu İslam’a kadarkı dönemden mevcut oldukları gibi, X-XI yüzyıllarda da varlıklarını kısmen koruyabilmişlerdir.

Buhara, birbirine zıt olan çeşitli felsefi fikir ve İslami tema-yüllerin, farklı inanclardan kaynaklanan düşüncelerin bir araya geldiği ortam olmuştur. Bu durum, XIII yüzyıldan başlayarak daha da gelişmiştir. Zira, Buhara şehri XIII-XIV yüzyıllarda birkaç defasında Cengiz Hanın soyundan olan paganist Çağa-tay (1227-1370), İlhanlı (1256-1353), Altınordu (1226-1502) ve Şeybanilerin (1500-1598) saldırılarına maruz kalmıştır. Onların ulusu olan Çengiz han tüm dünyayı kendi egemenliği altında tek bir din ve kültür altında birleştirmeğe çalışmıştır. Bu nedenle, moğolllar aynı zamanda diğer kültür ve dinlere tolerant yanaşmışlardır. Mâverâünnehir’de İslam kültürünün

kurmuşlardır. Onların ataları birçok nesil önce İran’dan bölgeye gelmişler. Dolayısıyla Buhara Yahudileri İran Yahudilerinin bir kolu sayılmıştır. Graetz, kaynak vermekle birlikte Buhara ve çevresinde Yahudilerin varlığına dair bilgi vermiştir. Bu bilgilerde, Yahudilerin Hive’ye kadar yayıldığını ve bu bölgede 8.000 ailenin mevcut olduğunu belirtmiştir. Arapların bölgeyi ele geçirmesinden önce Türkistan’da Baktriya-Toharistan, Soqd, Margiana ve Horezim olmak üzere önemli Yahudi yerleşim birimleri ortaya çıkmıştır. Müslümalığın bölgeye geldiği VIII. yüzyılda halihazırda Buhara’da Yahudiler görülmüştür. Timur’un bölgeyi ele geçirdiği tarihlerde de Buhara ve Semerkant’ta yaşayan Yahudilere atıfta bulunulmuştur. (Timurlan Omorov. s. 69-70; Hanıkov. s. 72). 24719 Buhara Yahudilerinden çeşitli tarihlerde İslam’ı kabul edenler olmuş, bunların bir kısmı zamanla bölgede egemen unsur olan Özbekler ya da Tacikler arasında erimiştir. Bunun dışında XVIII. yüzyılın ortalarında ve XIX. yüzyılın erken dönemlerinde Buhara Yahudilerinden Çala adı verilen bir grup ortaya çıkmıştır. Bunlar Müslüman geleneğe bağlıymış gibi görünüp, gizli olarak Yahudiliğe bağlılıklarını sürdürmüştür. Bu grup, Doğu’nun Marranoları olarak değerlendirilmiştir. Çalalar, bir Müslümanın yapması gereken her şeyi yapar görünmüşler, bunun yanında kendi evlerinde Yahudi geleneklerini icra etmeye ve ibadetlerini gerçekleştirmeye devam etmişlerdir. Genellikle tecrit edilmiş bir topluluk olarak yaşamlarını sürdürmüşler ve daha çok kendi toplum yapısı içinde içe dönük bir yaşam biçimine sahip olmuşlardır. (Timurlan Omorov. s. 72-73).

187

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

merkezi olan Buhara’dan başka, budist-nestoriyan ve manihey uyğurların yaşadığı diğer eski kültür merkezi olan Beşbalık ve Hıristiyanlığın merkezi Almalık şehirleri de mevcut olmuş-tur. Bu kültür merkezleri arasında kalan göçebe türk-moğol aşiretleri zamanla onların etkisine uğramışlardır. Onların bir kısmı Budizmi ve Hıristiyanlığı,248 bir kısmı İslam dinini kabul ediyor,249 büyük çoğunluğu da tanrıçılık ve şamanizm inancın-

248 Moğol tayfa başçısı Nayman Kuçluk (1211-1218) hıristiyanlığı kabul etmiş ve bölgede yaşayan müslümanları hristiyanlığı veya budizmi kabul etmeye zorlamış, medreseler ve camileri kapatmış ve onlara çinli geyiminde gezmeyi emir etmiştir. Mâverâünnehir, Yedisu ve Doğu Türkistan’da varlığını sürdüren Çağatay Hanlığının (1227-1370) yaradıcısı Çağatay han (öldü 1242) Müslümanların akar suya girerek abdest almasını, hayvanların boğazını kesmesini moğol yasasına aykırı olduğu için yasaklamış ve onları bölgeden uzaklaştırarak yerlerine gayri-müslimleri yerleştirmiştir. Bu müslümanların itirazlarına sebep olmuştur. Çağatay Hanın oğlu Kara Hülâgu’den (1242-1251) sonraki kadını Oragına Katun (1261 kadar), Barak han (1266-1271), Duva han (1282-1306), Kebek han Orta Asya’nın çoğunluğunu oluşturan müslümanlara barışık davranmak zorunda kalmışlar. Avrupa seyyahı Marko Polo Çağatay hanın (öldü 1242) nestoriyan hıristiyanı olduğunu bildirilmiştir (Bartold V.V. Yediçay tarihi araştırmaları. s.52, 54-55).249 Güney Rusya ve Batı Sibirya’daki Cuci sülâlesinden Altın Orda’da Batu Han’ın kardeşi ve komutanı Berke Han 1240 Buhara şeyhi mutasavvıf, Kübreviyye tarikatının Bâharziyye kolunun kurucusu Seyfüddîn Saîd b. Mutahhar b. Saîd el-Bâharzînin (ö. 659/1261) etkisi ile Müslüman oldu ve bu bağlamda, Moğol Devletleri içinde müslümanlaşan ilk hanedan Altınordu Hanedanı oldu. 1257 yılında Altınordu tahtına çıktı ve Anadolu Selçuklu hükümdarı Alaeddin Keykubad’ın kızı Melike Hatun ile evlenerek Anadolu Selçuklu sarayına damat oldu. Hülagü’nün oğlu, Abaka’nın kardeşi Ahmed Tegüder ilk önce hıristiyan olmasına rağmen, sonradan müslüman olmuş ve 1282’de (1284 kadar) tahta çıktığında İlhanlı devletini budizm ve nesturi hristiyanlığı engelleyen bir sultanlığa dönüştürmüştür. Bundan rahatsız olan budist yeğeni Horasan valisi Argün Teküdar’e savaş açmış ve Teküder Argün’ün büyük ordusu karşısında yenilerek 1284’te idam edilmiştir. 1295 yılında İslamiyyeti kabul eden Kazan hanın egemenliği döneminde (1295-1304) İlhaniler devletinde yaşayan budist, hristiyan, yahudi, şaman ve tanrıçılar, kumandan, vezir ve askerlerin çoğu müslüman olmuş, onların mabedleri yıkılmış ve yerlerinde camiler inşa edilmiştir. İlk önce hristiyanlığı, sonra budizmi kabul eden Kazanın kardeşi ve halefi Olcaytu (1304-1316) İslamı kabul etmiş ve şiiliği tercih etmiştir. Onun oğlu ve halefi Ebu Said

188

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

da kalmışlardır. Onların liderleri türk-moğol hanlarını kendi etkileri altına almak yolunda mucadelede bulunmuşlardır.

Mâverâünnehir’de vahşi puta tapanları müslümanlaştırarak medenileştiren ve onların birliğini temin eden Ehl-i Beyt ne-fesli Hacegan, Yaseviyye, Kübreviyye, İşkiyye tarikatları ol-muşlar.250 Bu dinleri kabul eden türk-moğol hanları diğerlerine karşı saldırmış veya onları sıkıştırmış, aynı zamanda kendi ege-menliklerini korumak için, çeşitli din ve kültürleri bir araya ge-tirmeğe çalışmışlardır. XIV-XV yüzyıllarda hükümranlık eden birkaç moğol hanlarının budist, şamanist ve tüm dinlere karşı tolerant olmaları, bölgede yeni müslüman olmuş halkların eski inanclarının dirçelmesi ve eski inancların İslam dini ile bir ara-ya getirilmesi ihtimalını da ortadan kaldırmıyor. Bu gelişmeler zayıf imanlı insanların, yeni müslüman olan hindli ve mecusi-lerin davranışlarına daha fazla yansımıştır. Buhara’da böyle bir ortam İslam’dan önceki dönemlerde de olmuştur.251

Buhara’ya bir zamanlar getirilen veya gelen, antropoloji-fizioloji kuruluşlarına göre türk ve taciklerden çok farklı olan hindlilerin bugün Buhara’da müslüman olsa bile varislerinin ol-ması gerekiyor. Zira, eskiden Buhara’da oturan yahudiler bugü-ne kadar orada kendi dil ve dinlerini korumuşlardır. Bazı araş-tırmacılara göre, IX-X yüzyıldan başlayarak Buhara şehrinin dışında yerleştirilen hindlilerin sonrakı dönemlerdeki varisleri Buhara Hanlığındaki Müslüman Çingeneler olmuşlar.252 Çinge-

(1316-1335) ise, şiiliğe karşı olarak sünniliğe daha büyük önem vermiştir. Böylece, İlhaniler devleti zamanla müslüman devletine çevrilmiştir (Hakkı Dursun. Cild 9, s. 79). XIV yüzyılın ortalarında Ugedey şahzadesi Sultan Ali müslümanlarla birge bölgedeki hristiyanlara karşı çıkmıştır (Bartold V.V. Yediçay tarihi. s.77). . 250 Nurtazin, s.287.251 Bīrūnī, s. 479. III yüzyılda yaşayan Mani kendisini peyğamber ilan ederek, bölgede yayılan mecusilik, budizm, hristiyanlık, sabiilik ve diğer dinlerin sentezini oluşturan Manilik dinini ortaya koymuştur. Zira, bu dinler bölgede geniş yayılmış ve Mani onların bir araya getirilmesine çaba harcamıştır. 25225. Hanıkov 1843 yılında Buhara Hanlığındaki Çingeneler ile ilgili bildiriyor: “Buhara Hanlığındaki Çingenelerin hepsi Müslüman idiler; ama Çingene kadınlarının çoğunluğu, başörtüsü kullanmadan dolaşırlardı, oysa Çingene erkeklerinin çoğunluğu namaz kılmıyorlardı, yani namaz sürelerin öğrenmeye çabaları hemen hemen hiç yoktu. Buhara’ya göç ederek gelip yerleşen Çingeneler geçimlerini küçük malzemeler

189

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

nelerin bir zamanlar Hindistan’dan gelmeleri ve hind asıllı ol-maları ilmi delillerle kanıtlanmıştır. Onlar, ilk önce müşrik ol-duklarından dolayı, Bu hara’nın (aynı zamanda Belh’in) Müslü-man nüfuzu arasında köle ve cariye gibi kullanılmış ve onların oturdukları Hindevân kasabası bir kul pazarı gibi tanınmıştır. Onlar, zamanla İslam dinini kabul ederek kölelikten kurtulmuş ve küçük ticaret ve diğer işlerle uğraşmağa başlamışlardır. Fa-kat, onların oturdukları kasaba veya köy eski adıyla “hindliler kasabası” (Kasr-ı Hindevân) çağrılmıştır. Bu nedenle, Buhara Hanlığında oturan Çingeneleri eskiden Buhara’nın dışında oturan hindlilerin varisleri hesap etmek mümkündür. Onların Müslümanlar arasında İslam dinini kabul ettikten sonra kendi varlıklarını bugüne kadar korumaları (yahudilerde olduğu gibi) eski dinlerine bağlılıkları ile değil, eskiden gelen geleneklerine (başka toplumlarla hiç evlenmemeleri) sık bağlılıkları ile ilgili-dir.253

Sonuç olarak diyebiliriz ki, Mâverâünnehir’de dinlerarası diyalog yoluyla tüm dinleri bir araya getirmek isteyen birkaç moğol-çağatay hanlarının eylemleri, Müslümanların inancında bazı sapmaların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Müslüman-ları bu faciadan koruyan Ehl-i Beyt nefesli Yaseviyye, İşkiyye, Kübreviyye, Hacegan, Sühreverdiyye tarikatları olmuştur.

Behaeddin Nakşibend hind asıllı Müslüman bir ailede doğ-muştur. O, çeşitli milletlerin (yahudi, mecusi, çin) ve kültür-lerin bir arada olduğu ortamda yaşamıştır. Onun oturduğu köy eskiden hind asıllı müslümanların icma halinde yaşadığı bir yer gibi (Kasr-ı Hindevân) tanınmıştır. Eskiden Buddistler bu köyden direkt olarak Budda mabedine yollanmışlardır. Fakat, onlar müslüman olduktan sonra bu mabed kısmen unudulmuş-tur. XIII-XIV yüzyıllarda Mâverâünnehir’de ve onun Buhara şehrinde egemen olan birkaç moğol-çağatay hanları buddist

satarak ve çoğunlukla büyücülük, falcılık yapmakla sağlamışlardı. Çingeneler göçebe olup, çadır kullanmışlardı, bunlara Buhara Hanlığı şehir içlerinde değil de, dış bölgelerdeki su kenarlarında yaşayabilmelerine izin vermişti Çingenelerin çoğunluğu Semerkant kenarındaki Zyar-Avşan ve diğer grupları ise Karakul kenarlarına yerleşmişlerdir.” (Hanıkov, s. 73-74). 253 Timurlan Omorov. Cilt: 2 Sayı: 7, 2013 s. 72-73.

190

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

oldukları için ve Hindistan’dan getirilen kullar Buhara ve onun civarında yerleştirildiği için, Kasr-ı Hindevân yakınlığındakı mabedin yeniden dini hizmete verilmesi muhtemeldir. Arkeo-loji araştırmalar gösteriyor ki, bugün Buhara müslümanlarının ziyaret ettiği aynı yerde Behaeddin Nakşibend’in kabrinin bu-lunduğu iddia olunan bir ziyaretgah mevcuttur.

Bahaeddin Nakşibend’in ailesi ve mesleği

Bahaeddin Nakşibend Muhammed b. Muhammed el-Buharî müslüman bir ailede doğmuştur. Nakşibendi kaynaklarında Ba-haeddin Nakşibend’in anne ve babasının kimliği hakkında ay-rıntılı bilgi verilmiyor. Özellikle, onun gibi ünlü şahısların tüm şecereleri ile ilgili bilgilerin geleneksel olarak bu kaynaklarda geçmesi gerekiyordu. Zira, bu kaynakların kaleme alındığı dö-nemde birkaç yaşlı Nakşibendi temsilcileri küçük Buhara şeh-rinde yaşadıklarından dolayı, Bahaeddin’in anne ve babası ile ilgili bazı bilgilere muhtemelen sahib olmuşlardır. “Reşahat” eserinde Bahaeddin’in kendi müridleri ve yaşadığı dönemdeki şeyhler ile konuşmaları diyalog şeklinde kaleme alınıyorsa, ne-den onun valideynleri ile ilgili bir bilgi ortada olmasın?

“Reşahat” eserinde Bahaeddin’in babası ile ilişkilerini yan-sıtan ilginç bir bilgi geçiyor: “Bahaeddin Nakşibend Hazret-lerinin babaları hasta olmuş. Hoca hazretleri hasta babalarına hizmet etmeleri için iki derviş tayin etmişler... Fakat baba bu dervişlere sert ve dürüst davranmış ve kalblerini kırıcı muame-lerde bulunmuş. Şâh-ı Nakşibend hazretleri vaziyeti öğrenince babalarının yatağı başına gelip demişler: “Peder, bu dervişler bize Hak rızası için hizmet ediyorlar! Hak isteklilerine saygı, sevgi ve hizmet asıl bizim vazifemiz! Niçin onlara sert ve acı davranıyorsunuz?” Babası cevap vermiş: “Ben senin baban iken senden nasihat mı alacağım?” Nakşibend hazretleri bu-yurmuşlar: “Evet, benden nasihat alacaksınız! Siz benim su-rette babamsınız ama mânada babanız benim! Siz beni surette terbiye ettiniz ama mânada sizi ben terbiye ediyorum!” Hoca Hazretlerinin babaları, oğlundan bu sözü işitince susmuş ve dü-rüstlüğü bırakmış...” (Reş, 229-230).

191

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Bahaeddinin babası ile konuşmasından göründüğü gibi, onun babası sade hayat tarzı süren ve tasavvufla ilgisi olmayan bir insan olmuştur. Onun neslinde ünlü bir alim olmuş olsaydı, özellikle nakşibendi kaynakları muhakkak bununla ilgili bir bil-gi verirlerdir. Bahaeddin tüm çocukluk ve gençlik yıllarını ba-basının, dedesinin etkisi altında geçirmiş ve evin geçiminde on-lara yardımçı olmuştur. Zira, hiç bir kaynakta onun eğitiminden ve hocalarından bahsedilmiyor. Bahaeddin Nakşibendin Buhara gibi ünlü ilim ve tasavvuf merkezinde bir veya birkaç hocadan ders alması gerekiyordu. Bahaeddin’in çocukluk ve gençlik yıllarını kapsayan dönem de buna kısmen müsayit olmuştur. Zira, Bahaeddin’in çocukluk ve gençlik yılları, Kebek hanın (1318-1326) ve onun kardeşi Tarmaşirin’in iktidarlık dönemine (1326-1334) rastlar. İslam dinini kabul ettikten sonra Alaeddin adlanan Tarmaşirin han İslam dininin bölgede genişlenmesi ve güclenmesini sağlamıştır. Fakat, 733’te (1333) Buhara’nı ziya-ret eden arap seyyahı İbn Battûta cami, medrese ve pazarların ha rabe halinde olduğunu söylemiştir.254 Böyle bir durumda ta-savvuf dergahları temel ilim ve kültür merkezleri rolünü oyna-mışlardır. O dönemde, Buhara’da İslam dinini özellikle tacik ve kısmen türk dillerinde tebliğ eden Hacegan tarikatının dergah-ları geniş yayılmış ve bu tarikatın şeyhlerinin çoğu Buhara’dan olmuşlardır. XIII-XV yüzyıllarda Mâverâünnehir’de fealiyet gösteren bu tarikat Orta Asya tasavvuf hayatının gelişmesinde önemli rol oynamıştır. Kaynaklara göre, Bahaeddin 18 yaşına kadar Hacegan tarikatının dergahlarını ziyaret etmemiş,255 18 yaşından sonra Emir Külal’ın dergahına gelmiştir.

Ebu Muhsin Muhammed yazıyor: “Hazret Hoca (Baha-eddin Nakşibend) böyle söylüyor: “Ben ve babam kumaş dokuyorduk.”256 Anlaşılan odur ki, Bahaeddin çocukluk ve gençlik yıllarında babasının yanında çalışmıştır. Onun mesleği tam olarak bilinmemektedir. Fakat, farsça bir kelime olan Nak-şibend isminin “nakış yapan” manasından yola çıkarsak, onun

254 İslam Ansiklopedisi, Buhara. cilt 6. 255 Câmî, Nefahat, s. 381. İslam Ansiklopedisi, Bahaeddin Nakşibend. cilt 4.256 Ebu Muhsin Muhammed, s. 7.

192

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

nakış sanatı ile uğraştığını, kumaş üzerine nakış yapmakla veya nakışlı kumaşlar dokumakla uğraştığını söyleyebiliriz. Baha-eddin’in ve ailesinin de bu meslekle bu veya diğer şekilde uğ-raştığı muhtemeldir. Zira, bu çok geniş yayılmış bir gelenektir. Ortaçağ döneminde (hatta bugün bile) böyle sanatlar babadan oğula ötürülerek devam etmiştir. Hacegan tarikatının şeyhi Emir Külâl da muhtemelen çömlekçi ailesinde doğmuştur. Zira, Buhara’nın farsça (veya tacikçe) lehçesinde “çömlekçi” mânası na gelen “Külâl” kelimesi mesleğe işaret eder.

Mâverâünnehir’de III asırda Mani tarafından geliştirilen nakış sanatı, Samaniler döneminden başlayarak güzel oymalı ahşap kapılar, cami ve minarelerde bol miktarda süslemeler, ahşap ve taş üzerine kuramsal, geometrik modeller ve çiçek motiflerinde, aynı zamanda bugün Uzbekistan’ın milli geyimle-rinde olan geleneksel nakışlarda yansımıştır.

Bahaeddin Nakşibend’in gencliği

Artık anlatdığımız gibi, Şeyh Baba Semmâsî 1354 yılında değil, 1334 yılında vefat edebilirdi. Zira, Bahaeddin 18 yaşında evlenmesi hu susunda görüşünü alması için Baba Semmâsî’nin ziyaretine geldiğinde, artık o iki yıl önce vefat etmiştir. Yani 1336 yılında Bahaeddin’in 18 yaşı olmuştur. Bahaeddin’in küçük Buhara şehrinde Baba Semmâsî gibi ünlü bir şahsın ölümünden habersiz olması da inandırıcı değildir. Bahaeddin Hacegan tarikatına Emîr Külâl’ın mürşid olduğu dönemde da-hil olmuştur. Yani, o, 1336 yılında 18 yaşında olduğunda, Baba Semmâsî’nin vefatından sonra mürşidlik postunu alan Emîr Külâl ile görüşmüş ve böylece dergaha ayak açmıştır.

1318-1334 yılları arasında Buharalılar ve diğer Mâverâün-nehir Müslümanları kısmen huzur ve adalet içinde yaşamışlar. Zira, Kebek hanın (1318-1326) ve Tarmaşirin hanın (1326-1334) gerçekleştirdikleri islahatlar harabeye çevrilmiş Buhara, Semerkant şehirlerinin zamanla dirçelmesini ve Müslümanların kendi dinlerini serbest yaşamalarını sağlıyordu. Tarmaşirin han ile görüşmüş İbn Battûta onun hakkında böyle yazmıştır: “Sul-tan daima sabah ve şam namazlarını camaatla birlikte kılardı.

193

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Sabah namazından sonra Gün doğana kadar oturarak türkce zikir yapardı. Camide olanlar ona yaklaşarak el verip görüşer-lerdi. Aynı şey ikindi namazı zamanı da tekrar olunardı.....O, kendi saltanatında yolcuları yedizdiren yaklaşık kırk zaviye tikdirdi.”257 Fakat, 1334 yılında İslam dinini bölgede genişlen-diren Tarmaşirin han (Alaeddin) Şamanizm, Budizm ve Nesto-riyan Hıristiyanlığının etkisi altında olan doğu Çağatay beyleri tarafından moğol yasalarına karşı gelmekte suçlandırılarak ku-rultayda taht’tan indirildi ve kendisini öldürmek isteyen moğol asillerinden kaçarak Hindistan’a sığındı.258

1334 yıldan başlayarak Buharalılar ve diğer Mâverâünnehir Müslümanları için zor bir dönem başladı. Tarmaşirin’in varisi Ercuk ile Durra-Timur’un oğlu Buzun tahtı ele geçirmek yo-lunda mücadele ettiler. Bu çekişmeler onların iktidar olmasına engel olmakla yanaşı, bölgede uzun süre devam eden çekişme-lere sebep oldu. Bu çekişmeler sonucu Çağatay Hanlığı, birisi yerle şik ve Müslüman halkın çoğunlukta ol duğu Mâverâün-nehir, diğeri de atlı-gö çebe unsurun hâkim olduğu ve Moğol geleneklerine bağlı Moğolistan kolu ol mak üzere ikiye ayrıldı. Moğolistan kolunun merkezi yeniden İli havzasına taşındı, Mâ-verâünnehir kolu ise Karşı şehrini merkez yaptı. Müslüman ko-lun başına Çenkşi Han (1335-1337), Bu zun Han (1337-1338) ve Yesü-Timur (1338-1340) geçti.

1335 yılında Buhara’nın yakınlığında bulunan Karşı şehrin-de tahta oturan Çenkşi Han önce Nestoriyan Hıristiyanlığının merkezi haline gelmiş Almalık şehrinde oturmuş ve Hıristi-yanlığı kabul etmiştir. Almalık evvelki dönemlerde Müslüman olmuş Tarmaşirin han, Kazan han, Ogeday soyundan olan Ali Sultan tarafından sürekli olarak saldırılara maruz kalmıştır.

257 İbn Battuta 65. 258 İbn Battuta onun ölmediğini, Hindistan’da gizlendiğini söylemiştir. İbn Battüta’ya göre, Çağa tay hanının yılda bir defa doğuya, yani Çin ile komşu olan Almalık şehrinin bu lunduğu eyalete gitmesi âdettendi. Çün kü Almalık devletin kuruluşundan beri başşehirdi. Fakat, Tarmaşirin Han dört yıl boyunca Almalığa gitmemişti. Bu nedenle, Türkistan’da yeniden karışıklıklar çıktı ve Tarmaşirin tahttan indirilerek öldürüldü. İbn Battûta’nın da kaydetti ği gibi İslâmiyetin Çağatay Hanlığı’nda yayılması ve Tarmaşirin Handan destek görmesi üzerine Yedisu ve Cungarya’daki Moğol beyleri Tarmaşirin Hanı taht tan indirerek eski Çağatay Hanlığını ye niden canlandırmak istemişlerdi. (İbn Battuta, s. 69).

194

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Çenkşi Han iktidar olduktan sonra Müslüman halkın çoğun-lukta ol duğu Mâverâünnehir’de Müslümanları takip etmeğe başladı. Bundan en çok zarar gören şehir halkından biri de Bu-haralılar oldu.

Çağatay beyleri arasında devam eden çekişmeler iktidarla-rın sık sık değişmesine ve halkın zülm görmesine neden oldu. Çenkşi handan sonra iktidar olan Buzun han (1337-1338) özellikle Müslüman halka karşı adaletsiz davrandı. İbn Battuta onunla ilgili olarak bildiriyor: “Buzunoğlu Müslüman olmasına rağmen, zayıf imanlı ve götü eylemli birisi idi. Tarmaşirin ulu dedeleri Çengiz hanın ahdini yerine getirmediğinden dolayı, onun tarafından devrildi... Buzun Semerkant ve sonra Buha-ra’ya geldi ve insanlar ona biyat ettiler.... O, tahta oturduktan sonra Müslümanları takip ederek onlara zülüm etti, Hıristiyan ve Yahudilere kendi mabedlerini yüceltmeğe imkanlar sağladı. Müslümanlar bundan çok rahatsız oldular ve onun sonunun ge-leceği günü beklediler.”259

Marko Polo Semerkanta geldiğinde yazıyordu: “Sanmarkan – büyük ve tanınmış şehirdir. Orada Hıristiyanlar ve Sarasinler (Müslümanlar) oturuyor...Yakın dönemlerde Çagatay hanın doğma kardeşi Hıristiyan oldu. O, bu ve diğer birkaç ülkeleri ele geçirdi. Buranın Hıristiyanları hükümdarlarının Hıristiyan-lığı kabulünden dolayı çok sevindiler. Onlar Yuhanna ismine büyük bir kilise inşa ettiler.”260

Bahaeddin genclik yıllarında (18 yaşında) Müslümanların sıkıştırıldığı ve gayri-müslimlerin geliştirildiği bu dönemde Buhara’da Emîr Külâl’ın rehberlik ettiği Hacegan tarikatına sığındı. 1337 yılında moğolların zülmüne karşı “Ya halkın azadlığı uğrunda mücadele, ya da kesilmiş kelle” sloganı ile Horasan’da Serbedar harekatı başladı.261 Hacegan tarikatı dahi-linde de bu rahatsızlıklar yaşanmıştır. Müslümanların böyle bir

259 İbn Battuta, s 44. 260 Covanni Karpini. Moğolların tarihi, s 45; Gilyom de Rubruk. Doğu ülkelerine seyahat. S. 67; Marko Polo. Kitap 1. Bölüm LII.261 Serbedar harekatının mücadelesi sonucu merkezi Sebzevarda olan ve 45 yıl mevcut olan (1337-1381) bağımsız devlet yarandı. Bu harekatın etkisi Semerkantta 60 yıllarında görünmeğe başladı.

195

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

durumla üzleşmesi, Hacegan tarikatının şeyhi Emîr Külâl’ın ve onun müridlerinin üzerine Müslümanların haklarını korumak ve İslamı zor şartlar altında yaşatmak uğrunda mücadele etmek görevini yüklemiştir.

Seyyid Emîr Külâl

Seyyid Emîr Hamza oğlu Emir Külal 683 (1284) yılında Bu-hara’nın Sûhârî köyünde Ehl-i Beyt soyundan olan bir seyyid ailesinde doğmuştur. Ailesi Hicaz’dan Buhara civarındakı Afşin köyüne yerleşmiştir. Emîr Külâl Şeyh Baba Semmâsî’nin yanı-na uğramadan önce (34 veya 30 yaşlarına kadar) burada Yesevî tarikatının büyüklerinden olan Seyyid Ata’dan tasavvuf terbiye-si almıştır. Genclik döneminde güreşle uğraşmış ve yaklaşık 34 yaşından (1318) Baba Semmâsî’yi tanıyarak onun terbiyesinde 20 yıl kalmıştır (Reş, 52). Artık anlattımız gibi, 735/1334 yılın-da Buhara’nın Semmas köyünde vefat eden Şeyh Baba Sem-mâsî, vefat etmeden önce Allah’ın izniyle kendisinden sonra Seyyid Emir Külal’ı Hacegan tarikatının mürşidi tayin etmiştir. 1334 senesinde Emir Külal’ın (683/1284-772/1370) yaklaşık 50, Bahaeddin’in ise 16-17 yaşları olmuştur.262 Bahaeddin Nak-şibend yaklaşık iki yıldan sonra, yani 18-19 yaşlarında Emir Külal ile görüşerek Hacegan tarikatının müridi olmuştur.

Seyyid Emir Külal Buhara’dan ayrılmadığı halde, onun Türkistan ve Hicaz’da fazla müridleri olmuştur. Bununla ilgili olarak “Makamat-i Emir Külal” eserinde böyle yazılıyor: “Ri-vayete göre, bir zamanlar Türkistan’dan Buhara’ya bir grup insan gelerek, Emir Külal hazretlerinin (r.a) nasıl bir mubarek insan olduğunu söylediler. Buharalılar onlardan sordular: “Siz Emir Külal’ı nereden tanıyorsunuz? O, hiç bir zaman burayı terk ederek sizin ülkeye ayak basmadı ki!” Onlar böyle cevap verdiler: “Emir Külal hazretleri (r.a) bizim yerlerde sonsuz bir saygı kazanmıştır. Biz hepimiz onun müridleri olarak, ona biyat etmişiz. Yüce Allah (c.c) onun aracılıyla aramızda her zaman zor bir sorun ortaya çıktığında hemen çözüyor. Böyle durumlar

262 Bak: Bölüm 1. Bahaeddin Nakşibendin doğum tarihi.

196

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

çok olmuştur. Biz ondan mubarek ismini sorduğumuzda “İs-mim Emir Külal” diye cevap vermiştir. İşte, eteğinden yapışa-rak müridi olduk ve ona biyat ettik.”263

Emir Külal’ın dört oğlu olmuştur: büyük oğlu Emir Burhan, Emir Şah, Emir Hamza (öldü: 1406, 22 mart) ve Emir Ömer (öldü: 1400). Emir Külal yaklaşık doksan yaşında doğduğu köyde vefat etmeden önce (28 kasım 1370) oğlu Emir Ham-za’nı Hacegan tarikatının mürşidi tayin etmiş ve bölge halkı, müridlerin hepsi gelip ona biyat etmişler.264 Emir Hamza’nın tek bir kız evladı olmuştur. İşte, “Makamat-i Emir Külal” eseri-nin müellifi Şihabeddin de o kız evladın oğludur. Emir Hamza vefatı sırasında tarikat postunu Emir Burhan’ın büyük oğlu Emir Kalan’a bırakmıştır. Yani, Hacegan tarikatının silsilesi Emir Külal’dan sonra oğlu Emir Hamza’ya, Emir Hamza’dan ise Emir Kalan’a ötürülmüştür.265 Bunu “Makamat-i Emir Kü-lal” eseri ile yanaşı, Reşahat eseri de kanıtlıyor. Bahâeddin Nakşibend, Emir Külal’ın tayin ettiği dört ha lifesi (oğlu Emîr Hamza, Şeyh Yadigâr Künsürûnî, Şeyh Cemâleddin Dihestâni) arasında bile yer almamıştır. Böyle bir durumda nasıl da olur ki, sonralar ortaya koyulan Nakşibendiyye silsilesinde Emir Külal’dan sonra Bahâeddin Nakşibend yer almıştır?

Bahaeddin Nakşibend ve Mevlânâ Arif

Reşahat eserinden anlaşıldığı gibi, Bahaeddin Nakşibend, Mevlânâ Arif’in Dikgerani köyündeki dergahına yedi yıl de-vam etmiş ve onun etkisi altında olmuştur. Reşahat’ta yazılıyor: “Bahaeddin Nakşibend Hazretlerine pirleri Emîr Külâl’den böyle bir şehadet vâki olduğuna göre, manevî koku alan her in-san, şu bu demeden dilek yoluna girmeli ve dileğini kime bağ-layacağını bilmelidir. Bizzat Şah-ı Nakşibend Hazretleri, mür-şidlerinin bu nefeslerine uyarak tam yedi yıl Mevlânâ Arif’in sohbetine devam etmişlerdir. Ve ona öylesine saygı göstermiş-

263 Şihabeddin bin Emir Hamza, s. 80. 264 Şihabeddin bin Emir Hamza, s. 150-152. 265 Şihabeddin bin Emir Hamza, s. 143-144.

197

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

lerdir ki, su kenarında abdest alsalar onun üstüne geçmemeğe ve altında taharetlenmeğe bakarlardı. Yolda giderken de ileriye geçmemeğe dikkat ederlerdi. Çünkü Mevlânâ Arif, mürşidle-rinin hizmetine kendilerinden evvel girmiştir ve maddî zaman ölçüsüyle daha kıdemlidir.” (Reş, 59).266

Mevlânâ Arif “Emîr Külâl Hazretlerinin dört halifesinden ikincisi. Doğduğu ve öldüğü yer, Buhara’ya 99 fersah mesafede Dikgeran” (Reş, 59). Göründüğü gibi, Dikgeran mesafece Emîr Külâl’ın Buhara’ya iki fersah yolda oturduğu Suhar köyünden uzakta olmuştur (Reş, 50). Reşahat’ın verdiği bilgiye inansak diyebiliriz ki, Emîr Külâl’ın Dikgeran’dakı müridleri Mevlânâ Arif’e bağlanmışlardır. Zira, Dikgeran’dan Buhara’ya veya Suhar’a gelmek için bir haftadan fazla yol katetmek gerekiyor-du.267 Bahaeddin’in genc yaşlarından Emîr Külâl’ın yakınlıkta olan Suhar’dakı dergahına değil, Kasr-ı Hindevân’dan yaklaşık 98 fersah uzaklıktakı Dikgeran dergahına gitmiştir.

Reşahat eserinde Bahaeddin’in Mevlânâ Arif ile nasıl tanış-tığı ile ilgili bilgi vardır: “Mevlana Bahaeddin Kışlaki Buha-ra’dan 12 fersah mesafede Kışlak’tan. Zamanın ilim ve kemal merkezlerinden. Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin sohbet şeyhi ve hadîs hocası. Mevlânâ Arif Hazretleri, Emîr Külâl’e erişmeden Mevlânâ Bahaeddin’in müridi imiş. Hoca Bahaeddin Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, hallerinin başında, Nesef vilâyetinde, Mevlânâ Bahaeddin Kışlâkî’ye tesadüf etmişler ve hizmetine can atmışlar. Mevlânâ Bahaeddin, adaşı, istikbalin velîler velîsi Hoca Bahaeddin’i görünce demiş ki: “Sen öyle yükseklerde uçacak bir kuşsun ki, senin arkadaşın ve uçuş yoldaşın Arif Dikgerânî olsa gerektir.” Bu söz üzerine Şâh-ı Nakşibend, Mevlânâ Arif’i bir an evvel görmek iştiyakiyle yanmaya baş-lamış. Mevlânâ Bahaeddin işin farkında. O sırada da Mevlânâ Arif kendi köyünde ve tarlasını ekmekte Mevlânâ Bahaeddin,

266 Aynı zamanda Ebu Muhsin Muhammed Bekir ibn Muhammed Ali “Hoca Bahaeddin Nakşibendin makamları” eserinde bildiriyor ki, “Mevlânâ Arif, Emîr Külâl hazretlerinin halifelerinden ve Hazreti Hacının (Bahaeddin Nakşibend) muhatabı idi” s. 79.267 Bir fersah, 12000 adıma veya 4 saatlik yola denk geldiği kabul edilen eski ölçü birimidir ve yaklaşık olarak 5685 metreye eşittir.

198

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Şâh-ı Nakşibend’e hitap ediyor: “Gönlün Mevlânâ Arif’i çe-kiyorsa, çağırayım, gelsin!” Ve dama çıkıp dipsiz mesafelere doğru üç kere “Arif, Arif, Arif!” diye haykırmışlar. Tam o anda, öğle namazından sonra yakınlariyle sohbet halinde bulunan Mevlânâ Arif birdenbire şöyle demiş: “Beni Mevlânâ Bahaed-din Kışlâkî çağırıyor! Hemen gitmem lâzım. Artık siz de evle-rinize dönün!” Ve aceleyle yola çıkmışlar. Aradaki 29 fersah, yani iki buçuk günlük mesafeyi en kısa zamanda almışlar. İşte, Şâh-ı Nakşibend ile Mevlânâ Arif’in ilk karşılaşmaları böyle oluyor.268

Hoca Ubeydullah Hazretleri (diyor): “Mevlânâ Bahaeddin Kışlâkî ulu kişiydi. Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretleri, hallerinin başında kendisine ve sohbetine erişmiştir. Bir gün Mevlânâ Bahaeddin, Hoca Bahaeddin Hazretlerine, mutfakta bir dervişi olduğunu ve onu görmesi gerektiğini söylüyor. Hoca Bahaeddin mutfağa girince, çıplak sırtı üzerinde ağır bir odun yükü taşıyan bir derviş görüyor. Mevlânâ Bahaeddin’in Hoca Bahaeddin Hazretlerine bu manzarayı göstermekten muradları, hizmetteki ihlâsı göstermekti” (Reş, 65-66).

Ebu Muhsin Muhammed “Hoca Bahaeddin Nakşibend’in makamları” eserinde bildiriyor ki, Bahaeddin Nakşibend Mev-lânâ Bahaeddin Kışlâkî ile buluşmak için onun oturduğu Hoca Mubarek kışlağına gitti ve Kışlâkî Revgeran’da kendi ihvanları ile birlikte (Mevlânâ Emir Eşref, Mevlânâ Emir Hüseyin, Emir Hurdom Vabkendi ve babası Haco Ahmed Misgar) bulunan Mevlânâ Arif’i sesledi ve o, birkaç saatten sonra onların (Baha-eddin Nakşibend ve Mevlânâ Bahaeddin Kışlâkî) yanına geldi. Bahaeddin ilk defa Mevlânâ Arif ile burada tanıştı.269

Anlaşıldığı gibi, Mevlânâ Bahaeddin Kışlâkî hadis ve di-ğer ilimlerle uğraşan bir bilim adamı olmakla Mevlânâ Arif ve Bahaeddin Nakşibendi Emîr Külâl’dan daha çok etkilemiş, onları bir araya getirmiş, onlarla sık sık görüşmüş ve Mevlânâ Arif’in Emîr Külâl’e erişmeden mürşidi olmuştur (Reş, 65-66).

268 Şihabeddin bin Emir Hamza “Emir Külal’ın makamları” eserinde (s. 96-97) bu rivayeti başka tür anlatıyor. Mevlânâ Arif’i Bahaeddin Kışlaki değil, Emir Külal’ın emri ve himmeti ile Bahaeddin Nakşibend Nesef’den çağırıyor.269 Ebu Muhsin Muhammed ,s. 24.

199

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Bahaeddin Kışlâkî’nin şahsı hakkında bilgi yoktur. Fakat, bu şahıs genc Bahaeddin Nakşibend’in düşünce ve davranışlarına büyük etki sağlamıştır. “Reşahat”ta Mevlânâ Bahaeddin Kışlâkî şahsiyyeti ile ilgili verilen bilgiler çelişkilidir. Zira, burada bir taraftan Bahaeddin Kışlâkî’nin hadis alimi olduğu, diğer taraf-tan yukarıda geçen ifadeler (“Mevlânâ Arif Hazretleri, Emîr Külâl’e erişmeden Mevlânâ Bahaeddin’in müridi imiş” veya “dervişin.. hizmetteki ihlâsı”) ve söylenilen keramet ile onun tarikat ehli olmasında kuşku yeri bırakıyor. Yani tasavvufa ait olan bu ifadelerde Bahaeddin Kışlâkî’nin şahsiyyeti karanlık olarak kalıyor. Fakat, biz dolayı yolla onun etkisi altında olan Mevlânâ Arif ve Bahaeddin Nakşibend’in fikir ve davranışla-rından onun kimliyini kısmen tasavvur edebiliriz.

“Reşahat”ta yazılıyor: “Şah-ı Nakşibend buyurmuşlar: “Giz-li (sessiz) zikirle uğraşırken içimizde esrarlı bir bilgi doğdu. O sırrı anlamak istedik. 30 yıl boyunca Mevlânâ Arif ile bu yolda sarmaş-dolaş, ilerliyorduk, îki kere Hicaz seferine çıkıldı. Hak ehli nişânı adına bize ne gösterildiyse, köşe bucak, zaviye der-gâh dolaştık. Eğer Mevlânâ Arif gibi, yahut onun mazhar oldu-ğu esrardan bir zerreye sahip kimse görmüş olsaydım buralara dönmezdim. Bir kimse gördünüz mü ki, sizinle diz dize otursun da sırrı göklerden yüce olsun ve hem zahir, hem de bâtın tari-kiyle hiç bir şey sezdirmeden, olduğu yerde çömelip kalsın.” (Reş, 59).270

Aceba, tasavvuf geleneğinde görülmemiş gizli zikirle uğra-şırken içlerinde doğan esrarlı bilgi ve sırrın Mevlânâ Arif’de tam manada mazhar olan manası ne idi ki, 30 yıl araştırma sonucu dünyanın hiç bir yerinde (îki kere Hicaz’da) ve Ehl-i Beyt’in hücceti olan hiç bir Hak ehlinde zerresi bile bulunama-dı? O, bu iddia ile, tasavvuf geleneklerine aykırı olarak Emîr Külâl’ı inkar etmiş ve onun halifesi olan Mevlânâ Arif’i kendi-sine mürşid seçmiştir.

Fakat, aynı eserde Bahaeddin’in Emîr Külâl’dan ayrılmasın-dan pişman olduğu ve sonra yedi yıl Mevlânâ Arif ile sohbette devam ettiği bildiriliyor. “Hoca ‘Bahaeddin Hazretleri diyorlar

270 Bu bilgi aynı zamanda bu eserde hatırlanıyor: Ebu Muhsin Muhammed, s. 48.

200

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

ki: “Emîr Hazretlerinin bu teveccühleri iptilâma (belâya uğra-mama) sebep oldu. Eğer Emîr Hazretlerine uymuş ve uymakta devam etmiş olsaydım, belâdan uzak ve selâmete yakın olur-dum. Bu teveccühten sonra Hoca Hazretleri yedi yıl Mevlânâ Arif Hazretleriyle sohbette devam ettiler.” (Reş, 67-68).

Fakat, burada Bahaeddin’in Emîr Külâl’dan pişman olarak ayrıldıktan sonra yedi yıl Mevlânâ Arif ile sohbette devam et-mesinden bahsediliyor. Burada bir çelişki vardır. Bir taraftan 30 yıl, diğer taraftan ise 7 yıl bir hizmet hakkında bilgi verili-yor. Bir taraftan Emîr Külâl’dan pişman olarak ayrılmasından, diğer yandan onu inkarından bahsediliyor. Müellif, burada 30 yıl söylediğinde Bahaeddin’in Mevlânâ Arif ile tanıştığı gün-den ölümüne kadar olan bir süreni ve bu süre içinde birlikte Hicaz’a ettikleri seferleri, yedi yıl Mevlânâ Arif ile sohbete devam etmesini kastetmiştir, aceba? Bahaeddin Nakşibend ni-çin pişman olmuştur? Pişman olduysa da, niçin ona dönmemiş ve yaptıkları yanlışlıklara göre özür dilememiştir? Bahaeddin Nakşibend hangi belâlara uğramış ve neden bu yanlışlıkları yapmıştır?

Bu sorular, Nakşibendiyye’nin temel kaynağı olan Reşa-hat’ın ve diğer kaynakların içinden doğan okuyucu sorularıdır. Biz bu sorulara önceden olduğu gibi, aynı kaynakların içinden cevap bulmaya çalışacağız.

Nakşibendi kaynaklarının verdiği çelişkili bilgilerden an-laşılan odur ki, Bahaeddin Nakşibend ilk önce Emîr Külâl’ın dergahındakı sohbetlere katılmıştır. O, bu sırada Bahaeddin Kışlâkî’nin aracılığıyla Mevlânâ Arif ile tanışmış ve onun uzakta bulunan dergahını da birkaç defa ziyaret etmiştir. Ba-haeddin aynı zamanda hem Suhar, hem de Dikgeran’daki dergahların sohbetlerine katılmıştır. Fakat, Bahaeddin sonralar Bahaeddin Kışlâkî ve Mevlânâ Arif’in daha çok etkisi altında olmuştur. İşte, bu Bahaeddin’in Emîr Külâl’dan ayrılmasına neden olmuştur. Zira, Emîr Külâl’ın dergahında cehri (sesli) zikir yapıldığı halde, Mevlânâ Arif’in dergahında sessiz zikir tebliğ olunurdu. Mevlânâ Arif’in dergahında bulunanların bir kısmı Emîr Külâl’ı değil, Mevlânâ Arif’i kendilerine mürşid hesap ediyor ve onun gibi sessiz zikir yapıyorlardır. Anlatdı-

201

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

ğımız gibi, Bahaeddin de sonradan onlar arasında bulundu. Fakat, onlar arasında Emîr Külâl’a bağlı olan ve cehri zikir ya-pan müridler de vardır. Bununla ilgili olarak Reşahat eserinde ayrıntılı bilgiler vardır: “Mevlânâ Arif’in tasavvuf ve marifet yolunda kendisiyle çekişen bir hasmı vardı. Bu hasım, açık zi-kirle meşguldü. Mevlânâ onun ayağına kadar giderek rica etti: “Açık zikri bırakın! Gizli zikir usulünü bozmayın!” Hasım bu nasihati dinlemedi ve acık zikirde devam edeceği karşılığını verdi. Mevlânâ Ârif buyurdular: “Eğer nasihatimi kabul etmez-sen tarlanı sürdürdüğün hayvanlardan hergün birinin öldüğünü görürsün!” Aldıran olmadı ve açık zikir inadında devam edildi. O gün, inadında ısrar edenin öküzlerinden biri öldü. Bunun üzerine hasım, kapı kapı dolaşmaya, dergâh dergâh gezip bazı şeyhlerden imdat istemeğe koyuldu. İkinci öküzü de öldü. Ve hasım, kime bağlanılacağını, kimdet medet umulacağını bildi ve Mevlânâ Ârif Hazretlerine kapılandı.” (Reş, 60-61).

Reşahat’ta yazılıyor: “Hoca Hazretleri açık zikri tamamiyle bırakıp gizli zikre bağlandılar. Hattâ Emîr Külâl’in meclisinde açık zikir başlayınca Hoca Hazretleri halkadan ayrılıp dışarıya çıkarlar ve bu hal, öbür müridlere gayet giran gelirdi. Hoca Bahaeddin, tarikat arkadaşlarının bu duygusunu tamir etmekle asla alâkalanmaz, fakat Emîr Külâl Hazretlerinin hizmetinde de en küçük ihmal göstermezdi. Emîr Hazretleri de kendilerine iltifat ve itimadını her an ziyadeleştirirdi. Bir gün Emîr Haz-retlerinin meclisinde müridlerden ileri derecede birkaç kişi, Şâh-ı Nakşibend’in açık zikirde meclislerini terk etmelerinden acı bir dille bahsettiler ve Hocayı suçlamaya kalkıştılar. Emîr Hazretleri bu ittihamları dinledi ve cevapsız bıraktı…. Emîr Külâl, biraz ileride kerpiç taşımakla meşgul olan Hoca Hazret-lerini yanına çağırıp dediler: “Oğlum Bahaeddin! Hoca Meh-med Baba Semmâsî’nin sana ait mübarek nefeslerini yerine getirdim. Semmâsî Hazretleri beni nasıl terbiye ettilerse benim de seni öyle terbiye etmemi emir buyurmuşlardı. Ben de öyle ettim. (Ve göğüslerini işaret ederek ilâve ettiler) Sana, memele-rim kuruyuncaya kadar süt verdim. Artık senin ruhaniyet kuşun beşeriyet semalarını aştı. Bundan böyle sana benden icazet. Marifet kokusu burnuna hangi istikametten erişirse oraya yönel

202

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

ve dilediğini iste!” (Reş, 67).271

Şihabeddin bin Emir Hamza bununla ilgili olarak yazıyor: “Rivayete göre, bir zamanlar Emir Külal hazretleri (r.a) Baha-eddin’e dedi: “Bahaeddin bizi terk et ve bir daha bize dönme!” Bahaeddin’in bu sözlerden sonra aklı karıştı ve içinde “Gidip başka bir yerde hizmet edecem” diye düşündü. O, yolu biraz katettikten sonra içinde “Geriye dönerek yeniden hizmette bulunayım. İlk tepkiden dergahın kapısını terk edesi değilim” diye düşündü. Geriye döndüğünde Emir hazretleri ona yeniden kızdı ve dedi: “Bir daha bu kapıyı çalma! Zira, bu kapı arkasın-da senden bir şey alınmayacak” Bahaeddin hocanın kızdığını görerek dedi: “Şimdi gidecem ve bir daha dönmeyecem!”272

İşte bu, Bahaeddin’in Emîr Külâl dergahından ayrıldığı ve Mevlânâ Arif’in yanına uğradığı dönemdir. Bahaeddin’in Emîr Külâl dergahında sessiz zikri tebliğ etmesi ve onun Mevlânâ Arif’in yanına uğraması, Emîr Külâl’ın müridlerini kızdırmış ve Bahaeddin’e karşı sert tepkilerine neden olmuştur. Emîr Külâl’ın kendisi de bunları kabul edemezdi. Zira, bu gibi hal-ler, tarikatın bölünmesine ve dağılmasına sebep oluyordu. Nu nedenle, Emîr Külâl, ona “Marifet kokusu burnuna hangi is-tikametten erişirse oraya yönel ve dilediğini iste!” – demiştir. “Bu teveccühten sonra Hoca Hazretleri yedi yıl Mevlânâ Arif Hazretleriyle sohbette devam ettiler.” (Reş, 67-68).273

Böylece, Bahaeddin Nakşibend Mevlânâ Arif’e bağlandı. Anlaşıldığı gibi Mevlânâ Arif Emîr Külâl’ın halifesi değil, baş-ka bir kurumun lideri olmuştur. O, hatta kendi halifelerini de tayin etmiştir: “Mevlânâ Arif Hazretlerinin iki halifesi (Mevla-na Emir Eşref, Mevlana Ihtiyarüddin) vardır ki, mürşidlerinin vefatından sonra irşad makamına geçmişler ve yol arayanlara rehberlik etmişlerdir.” (Reş, 62).

Anlaşılan odur ki, Mevlânâ Arif Buhara’da fealiyet gösteren 271 Ebu Muhsin Muhammed “Hoca Bahaeddin Nakşibendin makamları” eserinde aynı şeyi tasdik ediyor. s. 29-30, 122-123.272 “Emir Külal’ın makamları” eserinde bu rivayet devam ettirilerek, onun bir kumarhaneye uğradı ve sonradan pişman olarak Emir Külal’a döndüğü bildiriliyor. Fakat, “Reşahat” eserinde onun geriye dönmediği hakkında birbaşa ve dolayı bilgiler vardır: Şihabeddin bin Emir, s. 122-123. 273 Ebu Muhsin Muhammed, s. 26-27.

203

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Abdulhalikiler kurumunun lideri olmuştur. Onlar Hacegan ta-rikatının müridlerini kendi kurumlarına yaklaştırmak ve onlar arasında birliği bozan bir bölünme harekatı başlatmak istiyor-lardır. Bu bölücülük eylemlerini yönetenler arasında Mevlânâ Bahaeddin Kışlâkî adlı bir isim de vardır. Onun kimliği ko-nusunda bir bilgi elde etmek zordur. Fakat, anlaşılan odur ki, Buhara’da Hacegan tarikatının içinde başlatılan bu bölünmenin kökleri daha derindir. Biz ilk defa sessiz zikrin Abdulhalik Gucdevani tarafından ortaya atıldığını biliyoruz. İşte, bu hare-katın başlangıcı buradan kaynaklanıyor. Görünür, Mevlânâ Ba-haeddin Kışlâkî ve Mevlânâ Arif bu harekatın Bahaeddin Nak-şibendi döneminde devamçıları olmuşlar. Bahaeddin Nakşiben-di de genc yaşlarında (18-19) onlarla tanışmış ve onların etkisi altında bu cemaata katılmıştır. Bu nedenle, Bahaeddin, Emîr Külâl’ın dergahındaki müridler tarafından dışlanarak, yeni bir fırkaya üye olmuştur. Bu fırka, Hacegan tarikatına paralel şekil-de varlığını sürdüren Abdulhalikiler fırkası idi. Bu fırka, sonra-lar Nakşibendiyye’nin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Fakat, Buhara’da Mevlânâ Arif’in başçılığıyla varlığını sürdüren ve sessiz zikri destekleyen Abdulhalikiler fırkası halk tarafından hoş görülmemiştir. Bu nedenle, Bahaeddin Nakşibend siir ile söylemiştir: “Evveller “götü” adlandırılmaktan korkuyorduksa, şimdi “götü” adlandırıldığımız için korkmuyoruz.”274

Reşahat eserinde yazılıyor: “(Bahaeddin Nakşibend) yedi yıl Mevlânâ Arif Hazretleriyle sohbette devam ettiler. Derken Ha-lil Ata’ya erişip on iki yıl da onunla sohbette bulundular.” (Reş, 67-68). Cami Nefahat eserinde bildiriyor ki, Bahaeddin, Ahmet Yasevi’nin silsilesinden olan Kuşem isimli bir türk şeyhinin iki-üç ay kadar yanında kaldı (Nef, 505). Bahaeddin Nakşibend uykuda Halil Ata’nı gördüğünden bahsediyor:

“Hoca Bahâeddin şöyle buyurmuştur: “İlk zamanlar rüyam-da şöyle bir şey görmüştüm. Halil Ata - ki Türk şeyhlerinin büyüklerindendir – beni bir dervişe ısmarlar. Uyandığım zaman o dervişin sureti hatırımda kalmıştı. Saliha bir baba annem vardı. Rüyamı ona anlattım. Buyurdular ki: “Oğlum, bir Türk

274 Ebu Muhsin Muhammed, s. 92.

204

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

şeyhinden sana nasip erişecek!” Ben de devamlı olarak o der-vişi arardım. Bir gün Buhara pazarında onunla karşılaştım. Gö-rünce hemen eğilip sordum. Adı Halil Ata imiş. O anda bir yere beraberce konuşmak mümkün olmadı. Evime geldiğim zaman akşam olmuştu. “Derviş Halil seni ister” diye bir haberci geldi. Mevsim yazdı. Bir miktar meyve alıp yanına vardım. Kendi-sini gördüm. Rüyayı söylemek istedim, ama o Türkçe olarak: “Senin hatırından geçen bir şey bize malumdur, açıklamana gerek yok” dedi. Halim değişti, onunla sohbet etmeğe büyük bir meyil duydum. Bu söhbetler esnasında ondan yüce haller, acayip ve garip şeyler müşahede ettim. Bir süre sonra ona Ma-veraünnehir padişahlığı nasip oldu. Bana da yanında olmak ve hizmete devam etmek göründü. Bu sırada büyük haller zahir olurdu. Bana çok şefkat gösterirdi. Bazen lütuf, bazen de sert-likle hizmet ve sohbet adabını öğretirdi. Bu yönden bana çok faydası oldu. Bu yolda seyrü-sülukü kuvvetlendirmem gerek-tiği için altı yıl onun hizmetinde bulundum. Halklayken onun saltanatlarının edeblerine riayet ederdim. Yalnızken sohbetinin özel mahremiydim. Bu altı yıllık saltanatından önce de onun sohbetinde bulundum. Çok kere havassın da bulunduğu yüksek huzurlarında “Kim Hak Teala’nın rızası için bana hizmet eder-se, halk içinde ulu olur” dedi. Ben kimi kastettiğini anlamıştım. Altı yıl sonra onun saltanatı sona ermişti. Bir anda o mülk, o hizmetçiler ve çevresindekiler yerle bir oldu. Dünya işlerinden gönlüm tamamen soğudu. Buhara’ya geldim. Burada da bir köy olan Rivertun’a yerleştim.” (Nefahat, 506-507).

Halil Ata veya Kazan han kimdir?

Kaynaklarda bahsedildiği gibi, Halil Ata ve Halil han aynı kişidir. Özellikle, türkler arasında geniş yayılan Yaseviyye tari-katı şeyhleri “Ata” ismiyle anılmışlar. Yanlız tarikat şeyhlerine değil, aynı zamanda türkler eskiden dinî bir kutsiyet de izafe ettikleri menkıbevî şahsiyetlere, dervişlere, ululara ve toplum içinde saygı kazanmış yaşlı kimselere ata veya bab (baba) un-

205

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

vanını verirlerdi.275 Halil Ata Maveraünnehir’in sultanı olduk-tan sonra Halil han ismiyle tanınmıştır. Halil hanın Müslüman-lığı ve Yaseviyye tarikatına bağlılığı babası veya dedesinden benimsemiş olması gerekiyordu. Zira, onun babası ve dedesi Müslümanlığı kabul eden ve yaşamında onu kısmen uygulayan karausanların (metislerin) rehberleri olmuşlar. Bu nedenle, bu ünvan ona babası ve dedesinden geçmiş ve aynı zamanda, Halil Ata Maveraünnehir’in sultanı olduğu dönemde ihtiyar birisi olması gerekiyordu.

Halil han, 1316 yılında Buhara ve diger Maveraünnehir şe-hirlerini harabeye dönüştüren ve insanlarını sürdüren Yasavur hanın oğludur.276 Moğol Çağatay’ın torunu olan büyük babası Nikuder277 özellikle Sistan’da oturan ve moğolların yerli kadın-larla karışık nikahlarından olan karausanların veya nikuderlerin rehberi olmuştur. Karausanlar tarafından esir götürülen Marko Polo onlarla ilgili olarak yazıyor: “Buralarda dolaşarak herkesi soyuyorlar. Onların anneleri Hint ve babaları Tatar olduğundan dolayı böyle adlandırılıyorlar.278 Biz, karausanların Hindistan’a aramsız saldırılarını, hind cariyeleri eser aldıklarını ve orada bazı bölgelerde egemenlik ettiklerini, İslamı kabul ettiklerinden dolayı pagan moğol-türk birlikleri tarafından “dönme” (karau-san) adlandırıldıklarını, özellikle Marko Polo gibi Hıristiyanla-

275 İslam Ansiklopedisi, Ata. cild 4.276 Halil hanın babası Yasavur oğlan veya Yasur Nikederi karausanların başçıları idiler. Yasavur 1315 yılında Çağataylara karşı isyan ederek İlhanlı Olceytu ile birleşti ve birlikte Horasan’ı Çağataylardan temizlediler. 1316 yılında Buhara, Semerkant ve Termez şehirlerine saldırarak harabe ettiler ve insanlarını sürdüler. Olceytu’nun ölümünden sonra Yasavur Hülakilere karşı oldu. O, 1317-1318 yılında Horasan’a ve Sistan’a saldırdı. 1319-1320 yıllarında Herat’ı kuşattı ve Mazendaran’ı yağmaladı. İlhanlı Abu Said Herat sultanlığını yeniden dirçeltti ve onun başına Giyaseddin Kurt’u (1307-1329) getirdi. O, Çağatay hanı Kepek ile ittifağa girerek 1321 yılında Yasavur’u öldürdüler (Masson V.M, Romodin V.A. s. 315).277 O, 1249 yılında Hindistan’a giden moğol ordusunun kumandanlarından olmuştur. Fakat, Maveraünnehir’de çekişmeler sonucu yenilmiş ve özellikle Afganistan’a yerleşen Karausanlara sığınmıştır. Onun Gürcüstan’da ve kuzey Hindistan’da toprakları ve ordusu vardır. Sonra Çağatay Duva han 1297-1298 yıllarında onun eğemenliğindeki birkaç güney topraklarını ele geçiriyor ve oğlu Kutluk Hoca’ya tahvil veriyor. Karausanları yenen Çağataylar böylece Hindistan’a yeni aramsız saldırılar düzenliyorlar (Reşidüddin, s. 29, 92, 234). 278 Marco Polo, s.78, 80. Sonralar Emir Kazagan ve Emir Timur da karausanların askeri-siyasi imkanlarından yararlanmışlardır.

206

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

rın onları sevmediklerini biliyoruz. Halil hanın Çağatay Hanlığında hüküm süren Kazan (Ga-

zan) Han ile aynı kişi olabileceğini ileri sürenlerle yanaşı,279 on-ların Sultan Yasavur’un oğulları olduğunu ve aynı devleti para-lel şekilde yönelttiklerini ileri süren araştırmacılar da vardır.280 Zira, o döneme ait tarihi eserlerde ve numizmatik verilerde bu çelişkilerin yaranmasına neden olan bilgiler mevcuttur. O dö-nemin tarihçilerinden bir kısmı yanlız Halil han ismini kullan-dıkları halde, digerleri de yanlız Kazan han ismini kullanmıştır. Aynı dönemde aynı devlet sınırlarında hem Halil han, hem de Kazan hanın ismine sikkeler basılmıştır. Bu bilgiler, onların farklı kişiler olmasıyla bağlı düşüncelerin yaranmasına sebep olmuştur. Bu çelişkini ortadan kaldırmak ayrıca bir tez konusu-dur. Fakat, biz bu konuyu kısmen çözmeden araştırmanı devam ettiremeğiz.

Halil hanın Mâverâünnehir’de hükümdar olması tarihini netleştirmek zordur. Zira, 1334 yılından başlayarak Çağatay Hanlığı yaranan çekişmeler sonucu birisi yerle şik ve müslüman halkın çoğunlukta ol duğu Mâverâünnehir (merkezi Karşı şehi-ri), diğeri de atlı-gö çebe unsurun hâkim olduğu ve Moğol ge-leneklerine bağlı Moğolistan kolu (merkezi İli havzası) ol mak üzere ikiye ayrılmış, bölgede olan ulus hanları iktidar uğrunda birbiriyle savaşarak bölgede bir kaos ortamı yaratmışlardır. Mâverâünnehir’de Halil hanın iktidar olduğu dönem 1342 yılından önce olamazdı. Zira, o döneme kadar diğer Çağatay hanları (Çenkşi Han, Bu zun Han, Yesü-Timur) Mâverâünne-hir’i Buhara yakınlığında bulunan Karşı şehrinden yöneltmeğe çalışmış ve egemenlikleri döneminde kendi adları ile sikkeler bastırmışlardır. Fakat, 740 (1340) yılında Yesü-Timur hanın Ogedey soyundan olan Ali Sultan tarafından öldürülmesi sonu-cu Mâverâünnehir devleti ikiye bölünmüştür.

İlk kez 742 yılında Halil hanın ve aynı zamanda Kazan ha-nın ismiyle sikkeler ortaya çıkıyor. Onların tasnifatı böyledir:

1. Yanlız Kazan hanın ismiyle ilgili sikkeler 742-743 yıl-

279 Togan, s. 63; Arapov A.V. Ibn Battuta, N3-4, s.38-43. 280 Ibn Battuta, s. 55; Kniş 123; Arapov A.V. Karaunas-nikuderler N 2-3, s. 61-67.

207

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

larında Maveraünnehir’in güneyindeki Badahşan ve Termez bölgesinde basılmıştır.

2. Halil hanın ismiyle ilgili gümüş sikkeler 742 yılında Buhara ve Semerkant’ta yapılmış ve Buhara’da Kazan hanın ismine ait sikkeler bulunmuştur.

3. Halil hanın ve Kazan hanın ismiyle paralel şekilde yapı-lan sikkeler 742 yılında Otrar, Almalık ve Termez’de basılmış-tır.

4. 744 yılından sonra Halil hanın ismiyle bağlı sikkeler basılmıyor.

5. 744-746 yılında Buhara, Semerkant, Termez ve Badah-şan’da yapılan sikkeler yanlız Kazan hanın ismi ile basılmış-tır.281

Bu sikkelerde her iki hükümdar “sultan el-azam”, aynı za-manda Kazan “han”, Halil ise “hakan” başlığı ile anılmıştır. Onlardan önce Muhammed han ve ilk kez Çağatay hanlarından Tarmaşirin han “sultan el-azam” başlığını kullanmıştır. Diğer Çağatay hanlarının yaptırdıkları sikkelerde yanlız “han, hakan” başlığı yazılmıştır. Yani “sultan el-azam” başlığı bu hükümdar-ların Müslüman olduğunu gösteriyor. Fakat, Kazan hanın sik-kelerinde Duva handan gelen geleneksel tamğa basıldığı halde, Halil han geleneksel olarak Duva handan değil, babası Yasa-vur’dan gelen tamğanı bastırmıştır. Önceki sikkeler ise anonim olarak yapılmıştır.282

Bu verilere göre söyleyebiliriz ki, 742-744 yıllarında Halil han esas yönetici gibi Maveraünnehir’in merkezi bölgelerini (Buhara, Semerkant), Kazan han ise onun güneyindeki bölgele-ri (Termez, Badahşan) yönetmiştir. Onlar bir ulusun temsilçileri (veya Yasavur’un oğulları) gibi Maveraünnehir’in doğusunda (Otrar, Almalık), aynı zamanda Buhara’da ortak hükümdarlık yapmış ve Termez’de ortak sikkeler bastırmışlardır. 744 yılın-dan sonra Halil hanın ismiyle sikkeler basılmıyor. 744 yılında

281 Arapov A.V. Karaunas-nikuderler, s.68.282 728-731 yıllara ait Otrar’da anonim sikkeler bulunmuştur. Bu sikkelerde isim gösterilmeksizin “sultan el-azam” ve Duva handan gelen geleneksel tamğa basılmıştır. Başka bölgelerde de anonim olarak Budist nişanesi ve Duva hanın tamğası ile tanınan sikkeler ortaya çıkmıştır.

208

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Halil han tarih sahnesinden gittikten sonra Kazan han Mavera-ünnehir’de tek hükümdar oluyor ve kendi adına sikkeler bastı-rıyor. 746 yılında Buhara, Semerkant, Termez ve Badahşan’da yapılan sikkeler yanlız Kazan hanın ismi ile basılmıştır. Kazan han ise, 747 yılında isyan eden Emir Kazagan tarafından öldü-rülmüştür.283

Aceba, o dönemde bir devletin iki han tarafından ortak ola-rak yönetilmesi mümkün müydü? Yahut, bir hükümdar bir şe-hirde (Buhara) para bastırırken, neden paralel olarak iki ismini kullansın?

Örneğin, Maveraünnehir’in güneyinde Termez bölgesinde egemen olan Çağatay Muhammed han 740-741 yıllarında “han, hakan” başlıkları ve Duva hanın tamğası ile para bastırmıştır. Kuzey ve kuzey-doğuda (Otrar ve Almalık) Aladdin Ali Sultan tarafından basılan sikkelerde “han, hakan” başlıkları ve kendi ismi geçiyor. Onlar Maveraünnehir’i böyle yönetmişler. 741 yılında Aladdin Ali Sultan öldükten sonra Çağatay Muham-med han Maveraünnehir’i tek yönetmiş ve basılan sikkelerde “sultan el-azam” başlığını ve kendi ismini (Muhammed) kul-lanmıştır. Yahut, Tarmaşirin, Otrar bölgesinde ulus hanı olduğu dönemde (728/1328) itaat nişanesi olarak Durra Timur Hakanın tamğasını yansıtmak koşulu ile kendi adına “sultan el-azam” başlığı ile para bastırmıştır. İşte, Maveraünnehir’de Halil hana kadarkı dönemde ortak yönetim sistemi olmuştur. Yani Çağatay ulus hanları Devlet başçısı ile yanaşı, egemen oldukları bölge-lerde kendi adlarına (hanın tamğasının parada yansıması koşulu ile) para bastırmışlardır. Bu gelenek Kepek hanın döneminde merkezleştirilmiş güclü devlet siyaseti ve tek para sistemi sonucunda durdurulsa da, anlattığımız gibi sonralar yeniden devam etmiştir. 744 (1343-1344) yılında Almalık şehrinde Duva hanın tamğası ile basılan sikkelerin uyğur yazısı ile bir yüzünde: “Hana itaat eden memur malikdir” ve diğer yüzünde “Çengiz hanlarının en iyi Han sikkesi. Adaleti Yüce olsun!” yazılmıştır.

744 yılından sonra Halil hanın isminin sikkelerde geçmeme-

283 Arapov A.V. Karaunas-nikuderler, N 2-3, C. 61-67.

209

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

si ve aynı yıldan başlayarak Kazan hanın isminin tek geçmesi, bize Halil hanın aynı yılda öldüğünü, kaybolduğunu, yoksa Kazan hanın ikinci Halil ismini kullanmaktan vazgeçtiğini gös-teriyor, aceba?

Bu sorulara tam cevap vermek için, o dönemi yansıtan orta-çağ tarihi kaynaklar yetersizdirler. Fakat, biz ortaçağ tarihi kay-naklardan elde olunan bilgilerin ve numizmatik verilerin tahli-lini yaptıktan sonra böyle bir sonuca varabiliriz ki, Halil han ve Kazan han aynı kişidirler. Önceleri bazı aynı ulus hanları Ma-veraünnehir’de ortak egemenlik yapmış ve egemen oldukları bölgelerde kendi adlarına para basmışlardır. Fakat, Halil han ve Kazan hanın adına basılan sikkelerde bölge ayırımı olmamıştır. Örneğin, Buhara, Otrar, Almalık ve Termez’de hem Halil han, hem de Kazan hanın adına para basılmış ve ikisi de “sultan el-azam” başlığı ile anılmıştır. Bir şehir veya bölgede iki hanın adına ortak para bastırılamazdı. Bu nedenle, biz onun moğol isminin Kazan olduğunu, Müslüman isminin ise Halil olduğunu düşünüyoruz. O zaman, neden 744 yılından sonra Halil hanın ismi sikkelerde yanlız Kazan han olarak geçiyor?

Anlaşılan odur ki, o, 744 yılına kadar Müslüman Halil ismiyle tanınmağa çalışmıştır. Zira, Maveraünnehir’de müs-lüman hanların ve güneydeki Müslüman güçlerin desteğine da-yanarak, göçebe moğolları devlete tabi etmeğe çalışmıştır. 744 yılından sonra iktidarı güçlendirdikten ve sınırları genişlendir-dikten sonra devlet içindeki göçebe moğol beylerini bir araya getirmek için moğol-türk ismini kullanmıştır. Zira, Maveraün-nehir’de devlet başçısı yanlız Çengiz hanın soyundan olan Ça-ğatay hanlarına mensup şahıs olabilirdi. Bu nedenle, o, Kazan ismini ve “han” başlığını kullanarak, kendisinin Çağataylara mensup olduğunu ve tahta hak kazandığını göstermek istemiş-tir. Yani, bu isimler ona siyasi oyunları gerçekleştirmekte ve farklı güçleri bir araya getirmekte bir araç rolünü oynamıştır. Bu nedenle, ortaçağ müelliflerinden bir kısmı Kazan handan bahsederken sanki Halil han isminden habersiz olmuş veya Halil handan bahsederken Kazan han ismini hatırlamamıştır. Onlar farklı kişiler olmuş olsaydılar, tarihçiler bununla ilgili bir bilgi verirlerdir.

210

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Aynı dönemde yaşayan Arap seyyahı İbn Battuta o dönem-deki olayları böyle anlatıyor: “Buzun tahta oturduktan sonra Müslümanları takip ederek onlara zülüm etti, hıristiyan ve yahudilere kendi mabedlerini yüceltmeğe imkanlar sağladı. Müslümanlar bundan çok rahatsız oldular ve onun sonunun geleceği günü beklediler. Buzun hanın yaptıkları ile ilgili haber Horasan’da Sultan Yasur Mahzumun oğlu Halil’e ulaştığı za-man, o, Herat sultanı Sultan Giyaseddin Guri’nin oğlu Sultan Hüseyin’in yanına giderek durumu ona anlattı ve iktidarı ele geçirdiği takdirde sultanlığı paylaşma koşulu ile ondan asker ve para yardımı istedi. Malik Hüseyin onunla büyük bir ordu gönderdi. Herat ve Termez arasında dokuz günlük yol vardır. Müslümanların emirleri Halil’in orduyla geldiğini duyunca ona destek olduğunu ve birlikte düşmana karşı cihada kalka-caklarını bildirdiler. Termez’in büyük emiri Hüseyin soyundan olan Ala el-Mülk Hudavandzade dört bin müslüman ordusu ile ona gelenlerin ilki oldu. Onu görmekten memnun kalan Halil, onu vezir tayin ederek kendi işlerini ona havale etti. O cesur bir adam idi. Tüm bölgelerden gelen emirler Halil’in etrafında toplandı. Halil, Buzun ile karşılaştı ve onun askerleri Halil’in tarafına geçerek onu ezdiler. Buzun’u esir alarak Halil’in huzu-runa getirdiler. Halil, eskiden (türk-moğol) prensleri öldürme geleneğine uyğun olarak Buzun’u okun yayı ile boğarak idam etti. 284 Saltanat Halil’in eline geçti. O, Semerkant’ta seksen bin askerin katıldığı bir askeri tören yaptı. Bu törende askerler ve onların atları zırh giymişlerdir. O Herat’tan gelen ordunu bıraktı ve Almalık’a doğru yöneldi. Tatarlar aralarından birini kendilerine lider seçtiler ve üç günlük bir mesafede, yani Taraz yakınlarında Halil’i beklediler. Şiddetli savaşta her iki taraf ağır kayıplar verdi. Halil’in veziri Emir Hudavandzade on iki binlik Müslüman ordusuyla Tatarlara saldırarak onlara ağır kayıplar verdi ve onları yendi. Halil üç gün Almalık’ta kaldı ve sonra şehirden çıkarak kalan Tatarları yok etmek kararına geldi. On-

284 Prensleri okun yayı ile boğarak idam etmek geleneği eskiden pagan türk-moğol geleneğinde mevcut olmuştur. Sonralar Müslümanlığı kabul ettikten sonra birçok Müslüman Türk sultanları bu geleneği devam ettirmişler. Biz bu geleneğin Osmanlı sultanları tarafından da gerçekleştiğini biliyoruz.

211

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

lar tamamen ona itaat haline geldiler. O, Hata ve Çin sınırlarına kadar yaklaşarak Karakorum, Beşbalık şehirlerini ele geçirdi. Sultan Hata ona karşı bir ordu göndersede, daha sonra arala-rında barış yapıldı. Halil güçlendi ve krallar ondan korkmaya başladı. O, adaleti sağlayarak ordunu veziri Emir Hudavandza-de’nin rehberliği altında Almalık’ta bıraktı ve kendisi Semer-kand ve Buhara’ya taşındı.

Sonra Türkler ortaya fitne saldılar. Onlar Halil’e anlattılar ki, onun veziri seyyid olduğundan, cömertlik ve cesaretinden dolayı, daha çok iktidara hakk kazandığını düşünüyor ve bu-nunla ilgili olarak isyan etmek istiyor. Bunun üzerine Halil Al-malık şehrine Hudavandzade’nin yerine başka bir vali gönderdi ve onun küçük bir grup ile kendisine gelmesini emretti. Halil, o geldiği zaman suçunu kanıtlamadan hemen onu öldürdü. Bu Halil’in saltanatının düşüşüne neden oldu.

Halil güçlendiğinde, onu asker ve para yardımı ile iktidara getiren Herat sultanına tecavüz etmeye başladı. O, Herat Sul-tanına mektup göndererek, onun isminin hutbelerde anılmasını ve Hüseyin’in ülkesindeki dinar ve dirhem üzerinde onun ismi-nin darp edilmesini istedi. Bu, Malik Hüseyin’i kızdırdığı için, ona antipati ile küfür etti. Halil onunla savaş için hazırlamaya başladığında, Müslüman askerler bunu kabul etmediler ve onun Hüseyin’e hiyanet ettiğini bildirdiler. Bundan haber alan Malik el-Hüseynî kuzeni Malik Varna ile onun üzerine ordu gönderdi. Her iki ordu karşılaştı ve Halil yenilerek yakalandı. Onu Malik Hüseyin’in huzuruna götürdüler. Malik Hüseyin sarayında ona bir cariye vererek yaşamını sağladı. O, böylece benim Hindis-tan’dan dönüşüme kadar, yani 747 yılın sonuna kadar orada kaldı.” 285

İbn Battuta, Halil hanın Buzun han ile savaştığını ve onu yendiğini bildiriyor. O, bu zaferin gerçekleşmesini, Halil hana Herat Sultanı Hüseyin tarafından yapılan askeri ve parasal des-tekle, birkaç Maveraünnehir emirlerinin onun etrafında birleş-meleriyle, Termez’in büyük emiri Hüseyin soyundan olan Ala el-Mülk Hudavandzade’nin dört bin müslüman ordusu ile ona

285 İbn Battuta. s. 69.

212

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

yardım etmesiyle, Buzun’un ordusundakı asgerlerin çoğunun onun tarafına geçmesiyle bağlı olduğunu söylüyor. Fakat, tari-hi verilere göre Buzun han 736 yılın evvelinde öldürülmüştür. Halil han ise, 741 yılında iktidar olmak mücadilesini vermiş ve 742 yılında tahta oturmuştur (numizmatik veriler de bunu tas-dik ediyor).

Aynı zamanda Buzun hanın ölümünden sonra Maveraün-nehir’deki karmaşıklık devam etmiştir. Tarmaşirin hanın ölü-münden sonra yaranan bu durum, yani çeşitli bölgelerde ulus hanları arasında devam eden çatışmalar 736 yılından sonra da sürmüş, Müslümanlara karşı yapılan zülümler Buzun handan sonra iktidar olan diğer gayri-müslim Çağatay hanları tara-fından daha da şiddetlenmiştir. Yani, Buzun hanın ölümü ile bu zülüm Yesü-Timur han tarafından devam ettirilmiştir. Bu durumun ortadan kalkması için güclü merkezi iktidara ihtiyac vardır. Tarihi kaynaklar, Maveraünnehir’de süren bu zülme 740 (1340) yılında Ali Sultan tarafından son verildiğini ve Yesü-Ti-mur hanı öldürerek Maveraünnehir’de merkezi devlet yaratma-ğa çalıştığını bildiriyorlar. O zaman böyle anlaşılıyor ki, İbn Battuta Ali Sultan tarafından yapılan cihadı ve onun yaptıkları-nı Halil hanın adına çıkmıştır. Neden?

İbn Battuta bu olayların baş verdiği dönemde, yani 741-742 yıllarında Maveraünnehir’de olmamıştır. Biz onun 730 (1330) yılında Buhara, Semerkant ve Termez şehirlerini ziyaret ettiğini ve Tarmaşirin han ile görüştüğünü artık söyledik. O, 741-742 (1341-1342) yıllarda Afrika’da286 ve kendisinin anlattığı gibi 747 yılında Hindistan’da seyahatta bulunmuştur. Bu nedenle, onun Halil han ile ilgili haberleri birbaşa değil, dolayı ve tahrif olunmuş bilgilerdir.

Aladdin Ali Sultan kim idi? O, Yesü-Timur hanı nasıl yendi ve bölgedeki karmaşıklığa nasıl son verdi?

Anlattığımız gibi, Maveraünnehir Halil hana kadarkı dö-nemde güney, kuzey ve doğu bölgelerine ayrılmıştır. Çağatay devleti türk-moğol aşiret (barlaslar, celayirler, arlatlar, kauçin-ler ve d.) başçıları ile bölünmüştür. Merkezden bu bölgeleri

286 İbn Battuta, s. 77.

213

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

yönetmek zor olmuştur. Bu nedenle, güneydeki Badahşan ulus hanları kendi adlarına para bastırmak hakkına sahib olmuşlar. Doğu bölgeleri de çoğu zaman merkezin kontrölünden çıktıkla-rı için, merkez ve güney hanları tarafından ortak yöneltilmiştir. Zira, güney bölgeler Horasan’ın Müslüman dünyası ile bağlı oldukları halde, kuzey bölgeler putperest göçebe moğolların, doğu bölgeleri ise, Çin ve uygurların Budizm, Mani kültürünün etkisi altında olmuştur. Bu nedenle Maveraünnehir’in merkezi olan Buhara ve Semerkant şehirleri o dönemde farklı kültür ve menfaatların çatıştığı bir bölge haline gelmiştir. Böyle bir durumda Maveraünnehir farklı inanc ve menfaatlara sahip olan ulus hanları tarafından çatışma meydanına dönüşmüştür. Bu dönemde Çin’de (1342) büyük bir aclık, Bizans’ta (1341-1347) iç savaşlar başlamıştır. Maveraünnehir’in güneyinde İlhanlı Ebu Said’in vefatının (736-1336) ardından ortaya çıkan taht kavgaları sonucu İlhanlılar devleti ortadan kalkmış ve onun yerinde birkaç devletler (Celayirler, Karakoyunlular, Müzeffe-riler, Horasan’da Serbedariler) yaranmıştır. Böyle bir durumda Ali Sultan 740 (1340) yılında Maveraünnehir dahilinde bunlara son veriyor ve merkezleşmiş devletin temelini atıyor. Bunu, aynı dönemde basılan sikkeler de tasdik ediyor.

Aladdin Ali Sultan bu zaferi nasıl elde edebilirdi?Ali Sultan iktidara halk isyanı ile gelmesi gerekiyordu. Böy-

le isyanlar güneyde Horasan’da artık başlamıştır. Orada halkın desteğine sığınarak Horasan’ı moğol istilasından kurtarmak yolunda tasavvuf ve şiiliğin vahdetini oluşturan Şeyh Halife (öldürüldü 1335) Serbaderiler harekatını meydana getirmiş ve sonralar onun devamçısı Şeyh Hasan Curi (1337) ve Sultan Vaceddin Mesud’un (1338-1344) mücadelesi ile Horasa’nın batısını ve Gorgan’ı da kapsıyan Serbaderiler devletinin ortaya çıkarmasına neden olmuştur. Aladdin Ali Sultanın da onların desteğine arkalanması gerekiyordu.

O zaman, Ala el-Mülk Hudavandzade kim idi?İbn Battutaya göre, o, “Termez’in büyük emiri ve Hüseyin

soyundan olan” bir şahısdır. Hakikatan, Maveraünnehir’in özellikle Termez şehri bir zamanlar Emevilerin ve sonra Abba-silerin zülmünden seyyidlerin ve Ehl-i Beyt taraftarlarının sı-

214

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

ğındığı yer olmuştur. XIV yüzyıldan Termez bölgesinde seyyid soyundan olan nesillerin varislik yolu ile ötürülen iktidarı güç-lenmiştir. Termez’de bu nesli temsil edenler bir başlık olarak Hudavandzade ismi ile anılmışlardır. Burada, arap asıllı Müs-lümanlar yerli Müslüman Çağatay soyları ile akraba olmuşlar. Bu nedenle, Termez zamanla Maveraünnehir’de Ehl-i Beyt taraftarlarının merkezi haline gelmiş ve onun yerli yönetimi de onlara ait olmuştur. Ala el-Mülk Hudavandzade gibi bir seyyi-din Termez’in büyük emiri olması bu nedenledir.

İbn Battuta’ya göre, Ala el-Mülk Hudavandzade Maveraün-nehir’i yönetebilecek bir güce sahip olmuş ve bu gücü moğol-lara karşı savaşlarda kanıtlamıştır. Fakat, anlaşılmaz olan odur ki, 741 yılında Aladdin Ali Sultan öldükten sonra Ala el-Mülk Hudavandzade değil, Muhammed han Maveraünnehir’in tek yöneticisi haline gelmiştir. Aynı zamanda, Muhammed han Ter-mez bölgesinde egemenlik etmiş ve orada 740-741 yıllarında bastırdığı paralarda “han, hakan” ile yanaşı, “sultan el-azam” başlıklarını ve Duva hanın tamğasını kullanmıştır. Bunlar, onun Müslüman ve Çağataylara akraba olduğunu göstermekle ya-naşı, onun Ala el-Mülk Hudavandzade ile aynı kişi olması ile ilgili kuşkular yaratıyor. Ehl-i Beyt sevdalısı olan Olcaytu han da Muhammed Hudabende ismiyle anılmıştır. Zira, 741 yılında Termez’in büyük emiri ve Maveraünnehir’i tek yöneticisi ha-line gelmiş olan şahıs Muhammed han olmuştur. Tarihi ve nu-mizmatik deliller, onun Termez emiri gibi hem Seyyid, hem de Müslüman Çağatay soyundan olmasını mümkün hesap ediyor. 741 yılında Aladdin Ali Sultan öldükten veya öldürüldükten sonra Maveraünnehir’de yeniden ulus hanları arasında egemen-lik uğrunda çatışmalar başlıyor. Muhammed han Maveraünne-hir’in istikrarını sağlamak için onlara karşı savaşıyor ve Çin sınırlarına kadar onları geri çekilmeğe vadar ediyor. Halil han da kendi gücleri ile ona katılıyor.

İbn Battuta, Halil hanın Herat Sultanı Hüseyin’den askeri ve para yardımı aldığını gösteriyor. Herat Sultanı Hüseyin ona bü-yük destek veremezdi. Zira, o, Horasan’ın batısını ele geçiren şii Serbaderiler’den Horasan’ın doğusunu koruyordu. Fakat, Serbaderilerin Maveraünnehir’in içlerine doğru genişlenmesini

215

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

önlemek amacıyla, Halil hanı kısmen dekleyebilirdi. Serbade-rilerin şiiliğine karşı radikal sünnilik ideolojisi tebliğ olunurdu. Halil hanın Herat Sultanı Hüseyin’den yardım istemesi, onların Serbaderilere karşı müttefik olduklarına bir işaredir.

Aynı zamanda, Halil hanın Herat ve civarında taraftarları olmuştur. Halil han Herat’tan gelen orduyla bir tören yapa-rak kendi gücünü nümayiş ettirdi ve sonra onu geriye Herat’a gönderdi. Zira, Muhammed hanın veya Ala el-Mülk Huda-vandzade’nin ordusu isyan eden doğu hanlarına karşı savaşı kazanmış ve iktidar artık Halil hanın elinde birikmiştir. Halil hanın Herat ordusunu geri göndenmesinin esas nedenlerinden biri, onların Ehl-i Beyt taraftarlarına karşı olmaları idi. Onların bölgede kalması, sonda Halil han ile Muhammed hanın karşı karşıya gelmesine sebep olabilirdi. Bu nedenle, Halil han bu ordunu geri göndermekle Muhammed hanı (veya Ala el-Mülk Hudavandzade’ni) kendine yaklaştırmak, yani kendi veziri ta-yin etmek politikasını gerçekleştirdi. Bu politika, Halil hanın güçlenmesine ve taraftarlarının artmasına neden oldu. Aynı zamanda Halil han, onu, taraftarlarının fazla olduğu Termez şehrinden uzaklaştırarak Almalık şehrine gönderdi. Fakat, Mu-hammed hanın (veya Ala el-Mülk Hudavandzade’nin) Termez ve civarında güc sahibi olması ve taraftarlarının çoğalması, Halil hanın rahatsız etmeye bilmezdi. Bu nedenle, o, 742 yılın-da onu ortadan kaldırmak kararına geliyor. Zira, bu yılda Halil han Maveraünnehir’in tek iktidarı oluyor. Aynı zamanda, 742 yılında (1342 temmuz) Save yakınlığında Herat maliki Hüseyn ile Serbaderiler arasında giden savaşta Şeyh Hasan Curi’nin ani ölümü Serbaderiler ordusunun yenilmesine ve Doğu Hora-san’da Herat maliki Hüseyin’in güclenmesine sebep olmuştur. İlk önce Maveraünnehir’in güney sınırlarının Serbaderiler tara-fından kapanmasından ihtiyat eden Halil han, artık Herat maliki Hüseyin’in zaferinden sonra Maveraünnehir’in dahilinde Ehl-i Beyt taraftarlarına savaş açmağın zamanının geldiğini düşün-müştür. Bu nedenle, Muhammed hanın (veya Ala el-Mülk Hu-davandzade’nin) ortadan kaldırılması gerekiyordu. 742 yılında onu öldürdükten sonra Termez ve Almalık’ta “sultan el-azam” başlığı ile kendi adına sikke bastırmıştır. İbn Battuta yazıyor ki

216

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Ala el-Mülk Hudavandzade’nin öldürülmesi “Halil’in saltana-tının düşüşüne neden oldu.” Neden?

Muhammed hanın (veya Ala el-Mülk Hudavandzade’nin) öldürülmesi, onun taraftarlarının Halil hana karşı isyan etme-sine neden oldu. Bu isyanın esas merkezi Termez oldu. Bu nedenle, Halil han Termez’de ve Maveraünnehir’in diğer yerle-rindeki isyançıları ve onları destekleyenleri katletti. Bu katledi-lenler arasında seyyidler, Ehl-i Beyt taraftarları çoğunlik idi.287 Şarufuddin Yezdi “Zafername” eserinde bildiriyor ki, Kazan han (yani Halil han) “Çağatay ulusunda han olduktan sonra zu-lüm ve vahşet yarattı. Onun yaptığı kötü işlerden halk inlemeye başladı. O bir beyi yanına davet ettiğinde, o kendi aile ve ço-cukları ile vedalaşar ve vasiyyetini yapardı.”288

Halil han kendi iktidarını despotik yolla güclendirmek ve insanları korku altında sağlamak istiyordu. O, egemenliğini Maveraünnehir’in sınırları dışına çıkarmağı düşünüyordu. Bu nedenle, o, müttefiği Herat sultanı Hüseyin’e kendisine itaat etmesini istemiş ve Horasan, Herat arazılarını kendi egemen-liği altına almağa çalışmıştır. O, özellikle Sistan’da ve onun civarında oturan karausanlara daha çok güveniyordu. İbn Bat-tuta, 747 yılında onlar arasında savaş çıktığını ve Halil hanın yenilerek esir alındığını bildiriyor. Fakat, Fasih Havafi ve diğer ortaçağ müellifleri Kazan (veya Halil) hanın 747 yılında (1346-1347) Emir Kazagan tarafından yenildiğini ve öldürüldüğünü bildiriyorlar. Bu yıldan sonra Kazan (veya Halil) hanın ismine sikkeler basılmıyor.

Reşahat ve Nefahat eserleri de İbn Battuta tarafından söyle-nenlerle örtüşüyor. Bu nedenle, Halil han ile Kazan hanın aynı kişi olduğunu savunan tezlerin daha doğru olduğunu düşünüyo-ruz. Halil hanın iktidarda olduğu dönem 742-747 (1341-1347) yılları kapsıyor. Halil han bu dönemde Maveraünnehir’de des-potik yolla güçlü iktidar yaratmağa muvaffak oldu. Fakat, hal-kın büyük bir kısmı ona nefret ediyordu. Güneyde şii tasavvuf yönümlü Serbaderiler devletinin yaranması ve Maveraünne-

287 Zeki Velid Toğan. s 133.288 Şerufuddin Ali, 5 b.

217

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

hir’de Ehl-i Beyt taraftarlarının çok olması, Halil hanın Herat sultanı ile birlikte onlara karşı çıkmasına neden oldu. Böylece, şiiliğe karşı radikal sünnilik ideolojisi gündeme geldi. Aynı zamanda, Halil hanın yürüttüğü bu politika, onun iktidarının iflasına sebep oldu.

Nikuder kolundan ayrılmış karaunasların, güney çağatay-lıların lideri ve Türkmen beylerinden olan Türk asıllı Emir Kazagan 1346 yılında Karşi civarındakı savaşta Kazan hanın yaptığı zülme son verdi. Ona Kabul civarında, Amuderya’nın sol kıyısında (Hulma, Kunduz, Baglan) oturan Nikuder soyun-dan ayrılan karausanlar destek oldular. Emir Kazagan iktidarı ele geçirdikten sonra Kaydu ve Duva soyundan gelen hanları iktidara davet etti ve karausanların yanında güney çağatayları ve diğer kavimleri (sulduz, kauçin, arlat, apart, huttalyan) bir araya getirdi. Emîr Kazagan zamanında (1347-1358) Çağatay Hanlığı’nın Mâverâ ünnehir kolu içerisinde Türk nüfuzu da ha da arttı. O, Çağatay soyundan olmadığı için, Ogeday soyun-dan olan Dahişmendça ve sonra Bayan Kuli hanı bölgede han tayin etti ve Herat’takı Kurt sülalesinden bağımsız bir politika yürütmeğe ve Halil hanın taraftarlarını takip etmeğe başladı. Takip olunanlar arasında Bahaeddin Nakşibend’in olması da gerekiyordu. Zira, Bahâeddin artık Halil hanın yanında politik çekişmelerin içinde olmuştur.

Kazan hanın yanında Bahâeddin Nakşbend ne yapmıştır?

“Bahaeddin Nakşibend söylüyor:.. “Bir süre sonra ona (Halil hana) Maveraünnehir padişahlığı nasip oldu. Bana da yanında olmak ve hizmete devam etmek göründü. Bu sırada büyük hal-ler zahir olurdu. Bana çok şefkat gösterirdi. Bazen lütuf, bazen de sertlikle hizmet ve sohbet adabını öğretirdi. Bu yönden bana çok faydası oldu. Bu yolda seyrü-sülukü kuvvetlendirmem gerektiği için altı yıl onun hizmetinde bulundum. Halklayken onun saltanatlarının edeblerine riayet ederdim. Yalnızken soh-betinin özel mahremiydim. Bu altı yıllık saltanatından önce de onun sohbetinde bulundum. Çok kere havassın da bulunduğu

218

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

yüksek huzurlarında “Kim Hak Teala’nın rızası için bana hiz-met ederse, halk içinde ulu olur” dedi. Ben kimi kastettiğini anlamıştım. Altı yıl sonra onun saltanatı sona ermişti. Bir anda o mülk, o hizmetçiler ve çevresindekiler yerle bir oldu. Dünya işlerinden gönlüm tamamen soğudu. Buhara’ya geldim. Burada da bir köy olan Rivertun’a yerleştim.” (Nefahat, 506-507).

Ebu Muhsin Muhammed Bekir ibn Muhammed Ali “Hoca Bahaeddin Nakşibendin makamları” eserinde “Nefahat” eserin-de söylenenleri tasdik ediyor ve devam ederek yazıyor: “Ben (Bahâeddin Nakşbend) ona büyük saygıyla hizmet ettim. Onun yanında çok ilginç olaylara şahit oldum. O, altı yıldan sonra Mâverâünnehir’in sultanı oldu. Onu Sultan Halil adlandırdılar. O dönem için büyük işler yaptı. Onun altı yıllık sultanlığı dö-neminde ona saygıyla hizmet ettim, saray geleneğini öğrendim, görevimi gereğince yerine getirdim. Ben onun en yakın ve sa-dık sırdaşı oldum. Böylece, Allah’ın seçilmiş kuluna hizmette bulundum. Bazen kızarak, bazen sevgilerle bana marhemet gösterdi. Sonralar onun düşmanı ortaya çıktı ve onu yendi. Bir anın içinde onun saltanatı yok oldu. Dünya işlerine ilgim orta-dan kalktı. Buhara’ya döndüm ve Rivartun’a oturdum.” 289

Mevlana Şihabeddin ve Muhammed Buhari, Bahâeddin’in bu dönemde Halil hanın yanında cellatlık yaptığını, Hacegan tarikatının şeyhi Seyyid Emir Külal’ın müridlerini katlettiğini ve halk arasında onun cellat gibi tanındığını bildiriyorlar.290 Şi-habeddin bin Emir Hamza “Emir Külal’ın makamları” eserinde bununla ilgili olarak yazıyor: “Hoca Bahâeddin’in bir zamanlar Kazan sultanın yanında cellatlık yaptığı söyleniliyor. Yapmadı-ğı bir işte suçlandırılan müridi Kazan hanın yanına getirdiler ve o, onun idam edilmesini emretti. (Bahâeddin) onu yere dikerek dua etti ve kılıncı ile onun boynunu vurdu. Fakat, kılınc ona bir şey yapmadı. O, bunu ikinci kez yaptığında da böyle oldu. Üçüncü kez kızarak kılıncı tüm gücüyle onun boynuna endir-

289 Aynı zamanda, Ebu Muhsin Muhammed, s. 7-8.290 Sonra eserde Bahaeddin’in Emir Külal’ın yanına döndüğü bildirilse de, “Reşahat” eserinden malum olduğu gibi, onun yanına dönmemiştir. Mevlana Şihabeddin “Agah Seyyidi Emir Külal” s. 33-34; Muhammed Buhari “Enisub Talibin” s. 181; Necdet Tosun. Bahâeddin Nakşbend. s 214.

219

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

di. Bu defasında da kılınc onun boynunu vurmadı. Bahâeddin her defa kılınc çektiğinde, onun dudakları arasında bir şey söylediğini duydu ve ondan sordu: “Sen ne okuyorsun ki, kı-lınc sana dokunmuyor?” O dedi: “Ben bir şey okumuyorum. Fakat, kendi şeyhimin eteğinden yapışarak imdad diliyorum” Bahâeddin ondan sordu: “Senin şeyhin kimdir?” O dedi: “Şey-him Emir Külal (r.a) hazretleridir.” Bahâeddin, Emir Külal’ın mubarek bir insan olduğunu biliyordu. O, bunu duyduğunda kılıncı yere attı ve dedi: “Neden ben şerefli işler yapmak için böyle bir insanın hizmetinde bulunmuyorum? Allah’ın izniyle müridini kılınçtan koruyan birisi, kuşkusuz onun ahiretini de korumuştur.”291

Bazı kaynaklar sonra Bahaeddin’in Emir Külal’ın yanına döndüğünü bildiriliyor. Fakat, “Reşahat” eserinde Bahaeddin’in onun yanına dönmediği kesindir. Eserde Bahaeddin’in Emîr Külâl’dan ayrılmasından pişman olduğu bildiriliyor: “Hoca Bahaeddin Hazretleri diyorlar ki: “Emîr Hazretlerinin bu te-veccühleri iptilâma (belâya uğramama) sebep oldu. Eğer Emîr Hazretlerine uymuş ve uymakta devam etmiş olsaydım belâdan uzak ve selâmete yakın olurdum.” (Reş,67-68).

Ebu Muhsin Muhammed “Hoca Bahaeddin Nakşibend’in makamları” eserinde yazıyor: “Söylenilenlere göre, Hazreti Hoca (Bahâeddin Nakşbend) dedi: “Revartun’da kaldığım sıra-da tövbe ederek saygıyla bir cemaate hizmette bulundum. Bir gün namaza geç kaldığımda, caminin imamı dindar ve bilge Mevlana Seyfuddin Ramitani şunları söyledi: “Biz senin ibadet alanında aslan olduğunu düşündük. Aslında, sen kaideleri bo-zan bir suçluymuşsun.” Ben dedim: “Siz benim ibadet alanında aslan olduğumu düşündünüz. Aslında, ben amelde bir sahte-karım.” Bu şerefli zat hemen kalbime derin yara bırakan ve onu uzun süre yakıcı alevlere sokan bir beyit şiirle yanıt verdi:

291 Şihabeddin bin Emir, s. 92-93; el-Buharî Salah b. Mübarek, Enisü’t-Tali bîn, s. 85; Bu olayı olduğu gibi anlatan diğer kaynak: Ebu Muhsin Muhammed s. 7-8. Prof. Dr. Necdet Tosun, Bahaeddin Nakşibend, s. 100-102; Prof. Dr. Hamid Al gar, Nakşibendilik, s. 67-68; ord. Prof. Dr. Z. Velidi Togan, Gazan Han Halil ve Hâce Bahaeddin, Necati Lugal Armağanı, Ankara 1968, s. 781; Necati Lugal Armağanından ayrı basım, TTK Ankara 1969, s. 775-784; Ebu’l-Kasım el-Buharî, er-Risaletü’l-Bahaiyye, vr. 13a;

220

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

“Aşk pazarında sahte nesnelere ihtiyaç yoktur. Orada alevden salim olarak çıkan halis metala ihtiyaç vardır.”292

Bahaeddin, Kazan hanın yanında cellatlık görevini bir gün değil, altı yıl yapmıştır. İşte, zülümkar Kazan hanın düşman ilan ettiği masum insanların çoğunun boynu demek ki, Bahaed-din’in kılıncı ile üzülmüştür. Emir Külal’ın müridlerini katle-den bir şahsın yeniden dergaha onların yanına dönmesi müm-kün müydü? İlginçtir ki, kocaman bir sarayda tasavvuf erbabı olduğu iddia edilen bir insana cellatlıktan başka uygun bir iş bulunmamış mıydı? Yahut, yaradılana sevgi üzerinde kurulan islam-tasavvuf ahlakının taşıyıcısı olan birisi cellatlık görevini nasıl yapabilirdi? Bunun günahsız Müslümanlara, özellikle tasavvuf erbabına karşı yapılmasını nasıl değerlendirmek müm-kündür?

Artık bahsettiğimiz gibi, Bahâeddin’in Emir Külal’ın mü-ridlerine karşı eskiden bir intikam duygusu olmuştur. Zira, onlar önceki dönemlerde dergahda Bahâeddin’in varlığını kabul edememiş ve onun dergahdan ayrılmasını istemişlerdir. Seyyid Emir Külal da onun dergahı terk etmesini ve bir daha dönmemesini istemiştir. Bahâeddin, Halil hanın celladı olduğu dönemde, Seyyid Emir Külal’ın müridlerinin bir çoğunu kendi eliyle katletmiştir. Halil han Termez seyyidlerini, Ehl-i Beyt ta-raftarlarını ve kendine uymayan insanları katlederken, Bahâed-din’in de bu katliamda payı olmuştur. Zira, o, “ben onun kişisel sırdaşı olmuştum... çok özel toplantılarına katıldım”...”Onun altı yıllık sultanlığı döneminde ona saygıyla hizmet ettim, saray geleneğini öğrendim, görevimi gereğince yerine getirdim” - de-mekle, Halil hanın yaptıklarında çok yakından alakalı olduğunu ve onun yaptıklarına saygı duyduğunu bildiriyor. Böyle bir durumda, onun yeniden Buhara’da oturan Emir Külal’ın yanına dönmesi mantıksal değildir. Bu nedenle, Bahâeddin’in Halil hanın ölümünden sonra birkaç yıl uzak bir yere çekilmesi gere-kiyordu.

Bahâeddin’in Halil Ata ile iktidar olmadan önce (6 yıl oldu-ğu kaydediliyor) tanıştığını kabul edersek, o zaman onların bir-

292 Ebu Muhsin, s. 9.

221

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

likte oldukları dönemi 741-747 (1341-1347) yıllara ait edebili-riz. Bahâeddin’in Halil Ata ile 6 yıl birlikte olduğu “Nefahat” eserinde de tasdik ediliyor. 741 yılında Bahâeddin 23-24 yaşın-da olmuştur. O, Halil hanın iktidarının sonuna, yani ölümüne kadar onun yanında olmuş ve ondan ayrıldığında (747-1347) 29-30 yaşında olmuştur. O zaman, onun 17-18 yaşından baş-layarak, yani 735-741 (1335-1341) yıllarında Mevlana Arif’in dergahını ziyaret etmekle yanaşı, aynı zamanda Halil Ata’nın yanında bulunduğu ortaya çıkıyor. O, Emir Külal’ın dergahını anlaşıldığı gibi, çabuk terk etmiştir.

Kaynakların sunduğu bilgilerden anlaşılan odur ki, Baha-eddin Kazan hanın yanında yanlız cellat değil, aynı zamanda onun Ehl-i Beyt taraftarlarına karşı gerçekleştirdiği radikal sünnilik politikasının destekçisi olmuştur. Nitekim, İbn Battuta Kazan hanın yanlış iç politikasından dolayı çöktüğünü yaz-mıştır. Bu politika, bölge halkının Kazan hana ve onun taraf-tarlarına nefretini daha da artırmıştır. Bu nedenle, Bahaeddin Nakşibend’in “Evveller “götü” adlandırılmaktan korkuyor-duksa, şimdi “götü” adlandırıldığımız için korkmuyoruz.”293 –demesi, Revartun’da tövbe etmesi ve yerli halk tarafından bir sahtekar”294 ve cellat gibi lanetlenmesi”295 – dikkate alınması gereken konulardır. Böyle bir durumda Bahâeddin’in Halil ha-nın ölümünden sonra ne Kasr-ı Hinduvan’daki baba evine, ne de Buhara köylerinden olan Rivartun’a yerleşmesi inandırıcı değildir. Zira, Kazan hanı öldürerek iktidar olan Emir Kazagan için Kazan han ve onun taraftarları siyasi düşman idi. Aynı za-manda, Buhara, Semerkant ve diğer bölge insanlarının baba, kardeş ve oğullarının boyunlarını vuran bir cellat, nasıl onlar arasında yeniden rahat bir hayata kavuşabilirdi? O zaman, Bahâeddin Kazan hanın ölümünden sonra Buhara’nı ve Emir Kazagan’ın egemenliğinde olan devlet sınırlarını terketmesi gerekiyordu. Aceba, Bahâeddin Nakşbend nereye sığınmıştır?

Bu soruyu cevaplandırmak çok zordur. Zira, Bahâeddin’in

293 Ebu Muhsin, s. 92.294 Ebu Muhsin, s. 9.295 Muhammed Buhari “Enisub Talibin” s. 181. Necdet Tosun, Bahaeddin Nakşibend, s: 214, 51 no’lu dipnot; Mevlana Şihabed din, Âgâhî-yî Seyyid-i Emir Kulal, s. 33-34.

222

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

hayatını ardıcıllıkla izleyen “Reşahat” ve “Nefahat” eserle-rinde, onun Halil hanın ölümünden sonrakı dönemi hakkında büyük bir boşluk vardır. Yani, bu kaynaklarda Bahâeddin’in 23-24 yaşına kadar olan dönemi hakkında geniş bilgi sunulduğu halde, 30 yaşından sonrakı dönemleri iki hacc seferi ve vefatı olayları ile kısıtlıdır. O zaman, Bahâeddin’in yaklaşık 30 yaşın-dan 70 yaşa kadar olan dönemde nerede olduğu ve ne yaptığı karanlık olarak kalıyor. Oysa, kaynaklarda temel bilgilerin bu döneme ait olması gerekiyordu. O zaman, nakşiliğin temel kay-nağı olan “Reşahat” ve “Nefahat” eserleri neden bu dönemler hakkında susmuştur?

Bahaeddin Nakşibend Buhara’yı terk etmiş midir?

Bu sorular araştırmaların sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Nakşibendi kaynaklarının araştırılması sonucu diyebiliriz ki, Bahaeddin Nakşibend Buhara’yı terk etmiştir. Bunun artık kay-naklara istinaden ortaya koyduğumuz sebepleri şöyledir:

1. Halil hanı öldürerek (1347) Mâverâünnehir’de iktidar olan Emir Kazagan, Halil hana karşı uzun süre mucadele etmiş ve hatta savaşlardan birinde bir gözünü de kaybetmiştir. Ona bu mucadelede yardım eden temel güç, Halil hanın zülmünden bıkan sade halk olmuştur. Bu nedenle, Halil han ve onun yakın taraftarları Emir Kazagan ve halkın büyük kısmı için düşman idiler.296 Bahaeddin Nakşibend de anlattımız gibi, Halil hanın en yakınlarından olmuş ve onun halka uyguladığı zülümlerde ortak olmuştur. Kaynaklardan da anlaşıldığı gibi, Halil hanın taraftarları özellikle Buhara halkı tarafından nefretle karşı-lanmıştır. Biz bunları Buhara halkının Bahaeddin Nakşibendi cellat, sahtekar ve taraftarlarını “götü insanlar” gibi nitelendi-rilmesinde görüyoruz. Buhara halkının ve Mâverâünnehir hü-kümdarı Emir Kazagan’ın Halil hanın taraftarlarına karşı böyle bir münasebeti ortada iken, onların Buhara’da serbest yaşama-ları ne kadar gerçek olabilirdi? Biz Bahaeddin Nakşibend’in

296 Zeki Velid Toğan, s 133; Şerufuddin Ali, 5 b.

223

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Buhara’yı terk etmediği ihtimaline yer verirsek, o zaman onun ve taraftarlarının cezalandırılmasına veya hapis edilmesine de yer vermeliyiz. Oysa, hiç bir kaynakta böyle bir bilgiye rastla-mıyoruz.

2. Bahaeddin Nakşibend Halil hanın yanında cellatlık gö-revini yaparken Emir Külal dergahının müridlerine de zülüm etmiştir. Evveller Emir Külal dergahının müridleri Bahaed-din’in dergahdan kovulması için mürşidlerine ondan şikayette bulunmuşlardır. Sonunda, Emir Külal onu dergahdan kovmuş-tur. Bahaeddin Nakşibend o zamandan Emir Külal dergahının müridlerine kızmış ve onlara karşı içinde bir intikam duygusu oluşmuştur. Birkaç yıl Mevlana Arif’e ve Halil Ata’ya bağlan-mıştır. Halil Ata Mâverâünnehir’de hükümdar olduktan sonra onun yanında yer almıştır. Halil han Ehl-i Beyt soyundan olan Muhammed hanı (veya Ala el-Mülk Hudavandzade’ni) katlet-tikten sonra Termez, Buhara ve diğer Mâverâünnehir bölgele-rinde ona karşı isyanlar baş kaldırmış ve “bu Halil’in saltanatı-nın düşüşüne neden olmuştur.”297. Bu isyançılar özellikle Ehl-i Beyt taraftarları olan insanlardan oluşmuştur. Onlar arasında Seyyid Emir Külal ve onun müridlerinin de olması gerekiyor-du. Bu nedenle, Halil hanın zülmüne maruz kalanlar arasında Seyyid Emir Külal’ın müridleri de olmuştur. Nitekim, kaynak-larda Bahaeddin Nakşibend’in idam ettikleri arasında Emir Külal’ın müridlerinin isminin geçmesi bir raslantı değildir. Halil hanın ölümünden (1347) sonra Bahaeddin Nakşibend’in yeniden Buhara’da Emir Külal ve onun müridleri ile bir arada yaşaması ne kadar mümkündür? Bu olaylardan önce onlar bir arada bulunamadıkları halde, böyle zülümlerden sonra nasıl bir araya gelebilirlerdir?

3. Bahaeddin Nakşibend Halil hanın ölümünden (1347) son-ra Buhara’da kalmış olsaydı, Nakşibendiliğin temel kaynakları olan Reşahat ve Nefahat eserlerinde bununla ilgili geniş bilgi-lerin olması gerekiyordu. Fakat, malum olduğu üzere bu kay-naklarda Halil hanın ölümünden sonra Bahaeddin Nakşibend’in Buhara’da Rivartun’a dönmesi ile sanki onun faaliyeti bitiyor.

297 İbn Battuta, s. 55.

224

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Bu kaynakların araştırılması zamanı Bahaeddin Nakşibend’in hiç de Buhara’da kalmadığı dolayı olarak ortaya çıkıyor. Mü-ellifler nedense onun bulunduğu yeri açık bildirmekten sakı-nıyorlar. Fakat, Ebu Muhsin Muhammed’in “Hoca Bahaeddin Nakşibend’in makamları” eseri burada istisnadır. Bu eser, Re-şahat ve Nefahat eserlerinden farklı olarak, sonrakı dönemlerde Bahaeddin Nakşibend’in Buhara’da oturduğundan ve orada onunla ilgili yayılan birkaç menkıbelerden bahsediyor. Fakat, kaynaklara istinaden olayların devamını araştırdığımızda bunun böyle olmadığı ve Bahaeddin Nakşibend ile ilgili birkaç menkı-belerin ona değil, Emir Külal ve diğer şeyhlere ait olduğu tesbit ediliyor. Aksi takdirde, diğer Nakşibendi kaynaklarının da aynı şeyleri söylemesi gerekiyordu.

Fakat, Bahaeddin Nakşibend’in Halil hanın ölümünden (1347) sonra Buhara’da kalmadığını ve onu terk ettiğini ka-nıtlayan dolayı deliller vardır. Bu delillerin hepsi Nakşibendi kaynaklarında bulunuyor. Şimdi biz onlarla ilgili olarak araştır-mamızı devam erttireceğiz.

Halil hanın ölümünden (1347) sonra Bahaeddin Nakşi-bend’in nerede olması veya ne yapması ile ilgili olarak kaynak-larda bir sessizlik vardır. Yanlız Emir Külal’ın veya Mevlana Arif’in vefatı sırasında (1370) Bahaeddin Nakşibend’in ismine yeniden rastlıyoruz. Yani, 1347-1370 yılları arasında 23 yıllık bir dönem vardır. Bu dönem, Bahaeddin Nakşibend’in yaklaşık 30 yaşından 50 yaşına kadar olan çok önemli bir yaş dönemi-ni kapsıyor. Yaklaşık 20 yıllık bir dönemde neden Bahaeddin Nakşibend ile ilgili bir bilgi yoktur? Bu dönemde o, nerede oturmuştur? O, bu dönemde Buhara’yı terk etmiş midir?

Bahaeddin Nakşibend’in bu dönemlerde Buhara’da olmadı-ğını kanıtlayan delilleri kaynaklardan aktararak size sunuyoruz.

1370 yılında Emir Külal vefat ettiğinde (Reşahat’ta Mevlânâ Arif) Bahaeddin Nakşibend bundan habersiz olmuş ve bunu ona haber vermek için Tavavis’e ((Reşahat’ta ise Merv’e) elçi gönderildi. Şihabeddin bin Emir Hamza’nın “Emir Külal’ın makamları” eserinde yazıyor: “Hoca Bahaeddin Ka’beden

225

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

dönerken Tavavis’de298 durdu. Mevlânâ Arif ona elçi gönde-rerek “Ya o bize, ya da biz ona gelek. Ondan bize bir haber getir.” söyledi... Bahaeddin ona geldiğinde, Mevlânâ Arif dedi: “Ey Bahaeddin, böyle olmaz! Emir hazretleri (r.a) ahirete in-tikal etmiş, siz ise bundan habersiz! Kalkın, bize beklemek yakışmaz!”299

Reşahat’ta ise, onun Merv’den geldiği bildiriliyor: “Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretleri hacca ilk seferlerinde memle-ketlerine dönerlerken Merv şehrine inmişler ve orada bir müd-det oturmuşlar. Sevenleri ve bağlıları da etraftan ve Mâverâün-nehr’den gelip Merv şehrinde toplanmışlar. Geniş, derin, büyük sohbetlere zemin açılmış. O sırada bir haberci gelip Mevlana Ârif adına bir dilek getirmiş: “Çabucak yetişiniz ki, âhirete göç etmemiz yakınlaşmıştır. Size vasiyetlerim vardır.” Hoca Hazretleri de yakınlarını Merv şehrinde bırakıp hızla Buhara yolunu tutmuşlar. Köyünde Mevlânâ Ârif’e ulaşmışlar... Onu defnettikten üç gün sonra Merv’e dönmüşler.” (Reş, 61-62).

Bahaeddin Nakşibend Buhara’dan döndükten sonra yaşadığı bölgeye geliyor ve orada baş veren olayları arkadaşlarına anla-tıyor. Fakat, bu yerin neresi olduğu hakkında bilgi verilmiyor: “Rivayete göre, bir gün Hazreti Hoca (Bahaeddin Nakşibend) Şeyh Raşid’in dükkanına gelerek dedi: “Kalk ayağa ve bana yakışırcasına sor “Sizi kaç gündür görmüyoruz, nerede idiniz?” Şeyh Raşid aynen öyle yaptı. Hazret cevap verdi: “Mevlana Arif’ten bir elçi gelerek “oturmuşsanız kalkın, kalkmışsanız bize gelin!” – dedi. Sonra vuku bulan olayları konuşmağa başladı.”300

Ebu Muhsin Muhammed “Hoca Bahaeddin Nakşibend’in makamları” eserinde Bahaeddin Nakşibend’in taraftarları ile Buhara’da bulunmamasını kanıtlayan bir bilgi veriyor: “Bir derviş böyle söylüyor: “Hazreti Hoca (Bahaeddin Nakşibend) Merv’de bulunduğu sırada, çocuklarım hatırıma geldi. Emir Hüseyin’e dedim: “Uygun bir zaman bulduğunda Hazreti Ho-

298 Tavavis (“Tavus kuşları” demektir) – Buhara civarında büyük bir yerleşim meskenidir. 299 Şihabeddin bin Emir, s. 148-149. 300 Ebu Muhsin, s. 38-39.

226

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

caya söyle ki, beni bıraksın! Zira, Buhara’dan arkadaşım Şem-seddin’in vefatı ile ilgili bir haber aldım.”301

Bu kaynakların sunduğu bilgilerden anlaşıldığı gibi, Baha-eddin Nakşibend Buhara’da oturmamıştır. O, Mevlana Ârif’in gönderdiği elçi ile Merv’den veya Tavavis’den302gelmiştir. Mevlana Ârif tekraren elçi göndererek ona “Ya o bize, ya da biz ona gelek. Ondan bize bir haber getir.” – söylemiştir. Baha-eddin Tavavis’den onun yanına gelerken “Ey Bahaeddin, böyle olmaz! Emir hazretleri (r.a) ahirete intikal etmiş, siz ise bundan habersiz! Kalkın, bize beklemek yakışmaz!” demiştir. Baha-eddin bu merasime katıldıktan (bu çok kuşkulu) üç gün sonra yeniden Merv’e dönmüştür.

Neden Bahaeddin burada kalamamış ve Merv’e dönmüştür? Neden kendi taraftarları ile Buhara’da değil, Merv’de görüş-müştür? Bahaeddin’in Buhara’ya gelip taraftarları ve valideleri ile buluşmasının ve orada birkaç gün kalmasının sakıncası ne idi?

Buradan anlaşılan odur ki, Bahaeddin Nakşibend Buhara’da bulunmağın tehlikeli olduğunu duymuştur. Bu nedenle, o, ta-raftarları ile Merv’de buluşmanın daha mantıklı olduğunu anla-mıştır. Niçin Merv?

Bu dönemde Mâverâünnehir ile Horasa’nın sınırlarında bu-lunan Merv şehri Horasan’a saldırılar yapmak için kullanılmış-tır. O, bazen Mâverâünnehir hükümdarları, bazen de Herat’ta oturan Kurtlar sülalesinin egemenliği altında olmuştur. Fakat, Bahaeddin Nakşibend Merv’de yerleşemezdi. Zira, Merv 1221 yılından 1409 yılına kadar harabe halinde olan, sahraya dönü-şen, çeşitli çeteler ve devlete karşı olan isyançıların sığınaca-ğına çevrilen kontrölsüz bir yer haline gelmiştir.303 Bahaeddin

301 Ebu Muhsin, s. 103.302 Buhara’dan doğu istikametinde 60 km aralıda bulunan ortaçağ Tavavis şehri İpek yolu üzerinde olan büyük bir ticaret şehri idi. Burada oturan insanlar zengin olduklarından dolayı eskiden evlerinde tavus kuşları beslemişler ve bu nedenle kentin ismi Tavavis olarak tanınmıştır.303 “Merv ve Urganç 1221 yılında Moğollar tarafından harabeye çevrilmiş, halkının tamamı neredyse öldürülmüştür. Sonralar Merv Hülakilerin etkisi altında olduğu sürede Kazan han tarafından kısmen dirçeldilse de, siyasi çatışmalar ve kuraklıktan dolayı insan yaşamı için yararsız hale gelmiştir. Bölgede insanların yaşamını tehdid

227

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Nakşibend de Mâverâünnehir’deki, özellikle Buhara’dakı taraf-tarları ile Merv arazısında buluşmuştur.

Ebu Muhsin Muhammed “Hoca Bahaeddin Nakşibendin makamları” eserinde ilginç bir noktaya dokunuyor: “Rivayete göre, Hazreti Hoca (Bahaeddin Nakşibend) Horasan’da idi. Oradan Şeyh Emir Hüseyin’e mektup göndererek yanına gel-mesini istedi. O, Sarahs’a geldiğinde Hoca orada onu bekliyor-du.” 304

Serahs Türkmenistan ile İranın sınırında ve Tecen (Heri-rud) çayının sağ kıyısında bulunan küçük bir şehirdir. O, Merv şehrinden bir kadar güneyde bulunuyor. Bu yer batı Horasan bölgesine ait olmuştur. Göründüğü gibi, Bahaeddin Nakşibend Mâverâünnehir’deki taraftarları ile görüş yeri Mâverâünne-hir’in güneyindeki arazılar olmuştur. O zaman, onun oturduğu yerin de bu bölgede aranması daha mantıklı olur. Zira, kaynak-lardan sunduğumuz delillerden anlaşılan odur ki, Bahaeddin Nakşibend Mâverâünnehir’in içine dahil olmaktan çok sakın-mıştır. Bunun nedenini ise artık anlattık.

Peki, Bahaeddin Nakşibend Mâverâünnehir’in güneyinde Horasa’nın hangi bölgesine sığınabilirdi? Bu yer Merv değilse, o zaman neresidir?

Biz bu soruyu sonrakı makalelerde yanıtlamağa calışacağız. Bu makalede kaynakların araştırılmasından bize malum oldu ki, Bahaeddin Nakşibend ve birkaç taraftarları tehlikesizlik amacı ile yanlız Buhara’nı değil, genellikle Mâverâünnehir’in sınırlarını terk etmiştir.

eden çeşitli çeteler ve isyançı gruplar burada kendilerine sığınacak bulmuşlardır. Bu durum, Emir Timurun oğlu Şahruhun Horasanda iktidarlık dönemine kadar (1396) böyle devam etmiştir. Emir Şahruh 1407-1409 yıllarında eski Mervin güneyinde “Yeni Merv” şehrinin temelini koymuştur. 304 Ebu Muhsin, s. 84.

228

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Bahaeddin Nakşibend taraftarları ile nereye sığınmıştır?

Bahaeddin Nakşibend’in “etraftan ve Mâverâünnehir’den gelip Merv şehrinde toplanan sevenleri ve bağlıları” kimlerdir?

Mevlana Ârif’in vefat etmeden önce Bahaeddin Nakşibend ile görüştüğünü bildiren Reşahat eserinde soruyla ilgili bir çok ilginç bir bilgi vardır: “..Hoca Hazretleri de yakınlarını Merv şehrinde bırakıp hızla Buhara yolunu tutmuşlar. Köyünde Mevlânâ Ârif’e ulaşmışlar. Mevlânâ Ârif’in huzurunda yakın-larından bir topluluk. Mevlânâ Ârif, Hoca Hazretlerini görünce bu topluluğa hitap etmiş: “Hoca Bahaeddin ile aramızda bir sır var. Bu sırrı görüşmek için ikimiz tenha bir yere gidelim, yoksa siz mi buradan çekilmeği tercih edersiniz?” Topluluk, çekilme-nin kendilerine düştüğünü söyleyerek ikisini başbaşa bırakmış. Yalnız kalınca Mevlânâ Ârif, Şâh-ı Nakşibend’e demiş ki: “Aramızda büyük mânada birlik ve beraberlik hâsıl oldu. Şimdi de bu birlik ve beraberlik üstündeyiz. Aramızda bir çok da aşk oyunları geçti. İşte vakit sona erişti. Kendi yakınlarıma ve si-zinkilere nazar ettim. Bu tarîkate ehliyeti ve yokluk sıfatını en ziyade Hoca Mehmed Pârisâ’da buldum. Tarîkatte elime geçen her mevhibe ve mânayı ona havale ettim ve yakınlarıma ona bağlanmalarını emreyledim. Sizin de bu hususta yardımınızı esirgemeyeceğinizden emin olmak isterim. Kaldı ki, Mehmed Pârisâ sizin de bağlılarınızdandır. Şimdi sizden ricam: Kendi elinizle su kaplarını yıkayın! İki diziniz üzerine oturup elinizle ateş yakın ve suyumu ısıtın! Bana lâzım olan şeyleri yerine getirin, vefatımdan üç gün sonra da yerinize dönün!” Hoca Hazretleri Mevlânâ Arif’in isteklerini harfi harfine yerine ge-tirmişler ve onu defnettikten üç gün sonra Merv’e dönmüşler.” (Reş, 61-62).305

Burada çok interesan bilgiler mevcuttur. Bu yazıda Mevlana Ârif “Kendi yakınlarıma ve sizinkilere nazar ettim.” demek-le, Bahaeddin Nakşibend’in taraftarları ile kendi taraftarlarını farklı kılmış, fakat, onların “Şimdi de bu birlik ve beraberlik

305 Ebu Muhsin, s. 83.

229

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

üstünde” olduklarını göstermiştir. Eğer onlar ve taraftarları bir-lik ve beraberlik üstünde idilerse, neden onlar Mevlana Ârif’in defnine katılmamış ve Merv’de kalmağı tercih etmişlerdir? Düşünüyorum ki, bu güvenlik amacı ile olmuştur. Zira, “vefa-tımdan üç gün sonra da yerinize dönün!” diyen Mevlana Ârif, bu ifadeyle Bahaeddin Nakşibend’in ve onun taraftarlarının tehlike altında olduklarını ortaya koymuştur. Bu nedenle, Ba-haeddin Nakşibend tekbaşına veya birkaç taraftarı ile Mevlana Ârif’in defnine katılmış ve üç günden sonra gizli şekilde Buha-ra’nı terk ederek Merv’deki taraftarlarının yanına dönmüştür.

Mevlana Ârif vefat etmeden önce Bahaeddin Nakşibend ile nedense gizlice konuşmağı tercih etmiştir. Oysa, onun Bahaed-din’e söylediklerinin kendi taraftarlarından gizlemesine hiç bir neden olmamıştır. Zira, Mevlana Ârif Bahaeddin Nakşibend’in gelmesine kadar kendi taraftarlarına postu Mehmed Pârisâ’ya bıraktığını ilan etmiştir.

Anlaşılan odur ki, Mevlânâ Arif “kendi yakınlarıma ve si-zinkilere” demekle, Bahaeddin Nakşibend’in taraftarlarını ken-disine ait etmemiştir. Bahaeddin bir zamanlar onunla birlikte olsa da, sonralar ondan ayrılarak 6 yıl Halil Ata’ya veya Halil (Kazan) hana bağlanmıştır. Onun ölümünden sonra Halil (Ka-zan) hanın taraftarları ile birlikte olmuştur. Bahaeddin onların bir grupuna liderlik görevini gerçekleştirebilirdi. Bahaeddin’in Halil hanın yanında cellatlık görevini yapdığını ve ona yakın birisi olduğunu düşünsek, o zaman onun bir cellatbaşı olarak cellatlardan oluşan bir grupa liderlik ettiğini ihtimal edebiliriz. Fakat, o, Halil hanın tüm taraftarlarını kendi etrafında topla-yamazdı. Zira, o, bu dönemde hem genc (yaklaşık 29-30 yaş), hem de devlet işlerinde görev taşımayan sıradan birisi olmuş-tur. Bahaeddin, Halil hanın yanında olduğu sırada ve onun ölü-münden sonra Mevlânâ Arif ile ilişkilerini devam ettirmiş ve onun taraftarlarını da etkilemeğe çalışmıştır. Bu nedenle, Mev-lânâ Arif “Aramızda büyük mânada birlik ve beraberlik hâsıl oldu. Şimdi de bu birlik ve beraberlik üstündeyiz” – demiştir.

Merv’de Bahaeddin Nakşibend’in yanına toplananlar Halil hanın bir grup taraftarları olmuşlar. Onlar mühacirette radikal sünniler olarak şiilere karşı düşmanlık körükleyen siyasi-ideo-

230

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

loji yönetim dahilinde olmuşlar. Bahaeddin Nakşibend bölgede birkaç devleti birbirine vuran ve onları içinden bölen böyle bir harekata liderlik etmek iktidarında değildir. O, sadece bu çekişmelerde belirli grupları yönetebilirdi. Tüm dönemlerde olduğu gibi, o dönemde de sade insanların inancını kullanarak siyasi-ekonomi menfaatları dini-ideoloji bölücülük politikası ile yürütmek en kolay bir yönetim yöntemi idi. Fakat, bu poli-tika siyasi-ekonomi menfaatların arkasında dayanan devletlerin veya siyasi güçlerin desteği ile gerçekleşebilirdi. Bu nedenle, Halil (Kazan) hanın mühacirette olan taraftarlarının bu güçler tarafından desteklenmesi kesindir. Aceba, bu hangi güçler ol-muştur?

Biz bu sorunu cevaplandırmak için, Bahaeddin Nakşi-bend’in Halil hanın ölümünden sonra nereye sığındığını netleş-dirmeliğiz. Zira, bu bilgi bize bölgede müslümanlar arasında düşmanlık yayan güçlerin kimler olduğunu ortaya koyabilir.

Anlattımız gibi, Kazan hanın mühacirette olan taraftarlarının ve onlarla birlikte Bahaeddin Nakşibend’in güneye, yani Hora-san bölgesine sığındıkları kaynaklarda hatırlandı. Fakat, Hora-san bölgesi o dönemde doğu ve batı kısımlarına bölünmüştür. Özellikle, Horasa’nın doğusu Herat sultanlığının, batısı ise 1335 yılından sonra devlet haline gelen Serbedârîler devletinin eğemenliğine ait idi. Onlar Horasan’a tam sahip çıkmak uğrun-da birbiriyle savaşıyor ve bu çekişmede şii-sünni karşıdurması politikasını kullanıyorlardır. Aynı zamanda, Maveraünnehir devletinin de bölgede istikrarın sağlanmasında kendi menfaat-ları olmuştur.

İbn Battuta 748 (1347) yılında, yani Halil (Kazan) hanın ölümü sırasındaki durumu böyle anlatıyor: “Serbedârîlerden olan Mesud kendisini sultan ilan etti. Köleler sahiplerini terk ederek onun yanına geldiler. O, her bir kaçak köleye at ve para verdi, cesaretli olanları ordu başçısı yaptı. Ordusu ve gücü arttı. Onların hepsi rafizi talimini kabul ettiler. Onlar Hora-san’da sünniliği yok ederek, bölgeni tamamıyla rafizi yapmak uğrunda mücadele ettiler. Meşhed - Tus topraklarında onların faaliyetlerini onaylayan Hasan adlı saygıdeğer bir Rafizi şeyh var idi. Onlar onu halife ilan ettiler. Şeyh Hasan onları adaletli

231

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

olmağa çağırdı. Birisi askeri kampında dinar ve dirhem kaybet-tiği halde, kimse para sahibi gelinceye kadar ona dokunmazdı. Onlar arasında bu kadar dürüstlük vardır. Nihayet, Rafiziler Nişapur’u ele geçirdiler. Sultan Tugay Timurun onlara karşı gönderdiği ordu yenildi. Sonra Sultan kendi naibi Argun Şahı orduyla gönderdi. O da yenilerek esir alındı. Rafiziler ona hayat verdi. Tugay Timur kendisi elli bin tatar ordusu onlara saldırdı ve yeniden Rafiziler tarafından yenildi. Rafiziler Serahs, Save ve Horasa’nın büyük şehirlerinden olan Tus şehrini aldılar. Onlar Ali ibn Musa el-Rıza’nın onuruna adlandırılan Meşhed şehrinde kendi halifeliğini kurdular. Onlar, aynı zamanda Cam şehrini ele geçirib, onun civarında yerleştiler. Maksat, buradan altı günlük bir mesafede olan Herat’a yürümek idi.” 306

Müellifin anlattığı gibi, artık 748 (1347) yılında şii-tasavvuf yönümlü Serbedârîler güçlü devlet haline gelmişlerdir. Halil hanın mühacirette olan taraftarları Horasa’nın batısında oluşan bu devlete sığınamazdılar. Zira, Halil han Maveraünnehir’de şiiliğe karşı siyasi sünnilik politikasını gerçekleştirmiştir. Bu nedenle, onun taraftarları dini-ideoloji bakımdan Serbedârîler ile çatışıyorlardır. O zaman, onlar nereye sığınabilirlerdir?

Düşünüyoruz ki, artık onların sığındıkları mekan malumdur. Bu Serbedârîler karşı siyasi sünnilik politikasını yürüten ve bu sahada bir zamanlar Halil han ile ittifak halinde olan ver hem de onu destekleyen Herat sultanı Malik Hüseyin idi. O, Serbe-dârîler devletinin doğuya doğru genişlemesine ve onun varlığı-na tahammul edemiyordu. O, Serbedârîlerin Herat’a yürümek istediklerini duyunca, savaşa başlamak kararına gelmiştir. İbn Battuta bununla ilgili olarak yazıyor: “Bu haber Malik Hüse-yin’e varınca, emirleri, askerleri ve sakinleri toplayarak düşma-nı beklemek veya karşılamakla ilgili olarak istişare etti. Düş-man üzerine gitmek kararı alındı. Rivayete göre, bu şehrin tüm sakinleri Suriye’de Gur soyundan olan Guriya adlı bir kabile-dendirler. Tüm hazırlıklar görüldü ve ülkenin her yerinden ge-lenler toplandı.... Savaş Buşenc düzende gerçekleşti.... Rafiziler yenildi ve Sultan Mesud kaçtı. Halife Hasan yirmi bin askeri

306 İbn Battuta, s 87.

232

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

ile birlikte savaşarak hem kendisi, hem askerlerinin çoğu öldü. Onlardan yaklaşık dört bin asker esir alındı ve onların kelleleri vuruldu... Bu büyük zaferden sonra Malik Hüseyin başkentine döndü. Allah onun eliyle Sünneye zafer verdi ve fitne alevini söndürdü. Bu savaş, 748 (1347) yılında, benim Hindistan’dan kalkışım sonrasında oldu.”307

Bahaeddin Nakşibend’in kendi taraftarları ile Horasan’da Serahs şehrine sığındığını ve sıkı olarak Herat’ta bulunduğunu, hatta Herat sultanı Malik Hüseyin ile ilişkiler kurduğunu ka-nıtlayan deliller mevcuttur:

- “Hazreti Hoca (Bahaeddin Nakşibend) Horasan’da idi. Oradan Şeyh Emir Hüseyin’e mektup göndererek yanına gel-mesini istedi. O, Sarahs’a geldiğinde Hoca orada onu bekliyor-du.” 308

- “Bir derviş böyle söyledi: “Bizim Hazreti Hoca (Bahaed-din Nakşibend) Horasan’da oturuyordu.309

- “Hz. Hoca Herat Malikinin isteği üzerine Tus’tan Herat’a gitmişlerdir” (Nefahat, 511).

- “Bizim Hazreti Hoca (Bahaeddin Nakşibend) Herat’a gel-diğinde (Sultan) Malik’in yanına gitti.310

- “Bizim Hoca’nın (Bahaeddin Nakşibend’in) Herat’a gelişi ile Malik Hüseyin tüm ülema ve şeyhleri toplayarak bir şölen vermek kararına geldi.”311

- “Hazret Hoca (Bahaeddin Nakşibend) Serahs’ta olduğu zaman, Herat’tan Malik Hüseyin’in elçisi gelerek, “Dervişlerle söhbete ihtiyacımız vardır. Bize hangi yolu gösterecekler?” diye, ona sultanın sözlerini iletti.” Hazret Hoca, Malik Hüseyin ile görüşmek istemese de, onun Serahs’a gelerek nüfuzuna zor-luk yaratmaması için Herat’a yollandı. Malik Hüseyin’in top-lantısına geldiğinde fazla ülema ve şeyhlerin olduğunu gördü. Onun karşısına yemek getirdiler. O, bundan imtina etti. Sonra kuş eti getirerek söylediler: “Bundan kuşkulanma!” Hoca onu 307 İbn Battuta, 89. 308 Ebu Muhsin, s. 84.309 Ebu Muhsin, s. 119.310 Ebu Muhsin, s. 119.311 Ebu Muhsin, s. 43-44.

233

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

da yemedi ve dedi: “Bana hükümdarın sofrasından yemek na-sip olmamıştır.” Orada bulunanlar sustular. Sonra Malik Hüse-yin sordu: “Dervişlik sizde ailenizden, yoksa kendinizdendir?” Hoca cevap verdi: “Ben bu mutluluğa insanlığın teslimiyetine eşit olan ilahi cezb ile layık bulundum.” Malik sordu: “Sizin tarikatte cehri zikir, halvet ve sema var mıdır?” Hoca cevap verdi: “Hayır” Yine sordu: “Sizin tarikatın ilkesi nedir?” Hoca cevap verdi: “Toplumda halvet, vatanda sefer, halk ile olduğu halde Hak ile olmaktır. Hak-Teala’nın Kuran-i Kerim’de “Ne ticaret, ne alış-veriş onları Allah’ı zikirden alıkoymaz” buyur-duğu gibi olmaktır.” Bir kadar sonra Malik sordu: “Bazı şeyh-ler “velayet nübuvetten efzeldir” söylüyorlar. Nübuvetten efzel olan velayet ne manaya geliyor?” Hoca cevap verdi: “Peyğam-berin velayeti nübuvetinden efzeldir.”

Sonra Hazret Hoca Abdullah Ensari’nin hanegahına yollan-dı. Akşam Malik lütf ederek çeşitli hediyeler gönderdi. Hoca onları kabul etmedi... Bir kadar sonra hükümdarın bayanı ken-di eliyle diktiği gömlek, gece kıyafetleri ve eşarpı ona hediye olarak gönderdi. Hoca onları da kabul etmedi. Herat’a geldiği günden gittiği güne kadar Hoca bir yün tunik, türban ve eski galoşlarını giydi. Onun mütevazı görünümü Malik’in ve tüm Herat halkının ona güven ve sevgisini artırdı.” 312

Ebu Muhsin, Muhammed Bahaeddin Nakşibend’in özellikle Serahs’ta oturduğunu gösteriyor. O, burada 1347 yılından son-ra oturabilirdi. Zira, bu yıldan başlayarak Herat sultanı Malik Hüseyin Serahs topraklarını Serbedârîlerden alıp kendi top-raklarına katmıştır. Serahs her üç devletin (Herat, Serbedârîler ve Maveraünnehir) sınırlarının kesiştiği strateji bir noktada bulunuyordu.313 Düşünüyorum ki, Bahaeddin Nakşibend’in ve bir kısım taraftarlarının burada, diğer kısmının Herat ve diğer

312 Ebu Muhsin, s. 43-44.313 Bahaeddin Nakşibend Herat ve Serahs’ta olduğu sürede döneminin ünlü alimlerinden olan Taftazani ile görüşebilirdi. Zira, o, Sultan Hüseyin’in sarayında olmuş, sonra Harizm’e gitmiş ve Emir Timur orayı ele geçirdikten sonra, Sultan Hüseyin’in emriyle Serahs’a yerleşerek orada öğretmenlik yapmıştır. Rivayete göre, bu Semerkant ülemalarının hoşuna gitmemiş ve Emir Timur’un emriyle Semerkant’a gelerek öğretmenlik görevine devam etmiştir. İhtiyar çağında yeniden Serahs’a dönmüş ve 1380 yılında orada vefat etmiştir.

234

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

yakın arazılarda yerleşmesi bir raslantı değildir. O, buradan yakınlıkta bulunan Merv’e giderek orada Maveraünnehir’deki taraftarları ile görüşmüş ve aynı zamanda Herat’a gidip oradakı taraftarları ile buluşmuştur.

Bahaeddin Nakşibend’in Herat’ta Misafir Harezmi, Mevlânâ Sadeddin, Mevlânâ Şahabuddin, Mevlânâ Yakup Çerhî, Mev-lânâ Zeynüddîn Ali, Mâverâünnehir’de ise Şeyh Emir Hüseyin gibi taraftarları ve bağlıları olmuştur. Bu insanların çoğu He-rat’ta bir araya gelmişlerdir. Özellikle, Herat, Mâverâünnehir nüfuzu tarafından pek hoş görünmezdi: “Bu sebepledir ki, Mâ-veraünnehir uluları müridlerini vakıflarının çoğu uygunsuz olan Herat’a göndermezlerdi. Çünkü Herat’ta helâl lokma az bulu-nurdu. Bu yolun sâlikleri haram yiyecek olursa, tam bir geriye dönüşle kötü tabiatine avdet etmiş ve «Sırât-ı Müstakim’den (Doğru yoldan) kalmış olur.” (Reş, 86).

Sunduğumuz kaynakların araştırılmasından anlaşılan odur ki, Bahaeddin Nakşibend Halil hanın öldürülmesinden sonra, onun taraftarları ile birge Herat Sultanı Hüseyin’e sığınmıştır. Onun kendi ailesi ile oturduğu yer muhtemelen Serahs olmuş-tur. O dönemde Bahaeddin Nakşibend yaklaşık 30 yaşında bulunmuştur. O, muhacirette olan siyasi-ideoloji bir hükumeti yönetemezdi ve onun buna tecrübesi de yetmezdi. O zaman, Mâverâünnehir’den mühaciret eden bu grupları yöneten kim olmuştur?

Bu soruya İbn Battuta’nın verdiği bilgiye dayanarak cevap versek, ilginç bir sonuç alınıyor. Zira, o, Halil hanın ölmediği-ni ve Herat Sultanı Hüseyin’in onu af ederek yanında sığınacak verdiğini bildiriyor. Bu bilgi doğruysa, o zaman Mâverâünne-hir’den Herat’a mühacirette bulunan grupları yönetenin Halil hanın kendisi olduğunu söyleyebiliriz. Bu şahıs onun kendisi de olmasa, onun kardeşi veya soyundan bir başkası olabilirdi. Herat Sultanı Hüseyin bunu siyasi amacla kullanarak, Halil (Kazan) hanın veya onun kardeşinin yanında sığınması ile il-gili iddiada bulunmuştur. İbn Battuta, bu iddialara dayanarak böyle bir bilgini ortaya koymuş olabilir. Zira, Emir Kazagan Maveraünnehir’de iktidar olamazdı. Geleneklere göre iktidar yanlız Çağatay soyundan olan hanlar veya Halil hanın varisleri

235

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

olabilirdi. Bu nedenle, Maveraünnehir’de iktidar olan Emir Ka-zagan’ın sultanlığı, çağatay soyu için geçersiz idi. Herat Sultanı Hüseyin de buna dayanarak, Emir Kazagan’ın sultanlığını ya-sadışı ilan etmiş ve asıl iktidar sahibinin yanında bulunduğunu iddia etmiştir. Aslında, böyle bir durumun gerçek olması müm-kün idi. Bu nedenle, Emir Kazagan Kaydu ve Duva soyundan gelen hanları iktidara davet etmiş, karausanların yanında güney çağatayları ve diğer kavimleri (sulduz, kauçin, arlat, apart, hut-talyan) bir araya getirmiş ve Çağatay soyundan olmadığı için, Ogeday soyundan olan Dahişmendça ve sonra Bayan Kuli hanı bölgede han tayin etmiştir. Fakat, Maveraünnehir’de gerçek ik-tidar kendisi olmuştur. İşte, bu durum Herat Sultanı Hüseyin’i rahatsız ediyordu.

Bahaeddin Nakşibend neden Herat Sultanı Hüseyin’e sığınmıştır?

Bahaeddin Nakşibend’in Herat Sultanı Hüseyin’e sığınması kendi isteği ile değil, bölgede siyasi olayların gelişmesi sonu-cu olmuştur. Fakat, onun ve Halil hanın diğer taraftarlarının Mâverâünnehir’i terk ederek Herat’a mühaciret etmelerinin başlıca nedeni Emir Kazagan tarafından takip olunmaları idi. Biz Emir Kazagan’ın halk hareketinin desteği ile muzaffer ol-duğunu hatırlarsak, o zaman Halil hanın taraftarlarının yanlız Emir Kazagan tarafından değil, aynı zamanda halk tarafından takip olunduklarını söyleyebiliriz. Artık bahsettimiz gibi, Halil hanın taraftarları ve Bahaeddin Nakşibend’in etrafındaki grup halk tarafından hoş karşılanmıyordu. Bu nedenle, onların Emir Kazagan’ın zaferinden sonra Mâverâünnehir’de kalmaları mümkün değildir. O zaman, neden Sultan Hüseyin Halil hanın taraftarlarına veya Emir Kazagan’ın siyasi rakiplerine sığına-cak vermiştir? 1. Emir Kazagan’ın iktidarı Herat sultanlığının varlığına tehlike idi.

Hülakiler imperatorluğunun (1256-1353) zayıflaması (1335 yılında Ebu Said döneminde) ve çökmesi (1353) sonucu böl-

236

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

gede meydana gelen birkaç bağımsız devletler314 içinde Ho-rasan’ın doğusunda merkezi Herat sultanlığı ve Horasan’ın batısında Serbedariler devleti yarandı. Bu devletlerin bir çoğu moğol hanları tarafından, diğerleri ise yerli halktan olan yöne-ticiler tarafından yönetiliyordusa, Herat sultanlığı ve Serbedari-ler devleti yerli yöneticilerin elinde bulunuyordu. Bağımsızlık kazanan bu iki devlet Maverennehir’e etki sağlamak ve oranın bir kısmını ele geçirmeğe çalışıyorlardır. Hülâgû hanları tara-fından desteklenen Herat Sultanlığı bölgede siyasi-ekonomi güç merkezine çevrilmiş ve Maverennehir’deki olaylara etki sağlamak için kendi taraftarlarının iktidar olmasını istemiştir. Bu nedenle, Halil han iktidara gelmek için, Sultan Hüseyin’den yardım istemiştir. Anlattımız gibi Sultan Hüseyin Maveraünne-hir’de Halil hanın iktidar olması için askeri ve para yardımında bulunmuştur. O, bununla Serbedariler harekatının etkisini Ma-veraünnehir’den uzaklaştırmak ve Halil han ile ittifağa girerek Serbedariler devletini ortadan kaldırmağı amaclamıştır. Fakat, o Halil hanın kendisine bağlı kalmasını ve onun aracılığıyla Maveraünnehir’i yönetmeği düşünüyordu. Halil han Mavera-ünnehir’de moğol çetelere karşı ayaklanan halk herekatını ik-tidara gelmek için kullandı ve güçlendikten sonra sultan Hüse-yin’in müttefiği gibi içte ve dışta Serbedariler harekatına karşı saldırılar yaptı. Onun güçlenmesi Sultan Hüseyin’i korkuttu ve sonuçta onlar arasında bir çatışma oldu.315 Bu çatışmada Halil han yenildi.

Emir Kazagan’ın 1347 yılında Maveraünnehir’de iktidar olması, Sultan Hüseyin için arzuolunmaz sonuç oldu. Zira, o, Maveraünnehir’de müttefiğini kaybederek, kendi güclü düşma-nını kazandı. Horasan’da iktidar olmak için süregelen Serbe-

314 Onlara aittir: Çobaniler (1356-ya kadar), Celairiler (1340-1410 Kuzey İran ve civarı), Muzafferiler (1313-1393 İranın güney ve merkezi bölgeleri), Serbedariler (Horasan’ın batısı), Kurtlar (1245-1389 Horasan’ın doğusunda merkezi Herat sultanlığı). Çobaniler Celairiler ile çekişme sonucu, Muzafferiler, Serbedariler, Kurtlar ise Emir Timur’un saldırısı sonucu çöktüler. 315 Herat sultanı Malik Müezeddin Hüseyin Kurtun (1332—1371) babası Giyaseddin Malik (1307—1329) bir zamanlar bölgede egemenlik kazanmak için, Halil hanın babası Yasavur han ile savaşmıştır. Yasavur han hem Herat, hem de Buharada binlerle çocuk, kadın ve din adamlarını katletmiştir. Bu zülme son vermek için Maverennehirden gelen bir ordu onu yendi ve kendisini de katletti.

237

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

dârîler, Kurtlar ve Muzafferiler arasındaki müca delelere Emir Kazagan da katıldı. Bu dönemde hem Mâverâünnehir, hem de Serbedârîler devleti Herat Sultanlığını ortadan kaldırmağa çalışmışlardır. Emir Kazagan 1350-1352 yıllarında Herat’a birkaç kez saldırarak Muizeddin Kurt’a büyük darbeler indir-di. 1353 yılında Harezm’i ele geçirdi.316 Diğer yandan Sultan Hüseyin’in zayıflağını fürset bilerek, 1353 yılında Serbedârîler devletinin hükümdarı Yahya Kerrabi Tus, Meşhed, Gurgan, Astarabad şehirlerini ele geçirdi ve sonuncu ilhanlı hükümdarı Tuğa Timur’u öldürerek İran devleti üzerinde radikal şiiliğin egemenliğini kazandı. 1353 yılında Mâveraünnehir’de Emir Kazagan’a karşı ilk ayaklananlara başçılık eden Tokluk Timur (1348-1362) 24 yaşında İslam dinini kabul ederek Müslüman oldu ve Emir Kazagan’ın kızıyla evlenerek onun damatı oldu. Bu olaylar Herat Sultanı Hüseyin’i rahatsız etmeye bilmezdi. Zira, Emir Kazagan ve Serbedârîler devleti bölgede egemenlik kazandılar ve Herat tehlike ile yüz-yüze kaldı. Böyle bir du-rumda istihbarat yoluyla gizli ittifaklara, bölücülük politikası-na, terrora baş vurmak yolu seçildi.

1. Emir Kazagan’ın iktidarı Herat sultanının ekonomi menfaatlarına aykırı idi.

O dönemde İpek yolu kimin kontrölü altında bulunuyordusa, o geniş bölgede egemenlik etmek imkanlarına sahip oluyordu. Herat, XIII yüzyılın ortalarından başlayarak, Batı Asya’dan Doğu Türkistan’a ve Hindistan’dan güneydoğuya giden ulusla-rarası ticaret yolunda olduğu için, her yönden gelişmekte idi.317 Fakat, bölgede devletler arasında devam eden savaşlar Çinden Avrupa’ya kadar uzanan İpek yolunu kullanılmaz hale getir-miştir. Bu olaylar bölgede ülkelerin sosyal-ekonomi sorunlarını daha da derinleştiriyor ve ticareti ortadan kaldırıyordu. Bundan en fazla zarar gören bölgedeki yahudiler idi. Zira, onlar bu-

316 Fasih Ahmed, s. 45.. 317 Moğollar’ın 642’de (1244) Gur asıllı Şemseddin Kurt’u Herat hâkimi olarak ta-yin etmeleri ve bu durumun 653’te (1255) Hülâgû tarafından onaylanması üze rine şehirde kurulan Kurt hanedanı döneminde (1255-1381), Merv ve Belh’in Moğollar tarafından tahrip edilmesinden sonra şehrin değeri arttı. Nüfuzu özellikle Arap ve Acem müslümanlarından, aynı zamanda Mecûsî ve hıristiyanlardan oluşuyordu. (İslam Ansiklopedisi, c. 17. Herat).

238

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

nunla ilgili olarak İsfahan’daki ve diğer yerlerdeki akrabalarını ziyaret edemiyor, İpek yolu ticaretinde elde ettikleri başarılara son vermek zorunda kalıyorlardır. Bu nedenle, bölgede çatış-maların devam etmesi kimsenin çıkarlarına yarar sağlamıyordu. Maveraünnehir’de Emir Kazagan’ın iktidar olması ve Serbe-dârîler devletinin meydana çıkması, bu bakımdan Sultan Hüse-yin’in ekonomi çıkarlarına aykırı idi.

2. Sultan Hüseyin’in siyasi-ideoloji yolu komşu ülkelerin yolundan farklı idi.

Bilindiği gibi, Horasan, Mâverâünnehir gibi bölgeler eski-den Ehl-i Beyt taraftarlarının ve özellikle türklerin yoğun bu-lunduğu arazılar idi. Bu bölgede Emevilerin sünnilik adı altında ortaya koyduğu siyasi İslam’a tepki olarak Ebu Müslim’in rehberliği altında büyük halk isyanı başlatıldı ve Abbasiler bu isyan sonucu iktidar oldu (fakat, sonralar aynı siyaseti takip ettiler). Bu tarihi olaylar, Şii ve Sünni ayırımı yapmadan Ho-rasan, Mâverâünnehir gibi bölgelerin eskiden Ehl-i Beyt’e sık bağlı olduğunu kanıtladı. Yani, bu bölgede bir zamanlar Eme-vilerin sünnilik adı altında ortaya koyduğu siyasi İslam anlayışı yaygın değildir. Özellikle, moğolların saldırısından sonra İslam aleminde siyasi İslam anlayışına büyük darbe vuruldu ve Ehl-i Beyt’e dayalı İslam’ın yeniden canlanmasına imkan sağlan-dı. Fakat, 1335 yılında Horasan’da Hülakilerin zülmüne karşı başlanan Serbedârîler halk harekatının tasavvuf-şii yönümlü olması ve onların harekatının Mâverâünnehir ve Herat’a doğru genişlenmesi, Herat’ta Sultan Hüseyin’in, Mâverâünnehir’de Halil (Kazan) hanın onlara karşı birleşmesine ve farklı ideoloji ortaya koymalarına, yani Emevilerin sünnilik adı altında or-taya koyduğu siyasi İslam’ın yeniden gündeme getirmelerine sebep oldu. Onlar bu harekata alternativ olarak radikal sünni yönümlü bir ideoloji ortaya koymuşlar. Bahaeddin Nakşibend hafi (sessiz) zikir ile bu ideolojiyi bir araya getirmiş ve sonralar devamçıları onu Ehl-i Beyt’e dayanan tasavvuf tarikatlarına karşı olarak sünni-tasavvuf sistemi şeklinde Nakşibendiyye adı altında tanıtmışlardır.

Mâverâünnehir’de Halil (Kazan) hanın yerine Emir Kaza-gan’ın iktidar olması Sultan Hüseyin’in Serbedârîlere karşı

239

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

mücadelesinde siyasi-ideoloji müttefiğini kaybetmesi demek idi. Zira, Emir Kazagan Halil (Kazan) hanın Mâverâünnehir’de şii-sünni karşıdurması politikasına karşı çıkan halk harekatı ile iktidar olmuş ve devlet dahilinde Müslümanların birliğini bu yolla sağlamıştır. Emir Kazagan’ın Termez yakınlığındaki Sali-Sarayı kışlak olarak seçmesi ve orada devlet binası inşa etmesi, onun Termez şiilerine yakın olduğunu gösteriyor. Nitekim, Mâverâünnehir’de Halil hanın taraftarı olan ve Emir Kazagan’a karşı çıkan radikal sünnilerin bir çoğu Herat’ta toplanmışlardır. Sultan Hüseyin onları Mâverâünnehir’de Emir Kazagan’a ve batıda Serbedârîler devletine karşı kullanmağa çalışmıştır.

Aynı zamanda Herat Sultanı Hüseyin İran şehirlerinde ege-menlik eden İlhanlılarla ittifak içindeydi ve onların güçünü Serbedârîler harekatına karşı kullanırdı. O, onların eliyle Serbe-dârîlere darbe endirdiyse de, kendisi türklerin güçlenmesinden de korkuyordu. İlhanlı hükümdarı Tuğa Timurun da menfaatı Sultanı Hüseyin’in menfaatı ile uzlaşıyordu. Zira, Serbedârîler harekatı bölgedeki putperest moğol-türk birliklerini sınırdışı etmek için mücadele ediyorlardır. İbn Battuta bunu tasdik edi-yor: “Söylediğimiz gibi, Herat şehrine bitişik çöl sakinleri olan ve elli bin kişiden oluşan Türkler Tugay Timur’un tebaası idi. Malik Hüseyin onlardan korkuyordu. O, rafizileri yenene kadar onlara her yıl hediyeler verer ve onlara nazikçe davranardı. Rafizileri yendikten sonra onlarla tebaası gibi davranmağa baş-ladı. Türkler Herat’a gelerek şarap içer ve bazıları sarhoş olur-dular. Nizameddin sarhoşları cezalandırardı. Türkler, cesur ve güçlü insanlar idiler. Onlar sürekli olarak Hindistan şehirlerine saldırar, esir alar ve insanları katlederdiler. Bazen Hindistan’da kafirler arasında yaşayan her hangi Müslümanları esir alardılar. Onlar (müslümanları) esirleri Horasan’a getirdiklerinde, Niza-meddin onları serbest bırakardı.”318

İslam dinini kendi nefsani çıkarları yolunda kullanarak sün-

318 Aynı yerde İbn Battuta devam ederek yazıyor: Dindar, asil ve değerli birisi olan Mevlana Nizameddin gençlik çağlarını Herat’ta geçirdi. Bu şehrin sakinleri onu seviyor ve ona sözlerini dinliyordular. O, insanları irşad eder ve günahlardan kaçınmalarını tebliğ ederdi. Malik Hüseyin’in yeğeni ve şehrin müftüsü Malik Varna babasının dul karısıyla evlenmiş ve Mevlana Nizameddin’e bağlanmıştır. O, güzel ahlak ve görkem sahibi idi. Sultan ondan korkuyordu. (İbn Battuta, 66).

240

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

ni-şii karşıdurmasını kışkırtan Herat sultanı Malik Hüseyin’in İslam dininden uzak bir insan olduğu, içki içtiği ve haramla-ra baş vurması ile ilgili bilgiler vardır.319Herat’ta hükümdar sarayında bir araya gelen ülemalar da onun bu dini-ideoloji politikasını destekliyorlardır. Artık Halil hanın döneminden başlayarak bölgede taraflar arasında geostrateji ve ekonomi menfaatlar doğrultusunda devam eden mücadeleler dini-ide-oloji karşıdurmalar şeklinde tezahür ediyordu. Halil hanın radikal sünniliği desteklemesi ve şiiliğe karşı düşmanlığı böl-gede her iki tarafı temsil eden siyasi güclerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Artık bu dönemde sünni ve şii karşıdurması şiddetlenmiştir. Özellikle, Serbedârîler zamanla radikal şiiliği, Herat’ta oturan Kurtlar sülalesi ise radikal sünniliği istismar etmişlerdir. Mâveraünnehir’de ise her ikisini temsil eden siyasi gücler mevcut idi. O dönemde şii ve sünni arasında yaranan kritik durum “Reşahat” eserinde de yansıtılıyor: “Sebzevarlı bir sünnî bir duvarın kenarında oturuyormuş. Duvarın tepesinde de bir rafızî... Başını kaldırınca ne görsün? Kâfir rafızî iki büyük sahabinin, Hazret-i Ebubekir ve Ömer’in mübarek isimlerini ayağının tabanına yazmış değil mi? Maksadı hakaret. Sünnî bu manzaradan fevkalâde müteessir olmuş ve bıçağını çıkar-dığı gibi rafızînin tabanına saplamış...Rafızî basmış çığlığı... Avaz avaz bağırmaya başlamış: «Koşun, dostlar, bu sünnî beni bıçaklıyor!» Rafızîler üşüşmüş ve sünnîyi param parça etmek üzere kıskıvrak yakalamışlar”….. “Şeyhlerden biri yine rafızî-lerin çoğunluk belirttiği bir yere düşmüş. Yolda, bir sürü rafızî önlerine çıkıp Hazreti Ebubekir hakkında etmedikleri küfür bırakmamışlar. Şeyhin yakınları bunları tepeleyecek olmuş. Müsaade etmemişler. Demişler ki: “Bırakın! Onların bahsettiği Ebubekir, bizim bildiğimiz değildir! Onlar kafalarında mevhum bir Ebubekir icat ederek onu Allah Resûl’ünün beyt ehline düş-man gösteriyorlar ve ona çatıyorlar. Böyle bir Ebubekir mevcut olsaydı biz de ona çatardık!” Rafızîler bunun üzerine hidayete eriyor ve istiğfar ederek şeyhin ellerinden öpüyorlar.” (Reşahat, 310-311).

319 İbn Battuta, 67.

241

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Bahaeddin Nakşibend’in siyasi-ideoloji karşıdurmaların ve çatışmaların merkezi haline gelmiş Herat, Serahs ve Merv gibi yerleri sık sık ziyaret etmesi, Halil han ve Sultan Hüseyin gibi şahısların yanında yer alması ne ile ilgili olabilirdi?

Kaynaklardan anlaşıldığı gibi, Bahaeddin Nakşibend’in oturduğu yer Serahs, sık sık gittiği yerler Herat ve Merv olmuş-tur. O dönemde Herat radikal sünnilik ideolojisinin merkezi ha-line gelmiştirse, Serahs Serbedârîler devletinin Herat ile, Merv ise Mâverâünnehir’in Serbedârîler devleti ile sınır bölgeleri idiler. Sultan Hüseyin’in Serbedârîlere karşı kullandığı Sultan Tugay Timur’un moğol ordusu da bu sınır bölgelerinde yerleş-mişlerdir. Bahaeddin Nakşibend’in Sultan Hüseyin’e sığınması, onun sultan ile aynı düşüncede ve aynı yolda olduğunu gösteri-yor.

1347-1348 yıllarında Bahaeddin Nakşibend’in yaklaşık 30 yaşı olmuştur. Biz artık bahsettimiz kaynaksal bilgilere daya-narak, onun bu döneme kadar eğitim görmediğini, tasavvuf eğitimi almadığını, yaklaşık 23 yaşından Halil hanın yanında cellatlık yaptığını ve aynı zamanda siyasi-ideoloji çekişmelerin, şii-sünni karşıdurmalarının içinde bulunduğunu hatırlarsak, o zaman onun 30 yaşında ne gibi işlere kadir olduğunu ve etra-fında toplanan grupların kimler olduğunu ihtimal edebiliriz. Bahaeddin Nakşibend’in etrafında radikal sünniliği destekleyen ve farklı düşünen Müslümanlara, özellikle şiilere karşı terror yapmağa hazır olan cahil gençlerin, casusluk amacı ile kullanı-lan dervişlerin bir grupu, Halil hanın Herat ve Sistan civarında babasının ve dedesinin taraftarlarından bir kısmı toplanabilirdi. Kaynakların mantıksal araştırılması sonucu diyebiliriz ki, Ba-haeddin Nakşibend Halil handan sonra Herat sultanı Malik Hü-seyin’e bağlanmış ve ondan destek alarak Maveraünnehir’de Emir Kazagan’a ve Horasa’nın batısındaki Serbedârîlere karşı mucadeleye girişmiştir. Bu nedenle, o ve onun taraftarları Ma-veraünnehir ve Serbedârîler devletinde arzuolunmaz insanlar gibi tanınmışlardır. Biz artık bu konuda kaynaklardan aldığımız bilgilere dayanarak bahsettik.

Mâveraünnehir’de bölücülük ve istihbarat işlerini Halil (Ka-zan) hanın açık ve gizli taraftarlarından (veya müridlerinden)

242

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

daha iyi yapan kimse olamazdı. Biz artık Bahaeddin Nakşi-bend’in Merv’de buluştuğu taraftarlarından bahsettik. Yani, Mâveraünnehir’de Halil (Kazan) hanın açık ve gizli taraftarları (onlar arasında Mevlana Arif’in müridleri de olmuştur) Merv’e gelerek Bahaeddin Nakşibend ve diğer grup önderleri ile bu-luşmuş ve burada belirli planlar kurulmuştur. Bu gizli işbirliği durumunda olanlardan bir kısmı da Mâveraünnehir’den Herat’a gelmiş ve orada kendi liderleri ile buluşmuşlardır. Herat’ta oluşan bu çeşitli güçler radikal sünnilik ideolojisi ile hem Mâ-verâünnehir’de Emir Kazagan’a, hem de batıda Serbedârîler devletine karşı faaliyette bulunmuşlardır.

1347 yılından sonra bölgede baş veren açık ve gizli olaylar 1358 yılında sonuç verdi. 1358 yılında Emir Kazagan önceden kurulmuş komplo ile av sırasında damatı Tokluk Timur’un adamları tarafından öldürüldü. Ona karşı olan bu komploda Huttalyan hanı Keyhosrov’un eli olduğunu iddia ediyorlar. 1358 yılında Serbedârîler devletinin hükümdarı Yahya Kerrabi karısının kardeşi Haydar Kassab tarafından öldürüldü ve kısa süre içinde devam eden iktidar değişiklikleri ve sonra Serbe-dârîler devleti içindeki derviş isyanları zamanla devletin gü-çünü kaybetti. Serbedârîler devleti, Tuğa Timur’un damatı ve Herat malikleri tarafından saldırılara maruz kaldı. Emir Kaza-gan’ın öldürülmesinden sonra Mâveraünnehir devletinde istik-rarsızlık baş kaldırdı, çeşidli bölgeler farklı hakanlar tarafından yönetildi.

1358 yılında Bahaeddin Nakşibendin 40 yaşı olması gereki-yordu. O, 30 yaşından bölgede devam eden bu siyasi-ideoloji çekişmelerin içinde olmuş ve bu sırada kendi taraftarlarını toplamıştır. Onun Herat’ta bir araya geldiği Misafir Harezmi, Mevlânâ Sadeddin, Mevlânâ Şahabuddin, Mevlânâ Yakup Çer-hî, Mevlânâ Zeynüddîn Ali gibi birkaç taraftarları ve bağlıları, sonralar onun yolunu devam ettirmiş ve nakşibendiyye’nin or-taya çıkmasında önemli rol oynamışlardır.

243

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Emir Kazagan’ın ölümünden sonra Bahaeddin Nakşibend Buhara’ya dönmüş müdür?

1358 yılında Emir Kazagan bir komplo sonucu Merv yakın-

lığındaki Andarap adlı yerde öldürüldü. Onun oğlu Abdullah iktidara geçti ve 1358 yılında Mâverâünnehir’in yöneticisi olan Bayankuli hanı öldürdü. O, önceden Semerkant şehrinde oturduğundan dolayı, bu şehri merkez etmek istedi ve göçebe-lik hayatına son vermeğe çalıştı. Bunun üzerine öteki beyler ayaklanarak Emir Abdullah’ı öldürdüler. Bundan sonra Mâve-raünnehir parçalandı ve onun çeşidli bölgeleri farklı hakanlar tarafından yönetilmeğe başladı.320

Bahaeddin Nakşibend Mâverâünnehir’de Emir Kazagan’ın oğlu Abdullah ile daha önceden ilişkiler kurmağa çalışmıştır. Fakat, şahzade Abdullah, Bahaeddin Nakşibend’i hapis etmek istemiştir. Ebu Muhsin Muhammed bununla ilgili olarak ya-zıyor: “Söylenilenlere göre, günlerin birinde Hazreti Haci’nin (Bahaeddin Nakşibend’in) aklına geldi ki, şahzade Abdullah’ı görsün. Her şey düşündüğü gibi oldu. Emir Abdullah büyük or-duyla Harizm’e gitti ve oradan Buhara’ya döndü. Hazreti Haci onunla görüşmek isteğinden vaz geçti. Emir Abdullah büyükten küçüye her kese avı yasakladı” ve sonra Emir Abdullah ile Ba-haeddin Nakşibend avda buluşmuş ve onu hapis etmek istedi-ğinde o orayı terk etmiştir.321

Ebu Muhsin Muhammed tarafından verilen bu bilgi onu gösteriyor ki, Bahaeddin Nakşibend 1358 yılında Emir Kaza-gan’ın öldürülmesinden sonra veya daha önceleri Mâveraünne-hir’e dönmek istemiştir. Fakat, Emir Kazagan’ın oğlu Emir Ab-dullah’ın onu hapis etmek istemesi, Bahaeddin Nakşibend’in 1358 yılından önce olduğu gibi, sonraları da Mâveraünnehir’e dönmesinin zor olduğunu göstermektedir.

Emir Abdullah Bahaeddin Nakşibend’i neden hapis etmek istemiştir?

320 Şahribz - Hacı Barlas, Hocent - Celayirlerin başçısı Beyazit, Belh – Emir Hüseyin (Emir Kazaganın torunu) ve Olcaybuğa Sulduz, Şipurgan – Muhammed Hoca Aperdi, Badahşan – birkaç şahlar, Huttalyan – Keyhosrov ve d.321 Ebu Muhsin, s. 122-123.

244

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Bilindiği gibi, Emir Abdullah babasının düşmanları olan Sultan Hüseyin taraftarlarına karşı gerçekleştirdiği politikanı devam ettirmiştir. Bu nedenle, onlar arasında önemli yer alan Bahaeddin Nakşibend’e iyi muamelede bulunamazdı. Fakat, burada diğer önemli bir durum daha vardır. Mâveraünnehir’de Sultan Hüseyin’in gizli taraftarları Emir Kazagan’ın öldürül-mesi ile ilgili komploya katılmışlardır. Onlar arasında Emir Kazagan’ın damadı Tokluk Timur, Huttalyan hanı Keyhosrov, Bayan Sulduz, Haci Barlas ile yanaşı, Mâveraünnehir’in yöne-ticisi Bayankuli han da vardır. Bundan dolayı, Emir Abdullah babasının öldürülmesinden sonra Bayankuli hanı hemen öldür-müştür. Onun Bahaeddin Nakşibend’i hapis etmek istemesi de bu nedenle olabilirdi.

Ebu Muhsin Muhammed çok ilginç bir bilgi veriyor: “Emir Hüseyin rivayet ediyor ki, “Hazreti Hoca (Bahaeddin Nakşi-bend) beni Karşi’den Emir Bayankuli’nin ordusuna gönderdi. Zira, onun babası bu orduda bulunuyordu.” 322

Burada Emir Hüseyin Bahaeddin Nakşibend’in Mâveraün-nehir’de oturan yakınlarından olmuştur. Artık bahsettimiz gibi, o, sık sık Mâveraünnehir’den Serahs, Merv ve Herat gibi yer-lere gelerek Bahaeddin Nakşibend ile buluşmuştur. Fakat, bu Emir Hüseyin’i, Emir Kazagan’ın torunu ve Emir Abdullah’ın öldürülmesinden sonra yanlız güneyde Belh bölgesinin bir kıs-mını yöneten Emir Hüseyin ile karıştırmamak gerekiyor. Onun iktidarı döneminde Emir Bayankuli han artık mevcut olmamış-tır, yani o, 1358 yılında Emir Abdullah tarafından öldürülmüş-tür.

Ebu Muhsin Muhammed tarafından verilen bilgiden anlaşı-lan odur ki, Bahaeddin Nakşibend’in taraftarları ve hatta babası Mâveraünnehir’de Emir Bayankuli’nin ordusunda yer almışlar-dır. Emir Kazagan’ın ölümünden sonra devlet başçılarının yan-lış politikası, onların çöküşüne neden oldu. Bu dönemde Ma-veraünnehir’in güneyindeki karausanlarla merkezindeki gücler arasında çatışmalar başlamıştır. Bu durumu kullanan Doğu Çağataylar Toğluk Timur’un rehberliği (1360-1361) ile Mave-

322 Ebu Muhsin, s. 83-84.

245

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

raünnehir uğrunda güneyde Emir Hüseyin ile savaşa başladılar ve Maveraünnehir üzerinde geçici egemenlik kazandılar.

Bu karmaşıklık durumu Mâveraünnehir bölgesinde insan-ların yaşamını dözümsüz hale getirdi. Bunun sonucu olarak moğollara karşı 1361 yılında Semerkant’ta on binlik Serbe-dârîler harekatının etkisi ile halk isyanı başladı. On bin insan Serbedâr Mevlanazade Semerkanti, Hordak Buhari, Ebu Bekir Kuluyi Naddaf gibi liderlerin başçılığı altında İlyas Hoca’nın (Toğluk Timurun oğlu) rehberliği altında olan moğol ordusuna karşı savaşa çıktılar ve hastalık sonucu atlarını kaybeden moğol ordusu geri çekildi ve Semerkant Serbedârîler harekatının kon-trölüne geçti. Semerkant’ın zenginleri ve yüksek din adamları isyançıları “aşağılık adamlar” adlandırarak onlara itaat etme-diler. Fakat, isyançılar bölgede durumu daha da karmaşıklığa sürüklediler. Yani, toplumda karşıdurmalar ve baştanımazlık gittikce artmağa başladı. 1361 yılında Emir Timur ve Emir Hü-seyin birleşerek isyançıları ortadan kaldırdılar ve Semerkant’ı ele geçirdiler. Bu dönemden başlayarak Emir Timur gibi büyük bir devlet adamı tarih sahnesine çıktı.

1361-1364 yıllarında Maveraünnehir’de karausanların baş-çısı Emir Hüseyin barlas gövmünün başçısı Emir Timur’un desteği ile moğolları Maveraünnehir’den uzaklaştırdı ve mer-kez güclerle güney çağatayları bir araya getirdi.323 1365 yılında moğol hanı İlyas Hoca Sırderya kıyısında bu müttefiklere sal-dırarak onları yendi ve savaş için Semerkant’a yollandı. Fakat, Semerkant halkı Serbedârîler harekatının liderlerinin rehberliği ile onları geri oturttu. Bu dönemde Moğolustan devleti de kü-çük hanlıklara bölündü. Emir Hüseyin ile Emir Timur’un ittifa-kı çok geçmeden bozuldu.

Emir Hüseyin’den farklı olarak Emir Timur’un Serbedârî-lere münasibeti iyi olmuştur. Emir Hüseyin Belh şehrinde tüm şehirlilerin ve yüksek din adamlarının desteğine arkalanarak Emir Timur’a karşı çıktı. Fakat, Emir Timur Emir Hüseyin’e defalarca birleşmelerini önerdi ve onlar arasında karşıdurma

323 Arapov A.V. “Özbekistan, s. 61-67. Bu yıllarda Serbedârîler devletinin hükümdarı Necmeddin Ali Muayyad oldu ve o, şiiliğin gelişmesi için çaba harcadı. (Fasih Ahmed, s.35).

246

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

yaratılması ile ilgili onu ayıktırdı: “Bizim birbirimize muhale-fet etmemiz, ülkemizin yıkımına yol açabilir. Seni müdrüklükle bunu düşünmeğe davet ediyorum. Ülkenin ve halkın yararı için çalış!”324

Bunlar bir sonuç vermedi. 1370 yılında Emir Timur Belh şehrine saldırdı ve Emir Hüseyin’i öldürerek onun dul kadı-nıyla evlendi ve Maveraünnehir’de egemen (kuragan, küreken yani damat) oldu. 1370 yılında Buhara da dahil olmakla büyük Timur imperatorluğu kuruldu ve onun başkenti Semerkant oldu. Artık, Buhara bu yıldan başlayarak sosyal-siyasi ve kültü-rel önemini Semerkant şehrine bırakmış oldu.

Emir Timur kendini Emir Kazagan’ın devamçısı olarak görmüş ve bununla ilgili olarak böyle söylemiştir: “Ben kendi babam gibi saygı duyduğum rahmetlik Emir Kazagan için min-nettarım. Bu nedenle, onun öldürülmesinde eli olan Bayan-kuli ve Tugluk Timur’dan onun intikamını almağı kutsal bir görev olarak kabul ediyorum.”325 Bu nedenle, Emir Timur, Emir Ka-zagan’ın malum düşmanlarına düşman, malum dostlarına dost olmuştur.

1370 yılında Emir Timur hükümdar olduğunda Şeyh Emir Külal vefat etmiştir. Emir Külal’ın Emir Timur ile ilişkileri hakkında kaynaklarda fazla bilgiler vardır. Emir Timur, babası Emir Taragay’ın ve kendisinin Emir Külal’a bağlı olmasından ve ona kendi mürşidi gibi davranmasından, Emir Külal’ın onun gelecekte dünyayı yöneten bir hükümdar olacağı ile ilgibi vali-delerine verdiği bilgiden bahsediyor.326

Emir Timur Tuğluk Timur’un oğlu İlyas Hoca’nın zayıf birisi olduğunu ve Maverünnehir’de karışıklık çıkaranların, özellikle Özbeklerin327 ona tabi olmadıklarını, ondan 1000 kız talep ettiklerini, insanlara zülüm yaptıklarını, 70 seyyid esir

324 Malfuzat-i Timuri, s. 97. 325 Malfuzat-i Timuri, s.35. 326 Malfuzat-i Timuri, s.34. 327 Mâverâünnehr’e gelen Özbekler Moğol, Türk ve türkleşmiş İranlıların birliğinden oluşan kavimler idiler. Sonrakı dönemlerde Şeybani hükümdarı olan Ubeydulla han Nakşibendiyye’ni resmi devlet ideolojisi gibi kabul ederek şii-alevi Safevilere karşı savaş açtı. Bu bölgede sünni-şia karşıdurmasının büyümesini sağladı.

247

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

aldıklarını bildiriyor. Bunlara tahammul edemeyen Emir Ti-mur Özbeklere karşı çıkıyor ve 70 seyyid esirini azad ediyor. Buna göre halkın önde gelenleri Emir Timur’a böyle diyorlar: “Özbeklerin yaptığı zülüm sonucu dünya dağıldı, saygıdeğer insanları kırdılar, Müslümanların mallarını yağmaladılar. Biz fakirler, seyyidler ve şeyhler oy birliğiyle size tabi olmağa ka-rar verdik. Sen Özbekleri ortadan kaldırmak istersen, biz senin yanındayız. Aksi takdirde, kıyamet günü Allah yanında senden davacı oluruz.”328

Emir Timur söylüyor: “Baş veren olaylar hakkında Zeyned-din Ebubekr’e mektup yazdım ve ondan çabuk cevap aldım. Mürşidim seyyid ve ülemaların bana gösterdikleri ilgiyle dolayı beni kutlayarak yazıyor: “Bu fetva - son karardır. Salih halife-ler seni onaylıyorlar.” Ben zamanla bir ordu toplamak ve Öz-bekleri cezalandırmak için bir savaşa hazırlık yaptım.”

Emir Timur bildiriyor ki, bundan haber alan Özbekler Tuğ-luk Timur’u ona karşı kışkırttılar. Fakat, halk ve mürşidi tara-fından gelen destek, onun bu isyanı başlatmasına etki sağladı. Horasan seyyidlerinin merkezi haline gelen Termez’den bir ordu yardıma geldi. Emir Timur İlyas Hoca’nı yendikten sonra Emir Kazagan’ın torunu Emir Hüseyin’e karşı savaşmalı oldu.

Emir Timur, Emir Külal hazretlerinden hemen Harizm’e gitmesi emrini aldı. Emir Külal ona bu işte başarılı olacağını ve dünya hükümdarı olacağını haber verdi. Emir Külal, Harizm ve sonra Semerkant’ın ele geçirilmesi için Emir Timur’a elçi gön-dererek böyle söylemiştir: “Hemen Emir Timur’a söyle ki, hiç durmadan Harizm’e gitsin, oturmuşsa dursun, durmuşsa acele etsin! Şeyhlerin kudsi ruhları devletin tüm sınırları dahilinde ona ve oğullarına verildiğini, Harizm’i fethettikten sonra Se-merkant’a doğru yollanmasını emir buyurdular.” 329

Emir Timur söylüyor: “Ben kentin prensleri ile ittifağa gir-mek için Badahşan’a gitmeye karar verdim. Yolda Emir Külal hazretleri ile karşılaştım. O, bana yapmam gerekenleri ve özel-likle, Harizm’e dikkat etmemi tavsiye etti. Özbekleri yendiğim

328 Malfuzat-i Timuri, s.32.329 Şihabeddin bin Emir, s. 83-84.

248

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

takdirde, Semerkant’ın yıllık gelirini ona vermeği söz verdim. Bu saygıdeğer adam zafer için bana dua etti ve gitmeme izin verdi.” 330

“Emir Timur Harizm’den zaferle döndü ve Semerkant’a doğru yollanarak orada yerleşti. Böylece, o her gün ve her saat artan faaliyetleri ile zirvelere ucaldı.... Emir Timur Semerkant’a yerleştikten sonra Emir Külal’ı Buhara’ya davet etmek için bir elçi göndererek dedi: “Emir hazretleri (r.a) lütf edip buralara gelirse, tüm bölge halkına büyük bir şeref vermiş olur. Bizim onun huzuruna gelmemizi isterse geliriz. Fakat, sultanların ge-lişini facia olarak anlayan bazı insanlar heyecana düşerler.”331 Emir Külal oğlu Emir Ömer’i Emir Timur’un yanına gönderdi ve Emir Timur onu yanında birkaç gün ağırladı. Emir Timur, Emir Ömer’i dile tuturak dedi: “Tüm Buhara bölgesi sizin olsun!” Emir Ömer dedi: “Buna izin yoktur.” Emir Timur, ona hiç olmazsa Buhara şehrini kabul etmelerini istedi. Emir Ömer buna yine aynı şekilde cevap verdi. Emir Timur ona: “O zaman, oturduğunuz köyü kabul edin!” dedi. Emir Ömer bu teklifi de kabul etmedikte Emir Timur sordu: “O zaman, ne gönderelim ki, onun mubarek adına layık olsun?” Emir Ömer cevabında buyurdu: “Babam hazretleri size buyurdular ki, mü-minlerin kalbinde yerleşmek ve Yüce Allah’a yakın olmak is-terlerse, mümin ve adaletli olmağı hayat amaçı etmelidirler.”332

Emir Külal’ın müridlerinden olan Şemseddin Külal Keşi (İbn Arabşah onu Şemseddin Fahuri adlandırıyor) hem Emir Timur’a, hem onun babası Emir Tagaray’a hocalık yapmıştır. “Makamat-i Emir Külal” eserinde Emir Külal’ın da onlarla bir arada olduğundan bahsediliyor.333 O, sonralar İslam ilim merkezlerinden olan Irak şehrine giderek ilmini genişletmiştir. Ünlü araştırmacı Bartolda göre orada Sühreverdiyye tarikatı-nı334 benimsemiş ve sonra Maveraünnehir’de bu tarikatı yay-

330 Malfuzat-i Timuri, s.33.331 Şihabeddin bin Emir, s. 83-84. 332 Şihabeddin bin Emir, s. 86.333 Şihabeddin bin Emir, s. 88-89.334 14. Yüzyılın ortalarında bu tarikatın temsil eden şeyhlere Şeyh Nureddin Basir ve Şeyh Burhaneddin Sagarci olmuşlar. Bu tarikat Hindistan’da geniş yayılmıştır. 1325-

249

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

mağa çalışmıştır. Emir Timur genclik yıllarında Şeyh Şemsed-din Külal’ın müridi olmuştur. O, Timur’un gelecekte dünyanın büyük hükümdarı olacağını söylemiştir. Şeyh Şemseddin Külal uzun süre (40-60 yıllar arasında) Karşi ve Keş’de çağatayları, barlas beylerini irşad ederek onlar arasında saygıdeğer bir in-san oldu. Reşahat eserinde onunla ilgili olarak yazılıyor: “Şeyh Şemseddin Külal, Emîr Kulal Hazretlerinin ileri alâkalarından. Tek ayakkabı ile piyade hac seferine çıktı. Irak taraflarında bü-yük din adamları ve şeyhlerle sohbet etti ve onların murakabe usullerini Mâverâünnehr taraflarında yaydı. Hâlinin başlangı-cında Şâh-ı Nakşibend Hazretleriyle bazı münakaşaları olmuş-sa da sonra bunlardan eser kalmamıştır” (Reşahat, 64).

Şemseddin Külal genc yaşlarından Bahaeddin Nakşibend’i iyi tanımıştır. Onların her ikisi genc yaşlarından Emîr Kulal’ın dergahında tanışmışlardır. Fakat, Emîr Külal’ın müridlerinin Bahaeddin Nakşibend’e götü munasibetlerinden bahsetmiştik. İşte, genc yaşlarında Bahaeddin’i kabullenmeyen müridler arasında Şeyh Şemseddin Külal’ın olması da gerekiyordu. Bu yüzden Reşahat eserinde “Hâlinin başlangıcında Şâh-ı Nakşi-bend Hazretleriyle bazı münakaşaları” olmuştur – denilmiştir. Halil hanın Maveraünnehir’de hükümdar olması ve Bahaeddin Nakşibend’in onun yanında yer alması, aynı zamanda Baha-eddin’in Emîr Kulal’ın müridlerinden intikam alarak, onları katletmesi sonucu Şemseddin Külal (Emîr Külal’ın diger mü-ridleri de) Buhara’nı terk ederek Şahrisebz’e sığınmıştır. Onun Buhara’dan Şahrisebz’e gelişi Halil hanın Maveraünnehir’de hükümdar olması tarihi ile örtüşüyor. Biz onun Emir Timur’un ve onun babasının mürşidi olduğunu düşünsek, o zaman Emir Timur’un Bahaeddin Nakşibend’e olan munasibetini anlamak zor değildir. Bu nedenle, Emir Timur’un olduğu yerde Baha-eddin Nakşibend’in olması mümkün değildir. Nitekim, Emir Timur’un yanında toplanan onlarla tasavvuf şeyhleri arasında

1351 yıllarında Hindistan’da hükümdarlık eden Sultan Muhammed Toğluk onlara Hindistan’da geniş topraklar vermiştir. Arap seyyahı İbn Battuta’nın da bu tarikatta olduğu bildirilmiştir. Şeyh Burhaneddin Sagarci Çin’de “Müslümanların başçısı” olarak adlandırılmış ve orada da defnedilmiştir. Onun oğlu Emir Timur’un yakın adamlarından biri oluyor. (Arapov A.V. Timura ait konferans raporu. Şahrisabz, 29 Kasım 2003).

250

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Bahaeddin Nakşibend’in ismi geçmiyor.Aynı zamanda, Emir Timur’un Ehl-i Beyt sevdalılarına,

Emir Külal ve onun gerçek müridlerine olan saygısı, onların kabirlerinin Emir Timur’un aile efradı ile bir arada olması ve kabirlerinin üzerinde ucalttığı mühteşem türbeler ile ka-nıtlanıyor. Yani, Emir Timur’un kabrinin Emir Külal’ın oğlu Emir Ömer’in yanında olması, Şahrisebz’de Emir Timur’un babasının ve bazı çocuklarının kabirleri ile Şeyh Şemseddin Külal’ın kabrinin yanaşı olması ve kabri üzerinde büyük bir türbe yaptırması, Semerkant’ta sufi şeyhi Nureddin Basir335 için ikinci türbe yaptırması, Emir Timur’un babasının Şahrisebz’de bulunan türbesinin yanında Seyyidler Kümbezi, birkaç Termez seyyidlerinin kabrinin bulunması, Emir Timur’un Ehl-i Beyt’e dayalı tasavvufa daha çok önem verdiğinin göstergesidir.

Emir Timur söylüyor: “Ben Emirül-müminin, insanlar ara-sından seçkin Ali b. Ebi Talibin (a.s) mezarı için Bakhav ve Cileh toprak sahalarının ayrılmasını buyurdum. Kabirleri Bağ-dat’ta bulunan İmam Hüseyin (a.s), saygıdeğer, kutsallık örne-ği olan Abdul Kadir (Geylani), İmam Ebu Hanife (a.s), diğer kutsal ve ünlü iman önderlerinin mezarlarını Kerbela, Bağdad köylerinden ve onların etrafındakı bölgelerden beraber şekil-de dağıtılan bağışlara bağladım. Cezayir ve diğer şehirlerden gelen gelirleri İmam Musa Kazım, İmam Muhammed Naki ve Salman-i Farisi’nin mezarlarının bakımına tahsis etdim. Ku-teh-Bast topraklarını ve Tus şehrinin civarını İmam Musa’nın oğlu Ali’nin mezarının sağlanmasına bağladım. Ben onların kabirlerine halılar döşenmesini, aydınlatılmasını ve günlük gıda malzemeleri ile donatılmasını önerdim. Ben İran ve Turan’da bulunan her kutsal evliyanın mezarlarına benzer bağışta bulun-dum ve onların her taraftan toplanan yoksullar arasında bölüş-türülmesini emir ettim.”336

335 Şeyh Nureddin Basir Taşkentin Nuckent köyündendir. O, sühreverdi şeyhi Zeyneddin Kuyi-Arifani’nin (Zeyneddin baba) müridi olmuştur. O, doğuştan kör olmuş ve sonra keramet sonucu gözleri açılmıştır. Sonralar Semerkant’a yerleşmiş ve burada “on dördüncü kutb” gibi tanınarak büyük saygı görmüştür. 1249 yılında Semerkant’ta defnedilmiştir. Emir Timur onun şerefine Taşkent’te büyük türbe yaptırmıştır (Arapov A.V. Timura ait konferans raporu. Şahrisabz, 29 Kasım 2003).336 Malfuzat-i Timuri, s.23.

251

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Emir Timur söylüyor: “Ben seyyidlerin sözlerine düşünme-den amel edilmesinin ve Peyğamberin Ehl-i Beyt’ine tam itaat olunmasının gerekli olduğunu anladım. Kalbimde Peyğamberin Ehl-i Beyt’ine sevgim arttı. Başıma gelenler ve rüyada gördük-lerimle ilgili olarak Şeyh Zeyneddin’e mektup yazdım. O, bana böyle cevap yazdı: “Allah tüm dualarını kabul etsin! Kendi soyuna, tüm insanların Peygamberin (s.a.v) şefaatına ihtiyacı olduğunu anlat! Peygamberin (s.a.v) Ehl-i Beyt’ine sevgi ve itaat bu dünyada ve ahirette kurtuluş yoludur...”

Emir Timur söylüyor: “Ben Peygamber’in (s.a.v) Ehl-i Beyt’ine her zaman gerekli saygıyı duydum. Ben 21 yaşımda seyahat etmeğe karar verdim ve bununla ilgili olarak ilk önce, Şeyh Zeyneddin Ebubekr Tayabadi’den hayır-dua istedim. Bu yaşlı adam beni destekledi. O, beni kemerle kuşattı, bana şap-kasını ve elindeki mercan yüzüğünü verdi.”337

Emir Timur söylüyor: “Benim orduma Kerbala ve Ne-cef’den Seyyid Pattah’ın rehberliği altında önünde beyaz sancak taşıyan büyük bir bedevi ve seyyid topluluğu katıldı... Seyyid Pattah bana yaklaşarak dedi: “Rüyada, bana dördüncü halife Ali gelerek emir buyurdu ki, “bu beyaz sancağı kardeşim Timura sun!”338

1370 yılında Emir Külal hazretleri vefat etti. Biz Şemseddin Külal’ın da yakın dönemde vefat ettiğini ihtimal edebiliriz. Zira, Emir Timur 1370 yılından sonra Emir Hüseyin ile ciddi karşıdurmalar ve aynı zamanda iktidar olduğu dönemde Seyyid Bereke isimli bir şeyhe bağlandı (hatta, Emir Timur vefatından sonra onunla bir türbe altında toprağa tapşırıldı). Bu dönemde Termez seyyidlerinin, hudavandzadelerin özellikle Ebu Maali ve Ali Ekber kardeşlerinin Emir Timur’un vefatına kadar dev-let işlerinde etkileri arttı. Emir Timur’un Maveraünnehir’de en fazla sığındığı yerler Termez, doğduğu Keş ve Semerkant kentleri ve burada oturan şeyhler idi (Hoca Abdul Evvel, Hoca İsameddin, Hoca Afzel Keşi, Şeyh Abdulhamid, Şeyh Abdur-rahman, Şeyh Abdulmelik, Baba Sengu, Zeyneddin Ebu Bekir

337 Malfuzat-i Timuri, s.28.338 Malfuzat-i Timuri, s.27.

252

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Tayabadi, Burhaneddin Sagarci Ebu Said ve d.). Fakat, onlar arasında Bahaeddin Nakşibend’in ismi geçmiyor ve kaynaklar bununla ilgili olarak susuyor. Emir Timur Herat’ta oturan ve çok büyük önem verdiği Zeyneddin Ebu Bekir Tayabadi ile görüşdüğünde, ona neden Herat Sultanını haramlardan doğru yola yöneltmediğini sormuş ve cevabında Şeyh böyle demiş-tir: “Biz onu ayıttık. Fakat dinlemedi. Bu nedenle, Allah sizi onun üzerine gönderdi. Şimdi biz size söylüyoruz. Siz de bizi dinlemeseniz. O zaman, Allah sizin de üzerinize bir başkasını gönderecektir.”339

Emir Timur 1371-1380 yıllarında Moğolustan hanlarına saldırdı ve orada birkaç yerleri ele geçirdi. Emir Timur üç tü-men (30.000) karausan ordusu ile güney ve merkezi bölgeleri kontröl ediyordu. Onların eliyle 1372 yılında Yasavurların isyanını, 1376 yılında Calayirlerin isyanlarını yatırttı. 1381 yılında Emir Timur Herat’a saldırında oranın Şeyhul-İslamı Mevlana Zeyneddin Ebu Bekr Taybadi ile görüşdü ve ona olan büyük saygısından dolayı Malik Giyaseddin Pir Ali Kurt’a dokunmadı, şehiri ve onun halkını yok etmedi.340 Kurt sülalesi Semerkant’a sürüldü ve 1382-1383 yılında Herat’ta isyan baş-ladı ve şehirde türklerin bir grupu katledildi. Emir Timur aynı yılda isyanı yatırtdı. 1383 yılında Emir Timur’a karşı Serbeda-riler isyanı başlatıldı ve hemen yatırıldı.341 1359 yılından Kızıl Orda ve Çağataylar arasında bölünen ve sonra Sufiler Sülalesi tarafından birleştirilerek yönetilen Harizm bölgesi 1388 yılında Emir Timur tarafından ele geçirildi, Urgenç dağıdıldı ve nüfuzu Semerkant’a sürüldü. Böylece, Emir Timur Maveraünnehir’de ve diğer bölgelerde devleti bir araya getirmek iktidarında olan büyük bir lider olarak ortaya çıktı.342

339 Bartold V.V, www.alexarapov.narod.ru/Library/bbl022.htm 340 Fasih Ahmed, s. 44. 341 Arapov A.V. “Özbekistan, N 2-3, C. 61-67. 342 Barlas beyi Emir Taragay’ın oğlu Timur, Şehrisabz (Keş) yakınlığındakı Hoca İlgar (Yakka Bağ) köyünde türk ailesinde doğmuştur. Onun babası Nesef ve Keş’in yöneticisi olmuş ve çağatayların kurultaylarına katılmıştır. O, Toğluk Timur’un ordusunda savaşmış ve 25 yaşında onun Keş ilçesindeki yönetmeni olmuştur. Toğluk Timur iktidarı oğlu İlyas Hoca’ya verdiğinde ondan ayrılmış ve 1361 yılında Emir Hüseyin ile müttefik olduktan sonra bağımsız Emir olmaya karar vermiştir. Sistana

253

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Emir Timur’un hükümdar olduğu dönemde Bahaeddin Nakşibend’in Buhara’ya dönmesi mümkün değildir. Zira, artık kaynaklara dayanarak bahsettimiz gibi, Bahaeddin Nakşibend Semerkant’ta ayaklanan Serbedârîler harekatının liderleri, Emir Külal’ın müridleri ve aynı zamanda Emir Timur için arzuolun-maz şahıs idi. Buhara’da ve Maverünnehir’in birkaç yerlerin-de Bahaeddin Nakşibend’i kabul edememişlerdir. Bahaeddin Nakşibend Şeyh Şemseddin Külal,343 Emir Külalın oğlu Emir Burhan,344 İmam Ebubekr Fazl ve onun oğulları,345 aynı zaman-da diğer ülema ve şeyhlerle çekişme durumunda olmuştur.

Bahaeddin Nakşibendhac ziyaretinde olmuş mudur?

“Reşahat” eserinde Bahaeddin Nakşibend’in iki kez hac se-ferinde olduğu, ilk hac seferini Mevlânâ Ârif, ikinci hac seferi-ni ise Muhammed Parsa ile birlikte yaptığı söyleniliyor.

- “30 yıl boyunca Mevlânâ Arif ile bu yolda sarmaş-dolaş ilerliyorduk, îki kere Hicaz seferine çıkıldı. Hak ehli nişânı adı-na bize ne gösterildiyse, köşe bucak, zaviye dergâh dolaştık.” (Reş, 59).

- “İki defa (Mevlânâ Arif ile) Hicaz’a sefer ettiler... Bir müd-det Merv’de kalıp Buhara’ya döndüler ve ömürlerinin sonuna kadar orada kaldılar.” (Reş, 67-68).

Yani burada açık şekilde Bahaeddin Nakşibend’in Mevlânâ Arif ile iki kere Hicaz seferinde bulunduğu bildiriliyor. Diğer yandan da aynı eserde bu bilgi yalanlanıyor:

- “Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretleri hacca ilk sefer-lerinde memleketlerine dönerlerken Merv şehrine inmişler ve orada bir müddet oturmuşlar. Sevenleri ve bağlıları da etraftan ve Mâverâünnehr’den gelip Merv şehrinde toplanmışlar.346 Ge-

edilen saldırılarda sağ el ve ayağından ağır yaralanıyor ve ömrünün sonuna kadar bedeninin bu kısmı iflic oluyor. 343 Ebu Muhsin, s. 88-89.344 Ebu Muhsin, s. 109-110.345 Ebu Muhsin, s. 90-91.346 Bu bilgi hem Reşahat eserinde (s. 61-62), hem de Ebu Muhsin Muhammed (s.

254

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

niş, derin, büyük sohbetlere zemin açılmış. O sırada bir haberci gelip Mevlana Ârif adına bir dilek getirmiş: “Çabucak yetişiniz ki, âhirete göç etmemiz yakınlaşmıştır. Size vasiyetlerim var-dır.” Hoca Hazretleri de yakınlarını Merv şehrinde bırakıp hızla Buhara yolunu tutmuşlar. Köyünde Mevlânâ Ârife ulaşmışlar... Onu defnettikten üç gün sonra Merv’e dönmüşler. (Reş, 61-62).

Bir derviş böyle rivayet ediyor: “Hazret Haci (Bahaeddin Nakşibend) Büyük Mekke’den Mazendaran’a yetiştiğinde He-rat ülemalarından olan Mevlana Sayfuddin Abhari ona yoldaş oldu. Hazret Haci onu benimle Harizm’e gönderdi. Ben Mev-lana’dan izin alarak Harizm’den Buhara’ya gittim. Buhara’ya geldiğimde, Hazret Haci’nin Merv’de olduğunu duydum ve Hazret Haci’nin dervişlerinden olan derviş Totkendi ile oraya yollandık. Yolda bu derviş Hazret Haci’ye hakaret etti. Merv’e geldiğimizde nerede kalacağımızı bilemedik.”347

Diğer yandan Şihabeddin bin Emir Hamza’nın “Emir Kü-lal’ın makamları” eserinde bu bilgi başka tür sunuluyor. Yani Bahaeddin Nakşibend’in ilk hac seferinden dönerken Mevlânâ Arif’in değil, Emir Külal’ın vefat ettiği bildiriliyor:

- “Hoca Bahaeddin Ka’beden dönerken Tavavis’de348 durdu. Mevlânâ Arif ona elçi göndererek “Ya o bize, ya da biz ona ge-lek. Ondan bize bir haber getir.” söyledi... Bahaeddin ona gel-diğinde, Mevlânâ Arif dedi: “Ey Bahaeddin, böyle olmaz! Emir hazretleri (r.a) ahirete intikal etmiş, siz ise bundan habersiz! Kalkın, bize beklemek yakışmaz!” Hoca ve Mevlana birlikte dışarı çıktılar. Hoca, Mevlana’ya at getirerek dedi: “Siz bunun-la durmadan gidin, biz ise sizi takip edeceğiz.” Mevlana, Hoca Bahaeddin’den çabuk Suhari’ye yetişti ve yetişdiğinde Emir hazretlerinin (r.a) naşının evden çıkarıldığını gördü. Mevlana dedi: “Hoca Bahaeddin’i bir kadar beklersiniz, o da bu şerefe ulaşır.” Çok geçmeden Hoca da geldi. Onlar birlikte naşı topra-ğa gömdüler. Bu Emir Külal’ın vasiyeti idi.”349

38) tarafından veriliyor. 347 Ebu Muhsin, s.104-105.348 Tavavis (“Tavus kuşları” demektir) – Buhara civarında büyük bir yerleşim meskenidir. 349 Şihabeddin bin Emir, s. 148-149.

255

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Kaynaklarda geçen bu bilgilerin son derece çelişkili olduğu ortadadır. Yani biz onlara dayanarak Bahaeddin’in ilk hac sefe-rinde olduğunu söyleyemeğiz.

Bahaeddin’in hacca ilk seferlerinde memleketlerine döner-lerken Mevlana Ârif’in, diğer kaynakta ise Emir Külal’ın can üstünde olduğunu duyarak Buhara’ya döndüyü bildiriliyor. Bu bilgilerin hangisi doğrudur?

Kaynaktan anlaşılan odur ki, Bahaeddin Nakşibend Mevlânâ Arif ile îki kere değil, hiç bir kere bile Hicaz seferine çıkma-mıştır. Mevlânâ Arif ile Bahaeddin Nakşibend arasındakı 30 yıllık ilişkilerin olmasından çıkış ederek, Bahaeddin’in ihtimal olunan ilk hac seferini yaklaşık 50 yaşlarında yaptığını söyle-yebiliriz. Zira, Bahaeddin yaklaşık 18 yaşında Hacegan derga-hına geldikten bir veya iki yıl sonra (yaklaşık 19-20 yaşında) Mevlânâ Arif ile tanışmış ve onunla 30 yıl arkadaşlık etmiştir. Eğer Bahaeddin’in 30 yıl boyunca Mevlânâ Arif ile arkadaşlık etmesiyle ilgili bilgi doğruysa, o zaman Bahaeddin 50 yaşına geldiğinde, Mevlânâ Arif yaklaşık 1370 yılında vefat etmiştir. Fakat, 1370 yılında Mevlana Ârif’in değil, Emir Külal’ın vefat ettiği kesindir. Emir Külal yaklaşık doksan yaşında doğduğu Suhari köyünde Cemaziyelevvel ayının 8-de, hicri 772 yılında perşembe sabah (miladi - 28 kasım 1370) vefat etmiştir.350 O zaman, Şihabeddin bin Emir Hamza’nın “Emir Külal’ın ma-kamları” eserinde verdiği bilginin daha doğru olduğu ortaya çıkıyor. Aynı zamanda, Mevlânâ Arif kendisinden sonra postu Hoca Mehmed Pârisâ’ya (749/1348 - 822/1419) 1370 yılında, yani onun yaklaşık 23 yaşında olduğu bir dönemde tahvil etme-si inandırıcı değildir. Demek, 1370 yılında Bahaeddin ihtimal olunan ilk hac seferinden döndüğünde Mevlana Ârif değil, Emir Külal vefat etmiştir. Muhammed Parisa hac ziyaretine git-meden önce Emir Külal’ın kabrini ziyaret etmiştir. Yani onun hac ziyareti Emir Külal’ın vefatından sonrakı tarihe (1370) aittir.351

Kaynaklarda, “Hoca Bahaeddin Ka’beden dönerken Tava-

350 Aynı yerde, s. 146. 351 Şihabeddin bin Emir, s. 232.

256

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

vis’de” (Reşahat’a göre Merv’de) olduğu ve oradan Mevlana Ârif’in gönderdiği elçi ile Emir Külal’ın vefatı günü, yani Ce-maziyelevvel ayının 8’de, hicri 772 yılında perşembe sabahın-da (28 kasım 1370) Buhara’ya geldiği bildiriliyor. İşte, bu bilgi Bahaeddin’in hac seferinde olması ile ilgili bilgilerin doğru olup olmasını ortaya koymakta bize yardımçı olacaktır.

Bahaeddin Nakşibend 772 yılında (1370) Mekke’de hac seferinde olmuşsa, oranı Zilhicce ayından evvel terk edemez-di. Zira, Hac görevi, Şevval ayında ihrama girmekle başlar ve Şevval’de ihrama girip Zilhiccenin 10. (veya 13.) gününün akşamına kadar, haccın menasikini tamamlayana kadar devam eder. Bu nedenle, bu aylara hac ayları denilmiştir. “Hac belli aylardadır...”(Bakara, 2/197) ayeti, hac için belirlenmiş aylar dışında ihrama girilemeyeceğini ifade etmektedir.352 O zaman, Bahaeddin’in bu aylarda Mekke şehrinde hac ziyaretinde ol-ması gerekiyordu. Bahaeddin hac ibadetini Zilhiccenin sonuna kadar bitirdikten sonra hacılarla birlikte kafileye katılarak Bu-hara’ya dönmesi gerekiyordu. Anlaşlan odur ki, o, artık Emir Külal’ın vefatı günü, yani Cemaziyelevvel ayının 8’e kadar, hicri 772 yılında, yani, yaklaşık 90 veya 100 gün müddetine (Muharrem, Safer, Rebiülevvel) Mekke’den Buhara’ya (veya Merv’e) dönmüştür.

Fakat, 90 veya 100 gün müddetine Mekke’den Buhara’ya (veya Merv’e) dönmek mümkün değildir. Sadece, o dönemler-de hacca giden kafileler Şam’dan Mekke’ye (2.337 km) kadar 61 gün yol katetmişlerdir.353 Buhara’dan Mekke’ye doğru uza-nan hac yolu yaklaşık 6.475 km olmuştur. Bu yolun harıtası “Reşahat” eserinde Bahaeddin Nakşibend ile Muhammed Pârisâ’nın birlikte yaptığı ihtimal olunan ikinci hac seferin-de çizilmiştir: “Hoca Muhammed Pârisâ Hazretleri, Hicaz’a, ilki Şâh-ı Nakşibend Hazretleriyle olmak üzere iki kere git-mişlerdir.354 Bu ikinci seferleri, 822 Muharrem ayındaydı ki,

352 Muğni muhtac,1/471, Muhazzeb,1/200. 353 Kutsal Toprakların Kutlu Kafilesi. Osmanlı Araştırmaları Vakfı. [email protected]; www.osmanli.org.tr/yazi-4-290.html. 354 Bunu yukarıda Reşahat eserinden getirdiğimiz iktibaslarla yanaşı, aynı eserden getirilen “Hoca Muhammed, Hoca Bahaeddin Hazretlerinin ikinci haccında

257

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Buhara’dan çıkıp Nesef yoluyle Safaniyan, Belh ve Herat’a uğramışlar, oralarda evliya kabirlerini ziyaret etmişler ve her uğradıkları yerde şeyhler ve ilim adamları tarafından büyük izzet ve ikramla karşılanmışlardır. Nişabur’a gelince havaların değişmesi, yakınları arasında söz edilmesine sebep olmuş ve bu hal kendilerine fütur vermiş.” (Reş, 77)

Yani kaynakta bildirildiği gibi, Buhara’dan Mekke’ye doğ-ru uzanan hac yolu böyledir: Buhara’dan çıkıp Nesef yoluyle Safaniyan ve Belh (522 km); Belh-Herat (708 km); Herat-Ni-şapur (435 km); Nişapur-Şam (2.473 km); Şam-Mekke (2.337 km). Eğer, 2.337 km mesafede olan Şam-Mekke yolu kafile ile 61 güne katledilirse, o zaman 6.475 km olan Buhara-Mekke hac yolu yaklaşık 5-6 ay arasında yapılabilirdi. Yani, Mâverâ-ünnehir’den birisi hac ziyaretine gelip dönmesi yaklaşık bir yılı kapsıyordu.

Biz Bahaeddin Nakşibend’in bu dönemde umre ziyaretinde olduğunu da ihtimal edemeyiz. Zira, Bahaeddin Cemaziyelev-vel ayının 8’de Buhara’da bulunmuşsa, o zaman onun Mek-ke’den 5-6 ay önce, yani Zilkade veya Zilhicce ayında yola çık-ması gerekiyordu. Bu aylarda umre değil, hac ziyareti yapıldığı için, bu ihtimal da ortadan kalkıyor.

Bizim bu hesaplamalarımızı Reşahat eserinde Muhammed Pârisâ’nın hac ziyareti ile bağlı verilen bilgiler de tasdik ediyor: “Hoca Muhammed Pârisâ Hazretleri Nişabur’dan o senenin (822) Cemaziülâhır ayının on birinci günü hareket ederek sıh-hat ve afiyetle Mekke’ye erişmişler. Hac rükünlerini eda ettik-ten sonra Hoca’ya bir maraz yapışmış. Veda tavafını sedyede icra edebilmişler. Oradan Medine’ye geçip mübarek Ravzaya yüz sürdüklerinde Kâinatın Efendisinden nice iltifat ve nevaziş-lere nail olduktan sonra aynı ayın 24 üncü perşembe günü hak-kın rahmetine kavuşmuşlar. Medine halkı, Şemseddin Fenârî ve kafile ahalisi Hoca Hazretlerinin cenaze namazını kılmışlar; ve cuma gecesi, o mübarek vücudu, o mübarek yerde, müminlerin emîri Hazreti Abbas’ın kubbeleri civarına gömmüşler. Şeyh Zeynüddin Hâbî Hazretleri Hoca Hazretlerinin kabirlerine di-

kendilerine yoldaşlık etmişlerdi.” – cümlesi de kanıtlıyor (Reşahat, 70).

258

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

kilmek üzere Mısır’dan beyaz bir taş getirtmiş. Kabir, hâlâ o taş yüzünden ayırt edilebilmektedir. Yaşları 73.” (Reş, 78).

“Nefahat” eserinin müellifi Abdurrahman Cami Muhammed Pârisâ’nın 822 senesinde Hicaz’a sefer ettiğini tasdik ediyor: “Hoca Muhammed Pârisâ Hazretleri 822 senesinde Hicaz seferi niyetiyle Şam’dan geçerlerken, pederim, yakınlarından bir kafi-le insanla kendilerini karşılamaya çıkmışlardı. Ben o zaman beş yaşımı henüz tamamlamamıştım... O gün bugün 60 yıl geçti.” (Reş, 67-68; Nef 520 ).

İşte, Muhammed Pârisâ ikinci hac seferine 822 yılında mu-harrem ayında Buhara’dan çıkmış ve Nişabur’a yetişdiklerinde hastalanmıştır. O, Cemaziülâhır ayının 11’ci günü Nişabur’dan Mekke’ye yollanmış ve aynı ayın 24’cü perşembe günü hakkın rahmetine kavuşmuştur. Yani, Muharrem ayından Cemaziülâhır ayının sonuna kadar yaklaşık altı ay vardır.355 Biz Buhara’dan Mekke’ye kadar kafile ile hac yolculuğunu doğru hesaplamışız. Fakat, burada müellif yanlış bir bilgi vermiştir. Muhammed Pâ-risâ’nın Nişabur’dan Mekke’ye (2.473 km + 2.337 km = 4.774 km) gitmesi için 14-15 gün değil, yaklaşık dört ay yol gitmesi gerekiyordu. Hasta bir insanın bu yolu katetmesi zordur. Mek-ke’ye 14-15 günlük yol yanlız Hicaz toprakları dahilinde ola-bilirdi. O zaman, Muhammed Pârisâ Nişabur’da değil, Medine yakınlarında hastalanarak vefat etmiş ve orada da defnedilmiş-tir.356

Muhammed Pârisâ’nı Şam’da hac seferine uğurlayan Abdur-rahman Cami burada Bahaeddin Nakşibend’in ismini hatırlamı-yor. Zira, 822 senesinde artık Bahaeddin Nakşibend 33 yıl önce vefat etmiştir (789). 822 senesinde Bahaeddin Nakşibend 30 yıl önce vefat ettiği için, Abdurrahman Cami’nin babası, onunla ilgili bir söz söylememiştir.

355 Muharrem, Safer, Rebiülevvel, Rebiülahir, Cemaziyelevvel, Cemaziyelahir, Recep, Şaban, Ramazan, Şevval, Zilkade, Zilhicce. 356 “Reşahat” eserinde yanlış olarak bildiriliyor ki, hac seferine çıkmadan önce, Muhammed Pârisâ’ya bir tilki kürküyle bir kazma kürek gönderen Hoca Davud’un “vefatı hicretin 762 sinde... O tarihte Hoca Ubeydullah Taşkendi hazretleri yedi yaşında” (Reş, 246). Ubeydullah Taşkendin doğum tarihi 806 (1403) olduğu için, onun 822 senesinde 7 değil, 16-17 yaşı olması gerekiyordu. Hoca Davud hicretin 762 sinde vefat ettiği için 822 yılında Muhammed Pârisâ’yı göremezdi.

259

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

İlgincdir ki, Bahaeddin Nakşibend Muhammed Pârisâ ile hac seferinde olmadığı halde, Reşahat eserinde böyle bir bilgi veriliyor: “Hoca Bahaeddin Hazretleri diyorlar ki: “İki defa Hi-caz’a sefer ettiler ve ikinci defasında Hoca Mehmed Pârisâ’ya yoldaş oldular. Horasan’a döndükleri zaman Hoca Mehmed Pâ-risâ’yı öbür bağlılarıyle beraber Nişabur taraflarına gönderdiler. Kendileri de sadece Mevlânâ Zeynüddin ile sohbet etmek için Herat istikametini tuttular. Mevlânâ Zeynüddin ile üç gün soh-betten sonra tekrar Hicaz ve oradan Nişabura dönüş. Bir müd-det Merv’de kalıp Buhara’ya döndüler ve ömürlerinin sonuna kadar orada kaldılar.” (Reş, 67-68).

Burada bir taraftan Bahaeddin Nakşibend’in iki kez Hi-caz’da olmasından ve sonuncu (ikinci) defasında Muhammed Pârisâ ile birlikte olmasından bahsediliyor, diğer yandan bu bil-gide onun üçüncü kez Hicaz’a döndüğü bildiriliyor. O zaman, Bahaeddin Nakşibend’in Hicaz’da iki değil, üç kez olması gerekiyordu. Diğer yandan bu seferlerde anlaşılmaz bir mantık mevcuttur. Neden Bahaeddin Nakşibend “Muhammed Pârisâ’yı öbür bağlılarıyle beraber Nişabur taraflarına gönderib” “sadece Mevlânâ Zeynüddin ile sohbet etmek için Herat istikametini tuttu” (Reş, 67-68)? Neden Mevlânâ Zeynüddin ile üç gün soh-betten sonra tekrar Hicaz’a döndü? Aylarla süren ağır seferler bitmemiş, üç günden sonra yeniden aynı seferleri gerçekleştir-mek hangi ihtiyaçtan doğmuştur? Anlaşılan odur ki, altı ay sü-ren hac seferi bitmemiş, yeniden böyle bir seferin tekrarlanması ne akıl karı, ne de fiziksel imkanlar dahilindedir.

Aynı zamanda, Abdurrahman Cami “Nefahat” eserinde Muhammed Pârisâ’nın 802 senesinde (1399) Hicaz’a ilk sefer ettiğini bildiriyor (Nef, 520). Fakat, bu dönemde de Bahaeddin Nakşibend onunla gidemezdi. Zira, o, artık 791/1389 yılında vefat etmiştir.

Araştırmalar sonucu malum oldu ki, Bahaeddin Nakşibend ne birinci, ne de ikinci hac ziyaretinde bulunmamıştır. Zira, onun hac seferi ile ilgili bilgilerin gerçek olmadığı ortadadır.

260

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Bahaeddin Nakşibend ve Muhammed Pârisâ

Emir Külal kendisinden sonra postu oğlu Emir Hamza’ya bırakmış ve kendi halifeleri arasında Bahaeddin Nakşibend olmamıştır. “Mevlânâ Arif Hazretlerinin iki halifesi vardır ki, mürşidlerinin vefatından sonra irşad makamına geçmişler ve yol arayanlara rehberlik etmişlerdir.” (Reş, 62). Onun da halife-leri arasında Bahaeddin Nakşibend’in ismi geçmiyor. O zaman, Mevlana Ârif vefatı sırasında Bahaeddin’i Merv’den acele ola-rak çağırtmakta amacı ona postu Mehmed Pârisâ’ya bıraktığını ilan etmek ve bu hususta Bahaeddin’in yardımını esirgemeye-ceğinden emin olmak istemiştir. Bu bir daha Bahaeddin’in bu posta göz koyduğunu gösteriyor. İşte, Bahaeddin’in Merv’den acele olarak Buhara’ya gelmesinin sebebi, Mevlânâ Arif’den postu tahvil almak olmuştur. Böyle olmayınca, o Muhammed Pârisâ’ya bir kıskanclık duygusu ile geriye dönmüştür. Biz olayların sonrakı gelişiminde bunun böyle olduğunu göreceğiz.

Mevlânâ Arif’in devamçıları Bahaeddin Nakşibend’e değil, Muhammed Pârisâ’ya bağlanmışlardır. Bu olayın ne zaman vuku bulduğunu bilmiyoruz. Fakat, bunun 1370 yılından son-ra, Emir Külal’ın vefatından sonra olduğunu diyebiliriz. Zira, Mevlânâ Arif Emir Külal’ın defnine katılmıştır. Bahaeddin Nakşibend’in Mevlânâ Arif ile yaklaşık 20 yaşından başla-yan 30 yıllık arkadaşlığını dikkate alarsak, o zaman Mevlânâ Arif’in de yaklaşık 1-2 yıldan sonra vefat etttiğini ihtimal ede-biliriz. Yani, bu olayların 1371 veya 1372 yıllarında olduğunu söyleyebiliriz. Fakat, Bahaeddin Nakşibend’in Emir Külal’ın defnine katılması inandırıcı değildir. Zira, bu defin merasimine katılan insanların Bahaeddin ile bir araya gelmesi mümkün de-ğildir. Zaten, Bahaeddin onlarla bir araya gelmekten sakındığı için, Buhara’nı terk etmiştir. Fakat, Mevlânâ Arif’in defnine gizli şekilde katılması mümkün idi. Zira, buraya katılan insan-ların bir çoğu Bahaeddin ile açık ve gizli şekilde işbirliği duru-munda olmuşlardır.

Reşahat eserinde Bahaeddin Nakşibendi’n kendini Mevlânâ Ârif’in varisi gibi sunduğunu ve Muhammed Pârisâ’yı kendine mürid gibi tahkim ettiğini gösteren çelişkiler mevcuttur:

261

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

- Bir taraftan Mevlânâ Ârifin Mehmed Pârisâ’nı kendisinden sonra yolun mürşidi ilan edilmesinden bahsediliyor: “Mevlânâ Ârif, Şâh-ı Nakşibend’e demiş ki: “İşte vakit sona erişti. Ken-di yakınlarıma ve sizinkilere nazar ettim. Bu tarîkate ehliyeti ve yokluk sıfatını en ziyade Hoca Mehmed Pârisâ’da buldum. Tarîkatte elime geçen her mevhibe ve mânayı ona havale ettim ve yakınlarıma ona bağlanmalarını emrettim. Sizin de bu hu-susta yardımınızı esirgemeyeceğinizden emin olmak isterim. Kaldı ki, Mehmed Pârisâ sizin de bağlılarınızdandır.” (Reşahat, 61-62).

- Diğer yandan da Bahaeddin Nakşibend Mevlânâ Ârif’in Muhammed Pârisâ’ya verdiği postu kaspediyor ve ona bek-lemesini emrediyor: “Hoca Muhammed, Hoca Bahaeddin Hazretlerinin ikinci haccında kendilerine yoldaşlık etmişlerdi. Şöyle anlatıyor Hoca Muhammed Pârisâ: “Hoca Bahaeddin Hazretleri Hicaz yolunda hastalandıkları zaman, yakınlarının huzurunda o samimî dilek sahibine hitap edip buyurdular: “Hacegân yolundan bana gelen ve benim ayrıca çalışarak elde ettiğim ne kadar emanet ve feyz varsa hepsini sana bağışladım. Nitekim ahiret kardeşimiz Mevlânâ Arif de bağışlamıştı.” Hi-caz dönüşlerinde o kimseye tekrar tekrar “Neyim varsa aldın!” dediler ve ona inayet nazarlarım günden güne derinleştirdiler. Bir gün de buyurdular: “Mevlânâ Arif onun hakkında ne dediy-se, biz de onu deriz. Ama onun zuhuru bizim vaziyetimize bağ-lıdır. Yani biz ahiret seferine çıktıktan sonra o mâna tecelli ede-cektir.” Hayatlarının sonunda da şöyle dediler: “Bâtınî nispet mânası elbette zuhur edecektir. Ama yolun önünde bir kara taş var. Her şey onun kalkmasına bağlı.” Hoca Hazretlerinin “kara taş” dedikleri, kendi maddî vücutlarıdır: ve sözlerindeki öz, Hoca Muhammed Pârisâ’ya söylediklerine eştir: “Sana bâtını bir mâna zuhur etmesini vaadetmiştik. O mâna zuhur edecektir. Fakat o zuhur bizim ahirete sefer maddî vücudumuzun dünya-dan gitmesine bağlıdır.” (Reşahat, 72).

- Diğer yandan aynı eserde Bahaeddin Nakşibendi’n Hicaz yolunda kendilerine halife olarak Muhammed Pârisâ’yı tayin etmelerinden bahsediliyor: “Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin Hicaz yolunda kendilerine halife olarak Muhammed Pârisâ’yı

262

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

tayin etmeleri ve ölüm döşeğinde aynı meseleye dair sorulan suale: “Hicaz yolunda söylemiştim!” - diye cevap vermelerine rağmen, Alâeddin Attâr’a nasıl olup da biyat edildiği şöyle izah olunabilir.”

Bahaeddin Nakşibend Muhammed Pârisâ ile ilgili ola-rak demiştir: “Mevlana Arif’in onunla ilgili söylediklerini kabul ediyorum. Fakat, söyleneni gerçekleştirmek bize ait-tir.... Hazret Haci (Bahaeddin Nakşibend) Hicaz’a seferinde hastalandı ve kendi taraftarları arasında Muhammed Pârisâ böyle söyledi: “Tarikat hocalarından bize gelen tüm hakikat incilerini ve bizim bu yolda kazandıklarımızı sana veriyoruz, kabul et ve müminlere ilet! Nasıl bir zaman biz bunu Mevlana Arif’den aldık!” Hayatıtı son döneminde de bu sözleri yeniden tekrarladı.”357

Anlaşıldığı gibi, Bahaeddin Nakşibend Mevlânâ Ârif’in Muhammed Pârisâ’ya verdiği postu elinden alıyor ve ona bek-lemesini emrediyor. Muhammed Pârisâ bundan üzülmüş ve kendi itirazını bildirmiştir: “Hoca Muhammed Pârisâ: “Hoca Hazretleri hayatlarının sonunda o samimî dilek sahibi için, huzurlarında değilken “ondan hiç bir defa incimedim. yakınla-rımın her birinden incitici tavırlar belirmiş olabilir, fakat ondan hiçbir zaman belirmedi. Aramızda bir tartışma, çatışma geçmiş ise benim tarafımdan olmuştur. Bâtınım birkaç gün ondan dö-ner gibi olmuştu, sonra tamamiyle ona doğruldu. Daima Hicaz yolunda söylediğim sözün üstündeyim. Şu anda da kudsiyetim-de olsaydı, daha fazlasını söylerdim.” buyurmuşlardır. Ve hasta hallerinde o muhlis kimseyi çok anmışlardır.” (Reşahat, 73).

Mevlânâ Ârif kendisinden sonra postu Muhammed Pâ-risâ’ya bıraktığı için, onun devamçıları Bahaeddin Nakşibend’e değil, Muhammed Pârisâ’ya bağlanmışlardır. Bahaeddin Nakşi-bend ve Muhammed Pârisâ arasında bununla ilgili ortaya çıkan çatışmalar, muhakkak onların devamçılarının da bölünmesine neden olmuştur. Fakat, anlaşılan odur ki, onlar arasında bir an-laşma olmuşdur. Bu nedenle, Muhammed Pârisâ “daima Hicaz yolunda söylediğim sözün üstündeyim” demiştir. Bu anlaşmaya

357 Ebu Muhsin, s. 22.

263

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

göre, Muhammed Pârisâ postu Bahaeddin Nakşibend’e tahvil etmeli ve onun halifesi olarak faaliyet göstermeli, Bahaeddin Nakşibend’in vefatından sonra yeniden eski postuna sahip çık-malı idi. Bu anlaşmaya göre, Mevlânâ Ârif’in devamçılarının Bahaeddin Nakşibend’e bağlanmaları gerekiyordu. Fakat, mü-ridlerin çoğu Mevlânâ Ârif’in vefatı sırasında postu Muham-med Pârisâ’ya bıraktığının şahidi olmuşlardır. Böyle bir durum-da onların Bahaeddin Nakşibend’ bağlanmaları zor idi.

Kaynaklardan anlaşılan odur ki, Mevlânâ Arif kendisinden sonra Abdulhalikiler kurumuna liderliği Mehmed Pârisâ’yı, Emîr Külâl ise oğlu Emir Hamza’yı Hacegan tarikatı postuna tayin ettikten sonra, Bahaeddin Nakşibend’in eli boşa çıktı. Bu nedenle, o, kendi taraftarlarına üveysilik yoluyla Abdülhâlik Gucdevânî’den tarikat yolu aldığını ilan etti. Böylece Hacegan tarikatının içinde üçüncü yol hasil oldu. Birinci Baba Semma-si’den Emîr Külâl’e ötürülen Hacegan silsilesi, ikinci Mevlânâ Arif’e Kışleki’den ve ona da Gucdevânî’nin devamçılarından ötürülen Abdulhalikiler kurumu, üçüncüsü ise Bahaeddin Nakşibend’in üveysilik yoluyla Gucdevânî’den aldığı Nakşi-bendilik yolu idi. Bu yolun Abdulhaliki değil, Nakşibendiyye adlandırılması bu nedenle olmuştur. Bahaeddin Nakşibend’in yolu böyle çizilmiştir: “Hoca Hazretlerini çocukluk yaşlarında oğulluğa kabul etmek Hoca Mehmed Baba Semmâsî’den, ta-rikat edeplerini kendilerine talim etmekte zahirde Hoca Emîr Külâl’dendir. Lâkin hakikatte ve bâtında Hoca Hazretleri «Uveysî»dir; yani ruhaniyet yoluyle terbiye edilenlerden. Ab-dülhâlik Gucdevânî Hazretlerinin ruhaniyetiyle yetişip gelişti-ler.” (Reşahat, 66).... “Şâh-ı Nakşibend Hazretleri, silsilelerini Abdülhâlik Gucdevânî’ye kadar gösterdiler ve bu fakiri zikirde «vukuf-u adedî»: Sayı bilgisine davet ettiler. Ve buyurdular ki: «Ledün ilmi, işte, Hızır’ın Abdülhâlik Gucdevânî Hazretlerine talim ettiği bu bilgidir.” (Reşahat, 85).

Bu nedenle, söyleyebiliriz ki, Bahaeddin Nakşibend Merv’de olduğu zaman Mevlânâ Ârif’in son nefeste olduğu ha-beri alarak çabuk onun yanına gidiyor. Fakat, Mevlânâ Ârif’in postu ona değil, Muhammed Pârisâ’ya verdiğinden dolayı çok üzülüyor. O, Muhammed Pârisâ’yı görevinden ikna ettirmeğe

264

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

çalışıyor ve böylece Mevlânâ Ârif’den gelen yeni bir fırkanın rehberi oluyor. Vefat ettiğinde bu fırkaya rehberliği Muhammed Pârisâ’ya değil, damadı Alâeddin Attâr’a tahvil ediyor. Böyle-ce, Bahaeddin Nakşibendi’den gelen kolun temsilcileri zamanla bu fırkanı Nakşibendiyye adlandırmış ve onun silsilesini Emir Külal’dan Bahaeddin Nakşibend’e ötürülen Hacegan silsilesine bağlamışlardır.

Burada dikkati çeken makamlardan biri de Bahaeddin Nak-şibend’in Muhammed Pârisâ ve bağlılarıyla birlikte Nişapur’a gitmemesi, tekrar Hicaz dönmesi ve oradan da Nişapur’a gitmesidir. Biz bu acayip seferle ilgili artık bahsettik. Fakat, burada Bahaeddin Nakşibend’in Nişapur’a birkaç aydan sonra gitmesidir. Bu sebebi, o zamanlar Nişapur’un Serbedârîler dev-letine ait olmasıyla bağlı olabilirdi. Zira, Bahaeddin Nakşibend bölgede Herat sultanının politikasını gerçekleştiren önemli ve tanınmış birisi olduğu için, onun Nişapur’a gelişi tehlikeli idi. Fakat, onun birkaç aydan sonra Nişapur’a dönmesi, Nişapur’un Herat sultanının eline geçmesiyle bağlı olabilirdi. Tarihi kay-naklar Nişapur’un Herat sultanı II Giyaseddin tarafından 1376 yılında ele geçirildiğini bildiriyorlar. O zaman, Bahaeddin Nak-şibend’in Nişapura gelişi bu yılda gerçekleşmiştir. O, sadece Muhammed Pârisâdan ayrıltıktan sonra Herat gitmiş ve oradan Nişapur’a edilen saldırılara katılmıştır. Bahaeddin Nakşibend sahiden Buhara’ya dönmüş müdür?

Mevlânâ Arif’in 1370 yılında vefat ettiğini söylemek çok zayıf bir ihtimaldır. Zira, Mevlânâ Arif kendisinden sonra pos-tu Hoca Mehmed Pârisâ’ya (749/1348 - 822/1419) aynı yılda, yaklaşık 23 yaşında tahvil etmesi inandırıcı değildir. Fakat, Mevlânâ Arif’in vasiyetinden anlaşıldığı gibi, Mehmed Pârisâ o dönemde Bahaeddin’den yaşca çok küçük olmuş, fakat ilmi yönden ileriye gitmiştir. Mevlânâ Arif bu yüzden Bahaeddin’i kendine varis tayin etmeyebilir. Zira, yukarıda söylenilerden anlaşıldığı gibi, Mevlânâ Arif’in seçimi tasavvuf geleneğindeki ilahi iradeye değil, kendi dünyevi seçimine dayanmıştır. Baha-eddin Nakşibend’in bu olaydan çok üzüldüğünü söyleyebiliriz.

Peki, kaynaklarda Bahaeddin Nakşibend’in iki defa hacc seferinde olduğundan bahsediliyor. Fakat, bu seferler hakkında

265

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

olan çelişkiler, onların gerçek olmasını kuşku altına alıyor. Gö-rünür, müellif elde ettiği malumatları araştırmadan veya farkına varmadan yazıya köçürmüştür. Bahaeddin Nakşibend’in Mu-hammed Pârisâ ile görüşüb konuşmaları hakkında malumatla-rın kaynaklarda geçmesi ve Muhammed Pârisâ’nın Bahaeddin Nakşibend’in sözlerinden kendi eserinde (Risaleyi-Kudsiyye) hatırlaması, onların yakın ilişkilerde olduğunu gösteriyor.

Kaynaklardan anlaşılan odur ki, Bahaeddin Nakşibend bölgedeki devletler arasında devam eden siyasi-ideoloji çe-kişmelerde Herat sultanlığının gerçekleştirdiği radikal sünni-lik idelojisini temsil eden küçük bir grupa rehberlik etmiştir. Emir Timur’un iktidarı döneminde Herat sultanlığı ve onun Müslümanları bölen politikası iflasa uğramıştır. Fakat, bu po-litikanı bölgede temsil eden gruplar bölgenin dağlık yerlerine çekilmiş ve gizli faaliyette bulunmuşlardır. Böyle gruplardan birisi de Bahaeddin Nakşibend’in genc yaşlarından katıldığı ve sonradan onlara rehberlik ettiği grup olmuştur. Böylece, onun yanında bulunan taraftarları sonralar bu tarikatın devamçıları olmuş ve onun gelişmesi için çeşitli silsileler ve menkıbeler uydurmuşlardır. Şeybaniler döneminde bölgede siyasi duru-mun değişmesi sonucu, Bahaeddin Nakşibend’in devamçıları feallaşmış ve Şeybaniler arasında etki sahibi olmuşlardır. İşte, Şeybaniler kendi çıkarları için bu grupun siyasi-ideoloji yolunu desteklemiş ve böylece, Nakşibendiyye adıyla tanınan bir tari-kat ortaya çıkarak genişlenmiştir.

Bahaeddin Nakşibend’in vefatı

Bahaeddin Nakşibend’in hayatının son yılları ile ilgili kısa bilgiler Reşahat eserinde mevcuttur:

“Buhara’da Şeyh Nureddin Halveti isimli bir zat vefat edi-yor. Hoca Bahaeddin Hazretleri de tâziyete gidenler arasında. Vefat edenin ev halkı ve bazı tâziyetçiler yüksek sesle ağlaya-rak çığlık koparıyorlar. Bazıları da bu hali çirkin görüp önleme-ye çalışıyorlar, o zaman Hoca Hazretleri diyor ki: “Benim öm-rüm de sonuna erip dünyadan göç zamanı gelince, dervişlere, ölmek nasıl olur, öğretirim.”

266

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Bu hâdiseyi anlatan Mevlânâ Miskin şöyle devam ediyor: “Bu söz hatırımdan hiç çıkmadı. Tâ Hoca Hazretlerinin ölüm hastalıklarına kadar. Hoca Hazretleri o zaman bir kervansaray hücresine çekildiler ve son demlerine kadar orada kaldılar. Ya-kınları ve bağlıları her gün ziyaretlerine gelirlerdi. Onlardan her birine ayrı şefkat ve iltifat gösterirlerdi. Son nefeste ellerini duaya kaldırıp uzun zaman beklediler. Sonra ellerini yüzlerine sürüp dünyadan göçtüler.

Hoca Alâeddin Gucdevânî anlatıyor: “Son hastalığında Hoca Hazretlerinin yanındaydım, ölüm halindeydiler. Beni görünce «Alâ, hemen sofrayı getir ve yemek ye!» diye emir buyurdu-lar. Bana «Alâ» diye hitap ederlerdi. Ben de emirlerine uymak için yemeği getirip iki üç lokma aldım. O halde ve o manzara karşısında nasıl yemek yiyebilirdim. Sofrayı kaldırdım. Hemen gözlerini açıp sofrayı kaldırdığımı gördüler ve tekrar yemek yememi emrettiler. Bu vaziyet böylece dört defa tekrarlandı. O sırada müridlerin kafasını meşgul eden tek mesele, Hoca Haz-retlerinin kendilerinden sonra müridleri terbiye işini kime hava-le edecekleriydi. Hoca Hazretleri herkesin içinden geçirdiği bu suali cevaplandırdılar: “Böyle bir zamanda bana niçin sıkıntı veriyorsunuz? istediğiniz şey benim elimde değildir, Allah’ın hükmündedir. Allah sizi istediğiniz şeyle şereflendirmek dile-yince emrini de verir.”

Hoca Hazretlerinin hizmetlerine bakan yakınlarından Hoca Ali Damad: “Son marazlarında bana mübarek kabirlerini kaz-mak emrini verdiler. Emirlerini yerine getirdikten sonra huzur-larına geldim ve içimden, kendilerinden sonra kime sarılıp tutu-nacağımızı düşünmeğe başladım. Birden bire başlarını kaldırıp buyurdular: «Söz odur ki, Hicaz yolunda söylemiştim. Her kim bizi istiyorsa Hoca Mehmed Pârisâ’ya nazar etsin!” Ve böyle dediklerinin ikinci günü beka âlemine göçtüler.”

Alâeddin Attar Hazretleri: “Hoca Hazretlerinin intikalleri sı-rasında Yasin okumaktaydık. Surenin yarısına geldiğimiz zaman nur zuhur etmeğe başladı. Tevhid, Kelimesiyle meşgul bulunu-yorlarken nefesleri kesildi, intikalleri, tam 73 yılı doldurup 74 üncü seneye ayak bastıkları demlerdir. Vefat tarihleri 791 hicrî yılının 3 Rebiülevvel pazartesi gecesidir.” (Reşahat 68-69).

267

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Verilen bilgilere göre, Bahaeddin Nakşibend Buhara’da Şeyh Nureddin Halveti isimli bir zatın matem merasimine ka-tılmak için Buhara’ya geliyor ve karvansarayların birinde oda kiralıyor. O, bu odada yerleştiği sürede hastalanıyor ve birkaç günden sonra 791/1389 yılında vefat ediyor. Bu bilgi, Bahaed-din Nakşibend’in ömrünün son günlerine kadar Buhara’da otur-madığını bir daha kanıtlıyor. O, Buhara’da oturmuş olsaydı, karvansarayda değil, kendi evinde vefat ederdi. Biz artık onun kendi evinin ve ailesinin Buhara’da değil, Serahs’da olduğunu ortaya koyduk.

791/1389 yılında Emir Timur yanlız Maverünnehir değil, dünyanın birçok bölgelerine hükümdarlık ediyordu. Bir zaman düşmanlarının sığıncağına çevrilen Herat sultanlığı artık mev-cut değildir. Emir Timur’un düşmanları yanlız Bedahşan gibi dağlık bölgelerde gizlenebilirdiler. Oysa, onun düşmanlarının başkent Semerkant’tan birkaş kilometre aralıda bulunan Buha-ra’ya toplanmalarını düşünmek akıl karı değildir. Zira, Emir Ti-mur heybetli ve çok sert birisi olduğu için, aynı zamanda güclü istihbaratı olan bir devlet yapısına sahib olduğu için, düşman-ları onun isminin seslendiği yerden koşmuşlardır. Bu nedenle, 791/1389 yılında Bahaeddin Nakşibend’in Buhara’ya gelerek bir matem merasimine katılması zor idi. Bu farziyyenin doğ-ru olduğunu gösteren delillerden biri odur ki, Buhara’da onu bekleyen ve onu özleyen kimse kalmamıştır. Aksi takdirde, o, karvansarayda değil, yakınlarının birisinin evinde konaklaya-bilirdi. Zira, onun yakınları Buhara’yı çoktan terk etmişlerdir. Fakat, kaynakta onun etrafında yakınlarının toplanmasından ve onu ziyaret etmelerinden bahsediliyor. O zaman, neden bu yakınlar veya müridler kendi mürşidlerini evlerinde değil, gü-vence bakımından daha tehlikeli olan karvansarayda yerleştir-mişlerdir? İşte, bu sorular Bahaeddin Nakşibend’in Buhara’ya gelmesini kuşku altında bırakıyor. Bu nedenle, ben Bahaeddin Nakşibend’in Buhara’da değil, Emir Timur’un etkisinin zayıf olduğu dağlık bölgelerden birinde vefat ettiğini ihtimal ediyo-rum. Zira, böyle bir yerde onun taraftarları bir araya gelmiş ve Bahaeddin Nakşibend’i son menzile yola salmışlardır. Aksi tak-dirde, Bahaeddin Nakşibend’in taraftarları bir araya gelemez ve

268

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

onun matem merasimine katılamazlardır. Bizim bu iddiamızı Reşahat eserinden getirdiğimiz bilgi de

tasdik ediyor: “Yakup Çerhî Hazretleri vakit hakkındaki bu hikmetleri dile getirdikten sonra devam ediyor: “...Nice zaman hizmetlerinde bulundum ve bana Buhara’da sefer etmeğe icazet verdikleri güne kadar yanlarından ayrılmadım. Sefere çıkaca-ğım zaman «Sana, tarikat edebi ve hakikat sırrı olarak bizden ne erişse, Allah’ın kullarına götür ve saadetlerini sağlamaya çalış!» Hoca Bahaeddin Hazretleri, bize Hoca Alâeddin Attâr ile sohbet etmemizi emretmişlerdi. Hoca Hazretlerinin vefat-larından sonra, ben, uzun müddet Bedehşan’da kaldım. “Hoca Alâeddin ise Cığaniyân’da bulunuyorlardı. Bana bir mektup gönderip Hoca Hazretlerinin vasiyetlerini hatırlattılar ve bir arada olmak hususunda ne düşündüğümü sordular. Hemen Alâeddin Attâr Hazretlerinin bulundukları yere gittim ve ahire-te intikallerine kadar yanlarında kaldım. Vefatlarından üç gün sonra da memleketime döndüm.” (Reş, 85).358

Bahaeddin Nakşibend’in müridlerinden olan Yakup Çerhî “Hoca Hazretlerinin vefatlarından sonra, ben, uzun müddet Be-dehşan’da kaldım” – demesi, Bahaeddin Nakşibend’in dağlık bölge olan Bedehşan’da vefat ettiğini göstermiyor mudur?

Bugün Bahaeddin Nakşibend’in kabri Buhara’dan yakla-şık 10 km aralıda bulunan Kagan bölgesinin “Kasri Arifan” köyündedir. Kabre giden yol eski Buhara’nın doğusundaki Nevbehar kapısından (şimdiki Mezar) başlıyor. Eski Buhara halkının Budist kısmı bu kapıdan çıkarak 1 066,8 metre aralıda yerleşen Hindevan köyündeki Budist mabedine üz tutmuş ve aynı yolla geri dönmüşlerdir. Bugün aynı kapının yeri arkeoloji araştırmalar sonucu belirlenmiş ve “Mezar 42” adlandırılmıştır. Bugün aynen Buhara halkı eskiden olduğu gibi, aynı yolla eski

358 Bu bilgi aynen Nefahat eserinde de tasdik ediliyor: “Sonra Bedehşan vilayetine gittim. Hoca Alâeddin, Hoca Bahauddin vefat ettikten sonra Çeğaniyân’a geldiler. Oraya yerleştiler. Daha sonra bana bir adam gönderdiler. Hz. Hoca buyurmuşlardır ki bizim sohbetimizde olsan gerektir. Onların huzuruna vardım. Yaşadıkları sürece sohbetlerinde bulundum. Cenabı Mahdum-irşat meabı Hoca Nasirüddin Ubeydullah onların sohbetine erişmişlerdir. Şöyle buyurmuşlardır: Herat’taydım. İçime Mevlana Yakup Hazretlerinin huzuruna varma arzusu düştü. Çağaniyan vilayetine yöneldik. Birçok mihnet ve meşakkatle oraya vardım.” (Nefahat, s. 525).

269

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

mabedin yerinde bulunan Behaeddin Nakşibend’in ziyaretga-hını ziyaret ediyorlar. Fakat, bugün aynı mabedin yerinde eski Budist mabedi değil, Behaeddin Nakşibend’in ziyaretgahı bu-lunuyor.359 İşte, bununla ilgili olarak Kasr-ı Hindevân sonralar Kasr-ı Ârifân adlandırılmıştır.

Bahaeddin Nakşibend’in kabri etrafındaki geniş mezarlıkta ilk kabirler onun soyundan olanlara ve taraftarlarına aittir. İkin-ci döneme ait olan kabirler Şeybani ve Aştarhanilere, sonrakı dönemlere ise Buhara’nın devlet adamlarının kabirleri aittir.360 Fakat, buradaki kabirler kendi biçimine göre çok ilginçtir. Burada eski kabirlerin üzerine toprak ilave edilmiş ve yeni cesedler taş kabirlerde bu toprağa gömülmüştür. Kabirlerin yıkılmaması için büyük ve küçük ölçülerde taş dörtgenler inşa edilmiştir. Onlar halk arasında “dahma” gibi tanınıyor. Burada “Dahma-i Şahan” ismiyle tanınan kabirler Şeybani (Abdulla han II, İmam-kuli han) ve Aştarhanilere (Subhan-kuli han, Ubeydullah han) aittir. 361

Biz bu tür kabirlere Orta Asya’nın eski mecusi ve buddist kabirlerinde rastlıyoruz. Aslında, mecusiler cesedi “dahma” isimli bir dikili üzerine koyarak, onu guzğunlara yem etmiş ve sonradan onun etden temizlenmiş kemiklerini taş mezara yer-leştirerek toprağa gömmüşlerdir. Biz, büyük ve küçük ölçülerde taş dörtgenlerden oluşan mezarlıklara Hindistan topraklarında da rastlıyoruz. Bunlar bir daha bu tür kabirlerin ve mezarlıkla-rın İslam dininden önceki eski geleneğe ait olduğunu ve Buhara insanlarının da bu geleneğe geleneksel olarak bağlandıklarını düşünüyoruz.

Bahaeddin Nakşibend’in gerçek hayat tarihçesi

Biz Bahaeddin Nakşibend’in hayatını ilk Nakşibendi kay-naklarına dayanarak araştırdığımızda, şimdiye kadar sunulan-lardan çok farklı bir biyografi meydana çıktı. Araştırmanın

359 Bartold V.V. Orta Asya, s. 477-478.360 Nekrasova, c. 1. s. 301–305.361 Gordlevskiy, s. 369–386.

270

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

sonucu olarak bu biyografinin özetini sizlere sunuyoruz. Bahaeddin Nakşibend Muhammed b. Muhammed el-Buharî

718/1318 yılında Buhara’dan l fersah aralıda bulunan Kasr-ı Hinduvan köyünde, hind asıllı Müslüman bir ailede doğmuştur (Reş, 49).362 Çocukluk yaşlarından eğitim almadan babasının yanında nakış sanatı ile, özellikle kumaş üzerine nakış yapmak-la veya nakışlı kumaşlar dokumakla uğraşmıştır.363

18-19 yaşlarında (1336-1337 yıllarında) evlenmiştir.364 Bu yaştan itibaren Hacegan tarikatının mürşidi Emir Külal ile ta-nışmış ve onun dergahına ayak açmıştır.365 O, aynı zamanda Buhara’nın Dikgerani köyündeki sessiz zikri tebliğ eden ve Abdulhalikilerden olan Mevlana Arif’in sohbetlerine katılmıştır (Reş, 67-68, 59-61). Emir Külal ve onun müridleri bu fırkanı ve onun uyguladığı sessiz zikri bidat ilan etmişlerdir. Baha-eddin Nakşibend hem Mevlana Arif’in, hem de Emir Külal’ın dergahını ziyaret etmiştir. O, Emir Külal dergahında sesli zikre karşı çıkarak, sessiz zikri savunmuştur. Bu nedenle, Emir Külal ve onun müridleri onun dergahdan uzaklaşmasını istemişlerdir. Sonuçta, Bahaeddin Nakşibend Emir Külal tarafından resmen dergahdan kovulduktan sonra yedi yıl Mevlana Arif’e sığın-mıştır (Reş, 60-61, 67-68).366 Mevlana Arif’e sığındığı ve onun dergahını ziyaret ettiği sırada, aynı zamanda Türk asıllı Şeyh Kuşem ve sonra Halil Ata ile tanışmış ve paralel olarak Halil Ata’nın sohbetlerine katılmıştır.

Bahaeddin Nakşibend, Halil Ata’ya hem iktidar olmadan 6 yıl önce, hem de iktidarı döneminde 6 yıl hizmet etmiştir. Yani onunla 12 yıl birlikte olmuştur (Reş, 67-68). O, yaklaşık 18-24 yaşlarında (1336-1341 yıllarında) hem Mevlana Arif’in, hem de Halil Ata’nın sohbetlerine katılmıştır. 741 yılında Ha-lil Ata Maveraünnehir padişahı oldu ve yanındaki müridlerini

362 Bartold V.V. Orta Asya, s. 477-478; Baburname s. 60, 63; Masson M.E. Senet 10, satır 214.363 Ebu Muhsin, s. 7.364 Ebu Muhsin, s. 5-6.365Ebu Muhsin, s. 9-11.366 Ebu Muhsin Muhammed “Hoca Bahaeddin Nakşibendin makamları” eserinde (s. 29-30, 122-123) aynı şeyi tasdik ediyor. Şihabeddin bin Emir, s. 122-123.

271

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

görevlendirdi. O zaman, Bahaeddin Nakşibend 24-30 yaşına kadar, yani 1341-1347 yıllarında Mevlana Arif’in yanından uzaklaşarak Halil hanın yanında cellatlık görevini yaptı367 ve onun en yakın, sadık sırdaşı oldu.368 Fakat, Halil hanın zülme dayanan padişahlığı uzun sürmedi ve 1347 yılında son buldu. Bu zaman Bahaeddin Nakşibend’in 30 yaşı vardı. Halil hanın ve onun yakın taraftarlarının halka yönelik kaddar eylemlerine isyan eden halk ve halk isyanına rehberlik eden Emir Kazagan, onların sınırdışı edilmesini istedi. Zira, halk arasında Halil ha-nın yakın taraftarlarına, ve onların içinde bulunan Bahaeddin Nakşibend’e munasebet iyi olmamıştır. Bahaeddin Nakşibend söylemiştir: “Evveller “götü” adlandırılmaktan korkuyorduk-sa, şimdi “götü” adlandırıldığımız için korkmuyoruz.”369 Bu nedenle, o, Halil hanın yakın taraftarları ile birge Maveraünne-hir’i terk etmek zorunda kalmış ve Merv, Serahs ve Herat gibi yerlere sığınmışlardır.370 Bahaeddin Nakşibend’in ailesi ile Se-rahs’a sığınmasını tasdik eden deliller mevcuttur.371

Bahaeddin Nakşibend Buhara’yı terk etmek zorunda kalan ve Halil han taraftarlarından oluşan grupların bir bölümüne muhacirette rehberlik etmiş ve Maveraünnehir’deki gizli taraf-tarları (Mevlana Arif’in müridleri) ile işbirliği yapmıştır (Reş, 61-62). Bu gruplar, İslam dinini kendi nefsani çıkarları yolunda kullanarak sünni-şii karşıdurmasını kışkırtan ve İslam dininden uzak bir insan olan, içki içen, haramlara baş vuran, binlerce Müslümanı katleden Herat sultanı Emir Hüseyin’in Maveraün-nehir hükümdarı Emir Kazagan’a ve Serbedariler devletine kar-şı kullandığı harbi-siyasi araçlardan biri olmuştur.372 Bahaeddin Nakşibend’in Herat sultanı Malik Hüseyin ile ilişkiler kurduğu-

367 Mevlana Şihabeddin “Agah Seyyidi Emir Külal” s. 33-34; Muhammed Buhari “Enisub Talibin” s. 181; Necdet Tosun. Bahâeddin Nakşbend. s 214; Şihabeddin bin Emir, s. 92-93; Bu olayı olduğu gibi anlatan diğer kaynak: Ebu Muhsin Muhammed s. 7-8.368 Aynı zamanda, Ebu Muhsin Muhammed, s. 7-8. Nefahat, 506-507.369 Ebu Muhsin, s. 92, 9.370 Şihabeddin bin Emir, s. 148-149; Reşahat, 61-62; Ebu Muhsin Muhammed, s. 38-39, 103.371 Ebu Muhsin, s. 84, 119. 372 İbn Battuta, 34.

272

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

nu kanıtlayan deliller mevcuttur.373 Halil hanın ölümünden (1347) sonra Bahaeddin Nakşi-

bend’in nerede olması veya ne yapması ile ilgili olarak kaynak-larda bir sessizlik vardır. Yanlız Emir Külal’ın veya Mevlana Arif’in vefatı sırasında (1370) Bahaeddin Nakşibend’in ismine yeniden rastlıyoruz. Yani, 1347-1370 yılları arasında 23 yıllık bir dönem vardır. Bu dönem, Bahaeddin Nakşibend’in yaklaşık 30 yaşından 50 yaşına kadar olan çok önemli bir yaş dönemi-ni kapsıyor. Yaklaşık 20 yıllık bir dönemde ve ondan sonrakı yıllarda Bahaeddin Nakşibend muhacirette bulunan ve radikal sünnilik ideolojisi ile donatılan küçük bir grupa liderlik etmiş-tir. O, Maveraünnehir’deki taraftarları ile Merv ve Herat’ta buluşmuştur.

1358 yılında Emir Kazagan bir komplo sonucu öldürülüyor ve Maveraünnehir bir devlet olarak bölünüyor. İktidar onun oğlu Abdullah’a geçiyor. Bu dönemde 40 yaşında olan Bahaed-din Nakşibend Buhara’ya dönmek istiyor ve bundan haber alan Abdullah onu habis etmeğe çalışıyor.374 Bu nedenle, Bahaeddin Nakşibend yeniden Maveraünnehir’i terk etmek zorunda kalı-yor.

1360 yıllarından başlayarak bölgede Emir Timur’un eğe-menliği artıyor. Emir Timur, Emir Kazagan’ı kendisinin babası ve onun yolunun devamçısı gibi nitelendiriyor,375 kendisini Emir Külal’ın ve onun müridlerinden olan Şemseddin Külal’ın talebesi olarak görüyor376 ve aynı zamanda Müslümanları sün-ni-şii ayırımı yapmadan Ehl-i Beyt temelinde bir araya getirme-ğe çalışıyor377 ve onun bu politikasına karşı olanlarla savaşıyor. Böyle bir durumda Bahaeddin Nakşibend’in Maveraünnehir’e, özellille Buhara’ya dönmesi mümkün görünmüyor. Zira, artık kaynaklara dayanarak bahsettimiz gibi, Bahaeddin Nakşibend Semerkant’ta ayaklanan Serbedârîler harekatının liderleri, Emir Külal’ın müridleri ve aynı zamanda Emir Timur için arzuolun-373 Ebu Muhsin, s. 119, 43-44. Nefahat, 511.374 Ebu Muhsin, s. 122-123.375 Malfuzat-i Timuri, s.35. 376 Malfuzat-i Timuri, s.33-34, Şihabeddin bin Emir, s. 83-84, 86, 88-89.377 Malfuzat-i Timuri, s.23, 27-28.

273

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

maz şahıs idi. Buhara’da ve Maverünnehir’in birkaç yerlerin-de Bahaeddin Nakşibend’i kabul edememişlerdir. Bahaeddin Nakşibend Şeyh Şemseddin Külal,378 Emir Külal’ın oğlu Emir Burhan,379 İmam Ebubekr Fazl ve onun oğulları,380 aynı zaman-da diğer ülema ve şeyhlerle çekişme durumunda olmuştur.

Kaynaklarda Bahaeddin Nakşibend’in iki kez hac seferinde olduğu bildirilse de, araştırmalar sonucu malum oldu ki, o, hiç-bir hac ziyaretinde olmamıştır.

Bahaeddin Nakşibend ile Muhammed Pârisâ arasında bir rahatsızlık yaşanmıştır (Reş, 73). Bahaeddin Nakşibend, Mev-lana Arifin Muhammed Pârisâ’ya bıraktığı posta sahip çıkmış ve kendi aralarında bir anlaşma yapmışlardır.381 Bu anlaşmaya göre, genc olan Muhammed Pârisâ postu Bahaeddin Nakşi-bend’den sonra devr almalıydı. Fakat, o, kendisinden sonra postu damadı Alâeddin Attar’a bırakmıştır.

Bahaeddin Nakşibend ne Emir Külal’dan, ne de Mevlana Arif’den silsileni devam ettirmek için icazet alamadığından, kendine has bir yol icad etmiştir: “Hoca Hazretlerini çocukluk yaşlarında oğulluğa kabul etmek Hoca Mehmed Baba Sem-mâsî’den, tarikat edeplerini kendilerine talim etmekte zahirde Hoca Emîr Külâl’dendir. Lâkin hakikatte ve bâtında Hoca Haz-retleri «Uveysî»dir; yani ruhaniyet yoluyle terbiye edilenler-den. Abdülhâlik Gucdevânî Hazretlerinin ruhaniyetiyle yetişip geliştiler.” (Reş, 66).

791/1389 yılında Emir Timur yanlız Maverünnehir değil, dünyanın birçok bölgelerine hükümdarlık ediyordu. Bir zaman düşmanlarının sığınacağına çevrilen Herat sultanlığı artık mev-cut değildir. Emir Timur’un düşmanları yanlız Bedahşan gibi dağlık bölgelerde gizlenebilirdiler.

Verilen bilgilere göre, Bahaeddin Nakşibend Buhara’da bir zatın matem merasimine katılmak için Buhara’ya geliyor ve karvansarayların birinde oda kiralıyor. O, bu odada yerleştiği

378 Ebu Muhsin, s. 88-89.379 Ebu Muhsin, s. 109-110.380 Ebu Muhsin, s. 90-91.381 Ebu Muhsin, s. 22; Reşahat, 61-62.

274

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

sürede hastalanıyor ve birkaç günden sonra 791/1389 yılında vefat ediyor. (Reşahat 68-69). Bu bilgi, Bahaeddin Nakşi-bend’in ömrünün son günlerine kadar Buhara’da oturmadığını bir daha kanıtlıyor. O, Buhara’da oturmuş olsaydı, karvansa-rayda değil, kendi evinde vefat ederdi. O zaman, Bahaeddin Nakşibend’in Buhara’da değil, dağlık bölgelerden birinde vefat ettiğini söyleyebiliriz. Zira, onun yakın taraftarlarından olan Yakup Çerhî’nin “Hoca Hazretlerinin vefatlarından sonra, ben, uzun müddet Bedehşan’da kaldım.” (Reş, 85) – demesi, onun Bedehşan’da toprağa gömülmesi hakkında düşünmeğe vadar ediyor. Doğrusunu bilen Allah’dır (c.c)!

3. BÖLÜM

Bahaeddin Nakşibend'inDevamcıları

277

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Bahâeddin Nakşibend vefat edince yerine kimi bırakmıştır?

Bu soruyu net cevaplandırmak zordur. Zira, kaynaklarda Bahâeddin Nakşibend’in bir yerde postu Alâeddin Attâr’a, di-ger yerde ise Muhammed Pârisâ’ya bıraktığı bildiriliyor:

Hoca Alâeddin Gucdevânî anlatıyor: “..O sırada müridlerin kafasını meşgul eden tek mesele, Hoca Hazretlerinin kendile-rinden sonra müridleri terbiye işini kime havale edecekleriydi. Hoca Hazretleri herkesin içinden geçirdiği bu suali cevaplan-dırdılar: “Böyle bir zamanda bana niçin sıkıntı veriyorsunuz? istediğiniz şey benim elimde değildir, Allah’ın hükmündedir. Allah sizi istediğiniz şeyle şereflendirmek dileyince emrini de verir.”

“Hoca Bahaeddin bahsinde kaydedildiği gibi, ilâhî risale ermek üzere bulundukları demlerde, yakınları, Hoca Hazret-lerinin irşad makamım kime bırakacakları üzerinde kaygılı bir sükûte varmışlardı. Hoca Hazretleri bu sükûtun dilini çözmüş-ler ve: “Böyle bir anda bana niçin sıkıntı veriyorsunuz, demiş-lerdi; irşâd makamına halife tayini benim elimde değildir. Hük-medici, Allah’tır. Sizi böyle bir nimete şereflendirmek dileyince gereğini bildirir. Bu kelâm da şahittir ki, hilâfet ve niyabet, va-siyetle sınırlı değildir. Hilâfet dâvasının bu şartlara sığdırılması imkânsız, daha birçok incelikleri vardır.” (Reş, 101-102)

Hoca Hazretlerinin hizmetlerine bakan yakınlarından Hoca

278

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Ali Damad: “..Huzurlarına geldim ve içimden, kendilerinden sonra kime sarılıp tutunacağımızı düşünmeğe başladım. Birden bire başlarını kaldırıp buyurdular: «Söz odur ki, Hicaz yolunda söylemiştim. Her kim bizi istiyorsa Hoca Muhammed Pârisâ’ya nazar etsin!” Ve böyle dediklerinin ikinci günü beka âlemine göçtüler.” (Reşahat 68-69).

“Yakup Çerhî Hazretleri vakit hakkındaki bu hikmetleri dile getirdikten sonra devam ediyor: “...Hoca Bahaeddin Hazretleri, bize Hoca Alâeddin Attâr ile sohbet etmemizi emretmişlerdi. Hoca Hazretlerinin vefatlarından sonra, ben, uzun müddet Bedehşan’da kaldım. “Hoca Alâeddin ise Cığaniyân’da bu-lunuyorlardı. Bana bir mektup gönderip Hoca Hazretlerinin vasiyetlerini hatırlattılar ve bir arada olmak hususunda ne dü-şündüğümü sordular. Hemen Alâeddin Attâr Hazretlerinin bu-lundukları yere gittim ve ahirete intikallerine kadar yanlarında kaldım. Vefatlarından üç gün sonra da memleketime döndüm.” (Reşahat, 85).

Anlaşıldığı gibi, Bahâeddin Nakşibend postu daha önceden Muhammed Pârisâ’ya bırakması ile ilgili söz vermiş ve onlar arasında bir anlaşma yapılmıştır. Hatırlarsak, Mevlana Arif kendisinden sonra postu Muhammed Pârisâ’ya bıraktığında, Bahâeddin Nakşibend ile Muhammed Pârisâ arasında rahatsız-lık yaşanmıştır. Hatta, Muhammed Pârisâ böyle bir durumun meydana çıktığını itiraf etmiştir. Bahâeddin Nakşibend onunla yaptığı anlaşmaya göre, kendisi Mevlana Arif’in devamçısı olarak posta sahip çıkmalı ve kendisinden sonra onu Muham-med Pârisâ’ya bırakmalıydı. Bu nedenle, Bahâeddin Nakşibend vefatı sırasında postu Muhammed Pârisâ’ya bırakmıştır. Fakat, aynı Reşahat eserinde buna zıt olarak Bahâeddin Nakşibend’in postu Alâeddin Attâr’a bıraktığı söyleniliyor.

Bahâeddin Nakşibend’in vefatından sonra taraftarları ara-sında bir çaşkınlığın olduğu ortadadır. Reşahat eserinde bu durumu anlatan bir bilgi vardır: “Mevlânâ Şems’e dimağı bir hastalık musallat oluyor. Kalkıp dayısına gidiyor ve halini bil-diriyor. Aldığı cevap: “Mevlânâ Attâr Hazretlerine git ve halini arzet! Şenin için Hoca Hazretlerine baş vurup şefaat etmelerini niyaz et! Belki merhamet eder de günahını bağışlatır.” Mevlânâ

279

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Şemsüddin, Alâeddin Attâr hazretlerine gitmeyip Muhammed Pârisâ hazretlerine varmayı tercih ediyor. Muhammed Pârisâ hazretleri: “Senin derdin bizim tarafımızdan şifaya kavuştu-rulamaz, diyor; senin baş vuracağın yer Alâeddin Attâr’ın ka-pısıdır.” Yine gitmiyor. Dayısının yanına gelip olanları hikâye ediyor. Dayısı: “Ben sana Alâeddin Attâr Hazretlerine git de-medim mi, diyor; başka yol kalmamıştır sana.” (Reş, 96-97)

Anlaşıldığı üzere, Bahâeddin Nakşibend kendisinden sonra postu damadı Alâeddin Attâr’a bırakması ile ilgili kendi ta-raftarları arasında söz açmıştır. Bu nedenle, onun taraftarları çoğunlukla Muhammed Pârisâ’ya değil, Alâeddin Attâr’a bağ-lanmışlardır: “Hoca Ubeydullah Taşkendî rivayetine göre Hoca Muhammed Pârisâ Hazretlerinde kendinden gaip olma hali çok vâki iken, Alâeddin Attâr Hazretlerinde şuur ve kendilerine ma-likiyet hali galip imiş. Yüksek hakikat ehli de, şuur ve kendinde olma hâlini, manevî sarhoşluk ve kendim kaybetme hâlinden üstün tutmuşlardır. Hoca Bahaeddin Hazretlerinin vefatlarından sonra bütün yakınları hattâ Muhammed Pârisâ Hazretleri bile Hoca Alâeddin Attâr’a biyat etmişlerdir. Şâh-ı Nakşibend Haz-retlerinin Hicaz yolunda kendilerine halife olarak Muhammed Pârisâ’yı tayin etmeleri ve ölüm döşeğinde aynı meseleye dair sorulan suale: “Hicaz yolunda söylemiştim!” diye cevap ver-melerine rağmen, Alâeddin Attâr’a nasıl olup da biyat edildiği şöyle izah olunabilir: Bazı dervişler «Sahib-i zuhur» dedikleri anî belişip hassasına maliktir. Hoca Alâeddin Hazretleri de on-lardandır.” (Reş, 101)

Bahâeddin Nakşibend kendisinden sonra postu damadı Alâeddin Attâr’a bırakması ile Mevlana Arif’ten gelen silsi-leni devam ettirmek değil, üveysilik yoluyla oluşan ve kendi ismiyle bağlanan bir tarikatın kurulmasını amaclamıştır. Aynı zamanda Mevlana Arif’in müridleri Bahâeddin Nakşibend’e değil, daha çok Muhammed Pârisâ’ya bağlanmışlardır. Hatır-larsak, Mevlana Arif Bahâeddin Nakşibend ile vedalaştığında, kendi taraftarlarını, onun taraftarlarından farklı kılmıştır. Bu nedenle, Bahâeddin Nakşibend Mevlana Arif’ten gelen silsile-de yer alamazdı. O, bu sebepten postu damadı Alâeddin Attâr’a bırakmıştır. Sonralar Nakşibendiler, Bahâeddin Nakşibend’in

280

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

bu seçimini bir taraftan ilahi iradeye bağlamış, diğer taraftan Alâeddin Attâr’ın üstün özelliklerine bağlamışlar. Aslında, bu-rada bir çelişki vardır.

Alâeddin Attâr Bahaeddin Nakşibend’in vefatından 10 yıl sonra vefat etti: “Hoca Alâeddin Attâr Hazretlerinin son günle-ri… ve hastalıkları esnasında yakınlarına dediler: “Merasim ve âdetleri bir kenara bırakınız! Halkın âdeti neyse aksini yapınız! Birbirine uyunuz! Allah Resûlu’nun gelişi insanların merasim ve âdetlerini bıraktırmak içindi. Birbirinize sığınınız ve her biriniz kendinizi nefyedip başkasını doğrulayınız! Her işte yo-lunuz ölçülere bağlılık olsun! Ölçüleri yerine getirmek azmin-den dönmeyiniz! Sohbet en büyük sünnetlerdendir; bu sünnete riayet edip umumî ve hususî şekilde ona devam ediniz! Eğer bu yolda istikamet gösterirseniz tek nefeste veriminiz, benim bir ömür boyunca kazancım kadar olur. Hâlinizin daima yükselişte olması lâzımdır. Vasiyetlerimi çiğneyecek olursanız perişan olursunuz!’ (Reş, 116)

“Hastalıkları ziyade baş ve bel ağrılariyle başlıyor. Hicri 802 inci yılın (m. 1400) 2 Recep perşembe günü yatağa girip 20 inci çarşamba gecesi namazından sonra beka âlemine göçüyor-lar. Mübarek kabirleri Neçıganiyan köyünde.” (Reş, 117)

Muhammed Pârsâ da dahil olmak üzere Bahâeddin Nak-şibend’in tüm müridleri Alâeddin Attâr’a biat ettiler. Attâr’a, Bahâeddin Nakşibend’in sözle rini ve menkıbelerini toplayan “Makamât-ı Bahâ’eddîn Nakşibend” adlı bir eser atfedilmek-tedir. Muhammed Pârsâ’nın Attâr’ın sohbet meclislerinde kay dettiği konuşmalardan bir kısmı, yirmi yedi parça halinde Reşehât’ta nakledil miştir.382 Alâeddin Attâr vefat etmeden önce her biri belli bir bölgeden sorumlu on halife tayin etti. Bu ha-lifeler Bahâeddin Nakşibend’in talimini çeşitli bölgelerde yay-mak, taraftarlarının sayını artırmak ve bölgeni yöneten hüküm-darları etkileri altına almak görevini taşıyorlardır. Biz bunu, sonrakı yıllarda halifelerinin faaliyetlerinde görüyoruz.

382 Hamid Algar, s. 319-320.

281

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Nakşibendiyye’nin ilk temsilçileri

Kaynakların sunduğu bilgilerden anlaşıldığı gibi, Bahâeddin Nakşibend’in vefatından sonra onun devamçılarının bir kısmı Alâeddin Attâr’a, diğer bir kısmı ise Muhammed Pârsâ’ya bağ-lanmışlardır. Aslında, Muhammed Pârsâ’ya bağlananların çoğu, Bahâeddin Nakşibendi tarikat şeyhi olarak kabul etmemişler-dir. Zira, onlar Mevlana Arif’in postu Bahâeddin Nakşibende değil, Muhammed Pârsâ’ya bıraktığına şahit olmuşlardır. Bir zamanlar Bahâeddin Nakşibend ile Muhammed Pârsa arasında yaşanan rahatsızlıklar, onların farklı gruplarda temsil olunan taraftarlarına da etki sağlamıştır. Bahâeddin Nakşibend’in gru-pu sonralar özellikle Alâeddin Attâr’ın etrafında birikmişlerdir. Onların bir kısmı bir zamanlar Bahâeddin Nakşibend’in yanın-da bulunan ve onu iyi tanıyan yaşlı taraftarlardan, diğer bir kıs-mı ise onu gördüğünde genc veya çocuk olanlardan oluşmuştur.

Kaynaklarda Bahâeddin Nakşibend’in ilk taraftarlarının bir kısmının sadece isimleri geçiyor, diğer kısmının ise hakkında çok kısıtlı bilgiler vardır. Onlara aittir: Alâeddin Attâr, Muham-med Pârsâ, Hoca Ali Damad, Misafir Harezmi, Mevlânâ Yakup Çerhî, Şeyh Emir Hüseyin, Mevlânâ Zeynüddîn Ali ve diğerleri.

Bahâeddin Nakşibend’in taraftarları:383

- Hoca Misafir Harezmi (söylüyor): “Hoca Bahaeddin Hazretlerinin hizmetindeydim” (Reş, 81)... “Misafir Harezmi, Harezm’den Herat’a gelerek Bahaeddin Nakşibend ve Muham-med Pârisâ’ya bağlanmıştır. Hoca Bahaeddin Nakşibend Haz-retlerine ihlâs ile bağlı olanlardan. Hoca Hazretlerinden sonra, yine onların işaretiyle Hoca Muhammed Pârisâ’ya bağlandı-lar... Hoca Ubeydullah ile uzun temasları ve sohbetleri olmuş-tur. Hoca Ubeydullah (söylüyor): “Herat taraflarına ilk gidişim-de Hoca Misafir ile yoldaşlık ettim. Hoca aslında Harizemliydi. Uzun yaşadı ve doksanını idrak etti.” (Reş, 80-81).

- Hoca Ali Damad - Hoca Hazretlerinin hizmetlerine bakan yakınlarından Hoca Ali Damad (anlatıyor): “Son marazlarında

383 Biz artık Alâeddin Attâr, Muhammed Pârsâ gibi taraftarlarından bahsettiğimiz için, onların isimlerini burada hatırlamıyoruz. Aynı zamanda kaynaklarda sadece isimleri geçen taraftarlarını da burada zikretmeğeceğiz.

282

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

bana mübarek kabirlerini kazmak emrini verdiler. Emirlerini yerine getirdikten sonra huzurlarına geldim ve içimden, ken-dilerinden sonra kime sarılıp tutunacağımızı düşünmeğe baş-ladım. Birden bire başlarını kaldırıp buyurdular: «Söz odur ki, Hicaz yolunda söylemiştim. Her kim bizi istiyorsa Hoca Meh-med Pârisâ’ya nazar etsin!.» Ve böyle dediklerinin ikinci günü beka âlemine göçtüler.” (Reş, 69).

- Mevlânâ Hamidüddin Şâşî – “Buhara âlimlerinden.... Şâh-ı Nakşibend Hazretleriyle çağdaş ve Hoca Hazretlerine candan bağlı (Reş, 55). Hoca Ubeydullah Hazretleri anlatıyor: “Mev-lânâ Hüsameddin, babası Mevlânâ Hamidüddin’in ölüm döşe-ğinde ter döktüğü an, yanı başında. Babasını son derece perişan halde görmüş. Babasına sormuş: “Sana ne oldu?” Cevap almış: “Benden selim kalb istiyorlar. O bende yoktur. Nasıl elde edile-ceğini de bilmiyorum!” (Reş, 56).

- Mevlânâ Seyfüddin’e Hoca Bahaeddin Hazretlerinin tevec-cüh ve iltifatları her mikyasın üstünde. Mürşidinin hizmetinden hayatı boyunca ayrılmadığı gibi, onun intikâlinden sonra da, yine işaretlerine Alâeddin Attâr Hazretlerine tutunmuşlar ve ka-nadı altına girmişler. Anlatıyor: “Hoca Hazretlerine kapılanma-dan Mevlânâ Hamidüddinden zahiri ilimleri tahsil ediyordum. Hoca Hazretlerine kavuştuktan sonra bu türlü uğraşmayı terket-tim. ilk hocam Mevlânâ Hamidüddin’in ölüm hastalığı esnasın-da da yanında bulundum. Mevlânâ büyük ıstırap içindeydi. Ona dedim ki: “Çektiğiniz bu ruh acısı nedir? Bıraktığımız için bizi yerdiğiniz o ilim hazineleriniz nereye gitti?” dedi ki: “Bizden gönül hali istiyorlar, yani selim kalb diliyorlar. Bizde ise ondan eser yok. Istırabım bundandır!” (Reş, 92).

- Mevlânâ Mehmet Figanzi – “Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretlerinin kabulü ve sevgi nazarlarına mazhar olmuş ya-kınlar zümresindendir. Doğdukları yer, Buhara ile Semerkand arasında Figanzî isimli büyük bir kasabadır.... Mevlânâ Meh-med, Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin emriyle, mürşidlerinin ve-fatından sonra Hoca Muhammed Pârisâ’nın meclislerine devam ettiler. Diyorlar ki: “Hoca Muhammed Pârisâ Hazretlerinin sohbetlerine çok devam ettim. Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin himmetleri ve Muhammed Pârisâ Hazretlerinin inayetleriyle

283

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

ruh topluluğuna erdim.” (Reş, 80).- Hoca Alaeddin Gucdevâni – “Şâh-ı Nakşibend Hazretleri-

nin üstün bağlılarından. Gucdevân köyünden. Kabri de, Buhara taraflarında bir köyün tepeciğinde. Gençliğinde Hoca Baha-eddin Nakşibend Hazretlerinin hizmetine girip mürşidinin son demine kadar yanından ayrılmıyor. Ondan sonra da ömrünün geri kalanım Hoca Muhammed Pârisâ ve Ebu Nasr Pârisâ’nın hizmet ve sohbetinde geçiriyor (Reş, 87). Hoca Bahaeddin Nakşibend Hazretlerine erişmeden (sessiz) zikir talimini ken-dilerinden (Emîr Külân Vasi) almıştır. (Reş, 63). Diyorlar ki: “Son hastalığında Hoca Hazretlerinin yanındaydım, ölüm ha-lindeydiler. Beni görünce “Alâ, hemen sofrayı getir ve yemek ye!” diye emir buyurdular. Bana «Alâ» diye hitap ederlerdi.” (Reş, 69).

- Mevlânâ Seyfüddin Minari – “Taşkent ile Semerkant arasında Ferket isimli mâmur kasabanın Minar adını taşıyan köyünden. Taşkent’e dört fersah mesafede bir köy. Hoca Baha-eddin Hazretlerinin halkasında mümtaz fertlerden. Zahir ve bâ-tın ilimlerinde de kudret sahibi. Hoca Bahaeddin Hazretlerinin çevrelerinde dört Seyfüddin varmış. Biri mahbub (sevilen), biri makbul, biri makhur (kahre uğramış), biri de merdut (kovul-muş). (Reş, 91-92).

- “Hoca Bahaeddin Hicaz’dan “Horasan’a döndükleri zaman Hoca Mehmed Pârisâ’yı öbür bağlılariyle beraber Nişabur ta-raflarına gönderdiler. Kendileri de sadece Mevlânâ Zeynüddin ile sohbet etmek için Herat istikametini tuttular. Mevlânâ Zey-nüddin ile üç gün sohbetten sonra tekrar Hicaz ve oradan Nişa-bura dönüş.” (Reş, 68).

Biz Bahâeddin Nakşibend’in “Reşahat” eserinde yazılan ilk taraftarlarının isimlerini ve onlar hakkında sunulan bilgi-leri ortaya koyduk. Bu bilgilerin tahlil sonuçları gösteriyor ki, Bahâeddin Nakşibend’in ilk taraftarlarının çoğu Herat ve onun civarında (Mevlânâ Zeynüddin, Mevlânâ Yakup Çerhî), Buhara ve onun civarında (Mevlânâ Hamidüddin Şâşî, Mevlânâ Meh-met Figanzi, Hoca Alaeddin Gucdevâni, Mevlânâ Seyfüddin Minari) oturmuşlardır. O, taraftarları (Misafir Harezmi) ile özellikle Herat, Serahs ve Merv’de buluşmuştur. Bahâeddin

284

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Nakşibend’in vefatından sonra taraftarlarının bir kısmı Meh-med Pârisâ’ya (Misafir Harezmi, Hoca Ali Damad, Mevlânâ Mehmet Figanzi, Hoca Alaeddin Gucdevâni), diğer kısmı Cığaniyân’da oturan Alâeddin Attâr’a (Mevlânâ Seyfüddin, Mevlânâ Yakup Çerhî) bağlanmışlardır. “Reşahat” eserinde Bahâeddin Nakşibend’in ilk taraftarlarından bir çoğunun (Mev-lânâ Seyfüddin, Seyfüddin Bâlâhane, Şeyh Sadi) onu terk et-meleri ve onu inkâr eden Şeyh Mehmed Hallaç’a bağlanmaları ile ilgili bilgiler mevcuttur (Reş, 94-96).

“Reşahat” eserinde bilgilerin çoğu tahrif ediliyor. Orada bildiriliyor ki, “Emîr Külâl Hazretlerinin büyük oğulları Emîr Burhan, Şâh-ı Nakşibend Hazretlerinin üstün bağlılarından olmuştur. Bir gün Emîr Külâl, Şâh-ı Nakşibend’e şöyle demiş: “Onun terbiyesini üzerinize alın da eserini görüp itminan elde ettiğinize dair bana güven gelsin.” (Reş, 52-53). Aynı eserde bildiriliyor ki, Emîr Külâl “ikinci oğlu Emîr Hamza’nın384 ter-biyesini Mevlânâ Dikgirânî’ye havale etmişlerdi.” (Reş, 55). Bu mümkün değildir. Zira, Bahâeddin Nakşibend’i dergahından kovan Emîr Külâl nasıl oğlunun terbiyesini ona bırakabilirdi? Yahut, Emîr Külâl nasıl onu inkar eden Mevlânâ Dikgirânî’ye oğlu Emîr Hamza’nın terbiyesini havale edebilirdi? Bu sorula-rın cevabını biz artık önceki bölümlerde dikkatinize sunduk.

Yukarıda Bahâeddin Nakşibend’in ilk taraftarları kısmında sunduğumuz isimlerin bir çoğunun kimliği hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığımızdan dolayı, onların hakkında söyle-nenlerin doğru olup olmadığını araştırmak imkanlarına sahip değiliz. Anlaşıldığı gibi, Bahaeddin Nakşibend’in devamçıları-nın bir kısmı Alâeddin Attâr’a, diğer bir kısmı ise Muhammed Pârisâ’ya bağlanmışlardır. Zira, Muhammed Pârisâ’nın bağlıla-rının bir çoğu Bahaeddin Nakşibend’in sağlığında bile ona tabi olmamışlardır. Bu nedenle, Bahaeddin Nakşibend kendisinden sonra postu Alâeddin Attâr’a bırakmıştır. Fakat, onlar arasında işbirliği uzun süre devam etmiştir.

384 “Vefatı, 880 senesi Şevval ayında. Kendisinin de dört halifesi gelmiş ve bunlar sıra ile irşâd makamını doldurmuşlardır.” (Reş 55).

285

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Mevlânâ Yakup Çerhî kimdir?

- Mevlânâ Yakup Çerhî - Hoca Bahaeddin Hazretlerinin ileri derecede yetiştirmelerinden Gazneyn vilâyetinin (Afganistan) Çerh köyünden. Kabirleri de Helfeto adlı bir hisar köyünde. Anlatıyor: “Hoca Bahaeddin Hazretlerinin hizmetine girmeden kendilerine karşı büyük muhabbet ve incizab beslemekteydim. Buhara’nın din âlimlerinden icazet aldıktan sonra tam memle-ketime hareket edeceğim zaman huzurlarına vardım… Ayrıca tenbih ettiler: “Bu seferde Mevlânâ Tacüddin Deştgûlegî’yi bulmaya gayret et! O, Allah’ın evliyasındandır!” (Reş, 86). Yakup Çerhî söylüyor: “Ondan sonra Şâh-ı Nakşibend Haz-retleri, silsilelerini Abdülhâlik Gucdevânî’ye kadar gösterdiler ve bu fakiri zikirde «vukuf-u adedî»: Sayı bilgisine davet et-tiler. Ve buyurdular ki: «Ledün ilmi, işte, Hızır’ın Abdülhâlik Gucdevânî Hazretlerine talim ettiği bu bilgidir. Nice zaman (Bahauddin Nakşibend’in) hizmetlerinde bulundum ve bana Buhara’da sefer etmeğe icazet verdikleri güne kadar yanların-dan ayrılmadım. Sefere çıkacağım zaman “Sana, tarikat edebi ve hakikat sırrı olarak bizden ne erişse, Allah’ın kullarına götür ve saadetlerini sağlamaya çalış!” (Reş, 85).

“Yaküb Çerhi Hâce Ubeydullah Ahrâr ve Mevlânâ Nizâ-meddin Hâmüş’ün mür şidi olmuştur.”.. “Mevlânâ Yakup Çerhî, başlangıç demlerinde uzun müddet Herat camiinde ve peşin-den Mısır’da ilim tahsiliyle uğraşmışlar.” (Reş, 85) O, “Şeyh Zeynüddin Hâfî Hazretleriyle Mısır’da beraberlermiş o devrin yüksek âlimlerinden Mevlânâ Şehabeddin Sirvânî’den feyz al-maktalar imiş. Aralarında meşrep ve intisap birliği de varmış.” (Reş, 86).

Mevlânâ Yakup Çerhî buyuruyorlar: “Herat’ta kaldığım müddetçe, yemeklerimi, Hoca Abdullah Ensarî Hazretlerinin dergâhında yerdim. Zira, onun vakıf şartlarında genişlik vardı. Herat şehrindeki vakıfların üçünden başkasında emin olunacak şartlar mevcut değildir. Emin olan üç vakıftan biri Hoca Ab-dullah Ensârî, öbürü Hanikah-ı Melik, daha öbürü de Gıyasiye medresesi vakıflarıdır. Bu sebepledir ki, Mâveraünnehr uluları, müridlerini, vakıflarının çoğu uygunsuz olan Herat’a gönder-

286

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

mezlerdi. Çünkü Herat’ta helâl lokma az bulunurdu. Bu yolun sâlikleri haram yiyecek olursa, tam bir geriye dönüşle kötü tabiatine avdet etmiş ve «Sırât-ı Müstakim — Doğru yol”dan kalmış olur.” (Reş, 86).

Yakûb Çerhi Bahâeddin Nakşibend’in yanında bulunan taraf-tarlarından ve sonralar Alâeddin Attâr’ın önemli halifelerinden olmuştur. Alâeddin Attâr vefat ettikten (802/1400) sonra postu Mevlânâ Yakup Çerhî’ye bırakmıştır. Yakup Çerhî söylüyor: “Hoca Bahaeddin Hazretleri, bize Hoca Alâeddin Attâr ile soh-bet etmemizi emretmişlerdi. Hoca Hazretlerinin vefatlarından sonra, ben, uzun müddet Bedehşan’da kaldım. Hoca Alâeddin ise Cığaniyân’da bulunuyorlardı. Bana bir mektup gönderip Hoca Hazretlerinin vasiyetlerini hatırlattılar ve bir arada olmak hususunda ne düşündüğümü sordular. Hemen Alâeddin Attâr Hazretlerinin bulundukları yere gittim ve ahirete intikallerine kadar yanlarında kaldım. Vefatlarından üç gün sonra da memle-ketime döndüm.” (Reş, 85).

Yakûb Çerhi onun yanında 11 yıl kalmıştır. Zira, Bahâeddin Nakşibend’in vefatı (1389) ile Alâeddin Attârın vefatı (1400) arasında 11 yıl bir süre vardır. Vefatından üç gün sonra mem-leketine dönerek, uzakdaki müridleri ile ilişkilerini mektublar aracılığıyla devam ettirmiştir. Yakûb Çerhi “Neyname-i Mevlana”, “Risale-i Ebdaliyye”, “Cemaliyye Havraiyye Şerh-i Rubai-i Ebu Said Ebu’l Hayr”, “Şerh-i Esma-i Hüsna”, “Tarika-i Hatm-i Ahzab ve eser-lerin müellifidir.

Muhammed Parsa’nın dini-siyasi faaliyeti

Timuroğulları Hânedânı parçalanırken, aynı zamanda Maverâun-nehir’den Hindistan’a doğru dağılarak yayılıyordu. Timuroğulları Hâ-nedânı temsilcileri kendi aralarında iktidar olmak uğrunda savaşı-yorlardır. O dönemin nakşibendi faallarından olan Mahdumi Azam “Risaleyi-tenbih es-Salatin” eserinde yazıyor: “O zamanlar bu ülkede (Mâverâ ünnehir) yolsuzluk, bozgunluk ve şiddet, Müs-lümanlar arasında fitne ve tartışmalar hüküm sürüyordu. Bu nedenle, (Nakşibendiyye’nin) asil silsilesinin faaliyetinin geliş-

287

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

mesi için olumlu ortam yok idi.”385 Anladığımız gibi, Emir Timur döneminde siyasi sünniliyi

savunan nakşibendilik takip olunuyordu. Bu nedenle, nakşiben-diler ve onların yakın taraftarları iktidardan uzak dağ yerlerine (Badahşan, Çağaniyan, Heri, Bagistan) veya diğer ülkelere sığınıyor ve özellikle taraftarlarını da bu yerlerden buluyorlar-dır. Emir Timur’un vefatından sonra ortalık karışsa da, nakşi-bendiler için yeni imkanlar sağlandı. Yani, bu dönemde iktidar uğrunda birbiriyle savaşan timuriler onlarla uğraşmak halinde değildirler. Nakşibendi faalları bu durumu kullanarak, birbi-riyle savaşan timurilerden bazılarını kendi taraflarına çekmek uğrunda faaliyette bulundular. İlk önce Buhara’da Mevlana Arif’in devamçısı olan ve onun taraftarlarını çevresinde bulun-duran Muhammed Parsa Timurilere etki sağlamağa çalışmıştır. Muhammed Parsa ve diğer nakşi şeyhleri siyasi çekişmeler ortamında bazı Timurileri kendi taraflarına çekdikleri halde, ba-zılarının da düşmanlıklarını kazandılar.

Muhammed Parsa (749/1348 - 822/1419) Emir Timur’dan sonra Maverâünnehir hükümdarı Miranşah’ın oğlu Halil Sul-tan (1404-1409) tarafından takip olunduğu halde, Miranşah’ın oğlu Şahruh (1397-1409 Horasan’ı, 1409-1447 imparatorluğu yönetmiştir) tarafından destek almıştır. Şahruh, Buhara’da bu-lunan din adamlarını kendi tarafına çekmek için Muhammed Parsa’nın onlar arasındakı otoritesini kullanmıştır. Yani Mu-hammed Parsa Buhara’daki ve diğer yerlerdeki nakşibendiler arasında otoritesini kullanarak, ülke dahilinde Halil Sultana karşı gizli bir isyan hareketi başlatmakla sorumluydu. Öyle de oldu. 1409 yılının yazında Şahruh Bagdis’te, Halil Sultan Şeh-risebz’de savaş için hazır bulundukları zaman, ülkenin kuze-yinde Emir Hudaydad tarafından isyan çıktı ve onu bastırmağa giden Halil Sultan esir alındı. Şahruh onunla imzaladığı antlaş-maya göre, Halil Sultan Maverâünnehir hükümdarı olmaktan imtina etti ve Rey şehrine hükümdar tayin edildi.386 Fakat, ta-rihi verilere ters olarak “Reşahat” eserinde Şahruh’un kardeşi

385 Mahdumi Azam, s. 411-412. 386 Bartold V.V. Orta Asya, s. 533—534; Mu’izz al-ansab, s. 77.

288

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Halil’i katlettiği bildiriliyor: “Timur oğullarından Miran Şah oğlu Mirza Halil, Semer-

kand’da padişah. Mirza Şahruh da Horasan’da hükümdar. Hoca Muhammed Pârisâ Hazretleri de, Müslümanların işlerine alâka göstermesi için ara sıra Mirza Halil’e şefaat mektupları yazmaktalar. Mirza Halil’e bu mektuplar bir nevi nüfuz kırıcı görünüyor ve giran gelmeğe başlıyor. Kıskançların tahrikleri de padişahın bu duygusunu körükleyince, Mirza Halil hareke-te geçiyor ve Hoca Hazretlerine bir adam gönderip şu teklifte bulunuyor: “Lütuf edip Deşt (sahra) taraflarına gitsinler! Orada bulunan nice cahiller kendilerinin kudümü bereketiyle İslâm şerefini kazansınlar.” Hoca Hazretleri de şu cevabı veriyorlar: “Müsaade etsinler de ulularımızın mezarlarını ziyaret edelim ve ondan sonra gidelim.”… Suhâr’a gittiler. Biraz durduktan sonra atlarını kamçılayıp yakındaki bir tepenin üstüne çıktılar ve Ho-rasan istikametine dönüp bir beyit okudular: “Hepsini birbirine düşür ve altlarını üstlerine getir; tâ ki bu meydanda er kimdir, anlasınlar!” Ve oradan Buhara’ya döndüler. Tam o esnada Mir-za Şahruh’tan Mirza Halil’e bir nâme: “Geldim, vakit geçirme-den cenk yerini seç!” hüküm camilerde ve minberlerde halka okundu ve ondan sonra Mirza Halil’e gönderildi. Mirza Şahruh ta hemen yetişip Mirza Halil’i öldürdü” (Reş, 76-77).

Mirza Şahruh Maverâünnehir ve Horasan’da bulunan nakşi-leri desteklemiş ve onları himaye etmiştir. Sonralar Ubeydullah Ahrar, Mirza Babür’ün elçisiyle görüştüğünde şöyle demiştir: “Eğer Mirza Babür’ün büyük babası Mirza Şahruh’un kalbi-mizde olan sevgisi ve üzerimizdeki hakları olmasaydı, neticeyi görürdünüz! Ben dedeleri zamanında Herat’taydım. Onun za-manında çok iyilikler ve himayeler gördük. Hakkını çiğneye-meyiz!” (Reş, 333).

Buradan anlaşıldığı gibi, Ubeydullah Ahrar ve nakşibendi-ler Maverâünnehir’de Mirza Uluğ Beyin iktidarı döneminde Herat’a sığınmışlardır. Zira, Mirza Şahruh Maverâünnehir’de takip olunan nakşibendilere iyiliklerde bulunmuş ve onları hi-maye ederek Maverâünnehir’deki iktidarlara karşı kullanmıştır. Biz bu durumun daha önceki dönemlerde yaşandığını, yani Herat sultanı Hüseyin’in aynen nakşibendileri Maverâünnehir

289

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

hükümdarı Emir Kazagan’a karşı kullandığını artık biliyoruz. Maverâünnehir ve Herat arasındaki bu siyasi çatışmalar sün-ni-şii karşıdurmasını gündeme getirmiştir. Bu nedenle, Kazan handan sonra tüm Maverâünnehir hükümdarları nakşibendileri takip etmek zorunda kalmışlardır.

Reşahat eserinde Nakşibendilerin Maverâünnehir’de Mirza Uluğ Bey tarafından takip olundukları ve hatta Ubeydullah Ah-rarın da onlar arasında olduğu yazılmıştır: “Uluğ bey Mirza’nın sarayında bir çavuş vardı ki, bir ceza vermek lâzım olunca ona havale edilirdi. Dayak cezasını o tatbik ederdi. Çavuş Taş-kend’e haber gönderip şeyhzadelerin toplu hâlde bir araya gel-melerini, kendilerini görmek istediğini bildirdi. On yedi genç, birleştik. Aralarında en küçüğü bendim. O çavuş her kimle el sıkıştıysa onun kendinden geçercesine bir hâle girdiği görülü-yordu. Sıra bana gelince bende de aynı hâl başladıysa da karşı durmayı bildim ve mukavemette muvaffak oldum. Mukaveme-tim adamın çok hoşuna gitti. Beni sıranın başına aldı ve türlü iltifatlara boğdu. Ben de bir taraftan, bunca bâtını kuvvet sahibi bir insanın nasıl olup ta bey hizmetinde siyaset icra etmekle uğ-raştığım düşünüyor ve hayretlere gömülüyordum.” (Reş, 256).

Bahaeddini Nakşibend’i gören ve ondan sonra Hoca Alâed-din Attâr’ın sohbetine erişen (Reş, 136) “Mevlânâ (Nizamed-din Hâmuş) Hazretlerine suç isnat eden insan, Semerkant’ın Şeyhülislâmı Üsameddin idi. İsnat da Mevlânâ’nın oğulları yoluyle geliyordu. Zira oğulları, cin teşhiri gibi işlerde usta ta-nınmışlar ve bu bakımdan padişahın harem halkiyle münasebet kurmuşlardı. Bazı garaz sahiplen Mevlânâzadelerin haremde-kilerden bazılarına gönüllerini kaptırdıklarını yaymışlar, bu şayialar Mirza Uluğ beyin kulağına varmış, Şeyhülislâmı da tahrik etmişti. Mevlânâ’nın oğulları korkularından kaçmışlar ve isnadın ağırlığı Mevlânâ Hazretlerinin omuzlarına yığıl-mıştı. Hükümdar Mirza Uluğ beye gayret geliyor. Fevkalâde öfkelenen Mirza, Mevlânâ Hazretlerini çağırtıyor. Muhterem velîyi başı çıplak bir ata bindirip sultanın bulunduğu bağlık bir yere götürüyorlar. Mevlânâ, başı göğsünde, murakabe halinde otururken Mirza yanlarına geliyor. Ayağa kalkmıyor ve iltifat göstermiyorlar. Bunun üzerine Mirza, Mevlânâ Hazretlerini

290

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

suçlayıcı ve incitici sözler söylemeğe başlayınca şöyle karşılık veriyorlar: “Bütün bu söylediklerinizin cevabı tek cümledir: Ben diyorum ki, Müslümanım. İnana bildinizse ne âlâ; inanma-dınızsa içinizden geçen her neyse emredin, yapsınlar!” Mirza bu sözden teessüre düşüyor ve Mevlânâ Hazretlerini serbest bı-rakmaları emriyle dönüp gidiyor. Hoca Ubeydullah Hazretleri, Mirza Uluğ beyin bu edepsizlikten sonra başına birçok felâket geldiğini ve neticede oğlu Abdüllâtif tarafından öldürüldüğünü kaydeder.” (Reş, 139-140).

Mirza Uluğ Bey döneminde (1394-1449) Maverâünnehir’de nakşilerin faaliyetinden kuşku duyulmuştur. Semerkant alim-leri Muhammed Pârisâ’nı hadis uydurmakta suçlamışlardır. Bu nedenle, Mirza Uluğ Bey hadis âlimlerinin büyüklerinden Şeyh Şemseddin Mehmed bin Muhammed-ül-Cezrî’yi Semerkant şehrine davet ederek, Maverâünnehr hadiscilerinin senetlerini tahkik ve tashih etmesini istemiştir (Reş, 74-76). Uluğ Bey Pârsâ’yı Buhara’dan Semer kant’a çağırmış, kurulan mecliste İbnü’l-Cezerî, Pârsâ’dan senedleriyle birlikte ha dis nakletme-sini istemiş, bu arada onun naklettiği bir senedi bilmediğini söyleyin ce Pârsâ başka senedler zikretmiş, İbnü’I-Cezerî bun-ları da kabul etmeyince Mu hammed Pârsâ bir kitap adı vererek bu nu muteber sayıp saymayacağını sormuş, olumlu cevap alın-ca Semerkant kadısına dönüp kitabın kütüphanesindeki yerini, cildini, sayfasını bildirmiş ve söyledikle rinin doğru olduğu anlaşılmıştır.

Bu olay “Reşahat” eserinde böyle anlatılıyor: “Hoca Muhammed Pârisâ bunca iç ve dış kemâlin sahibi ol-

dukları halde «Hâcegân» kitaplarını yanlarından ayırmazlardı...Hoca Muhammed Pârisâ hususiyle kerametlerini gizlemekte büyük cehd sarfederlerdi. Lâkin bazen kendi irade ve ihtiyar-larında olmaksızın kerametlerinden bir pırıltı gösterdikleri de vâki olurdu. Nitekim bir defa bir hadis meselesinde hakikatin ortaya çıkması ve gönül ehlinin zafer bulması için kerametleri-ni izhar zorunda kaldılar. Hadis âlimlerinin büyüklerinden Şeyh Şemseddin Mehmed bin Muhammed-ül-Cezrî, Mirza Uluğ Bey zamanında Semerkant’a gelmişti. Maverâünnehr hadiscilerinin senetlerini tahkik ve tashih işiyle uğraşmaktaydı. Bu zata Hoca

291

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Muhammed Pârisâ’yı gammazladılar: “Hora Muhammed Pâ-risâ senetlerinin sıhhati emin delilken Buhara’da pek çok hadis nakleder. Bu hadîsleri gözden geçirmeniz münasip olur.”

Bunun üzerine hadîs âlimi Mirza Uluğ Beye baş vurup Mu-hammed Pârisâ’yı Semerkant’e getirtmesini istedi. Uluğ Bey de Buhara’ya bir memur gönderin Hoca Muhammed Pârisâyı davet etti. Hoca Muhammed Pârisâ, münakaşa etmeden Semer-kant yolunu tuttular. Semerkant’ta, oranın Şeyhülislâmı, yüksek din bilginleri ve hadîs âlimi zat, büyük bir meclis kurdular ve Hoca Muhammed Pârisâ’yı karşılarına geçirip kendilerinden bir hadîs rivayet etmesini istediler. Hoca Hazretleri, hadîsi nak-letti. Hadîs âliminin mukabelesi şöyle oldu: “Bu hadîsin doğru-luğunda hiç şüphe yoktur. Lâkin bu hadîs benim ilmimde mev-cut ve indimde sabit değildir.” Bu mukabele üzerine mecliste bulunanlar gülümsüyor ve birbirine göz işareti vererek Hoca Muhammed Pârisâ Hazretlerinin düştüğünü zannettikleri müş-kül mevkiden adetâ haz duyuyorlar. Hoca, aynı hadîsi başka senetlerle ve başka yoldan rivayet ediyor. Ona da aynı cevap: “Muhakkak doğru hadîs! Fakat bence sabit değil!”

Hoca Muhammed Pârisâ anlıyor ki, hangi yoldan hangi se-nedi gösterse “Bence malûm değil!” cevabını alacaktır. Birden gayrete geliyor ve bir lâhza susup murakabeye varıyor. Sonra birden başını kaldırıp hadîs âlimine hitab ediyor: “Siz, hadîs kitaplarından filancaya ait falan senedi muteber tutar mısınız?” Şeyh atılıyor: “Elbette! Onun senetleri küllî olarak muteber ve mutemeddir. Hadîs âlimlerinden hiç bir ferdin bu hususta şüp-hesi yoktur. Eğer sizin rivayetiniz böyle bir senede dayansaydı hiç sözümüz kalmazdı.” Hoca Hazretleri diyor: “Öyleyse, şim-di, aranızda bulunan Şeyhülislâm Usamüddin’in evine bir adam gönderiniz! Kütüphaneye girsin ve filan rafta, falan kitabın altında, şu boyda, şu şekilde ve cildi şu renkteki kitabı çekip alsın. Bu kitabın filan sayfasında bu hadîs, bildirdiğimiz senet-lerle ve tafsilâtlı olarak yazılıdır.”

Herkes donup kalıyor. Şeyhülislâm Hoca Usamüddin’in bile, kütüphanesinde böyle bir kitabı bulunduğundan haberi yoktur. Üstelik Hoca Muhammed Pârisâ Hazretlerinin de hiç bir defa bu eve ve kitap odasına girmemiş olduğu herkesçe

292

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

malûm. Hemen Şeyhülislâmın evine koşar adım bir adam gön-deriyorlar. Adam, tarif edilen yerde kitabı buluyor ve getiriyor. Haber verilen sayfada hadîs, Hoca Hazretlerinin bildirdikleri senetlerle, eksiksiz ve fazlasız, ayniyle karşılarında. Şaşkınlık, hayranlıkla bir arada, büsbütün artmıştır. Hoca Üsamüddin’in hayreti ise herkesin halini gölgede bırakacak derecede: “Nasıl olur, diyor; kütüphanemde böyle bir kitap olsun da ben bilme-yeyim?” Mirza Uluğ Bey kerameti haber alınca Hoca Hazret-lerini Buhara’dan getirttiğine ve ona zahmet çektirdiğine üzü-lüyor. Hâdise de her tarafa yayılıp bir anda Hoca Muhammed Pârisâ’nın şöhretini son haddine çıkarıyor.” (Reş, 74-76).

Fakat, bu olay inandırıcı değildir. Zira, bölgenin üleması onun yanlış hadis söylemesi ile ilgili ittifakta bulunmuş ve bu nedenle kendilerinin haklı olduğunu kanıtlamak, aynı zamanda Mu hammed Pârsânın ve onun taraftarlarının uydurdukları yan-lış hadislere son vermek için, İbnü’l-Cezerî gibi muteber hadis âlimini bölgeye davet etmişler.

İbnü’l-Cezerî kimdir?Ebü’l-Fütûh Ahmed b. Abdullah et-Tâvûsî, kendi döne-

minde onun gerek âlî isnad ve hadislerin hıfzı, gerekse cerh ve ta’dîl konularında yegâne âlim olduğunu belirtmiş, Şahîh-i Buhârî ve Şahîh-i Müslim, Ebû Dâvûd, Nesâî ve İbn Mâce’nin es-Sünen, Dârimî, Şâfıî ve Ahmed b. Hanbel’in el-Müsned adlı eserleri, Mâlik’in el-Muvatta, Begavî ve Nevevi’nin bazı eserleriyle ilgili senedlerini ortaya koyduğunu söylemiştir.387 Süyûtî de onun için, “Kıraatte eşsiz bir imamdı” derken hadiste hafız olduğuna işaret etmiştir.388 Bu nedenle, onun şöhretinden haberdar olan Timur kendisini huzuruna getirterek ona saygı göstermiş ve ikramda bulunmuş ve ardından ülkesine götürüp Keş’te inşa ettirdiği medresede görevlen dirmiştir.389 Çok arzu etmesine rağmen Mâverâünnehir’den ayrılamayan İbnü’l-Ce-zerî, 807’de (1405) Timur’un vefatından sonra onun torunu Sultan Ha lil’den izin alarak 807’de (1405) Semerkant’tan ay-

387 Sehâvî, IX, 258.388 Zeytü Tabakâü’l-huffâz, s. 377.389 İbn Hacer, V, 64.

293

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

rılmış ve uğra dığı Buhara’da gördüğü ilgi üzerine bir müddet burada kalıp ders vermiştir. 808’de (1405) Buhara’dan Herat’a ulaştığında Sultan Mirza Şâhruh kendisini şehrin dışında karşı-lamış ve bura da da bir müddet Şahîh-i Buhâri’yi ve Begavî’nin Meşâbîhu’s-sünne adlı ese rini okutmuştur.

Bu nedenle o, Mu hammed Pârsâ’nın söylediği hadislerin hiç birinin senedini tasdik etmemiştir. Muhammed Pârsâ “Hâfız-ı Buhârî” nisbesi ile anıldığına göre, onun sünnü hadislere da-yandığı malum oluyor. İbnü’l-Cezerî ve diğer sünnü ülemanın bu hadislerden haberdar olmaması mümkün değildir. O zaman Mu hammed Pârsâ hadislerden birinin yerini İbnü’l-Cezerînin kütüphanesindeki bir kitapta cilt ve sayfası ile göstermiştir. İlginçtir ki, hadis ilminde kaynaklar kitabın cilt ve sayfaları ile değil, ravilerin isimlerinin zikredilmesi ile tasdik ediliyor. Aynı zamanda el ile yazılan aynı kitablarda bile sayfalar farklı olu-yor. Bu nedenle Mu hammed Pârsâ’nın mevcut durumdan çıkış yolu, hadisleri ravilerine göre değil, yazılan sayfalarına göre uydurması olmuştur. Böylece, müridleri onu “Hâfız-ı Buhârî” lakabıyla tanıtarak, uydurduğu hadisleri tebliğ etmiş ve bu ola-yı şekillendirerek başka tür revayet etmişlerdir.

“Reşahat” eserinin müellifi ilginç bir rivayetten bahsediyor: “Herat camiinde oturuyorduk. Pîr, Hoca Muhammed Pârisâ ve Ebu Nasr Pârisâ menkıbelerinden bahisler anlatmaktaydı. O sırada öğle ezanı okunmaya başladı. Sohbette bulunanlardan bazıları hemen kalkıp abdest yenilemeğe davrandılar. Bu hali gören Pîr, Hoca Muhammed Pârisâ’dan şu beyti naklettiler:

Namaz kaçırılacak olursa kazası vardır;Ama sohbeti kaçırana kaza mümkün değildir.” (Reş, 79).İşte, Muhammed Pârsâ’nın eylemleri ve onun Horasan Va-

lisi Şâhruh ile yakınlık kurması, başşehir Semerkant’ın hâkimi Mirza Halil’i rahatsız etmiş ve onu Buhara’dan uzaklaştırmak istemiştir. An cak bu sırada Şâhruh Halil’e savaş açıp onu mağ-lûp edince Muhammed Pârsâ da Buhara’da kalmıştır.390

Ahmed b. Mahmûd, Hâce Ferruh Tebrîzî, Abdürrahim Ne-yistanî, Sü leyman Ferketî ve yerine halife olarak bı raktığı oğlu

390 İslam Ansiklopedisi, cild 30.

294

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Ebû Nasr Pârsâ müridleri ara sında zikredilmektedir. Ebû Nasr Pârsâ hac dö nüşü Belh’e yerleşmiş, burada babası gibi hadis öğretimi ile meşgul olmuş tur.

Pâr sâ ailesi sonraki yüzyıllarda Belh’te etkin konuma gel-miş, bu aileden Abdülhâdi Pârsâ, Şeybânîler’den Ubeydullah Han dö neminde Belh kadısı olarak görev yapmış tır. XVII. yüzyılın sonlarında Ebû Nasr Pârsâ’nın torunlarından Salih Hâce’nin bir süre Belh’in idaresini ele aldığı kaydedil mektedir. Bazı kaynaklarda Nakşibendiyye’nin bir kolu olarak Pârsâiyye tarika tından bahsedilmekteyse de, ailenin Ebû Nasr Pârsâ’dan sonraki mensupları ta savvuf alanında faaliyet göstermemiştir.391

Muhammed Parsa’nın uydurma hadisleri

Muhammed Parsa’nın “Tevhide giriş” eserinde islam dininin temel ilkelerine ters düşen ve aynı zamanda tarihi gerçeklik-leri kapatan uydurma hadisler mevcuttur. Muhammed Parsa Rasulullah’ın (s.a.v) İmam Ali (a.s) için söylediği hadislerden bahsederken, Hz. Ali’nin (a.s) isminin yerine Hz. Ebu Bekr’in ismini koyuyor. Ehl-i Beyti İslam’dan sıradışı etmek için çaba harcıyor ve onu “ashab”, “ümmet” gibi kavramlarla değiştir-meğe çalışıyor. Oysa, ortaçağ sünni kaynaklarının coğunluğu bu hadislerin İmam Ali (a.s) ile ilgili olduğunu tasdik ediyor.392 Onlardan birkaçını gösterebiliriz:

1. Muhammed Parsa ise böyle yazıyor:- “Said bin Museyyeb’den rivayet olunduğuna göre Ali (r.a)

Ebu Bekr’e (r.a) beyat olunduğu gün: “Vallahi senden başkası-na razı olmayız. Rasulullah (s.a.v) cemaate imam olmak üzere seni öne geçirmişken, seni geriye bırakmak kimin haddine düşer? Beni Ebu Bekr’e üstün tutan bir kimse görmeyeyim! Yoksa ona Ebu Bekr’e iftira etmek cezası vururum. Rasulullah (s.a.v) onun peyğamberlerden sonra en efdal insan olduğunu

391 İslam Ansiklopedisi, cild 30. 392 Bununla ilgili olarak bak: Haydar Baş. İmam Ali. (kitabı). Bu kitapta aşağıdaki hadislerin 220 ortaçağ sünni kaynaklarına istinad edilerek İmam Ali (a.s) ve Ehl-i Beyt ile ilgili söylendiği kanıtlanıyor.

295

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

söylemiştir.”393 - “Muhammed bin Akil bin Ebi Talib’den rivayet olunduğu

vechile, bir gün Ali (r.a) hütbesinde insanların en şecaatlisi-nin kim olduğunu sordu. Sensin ya Emire’l-müminin, dediler. Ali (r.a) dedi ki: “İnsanların en şecaatlisi Ebu Bekir Sıddıktır. Çünki Bedr günü Rasulullah’ın (s.a.v) yanında kim sebat eder denildi. Ancak Ebu Bekir çıktı. Rasulullah’a (s.a.v) yakla-şan müşriklere karşı kılıncıyla hücum edip onu müdafaa etti, demiştir.”394

- “Hz. Ali Rasulullah’ın vefatından sonra Hz. Ebu Bekir Sıddıka varıp onun hilafete namzet yegane zat olduğuna dair uzun ve her biri onun hakkında ilelebed hüccat olacak sözler söylemiştir.”395

2. Muhammed Parsa sünnileri şiilere (rafızı) karşı kışkırtıyor ve müslümanları birleştirmek yerine onları çatıştırmak için ha-dis uyduruyor:

- “Fatima’dan rivayete göre Rasulullah (s.a.v) Ali’ye şöyle demiştir: “Benden sonra bir zümre töreyecektir ki onlara rafizı denilecektir. Onları nerede bulursan öldür. Çünkü onlar müş-rikdirler. Alametleri de şudur ki, Ebu Bekr’e ve Ömer’e sebb-ü şemt ederler.”396

- “Tirmizi hadisinde de Rasulullah (s.a.v) yine Ebu Huzey-fe’den rivayettir: “Benden sonra Ebu Bekir ve Ömer’e iktida edin!” buyurmuştur.397

3. Muhammed Parsa Yahudilerin sonunda cennete gireceği-ni söylüyor.

- “Bu sebeble, Beni İsraili dünyaya daha evvel çıkarmış, bu ümmeti sona bırakmıştır. Cennete girmekte ise, bu ümmeti öne geçirmiş, onları sona bırakmıştır.”398

3. Ehl-i Beyti İslam’dan sıradışı etmek için çaba harcıyor ve

393 Hace Muhammed Parsa “Tevhide giriş” Tercüme Ali Hüsrevoğlu. Erkan yayınları (615 s). İstanbul. s. 491 394 Hace Muhammed Parsa. s. 492. 395 Hace Muhammed Parsa. s. 492. 396 Hace Muhammed Parsa. s. 495. 397 Hace Muhammed Parsa. s. 499. 398 Hace Muhammed Parsa. s. 508.

296

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

onu “ashab”, “ümmet” gibi kavramlarla değiştirmeğe çalışıyor:Rasulullah’ın (s.a.v) buyurduğu “Ehl-i Beyt’im Nuh’un

gemisi gibidir. Kim ona binerse kurtulur” – hadisi hem sünni, hem de şii kaynaklarının çoğunluğu tarafından sahih olarak kabul ediliyor.399 Şimdi bakın Muhammed Parsa bu hadisi nasıl uyduruyor:

- “Rasulullah (s.a.v) buyuruyor: “Ümmetim Nuh’un gemisi gibidir. Kim ona binerse kurtulur.”

- “Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine tabi olursanız olun, muhakkak hidayet bulursunuz.”

Sonra Muhammed Parsa bu yanlış ve uydurma hadislere dayanarak, mantıksal sofizm yapıyor: “İşte, ehl-i sünnet ve’l-cemaat, al-i Muhammed’i sevmek gemisine bindiler, sahabe yıldızlarından da gözlerini ayırmadılar.” 400

Biz bununla ilgili başka örnekler de verebiliriz. Fakat, Mu-hammed Parsa’nın kendi eserinden sunduğumuz birkaç delil, onu hadis uydurmakta (müslümanları çatıştırmakta) ittiham eden Buharalıların haklı olduklarını gösteriyor.

Nâsirüddîn Ubeydullah Ahrâr kimdir?

Nâsirüddîn Ubeydullah Ahrâr, Mevlânâ Yakup Çerhî’den son-ra Nakşibendiyye’nin şeyhi olmuştur. Kendisi ve devamçıları Nakşibendiyye’nin sonraki dönem temsilcilerine aittirler. Nak-şibendiyye’nin bir tarikat gibi ortaya çıkması, temel ilkelerinin ve silsilesinin belirlenmesi, onun geniş coğrafyada yayılması ve tanınması, ilk nakşibendi kaynaklarının yazılması özellikle Ubeydulla Ahrarın faaliyeti ile ilgilidir. Bu açıdan Nakşiben-diyye’nin tarihinde onun yeri Bahâeddin Nakşibend’den sonra ikincidir. Bu nedenle, onun faaliyeti Nakşibendiyye’nin Ahra-riyye kolunu oluşturmuştur.

Ubeydullah Ahrâr 806/1403’de Taşkent yakınlığında bulunan Şaş ilçesinin Bağistan köyünde doğdu. Onun kimliği hakkında geniş

399 Şevahid-ut-Tenzil, c. 1, s. 168/177; El-Hisal Sâduk c. 2, s. 573; Nurü’s-Sekaleyn Tefsiri c. 2, s. 360; İsbatü’l-Hüdat c. 1, s. 612; El-Emâli, Şeyh Sâduk s. 26; İhkâkü’l Hak c. 5, s. 113; Kemâlü’d-Din s. 241 ve diğerleri. 400 Hace Muhammed Parsa. s. 523.

297

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

bilgileri “Reşahat” eserinden elde etmek mümkündür. Zira, bu eserde yazılanların çoğu, onun tarafından rivayet edilmiştir.

“Hoca Ubeydullah hazretleri - Doğum tarihleri 806 Rama-zanı. Anneleri nifastan taharetlenip gusl abdesti alıncaya kadar 40 gün süt emiyorlar. Kendileri buyuruyor: “Bir yaşıma girdi-ğim zaman başımı tıraş etmek istemişler. İşte tam bu toplantı sırasında Emîr Timur’un ölümü haberi yayılıyor ve davetliler hazırlanmış yemeklere el sürmeden, korkularından dağlara ka-çıyorlar.” (Reş, 253).

Emîr Timur kabrinin üzerinde yazıldığı gibi, hicri tarihi ile 14 Şaban 807 yılında vefat etmiştir. Bu tarih miladi tarih ile 15 Şubat 1405 yılana tesadüf ediyor. Bu tarih netdir. Anlaşıldığı gibi, Ubeydullah Ahrâr’ın tam aynı günde bir yaşı tamam ol-muş ve akrabaları bununla ilgili olarak bir tören yapmışlardır. O zaman Ubeydullah Ahrâr’ın doğumu hicri-kameri tarihi ile 14 Şaban 806 yılında (miladi 26 Şubat 1404) olmuştur. Eğer hicri-şemsi takvimi ile ayarlansa bile, bu tarih 4 Şaban 806 yılına tesadüf ediyor. Fakat, Reşahat’ta “doğum tarihleri 806 Ramazan” olduğu bildiriliyor. Oysa, onun doğduğunda 40 gün oruc tutması ile ilgili rivayetin gerçek olması kuşku doğuruyor.

Neden Emîr Timur’un ölümü sırasında Taşkent’de ve onun Bağistan isimli bir dağ köyünde insanlar korkularından dağlara kaçmışlardır?

Emîr Timur vefat etmeden önce tüm hanımları ve akrabaları yanında torunu Pir Muhammedi veliaht tayin etti ve onlara ahdı bozmayacaklarına dair söz aldı. Fakat, vefatından sonra durum değişti. Onun oğulları ve torunları arasında 1450 yılına kadar devam eden saltanat çekişmeleri imperatorluğu zaman zaman zayıflattı. Emîr Timur’un vefatından hemen sonra ilk fitne veya ilk isyan Taşkent’de ortaya çıktı. Taşkent beylerinin bir çoğu veliahta değil, onların yanında bulunan Emîr Timur’un torunu Halil Sultana (Miranşah’ın oğlu) biyat ettiler.401 Merkez beyleri rahatsız eden bu olay, Taşkent’e karşı bir saldırıya neden olabilirdi. Bu nedenle, Taş-kent halkı korkularından dağlara kaçmışlardır. Pir Muhammed ile Halil Sultanın Maverünnehir ve Horasan uğrunda devam eden 401 Tacüd Selmani, Tarihname 45 a-b; Yezdi, Zefername c. 2. s. 484. Hakkı Dursun. c 9. s. 212-213.

298

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

çekişmeleri 1409 yılında sona erdi. Zira, Emîr Timur’un oğlu Şah-ruh bu çekişmelere son koyarak Maverünnehir fatihi gibi tanındı. Fakat, imperatorluğun çeşitli bölgelerini yöneten Timuriler birbiriyle savaşmaya devam ettiler. Ubeydullah Ahrâr’ın çocukluğu böyle bir durumda geçti.

Ubeydullah Ahrar kendi soyunun büyük ilim adamlarına ve hatta Hazret-i Ömer’e dayandığını iddia ediyor: “Hoca hazret-lerinin çocukluğunda aileleri Bağistan’daymış.” (Reş, 254)... “Hoca hazretlerinin ana tarafından büyük babalarının babası (Şeyh Ömer Bağistanî...) Taşkend köylerinden Bağistan isim-li bir dağ köyünde doğmuş. Nesebi on altı vasıta ile Hazret-i Ömer’in oğlu Abdullah’a varıyor. Tarikatte de nesepleri, basa-mak basamak, Ebubekir Nessaz ve Ebulkasım Gürgânî’ye ka-dar dayanıyor.” ... “Hoca hazretlerinin büyük babalarının büyük babası (Hoca Muhammed Nâmî)... Aslı Bağdat’tan... Bazıları Harizem’dendir demişler… (O, Bağdat’a gelen Şeyh Ebube-kir Muhammed ibn İsmail Şâşî) hazretlerinin müritleri arasına katılıyor ve Şeyhe sevgisinden, çoluğunu çocuğunu toparlayıp onunla beraber Şâşî’ye geliyor ve ölünceye kadar orada, şeyhin hizmetinde kalıyor.” (Reş, 242).

Ubeydullah Ahrar anlattığı gibi, Şeyh Ömer Bağistanî isimli bir zatın soyundandır. Bununla ilgili olarak Hoca Ubeydullah Taşkendî (söylüyor): “Mevlânâ Yakup Çerhî hazretlerinin soh-betindeydim. Bana hangi vilâyetten olduğumu sordular. Şaş vilayetinden olduğumu söyledim. “Şeyh Ömer Bağistanî ile akrabalığın var mı?” diye sual ettiler. Bana şeyhin akrabası ol-duğumu söylemek hoş gelmediği için “babalarımız onun mürit ve bağlılarından imişler” diye cevap verdim. Dediler ki: “Hoca Bahaeddin Nakşibend hazretleri onların yolunu beğenir ve cezbeyle şeriati bir arada muhafaza ettiklerini söylerdi. Bu tarif gayet incedir. Zira cezbenin istilâsından sonra şeriati muhafaza edebilmek çok zordur. Cezbe ehlinin çoğu bunu beceremez. Şeyh Ömer, kuvvetli bir zât idiler.” (Reş, 242-243).

Buradan anlaşıldığı gibi Şeyh Ömer Bağistanî bir tarikat şeyhi olmuş ve Ubeydullah Ahrar’ın ailesi ve akrabaları da bu tarikata bağlı olmuşlardır. Bir zamanlar Bahaeddin Nakşibend ve Ubeydullah Ahrar’ın döneminde nakşi şeyhi Yakup Çerhî

299

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

onların yolunu beğenmişlerdir. “Reşahat” eserini okurken anlaşılıyor ki, Ubeydullah Ahrar

çok iddialı birisi olmuştur. Bu, onun kendisi ile ilgili konuşma-larında ortaya çıkıyor: “Kendileri anlatıyor: “Çocukluğumda rüyada gördüm ki, şeyh Ebubekir Şâşî hazretlerinin mezarı yanındayım. Ve mezarın eşiğinde Îsa peygamber. Hemen ayak-larına düştüm. Elleriyle başımı kaldırıp buyurdular: “Gam çekme! Seni ben terbiye edeceğim!” Rüyayı anlattığım in-sanlar onu tıp ilmiyle tefsir ettiler. Yani bana tıp ilminden bir nasip olacağını söylediler. Ben bu tâbire razı değildim. Benim tâbirim şuydu: “Îsâ Peygamber, ölüleri diriltmekle mümtaz bulunuyordu. Evliyadan ihya sıfatına mazhar büyüklere de “isevî meşrepli” denilirdi. Mademki Îsâ Peygamber bu fakirin terbiyesini üzerlerine aldılar, demek bana ölü kalbleri ihya sı-fatı verilecekti. Nitekim kısa bir zaman sonra Allah bana öyle bir halet ve kuvvet bahşetti ki, bende o mâna, kemâliyle zuhura geldi. Vasıtamızla nice ölü kalbler gaflet karanlığından şuhut ve huzur ışığına çıktılar” (Reş, 253-254).

Kendileri anlatıyor: “Hâlimin başlangıcında rüyada kâinatın efendisini gördüm. Gayet yüksek bir dağın eteğinde sahabîle-riyle topluluk hâlinde bulunuyorlardı. Beni görünce elleriyle işaret edip yaklaşmamı ihtar ettiler. Ve buyurdular: “Beni bu dağın başına çıkar!” Ben de kendilerini omuzlarıma alıp dağın tepesine çıkardım. Buyurdular: “Ben sende böyle bir kuvvet bulunduğunu biliyordum. Fakat başkaları da görsün ve bilsin diye sana bu işi yaptırdım.” (Reş, 254).

Kendileri anlatıyor: “Yine hâlimin başlangıcında rüyada Hoca Bahaeddin Nakşibend hazretlerini gördüm. Bâtınımı öyle tasarruf ettiler ki, ayaklarımda mecal kalmadı. Ondan sonra dönüp yürüyüverdiler. Ben de son gücümü sarfederek arkala-rından koştum ve yetiştim. Geriye dönüp “mübarek olsun!” buyurdular. Daha sonra Hoca Muhammed Pârisâ hazretlerini de rüyada gördüm. Beni tasarruf etmek istediler, fakat başarama-dılar.” (Reş, 255).

Bu rüya hikayeleri çok ilginçtir. Ubeydullah Ahrar Müslü-man ümmeti olarak ve velayet yolunun icabı Hz. Muhammed’e (s.a.v) ve onun Ehl-i Beyt’ine bağlanması gerektiği halde, Hz.

300

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Îsâ’ya bağlanmıştır. Kendisi Hz. Îsâ’dan yardım dilediği halde, Hz. Muhammed’e (s.a.v) yardım etmiştir. Galiba, Bahaeddin Nakşibend’in doğumu ile ilgili bahsettiğimiz rivayetler de Ubeydullah Ahrar tarafından uydurulmuştur. Zira, bu rivayet-lerde Hz. Îsâ’nın doğumu ile Bahaeddin Nakşibend’in doğumu arasında benzerlikler vardır. Bahaeddin Nakşibend tarikat yo-lunu üveysilik yoluyla Hz. Hızır’dan aldığını iddia ettiği gibi, Ubeydullah Ahrar da Hz. Îsâ’ya bağlandığını iddia ediyordu. Biz bu geleneğin daha önceden Abdulhalik Gucdevani’ye da-yandığını da biliyoruz.

Ubeydullah Ahrar büyük şeyhlik veya peyğamberlik iddia-sında olmasına rağmen, ilim ve eğitim yanlısı olmamıştır. Onun hakkındaki söylentilerden anlaşıldığı gibi, muntazam bir öğrenim görmemiş ve hatta öğrenimi bir türlü sevmemiştir: “Hoca hazretleri yirmi iki yaşlarındayken dayıları Hoca İbrahim, kendilerini Taşkend’ten ilim tahsili için Semerkant’a gönderiyor. Hoca hazretlerinin bâtını oluşları zahirî tahsile mâni oluyor. Bu yüz-den Hâcegân azizlerinin sohbetlerine can atıyorlar ve iki yıl müddetle Mâveraünnehr ulularının meclislerini dolaşıyorlar.” (Reş, 262).

Kendileri anlatıyor: “Dayım Hoca İbrahim hazretleri benim ilim tahsil etmem için ısrarla alâka gösterdiler ve beni Semer-kant’a gönderdiler. Lâkin ilim tahsili için her davranışımda bana bir maraz musallat oldu. Marazın biri geçip ben tahsile devam ettikçe öbürü geliyordu. Akıbet tahsile devam etmeğe kadir olmadığımı anladım ve dayıma: “Beni hâlime bırakın! Bırakmazsanız bu gidişle helak olabilirim!” demeğe mecbur kaldım. Dayım özrümü kabul etti ve beni tarîkat yönünde ser-best bıraktı. Ben bu arada bir kere daha tahsile cehdettimse de müthiş bir göz ağrısına uğradım ve bu hâlin kırk beş gün sürdü-ğünü gördüm. Nihayet tahsil dâvasından tamamiyle vaz geçtim ve kurtuldum.” (Reş, 266).

“Buyuruyorlar ki: “Semerkant’ta Mevlânâ Kutbüddin med-resesinde bulunan iki üç hastanın hizmetini üzerime almıştım. Marazları arttığından yataklarını murdar ederlerdi. Ben onları elimle yıkayıp, çamaşırlarını elimle giydirirdim. Bu hizmetim sık sık olduğu için hastalıkları bana da bulaştı. Ben de yatağa

301

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

düştüm. Bu hâlimle bile birkaç desti su getirtip hastaların kirle-rini yine ben yıkamaya devam ettim.” (Reş, 263).

“Akıbet tahsile devam etmeğe kadir olmadığımı anladım... Nihayet tahsil dâvasından tamamiyle vaz geçtim ve kurtuldum” söyleyen Übeydullah Ahrar göründüğü gibi ilimle alakası ol-mayan bir insan olmuştur. Onun çocukluktan bir eğitim alma-dığını düşünürsek, arapçasının da olmadığını söyleyebiliriz. Fakat, Reşahat eserinde görüldüğü gibi, o, Kurani-Kerim’den, hadislerden tefsir ve açıklamalar yapıyor402 ve Muhiddin-i Arabî, şeyh Cüneyd, Mansur Hallaç ve diğer ülemaların yaz-dıklarından konuşuyor. Bilindiği gibi, böyle açıklamalar İslam dininin tarih, akaid, hadis ve diğer ilimlerini bilmeden yapıla-maz. Bu ilimleri öğrenmeden de alim olmak mümkün değildir. Anlaşıldığı gibi, “Reşahat” eserinde Übeydullah Ahrar’ın adın-dan söylenilen akaid, hadis ve diğer ilimlerle ilgili yazılar onun kendisi tarafından değil, eserin müellifi tarafından söylenmiştir. Biz Bahâeddin Nakşibend’in hayatını araştırdığımızda gördük ki, o da Übeydullah Ahrar gibi eğitim almamış ve ilimden uzak bir insan olmuştur. Aynı zamanda Übeydullah Ahrar Bahâeddin Nakşibend ile ilgili rivayetlerin söylemesinde veya onun sözle-rinin olduğu gibi çatdırılmasında da birbaşa rol oynayamazdı. Zira, o doğduğunda (1403), Bahâeddin Nakşibend vefat etmiş-tir (1389).

“Ben bu yolu tasavvuf kitaplarından değil, halka hizmetten elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi hizmet yolundan götürdüler” – diyen Übeydullah Ahrar neyi kastetmiştir? “Bu yol” dediğinde tasavvuf yolunu kastetmişse, o zaman hangi ta-rikatta (yolda) manevi terbiye yolu geçmiştir?

Reşahat eserinden anlaşıldığı gibi, Übeydullah Ahrar genc-lik döneminde bir tarikata bağlanmak yolunda arayışta bulun-muştur. Onun ailesi ve akrabalarının Şeyh Ömer Bağistanî ile devam eden tarikat yolunda olduklarını düşünsek (kendisinin anlattığı gibi), o zaman neden bu yola devam etmemiştir?

“Hoca Hazretleri buyurdular: “Hoca Bahaeddin Nakşibend hazretleri silsilesinden çok ulu kişiler görmüştüm. Şeyh Zey-

402 Reşahat, s. 272-280.

302

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

nüddin Hâfî yolu bana fazla parlak görünmemişti. Ama Şeyh Bahaeddin Ömer yolu bana çok güzel göründü. Bir gün Şeyh Bahaeddin Ömer tarafına gidiyordum. Şeyh Zeynüddin tarafına sapan yol başına geldim. Orada bir lâhza durdum ve kendimi bütün nisbetlerden boşalttım, içimden, Şeyh Zeynüddin tarafına bir arzu uyanmadı. Şeyh Bahaeddin Ömer tarafına ise bir meyil duydum.” (Reş, 269).

Übeydullah Ahrar anlaşıldığı gibi genclik döneminde özel-likle Herat, Semerkant gibi yerleri sık sık ziyaret eden Seyyid Kaasım Tebrizî’nin (756/1355 - 837/1433) etkisi altında olmuş-tur. Onunla 24 yaşında olduğu zaman Herat şehrinde buluşmuş-tur. O, bu şahsın Bahaeddin Nakşibend’e bağlı olduğunu bildi-riyor. “Kendileri anlatıyor: “Ömrümce, Seyyid Kaasım Tebrizî hazretlerinden ulu kimse görmedim... Seyyid hazretlerinden öyle bir tesir aldım ki, onu elden bırakmak mümkün değil... Seyyid hazretleri Hoca Bahaeddin Nakşibend hazretlerinin meclislerinde bulunmuş ve nisbetlerini o yoldan almışlar... An-laşıldığına göre «Hâcegân» yolundaydılar.” (Reş, 266-267).

Seyyid Kaasım Tebrizî onu nakşibendi şeyhi Mevlânâ Ya-kup Çerhî’nin yanına gönderiyor. “Hoca Ubeydullah Hazretleri buyuruyor: “Mevlânâ Yakup Çerhî sohbetine erişmek için yola çıktığım zaman Belh şehrinde Mevlânâ Hüsameddin Pârisâ Hazretlerine tesadüf ettim. Hâcegân tarîkatini kendilerinden öğrenmem ve benimsemem için ısrarla telkinde bulundular. Mevlânâ Yakup hizmetine erişmek niyetinde olduğum için kabul etmedim. Israrda devam ettiler. İçim çekmedi. Nihayet dediler ki: “öyleyse razı olun da size bu tarikatin hususî yolunu göstereyim. Şayet gönlünüz bazı kimseleri bu yolda terbiye etmek ister veya bazı talibler bu yolda terbiye edilmek için size baş vuracak olurlarsa her şey malûmunuz olsun..” Ve anlattı-lar: “Halkın ekseriyeti o mizaç üzerindedir ki, bu tarikatte kısa zamanda elde ettiklerini öbür tarîkatlerde uzun müddet sağla-yamazlar. Onun için bu tarikati bilmek size lâzımdır.” Oradan Taşkente gittiğimiz zaman bazı insanlar peydahlanıp benden hususî yolu anlatmamı istediler. İste o vakit Hüsameddin Pârisâ Hazretlerinin ille bana anlatmak istemelerindeki kerameti anla-dım.” (Reş, 123).

303

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Übeydullah Ahrar sonunda bir zamanlar Bahaeddin Nak-şibend’in yanında olan ve Alaeddin Attar’dan sonra Nakşi-bendiyye’nin şeyhi olan Mevlânâ Yakup Çerhî’ye bağlandı. O, râbıta telkinini ve Nakşibendiyye silsilesinin devamını Yakûb Çarhî ‘den almıştır. Onu yüce dağ köylerine sığınan Yakup Çer-hî’ye, yani Nakşibendiyye’ye yönelten Seyyid Kaasım Tebrizî olmuştur. “Hoca Ubeydullah Taşkendî hazretleri, Mevlânâ Yakup Çerhî hazretlerini nasıl tanıdıklarını hikâye ediyorlar: “Heri’ye gittiğim zaman, güzel yüzlü ve hoş kılıklı bir dükkân-cıda Mevlânâ Yakup Çerhî hazretlerinin büyüklüğünü dinledim ve kalbimin ona aktığını hissettim. Mevlânâyı bulmak üzere yola çıktım. Yolda, hayli mesafe aştıktan sonra, aleyhinde lâf-lar da işittiğim oldu. Hattâ bir aralık seyahatime devam edip etmemek hususunda tereddüde düştüm ve bu kadar yol aldık-tan sonra geri dönülemeyeceğini düşünerek yola devam ettim. Huzurlarına ilk çıkışımda bana büyük iltifatlarda bulundular. Ondan sonra tekrar ziyaretlerine gittiğim zaman da sertlik ve husumet gösterdiler. Evvelâ bu iki muamele arasındaki tezadı kavrayamadım. Sonra anladım ki, bu hâl, yolda geçirdiğim tereddütten gelmektedir. Derken yine lütuf ve iltifata dönüp inayetlerini esirgemediler. Hoca Bahaeddin Nakşibend halife-lerinden oldukları için hoca hazretleriyle münasebetlerini an-lattılar. Arkasından ellerini uzatıp “Gel, biyat et!” buyurdular; O anda yüzlerine baktım. Yüzlerinde cüzzam lekesine benzer bir beyazlık gördüm. Mizaca nefret verici bu leke tesiriyle gön-lüm biyate yanaşmadı. Hissimi hemen anladılar ve ellerini geri çektiler. O zaman harikaların en büyüğü oldu. Mevlânâ haz-retleri birdenbire şekil değiştirdiler. O kadar güzel bir çehreye sahip oldular ki, hayretten dondum ve kendilerine sarılmamak için kendimi güç tuttum. Bu defa Mevlânâ hazretleri yeniden ellerini uzattılar ve dediler: “Nakşibend hazretleri bu elleri tu-tup, senin elin, benim elimdir, demişlerdir. Her kim senin elini tutarsa benim elimi tutmuş olur.” Ve seslerini yükselttiler: “Bu el Hoca Bahaeddin Nakşibend’in elidir, tutun!” Hemen Mev-lânâ hazretlerinin ellerine yapıştım. Mevlânâ hazretleri bana «Hâcegân» yolunun gereğince “nefy» ve «ispat”! talim ettiler. Sonra buyurdular: “Bize mürşidimizden gelen usul budur. Eğer

304

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

siz cezbe yoluyle isteklileri terbiye ederseniz karar sizindir!” Bazı müridleri Meviânâ hazretlerine sormuşlar: “Hem tarikat usulünü telkin etmek, hem de istekliyi serbest bırakmak nasıl olabilir?” Cevap vermiş: “Tâlib, mürşid huzuruna bütün kuvvet ve istidadını toplayarak gelmelidir, istediği her kudretin de yeri kendisinde mevcut olmalı ve is hemen bir izne bağlı olmaktan ibaret kalmalı...” (Reş, 270-271).

“Hoca Ubeydullah hazretleri devam buyuruyorlar: “Mev-lânâ Yakup hazretlerinden icazet isteyince «Hâcegân» yolunu bana baştan başa talim ettiler. “Rabıta” şartını anlatırlarken de dediler ki: “Bu yolu talim ederken dehşet hissi vermemeğe bak! Emaneti isteklilere ve istidatlılara eriştir!” (Reş, 271).

Mevlânâ Yakup Çerhî hazretleri de buyuruyorlar ki: “Hitap erişip (Senin istediğin olsun!) denilince ben öyle bir yol tuttum ki, elbette erdiricidir.” (Bu makam naz makamıdır; ve velîlerin isteği Allah’ın isteğinden başka bir şey değildir). Bir gün etraf-larındakilerden huzursuz olup dediler: “Siz bu yolun yükünü çekemezsiniz! Bu yol gayet incedir ve kendi muradından geçip başkasının muradını benimsemek işidir. Düşünün, ne çetin dâva... Şimdi ben size domuz güdün veya puta tapın desem, he-men küfrüme hükmedersiniz! Evet, bu iş size göre değil! Bakın size bir fıkra anlatayım: Bir gün Hoca Bahaeddin Nakşibend hazretlerinin hizmetlerinde bulunan iki kişi aralarında iman bahsini tutturmuşlar... Bahis, bin bir dereden su getirme gayre-tiyle uzamış, gitmiş. Nihayet Şâh-ı Nakşibend Hazretleri bunla-rın yanlarına gelip demişler ki: “Eğer muradınız bizimle sohbet ise imandan geçmeniz lâzımdır!” Bu söz müridlere gayet giran gelmiş ve Hoca hazretlerinin muradları kendilerine zahir olun-caya kadar ağır ıstırap çekmişler...” (Reş, 292).

“Kendileri anlatıyor: “Heri’deyken sabahlan hamama gider ve Müslümanlara hamamda hizmet ederdim. Hizmette, iyi veya kötü, beyaz veya siyah, kuvvetli veya zayıf, fark gözetmezdim. Hizmetime karşılık bana ücret vermeğe kalkışan olmasın diye de sıvışırdım. Hamamda bu türlü hizmetleri çok ettiğimden hamam harareti sebebiyle bünyem ve sıhhatim zedelenmiştir. Bu yüzdendir ki, şimdi hamama asla rağbetim yoktur.” Kendi-leri anlatıyor: “Ben bu yolu tasavvuf kitaplarından değil, halka

305

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

hizmetten elde ettim. Herkesi bir yoldan götürürler. Bizi hizmet yolundan götürdüler. Hayr umduğum herkese hizmet ederim.” (Reş, 264).

“Kendileri anlatıyor: “Hâcegân tarikatında vaktin icabı ney-se ona göre davranılır. Zikir ve murakabe, ancak müslümanlara hizmet edecek bir mevzu olmadığı zaman tatbik edilebilir. Gönül almaya vesile olacak bir hizmet, zikir ve murakabeden önce gelir. Bazıları zannederler ki, nafile ibadetlerle uğraşmak hizmetten üstündür. Halbuki gönül feyzi, hizmet mahsulüdür. Hoca Bahaeddin Nakşibend ve bağlıları eğer kimsenin hizmeti-ni kabul etmemişlerse, bu, hizmet ve tevazuu tercih etmelerin-dendir. İhsan ediciyi sevmek zaruridir ve muhabbet miktarınca alâka dahi tabiidir. Bu yolun bağlıları kendilerine halkın men-faatine vermişler ve mukabilinde hiç bir şey beklememeği şiar edinmişlerdir.” (Reş, 264).

Übeydullah Ahrar genc yaşlarında arayışta bulunduğu sırada Nakşibendiye yolunu seçiyor. Anlaşılan odur ki, bu yolda ona ağır gelen ne ilim, ne de sürekli ibadet vardır. Bu yolun asıl kuralı nedense ibadet ve ilme karşı getirilen ve sanki onlardan farklı bir şey gibi uzaklaştırılan hizmet ve sohbettir. İşte, Übey-dullah Ahrar için tam bir isabet.

“Reşahat” eserinde yazılıyor: “Yirmi dört yaşında Herat’a gitmişler... Beş yıl kadar da Herat şeyhleriyle sohbet edip yir-mi dokuz yaşlarında aslî vatanlarına dönüyorlar. Ondan sonra helâl rızk elde etmek için ziraat işleri yapıyorlar ve bir adamla ortaklaşa iş görüyorlar. Az zamanda Allah, mahsullerine öyle bereket veriyor ki, idaresinden âciz kalıp yerlerine vekil tayin ediyorlar. Hoca hazretlerinin mal ve mülkleri o kadar artıyor ki, hesap dairesini taşıracak hâle geliyor (Reş, 262). “Reşahat” sahibi anlatıyor: “Bu fakir, Hoca hazretlerinin devlet eşiklerine ikinci defa yüz sürdüğü vakit, vekillerinden biri, tarlalarının 1300 den fazla olduğunu haber verdi. O günlerde daha nice tar-la satın almakta idiler. Tarlalarından «Cuyibâr» ismini taşıyan yalnız bir tanesinde 3000 ırgat çalışırdı (Reş, 262).

Kendileri anlatıyor: “Ben, her yıl sultan Ahmet Mirza, diva-nına tarlalarımın mahsulüne ait yüz binlerce batman öşür veri-rim. Hoca hazretlerinin ambarlarına konulan mahsul, anbardan

306

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

her çıkarılışında, konulduğu zamanki miktarından fazla geliyor. Bu harikayı görenlerse Hoca hazretlerine rabıtalarını büsbütün kuvvetlendiriyorlar.” (Reş, 262).

“Reşahat sahibi (yazıyor): “Şeyh zâde İlyas isimli, mürşidlik dâvasında biri Hoca hazretlerine karşı edeb dışı tavırlar almıştı. Bir gün Hoca hazretleri kırlardan geçerken bir tarlada bir har-man yeri görüyorlar. İsçiler buğdayı savurmakta ve taneyi sa-mandan ayırmaktadır. Harmanın kime ait olduğunu soruyorlar ve Şeyh zade İlyas’a ait olduğunu öğrenince atlarından inerek yerden bir başak alıyor ve tanesini samanından ayırıp savuru-yorlar. Haber Şeyh zade İlyas’a gidince son derece üzülüyor ve diyor: “Hoca bizim harmanımızı yele verdi! Doğrudur! Artık onun silsilesi kesik ve perişan...” Şeyh zade İlyas, hoca hazret-lerini şeriat dışı işler yapmakla suçlandıran adam” (Reş, 343).

İşte, Übeydullah Ahrar itiraf ettiği gibi, onun zenginliğini görenler “Hoca hazretlerine rabıtalarını büsbütün kuvvetlendi-riyorlar.” O, bu zenginliği ile yanlız yoksul halkı değil, aynı za-manda mala ve paraya takılan siyaset adamlarını da kendisine bağlamıştır.

Ubeydullah Ahrâr’ın siyasi faaliyeti

Semerkant şehrini ilmin, sanatın, İslam kültürünün merkezi haline getiren, Müslümanların okuyarak cahillikten kurtulma-sını isteyen Mirza Uluğ Bey, Nakşiler tarafından beğenilmemiş ve onun yaptıkları şeriat dışı ilan olunmuştur. Aslında, bu itiraz ve suçlamaların arkasında Mirza Uluğ Beyin iktidardan gitmesi ve onun yerinde nakşibendileri savunan bir hükümdarın iktidar olması isteği dayanıyordu.

Uluğ beye karşı çıkan oğlu Abdullatif’in tarafında birçok beylerle yanaşı, nakşibendi şeyhi Ubeydullah Ahrar ve Horasan şeyhülislamı Bahauddin Ömer de vardır. Sonuçta, Mirza Uluğ Bey öldürüldü. Uluğ beyin öldürülmesi ile bağlı komploda Ubeydullah Ahrar’ın eli olduğunu söyleyen araştırmacılar da vardır. Babasını katleden Abdullatif beş günden sonra aynı komploçular tarafından katlediliyor. Uluğ beyin yeğeni Abdul-lah ibn İbrahim, Abdullatif’in tahtına çıkıyor.

307

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

“Reşahat” eserinde yazılıyor: “Hoca hazretlerine, rüyala-rında demişler ki: “Şeriat, senin mededinle kuvvet bulacaktır. Hoca hazretleri düşünmüşler ki, bu mâna, sultan ve emirleri vasıta etmeden yerine gelemez. Bunun için, zamanın sultaniyle görüşmek üzere Semerkant’a gitmişler.

Refakatlerindeki zat anlatıyor: “Sultan ile mülakat istedi-ler. O zaman Mirza Abdullah Semerkant’a hükmetmekteydi. Semerkant’a vardığımız zaman Mirza’nın beylerinden biri hoca hazretlerinin istikbaline geldi. Hoca hazretleri dediler ki: “Bizim buralara kadar gelmekten muradımız, sizin Mirza’nız ile görüşmektir.” Bey, hoca hazretlerine edepsizce cevap verdi: “Bizim Mirzamız pervasız bir delikanlıdır ve onunla görüşmek kolayca kabul edilebilir bir iş değildir. Hem dervişlerin bir sul-tanla görüşmekte ne maksatları olabilir?” Hoca hazretleri bu karşılıktan öfkelendiler ve dediler: “Bize sultanlar ile görüşmek emredilmiştir. Ben buraya kendi kendime, kendi kararımla gelmiş değilim. Sizin Mirza’nız eğer pervasız ise, onu değiş-tirip pervalı olan birini getirirler!” Bey, fena halde bozulup gitti. Bey gider gitmez, hoca hazretleri, onun adını mürekkeple duvara yazıp, sonra parmağını ağzında ıslatarak sildiler ve de-diler: “Bizim işimiz o padişahtan ve onun emirlerinden bekle-nemez! Gidelim!” Ve o gün Taşkent yolunu tuttular. Bir hafta sonra o bey vefat etti. Bir ay sonra Türkistan’da Mirza Ebu Said zuhur edip Mirza Abdullah’ı öldürdü ve mülküne el koy-du” (Reş, 328-329).

Reşahat eserinde Ebu Said’in Mirza Abdullah ile savaşı hakkında geniş bilgi vardır (Reş, 330-331). “Reşahat sahibi (yazıyor): “Zafer üzerine Hoca hazretleri, Mirza Ebu Said’in istirhamını kabul edip Semerkant’a gittiler. Öldürülen Mirza Abdullah’ın akrabasından Mirza Babür’ün büyük bir ordu ile Horasan’dan hareket edip Mirza Abdullah’ın intikamını almak üzere Semerkant’a yöneldiği haberi gelmişti. Muzaffer Sultan Mirza Ebu Said, telâş ve ıstırap içindeydi. Hoca hazretlerine dert yanıp: “Benim, bu gelen orduya karşı koymam imkânsız-dır! Ne yapayım?” diyordu. Hoca hazretleri kendisini teselli ve sükûnete davet ettiler ve bulundukları yerde düşmanı bekleme-sini tavsiye eylediler.” (Reş, 332). Uzun süren savaştan sonra

308

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Mirza Babür Mirza Ebu Said ile antlaşma yapmak kararına gel-di ve bu antlaşmaya Übeydullah Ahrar’ın da katılmasını istedi. Fakat, Mirza Ebu Said bu antlaşmaya “aralarında istişareden sonra, yakınlarından Mevlânâ Kaasım’ı gönderiyorlar. Bizzat naklettiler: “Aradan zaman geçtikten sonra Mirza Ebu Said’e sordum: “Mirza Babür bizi istettiği zaman niçin çıkıp gitmemi-ze izin vermediniz?” Dedi ki: “Mirza Babür gayet zeki, kurnaz, hoşa gitmeği ve riyakârlık etmeği bilen bir gençtir. Korktum ki, kalbinize girip sizi kendisine taraftar kılmasın ve bizi himmeti-nizden yoksun bırakmasın.” (Reş, 333).

Türk asıllı güclü argun aşiretlerine ve Özbek hanı Ebul Hayr’a sığınan Sultan Muhammed’in oğlu Miranşah’ın toru-nu Sultan Ebu Said 1451 yılında Uluğ beyin yeğeni Abdullah ibn İbrahim’i savaşta yenerek Maverünnehir’in hükümdarı oluyor.403Mirza Abdullah öldürülüyor. Özbek hanı Ebü’l-Hayr Semerkant’ın idaresini Ebu Said’e (1424-1469) bırakarak kendi yurduna dönüyor. Ebu Said’in iktidara gelmesi ile Taşkent’ten Semerkant’a davet ettiği Übeydullah Ahrar’ın kırk yıl sürecek hakimiyeti başlamış oldu.404 Zira, Ebu Said Ubeydullah Ah-rar’ın tam etkisi altında olmuş ve onu kendi yanına danışman ve çocuklarının eğitimcisi olarak davet etmiştir.

Bu dönemde Übeydullah Ahrar’ın 48 yaşı olması gerekiyor-du. O, Hânedânın prensleri arasında sürüp giden taht kavgaları devam ederken, Timurleng’in dördüncü gö bek to runlarından olan ve 12 ya-şında tahta çıkan Sultan Ebu Said’in yanında ye rini almış ve küçük yaşlarından ona hocalık yapmıştır. Tarihi kaynaklara göre, o, her icraatını hocası ile istişare eder, onun tavsiyesi ile hareket ederdi. Sultan Ebu Said’in to ru nu Zahîruddîn Babür doğduğu zaman kendisine Zahirüddin Muhammed adını veren de Hace Ubeydullah Ahrar olmuştur. Onun Ebu Said ile eskiden tanış-ması ve onu bu siyasi çekişmelerde desteklemesi, Reşahat ese-rinde tasdikini buluyor:

“Yine şahitlerden biri: “Bu yola henüz atılmış ve hâlimizin başında bulunuyorduk. Firket isimli yerde hoca hazretlerinin

403 Muhammed Salih, s. 34.404 Hakkı Dursun, c 9. s. 258.

309

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

hizmetindeydik. Bir gün kâğıt ve kalem istediler ve kâğıdın üstüne birkaç isim yazdılar. Bu sırada “Sultan Ebu Said Mir-za” diye bir isim yazıp ceplerine koydular. O sırada Ebu Said Mirza’nın hiç bir yerde nam ve nisam yoktu. Yakınlarından biri küstahlık edip sormaya cesaret etti: “Bir takım isimler yazdık-tan sonra sultan Ebu Said Mirza ismine saygı gösterip onu ce-binize koydunuz. Bu isim kimindir ve böyle davranışınızın hik-meti nedir?” Buyurdular: “Bu o kişidir ki, biz, siz, Semerkant, Taşkend ve Horasan, yakında onun tebaası olsak gerektir.” Pek kısa bir zaman sonra Türkistan’dan “Mirza Ebu Said!” sesi yükseldi.” (Reş, 329).

Mahdumi Azam “Risaleyi-tenbih es-Salatin” eserinde ya-zıyor: “O (Hoca Ahrar), döneminin hükümdarları ile kurduğu ilişkiler ve hem de iktidarda olanlardan elde edilen yardımlar sayesinde Şeriat ve tarikatın genişlenmesi için imkanlar sağ-ladı. Dönemin hükümdarlarının yardımı olmadan, asil ruhani silsilenin devamını sağlamak mümkün değildir. Zira, bu (tasav-vufi) birlik insanlarının feyz ve vecd halini inkar eden cahil ve bilgisiz insanlar fazladır. Bu nedenle, bu yüce birlik (nakşiben-diyye) dönemimizde dinsizlikte suçlandırıldı ve rahatsız edildi. Hükümdarlar onlara hamilik ettiklerinde, onlara itaat ederek inandılar ve diğerleri onlara zarar yetiremediler. Hükümdarlar bu birliğin (nakşibendiyye’nin) ruhani yolunun hakikatine inan-masalar (Allah korusun!), düşmanlardan onlara büyük darbeler gelebilir ve hükümdarların yaptıkları tüm yaramazlıklar onların ahlakına çevrilecektir. Zira, “Yaramazlığı duyan – (sorumlu-luktan) serbesttir” - söylenmiştir. İşte, bu birliğin (nakşiben-diyye’nin) düşmanları bundan haberdardırlar ve bundan dolayı kendi iddia ve suçlamalarını güçlendirmeğe çalışıyorlar. Bu ne-denle, ilim arayan acemi (öğrenciler) arasında kuşku meydana çıktı ve onlar asil nisbeti-şerifden yararlanamadılar.”405

Aynı dönemde yaşayan ve Übeydullah Ahrar ile iyi ilişkilrde bulunan Ali Şir Nevai, onun hakkında böyle yazıyor: “O, son dönemlerde devletlere inanılmaz etki sağlağıyor, hükümdar ve yöneticilere tarifsiz bir yakınlık gösteriyordu. Maverünnehir

405 Mahdumi Azam, s. 411-412.

310

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

yöneticileri kendilerini onun müritleri ve taraftarları olarak ka-bul ediyordu. Horasan, Azerbaycan, Rum ve Mısır’dan, Çin ve Hindistan’a kadar diğer Müslüman hükümdarların çoğu kendi-lerini Hoca’nın taraftarlarına ait ediyorlardır”406

“Reşahat” eserinde yazılanlardan anlaşılan odur ki, Übey-dullah Ahrar’ın Ebu Said ile ilişkileri, onun hakimiyete gelme-sinden öncelere tesadüf ediyor. Ebu Said genc olduğundan ve onun otoritesine bağlandığından dolayı Übeydullah Ahrar’ın tam etkisi altında olmuş, devlet sırlarını onunla paylaşmış ve devlet yönetiminde onun emir ve nasihatlarına itaat etmiştir (Reş, 329-331).

“Reşahat» sahibi (yazıyor): “Hoca hazretlerinin sultanlar üzerindeki tesirleri ve onları tasarruf etmekteki kudretleri ga-yet açıktı. Nitekim bu husustaki menkıbelerini öz ağızlariyle ifade buyurmuşlardır. Bizzat naklettiler: “Eğer ben şeyhlik etmeğe kalksaydım benim devrimde hiç bir şeyh kendisine mürid bulamazdı. Lâkin bize başka iş buyurdular. Bizim işimiz, müslümanları zalimlerin şerrinden korumaktır. Bu yüzdendir ki, padişahlarla ihtilâtımız vardır. Onların gönlünü avlamak ve dilediğimiz istikamete çevirmek bize vazife olmuştur.” Bizzat naklettiler: “Allah bize öyle bir kuvvet vermiştir ki, eğer murat etsem, ülûhiyet dâvası eden Hata padişahını bir nâmeyle öyle-sine teşhir ederdim ki, sultanlığını bırakıp yalınayak ve üst baş perişan, kapımın eşiğine sürüklerdim. Ama bunca kuvvet ve kudretle, Allah’ın bu husustaki fermanını beklemekteyim. Bi-zim makamımıza edeb lâzımdır ve edeb odur ki, kul, kendisini ilâhî iradeye tâbi kılsın.” (Reş, 338).

“Reşahat» sahibi (yazıyor): “Hoca hazretleri, Sultan Mah-mud Mirza ile, Ömer Şeyh Mirza ve Sultan Ahmed Mirza’yı muharebede barıştırdılar (Reş, 339)...“Mirza Sultan Ebu Said derdi ki: «Hoca Ubeydullah çok kuvvetlidir; onunla çekişmek kabil değildir, o, hangi taraftan olsa, dilediği şey meydana gelir. Hoca Abdülhalik fukarasına kimse karşı duramaz; karşı durur-larsa yenilirler.” (Reş, 131).

Maverünnehir ve Horasan topraklarını tek bir devlet olarak

406 Kudryaşov, s. 5-6.

311

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

yöneten Sultan Ebu Said, ekonomi sıkıntılar içinde olmasına rağmen, Übeydullah Ahrar’ın telkinleri üzerine tamga vergisini kaldırmaktan çekinmemişti. Herat’ta büyük sermaye sahipleri meydana çıkmış, hatta hükümdar zaman zaman ek vergiler top-lamak yerine onlardan borç almıştı. Übeydullah Ahrar hakkın-da menkıbelerden anlaşıldığı gibi, bu dönemde büyük şehirler-de büyük sermayeler birikmişti. O, geniş arazisinden sağladığı paraları tüccarlara vererek işletiyordu. Bu sonrakı dönemlerde de gelişerek devam etmiştir.407

Übeydullah Ahrar’ın devlet adamlarını kendi etkisi altına alması ve bundan yararlanarak ticaret işlerinde başarılar elde etmesi, bir taraftan onun otoritesini daha da artırıyor, diğer yan-dan ona karşı olanları daha da kıcıklandırıyordu.

“Kaadi Ebu Nasr Taşkendî (diyor): “Hoca hazretlerinin zu-hurları sırasında Taşkend’de irşad makamına kurulmuş şeyhler pek çoktu. Bunlar hoca hazretlerine kıskançlık ve aykırılık gös-terdiler ve teker teker silinip gittiler. Reşahat sahibi (yazıyor): “Semerkant müftüsü, hoca hazretleri hakkında söylemediğini bırakmayan bir adam... Bir gün meclisinde yine ağzına geleni söylerken, hazır bulunanlardan biri ona diyor ki: “Bu ettiği-niz gıybet gayet götü bir şeydir ve hakka tam aykırıdır. Siz de tasdik edersiniz ki, eğer hoca hazretleri mükemmel bir velî değilse, her halde devlet sahibi bir insandır. Böyle bir insanın meziyetlerini görmemek size reva mı?” (Reş, 343-344).

“Hoca hazretleri mükemmel bir velî değilse, her halde dev-let sahibi bir insandır” - ifadesi, Übeydullah Ahrar’ın her kes tarafından kabul görülen bir özelliği idi. Anlaşıldığı gibi, o, dini otoritesini siyasi güç elde etmek için, siyasi otoritesini ise, eko-nomi güc kazanmak için kullanıyordu.

Sultan Ebu Said Mirza’nın iktidarlık döneminde Uluğ bey döneminden farklı olarak, dünyevi ilimlere ve eğitime ilgi azal-dı, mahkemeler hanefilik mezhebi üzerine kuruldu, özellikle Buhara’dan Semerkant’a yerleşen Nakşibendiyye devlet yö-netiminin içine girerek zenginlik ve güç elde etti. Bu nedenle, birçok ilim ve din adamları Maverünnehir’i terk etmek zorunda

407 Hakkı Dursun,. c 9. s. 299.

312

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

kaldı. Emir Timur ve Uluğ bey döneminde Müslümanların ilim ve kültür mezkezine çevrilen Semerkant eski durumunu zaman-la kaybetti.

Sultan Ebu Said 1468 yılında Türkmen hükümdarı Cahan-şah’ın ölüm haberini duyunca, Azerbaycan’a saldırmak kara-rına geldi. Bunun için Übeydullah Ahrar ile görüştü ve onun desteğini aldı. 1469 yılında gerçekleşen bu başarısız saldırı so-nucu Ebu Said canını ve ordusunun büyük bir kısmını kaybetti. Bu olaydan sonra Semerkant ülemasının bir kısmı baş veren olaylarda Übeydullah Ahrar’ı suçlandırdı. Reşahat eserinde yazılıyor: “Mevlânâ Kadızade’nin eserinden: Bizzat naklettiler: “Sultan Ebu Said Mirza’nın ölüm haberi geldiği gün yolda o müftüye rastladım. Gözlerini benden ayırıp başka tarafa ba-karken tahkir edici bir sesle: “Esselâmü aleyküm” dedi ve dur-madan atını sürüp gitti. Halbuki iki gün evvel yolda yine bize rastlamış ve türlü alâkalar göstermişti. Bu tavrı üzerine anladım ki, bir maksadı var... Birkaç gün sonra öğrendim ki, müftü, şeh-rin büyükleriyle birlik olmuş ve artık meclisimize gelmemek ve sözümüze itibar etmemek hususunda bir çoğunu kandırmış. Hattâ mal ve mülkümüze el konabileceğine dair fetva verme-ğe bile kalkışmış. Reşahat sahibi (yazıyor): “Hoca Mevlânâ ismindeki bu müftünün hoca hazretlerine etmediği düşmanlık kalmamıştı. Hoca hazretlerinin dünya nimetlerini toplamaktan, mal ve para cemetmekten başka emeli olmadığını yayıyor, onu bir sahtekâr olarak belirtiyordu.” (Reş, 344)

Sultan Ebu Said Mirza 1469 yılında Azerbaycan Karako-yunlularına saldırırken facialı bir şekilde öldürüldü. Onun ölümünden sonra tahta oğlu Sultan Ahmed Mirza (1469-1494) çıktı. O, küçük yaşlarında Übeydullah Ahrar’ın etkisi altın-da olmuş, onun eğitimini almış ve müridlerinden olmuştur.408 Anlaşıldığı gibi, Übeydullah Ahrar Mirza Ebu Said’den sonra oğlu Ahmet Mirza üzerinde de büyük etki sağlamıştır. Aslında, Sultan Ahmed Mirza’nın ikdarlık döneminde yönetim tam ola-rak Übeydullah Ahrar ve onun yakın taraftarlarına ait idi. Zira, Sultan Ahmed devleti yönetmek iktidarında değildir. Aslında,

408 Hakkı Dursun,. c 9. s. 270.

313

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Ahmed Mirza iktidar olduktan sonra Übeydullah Ahrar önce-kinden daha fazla iktidar oldu.409

Zahiriddin Babur “Babur-name” eserinde Sultan Ahmed Mirza hakkında böyle yazıyor: “Hanefi mezhebinde olan Sultan Ahmed Mirza samimi iman ehli idi. O, beş vakit namazı bırak-mazdı. Hatt”a, sarhoş olduğu takdirde bile ibadeti unutmazdı. Hoca Übeydullah hazretlerine çok bağlıydı. Hoca onu himaye eder ve destek vererdi. Sultan Ahmed Mirza özellikle şeyhin meclislerinde çok nazik birisi idi. O, söylenenlere göre, şeyhin meclislerinde edep nişanesi olarak bacaklarını sallamazdı. Sul-tan Ahmed Mirza okuma yazma bilmiyordu. Şehirde büyüme-sine rağmen, çok sade, hiyleden anlamayan, başarısız ve adil birisi idi. Hoca hazretlerinin ayağına bağlıydı...Bazen durma-dan yirmi ya da otuz gün üst üste şarap içer, bazen de yirmi ya da otuz gün üst üste içmezdi. Bazen günlerle eyş-işret meclis-lerinden ayrılmazdı. O, iyi içiyordu. İçki içmediği günlerde çe-şidli uyuşturucular kullanıyordu... Onun iradesi beylerin elinde idi.”410

Übeydullah Ahrar’ın iktidarı tam olarak kendi kontrölü altı-na alması Nakşibendiyye’nin güclenmesine ve merkezleşerek diğer ülkelere yayılmasına katkı sağladı. O, diğer tasavvuf tari-katlrının da Nakşibendiyye’ye bağlanması ve kendi tarafından yönetilmesi için çaba harcadı. Sonuçta, o, Orta Asya bölgesinde en zengin insan oldu.

Sultan Ebu Ahmet Mirza’nın kardeşi Sultan Mahmud Mirza ona karşı çıkıyor ve ona saldırıyordu. Übeydullah Ahrar Semer-kant sultanı Ahmet Mirza üzerine yürüyen öz kardeşi Mahmud Mirza’ya bir name göndererek, onu bu saldırıdan taşındırmak istemiştir. Mirza Ebu Said’in emirlerinden olup sonradan Mirza Mahmud’a katılan birine haber göndererek bildirmiştir: “İnat ve muhalefetten dönünüz! Bilmez misiniz ki, yüz bin kişi Hoca Abdülhalik silsilesinden bir kişiyle başa çıkamamıştır? Onlara saldıranlar yenilir. Bu taife tasarruf sahipleridir ve ne dileyecek olurlarsa o olur.” (Reş, 336). “Reşahat sahibi (yazıyor): “Sultan

409 Bartold V.V. Eserleri, s. 23-196. 410 Babur-name, s. 34-35.

314

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Mahmud Mirza ve emirleri bunca nâme ve ikazlara rağmen akıllarını başlarına devşirmeyip Semerkant muhasarasına giriş-tiler.” (Reş, 336). Fakat, bir şey elde edemeyip geriye döndüler.

Zahiriddin Babur “Babur-name” eserinde Sultan Mahmud Mirza hakkında böyle yazıyor: “Sultan Mahmud Mirza ibadeti bırakmazdı. Onun döneminde düzen ve yönetim iyiydi. O, he-sabı güzel biliyordu ve ülkede harcanan her dinar ve dirhemi kontröl ediyordu. Fakat, onun inancında bir yanlışlık vardır. Zira, o, Übeydullah Ahrar’a hiç saygı duymazdı.”411

Anlaşıldığı gibi, Buhara’da oturan nakşibendilerin bir kısmı Mev-lana Arif ve Muhammed Parsa ile devam eden bir kolu temsil ettikleri halde, Semerkant şehrinde oturanlar Übeydullah Ahrar’a bağlan-mışlardır. Übeydullah Ahrar’ın döneminde Nakşibendiyye’nin merkezi Semerkant şehri olmuştur. Çeşitli dağlık bölgelere sığınan nakşibendi gruplar onun döneminde Semerkant’ta yoğunlaşmış ve Sultan Ebu Said ve oğlu Sultan Ahmed’in ik-tidarı döneminde devlet işlerinde yer almışlardır. Bu nedenle, Nakşibendiyye’nin Semerkant ve Buhara halkı arasında etkisi zamanla artmış ve taraftarlarının sayı çoğalmıştır. Übeydullah Ahrar’ın vefatından (1489/895 yılında 89 yaşında Semerkant yakınlığındaki Kamangiran adlı yerde öldü) sonra bile iktidar nakşibendilerin elinde olmuştur.

Übeydullah Ahrar kendi siyasi ve ekonomi egemenliğini kullanarak, yanlız bölünmüş nakşibendi kollarını değil, aynı zamanda Tüsküstan’da geniş yayılmış Yaseviyye, Kübreviyye ve Hacegan tarikatlarını kendi egemenliği altında bir araya getirmeğe çalışmış, tabi olanları kendi taraflarına çekmiş, karşı dayananları ise ortadan kaldırmağa çalışmıştır. Kaynaklardan anlaşıldığı gibi, bu veya diğer tarikat temsilcilerinin nakşiben-dilerle ilişkileri iyi olmamıştır. Bunun nedenleri iyi düşünülme-lidir.

411 Babur-name, s. 45.

315

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Ubeydullah Ahrar’ın müridleri

Sultan Ebu Ahmet Mirza 1494 yılında vefat edince kardeşi Sultan Mahmud Mirza tahta çıkıyor. Fakat, o, 1495 yılında vefat ediyor ve iktidar oğlu Baysunkur Mirza’ya (1495-1497) geçiyor. İlginçtir ki, Sultan Ebu Ahmet’ten sonra hakimiyete gelmek isteyen Mahmud Mirza iktidarı üç aydan, oğlu Bay-sunkur Mirza’nın ise iktidarı iki yıldan fazla devam etmiyor ve bu sürede ülkede çok büyük siyasi çekişmeler, karşıdurmalar devam ediyor. Anlaşılan odur ki, Semerkant’ta kırk yıldan fazla iktidarı yöneten nakşibendiler, hakimiyeti kolaylıkla “Übey-dullah Ahrar’a hiç saygı duymayan” Sultan Mahmud Mirza’ya veya onun oğluna bırakamazdılar. Açık ve gizli şekilde devam eden siyasi çekişmeler sonucu devlet gücünü kaybetti. 1497 yılında Hindistan’da Moğol hükümdarlar sülalesinin temelini koyan ve Emir Timur soyundan olan Zahiriddin Babur ona saldırırak tahtı ele geçirdi. Fakat, o, Maverennehir’i dört aydan fazla yönetemedi. Zira, Özbek hanı Muhammed Şeybani 1500 yılında Maverennehir tahtını ele geçirdi.

Şeybânî Han IX (XV) yüzyıl sonların da Deşt-i Kıpçak’taki düşmanlarından kurtulup Buhara’daki Timurlu valisine sığın-dığı müddetce (iki yıl) nakşi bendî şeyhlerinin (Cemâleddin, Mansûr) etkisi altında kalmış ve böylece Özbekler ile Nakşi-bendîler ara sında dostluk kurulmuştur. Buhara Şeybânî Han ku-mandasındaki Özbekler tarafından ele geçirilerek devlet merke-zi haline getirilmiştir.

Übeydullah Ahrar’ın yolunu devam ettiren halife ve mürid-leri çeşitli yerlerde karar tutmuşlardır. Onlar karar tuttukları yerlerde iktidarı ele geçirmek ve nakşibendiliğin temel ilkele-rini yaymakla uğraşıyorlardır. Nakşibendiliğin eski merkezle-rinden biri de Herat idi. Übeydullah Ahrar’ın orada Mevlânâ Sadeddin Kaşgarî kimi taraftarları vardır. Sadeddin Kaşgarî’nin Herat’ta bulunan ashabı Mevlânâ Şahabuddin, Mevlânâ Şem-süddin Muhammed Ruci gibi birçok şahıslar vardır. Onlar ve diğer nakşibendi şeyhleri oldukları yerde geleneksel olarak ses-siz zikri tebliğ etmiş (Reş, 19,169) ve bazıları dünyevi ilimlere olumsuz bakmışlardır (Reş, 198-199, 201-202).

316

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Nakşibendiyye silsilesinde Übeydullah Ahrar’dan sonra Bedahşanlı Kâdı Muhammed Zâhid’in ismi geçiyor. Übeydullah Ahrar’ın kendisinden sonra Nakşibendiyye silsilesine Kâdı Muhammed Zâhid’i şeyh tayin etmesi kuşkuludur. Zira, onun bu göreve iddialı olan ve kendisinden sonra bıraktığı zenginliğin varisi olan yedi oğlu vardır. Onlar arasında Hace Muhammed Yahya daha ünlü idi. Biz nakşibendiliğin Bahaeddin Nakşi-bend’den sonrakı silsilesine dikkat edersek, silsilede varislik ilkesinin mevcut olduğunu görebiliriz. Maverennehir’de oluşan bu tasavvufi gelenek sonrakı yüzyıllarda da devam etmiştir.

Nakşibendiyye silsilesine sonrakı şeyhi hesap olunan Kâdı Muhammed Zâhid aslında Yakûb Çarhî ‘nin kız tarafından torunu idi. Ubeydullah Ahrâr’ın onu iyi tanıması ihtimalı zayıftır. Zira, o, Ahrâr’ın Şam’a yerleşen halifelerinden Mollazâde Muhammed Abdullah Otrârî’nin müridlerinden olmuştur. Abdullah Otrârî vefat edin ce (923/1517) Muhammed Zâhid onun Nakşibendiyye’nin pek yaygın olmadığı Şam’da yaşayan yegâne halifesi olarak kalmıştır. Daha çok siyasi düşünceleri ile gündeme gelen Ubey-dullah Ahrâr gibi birisi neden tüm güç ve iktidarını oğluna değil, Nakşibendiyye’nin pek yaygın olmadığı uzak bir Şam diyarındakı bir müridinin müridine havale etsin? Bunun ilahi bir seçim olduğunu düşünenler de olabilir. Fakat, araştırmalar ve kaynaklar gösteriyor ki, nakşibendilikde seçim daha çok şeyhlerin kendi çıkarlarına bağlı olmuştur.

Übeydullah Ahrar’ın oğlu Hace Muhammed Yahya babasının yolunu devam ettiren ve onun taraftarlarını, imkanlarını elinde toplayan bir siyaset adamı olmuştur. O, Buhara’nı ele geçirdik-ten sonra Semerkant’a yürüyen Şeybani hana karşı türk-çağatay beylerinden oluşan bir ittifak yaratmış ve Sultan Ali Mirza’nın hakimiyetini desteklemiştir. Fakat, gerçek gücün Muhammed Şeybani tarafında olduğunu anladıktan sonra Sultan Ali Mir-za’ya karşı çıkmış ve Zahireddin Babur ile gizli ittifağa girmiştir. Durumun böyle olduğunu görünce, Sultan Ali Mirza Muhammed Şeybani ile yakınlaşmak istemiştir. Bu nedenle, Muhammed Şeybani bir zamanlar Übeydullah Ahrar’ın müridlerinden olan bir Buhara dervişini söhbete göndermiş ve taraflar arasında barış ra-zılaşması imzalanmıştır. Fakat, Hace Muhammed Yahya bu barışı

317

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

bozmaya ve halkı onlarla savaşmaya çağırmıştır. Halk bu ça-ğırışa önem vermediği için Muhammed Yahya böyle demiştir: “Ben Şeybani hanın böyle faziletli birisi olduğunu önceden bilseydim, hiç bir zaman bu akılsız (Teymuri) şahzadelere vakit kaybetmezdim.”412

1500 yılından başlayarak Maverennehir üzerinde egemenlik Özbek sülalesi olan Şeybanilere ait oluyor. Muhammed Şeyba-ni şehri terk eden zenginlerin mülkünü devlet hazinesine verdi ve Sultan Ali Mirza, Hace Muhammed Yahya ve diğer önde ge-len adamlar hapis edildi. Özbek emirleri handan Hace Muham-med Yahya’nın öldürülmesini talep ettiler ve bunu başardılar.

Semerkant ülemasından olan Hoca Ebülmekarim Babur’a bir mektup yazarak yardım dileğinde bulundu. Babur Semer-kant’a yürüyerek zafer elde ettiyse de, bu kısa süreli oldu. Yani, Muhammed Şeybani yeniden Semerkant’ı ele geçirdi ve Hoca Ebülmekarim’i katlettirdi. Babur Afganistan topraklarına çe-kilerek 1504 yılında kendi saltanatını kurdu. Zahiriddin Babur eskiden ulu babalarına ait olan Semerkant ve Buhara gibi şe-hirleri göçebe Özbeklere bırakamadından dolayı, onlara karşı I Şah İsmayıl Safevi ile ittifak yaptı. Sonradan o, Semerkant’ı ele geçirdiyse de, halkın ona karşı direnmesi sonucu 1514 yılında Maverennehir’den el çekiyor ve yüzünü Hindistan’a yöneltiyor.

İktidarda yer alan nakşibendiler Şeybanilerin şii düşman-lığına dayanan siyasi sünnilik ideolojisini benimsemesine ve sünni-şii karşıdurmasının gündeme gelmesine etki sağladılar. Büyük bir coğrafyanı kapsayan Şeybâniler devleti şiiliğin ya-yılmasına engel olmuş ve I Şah İsmail Safevi’ye birkaç defa elçi ve mektup gönderen Şeybâni Han ona şöyle söylemiştir: “İki yoldan birini seç: Ya atalarının yolunu tutup, Müslüman sünnilerin âdetiyle iş gör, ya hakikatten uzaklaşan ikinci yolda (şiilikte demek istiyor) kalıp, savaşa hazır ol!”

I Şah İsmail Safevi ise mektuplanın birinde ona böyle cevap vermiştir: “Doğudan batıya kadar her yerde imamlar olsa, bi-zim için Ali ve ailesi kâfidir.”.. Mektubun devamında ise: “Bi-zim ecdadımızın itikadı, kurtarıcı yani Mehdi‟dir. Eğer sizin

412 Trever, s. 31-32.

318

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

bu mezhebe karşı bir şüpheniz varsa, tüm din adamlarınızı ve fazıl kişilerinizi gönderin biz bu şüphelerinize deliller sunalım. Allah biliyor ki, bizim bu dünyadakı amacımız Şia ve Fırka-i Nâcîye (kurtarıcı) hükümlerini yaymaktır. Din muhaliflerinin zulümlerini yeryüzünden kaldırmaktır. Safevî Devletinin ve büyüklerinin dünyevi işlerle ve de saltanatlıkla ilgisi ve alakası yoktur.”413

Şeybanilerin Maverennehir’in güneyine saldırılarının karşısı alan I Şah İsmayıl Safevi devam eden savaşların birinde Mu-hammed Şeybani’yi öldürdü. Bu olay Şeybanilerle Safeviler arasında düşmanlığın derinleşmesine neden oldu. Geleneksel olarak şii-sünni karşıdurmasının büyümesine ve Ehl-i Beyt taraftarlarının ortadan kaldırılmasına çaba harcayan Nakşiben-diler bunu kallanmağa kalktılar. Bu nedenle, onların Safevi sınırları dahilinde faaliyetleri mümkün olmamış ve Maverenne-hir’in dahilindeki tüm tarikatlar, özellikle Kübreviyye tarikatı onlara karşı mucadele etmiştir.414

Übeydullah Ahrar’ın yolunu devam ettiren müridleri arasında Şeybanilere daha fazla etki sağlayan şahıs Mahdum Azam (Aza-metli Efendi) ismiyle tanınan Farganalı Mevlana Hoca Kasani idi. O, Kâdı Muhammed Zâhid’in (öldü 922/1516) bağlılarından olmuştur. Mahdum Azam Canibey Sultanın daveti ile 1533 yı-lında Semerkant yakınlığında Dehbih isimli bir köye yerleşmiş ve orada da ölmüştür (1542). Mahdum Azam Fergana sultanı Canibeyin (1524-1529), sonra onun oğlu Ebü’l Fath İskander hanın (1512-1533 Miyankala sultanı, 1529-1533 Kermin sulta-nı ve 1561-1583 Maverennehir hanı olmuş) mürşidi olmuştur. O, sufizm, felsefe, hukuk, geoloji hakkında “Mecmua el-risail” eserinde biriken 30-dan fazla eserin müellifi olmuştur.

Cuybar şeyhleri soyundan olan Hoca Ahmedin oğlu ve 12 yaşından Mahdum Azam’ın müridi olmuş Hoca İslam mürşidi-nin vefatından sonra onun varisi olmuş ve İskander han da ona tabi olmuştur. İskander han vefat edince, onun yerine oğlu Ebul Gazi Abdullah han (1583-1598) geçmiş ve Şeyhü’l İslam göre-

413 Gülay Karadağ, s. 79.414 Trever s. 47.

319

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

vine adanan Hoca İslam bir mürşid gibi müridi olan Abdullah hanın tüm işlerine mudahele etmiştir. Hoca İslam 971/1563 yılında 73 yaşında vefat ediyor ve postu oğlu Sayad’a (Hoca Kalon) bırakmıştır. Abdullah hanın döneminde onun siyasi ve ekonomu gücü daha da artmıştır. O da vefat edince (997/1589), yerine oğlu Hoca Taceddin’i bırakmıştır.415

Mahdum Azam bir taraftan Zahiriddin Babur ile ilişkiler ku-ruyor, diğer taraftan onu yenen ve Muhammed Şeybani’nin yeğeni olan Ubeydullah hanı (1530-1533) kendisine bir mürit olarak tabi ettiriyordu. Zaten, Ubeydullah hanın babası da bir zamanlar Übeydullah Ahrar’a bağlandığından dolayı, oğluna onun ismini vermiştir.416

Maverennehir’de Nakşibendi şeyhlerinin etkisi büyük idi. Onlar yerli emirlerin yanında yer alıyor ve onları destekliyor-lardır. Bu ise, ülkede birliğin sağlanmasına engel oluyor ve emirler arasında karşıdurmaların derinleşmesine neden oluyor-du. Bu olaylar, bir yandan devleti zayıflatıyor, diğer yandan da şeyhlerin zenginleşmesine, toprak sahalarının, vakıflarının artmasına katkı sağlıyordu. Hatta, kendi menfaatları uğrunda emirleri destekleyen şeyhler müridlerini bir terror araçı gibi kullanarak diğer emirlere karşı terror eylemleri gerçekleştiri-yorlardır. Örneğin, Mahdum Azam’ın müridi vasıtasıyla Taş-kent emiri İbrahim öldürülmüştür. Diğer nakşbendi (Mahdum Azam’ın müridi) Hoca İslam Buhara emiri Burhan Sultana karşı savaş düzenleyerek (1557) onu öldürtmüş ve onun yerine Mahdum Azam’ın ve sonra kendi müridlerinden olan Kermin ilçe emiri İskander Sultanın oğlu Abdullah’ı (1557-1598) tah-ta oturtmuştur. Böylece, Cuybarda bir araya gelen nakşibendi şeyhleri (Cuybar şeyhleri) Abdullah’ı desteklemekle Maveren-nehir’de iktidarı kendi ellerine almışlar.417 Abdullah han şiilere karşı siyasi sünnilik ideolojisi tatbik etmiş, Safevilere ve onla-rın müttefikleri olan Babürilere karşı Hindistan’da Ekber Şah ile ve Osmanlılarla ittifağa girmiştir. Bu olaylar, Maverennehir

415 Özbekistan tarihi, 78.416 Trever s. 46, 51.417 Trever s. 46-47, 52-53.

320

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

dahilinde Ehl-i Beyt taraftarlarının Şeybanilere karşı olmasına neden oldu. Aynı zamanda, Şeybanilerin kendi aralarındaki iktidar çekişmeleri, Şeybaniler devletinin zamanla içinden çök-mesini sağladı.

Şeybanilerin çökmesinden sonra XVII yüzyılda hakimiyete gelen Aştarhaniler sülalesi de aynı siyaseti takip ettiler. Zira, bölgeni yönetenler önce olduğu gibi, yine nakşibendi şeyhleri idiler. Onlardan bir kısmı direkt olarak hakimiyeti yönetiyordu, diğerleri ise müridleri olan sultan ve emirler aracılığıyla iktidar oluyorlardır. Mahdum Azam’ın soyundan olan şeyhler iktidarda ge-niş temsil olunmağa başlamıştır. Yani Nakşibendi şeyhleri artık varislik yoluyla seçiliyordu. Hatta, bazı hanlar da bu şeyhlerin varisleri sırasına dahil idiler. Mahdum Azam’ın oğulları Kaşgar’da, diğer nakşi-bendi şeyhleri Fergana’da hakimiyeti ele geçirmiş, Subhankuli han ise Nakşibendi şeyhi Mirza Haşimi’nin müridi idi.418

Nakşibendiyye silsilesinin Übeydullah Ahrar’dan sonrakı şeyhi hesap olunan Kâdı Muhammed Zâhid Fergana’nın moğol yöneticileriyle görüşmüş ve Nakşibendiyye’nin Doğu Tür-kistan’da yayılmasını sağlamıştır. Yavuz Sultan Selim onu Şam’dakı tekkesin de iki defa ziyaret etmiştir. Eğitim görmeyen ve müridlerine de okumamayı tavsiye eden Muhammed Zâhid, “Mecmuât“ ve “Silsile’tul-Ârifîn“ adlı farsça yazılan eserle rin müellifi hesap olunmuştur.419 O, vefat ettikten (1517/923) sonra halifelerin-den olan Derviş Muhammed Semerkandî Nakşibendiyye silsilesi-nin şeyhi olmuştur. Onun vefartından sonra oğlu Hace Muhammed Emkeneki (Buhara’nın Emkene köyünde yaşadı ve orada da 1562/969 yılında öldü) şeyhlik postunu babasından almıştır. O da kendi halifesi Muhammed Bâkî-Billâh’ı Buhara’dan Hindis-tan’a göndermiştir. Böylece, Nakşibendiyye’nin merkezi XVI yüzyıldan başlayarak Maverünnehir’den Hindistan’a geçmiştir. Ahrâriyye’nin veya Nakşibendiyye’nin temsilçileri Nakşibendiyye’ni İran, Kafkasya, Anadolu, Doğu Türkistan, Çin ve Hindistan doğrultu-sunda yaymışlar. Nakşibendilik, zamanla Kadiriyye tarikatından sonra en fazla yayılan tarikat haline gelmiştir.

418 Trever s. 46, 51, 76.419 İslam Ansiklopedisi, cild 5.

4. BÖLÜM

Nakşibendiyye'nin özellikleri

323

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Nakşibendiyye’nin Ehl-i Beyt velayetine düşmanlığı

Nakşibendiyye, İslam’ın iman şartı olan Ehl-i Beyt velayeti-ne karşı çıkmıştır. Bunun, eserin içinden sunduğumuz delilleri şunlardır:

1. Tüm tasavvuf tarikatlarının silsileleri Hz. Ali’ye (a.s) bağlandıkları halde, tek Nakşibendiyye’nin silsilesi Hz. Ebu Bekir’e bağlanıyor (Reş 9).420

2. Ehl-i Beyt’in velayetinin hak olduğunu kanıtlayan yüz-lerle sahih hadisler ve ortaçağ sünni kaynakları ortada olduğu halde,421 dört sünnü mezheb imamları Emeviler tarafından sıkıntılara rağmen Ehl-i Beyt velayetini destekledikleri halde, Nakşibendiyye Emeviler sarayında uydurulan birkaç yalan ha-dise dayanarak aksini isbat etmeğe çalışıyor ve hatta, sahih ha-dislerde geçen Hz. Ali (a.s) ismini Hz. Ebu Bekir ile, Ehl-i Beyt kavramını ise “sahabiler, ümmet” kavramları ile evez ederek Ehl-i Beyt dışında bir sünnet kavramı üretmeğe çalışıyorlar.422

420 İslam Ansiklopedisi. C. 37, S. 206-207. Necdet Tosun.421 Bununla ilgili olarak bak: Prof. Dr. Haydar Baş, İmam Ali, İstanbul 2011. 422 “Bugün bütün kapılar (kapanır) kapansın, yalnız Ebubekrin kapısı (açık kalır) kalsın!” hadîsi üzerinde (Ubeydullah Ahrar’ın) sözleri: “Peygamber mescidinin bir çok kapısı vardı. Allah’ın Resûl’ü son demlerindeki hastalıklarında, bütün kapıların kapatılıp Hazreti Ebubekir’e ait kapının açık bırakılmasını emrettiler.” (Reş 279). Burada, Hz. Ali isminin yerine Hz. Ebu Bekir ismi koyulmuştur. Zira, bu hadisin İmam Ali (a.s) hakkında söylendiğini kanıtlayan deliller vardır. (Bununla ilgili olarak bak: Prof. Dr. Haydar Baş, İmam Ali, İstanbul 2011). Nakşibendiyye’nin hadisler üzerinde yaptığı bu gibi tahrifler çoktur. Bununla ilgili olarak eserdeki “Muhammed

324

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

3. Nakşibendiyye’nin kurucusu olan Abdülhalik Gucdevânî Yusuf Hemedani’den değil, Hz. Hızır’dan yol aldığını iddia et-mekle (Reş 21-22),423 Ehl-i Beyt velayetine karşı çıkıyor. Aynı zamanda, kendisi ve onun yolunu devam ettiren Abdulhalikiler velayeti inkar ederek tarikat şeyhlerinin seçim yoluyla belirlen-mesini talep ediyorlar.424

4. Nakşibendiyye’nin diğer büyük lideri olan Bahaeddin Nakşibend, Emir Külal’dan değil, vefat etmiş Gucdevânî’nin ruhundan üveysilik yoluyla yol aldığını iddia etmekle (Reş 66), Ehl-i Beyt’in velayetini inkar ediyor ve Ehl-i Beyt taraftarlarını katledenlerin yanında bir cellat olarak yer alıyor.425

5. Nakşibendi kaynaklarında “rafizi” kavramı altında Ehl-i Beyt taraftarlarını kastederek “kafir rafizi” (Reş 310) kavramı kullanmakla sünni-şii düşmanlığı kışkırtılıyor.

Sunduğumuz deliller Nakşibendiyye’nin Ehl-i Beyt velaye-tine karşı olduğunu kanıtlamak için yeter, düşünüyorum. Tabii ki, bazı okuyucularda “Ehl-i Beyt velayeti” kavramının ne ifa-de ettiği soru doğuracaktır. Bu nedenle “Velayet nedir?” – soru-suna kısa olarak cevap verelim.

İslam’da imanın temel ilkelerinden biri velayettir. Hz. Mu-hammed (s.a.v) kendisinden sonra Allah’ın (c.c) emriyle Hz. Ali’ni (a.s) velayet yolunun rehberi tayin ettiğinden dolayı, tüm tarikat silsilelerinin başı Hz. Ali’ye (a.s) bağlanıyor. Dört sünnü mezhebinin şeriatı da bu tarikatlara geçit için imkan sağlıyor. Zira, Hz. Ali (a.s) ilmin şeheri olan Hz. Muhammed’e (s.a.v) ve oradan da ilmin kaynağı olan Allah’a (c.c) açılan tek kapıdır (Bab). Bu kapı, Allah (c.c) tarafından masum olduğu tasdik edilen (Ahzab 33) ve sevilmeleri imanın esas şartı gibi emir buyurulan (Şura 23) Ehl-i Beyt’in hidayet kapısıdır. Bu kapının

Parsa’nın dayandığı uydurma hadisler” konusuna dikkat ediniz. 423 Bununla ilgili olarak bak: “Abdülhalik Gucdevanî ve Hz. Hızır” konusuna.424 Nizâm el-Hârezmî el-Erzengî. Risâle-i Şerîfe-i Hoca Azîzân Ali Râmîtenî”. Devin De Weese. s. 328. Bununla ilgili olarak bak: “Abdülhalikiler kimlerdir?” konusuna. 425 Bununla ilgili olarak bak: “Kazan hanın yanında Bahâeddin Nakşbend ne yapmıştır?” konusuna. Mevlana Şihabeddin “Agah Seyyidi Emir Külal” s. 33-34; Muhammed Buhari “Enisub Talibin” s. 181; Necdet Tosun. Bahâeddin Nakşbend. s 214.

325

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

dışında kalan, sünnetin, yani İslam’ın dışında kalmıştır.426

İslam velayet ile ayakta durur. Velayet dışında İslam’ın ayakta durması zordur. Kuran-i Kerim, her dönemde Allah’ın (c.c) veli kullarının kalp, söz ve amellerinde canlı olarak yan-sımasa ve toplumlar bu insanlarda tecelli olunan nurdan yarar-lanmasa, Kuran-i Kerim cahil insanların dilinde basit bir kitaba çevrilir ve hidayet yolu bulunamaz hale gelir. Kuran-i Kerim’in hikmetlerine vakıf olmak ve fıtrattaki İslam’ı bulmak için, müridin mürşide bağlanması şarttır. Zira, mürşid de rabıta ile silsiledeki manevi yolun büyüklerine, onlar da ilmin şehrinin tek kapısı olan Hz. Ali’ye (a.s) ve ilmin şeheri olan Hz. Mu-hammed’e (s.a.v) ve oradan da ilmin kaynağı olan Allah’a (c.c) bağlanıyorlar. Böylece, Kıyamete kadar Allah (c.c) yer üzerin-deki veli kulları aracılığıyla hidayete vesile olan ilim nurunu insanlıktan esirgemiyor. Velayet nuruna bağlanan İslam tarih değil, her an canlı olan bir hayattır.

Allah (c.c), hiçbir zaman insanlığı hakikatına ulaşmakta hi-dayet nurunun dışında bırakmamıştır. Hz. Adem’den (a.s) Hz. Muhammed’e (s.a.v) kadar insana indirdiyi Risalet nuruyla onu nasıl hidayet ettiyse, Hz. Muhammed’den (s.a.v) Kıyamete ka-dar insandan Kendisine yönelen Velayet nuruyla onu öyle hida-yet edecektir. Peyğamberler bu nuru Allah’dan (c.c) toplumlara taşıdıkları gibi, veliler de bu nur ile toplumları Allah’a (c.c) taşımakdadırlar. İşte, bu nur, tüm peyğamberlerin farklı zaman ve mekanlarda farklı şeriatlar şeklinde tebliğ ettikleri İslamdır. Bugün İslam dışındaki ekser dinler ise onun sonradan tahrif edilmiş şekilleridir. Bu nedenle, insanlığı Allah’a (c.c) götüren tek din - İslam’dır.

Velayet – tasavvuf tarikatları ile gerçekleşiyor. Ortaçağ ta-savvuf alimleri tarikatı “sâliki hakikate götüren yol” şeklinde tanımlamışlardır. Bu yol, yaratılışın son hakikatı Hak olan Al-lah’a (c.c) yönelen sırat el-mustakim yoludur. Dünyadan Ahi-rete kadar uzanan bu berzah yolunun mekanı insandır. Salik, nefsinin isteklerinden soyunarak (mürid) kendi içinde hasretle maşukunun vuslatına acele ediyor, nefsinin mertebelerini aşa-

426 Bununla ilgili olarak bak: Prof. Dr. Haydar Baş, İmam Ali, İstanbul 2011.

326

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

rak zamanla nefsini tanıyor, nefsini tanıdıkca kendini biliyor, kendini bildikce yok oluyor, yok oldukca Hakk’ı tanıyor (ma-rifetullah), Hakk’ı tanıdıkca fena fillah oluyor ve İnsan-ı kamil mertebesine ulaşıyor. İşte, bu, yolun ve yaratılışın asıl hikmeti-dir.

Fakat, salik yüce aşamaya kendi başına gelmiyor. Allah (c.c), onu hidayet vasıtası olan Kuran-i Kerim’e ve Ehl-i Beyt’e bağlı Velayet yolunun beledçileri olan veli kullarına, yani in-san-ı kamillere (mürşid) bağlayarak hidayet ediyor. Bu nedenle, seyrü-süluk yolu şeriatın içinden (İslam’ın zahirinden) tarikata, tarikatın içinden (İslam’ın batınından) gönül dünyasına (İhlas) tekamül ederek bir bütün oluyor. İşte, bu İslam’dır. Onun diğer ismi ise Tasavvuf’dur.

Nakşibendiyye bir tarikat değildir

Nakşibendiyye Ehl-i Beyt’in velayetine karşı olduğu gibi, onunla aynı anlama gelen tasavvufa da karşıdır. Bunun delilleri şunlardır:

1. Abdülhalik Gucdevanî vasiyetnamesinde böyle söylüyor: “Fıkıh ve hadis öğren ve cahil sofilerden bucak bucak kaç!.. Dergah kurma ve dergahlarda oturma! (Reş 23)

2. Abdülhalik Gucdevanî vasiyetnamesinde böyle söylüyor: “Bizim tarikatımızın esası sohbettir.” (Reş 26). Abdülhalik Gucdevanî söylüyor: “Şeyhlik kapısını kapa, dostluk kapısını aç; halvet kapısını kapa, sohbet kapısını aç!” (Reş 178).

Bahaeddin Nakşibend taraftarı olan iki gence böyle demiş-tir: “Eğer muradınız bizimle sohbet ise imandan geçmeniz lâ-zımdır!” (Reş 292).

“Bir kimse bu taifenin (Nakşibendiyye’nin) sohbet dairesine girince kendisini gayet âciz ve müflis göstermelidir ki, onların rahmet ve şefkat nazarlarını çekebilsin.” (Reş 307).

Reşahatta yazılıyor: “Hoca Muhammed Pârisâ ve Ebu Nasr Pârisâ menkıbelerinden bahisler anlatmaktaydı. O sırada öğle ezanı okunmaya başladı. Sohbette bulunanlardan bazıları he-men kalkıp abdest yenilemeğe davrandılar. Bu hali gören Pîr, Hoca Muhammed Pârisâ’dan şu beyti naklettiler: “Namaz kaçı-

327

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

rılacak ulursa kazası vardır; Ama sohbeti kaçırana kaza müm-kün değildir.” (Reş 79).

3. Tüm tarikatlar sünnetden kaynaklanan sesli (cehri) zikir ettikleri halde, Nakşibendiyye Abdülhalik Gucdevanî tarafın-dan uydurulan sessiz zikir yapıyor. Sessiz zikir, genel olarak tasavvufdaki zikir ibadetinin inkar edilmesinden başka bir an-lama gelmiyor. Bu nedenle, Orta Asya’daki Nakşibendiler sesli zikir yapanlara karşı çıkmışlardır.427

4. Tüm tarikatlarda irşad postu İlahi İradenin mudahilesi ile Şeyhden halifesine silsile şeklinde ötürüldüğü halde, Nakşi-bendiyye’de böyle kurallar bozuluyor. Artık anlattığımız gibi, tarikat şeyhinden icazet almadan yeni bir tarikat kurmak, kendi nefsine uyarak şeyh tayin etmek, üveysilik yoluyla vefat etmiş şeyhin ruhundan veya Hz. Hızır’dan icazet alarak yeni tarikat yaratmak ve diğer bu gibi kurallar tasavvufun velayet ilkesine, yani sünnete zıttır.

5. Tüm tarikatların kendi silsileleri olduğu halde, Nakşiben-diyye’nin gerçek silsilesi yoktur. Zira, araştırmalar bu silsilede-ki ekser isimlerin sonradan eklendiğini ve uydurma bir silsile-nin ortaya koyulduğunu gösteriyor.428

Nakşibendiyye’nin Ehl-i Beyt velayetine, yani tasavvufa karşı olduğu ortadadır. Onun kurucusu olan Abdülhalik Guc-devanî: “Cahil sofilerden bucak bucak kaç!.. Dergah kurma ve dergahlarda oturma!.. Şeyhlik kapısını kapa!.. Sesli (cehri) zikir yapma!” – söylemekle, zaten Nakşibendiyye’nin temelini koy-muştur. Onun devamçıları olan Abdulhalikiler de aynı kurallara amel etmiş ve hatta diğer tarikatlara karşı mucadele etmişler-dir.429 Bahaeddin Nakşibend de kendi dönemindeki Abdulhali-kiler cemaatine katılmış ve aynı ilkeleri desteklemiştir.430 XV yüzyılda yaşayan Ubeydullah Ahrar da aynı geleneği devam ettirmiştir.

O zaman, ortaya bir soru çıkıyor: Sofilerden, şeyhlerden,

427 Bununla ilgili olarak bak: “Abdülhalik Gucdevanî’nin sessiz zikir bidatı” konusuna.428 Bununla ilgili olarak bak: “Abdülhalik Gucdevanî’nin halifeleri” konusuna.429 Bununla ilgili olarak bak: “Abdülhalikiler kimlerdir?” konusuna.430 Bununla ilgili olarak bak: “Bahaeddin Nakşibend ve Mevlânâ Arif” konusuna.

328

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

dergahlardan kaçması, zikirden uzaklaşması, halvetten sakın-ması gereken bir talip – nerede, nasıl ve kimden tasavvuf eğiti-mi alabilir, aceba? Gucdevanî bununla kendisinin Hacegan ve Yaseviyye tarikatları şeyhleri gibi dergahlarda oturmadığını, zikir yapmadığını, halvete çekilmediğini, şeyh ve sofi olmadı-ğını, aslında yanında toplanan insanlarla dostluğa ve sohbete önem verdiğini söylüyor. O, bununla, şeyhliğin bir otoriter kurum olduğunu, sofilerin konuşmalarının cahillikten başka bir şey olmadığını, dergahlarda yapılan zikir ve halvet gibi ibadetlerin bidat olduğunu ve onlardan uzaklaşmağın gerek-tiğini anlatmağa çalışıyor. Diğer yandan da taliplerin fıkıh ve hadis öğrenmesini istiyor. Fakat, Nakşibendiyye’nin Ehl-i Beyt velayetini inkar etmek yönünde hadis uydurması veya sahih olmayan hadisleri yaymaları,431 sünnet kisvesine girerek Ehl-i Beyt taraftarlarını kafirlikte ittiham etmeleri (Reş 310), İslam dinine zıt olan bidatları (sessiz zikir, üveysilik) savunmaları malumdur. Aslında, bahsedilen sohbetten de amac budur. Bu söhbetler, Muhammed Pârisâ’nın söylediği gibi namazdan da vacib bir ibadet (Reş 79), yahut Bahaeddin Nakşibendin dediği gibi “imandan geçmeği” gerektiren bir olaydır (Reş 292). Nak-şibendiyye’nin sohbet dairesine giren talipler ise âciz, müflis, cahil, nasibsiz ve yahut zamanla akıllarını kaybederek böyle bir duruma getirilen insanlardır (Reş 307).

Anlaşılan odur ki, Abdulhaliki cemaatine rehberlik eden Abdülhalik Gucdevanî, Bahaeddin Nakşibend ve Ubeydullah Ahrar gibi dini-ideoloji liderler cemaatin psikolojisini etkileyen ve onları karşılarında aciz ve müflis duruma getiren diktatör otoriteler olmuşlardır (Reş 307). Böyle ortamda bulunan in-sanlar zamanla düşünmek yeteneğini kaybediyor ve bir zombi olarak tüm iradeleriyle korktukları lidere ve oluşturulan irras-yonel ortama bağlanıyorlar. Özellikle, böyle ortamlar terror örgütleri dahilinde oluşuyor. Biz Bahaeddin Nakşibend’in genclikte bir cellat olarak görev yaptığını ve sonralar bazı ter-rör örgütlerine liderlik ettiğini,432 yahut Ubeydullah Ahrar’ın

431 Bununla ilgili olarak bak: “Muhammed Parsa’nın dayandığı uydurma hadisler” konusuna.432 Bununla ilgili olarak bak: “Bahaeddin Nakşibend taraftarları ile nereye

329

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

bazı hükümdarlara karşı yapılan terrörlerde elinin olmasının iddia olunduğunu,433 Buhara halkının Abdulhaliki cemaatini götü insanlar olarak nitelendirmesini,434 sonralar onların bü-yük servet sahibi olmalarını ve siyasi iktidarı ele geçirdiklerini hatırlarsak,435 o zaman geldiğimiz kanaatlerin ebes olmadığını göreceğiz.

Nakşibendiyye kaynaklarında bildirildiği gibi, Abdülha-lik Gucdevânî Nakşibendiyye’nin bir kurum olarak temelini koyan şahıstır (Reş 21-22). Yani, ona kadar Hasan Endaki ve Abdullah Berki’nin yanında bir cemaat oluşsa da, bu cemaat bir kurum haline gelmemiştir.436 Bu nedenle, Abdülhalik Guc-devânî bu kurumun temel ilkelerini belirlemiş ve onun üyeleri Abdulhalikiler gibi tanınmışlardır. Abdulhalikiler, bir tarafdan Gucdevânî’nin Yusuf Hemedani’nin halifesi olduğunu iddia etmiş, diğer tarafdan da halifenin seçim yoluyla belirlenmesini talep etmişlerdir.437 Anlaşılan odur ki, onlar birinci iddialarını kanıtlayamadıklarından dolayı, ikinci talepleri üzerinde ısrar etmişlerdir.

Biz Nakşibendiyye’nin tasavvuf tarikatı kisvesine girmesine rağmen, bir tarikat olmadığını ortaya koyduğumuzdan dolayı, onunla bağlı olarak “kurum” kavramını kullanıyoruz. Bu ku-rum yarandığı günden başlayarak Ehl-i Beyt velayetine bağlı tüm tasavvuf tarikatlarına karşı çıkmış, XV yüzyılda elde ettik-leri siyasi-ekonomi güç sayesinde Hacegan tarikatını ortadan kaldırarak silsilelerine sahiplenmiş. Yaseviyye tarikatını etki-leyerek kendi içinde eritmeğe çalışmış ve diğer tarikatları da

sığınmıştır?” ve “Bahaeddin Nakşibend neden Herat Sultanı Hüseyin’e sığınmıştır?” konularına.433 Bununla ilgili olarak bak: “Ubeydullah Ahrâr’ın siyasi fealiyeti” konusuna.434 Bahaeddin Nakşibend siir ile söylemiştir: “Evveller “götü” adlandırılmaktan korkuyorduksa, şimdi “götü” adlandırıldığımız için korkmuyoruz.” Ebu Muhsin Muhammed, s. 92.435 Bununla ilgili olarak bak: “Nâsirüddîn Ubeydullah Ahrâr kimdir?” ve “Ubeydullah Ahrâr’ın siyasi fealiyeti” konularına.436 Bununla ilgili olarak bak: “Yûsuf el-Hemedânî’nin iddia olunan ilk iki halifesi: Abdullah-ı Berakī ve Hasan-ı Endakī” konusuna.437 Nizâm el-Hârezmî el-Erzengî. Risâle-i Şerîfe-i Hoca Azîzân Ali Râmîtenî”. Devin De Weese. s. 328. Bununla ilgili olarak bak: “Abdülhalikiler kimlerdir?” konusuna.

330

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

kendine bağlamak için çeşitli menkıbeler uydurmuşlardır. Bu nedenle, tüm tarikatlar da özellikle ilk dönemlerde onlara karşı olmuş ve Nakşibendiyye’nin elde ettiği siyasi-ekonomi destek nedeniyle onlarla başaramamışlardır. Ubeydullah Ahrar böyle demiştir: “Mirza Ebu Said’in emirlerinden olup sonradan Mirza Mahmud’a katılan birine haber gönderdim: “İnat ve muhalefet-ten dönünüz! Bilmez misiniz ki, yüz bin kişi Hoca Abdülhalik silsilesinden bir kişiyle başa çıkamamıştır? Onlara saldıranlar yenilir. Bu taife tasarruf sahipleridir ve ne dileyecek olurlarsa o olur.” (Reş 335-336).

Elde ettiğimiz deliller Nakşibendiyye’nin bir tarikat değil, bir ideoloji kurum olduğunu gösteriyor. Nakşibendiyye saklı dini-ideoloji kurum olarak gizli fealiyet göstermiş ve kenardan destek almıştır. O, tarikat donuna bürünerek İslam dininin tah-rif edilmesi ve sünni-şii çatışması yönünde fitneler yaymış, ba-zen terror eylemleri yapmış ve asıl amacı bulundukları devlet-lerde siyasi iktidarı ele geçirmek olmuştur. Nakşibendiyye’nin ortaçağ Avrupasında oluşan mason kurumları ile benzerlikleri vardır. Bu bakımdan, onun tasavvuf tarikatı olarak nitelendiril-mesi büyük basiretsizliktir.

Üveysilik nedir?

Hz. Peygamber zamanında Yemen’de yaşayıp müslüman olan, ancak kendisiyle bizzat görüşemeyen Üveys el-Ka-ranî’nin (Veysel Karanî) rüya veya diğer mânevî yollarla Hz. Peygamber tarafından irşat edildiği ve kendisine Peygamber tarafından hırka bırakıldığı bildiriliyor.438 Anlaşıldığı gibi, burada, iki farklı mekanda oturan insan arasında ilahi aşk ile oluşan rabıtadan bahsediliyor. Üveysîlik, bu anlamda sonralar tasavvufda geniş şekilde kullanılan “rabıta” kavramının ilk şek-lidir.

İlk defa Ferîdüddin Attâr 618 (1221) yılında tamamladığı Teźkiretü’l-evliyâ eserinde bu konuya öteri temas etmiştir.

438 İslam Ansiklopedisi. C. 42 S. 400.

331

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Yani, ona kadar bu konu ele alınmamıştır.439 Özellikle, XV yüzyıldan Orta Asya’da yazılan Nakşibendiyye kaynaklarında ve onların etkisi altında yazılan diğer eserlerde üveysîlik adı altında ortaya koyulan kavram, şeyhi hiç görmeden onun ruha-niyeti vasıtasıyla eğitilmeğin mümkün olduğunu ve diğer farklı anlamları kastediyordu.

Veysel Karanî, Hz. Muhammed’in (s.a.v) vefatından sonra velayetin rehberi tayin olunan İmam Ali’ye (a.s) bağlanarak hiçbir halifelik iddiasında bulunmamış ve hatta, Sıffın savaşın-da İmam Ali’nin (a.s) tarafında savaşarak şehit olmuştur.440 O zaman, üveysilik diye bir yol nasıl ortaya çıkabilirdi?

Nakşibendiyye kaynaklarında Üveysîlik farklı bir anlamda daha kullanılıyor. Reşahat eserinde bununla ilgili olarak yazı-lıyor: “Hoca Hazretlerini (Bahaeddin Nakşibendi) çocukluk yaşlarında oğulluğa kabul etmek Hoca Mehmed Baba Sem-mâsî’den, tarikat edeplerini kendilerine talim etmekte zahirde Hoca Emîr Külâl’dendir. Lâkin hakikatte ve bâtında Hoca Hazretleri Uveysîdir; yani ruhaniyet yoluyle terbiye edilenler-den. Abdülhâlik Gucdevânî Hazretlerinin ruhaniyetiyle yetişip geliştiler.” (Reş 66)

Anlaşıldığı gibi, Bahaeddin Nakşibend kendisinden yaklaşık 150 yıl önce vefat eden Abdülhâlik Gucdevânî’nin ruhu ile ra-bıtada olmuş ve onun ruhaniyetiyle yetişip gelişmiştir. Üveysî-lik, Üveys el-Karanî’nin rüya veya diğer mânevî yollarla zama-nında yaşayan Hz. Peygamber (s.a.v) tarafından irşat edilmesi ise, o zaman Bahaeddin Nakşibendin ortaya koyduğu üveysilik nedir?

Bu soruya Nakşibendi şeyhi Ubeydullah Ahrar böyle cevap veriyor: “Hoca Hazretleri, Mûsa Peygamber zamanında, seven sıfatından sevilen derecesine ulaşmış biri hakkındaki sıfatı o samimî dilek sahibine bağışladılar, İsrail oğulları içindeki kişi-ye ait o sıfat, bizim ümmetimizde Üveys el Karani’ye yakınlık belirtir. Hoca Ubeydullah Hazretleri: “Eskilerin büyüklerinden bir topluluk vardı ki, meclislerinde, lisana muhtaç olmaksızın

439 İslam Ansiklopedisi. C. 42 S. 400.440 Mehmet Emin Koç, Polad Emre, s. 110.

332

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

birbirinin hallerini okurlardı, işte onlara, esrarlı oğullarındaki misalin sıfatı verilmişti. Kâinatın Efendisi zuhur ve islâm ta-hakkuk ettikten sonra bu sıfatla belirenlere veysî demişlerdir.” (Reş 71-72).

Ubeydullah Ahrar, üveysîliğin Yahudilik ile ilgili olduğunu ve kendisinin de bu yolla Hz. İsa’ya bağlandığını bildiriyor: “Çocukluğumda rüyada gördüm ki, şeyh Ebubekir Şâşî hazret-lerinin mezarı yanındayım. Ve mezarın eşiğinde İsa peygamber. Hemen ayaklarına düştüm. Elleriyle başımı kaldırıp buyurdu-lar: “Gam çekme! Seni ben terbiye edeceğim!” Rüyayı anlattı-ğım insanlar onu tıp ilmiyle tefsir ettiler. Yani bana tıp ilminden bir nasip olacağını söylediler. Ben bu tâbire razı değildim. Benim tâbirim şuydu: Îsâ Peygamber, ölüleri diriltmekle müm-taz bulunuyordu. Evliyadan ihya sıfatına mazhar büyüklere de “isevî meşrepli” denilirdi. Mademki İsa Peygamber bu fakirin terbiyesini üzerlerine aldılar, demek bana ölü kalbleri ihya sı-fatı verilecekti. Nitekim kısa bir zaman sonra Allah bana öyle bir halet ve kuvvet bahşetti ki, bende o mâna, kemâliyle zuhura geldi. Vasıtamızla nice ölü kalbler gaflet karanlığından şuhut ve huzur ışığına çıktılar.” (Reş 254).

Biz, Bahaeddin Nakşibend ile yanaşı, Abdülhâlik Guc-devânî’nin de Hz. Hızır tarafından yetiştirilip geliştirildiği id-diasından haberdarız. Araştırmalar burada kullanılan Hz. Hızır ismi altında Hıristiyan azizlerinin kastedildiğinin büyük ihtimal olduğunu ortaya koydu.441 Yahut, Müslüman ümmetinin Hz. Muhammed (s.a.v) ve Ehl-i Beyt dışında Hz. Hızır veya Hz. İsa’ya bağlanması ne anlama geliyor? İşte, bu, Ehl-i Beyt düş-manlığı ve onun velayetinin inkarıdır.

Anlaşıldığı gibi, üveysilik konusu XV yüzyıldan başlayarak genişletilmiştir. Bu dönemde Nakşibendiyye’nin Orta Asya’nın siyasi-kültürel hayatını ve Hacegan, Yaseviyye tarikatlarını etkilediğini dikkate alırsak, o zaman bu konuyla ilgili bilgilere çok ihtiyatla yanaşmamız gerekiyor. Zira, Nakşibendiyye üvey-silik konusunun genişletilmesine ve onun farklı anlamlara ge-tirilmesine çaba harcamış ve eski mutasavvıfların da bu yolda

441 Bununla ilgili olarak bak: “Abdülhalik Gucdevanî ve Hz. Hızır” konusuna.

333

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

olduklarını uydurmuşlardır. Yani, XV yüzyıla kadar İslam kül-tür merkezlerinde gelişmeyen bir kavram, neden bu dönemden sonra geniş şekilde tebliğ olunmuştur? Eğer bu döneme kadar böyle bir düşünce veya tarikat olmuş olsaydı, bununla ilgili or-taçağ yazarları bir bilgi aktarmaz mıydılar? Bu nedenle, bu ko-nunun ve onunla ilgili bilgi veren eserlerin ciddi araştırılmasına ihtiyaç vardır.

Nakşibendiyye ve Hıristiyanlık

Nakşibendiyye’nin temelini koyan şahıs Abdülhalik Guc-devânî’dir. O, bu kurumu Hasan Endaki ve Abdullah Berki’nin oluşturdukları cemaatin içine katılarak ve sonra onun başına geçerek yapmıştır.442 Anlaşılan odur ki, Gucdevânî bu kurumu gizli şekilde yönettiği dönemde onu daha da güçlü etmiştir. Fa-kat, o, bunu tekbaşına, finansal destek olmaksızın yapamazdı. Zira, Gucdevânî’nin Buhara’da sosyal tabanının zayıf olduğunu ve kendisinin de her kesden gizli bir hayat sürdüğünü hatırlar-sak (Reş 21-22), onun bu işi tekbaşına yapmasının mümkün olmadığını söyleyebiliriz.

Abdülhalik Gucdevânî’nin ilk ve sonunadek asıl sosyal tabanı – 1103 yılında Malatya’dan Buhara’nın Gucdevân kö-yüne göç eden Ermeni asıllı Hıristiyan icması olmuştur.443 Ab-dülhalik Gucdevânî bu icma dahilinde eğitim almış ve hiçbir zaman onlardan ayrılmadan Gucdevân köyüne bağlanmıştır.444 Anlaşılan odur ki, bu icma sonunadek Gucdevânî’nin yanında olmuş ve ona her zaman destek olmuştur. Biz, Gucdevânî’nin ebeveynlerinin Malatya hükümdarı Gabriel’in yakın akra-balarından olduğunu ve Gabriel’in kız torunlarının Şam ve Küdus’te Haçlı devletlerinin başında dayandıklarını ve Guc-devânî’nin Şam’da müridlerinin olduğunu ve onu ziyarete gel-diklerini, Maveraünnehir’de geniş yayılan Hıristiyan-Yahudi

442 Bununla ilgili olarak bak: “Abdülhalik Gucdevânî’nin kurduğu yol ve onun kuralları” konusuna.443 Bununla ilgili olarak bak: “Abdülhalik Gucdevânî’nin doğumu” konusuna.444 Bununla ilgili olarak bak: “Abdülhalik Gucdevânî’nin sessiz zikir bidatı” konusuna.

334

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

icmalarının sık ilişkilerde bulunduğunu hatırlarsak,445 o zaman Gucdevânî’ye sosyal-maddi desteğin nereden kaynaklandığını da ihtimal edebiliriz. Biz araştırmalar sonucunda bu kanaate geldik.

Araştırmalar gösteriyor ki, Abdülhalik Gucdevânî’nin Müs-lümanlar arasında gizlenen bir Hıristiyan rahibi olması ihtimali çok büyüktür. İhtimalen, onun babası gibi sunulan şahıs (Ab-dulcemil?) aslında Gucdevân köyündeki Hıristiyan icmasının baş rahibi olmuş ve onun vefatından bir süre sonra bu görevi Abdülhalik Gucdevânî üstlenmiştir. Gucdevânî de onun gibi evlenmemiş ve hatta, halife tayin ettiği Evliya-yı Kebir’e de aynı yolu (evlenmemesini) devam ettirmesini, taraftarlarına dergahlara gitmemelerini, şeyhlere bağlanmamalarını, cehri zikir etmemelerini, kelime-i şehadet getirmemelerini tavsiye etmiştir (Reş 23-24). Aslında, onun Hz. Hızır ile ilgili ortaya koyduğu düşünceler Hıristiyanların St. Georges (Mar Corcus, Aya Yorgi) inancı ile,446 sessiz zikir ile anlatmak istedikleri Hı-ristiyanların dua ibadet şekli ile ilgili olmuştur.447 O, Hıristiyan-lığın batında hak din olduğunu ve bu nedenle Hıristiyanların cennete dahil olacaklarını savunmuştur. (Nef 500-501).448

Abdülhalik Gucdevânî’nin vasiyetlerinde Hıristiyan rahiple-rinin ruhban hayat tarzına uygun, fakat İslam’ın temel sosyal-medeni şartlarına aykırı olan449 daha birkaç nasihatlar vardır: “Halktan, arslandan kaçar gibi kaç! Her zaman yalnızlığı tercih et ve körpe çocuklardan, kadınlardan, yenilik dâvası eden-lerden, zenginlerden ve aşağı takım insanlardan uzak dur!... Kudretin yettiği müddetçe evlenme ki, dünyaya bağlanır ve o

445 Bununla ilgili olarak bak: “Abdülhalik Gucdevânî’nin doğumu” konusuna.446 Bununla ilgili olarak bak: “Abdülhalik Gucdevânî ve Hz. Hızır” konusuna.447 Bununla ilgili olarak bak: “Abdülhalik Gucdevânî’nin sessiz zikir bidatı” konusuna.448 Bununla ilgili olarak bak: “Abdülhalik Gucdevânî’nin kurduğu yol ve onun kuralları” konusuna.449 Hz. Peygamber bazı müslümanların ruhban hayatı yaşamaya başlaması üzerine şöyle buyurmuştur: “Hem oruç tutun hem yiyin, hem ibadet edin hem uyuyun. Ben hem oruç tutuyorum hem iftar ediyorum, hem ibadet ediyorum hem uyuyorum; ben et yiyorum ve kadınlarla evleniyorum; benim sünnetimden uzaklaşan benden değildir” (Buhârî, “Nikâĥ”, 1; Müslim, “Nikâĥ”, 5; Zemahşerî, II, 283; Fahreddin er-Râzî, XII, 70).

335

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

uğurda dinini yele verirsin. Kendi dışını bezeyip süsleme ki, dış mamurluğu iç haraplığından gelir. Halkla didişme, kimse-den bir şey isteme ve kimseye hizmet teklif etme!.. Dünyaya ve dünya ehline gurur bağlama!” (Reş 23)

Aslında, Abdülhalik Gucdevânî bu vasiyetnamesi ve diğer fealiyetleriyle kendi taraftarlarını (müridlerini) İslam’dan ve o dönemde geniş yayılan tasavvuf dergahlarından uzak tutmak istemiş ve onları sünnet adı altında Hıristiyanlığın ruhban haya-tına davet etmiştir.

Abdülhalik Gucdevânî vefat ettikten sonra, onun çizdiği yol Abdülhâlikîler, yani onun halifeleri ve devamçıları tarafın-dan ileriye götürülmüştür. Abdülhâlikîler’in özelliklerini kısa şekilde böyle özetlenebilir: velayetin reddedilmesi, silsilenin ortadan kaldırılması (bu nedenle, onlarda silsile ardıcıllığı bo-zulmuştur), mürşide itaatsizlik, mürşid ve mürit kurumunun iptal edilmesi, şeyhin beyat ve seçim yoluyla seçilmesi, evliya türbelerinin ziyaretinin yasaklanması, şeriat kurallarına ve sün-neye itaatsizlik, tasavvufa ve onun geleneklerine karşı çıkmak, sessiz zikir veya zikrin ortadan kaldırılması, üveysilik, dergah-ların ziyaretinin durdurulması ve d.

Sonraki dönemlerde Abdülhâlikîler cemaatine katılan Ba-haeddin Nakşibend, Muhammed Parsa, Ubeydullah Ahrar da aynı yolu devam ettirmişlerdir. Muhammed Parsa Yahudilerin sonunda cennete gireceğini söylüyor: “Bu sebeble, Beni İsra-ili dünyaya daha evvel çıkarmış, bu ümmeti sona bırakmıştır. Cennete girmekte ise, bu ümmeti öne geçirmiş, onları sona bırakmıştır.”450 Yahut, Ubeydullah Ahrar, üveysîliğin Yahu-dilik ile ilgili olduğunu ve kendisinin de bu yolla Hz. İsa’ya bağlandığını bildirmiştir (Reş 254). Sonralar nakşibendi şeyh-leri tarafından uydurulan bu rivayette Bahaeddin Nakşibendin doğumu Hz. İsa’nın doğumuna benzetilerek, onu bir peyğam-ber makamına yüceltmiştir.451

Kendisini bir Müslüman olarak tanıtan şahıs Hz. Muham-med (s.a.v) ve Ehl-i Beyt dışında Hz. Hızır veya Hz. İsa’ya

450 Hace Muhammed Parsa. s. 508. 451 Bununla ilgili olarak bak: “Bahaeddin Nakşibend’in doğum tarihi” konusuna.

336

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

bağlandığını iddia etmesi ve özellikle de bu insanların Nakşi-bendiyye’nin başında duran kişiler olması ne anlama geliyor? Evet, araştırmalar Nakşibendiyye’nin tasavvuf tarikatı kisvesi-ne bürünerek Hıristiyanlıktan kaynaklandığını ve onu savundu-ğunu gösteriyor. Biz bu kuruma dahil olan şeyhlerin ve onların taraftarlarının İslam dininin temel şartlarını yerine getirdikle-rine inanmıyoruz. Zira, kaynaklarda onların kelimeyi-şehadet, namaz, oruc, hacc, zekat gibi ibadetlere amel etmediklerini düşünmeğe vadar eden ve bu konuda kuşku doğuran yeterli bil-giler vardır.452 Biz artık onlar hakkında bahsettik.

Şam, Küdus’te bulunan Haçlılar ve Orta Asya’daki Hıristi-yan vakıfları bu kurumun yaradılmasına ve onun maddi şekilde desteklemesine katkıda bulunmuşlardır, düşünüyorum. Asıl amac, bu dönemde İslam dinini düşmanlardan koruyan Müslü-man Türklerin birliğini sağlayan Ehl-i Beyt velayetini, yani ta-savvuf tarikatlarını ortadan kaldırmak ve Müslümanlar arasında sünni-şii karşıdurmasını kışkırtmakla onları zayıflatmak ve sonunda Müslüman coğrafyasını işğal etmek olmuştur. Sonraki dönemlerde baş veren tarihi olaylar bu projenin gerçekleştiğini gösterdi. Zira, Asya’da yaranan büyük Türk devletleri sünni-şii karşıdurması halinde birbiriyle uzun süre savaşarak zayıfladılar ve zamanla Haçlıların eğemenlikleri altında kaldılar.

Nakşibendiyye silsilesi nedir?

Silsile – tasavvufta bir tarikatın birbirine icâzet veren şeyh-lerinin isimlerini ihtiva eden liste anlamında kullanılmış, silsi-leyi oluşturan isimlerin yazılı olduğu belgeye silsilenâme veya tomâr denilmiştir.453 Anlattığımız gibi, tüm tasavvuf tarikatla-rının silsileleri Hz. Ali’ye (a.s) bağlandıkları halde, tek Nak-şibendiyye’nin silsilesi Hz. Ebu Bekir’e bağlanıyor (Reş 9). Aslında, bu, İslam dininin velayetine zıttır. Zira, tek bir velayet yolu vardır ve o da, Hz. Ali’ye (a.s) verilmiştir. Yani, onun dı-

452 Bununla ilgili olarak bak: “Bahaeddin Nakşibend hac ziyaretinde olmuş mudur?” konusuna ve diğerlerine.453 İslam Ansiklopedisi. C. 37 S. 206.

337

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

şında velayet mevcut değildir.454 Aslında, Nakşibendiyye için silsile kavramı mevcut değildir.

Zira, Nakşibendiyye’nin kurucusu Abdülhalik Gucdevânî’dir. O, Yusuf Hemedanî ile hiçbir ilişkide bulunmadan ve kimseden icazet almadan Abdülhalikilik kurumunu yaratmıştır.455 İşte, bu yeter ki, bu konunu burada bitirelim. Fakat, XV yüzyılda yazı-lan Nakşibendiyye kaynaklarında uğursuz (yani, gerçeklere ters düşen) bir silsile uydurulmuştur. Bu silsilenin Abdülhalik Guc-devânî’ye kadar olan kısmı artık anlattığımız sebeplerden dola-yı gerçek olmadığı için ondan bahsetmeyeceğiz.456 Bizi ilgilen-diren silsilenin Abdülhalik Gucdevânî’den sonraki gelişimidir. Zira, Abdülhalikiler XV yüzyılda yazılan eserlerinde Hacegan tarikatının silsilesi ile Nakşibendiyye’nin “silsilesini” birikti-rerek Altın silsile yaratmışlar. Biz yaptığımız araştırma sonu-cunda onları birbirinden ayırmağa ve Orta Asya’da Hindistan nakşibendiyye şeyhi Ahmed Sirhindi’ye (İmam Rabbani’ye) kadar oluşan gerçek Nakşibendiyye silsilesini ortaya koymağa çalıştık. Tablo şöyledir:

454 Bununla ilgili olarak bak: Prof. Dr. Haydar Baş, İmam Ali, İstanbul 2011. 455 Bununla ilgili olarak bak: “Abdülhalik Gücdevani Yusuf Hemedani’nin halifesi olmuş mudur?” konusuna. 456 Bununla ilgili olarak bak: Mehmet Emin Koç, Polat Emre. Dinî ve Tarihî Arka Planıyla Ehl-i Beyt’e Karşı Bir Akım: Nakşibendilik. İstanbul 2014. İcmal yayınları. s. 93-99.

338

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

Bu tablodan göründüğü gibi, Nakşibendiyye silsilesi Baha-eddin Nakşibende kadar Hacegan silsilesini kullanmış ve ondan sonra kendi silsilesini kurmuştur. Hacegan tarikatı Ubeydullah Ah-râr’dan sonra zamanla Nakşibendiyye içinde erimiştir. Biz Emir Kalan’dan sonra Hacegan tarikatının başına neler geldiğini bilmiyoruz. Fakat, Ubeydullah Ahrâr’ın bu dönemde Orta Asya böl-gesinde iktidarı elinde tuttuğunu iyi biliyoruz. O zaman, bu dönemden sonra nelerin baş verdiğini ihtimal etmek o kadar da zor değildir.

SON

339

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

KAYNAKLARTürk dilinde1. Abdurrahman Câmî. Evliya Menkıbeleri (Nefahatü’l-

üns). Tercüme Lamii Çelebi. İstanbul 2011.2. Azımî Tarihi Selçuklular Dönemiyle İlgili Bölümler

(H.430-538=1038/39-1143/44), Çev. Ali Sevim, TTK., Ankara 2006.

3. Baykara T., “Türkiye Selçuklularında Şehir/Kent ve Şe-hirliler/Kentliler”, Anadolu Selçukluları ve Beylikler Dönemi Uygarlığı I, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2006.

4. Devin De Weese, “Khojagânî Origins and the Critique of Sufism: The Rhetoric of Communal Uniqueness in the Manâqib of Khoja ‘Ali ‘Azîzân Râmîtanî”, Islamic Mysticism Contested, ed. Frederick de Jong- Bernd Radtke, Leiden 1999, pp. 492-519’dan tercümedir. “Hacegan’a ait kollar ve tasav-vufun eleştirisi: Hoca Ali Azizan Ramiteni’nin menakıbında cemaatsel benzersizlik iddiası.” Çev.: Necdet Tosun. Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, yıl: 7 [2006], sayı: 16.

5. Divan-ı Hikmet. Ahmed Yasevi. http://www.divanihik-met.net/hikmet18.html

6. Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi. Redaktör Prof. Dr. Hakkı Dursun Yıldız. İstanbul 1992.

7. Ethem Cebecioğlu. Ahmed Yesevi. http://dergiler.anka-ra.edu.tr.

8. Gülay Karadağ Çınar. İki Büyük Türk Hakanı Şah İs-mail ve Şeybani Han Arasındaki Söz Düellosu. History Studies Volume 3/2 2011.

340

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

9. Güray Kırpık. Birinci Haçlı seferinde ve kurtuluş sa-vaşında Türk-Ermeni-Fransız münasibetlerinde benzer yönler. Turkish Studies. International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic. Volume 3/4 Sum-mer 2008

10. Gregory Abu’l Farac (Bar Hebraeus). Abu’l Farac Ta-rihi. Suryancadan ingilizceye çeviri Ernest A. Wallos Budge. Türkçeye çeviren Ömer Riza Doğrul. 3. Baskı. Ankara 1999.

11. Hace Muhammed Parsa “Tevhide giriş” Tercüme Ali Hüsrevoğlu. Erkan yayınları (615 s). İstanbul 1988.

12. Hamid Algar, Nakşibendilik, Çev: Heyet, İstanbul 2012, İnsan yay.

13. Hamid Algar, Nakşibendilik, İnsan Yayınları 3. Baskı 2012.

14. Hani, Abdülmecid b. Muhammed el-Hadikul-Verdiyye. Doç. Dr Ethem Gebecioğlu, İmam-ı Rabbani Hareketi’nin te-sirleri. İstanbul 1999..

15. Haydar Baş. İmam Ali, İstanbul 2011, İcmal yayınları 2 baskı.

16. Haydar Baş. İman ve İnsan, İstanbul 1996.17. Haydar Baş. İslam ve Mevlana, 5 baskı., İstanbul, İcmal

Yay, 1999.18. Haydar Baş. Makalat, İstanbul 1994.19. Fığlalı Ethem Ruhi. Türkiye’de Alevilik ve Bektaşilik,

Ankara 1991, II. Baskı. 20. Fuad Köprülü. Ahmed Yesevi ve tesirleri. DİB Yayınları

-118; 6. Basım.21. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar,

Anka ra 1985, DİB Yayınları.22. Fuad Köprülü. Edebiyat araştırmaları, İstanbul: 1985.

Ötüken yayınları.23. İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fî’t-Târih, Çev. Abdülkerim Özay-

dın-Ahmet Ağırakça, İstanbul 198724. İbn el-Kalânisî, Târihu Dımaşk, İng. Trc. H.A.R.Gibb,

London 193225. İmam Rabbani. Mektûbât, mektup no: 195. Doç. Dr. Et-

hem Gebecioğlu, İmam-ı Rabbani hareketi ve tesirleri. İstanbul

341

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

1999. 26. İslam Ansiklopedisi. (DİA) http://www.islamansiklope-

disi.info.27. Kasım Kufralı, Nakşibendîliğin Kuruluş ve Yayılışı, İs-

tanbul 1949.28. Kaşgarlı Mahmud, Divanü Lug’āt et-Türk, ed. Rıfat,

İstanbul, 1915- 1917.29. Kerra Altuğ. Ermeni - Haçlı İlişkileri. Rene Grousset,

Başlangıcından 1071’e Ermenilerin Tarihi, çev. Sosi Dolanoğ-lu, İstanbul 2005.

30. Malfuzat-i Timuri 31. Margoliouth D. S. Çişti. İstanbul 1976.32. Mehmet Emin Koç, Polat Emre. Dinî ve Tarihî Arka

Planıyla Ehl-i Beyt’e Karşı Bir Akım: Nakşibendilik. İstanbul 2014. İcmal yayınları.

33. Metin Tülay. Selçuklular Zamanında Anadolu’da Türk İskânına Dair Bir İnceleme: Malatya Örneği Çankırı Karatekin Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 4(2): 137-156.

34. Mihail Suriyalı “Kronik” 35. Mihail Süryanî, Vekâyî-nâme, Çev. Hrant D. Andreas-

yan, 194436. Muhammed Halim Şarkpuri. İmam Rabbani Ahmed Fa-

ruk Serhindi (Hayatı Eserleri Halifeleri Çocukları) Çeviri; Ali Genceli, İslami Neşriyat Yayınevi, 1978..

37. Muhammed Buhari «Enisub Talibin».38. Mustafa Erdem. Hıristiyanlıktaki vaftiz anlayışı üzerine

bir araştırma. http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/778/9954.pdf

39. Necdet Tosun, Bahaeddin Nakşibend - Hayatı, Görüşle-ri, Tarikatı, İstanbul 2007, İnsan yayınları.

40. Necdet Tosun, Üveysîlik, DİA, Ankara 2012, c. XXXXII.

41. Osman Turan. Selçuklar ve İslamiyyet. İstanbul 197142. Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul

197143. Runciman Steven, Haclı Seferleri Tarihi, I-II-III, Cev.

Fikret ISILTAN, TTK, Ankara, 1998.

342

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

44. Safi Mevlana Ali Bin Hüseyn. Ayn-el Hayat Reşahat. Özleştiren: Necip Fazıl Kısakürek. İstanbul 1971.

45. Schimmel, Tasavvufun Boyutları. İstanbul 1982. 46. Seyyid Yusuf-i Hemedani’nin tasavvufa ilişkin bir ri-

salesi Prof. Dr. Mehmet Kanar. http://www.arastirmax.com/system/files/dergiler.

47. Tacüs Selmani, Tarihname. Çeviren İsmail Aka. Ankara 1988.

48. Timurlan Omorov. Buhara Hanlığındaki Etnik Yapı. Manas Sosyal Araştırmalar Dergisi Cilt: 2 Sayı: Temmuz 2013.

49. Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi. 50. Zeki Velid Togan. Umumi Türk Tarihine Giriş. İstanbul

1946.

Avrupa dillerinde51. Ansari, Muhammed Abdul Hak, Sufusm and Şhari’ali,

A study of shaykh Ahmad Sirhindi’s effor to reform sufism, London 1986.

52. Abdulhay b. Fahreddin el-Haseni, Nüzhetül-Havatır, Haydarabad 1976.

53. Frye R. Notes on the history of Transoxiana, in: Har-vard Journal of Asiatic Studies 19, Cambridge, Mass., 1956, reprinted in: Islamic Iran and Central Asia (7th – 12th centuri-es), London: Variorum Reprints, 1979.

54. James Hewitt. Meditasyon. Çeviren: Rezan Süer. www.sukransencan.com/assets/meditasyon.pdf

55. Jean Gouillard. Petite Philocalie de la Priere du Coeur. Paris, 1953.

56. Moqaddasī, Abū ‘Abdallah Mohammad ibn Ahmad Shamsaddīn, Descriptio Imperii moslemici, ed. M.J. de Goeje, Bibliotheca Geographorum Arabicorum, pars 3. Lugduni-Bata-vorum, 1967.

57. Nasr, Seyyed Hosein, Sufi Essays, Plymouth 1972.58. Nelson Frye. Bukhara The Medieval Avhievement. Nor-

man, 1965. 59. Nasr, Seyyed Hosein, Sufi Essays, Plymouth 1972.60. Nelson Frye. Bukhara The Medieval Avhievement. Nor-

343

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

man, 1965. 61. Nasr, Seyyed Hosein, Sufi Essays, Plymouth 1972.62. Nelson Frye. Bukhara The Medieval Avhievement. Nor-

man, 1965. 63. Shah Ebu’l-Hasan Zeyd Faruki, Hazret-i un kinâktdîn,

Delhi 1977.64. Yūsuf al-Hamadānī and the Naqšbandiyya”, Quaderni

di Studi Arab. Venezia 198865. Wilferd Madelung. Religious Trends in Early Islamic

Iran, New York 1988.

Rus dilinde66. Abul Muhsin Muhammed Bagir İbn Muhammed Ali.

Makomati Hoca Bahauddin Nakşibend (terc. Çepkunova R. – Ravil ibn Henefiyye). (sheiknazim.ru/makomat.doc).

67. Abul-Kasım ibn Havkel. İzvleçenie iz knigi putey i stran. Taşkent 1957.

68. Arapov A.V. Karaunası-nikuderiysı i ih rol v çaga-tayskoy istoriy (Karaunas-nikuderler ve Özbekistan), Taşkent, 2004.

69. Arapov A.V. Ibn Battuta’nın Orta Asya seyahatlerinin «mucizeleri» Taşkent 2003.

70. Arapov A.V. Problema pravleniya sultana Halila i Ka-zan hana v rekonctruksiyi çagatayskoy istoriy (Sultan Halil ve Kazan Han’ın hükümdarlık sorunları. Çağatay tarihi // «Merkez Asya Ahamenilerden Timurilere kadar: arkeoloji, tarih, etnoloji ve kültür» Uluslararası bilimsel konferans raporları. 2-5 Kasım 2004), Saint Petersburg 2004.

71. Arapov A.V. Timura ait konferans raporu. Şahrisabz, 29 Kasım 2003.

72. Arapov A.V. «Özbekistan Sosyal Bilimleri» - Taşkent 2004.

73. Bartold V.V. Eserleri. Moskova 1964. 74. Bartold V.V. Ulug bey ve onun zamanı. books.google.

az/books?isbn=542416237175. Bartold V.V. Oçerk istiriy Semireçya. (Yediçay tarihi

344

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

araştırmaları). books.google.az/books?isbn=545853091876. Bartold V.V. Rabotı po otdelnım problemam istoriy Sre-

dney Aziy. Tom 2. (Orta Asya tarihinin belirli konuları üzerinde çalışma. Cilt 2) - Moskova, 1964.

77. Bartold V.V. Mesta domusulmanskogo kulta (İslam ön-cesi ibadet yerleri) - Moskova 1964.

78. Biruni Abū Reyhan. India, Perevod s arabskogo A.B.Khalidova i Y.N.Zavadovskogo, Kommentarii V.G.Ermana i A.B.Khalidova // Izbrannie proizvedeniya, t. 2. Izdatel’stvo AN UzSSR (Hindistan, Ruscaya çeviren Halidova A.B. // Se-çilmiş eserler), Taşkent 1963.

79. Borovkov A.K. Oçerki po istorii Uzbekskogo yazıka (Opredeleniye Yazika Hikmatov Ahmeda Yasevi), Sovetskoye vostokovedeniye (C.5), Moskova-Leningrad, 1948.

80. Covanni del Plano Kaprini. İstoriya mongolov. Gilyom de Rubrok. Puteşestviya v vostoçnıye ctranı. Kniga Marko Polo. Moskova 1997.

81. Ebu Muhsin Muhammed Bekir ibn Muhammed Ali. Hoca Bahaeddin Nakşibend’in makamları. Rusca tercüme R.H. Çepkunova (Ravil ibn Hanafiye). sheiknazim.ru/makomat.doc

82. Fasih Ahmed ibn Celaleddin Muhammed el-Havafi. Fa-sih toplusu. Ruscaya çeviren D.Y. Yusupova. Taşkent 1980.

83. Gordlevskiy V.A. Bahauddin Nakşibend - Buhara // Se-çilmiş Eserler. Moskova 1962.

84. Hanıkov N. Opisaniye buharskogo hanstva. (Tipografi-ya imperatorskoy akademiy nauk). (Buhara Hanlığı). St Peters-burg 1843.

85. Hoca Yusuf Hemedani «Rutbat ül-Hayat» Giriş ve Şer-hi: Dr. Muhammed Amin Riyahi (Farsçadan çeviri: T.Mardoni). Aşkabad 2003 (rusca).

86. İmperator Vasiliy Bolgaroboysa. Извлечения из летописи Яхъи Антиохийского. (пер. В. Р. Розена) Sankt Pe-terburg 1883.

87. İbn Battuta i ego puteşestviya po Sredney Aziy (İbn Battuta ve onun Orta Asya’da yaptığı seyahatler. Ruscaya çevi-ren İ.İbrahimov). Moskova 1988.

88. Kniş A.D. Musulmanskiy mistisizm: kratkaya istoriya.

345

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

(Müslüman tasavvufunun kısa tarihi). Taşkent 2004.89. Kudryaşov A. Taşkent evliyaları. www.fergananews.

com/article.php?id=484990. «Malfuzat-i Timuri» (Timur’un Sözleri). Taşkent 1999.91. Mahdum-i Azam. “Tanbih es-Salatin” Sufi bilgelik. Edi.

Lidya Kozmenko. St Petersburg, 2001 (rusca).92. Malov S. E. Pamyatniki drevnetürkskoy pismennosti.

Tekstı i issledovaniya. Moskova-Leningrad 1951.93. Marco Polo’nun kitabı. (Terc. Minaeva İ.) Moskova

1956. 94. Masson M.E Plan okresnostey Samarkanta vtoroy polo-

vinı 15 veka. Karta Samarkandskogo uyezda, sostavlennaya v 1892-1901 g. Doklad 10, stroka 214. (Semerkand mahalle plan-ları - XV yüzyılın ikinci yarısı; «1892-1901 yıla ait Semerkant ilçesinin haritası.» (Senet 10, satır 214)

95. Masson V.M, Romodin V.A. İstoriya Afganistana s drevneyşix vremen do XVI beka. Tom 1. (Afganistan’ın tarihi. Cilt 1. Antik çağlardan itibaren XVI yüzyılın başlarına kadar) - Moskova 1964.

96. Masson M.E. İstoriçeski etyüd po numizmatike Çagata-yidov (Çağatay numizmatik tarihi). Taşkent 1957.

97. Materialı po istoriy Azerbaycana iz tarix el-Kamil İbn el Esir. (terc. Juze P.K.). Bakı 1940.

98. Melioranski P. Ahmed Yesewi // Encyclopedie de l’Is-lam. (Tome I), A-D, Leyde-Paris. 1913.

99. Muhammed Salih. Şeybani-name. St. Petersburg, 1908.100. Muhammed Narşahi. İstoriya Buharı (terc. Lıkoşina)

Taşkent 1897101. Muhammed Parsa. “Risâle-i kutsiyye. Sufi bilgelik. Edi.

Lidya Kozmenko. St Petersburg, 2001 (rusca).102. Mu’izz al-ansab (Şecere-i tesbih). Almatı 2006.103. Mustafa Kafalı, Anadolu’nun Fethi ve Türkleşmesi, An-

kara 1997.104. Narshakhī, Abū Bakr Muhammad ibn Сafar. Buxārā

tarīxī, Uzbek translation from the Persian text by A.Rasulev and A.Urunbayev, Tashkent: Sharq bayazī, 1993.

105. Nekrasova E.G. Bahaeddin’in türbesi. Moskova 2006.

346

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

106. Nurtazina N.D İslam v istoriy srednevekovogo Kaza-kistana (Kazakistan ortaçağ tarihinde İslam). Almatı, «Farabi», 2000.

107. Özbekistan tarihi (XVI - XIX) Taşkent 1995.108. Petrov P.N, Koşevar V. G. Klad №5 ve otdelniye nu-

mizmatiçeskiye nahodki iz Kirgiziyi. St Petersburg 2003.109. Petrov P.N Smuta 1340 godah v gosudarstve Çagatayi-

dov (nümizmatiçeskiye dannıye) (1340 yılında Çağatay devle-tindeki karşıdurmalar (nümizmatik bilgiler) // Onbirinci Ulusal Nümismatik Konferansı. 14-18 Nisan). St Petersburg 2003.

110. Reşidüddin. Sbornik letopisey (Salname toplusu). Cilt 3. Moskova, Leningrad 1946.

111. Sabin Baring Gould. Mifı i legendı srednevekovya. (Or-taçağ mif ve esatirleri) Moskova 2009.

112. Samarkant. Muzey pod otkrıtom nebom. Taşkent 1986.113. Şerufuddin Ali Yezdi. Zafername. Taşkent 2004.114. Şihabeddin bin Emir Hamza. Makamat- i Emir Külal

(Emir Külal’ın makamları). Mudrost sufiyev (Sufi bilgelik). Edi. Lidya Kozmenko. St Petersburg, 2001.

115. Trever K.V, Yakubovski A.Y, Voronets M.E. İstoriya narodov Uzbekistana. Tom 1. S drevnix vremen do naçala XVI veka. (Özbekistan halklarının tarihi. cilt.1. Antik çağlardan iti-baren XVI yüzyılın başlarına kadar). - Taşkent 1950.

116. Vasilyev A. Византия и арабы. Том 2. Политические отношения Византии и арабов за время македонской династии. (пер. А. А. Васильева). СПб. 1902 (приложения стр 111-112

117. Zahiriddin Babur. Babur-name. Ruscaya çeviren M. Salye, «Nağıl Evi», Bakı 2011.

Fars ve Arap dillerinde118. Abdülgāfir el-Fârisî, Târîhu Nîsâbûr: el-Müntehab

Mine’s-Siyâķ, Kum 1403/1983119. Fazlullah b. Rûzbihân, Şerh-i Veśâyâ, Süleymaniye

Ktp., Yahyâ Tevfik, nr. 1500, vr. 83a-102b 120. İbn Asâkir, Kitâbü’l-Erbâîn fî menâķıbi ümmihâti’l-mü-

minîn (nşr. M. Mutî‘ el-Hâfız), Dımaşk 1406/1986.

347

NAKŞİBENDİLİĞİN OLUŞUM TARİHİ

121. İbn Hellikân, Ebû’l-Abbas Şemseddin Ahmed b. Mu-hammed b. Ebî Bekr, Vefeyâtu’l-A’yan ve İnbau Ebnai’z-Za-man, Tahkîk, İhsan Abbas, Beyrut, t.y

122. İbnü’l-Esîr, İzzeddin Ebû’l-Hasan Ali b. Muhammed, el-Kâmil fi’t-Târîh, nşr. CJ. Tornberg, Beyrut 1979.

123. İbnü’l-Cevzî, Cemâleddin Ebî’l-Ferec, Sıfatu’s-Safve, nşr. Mehmed Fahûrî-M. Revvâs Kal’acî, Beyrut 1406/1986.

124. Ķandiyye (nşr. Îrec Efşâr), Tahran 1367. hş./1968125. Muînülfukarâ, Târîħ-i Mollazâde (nşr. Ahmed Gülçîn-i

Meânî), Tahran 1339 hş./1960.

(Footnotes)1 Reşahat eserinde böyle yazılıyor: “Hoca Ubeydullah

(Ahrar) Taşkenti Hâcegân yolu diye isimlendirilen tarikat nisbetini ve zikir talimi ehliyetini Yakup Çerhî Hazretlerin-den almışlardır. O, Şâh-ı Nakşibendi’den, o, Seyyid Emîr Kulâl’den, o, Hoca Muhammed Bâba Semmâsî’den, o, Hoca Ali Ramitenî’den, o, Mahmut Emir Fagnevî’den, o, Hoca Arif Reyvegerî’den, o, Abdülhalik Gucdevânî’den, o, Yusuf Hemedanî’den, o, Ebû Ali Farimedî’den, o, Ebülkaasım Gür-kânî’den..” (Reş 8).