normativizm & normativist yaklasimlar
TRANSCRIPT
Normativizm & Normativist Yaklaşımlar
İçindekiler Normativizm’e Giriş Teorilerin Tarihsel Süreci Normun Tanımı
Norm Ve normlar Uluslar arası Normlar Uluslar arası Normların Oluşum
Safhaları Normativizm Nedir
Normativizm’in Konusu Normatif Teorinin Soruları
Normatif Teorinin Uluslar arası İlişkiler Teorileri Arasındaki Yeri
Kuramın Oluşum Aşamaları Normativizm’in Tarihsel Gelişim
Çizelgesi
Normativizmin Tarihsel Sürecine Giriş
Tarih Boyu Bazı Düşünürlerde Normativizm:Platon, Aristo, Aquinalı Thomas ve Augustine, Machiavelli, Hobbes, Rousseau,
Uluslararası Sorunlar Bağlamında Normativizm Teorisyenleri
Faydacı Ahlak Teorisyenleri Kozmopolitan & Komüniteryen
Teorisyenler Rawl’ın Adalet Teorisi Günümüzdeki Teorisyenler
Normatif Uluslararası Teorinin İlgi Alanları Savaş Uluslar arası Adalet
İnsan Hakları
Normatif Teorinin Gelişememesinin Nedenleri
Normativizm’e eleştiriler Normatif Teoriye Eleştirel Katkılar Kaynakça
Normativizm’e Giriş Devletler arasındaki ilişkileri etkileyen çeşitli ön koşulları, genel eğilimleri
tanımlamada ve ilişkilerin ne doğrultuda gelişebileceğini tahmin etmeye yarayan Uluslar arası İlişkiler teorilerinin her biri “ genel bir mantıki haritanın parçasıdır” (Michale Banks, “The inter-paradigm Debate, Morgot Light, (der) Internation Relations: Handbook of Current Theory,
London, 1985)
Uluslar arası ilişkiler teorisyenleri, inceleme konusu olay ve olguları değer yargılarına yer vermeyecek objektif bir şekilde açıklama ve anlama yoluna giderler, yani pozitivist yaklaşımı kullanırlar.
Sosyal bilimlerdeki bu objektif olma kaygısı ile, Normatif teorinin uluslararası ilişkilerdeki yeri birbirini tamamlayan bazı nedenlerden ötürü göz ardı edilmiştir.
Normatif çalışmalar sosyo-politik olay ve olgular üzerine eğilirken; özgürlük, adalet, insan hakları, eşitlik, savaş ve barışın etiği gibi normatif ve değer yüklü kavramlarla açıklama yapmaya yönelmektedir.
Normativizm’e Giriş Normatif kuramın önermeleri; pozitivist bilim anlayışı ve ampirist teorilerin
gözlemlenebilir, sınanabilir ve test edilebilir olguları üzerine değil; “ne olmalı-ne yapmalı”nın değerler, etikler ve moraller dünyası temelinde oluşturulmaktadır. Bu çerçevede normatif uluslar arası teori, birey ve toplum yaşamında “iyi”, “doğru” ve “güzel”in keşfine ilişkin moral varsayımlar ortaya koymaktadır.( İhsan Dağı, “Normatif Yaklaşımlar: Adalet, Eşitlik ve İnsan Hakları”, Devlet, Sistem ve Kimlik,)
Dolayısıyla bireyler, devletler ve uluslar arası sistemle ilgilenen normatif kuram; davranış, yükümlülük, sorumluluk, hak ve ödev standartları ile ilintili meselelere odaklanmaktadır. Başka bir ifadeyle normatif teori dünya siyasetindeki normlar, kurallar, değerler ve standartlar üzerinde yoğunlaşmaktadır.(Graham Evans, Jeffrey Newnham (Ed.), Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, (Çev.) Ahsen Utku, Gökkubbe Yayınları, Ġstanbul, 2007 )
Diğer taraftan normatif teoriler; idealist, liberalist veya ütopyacı olarak adlandırılan birçok akımı bünyesinde barındırarak tıpkı eleştirel kuramlar gibi bir tür “Şemsiye” işlevi görmektedir. Zira normatif yaklaşım ve çalışmalar siyaset felsefesi, uluslararası hukuk ve siyaset bilimi gibi çok geniş yelpazede yer alan farklı sosyal bilim dallarından yararlanabilmektedir.
Bu anlamda normatif çalışmalar aynı zamanda inter-disiplinerdir. Bu karakteristik
özelliği ile eleştirel yaklaşımlara benzeyen normatif kuramlar, disiplinler arası çalışmalar yaparak uluslar arası ilişkiler literatürüne çok boyutlu ve farklı bakış açıları kazandırabilmektedir
Normativizm’e Giriş Uluslar arası kuramlar genellikle ya ampirik ya da
normatif olurlar. Ampirik uluslar arası ilişkiler tanımlayıcı, açıklayıcı, kural koyucudur. Normatif kuram ise tam tersine, öncelikle uluslar arası ilişkilerin ahlaki ve etik boyutuyla ilgilenmektedir. (Graham Evans, Jeffrey Newnham (Ed.), Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, (Çev.) Ahsen Utku, Gökkubbe Yayınları, İstanbul, 2007 )
Ne var ki bu ayrım oldukça geniş bir ayrımdır; zira uygulamada uluslar arası ilişkilerde dair açıklamaların ampirik olmadığı ya da normatif olmadığını takdir etmek güçtür. Buna ek olarak her iki yaklaşımda insani ve sosyal bilimlerdeki kuramlaştırma faaliyetlerinde ortak alan epistemolojik-ontolojik meselelerle iştigal etmektedir. (Chris Brown, International Relations Theory: New Normative Approaches, London: Harvester-Wheatons 1992)
Normativizm’e Giriş Uluslararası İlişkiler disiplininde, normatif bir sorun olan savaşların
nasıl önlenebileceği, barışın nasıl tesis edilip korunabileceği sorularıyla ortaya çıkmıştır.(DAĞI, İhsan, “Normatif Yaklaşımlar: Adalet, Eşitlik ve İnsan Hakları”, içinde: Devlet, Sistem ve Kimlik, (Der.) DAĞI, İhsan D., ERALP, Atila…, İletişim Yayınları, İstanbul, 2007)
I. Dünya Savaşı’nın o güne kadar görülmüş en büyük yıkımlara ve insan kaybına sebebiyet vermesi, savaş ve barış sorunlarını düşünürlerin gündemine taşımıştır. uluslararası ilişkilerin ilk teorisi olarak sayılabilecek olan idealizm, savaş sorununa getirdiği çözüm önerileriyle ortaya çıkmıştır.
Sonrasında ise realizm akımı, idealizmin normatif çabalarını ütopik olarak niteleyip eleştirirken, hem kendi düşünsel çerçevesini oluşturmuş hem de uluslararası ilişkilerin ilk teorik temelli tartışmasını sahneye koymuştur.
Normativizm’e Giriş İdealizm-realizm tartışmasından sonra normatif teorilerin uluslararası
ilişkiler disiplinindeki konumunu etkileyen diğer önemli bir tartışma gelenekselcilik-davranışsalcılık tartışması olmuştur.
Davranışsalcılar, insanı ve insanların oluşturdukları kurumları değerden bağımsızlaştırıp, doğa bilimlerindeki ampirik yöntemlerle toplanan verilerin incelenmesiyle açıklayabileceklerini ileri sürerek ortaya çıkmışlardır. Dolayısıyla davranışsalcılar, ilk başta normatif varsayımların uluslararası ilişkilerde kullanılmalarına karşı çıkmakla işe başlamışlardır. Onlara göre bilim, bilim insanlarının değer yargılarından bağımsızlaştırılıp, sınanabilen önermelerle geliştirilmeliydi. Normatif önermelerin sınanabilme olanakları yoktu. 1960’lı yıllardaki davranışsalcı hareket bu varsayımlarıyla, normatif teorilerin önemini bir süre daha ortadan kaldırmıştır.
Gelenekselciler ise daha çok normatif beklentiler içindedirler: Özgürlük, biriciklik, neden-sonuç öznelliği..
Norm Ve Normlar
Norm; bir faaliyet için gereken kural, standart veya kalıplardır.(Robin M. Williams, Jr., “Norms: The concept of norms,” David L. Sills(der), International Encylopedia of the Social Sciences, Volume 11, New York: Macmillan, 1968)
Normlar bir davranışın yargılanmasına yarayan ve tasvip edilmemesine dayanak noktası oluşturan davranış standartlarıdır.
Normlar, davranışların toplumsal çevreye uyumluluğunun ölçülebilmesini sağlayan kalıp ve kurallardır. Bir başka ifadeyle, bu normlar çerçevesinde, bir davranışın normlara uygunluğu dolayısıyla ahlakiliği temellendirilir. (Finnemore Martha; Sikkink Kathyrn, “International Norm Dynamics and Political Change”, International Organization, Vol:52, No:4, 1998 )
Normlara uygun olan davranış ahlakidir, aykırı davranışlar ise ahlak dışıdır. Bu anlamda, hukuk, gelenek, dini kurallar, ahlak gibi kavramlar normlarla ilişkili olarak kullanılagelmişlerdir. Bu kavramlar birlikte düşünüldüğünde, “normların ortaya çıkması, toplumsal yaşamın düzene girme gereksinmesine bağlanabilir”. (Çeçen,Anıl Çeçen, “Hukuk’ta Norm ve Adalet”, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt:32 Sayı:1-4, 1975)
Uluslar arası Normlar Uluslar arası İlişikler de ise; belirli bir kimlik sahibi normu, belirli
bir kimlik sahibi bireyin başvurması gereken uygun davranış kalıpları olarak tanımlarlar.
Uluslarası normlar ise devletlerin davranışlarını düzenleyen standartlardır. (Peter J. Katzenstein(der) The Culter of NAtional Security : Norms and Identity in World Politics, New
York: Columbia University Press , 1996) Ve uluslarüstü alanda gereksenen düzenleme ihtiyacından kaynaklanmaktadır.
Uluslararası ilişkilere etki eden aktörlerin davranışlarının ahlakiliğinin temellendirilmesi, buna bağlı olarak düzenlenmesi ve gerektiğinde dönüştürülmesi (İhsan D. Dağı, “Normatif Yaklaşımlar: Adalet, Eşitlik ve İnsan Hakları”, (der.
Atila Eralp), Devlet, Sistem ve Kimlik: Uluslararası İlişkilerde Temel Yaklaşımlar, (içinde) 2001 ) uluslararası normların işlevleri olarak belirtilebilir
Uluslar arası Normların Oluşum Safhaları
Uluslar arası Normların Oluşum SafhalarıMartha Finnemore ve Kathryn Sikkink uluslararası normların oluşum
süreçlerini kısaca üç aşamada değerlendirirler:
1-Normun ortaya çıkışı. Ortaya çıkışından sonra bir dönüm noktası vardır, bir normun ortaya
çıkışından sonra belirli sayıdaki devletlerin normu benimsemeleri yoluyla normun geniş yaygınlık kazanmaya başladığı kritik noktadır.
2-Normun yaygınlaşması.
3-Normun uluslararasılaşması, içselleştirilmesi, devletler arası genel kabul görmesi
( Martha Finnemore, Kathryn Sikkink “International norm Dynamics and political change,” International Organizations, Vol .52, No.4, 1998)
Uluslar arası Normların Oluşum Safhaları Birinci aşama norm aktörlerinin ve bu aktörlerin normatif
faaliyetlerini gerçekleştirebileceği kurumların, normun kabulü için ikna mekanizmalarına başvurdukları süreçtir. Yeni norm, önceki normun uygunluk koşulları içerisinde meydana gelir fakat yeni normun aktörleri eski normun uygunsuzluğunu iddia etmek durumunda kalabileceklerdir.
Bu noktada, norm aktörlerinin güdüleri, fedakarlık, empati, idealleştirme sorumluluğu olmaktadır. Bu güdülerle yola çıkan norm aktörleri, çeşitli araçlara (özellikle sivil örgütlenmeler) başvurarak yeni normu ortaya çıkardıklarında norm bir dönüm noktasına ulaşır. Bu noktanın aşılması da ancak normun belirli ölçülerde kabulüne bağlıdır. ( Martha Finnemore, Kathyrn Sikkink, “International Norm Dynamics…”, )
Uluslar arası Normların Oluşum Safhaları Norm liderleri normları oluştururken bir takım şeylerden
yararlanırlar; doğal çevrenin korunması ile ilgili yeni bir normun kabulü için Greenpeace’den yararlanılması gibi. Bu aşamada, devletlerin ve uluslar arası kuruluşların davranışlarını etkileyerek bu yeni normun kabulünü sağlayacak etkiyi oluşturmak için, normun promosyonunu yapan hükümet-dışı örgütlerin gerekli bilgi, uzmanlık ve kaynaklara sahip olup olmadığı büyük önem taşır.
Belirli bir sayıda devletin iknası sonucunda bu yeni norm bir “dönüm noktası”na ulaşır ve bu noktadan sonra normun yaygınlık kazanma süreci başlar.
Uluslar arası Normların Oluşum Safhaları Dönüm noktası aşıldıktan sonra, normun etkileşimler yoluyla yayılması
aşamasına, yani ikinci aşamaya geçilir.
İkinci aşamanın temel aktörleri, devletler, uluslararası kuruluşlar ve iletişim ağlarıdır (network). Kimi devletler yeni normu herhangi bir yerel tepki görmeksizin hızlıca benimserler. Kimileri ise norma direnebilirler.
Devletler uluslararası toplumun bir üyesi olma güdüsü ile bu yeni normları benimseme yoluna giderler. Böylece bir devlet tarafından benimsenen uluslar arası normlar, o devletin diğer devletler arasında hangi gruba ait olduğunu belirlemede etkin rol oynamaktadırlar.
Normun benimsenmesi diplomatik övgülerin ve maddi teşviklerin ortaya çıkmasını beraberinde getirir. Normun kabullenilmemesi ise diplomatik kınama ve maddi yaptırımların ortaya çıkmasına sebep olabilir. Finnemore ve Sikkink bu noktada devletlerin, uluslararası toplumun birer üyesi olarak tanınmak için normları kabullenme yoluna gideceklerini belirtmektedirler.
Uluslar arası Normların Oluşum Safhaları
Normlar büyük ölçüde yaygınlaştıktan sonra aktörler tarafından içselleştirildikleri ve kabul edildikleri üçüncü aşama ortaya çıkar. Uluslar arası alanda geniş ölçüde geçerlilik ve kurumsallaşan normlar, öylesine kuvvetli ve üzerinde tartışma götürmez bir hal alırlar ki, onları sistemin kendisinden ayırt etmek imkansızlaşır. Bu tür uluslar arası normlar; yasalar, bürokrasi ve mesleki örgütlenmelerin meslekiçi eğitim yolu ile yerleşik hale gelirler. Bu aşamada normlar yasalara, mesleklere ve bürokrasiye dahil olur ve toplumsal olarak norma uygun davranma yükümlülüğü ve zorunluluğu ortaya çıkar.(Micheline R. Ishay, The History of Human Rights: From Ancient Times to the Globalization Era, 1st Edition, University of California Press, California 2008 )
Örneklemek gerekirse, II. Dünya Savaşı’ndan sonra güçlü Batı devletlerinin öncülüğünde temelleri atılan ve Soğuk Savaş’ın bitimiyle de kurumsallaşması hızlanan yeni uluslararası düzen, liberalizmden temel alan demokrasi, insan hak ve özgürlükleri gibi normatif unsurlar içermektedir. Bu kavramların tarihsel ve felsefi kökenleri oldukça gerilere uzanmakla birlikte uluslararası alanda yaygınlaşmaları 20. yüzyılın bir olgusudur.
Uluslar arası Normların Oluşum Safhaları Finnemore ve Sikkink’in aşamalarıyla farklı bir açıyla ifade edecek
olursak, bu normların uluslararası alanda ortaya çıkışları II. Dünya Savaşı sonrasına rastlarken, yaygınlaşmaya başladıkları ikinci aşamayı Soğuk Savaş’ın bitiminden sonraki dönemle ilişkilendirebiliriz.
Üçüncü aşama olan içselleştirilme aşamasına geçilip geçilmediği ise kuşkuludur. Bugün demokrasiyi ve insan hak ve özgürlüklerini yayma uğraşında olan Batı devletleri dahi çeşitli askeri müdahalelere taraf olmaları ve gerek içte gerekse de dışta sergiledikleri insan hakları politikaları nedeniyle eleştirilebilmektedirler. Bu durumda zaten bu normlara tepkiyle yaklaşan birçok ülkenin bulunması bir yana, normların kaynağı durumunda bulunan ülkeler açısından bile içselleştirilme aşamasından söz edilemeyebilir.
Normativizm Nedir Normatif uluslararası teori, uluslar üstü alandaki normların ön plana çıkarılması,
değerlendirilmesi ve bu çerçevede aktör davranışlarının ve mevcut sistemin düzenlenmesini öngörür. Bir başka ifade ile “olan”ın analizi ile, “olması gereken”e yönelimi amaçlayan yaklaşımlar bütünü olarak ifade edilebilir.
Bu ampirik teoriyle zıtlığa işaret etmektedir. Ampirik teoriler, “olan” ile ilgilenirken, normatif teoriler “olması gereken” ile ilgilenirler.(Paul R. Viotti, Mark V. Kauppi, International Relations Theory:
Realism, Pluralism, Globalism and Beyond, Allyn&Bacon, 3rd Edition, Boston 1999 )
Olması gerekene yönelim, normatif düşüncenin, insanı diğer canlılardan ayıran düşünme yetisi vasıtasıyla seçim yapabilmesi, bir başka ifade ile “ahlaki seçim”e yönelebilmesi varsayımından kaynaklanır.
Mevcut olanla olması gereken arasındaki farkın ayırt edilmesi ile “ne yapılmalı?” sorusu gündeme gelir. Bu soru, “insan iradesinin varlığına ilişkin inancı ve alternatif hareket tarzlarının mümkün olduğu”( İhsan Dağı, “Normatif Yaklaşımlar…”,) inancını yansıtmaktadır.
Normativizm Nedir Chris Brown normatif uluslararası teoriyi “uluslararası ilişkilerin
ahlaki boyutunu ve daha geniş olarak uluslararası ilişkiler disiplininin ürettiği anlam ve yorumları konu edinen çalışma alanı”(Chris Brown, International Relations Theory: New Normative Approaches, Harvester-Wheatons, London 1992, s.3’ten aktaran Zerrin Ayşe Balkan, “Uluslararası İlişkiler Teorileri
Arasında Normatif Teorinin Yeri ve Kapsamı”, Avrasya Dosyası: İstihbarat Özel, Cilt:8, Sayı:2, 2002, ) olarak tanımlamaktadır. Bu anlamda normatif uluslararası teoriler uluslararası ilişkileri siyaset ve ahlak felsefesi bağlamında daha geniş bir kapsamda ele alarak güncel uluslararası sorunların ahlaki boyutlarını ön plana çıkarırlar.
Savaş, adalet, eşitlik, özgürlük, insan hakları, çevre sorunları gibi birçok konuyu gündemlerine taşıyıp, geleneksel teorilerin cevap vermekten uzak olduğu bu sorunlara çözüm ararlar.(İhsan Dağı, “Normatif Yaklaşımlar…”, )
Normativizm’in Konusu Normatif teorinin ana konusunu, bireylerin içinde yaşadıkları aile,
sivil toplum, dinsel kurumlar, devlet ve egemen devletler sistemi gibi sosyal kurumlarla bireylerin değer yargıları arasındaki bağlantının nasıl kurulması gerektiğinin araştırılması oluşturmaktadır. Aynı zamanda Normatif teori; hürriyet, eşitlik, adalet, demokrasi, savaş, devlet egemenliği ve benzeri normatif kavramların yukarıda belirtilen sosyal kurumlarla olan ilişkilerini incelemeyi de temel sorunsalı olarak kabul etmektedir.
Benzer bir şekilde egemen devletler sistemi de devletlerin özerkliği ve
dünya düzenini temel almaktadır. Öyleyse her birey her aile her dinsel kurum ve her devlet kendi varoluşlarını haklılaştıran etik iddialar ileri sürerler. Bu iddiaların öne sürümü sırasında da, çeşitli nedenlerden ve dayanak noktalarından yararlanmakta ve tüm bu nedenleri de çoğunluk tarafından kabul edilen belirli uluslar arası yerleşik normlara dayandırmaktadırlar.
Normativizm’in KonusuNormatif kuram; Bireyleri, Devletleri Uluslar arası devlet sistemi konularını ilgilendirdiği için, davranış, yükümlülük, sorumluluk, hak
ve ödev standartları ile ilgili meselelere yönelmektedir.
Normatif çalışmalar özellikle devlet ve sınırların ahlaki önemliliği Savaşın etiği Barışın etiği İnsan haklarının doğası Müdahale gerekçesi Uluslar arası kaynak dağılımının adaletliliğigibi ihtilaflı meselelere odaklanmaktadır.
Normatif Teorinin Soruları
Günümüzde uluslar arası politikadaki tüm normatif meseleler; dolaylı ya da dolaysız olarak devlet, devletlerarası ilişkiler ve bireylerin birer yurttaş olarak devlet ile olan ilişkilerine değinir. (Frost, Mervin “The Role of Normative Theory in IR Vol. 23 1994)
Devlet egemenliği ne dereceye kadar insan haklarından daha fazla önemlidir ? İnsan hakları ve adaleti korumadaki görevimiz nedir ? İnsani müdahalelerin sınırı nerede çizilmelidir ve bu müdahaleler devletin egemenliğini
çiğnemek anlamını taşır mı ? Mültecilere nasıl davranmak gerekir ? Uluslar arası alandaki kıt kaynakların daıtımı nasıl olmalıdır ? Hangi savaşlar meşrudur ? Tüm milletler kendi geleceklerini saptama iradesine sahip olmalımıdırlar ? Çevre sorunları ne dereceye kadar globaldir ? Dünya çapındaki çevre sorunlarının çözümü ve çevrenin korunması için etik açıdan ne
tür organizasyonlar uygundur ? Frost: Bu soruları cevaplayacak kolay yanıtlar yoktur ve normatif teori ile uğraşmak karmaşık,
zorlu ve pratik açıdan oldukça önemlidir. (Frost, Mervin “The Role of Normative Theory in IR Vol. 23 1994)
Normatif Teorinin Uluslar arası İlişkiler Teorileri Arasındaki Yeri Molly Cochran, tüm uluslararası ilişkiler teorilerinin normatif teori olduğunu ifade eder. O’na
göre, doğa bilimleri yöntemlerini kullanan pozitivist yaklaşımlar bile, hangi verinin önemli olduğunun seçiminde, bu verinin yorumlanmasında ve ilgili araştırmanın ne gibi bir öneme sahip olduğunun belirlenmesinde normatif varsayımlara sahiptirler .( Cochran, Molly; Normative Thoery in International Relations: A Pragmatic Approach, 1st Edition, Cambridge University Press, Cambridge 1999)
Fakat bu durum, söz konusu varsayımlara sahip her düşünürün normatif uluslararası ilişkiler teorisine dahil edilebileceği anlamına gelmemektedir. Örneğin, Morgenthau, devlet adamının ulusal çıkarı izlerken, vatandaşlarına ve diğer devletlere karşı da ahlaki sorumlulukları olduğunu belirtirken, normatif bir varsayımda bulunmaktadır.
Fakat gerek insan doğasının bencil ve savaşkan olduğunun gerekse de uluslararası politikanın güç mücadelesinden meydana geldiğinin değişmez ve kaçınılmaz gerçekler olduklarını belirtirken normatif teorinin alanından uzaklaşmaktadır. .( Cochran, Molly; Normative Thoery in International Relations: A Pragmatic Approach, 1st Edition, Cambridge University Press, Cambridge 1999)
Normatif teori, bizzat bu varsayımların sorgulanmasını ve dönüştürülmesini öngörmektedir. Bir başka ifadeyle, bir teorinin normatifliği, onun sadece verilerin seçiminde ve yorumlanmasında kullandığı değer yargılarından ibaret değildir. Normatif bir teori, daha önce de belirtildiği gibi yol gösterici, kural koyucu ve olması gerekeni amaçlayan daha kapsamlı bir vizyona sahiptir
Normatif Teorinin Uluslar arası İlişkiler Teorileri Arasındaki Yeri Brown, uluslar arası etik ve Normatif teoriyi entelektüel bir heves olarak gören
akademisyenlere için hiçbir geçerli sebep bulunmadığından bahseder: Çünkü uluslar arası etik ve normatif teorinin “halen üzerinde çalışılan bir projedir, tamamlanmış bir eser değildir.” (Brown, Chris; Ethics & International Effects, Volume 5, Carnegie Council, 1991)
Normatif teorinin yeniden canlanması Amerikan hegemonyasının gücünün azalmasının ya da Soğuk Savaş politikalarının sona ermesinin bir sonucu mudur ? Brown’a göre, Soğuk Savaşın güvenlik zorunluluklarının ortadan kalkışı devletlerin normatif meselelerin üzerinde yoğunlaşmasına yol açmıştır.
Normatif alanda bir takım çalışmalar yapılıyor, normatif sorunların günümüzde daha çok ciddiye alınıp üzerinde tartışılmasına rağmen Normatif teorinin tam anlamıyla bütünlük kazanmış bir araştırma alanı olarak henüz var olmadığı kanısı ağırlıklı olarak kabul edilmiş durumdadır.
Frost da bu görüşe katılarak gerek uluslara arası politikada, gerekse akademik alanda normatif konulara artan ilgiye karşın Normatif teorinin halen disiplinin merkezinde bir konuma sahip olmadığını belirtir. (Frost, Mervyn; “The Role of Normative Theory in IR Vol. 23 1994)
Kuramın Oluşum Aşamaları Hoffman’nın yaptığı bir sınıflamaya göre,
normatif uluslar arası ilişkiler teorisinin oluşmasında birbirini izleyen dört safhadan söz edilir.(Mark Hoffman, “Normative international theory: Approaches and issues,” A. J. R. Groom ve Marfot Light(der), Contemprorary International Relations: A guide to theory, (London: Printer, 1994)
Normatif kuramın ilk aşaması idealist, liberal veya ütopyacı olarak farklı şekillerde nitelendirilebilir.
Bu aşama, “hukuk yollarıyla barış” yaklaşımı ile savaşı ve uluslar arası şiddeti kökünden söküp atma yönündeki girişimleri içerir.
Kuramın Oluşum Aşamaları İkinci aşama ise; ilkine tepki olarak daha bilinçli bir
ampirizm ile dünyaya “olması gerektiği gibi değil olduğu gibi” bakmaya çalışmıştır.
Böylece ikinci aşama, Milletler Cemiyeti’nin savaşı önlemedeki başarısızlığı ve E.H. Carr’ın ütopyacılığı eleştiren çalışması “Yirmi Yıl Krizi” ile başlar.
Soğuk Savaş süresince hem içinde hem bulunulan ortam hem de realizmin kuramsal üstünlüğü uluslar arası ilişkiler disiplininin normatif yönelimlerden uzaklaşmasına neden olmuştur. Uluslar arası ilişkilerde pozitivist sosyal bilimin hakimiyeti ile normatif teori, disiplin içinde marjinalleşmiştir.
Kuramın Oluşum Aşamaları Üçüncü safha , “büyük metodolojik tartışma” olarak da
adlandırılan Davranışçılar ve Klasik Realist yaklaşımlar arasında gerçekleşmiştir. Bu dönemde kuramcılar, değerlerin teoriler üzerindeki etkisi ile ilgilenmişler, normatif tartışmaların uluslar arası ilişkilerdeki pek çok meseleyi içine alır hale getirmişlerdir;güç kullanımı, nükleer caydırıcılık gibi…
Bu dönem aynı zamanda İngiliz Okulu ve uluslar arası toplum ve düzen zeminleri üzerinde normatif araştırmaların yükselişine tanıklık etmiştir. Ne var ki, realizm ve onun türevleri, normatif kuramı kenara itmekte başarılı olmuştur.
Kuramın Oluşum Aşamaları Soğuk Savaş’ın son can çekişmeleri sırasında başlayan ve günümüze
kadar uzanan uluslar arası kuramın dördüncü safhası; normatif meselelerin, disiplinlerdeki merkezi yerlerini yeniden alacak ölçüde yeniden canlanmasına tanıklık etmiştir.
Vietnam Savaşı, İran Körfez savaşı gibi meseleler, dönem içinde adil savaş ve müdahalenin etiği ile ilgili normatif sorunları gündeme getirmiştir.
Uluslar arası ilişkileri, sosyal ve siyasal kuramlardaki diğer paralel tartışmalarla birleştiren bu yeni düşünme biçimi, insanın özgürleştirilmesine yönelik mevzuları merkez kılıp, buna göre de insan hakları, insani müdahale, ekolojik ve çevresel kaygı, adil kaynak dağılımı gibi meseleleri merkeze yerleştirmeye tabi tutmaktadır.
Normativizm’in Gelişim Çizelgesi
Tarih Boyu Bazı Düşünürlerde Normativizm Platon ve Aristo Aquinalı Thomas Niccolo Machiavelli
Toplumsal Sözleşme Bağlamında Normativizm Hobbes, J.Locke, Rousseau
Normativizm’in Gelişim Çizelgesi Uluslararası Sorunlar Bağlamında Normativizm
Teorisyenleri Vattel, Wolff, Pufendorf
Faydacı Ahlak Teorisyenleri Mill ve Bentham (Kurucu Teorisyenler)
Kozmopolitan & Komüniteryen Teorisyenler Kant, Grotius Hegel
Rawl’ın Adalet Teorisi
Günümüzdeki Teorisyenler R. Falk, M. Mendlovitz,R. Kothari ve A. Mazrui
Normativizmin Tarihsel Sürecine Giriş Adalet, demokrasi, iyi ve kötünün ayrımı, yurttaşlık, haklar
ve ödevler ve benzeri normatif meseleler filozofları, siyasal düşünür ve yazarları yüzyıllar boyunca fazlasıyla meşgul etmiştir.
Kant’ın “Ebedi Barış” ve Grotius’un “Evrensel Hukuk” gibi kuram ve çalışmaları normatif teorilerin öncülleri olarak değerlendirilebilmektedir. Bu tarihsel kökenleri nedeniyle normatif teori; gerçek anlamda postpozitivist bir teori olmaktan öte prepozitivist bir teori olarak da düşünülebilir. Bir başka deyişle, hem modern-öncesi hem modern hem de modern-sonrası olmak üzere üç boyutlu bir özelliğe sahiptir.(JACKSON, Robert, SØRENSEN, Georg, Introduction to International Relations, Oxford, University Press, New York, 1999)
Tarih Boyu Bazı Düşünürlerde Normativizm
~Platon En iyi ideayı en yüce en yüce Tanrı olarak gören Platonda Tanrı, evrendeki en
yüksek eksiksiz olgusallık olarak dünyanın mimarıdır. İnsanın ahlaksal görevi olanaklı olduğu ölçüde iyiye erişme görevidir. İnsan
Tanrısal iyiye ulaşmak için çalışır. Platon da irade özgürlüğünü vurgulayarak kötü kötü eylemlerin Tanrıya değil;
ama insanın sorumluluğunu yerine getirmedeki başarısızlığına yüklenmesi gerektiği üzerinde durmaktadır.
Platon’a göre devlet, yurttaşları erdemli olmak için eğitime etik ideali üzerine kurulur.
İyi devleti bilge insanlar tarafından yönetlien devlet olarak düşünen Platon’a göre devlet hem iyi hem de bilge olan insanlar tarafından yönetilmelidir.
Tarih Boyu Bazı Düşünürlerde Normativizm
~Aristo
Etik kuram üzerine çalışmaları en kapsamlı olan çalışmalarıdır. Aristoya göre pratik ya da ahlaki erdemler istek üzerinde doğru
yönlendirme ve denetim isterler ve bireyin davranışını özgür iradesinin buyruklarına doğru çevirirler; öyleyse ahlaki davranış özgür irade üzerine kuruludur.
Dışsal sınırlamalar gibi içsel bilgisizliğin de ahlaki eylemlerin önüne geçmekte olduğundan bahseder.
Aristoya göre devletin hedefi iyi yaşam, erdem üzerine kurulu bir mutluluk yaşamıdır. İnsnaın gereklerini tamamlayıcı bir öğe olarak devlet insanın hedefine ulaşabilmesini sağlayan bir araç olarak da düşünülmelidir.
Tarih Boyu Bazı Düşünürlerde Normativizm
~ Aquinalı Thomas Aquinalı Thomas’a göre; aklın istekler üzerinde
egemenlik tesis ederken ve onu denetleyip insan eylemlerine rehberlik ederken, bu konuda aşırıya kaçmamak ve ona gerçek iyiliği gösterecek doğru yükümlülükler getirmek için bir ahlak yasasını temel alma zorunluluğu vardır. Ve bu yasaların Tanrıdan çıktığını söyler.
Tarih Boyu Bazı Düşünürlerde Normativizm
~ Niccolo Machiavelli
Machiavelli’ye göre, devlet yönetiminde ahlaka dayalı olmayan bir politik felsefe benimsemesine rağmen Machiavelli’nin ilginç bir erdem ve ahlak anlayışına sahip olduğu gözlenir.
Yönetici toplum karşısında; bağışkanlık, inanç, dürüstlük, insanlık, ve din gibi beş erdemi en yüksek düzeyde taşıyan bir insan olarak görünmelidir. Ya da erdemlilik konusunda inandırıcı izlenim bırakmalıdır. Görüldüğü gibi, erdem ve ahlak anlayışı da realizmin etkisindedir. Çünkü, yönetici gerçekten erdemli olursa bir yıkımla karşılaşabilir.
Toplumsal Sözleşme Bağlamında Normativizm
~ Hobbes
Hobbes’a göre toplumsal sözleşme, bir tür yurttaşlar yasası olarak karşılıklı anlaşma yoluyla tüm kişilerin demokratik özgürlüklerini sınırlar. Bununla beraber, Hobbes toplumu demokratik bir topluma getiren on üç yasa formüle etmiştir. Bunlardan bazıları; hakemlik, haktanırlık, arabuluculuk, eşitlik..
Toplumsal Sözleşme Bağlamında Normativizm
~ Jean Jack Rousseau
Demokratik bir toplum toplum ve tüm vatandaşlar için eşit hakları savunan Rousseau, Locke gibi insanın doğuştan özgür olduğuna ve özgür kalma hakkının varlığına inanır.
Rousseau, davranış için herhangi bir ussal ya da anlıksal temel değil, ama her bireyin doğal duygularına başvurur, çünkü bunların insanlığa ahlakın ve dinin yollarında öncülük
edeceklerine inanıyordu.
Toplumsal Sözleşme Bağlamında Normativizm
~J.Locke Locke’un ahlak anlayışında; hiçbir doğuştan
düşünce olmadığı için ahlaksal, dinsel ve politik değerler de deneyimin ürünleridir. Ama bu değerler; Tanrının iradesine, insanların üzerinde anlaştıkları yasalara ve ahlak politikalarına uygun olmalıdır.
Uluslararası Sorunlar Bağlamında Normativizm Teorisyenleri
~ Emmerich de Vattel
Locke’dan oldukça etkilenen Vattel de devletleri, doğa durumunda özgür ve bağımsız olan insanların serbest iradeleriyle oluşturdukları yapılar olarak görür.
Her bireyin doğal hukukun bağlayıcı, ahlaki kurallarına göre yaşadığı bir toplum oluşturmaya dönük kozmopolitan yaklaşımı temellendirir.
Faydacı Ahlak Teorisyenleri
~Jeremy Bentham
Ahlak ve Yasama İlkelerine Giriş eserinin yazarı Bentham’a göre topluluğun çıkarı onu oluşturan bireylerin çıkarlarının toplamını ifade etmekteydi. Evrensel mutluluğu ortak iyilik olarak gören Bentham yararlılığı, herhangi bir nesnede ona yarar, üstünlük, haz iyilik ya da mutluluk üretme eğilimini veren özerklik olarak tanımladı. Ahlak ve ödev kavramlarının yerine haz kavramını ikame etti. Yalnızca haz, doğru davranışın ölçütü olabilirdi, çünkü haz duyan kişi onun iyi olduğunu kabul eder. Bireysel hazların, diğer bireylere zarar vermemesi için fiziksel, ahlaksal, politik yaptırımlar öngörür.
Hükümet Üzerine isimli kitabında, yanlışın ve doğrunun ölçüsü, en büyük sayıda insanın en büyük mutluluğudur.
Faydacı Ahlak Teorisyenleri~ J.S. Mill
Bentham’ın haz kavramını nitel ve nicel olmak üzere ayrıştırarak inceleyen J.S.Mill , faydacı yaklaşımı benimsemiştir.
Mill’e göre adalet bir duygudur ve özü eşitliktir.
Özgürlük Üzerine isimli çalışmasında Mill, rekabet özgürlüğünün yanısıra inanç, birleşme, ve beğenme özgürlüklerini de kapsamak üzere laissez-faire bireyciliğini savunur.
Mill, vicdan özgürlüğünde ve bireyin ne olursa olsun tüm konulardaki inançlarını yayımlama hakkına izin verilmesinde ısrar eder.
Kozmopolitan & Komüniteryen Teorisyenler Normatif uluslararası teori büyük ölçüde Immanuel Kant’ın evrensel ahlak ve ebedi
barış projelerine dayanmaktadır. Dolayısıyla “evrenselci ve tekçi” bir söyleme sahiptir. ”(İhsan Dağı, “Normatif Yaklaşımlar…”, )
Bununla birlikte değerlerin evrenselliği-yerelliği tartışması normatif teori içerisinde kozmopolitan-komüniteryan ayrışmasında kendini gösterir. Kant’ın düşüncelerini takip eden kozmopolitanlara göre, insana ilişkin değerler evrenseldir, dolayısıyla bu değerler tüm insanlar ve toplumlar tarafından paylaşılmaktadır.
Friedrich Hegel’i takip eden komüniteryanlar ise değerlerin toplumdan topluma değiştiği dolayısıyla göreceli olduğunu iddia ederler.(Molly Cochran, Normative Theory in…, )
Bir başka ifadeyle kozmopolitanlarda insan, yalnızca insan oluşundan kaynaklı olarak başlı başına bir değerdir. Dünya üzerindeki tüm insanlar, insan olmakla birbirlerine eşit olduklarına göre değerler evrensel kabul edilmektedir.
Komüniteryanlarda ise insan, içinde yaşadığı toplum, bu topluma ait gelenekler ve vatandaşlık bağıyla bağlı olduğu devlet tarafından kimliklendirilir ve bir birey haline gelir. Dolayısıyla değerler toplumdan topluma, devletten devlete çeşitlilik arz eder. Kozmopolitan-komüniteryan ayrımı, insan haklarında rölativizm-evrenselcilik tartışmasına dönüşmektedir.
Kozmopolitan & Komüniteryen Teorisyenler Bu iki yaklaşım, çeşitli normatif konuları
değişik açılardan ele alıp yorumlarken devlet egemenliği, insan hakları, adalet dağılımı, insani müdahaleler ve çevre sorunlarının normatif sınırlarını açıklamaya çalışmaktadırlar.
Kozmopolitan & Komüniteryen Teorisyenler Komüniteryen yaklaşıma göre devlet egemenliğinin kaynağı bireylerin
devleti oluşturan halkın birer üyesi olmaları olgusudur. Egemenlik hakkının kayıtsız şartsız devletin kendisine ait olduğunu ileri sürerler.
Uluslar arası politikada müdahale etmeme kuralını benimseyerek uluslar arası toplumda düzenin öneminin altını çizer.
Adalet dağılımı hususunda düşünceleri; sosyal kurumların bireylerin varoluşlarının temeli olduğu, bu yüzden de diğerlerinden beklenen adaletin ancak belirli bir toplum içinde geçerli olduğu, bu iddia ve beklentilerin evrenselleştirilemeyeceğidir. (Hoffman, “normative internaional Theory”)
Çevre: evrensel çözüm önerilerinin mümkün olmadığını ileri sürerler. Her çevre sorunun farklı bir çözümü gerekli kıldığı ve devletlerin ulusal ekonomik çıkarlarını kollamak temelinde kendi ülkelerinin doğal çevresini korumaya öncelik verecekleri tezini ileri sürerler.
Kozmopolitan & Komüniteryen Teorisyenler
Kozmopolitan yaklaşım ise, bu görüşü tamamiyle reddederek everensel bir tasarı ileri sürer. Buna binayen, evrensel insan hakları, devletin egemenliği nosyonunu fazlasıyla aşmaktadır.
Bir devletin iç işlerine müdahalenin belirli bazı koşullar altında mazur görülebileceğini savunurlar. Bu koşulların başında, ülkedeki insan haklarının, sosyal adaletin korunmasının geldiğini öne sürerler. Dünya çapında adaletin sağlanması için sosyal kurumların aracılığının gerekliliğini savunur.
Kozmopolitan yaklaşımın çevre sorunlarına bakışı: Yine evrensel boyuttadır. Evrensel müşterek sorumluluk kavramından yola çıkarlar.
Kozmopolitan & Komüniteryen Teorisyenler
~ Kant’ın Barış Anlayışı
Immanuel Kant’ın görüşleri savaş sorununa ve normatif teoriye önemli bir katkı oluşturmuştur. Kant’a göre, “tarih, kendisi ahlaki olmasa bile, ahlaki bir sona doğru ilerlemektedir.”(Faruk Yalvaç, “Savaş ve Barış”, (der. Atila Eralp), Devlet ve Ötesi: Uluslararası İlişkilerde Temel Kavramlar, (içinde) 2006, )
Bu ahlaki son ebedi barıştır (perpetual peace). Kant’a göre savaşlar yeryüzünden bir anda ortadan kaldırılamaz. Bu, devletlerin sorunlarını barışçıl yollardan çözmeyi adet edineceği ve devletler üstü kurumların ve evrensel bir hukukun oluşumunu gerektirir. Kant’ın ebedi barış projesinin de parçası olan savaşa ilişkin yaklaşımı üç ana noktadan oluşur: 1. İleriye yönelik gizli bir savaş rezervasyonu taşıyan barış anlaşması geçerli sayılamaz. 2. Hiçbir savaş koşulu barış zamanında karşılıklı güveni kurmayı imkansız kılacak eylemleri haklılaştıramaz. 3. Devletler diğer devletlerin yönetim yapısına ve sürecine zorlayıcı müdahalede bulunamazlar.(Kant’s Political Writings, (der. H. Reiss),
Cambridge University Press, Cambridge 1977, s.93-96’dan aktaran İhsan Dağı, “Normatif Yaklaşımlar…”, s )
Bunların da ötesinde Kant, insanın bir araç değil, amaç olduğu düşüncesiyle de normatif düşünceye önemli bir katkı sağlar. “Kant’a göre insanların ayrı amaçları da olsa, ahlaki varlıklar olarak hepsinin saygı duymak zorunda olduğu ortak usçu amaçları vardır. İnsanın usçu amaçlarından en önemlisi insanların sosyal ve siyasal yaşamlarını evrensel adalet ve barışı gerçekleştirebilecekleri şekilde düzenlemek yükümlülüğüdür.” (Yalvaç, Faruk. “Savaş ve Barış”, (der. Atila Eralp), Devlet ve Ötesi: Uluslararası İlişkilerde Temel Kavramlar, (içinde) 2006)
Bu Kant’ın evrensel ahlak düşüncesine işaret eder ve normatif teorideki kozmopolitan düşüncenin de temelini oluşturur.
Kozmopolitan & Komüniteryen Teorisyenler
~ Kant’ın Barış Anlayışı
Kant’ın normatif teoriye bir başka katkısı, serbest ticaretin yaygınlaşmasının uluslararası barışa da katkı sağlayacağı görüşüdür. Bu görüş, Cobden, Bright, Mill, Smith gibi 19. yüzyıl düşünürlerince de paylaşılmıştır. “Liberaller, serbest ticaret piyasasının “gizli el” aracılığı ile nihai olarak barışı ve siyasal uyumu da sağlayacağına inanmışlardır. Nasıl ki kişiler kendi bencil çıkarlarına rağmen “görünmez bir el” bütün toplumun yararına olan bir tam rekabet sistemi oluşturuyorsa, aynı görünmez el “sonsuz barışı” da sağlayacaktır.” (Robert O. Keohane, Joseph S. Nye, Power and Interdependence: World Politics in Transition, Little Brown, Boston 1977)
Kant buradan hareketle demokratik devletlerin birbirleriyle savaşmayacakları tezini de öne sürmüştür. Bu tezin temel varsayımı, demokratik devletlerin totaliter devletlerden daha barışçı olacağıdır.
Kant’ın yukarıda ifade edilen tüm düşünceleri normatif teoriye önemli bir katkı alanı oluşturmuş olmakla birlikte, birçok düşünür tarafından da eleştirilmiştir. Bu eleştirileri kısaca özetlemek gerekirse, Kant’ın evrensel ahlak varsayımı, ahlakın toplumdan topluma değişiklik gösterdiği ve birçok farklı ahlak sisteminin bulunduğu görüşü en temel eleştirilerden birini oluşturur. Kant’ın kapitalizmin ya da serbest ticaretin barış getireceği tezi de, özellikle Marx’ın başını çektiği sosyalist düşünürler tarafından önemli eleştirilere uğramıştır. Yine demokrasilerin daha barışçıl oldukları tezi de, demokrasilerin demokratik olmayan devletlere karşı daha müdahaleci bir tavır takınması örnekleriyle eleştirilmektedir. Günümüzde yaşanan, ABD’nin başını çektiği Afganistan ve Irak işgalleri de buna iyi bir örnek oluşturabilir.
Kozmopolitan & Komüniteryen Teorisyenler
~Hugo Grotius Thomas Hobbes'dan daha iyimser, halefi Immanuel Kant'dan daha kötümser bir dünya görüşüne sahiptir. ona
göre dünya ülkelerinin birlikler kuracağı ve işbirliği içinde olacağı bir sistem mümkündür.
İnsanlar arasında varolan din, ırk, mezhep vb. bütün farklılıklara rağmen bazı evrensel kanunlara ulaşabileceğimizi ileri sürmüştür.
Uluslararası hukukun babası olarak kabul edilen Hollandalı Hugo Grotius, haklı savaşın ateşli savuncuları arasında yer almıştır. Kendisinden önceki düşünürlerden uluslararası hukukun temelini dine değil, akla dayandırması ile ayrılan Grotius, insanlığın Tanrı’nın kendisine bahşettiği özgür irade yardımıyla evrensel ilkeler oluşturabileceğini ve buna göre hareket edebileceğini iddia etmiştir. Grotius’un Savaş ve Barış Hukuku adlı eserinde yer verdiği şu ifadeler çarpıcıdır:
“Baskı aşikar olduğu zaman, toplumun hakları göz ardı edilemez: Örneğin eğer Busiris, Falaris veya Trakyalı Diyomed, tebaalarını hiçbir adil insanın kabul edemeyeceği bir zulme tabi tutarlarsa... Nitekim Konstantin Licinius’a karşı, Roma imparatorları da Perslere karşı Hristiyanlara dinlerinden dolayı zulmettikleri için böyle silaha sarılmış veya tehditte bulunmuşlardır.”
Kuvvet kullanımına, bir iktidarın adil olmayan davranışlarını cezalandırmak veya diğer halkların haklarını korumak amacıyla başvurulabileceğini kabul eden Grotius, ancak bu kuvvet kullanımının mutlaka sınırlı olarak ve halkına karşı suç işleyen iktidarın bunu düzeltmesine fırsat verecek şekilde gerçekleştirilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Bu noktada günümüz insancıl müdahale anlayışından ayrılan Grotius, iktidar değişimi yerine barışın yeniden tesisi amacını öne çıkartarak ulusal egemenliğe özel bir önem atfetmiştir
Kozmopolitan & Komüniteryen Teorisyenler
~İngiliz Okulu İngiliz Oklunun İkinci neslini temsil eden normatif kanadın temel sorunsalı düzen-adalet ikilemine
bir çözüm bulmak çerçevesinde şekillenmiştir. Bu grubu iki alt gruba ayırmak mümkündür; Dayanışmacılar ve Çoğulcular.
Dayanışmacılar arasında Vincent, Dunne ve Wheeler sayılabilirken, Çoğulcular Jackson ve Mayall olarak öne çıkmaktadır. Dayanışmacı-çoğulcu tartışmasının özü uluslararası toplumun doğası ve potansiyeli üzerinedir.
Bu tartışma üç temel soru çevresinde dönmektedir; Birincisi, uluslararası toplumun şu an ne derece dayanışmacı olduğu sorusudur. İkincisi, uluslararası toplumun dayanışmacılık potansiyelinin ne olduğu sorusudur. Üçüncüsü ise, dayanışmacı mı yoksa çoğulcu bir uluslararası toplumun mu normatif olarak tercih edilmesi gerektiği sorusudur.
Dayanışmacılar ve çoğulcular bu sorulara farklı cevaplar vermekte ve devletlerin hakları (egemenlik ve müdahaleden muaf olma) ile bireylerin haklarının (insan hakları) çatıştığı noktada yapılması gerekenler hakkında farklı görüş bildirmektedirler.
Kozmopolitan & Komüniteryen Teorisyenler
~İngiliz Okulu Özellikle ortak kurallar, değerler ve kurumların şu an için ne kadar yerleşmiş olduğu ve bu
kurallar-değerler- kurumlar bütününün daha ne kadar uluslararası topluma nüfuz edebileceği üzerinde yoğunlaşmaktadır.(Barry Buzan, From International to World Society?: English School Th eory and the Social Structure
ofGlobalization, Cambridge, Cambridge University pres, 2004) Bu tartışmanın İO yazınındaki pratik yansıması uluslararası hukukun, doğal hukuk mu yoksa pozitif hukuk mu olduğu ya da olması gerektiğinden hareketle insan hakları ve insani müdahale kavramları çerçevesinde verilen eserler olmuştur .(Andrew Linklater ve Hidemi Suganami, Th e English School of International RelationsA Contemporary Reassessment, Cambridge, Cambridge University Press, 2006; Linklater, English School.)
Çoğulcular genelde devlet merkezli ve dolayısıyla devletlerin yaptığı pozitif hukuka dayalı bir uluslararası hukuk varsayımından hareket ederler. Devlet temelli kavramlaştırma yaptıkları için de egemenlik, uluslararası alanda, hukuki ve politik öncelik taşır .(Andrew Linklater ve Hidemi Suganami, Th e English School of International Relations A Contemporary Reassessment, Cambridge, Cambridge University Press, 2006; Linklater, English School.)
Diğer bir deyişle çoğulcular için devlet egemenliği ve onun müdahaleden korunması önceliklidir. Dolayısıyla insani müdahaleyi uluslararası toplumun temellerine, yani egemenlik ve müdahale etmeme prensiplerine aykırı görürler. Barry Buzan’ın da öne sürdüğü gibi bu argümanın alt-metni düzenin ve farklılıkların korunmasının adaletin yerine getirilmesinden önemli olduğu savıdır .(Andrew Linklater ve Hidemi Suganami, Th e English School of International Relations A Contemporary Reassessment, Cambridge, Cambridge University Press, 2006; Linklater, EnglishSchool.) Çoğulcular için uluslararası toplumun bugünkü ve gelecekteki kapsamı oldukça sınırlıdır.
Kozmopolitan & Komüniteryen Teorisyenler
~İngiliz Okulu Dayanışmacıların büyük bir çoğunluğu kozmopolitan kaygılar taşımakta ve
bunun sonucu olarak devletlerin değil bireylerin haklarının uluslararası alanda korunması üzerine yoğunlaşmaktadırlar. Bireyi uluslararası hukukun bir öznesi olarak gören dayanışmacılar, pozitif hukuktan daha ziyade Grotius gibi doğal hukuka dayanmaktadırlar. Dayanışmacıların yazılarında insan hakları devletlerin egemenlik haklarının önüne geçmekte ve dayanışmacılar evrensel insan haklarına dayanan, ortak değerlerin yaygın olarak paylaşıldığı ve dolayısıyla daha müdahaleci bir uluslararası toplumun nasıl ortaya çıkabileceği üzerine eğilmektedirler
Dayanışmacılar için mühim olan daha adil bir dünyaya uluslararası düzeni fazlaca bozmadan ulaşabilmek ve bu süreçte bireylerin haklarını devletlerin haklarından, özellikle müdahaleden muaf olma ve egemenlik haklarından, üstte tutmaktadır.
Kozmopolitan & Komüniteryen Teorisyenler
~İngiliz Okulu
Çoğulcuların dayanışmacılara karşı çıkışı, sadece uluslararası toplumda çeşitliliğin korunmasının normatif olarak önemli olması değil, aynı zamanda insani müdahale adı altında devletlerin egemenliklerine karışılmasının büyük güçler arasındaki düzeni bozabileceği endişesini taşımaları sebebiyledir. Jackson bu konuda Rusya’nın 1999’da NATO’nun Kosova’ya müdahalesine verdiği tepkiyi örnek gösterir. Jackson’ın buradaki temel argümanı insan haklarının en çok savaşlar sırasında ihlal edildiği ve dolayısıyla insan haklarını korumak isteyenlerin öncelikle devletlerarası savaşları engellemeye çalışmaları gerektiğidir. İnsani müdahale, uluslararası toplumun üzerine kurulduğu temelleri (müdahale etmeme ve egemenlik hakkı) tehdit ettiği ve savaş olasılığını arttırdığı için kaçınılması gereken bir durumdur.
Rawl’ın Adalet Teorisi
Uluslar arası Adalet bölümünüde konuya ayrıntısıyla değinilmiştir.
Günümüzdeki Teorisyenler
Richard Falk, “Post-Vestfalyen Dönem” olarak nitelediği 1990 sonrası uluslar arası ortamını ve sistemini farklı açılarda irdeleyerek, 1648’de kurulan ve Soğuk Savaşın sona ermesine kadar varlığını koruyan Vestfalya sisteminin egemen aktörleri ulus-devlet yapılarına ciddi eleştiriler getirmektedir.( Richard Falk, Dünya Düzeni Nereye: Amerikan Emperyal Jeopolitikası, (Çev.) NeĢenur Domaniç, Nusret Arhan, Metis Yayınları, Ġstanbul, 2005,)
Analiz birimi olarak birey ve sistemi ele alan Falk, 21. yüzyıl uluslar arası sisteminin temel olgusu olan küreselleşmeyi etik norm ve değerler çerçevesinde yeniden yapılandırmaya çalışmaktadır.( Richard Falk, Küreselleşme ve Din, (Çev.) Hasan Tuncay Başoğlu, Küre Yayınları, İstanbul, 2003.)
Bu bağlamda yönetim kavramına işteş (karşılıklılık) bir nitelik kazandırarak “yönetişim” üzerinde durmaktadır.
Normatif Uluslararası Teorinin İlgi Alanları Daha evvel de belirttiğimiz gibi Normatif teorinin ilgi alanı; insandan topluma,
devletten uluslararası sisteme, tüm ilişki biçimlerinin ahlaki yapısını gündeme taşımaktadır.
Fakat uluslararası normatif teorinin öncelikle gündeme getirdiği temel bazı sorunlar bulunmaktadır. İhsan Dağı’nın ifadesiyle “bazı sorunlar ‘acil’ normatif açıklamalar beklemektedir”.
Bunların başında; Savaş, Silahlanma, Nükleer silahlar, Uluslararası eşitsizlikler, Uluslararası adalet, İnsan hakları, Uluslararası çevre sorunları v.s. gibi temel sorunlar gelmektedir.
Savaş Savaş insanlığın geçmişten günümüze karşı karşıya olduğu en
önemli sorundur. Bu konuda geçmişten günümüze hemen hemen her düşünürün söylediği bir şeyler bulunmaktadır. Normatif uluslararası ilişkiler teorisinde de oldukça gelişmiş bir alan, “savaşın ahlakiliği (jus ad bellum)” ve “verilen bir savaştaki ahlaki sınırlamalar (jus in bello)” üzerine düşüncelerdir. Bilim insanları bu konu hakkında çok defa kafa yormuşlar, St. Agustine gibi düşünürlerden başlamak üzere çeşitli düşünürlerin yazılarının geliştirilmesi yoluyla Batı düşünce geleneği içerisinde bir “haklı savaş” doktrini inşa etmişlerdir.
Savaş “Savaştaki yıkım ve ölüm en aza indirilmeli ve savaş meşru askeri
yöntemlerle kazanılmalıdır. Yıkım, ölümler ve sivil kayıplar düşünülmeli, orantısız güç kullanılmamalı ve meşru amaca yönelik olarak olabildiğince ahlaki bir savaş verilmelidir.”(Paul R. Viotti, Mark V. Kauppi, International Relations Theory… )
19. yüzyılın sonları ve 20. yüzyılın başlarında Lahey Sözleşmeleriyle başlayan, 1928 Briand-Kellog Paktıyla ve daha sonra da Cenevre Sözleşmeleriyle devam eden sözleşme ve anlaşmalar büyük ölçüde bu haklı savaş doktrinlerinden temel almışlardır.(ARI, Tayyar, Uluslararası İlişkiler Teorileri, Alfa Yayınları, istanbul, 2004)
Normatif teori açısından değerlendirildiğinde, haklı savaş doktrini bir taraftan savaşları daha az acımasız bir şekle sokmaya ve sınırlandırmaya çalışırken, diğer taraftan ise savaşı meşru hale getirerek, savaşın hukuksal çerçevesini belirler.
Uluslararası Adalet Uluslararası adalet, hukuksal olarak egemen eşit statüde tanınan devletlerin
ekonomik ve siyasal olarak da eşitliği arzu etmeleriyle uluslararası ilişkilerde bir tartışma konusu haline gelmiştir.
Özellikle Soğuk Savaş sonrasında serbest piyasanın önündeki engellerin kalkması ve buna bağlı olarak kapitalizmin yarattığı uluslararası adaletsizliklerin daha fazla tartışılır hale gelmesi uluslararası adalet taleplerini de arttırmıştır. Ayrıca yine Soğuk Savaş sonrasında ortaya atılan Yeni Dünya Düzeni söylemi ve bu söylemin içinde barındırdığı demokrasi ve insan hakları gibi normatif unsurlar da uluslararası adalet beklentilerini arttıran diğer unsurlar olmuşlardır.
Uluslararası normatif teori içerisinde kabul edilen çeşitli düşünürler uluslararası adaletin sağlanması gibi normatif bir amaca ulaşılması yolunda dikkate değer çalışmalar ortaya koymuşlardır. Burada bu düşünürler içerisinden en çok ses getiren John Rawls, Charles Beitz ve Thomas Pogge’un düşüncelerine yer verilecektir
Uluslararası Adalet John Rawls, Bir Adalet Teorisi (A Theory of Justice) adlı
eserinde herkesin üzerinde anlaşabileceği adalet ilkelerini kapsayan bir adalet teorisi geliştirme çabasına girişmiştir. Rawls’a göre adaletin temel ilkelerinin belirlenebilmesi için “toplumun temel yapısı ve bu yapıyı meydana getiren sosyal ve siyasal kurumlar” adaletin başlıca konusu olmalıdır. Çünkü, toplum Rawls’a göre, “karşılıklı fayda için işbirliği girişimi” olup adaletin rolü toplumsal işbirliğinin getirdiği fayda ve sorumlulukların dağılımı ile ilgilidir. Bu açıdan bakıldığında Rawls’ın teorisi “dağılım adaleti teorisi (theory of distributive justice)” olarak da adlandırılabilir .(Molly Cochran, Normative Theory in…,)
Uluslararası Adalet
Rawls’a göre bireyler “ilk durum”dan hareket ederek, nihayetinde hakkaniyete uygun olan adalet ilkeleri üzerinde anlaşmaya varacaklardır. Rawls ortaya çıkan adalet anlayışının iki ilkesini şöyle belirler: 1. Her kişi, herkes için özgürlüğün benzer bir sistemiyle uyumlu olan
özgürlüklerin en geniş toplam sistemine ulaşmada eşit bir hakka sahiptir. (Maksimum Eşit Özgürlükler Prensibi = Maximum Equal Liberties Principle)
2. Sosyal ve ekonomik eşitsizlikler aşağıdaki iki ilkeye göre düzenlenmelidir: -Âdil tasarruflar prensibine uygun biçimde en az avantajlının en yüksek
faydayı sağlaması -Âdil fırsat eşitliği koşulları altında işlerin ve pozisyonların herkese açık
olması
Uluslararası Adalet Rawls belirlediği ilkelerin evrensel olduklarını ve her toplumda
uygulanabileceklerini ifade eder. Fakat Rawls bunların uluslararası adalete uygulanabileceklerini düşünmez. Çünkü Rawls’ın adalet anlayışı, daha önce de belirtildiği gibi toplum yapısından yola çıkar ve bu toplum da karşılıklı fayda üzerine şekillenmiştir. Rawls küresel bir toplumun varlığını reddeder. Ona göre devletlerin kendi kendine yeterliliği (self-sufficient) içerisinde ortak bir projeleri yoktur. Rawls’a göre uluslararası adalet anlayışı ancak hak ve özgürlüklerin dağıtımıyla ilgili olabilir. (Molly Cochran, Normative Theory in…, )
Rawls toplum için kurguladığı “ilk durum” varsayımını uluslararası alanda da kurgular. Fakat Rawls’a göre toplumsal ilk durum varsayımında bireylerin karşılıklı faydası söz konusudur. Uluslararası alanda ise, mevcut uluslararası normların (ulusların egemen eşitliği, kendi kaderini tayin, karışmama hakkı v.s.) getireceği fayda aşılamaz.(Molly Cochran, Normative Theory
in…, ) Dolayısıyla Rawls’ın dağılım adaleti teorisi uluslararası dağılım adaleti teorisine dönüşemez.
Uluslararası Adalet Charles Beitz ise Rawls’ın toplumsal adalet için belirlediği ilkelerin
uluslararası alana uygulanabileceğini düşünür. Beitz’e göre Rawls, ilkelerini uluslararası alana uygularken birtakım hatalar yapmış ve bu hatalar sebebiyle teori tamamlanamamıştır.
Bu hatalardan biri toplumların kendi kendine yeterliği varsayımı diğeri ise, uluslararası bir toplumun var olmadığı görüşüdür. Beitz’e göre toplumlar birbirlerine karşılıklı bağımlılık ile bağlıdırlar.(Charles R. Beitz, “Justice and International Relations”, Philosophy and Public Affairs, Vol:4, No:4, 1975, )
“Bu şekliyle dünya, bir bütün olarak sosyal işbirliği şeması betimlemesine uygun hale gelmiştir. Uluslararası alan giderek daha fazla ulusal toplumsal modele benzediğinden, ulusal düzeydekine benzer” adalet ilkelerinin geliştirilmesi mümkündür. (İhsan Dağı, “Normatif Yaklaşımlar…”, )
Uluslararası Adalet
Thomas Pogge, dünya politikasının temel probleminin devlet adamlarının ve vatandaşların ahlaki tercihlerindeki eksiklik olduğunu öne sürer. Ona göre temel problem bir dünya devletinin var olmaması değildir. Çünkü bir dünya devleti olmasa da, düzenleyici role sahip hükümetler arası anlaşmalar ve uluslararası kuruluşlar bulunmaktadır.
Uluslararası Adalet Yukarıda düşünceleri aktarılan üç düşünür, Rawls’ın
Bir Adalet Teorisi çalışmasıyla gündeme gelen bir uluslararası adalet anlayışının oluşmasında birbirlerini tamamlayan varsayımlar ileri sürmüşlerdir. Fakat bu noktada bu düşünürlere önemli eleştirilerin de getirildiği belirtilmelidir. Başlıca eleştiriler, Rawls’ın eşit, özgür ve rasyonel birey anlayışı ve “ilk durum” ve “bilgisizlik perdesi” gibi varsayımsal durumlarıyla ilgilidir.
Uluslararası Adalet
Charles Beitz, “Adalet ve Uluslararası İlişkiler (Justice and International Relations)” isimli makalesine şöyle başlar: “Zengin ülkelerin vatandaşlarının kendi zenginliklerini adalet gereği fakir halklarla paylaşma gibi yükümlülükleri var mıdır? ”(Charles Beitz, “Justice and…”, )
Beitz’e göre kısaca bu durum insanların evrensel ahlaki bağlarının bir gereğidir. Thomas Pogge da, aynı ahlaki ilkelerden hareket eder ve “Küresel Yoksulluk ve İnsan Hakları” isimli yapıtının giriş kısmında istatistiki verilere dayanarak basit bir öneri getirir: “Yüksek gelir ekonomilerinden 903 milyon insan toplam dünya gelirinin %79,7’sini elinde bulundururken, küresel yoksullar grubunu oluşturan iki milyar sekiz yüz milyon insan bunun ancak %1,2’sine erişebilmektedir. Toplam küresel gelirin yalnızca %1’inin,…birinci gruptan ikinci gruba kaydırılması, dünya genelinde yaşanan ağır ölçekli yoksulluğun ortadan kaldırılması için yeterli olacaktır”.(Thomas Pogge, Küresel Yoksulluk ve İnsan Hakları:Kozmopolit Sorumluluklar ve Reformlar, (çev.Güneş Kömürcüler), 1. Basım, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul 2006, )
Uluslararası Adalet
Yukarıda özetlenen fikirlerden hareketle birtakım somut sorulara yönelmek gerekirse, uluslararası adalet konusundaki bu farklı anlayışlar nasıl uzlaştırılacaktır?
Uluslararası gelirin, kaynakların adaletli yeniden dağılımı pratik olarak mümkün müdür? Eğer mümkünse bu nasıl yapılabilecektir? Bir uluslararası kuruluş vasıtasıyla mı yoksa uluslar-üstü bir kurumun ya da devletin
varlığıyla mı? Dağıtım kime yapılacaktır bireylere mi, yoksa devletlere mi? Eğer dağılım mümkün değilse, uluslararası alanda mevcut olan derin eşitsizliklere nasıl adil
bir çözüm getirilebilir? IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşların verdikleri krediler ve devletlerin birbirlerine
yaptıkları dış yardımlar dengenin sağlamasına katkı sağlamakta mıdır? Yoksa bunlar siyasi ve ekonomik birtakım uzun vadeli çıkarların araçları olarak
eşitsizliklerin derinliğini arttıran unsurlar mıdır? Adalet, özgürlük, eşitlik gibi değerler evrensel mi yoksa yerel midir? Eğer yerelse, bu değerlerin çatışması nasıl önlenecektir? Evrenselse bunlar nasıl uluslararası alana uygulanabilecektir?
İnsan Hakları
İnsan hakları kavramının tarihsel ve felsefi kökleri oldukça geçmişe götürülebilmekle beraber uluslararası ilişkiler açısından önem kazanması II. Dünya Savaşı’ndan sonraki döneme rastlar. II. Dünya Savaşı, müttefikler tarafından “demokrasi ve insan hakları kavramlarını temelden reddeden sağcı totaliter rejimlere karşı girişilmiş bir ‘hürriyet savaşı’”(Münci Kapani, Kamu Hürriyetleri, 7.
Basım, Yetkin Yayınları, Ankara 1993, ) olarak tanımlanmış ve dolayısıyla müttefik devletlerin bu unsurlara verdikleri önem vurgulanmıştır.
II. Dünya Savaşı’nı takiben ortaya çıkan gelişmeler, uluslararası normatif bir düzenin oluşmaya başladığı fikrini doğurmaktadır. Soğuk Savaş’ın bitiminden itibaren de bu sürecin hız kazandığı vurgulanmaktadır. Bugün insan hakları kavramının devletlerin bir iç meselesi olmaktan çıktığı ve uluslararası alanda tartışılan ve değerlendirilen bir konuma kavuştuğu söylenebilir. Fakat bu uluslararası anlayışın oluşması geleneksel devlet sisteminin egemenlik anlayışının tartışılmasına ve dolayısıyla iki anlayış arasında bir gerginliğin meydana gelmesine neden olmuştur.
(İhsan D. Dağı, İnsan Hakları, Küresel Siyaset ve Türkiye, 1. Basım, Boyut Yayınları, İstanbul 2000)
İnsan Hakları Geleneksel egemenlik anlayışı bugün uluslararası insan hakları anlayışının tehdidiyle karşı
karşıyadır. Uluslararası insan haklarının dayandığı kozmopolit görüş, bireyi uluslararası politikanın temeli olarak almakta ve küresel bir toplum anlayışını dile getirmektedir. “Kozmopolitan yaklaşımda, çağdaş ekonomik, sosyal ve politik yapıların birbirlerine bağımlı nitelikleri, insani varoluş ve adaletin ancak küresel bir toplum perspektifiyle gerçekleşebileceği düşüncesinin temeli yapılmaktadır.
Beitz’e göre günümüzde, insan hakları için uluslararası müdahalelerin çeşitli biçimleri kabul edilebilir hale gelmiştir. Ekonomik ve diplomatik yaptırımlardan askeri müdahaleye kadar çeşitli dış politik araçlarla insan hakları ihlallerine konu olan bir devletin iç işlerine karışılması olasıdır.(Fukuyama, Francis. İnsan Ötesi Geleceğimiz: Biyoteknoloji Devriminin Sonuçları, (çev. Çiğdem Aksoy Fromm),
ODTÜ Yayınları, Ankara 2003.)
Herhangi bir müdahalenin meşruiyeti, insan haklarının artık devletlerin birer iç sorunu olmadığı, uluslararası bir sorun olarak tüm toplumlar üzerinde etkiye sahip olduğu düşüncesinden kaynaklanmaktadır. Bu düşünce hem uluslararası sistemin normatif bir içeriğe doğru evrimleşmesinden hem de benzer hassasiyetleri olan uluslararası bir kamuoyunun oluşmaya başlamasıyla desteklenir.
İnsan Hakları Beitz de yine benzer bir şekilde, “devletin
kurumları uygun adalet prensiplerine göre adil değilse ve müdahale ülkede adil prensiplerin oluşmasına hizmet edecekse meşru” olabileceğini belirtmektedir. Buna karşın, ihlallere konu olan devlet, meselenin bir iç mesele olduğunu ve karışmama ilkesi gereği yapılabilecek herhangi bir müdahalenin meşru olmayacağını savunabilir.
İnsan Hakları İnsan haklarının uluslararasılaşması sürecinin yarattığı bir başka tartışma
da, yukarıdaki görüşlerle bağlantılı olarak, insan haklarının ulusal çıkarların gerçekleştirilmesinde bir dış politika aracı olarak kullanılmasıdır.
İnsan hakları uluslararası bir boyut kazanarak, devletlerin iç işlerine müdahale olanağı yaratan bir işleve sahip olmuştur. Dolayısıyla, bir devlet bir başka devlete müdahalesinde demokrasi, insan hak ve özgürlükleri gibi kavramları müdahalesine uluslararası bir meşruiyet kazandırmak için kullanabilmektedir. Bu bakış açısına göre, insan hakları ve insani müdahale emperyalist yayılmanın ahlaki bir mazeretini oluşturmaktadır.(Shestack, Jerome J. “İnsan Haklarının Felsefi Temelleri”, Liberal Düşünce: Haklar, Özgürlük, Piyasa, Sayı:43, 2006, )
Bu mazeret perdesinin ardında yatan farklı ekonomik ve siyasi çıkarlar bulunmaktadır. Diğer taraftan, insan haklarının devletlerin dış politikalarında bir araç olması durumu, genel insan hakları pratiklerini iyileştirdiği ölçüde savunulabileceği görüşü de dile getirilebilir.
İnsan Hakları Bir devlet, herhangi başka bir amacını gerçekleştirmek için
ilgili ülkedeki insan hakları ihlallerini mazeret olarak belirliyorsa, bu aynı zamanda o ülkedeki insan hakları ihlallerinin önüne geçiyorsa, birey merkezli bakış açısından savunulabilir olmaktadır. Fakat devletin insan hakları mazeretiyle öne sürdüğü dış politik amacının hangi araçla ortaya konulduğu da önem taşır. Örneğin askeri araçlar, ilgili ülkede çok daha büyük insan hakları ihlallerine sebebiyet verebilir. Ekonomik araçlar da ilgili ülkenin ekonomik koşullarının kötüleşmesine yol açarak, yine ülke insanları için daha kötü sonuçlar doğurabilir.
Normatif Teorinin Gelişememesinin Nedenleri Sosyal bilimlerde, teorilerin oluşturulmasında değer
yargılarının ve etiksel tercihlerin kullanılması karşıtı pek çok görüş mevcuttur. Normatif teorinin, diğer teoriler kadar rağbet görmeyişinin nedenleri arasında: teorinin tartışmalı içsel özelliklerinden de kaynaklanır. Pozitivist yaklaşımın sosyal bilimlerdeki genel geçerliliği, Uluslar arası ilişkiler alanında Realist teorinin hakimiyeti, Kültürel rölativizm Soğuk Savaşın getirdiği koşulların tümü,
Normatif teorinin Soğuk Savaş sonrasına dek gelişememesinin başlıca nedenleri sayılabilir.
Normatif Teorinin Gelişememesinin Nedenleri
Uluslar arası ilişkiler alanında, diğer sosyal bilimlerde olduğu gibi, pozitivist yaklaşımın temel alınması uluslar arası politikadaki çeşitli sorun ve olayların etik yanlarının kabulünü imkansız kılmıştır. Ancak Neufel’in de belirttiği gibi “toplumun incelenmesinde yorumsal yaklaşımların kullanılmasındaki artış, pozitivizmin hegemonyasını sarsmış ve insan bilincini indirgemeyen gücünün tümüyle tanınması için bir alan açmıştır.”
Uluslar arası İlişkilerde pozitivist yaklaşımı temel alan araştırmacılar, öncelikle bir araştırma konusu ve ilgilendikleri konuyu incelerken kullanmak üzere bir teori seçmek durumundadırlar. Bu aşamada , araştırmacılar “konunu seçiminde kişisel değer yargılarının etkisi altında kalabilir.er” (Neufeld, Teh Restructibng of International Relations Theory)
Bunu yanı sıra, seçilen araştırma konusunun irdelenmesinde sosyal bilimcinin kullanacağı teorinin zaten kendi içinde varsaydığı bir takım normatif tercihler mevcuttur. Böylece seçilen teori, teorinin temel varsayımları dahilinde açıklanmaya çalışılacak olan gerçeklikleri önceden belirleyecektir. Frostun da belirttiği gibi “uluslar arası ilişkiler akademisyenleri, normatif tavırlar almak zorundadırlar” (Mervyn Frost, “The Role of Normative Theory in IR Vol. 23 1994)
1- Pozitivist yaklaşımın sosyal bilimlerdeki genel geçerliliği
Normatif Teorinin Gelişememesinin Nedenleri
Devletin esas amacı kendi ulusal çıkarlarını korumak, maksimize etmek, bunu yaparken de rasyonel karar verme sürecini kullanmasıdır.
Realistler için dış politikanın tek geçerli gerekçesi ulusal çıkarların gözetilmesidir.
Realizm, Soğuk Savaş politikalarının akılcılaştırılması için önemli bir araç niteliği taşımış ve bu bağlamda Normatif teorinin gözardı edilmesine sebep olmuştur.
2- Uluslar arası ilişkiler alanında Realist teorinin hakimiyeti,
Normatif Teorinin Gelişememesinin Nedenleri
Rölativizm çerçevesinde inançlar, değer yargıları ve
adetler evrensel olmayıp, belirli bir kültüre ya da sosyal-tarihsel koşullara bağlıdırlar. Değer yargıları, din kökenli ahlaki inanç sistemleri ve dahi laik ahlaki inanç sistemleri evrensel bütünlüğün önüne geçerek geçerli bir saptama için ölçütler bütününün önüne geçeler. Bu da kültürel rölativizmi normativizmin gelişmesinde engel olarak ortaya çıkar.
3- Kültürel rölativizm
Normatif Teorinin Gelişememesinin Nedenleri
Son olarak Soğuk Savaş sisteminin kendisi, Normatif teorinin uzun yıllar boyunca yadsınmasında büyük rol oynamıştır. Frost’un deyişiyle, “bir ölüm-kalım mücadelesi içinde âdil bir dünya düzeninden bahsetmek çok da isabetli değil”di.
Soğuk Savaş’ın sona ermesi, uluslar arası politikanın gündemini önemli bir şekilde değiştirmiştir. Soğuk Savaş sonrası bağımsızlıklarını kazanan yeni devletler, yeni normatif sorunları da beraberlerinde getirmiştir. Bundan dolayıdır ki demokrasi, insan hakları, çevre sorunları, sivil savaş, azınlıklar, toplu göçler, mülteciler, insani müdahale gibi normatif cevaplar gerektiren sorunların uluslar arası politikadaki önemleri oldukça artmış; bu da normatif teorinin hatırı sayılır bir ölçüde hızlı bir gelişme göstermesini mümkün kılmıştır.
4-Soğuk Savaşın getirdiği koşullar
Normativizm’e Eleştiriler Ancak normatif teoriler ve kuramcılar, “olması
gereken” üzerine fazlaca odaklanarak “olan”ı analiz edemedikleri ve böylelikle de uluslararası ilişkiler gündemini kaçırdıkları gerekçesiyle realist teorisyenler tarafından eleştirilmektedir.
Realistlere göre,normatif düşünürler bu şekilde davranarak uluslararası ilişkilerin doğasına ve kimliğine aykırı hareket etmektedir.
Normatif Teoriye Eleştirel Katkılar Özellikle 1980’li ve 1990’lı yıllardan beri normatif teoriye, savaş sorununa ilişkin en önemli katkıları
eleştirel düşünürler yapmaktadırlar. Eleştirel düşünürler, anarşi-düzen, vatandaş-insan, iç düzen-dış düzen gibi sorunları gündeme taşımalarıyla kendinden öncekilerden farklılaşmaktadırlar.
Özetle eleştirel teorilerin savaş sorununa getirdikleri en önemli katkılar, dünya barışının sağlanması gibi normatif bir amaca ulaşılabilmesi için uluslararası sistemin, devletlerin, sosyo-ekonomik koşulların bizzat kendilerini sorun olarak belirleyip eleştirel bir tavır almaları ve bunu dönüştürme yolunda normatif çabalara girişmeleridir.
Bu düşünceleri günümüzde hala sürüyor olan somut bir olaya yönelik sorulara dönüştürecek olursak; 2001 yılında ABD’nin Afganistan’ı işgaliyle başlayan ve 2002’de Irak’ın işgaliyle devam eden savaşlar dizisi normatif olarak nasıl açıklanabilir? Dönemin ABD Başkanı G. W. Bush’un “önleyici savaş” ya da “teröre karşı savaş” gibi kavramlarla ifade edilen doktrini, işgallerin uluslararası hukuka aykırılığını ortadan kaldırabilir mi? Irak’ın nükleer silahlara sahip olabileceği, ya da totaliter veya demokratik olmayan rejiminin yarattığı tehdit v.s. gibi nedenler ABD’nin savaşını bir “haklı savaş” olarak meşrulaştırabilir mi? Eğer meşrulaştırırsa, ABD başta olmak üzere büyük güçlerin nükleer silahlara sahip olma serbestliği nasıl haklı gösterilebilir ? ABD’nin giriştiği savaşlarda yarattığı sivil ölümler ve kültürel ve fiziksel tahribat sadece ulusal çıkarın gerçekleştirilmesinin bir sonucu olarak nasıl olağan karşılanabilir? Bu günümüz uluslararası hukukuyla, savaşın ahlaki sürdürülmesi (jus in bello) prensipleriyle nasıl bağdaşabilir? Kimi devletlerin kimi terörist grupları terör listelerine dahil ederken kimilerini özgürlük savaşçısı olarak niteleyip, bu grupların self-determinasyon hakkını desteklemesi nasıl açıklanabilir? Normatif teori çerçevesinde değerlendirilebilecek bu soruların sayısı artırılabilir.
Kaynakça Devlen, Balkan ve Özdamar, Özgür, “Uluslararası İlişkilerde İngiliz Okulu Kuramı: Kökenleri, Kavramları ve Tartışmaları”, Uluslar arası
İlişkiler, Cilt 7, Sayı 25 (Bahar 2010),
EMEKLİER Bilgehan, Uluslar arası İlişkiler Disiplininde Epistemolojik Paradigma Tartışmaları: Postpozitivist Kuramlar
DEMİRBAŞ, Çağrı Emin, Normatif Uluslararası İlişkiler Teorileri Açısından İnsan Hakları, Yüksek Lisans Tezi, 2010
BAKAN, Zerrin Ayşe, Uluslar arası İlişkilerde Normatif Teorinin Yeri ve Kapsamı, Avrasya Dosyası İstihbarat Özel Sayısı,Yaz 2002,Cilt 8, Sayı: 2
DAĞI, İhsan, “Normatif Yaklaşımlar: Adalet, Eşitlik ve İnsan Hakları”, içinde: Devlet, Sistem ve Kimlik, (Der.) DAĞI, İhsan D., ERALP, Atila…, İletişim Yayınları, İstanbul, 2007
ARI, Tayyar, Uluslararası İlişkiler Teorileri, Alfa Yayınları, İstanbul, 2004
SÖNMEZOGLU, Faruk, Uluslararası Politika ve Dış Politika Analizi, Filiz Kitabevi, İstanbul, 1995
EVANS, Graham, NEWNHAM, Jeffrey (Ed.), Uluslararası İlişkiler Sözlüğü, çev: UTKU, Ahsen, Gökkubbe Yayınları, İstanbul, 2007
JACKSON, Robert, SØRENSEN, Georg, Introduction to International Relations, Oxford, University Press, New York, 1999
Cevizci, Ahmet, Felsefe Tarihi, Say Yayınları, İstanbul, 2011