nidnugzu şühüs xrüt - nihatyigit.comnihatyigit.com/sayokan.pdf“türk devlet ve toplum...
TRANSCRIPT
1
Türk Savaş Sanatı - Sayokan
TÜRK SAVAŞ SANATLARI (TÜRÜK SÜNGÜŞ UZGUNDIN)
:NIDNUGZU:şühüs:Xrüt:
SAYOKAN :NAKOYS:
Türklerin milli karakterini oluşturan, sosyal, kültürel alanını etkileyen faktörler arasında önemli yeri
olan savaş sanatları, devlet politikası içinde hak ettiği yere konmamıştır. “Türkler doğuştan askerdir.”,
“Türkler savaşçı bir millettir.” vb sözleri kalmıştır günümüzde. Bu deyimleri gerçekten nasıl hak etmiş,
dünya da bu milli karaktere nasıl ulaşmış, pratikte askeri alanda kalmış, inceleyeceğimiz alanda ise
anlatıma indirgenmiş bir alan savaş sanatları.
“Türk devlet ve toplum düşüncesini en açık ve sade şekilde yansıtan Kutadgu Bilig, birçok konuda
olduğu gibi savaş ve savaş sanatına dair konularda da Türklere özgü düşünce tarzını yansıtmaktadır.
Bu bakımdan, teorik de olsa, “Türk savaş sanatı”nın ana hatlarını Kutadgu Bilig’den tespit etmek
mümkündür. Eserde, savaşın “bilgisiz ve kötülere, anlaşmak istemeyen, adaletsizlik yapan düşmanlara
karşı başvurulacak son çare” olduu ifade edilmiş ve hükümdara veya ordu kumandanlarına savaş
sanatına dair bazı konularda öğütler verilmiştir. Eserde üzerinde durulan konulardan en önemlisi
düşmana karşı ihtiyatlı olmaktır. Bunun dışında cesaret, cömertlik ve alçak gönüllülük, siyaset ve hile,
ordunun tertip ve tanzimi, konak ve karargâh yerinin tespiti, istihbarat ve haber alma, strateji ve
taktik ve savaş sırasında ve sonrasında yapılması gerekenler, yaralı, ölü ve gazilere muamele gibi
konulara temas edilmiştir.” (Göksu, 2009)
2
Türk tarihinde eğitim sisteminin temelini oluşturan, Türk milletinde savaşçı bireyler yetişmesi için
oyunlarını, yarışmalarını savaşa hazırlık biçimde düzenleyerek eğlenceleri bile bir eğitim aracına
dönüştürmüş Türk milleti bu özelliğinden çok şeyler yitirmiştir.
Savaşa manevi anlamlar yüklemiş, barışın teminatını savaşçı karaktere bağlamıştır. Savaş ve savaşçı,
adalet kavramı ve adaletli karakter üzerine inşa edilmiştir.
İnsanlık tarihinde bu alanın önemi ve gerekliliği ile ilgili olarak bir çok düşünür, devlet adamı, kanaat
önderi, ve komutanların düşünceleri günümüze kadar taşınmıştır.
“Savaş, insanın yaratılışından beri var olan bir olgudur. Tarih boyunca yaşanan bütün maddi ve
manevi gelişmeler, bilimsel ve ahlaki ilerlemeler, insanlar arasında süregelen savaşları yok etmeyi
başaramamış, hatta gerek teknolojik gerekse fikrî bakımdan kuvvetlenmesine, yayılma alanı ve yıkım
gücünü artırmasına sebep olmuştur. Bu duruma dikkat çeken bazı yazarlar, insanlık tarihini bir
“savaşlar tarihi” olarak nitelendirmişler ve tarih boyunca birçok düşünür, asker ve devlet adamı,
savaşın ne olduğu, tarihî seyir içerisindeki yeri, toplumsal ve ekonomik döngü üzerindeki etkisi ve
savaş sanatı konularında muhtelif eserler kaleme almışlardır.
Sun Tzu’nun “Savaş Sanatı (The Art of War)” adlı eseri günümüz klasiklerinde yerini korumaktadır.
Taocu felsefenin hâkim olduğu eserde savaş, “devletler için hayati önem taşıyan bir konu, bir ölüm-
kalım meselesi, hayata ya da yok oluşa giden yol” olarak değerlendirilmekte ve bu sebepten “onu
derinlemesine incelemenin kaçınılmaz olduğu” söylenmektedir.
Voltaire’in “Avrupa’ya savaş sanatını öğreten adam” olarak takdim ettiği Machiavelli’in (1469- 1527)
“The Art of War (Savaş Sanatı)” adlı kitabı da savaş konusunda yazılmış temel eserlerden biridir.
Savaşın, devlet yönetmenin en önemli araçlarından biri olduğunu söyleyen Machiavelli, bir yöneticinin
bilmesi gereken en önemli şeylerin başında savaş sanatının geldiğini ileri sürmüş ve bu nedenle
hükümdarların savaş sanatını kendilerine en önemli çalışma alanı hâline getirmelerini önermiştir.
Maurice de Saxe (1696-1750) “savaşın, içinde kimsenin güvenlikle ilerleyemeyeceği gölgeler ve
karanlıklarla dolu bir bilim olduğunu” söyleyen, savaşı, bütün olarak bilim değil, sanat olarak
nitelendirmektedir.
Antoine Henri de Jomini (1779-1869) stratejik ve taktiksel boyutları ile de bilimden ayrılamayacağını”
ileri sürmüştür.
Carl von Clausewitz (1780-1831) geçmiş tecrübeler ile çağdaş yorumu bir araya getirerek savaşın
tanımını, teorisini, ne olduğu veya olmadığını o döneme kadar yapılmış en doyurucu izahlarla
açıklamayı başaran ve bu bakımdan savaş kuramını gerçek anlamda sistematikleştirdiği kabul edilen
kişidir.
Savaş ve savaş sanatı konusunda Müslüman Türk yazarlar da bulunmaktadır;
Fahr-i Müdebbir adıyla bilinen Muhammed b. Mansur b. Said Mübârek Şâh’ın- “Âdâbu’l-Harb ve’ş-Şe-
eca‘a”
Mardî b. Ali b. Mardî et-Tarsûsî’nin “Tabsıratu Erbâbi’l-Elbâb fî Keyfiyeti’l-Necâti fî’l-Hurûb”
Muhammed b. Mengli’nin “elHıyal fi’l-Hurûb ve Fethü’l-Medâ’in ve Hıfzü’l-Durûb”
3
Hasan Er-Rammâh’ın “Kitâbü’l-Furûsiyye ve’lManâsıbi’l-Harbiyye”
“Münyetü’l-Guzât”, “Haza Kitabu Baytarnâme”, “Baytaratü’l-Vâzıh”, “Kitâb fî Riyâzati’l-Hayl”,“Kitâb
fî İlmi’n-Nüşşâb” 20 , “Nihâyetü’s-Su‘ul ve’l-Umniyye fî Ta‘allumi’lFurûsiyye”,“Tabsıratu’s-Sultaniyye fî
Siyaseti’s-Sanâ‘ati’l-Harbiyye” gibi eserler.
Ayrıca siyasetnamelerde de savaşa ve savaş sanatına dair bilgilere yer verildiği görülmektedir (Göksu,
2009: 267, 268).”
“Yusuf Has Hacib Kutadgu Bilig’de «işlerin, insan için en değerli hazine olan bilgi ve anlayışla
düzeltilememesi durumunda savaşın kaçınılmaz olduğuna dikkat çekerek ordu veya asker celbi, konak
yeri ve sefer güzergâhının tespiti, muharebe şekilleri, harp zamanında orduların nasıl tanzim edileceği
ve düşman ordusunu malup etmek için başvurulacak çarelere de temas edildiği görülmektedir ki bu
durum, Türk devlet ve toplum hayatının birçok cephesini aydınlatan Kutadgu Bilig’in, Türk savaş
sanatı hakkında da önemli bilgiler içerdiğini göstermektedir» şeklinde belirtmektedir (Göksu, 2009:
269).”
Bugün dünyada savaş sanatları deyince akla ne geliyor, kendisine nasıl bir alan oluşturmuş ve bu alanı
hangi milletler doldurmuş?
Dünyada savaş sanatları (Martial Arts) olarak tanımlanan, ülkemizde «Uzakdoğu veya dövüş sporları»
olarak bilinen, çok eskiye dayalı bu disiplinleri, spor alanına neden taşıma gereği duydular?
Dünyada güç olabilmek için ekonomik varlığın kabulü kadar tarihi ve kültürel varlığın kabulü de bir
gerçektir. Çünkü milletlerin tarihi geçmişi, milli karakterlerinin de tanınmasını sağlar. Milli karakterler
tarihten beslendiği kadar kültürlerden de beslenir. Tarih ne kadar eskiye gidiyorsa, milli kültür de o
kadar eskidir. Çünkü kültür demek, dil demektir, destan demektir, efsaneler demektir, oyunlar
demektir, kısacası bir milletin aynası demektir.
ÇİN CUMHURİYETİ
Bu alanda ilk çıkışı yapan ülke Çin’ dir. Çin adını ve kendine göre milli karakterini savaş sanatları
alanında KUNG-FU dalıyla tanıtmıştır.
Bugün dünyada 200 ülkede Kung-Fu okullarıyla dilini, kültürünü, tarihini canlı tutmaktadır. Bu alanı
sinema sektörüne taşıyarak, bu dalın malzeme, araç ve gereçlerini yurt dışına ihraç ederek, 200
ülkeden milyonlarca sporcunun bu dalı öğrenmek için Çin’e ziyaretiyle spor turizmine katkısıyla
ekonomik anlamda da çok ciddi gelirler elde etmektedir.
4
Çin devleti, Çin savaş sanatlarını neslinin eğitimi için öyle temellendirmiştir ki, Çin savaş sanatlarının
tarihi ve kültürel dünya merkezi olan SHAOLIN TEMPLE (Shaolin kung-fu) ile yetinmemiş, bir diğer Çin
savaş sanatı WUSHU adıyla bir şehir kurmuştur. Çinli bir gencin WUSHU şehrinde yıllarca eğitim görüp
elde ettiği diploma, üniversiteye, askeri ve polis okullarına, devlet memuru olmasına öncelik sağlayan
bir özelliğe sahip olması demektir.
Elbette bunun için yatırımlar gerekir. Çin devleti bu yatırımları yapmıştır.
Shaolin Kung-fu’ nun dünya merkezi, Shaolin Temple.
Çin savaş sanatları bugün 200 ülkede binlerce okul ve milyonlarca kişi tarafından icra edilmektedir.
Ülkemizde de Wushu federasyonu mevcuttur.
Wushu şehrinde toplu antrenman.
Savaş sanatlarını kişiler kurarlar, ancak kuruculara desteği, yatırımı, her türlü alt yapıyı, devlet yapar.
Çünkü bu kişiler, ülkelerinin tarihi, milli ve manevi çıkarlarını önceleyen, bireycilikten ziyade, milleti ve
5
devleti ön plana çıkaran milli üretkenliğini kendi alanlarında ortaya koyan örnek kişilerdir. Bundan
dolayı devleti yalnız bırakmaz, çünkü topluma, gençliğe rol model durumundadırlar.
JAPONYA
Çin devletinin bu çalışmalarını yakından izleyen, Japonya ve daha sonra Kore aynı yolu izlemişlerdir.
Japonya, NIPPON BUDOKAN (Japon savaşçısının yolu birliği) dünya merkezini kurmuş, savaş sanatı
kurucularını bu birlik altında toplayarak, onlara birçok olanaklar sunmuştur.
Japon savaş sanatları dünya merkezi NIPPON BUDOKAN, Tokyo.
Japon savaş sanatları bugün 156 ülkede binlerce okul ve milyonlarca sporcu taraftarıyla Japon
kültürünü, dilini ve tarihini dünyada canlı tutmaktadır. Japon savaş sanatları konusunda o kadar çok
çalışma yapılmıştır ki kurucuları aşağıdadır.
GICHIN
FUNOKOSHI 1868-1957
Modern Shotokan Karatenin kurucusu
KENWA MABUNI 1889-1952
Shito Ryu karatenin kurucusu
CHOJUN MIYAGI 1888-1953
Goju Ryu Karatenin kurucusu
Masutatsu Oyama 1923-1994 Kyokushin
Karatenin kurucusu
Hideyuki Ashihara 1940-1995
Ashihara Karatenin kurucusu
6
MMORIHEI
UESHIBA 1883-1969 Aikido’nun kurucusu
DR. JIGORO KANO
1882 Judo’nun kurucusu
HAYASHIZAKI SHIGENABU 1542-1621
Kendo’nun Kurucusu
HIRONORI OHTSUKA
1892 - 1982 Wado Ryu
Karatenin kurucusu
Tüm bu sistemler Karate federasyonu altında ülkemizde
faaliyet göstermektedir.
KORE CUMHURİYETİ
Kore devleti de bu rekabette yer almak için devlet destekli çalışmalar başlatmış ve bugün 200 ülkede
faaliyet göstermektedir. Ülkemizde Tae Kwon Do federasyonu kurulmuştur.
Kore savaş sanatları dünya merkezi KUKKIWON, Seul.
Kore savaş sanatları ve kurucuları;
CHOI YONG SUL
1904-1986 Hapkido’nun kurucusu
GENERAL
CHOI HONG HI 1918 Tae Kwon Do’nun kurucusu
HWANG KEE 1914-2002
Tang Soo Do’ nun kurucusu
7
TAYLAND
Tayland savaş sanatı, MUAY TAI, 100 ülkenin üzerinde icra edilmektedir. Ülkemizde federasyonu
bulunmaktadır.
NAI KHANOM TOM (1774) Muay Tai savaş sanatının kurucusudur.
Söz konusu savaş sanatları kurucularının bilim adamı olup olmadıkları, çalışmalarını bilimsel bir
temele oturtup oturtmadıkları, nasıl bir tarihle ve hangi tarihi dönemle temellendirip
temellendirmedikleri asla sorgulanmamış, sadece milletlerine ne fayda sağlar, uluslararası alanda
ülkelerine ne kazandırır ona bakılmış, verdikleri olumlu kararlar ile bugüne gelmişlerdir. Daha iyi
sürdürülebilir olması içinde hala çalışmaktadırlar.
Bizde ne olmuş, Türk tarihinde böyle bir çalışma var mı? Sorusu bilim çevrelerince önümüze konmuş
ki ona da yanıtlar verebiliyoruz. Ancak, bizdeki bilimsel anlayış, “önce Avrupalı bilim adamları
onaylamalı sonra bizim bilim adamları kabul görür” anlayışında oldukları için, ortaya koyduğumuz
bilimsel temellendirme pek mutmain etmişe benzemiyor.
Devletimizi yöneten siyasal anlayış ve ilgili devlet kurumlarındaki bürokrat yapı ise, yaptığımız
çalışmanın taşıdığı sembol ve fikri anlayış hangi tarihi dönemlere ait olduğu ile ilgileniyor, Selçuklu,
Osmanlı dönemlerine aitse “bizden(!)”, daha eski ise “Türkçü” damgasını vurarak reddetme tercihini
kullanıyor. Hiç kimse, amaçlarımızı, çalışmalarımızın ülkemize ve milletimize sağlayacağı yararları
görmek istemiyor ki yukarıda hala yürüyen gerçek örnekleri olduğu halde.
8
Uluslararası bu rekabette yer almak için devlet destekleri ile mücadele veren başka ülkeler var mı?
Bizim dışımızda;
ÜLKE ADI SAVAŞ SANATININ ADI
RUSYA
SAMBO
İSRAİL
KRAV MAGA
FRANSA
SAVATE
BREZİLYA
CAPOEIRA
ENDONEZYA
PENCAK SILAT
FİLİPİN
ARNIS ESKRIMA KALI
9
AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ
KICK BOX
HİNDİSTAN
KALARI PAYAT
BU REKABETTE TÜRKİYE NEREDE?
Savaş sanatları alanında öncü olan ülkelere kısa bir bakış yapalım
.
Çin’in doğusunda Büyük Okyanus kıyılarında yaşayan OTOZ TATAR-KITAN-TATABI Türklerinin,
kuzeyinde UÇ-UÇU Türklerinin, güneyinde ERSİN Türklerinin Budist olmasıyla bugün ki nüfusuna
ulaşan Çin, tarih boyunca bir ülke fethedememiş…
Japonya, adasından dışarı çıkamamış…1945 çıkmayı denemiş Kore’ yi ve Çin’in büyük bir bölümünü
almış ancak sonuçlarını biliyoruz, tekrar adasına geri gönderilmiş…
Kore M.S.6. yüzyılda Çinlileşmiş, 20. yüzyılda tarihi kimliğinin peşine düşmüş…
Çinin atalarını oluşturan Taylandlılar, torunlarıyla hala sorunlarını çözememiş…
İsrail 1948’ de kurulmuş…
Amerika’nın geçmişi 250 yıl…
Bugün geldikleri nokta herkesçe malum.
M.Ö. 12 bin yılında kendilerini tamgalarla ifade etmeye başlayan, 10 binli yıllarda OK ve ON iki ÖN-
TÜRK boyu olarak bir arada yaşamaya başlayıp ilk birliği kuran, 8.500 -1517 yılları arasında inanç ve
kültür birlikteliğiyle yasaları olup devlet çatısı altında birleşen, 1517 – 879 yılları arasında sınırlarını
Kore denizinden Kafkasların doğusuna, doğu Anadolu’ ya kadar genişleterek daha güçlü bir devlet
yapısını gerçekleştiren, 879 yılında İstemi Kağan ile devletinin adına ilk kez Türük (Türk) diyerek, M.S.
580 yılına kadar ayakta kalan, 9. yüzyılda «El-Hakaniyyet-üt Türk (Karahanlılar) la başlayıp, M. Kemal
Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti ile günümüze kadar sayısız zaferlerle, fetihlerle, gelen, çağ kapatıp
çağ açan Türk Milletinin kendine ait bir savaş sanatının olmayışı düşündürücü değil midir?
10
Bugün dünyada savaş sanatlarının atası olarak kabul edilen, kadim medeniyet olarak bilinen Çin(!)
gerçekten bu ifadeleri hak ediyor mu? Hakikat böyle mi?
Bu alanın, yani savaş sanatlarının uygulayıcılarından biri olarak şahsımın da tereddütsüz yıllarca kabul
ettiği bir olgu olmuştur bu genel kabul. Çin savaş sanatlarının doğduğu, Japonya, Kore, Tayland gibi
ülkelere de ilham kaynağı olan “Shaolin Temple (Shaolin Mabedi)” nin çok ayrı ve özel bir yeri vardır.
Bu mabet 21. yüzyılda bile hala özelliğini ve önemini korumaktadır.
Günümüzde Çin’in Honan eyaletinde varlığını sürdüren Shaolin Temple.
Silahsız, kişinin el ve ayaklarıyla kendini savunabilmesinin teknik, taktik, stratejik bir boyutu olan
Kung-Fu, Karate, Tae Kwon Do vb. savaş sanatlarında sınırsız imparatorluk boyutuna gelen bu ülkeler,
tahmin edemedikleri başarıları yakalayınca, bu alanı daha sıkı kullanmak, milli kazanımlarının devamı
için bu seferde silahlı savaş sanatları alanına el atmışlardır. Sopa, kılıç, kargı (mızrak), ok gibi silahların
kullanımında da yeni çalışmalar yaparak savaş sanatları alanına başkalarının girmesine izin vermemek
için çabalamaktadırlar. Çünkü savaş sanatları alanında uluslararası rekabete başka ülkeler de
katılmaya başlamışlardır. İsimlerini yukarıda ifade ettik.
Ama hala Çin, “savaş sanatlarının atası(!)” olarak yerini korumaya devam etmektedir. Çünkü Japonya,
Kore ve Tayland çıkış noktalarının, ilham kaynaklarının Çin olduğunu kabul ettikçe Çinin bu saltanatı
devam edecektir. Ama değişmez, değiştirilmez değildir. Çünkü hakikat bu değildir. Hakikat muhakkak
bir gün gün yüzüne çıkar, ancak kendiliğinden değil, çalışarak ve çabalayarak.
Çin, savaş sanatlarının atası değilse? Eğer böyle bir hakikat ortaya konabilir ve belgeleriyle
kanıtlanabilirse, Çin’in saltanatı belki hemen değil ama bir gün sona erecektir. ilham kaynağı olduğu
ülkeler (Japonya, Kore,) de Çin adı altından kurtulacak, gerçek tarihte kendilerini koymaları gereken
yere koyacaklardır. Sanırım, köklerini Altay Türklerine dayandıran Japon ve Kore bilim adamları için
onur verici olsa gerek.
Biraz kendimden bahis ederek, tarihi verilere daha sonra geçmenin anlatımımı daha
kolaylaştıracağını düşünüyorum.
11
1990’ lı yıllarda Uzak Doğuda (Japonya, Kore, Çin, Tayland, Singapur) geçirdiğim 5 yıl boyunca uzak
doğu ülkelerinin savaş sanatlarına verdiği önemin daima arka yüzünü görmeye, anlamaya çalıştım.
Ülkeme döndüğümde İslam öncesi Türk tarihiyle ilgili birçok tarihçinin kitaplarını inceledim,
araştırdım. Dünya klasiklerine giren, hatta birçok ülkenin askeri okullarında okutulan Sun Tzu’nun
“Savaş sanatı” kitabını birkaç kez okuyarak çıkış yolları aradım ama maalesef bir çıkış noktası
bulamadım. Hele tarihçilerimizin Çin kaynaklarına önem atfetmesi, Çin’in tarihi arşivlerine değer
vermesi, Çin’in, savaş sanatlarının “atası(!)” olması duruşunu daima güçlendirdi.
Dünyanın bu kabulüne razı gelmekten başka çare kalmadığı, Türk savaş sanatı kurma düşüncemin
beyhude bir çaba kanısına vardığım ve vazgeçtiğim 1998 yıllarında Sayın Kazım Mirşan’ın Türk
tarihiyle ilgili çalışmalarını neşrettiği kitaplarına rast geldim. Onun ortaya koyduğu Türk tarihi,
okuduğum birçok geleneksel Türk tarihi araştırmalarından tamamen farklı gerçekleri ortaya
koyuyordu. Sayın Mirşan’ın ortaya koyduğu çalışmaların, Amerikalı genetik uzmanı Dr. Spencer
Wells’in çalışmalarıyla örtüştüğünü de görünce Türk savaş sanatı kurma umutlarım tekrar yeşermeye
başladı.
Ön, temel araştırmalarımı tamamladıktan sonra artık Asya tarihi değişmişti. “Kadim Çin medeniyeti
anlayışı” yerini kadim Türk medeniyetine bırakmıştı. Bu gerçek benim önümü açtı, Türk savaş sanatı
çalışmalarım bir temel üzerine oturmaya başladı.
Türk Milletinin onur duymasına, söz konusu ülkelerin savaş sanatlarına taassupla, duygusallıkla bağlı
olan, kendi kahramanlarına gerekli önemi vermeyen Türk gençlerinin özüne dönmesine katkı
sağlamak için şahsıma takılan onca sıfatlara rağmen mücadelemi başlattım (1999).
Benim için artık, “savaş sanatlarının atası Çin (!)” değildi. Bu cümleyi yazabilmek bile insana şiddetli
bir huzur ve mutluluk vermekteydi. Ancak bunu bilimsel olarak ortaya koymam gerekiyordu.
Çin’in savaş sanatlarının atası olup olmadığını anlamak için Çin’in Asya tarihindeki yazısıyla başlayan
dönemini iyi bilmek gerekir. Çin’in arşivlerini dünyaya açmayışını iyi anlamak gerekir.
Kadim medeniyet, buna bağlı bir çok alanın kaşifi, tabiatıyla savaş sanatlarının da atası olmak demek,
bulunduğu coğrafyada beraber bulunduğu milletlerin tarihini, gelişmesini, medeniyet olmasına sebep
olabilecek kadar lokomotif, örnek model bir millet olmak demektir.
Medeniyet olmak, gelişmiş yazı sistemi ve dil ile başlar. Peki gerçekten Çin kadim bir medeniyet
midir? Kaleme aldığım bu yazıda gerçek tarihin yanında, kendi alanımla ilgili özellikle Sun Tzu’nun
“Savaş sanatı” dünya klasiklerine girmiş eserinin çelişkilerini ortaya koymaya çalışacağım.
“Bugünkü Çin’de pek çok dil ve lehçe bulunuyor. Bunlar birbirinden çok farklıdırlar. Örnek olarak, bir
Kuzey Çinli bir Kantonluyu anlayamaz. Ancak her söze bir işaret tekabül eden Çin yazısı türlü dil ve
ağızlarda konuşan Çin halkının birbirleri ile anlaşabilmelerini mümkün kılmış bulunuyor. Çünkü bu
yazıdaki işaretler, sesleri değil, kavramları ifade etmektedirler. Buna göre aynı bir yazı işareti
(ideografik sembol) iki ayrı dilde başka başka şekillerde okunsa bile, onun ifade ettiği anlam aynıdır.
Buna göre başka başka dillerde konuşan iki kişi yazı aracılığı ile anlaşabilirler.”
12
Bu gerçeğe sayısız örneklemeler sunabiliriz, ancak konumuz savaş sanatları olduğu için bu alandan
örnek vermek istiyorum.
Çin’de ve Japonya’ da hatta Kore’ de KANJİ denilen bu
yazı sistemi kullanılır. Yazılışı aynı olmakla beraber
telaffuzları farklıdır. Ancak bu yazıyı gören Çinli’ de,
Japon’ da ve Koreli’ de anlamının ne olduğunu bilirler.
Çince WUSHU olarak telaffuz edilen bu sözcük, Japonca
da aynı anlamda olmasına rağmen, BU JUTSU olarak
okunur. Yani her iki dile anlamı şudur, askeri, silahlı
kuvvetler sanatı-ustalığı, yani, harp sanatı anlamına gelir.
Bir başka örnek; Çince KUNG-FU okunan bu yazı, Japonca
KOO - FU olarak okunur, anlamı, liyakat, meziyet,
muvaffakiyet, başarı, tesir, etki anlamlarında kullanılır.
Çince FU sözcüğü, Japoncada da FUU (FU) olarak okunur,
koca, adam, anlamlarında kullanılır. Yani, başarının,
liyakatin meziyetin adamı, demektir.
Bir diğer örnek; Çince TAICHI olarak okunan bu sözcük,
Japonca yine TAI, anlamı yüksek, ulu, büyük, derin, engin
anlamlarında kullanılır. CHI sözcüğü ise KYOKU olarak
okunur, anlamı kutup, doruk, zirve anlamlarında
kullanılır. Yani büyük zirve, doruk, kutup anlamına gelir.
“Aslında, ilk önce teşkil eden ideogramlarda (Türk tamgaları, Sümer ve Hitit yazıları vb), söz konusu
şeyin söyleniş şekli (ses) değil, gösterdiği şekil (sın) önemli idi. Bu hal, yazının halklar arasındaki
kullanış alanını genişleten bir tarzdır. Buna göre dilleri farklı olsa bile birçok kabileler aynı bir yazıyı
kullanmışlardır ki, en eski kemiklerde gördüğümüz, teşekkülünü tamamlamış, Türk tamgaları yerine
otokton Çin halkının geliştirdiği yazı şeklinin (şekil 1) tutunmuş olmasının ana sebebi budur.”
ŞEKİL 1
13
“Han zamanında (M.Ö.206 – M.S. 220) kançelerya yazısı “Lishu” gelişmiş bulunmaktadır. Çin’de kitap
baskılarında kullanılmakta olan Kaishu ise M.S. 500’lerde teşekkül etmektedir. Bugün ise Kuzey Çin
diline dayanan genel bir dil yaratılmaya çalışılıyor. Putongxua veya Mandarin dili denilen bu dildeki
yazı işareti (Tamga) sayısı 47.000 civarındadır. Çin’de kağıt üzerine yazı yazılmaya M.S. 2.yüzyıl
başlangıcında başlanılmış bulunmaktadır.” (Mirşan, K. At-Oy Ögüntün Eminis, s, 61.)
Yani anlıyoruz ki, Çinliler yazıya M.S. 2.yüzyılda geçmiş bulunuyorlar. (Bayerl, G,-Pichol, K. 1986;
Papier-Product aus Lumpen, Holz und Wasser;Hamburg)
Şimdi gelelim, Çinlilerin kendi savaş sanatlarına dair en eski kaynak olarak gösterdiği Sun Tzu’nun
kaleme aldığı iddia edildiği, “Savaş Sanatı” nda neler yazıyor.
“Savaş sanatının kadim Çin’in İ.Ö. 5.yüzyıldan 3.yüzyıla dek süren Savaşan Eyaletler döneminde
yazıldığı aşikardır.” (Thomas, Clearly, Sun Tzu, Savaş Sanatı, s,41)
Yukarıdaki tarihi tespit şu soruyu da beraberinde getiriyor. Henüz yazıyla buluşmamış bir milletin bir
vatandaşı, savaş sanatıyla ilgili nasıl eser yazabilir?
M.Ö. 5. yüzyıl, M.S 2.yüzyıl arasında 7 yüzyıl var. Bu çarpıklığı daha iyi anlayabilmek için, Çin tarihini
biraz daha tanımak gerekir.
“Türkler Çinlilerden en azından 500 yıl önce bile fırça kullanarak kağıda yazı yazmış bulunuyorlar.
Kemik ve bronz üzerine yazılı en eski Çin yazıları arkeologlar tarafından Shang M.Ö. 1766-1122 ve
Chou M.Ö. 1122-255) saltanatları çağlarına ait olarak değerlendirmektedirler” (Mokusen Miyuki
1972; Kreisen des Lishtes Weilheim, s,14ç). “Ancak bu yazılar şekil 2’te görüldüğü gibi tamamı Türk
tamgalarından ibarettir.”
ŞEKİL 2
“Erken Türk tarihine göre, bugünkü Çin’in Büyük Okyanus kıyılarında ÜÇ OK UDURIKIN (3 ok ırkı) OT-
OZ TATAR, KITAN, TATABI, boyları yaşamış olduğuna göre bu yazıyı (şekil 2) geliştirenler de OK’lar
yani Türklerdir. Nitekim şekil 3’ te gösterilen yazıda Kıtanlara (Bugünkü kullanılan şekliyle Kıtaylara)
aittir. Akira Nakanishi ise, Orta İl’deki (barbar-tabıgaç) Ying İmparatorluğu yazısının M.Ö.1.400
yıllarına ait olduğunu söylüyor.”
14
ŞEKİL 3
“M.Ö. 15.02.522 tarihinde, Eçim kağan1 (Kangım Kül-Bige Kağan) döneminde yazılmış, Dr. M. Aurel
tarafından İç Türkistan’ın Tun Huang Kenti Bin Buda mağaralarında bulunmuş 114 sayfalık IRAK BİTİK
(Iraklıklar yazılımı) adında sarı kâğıtlara yazılmış bir kitap bulunmuştur. Bu kitabın aslı British Library
müzesinde OR 8218/161 numarasıyla saklanmaktadır. Bu kitap Sayın Kazım Mirşan tarafından
okunmuştur.”
Eğer Sun Tzu, savaş sanatı kitabını M.Ö. 5. Yüz yılda yazdıysa ki o dönem Türkler yazıya çoktan
geçmişler Sun Tzu, ya Budist bir Türk’tür ya Çinlilerin uydurduğu hayali bir yazardır ya da Çinlilerin
yazıya geçtikleri M.S. 2. Yüzyıldan sonra kaleme alınmış bir yazıdır. Çünkü söz konusu dönem
Türklerin 2. Hanedanlık kağanlarından İl-Etiriş Kağan (M.Ö. 565 – 538), Eçim Kağan-1 (M.Ö. 536 –
525), Ökül Tigin (M.Ö. 524 – 514), Kangım Türük Bilge Kağan-2 (M.Ö. 512 – 494) ve Eçim Kağan-2
(M.Ö. 493 – 490) dönemidir. Bu dönemden sonra 3. Hanedanlık dönemi başlar. Özellikle Kangım
Türük Bilge Kağan-2 hükümdarlığında Çin diye bir devlet yoktur, oraya sancak valisi (Buga Turkan)
atanmıştır. Bu dönemden 700 yıl sonra Çinliler yazıya geçmişlerdir. Böyle bir kitabın Çinliler
tarafından yazılması mümkün değildir.
Irak Bitik kitabı dönemin BİŞ-BOLIK kentinin bilginleri OK Türkleri tarafından, tarih, coğrafya, devlet
yönetimi, gelenek, din, ahlak, astrofizik, felsefe ve sosyoloji alanında, bilmece tarzında yazılmış, çok
ilginç bir kitaptır. Sayın Kazım Mirşan’a göre bu kitap ders veya imtihan kitabıdır.
Bu yazı şeklinden de anlıyoruz ki, Çinlilerin yazısını Kıtan Türkleri bulmuştur. Lakin bu dönemde Çin
hala henüz yazıya geçmiş değildir. Yazıya geçememiş Çinli bir filozofun Sun Tzu adında bir kitap
yazması mümkün değildir.
“Sun Tzu Savaş Sanatı” kitabının 29. sayfasında şöyle yazıyor:
“Tao – Te Ching’in felsefi ve siyasal düşüncesiyle bezeyen savaş sanatı genellikle gölgede kalmış, yarı-
efsanevi bir yazara yakıştırılan bir aforizmalar topluluğu oluşu bakımından da bu büyük Taocu klasiği
15
andırır. Bazı Taocular, Tao-Te Ching’i tümüyle özgün bir eser olmaktansa, yazarı tarafından derlenip
geliştirilmiş bir örfün aktarımı olarak görürler, aynı durum savaş sanatı için de geçerli olabilir.”
Yani Çin savaş sanatları, kendi içinde “Savaşan Eyaletler Dönemi”nde ele alınmış, Çin savaş
sanatlarının temeli olan bir başlangıçtır. Türklerin Çinlilere Orta İl (barbar-tabıgaç) dedikleri, yazıyı bile
bulamamış, tersine ideogramlar dönemini yaşayan, medeniyet olamamış Çinliler, savaş sanatına,
felsefeye dair eserler yazmışlar. Türklerin tarihini Çin tarihi olarak, kendilerine yamadıkları aşikar bir
gerçektir.
“Sun Tzu Savaş Sanatı” kitabında üzerine özellikle vurgu yapılan “Savaşan Eyaletler Dönemi” ilginçtir.
Konfiçyüz’ün bu dönemde yaşadığı iddia edilir. Kendisinden birçok öyküler aktarılır. Hatta
Konfiçyüz’ün yaşadığı dönem, WEI dönemi olarak adlandırılır. Bu dönem M.S. 500’lü yıllardır. Oysa
Konfiçyüz kendi iddialarına göre M.Ö. 4. yüz yılda yaşamıştır. Nedir bu savaşan eyaletler dönemi?
Bu dönemde Çin’in doğusunda yani Büyük okyanus kıyılarında OK UDURIKIN YIŞ (OK Yönetimi
bünyesi, Ot-Oz Tatar, Kıtan ve Tatabı boyları), başka bir OK yönetim bünyeleri olan Kuzeyde UÇ – UÇU
Türk boyları yaşamaktadır.
Bu arada Konfiçyüz ve Budha (Buda) konusuna birkaç cümleyle değinmek istiyorum. Türk bilim
adamlarından M.Ö. yaşamış olan KOLUTI ATSANG (Kolutı=Dekan), Türklerin fizik-astrofizik ile ilgili ilmi
çalışmalarını TOLPI-TÜZÜN (tertip, düzene sokma) yaparken, Buda (M.Ö. 563-483), Konfiçyüz (Kung-
Futsı =M.Ö. 551-478) gibi insanların, Türklerin ilmi çalışmalarını saptırdıklarını, fizik-astrofizikle hiç
ilgisinin kalmadığını ifade etmektedir. Bu tür insanlar için ÖDÜGÇİSİZ ADINLAR, yani mesnetsiz,
dayanaksız varlıklar olarak nitelemektedir. Yani meşhur Konfiçyüz ve Buda ile ilgili dönemin Türk bilim
adamı KOLUTI ATSANG böyle söylüyor.
Konumuza dönersek…
“Olayların geçtiği WEI (Ög-İl-Krallık halkı) M.Ö. gelişen olaylardır. Bilemedikleri bu döneme ait
yazdıkları tarih ise öykümsü, efsanevi, kulaktan kulağa söylenceler olarak gelmiş (çünkü yazıya
geçmemişlerdi), asılsız hikâyelerdir. Savaşan eyaletler döneminde, M.Ö. 542’ de İl-Etiriş Kağan, Türk
Devletinin tarihi yazılmak üzere, Başkent Urkun-Bolık’ta bir taş KAGANIG BOLBOL diktirir. Bu taşa Türk
devletinin bütün halklarının tarihleri yazılır. İlk olarak İl-Etiriş kağanın eylemleri yazılır. Bu kağan
Büyük Okyanus (Bugünkü Çin’in okyanus kıyıları) kenarlarına ilerleyerek Çinlilerin (Tabıgaçların) çıkar
alanlarını ele geçirmiştir. Bu zamanlarda 200 civarında klandan müteşekkil olduğu tahmin olunan Çin,
Türklere karşı koyabilecek güçte değildir. Bu kıyılarda yaşayan ÜÇ OK UDURIKIN (3 ok ırkı-Türk boyu) ,
OT-OZ TATAR, KITAN, TATABI boyları, İl-Etiriş’i alkışlarla karşılarlar, tabıgaçların (Çinlilerin) elinden
kurtardığı için. Bu dönemde Türklerin buralarda kurduğu 27 şehir bulunmaktadır.” (Mirşan, K. 1991;
Bolbollar, s.26 ve Erken Türk Devletleri ve Türük-Bil, s.63)
Çinlilerin WEI dönemi dedikleri dönem Çinlilere ait bir dönem değil, Türk yazıtlarında Türk olan ve
Çinlilerle savaş halinde bir Türk halkıdır.
Sanırım bahsettikleri eyaletler bu yerleşim yerleri olsa gerek. Türklerin yaşadıkları bölgeleri kendi
bölgeleri, yaşayan Türkleri ise Çinli gösterip, kendileri için Eyaletler dönemi adı altında bir tarih
yazdıkları aşikardır.
16
Sinoloji Prof. Wolfram Eberhard şöyle diyor:
“Modern araştırmalar, yalnız bu raporların muahhar zamanlarda uydurulmuş olduklarını değil, böyle
hikayelerin neden yazıldıklarını da gösterdiği gibi, eski kronolojinin yanlış olduğunu ve eski
zamanlarda yazılan tarih kitabının bütün tarihlerini M.Ö.900 yılına indiren yeni bir kronolojinin kabul
edilmesi gerektiğini de meydana koymaktadır. Şurası muhakkak ki, modern arkeoloji Çinin eski çağlar
hakkındaki rivayetlerini ve raporlarını tamamı ile çürütmektedir. Arkeoloji M.Ö. 3. bin yılda mevcut
olduğu iddia olunan böyle yüksek bir kültürün hiçbir izi görülmediğini, ancak M.Ö. bin yılından itibaren
bir Çin kültüründen bahsedebileceğimizi göstermiştir.” (Eberhard, W. 1987, Çin Tarihi, Ankara, s.12)
“Orta Asya halklarinm medeniyeti hakkındaki malûmatın hepsinde bilhassa bir hüsus dikkate değer
mahiyettedir: malûmatın çoğu, bu sahalar artık türk idaresi altında olduğu bir zamana aittir. Fakat
buna rağmen, türk medeniyeti için tipik olan hiç bir şeyden bahsolunamaz. Hâlbuki türkler geldikten
sonra, bu sahalarda medeniyetin her halde değişmiş olması icap eder.
Fakat çin kaynaklarının bir devletin medeniyetindeki değişmelerini umumiyetle bildirmemek veya pek
tâli olarak bildirmek garabetleri vardır.” (ÇİN KAYNAKLARINA GÖRE ORTA VE 'GARBİ ASYA
HALKLARININ MEDENİYETİ, Çeviri, Meedut Mansuroğlu)
Meydan Larosse (1970, 3,s.242) şöyle yazıyor:
“Eski Çin tarih yazarları, tarihlerinin başında, çok uzak devirlerde hüküm sürmüş sayılan hükümdarları
anarlar. Bunları, birçok teknikleri ve kurumları icat etmiş olan, bilginler olarak gösterirler. Bu
tarihçiler, gerçekte akılcı ve ahlakçı bir görüş ile bu hükümdarların masallaşmış yanlarını ne kadar
silerler ise silsinler, gerçekte bunlar birer masal kahramanıdır.”
“Moğolistan Türk tarih yazılarına göre “TABIGAÇ” ismi verilen Orta-İl (Çin), Türk devletinin
güneyindedir. Orta-İl’in doğusunda ise yukarıda bahis ettiğimiz gibi OK-UDURIKIN YIŞ Türk yönetimi
bulunmaktadır. Bugün Çin medeniyeti diye isimlendirdiğimiz her şey burada başlamış ve kurulmuştur.
Nitekim günümüz turistleri Çin Medeniyeti (?) eserlerini görebilmek için OK UDURIKIN YIŞ’A gelirler.”
“Diğer taraftan Yoluğ Tigin’in (Saray tarihçisi) açıkça belirttiği gibi Orta-İl (Çin) barbardır, fakat
sonradan onlar medeni OK’lar üzerinde hakimiyet kurmuşlar. Tıpkı, Romalıların Büyük Etrüsk
Medeniyeti, Yunanlıların Pro-Grek Medeniyeti, Arapların Pro-Mısır Medeniyeti ve Rusların Büyük Türk
medeniyeti üzerinde kurdukları imha edici hakimiyet gibi.” ( Mirşan, K. At-Oy Ögüntün Eminis, s,63)
“Çin tarihi ancak M.Ö. 700’lerden başlar. Ondan önceki tarih Çinlilere değil, ÜÇ OK UDURIKIN (3 Türk
boyu) OT-OZ TATAR, KITAN ve TATABI’ya aittir. Bunu “Han” saltanatı çağına ait tarihçilerin
bilebilmeleri imkânsızdır. Çünkü ellerinde hiçbir yazılı belge bulunmamaktadır. Buna karşılık Türkler,
M.Ö. 800 yıllarından başlayarak, bugün Çin diye bildiğimiz ülke halkları hakkında (İsa’dan önceki
çağlarda) devamlı olarak yazmış bulunuyorlar.
Çinlilerin Türkler hakkında yazdıklarına gelince, onlar Türkleri hakiki anlamda ancak İsa’dan sonraki
çağlarda tanımışlardır. Kendi tarihlerini de İsa’dan sonra yazmaya başladıklarına göre, İsa’dan önceki
çağlarda yaşamış Türkler hakkında (OK’lardan) duyduklarını da İsa’dan sonraki çağlara sıkıştırmaya
çalışmışlardır. Yani, Çinlilerin Türkler hakkında anlattıkları yarı hakikat yarı masaldır. Buna ek olarak,
Çinlilerin Türkçe sözleri telaffuz edememelerini, bunların çoğunu Çince olarak söylemeyi tercih
ettiklerini ve hadiseleri Çinli gururunu okşayacak şekilde dile getirdiklerini görürüz. Bu durum, Türkler
17
hakkındaki Çin haberlerini çözülemez muammalar haline getirmiş oluyor.” (Mirşan, K. At-Oy Ögüntün
Eminis, s,64)
“Doğu Türkleri hakkında Çinliler tarafından yazılmış olan bütün haberleri “Doğu Türkleri tarihi
hakkında Çin haberleri (1958 Wiesbaden)” isimli kitabında toplamış olan Çinli bilim adamı Liu Mau-
tsai, Kuzey Wei (M.S.386-534), Batı Wei (M.S. 535-556), ve Kuzey Chou (M.S. 556-581) zamanlarına
ait bilgileri sıralıyor. Verdiği en eski bilgi Choushu’ya aittir. Bu bilgi bizim türeyiş destanı olarak
bildiğimiz efsanevi bilgidir.
Bundan dolayı, Türk tarihçilerinin Çin arşivlerine dayanarak Türk tarihini belirleme çalışmaları
kendilerini çıkmaza sokacağı gibi, anlaşılmayan bir Türk tarihi ortaya da koymuş olacaklardır. Çinliler
bizim tarihimizi yazamaz ama bizim tarihimizden alıntılar yaparak, kendi tarihlerini oluşturmuş ve
masallarla süslemişlerdir.
Türk inanç sistemini (Tek Tanrı inanışı) terk ederek Budist olup, Çinlileşmiş olan Türklerin tarihi bugün
Çin tarihi olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunu biraz daha açarsak; Buna göre evvelemirde, Türkler ile
Çinliler arasındaki ilişkiyi M.Ö. 880’lerden sonraları olarak başlatabiliriz. Çünkü burunlarının dibine
kadar gelmiş olan Türklere karşı UYUŞIL ÖGÜZ (Huang Ho nehri-sarı nehir)’ün büyük kıvrımı
arasındaki dağlık arazide, yalnız doğudan değil, bu sefer batıdan da sıkıştırılmış olan Çin devletinin
(M.Ö. 350) o zamanki halkı (yani Çinlilerin ataları) kendilerini toparlama durumunda kalmışlardır.
Eberhard’ın M.Ö.900 ve 1000 yıllarını ve Haarmann’ın M.Ö.700 yıllarını ele alışları doğru tarihtir.
Çünkü Türklerin TABIGAÇ dedikleri (Orta il, pro-Çin) kültürü, bilhassa bu günkü Çin yazısının esası,
ancak bu çağlarda gelişmeye başlamıştır. Ondan önceki çağlarda tarih sahnesinde Çinliler değil, OQ’
lar (Oq Türkleri) bulunuyordu. M.Ö.3000 veya 2953 veya 2697 veya 2205 yıllarından başlatılan ve
Chou (M.Ö.1122-255) saltanatı ile devam eden, bu halkın Türk tamgalarına dayalı kültürü, bugün “Çin
medeniyeti” olarak yorumlanan, cihan şümul (Yani yeryüzündeki bütün medeniyetlerin atası olan) bir
kültür ve medeniyettir. Yani Çinlilerin kendilerine yamadıkları kültür, OQ Türklerinin kültürüdür.”
(Mirşan, K. At-Oy Ögüntün Eminis, s,63)
Sun Tzu iddiasından sonra bir diğer tarihi olarak açıklanması gereken konu SHAOLIN TEMPLE’ dır.
Çünkü Çinliler savaş sanatlarının çıkış noktasını Shaolin Temple ile temellendirmektedirler. Çünkü Çin
Kung-Fu’sunun çıktığı Shaolin Temple (Manastır), kendilerine göre en önemli kaynaktır. Çin bu
manastırı kendi kaynaklarına göre şöyle açıklıyor: (http://en.wikipedia.org/wiki/Shaolin_Monastery
http://www.shaolin.org.cn/templates/EN_T_new_3list/index.aspx?nodeid=315)
“Henan (Honan) Eyaleti'nin kuzeyinde bulunan ve 13 hanedana başkentlik etmiş, Luo – Yang şehrinde
M.Ö. 495 yılında Kuzey Wei hanedanı Taihe döneminde inşa edilmiş. Ming döneminde ise imparator
karşıtlarının ve Japonların saldırılarına karşı 1000 Shaolin rahibi asker olarak görev yapmış. Ancak,
tapınak King Hanedanı döneminde yasaklanmış. Rahiplerin korumasına rağmen bir imparatorun
ordusu tarafından yapılan saldırılarda tapınağın önemli bölümü yanmış. Shaolin-Chuan’ı (Shaolin
Boksu) Shaolin temple’ı M.Ö. 5. yüzyılın sonunda, BATU adında bir keşiş, Hindistan'dan Çin'e gelip
kurmuş ve yaymış.”
M.Ö. 5. yüzyıl döneminde bugünkü Henan (Honan) eyaletinin olduğu yerde kimler yaşıyormuş bunu
öğrenelim ve yukarıdaki hikayede bazı noktalara da dikkat çekelim.
18
“KANGIM TÜRÜK BİLGE KAGAN (M.Ö. 494) At yılında ölünce, artık Çinliler YUĞ merasimine ve de bitik
taşa yazılanlar (Tarihi Bolbol) için noter (Barık-İtgüçi) olarak da çağırılmazlar. Çünkü, Çin artık Türük-
Bil (Türk devleti) sınırları içinde bir vilayettir. Bu dönemde Türk Kağanı Kangım Türük Bilge kağanın
oğlu OGUN TURKAN’DIR.” (Mirşan, K. At-Oy Ögüntün Eminis, s,65)
Yani M.Ö. 5. yüzyılda Shaolin tapınağının olduğu Henan vilayeti dahil Çin, Türklerin hakimiyeti
altındadır. Çin (Tabıgaç) adlı bir devlet yoktur. Çin’in burada kendine ait bir tarihinin olması mümkün
değildir.
Kendi yazdıkları metinden anlıyoruz ki, BATU adındaki keşiş Çinli değildir. Hintli olması da mümkün
değildir. Çünkü BATU adı, sırlı, gizemli anlamında Türkçedir. Hindistan’ın kuzeyinden gelmiş olması
muhtemeldir, M.Ö. 5 yüzyılda bu topraklarda; “ Hindistan’ın kuzeyinde BÜ-KİSİLER olarak adlandırılan
OK ve AT-UKUZ ERİSİN (Dokuz Oğuz Ersin) Türkleri yaşamaktadır. Bunlar Türük-Bil federasyonu
içindedirler.” (Mirşan K, Bolbollar 2008, s,10)
Pekin’in 450 km güneyinde, bugünkü Anyang’da bulunan Yin iline ait kemik üzeri yazıları (Şekil 2) yine
Türk tamgalarından ibarettir. Anyang şehri Henan (Shaolin Tapınağı) eyaletinin kuzey sınırına yakın
yerde bulunmaktadır.
“35o kuzey enlem, 110o doğu boylamın birleştiği Huang Ho nehrinin (Sarı nehir- Türkler o dönemde
UYUŞIL-ÖGÜZ diyorlar) keskin kıvrım yaparak kuzeye yöneldiği yerden itibaren, Çin devleti ile Wei
devleti arasında kuzey batıya bir büyük duvar uzanır. Yani Wei Krallığı kendilerini Batı barbarlarından
(Çinli akınlarından) korumak için bir duvar (set) inşa etmiştir. Bu Wei krallığı Türklerin ÖG-İL (Krallık
Halkı) dedikleri bir krallıktır ve Çinli değillerdir. Diğer taraftan, yukarıda tarif ettiğimiz noktada Wei
duvarı sona erer ve yerini Huang Ho (sarı) nehrinin kıvrımına bırakır. İşte, Türkler Çin’e (Tabıgaç) bu
noktadan girmişlerdir. Bitik taşta SUB-USUZ geçtik deyimi bunu ifade ediyor.
SUB-USUZ (Su savunması) deyimi Çin tarihinde de vardır. Büyük duvarın Pekin’in 415 km doğusunda
ve Mançurya’dan Kore’ye giden yol üstündeki ucu olan müstahkem mevkiye Çince SHAN HAI KUAN
(Dağ-deniz savunması) denmektedir. Yani USUZ Çince KUAN demektir.” (haritaya bakınız)
“Bugünkü Çin’deki uzun duvarın (set) ne zaman yapılmaya başlandığı tam olarak bilinmiyor.
Başlangıçta bu duvar UÇ-UÇU, OK, OĞUZ ve TABIGAÇ beyleri tarafından lüzum görüldükleri yerde inşa
olunan USUZLAR (Savunmalar) halinde idiler. Bu USUZ inşaatlarının birincisinin M.Ö.656 yılında,
bugünkü Henan (Honan) Vilayetinin güneyinde UÇ-UÇU (Çince Chu) Türk devleti tarafından güney
kavimlerine karşı inşa edildiği bilinmektedir. M.Ö. 5. yüzyılda OK Türklerinin (Çince Chi devletinin)
bugünkü Shantung kuzeyinde bir USUZ inşa ettiğini görmekteyiz. Ancak yukarıdaki bilgiler bize bu
duvarın M.Ö. 501 yılında da var olduğunu kanıtlıyor.” (Mirşan, K. At-Oy Ögüntün Eminis, s,65)
Shaolin Tapınağının olduğu Henan (Honan) vilayetinin bunduğu bölgedeki Türk devletine UŞUNTUNG-
UYUZ (Birleşik devlet) deniliyor ve Huang Ho (sarı nehir, Türkler UYUŞUL ÖGÜZ diyorlar) nehrinin
aşağı kısımlarına kadar gidiyor. Bu dönemlerde buralar Çinlilerle meskun değildir. Çünkü o dönemdeki
Çin (Tabıgaç) devleti bugünkü Çin’in Shensi bölgesindedir. (Mirşan, K, Bolbollar 2008, s, 20) (haritaya
bakınız)
19
Shaolin Temple (Tapınak)’ın yapıldığı ve Kung-Fu’nun oluştuğu tarihte orada Çinlilerin değil Türklerin
yaşadığını görüyoruz. Ayrıca Wei krallığının (ÖG-İL) Çin devleti içinde değil, müstakil olarak Türük-Bil’e
(Türk devletine) bağlı bir devlet olduğunu da görüyoruz. Yani, WEI devleti Çin tarihi içinde bir devlet
değil, Çin’e komşu müstakil bir devlet ancak, Çin bu devleti kendi sınırları içinde, kendi tarihinin bir
parçası olarak gösteriyor. Wei krallığının Shaolin Tapınağını (Kung-Fu’nun dünya merkezi) inşa
etmesinin ve desteklemesinin sebebi de yukarıdaki tarihi bilgilerden anlaşılmaktadır. Çin saldırılarına
karşı korunmak için.
Shaolin tapınağını ve Kung-Fu savaş sanatını kuran keşişin büyük ihtimalle Budist Türk olduğunu
büyük olasılıkla muhtemeldir.
Shantung ovası, Henan (Honan) vilayetinin doğusundadır. Kül-Tigin abidelerinde Şantung ovasını
Türük-Bil devletinin doğusu olarak vermektedir. Buradan da anlıyoruz ki, söz konusu dönemlerde bu
coğrafyada Türkler yaşamaktadır.
Bu verilerden sonra, savaş sanatlarının atası Çin’ dir denebilir mi? Bu sorunun yanıtı şöyle verebiliriz.
Türk dininden ayrılıp Budist olmuş, Çinlileşmiş Türklerdir. Bu Türk boylarının Budist ve daha sonra
asimile olup Çinlileşmesi, savaş sanatlarının atalarını Çinliler yapmaz.
20
Buradan da anlıyoruz ki, Türklerden en az 700 yüz yıl sonra yazıya geçmiş Çinlilerin, yazıya geçtikten
sonra masallarla, efsanelerle yazdığı Türk tarihini sorgulamadan tarihimiz(!) olarak kabullenilmiş
olması, sadece savaş sanatlarında değil, birçok tarihi hakikatleri de ortadan kaldırmıştır.
Efsanelerle, masallarla dolu Çin tarihinden maalesef Türkistan tarihini öğrenmek için Çinin arşivlerini
açmalarını bekliyoruz. 6. yüzyıla kadar bir avuç olan Çin, Büyük okyanus Kıyılarında ÜÇ OK UDURIKIN
(3 OK ırkı), OT-OZ TATAR, KITAN, TATABI, kuzeyinde UÇ-UÇU, OK, OĞUZ boylarının Çinlileşmesiyle
bugünkü nüfusa sahip olmuşlardır. Batısında İKİTİ-ETİGMİŞ BİL (Doğu Göktürk(!) Kırgız ve oğuzlar)
Türk boyları vardır. Bugün Kansu, Şincan bölgelerinde Uygurlar(?) diye tanımladığımız Müslüman
Türkler üzerinde asimile çalışmalarıyla bu Müslüman Türkleri de diğer boylar gibi Çinlileştirmeye
çalışmaktadırlar. Bu arada şunu da belirtmek gerek KANGIM TÜRÜK BİLGE KAGAN, İKİTİ-ETİGMİŞ BİL
(Kırgız) kağanıdır. İlginçtir, Çinlilerin kendi tarihi verilerine göre Shaolin Temple’ ın kuruluş yılı,
KANGIM TÜRÜK BİLGE KAGAN M.Ö 494’ te öldükten 1 yıl sonrasına denk gelmektedir.
Bitik taşlarda Çin için “Orta-İl” ifadesi de ilginçtir. “Orta-İl, orta devleti demektir. Çünkü o dönemde
Çin’in doğusu, kuzeyi, batısı ve güney doğusu Türük-Bil’e bağlı Türk koşma devletleri ve boyları ile
sarılmıştır. Etrafı Türk yerleşkeleriyle dolu olan Çin’e, bundan dolayı “Orta-İl” denmiştir. Çin,
etrafındaki Türk devletleri kağanlarının bıraktıkları yazılı metinlerin, bitik taşların bilgilerini kendi
tarihlerine dönüştürmeyi başarmışlardır.
Çin’in batısı dinsel değişime ayak uydurmayan Türk bölgeleridir ve Çinlilerle uzun yıllar mücadeleyi
yürüten Türk boylarıdır. Lakin Türk dünyası sahnesine bu kez Rusya girmiş, Türk topluluklarını, Altay,
Tatar, Uygur, Özbek, Kazak, Türkmen, Azeri, Saha-Yakut, Tuva, Çuvaş, Kırgız olarak ayrı milletlere
bölmüş, Çinin asimilasyon mirasını daha da şiddetli devam ettirmiştir.
“Savaş Sanatı” kitabının yazarı “Sun Tzu” nun kitabında özellikle vurgulanan tarih M.Ö. 5. yüzyıllarda
böyle bir eser yazmaları mümkün değildir. “Han” Saltanatı döneminde tarih yazmaya başlayan “Han”
Saltanatı tarihçilerinin bu dönemi bilebilmeleri mümkün değildir. Bundan dolayı da Çinliler Türkleri
hakiki anlamda M.S. çağlarda tanımaya başlamışlardır.
USUNTUNG BOLIK (Pekin), BENGLİGİG TAĞ (Tian Şan dağ), TALUY (Kore denizi), OK UDURUKIN YIŞ
(Kore ve Mançurya), UŞUNTUNG UYUZ (Çin’in büyük okyanus kıyıları), UÇUĞUY YIŞ (İç Türkistan),
UYUŞIL ÖGİZ (Huang Ho-Sarı nehir), bu Urkunca yer isimleri Türklerin isimlendirdiği, yönettiği
topraklardır. Bu topraklarda bugün Çin oturmaktadır.
Anlaşıldığı üzere görülecektir ki bir avuç Çin, bütün bir Türk tarihi üzerine oturmuştur. Türkçe
(Urkunca) yer ve kişi adlarının Çince söylenişleri üzerinden kendine hem sözde bir “kadim medeniyet”
meydana getirmiş; Kıtan alfabesini kendine mal etmiş; Türklerin 12 hayvanlı takvim sistemini
çözemediği için, benzetmeye çalışarak 10 hayvanlı takvim icat etmiş ve bugün dev bir ülke olmuş.
Türklere ise dünyada göçebe millet olarak aşağılanır ifadeyle yer verilmeye çalışılmıştır. Bu algının
oluşmasında İslam Öncesi Türk tarihçilerinin de rolü yadsınamaz. Elbette Çin, oturduğu medeniyetin
kimlere ait olduğunun meydana çıkmasını istemez. İslam Öncesi Türk tarihçileri, Çin arşivlerinden çok
şey bekledikleri sürece, Türklerin kadim bir medeniyet olduğu ortaya çıkarılamayacaktır.
21
Türklerin medeniyeti üzerine oturmuş bir Çin’in, savaş sanatlarının atası olduğunu kabul etmek benim
açımdan mümkün değildir. Çinlileşmiş Türklerin Çin’e katkıları bugün ki Çin’i, tabiatıyla sözde “kadim
Çin medeniyeti(!)” meydana getirmiştir.
Dünya’da ve ülkemizde savaş sanatlarının atası olarak Çin’e duyulan kemikleşmiş inanç içinde, Türk
Savaş Sanatı-Sayokan ve Türk Kılıç Sanatı-Yesüken ne anlam ifade eder? Bu kemikleşmiş inanç nasıl
kırılabilir? Bu ülkelerin sanal tarihlerini ve kahramanlarını hayranlıkla ve bir görev anlayışıyla ülkemize
getiren antrenörlerin (istisnalar var) ve hatta devletimizin Türk savaş sanatlarıyla ilgili çalışmalarımıza
sırtlarını dönmeleri kadar doğal bir duruş olabilir mi?
Savaş silahlarının icadı, kullanımı, savaş sanatlarında taktik ve stratejik kabiliyeti konusunda Avrupalı,
Çinli, Arap birçok bilim adamının methiyeler düzdüğü Türk Milletinin silahsız savaş sanatı eğitimi
konusunda donanımsız olması düşünülemez.
Doç.Dr. Sayın Erkan GÖKSU’nun, “Türk Savaş Sanatı”, “Türk Kültüründe Silah” ve “Okla Yükselen
Millet” başlıklı değerli kitaplarından öğreniyoruz ki, savaş sanatlarında kültür oluşturmuş bir milletin,
Çinlilerin, Japonların, Korelilerin ve Tayland’ lılar yanında esamisinin okunmaması düşündürücüdür.
Bir milletin savaş sanatlarındaki kabiliyetleri, oluşturduğu kültür, bir mirastır ve binlerce asır
öncesinden oluşmaya başlamıştır.
Sun Tzu’nun “Savaş sanatı” kitabı, savaş sanatlarının çıktığı Shaolin Temple ve kurucusu keşiş Batu’yu
tarih içinde gerçek yerine oturttuğumuz zaman anlıyoruz ki, Çinlileşmiş, Budist olmuş Türkler, Çin’in
dünya üzerindeki tarihi, sosyal, toplumsal, ekonomik duruşlarına omurga oluşturmuşlar. Çinliler bu
omurga üzerinde saltanatlarını devam ettirmekteler.
Spor alanlarına taşınmış, sinema sektörüne konu edilmiş olan Çin savaş sanatlarıyla rekabet
edebilmek için öncelikle Türk tarihçilerinin desteğine, devletin sahiplenmesine ve Türk milletinin
teveccühüne gereksinimine vardır. Bu yanlış algıyı başka türlü değiştiremeyiz.
Sayokan, “kağanların ve savaşçıların yolu” cümlesindeki sözcüklerin bir araya getirilmesiyle
oluşturulmuş bir çalışmadır. Sayokan’ı tarihin derinliklerinde aramak yerine, savaşçı bir milletin
genlerinde olan alplığın, silahlı, silahsız savaş sanatları üretebileceğine, üretilen çalışmaların
kültürleştirme oluşturacağına inanarak desteklemek gerekir.
Sayın Kazım Mirşan’ın çalışmalarıyla gerek Sun Tzu’nun kitabının efsane olduğunu, gerekse Çinlilerin
savaş sanatlarında üzerine oturduğu mirasın Türklere ait olduğunu anlayabildik. Sayın Erkan Göksu
gibi hocalarımızın çalışmalarıyla da Türklerin savaş sanatlarına dair potansiyelini, ortaya koydukları
kültür ile milli karakter analizlerini yapabilmekteyiz. Bu hakikatle, uzak doğu ülkelerinin savaş
sanatlarında dünya üzerindeki egemen yapılarını kırmak mümkündür. Belki bugün değil ama
Sayokan’a ve Yesüken’e sahiplenilmesiyle, okçuluğun geliştirilmesiyle, yıllar sonra savaş sanatlarında
kaynağın Türkler olduğu gerçeği kabul edilir. Dilimiz, kültürümüz, inanç değerlerimiz dünya üzerinde
açılacak binlerce okullarda yaşatılabilir.
22
İnsanın özgür tercihiyle söz konusu ülkelerin savaş sanatlarına yönelmesi, iltifat göstermesi başka bir
şey, savaş sanatları adı altında bu ülkeleri kendi öz kimliğinden daha fazla yüceltmesi ve hatta
taassupla bağımlı hale gelip kimliğini unutması başka bir şeydir. Tercihlere saygı duyulur, söz konusu
ülkelerin çalışmaları takdirle karşılanabilir ve saygıya layıktır. Ancak, başkalarına saygı duymak ve
takdir etmek, kimliğimizi değersiz bırakmayı gerektirmez.
Ben şöyle diyorum;
Her alanda ve branşta yurt dışına bağımlılıktan kurtulmalı, dünya arenasında kendimize ait, övünç
kaynağımız olacak çalışmalar üretmeliyiz. Kendimizi tanıtmanın ve tanınmanın yolu, dışarıdan
getirdiğimiz unsurların üzerine kimliğimizi yazarak değil, tarihimizle, kültürümüzle, dilimizle anılacak
çalışmalarımızla, dünya arenasında rekabet etmekle mümkündür. Dış dünyanın çalışmaları,
ürettikleri ilham kaynağımız olabilir. Takdir ve taltiflerimizle teveccüh gösterebiliriz. Ama bağımlı
olmak, 16 bin yıllık tarihe sahip, medeniyet ruhu ve şuuru taşıyan bir milleti ancak tembelleştirir.
Gelişmek, üretmek, başkalaşmak veya başkalarına benzemek demek değildir. Başkaları ile rekabet
edebilmek, rekabet edebilme gayreti ile milli ve manevi değerlerimizi yitirmeden üretmektir.
Sayokan, dünya savaş sanatları alanında bizi anlatmaya ve tanıtmaya gayret eden; bu alanda
bizde varız diyebilmenin onurunu yaşatmak amacı ile Millet merkezli bir kültürleştirme hareketidir.
Yabancı alanlarda, yabancıların kuralları içinde varlık mücadelesi vermek yerine; bizim alanlarımızda
yabancılara adalet, hakkaniyet ve misafirperverliğimizle, şanlı geçmişimizle, varlığımıza takdir ve
teveccüh göstermelerini sağlamak daha anlamlı ve onurlu olacaktır. Bu bir ırkçılık değildir. Irkçılık
başka milletlere yaşama hakkı vermemek demektir. Bu bir VATANPERVERLİKTİR... Takdir ve teveccüh
büyük Türk Milletinindir.
Türk Savaş Sanatı – Sayokan’ı, amaçlarını, hedeflerini anlatmadan önce diğer savaş sanatlarına
kurucuların isim koyarken dikkat ettikleri noktaları açıklamaya çalışacağım.
KARATE DO: Üç sözcüğün bir araya getirilmesiyle oluşturulmuş bir sözcüktür.
KARA: Boş anlamına gelir. Japonya’da müşteri taşıyan taksilerin camında bu yazıyı
görebilirsiniz. Yani Boş taksi, anlamındadır.
TE: El, demektir.
DŌ: Tek başına okunduğunda “MICHI” olarak okunur. Yani yol, cadde, sokak anlamındadır ki,
Japonya’da yol, sokak isimlerinden sonra kullanılır. Yol tarif edilirken kullanılır. Örneğin “CHIKA
MICHI”, kestirme yol demektir. Başka sözcüklerle birleşik yan yana okunduğunda “DOU” olarak
okunur. Yani çift “O” sesi kadar uzatılır, lakin Latin alfabesiyle yazılırken tek “O” kullanılır. Konulacak
ismin ses fonetiği açısından da beğenilir, kabul edilir olması gereklidir.
“DOO” kelimesini Japonca başka kelimelerde örneklersek, “DŌTOKU” , moral, ahlak demektir.
“SHINTŌ” kelimesinde SHIN ile yan yana geldiğinde TŌ diye okunur, Shint, shintōizm mezhebidir.
SHIN sözcüğü tek başına okunduğunda KAMI diye okunur ki Tanrı, demektir.
23
“DŌ” kelimesi Karate kelimesiyle anlamlandırıldığında, yol, öğreti, moral, ahlak anlamında kullanılır
ve herkese bu şekilde öğretilir. “KARATE” sözcüğünde ise, “boş elin yolu, öğretisi, ahlakı diye ifade
edilir. Buradaki ahlak, moral sözcükleri Shintoizm’ in ahlak, moral değerleridir.
Tüm Japon savaş sanatları “BUDŌKAN” kurumunun altında resmi olup faaliyet göstermektedir. Bu
sözcüğü de açacak olursak.
BU: Ordu, silahlı kuvvetler anlamına gelir. BUSHI, samurai, derebeyi, savaşçı, asker, sipahi
demektir. BUSHIDŌ, samurai savaşçılık öğretisi demektir.
DŌ: kelimesini yukarıda açıklamıştık.
KAN: Büyük bina, yapı demektir. Örneğin, TOSHIYOKAN, kütüphane; TAISHIKAN, büyükelçilik,
sefaret; HOKUBUTSUKAN, müze demektir.
BUDŌKAN, sözcüğünü tam tercüme edersek, “askeri, savaşçılık öğretileri kurumu (Binası) anlamına
gelir.
Kore savaş sanatı TAE KWON DŌ, da benzer anlamdadır. TAE ayak, KWON el, DŌ ise moral, ahlak, yol,
öğreti anlamlarında kullanılmıştır.
Savaş sanatı kurucuları oluşturdukları sanatlarını savaşçılığa dair, fiziksel, ruhsal ve zihinsel eğitimleri,
kişisel gelişimi (Milli karakter), tarihi şahsiyetlerin DŌ hayatı disiplinleri üzerine oturtmuşlardır.
Tabiatıyla, tarihi şahsiyetleri-kahramanları, tarihi sembolleri, dillerini (güncel dilin asırlar önceki
kullanımları-askeri terminoloji), inanç sistemlerini, kültürlerini göz ardı etmeleri mümkün değildir.
Çünkü milli savaş sanatı olma özelliği taşımaz. Savaş sanatına isim koyarken de inceliğin yanında milli
unsurları bünyesinde taşımasına dikkat edilir.
SAYOKAN adını koyarken yukarıdaki tüm temel düşünceleri göz önünde bulundurdum. Yani
adlandırma, hem savaşçının ruhsal, bedensel ve zihinsel disiplinlerini barındırmalı, hem tarihini ve
kahramanlarını hatırlatmalı, hem de yolun milli ve manevi inanç değerleriyle öğreti biçimini ortaya
koymalı. Ayrıca da ses fonetiği açısından benimsenir, kabul edilir olmalı.
Buradan yola çıkarak, “Kaanların ve Savaşçıların Yolu” cümlesindeki sözcüklerin baş hecelerini alarak
bir sözcük türetmiş oldum. SAYOKAN.
SA: Savaşçıların sözcüğünün “SA” hecesidir. Urkunca kalın “SA” sesidir. Urkunca dil bilgisi
kurallarına göre, “A” ve “E” sesleri sözcüklerin başında ve içinde kullanılmaz, sadece sözcüğün
sonunda kullanılır.
YO: Yolu sözcüğünün “YO” hecesidir.
24
KAAN: Kan, kağan, kaan, han demektir. Bitik taşlarda çokça geçmektedir
KAN SÜKE BARMIŞ, YAĞIĞ SANINÇMIŞ…. Han ordusuna varmış, düşmanı sançmış
(Mirşan, K. At-Oy Ögüntün Eminis, s28: Orijinal “Irak Bitik” kitabı 34. Sayfa)
KANĞI ÖLMİŞ, KÜNGEKİ TONGMIŞ Hanı ölmüş, kaderi donmuş,
KANĞI NELÜK ÖLGEY OL…. Hanı neden ölmüş olabilir?
(Mirşan, K. At-Oy Ögüntün Eminis, s43: Orijinal “Irak Bitik” kitabı 87. Sayfa)
TÜRÜK BUDUN, KANIN BOLMAYIN, TABIGAÇDA ADRILTI, KANLANTI…
Hanı olmadığından dolayı, türk milleti tabıgaçtan ayrıldı, kendi hanı oldu…
KANIN KODIP, TABIGAÇKA YANA İÇİKTİ, Hanını bırakarak yine tabıgaça dahil oldu,
TENGRİ ANÇA TİMİŞ ERİNÇ, KAN BİRTİM… Tanrı anca nasip etmiş erinç, sana han verdim
KANINGIN KODIP İÇİNDİNG, İÇİKDÜK ÜÇÜN TENGRİ ÖLİTMİŞ ERİNÇ
Kağanını koyup (bırakıp) barbarlara katıldın. Barbarlara katıldığın için Tanrı seni durağan kılmış, erinç
(Mirşan, K. Bolbollar, s57-58)
Kaanların, cümlesinin hecesidir. Kökenbilim (Etimolojik) olarak ele alalım, Kagan = Kağan = Kaan = Kan
= Han (Özellikle Çin dilinde "Han" kullanılmıştır). Türkçemize de "H" sesi Çinceden geçmiştir.
Urkuncada “H” sesini veren harf veya tamga yoktur). İngilizcede ise kağan veya han sözcükleri
“KHAN” olarak yazılır ve “A” sesi biraz uzatılarak “KAAN” şeklinde söylenir. Bugün ki Moğol dilinde de
çift "A" ile yazılır. Yani SAYOKAAN’ dır. Lakin ses fonotiği açısından “A” harflerinden birini
kullanmayarak, SAYOKAN olarak ifade ediyoruz. Aynı Japonca “DOO” sözcüğünün, Latin alfabesine
göre yazılımında “DO” olarak yazıldığı gibi.
“Kağanların ve Savaşçıların Yolu” cümlesindeki sözcüklerin hecelerinden oluşturulan sözcükte,
SAYOKAN sözcüğünün ses fonotiğine de dikkat ederek, “KAN” sözcüğünü sona getirdim. Çünkü,
Türkçemizde son hecesi “kan” ile biten bir çok isim vardır. Örneğin, SerKAN, HaKAN, OKAN, TurKAN,
SoyKAN, AtaKAN, VolKAN, ÖzKAN, TarKAN, ErKAN, HürKAN, ArıKAN, GürKAN, AlKAN, UtKAN,
DoğuKAN, BatıKAN vb gibi.
Bir başka önemli konu, koyduğum isim tüm dillerde de yazılabilmeliydi. Ayrıca kalın seslilerden
oluşması da tokluk ve doluluk hissi uyandıracak, söylerken sözcüğün bazı seslerinin yutulmasına izin
vermeyecekti.
25
Sayokan, askeri sıkıdüzeni (disiplini), sıradüzeni (hiyerarşi) içinde barındıran, mücadelede ayakta
kalmayı hedefleyen, bu anlayışa göre eğitim veren ve ayakta kalmayı başarabilenlerin, cesaretlilerin
savaş sanatıdır. Çünkü tarih boyunca Türkler her türlü konum ve koşullarda ayakta kalmayı başarmış
bir millettir.
“Biz, millet için ve millet ölçüsünde spor istiyoruz. BİRİNCİ GELEN TEKLER İSTEMİYORUZ. Sağlam yapılı,
güzel gövdeli ve inkilap ahlakiyatını benimsemiş onbinler ve yüzbinler istiyoruz.” (M.Kemal Atatürk,
Ülküm Dergisi, Şubat 1933, sayı 1)
"Vatanımıza ve bağımsızlığımıza göz dikenlere yalnız askerî yönden üstün gelmek yeterli değildir.
Memleketimiz hakkında saldırgan emeller besleyecek olanların her türlü ümitlerini kıracak şekilde
siyasî, idarî ve ekonomik yönden kuvvetli olmak gerekir... Kurtuluş ve bağımsızlık için yaptığımız
mücadeleyi tamamlamak ve Yüce Allah’ın milletimize yaradılıştan verdiği beceri ve yetenekleri en üst
düzeyde geliştirmek ve memleketimize bağışladığı bütün kuvvet ve servet kaynaklarını kullanarak en
iyi biçimde faydalanmak suretiyle güçsüzlük nedenlerimizi ortadan kaldırmak için bundan böyle hiçbir
fırsat ve zamanı boş harcamayarak çalışmaya mecburuz...” (M.K. Atatürk)
"TÜRK çetin işler başarmak için yaratılmıştır!" (M.K. Atatürk)
Sayokan’ın sert olmasının nedeni Türklerin ortaya koyduğu milli karakterinden dolayıdır. Ayrıca
Türklerin savaşa hazırlık olarak ortaya koyduğu oyunların tümü serttir. Güç, dayanıklılık, strateji
üzerinedir ve riskleri göze alabilecek zekayı da gerektirir. Örneğin, yağlı güreş, kökbörü (Buzkaşi),
kambartep (at üzerinde tekme oyunu), atlı okçuluk, atlı cirit vb gibi. Yani Sayokan, akıl ve beden
gücünün ortaya konduğu bir savaş sanatıdır.
26
Amaçlarımız, Türk gençliğinin tarihten gelen milli karakterinin daima güncel kalmasına,
kuvvetlenmesine, milli önderimizin dediği gibi “…Sağlam yapılı, güzel gövdeli ve inkılap ahlakiyatını
benimsemiş…” yüzbinlere ulaşmasına katkı sağlamaktır.
“Türk sosyal bünyesinde spor hareketlerini düzenlemekle görevli olanlar, Türk çocuklarının spor
hayatını yükseltmeyi düşünürken, sadece gösteriş için, herhangi bir yarışmada kazanmak emeliyle
spor çizmezler. Esas olan bütün, her yaştaki Türkler için beden eğitimini sağlamaktır.” (M. Kemal
ATATÜRK)”
Sayokan’ ı sadece gençlerin değil, her yaştan insanların yapmasını sağlamaktır ve bu amaca göre
kurgulanmıştır.
Ben, Sayokan’ı her yaştan Türklerin yapmasına, ilgilenmesine özel önem verdim. Sadece Allah
tarafından kendisine özel yetenekler verilen insanların yapmasını dilemedim. Bunun için Sayokan’ı
meydana getirirken bu hedefi daima göz önünde bulundurdum. Sayokan, kabiliyetli gençlerin
omuzlarında yükselebilir, ancak Türk Milletinin omuzlarında ölümsüz olur. Oğulların ve kızların
babalarını hatta eşlerin eşlerini Sayokan içinde izlemeleri, babalarıyla, eşleriyle onur duyduklarını
görmek büyük arzum olmuştur. Sayokan’ın sadece gençler arasında değil, orta yaş ve üzeri insanlar
arasında da tanınmış, yaygınlaşmış olduğunu görme umudumu hep canlı tutmuşumdur. Bu hedef
üzerinde de yürüdüğümüzü görüyorum ve değişik heyecan yaşıyorum.
27
Sayokan, Türk Milletinin tarihini, dilini, inancını eskiden olduğu gibi bugün de dünya üzerinde savaş
sanatları alanında güncel ve canlı tutmak gibi bir görevi üstlenmiştir. Bu hedef sadece bedensel
kabiliyetlerle olacak bir iş değildir. Önce tüm Türk Milleti’nin kabulü, sonra yaşlı, genç demeden
herkesin kapasitesi kadar gayretli varlığı ile mümkündür. Yarının neler getireceği, iktidarların
politikalarının nasıl sürprizler doğuracağı belli olmaz. Ancak Türk Milletinin her ferdi kalbî, zihni
olduğu kadar bedensel de sağlıklı, her zaman vatan müdafaasına hazırlıklı olmalıdır. Bundan dolayı,
Sayokan her yaştan Türkler içindir. Sayokan içinde hazırladığım “Basagar” eğitim programı bunun
içindir. Yarışmalara hazırlanacak gençlerimiz içinse “Alagan” eğitim programını hazırladım.
Bugün Sayokan içinde 35-80 yaş arası, akademisyen, iş adamı, çeşitli meslek erbapları yer almaktadır.
Sayokan’ın onganını (logosunu) oluştururken de tarihi sembol ve tamgalardan yararlandım. Ongan
(logo) da isim koymak kadar önemlidir.
“OK” KAVMİ “ON” KAVMİ
Tamga Tamga
OK TAMGASI: Ahirete geçme başarısı sağlayan, cennete gitmek için gerekli şartları yerine getiren, OĞUZ olan kavim.
ON TAMGASI: Evren, kozmos, gök vücutları dünyası. Kendilerinin kozmostan, uzaydan geldiklerine inanan kavim. Yani Allah’ tan geldiklerine inanan kavim.
28
Yukarıdaki tamgalar OK Türkleri ile ON Türklerinin kavimlerini ifade eden tamgalarıdır. Bu dönem M.Ö
12 binler olup, Ön-Türklerin dönemidir.
“OK” TAMGASI
Sayokan içinde “4 Bulung”u (yön) ifade eder.
“ON” TAMGASI ise
Ayça (Hilal)’yı ifade eder.
“OK” tamgası üzerindeki 4 hilalin (Ayçalar) renkleri neyi ifade ediyor? Türklerde Kırmızı (Kızıl) renk
güneyi, Kara renk kuzeyi, mavi renk doğuyu ve beyaz renk batıyı ifade eder. Ongan içindeki hilallerin
rengi tarihi renkleri taşımaktadır.
Bu arada hilalin (ON tamgası) çıkış noktası şudur;
“ON” tamgasının yukarıda açıkladığım anlamını hatırlarsak, “Kendilerinin kozmostan, uzaydan
geldiklerine inanan kavim. Yani Allah’ tan geldiklerine inanan kavim” demek idi. M.Ö. 12 binlerde
Türklerin ON ırkı, tamga olarak kendilerini ifade ederken, gökyüzü ve yeryüzünü temsil eden iki çizgi
çizİP arasına da ON adet kısa çizgi ilave ederek tanımlamışlar.
29
M.Ö. 9.yüzyıldan sonra gökyüzü çizgisi ile yeryüzü çizgisi birleşmiş ve ayça (hilal ) meydana gelmiştir.
Tanrı gökyüzündedir ve yarattığı Türkleri yeryüzüne indirmiştir. Hilalin üst ucu gökyüzünü, alt ucu ise
yeryüzünü gösterir.
Bilge Atung Ukuk (Geleneksel Türk tarihinde Tonyukuk(!) olarak bilinir.) yazıtının Taş 1, Doğu 1 ve Taş
2, Doğu 2 yüzünde İstemi kağan için yazılan yazıda;
ÖZE KÖK TENGRİ ASRA YAĞIZ YİR KILINTUKDA
Sahip Tanrı gök yaradılışı ağırlığında, yer kılınınca (yaratılınca)
İKİN ARA KİŞİ OĞLI KILINMIŞ İkisi arasında kişioğlu kılınmış,
Yine Üçüncü Uygur yazıtının Çince metninin Tercümesi İstemi Kağan hakkındadır ve şöyledir.
“İşitildiğine göre, gök ile yer birbirlerinden ayrılıp, güneş ve ay feyzini saçmaya başlayınca, Tanrı’dan
buyruk alan bir oymak başı (Yani İÇÜÜM APAM BUUMIN KAĞAN İSTEMİ) bütün dünyayı kendi
çevresinde alakalandırıyor, fazileti ile kamaştırıcı şekilde ışıklandırıyor ve dört bucaktan ona
sığınıyorlar. Onun için dönüyorlardı.” ( Kazım MİRŞAN )
Bu nedenle, hilal (Ayça), Türklere İslam ile girmemiştir. Yani hilal İslam’ın simgesi değildir. İslam’ın
simgesi olsaydı Müslüman Arap devletlerinin bayraklarında hilal simgesi olurdu.
“OK” tamgasının (4 bulung-4 taraf) üzerinde 4 hilal, anlamı Türkler dünyanın 4 tarafında hilal gibi
doğarlar. Bu anlamı taşıyan şekle iki sembol daha ekleyerek derin anlam kazandırarak aşağıdaki son
şeklini vermiş oldum.
Sarı yuvarlak güneşi, bozkurt ise yöneticiyi ifade eder. Bu onganın (logonun) bütün anlamı şudur.
TÜRKLER DÜNYANIN DÖRT TARAFINDA HİLAL GİBİ DOĞAR, GÜNEŞ GİBİ AYDINLATIR, ISITIR VE
BOZKURT GİBİ YÖNETİR.
Hilalin Türklere İslam ile girmediğini temellendirmek için birkaç örnek vermek istiyorum.
Buryat Türkleri
Moğolistan bayrağı
30
EZERBAYCAN
KAZAKİSTAN
KIRGIZİSTAN
TÜRKMENİSTAN
ÖZBEKİSTAN
UYGUR TÜRKLERİ
Tokuz Ersin Türklerinin bugünki Budist torunları
olan Nepal’in bayrağında dahi vardır.
Güneş ve ay Türklerin en önemli sembollerindendir. Bugün Türk Cumhuriyetleri ve Türk halkları
bayraklarında ayrı ayrı da olsa hilali veya güneşi görmek mümkündür.
Güneş ve ay öyle önemlidir ki Osmanlı devletine kadar gelmiştir. Örneğin 1485 yılında Osmanlı “ak
sancağı”nda KÜN-EKİ (Güneş-ay) vardır. Yine Osmanlı İmparatorluk armasının en tepesinde KÜN-Eki
vardır.
1485 Ak Sancak
Osmanlı İmparatorluk Arması
31
Sayokan abalarının sol göğüs üzerinde bulunan ongan (logo) ise modernize edilmiş, sadece “Türk
Savaş Sanatı-Sayokan” cümlesini ifade eden bir tasarımdır.
Türk’ün “t” si ve savaş sanatları sözcüklerinin ortak “s” harfinin
üzerine,
“Sayokan” sözcüğü ilave edilerek,
bütün bir cümle bu ongan ile bir
araya getirilmiştir.
Kıyafetlerinin tasarımı da önem arz ediyor. Sayokan’da kıyafetlere aba denir. Kıyafetlerde Türkistan
çizgilerinin belirgin olmasına özen gösterdim. Özellikle Türklerde çapan, yalman en çok kullanılan
belirleyici kıyafetlerdir. Sayokan ve Yesüken’ de bu kıyafetlerden esinlenerek tasarımı yapılmıştır.
Sayokan’ın alagan eğitim programı kıyafetleri ile basagar eğitim programı kıyafetleri arasında
değişiklikler vardır.
32
Alagan eğitim programı, bagatur yarışma alanına yönelik olduğu için kıyafetler doğu alpı ve batı alpı
kıyafeti olarak iki türdür. Doğu alpının kıyafeti mavi olup omuzlukları sarı, batı alpı kıyafeti beyaz olup
omuzlukları sarıdır. Sarı olmasının nedeni, sarı güneştir ve doğudan doğar batıdan batar. Yani
doğarken de batarken de mavinin ve beyazın üzerindedir (Aşağıda görüldüğü şekilde).
Batsık (Batı) alp abası
Togsık (Doğu) alp abası
Basagar abası ise sadece mavi renktedir. Alagan ve basagar abalarının üstlerinde değişiklik olurken
altları (pantolon) hepsinde beyazdır.
Basagar alp abası
Sınayçı (Hakem) abası
33
Sayokan’ın sıradüzeni (Hiyerarşi) içinde ungun (unvan) ve sekmen (seviye) sahiplerinin de abalarında
değişiklikler vardır. Bu değişiklik aba renginde değil, yakalarındaki renklerin değişikliğidir. Bu kişiler
eğitimci olan kişilerin abalarıdır. Abaları mavi renktedir, aşağıda görüldüğü şekilde.
Talutay abası
(Siyah Kuşak 3.,4. ve 5. San seviye)
Tayangu, Tanyu abası
(Siyah Kuşak 6. ve 7.San seviye)
Ediz Tanyu abası
(Siyah Kuşak 8. Ve 9. San seviye)
Abaların beline kuşaklar takılır. Kuşakların bağlanmasında da bir anlam vardır. Kuşak bele iki kez
dolanarak ön tarafta bağlanır. Birinci dolama “Allah’a”, ikinci dolama “vatan ve millete”, birinci
düğüm “sadakati”, ikinci düğüm ise “ilke edindim” diyerek bağlanır. Kuşağın sağ ucunda Türk savaş
sanatı-Sayokan, sol ucunda ise kuşak sahibinin seviyesini belirten çizgiler ve ungunu (Unvan) yazılıdır.
Sayokan’ da siyah kuşak olabilmek için közgüye katılmak gerekir. Közgü veya gözgü ayna demektir.
Alpların zihinsel, ruhsal ve bedensel olarak kendilerini aynada görmelerini, kendileriyle yüzleşmelerini
sağlar. Yükselmeyi hak edip etmedikleriyle yüzleşirler. Bu yüzleşme 12 kapıdan geçerek olur. Her bir
kapıda ayrı bedensel ve psikolojik geçmeleri gereken engeller vardır. 13. Kapı Türkistan kapısıdır ve
elde ettiği sonuçla razılaşma kapısıdır.
Sayokan’ da selamlaşma da Türk geleneklerine göredir. Ayak ve yer selamı olmak üzere iki selam türü
vardır. Sayokan alplık okulu içinde sağ el yumruk yapılır, kalbin üzerine konur. Alplık okulu dışında ise
açık el kalp üzerine konarak selam verilir.
34
Sayokan’da Bagatur oyunlarının yapıldığı alana “ALP YAZILIĞI” veya “URUŞ YAZILIĞI” denir.
Uruş yazılığı içinde daireler yer almaktadır. Bu dairelere “kabış alanı”, daire dışına ise “Saltuk alanı”
denir. Uruşlar (maçlar) Saltuk alanında 2, kabış alanında 1 dakika olmak üzere her uruş 3 dakikadır.
35
Sayokan’ da sıradüzen (Hiyerarşi) aşağıdaki gibi kurgulanmıştır.
KAPININ ADI ANLAMI UNGUN
(UNVAN)
ÖGREDİK (EĞİTİM)
SÜRESİ
MANAY KAPISI
ÖRÜNG (AK) KUŞAK 5.TOY (Batı’nın rengi)
SAYOKAN’a giriş, kabul kapısı TORALP 4 AY
TOY KAPISI
GÖKÇİN KUŞAK 4.TOY (Doğu’nun rengi)
Acemilik, bilgisizlik kapısı TORALP 4 AY
KUNT KAPISI
SARI KUŞAK 3.TOY (Güneş’in rengi)
Dayanıklılık, sadelik kapısı TORALP 4 AY
MAMAK KAPISI
ALÇIN (Kırmızı) KUŞAK 2.TOY (Güney’in rengi)
Sakinlik, kendine dönüş kapısı TORALP 4 AY
KAZAN KAPISI
4 BULUNG KUŞAK 1.TOY (4 yönün rengi)
Tüm fiziksel emeklerin karşılığını alma, ruhsal disiplinlerin hayata
intikali yani kazanım kapısı.
TORALP 12 Ay
KAZAN KAPISI
SİYAH KUŞAK 1.KÜR (Siyah, Kuzey’in rengi)
(18 yaşın altında olunması şarttır), Alplık Okulu Siyah Kuşağı.
Aybar tarafından verilir.
TORALP 12 Ay
KAZAN KAPISI
SİYAH KUŞAK 2.KÜR
(18 yaşın altında olunması şarttır).Alplık Okulu Siyah Kuşağı..
Aybar tarafından verilir.
TORALP 12 Ay
KAZAN KAPISI
SİYAH KUŞAK 3.KÜR
(18 yaşın altında olunması şarttır).Alplık Okulu Siyah Kuşağı.
Aybar tarafından verilir.
TORALP 18 Ay
BAYDAR KAPISI
SİYAH KUŞAK 1.SAN
Zenginlik, liyakat, egemenlik kapısı. Bu sekmen ve ungun
Közgüde başarılı olunursa elde edilir.
TUYUN
2 sene bekleme süresi
18 yaşında olunması
şarttır.
NOGAY KAPISI
SİYAH KUŞAK 1.SAN
Azade, serbestlik kapısı. Tuyun olduktan sonra, SAYOKAN’ın
fiziksel ve ruhsal disiplinleri ile donanmış olarak serbestliğe hak
kazanmış olur.
TUYUN
36
SİYAH KUŞAK 2.SAN
SAYOKAN’ın içinde görev almayı düşünen veya aktif hakem
olmayı veya ilerleyerek eğitici kadrolarında olup SAYOKAN Alplık
Okulu açmayı hedefleyenler.
EDİZ
TUYUN
20 yaş
3 sene bekleme süresi
sonrası közgüye girilir.
SİYAH KUŞAK
3. SAN
TALUTAY
23 yaş
4 sene bekleme süresi
sonrası közgüye girilir.
SİYAH KUŞAK
4. SAN
TALUTAY
27 yaş - 5 sene bekleme
süresi sonrası
közgüye girilir.
SİYAH KUŞAK
5. SAN
6.San'ı hak edebilmek için ;
sistemin teknik, taktik gelişmesini
sağlayan akademik tez hazırlamak
TALUTAY 32 yaş
6 sene bekleme süresi
SİYAH KUŞAK 6.SAN
TAYANGU
Bekleme süresi yoktur.
Teknik kurulun ve
Yabgunun takdiri ile.
SİYAH KUŞAK 7.SAN
TANYU
Bekleme süresi yoktur.
Teknik kurulun ve
Yabgunun takdiri ile.
SİYAH KUŞAK 8.SAN
TANYU
Bekleme süresi yoktur.
Teknik kurulun ve
Yabgunun takdiri ile.
SİYAH KUŞAK 9.SAN
EDİZ
TANYU
Bekleme süresi yoktur.
Teknik kurulun ve
yabgunun takdiri ile.
SİYAH KUŞAK 10.SAN
YABGU
Tüm Talutay, Tayangu,
Tanyu ve Ediz Tanyuların
seçimi ile.
Alagan eğitim programının, antrenman gün, ay ve yıllara göre müfredatı bulunmaktadır. Sıradüzende
yer alan tüm kuşakların teknik eğitim süresi, teknik içeriği ortaya konmuştur.
37
Batının rengi
Doğunun rengi
Güneşin rengi
Güneyin rengi
Tüm yönlerin
rengi
Kuzeyin rengi
SAYOKAN’ DA KUŞAK BODUGLARININ (Renklerinin) ANLAMI:
ÖRÜNG (AK) BODUG: Geleni gerisin geri yansıtan. Ne iseniz onu karşıya yansıtırsınız. İlk kuşağın
örüng (ak) olmasının anlamı budur. Gelen yeni öğrenci, kendisinde ne varsa karşıya yansıtır.
GÖKÇİN (MAVİ) BODUG: Can, hayat ve canlılık anlamına gelir. Alpın Sayokan içinde canlılık
kazanmaya başladığı dönemdir.
SARI BODUG: Güneşi temsil eder, ancak anlam olarak ölüm ve yitirilmişliği ifade eder. Ölümü
unutmamak ve ölmeden önce güzel işler yapmaya başlamak. Yani OĞUZ olma yolunda kararlı
yürümek.
ALÇIN (KIRMIZI-KIZIL) BODUG: Enerji anlamına gelir. Yani bio-enerji demektir. Fiziksel ve ruhsal
enerjinin başlayıp yükselmeye doğru gittiği dönemdir.
4 BULUNG BODUG: Dört bodugun tüm özelliklerinin tamamlanmaya başladığı uzun dönem.
KARA BODUG: Emmek, içe çekmek, özümsemek. En kuvvetli ifadeyle pişmek anlamına gelir. Kişinin
aldığı eğitimle yanması ve pişmeye başlaması ve ilerledikçe pişmesidir.
Pişmek ne demek? Duygularını kalp-akıl ilişkisiyle kontrol edip, sosyal hayatını duygusallık ve
taassuptan uzak dengeleyebilme kabiliyetidir. Hayatı, bilgi temeli üzerine oturtup yaşam ile ölüm
arasındaki varoluşu dengeleyebilmektir.
“İnsanların ve tüm varlıkların temel yapısını oluşturan yaratılış, değişim ve gelişim ilke ve kanunları
vardır, ona fıtrat denir. Göklerin, yerin, insanların, hayvanların, bitkilerin yani her şeyin yapısı ve
işleyişi ona göredir. Bilimde, teknolojide ve insan ilişkilerindeki temel kanunlar da bunlardır. Örneğin,
Adem (A.S)’dan bugüne Allah’ı inkar eden olmamıştır, ama dini hükümleri, reddeden herhangi bir dine
mensup olmayanlar olmuştur. Fıtrat, Allah’ın tüm ayetleri ile yüz yüze ve uyumlu biçimdedir. Ayet
sadece Kur’an’da yazılı metinler değildir. Yaratılan her şey ayettir. Bundan dolayı Kur’an’da, sık sık
fıtrata vurgu yapılmış ve Kur’an’daki örneklerin tamamı fıtrattan yani doğadan seçilmiştir. Fıtrattaki
şeylerin, kendi içinde ve diğer şeylerle ilişkisinde bir sistem vardır. Bunu her insan, bilgisi ve tecrübesi
ölçüsünde bilir. Tıpkı bunun gibi, Kur’an’daki dini hükümlerin de kendi içinde ve diğerleri ile ilişkisinde
bir sistem vardır. Bu sistem fıtratla birebir uyumludur. Öyle olmasaydı örnekler fıtrattan seçilemezdi.
Tüm varlıklarda; göklerde, yerde, hayvanlarda, bitkilerde, kendi içimizde hâsılı her yerde onun ayetleri
vardır. Her insan, bu ayetlere bakarak Allah’ın varlığı ve birliği konusunda tam bir kanaate ulaşır. Bu
sebeple bütün dinlerde ve bütün toplumlarda Allah inancı vardır. Birçok insan fıtrata aykırı davranışa
girer ve dengeleri bozar. Bu, onu suçlu duruma sokar. Mutlaka, insan, fıtrata aykırı davrandığının
farkında olur. İçten içe bunun rahatsızlığını duyar. Onu bu davranışa iten, menfaatleri, beklentileri
veya duyduğu özentilerdir. Sonra alışır ve rahatsız olmamaya, hatta zevk almaya başlar. Ama biraz
38
düşününce içinde gizlediği rahatsızlık yeniden ortaya çıkar. Böyle kimseler, yaptıklarını düşünüp bir iç
muhasebesi yapmaktan kaçarlar”.
Din, Akıl sahiplerini, nebiler (peygamberler) vasıtasıyla gönderilen kitap ve hükümlerle bildirilen
gerçekleri benimsemeye ve uygulamaya çağıran ilahi kanundur. İnsanların yaratıcılarıyla, birbirleriyle
ve diğer varlıklarla olan ilişkilerinin belirleyicisidir.
Kur’an’da bu kanunlar (Evrensel kanunlar-değerler) ve onlarla oluşan varlıklardan her biri birer âyet
sayılmıştır. Bu ayetlerle Kur’an ayetleri arasında tam bir bütünlük vardır.
Bize göre çağımızın en önemli problemi din-bilim ilişkisinde odaklanmaktadır. Bilimin kaynağı fıtrattır.
Din ile fıtrat arasında da birebir ilişki kurulabilirse insanlığa çok büyük bir hizmet yapılmış olur. Bilimde
de aynısıdır. Fıtrata, yani tüm varlıkları oluşturan, geliştiren ve değiştiren kurallar bütününe uymuş,
varlıklar âlemiyle tam bir uyum içine girmiş olur. Bu uyumu bozacak oluşumlar, kişiyi, toplumu ve
çevreyi de bozar.
Fen ve teknik bilimciler, fıtrata uymak için gayret gösterirler. Onlar kanun koymaz, var olan kanunları
keşfederler. Bu da fıtrata uymayı kolaylaştırır. Sosyal bilimcilerin keşfettikleri kanunlar da vardır. Ama
onların birçoğu kanun koymayı tercih eder. Böyleleri toplumu kendilerine göre şekillendirme arzusu
taşırlar. Bu sebeple sosyal alanda fıtrata aykırı kanun ve uygulamalar çok görülür. Bunun kötü etkisi
zamanla ortaya çıkar ve dengeler bozulur. Zarar, oldukça büyük ve uzun süreli olur.
Fen ve teknik bilimlerle ulaşılan sonuçları, fıtrata aykırı kullanıp insanı ve çevreyi bozmak da
mümkündür. Fıtratta kadercilik yoktur. Allah Teâlâ, bu iddiada bulunanları şu âyette kınamıştır.
Müşrikler diyeceklerdir ki: “Allah hidayeti oluştursaydı ne biz şirke düşerdik ne atalarımız. Bir şeyi
haram da kılmazdık.” Onlardan öncekiler de yalana böyle sarıldılar ve sonunda azabımızı tattılar. De
ki: “Yanınızda bununla ilgili bir bilgi var mı ki, çıkarıp bize gösteresiniz. Siz sadece zannınızın peşine
takılmışsınız; siz sadece atıyorsunuz. De ki, susturucu delil Allah’ınkidir; eğer hidayeti oluştursaydı
elbette hepinizi yola getirirdi.” (En’âm 6/148–149)” (Prof. Dr. Abdülaziz BAYINDIR)
Allah’ın dininin, günümüz dünyasında ve İslam(!) dünyasının gelenekselleştirdiği din anlayışı ile
bağdaşmadığı bir hakikattir, aynı terminoloji kullanılsa bile.
Allah’ın Kur’an’ da dinini fıtrat olarak belirtmesi, pişmenin de fıtratla ne kadar uyumlu olup
olmadığımızla orantılı gerçekleşeceğini ortaya koyar.
Bengigü Kağan’ın diktirdiği ancak, kırık ve ve silinmiş durumda çoğu yeri okunamayan Kara Balasagun
bitik taşının en üstünde 6 satırlık şu yazı önemlidir.
“BU TENGRİKİNİÑ TENGRİDE KUT BOLMIŞ ALP BİLGE TENGRİ UYUĞUR KAĞANIÑ BİTİGİ.”
“Bu Tanrı mutabakatıyla, Tanrı tarafından kut almış, devletin Tanrı’ya uyumlu kağanının yazısıdır.”
39
Muhakkak ki insanlar inançlarında özgürdür, istedikleri dine mensup olabilirler. Çünkü bu tercih hakkı
Allah’ın insanlara verdiği bir haktır. Bundan dolayı Allah’ın dininde zorlama yoktur. Ancak, insanlar
farklı din ve inançlara sahip olsa da evrensel yasalara ve değerlere uyumlu olabilmeleri mümkündür.
Her şey bilgi ve bilim temelli olduğunda, gerçeği, yaşamın anlamını, nasıl yaşanması gerektiğini
öğrendiğimizde pişmiş oluruz.
“Bir inancı zorla değiştirmek mümkün olmadığından böyle yerlerde iç çekişmelerin, baskı ve
zulümlerin sonu gelmez. Dinin özü imandır. İmanın temeli de kalp ile tasdiktir. Kalp insanın iç
dünyasıdır. İnsan burada alabildiğine hürdür. Hiçbir inanç, insana zorla kabul ettirilemez. En baskıcı
rejimler dahi bunu başaramazlar. Allah teala şöyle buyurur:
“Dinde zorlama olmaz; artık doğru ile eğri birbirinden iyice ayrılmıştır. Bundan böyle kim zorbaları
tanımaz da Allah’a inanırsa kopmak bilmeyen sağlam bir kulpa yapışmış olur. Allah işitendir, bilendir.”
(Bakara 2/256)” (Prof.Dr.Abdülaziz Bayındır)
“Her fert istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine mahsus siyasi bir fikre sahip olmak, seçtiği
bir dinin icaplarını yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine sahiptir. Kimsenin fikrine ve vicdanına
hakim olunamaz.” (M. K. ATATÜRK 1918)
“Din lüzumlu bir müessesedir. Dinsiz milletlerin devamına imkân yoktur. Yalnız şurası vardır ki, din
Tanrı ile kul arasındaki kutsal bir bağlılıktır. Mutaassıp İslamcıların. din komisyonculuğuna izin
verilmemelidir. Dinden maddi çıkar sağlayanlar alçak kişilerdir. İşte biz, bu duruma karşıyız. Buna izin
vermiyoruz. Bu gibi din ticareti yapan kimseler, saf ve masum halkımızı aldatmışlardır. Bizim ve sizin
mücadele edeceğimiz ve ettiğimiz bu kimselerdir.” (Laiklik ve Atatürk’ün Laiklik Politikası, Genel
Kurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı,)
“Bunca yüzyıllarda olduğu gibi, bugün de, milletlerin bilgisizliğinden ve bağnazlığından yararlanarak
bin bir türlü siyasî ve kişisel amaç ve çıkar sağlamak için, dini âlet ve araç olarak kullanmak
girişiminde bulunanların, içeride ve dışarıda varlığı, bizi bu konuda söz söylemekten, ne yazık ki, henüz
uzak bulundurmuyor. İnsanlıkta, din hakkındaki bilgi ve anlayış, her türlü hurafelerden sıyrılarak
gerçek bilim ve tekniğin ışıklarıyla arınmış ve mükemmel oluncaya kadar, din oyunu aktörlerine, her
yerde tesadüf olunacaktır.” (1927 Nutuk II, s. 708)
“Din evrensel ve zaman üstüdür. Yani dinin zamana ve mekâna bağlı olmayan değişmez kuralları
vardır. Politikalar ve kanunlar ise zamana, mekâna ve ihtiyaçlara göre değişir.” (Prof.Dr. Abdülaziz
Bayıdır)
Devletlerin, kurumların tabiatıyla sanatların dini olmaz, insanların dini olur bundan dolayı Sayokan’a
veya Yesüken’ e bir din isnat etmek ancak cahillik veya art niyet olur. Devletler, sanat dalları, dini
hükümlerden sorumlu değildir ve ahiretle ilgili bir endişe taşımaz.
40
Orta yaş ve üzeri insanlar, askeri, emniyet ve güvenlik personelleri için tasarladığım BASAGAR eğitim
programının temel özelliği 10 ALTAÇU (strateji) üzerine kurulmuş olmasıdır. Bu 10 Altaçunun isimleri
sırasıyla
1. ARAL ALTAÇU : Aralık, orta, ortalık.
2. BELEK ALTAÇU : Kılavuz, rehber.
3. SAK ALTAÇU : Dikkat, uyanıklık, ihtiyat.
4. ÖTGÜR ALTAÇU : Delici, delip geçen.
5. ÇABADAK ALTAÇU : Hayret, şaşma.
6. KAÇKAR ALTAÇU : 1- Koç gibi, koç yiğit 2- Koç başı.
7. KAŞKA ALTAÇU : 1- Yiğitlik, mertlik 2- Üstün vasıflılık 3- Dayanıklılık, metanet.
8. MONGUÇ ALTAÇU : Atik, çevik, hamleci.
9. TAMU ALTAÇU : Cehennem.
10.ONGUR ALTAÇU : Kurtuluş, salah.
Silahlı, silahsız, bire-bir silahlı-silahsız, bire-çok silahsız-silahlı kişilere karşı savunma altaçularla
sağlanmaktadır. Basagar programında bu altaçuların oluşmasında 114 denek görev almıştır. Alagan
programında yararlanılan deneklerle beraber toplam 938 denek görev almıştır. Deneklerden elde
edilen sonuçlar kategorik başlıklar altında toplanmış, daha sonra türüne göre teknik stratejiler
oluşturulmuştur.
Basagar programının kendi içinde 108 er saatten oluşan üç eğitim dönemi vardır. İlk 108 saatlik
dönem, haftada 3 antrenman 4,5 saat çalışma programı ile 6 ayda, haftada iki antrenman 3 saat
çalışma programı ile 9 ayda sona erer. Bu süre sonunda kişi kendini her türlü konum ve koşullarda
savunabilecek seviyeye ulaşır.
İkinci 108 saatlik dönemden sonra antrenmanlara devam etmek isteyenler, üçüncü 108 saatlik
programa dahil olur ve Alagan eğitim programıyla tanışırlar. Basagar eğitim programında alplar en
yüksek siyah kuşak 2.San seviye ve Ediz Tuyun ungununa (Unvanına) ulaşabilirler. Seviye ve ungununu
yükseltmek isteyenler muhakkak Alagan eğitim programını da hem kuramsal (teorik) bilmek hem de
uygulayabilir olmak zorundadırlar.
41
SAYOKAN’ın eğitim verildiği yerlere isim bulma konusunda çok düşünüldü. Araştırmalar sonunda Prof.
Dr. Özbay GÜVEN hocamızın çalışmasından istifade edildi.
“Eski Türkler M.Ö. 6. Yüzyılda “Pi-yung” adı verilen kale şeklindeki bir binada “Alplık Teşkilâtı”nı
kurdular. Dünya tarihindeki ilk kurumlaşmadır.” (Prof. Dr. Güven Ö. Türklerde Spor Kültürü s.22-23).
Bu nedenle, Sayokan eğitim yerlerine spor kulübü tanımı yerine ALPLIK OKULU, uygulayıcılara ise
sporcu yerine ALP diyoruz.
Sayokan Bagatur Oyunlarında yarışma gurupları (Kategori) dört başlık altında yürütülmektedir. URUŞ
– TOLA – TAYÇU ve KÜN-EKİ ÖDÜŞÜ.
URUŞ OYUNLARI: Bu başlık altında BALA URUŞ ve UB-URUŞ öçeşleri (yarışları) düzenlenir.
Bala Uruş Oyunlarında 11-12-13 yaş arası guruba ÇAYAN BALA BOYU, 14-15 yaş arası guruba ise EDİZ
BALA BOYU denir.
42
Ub-Uruş Oyunlarında ise, 16-17 yaş guruba GENÇALP-AYAK BOYU, 18-20 yaş arası guruba KONURALP-
ORTA BOY, 21-35 yaş arası guruba da BATURALP-BAŞ BOYU denir.
TOLA-TAYÇU OYUNLARI: Tola ve Tayçu, farklı alplık okullarından 3 alptan oluşan okul takımlarının
birbiriyle yarışmasıdır. Bu takımlara Tola veya Tayçu takımı denir. Tola ve Tayçular, adları ve içinde
teknik (İrtiş) sıraları farklı kurgulanmış, belli sıkıdüzenler (disiplinler) içinde, müzikle icra edilen teknik
gösterilerdir. Üç alptan oluşan her takım elemanının tola veya Tayçu içindeki teknikleri birbiriyle ve
kullandıkları müziğe uyumlu yeteneklerini sergilemeleri sonucu sınayçıların (hakemlerin)
değerlendirmelerine göre derecelendirilirler.
Tola, Alagan eğitim programı içinde yer alır. Tola Bala Oyunları kendi içinde yaş guruplarına göre
ÇAYAN BALA TOLA, BALA TOLA, EDİZ BALA TOLA, SALTUK TOLA OYUNLARI olarak dört gurupta
düzenlenir.
Tayçu ise Basagar Eğitim programı içinde yer alır. Tayçu oyunlarına, programı gereği orta yaş ve üzeri
alplar katılırlar. Yani 50-60 yaşında bir basagar alpları yarışmalara katılabilir. Tayçu oyunları da yaş
guruplarına göre kendi içinde TONKA TAYÇU ve TÖRKE TAYÇU OYUNLARI olarak iki gurupta
düzenlenir.
43
Tayçu oyunları da Tola oyunları da rakiplerin karşılıklı mücadele ettikleri bir yarışma biçimi değil,
takımlar arası bir yarışma biçimidir.
Tayçu oyunlarından amaç, orta yaş ve üzeri insanlarımızın gençlik dönemlerinde yaşamadıkları
heyecanı hem kendilerinin hem de eşlerin ve çocuklarının yaşamasını sağlayarak, eşlerine ve
çocuklarına örnek olmalarına katkı sağlamaktır.
KÜN-EKİ ÖDÜŞÜ OYUNLARI: Alagan eğitim programında var olan bu eğitim, aynı alplık okulundan
seçilen iki alagan alpının önceden kurgulanmış saldırı ve savunma tekniklerinin birbirlerine karşı
savaşıyormuş (Kaçut-Usnat) gibi, görsel estetiğin ön planda olduğu, müzik eşliğinde yapılan bir
yarışma biçimidir, alplık okulları arası düzenlenir. KÜN güneş, EKİ ay ve Ödüş zaman, döngü demektir.
Bir anlamda Güneş ve ayın birbiriyle uyumlu döngüsünü temsil eder.
KÜN-EKİ ÖDÜŞÜ, dört döngüden oluşur, 1. Döngüde KÜN (Güneş) batar, EKİ (Ay) doğar. 2.Dönüde EKİ
batar, KÜN doğar; 3.Dögüde KÜN (Güneş) tutulur; 4.Döngüde EKİ (Ay) tutulur. Tüm bu döngüler
tekniklerle görselleştirilir.
Alplardan biri KÜN (Güneş) bir diğeri EKİ (Ay) olur. Abasının omuzluğu sarı renkte beyaz abalı alp Kün
(Güneş), abasının omuzluğu sarı mavi abalı alp ise EKİ (Ay)’ dir.
44
KÜN-EKİ kurgusu içindeki teknikler eksiksiz, sıkıdüzen (disiplinli) içinde, alpların birbiriyle uyumu ve
savaşıyormuş (Kaçut-usnat) görseli içinde icra edilmesi gerekmektedir. Seçilen müziğin folklorik
olması da şarttır.
BASILI EVRAKLAR:
Sayokan’ın tüm sertifika, diploma, katılım belgesi vb basılı evrakların içerik metinleri Türkiye Türkçesi
ve İngilizce çevirisinin yanında metin aynı anlamı ifade eden eski Türkçe ve urkunca (Göktürkçe)
alfabe ile de yazılır.
45
Japon, Kore ve Çin savaş sanatlarının tüm sertifika, diploma ve benzer belgelerinde kendi yazıları
kullanılmış, gerektiğinde İngilizce çevirisi de ilave edilmiştir. Dünyada bu savaş sanatlarını yapanlar
daima, belgelerini bu ülkelerden almayı tercih etmişlerdir. Algı şudur, bu ülkelerin yazılarının matbu
edilmiş belgelerini almak bir ayrıcalıktır. Çünkü bu ülkeler “tarihlerinden gelen” yazı sistemini
kullanmaktadırlar. Bundan dolayı belgeler, tarihin derinliklerinden gelen yazı sistemi ile yazılmış algısı
oluşturulmaktadır. Bu keskin algı bile, bu savaş sanatlarını yapan dünya insanlarını, sırf bu yazı sistemi
ile yazılmış belgeleri almak için, savaş sanatlarını icra ettiği ülkelere gitmesine sebep olmuştur.
Kadim bir medeniyet olan Türk Milletinin ilk yazısı Urkunca Türk Savaş Sanatı-Sayokan ve Türk Kılıç
Sanatı-Yesüken’ de bu yazı sistemi kullanılarak güncellemiş oluyor, önce geçmişini unutmuş
milletimize hatırlatıyoruz.
Türklerin eski yazısını Arap alfabesi zannedenler, urkuncayı görüp şahsıma Çince mi ya da Japonca mı
sorularını sorunca geçmişimizden ne kadar koptuğumuzum hakikati ortaya çıkıyor. Çünkü Türk
tarihini Osmanlı ve Selçuklu tarihi ile sınırlayanların veya öyle zannedenlerin, Türk tarihinin M.Ö. 12
binli yıllara gidebileceğini hayal bile edemiyorlar.
Bu acınası gerçek ülkemizdeki İslam öncesi tarihçilerin omuzlarında taşıdıkları bir vebal, milli eğitimin
ise sorumsuzluğundan başka bir şey değildir.
Basılı evraklarda M.Ö. 9. Yüzyıldan itibaren kullanılan urkunca yazı sistemini kullanmamız bile,
uluslararası alanda dikkati çekmekte, Türk Milletinin kadim bir millet olduğunu anlatmaya gerek
duymamaktayız. Çünkü medeniyet, dil ve yazı temeli üzerine kurulur.
46
Savaş sanatları, kurucularının ortaya koydukları teknik sıkıdüzenler (disiplinler), her kurucunun
mücadeleye nasıl baktığı, bu bakış açısına göre teknikleri gruplaştırdığı tecrübeleriyle taktik ve
stratejik sınıflandırdığı, en kolaydan en zora doğru kümeleştirdiği gerek kuramsal (teorik) gerekse
uygulamalı bir eğitim, öğreti sistemidir.
Kimi sistem kurucuları ortaya koydukları öğretide, estetik kaygıları önemseyerek, görselliği ön planda
tutar, kimi kurucular görsellikten ziyade gerçekte kullanılabilir ölçüleri önemseyerek öğretisini her
türlü konum ve koşullarda kullanılabilir eğitim haline getirir. Ama yumruk, ne tür biçimde kullanılırsa
kullanılsın yumruktur. Tekme de aynı şekilde. Sonuç olarak sistem kurucuları yoktan yumruk, tekme
icat etmezler. Ne Çin savaş sanatlarında kullanılan yumruğun ne de Japon, Kore savaş sanatlarında
kullanılan yumruğun birbirinden farkı vardır. Çünkü elimizi yumruk yaptığımız zaman onu kollarımızın
sınırlı hareket kabiliyeti içinde kullanabiliriz. Tekmelerimizi de, tabiatıyla bedenimiz belli sınırlar
hareket edebilen yaratılışa sahiptir.
47
Bu sınırlı hareket edebilme kabiliyetlerimiz içinde birbirine benzer görünen tekniklerden oluşan
sistemler arasındaki fark nedir?
Bu farkın oluşmasındaki nedenleri şöyle sıralayabiliriz.
1-Sistem kurucularının, tecrübelerinin, birikimlerinin oluşmasına neden olan olaylarda yüzleştiği
konum ve koşulların şiddeti, nedensellikler, o anki içinde bulunduğu zihinsel, ruhsal durumlar, karşı
verilen tepkiler ve bunların sağlıklı analizleri çok önemlidir. Hepimiz askere gider, hepimiz silah
kullanmasını öğrenir ve atışlar yaparız. Ancak çatışma veya savaşta silahı kullanan ruhsal ve zihisel
yapımızla, atış alanındaki durumumuz aynı değildir. Silahı atış alanında kullanmak gerçek, savaşta
kullanmak ise hakikattir. İşte bu veriler, stratejilerin oluşmasını sağlar. Bu nedenle sistem kişiyi her
türlü konum ve koşullara hazırlamayı hedefler. Bu yol zordur, acıları çoktur, gerek zihinsel gerek
bedensel yüksek dayanıklılık ister.
2-Görselliğe önem veren kurucuların tecrübe ve birikimlerini öğreti durumuna getirirken görselliğe
(gösteriye) verdikleri önem, estetik kaygıları ön planda tutmalarını neden olur. Yani gerçek
mücadeleye karşı duruştan ziyade, mücadeleyi fantastik alana taşıyan, tanımlayan ve buna göre
anlayış geliştiren kurucuların yoludur. Bu yol içinde yarı hayal yarı gerçek unsurlar taşır. Bu tür
kurucular sistemlerinin toplumda yayılmasını ve tanınmışlığını önemserler, sunumda ambalajının
albenili olmasına, yaldızlı söylemlerle, sloganlarla ifade edilmesine daha çok yer verirler. Bu yapıyı
Çin, Kore ve bazı Japon savaş sanatlarında daha belirgin görürüz. Hayali mücadeleyi, gerçek gibi
gösteren bir ambalaj içine koymaya benzer.
Sonuç olarak, savaş sanatları arasındaki farklar tekniklerinin benzerliğinde değil, öğretiyi ortaya koyan
kurucuların mücadeleye nasıl baktıkları, buna bağlı olarak öğretilerinde öne çıkan kaygıları ile
ilişkilidir.
Bu öğretilerin her biri ait oldukları milletin karakterini de yansıtır. Karakterlerinde zafiyetler bulunan
milletler, savaş sanatları ile bu zafiyetlerini örtülemeye, gizlemeye çalışırlar. Savaş sanatları ülkemizde
sanıldığı kadar önemsiz ve gereksiz bir olgu değildir. Özellikle Türk Milleti için önemi çok daha yüksek
olmalıdır. Tarihimizden gelen bir özelliğimiz vardır. Türkler, “ordu millettir”.
Sayokan, Türk Milletinin karakterini taşıyan, yaşatmaya çalışan, estetik ve görsel kaygılardan ziyade,
hakikatle yüzleşmeye hazırlanmak anlayışı üzerine kurulmuş bir Türk savaş sanatı sistemidir.
48
Sayokan’ın teknik farklılıklarını ancak böyle görebilir, anlayabiliriz. Milli karaktere uygun olarak
kavramlar bütününün (terminoloji) meydana getirilmesinde izlenen yöntemde, alplar arası sosyal
ilişkilerde, yarışma alanında yaşatılan ritüellerde ortaya konan farklılıklar, Sayokan’ın Türk Milletine
ait olduğunu ortaya koyar.
EĞER BİR SİSTEM KİŞİYİ YARI HAYAL YARI GERÇEK BİR DÜNYADA MÜCADELEYE HAZIRLIYORSA,
HAKİKATLE YÜZLEŞMEK, İÇİNDE KORKULARI BARINDIRIR. MÜCADELEYE HAZIRLANMAK DEMEK, TÜM
KORKULARIN ORTADAN KALDIRILMASIYLA MÜMKÜNDÜR. BUNUN İÇİN ÖNCE KALBİN HÜR OLMASI,
BEDENİN ÇETİN ZORLUKLARA KARŞI KOYABİLECEK EĞİTİMDEN GEÇMESİYLE MÜMKÜNDÜR.
KUŞAK BAĞLAMA VE SABTUR TÖRENİ
Diğer savaş sanatlarında olmayan farklı başka bir gelenekte “Kuşak Bağlama” dır. Sayokan’ da kuşak
bağlamaya da anlam verilmiştir. Kuşak bele iki kez dolanarak ön tarafta bağlanır. Birinci dolama
“Allah’a”, ikinci dolama “vatan ve millete”, birinci düğüm “sadakati”, ikinci düğüm ise “ilke edindim”
diyerek bağlanır.
49
Siyah kuşak 1.San sekmen ve Tuyun ünvanına sahip alplar siyah kuşaklarını bellerine “Savtur Töreni”
ile bağlarlar. Yani ilk Közgüye katılmış toralplar, közgüde kendileriyle yüzleşme sonunda Türkistan
kapısından başarıyla geçerlerse Savtur törenine katılmaya hak kazanırlar. Bu tören alpın Nogay
kapısındaki süresini doldurup, kapıdan çıkışında yapılır. Nogay kapısından (Azade, salıverme kapısı)
çıkarlar. Savtur, yani sabtur; SAB, söz demektir. TUR ise durmak fiilinden “DUR” emridir. Sözde
durmak, kararını sürdürmek, sözle duruş ortaya koymak anlamına gelir. Bir uğurlama törenidir. Bir
karar verme aşamasıdır. Ya SAYOKAN’dan ayrılıp hayatına devam eder ya da SAYOKAN’ ın içinde
kalıp, ilerleyerek, SAYOKAN içinde kendi yeteneklerine uygun alanda hizmet vermeye karar verir.
Savtur töreni siyah kuşak altı alplara yaptırılmaz. Savtur töreninde alplar kuşaklarını önlerine koyar, 9
adım geri giderler. Savtur törenini bir Aybar ve bir Baş Aybar yönetir.
Savtur töreninin yapılış şekli ve sözleri aşağıdaki gibi uygulanır.
1 – MANAY KAPISI (Örüng Kuşak): Sayokan’a giriş, kabul kapısı.
Aybar: Sayokan’a hoş geldiniz. Adınız “Alp” tır. Alp gibi gir içeri.
Alplar: Ha !
1 ADIM atılır.
2 – TOY KAPISI ( Gök Kuşak): Acemilik, bilgisizlik kapısı.
Aybar: Acemilik korkunuz, cehalet yolunuz olmasın. Cesaret ile gir içeri.
Alplar: Ha !
1 ADIM atılır.
50
3 – KUNT KAPISI (Sarı Kuşak): Dayanıklılık, sadelik kapısı.
Aybar: Çelikten bedenlere selam olsun. Nakşeden eller, anlatan diller daim olsun. Zırhınla gir içeri.
Alplar: Ha !
1 ADIM. atılır.
4 – MAMAK KAPISI (Kızıl Kuşak): Sakinlik, kendine dönüş kapısı.
Aybar: İlim kendin bilmektir. Yolu gönle girmektir. Sükunetle gir içeri.
Alplar: Ha !.
1 ADIM atılır.
5 – KAZAN KAPISI (4 Bulung Kuşak): Tüm emeklerin, karşılığını alma kapısı.
Aybar: 16 bin yıldan beri gelirsin,
İstemi Kağan, Eçim Kağan, Ökül Tigin,
Atilla, Kül-Tigin, Alparslan,
Çağ kapatıp-açan, Fatih Sultan Mehmet Han,
Kamutayın olmaz, mazini unutursan,
Önder Atatürk’ten sana miras, İŞTE TÜRKİYE
Alplar: Ha !
Aybar: Unutmadık, borçluyuz şehitlerimize,
Ne kaybettin, ne kazandın sor gönlüne,
Kazanmaya yol tut, gir içeri.
Alplar: Ha !
3 ADIM atılır.
6 – BAYDAR KAPISI ( Siyah Kuşak): Zenginlik, liyakat, egemenlik kapısı.
Aybar : Bir önüne bak, bir özüne,
Ustalık bedende hak oldu mu?
İlim aklını buldu mu?
Tabgaç yüreğin duruldu mu?
Ver sözünü, tanı özünü.
Erkişi gibi gir içeri.
Alplar: Ha !
3 ADIM atılır.
Yabgu: Aybarların başı! Bu alplar, Türk savaş sanatı Sayokan’da, çıraklıktan ustalık, hamlıktan
olgunluk, cehaletten bilgelik, korkaklıktan cesaret, isyandan şükür kapısının adayları mıdır?
Baş Aybar: Yabgum! Allah şahittir, sende şahit ol, konuklarımızda şahit olsun ki; bu alplar, çıraklıktan
ustalık, hamlıktan olgunluk, cehaletten bilgelik, korkaklıktan cesaret, isyandan şükür kapısının
adaylarıdır. Alplara döner.
Baş Aybar: Dediğim doğru mudur?
Alplar: Ha!
Baş Aybar: Kuşaklar bele !
51
Alplar: Ha! Alplar kuşaklarını bele dayarlar.
Baş Aybar: Allah’a!
Alplar: Ha! Kuşağı bele bir kez dolarlar.
Baş Aybar: Vatan ve millete!
Alplar: Ha ! Alplar kuşağı bele ikinci kez dolarlar.
Baş Aybar : Sadakatı!
Alplar: Ha ! İlk düğümü atarlar.
Baş Aybar: İlke edindim!
Alplar: Ha ! Kuşaklarını bağlamayı bitirirler.
Yabgu : Hayırlı olsun ! Devletimiz, bayrağımız, milletimiz yüreğinizde daim, bedeniniz avar olsun !
Alplar: Ha!
Alplar sağ ayaklarını sol ayaklarının yanına koyarak hazır ol pozisyonuna geçerler.
7 – NOGAY KAPISI: Serbestlik, azade kapısı.
Baş Aybar: Yolunuz atkın, bahtınız açık olsun !
Alplar: Ha !
Sol baştaki alp halka oluşturmak üzere hareket eder. Davul ritmi ile düzenli yürünür. Halka
oluştuğunda.
Baş Aybar: Milletlerin tarihini bilmeyen nesilleri, içlerinde milletlerine karşı canlı bir ilgi ve sorumluluk
duygusu da hissetmezler. Böylelerinin yabancı tesirlere kapılması ve yabancılara köle olması çok
kolaydır.”
“Ey Türk ! Yukarıda gök çökmedikçe, aşağıda yağız yer delinmedikçe senin ilini töreni kim
bozabilir? Tanrım! Dirlik ve birliğimizi, vatan ve milletimizi iç ve dış düşmanlardan ve Allah’a karşı
mahcup olmaktan bizleri koru.
Alplar: Ha !
Alplar halkadan dirsek temasla tek sıra olurlar. Karşılarında duran Türk Bayrağına eğer varsa
protokole, selam verilir. Daha sonra misafirler başta olmak üzere yemekler yenir, sohbetler edilir.
52
Savaşçının yolu der ki; Bir kimse tehlikeli bir yolu bilse ve bildiği halde o yoldan gitse ona cahil denir.
Savaşçının yolu der ki; Tedbirli olmak kadar akıllılık yoktur. Eziyet etmekten sakınmak kadar sakınma,
güzel ahlâk gibi asalet ve kanaat kadar zenginlik de yoktur.
Savaşçının yolu der ki; ilim, fiili için yaratılmıştır, yoksa sırf bellenmek ve milleti anlatmak için değil.
Önce öğren, ardından gereğini yap ve daha sonra da başkalarına öğret.
Savaşçının yolu der ki; Dünyalıklara kavuşmuşsun, elindekileri kaybetmişsin, halk sana iltifat etmiş
veya sırtını dönmüş, bunların hiç birine aldırma. İşte bu kıvama geldiğinde insanların en güçlülerinden
olursun.
Savaşçının yolu der ki; İkiyüzlü riyakar konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde sözünde durmaz,
güvenildiğinde hainlik yapar.
Savaşçının yolu der ki; Dünyada bel bağladığın herkes ve her şey senin tanrın, kendisinden korktuğun
veya umduğun herkes senin ilahın demektir. Hayali çok olanın tanrısı da çoktur. Çok hayal peşinde
koşan dünyaya elini açıp dilencilik yapan adama benzer. Ya da arzularına kul olmuş zalime benzer.
Savaşçının yolu der ki; Hiçbir nimet yoktur ki yanı başında bir sıkıntı bulunmasın, hiçbir başarı yok ki
tasa içermesin, hiçbir genişlik yok ki beraberinde bir darlığı barındırmasın.
Savaşçının yolu der ki; Konuşmak istediğinde önce konuşacağın şey üzerinde düşün, konuşmaya
yönelik niyetini düzelt ardından konuş…Bundan ötürü şöyle denilmiştir. “Cahilin dili kalbinin önünde,
akıllı ve bilgili kişinin dili de kalbinin arkasındadır.
Savaşçının Yolu der ki; Bir kimseye ok atılmasını söz atılmasından daha çok severim. Çünkü ok yerini
bulmayabilir. Ama dilden çıkan söz yerini bulur.
Savaşçının Yolu der ki; Üç kimse, ancak üç şeyin zuhurunda bilinir.
1.Halîm olan, ancak öfke anında belli olur.
2.Kahraman ancak harpte belli olur.
3.Kardeşlik ancak ihtiyaç zamanı anlaşılır.
53
Savaşçının Yolu der ki; Bir kimse kibri bırakırsa, tevazuyu başarır. Bir kimse boş sözü bırakırsa,
hikmeti (Doğru hükmü) bulur. Bir kimse, alay etmeyi bırakırsa değer kazanır. Bir kimse, halkın
elindekine göz dikmezse insanlardan sevgi görür. Bir kimse, onun bunun ayıbını araştırmazsa kendi
ayıplarını kapatır.
Savaşçının Yolu der ki; Bir alim, ilim ile ahiret isterse hiç kimseye haset etmez. Kimse de onu
kıskanmaz, ona haset etmez. Ama dünyalık için ilim tahsili yapanlar birbirlerini kıskanır, çekemezler.
Savaşçının Yolu der ki; Bir kimse, sende olmayan bir özellikle seni överse bil ki bir gün sende olmayan
bir vasıfla da seni kötüler. Ondan emin olma, ona güvenme.
Savaşçının Yolu der ki; Temiz bir kimseye atılan iftira göklerden daha ağırdır. Kanaatkâr kalp,
denizden daha derindir. İnsandaki hırs, ateşten daha yakıcıdır. İnsanın muhtaç olduğu şeyi elde
edemeyişi zemheriden daha soğuktur. Dedi kodu en öldürücü zehirden daha tesirli bir zehirdir.
Savaşçının yolu der ki; İlmin birincisi susmaktır. İkincisi dinlemektir. Üçüncüsü korumaktır.
Dördüncüsü gereğini yapmaktır. Beşincisi ilmi yaymaktır.
Savaşçının yolu der ki; Bir ilim sahibi bildiği ile amel etmeyince, cahil ondan bir şey öğrenmek
istemez. Bir âlim bildiğini işlemezse, ilminin ne kendisine ne de bir başkasına faydası olur.
Savaşçının yolu der ki; İnsan öğrenci olmadıkça âlim olamaz. Bildiği ile amil olmadıkça hakiki âlim
olamaz.
Savaşçının yolu der ki; İlimsiz iyilik yapmaya çalışan, yola ters giden gibidir. Ne kadar yol almaya
çalışsa, o kadar uzaklaşır. Ve yıktıkları yaptıklarından daha fazla olur.
Savaşçının yolu der ki; Soruldu: “Bir kimsenin ne zamana kadar ilmi öğrenmesi güzel olur?” Şöyle
dendi: “Kendisine cehalet kötü, ilim öğrenmek iyi gelinceye kadar”.
Savaşçının yolu der ki; İlim yalnızlıkta yoldaştır. Gurbetlikte arkadaştır. Halvette konuşan sırdaştır.
Gizli yönlere delildir. Darlıkta yardımcıdır. Dostlar katında süstür. Düşmanlara karşı silahtır. Allah
toplulukları ilimle yükseltir ve onları iyilikleri yaymada önder kılar, idareciler eyler. Onların
eserlerinden faydalanılır. İşlerine uyulur.
Savaşçının yolu der ki; İki kimse doymak nedir bilmez. İlim öğrenen ve dünya isteyen. Ancak bunları
bir tutmak olmaz. İlim öğrenen Tanrı’nın rızasını kazanır. Dünya peşinde koşan ise onu buldukça
azgınlığı artar.
Savaşçının yolu der ki; Akıllı kimdir? diye sordular. Şöyle dediler: Açıkta yapınca utanacağı bir şeyi,
gizlide de yapmayan kişidir.
Savaşçının yolu der ki; Bir kimse, bilginlerle oturursa vakar sahibi olur.
Savaşçının yolu der ki; Bir kimse ecelin geleceğini bilirse, emelini azaltır.
Savaşçının yolu der ki; Hayalleri geniş ve çok olan, hakikatlerle yüzleşmekten korkar ve kaçar.
Savaşçının yolu der ki; Savaşa giren kendi kanıyla oynar. Kaçan ise ordusunun kanıyla oynuyor
demektir.
Savaşçının yolu der ki; Fena bir demirden nasıl ki iyi bir kılıç yapılamazsa, soysuz bir insan da terbiye
ile adam olamaz. Çorak yerde sümbül yetişmez. Onun için boşuna emek sarf etme. Fenalara iyilik
yapmak, iyilere kötülük etmek demektir.
54
Savaşçının yolu der ki; Kabiliyeti olmayan bir kimseyi terbiyeye kalkışmak, kubbe üzerinde ceviz
durdurmaya uğraşmak gibidir. Alçak ve sütü bozuk kimse ile vakit geçirme, çünkü hasır kamışından
şeker yiyemezsin.
Savaşçının yolu der ki; Zenginlik malla değil, hünerledir. Büyüklük yaşta değil, baştadır.
Savaşçının yolu der ki; Eğer iğnesinin acısına dayanamayacaksan parmağını akrebin deliğine sokma.
Savaşçının yolu der ki; Vefa denilen şey bu dünyada ya hiç yoktur, kuru bir söz ve boş bir laftan
ibarettir, yahut da artık bu zamanda vefalı insan kalmamıştır. Benden ok atmayı öğrenen bir kimse
görmedim ki, sonunda bana nişan almasın.
Savaşçının yolu der ki; Kimse cehaletini itiraf etmez. Yalnız başkası sözünü bitirmeden kendisi söze
başlayan müstesna.
Savaşçının yolu der ki; İlim dini beslemek içindir. Dünyayı yiyip yutmak için değil.
Savaşçının yolu der ki; Günahtan çekinmeyen alim, elinde meşale tutan köre benzer. Herkese yol
gösterir fakat kendisi göremez.
Savaşçının yolu der ki; Düşmanın nasihatını kabul etmek hatadır. Ancak dinlemek yerinde olur. Çünkü
dinlersin ve dediğinin tam aksini yaparsın. Bu da en doğru hareket olur.
Savaşçının yolu der ki; Ahmak adam, övülmekten hoşlanır. O, bacağından üfürülerek şişirilen koyun
gibidir. Seni öven kendi çıkarı için över. Bir gün onun istediğini yapmazsan, yaptığı övgülerin iki yüz
misli senin ayıplarını sayıp döker.
Savaşçının yolu der ki; Çabuk hasıl olan şey çok devam etmez. İşler sabırla hasıl olur, acele eden tepe
taklak gider.
Savaşçının yolu der ki; Bir cahil için en iyi şey susmaktır. Ne var ki bunu bilseydi zaten cahil olmazdı.
Savaşçının yolu der ki; İlim okuyup öğrenip de amel etmeyen kimse öküzle çift sürüp de tohum
ekmeyen kimseye benzer.
55
Savaşçının yolu der ki; Alçak bir adama lütufla, hoşlukla ve tatlılıkla bir söz söylersen kibri ve
serkeşliği artar.
Savaşçının yolu der ki; Yoldan çıkmış zavallı bir cahil, günahtan çekinmeyen alimden daha iyidir.
Çünkü o körlüğü sebebiyle yoldan çıkmıştır, öbürü ise iki gözü gördüğü halde kuyuya düşmüştür.
Savaşçının yolu der ki; Senden korkan adamdan emin olma, Allah’tan korkan kimseye emniyet et.
Savaşçının yolu der ki; Dünyada iki çeşit insan kuyu kazar, birisi hayır sahibi olan, ötekisi de fena ad
kazanmış olan. Hayır sahibi her susayan su içsin diye, kötü adam da halk oraya düşsün diye kuyu
kazar.
Savaşçının yolu der ki; Ey ülkeler zapt etmek isteyen padişah! İki sınıf insanın gönüllerini al, onları hoş
tut. Birisi askerler, ötekisi de hüner ve marifet sahibi bilgili insanlar.
Savaşçının yolu der ki; İnsan olanlara mahsus iki meziyet vardır. Birisi kalem ve sanat, ötekisi de kılıç
sahibi olmak.
Savaşçının yolunda, nefsimizi terbiye etmek, duygusallık ve taassuptan kurtulup kalp ve akıl ile
yürümek, yukarıdaki tecrübeleri yaşam haline getirmek için Sayokan alpları olarak öğrenciliğimiz
ölene kadar sürecek.
Öğrenci olmak bilgi kapısını, içeri girmek kalbin kilidini açar, akıl kalp içinde yaşar, rehberi kalp olan
akıl doğruyu-yanlışı tanır, cesaret bilgili akıl ve hür kalple ile mümkündür.
Zeka, aklın kardeşidir. Yani kalbin uyarılarını dikkate almayan akıl, zekadır. Bundan dolayı kalbi değil
duyguları dikkate alır. Kalpten uzak akıl yani zeka, bitmez tükenmez dünyevi arzulara ulaşabilmenin
kurnazlık ve hile yollarını bulur ve hazırlar.
56
Kurnazlığı ve hileyi kalp kabul etmez buna vicdan denir. Kişi, hile ve kurnazlık sonucu elde ettiğini
kazanç gibi görse de kalbinin kabul etmediğini çok iyi bilir. Çünkü hangi dinden olursa olsun kalplerin
yüzü Allah’a dönüktür ve kandırılamaz. Bu tür uyarıları dikkate almayan akla zeka demiştik. Uyarıları
dikkate almamak alışkanlık haline gelirse, kalbinden gelecek uyarıların şiddeti gün be gün azalır, bir
gün gelir kalp kilitlenir.
Çevremizde, film diyaloglarında sıkça duyduğumuz bir tavsiye vardır, “kalbinize danışın.”, “kalbine
sor.” Bu tavsiye doğru bir tespittir.
Akıl, sahip olduklarını kaybetme korkusu duymaz, zeka sahip olduklarına sımsıkı duygusal bağ ile
bağlanmıştır. Kişiyi, bu duygusal bağlar yönetir ve yönlendirir.
Sahip olduklarını kaybetme duygusunun hakim olduğu kişiler olaylara, serin kanlı, sükunet içinde
bakamaz, tepki veremez. Bundan dolayı çevremizde, oturduğu makamı, altındaki arabayı, şöhreti,
servetini, kaybetme duygusunu yaşayan insanların davranışlarındaki neden-sonuç ilişkilerini akıl ile
analiz etmek mümkündür. Çünkü zeka “ben” der, akıl “biz” der. “Ben” kaybetmekten korkarak, “biz”
paylaşarak varlığını sürdürür.
Akıl, katma değer üreten, zeka ise tüketendir. Akıl, ölçü koyandır (Kadir) veya Allah’ın kainatta
koyduğu ölçüye (kadere), evrensel düzene uyumlu olandır, zeka ise ölçüsüzlüğü özgürlük, var olan
evrensel düzenin yerine çıkar(lar)ı uğruna yeni düzen inşa etmeyi güç olarak görür.
Akıl, bir ve beraberliği inşa eder, zeka ise beraberliklerde “ben” derdine düşer. Aklın hüküm sürdüğü
beraberliklerde zeka, çıkarını elde edinceye kadar sabırlı, çıkarını elde edince veya edemediğinde
bozgunculukta aceleci olur ve kaçar. Zekanın hüküm sürdüğü beraberlikler ise şeytan pazarına tezgah
kuranların, çıkarları uğruna bir gün toplandıkları, sonra dağıldıkları Pazar yerine benzer.
Bundan dolayı kişisel gelişimde öncelikle zeka ve aklın tanıtılmasının gerekli olduğunu düşünüyorum.
Aklın fazileti, zekanın oyunları üzerine çok şeyler yazılabilir. Bunca sözün gayesi, Sayokan ve
Yesüken’in kalbe ve akla verdiği değeri, Türk gençlerinin bu yol üzerine eğitilmeleri amacını ifade
etmek içindi.
Sayokan’ın maddiyesi ve maneviyesi konusunda bir fikir verdiği umudunu taşıyorum.
57
SAYOKAN DÜNYA FEDERASYONU – SAYOKAN WORLD FEDERATION
:GUDUYU:NIÇ:NAKOYS:
Sayokan Dünya Federasyonu “Yabgu” Nihat YİĞİT tarafından 07 Aralık 2005 tarihinde dernekler
kanununun verdiği izin çerçevesinde kurulmuştur. Bütün resmi faaliyetlerini bu federasyon çatısı
altında gerçekleştirmiştir.
Sayokan Dünya Federasyonu, yurt dışındaki faaliyetlerini tüzük hükümlerine göre atadığı ülke
temsilcilikleri ile yürütmektedir. Bütün faaliyetlerini ise tüzük hükümlerine göre oluşturduğu
yönetmelikler çerçevesinde gerçekleştirmektedir.
Sayokan Dünya Federasyonu, Japonya, Çin, Kore ve Tayland gibi milli savaş sanatlarına sahip ülkelerle
rekabet edebilmek için 80 bin metrekarelik alan üzerine kurulu bir dünya merkezi (Türük Korgan)
projesini hayata geçirmiştir. 140 yataklı, lokantası, kafeteryası, konferans salonu, yarışma alanı içerikli
tesiste ayrıca, Türk Kılıç Sanatı- Yesüken, okçuluk ve atlı okçuluk gibi dallarda da hizmet verecektir. Bu
tesisin mimarisi, 1500 yıl öncesine ait Türk otağ mimarisine göre tasarlanmıştır.
58
Yapımı devam eden Türk savaş sanatları dünya merkezi projesinin görseli
Sayokan Dünya Federasyonu kurulduğu tarihten bu güne yüzlerce faaliyet gerçekleştirdi. Bu
faaliyetlere binlerce kişi katıldı.
Sayokan Dünya federasyonu kurulduğu günden beri yetiştirdiği yurt içi ve yurt dışı kadrolarıyla
faaliyetlerini sürdürmektedir.
Sayokan Dünya Federasyonu yurt dışı temsilcilikleri (İl-Etirişleri);
AZERBAYCAN
Bahmanyar
Aliyev
ABD
David Cialini
ALMANYA
Süleyman Dokumacı
BELÇİKA
Selim Demir
HOLLANDA
Emirhan Kuzu
GÜRCİSTAN
Faiq Mamedov
HİNDİSTAN
Ajaz Resool Mir
İRAN
Alireza
Nabipoor
KIRGIZİSTAN
Nurlan Şerimbek
NEPAL
Tripal Lama
TÜRKİYE
Tuna Kolbaşı
59
Sayokan Dünya Federasyonu Türkiye içi kadroları;
NİHAT YİĞİT
HALİL KOZANOĞLU
TACETTİN KESKİN
MURAT ÇEKİÇ
MAHMUT ARSLAN
ALİ MÜLAYİM
İLKER ERDÖNMEZ
MUSTAFA KAYNAK
HABİP AKDAŞ
MEHMET DÖKER
M. FATİH UYSAL
MUTLU KAPLAN
MUSTAFA DÖKGÖZ
SEDAT BOZLAK
MEHMET NURYÜZ
AHMET KORKMAZ
AYHAN
YALÇINKAYA
ERKAY AKKAN
H. İBRAHİM ÖZGÜN
AHMET TURAN
YURDAKAN
TUNA KOLBAŞI
KANDEMİR ERTENLİCE
UFUK ÖZEN
YILMAZ ÜSTÜN
ZAFER GÜNEY
ZVIADI KATAMADZE
SEFA NACAK
ERDEM ÖZDEMİR
ÖMÜRHAN DÖNMEZ
MUHAMMET
AYDIN
UĞUR
KÜÇÜKTÜRKMEN
AYŞE ÖZKAYA
HATİCE ÇEKİÇ
MEHMET SANCAR
MUSTAFA YASAK
60
MEHMET EROĞLU
BURAK GÜNDOĞDU
ZAFER DEMİROK
HAMDİ ÇALIŞKAN
İSMAİL AYDIN
SERDAR SARAR
Sayokan Dünya Federasyonu Yönetim ve denetleme Kurulu üyeleri;
AHMET YAŞAR
TANRIVERDİ BAŞKAN
AV. BAKİ ASLAN B.YARDIMCISI
PROF. FATİH AYDIN
GEN. SEKRETER
DOÇ.DR. OSMAN
ÇEPNİ MUHASİP
BİLAL YATMAZ Medya ilişkileri
İLKER ERDÖNMEZ
Eğitim
DOÇ.DR. GÜZİN KANTÜRK YİĞİT Den.Krl.Başkanı
ÖĞR. FATMA
ÖZTÜRK DENİZ Den.Krl.
SEDAT ERDEN
Den. Krl.
Sayokan’a hizmet vemiş ve hala destek vermeye devam eden, geçmiş Yönetim Kurulu üyelerimiz ve
idarecilerimiz..
PROF.DR. ÜNAL
ÖZDEMİR 7. ve 8.DÖNEM
FED.BAŞKANLIĞI
EM.ALB. O.SELİM
YÜCEORAL 4.5. ve 6 DÖNEM FED.BAŞKANLIĞI
PROF.DR. MÜCAHİT
COŞKUN BŞK. YARDIMCILIĞI
UMUT ODABAŞI
İŞ ADAMI ÜYE
EMİRALP
EMİROĞLU İŞADAMI
ÜYE
61
DOÇ.DR. TAŞKIN
DENİZ GEN. SEKRETERLİK
MERHUM BEKİR
GÜRAL ÜYE
İSA ALEMDAĞ
İNGİLTERE TEMSİLCİLİĞİ ve
BŞK.YARDIMCILIĞI
ÖNSEL ÜNAL
MEDYA İLİŞKİLERİ ÜYE
DOÇ. DR. ERSİN
ÇELİKBAŞ ÜYE
62
SAYOKAN DÜNYA FEDERASYONU ONGANI (LOGOSU)
Sayokan Dünya Federasyonu'nun onganı, Türklerin tarihte KÜN-EKİ kültünü ve tüm dünya Türklerini
ifade eden bir ongandır. KÜN, güneş, EKİ ise eşi anlamında AY’ dır.
Güneş içindeki “Bozkurt” ise, "OK" ve "ON" Türk kavimlerinin ortak anlam yükledikleri bozkurttur. Her
iki kavim, bozkurdun ışık yeleli olarak gökyüzünden geldiğine inanırlar. Daha sonra M.Ö. 1800' lü
yıllarda ise "Ergenekon" destanına konu edilmiştir.
Güneş ve hilal içerikli sembolü Osmanlı devletinde de görmekteyiz. Hilal içinde güneş Osmanlı Devleti
armasında en tepede kullanılmıştır. Yine 1485 yılında Osmanlı Ak Sancağında Hilal ve Güneş (Kün-Eki)
sembolü kullanılmıştır.
OSMANLI ARMASI
AK SANCAK
Genel olarak her halkın kendine özgü bir kültür yapısı vardır. Bu kültür yapısı genellikle halkın yaşadığı
bölgenin yapısına göre şekillenir. Türk kültürü de buna uygun olarak Asya'nın bozkır yapısı üzerine
oluşmuştur. Bozkurtlarda bu oluşumun getirilerinden biridir.
63
"Bozkurtlar, düzenli bir grup, aile şekliyle hareket etmeleri, avlanmaları sebebiyle Türklerin dikkatini
çekmişlerdir. Bozkurtların dini olarak gökyüzüne bakarak ulumaları(Türkler dua ettiklerini sanırdı) ,
askeri olarak avlanırken kullandıkları taktikler başta olmak üzere; yaşam şekilleri Türkleri etkilemiş ve
onları örnek almalarını sağlayarak başlıca bir kültür öğesi haline getirmiştir. Örneğin Türklerin
savaşlarında sıkça kullandığı Hilal taktiği (Turan taktiği), bozkurtların avlanırken kullandığı bir hareket
şeklinden türediği öne sürülmektedir.
Yol gösterici, kutlu kurt, tüm Türk ve Moğol boylarının ortak sembolüdür. Kurt sürülerinin başında
bulunup idare eden kurtlara da Gökkurt denilir. Kaskır ve Börü kelimeleri de değişik lehçe ve şivelerde
kurt demektir. Bozkurt gökyüzünü temsil eder. Alageyik ise yeryüzünün simgesidir. Savaşçılığı ve savaş
ruhunu, özgürlüğü, hızı, doğayı temsil eder. Türk ulusunun başına bir iş geldiğinde, bir tehdit
belirdiğinde ortaya çıkar ve yol gösterir. Çadırların önüne tepesinde altından kurtbaşı bulunan direkler
dikilir.
"Başkurtların destanlarından biri şöyledir. İslamiyet öncesi dönemin izleriyle karşılaşmaktayız.
Destanlardan birisi onların İslamiyeti kabulüyle alâkalıdır, o da şöyledir: “Hz. Muhammed (SAV),
İslamiyeti öğretmek amacıyla üç din görevlisini Ural Dağları bölgesine göndermişti. Bunlar yola
çıktıktan sonra, Ural Dağlarına kadar onların önüne bir “Bozkurt” çıkarak, rehberlik yaptı. Ural’ın
etekleri etrafında yaşayan bu Türk kavmi de, Müslümanlığa girmesinin ardından kendisine Başkurt
adını aldı” (Prof.Dr.Saadettin GÖMEÇ)
Ayrıca Türk orduları kurt kafası resmi olan bayraklarla savaşa gitmiş ve hatta ordunun yüksek
düzeydeki önderlerine doğrudan Böri (Kurt) denmiştir.
Dünyada milli savaş sanatlarına sahip ülkelerin logolarında, sertifikalarında kendilerini temsil ettiğine
inandıkları hayvan sembolleri vardır. Örneğin, Çin savaş sanatlarında "Ejderha", Japon savaş
sanatlarında "Turna kuşu", Amerika savaş sanatlarında "Akbaşlı kartal", İngilizlerde "Aslan", Ruslarda
ayı, Fransızlarda horoz, Almanlarda "Kartal" hatta Alman millet meclislerinde dev bir kartal büstü
vardır.
Almanya millet meclisindeki kartal
Japon turna kuşu
64
Birleşik Krallık-İngiltere armasında aslan
ABD Başkanlık arması
Çin ejderhasını Çin’ de çatı mimarisinde, mabetlerde, resmi basılı evraklarda, festivallerde,
tiyatrolarda görmek mümkündür.
Bu hayvan sembolleri savaş sanatları sertifikalarında ve her türlü belgelerinde kullanılmaktadır. Orta
Asya'da M.Ö. 12 bin yıllarından beri tarih sahnesinde yer almış Türkler yani "OK" ve "ON" kavimleri
M.Ö. bozkurt sembolünü yaşatmış ve kullanmışlardır. Bu gün bu kavimlerin torunları Altay,
Özbekistan, Kırgızistan, Kazakistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Tataristan, Tungus-Mançurya,
Buryatlar, Tuva, Saka-Yakut, Başkurtlar hala bu bozkurt sembolünü kullanmakta, şarkı kliplerinde
görselleştirmekte hatta bazı Türk Cumhuriyetlerinin şehirlerinde meydanlarda bozkurt heykelleri
bulunmaktadır.
Kazakistan
65
Türük-Bil devletinin ilk bayrağı (M.Ö 879-525
arası)
Türük-Bil devletinin Doğu-Batı olarak
ayrıldığında bayrağı (M.Ö 525-M.S.580 arası)
İstemi Kağan’ın M.Ö.879 yılında kurduğu Türük-Bil devletinin sancağında tek başlı kartal
bulunmaktaydı. Türük-Bil devletinin İkinci hanedanlığının birinci kağanı İl-Etiriş Kağan’ın (M.Ö. 565 –
538) büyük kardeşi Eçim Kağan (M.Ö. 538 – 525 İt yılı) kağan oldu. Eçim Kağan döneminde Türük-Bil
(İkiti Etigmiş Bil) ikiye bölünmüştür. Lakin her iki Türük-Bil yönetimi Ötüken-Yış (merkezi yönetim)
kağanının elindedir.
Sanıyorum, Selçuklu devletinin çift başlı kartalı, Türük-Bil devletinin çift başlı kartalı ile yüksek
muhtemeldir ki ilişkilidir.
Türklerin bozkurt sembolü Cumhuriyet döneminde de kullanılmıştır.
Atatürk, Adliye Eski Vekili Mahmut Esat'a "Bozkurt" soyadını verirken; 1935 yılında üretilmeye
başlanan sigaraya "Bozkurt" adını koyarken ve bu sigaranın kapağındaki ongunun/amblemin
"Bozkurt" resimli olmasını isterken; 1927'de piyasaya çıkarılan 5 ve 10 liralık kağıt paralar üzerine
bozkurt resmi koydururken "Türk İzci Ocağı" bünyesindeki çocuklara "Yavru Kurt" adını verirken,
"Bozkurt"a ve Türk tarihine olan özel ilgisini göstermiştir. Resmi olarak Bozkurtun ilk kullanımı
Atatürk'e aittir. TBMM hükümetinin 23 Ocak 1922 tarihinde Mustafa Kemal Paşanın emriyle
bastırdığı ilk pulda Bozkurt resmi vardır. Atatürk ilk yolcu gemimizin adını Bozkurt koymuştur. Yine
1924'te Edebiyat Fakültesi bünyesinde Atatürk'ün emriyle Fuad Köprülü tarafından kurulan Türkiyat
Araştırmaları Enstitüsü'nün sembolü meşale tutan bir bozkurttur. Yine Atatürk döneminde devlet
okullarında okuyan öğrencilerin şapkalarında da Bozkurt sembolü yer almıştır. 1935 yılında piyasaya
bozkurt isimli bir sigara çıkarılmıştır. Bu sigaraların üzerinde de bozkurt resmi yer almaktadır. Ankara
Ulus heykelinde de bozkurt yer almaktadır."
PUL
10 LİRA
SİGARA KUTUSU
66
PUL
5 LİRA
PUL
TBMM
PETROL OFİSİ
Kırgızistan Sınır koruma simgesi
Kırgızistan devletinin şöyle bir açıklaması vardı. "Kırgızistan Sınır Koruma Hizmeti simge ve bayrağını
belirledi. Kırgızistan Sınır Koruma Hizmeti Basın Müşavirinin açıklamasına göre Hizmet kendi simge ve
bayrağını belirtti. "Börü" veya kurt adını taşıyan Sınır Koruma Hizmeti artık kurdun başının resmini
simge olarak taşıyacak. Tüm baş giysileri de yeşil renkten yapılacak."
67
Türk Kılıç Sanatı - Yesüken
YESÜKEN :nküsy:
Türk tarihinde silahsız savaş sanatı belgeleri olmadığı gibi, kılıç sanatı hakkında da detaylı belgeler
maalesef yok. Yani kılıcın nasıl kullanılacağı, sıkıdüzeni (disiplini), kısacası uygulamalı eğitimini içeren
belgeler bulunmamaktadır.
Türk kılıçlarının hangi dönemde ne tür biçimleri olduğu konusunda geniş bilgi ve belgeler aktaran Türk
tarih profesörü merhum Bahaeddin ÖGEL’in “TÜRK KILICININ MENŞE VE TEKÂMÜLÜ HAKKINDA” eseri
yararlandığım kaynaklar arasındadır.
Uzakdoğu’da kaldığım 5 yıl boyunca Japonların, Korelilerin ve Çinlilerin kılıca verdikleri önem,
yükledikleri anlam ve yaşatmaya çalıştıkları kültürleri, diğer savaş sanatlarında olduğu gibi kılıç
sanatlarında da dikkatimi çekmişti. 14 bin yıldır dünya üzerinde ve dünya tarihinde yaşamaya devam
eden, Asya’yı şekillendirip, Türkistan adını koyan, asırlarca üç kıtaya hükmeden, silah kültürünü
oluşturmuş Türk Milletinin kılıç sanatının olmayışı Sayokan’ da olduğu gibi düşünülemezdi.
68
Türklerin ok, yay ve kargı (mızrak) yapımı ve kullanımındaki ustalığı kadar kılıçta da ustalığı olmalıydı.
Türklerin demiri işlemedeki uzmanlığı herkesçe malumdur. Türk kılıç sanatının uygulama alanında
tarihi belgelerin olmayışı Türklerin kılıç ustası olmadığı anlamına gelmezdi.
Türk kılıç sanatı oluşturma çalışmalarım 2002 yılında başladı, çalışmalarımı derleyip toplamam ve
eğitim biçimlemesi (formasyon) haline getirmem 2009 yılında oldu.
Sayokan’da olduğu gibi, sıradüzenini (hiyerarşi), töresini, kavramlar bütününü (terminoloji),
uygulamada basitten zora doğru giden eğitim biçimlemesini, sınav yöntemleri ve daha birçok başlığı
içeren bir sıkıdüzeni (disiplini) olmalıydı. Ama hepsi Türkçe ve Türklere ait olmalıydı.
Herkesçe malum olan önce ad koyma ile başlamam gerekiyordu. Sonra kullanılacak eğitim kılıcının
(urungu) hangi döneme ve biçime ait olması, kıyafetleri (çapan-yalman), onganı (logosu) gibi birçok
konuların şekillenmesi/belirlenmesi gerekiyordu.
Önce oluşturduğum Türk Kılıç sanatının adını belirlemekle başladım; adını YESÜKEN koydum.
Türklerin 6. yüzyıl ve öncesini temel olarak aldım. Çünkü Türklerin 6. yüzyıl ve öncesi tarihi yok
sayılmış, muamma olarak nitelenmiş veya M.Ö.3. yüzyılda Mete Han ile beraber başlatılmış, çok
belirgin olmayan, dünya medeniyetinde yer verilmeyen bir dönem olarak karanlıkta bırakılmıştır..
Maalesef hala merhum Sayın Kazım MİRŞAN hocamızın dışında genel algıyı düzeltecek çalışmalar
yapamayan, gerçek bilimsel belgelere sırtını dönmüş, Çin kaynaklarını temel alan tarihçilerimiz
“GÖKTÜRK” adını verdikleri, MS. 6-7.yy arasına sıkıştırılmış Türk tarihini(!) anlatmaktan vaz
geçmiyorlar.
69
Yesüken sözcüğü, Urkun (Orhun) Türkçesi olup, "yasaya bağlı, yasadan yana olan" demektir. Başka
Türkçe lehçelerde aynı anlam "Yasagay, Yasuga, Yesüge" olarak da söylenmiştir. Cengiz Kağan'ın
babasının adı da Yesügey'dir.
Türkler hangi yasaya bağlı olmuşlardır? Hiç kuşku yok ki Tanrı’nın yasasına, Tanrı’nın yaradılış
kanunlarına ve toplumların bu kanunlarla uyumunu sağlayacak bilgiye bağlı olmuşlardır. Akıllı
milletler bu bilgiler aracılığı ile doğayı hem korur hem de doğadan yararlanırlar. Doğayı korumak için
yasalar oluştururlar. Bu yasalardan kültür oluşturulur, doğayı korumak için yasanın yerini yaşayan
kültür alır. Yani Türkler tabiatı, tabiatta var olan döngünün kanunlarını, millet olarak bu kanunlarla
uyumu, astro-fiziği iyi bilen, Tanrı’nın bir ve tek olduğunu, nasıl bir toplum düzeni istediğini, bireylerin
milletine ve devletine karşı sorumluluklarını, ahiret inancını, bir vesileyle öğrenmiş ve uygulamıştır.
“Tengri törü” Tanrı’nın yasasını “İl-Törü” ye yani halk yasasına dönüştürerek Anayasasını Tanrı’ya
uyumlu olmak olarak hayata geçirmişlerdir. Çünkü kainatı yaratan bir ve tek olan Tanrı’dır. Tabiatla
uyumlu olmak, Tanrı’nın yaradılış kanunlarıyla uyumlu olmak demektir. Günümüzde evrenin
kanunları ve evrensel değerler denilenler de bunlardır.
Sonuç olarak, Tanrı’nın yasalarına bağlı olan anlamında YESÜKEN adını tercih ettim.
Yesüken’de iki tür eğitim kılıcı (urungu) kullanılmaktadır. Bunlar aşağıda görüldüğü üzere, biri Altay
Türklerinin diğeri ise Yenisey Kırgız Türklerinin kılıç modeli örnek alınmıştır.
(Türk Kılıcının Menşe ve Tekamülü hakkında, Prof.Dr.Bahaeddin ÖGEL, s.445)
70
KILIÇ
Kılıç, çağımızın günlük hayatında nerede durursa dursun; ister bir köşe süslesin, ister bir müzede
dursun neticede bir silahtır. Patlayıcı silahların icat edilmediği çağlarda, bir savaşçının olmazsa olmaz
tek dayanağıydı. Kılıcın erdemleri vardı ve olmalıydı da. İyi çelikten yapılmış bir kılıç ancak çelik gibi
karaktere sahip savaşçıların eline yakışırdı. Çelik gibi karakter, çeliği iyi dövülmüş kılıçtan gelir.
Özellikle erdemli, adaletli savaşçıların elinde faklı bir anlama sahiptir. Türklerde kılıç kınından Tanrı
(Tengri) adaletini yeryüzünde yaşatmak, vatanı savunmak, namusun bekçiliğini yapmak için çıkar.
Kılıç, savaşçı ile bütünleşmiş, savaşçının bir uzvu haline gelmiş bir araçtır. Türk töresinde “at, katun,
silah” deyişinin ayrı bir yeri vardır. Bu üç öge de önemlidir, başkalarıyla paylaşılmaz. At, Türk
savaşçısının yol dostu, savaşta yareni, ruhen birbirleriyle bütünleştikleri bir can yoldaşıdır. Katun, Türk
savaşçısının namusu, kalplerinin birbirine destek verdiği, sadakatin ölümüne ortaya konduğu, ömür
yolculuğunda sevgiyle el ele, gönül gönüle beraber yüründüğü can dostudur. Katun, aile olmayı
sağlayan, anaç özelliği ile saygıdeğer bir varlıktır. Allah’ın erkeğe emanetidir. Silah ise bir savaşçının
hayatta kalmasını sağlayan önemli uzuvlarından biridir.
Kılıç, Türk töresinde erkişi elinde bir değerdir ve anlamı vardır. Kılıçla oyun olmaz, kılıç anlamsız
kınından çıkmaz, başkasına verilmez. Kılıç barışın da teminatıdır.
71
URUNGU ( Ahşap talim kılıcı) :
Yesüken eğitimleri, urungu denilen ahşap talim kılıcı ile yapılır. Ahşap olan urungu, kılıça verilen aynı
değerdedir. Urunguya bir tahta, ahşap gözüyle bakılmaz, başkasına verilmez, herhangi bir yerde
unutulmaz, oraya buraya konulmaz. Yesüken’de başarılı olmanın yolu, urunguya bir ağaç gözüyle
değil, bir kılıç gözüyle bakılması ve değer verilmesi ile mümkündür. Urunguyla bütünleşmek için, onun
bir uzvumuz haline gelebilmesi ön koşuldur. Eğitimlerde urungusunu unutan kişiye talim yapması için
urungu verilmez.
BOŞKUT (Boşgut):
Yesüken’de eğitim gören tüm öğrencilere “BOŞKUT” denir. Boşkut, Urkun Türkçesi olup, öğrenci,
şakirt demektir. Boşkut sözcüğü, Boşgut olarak da yazılır ve söylenir. Yani “BOŞ” olan eğitilmemiş
insanı “KUT” lu kılmak demektir. Bir insan ne ile kutlu kılınır? Ancak bilgi ile ilim ile kutlu kılınabilir.
Eğitimlerde atak yapan boşkuta “Sülek”, atağı karşılayan boşkuta “Savungan” denir. Teknik yapmaya
hazırlanma durumuna ise “Salgur” denir. Boşkutlar birbirine “Koldaş” diyerek hitap ederler. Koldaş
silah arkadaşı demektir. Yarışmalarda yenen boşkuta “Utar”, yenilen boşkuta ise “Çayan” denir.
ÇOTAK-ÇOTUR
Kılıç kabzası
ÇOTAK-ÇOTUR
Kılıç kabzası
BALÇAK (Sperlik)
SIRT
KILAĞI
(Bilendikten sonraki
oluşan çizgi)
YALMAN
(kılıcın keskin yüzü)
72
Türk Kılıç Sanatı – Yesüken’ de, eğitilmemiş, disipline, düzene sahip olmayan insanları eğitenlere
“Boşkur” denir. BOŞ, saf, eğitilmemiş, bilmeyen, “KUR” sözcüğü ise, düzen, sıra, hiyerarşi, düzenleme
demektir. Eğitilmemiş insanlar bilgi ile talimler ile bir sıradüzene (Hiyerarşi), sıkıdüzene (disipline)
sahip kılınırlar. Yesüken’ de 5 eğitimci sınıfı vardır, sırası ile;
5. Kur eğitmen: Basutçı Boşkur (yardımcı),
4. Kur eğitmen: Boşkur Tigin,
3. Kur eğitmen: Boşkur Şat,
2. Kur eğitmen: Uydaşı Şat,
1. Kur eğitmen: Atabay, en üst eğitimci seviyesidir.
Bu eğitimcilerin seviyeleri, çapanlarının rengi ve kollarında yer alan onganlarla da belirginleştirilmiştir.
“Basutçı Boşkur”, “Boşkur Tigin” ve “Boşkur Şat” kurlarına sahip eğitimciler çapanlarının sağ kollarına yandaki logoyu takarlar.
“Uydaşı Şat” kurundaki eğitimciler çapanlarının sağ kollarına yandaki logoyu takarlar.
“Atabay” kurundaki eğitimciler, çapanlarının sağ kollarına yandaki logoyu takarak, eğitimci seviyelerini belirginleştirmiş olurlar.
73
Eğitimci kıyafetleri aşağıdaki gibidir.
“5. Kur Basutçı Boşkur”: “Basutçı Boşkur”lar tigin döneminde boşkur yardımcısı oldukları için sarı çapan ve sarı çelme kullanırlar.
“4. Kur Boşkur Tigin”: Bu eğitimciler de sarı çapan ve sarı çelme kullanırlar. Yalnızca çapanlarının sağ kolunda ve çelmelerinin üzerinde “Boşkur-Tigin” logosu bulunur. Boşkur-Tigin olmayan tiginlerden farklılık bu şekilde ortaya konmuştur.
“3. Kur Boşkur Şat”: Şat döneminde Boşkur-Şat oldukları için sarı omuzlu kara çapan ve kara çelme kullanırlar. Lakin çapanın sağ kolunda ve çelmenin üzerinde Boşkur logosu bulunur. Eğitimci olmayan boşkutlardan farkları bu şekilde ortaya konmuştur.
“2. Kur Uydaşı Şat”: Şat döneminde uydaşı oldukları için bu eğitimciler de sarı omuzlu kara çapan ve kara çelme kullanırlar. Sadece çapanın sağ kolunda ve çelmenin üzerinde uydaşı logosu yer alır. Eğitimci olmayan boşkutlardan farklılık bu şekilde ortaya konmuştur.
“1. Kur Atabay”: Atabayları yabgulardan ayıran farklılık diğer eğitimcilerin kıyafetlerinde olduğu gibi logodur. Yabgu döneminde atabay oldukları için çapanlarının sağ kolunda ve çelmelerinin üzerinde atabay logosu bulunur.
74
Eğitimci sıradüzenini şemada en alt seviyeden yukarıya doğru daha anlaşılır gösterebiliriz.
EĞİTİMCİ KURU UNGUNU ÇAPAN RENGİ
1inci Kur Eğitimci
2nci Kur Eğitimci
3üncü Kur Eğitimci
4üncü Kur Eğitimci
5inci Kur Eğitimci
Yardımcısı
Atabay YABGU (Kara Çapan)
Omuzlar Gökçin
Uydaşı Şat
Boşkur Şat
Boşkur Tigin
TİGİN (Sarı Çapan)
Omuzlar Kara
ŞAT (Kara Çapan)
Omuzlar sarı
Basutçı Boşkur
75
Yesüken eğitim müfredatı 5 dönemden oluşmaktadır. Her dönemin kendine özgü adı ve kıyafeti
(Çapan) bulunur.
AKÇAPAN
AK ÇELME
ALPAR DÖNEMİ: Yesüken’ de ilk eğitim dönemidir. Yani yeni başlayanların, acemilerin eğitim müfredatıdır. İlk başlayan Yesüken boşkutları bu dönemde omuzları kırmızı AK ÇAPAN giyerler. Alpar (Akçapan) dönemi yaklaşık 1 ile 1,5 yıl arası süren bir dönemdir. Bu dönemde temel unsurlar öğretildiğinden devamlılık boşkutun yeteneklerini geliştirmesi açısından çok önemlidir. Eğitimlerde istikrarsızlık boşkutun gelişmesini geciktirecek, gerilerde kalmasına neden olacaktır.
AL ÇAPAN
AL ÇELME
YILPAGUT DÖNEMİ: Yılpagut döneminde boşkutlar, omuzları kökçin al çapan giyerler. Fiziksel dayanıklılığın, kuvvetin ve kılıç irtişlerinin boşkuta güven kazandırdığı bir dönemdir. Bu eğitim dönemi de yaklaşık 1 ile 1,5 yıl arası sürer.
GÖK ÇAPAN
GÖK ÇELME
ALPAGUT DÖNEM: Bu dönemde boşkutlar GÖK ÇAPAN ve GÖK ÇELME kullanırlar. Alpagut dönemi 3. eğitim dönemidir. Bu dönemin eğitim süresi 1 yıla yakındır.
SARI ÇAPAN
SARI ÇELME
TİGİN DÖNEMİ: Tigin dönemine erişen boşkutlar, sarı çapan giyer, sarı çelme takarlar. Bu 4. Eğitim döneminde boşkutların eğitimci olabilmesi için sınavların başladığı dönemdir. “Basutçı Boşkur (5. Kur eğitmen)” daha sonra “Boşkur Tigin (4. Kur eğitmen)” sınavları bu dönemde yer alır, kazanırlarsa eğitimciliğe adım atarlar. Alpar, Yılpagut ve Alpagut seviyelerindeki boşkutları yetiştirebilirler. Bu dönemde boşkutlar artık, aydınlık, sabır, ustalık duygularıyla tevazu içinde hareket ederler. Tiginler, omuzları siyah sarı çapan giyerler.
76
KARA ÇAPAN
KARA ÇELME
ŞAT DÖNEMİ: Şat boşkutlar sarı omuzlu kara çapan giyer, kara çelme takarlar. Bu eğitim döneminde “Boşkur Tigin (4. Kur eğitmen)” olanlar, “Boşkur Şat (3. Kur eğitmen) sınavlarına girer kazanırlarsa, Şat eğitim dönemi sonunda Uydaşı Şat (2. Kur eğitmen) sınavlarına girmeye hak kazanırlar. Kazanmaları durumunda “Uydaşı Şat (2. Kur eğitmen)” olurlar. “Boşkur-Şat”lar, Tigin dönemi boşkutlarını eğitebilirler. “Uydaşı-Şat (2. Kur eğitmen) olanlar ise Şat dönemine kadar eğitim verebilirler. Boşkur tigin olamamış sadece Tigin olarak bu eğitim dönemine geçiş yapan boşkutlar, “Boşkur-Şat” sınavlarına giremez. Tigin döneminde Boşkur-Tigin olmayı hak kazanmış boşkutlar, Boşkur-Şat sınavlarına girebilirler. Yani eğitim sıradüzeni takip edilmek zorundadır. Eğitimci olmak bir tercihtir. Bazı boşkurlar eğitimci olmak istemeyebilirler.
KARA ÇAPAN
KARA ÇELME
YABGU DÖNEMİ: Yabgu boşkutlar, gök omuzlu kara çapan giyer, kara çelme takarlar. Bu dönemde “Uydaşı-Şat (2. Kur eğitmen) olan eğitimcilere “Atabay (1.Kur eğitmen)” olma yolu açılmış olur. Ayrıca, Yesüken sıradüzeninde en üst seviye olan “TALAY YABGU” olabilmek de mümkün. “Talay Yabgu”, Yesüken’in en başındaki kişidir, liderdir ve seçimle gelir. “Talay Yabgu” adayları, “Boşkur-Tigin”, “Boşkur-Şat”, “Uydaşı-Şat” ve “Atabay” yabguların oylarıyla seçilir.
“Talay Yabgu” seçimleri bittikten sonra “BIÇKAS” töreni yapılarak, seçim tamamlanmış olur. Yeni
“Talay Yabgu” görevine başlar.
Türkiye’ de Yesüken, İstanbul, Ankara, Sivas, K. Maraş, Elazığ, Mersin İl ve ilçelerdeki Alplık
Okullarında faaliyet göstermektedir.
Yarışmalar, özel tasarlanmış, çapan üzerine giyilen tarihi zırhlarla yapılmaktadır.
77
ONGAN;
Yesüken onganı Türklerin KÜN-EKİ (Güneş ve eşi) sembolünden oluşturulmuştur. Çapanların sol üst
göğsünde ise Yesüken yazısını içeren kılıç sembolü kullanılır.
Gerek Türk Savaş Sanatı- SAYOKAN gerekse Türk Kılıç Sanatı – YESÜKEN isimleri patent enstitüsü
tarafından tescilli marka yapılarak koruma altına alınmıştır.
Yesüken’ i Sayokan’ dan farklı düşünmemek gerekir. Sayokan yapanlar Yesüken yapmak zorunda
olmasalar da Yesüken, Sayokan’ın içinden çıkmış bir parçadır. Sayokan’ın töresi, Yesüken’in de
töresidir.
78
SELAMLAMA
Sayokan’ da olduğu gibi Yesüken’ de iki selamlama biçimi vardır, biri diz, diğeri ayakta selamlamadır.
Genelde ayakta selamlama yapılır. Diz selamı oturuş halindeyken verilir.
79
TÜRK – TÜRÖK – TÜRÜK
:Xrüt:
Maalesef ülkemizde sürekli “ne idüğü belirsiz” veya bilgisiz kesimler tarafından, ayrıştırıcı kimlik
olarak gündeme, tartışmaya açılan TÜRK sözcüğü, TÜRKLÜK üzerine bir şeyler yazmanın gereksiz
olduğunu bildiğim halde, TÜRK sözcüğünü köken bilim açısından ele alan merhum, araştırmacı bilim
adamı Sayın Kazım MİRŞAN’ın çalışmalarını yazma gereği duydum. Çünkü onun bulguları akla uygun,
kalpleri mutmain eden, belgelere dayalı TÜRK TARİHİ çalışmalarını bu güne kadar söyleyen olmadı ya
da ben duymadım. Söyleyenler vardı da ben duymadıysan kendilerinden özür dilerim.
Türk kelimesi “ırki (!)” temelli bir sözcük müdür? Bu sözcüğü millet olarak kullanmanın dinimiz İslam
açısından bir sakıncası var mıdır? Sanırım Türklük kavramının İslam ile beraber taşınıp, taşınmayacağı
kaygıları veya İslam olmakla Araplaşmayı birbirine karıştırma nedeniyle tartışmalara zemin hazırlıyor.
Dini konularda başkanlığını Prof. Dr. Sayın Abdülaziz BAYINDIR’ın yaptığı, Süleymaniye Vakfı, bilim
insanlarından oluşan grubun, İslam öncesi Türk tarihi konusunda ise araştırmacı bilim adamı merhum
Sayın Kazım MİRŞAN’ın yaptığı bilimsel çalışmaları referans almaktayım.
Türk sözcüğüne birçok kaynakta (Divan-ü Lügatüt Türk, Kutadgu Bilig vs) değişik anlamlar yüklenmişse
de özellikle Sayın Kazım MİRŞAN’ın bitik taşlardan yola çıkarak bütüncül perspektifle ortaya koyduğu
anlam akla daha uygundur.
“TÜRÜK, başta dil yapısı olmak üzere, kültür ve uygarlık alanlarında ortak değerler sergileyen bir
ulusa verilen addır.
Türk deyimi türlü Türk boylarının ortak adı olmak üzere, Urkun yazıtlarında T-Ü-R-Ü-K şeklinde, runik
harflerle yazılarak kullanılmış bulunuyor. Bu sözcüğün en sonundaki “ÜK” tamgası “ÖK” tamgasının
değişik bir şekli olarak yazılmaktadır. T-Ü-R sözünü ise boy adlarından TÜRGİS, TÜRİS sözlerinde ve
“türleri” anlamında olan TÜRGİ deyiminde de görmekteyiz. Örneğin, TÜRGİ AYIRĞUN KÖL (türleri
ayıran göl) Hazar Denizi.
Buna göre, TÜRÜK adının etimolojisini TÜR-ÖK şeklinde yorumlayabiliriz. Bu da bize “Rab türü”
anlamını vermektedir. Urkun yazıtlarında geçen ÖKÜK TÜRÜK (Rabbani Türk) deyimi de bu
yorumumuzu onaylamaktadır.
Kaşgarlı Mahmut:
Türk kuyaş idi – güneş güçlü idi,
Türk üzüm idi – üzümler olgun idi,
Türk yiğit – cesur yiğit
Dizelerinde “”türk” sözünü: “kuvvetli”, “olgun”, “cesur” anlamlarında kullanmıştır. Elbette Rab türü
kuvvetli, olgun ve cesur olacaktır. Zaten eski Türkler kendilerinin uzaydan geldiklerini ve çok başarılı
olduklarını söylüyorlar.
Yoluğ Tigin (Saray tarihçisi-vakanüs), Türklerin aslının OK olduğunu söylüyor:
“OK-UDURUKIN YIŞ ile TEMİR KAPIĞ arasında OK asıllı ÖKÜK TÜRÜK (Rabbani Türk), eğitilerek, anca
oturmakta imiş.”
80
Türk kelimesi konusunda Ziya Gökalp “Türük sözü dini bir kavramdır.” Demiştir.
(Mirşan 1999, Erken Türk devletleri ve Türük-Bil, s.7,8,9)
Kozmozdan geldikleri inancını taşıyan Ön-Türklerin kendilerini TÜRÜK diye adlandırmaları doğaldır.
Bu sözcükle kendilerinin Allah’ın yarattığına, Allah’tan geldiklerine inanmanın ifadesi TÜR-ÖK, TÜR-ÜK
olmalıdır. Yani “Rabbani tür.” ÖK sözcüğü SAHİP, RAB anlamına gelmektedir. Bugün Türkiye
Türkçesinde de kullanılmaktadır. ÖK-SÜZ, yani sahipsiz, ÖK-KEŞ, sahibine, Rabbine bağlı
Sonuç olarak söyleyebiliriz ki, TÜRÖK-TÜRÜK-TÜRK sözcüğü etnik temelli değil, inanç temelli bir
sözcüktür.
“TÜR” : Tür kelimesi, bugün birçok Türkçe lehçede kullanıldığı gibi, çeşit, nevi, tür anlamlarında
kullanılır.
“ÖK : Rab demektir. Kutadgu Bilig’ de Yusuf Has Hacib bu kelimeyi kullanmaktadır:
“İlahi sen, ök sen tözü yarlıka.” Yani, “İlah sensin, Rab sensin hepimizi bağışla.”
Atalarımızın bıraktığı tüm bitik taşlarda “ÖK (Rab)”, “TENGRİ (Yaratan)”, “ALAPA (Allah)” sözcüklerini
sıkça görmekteyiz. Yani yaşam biçimlerini, savaşlarını, barışlarını, adalet anlayışını, yönetim
biçimlerini hep inanç merkezli ve Tanrı’ya yakın olmak, O’nun razı olması biçiminde
şekillendirmişlerdir. “Böyle geçirilen dünya hayatında şereflenenler, cennete de gidecektir”, inancı
hâkimdir. Bundan dolayı, TÜRK sözcüğü ile ırki övünçler yerine, Tanrı’ya göre yaşamanın övünçlü
olacağı bir inanç yaşatılmaya çalışılmıştır.
Türük-Türk kelimesinin, M.Ö.879 yılında İstemi Kağan’ın kurduğu TÜRÜK-BİL (Türk devleti) ile
kullanılmaya başlandığını görüyoruz. Yani bu ismi ilk kullanan M.Ö.889 tarihinde doğan M.Ö.772
yılında ölen İstemi Kağan’dır.
“İÇÜÜM APAM BUUMIN KAGAN İSTEMİ – Allah’ın neslime kağanlar kağanı İstemi (iradesi). (Mirşan K.
1991, Bobollar, s.61)
“AL-ESİS ULUS – Allah’a inanan ulusun (Mirşan K. 1991; Bobollar, s.51)
“ÖZE KÖK TENGRİ ASRA YAĞIZ YİR KILINTUGDA – Sahip Tanrı gök yaradılışı ağırlığında, yer kılınınca
(yaratılınca)
İKİN ARA KİŞİ OGLI (IID2) KILINMIŞ – ikisi arasında kişioğlu kılınmış
KİŞİ OGLINTA ÖZE İÇÜÜM APAM – Kişioğlu üzerinde Allah’ımın
BUUMIN KAGAN İSTEMİ KAGAN OLURMUŞ – neslimin kağanı İstemi (iradesi) Kağan oturmuş.
OLURUPAN (IID3) TÜRÜK BUDUNUNG İLİN TÖRÜSİN – oturunca Türk Milletinin, halkının anayasasını
TUTABİRMİŞ İTİ BİRMİŞ – yasayıvermiş, yürütüvermiş.
İKİN ARA (ID3) İDİ OK-USUZ ÖKÜK TÜRÜK – bu ikisi arasında OK asıllı İMANLI TÜRK
(İG) İTİ ANÇA OLURUR ERMİŞ – eğitilerek anca oluşmakta imiş.
BİLGE KAGAN ERMİŞ ALP KAGAN ERMİŞ – devletin hakanı imiş, alp kağan imiş
BUYURIKI YİME BUDUNI YİME TÜZ ERMİŞ – buyrukları buna göre devleti içinmiş doğru imiş erinç
81
ANI ÜÇÜN İLİG ANÇA TUTMIŞ ERİNÇ – onun için devleti anca yönetmiş erinç
ÖZİ ANÇA (ID4) KERKEK BOLMIŞ – kendisi bu şekilde gerekli olmuş.
(Mirşan K. 2008, Bolbollar s.3)
Yüzlerce bitik taşlardan örnekleri çoğaltabiliriz. Bu yazıtlardan da anlaşıldığı gibi, Tanrı’ya yakın,
cennete gidebilmek için, iyi hatırlanan kişi olmak önemlidir. Bunun için de “kendisinden ziyade,
halk(lar)ı için, insanlık için Tanrı’ya göre iyi, başarılı işler yapmalıdır”, inanışı hakim unsurdur.
Türklerin bir kısmı kendilerini OK, diğer bir kısmı ise ON diye adlandırmışlardır. ON-OK BUDUNIĞ, ON-
OK milleti.
Çocuklarımıza isim olarak koyduğumuz ve bir kağanın olduğunu sandığımız OĞUZ kavramını da açmak
gerektiğini düşünüyorum.
OĞUZ, öbür dünyaya geçmek için gerekli şartları gerçekleştirmiş olan kişi demektir. Yani salt bir kişi
adı değildir. OĞUZ olmuş kişi, yani cennete gitme başarısını kazanmış kişidir.
Görüyoruz ki, OK, ON ve OĞUZ kavramları inanç temelli kavramlar olup, Türklerin kendilerini ifade
ederken kullandıkları kavramlardır. Tüm kağanlarda dahil olmak üzere Türk insanı Oğuz olarak ölmeyi
tercih etmektedir. Bunun için gerekli şartları ölmeden önce yerine getirmek için çabalamalıdır.
Türük (Türk) sözcüğü inanç temelli, imanı ifade eden sözcük olması sebebiyle İstemi Kağan tarafından
millet adı olarak tercih edilmiş. M.Ö.879’da kurduğu devletin adına ırki bir ad koymak yerine, TÜR-
ÖK(ÜK) demeyi ve Türük devletinin altında yaşayan tüm boylara Türük adını uygun düşünmüştür.
Türük-Bil devleti 5 hanedanlık dönemi geçirerek M.Ö.879 yılından M.S. 580 yılına kadar ayakta kalmış
ve 1459 yıllık zaman dilimi içinde Türük imanını yaşatmaya çalışmışlardır.
“Türük imanının yasasına ise İÇÜÜM APAM TÖRÜSİ, yani Allah’ın yasası demişlerdir.” (Kazım Mirşan)
Türkler, ırkçılık yapmamışlar, ırk üstünlüğüne dayalı kaygılar taşımamışlardır. Daima inanç değerlerini,
tek Tanrı inanışını ve Tanrı merkezli bir yaşamı tercih etmiş ve şekillendirmişlerdir. Bundan dolayı,
Türk (Türük) sözcüğü, bir ırkın karşılığı olarak kullanılmamıştır.
Türk, Türök, Türük kelimesi “kendisini Allah’ın yarattığına inanan” olarak kullanıldığına göre, TÜRK
sözcüğünü bir ırka yamama gayreti ancak ırkçılıklarını örtülemeye, gizlemeye çalışan insanların
çabası, Türk sözcüğünü ırkla özdeşleştirip kendi ırklarını gündeme taşıma art niyetinden başka bir şey
olamaz.
BİR OĞUŞ ALAPA: Bir yüceliğinde, şerefinde olan Allah.
TÜRÖK – TÜRÜK – “TÜRK: Allah’tan geldiğine inanan. Sahipli tür, Rabbani millet (Bütün yazıtlarda).
ÖKÜK TÜRÜK: İmanlı Türk. (Urkun yazıtları)
TENGRİKİÑ: Tanrı mutabakatı. (Alp-Erin bitik taşı)
İÇÜÜM APAM TÖRÜSİ: Allah’ın yasası. (Bilge Atung Ukuk bitik taşı)
82
ÖGİS: Nebi (Peygamber), nam sahibi, hükümdar, lider. İstemi Kağan için kullanılmıştır. (3.Uygur yazıtı
– Kül-Tigin abidesi)
TENGRİGE UYUĞUR KAĞAN: Tanrı’ya uyumlu kağan (Kara Balağasun Bitik taşı)
“TÜRÜK-BİL (Türk devleti) hakkında geniş bilgi verdiği tahmin olunabilen, ancak kırık ve silik durumda
olduğundan okunamayan bir yazıtımızda Kara Balğasun bitik taşıdır. Bu yazıtın başlığı şu şekilde
okunmaktadır.”
BU TENRİKİN TENGRİDE KUT BOLMIŞ ALP BİLGE TENGRİ UYIĞUR KAĞANING BİTİGİ – Bu, Tanrı
mutabakatının Tanrı’ da başarılı olmuş, kahraman devletin Tanrı’ya uyumlu kağanının yazısı.
Yoluğ Tigin yazıtının başlangıcı ile Kara Balğasun yazıtının Çince kısmının başlangıcı birbirine çok
benzemektedir, bu yazıtta İstemi Kağan’ ın özelliğinden bahsetmektedir.
Üçüncü Uygur yazıtının Çince metninin tercümesi İstemi Kağan hakkındadır:
“İşitildiğine göre, gök ile yer birbirlerinden ayrılıp, güneş ve ay feyzini saçmaya başlayınca, Tanrı’dan
buyruk alan bir oymak başı (Yani İÇÜÜM APAM BUUMIN KAĞAN İSTEMİ) bütün dünyayı kendi
çevresinde alakalandırıyor, fazileti ile kamaştırıcı şekilde ışıklandırıyor ve dört bucaktan ona
sığınıyorlar. Onun için dönüyorlardı.
İç ve dışta selameti teminden sonra, dağ ile ırmak ortasında (İdil-Oral) payitaht kurdu. Kutluk
Boyla’nın babası (İstemi) Hu-Su zamanında iken, bütün satvetini Kuzey köşeye (Ötüken-Yış) göç ettirdi
ve payitahtı Orhun Ovasında kurdu. Dirayeti ile yurdunu iyi idare etti ve böylece yıllar sürdü. Oğlu
(Kutlug Kağan) onun yerine geçti (Oğlı ta kağan bolmış erinç).
O yaratılıştan atılgan ve başarıcı idi. Bütün oymaklar kendi dilekleriyle ona bağlanıyorlardı…
Ön Türklerin ilk hanlar hanı olmuş olan İstemi Kağan’a, büyük Türk kumandanı ve tarihçisi ÖNGRE
BINGA BAŞI “TENGRİDE BOLMUŞ İL İTMİŞ BİLGE KAĞAN - Tanrı’da var olmuş (Yaratılmış), halkı
kalkındırmış, devletin kağanı” ve Alp-Erin ise “İÇÜÜMİZ APAMIZ UYUMI KAĞAN – Allah’ımıza uyumlu
kağan” demektedir.”
“M.S.506-568 yıllarında Kül-Tigin AT-OY BİL savaşında savaşı şöyle kazandığını ifade ediyor:
KÜL-TİGİN ÖG-USUZ AKIN BİNİP, AT-UKUZ ERİN SANÇDI - Kül-Tigin, peygamber akınıyla hücum
yaparak, At-Ukuz askerlerini sançtı.
Türük-Bil’i (Türk devletini) Oğuzların memleketinden gelen ve Bir olan Allah’ın (Bir Oğuş Al-Apa’nın)
peygamberi (Ögis İstemi Kağan) kurmuştur. Kül-Tigin oğuzlarla savaşında, Allah’ın ÖGİSİ (Nebi)
İstemi Kağan ve Allah’ın kozmik askerlerinin yardımı olacağını dayanak gösterip oğuz ordusunu
korkutarak en kötü anda savaş kazanmıştır. Bu haberi karşı orduya duyurarak zafere ulaşmış. Bu
dayanağı, yöntemi Kangım Türük Bilge Kağan(2)’ de kullanmıştır. Çünkü istemi Kağan’ın Oğuz
olduğunu biliyorlardı ve Oğuzlara karşı bu stratejiyi kullandılar. “(Mirşan, K. 1991: Bolbollar, s.16)
YANİ HER ŞEY İNANÇ TEMELLİ VE TANRI MERKEZLİ.
83
Milli önderimiz M. Kemal ATATÜRK’ ün henüz daha genç bir subayken Sinop’ta yazmış olduğu şiiri
satırlarıma taşımak istiyorum.
Gafil, hangi üç asır, hangi on asır
Tuna ezelden Türk diyarıdır.
Bilinen tarihler söylememiş bunu
Kalkıyor örtüler; örtülen doğacak.
Dinleyin sesini, doğan tarihin,
Aydınlıkta karaltı, karaltıda şafak,
Yalan tarihi görüp, doğru tarihe giden.
Asya’nın ortasında Oğuz Oğulları
Avrupa’nın Alplerinde Oğuz Oğulları,
Doğudan çıkan biz, batı’da yine biz,
Nerede olsa, ne de olsa kendimizi biliriz.
Hep insanlar kendilerini bilseler,
Bilinir o zaman ki hep biriz.
Türk sadece bir milletin adı değil,
Türk bütün adamların birliğidir.
Ey birbirine diş bileyen yığınlar,
Ey yığın yığın insan gafletleri,
Yırtılsın gözlerdeki gafletten perde,
Dünya o zaman görecek,
Hakikat nerede, hakikat nerede?
Mustafa Kemal ATATÜRK’ün, Türk Tarih Tezinde Türklerin kökeninin Orta Asya olduğu resmen dile
getirilmiştir. Atatürk 1922’de Türkiye Büyük Millet Meclisinin 130 ncu toplantısının açılış
konuşmasının birinci oturumunda yaptığı konuşmada bu hususla alakalı şunları söylemiştir.
“Efendiler, bu insanlık dünyasında en az yüz milyonu aşkın nüfustan oluşan büyük bir Türk Milleti
vardır ve bu milletin yeryüzündeki genişliği oranında da tarih alanında da bir derinliği vardır. Türk
Milletinin kökünün dayandığı Türk adındaki insan, insanlığın ikinci babası Nuh Aleyhisselamın oğlu
Yafes’in oğlu olan kişidir… ?
Atatürk öncülüğünde 2 Temmuz 1932 ve 20 Eylül 1937 tarihlerinde yapılan Türk Tarih Kurultayları o
devrin en ünlü yerli ve yabancı bilim adamlarının katılımlarıyla yapılmıştır. Fakat ne yazık ki Türk
Tarihinin araştırılmasını amaçlayan bu çalışmalar Atatürk’ün ölümünden sonra durdurulmuştur.
Atatürk’ün bu vasiyetini merhum araştırmacı bilim adamı Sayın Kazım MİRŞAN gerçekleştirmiş, ancak
çoğunluğu batı yanlısı, Türk tarihini Çin arşivlerinde arayan gelenekçi tarihçiler, bilim adamı
ciddiyetinden uzak, “ne diyor bu adam?” merakı içinde olmadan, itibarsızlaştırma çabalarına
girmişlerdir. Türkler hakkında yazılmış tarihi bilgiler ister Çin’ de ister batıda olsun, elbette tümden
red edilmemeli, bu kaynaklar araştırılmalı, şüpheyle yaklaşılmalı, test edilmeli, doğru olanlar alınmalı,
yanlış olanlar düzeltilmelidir. Şüphe duymadan, sırf batılı olduğu için Batılı bilim adamlarına, asırlardır
Türklerle yan yana yaşadılar diye Çin arşivlerine mutlak güvenen Türk bilim adamları(!) Türkün tarihini
yazamaz.
84
Güneyde Himalaya dağları, kuzeyde Kuzey Buz Denizi, doğuda Kore Denizi (Taluy), batıda Balkanlar’a
kadar uzanan coğrafya ile Asya ve Avrupa kıtalarının yani Avrasya olarak adlandırdığımız karanın
milyonlarca kilometre karelik topraklarında, son buzul çağının sona erdiği 12 bin yıl zaman
derinliğinde yaşamış insanlar, meydana getirdikleri yazılı eserlerde kendilerini Türk olarak
adlandırmışlar ve ortak dil olarak da Türkçeyi kullanmışlardır.
Çinliler Eçim Kağan dönemine, K’ai-Yüan Dönemi derler. Yolluğ Tigin (Saray tarihçisi), M.Ö. 542’ de İl-
Etiriş kağan için dikilen taş (2) nin diğer yüzüne, İl-Etiriş kağanın büyük oğlu Kangım Türük Bilge
Kağanın ağzından yazı vurdurur.
Bu yazıtın bir bölümünde;
TÜRÜK OĞUZ BEGLERİ BUDUN ESİDİN Türk oğuz beyleri, milleti işitin.
ÖZE TENGRİ BASMASAR, ASRA YİR
TİLİNMESER
Sahip Tanrı basmasa, altta yer delinmese,
TÜRÜK BUDUN, İLİNİN, TÖRÜNGİN Türk Milleti, halkını, anayasanı,
KİM UR-TUTI, BUD-UÇI ATI TÜRÜK BUDUN
ERTİZ
kim savaşıp hakim olabilir (tutabilir), milletlerin
liderliğini, Türk milletinden alabilir?
Türk, yaratandan geldiğine inanan anlamında kullanılmıştır. Fin Uygur Derneği Coğrafya Cemiyetinin
1890 yılında yayınladığı, Orhun yazıtlarının ilk çözümünü kapsayan, tahrif edilmemiş, aslına en uygun
olan ”Fin Atlası” kitabında birinci taş, doğu yüzü 38. satırda “Ökük Türök ? yani “Rabbani Türük “,
“Sahibin Türü (sahipli tür)” denilmektedir.
Taş 1, Doğu 1 ve Taş 2, Doğu 2 (taşa vurduran Bilge Atung Ukuk [Tonyukuk diye bilinir]);
İKİN ARA İDİ OK-USUZ ÖKÜK TÜRÜK ikisi arasında OK asıllı Rabbani Türk eğitilerek,
ANÇA OLURUR ERMİŞ anca oluşmakta imiş,
BİLGE KAĞAN ERMİŞ, ALP KAĞAN ERMİŞ Devlete kağan imiş, alp kağan imiş.
BUYURUKI YİME BİLGE ERMİŞ ERİNÇ, ALP ERMİŞ
ERİNÇ
Buyruğu da devleti için imiş erinç, alp imiş
erinç.
Konu Türklük olunca biraz da Türklerin İslam öncesi inanışlarından bahis etmenin daha açıklayıcı
olacağına inanıyorum.
Milattan binlerce yıl önce, Türklerin iman konusunda ortaya koyduklarını merhum araştırmacı bilim
adamı Sayın Kazım MİRŞAN şöyle ifade ediyor:
“İman (İSİG) ve din (ANTIZ UKUSUY) yani Tanrı bilinci ve insanların Tanrı’ya bağımlılığıdır. Tanrı ise
YOĞI’ ların (gözlemcilerin) idraklerine göre şu türlerde tanınır:
1- TEÑRİ (Yoktan var edici); Yani alemlerin yaratıcısıdır.
2- İSİS: Bir olay karşısında yad olunan, iman edilen. Yani kendi-kendini belli eden.
3- İÇÜÜM APAM: Hükmüne tabi olmak üzere, öbür dünyaya götürücü. Yani ALLAH, (AL-İLAH /AL-
APA).
4- ÖK (RAB-Sahip): Yani bu dünyanın sahibi.
85
Tanrı’nın bu dört adının anlamını şu şekilde özetleyebiliriz.
1- Tanrı alemlerin yaratıcısıdır.
2- Tanrı kendi-kendini belli eder.
3- Tanrı öbür dünyanın hakimidir.
4- Tanrı bu dünyanın da hakimidir.”
“KÖK TÜRÜK, göğe mensup Türk,
TEÑRİ İLİM, Tanrı’ ya mensup halkım,
TEÑRİ BOLIK, gökte bir yerde yaratılmış,
ALKU, kainat,
BÜKEM, hamd etmek,
YÜKÜNMEK, şükran, saygı ve tazimi secdeyle yapmak,
UÇMAK, cennet,
TAMU, cehennem,
KUNÇUY, ahiret,
BURKAN, Allah’ın kainatta bir döngü içinde devam eden kanunları,” (Mirşan K. MMB 1998, Dinlerin
gelişimi, s.5-36-89-9091)
deyimleri Türklerin inançlarını ifade eden kavramları.”
Türklerin başka bir yazılı kaynağı olan, ALTI YARIK TİGİN.
“Bir Macar Türkoloğu olan Aurel Stein 1907 yılında İçki Türkistan’ın Miran (Tun-huang) kalesinde üç
yaprak kağıt buldu. Nasıl bir teknikle imal edildikleri henüz anlaşılamamış olan bu kağıtlar üzerinde,
çok eski Türkçe ile yazılmış metinler vardı.
Birinci yaprak, yazının 6 maddelik ana kısmını teşkil eden YARLIĞ BOLTI’ lara ve bunların 8 maddelik
bölümlerine ayrılmıştı. ALTI YARIG TİGİN, “altı ışık nasibi” ya da “altın çiçek öğretisi” demektir.”
(Mirşan K. Altı Yarıg Tigin, MMB yayını 1978, s.13-14)
Kazım Mirşan’ın okuyuşuyla bazı bölümler aktarmak istiyorum.
KÜL ÖG UR-OÑU KA BİR YARLIĞ BOLTI Tüm düşünme yeteneklerinin yaratılışı için BİR vahiy oldu.
KÖPÜ YARIK YARIK ÜÇÜN, BİR YARIK YARIĞ BOLTI
Nurların nurlu kalabilmeleri için BİR nuru vahiy oldu.
(Mirşan K. Altı Yarıg Tigin, MMB yayını 1978, s.112-113)
Anlıyoruz ki, Türklerin bir olan Allah’a inanmış olmaları mutlak. Sürekli BİR kavramına vurgu
yapmaları, “YARIK-nur”, “YARIĞ-vahiy” gibi kavramların olması, öldükten sonra dirilmeye ve ahiret
hazırlığına verdikleri önem, yaşamlarında dinin ne kadar önemli olduğunu ortaya koyuyor.
Türkistan topraklarına da nebi-resullerin veya resullerin gönderildiği de aşikar, aşağı bölümlerde de
ifade ettiğimiz örnek ayetler bunu teyit ediyor.
86
Yine Macar Türkoloğu başka bir bulgusu “IRAK BİTİG”.
“Dr. M.Aurel Stein tarafından içki Türkistan’ın Tun-Huang kenti Bin Buda mağaralarında bulunmuş
olan IRAK BİTİG (Uzaklıklar Yazılımı), erken çağ Türk tarihini kapsayan 104 sahifelik el yazması kitap
urkunca (Göktürkçe[!]) yazılmıştır. 8x13,6 cm’lik ebatlardaki sarı renkli sahifelere tarih, coğrafya,
devlet yönetimi, din, ahlak, astrofizik, felsefe ve sosyoloji alanında bilmece tarzında yazılmış çok ilginç
bir eser. Kitap M.Ö. 522 yılında yazılmıştır. Bu eser, British Library’de OR 8218/161 manuscript
numarasıyla muhafaza edilmektedir. Sayın Kazım Mirşan’a, 16.03.2007 tarihinde baskı izni
verilmiştir.”
Bu eserden bazı alıntılar yapacağım.
“AL-ESİS ULUS KUTU UYULUP – Allah’a inanan aynı türden topluluğun, mukaddesatında toplanıp
YİTİNÇ AY, İRİM OZ ARA – yedinci ayında sömürgeciler arasında
AT-ATAL EKİN İL – nam kazanan halkın (Türkler)
UŞ-ED ÖKÜG İL – hükümdarın halkı olarak
ONÇ AT-URIKIN AT BİZ – nam salanlarız
TÜRGİS SÜ ÖK-USU ERE – Türgis ordusunu bertaraf ederek,
AT-ÖG ÖZ-UÇI OYUK İR – büyük hükümdarlığın liderliğine kattığı askerleriz
Metin, Türük-Bil (Türk devleti)’in Hoytı Tamır gündeliklerinde kayıtlı kuruluş yıllarını dile getiriyor. Yani
M.Ö. 01.07.879 Yılan yılı” (Mirşan, K. 2007, At-Oy Ögüntün Eminis, s.19)
“OĞLIN KÖK ÖK – Vekilin gök Rabbına,
TEZKİN BOLTI – bulunduğu yerden ayrıldı
UÇU KETİNG – uçarak (cennete) gitmesi
KUTLUĞ BOLZUN, TİR – kutlu olsun denmektedir.
ANÇA BİLİNGLER – böyle biliniz
EDGÜ OL – olumludur.
Metnimiz, “uçmuş olan vekilimizin Tanrı’ya kavuşmak üzere, ayrılmış olması (ölmesi) hepimiz için
kutlu olsun” denmektedir.
Yukarıda OĞLI kelimesi halkın temsilcisi anlamındadır, babasının oğlu anlamında değil. Aynı deyim ve
anlam talas yazıtlarında da geçmektedir”. (Mirşan, K. 2007, At-Oy Ögüntün Eminis, s.22-23)
“BİR TABILKU YÜZ BOLTI – Bir keşif yüz oldu.
YÜZ TABILKU MİNG BOLTI – Yüz keşif bin oldu.
MİNG TABILKU TÜMEN BOLTI, TİR – Bin keşif on bin oldu, denmektedir.
ANÇA BİLİNGLER – böyle biliniz,
EDGÜ OL – Olumludur.
Metin, “eğer siz bir keşif (ilmi buluş) yaparsanız bu yüzlerce keşfin yapılmasına ön ayal olur” demek
istiyor.” (Mirşan, K. 2007, At-Oy Ögüntün Eminis, s.27)
“KAMIŞ ARA KALMIŞ – kamışlar arasında (sazlıkta) kalmış olsa bile
TENGRİ UNAMADUK – Tanrı’nın öngördüğü şekle uygun olmayacak tarzda,
ABINÇU KATUN – saygın bir kraliçe
BOLZUN, TİR – gibi olsun, denmektedir.
87
ANÇA BİLİNGLER – böyle biliniz,
EDGÜ OL – olumludur.
Metin, Tanrı’nın Türkler için öngördüğü erdemli yapma şeklinin başkalarında mümkün olmaması
halinde bile, kişilere karşı saygınlığımızı yitirmememizi söylüyor.” (Mirşan, K. 2007, At-Oy Ögüntün
Eminis, s.31)
“KARI YOL TENGRİ MİN – Yaşlılar yolu tanrısıyım,
ŞINUKINGIN SEPER MİN – inlemeleri dindiririm
ÜZÜKİNGİN ULAYIR MIN – ayrılmışları birleştiririm,
İLİG İTMİŞ MİN – halkları yarattım
EDGÜSİ BOLZUN, TİRT – olumlu olsun denmektedir
ANÇA BİLİNGLER – böyle biliniz.
Metin, “ölümün acıları dindireceğini, birbirlerinden ayrı düşenleri birleştireceğini ve bunun insan
yaratılışının güzel bir sonucu olduğunu söylüyor.” (Mirşan, K. 2007, At-Oy Ögüntün Eminis, s.31)
“KUL UŞUBI – Kul, egemenliğinde bulunduğu
BEGİNGERÜ ÖTÜNÜR – beyine rica ederek dilekte bulunur,
UKUZIĞUN UŞUBI – aklı başında olanlar ise,
TENGRİGERÜ YALBARUR – Tanrı’ya yalvararak dilekte bulunur
ÖZE TENGRİ İŞİDTİ – üzerimizdeki Tanrı işitti
AŞRA KİŞİ BİLTİ – tahttaki kişi bilmelidir, denmektedir
ANÇA BİLİNG – böyle bilin
EDGÜ OL – olumludur.
Metin, milli değil evrensel düşüncenin ön plana çıkarılmasını söylüyor.” (Mirşan, K. 2007, At-Oy
Ögüntün Eminis, s.41- 42)
“YILKA TEGMİSİG YIDITMAYIN – yılına başmış olanları başarısız bırakmayın,
AYKA TEGMİSİG ART ATMAYIN – ayına basmış olanları göz ardına atmayın,
EDGÜSİ BOLZUN, TİR – olumlu olsun denmektedir
ANÇA BİLİNGLER – böyle biliniz
EDGÜ OL – olumludur.
Metin, çocuklar bir yaştan sonra elde ettikleri başarılarla gelişirler, ancak bir aydan bir yıla kadar olan
zaman içinde, onlar daima göz önünde bulundurulmalıdır ve ancak olumlu olan davranışlarına izin
verilmelidir diyor.” (Mirşan, K. 2007, At-Oy Ögüntün Eminis, s.45)
“BAY ER KONGI ÜRKÜPİN BARMIŞ – Zengin kişinin koyunu ürkerek varmış,
BÖRİKE UŞUKUŞMIŞ BÖRİ AĞZI EMSİMİS – kurtla karşılaşmış, kurdun ağzı çare aramış
İSEN TÜKÜL BOLMAMIŞ, TİR – koyun sağ salim olamamış, denilmektedir
ANÇA BİLİNGLER EDGÜ OL – böyle biliniz olumludur
Metin, bir eylemde bulunurken, onun sonucunu da düşünmeliyiz demektedir.” (Mirşan, K. 2007, At-Oy
Ögüntün Eminis, s.25)
TENGRİLİG UKUR ATIĞA – Tanrıyla özdeşleşme adına,
OYURTA-KILMIŞ OYIĞLIĞ – matuf düşünceli olmak üzere,
OKUM İÇ BULUNGIN – OK mensubu cemaatin
88
OY OZ OYU TİRİLMİŞ – aklın ozması için toplanmış olduğu
ÖLÜMDE OZMUŞ, TİR – ölüm hali ozar deniliyor
ANÇA BİLİNGLER – böyle biliniz
Metin, ölüm halinin Tanrıya ozabilmesi için OK cemaatinin teminatı (bir anlamda helallik vermesi)
gerektiği söyleniyor. Türk hakanlarının öldükten sonra tanrıya kavuşabilmeleri için kendi cemaatinin
ANT denen onayını yani helalliğini alabilmesi gereklidir.
OZ(MAK): Geçmek, geçerek yer almak.
Türklerin, bitik taşlarda inançlarına verdikleri önemi görmek mümkündür. Bir-iki örnek paylaşmak
istiyorum.
TÜRÜK-BİL komutanlarından ve aynı zamanda tarih yazarı olan ÖNGRE BINGA BAŞI M.Ö. 517 yılında,
Volga ile Kama’nın birleştiği yerde yani İTİZ’ de 1000 yıl önce yaşamış ve AT-OY BİL’i kurmuş olan, İL-
BİLGE KAĞAN (Halkın, devletin kağanı) ve İL-BİLGE KATUN KAĞAN’ın (Halkın, devletin kadın kağanı)
anıtlarını diktirmiştir. M.Ö. 522 BARS YILI – 519 YILAN YILI arasında, İTİZ’ de iki yıl boyunca yayladığı
sırada kaleme almış olduğu yazıları bu anıtlara vurdurmuştur.
.................... ................
TENGRİDE BOLMIŞ, İL İTMİŞ BİLGE KAĞAN Tanrı’nın yaratmasıyla olmuş, halkı kalkındırmış,
devletin kağanı,
İL-BİLGE KATUN KAĞAN AT-OĞ KATUN Halkın, devletin kadın kağan olan hanedan
kadınının
AT-OĞ ATANIP ÖTÜKÜN KİDİN UÇINTA hanedanlığa atanıp, merkezde geçen (M.Ö.1517-
517) liderliğindeki,
İTİZ BAŞINTA ÜR-ÖGİN İTİTİDİM İTİZ başında abidelerini yaptırdım.
ANTA, OY-URUTUTDIM BARS YILKA, YILAN YILKA Orada, düşüncelerimi vurdurduğum BARS
(M.Ö.522) yılında, YILAN (M.Ö.519) yılında,
İKİ YIL YAYLADIM
iki yıl yayladım.
ULU YILKA ÖTÜKÜN URITU UŞINTA UŞ ÖNGİN
Ulu yılda (M.Ö.1517) merkeze geçerken
defnedilmiş, haşmetliler haşmetlisinin öncelikli
milleti,
IDUK BAŞIKIN ÖNGİNTE YAYALADIM Amu-Derya başında (Mukaddes verimli
topraklarda) yayladım
ÜR-ÖGİN BUNTA OY-URUTUDIM, UÇU-AT Abidelerine burada düşüncelerimi vurdurdum,
Allah’a,
BUNTA AT-UKUTDIM, BİNG YILLIK ÖTÜMİN
KÜNLİK burada seslendim. Bin yıllık geçmiş günleri,
BİTİGİMİN, BİLGÜMİN BUNTA OY-IŞI TAŞKA OY-
URUTIDIM
yazımda bilinenleri burada düşüncelerimi yazı
taşına vurdurdum.
AT-ULUK UTUŞKA AT-UKITIDIM Genel olarak meydana gelişi andım.
89
ISUB-URA BİLGE ÖKÜLİ ÇUR M.Ö. 596 – 516 (Kafkaslar ve D. Anadolu, Devlete Öküli Çur [Rabbin
nasibi Çur]-Mareşal):
İl-Etiriş Kağan’ın küçük kardeşi, Kafkaslar ve Doğu Anadolu’dan sorumlu komutan, mareşaldir. Öngre
Bınga Başı ile beraber görev yapmıştır. Türk-pers savaşları (M.Ö.530 – 512) sırasında, AT UB-UÇUĞ
savaşında M.Ö.516 güz mevsiminde ölmüştür. Bu başkomutanın bolbolları kendisi tarafından değil,
ölümünden sonra, kağan temsilcisi ÇUR TİGİN ve diğer 4 TİGİN’ den ibaret bir heyet tarafından
yazılmıştır. İke-Xuşotu’da dikilmiş olan bir bitik taştaki bu yazılar, maalesef son derece silik
durumdadır. Bitik taş, Moğolistan’ın İhe-Huşotu denilen yerde, Kottwitz tarafından bulunmuş ve
1928’ de yayımlanmıştır.
Batı yüzü:
Taş 1, Doğu 1 ve Taş 2, Doğu 2 (taşa vurduran Bilge Atung Ukuk-Tonyukuk);
ÖZE KÖK TENGRİ ASRA YAĞIZ YİR KILINTUKDA Sahip Tanrı gök yaradılışı ağırlığında, yer
kılınınca (yaratılınca)
İKİN ARA KİŞİ OĞLI KILINMIŞ İkisi arasında kişioğlu kılınmış,
KİŞİ OĞLUNTA ÖZE İÇÜÜM APAM Kişioğlu üzerinde Allah’ımın,
BUUMIN KAĞAN İSTEMİ KAĞAN OLURMIŞ neslimin kağanı İstemi (iradesi) kağan oturmuş,
OLURUPAN TÜRÜK BUDUNUNG İLİN TÖRÜSİN Oturunca, Türk Milletinin anayasasını,
TUTABİRMİŞ, İTİ BİRMİŞ yasayıvermiş, yürütüvermiş.
TÖRT BULUNG, KOP YAGI ERMİŞ Dört taraf evet düşmanı imiş,
SÜ SÜLEPEN, TÖRT BULUNGDAKI BUDUNUĞ Ordu sürerek, dört taraftaki milletleri,
KOP ALMIŞ, KOP BİZ KILMIŞ evet almış, evet biz kılmış.
BAŞLIĞIĞ YÜKÜNTÜRMİŞ, TİZLİGİG SÖKÜRMİŞ Başları yükündürmüş, dizleri sökürmüş
(gevşetmiş),
İLGERÜ OK-UDURUKUN YIŞKA TEGİ İleri yönde Ok Udurukun-Yış’a (Çinin büyük
okyanus kıyıları) kadar,
KİRÜ TEMİR KAPIĞKA TEGİ KONTURMIŞ geri yönde SEMERKANT’a kadar kondurmuş.
…ÖKÜLİ ÇURIĞ, UÇIKUN ATUN OYUK OK ATIĞ
BİRMİŞ
…Öküli (Rabbin nasibi) Çur’a, liderliğine tabi
olarak OK unvanını vermiş.
…ATADUKTA BÜ-ÖG ETÜRMİŞ …Adanınca, muhteşem hükümdar edilmiş
IŞUB-URA UÇ İTÜN ÖKÜLİ ÇUR BOLMIŞ Kayıt lideri olarak Rab’bin nasibi Çur (çar)
olmuş.
…KAĞAN İLİNTE KARIP, EDGÜ EBİNİ KÖRTÜ …Kağan ilinde yaşlanıp, olumlu düzenini gördü.
ULIĞ ÖKÜLİ ÇUR SEKİZ ON YASAP UYUK
BOLTI…
Ulu Rabbin nasibi Çur, 80 yaşayarak öldü…
ÖC-İL ÖKİ BUZ AT İRİTİ EKİDİM…- Kendi halkının emniyetinin gerektirdiği bozguna
uğratan namlı eri olan…
ALPI ERDİMİ, ANTA ÖC-ÖKDİ TÜRÜK
BUDUNKA…
kahramanlığı, erdemi, orada güvenli hale gelen
Türk milletine…
OĞUR UÇULIĞIN YAĞI OTUKDA ÖKÜLİ ÇUR… Oğur liderliğine düşman otlakta Öküli Çur…
…P ÖLÜRİP, OĞLIN KİSİSİN BOLINKI… …P öldürerek, varis kişisi olan…
BU OZ İLİG TUTDI … buradaki Oz halkını tuttu (hakim oldu)…
90
İKİN ARA İDİ OK-USUZ ÖKÜK TÜRÜK ikisi arasında OK asıllı Rabbani Türk eğitilerek,
ANÇA OLURUR ERMİŞ anca oluşmakta imiş,
BİLGE KAĞAN ERMİŞ, ALP KAĞAN ERMİŞ Devlete kağan imiş, alp kağan imiş.
BUYURUKI YİME BİLGE ERMİŞ ERİNÇ, ALP ERMİŞ
ERİNÇ
Buyruğu da devleti için imiş erinç, alp imiş
erinç.
BEGLERİ YİME BUDUNI YİME TÜZ ERMİŞ Beyleri de, milleti de asil imiş.
ANI ÜÇÜN İLİG ANÇA TUTMIŞ ERİNÇ Onun için halkını anca yönetmiş erinç.
İLİG TUTUP TÖRÜG İTMİŞ Halkını yönetip, kanun yürütmüş.
ÖZİ ANÇA KERGEK BOLMIŞ Kendisi bu şekilde gerekli olmuş.
YUĞÇI, SIĞITÇI Matemci, ağıtçı,
ÖNGRE, KÜN TOĞSUKDA BÜKLİ ÇÖLÜG İL Önce gün doğusundaki Gobi çölü halkı,
TABIGAÇ, TÖPÜT, APAR, PURUM, KIRGIZ Çin, Tibet, Avar, Roma, Kırgız,
ÜÇ OK URUKIN OT-OZ TATAR, KITAN, TATABI Üç OK ırkından, Ot-Oz tatar, Kıtan, Tatabı,
BUNÇA BUDUN KELİPEN SIĞTAMIŞ, YUĞLAMIŞ bunca kavimler gelerek ağıt tutmuş, yas tutmuş
ANTAG KÜLİG KAĞAN ERMİŞ Bu derece mesut kağan imiş,
Merkezine Tanrı’ya iman konulmayan bir Türklükten bahsetmek mümkün değil. Türk kelimesinin
etimolojisi ve inanç temelli kullanılan kavramlar bu gerçeği ortaya koyuyor.
Bugüne kadar İslam öncesi Türk tarihçilerinden duymadığımız iddiayı da yine merhum Sayın Kazım
MİRŞAN’ dan duyduk. Bitik taşlarda İstemi Kağan’ın nebi (peygamber) oluşu…
Örneğin;
“TEÑRİLİ YİRLİ TEPREŞTİ, KÜNLİ-AYLI KÖRÜŞTİ – Gökteki bir yerden gelenle depreşti, günlü-aylı
görüştü.” (Mirşan K. MMB 1998, Dinlerin gelişimi, s.36-37)
İstemi Kağan için urkunca nebi kelimesi kullanılıyor olsa da bir ihtimal resul (elçi) de olabilir. Öncelikle
“nebi” ve “resul” sözcüklerinin açıklanmaya ihtiyacı var.
NEBİ (Peygamber)
Nebi, “değeri Allah tarafından yükseltilmiş zat”tır. Allah, En’am 83 ve devamında, Nuh’tan İsa (a.s)’a
kadar 18 nebinin adını saymış ve şöyle demiştir:
“Babalarından, soylarından ve kardeşlerinden de seçtik ve doğru yolu gösterdik.” (En’am 6/87)
Sayılarının 124 bin kadar olduğu rivayet edilen nebilerden her biri, bu 18 nebinin ya babaları, ya
kardeşleri, ya da soylarından gelenlerdir. Sonra Allah Teala şöyle demiştir:
“Onlar, kendilerine kitap, hüküm (hikmet) ve nebilik verdiğimiz kimselerdir. (En’am 6/89)
Demek ki, Adem aleyhisselamdan son nebiye kadar hepsine kitap ve hikmet verilmiştir. Aşağıdaki
ayetlerde nebilere kitap indirildiği bildirilmektedir.:
“İnsanlar tek bir topluluktu. Sonra Allah onlara, müjde veren ve uyarıda bulunan nebiler gönderdi.
Onlarla birlikte hep doğruları gösteren kitap da indirdi ki, ayrılığa düştükleri konularda insanlar
arasında o kitap hükmetsin…”(Bakara2/213)
91
Nebilere verilen kitaplardan her biri bize verilenle aynı içeriktedir. Allah Teala şöyle demiştir:
“Allah, Nuh’a hangi görevi yüklemişse onu sizin için bu dinin şeriatı yapmıştır. Sana vahyettiğimiz,
İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimiz şudur: Bu dini ayakta tutun, onda ayrılığa düşmeyin.” (Şura
42/13)
NEBİ OLAN RESUL
Resul, kendinden bir şey katmadan birinin sözünü diğerine ulaştırmakla görevli kişidir. Türkçede ona
elçi denir. Her nebi, kendine verilen kitabı, insanlara ulaştırmakla görevli olduğu için aynı zamanda
resuldür. Kur’an onlara, nebi olan resul demiştir. Daha sonra görüleceği gibi nebi olmayan resullerde
vardır. Allah Teala şöyle demiştir:
“Bu kitapta Musa’yı da anlat. O, yürekten bağlanmıştı; nebi olan resul idi.” (Meryem 19/51)
“Bu kitapta İsmail’i de anlat. O, sözünü tutmuştu; nebi olan resul idi.” (Meryem 19/54)
Allah resullerin görevleriyle ilgili olarak şöyle demiştir:
“Resullere apaçık tebliğden başka ne düşer.” (Nahl 16/35)
“Ey resul! Rabbinden sana ne indirilmişse onu tebliğ et, bunu yapmazsan onun resulü olma görevini
yapmamış olursun.” (Maide 5/67)
NEBİ OLMAYAN RESUL
Resul, kendinden bir şey katmadan birinin sözünü diğerine ulaştırmakla görevli kişi olduğu için Allah’ın
sözlerini ulaştıran Allah resulü, başkasının sözlerini ulaştıranda onun resulü olur. Mesela Mısır meliki,
Yusuf aleyhisselama bir resul göndermişti. İlgili ayet şöyledir:
“Melikin resulü geldiğinde Yusuf dedi ki: “Efendine dön de sor bakalım, ellerini kesen kadınların derdi
neymiş?...” (Yusuf 12/50)
Nebiye inmiş ayetleri tebliğ ile görevli elçilerde (resuller) vardır. Şu ayetler, ondan bahseder:
“Nuh kavmi resulleri yalanladı.” (Şura 26/105)
“Ad kavmi resulleri yalanladı.” (Şura 26/123)
Nuh kavmine sadece Nuh aleyhisselam, Ad’a Hud aleyhisselam nebi-resul olarak gönderilmişti. Diğer
resuller, o iki nebiye inen ayetleri tebliğ edenlerden başkası değildir. (Bayındır, A. 2015, Kitap ve
Hikmet dergisi s,2-3-6)
İLAHİ KİTAPLAR VE HİKMET
“Allah, Nuh’a hangi görevi yüklemişse onu sizin için bu dinin şeriatı yapmıştır. Sana vahyettiğimiz,
İbrahim’e Musa’ya ve İsa’ya emrettiğimiz şudur: Bu dini ayakta tutun, onda ayrılığa düşmeyin…”
(Şura 42/13)
İlahi kitaplar sözüyle Allah Teala’nın indirdiği kitaplar kast edilir. Hikmet de o kitaplardan doğru
hüküm çıkarma yöntemidir. O yöntem, o kitapların içinde olur ve Allah’ın elçileri tarafından öğretilir.
Sayıları 124 bin kadar olduğu rivayet edilen nebilerden her birine kitap verilmiştir. Allah, En’am 83 ve
devamında, Nuh’ tan İsa’ ya kadar 18 nebinin adını saymış ve şöyle demiştir:
92
“Babalarından, soylarından ve kardeşlerinden de seçtik ve doğru yolu gösterdik. (En’am 6/87)
Bütün nebiler bu 18 nebinin ya babaları, ya kardeşleri, ya da soylarından gelenlerdir. Sonra Allah
Teala şöyle demiştir:
“Onlar, kendilerine kitap, hüküm (hikmet) ve nebilik verdiğimiz kimselerdir. (En’am 6/89)
Demek ki, Adem (a.s) dan son nebiye kadar hepsine kitap ve hikmet verilmiştir. Bunlar birbirini tasdik
eden ve hemen hemen aynı içeriğe sahip olan kitaplardır.
Her nebi, kendine verilen kitap ve hikmet ile önceki nebilere verilmiş kitap ve hikmeti tasdik eder. Bu
tasdik olmazsa öncekilerin ona inanması gerekmez. İlgili ayet şöyledir:
“Allah nebilerden söz aldığı gün onlara, “Size bir kitap ve hikmet veririm de elinizde olanı tasdik eden
bir resul gelirse ona kesinlikle inanacaksınız ve destek vereceksiniz. Bunu kabul ettiniz mi; ısr’ımı
yüklendiniz mi?” demişti. Onlar da “kabul ettik” demişlerdi. Allah “Siz buna şahit olun, sizinle beraber
ben de şahidim” demişti. (Al-i İmran 3/81)
Sonra gelen nebinin ve ümmetinin görevi öncekileri tasdik, öncekilerin görevi de yeni nebiye
inanmaktır. Bunu ifade eden kelime ısr’ dır. Bu sebeple bugün biz, önceki nebilerin kitaplarını tasdik
etmek zorundayız. Önceki ümmet mensuplarının da Muhammet aleyhisselama inanmaları ve Kur’an’a
uymaları gerekir. Son nebi ile birlikte ısr yükü kalkmıştır. İlgili ayet şöyledir:
“Onlar(doğru yolda olanlar) ümmi nebi olan bu Resul’e uyan kimselerdir. Onun özelliğini yanlarındaki
Tevrat’ta ve İncil’de yazılı bulurlar. O, onlara marufa uymayı emreder, münkeri yasaklar Temiz şeyleri
helal, pis şeyleri haram kılar. Isr’larını ve üzerlerindeki bağları / zincirleri söküp atar. Ona güvenen,
onu destekleyen, ona yardımcı olan ve onunla birlikte indirilen nura (Kur’an’a) uyanlar umduklarına
kavuşacaklardır. (A’raf 7/ 157) (Bayındır. A, Kitap ve Hikmet dergisi, s.4-5-6)
Allah, tüm milletlere muhakkak bir elçi uyarıcı göndermiştir.
Fatır Suresi 24. Ayet;
“Ya Muhammed, seninle o gerçeği (Kur’ân’ı), müjdeci ve uyarıcı olasın diye gönderdik. Her ümmetin
geçmişinde bir uyarıcı, kesin vardır.” (Meal, Prof. Dr. A. Bayındır)
İsra Suresi 15.Ayet;
“Kim yola gelse kendi için gelir. Kim de sapsa kendi aleyhine sapar. Kimse kimsenin günahını çekmez.
Bir elçi gönderinceye kadar kimseye azap etmeyiz.” (Meal, Prof. Dr. A. Bayındır)
Nahl Suresi 36. Ve 63. Ayetler;
“Her millete bir elçi gönderdik; “Allah’a kul olun ve azgınlardan uzak durun!” diye. Sonra onlardan bir
kısmına Allah hidâyet nasip etti, bir kısmı da sapıklığı hak etti. Yeryüzünde gezin dolaşın da o
yalancıların sonu ne olmuş bir görün.”
93
“Allah’a andolsun, senden önceki ümmetlere peygamberler gönderdik. Fakat şeytan onlara işlerini
güzel gösterdi. O, bugün de onların dostudur ve onlar için elem dolu bir azap vardır.” (Meal, Prof. Dr.
A. Bayındır)
İbrahim suresi 4. Ayet;
“Biz, her elçiyi kendi toplumunun dili ile gönderdik ki onlara iyice açıklasın. Bundan sonra Allah
dileyeni sapıklıkta bırakır, dileyeni de yola getirir. Güçlü olan O, doğru karar veren O’dur.”
(Meal, Prof. Dr. A. Bayındır)
İstemi Kağan Allah’ın nebisi ise, Nuh (a.s) dan Muhammet (A.S) kadar Allah’ın yeryüzünde dini tek bir
din olduğuna göre, Allah’ın dininde, Arap’ın nebisi(!), Yahudi’nin nebisi(!), Hıristiyan’ın nebisi(!) ayrımı
olmayacağı gibi Türkün nebisi(!) ifadesi de yanlıştır.
Peki sorun nerede?
Tüm nebilerin ölümünden sonra sapmalar olduğunu Kur’an’dan öğreniyoruz. Nuh (a.s) ın, İbrahim
(a.s) ın, Musa(a.s) ın, İsa(a.s) ın ölümünden sonra sapmalar, kaymalar olmuş, Allah’a ortak koşma
gelenek haline gelmiş.
Allah’a imanda herhangi bir sıkıntı yok. Herkes Allah’a inanıyor, herkes dindar, herkes Allah’a yakın
olma çabasında. Ancak imanı sadece inanmak ile sınırlamak imanı eksik ve özürlü hale getiriyor.
İman, Allah’a inanmak, güvenmek ve gereğini yapmak üçlüsü üzerine kuruludur. İnancın yanında
güven yoksa insanoğlu “güvenmek” için referanslar aramaya başlar. Yani inandığı Allah ile güveni
sağlayacak, güveni sağlayan kişinin söyledikleriyle sözde gereğini yapacak(!). Sıkıntı, Allah’a güveni
sağlayacak aracıların, mürşitlerin kul ile Allah arasına ikame edilmesi.
Basit birkaç örnekleme yaparsak, hepimiz ameliyat olacağımız doktor veya arabamızı teslim
edeceğimiz tamirci için çevremizden referanslar ararız. Doktor veya usta olmadıklarına
inanmadığımızı söylemeyiz. Çünkü hepsi belgeli meslek sahibidir. Ancak bedenimizi veya arabamızı
teslim etmek olduğunda, teslim edeceğimiz kişilerin meslekleriyle ilgili inancımız yeterli gelmez,
güvenilirliği konusunda referanslar ararız.
Bundan dolayı Allah inancımız konusunda sıkıntımız yoktur ama güvenmek konusunda maalesef
nebileriyle gönderdiği ilahi kitapları referans olarak kabul etmekte zorlanırız. Oysa Allah’a güvenmek
için en kesin referans gönderdiği kitaplardır.
Bundan dolayı ilahi kitapların hepsi Allah’ın varlığını ispat noktasında değil, Allah’a ortak (şirk)
konusunun sorun olduğunu anlatmaktadır. Çünkü Allah’ın varlığını inkar etmek gibi bir sıkıntı yok.
Bugün Müslümanlar Allah’a güvenmenin belgesi, Allah’ın sözlerini taşıyan Kur’an ellerinde olduğu
halde Allah’a teslim olmanın yollarını başka referanslar üzerinden arayışa girince ortak koşmak
kaçınılmaz oluyor. Ama onlara sorsan, “Allah’a ortak koşmadıklarını, mürşitlerinin veliyullah (Allah’ın
velisi) olduklarını(!)” söyleyerek savunmaya geçerler. Oysa Allah’ın dostu-yakını olmak için birilerinin
onayına ihtiyaç yoktur. Allah’a yakın olmanın koşulları, Allah’ın Kitabı Kur’an’ da çok açık şekilde ifade
94
edilmektedir. İmanın o koşullarını yerine getiren herkes Allah’ın velisi olabilir, bir kişinin veya bir
topluluğun tasdikine gerek yoktur.
Allah’ın nebileriyle aynı çağda yaşadıkları halde, Allah’ın tebliğlerini yeterli referans görmeyen
insanoğlu, nebilerden türlü türlü belge, mucize, kanıt istemişlerdir. Nebilerin vefatından sonra ise
dindarlık adı altında türlü türlü yollara sapmışlardır. Bunlardan biri de Allah adına birilerini evliya tayin
etmek, türlü türlü unvanlarla, yüksek makamlara oturtarak gizli ortak koşma kuyusunun içine
düşmektir. Karşı çıkanları ise, dinsiz, zındık, kafir ilan etmişlerdir.
“İnsanların çoğu, nebilerinin arkasından yanlış yola girmişlerdir. Allah Teala şöyle demiştir:”
“Nebilerinin arkasından gelenler namazı ihmal edip arzularına uydular. Onlar yakında yanlış
kurgularıyla yüzleşeceklerdir. İçlerinden inanarak tevbe etmiş ve iyi iş yapmış olanlar cennete
girecekler ve tek bir haksızlığa uğramayacaklardır.” (Meryem 19/59-60)
“Aynı durum Müslümanlarda da olmuştur. Allah Teala, Muhammet Aleyhisselamın ahirette şu sözü
söyleyeceğini bildirmiştir:”
“Elçiniz diyecek ki, “Ya Rabbi, benim halkım bu Kur’an’ı kendilerinden uzak tutular.” (Furkan 25/30)
(Bayındır, A. 2015, Kitap ve Hikmet Dergisi, s.1)
Ögis (nebi) İstemi Kağan’ın ölümünden sonra gelenler, İstemi Kağan’ın gösterdiği yoldan sapmış
olabilirler mi? Olmamıştır demek mümkün değil. Yoksa nebiler gelmez ve Muhammet (a.s) son nebi-
resul olmaz, Kur’an’ı tebliğ etmezdi.
Bugün elimizde Kur’an ve Muhammet (a.s)’ın sahih hadisleri olduğu halde, Muhammet (a.s)’ın
vefatından sonra Müslümanlar ne hale gelmiş ve bugün ne haldeler? Bugün İslam dünyasının ne
halde olduğu konusunda çok şeyler söylemeye gerek yok. İstatistiklere göre dünyada en çok okunan
kitap Kur’an, anlamadan okunan kitap da Kur’an. Anlamadığınız bir kitabı okur musunuz? Yanıt belli,
“hayır”. Ama bu haksızlığın yapıldığı tek kitap Kur’an-ı Kerim. Hiçbir delili olmamakla beraber
anlamadan okunarak Kur’an’dan sevap kazanma inancı maalesef Müslüman dünyasında bir gelenek
ve kolay bir sevap kazanma ritüeli. Buna benzer delili olmayan, mezheplerin ittifak ettiği birçok konu
Kur’an’a ve Muhammet (a.s)’ın uygulamalarına aykırı olduğu halde icma-kıyas adı altında ittifak
edilerek din diye yaşanmaktadır. Kur’an terminolojileri kullanılarak Allah’ın dinine taban tabana zıt bir
çok fetva ile oluşturulmuş geleneksel dinin egemenliği İslam aleminde varlığını sürdürmektedir.
Elimizde Allah’ın söz vererek koruduğu Kur’an olduğu halde bugün, Müslümanlar bu haldeyse, İstemi
Kağan’ın nebi-resul veya resul olarak getirdiği Allah’ın hükümleri, ölümünden sonra ne hale gelmiş
olabilir?
Yazıtlarda bahis olduğu gibi İstemi Kağan bir nebi-resul veya resul olarak, Allah’ın dinine aykırı
hükümler tebliğ etmeyeceğine göre, günümüzde Türklerin dini için “Tengricilik”, atalarının
ruhlarından beklentiler gibi inanışlar, İstemi Kağan’ın getirdiği Allah’ın hükümleri olamaz.
95
Yazıtlarda, belgelerde çokça Allah veya Tanrı veyahut gökteñri denmesi Allah’a inandıklarının kanıtı,
ancak Allah’ın dinine, özellikle aracısız Allah’ın dinine uydukları anlamına gelmez. Bugün tarikatlar ve
cemaatler liderlerini, şeyhleri, şeyyidleri, şıhları, sorgulamadan her söyledikleri doğrudur denilen
ulemaları, kutupları, gavsları mürşit kabul etmek, sırf Allah, Kur’an, peygamber, sünnet dediler diye
onların doğru yol üzerinde olduklarını söylemek kabul edilebilir değildir.
İstemi Kağan nebi-resul veya sadece resul ise millet adı olarak tercih ettiği TÜRÖK-TÜRÜK-TÜRK
sözcüğünün de, tebliğ ettiği Allah’ın düzenine (yasalarına) uyumlu olması gerekir. Görüyoruz ki, bitik
taşlarda Türk sözcüğüne yüklenen anlam bir nebi-resul veya bir resulün tercih edeceği incelikte,
hassasiyettedir. Bundan dolayıdır ki, bitik taşlarda “TÜRÜK URIK - UDIRIK (Türk ırkı)” cümlesine
rastlamıyoruz. Millet adı olarak, “TÜRÜK BUDUN (Türk Milleti)” ifadesini kullanıyor.
Merhum araştırmacı bilim adamı Sayın Kazım MİRŞAN nasıl tanımlıyor; “TÜRÜK, başta dil yapısı olmak
üzere, kültür ve uygarlık alanlarında ortak değerler sergileyen bir ulusa verilen addır.”
O zaman, TÜRK sözcüğü etnik temelli değil, inanç temelli bir kavramdır.
Sonuç olarak;
“Bu Elçi, Rabbinden kendine indirilene inanmıştır. Müminler de öyle. Her biri Allah'a, meleklerine,
kitaplarına ve elçilerine inanmıştır. "Onun elçileri arasında bir ayırım yapmayız" derler. Şunu da
söylerler: "İşittik ve boyun eğdik! Bağışla bizi ey Rabbimiz! Dönüş sanadır!" (Meal, Abdülaziz
BAYINDIR)
İstemi Kağan Allah’ın nebi-resulü veya resulüyse, Allah’ın yukarıdaki ayetine göre Allah’ın tüm
nebilerine inancımız içine İstemi Kağan’ da dahil edilmiş olur. Bu imanın gereği de Allah’ın elçileri
arasında herhangi bir ayrım yapmayız. Din Allah’ındır, tebliğ edenlerin hepsi Allah’ın nebi-resulü veya
resuldür, hepsine imanın içinde İstemi Kağan’ da yer almış olacaktır. Türk inanışı, Türk dini, Türk
peygamberi diye bir arayış içine girmek şeytan pazarına tezgah kurmaya benzer.
ÖGİS İstemi Kağan’ın miras bıraktığı Türök-Türük-Türk kelimesi bugünlere kadar gelmiş, millet adı
olarak dünyada varlığını sürdürüyor ise de kendisinin ölümünden sonraki İslam öncesi Türklerin inanç
sistemi de, İncilin, Tevrat’ın tahrifata (bir şeyin aslını bozma, değiştirme) uğradığı gibi tahrifata
uğramış veya yok olmuştur. Allah’ın son nebi-resulü Muhammet (a.s), Allah’ın kendisine vahyettiği,
Nuh (a.s) dan beri yürürlükte olan hükümleriyle beraber, Allah’ın hayırlı yeni hükümlerini insanlığa
hatırlatarak görevini tamamlamıştır. Yol bellidir, artık tercih insanoğluna bırakılmıştır.
Kaleme aldığım din konusu, Sayokan yapanların veya bu kitapçığı okuyanların inanmak zorunda
olduğu konular değildir. Çünkü Sayokan’ı ve Yesüken’i kuran biri olarak Müslüman olmak benim
tercihimdir. İnsanların inanç tercihleri Allah’ın insanlara verdiği bir haktır. İnsanlar bu tercih hakkını
diledikleri gibi kullanabilirler.
Sayokan ve Yesüken yapanlar sosyal ilişkilerini evrensel değerler üzerine yapılandırırlar. Benim
inancım baskı aracı olarak kullanılamaz ve insanlar yönlendirilemez. Sayokan ve Yesüken dini
tarikat(!) değildir.
96
Müslüman bir Türk olarak bu konuya yer vermemin amacı;
- Türk veya Türklüğü etnik temele oturtup, Müslümanlığından(?) dolayı Türk sözcüğünü veya
Türklüğü reddeden,
NOT: Türklüğü reddetmek de bir tercihtir. Herkes Türküm demek zorunda değildir. Ancak
Türklüğün veya Türküm demeyi İslam’a aykırılık ile temellendirmek doğru değildir.),
- İslam’a, Müslümanlığa karşı olduğu için, Türklerin inanç anlayışını başka temelsiz inançlar
üzerine oturtan,
- Ne Müslümanlığından ne de Türklüğünden vaz geçen ancak bu iki kavramın birbiriyle
uyumunu bulmakta zorlanan kesimler ile bilgi paylaşımından başka bir şey değildir.
Herkes düşüncelerinde, inancında serbesttir. Ancak, Türklükle İslam’ı bilinçli olarak çatıştırmayı
amaçlamak doğru değildir. Sadece buna dikkat çekmek istedim. Hepimiz Adem (a.s)’ ın çocuklarıyız…
SAYOKAN VE YESÜKEN’İN KURUCUSU
NİHAT YİĞİT KİMDİR?
1961 yılının 04 Haziran ayında Manisa ilinin Salihli ilçesinde dünyaya geldi. Baba tarafından Tatar,
anne tarafından Türkmen bir ailenin büyük oğludur. Eğitiminin büyük bir kısmını Salihli’de
tamamladı. Askerliğini Diyarbakır’da yaptı. 5 çocuk babası olan Yabgu, savaş sanatlarına 1973 yılında
Tae kwon Do ile başladı, daha sonra sırasıyla Çin savaş sanatı Shaolin Kung-Fu, Japon savaş
sanatlarından Kyokushin Karate ve Ashihara Karate ile devam etti. Yıllar boyunca hem Uzak Doğu
hem de Avrupa ülkelerinde çeşitli ustalarla çalışma imkânı buldu. Başta Japonya olmak üzere Kore,
Çin, Singapur, Malezya ve Thailand’da 4.5 yıl bulundu. Böylece mücadele sporlarında derin inceleme
ve araştırmalar yaptı. Gittiği ülkelerde çeşitli müsabakalara katıldı ve başarılar elde etti. Bu
seyahatleri sırasında iyi derecede Japonca ve İngilizce öğrendi. Ayrıca Urkun (Orhun Göktürk)
alfabesiyle okuyup yazabilmektedir. Avrupa’da yaklaşık üç yıl çalıştırıcılık yaptı. Yıllar boyunca gezdiği
ülkelerde Uzak Doğu sporlarıyla ilgili kafasındaki sorulara cevap aradı.
97
Japon hocası Hideyuki ASHIHARA
Hocası Ferhat ÖZSERT
Tarih boyunca 3 kıtada at koşturan bir millet, önemli savaşlar kazandı, ata ve silaha önem verdi ancak
savaş sanatlarında bugüne ulaşan bir tarz ve üslup geliştiremedi. Niçin? Yabgu’ya durum ilginç geldi.
Araştırdığında durumun aslında sanıldığı gibi olmadığını anladı. Üzeri küllenmiş bilgileri gün ışığına
çıkardı ve edindiği tecrübelerle birleştirerek 1999 yılında Sayokan’ı kurdu. Bu durum Türkiye’de ilginç
karşılandı ancak uluslararası platformda normaldi. Çünkü Çin, Japonya, Kore, Tayland, Fransa, İsrail,
Brezilya, Filipinler ve Endonezya gibi birçok ülke bunu başarmıştı. Bu milletler, kendi kültürlerinden
beslenerek ve milletinin fiziksel kabiliyetini göz önüne alarak spor dallrını oluşturdu. Yabgu ise
durumu daha evrensel düşündü. Öncelikle vatanına ve milletine daha sonra ise tüm insanlığa hizmet
olsun diye Sayokanı meydana getirdi. Çünkü Sayokan iyilerin ve iyi olmak isteyen insanların sporu
olmalıydı.
Sayokan, başta Türk milleti olmak üzere her milletin anatomik yapısına uyum gösterebilecek nitelikte
tasarlandı. Yabgu, Sayokan’ı oluştururken pedagoglardan, antrenman bilimcilerden, tarihçi ve
Türkologlardan da yardım aldı.
“İnsanlar daima yüksek, temiz ve mukaddes hedeflere yürümelidirler. Bu hareket şeklidir ki, insan
olanın vicdanını, dimağını ve bütün insanî kavramını tatmin eder. Bu şekilde yürüyenler, ne kadar
98
büyük fedakarlık yaparlarsa, yükselirler ve bu hareket şekli mutlaka açık olur. Çünkü alnı açık, dimağı
açık, kalp ve vicdanı açık insanlar tarafından idare olunabilen toplumlar ancak bu manada
hareketlerin izleyicisi olabilirler. Fikirlerini, duygularını ve teşebbüslerini gizli tutanlar, gizli vasıtalar
uygulamaya girişenler mutlaka utanma ve sıkılmayı gerektiren, akıl ve mantığın haricinde hareket
edenler olabilirler. Bu gibi işlere girişenlerin sonu er geç acıdır.” (M.Kemal ATATÜRK 1926)
Milliyetçiliği katma değer üretmekle eş tutan Nihat YİĞİT milli önderimiz M. K. ATATÜRK’ ün
yukarıdaki veciz söylemini şiar edinmiştir.
"Vatanımıza ve bağımsızlığımıza göz dikenlere yalnız askerî yönden üstün gelmek yeterli değildir.
Memleketimiz hakkında saldırgan emeller besleyecek olanların her türlü ümitlerini kıracak şekilde
siyasî, idarî ve ekonomik yönden kuvvetli olmak gerekir... Kurtuluş ve bağımsızlık için yaptığımız
mücadeleyi tamamlamak ve Yüce Allah’ın milletimize yaradılıştan verdiği beceri ve yetenekleri en üst
düzeyde geliştirmek ve memleketimize bağışladığı bütün kuvvet ve servet kaynaklarını kullanarak en
iyi biçimde faydalanmak suretiyle güçsüzlük nedenlerimizi ortadan kaldırmak için bundan böyle hiçbir
fırsat ve zamanı boş harcamayarak çalışmaya mecburuz...”
"TÜRK çetin işler başarmak için yaratılmıştır!"
"Büyük devletler kuran ecdadımız, büyük ve şümullü medeniyetlere de sahip olmuştur. Bunu aramak,
tetkik etmek, Türklüğe ve cihana bildirmek bizler için bir borçtur." (M. K. ATATÜRK)
Derlememin Sayokan ve Yesüken’in doğru anlaşıldığına vesile olmasını umut ediyorum. Bir zorlama
sonucu Türk tarihiyle temellendirme çabasında olduğumu düşünmüyorum. Savaş sanatlarına dair
yazılı belge veya bitik taş olmayışının nedenlerini;
1- Türkler bıraktıkları belgelerde daha ziyade sosyal düzeni sağlayan töreleri, tarihlerindeki
kırılgan dönemleri, devlet ilişkilerini, savaşlarının nedenlerini, inançlarıyla ilgili bilgileri kayıt
düşmeye önem vermişler. Sınırlıda olsa Türk tarihinden yaptığım alıntılara bakacak olursak
bunu görmek mümkün.
2- Türkler savaş sanatları konusunda usta-çırak ilişkisi ve göreceli eğitimle savaşçı bir millet
olmuş. Türk Milletinin savaşa hazırlanması genellikle kültürel oyunları üzerinden olmuş. Güçlü
silah yapımı da yine usta-çırak ilişkisi ile göreceli yürütülmüş.
3- Çok küçük yaşlarda kılıç, kargı (mızrak), yay ve ok kullanma, ata binme gibi malzemelerle
oyunlarını şekillendiren Türk çocukları, daha yetişkin çağlarında savaşa benzer ve sertlikte
yarışlara katılmaları, elbette Türklerin savaşçı olmasında etkin faktörlerdendir.
Savaş sanatları alanında eğitimleri içeren belgelerin olmayışını böyle yorumlamak gerekir diye
düşünüyorum. Bundan dolayı, çalışmalarımın Türk tarihi ile temellendirilmez kanısında da değilim.
Afrikalı Masai yerlileri dünyaca savaşçı millet olarak kabul edilir. Masai geleneklerine göre her Masai’
li, erkekliğe geçebilmek için bir aslan avlamak zorundadır. Bu yazılı olmayan ama yürütülen bir
gelenektir.
Türk Milletinin savaşçılığı konusunda da methiyelerle dolu yazılmış, yerli, yabancı birçok eser vardır.
Bundan dolayı, Sayokan veya Yesüken’in Türk tarihinde nerede yazıldığını sormak veya aramak doğru
bir yaklaşım değildir.
99
NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE!...
Yazan
“YABGU” NİHAT YİĞİT
www.nihatyigit.com
www.turksayokan.com
www.swf.org.tr
www.yesüken.org
www.turukkorgan.org