142 · ni şekillendiren temel unsurlardır. ayrıca divriği ulu camii gibi müstesna bir tarihî...

46
142 Dergisi Hediyesi... AĞUSTOS 2012 Fiyatı: 8 AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ İhramcızâde’nin Çağrısı 52 14 Anadolu’daki Selçuklu Motifi: Sivas

Upload: others

Post on 29-Oct-2019

11 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

AY

LIK

İLİM

- KÜ

LT

ÜR

VE

ED

EB

İYA

T D

ER

GİSİ

UST

OS 2012

142

142

Dergisi Hediyesi...

A Ğ U S T O S 2 0 1 2Fiyatı: 8 AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ

İhramcızâde’ninÇağrısı5214 Anadolu’daki

Selçuklu Motifi: Sivas

Başyazı Sebahaddin ATEŞ

ALTINCI ŞEHRİN BÜYÜĞÜNDEN ALTIN ÖĞÜTLER

Sivas is a big city, which is located in the East of Middle Anatolia, on the interception of ancient Silk Road route and where the famous Royal Road passes over. It also provides interesting holiday opportunities to the visitors with its historical richness, natural beauty and spas. Ihramcızade Ismail Hakkı Toprak Efendi, who passed away on the 2nd of August, 1967, was a mighty person who made the things perfect he touched. His words are as precious as gold. Let’s listen to his words:

This world is mortal, a guesthouse and the field of eternal life. We need to have good deeds for the other world. Consider yourself always with your lover as in the hadith: “ A person will be with whom he loves”. “My brothers! A man should be like a passenger, guest or a tenant in the world. What does a passenger or a guest have? He only comes and then passes over, that’s all.”

A PEARL OF WISDOM FROM “THE MIGHTY ONE” OF THE SIXTH CITY

Sivas İç Anadolu’nun doğusunda, tarihî İpek Yolu güzergâhlarının kesiştiği bir yerde konumlanmış

ve ünlü Kral Yolunun da geçtiği büyük bir ilimizdir. Sivas tarihî zenginlikleri, doğal güzellikleri, kaplı-

caları ile turistlere ilginç tatil olanakları sunmaktadır.

1175’de Sivas Selçuklu devleti hâkimiyetine girmiştir. 1413’te ise, Osmanlı topraklarına katılmıştır.

Osmanlı hâkimiyeti altında Sivas büyük bir eyalet merkezi olmuştur. XVI. yüzyılda Eyalet-i Rûm (Ana-

dolu Eyaleti) denilen Sivas eyaleti, Paşa Sancağı olan Sivas’tan başka Amasya, Çorum, Yozgat, Divri-

ği, Samsun ve Arapkir Livalarını ihtiva etmek üzere Orta Fırat havalisinden, Orta Karadeniz bölümüne

kadar uzanmıştır. Selçuklu ve Osmanlı Dönemlerinin çok önemli eserleri, tarihî yapıları şehrin silueti-

ni şekillendiren temel unsurlardır. Ayrıca Divriği Ulu Camii gibi müstesna bir tarihî değerin varlığı Si-

vas için bir iftihar tablosudur.

Altıncı Şehir, Ahmet Turan Alkan’ın Sivas’ı anlattığı kitabın adıdır. Kendisi de bu ismi Tanpınar’ın

Beş Şehir kitabından mülhem olarak kitabına, vermiştir. Aslında bir başka açıdan bakınca altın gönül-

lü insanların yurdudur Sivas…

2 Ağustos 1969’da hakka yürüyen, İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Efendi (k.s.) avuçladığı topra-

ğı altın yapan bir hizmet âbidesidir. Kelamı altın kadar kıymetli bir muhterem zattır. Onun altın öğüt-

lerine kulak verelim:

“Amelleriniz tartılmadan önce, kendinizi hesaba çekiniz. Hakikat ve hidayet yolundan ayrılmayı-

nız. Cenab-ı Hakk’a ihlâs ile ibadet etmenizi tavsiye ederim. Allahu Teâlâ, dünyada hayrı da şerri de,

insanların tercihine bırakmıştır. Sakının ha! Kendinizi gafletten koruyunuz.

Size tebliğ edilen emirlere ittibâ ediniz. Taharet üzere yaşayınız. Takva üzere olunuz. Her teşeb-

büsünüzde, Cenab-ı Hakk’ın size yardım etmesini ve geçmiş günahlarınızı affetmesini niyaz ediniz.

Tevazu ve sabır, takva ve sıdk şiârınız olsun. Hesaba çekilmeden kendilerini hesaba çekenler, büyük

mükâfatlara nail; bunu ihmal edenler ise, büyük zararlara dûçâr olurlar.

Bu dünya fânidir, âdemdir, misafirhanedir, ahiretin tarlasıdır. Ahirete hayırlı ameller götürmek

lazımdır. Sen, seni sevdiğinle bil. Bir hadis-i şerifte; “Kişi, sevdiği ile beraber haşr olacaktır.” buyru-

lur.

“Gardaşlarım! İnsan dünyada bir yolcu gibi veya bir misafir gibi, ya da bir kiracı gibi olmalı. Yol-

cu veya misafirin nesi olur ki, konar, geçer o kadar.” Bu vesile ile idrak edeceğimiz Mübarek Ramazan

Bayramınızı tebrik ederim kıymetli okuyucular…

3

26

48 58 76

YÂR-I SÂDIK - Abdülmecit İSLAMOĞLU (10)

ARZI HÂL - İbrahim SAĞIR (13)

ANLAŞILAMAYACAK KADAR ULU: El-KEBÎR - Ramazan ALTINTAŞ (18)

MÂNEVÎ FEYZ TALEBİ - Kadir ÖZKÖSE (22)

DEVRÂNA BÖYLE - Rıfat ARAZ (25)

ALÇAK GÖNÜLLÜ OL! - Bekir OĞUZBAŞARAN (31)

TARİHE YÖN VEREN NASİHATLER- Resul KESENCELİ (32)

AVF B. MÂLİK (R.AH) - Bünyamin ERUL (37)

PEYGAMBER ÂŞIĞI BİR GENÇLİK - Enbiya YILDIRIM (38)

SİVAS GÜZELLEMESİ - M. Nihat MALKOÇ (41)

HULÛSİ EFENDİ VE ÇOCUĞUN MÂNEVÎ EĞİTİMİ- Rukiye AYDOĞDU (42)

AĞLAYAMADIM!.. - Hızır İrfan ÖNDER (47)

İHRAMCIZÂDE(K.S).’NİN ÇAĞRISI- Bilal KEMİKLİ (52)

TÜKENMEDİ HENÜZ SÖZ - Celalettin KURT (57)

RUH SAĞLIĞIMIZ VE BAYRAMLAR - Sefa SAYGILI (62)

DEVİR DEĞİŞTİ - M. Emin KARABACAK (64)

GÜZEL GÖRÜNÜR - Âşık Şeref TAŞLIOVA (67)

SİVAS VELÎLERİ - Yusuf HALICI (68)

AİLE VE KÜLTÜR - Rukiye KARAKÖSE (70)

SIZI’LI ESİNTİLER- Huzeyme Yeşim KOÇAK (74)

TESADÜF MÜ? - Mehmet SERTPOLAT (79)

İNCİ HANIMIN KONAĞI- Raziye SAĞLAM (80)

SICAK ÇARPMASIN! - Akın DİNDAR (84)

BÖĞÜRTLEN - Şifalı Bitkiler (86)

DİNİN TEMELİ TEMİZLİK

İSTİKLAL SAVAŞI’NDA ÇOCUK MÜCAHİTLER

ÖŞÜREZELDEN BİR MERHABA

ANADOLU’DAKİ SELÇUKLU MOTİFİ: SİVAS

İHRAMCIZÂDE VE MENKIBELER

06Dinimiz ibadetlerden önce gusül ve abdesti emrederek, yemekten önce ve sonra elleri yıkamayı, her namaz öncesi ağzı yıkamayı/misvakı/ağız ve diş temizliğini emrederek, namazda necâsetten tahâret şartı ile üst baş ve namaz kılınacak yerlerin temiz...

Çanakkale Savaşı’nda olduğu gibi İstiklal Savaşı’nda da henüz rüştiye sıralarında okuyan çok sayıda çocuk ve genç, vatan savunmasında destansı kahramanlık örnekleri sergileyerek, “meçhul çocuk askerler” olarak tarihe isimlerini altın harflerle yazdırmışlardır.

İslam’ın temel hedeflerinden biri, toplumdaki fakir ve zenginler arasında denge kurmaktır. Yüce kitabımız Kur’ân’ın zekât, sadaka, infâk ve öşür gibi emir ve hükümleri esasen bu dengeyi sağlamaya yöneliktir.

Divan şiirinde mecaz ve gerçek çoğu zaman birbirine girmiştir. Yani şairin söylediği söz, gerçek anlamda mı yoksa görünen anlamın dışında mı; bu, her zaman belli olmayabilir.

Bir geniş yayla serinliği vatanın orta yerinde. Sivas hem Sivas olmuş, hem kendi rüyasının gergefini dokumuş çizgi çizgi.

1881-1969 yılları arasında yaşayan, büyük mutasavvıflardan İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak Efendi (k.s.), küçük yaşlardan itibaren manevî yönü ile dikkat çeken bir isim olur.

14Ali AKPINAR

İsmail ÇOLAK Vedat Ali TOK

Meryem Aybike SİNANMusa TEKTAŞ

ADANA 0 322 457 66 54ALANYA 0 242 518 26 18AMASYA 0 533 681 33 82ANKARA 0 312 324 40 75 ANTALYA 0 530 328 82 86BARTIN 0 378 227 30 64BOLU 0 374 217 42 02BURSA 0 532 766 92 56ÇAYCUMA 0 372 615 19 21ELBİSTAN 03444150188G.ANTEP 0 342 321 43 34GEREDE 0 532 704 15 44GÖLCÜK 0 532 561 61 65 İSKENDERUN 03266157356İSTANBUL 02164720892

İZMİR 02324359091K.MARAŞ 05446904567KARABÜK 0 542 240 67 63KAYSERİ 03523360329KONYA 0 332 233 38 74MALATYA 0 533 331 88 13MERSİN 03243363109OSMANİYE 03288462139SAKARYA 0 264 339 23 65SAMSUN 0 362 238 79 79SİVAS 03462220846TOKAT 0 356 212 24 63TURHAL 0 356 275 86 00TÜRKELİ 03686712450ZONGULDAK 03722532474

Abdullah KAHRAMAN

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nınYayın Organıdır

KurucusuA. Şemsettin ATEŞ

Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803

Yıl: 19 Sayı: 142 Ağustos 2012Basım Tarihi: 01 Ağustos 2012

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni

Sebahaddin ATEŞ

Yazı İşleri MüdürüHulûsi YAYLA

Reklam MüdürüYusuf YILMAZ

Yayın EditörleriYrd. Doç. Dr. Mehmet TAŞDEMİR

Musa TEKTAŞ

Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK

Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZProf. Dr. Bilal KEMİKLİ

Prof. Dr. Abdullah KAHRAMANProf. Dr. Ali AKPINAR

Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞProf. Dr. Sinan YALÇIN

Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL

Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL

KapakAbdullah UÇGUN

YapımARTWORKS

www.artworks-tr.com

Genel Sanat Yönetmeniİlhan SOYLU

Sanat YönetmeniAli GÜRSOY

Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi

Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA

Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]

Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım

Baskı & Üretim Ege Basım Matbaa ve Reklam Sanatları Ltd. Şti.

Esatpaşa Mahallesi Ziyapaşa Caddesi No:4 Ataşehir/iSTANBUL Tel: 0216 470 44 70

Kurum Abone : 140

Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068

Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01

Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen (0422) 615 15 00 / 192 dahiliyi arayınız.

55Ağustos 20124

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

Yüzonüçüncü Hutbe

Şeyh Hâmid-i Veli Minberinden

Hutbeler

Aziz Cemâat-i Müslimîn!

Ramazan-ı fıtır bayramıdır. Bu güne “lyd” denilmesi ferah ve sürürün tekrar tekrar

avdeti ile tefe’ül içindir. Bayram günlerimiz, büyük bir kıymete hâizdir. Bayram günü,

bütün İslâm aileleri için bir yevm-i meserrettir.

Muhterem Cemâat-i Müslimîn!

Mü’minler için manevî kazançları terakki ve tekâmülleri bakımından pek büyük bir

fırsat olan mübarek Ramazan ayı; sona ermiş bulunuyor. Bu şerefli ayı daha pek çok

yıllar, sağlık ve selâmet içerisinde idrâk etmemizi Cenâb-ı Hak’tan dilerim.

Mübarek ve şerefli Ramazan ayına sağlıkla ulaşıp da onu hakkıyla ihya edebilmiş,

içlerini onun feyziyle, nuruyla yıkayıp arıtarak kemâl ufuklarına doğru yol alabilmek

olanlara ne mutlu!..

Allahu Teâlâ ve tekaddes, binlerce hamd olsun ki bizleri İslâm dininin esası olan Ra-

mazan ayının orucuna, bu yüce tâat ve ibâdeti îfâ ve icraya muvaffak kıldı. Allahu

Teâlâ’ya binlerce, yüzbinlerce hamd u senalar olsun ki, bize tevfikini refik etti ve tuttu-

ğumuz oruçlarımız yükselip, onun huzuruna gitti. Aklımız ile bilemediğimiz ve dillerimiz

ile övemediğimiz Yüce Rabbimiz, bize bizden yakın olan Allah’ımız bir aydan beri gece ve

gündüz bizi huzurunda bulundurdu. Zât-ı ilâhîsinin hakkımızdaki bu lutf u keremine

şükran, bu gün Müslümanlık dünyası, bayram edecek ve herkes, birbirlerini kutlaya-

caktır. Bu sevinç, dargınları barıştıracak ve herkesi birbiri ile hüsnü ahlâk ve fazîlet sa-

hasında yoksullara zekât vermek, fitre vermek, suretiyle yardım etmeye koşmakta ya-

rıştıracaktır.

Azîz Kardeşlerim!

Bu mes’ud meserret-karîn günlerden bi-hakkın istifâdeye çalışmalıyız, bu günler

rızâ-i Hak için fedâkârlıkta bulunmalıyız. Fukara ve züefaya yardım etmeliyiz, akraba-

mızı, ehibbâ ve as-dıkâmızı, komşularımızı, şâir din kardeşlerimizi, ziyarete koşmalıyız,

aramıza muhabbet ve samîmîyeti uhuvveti diniyyeyi bir kat daha takviyeye gayret et-

meli, yalnız bu bayram günlerinde değil, her zaman hüsn-i ahlâk ve fazîlet gösteren

mü’minler ne mesutturlar. Her zamanda ve her mekânda, Allahu Teâlâ ve takadde-se

itaat ve ibâdetten ayrılmayan mü’minlere ne mutlu.

Allah azimu’ş-şân hazretleri ehl-i İslâm’ı dünyada da âhirette de selâmet ve saadet-

ten ayırmasın.

7Ağustos 20126 7

İlim ve Hayat Ali AKPINAR*

DİNİN TEMELİ

TEMİZLİK

İslâm, temizlik üze-

rine kurulmuştur.

İlk inen âyetlerden

bazıları temizlik emriyle gelmiş-

tir. Bu nedenle Müslüman,

maddî ve mânevî kirlerden

arınan, yeryüzünün en te-

miz kişisidir, öyle olmalı-

dır. Peygamberimize ilk inen

âyetlerde Rabbimiz şöyle bu-

yurmuştur:

“Ey örtüye bürünen! Kalk

da uyar. Rabbini yücelt. Giy-

diklerini temiz tut. Kötü şey-

leri terke devam et. Yaptığın

iyiliği çok görerek başa kak-

ma. Rabbin için sabret.”1

Evet, Din, maddî ve mânevî

temizlikle başladı. Tekbîr ve

tathîr. Yüce Allah’ı büyükle-

mek/yüceltmek ve tertemiz ol-

mak. İlki, şirk-küfür

kirlerinden arınmak,

ikincisi maddî pis-

liklerden temiz-

lenmek. Önce tek-

birle, gönül ve

beyin dünyasında-

ki bütün şirk-küfür-

inkâr-nifak kirlerin-

den arınmalı; iç dünyayı

kin-nefret-riyâ gibi kötü tutku-

lardan temizlemeli; ardından

dış dünyayı her çeşit kirden pak

etmeli. Elbisenin temizlenmesi,

amellerin şirk ve riyâ gibi kir-

lerden temizlenmesi olarak an-

laşıldığı gibi; dış dünyanın her

türlü necâsetten temizlenme-

si olarak da anlaşılmıştır. Zaten

devam eden âyetlerde kötü dav-

ranışlardan arınma emri gelme-

ye devam etmektedir.

Maddî Ve Mânevî Temizlik

Bütün ibadetler, temiz-

lik esası üzerine kurulmuştur.

İman, mânevî kirlerden arın-

ma demektir. Mekke ve Medine

döneminde inen yüzlerce âyet,

tertemiz tevhîd esasının yürek-

lerde kurulması üzerinde du-

rur. En kutlu ibadet namaz da

maddî ve mânevî temizlik ame-

liyesi olan abdest ile başlar. Ve

namaz temiz olan her yerde kı-

lınır. Yeryüzü mü’mine

mescid kılınmıştır.

Bunun bir anlamı

da Müslüman, bütün yeryüzünü

tertemiz kılmakla yükümlüdür.

Her hayırlı işin başında çekilen

besmele, bir nevi gönle ve beyi-

ne abdest aldırmak demektir.

Bizim dinî kitaplarımız da

Kitâbü’l-îmân ve Kitâbü’t-

Tahâret, yani iman ve temizlik

üniteleri ile başlar. Kur’ân Mus-

haflarımızın kabına “Ona ter-

temiz olanlardan başkası do-

kunmaz.”2 yazılarak Kur’ân’dan

ancak maddî ve mânevî kirler-

den arınanların istifade edebi-

leceğine dikkat çekilmek isten-

miştir.

Kur’ân-ı Kerîm maddî ve

mânevî temizlik konularını işle-

yen âyetlerle doludur. Âyetlerde

maddî temizlik ve mânevî te-

mizlik iç içe işlenmiş olup bun-

lar birbirlerinden ayrılmazlar.

Şöyle ki, abdest ve gusül, gö-

“Dinimiz ibadetlerden önce gusül ve abdesti emrederek,

yemekten önce ve sonra elleri yıkamayı, her namaz

öncesi ağzı yıkamayı/misvakı/ağız ve diş temizliğini

emrederek, namazda necâsetten tahâret şartı ile üst baş

ve namaz kılınacak yerlerin temiz tutulmasını emrederek

maddî temizliğe büyük önem vermiştir. ”

9Ağustos 20128

rünürde maddî temizliktir; ama

onların aynı zamanda mânevî

yönü de vardır. Abdest ve gusül,

kişiyi ibadete yaklaştırıp hazır-

layan/araç (kurbe) kabul edil-

miş, diğer ibadetler gibi bir ta-

kım âdâb ve erkânla sınırları

belirlenmiştir. Müslümanın hiç-

bir amelinin rastgele olmadığı

gibi, abdest ve gusül de rastge-

le değildir. Onların sahih olma-

sı için belli zamanları ve belli öl-

çüleri vardır.

Allah Temizlenenleri Sever

Maddî/dış temizlik, mânevî/

iç temizlik birbirini tamamlayan

şeylerdir. Dinimiz ibadetlerden

önce gusül ve abdesti emrede-

rek, yemekten önce ve sonra el-

leri yıkamayı, her namaz öncesi

ağzı yıkamayı/misvakı/ağız ve

diş temizliğini emrederek, na-

mazda necâsetten tahâret şar-

tı ile üst baş ve namaz kılınacak

yerlerin temiz tutulmasını em-

rederek maddî temizliğe büyük

önem vermiştir. Bunun yanında

dinin emrettiği bütün ibadetle-

rin hedeflerinin başında mânevî

temizliği gerçekleştirmek gelir.

Nitekim şu âyette bu iki temizlik

birlikte zikredilmiştir:

“Allah şüphesiz daima tev-

be edenleri sever, temizlenenle-

ri de sever.”3

Peygamberimizin tuvale-

te girmeden önce okuduğu dua

şöyledir: “Allahümme innî eûzü

bike mine’l-hubsi ve’l-habâis/

Allahım, görünür görünmez,

maddî ve mânevî bütün pislik-

lerden Sana sığınırım.” Görül-

düğü üzere sürekli tekrarlanan

bu duada da maddî ve mânevî

temizlik birlikte işlenmiştir.

Allah Dış Görünüşlerinize

Bakmaz

Yüce Yaratıcının sevgisini

kazanmak, O’nun rızasına nail

olmak, O’nun yardım ve lütufla-

rına mazhar olmak için mânevî

kirlerden de arınmak gerekir,

maddî kirlerden de temizlen-

mek gerekir. Dinimiz, kendini

bütünüyle ibadet ve tâata verip

zâhidâne bir hayat yaşadığı hal-

de, giyim kuşamına, dış görünü-

şüne, temizliğine dikkat etme-

yenleri kınamıştır. Aynı şekilde

iç dünyasını ihmal edip, yalnız-

ca dış görünüşe özen gösteren-

leri de yermiştir. Nitekim bu ko-

nudaki iki hadis şöyledir:

Peygamberimiz mesciddey-

ken saçı başı dağınık bir adam

gördü ve şöyle buyurdu: “Bu

adam saçlarını düzeltecek, üs-

tünü başını yıkayacak bir şey-

ler bulamadı mı?”4

“Allah sizin dış görünüşle-

rinize, kalıplarınıza bakmaz.

Ama O, sizin kalplerinize ve

amellerinize bakar.”5

İmam Gazâlî, bu konuda şun-

ları söyler: “Kalb, nazargâh-ı

İlâhîdir. İnsanların görüp dur-

duğu dışını insanlar için temiz-

lediği halde, Yüce Yaratıcının

nazargâhı olan kalbini temizle-

meyen kimseye şaşılır!”6

Yüce Rabbimiz, Kubalıları şu

âyetiyle överek bütün Kur’ân’ın

muhataplarının da öyle kimse-

ler olmasını istemiştir:

“Orada, arınmak isteyen in-

sanlar vardır. Allah, arınmak

isteyenleri sever.”7

Kubalıların haklarında bu

âyetin inmesi, onların şirk ve

günah kirlerinden arındıkla-

rı gibi, tahâret ve abdest baş-

ta olmak üzere maddî temizliğe

de büyük önem veren kimseler

olmasıdır. Dolayısıyla Müslü-

man, kendisi temiz olduğu gibi,

çevresini de temiz tutan kimse-

dir. Tertemiz olmak için ise, asıl

olan kirlenmemek ve kirletme-

mektir. Bu nedenle Müslüman,

kirleri temizlediği gibi kirletme-

meye de özen gösterir.

Namaz dışındaki diğer

ibadetlerin temel hedefi de

mü’minleri arındırmaktır. Söz-

gelimi, temizleyen anlamına ge-

len zekât, kişiyi dünyevîleşmek

ve cimrilik gibi kötü tutkulardan

arındırır; malı da farkında olma-

dan mala karışmış şâibelerden

temizler. Oruç, nefsi oburluk

ve doyumsuzluktan arındırdığı

gibi, ruhu da arındırır. Allah yo-

lunda cihad, sahibini korkaklık

ve dünyaya bağlanmaktan arın-

dırıp fedâkâr olmayı öğretir. Di-

ğer bütün ibadetler için de du-

rum böyledir.

Cennet de Temiz Olanların Yurdudur

Cennete arınanlar girecek-

tir. Tertemiz Cennet, maddî ve

mânevî temizliği kendine şiâr

edinmiş temizlerin diyarıdır.

Her bakımdan temizliği kendi-

lerine şiâr edinen mü’minler,

temizler yurdu cennetin kalı-

cı misafirleridirler. Artık ora-

da maddî ve mânevî kirler yok-

tur. Dünyada onları rahatsız

eden hiçbir şey yoktur cennet-

te. Ne keder, ne tasa, ne kir ne

pas. Ne gıybet, ne dedikodu, ne

gürültü, ne patırtı, ne boş bir söz

ve ne de herhangi bir pislik! Ve

biz bu dünyadan göçüp giderken

yine boy abdesti (ğasl) ile gideriz

O’nun huzuruna.

“Onlara orada tertemiz eş-

ler vardır ve orada temelli ka-

lırlar.”8

“Allah’a karşı gelmekten sa-

kınanlara, Rablerinin katında,

zemininden ırmaklar akan ve

orada temelli kalacakları cen-

netler, tertemiz eşler ve Allah’ın

rızası vardır. Allah kullarını

hakkıyla görücüdür.”9

“Kim arınırsa, ancak kendisi

için arınmış olur; dönüş ancak

Allah’adır.”10

Bu konuda Peygamberimiz

de şöyle buyurur:

“Benim ümmetim, kıyamet

günü, ‘Abdest organları nurlu-

lar!’ diye çağrılacaktır. O hal-

de, gücü yeten nurunu artırma-

ya gayret etsin!11

O halde maddî ve mânevî kir-

lerden arınarak, kirlenmeyerek

ve kirletmeyerek, temizlik konu-

sunda çevremize örnek olarak

kendimizi temizler yurdu cen-

nete hazırlamaya gayret edelim.

Son söz, yine Söz Sultanı Efen-

dimizin. O, şöyle dua ederdi:

“Allahümmec’alnî mine’t-

tevvâbîne vec’alnî mine’l-

mütetahhirîn/Allahım, beni

mânevî kirlerden arınanlardan

kıl. Beni maddî kirlerden temiz-

lenenlerden eyle!”12

1 74/Müddessir, 1-7.2 56/Vâkıa, 79.3 2/Bakara, 222.4 Ebû Davûd, Libâs 17.5 Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, II, 277 (Müslim, ibn Mâce)6 Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, II, 278.7 9/Tevbe, 108.8 2 Bakara 25.9 3 Âlu Imran 15.10 35 Fâtır 18.11 Ali en-Nâsıf, et-Tâc, I, 77 (Buhârî, Müslim, Tirmizî,

Nesâî).12 Ali en-Nâsıf, et-Tâc, I, 79 (Tirmizî)

*Prof. Dr.

Dipnot

Muh

ham

med

LSER

EN

11Ağustos 201210 11

Hulûsi Kalb’denAbdülmecit İSLAMOĞLU

YÂR-I SÂDIK“Kişinin özü ve sözünün bir olması, konuştuğu her şeyin hakikate uygun olmasıdır

sıdk. Sâdık olan kişi duygu ve düşüncelerinde, hayallerinde hatta niyetlerinde doğru

olandır; doğruluktan ayrılmayandır.”

Doğru sözlü, dürüst ve güveni-

lir olma gibi anlamlara gelen

“sıdk”, ahlâkî erdemlerin başın-

da gelir. Kişinin özü ve sözünün bir olması, ko-

nuştuğu her şeyin hakikate uygun olmasıdır sıdk.

Sâdık olan kişi duygu ve düşüncelerinde, hayalle-

rinde hatta niyetlerinde doğru olandır; doğruluk-

tan ayrılmayandır.

Peygamberliğin en önemli

özelliklerinden birisi olan ve bu

kutlu elçileri yücelerin yücesine

çıkaran sıdktır.

Hz. İsmail sâdıklardandır:

“Kitap’ta İsmail’i de an. Şüphe-

siz o, sözünde duran bir kimse

idi (sâdıku’l-va’d).”1

Hz. Yûsuf sıddîktir: “Yûsuf,

ey doğru sözlü (sıddîk).”2

Hz. İbrahim doğruluktan ayrılmamıştır:

“Kitap’ta İbrahim’i de an. Gerçekten o, son dere-

ce dürüst bir kimse (sıddîk), bir peygamber idi.”3

Hz. İdris sözünün eridir: “Kitap’ta İdris’i de an.

Şüphesiz o, sözünde duran bir kimse idi (sâdıku’l-

va’d).”4

Evliyânın, ulemânın mânevî tekâmülünün

en büyük âmili sıdktır. Hâsılı her Müslümanın

sahip olması gereken en önemli vasıflardandır

sâdık olmak. Nitekim “Sâdıku’l-Va’di’l-Emîn”

olan Peygamberimiz bu hususa işaretle sözü-

müzde ve işimizde doğru olmamız gerektiğini

belirtmiş, doğruluğun hayra ve iyiliğe götüre-

ceğine dikkatleri çekmiştir. İyilik cennete gö-

türecek, kişi doğru söyleye söyleye Allah katın-

da sıddîk (doğrucu) diye kaydedilecektir. Allah

korusun bu durumun tam tersi de söz konudur.

Bu durumda yalancılık, kişiyi yoldan çıkmaya

(fücûr) sürüklemekte, fücûr ise cehenneme gö-

türmektedir. Kişi yalancılığı meslek edindiği va-

kit ise Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye

yazılacaktır.5

Sâdık olmak, aynı zamanda ihlâslı ve samimi

olmaktır. Şartlara göre, çıkarlarını ön plana alarak

konuşmaktan ve hareket etmekten sakınmaktır.

Zor da olsa, zararımıza da olsa doğruluktan, hak-

tan ve adaletten ayrılmamaktır. Acı da olsa gerçe-

ği söylemektir, zâlimin karşısında mazlûmun ya-

nında yer almaktır:

İnsana sadâkat yakışır görse de ikrâh

Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allâh6

“İnananların olmazsa olmaz sıfatlarından olan sıdk/

sâdıklık kavramı Hulûsî Efendi’nin şiirlerinde de kendisine

yer bulur. Es-Seyyid Osman Hulûsî Efendi altı beyitten

oluşan bir gazelinde, uğruna yanıp küle döndüğü,

gözyaşlarını pınar eylediği, huzuruna varmak istediği bir

“yâr-ı sâdık”tan, sâdık bir sevgiliden bahseder.”

Ağustos 201212

ARZI HÂL

Gözlerim bir seni görüyor artık, Mecnu’nun Leylâ’yı gördüğü gibi. Gönül köşkü alev alev kor artık, Güneşin çöllere vurduğu gibi. Yüzün gül koncası, zülfün sarmaşık, Aşkın beni aydınlatan bir ışık, İçimde duygular karma karışık, Garibin gurbete vardığı gibi. Sensin artık yazım, kışım, baharım, Kalmadı tâkatim, sabrı kararım, Yerde kurda, gökte kuşa sorarım, Ferhat’ın Şirin’i sorduğu gibi. Eğlencesi oldum yâdın, yabanın, Bulamadım yollarını obanın, Issız dağ başında garip çobanın, Visâl hâyâlleri kurduğu gibi. Sağır’ın yüreği kar gibi erir, Gözlerinden, yüreğime yaş yürür, Gönlüm aşkın ile nâğmeler verir, Mızrabın tellere vurduğu gibi

İbrahim SAĞIR

13

İnananların olmazsa olmaz sıfatlarından olan

sıdk/sâdıklık kavramı Hulûsî Efendi’nin şiirle-

rinde de kendisine yer bulur. Es-Seyyid Osman

Hulûsî Efendi altı beyitten oluşan bir gazelin-

de, uğruna yanıp küle döndüğü, gözyaşlarını pı-

nar eylediği, huzuruna varmak istediği bir “yâr-ı

sâdık”tan, sâdık bir sevgiliden bahseder:

1. Aşkın yakıp eyledi nâr cümle işimi kıldı zâr

Gitdi kamu nâmûs u âr ey yâr-ı sâdık yâr yâr

Aşkın yaktı beni, ateş eyledi. Ağlayıp inlemek-

ten başka yapacak işim kalmadı. Başkalarının,

içine düştüğüm aşktan ötürü beni ayıplamaları

umurumda değil; bu anlamda utanma nedir bil-

mem, ey sâdık sevgili. Ey sevgili, en sevgili.

2. Gönlüm sana hayrânedir dîdelerim giryânedir

Bu cân dahi kurbânedir ey yâr-ı sâdık yâr yâr

Gönlüm, güzelliğin karşısında hayret maka-

mındadır. Ağlamaktan gözyaşlarım çağıl çağıl ak-

makta; canım sana kurbandır, ey sâdık sevgili. Ey

sevgili, en sevgili.

3. Bî-çâre kıldın gönlümü âvâre kıldın gönlümü

Bîmâre kıldın gönlümü ey yâr-ı sâdık yâr yâr

Çaresiz kıldın gönlümü, perişan ettin kalbimi.

Hasta ettin sen beni, ey sâdık sevgili. Ey sevgili,

en sevgili.

4. Bu gözlerim ermek diler dîdârını görmek diler

Pâyına yüz sürmek diler ey yâr-ı sâdık yâr yâr

Bu gözler sana ermek, seni görmek ister. Bu

gözler ayaklarına yüz sürmek ister, ey sâdık sevgi-

li. Ey sevgili, en sevgili.

5. Mürüvvet issi âlî-şân müştâkadır sana bu cân

Derdinledir hâlim yamân ey yâr-ı sâdık yâr yâr

Ey iyilikler, cömertlikler sahibi, şanı yüce olan!

Bu can sana iştiyaklı, bu can seni özlemekte. Bu

can sana can atmakta. Derdinle hâlim perişan, ey

sâdık sevgili. Ey sevgili, en sevgili.

6. Hulûsî’nin yüzü kara her dem düşer âh u zâra

Huzûruna nice vara ey yâr-ı sâdık yâr yâr

Hulûsî’nin utancından sana bakacak yüzü yok.

Her an ağlayıp sızlamakta. Bu kara yüzü ile hu-

zuruna nasıl gelsin, ey sâdık sevgili. Ey sevgili, en

sevgili.

1 19/Meryem, 54.2 12/Yûsuf, 46.3 19/Meryem, 41.4 19/Meryem, 56.5 İmâm Nevevî, Riyâzü’s-Sâlihîn (Tercüme ve Şerh: M. Yaşar Kandemir vd.), Er-

kam Yay., İstanbul, 2008, I/281.6 Ziya Paşa, Tercî-i Bend ve Terkîb-i Bend, s.102, Şule Yay., İstanbul, 1999, s. 102.

* Yrd. Doç. Dr.

Dipnot

15Ağustos 201214 15

ANADOLU’DAKİ SELÇUKLU MOTİFİ:

SİVAS

Şehir Güzellemesi Meryem Aybike SİNAN

Sivas Bir Selçuklu Şehzadesi!

Bir geniş yayla serinliği vatanın orta yerin-

de. Sivas hem Sivas olmuş, hem kendi rüyası-

nın gergefini dokumuş çizgi çizgi. Tarihin altın

şehri, ruhumuzun altın düşüncesi, fikrimizin

zikrimizin meşalesi bir özge diyardır Sivas.

Uzun uzun kavakların uzak diyarlardan ge-

len saba yelini nazlı nazlı sevgiliye teslim etti-

ği, mor leylak kokulu dağ çiçeklerinin her dem

Hakk’ı tespih ettiği Sivas topraklarının alnın-

dan ak mı ak bir merhametin, şefkatin ve hik-

metin türlü türlü rayihasını bulursunuz.

Sivas vatan topraklarının en hası, en yiği-

di, en masumu ve en alperenidir! Uzak görüşlü

uluların engin ve dingin hatıralarını nakış na-

kış işledikleri, kalp gözünü hikmetin merkezi-

ne dikizledikleri ve bütün uzak iklimleri me-

safe mesafe Sivas’a yaklaştırdıkları bir gönül

tezgâhıdır. Sivas Zamanın Nefesini Tuttuğu Şe-

hirdir!

Bir gün bir derviş gibi çıkıp gelirsem eğer

Görürsem bir daha gönül gözüyle seni

Anla bir rüzgâr gibi yüreğimden geçeni

Ve sonra anam gibi sar beni, Sultan şehir Sivas

Şair için bir ana yüreği kadar müşfik ve kucak-

layıcıdır. Sivas, bütün şehirlerin ötesinde yiğitle-

rin harman türkülerin derde derman olduğu yü-

reği yanık ozanlar şehridir. Sivas aklın durduğu,

güzelliklerin kalbi yoğurduğu, günde beş vakit

ince minarelerinin Hakk’a divana durduğu akl-ı

selim bir şehirdir! Medeniyet geçidinde bayrağı

taşıyan Sivas, türküler geçidinde türkü türkü se-

lama duran Sivas, namahremin vatana el uzattığı

demlerde kıyama kalkışan Sivas’tır yine!

Gök Medrese geçmişin engin gönüllü erenle-

rinin hatırlı ve hatıralı dualarını kalbinin taraça-

larında saklar gibidir. Medresenin avlusunda her

bir ayak izinde bin bir fikrin düşleri saklı gibidir.

Divriği Ulu Camii hala dimdik ayakta “En Sev-

gili” için dualara ev sahipliği yapmakta, gönüllere

Ahpe

r Nur

i DEL

İCAN

Ağustos 201216 17

ve ruhlara manevî bir şifa dağıtmaktadır.

Şifaiye Medresesinde hala doktorların Hakk’a

teslim olmuş çabalarını hisseder gibisiniz. I. İz-

zettin Keykavus sırra kadem bassa da inşa ettiği

medresede onun soluğunu ve hatıralarını bulur

derin bir tefekkürün kapısını çalarsınız. Medre-

senin karşısına bağdaş kurup oturan Çifte Mina-

re Camiinde çifte dünyalara hazırlığı bir berekete

dönüştürmekte, hayret duygularının semaya ka-

nat çırpmasına köprü olur dualarınız!

Sivas bir Selçuklu şehridir ancak Osmanlı’da

şaha kalkmıştır. Osman Ağa Konağı, Ali Baba Ko-

nağı, Behram Paşa Hanı, Ziya Bey Kütüphanesi,

Eğri Köprü, Kesik Köprü ve daha niceleri Osman-

lıyı hatırlatır, Osmanlı adına konuşur gibidir!

Allah şifalı suları bu şehre bahşetmiş gibidir.

Sulardan yükselen şifa, tene değdiğinde can fe-

rahlık bulmakta, kalp mutmain olmaktadır. Or-

taköy Çermik, Sivas Soğuk Çermik, Sivas Sıcak

Çermik, Kangal Balıklı Çermik, Gürün Gökpı-

nar göl göl, pınar pınar, buğu buğu misafirleri-

ni beklemektedir.

Sivas Çarşıları Osmanlıdır

Kazancılar Çarşısı, Bakırcılar Çarşısı, tarihî

Taşhan Çarşısı, Mavi Çarşı, Sanayi Çarşısı ve

daha nice nice çarşı, han ve hamam Sivas’ın

süsü ve ziynetidir aslında. Neye ihtiyacınız var,

ne ararsanız size göre bir çarşı elbette vardır

Sivas’ta. Şehir hayatı öylesine derli toplu, öyle-

sine düzenlidir.

Bezirci, Yüceyurt, Altıntabak ezelden Sivaslı-

dır. Bu semtler ve ilçeler Sivas’ın has çocuklarıdır.

Damar aynıdır, dil aynı, beden aynı. Bütün ilçele-

ri Sivas’ın dilini konuşur, nereye dayanırsa dayan-

sın fikir ve zikir Sivaslıdır!

Sivas demek Şems-i Sivas’i demek. Onun manevî

atmosferi demek. Sivas derken onun engin dünyası,

engin görüşleri ve engin gönlü gelir akla. Adını doğ-

duğu şehirden alan nasiplilerdendir o.

Ve İhramcızade İsmail Hakkı Efendi!

Ve manevî atmosferi ve gönül iklimi! İhram-

cızade İsmail Hakkı Efendi, hem şiirleriyle, hem

yüreğiyle, ilim ve irfanını nakış nakış bölge coğ-

rafyasına nakşeden engin gönlüyle Sivas’ın kalbi-

dir, aklıdır, fikri ve zikridir! Hem irşat hem mürşit

makamında Sivas’ın kalbine gönül mızrabını vur-

muş bir özge ermiştir bilene!

Sivas ne kadar anlatılsa bitmez, ne kadar söy-

lerse azalmaz, ne kadar çok anılsa tükenmezdir!

Sivas tükenmez bir hazinedir, bir aynadır bakana,

bir türküdür söyleyene, bir yoldur gidene… Koca

Veysel gibi iki kapılı bir hanın yolcusu iseniz bu-

yurunuz Sivas’a… Yavuz Bülent Bâkiler’in mısra-

larıyla kucağını açmış sizi bekliyor!

Ne güzel seni sevmek böyle uzaktan

Ve seni düşünmek bir çocuk hevesiyle,

Her sabah yeniden ezan sesiyle

Müslüman müslüman uyanan şehir!

Ahpe

r Nur

i DEL

İCAN

Ahpe

r Nur

i DEL

İCAN

Ahpe

r Nur

i DEL

İCAN

Ahper Nuri DELİCAN

Ağustos 201218 19

Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*

ANLAŞILAMAYACAK KADAR ULU:

El-KEBÎR“Kur’an-ı Kerim’de Kebîr vasfı Allah hakkında kullanıldığı gibi, diğer varlıklar

hakkında da kullanılır. Meselâ ilim, irfan sahibi ve yaş bakımından bazı kimselere

“büyük” sıfatı verilir. Kur’an-ı Kerim’de genellikle el-Kebîr, Allah’ın bir ismi olarak

el-Alî vasfıyla birlikte kullanılır.”

El-Kebîr, “büyük”

anlamındaki ki-

ber mastarından

türemiş sıfat kalıbında bir isim

olup, “ulu ve yüce olan” demek-

tir. Mübâlağa kalıbında gelen

el-Kebir, Allah’ın zâtında ve sı-

fatlarında yüce olduğunu bil-

dirir. O, kullarını, onlar ken-

disini görmeden, istediğine

yöneltendir; celâl ve şân yüce-

liğiyle mevsuftur.1 O, yaratıkla-

ra benzemekten münezzehtir.

Allah’ın en güzel isimleri ara-

sında yer alan el-Kebîr, “Kibriyâ

sahibi” demektir.2 Nitekim

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyru-

lur: “Göklerde ve yerde azamet

(Kibriyâ) O’nundur. O, güçlü-

dür, hakîmdir.”3

Kur’an-ı Kerim’de Kebîr vas-

fı Allah hakkında kullanıldı-

ğı gibi, diğer varlıklar hakkında

da kullanılır. Meselâ ilim, irfan

sahibi ve yaş bakımından bazı

kimselere “büyük” sıfatı verilir.

Kur’an-ı Kerim’de genellikle el-

Kebîr, Allah’ın bir ismi olarak

el-Alî vasfıyla birlikte kullanılır:

“Doğrusu Allah yücedir, bü-

yüktür (el-Aliyyü’l-Kebîr).”4

“O, gaybı da görülen âlemi

de bilendir, çok büyüktür, çok

yücedir (el-Kebîru’l-Müteâl).”5

Görüldüğü gibi bu ayetlerde

el-Kebîr, Yüce Allah’ın ululuk ve

azametini bildirmek için el-Alî

vasfıyla te’kîd edilmiştir.

Gerçek anlamda “Kibriyâ

Sahibi” olan O’dur. Azamet ve

yücelik O’na aittir. O’nun şanı ve

kadri çok yücedir. Bu mânâda

Cenâb-ı Hâk, kemal ve yüce-

lik sıfatlarıyla mevsûftur. O,

zâtında büyük olduğu gibi, sıfat-

larında da büyüktür. Yücelik sı-

fatları O’na aittir. İsim ve sıfat-

larda O’nun bir benzeri, misli ve

ortağı yoktur.

Yüce Allah’ın Büyüklüğü

Sıfatlarında ve Fiillerindedir

Allahu Teâlâ’nın yüceliğini

zâtî ve sübütî sıfatlarından anla-

dığımız kadarıyla fiilî sıfatların-

dan da anlarız. O’nun fiilî sıfatla-

rı, doğrudan varlıkla ilgilidir. O,

fiillerinde de büyüktür. Kur’an-ı

Kerim’de göklerin ve yerin yara-

tılmasının insanın yaratılmasın-

dan daha büyük bir olay olduğu-

na dikkatlerimiz çekilir:

“Elbette göklerin ve yerin

yaratılması, insanların yara-

tılmasından daha büyük (ek-

ber) bir şeydir. Fakat insanla-

rın çoğu bilmezler.”6

Bu sebeple, her insan gök-

lerin ve yerin yaratılışı üzerin-

de düşünmelidir. Varlık üze-

rinde teemmül, insanda takdir

duygusunu geliştirir. Allah’a

imanı olan kimselerin imanla-

rının artmasına, imanı olma-

yan kimselerin de imana daha

çok yaklaşmalarına vesile olur.

Eğer insan, önyargılardan arın-

mış ve selim bir fıtrata sahipse,

bu muhteşem yaratılış hârikası

karşısında, Yaratan’ı takdîr ede-

cek7 masnûattan/yaratılmışlar-

dan hareketle Mutlak Sâni’ Olan

Allah’a ulaşacaktır. Şu âyette,

varlıktaki san’atlı yaratılışın in-

celiklerine vurgu yapılarak Yüce

“Gerçek anlamda “Kibriyâ Sahibi” olan O’dur. Azamet

ve yücelik O’na aittir. O’nun şanı ve kadri çok yücedir.

Bu mânâda Cenâb-ı Hâk, kemal ve yücelik sıfatlarıyla

mevsûftur. O, zâtında büyük olduğu gibi, sıfatlarında da

büyüktür. Yücelik sıfatları O’na aittir. İsim ve sıfatlarda

O’nun bir benzeri, misli ve ortağı yoktur.”

Ağustos 201220 21

Allah’ın yaratılıştaki büyüklüğü

dile getirilir:

“Sen dağları görürsün de,

onları yerinde durur sanırsın.

Oysa onlar bulutların yürümesi

gibi yürümektedirler. (Bu) her

şeyi sapasağlam yapan Allah’ın

san’atıdır. Şüphesiz ki O, yap-

tıklarınızdan haberdardır.”8

Kur’an’da Cenab-ı Hak biz-

zat kendi fiiline “sun” adını ver-

miştir.9 Zikredilen âyette ge-

çen “Sun’allah” lafzındaki “sun”

san’atlı yaratılışı anlatır. Allah’ın

kitabındaki şu ifadeler buna çok

açık örnektir: “Dağları (yerle-

rinde) donmuş sanırsın, oysa

onlar, bulutların yürümesi gibi

yürümektedirler.”10 Âyetin bu

bölümünde, Allah’ın varlık dün-

yasında görülen eşsiz san’atına

işaret edilmektedir. Tabiat-

ta gözlemlenen her bir varlığın

ontolojik durumu kendine özgü

bir farklılıkta olması ve otan-

tik yapısı itibariyle görkemli bir

san’at galerisi hüviyetindedir.

Allah’ın san’atının sağlamlığı

bu mevcûdâttaki her şeyde be-

lirmektedir. İyice düşünen biri-

si ilâhî san’at eserlerindeki mu-

cizeleri görür. Âyette “dağların

yürümesi” ifadesi, Kur’an’ın bu

mucizevî haberlerinden sadece

birisidir. Bu âyet her an âlemde

meydana gelen kevn (oluş) ve

fesadı (bozuluş) göstererek kı-

yamet ve dirilişi tasvir etmekte-

dir.

Yüce Allah’ın fiillerinde ken-

disini gösteren yücelik fikri, yer-

yüzünün denge unsuru olan

dağlar üzerinden anlatılmıştır.

Dağların esasen akıcı gazlardan

mürekkep olarak zerrelerinde

buharlaşır gibi “oluş-bozuluş”

alanındaki kimyevî değişiklik-

ler ile her an yeni yaratılışlar ce-

reyan edip durmaktadır. Bunu

ancak, bu alanın ilim sahipleri

anlayabilir. “Dağların yürüme-

si” tabiri ile Yüce Allah, varlığın

en sabit görülen şeylerinin bile

her an değişiklik ile bir kıyame-

te doğru gittiğini, günün birin-

de bir üfleme ile o koca dağla-

rın yerinden kalkacağını, bütün

kütleleriyle yürütülen arzın baş-

ka bir arza tebdil edileceğini an-

latıyor. Bu, her şeyi ilim ve hik-

metiyle yerli yerinde sağlam ve

muntazam yapan Allah’ın yapı-

sı, O’nun işidir.11

Cenâb-ı Hakk’ın fii-

li sıfatlarından birisi ‘tahlîk/

yaratma’dır. O, herşeyin yaratı-

cısıdır. Yine bize şu âyette “gök-

lerin direksiz” olarak yaratılışı-

nı anlatmaktadır. Elbette böyle

bir yaratılış, insanın yaratılışın-

dan daha büyüktür. İnsanoğlu,

bu yaratılış örnekliği üzerinde

düşünmelidir:

“O gökleri görebildiğiniz

bir direk olmaksızın yarattı,

sizi sarsmasın diye yere de ulu

dağlar koydu ve orada her çe-

şit canlıyı yaydı. Biz gökyüzün-

den su indirip, orada her fayda-

lı nebattan çift çift bitirdik. İşte

bunlar, Allah’ın yarattıkları-

dır. Şimdi (ey kâfirler!) O’ndan

başkasının ne yarattığını bana

gösterin! Hayır (gösteremez-

ler). Zalimler açık bir sapıklık

içindedirler.”12

Yerde ve gökte egemen olan

sadece ve sadece Allah’tır. İnsan

bu yaratılış karşısında âcizliğini

ve noksanlığını dile getirmeli ve

bütün takdir hislerini O’na yö-

neltmelidir. Jeolojik bir olay

olan deprem, bir tabiat olayı

olan tsunami ve seller karşısın-

da bile âciz olan insanoğlunun

Allah’a rağmen büyüklük tas-

laması kadar haddini bilmez-

lik var mıdır? Her türlü ayıp ve

noksanlıktan münezzeh olan sa-

dece Allah’tır. İnsan ise, bütün

bu sıfatlarla maluldür. Onun

için insan büyüklük taslamamalı

ve istikbâra/büyüklenmeye yö-

nelmemelidir. Bir kudsî hadis-

te Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

“Kibriyâ, benim ridâm, azamet

ise benim izârımdır. Kim be-

nimle bu mevzuda münakaşa-

ya kalkışırsa onu (başaşağı ge-

tirir) Cehennem’e atarım.”13

Yüce Allah’ın El-Kebîr İsminden

Çıkaracağımız Ahlakî Sonuçlar

Yüce Allah’ın el-Kebîr ismi

karşısında bir Müslümanın aki-

desi: “Allahu Ekber/Allah en

büyüktür” olmalıdır. Varlıkla-

ra yöneltilen “büyüklük” vasıf-

ları, itibarîdir, mecâzîdir. Kul-

lar hakkında kebîr niteliği, sözü

ve davranışları uyuşan ve görül-

dükleri zaman Allah akla gelen

insan-ı kâmiller hakkında söy-

lenilebilir. Hatta onlar, tanıtılır-

ken, ümmetin büyükleri olarak

anlatılır. Onlar bu büyüklükleri

Allah’ın dinine bağlılıklarından

ve Resulünün sünnetine ittibâ

etmelerinden alır. Eğer bir kim-

se ahlakını güzelleştirmek sure-

tiyle Yüce Allah’ın el-Kebîr ismi-

ni kendisine ahlâkî bir ilke edinmişse, işte o zaman

el-Kebîr isminden hissesini almış demektir. Onun

insanlar nezdindeki büyüklüğü, Yüce Rabbini sa-

bah-akşam zikir ve tesbîhâtla büyüklemesinden

gelir. Böyle insanlar, yaktıkları mâneviyât ışık-

larıyla çevrelerini aydınlatırlar. Sohbet meclisle-

rinde bulunan her insan, mutlaka onların güzel

ahlaklarından istifade eder. Kemâl, mânevî an-

lamda bir büyüklük derecesidir. İmam Gazâlî’nin

dediği gibi, Allah’ın velî kullarının kemâli akılla-

rında, takâalarında ve ilimlerinde kendisini göste-

rir. “Kebîr insan” denildiği zaman, âlimdir, takvâ

sahibidir, halkı irşâd eder, önder olmaya, ilmin-

den ve feyzinin ışığından istifade edilmeye en la-

yık insan anlaşılır.14

Dolayısıyla, Allah’ın en büyük olduğuna ina-

nan bir Müslüman, hiçbir fânî güçten korkmaz.

İnsan nasıl ki bu dünyaya gelirken muhtaç bir

varlık olarak gelmişse, bu dünyadan ayrılırken de

muhtaç bir varlık olarak ayrılacaktır. Dünya ha-

yatında eline geçirdiği bir takım imkânlarla, baş-

kaları karşısında büyüklük taslamak kadar bir kü-

çüklük olamaz. Azamet ve celâl anlamında tek

Kibriyâ olan Allah’tır.15 Allah, yaratıkların sıfat-

larından yüce ve münezzeh olandır. Kullar hak-

kında kınanmış olan tekebbür, Allah için teklik ve

tahsis ifade eder. Ululuk ve yücelik sadece O’na

mahsus ve lâyıktır. Bu hususta O, tektir, mün-

ferittir. Noksandan ve ihtiyacı gerektiren şeyler-

den münezzeh olan sadece O’dur. Her Müslüma-

nın Allah hakkındaki akîdesi böyle olmalıdır. İşte

o zaman el-Kebîr olan Yüce Allah’ın bu isminden

ahlâkî anlamda feyizlenebilir.

1 El-İsfehânî, Râgıb, el-Müfredât, İstanbul, 1986, s. 6362 Beyhakî, Kitâbu’l-Esmâ ve’s-Sıfât, Beyrut, ts., 35.3 45/Câsiye, 37.4 31/Lokmân, 30; 34/Sebe’, 23; 40/Mü’min, 12.5 13/Ra’d, 9.6 40/Mü’min, 57.7 3/Âl-i İmrân, 191. 8 27/Neml, 88.9 27/Neml, 8810 27/Neml , 2811 Elmalılı, Hak Dini, V, 3710.12 31/Lokmân, 10-11. 13 Müslim, Birr: 136; Ebû Dâvud, Libâs: 25; İbn-i Mâce, Zühd: 16; Müsned: 2/248,

376, 414, 427, 442, 4/416.14 Gazalî, el-Maksadü’l-Esnâ, Mısır, ts., s. 78.15 59/Haşr, 44..

*Prof. Dr.

Dipnot

23Ağustos 201222

Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE*

Doğrudan Allah’tan gelen fey-

ze “feyz-i ilâhî” denirken, şeyh

ve müritlere, silsilede yer alan

meşâyıh-ı kiram vasıtasıyla gelen feyze; “feyz-i

isnâdî” adı verilmektedir. Tarikat ehli bu feyzi

elde etmek üzere, silsile-i şeriflerini okuyup sil-

siledeki sâdâtın ruhlarına Kur’ân hediye ederler.

Çünkü seven sevdiklerinin yâdını canlı tutar. Zira

sevmek bir sanattır. Allah sevgisi, Rasûlullah’a

duyulan muhabbet, Allah dostlarına hayranlık,

anne ve babaya hürmet, evlat sevdâsı, kardeşlik ve

ihvân muhabbeti, paylaşma kültürü ve fedakârlık

ruhu sevginin boyutlarıdır. Sevgi sanatı bir terbi-

ye ve eğitim ürünüdür. Yaşanabilir dünya kurma-

nın yolu muhabbet merkezli bir yaşam sürmekten

geçmektedir. İlâhî aşka giriftar olanlar ve aşk ter-

biyesinden geçenler, maddiyat ve menfaat odakla-

rına dönüşmez, şehvet ve şöhretle tanışmaz, ben-

cil ve hodbin ruha bürünmezler. İşte feyiz denen

ulvi bereket, muhabbetin sahilsiz enginliklerine

ulaşanlara nasip olmaktadır.

Feyze Mazhar Olmak

Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî (k.s.)’ye göre ihlas,

edep ve muhabbet feyiz elde etmenin üç temel

şartıdır. Tarikat eğitiminin gayesi müridi ihlâsa

büründürmek, edebi şiar edindirmek ve muhab-

bet ehli olmasını sağlamaktır. Böylesi bir kıvama

erenler ilâhî feyze mazhar olur, mürşidin iltifatı-

na erer, kalbî duyarlılığı elde eder. Mürit, şeyhini

kemal ehli görür, şeyhinin suretinde tecellî eden

Hak nuruna müştak olur. Müridi mürşide bende

kılan onun şekli veya şemâili değil, onun suretin-

de tezahür eden ilâhî nurdur. Şeyhin alnında beli-

ren secde izi, hal ve hareketlerinde görülen sünnet

ölçüsü, hüküm ve kararlarındaki feraset, bakışla-

rındaki basîret ve sohbetlerindeki ilmî derinlik

kendilerine saygı duyulması, biat edilmesi, sevgi

beslenmesini sağlayan temel ölçütlerdir. Müridin

mürşidine sevgisi onu kör ve sağır eder.

Muhabbet, müridin bâtınından mürşidin içi-

ne akan, mânevî bir nehirdir. Mürit onun saye-

sinde mürşidinden devamlı olarak feyz alabilme

imkânını elde eder. Bu mânevî nehrin ve feyzin

genişliği, müritteki muhabbetin az veya çoklu-

ğuna bağlıdır. Çünkü bazen muhabbetin coşma-

sı ve artması anında o mânevî nehir, deniz gibi

olup müridin kalbi, mürşidin tarafına teveccüh

eder. Allah dostlarının gözünden uzak olmak,

Hakk’ın gözünden düşmeğe sebep olur. Di-

ğer yandan mürşidin huzurunda gafletten uzak

durmak ve vukûf-ı kalbîyi muhâfaza etmek ki-

şiyi feyze mazhar kılar. Kalbini mürşidinin kal-

bine muhabbet ile bağlayanlar, şeyhinin ruh

dehlizine erip kalbî derinliklerine vasıl olan-

lar, şeyhinin iltifatlarına mazhar olurlar. Tüm

yeryüzüne yansıyan güneş ışınları gibi mürşi-

din feyiz şuaları da müridin tüm iç katmanla-

rına sirayet eder. Mürşidin nazar-ı iltifâtı müri-

din talebine bağlıdır. Maksadına erişip hakîkati

bulanlar ancak arayanlardır. Şeyhinin kemâlini

idrak eden müridin şeyhini emsalsiz olarak gör-

mesi, mürşidinin kendisini Allah ve Resulüne

bende kılmak için mücadele ettiğini bilmesi ge-

rekmektedir.

Tecellî Feyzi

Müride düşen yegâne görev, her nerede olur-

sa olsun feyiz dalgalarına dâhil olduğunu bil-

mektir. Hayatının her anını imtihan bilinci ile

geçirmek, anı yaşamak, zaman ve mekânın so-

rumluluklarını yerine getirmek feyiz dalgaları-

nın çoğalmasını sağlamaktadır. Mürşidinden

ilâhî feyzi talep edenler kalp gözünü açmalı, kal-

binin derinliklerine nazar etmeli, kalbini mürşi-

din kalbine bağlamalı ve feyzin gönlüne akışını

hayal etmelidir. Es-Seyyid Osman Hulûsi Efen-

di (k.s.) muhabbet nurlarının, mürşidin gönlün-

den müride yansımasını, hayat verici bir özelik-

teki pir nazarı olduğunu şu şekilde ifade eder:

MÂNEVÎ

FEYZ TALEBİ“Müride düşen yegâne görev, her nerede olursa olsun feyiz dalgalarına

dâhil olduğunu bilmektir. Hayatının her anını imtihan bilinci ile geçirmek, anı

yaşamak, zaman ve mekânın sorumluluklarını yerine getirmek feyiz dalgalarının

çoğalmasını sağlamaktadır.”

Ağustos 201224

DEVRÂNA BÖYLE

Yâ Rab, aşkın ile ben beni buldum;Sır oldum idrâke, iz’âna böyle!..İbretle sınandım, hikmetle doldum;Kuruldu mizânım vicdâna böyle!..

Varlık, takdir oldu inceden ince;Özümde yoğruldu kaç ses, kaç hece?..Duydum ki hâl dilim her gün, her gece,Aşkı şerh eyliyor devrâna böyle!..

Bilmem bu esrârın var mı emsali?Sen attın ömrüme ince melâli!..Ezel paylanırken, bu fıtrât hâli;Saldın gül meylimi irfâna böyle!..

Âdem’den buyana ar, edep, erkân,Hep Sen’i çağrışır bu yol, bu nişan!..Bu tevhîd, tevekkül, bu ihlâs, iman,Nur oldu, yayıldı zamana böyle!..

Yâ Rab, kerem eyle süzülsün özüm;Huzûra gelmeye ak olsun yüzüm!.. Âlem-i ervâhta yazıldı yazım;Düştüm bir katrede tufâna böyle!..

Aşk verdin, derdimi dermân eyledin;Nefsimi, nefsime umman eyledin!..Kulunum, bir arza sultan eyledin;Döndüm, bu cezbeyle üryâna böyle!..

Rıfat ARAZ

25

Feyz-i nazarı pîr-i meyin eyledi ihyâ

Doldu dil-i dîvâneye envâr-ı muhabbet

İlâhî feyizlerin akışı her an Allah’ı zikre ve

O’ndan aslâ gâfil olmamaya bağlıdır. Feyzin tadı-

na varanların kalp sızısı güçlü, niyaz ve yakarışla-

rı kesintisiz, muhabbetleri doludizgindir.

Bir çeşmenin başına

Bir testiyi koysalar,

Kırk yıl anda durursa

Kendi dolası değil

diyen Yunus Emre, hakîkat çeşmesinden kalp

testimizi doldurabilmek için harekete koyulmak,

gayreti elden bırakmamak, bekleyip durmayı de-

ğil harekete geçmeyi tavsiye etmektedir.

Âşık oldum erene ermek ile

Hakkı buldum ben eri bulmak ile

Haktan imiş cânlara cümle nasip

Olmaz imiş Kâ’be’ye varmak ile

Bir göl idim kıldı erenler nazar

Deniz oldum dört yana ırmak ile

diye tekrar seslenen Yunus Emre, erenlerin na-

zarı ile katrenin deryaya vasıl olduğundan bahset-

mektedir.

Tasavvufî terbiye açısından mürşidin müride

tesir halkasını, müridin şeyhinden istifade boyu-

tunu feyiz dalgası olarak değerlendirdikten sonra

feyiz anlayışının varlık boyutuna da dikkat çeke-

rek makalemizi özetlemek istiyorum. “Birden bir

çıkar” anlayışı gereğince “Kuntu kenzen mahfiy-

yen”, “Mutlak gayb”, “Enkeru’n-Nekerât”, “Amâ’,

“Ehadiyyet” ve “Lâ Taayyun” mertebesi ile ifade

edilen ilâhî zâtın zâta tecellîsi sonucu Hakîkat-i

Muhammediyye vücûda gelir. Gerçekleşen bu

tecellîye “feyz-i akdes” denir. Nûr-i Muhammedî

mertebesinde ilâhî isim ve sıfatların mücmel/top-

tan tecellî etmesine feyz-i akdes denir. Bir sonra-

ki varlık mertebesi olan “a’yân-ı sâbite”deki ilâhî

isim ve sıfatların şehâdet âlemine/görünen âleme

ayrı ayrı tecellî etmesine “feyz-i mukaddes” adı

verilir. Buna göre varlıkların zuhûr etmesi ancak

Allah’ın tecellî feyziyle mümkün olmaktadır. Fey-

zin gelip gidişi, sürekli olarak yenilenmesi öylesi-

ne şaşırtıcı bir hızla gerçekleşir ki, hiç kimse bu-

nun farkında bile olamaz. Gelişiyle gidişi sanki

aynı anda gerçekleşiyormuş gibi son derece hız-

lıdır.

Feyzin Kaynağı

İbnü’l-Arabî’ye göre bütün varlıklar, belli bir

kaynaktan çıkıp akan bir su gibi Mutlak Zât’tan

çıkıp akmaktadır. Herhangi bir kesintinin söz ko-

nusu olmadığı bu akışta varlık her an kaynağına

muhtaçtır ve her an O’ndan aldığı destekle varlığı-

nı sürdürmektedir. Bundan dolayı bir akışın eseri

ve bir taşmanın sonucu olan varlık da aslında bil-

gi gibi ilâhî bir feyizdir.

Kişinin gayreti, çabası, aklî ve zihnî melekele-

ri ile elde edilen ilimlere kesbî/mükteseb/sonra-

dan kazanılan ilimler adı verilirken; gayretle bir-

likte keşf, ilham, feyz, müşâhede ve mükâşefe

yoluyla elde edilen ilimlere vehbî/mevhûb/Allah

vergisi ilimler adı verilir. Fuyûzât dediğimiz Al-

lah vergisi olan bu bilgiler, aklın idrak alanının üs-

tünde bulunmaktadır. “Füyûzât” denilen bu bilgi-

leri, ehl-i zâhir değil ehl-i bâtın olan mükâşefe ve

müşâhede erbabı elde edebilir. Feyzin kaynağın-

dan gelen bilgiler sırra, oradan ruha, oradan da

nefse ulaşır. İlâhî feyz kesintisiz olduğundan veli-

ler aracılığıyla sürekli olarak insanlara ulaşır. Keşf

ve ilham yoluyla bilgi elde etmeye “istifâza”, “te-

feyyüz”, “ahz-ı feyz” denirken, bu ilmin gönüllere

aksetmesine “ifâza” adı verilmektedir. İlahî feyzin

insanlara ulaşmasında aracı olmaları bakımından

melekler, peygamberler ve velîler de feyzin kayna-

ğı sayılır. * Prof. Dr.

“Herhangi bir kesintinin söz konusu

olmadığı bu akışta varlık her an

kaynağına muhtaçtır ve her an O’ndan

aldığı destekle varlığını sürdürmektedir.”

27Ağustos 201226

İHRAMCIZÂDE İSMAİL HAKKI TOPRAK EFENDİ (K.S.)’DEN

MENKIBELER

1881-1969 yılları arasında yaşayan, büyük

mutasavvıflardan İhramcızâde İsmail Hak-

kı Toprak Efendi (k.s.), küçük yaşlardan

itibaren manevî yönü ile dikkat çeken bir isim

olur. Çocukluk çağında manevî hayatını tanzim

için Abdullah Haşim el-Mekkî/Arap Şeyh’e mü-

racaat eder. Arap Şeyh’in işareti ile İsmail Hakkı

Efendi (k.s.), Tokatlı Seyyid Mustafa Hâkî Efen-

di (k.s.)’ye yönelir. Hâkî Efendi Hazretleri, İsmail

Hakkı Efendi Hazretlerinin annesinin mürşididir.

İsmail Hakkı Efendi, annesinin mürşidini ziyarete

gideceği bir seferde ona eşlik eder ve Hâkî Efen-

di ile karşılaşmaları bu ziyaret vesilesiyle olur.

İsmail Hakkı Efendi Hazretlerinin Hâkî Efendi

(k.s.) ile karşılaşması şu şekilde gerçekleşir:

Gözüm, Elim Mürşidim Oldu

Mustafa Hâkî Efendi Hazretleri, ihvanları ile

sohbet ederken İsmail Efendi Hazretleri huzura

gelir. Hâkî Efendi: ‘Siz Hacı Hanım’ın oğlu mu-

sunuz?’ diye sorar. İsmail Efendi (k.s.): ‘Evet,

Efendim’ der. Hâkî Efendi (k.s.), İsmail Efendi

(k.s.)’ye nazar eder. İsmail Efendi Hazretleri, bu

nazarın etkisini şu sözlerle izah eder; “Gardaşla-

rım! O an bana bir hâl oldu. Üstadım bana bir

nazar etti ki, ne olduğunu bilemedim. O heyeca-

nı tarif edemem. Efendim, bana o soruyu sorar-

ken ellerimin yeşil bir renk aldığını gördüm. İşte

o anda manevî bir haz hissettim. Gözüm, elim

mürşidim oldu. O ben oldu ben o oldum.”

Bu şekilde Mustafa Hâkî Efendi’ye intisap

eden İsmail Hakkı Efendi Hazretleri, vefat edin-

ceye kadar üstadına çok büyük bir sevgi ile bağ-

lı kalır. Hâkî Efendi, Tokat’tayken İsmail Efendi

Hazretleri, her fırsat bulduğunda üstadını ziyare-

te gider, nasihatlerini can kulağı ile dinler ve üs-

tadı ile vakit geçirmekten aldığı maddî ve manevî

zevki etrafındakilerle paylaşır. Hâkî Efendi, Tokat

Mebusu olarak Son Osmanlı Mebusan Meclisi’ne/

İstanbul’a gidince İsmail Hakkı Efendi Hazretleri,

mürşidinin yanına yerleşmeyi düşünür ama onun

uyarısı ile tekrar memleketine dönmek durumun-

da kalır.

İsmail Hakkı Efendi Hazretleri, M. Hâkî Efendi

(k.s.)’nin yadigârı olarak gördüğü oğlu Bahâüddin

Efendi’ye karşı olan sevgi ve saygısı ile de mür-

şidine olan vefa borcunu ödemeye çalışır. Bu an-

lamda, İsmail Efendi, her hac dönüşü Şam’da

ikamet eden Bahâüddin Efendi’yi ziyaret eder.

Ayrıca Bahâüddin Efendi’ye yazdığı mektuplarda

da İsmail Hakkı Efendi Hazretleri’nin bu tavrını

gözlemlemek mümkündür. İşte o mektuplardan

bir tanesi Eşrefoğlu Rûmî Hazretleri’ne (k.s.) ait

şu mısralarla başlar: “Seni sevmek benim dinim

imanım / İlâhî din ü imandan ayırma”

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretle-

ri de çocuk denecek yaşta iken İsmail Hakkı

Efendi (k.s.)’ye intisap eder. Yıllar sonra Hulûsi

Efendi Hazretleri bizzat İsmail Hakkı Efendi

(k.s.)’den naklen konuyu sohbet esnasında şöyle

anlatmışlardır:

“Bir gün Pirimiz İhramcızâde Darende’ye teş-

rif ettiler. Bizim bahçede oturdular. Çok kalaba-

lık vardı. Bir ara Pir Efendimiz buyurdular ki: ‘Biz

Darende’ye ilk geldiğimizde bir çocuk bize yol gös-

terdi. Çocuğa para vermek istedik; fakat o parayı

almadı, bizden himmet istedi. Biz de ona himmet

ettik. İşte o çocuk bu Hulûsi idi. Şimdi, Biz Hulûsi

olduk, Hulûsi Biz oldu. Gardaşlarım, Darende’mi-

zin kıymetini bilin. Ben Darende’nin suyundan

EdebiyatMusa TEKTAŞ

29Ağustos 201228

bir avuç su, toprağından bir avuç toprak olsam o

şeref bana yeter’ diye buyurdular. Bu söylediğim

sohbet anı Pir Efendimizin Darende’ye son teşrif-

leri oldu.” diyerek gözyaşlarına hâkim olamamış-

tır.

Gelenleri Biz Boş Çeviremeyiz

İsmail Hakkı Efendi Hazretleri sohbetler-

de murakabeyi sever; “Sükûtumuzu anlamayan,

sohbetimizi hiç anlayamaz” der ve ekler: “Söz ile

olsaydı bu işi herkese söylerdik.” Bazen “Uzaktan,

yakından geliyorsunuz. Alamazsanız size ayıp,

vermezsek bize ayıp.” buyururlardı. Sohbetlerde

“edep” ve “muhabbete” sahip olunmasını isterdi.

Her sohbette vuslat olduğunu ve vuslatsız sohbet

olamayacağını söylerdi.

Tarikat geleneğinde, her talibe ders verilmez,

meşrep ve istidat aranır. Müracaat eden kimse,

o mürşitten feyiz istidadına sahipse, tarikata ka-

bul edilir, mürit olurdu. Büyük velilerin tarikata

intisap için, pek çok imtihandan geçtikten sonra

mürit olduklarını biliyoruz. Aziz Mahmut Hüdaî

Hazretlerinin şeyhi Üftade (k.s.)’ye intisap et-

mek için sokaklarda ciğer sattığı Alaeddin Attar

(ö.802/1400) Hazretlerinin zengin bir aileden

gelmiş olmasına rağmen, Bahaeddin Nakşibend

Hazretlerinin odun toplatmak ve Buhara çarşıla-

rında yalın ayak elma satmakla görevlendirdiği

bilinmektedir.

İsmail Hakkı Toprak Hazretlerinin bir ihvanın

rivayetine göre, bir gün huzurlarında sohbet

esnasında, orada hazır bulunanlardan birkaçı:

“Efendim! Size gelen herkese, tefrik etmeden

ders veriyorsunuz; bunun hikmeti nedir?” diye

sorarlar. O da “Kardeşlerim! Eskiden medrese,

tekke gibi ilim irfan yerleri vardı. Camiler aslî

mekânlardır; tâlî mekânlar kalmadı. Tarîkata gir-

me hevesiyle gelenleri biz boş çeviremeyiz; fakat

bizim bir gönül dairemiz vardır ki, bizce malum-

dur. O ders verdiğimiz kimse hiçbir şey yapmayıp

da kötü ahlâklarından vazgeçse, bu da bir kâr de-

ğil midir?” diye cevap verir. Allah’ın ahsen-i tak-

vim üzere yarattığı insanın, yaratılışına uygun bir

çizgide devam etmesinin arzusu olsa gerek İsma-

il Hakkı Toprak Hazretleri müracaat edeni boş çe-

virmez.

İsmail Hakkı Toprak Hazretleri, tarikata

girmekten maksadın ahlâk-ı Muhammedî ile

ahlâklanmak olduğunu ve kuldan da bunun isten-

diğini, insan ile ebedî âleme gidecek kazancın an-

cak bu olduğunu belirtir ve keramete önem ver-

mezdi.

Bir zat Hazret’ten ders alır ve köyüne döner.

Günlerden bir gün arkadaşları onu ısrarla içki sof-

rasına davet ederler. O zat ziyafette içki kadehini

ağzına yaklaştırdığı an, kolu uyuşup kalır. Hemen

bir vasıta ile Sivas’a getirilir. Hazretin huzuruna

varır varmaz kol eski haline döner. İsmail Hak-

kı Toprak Hazretleri: “Bizim ihvanımızın uzaklı-

ğı yakınlığı yoktur, her an onlarla beraberiz” bu-

yururlar.

Şeriatı Olmayanın Tarikatı Olmaz

Bir gün bir müridinin gönlünden geçirdiği bir

keramet talebi üzerine “Kerametten Allah’a sığını-

rız.’’ buyurmuştur. Yine bir gün o zamanki Anka-

ra müftüsünün ‘Efendim tarikatınız hakkında beni

tenvir ediniz.’ sözüne “Kardeşim bizim tarikatımız

ne kadar büyürse büyüsün ne kadar incelirse incel-

sin şeriattan kıl kadar ayrılmasına imkân yoktur,

şeraitte kıl kadar noksanı olanın havada uçtuğunu

görseniz vurup kanadını kırın.”, cevabını vermiş-

lerdir. Bu minval üzerine Şeriat ve tarikat hakkın-

daki düşüncelerini ise: “Şeriatı olmayanın tarikatı

olmaz. Evveli şeriat, ortası şeriat, ahiri yine şeriat.”

şeklinde dile getirir.

Tasavvufta kerametin değil istikametin büyük

önem taşıdığını işaret buyuran Es-Seyyid Osman

Hulûsi Efendi Hazretleri de şöyle buyurmuşlar-

dır: “Biz keramete değer vermeyiz. Keramet gös-

termek yanlıştır. Kerameti değil, doğruluğu ister

olmak lazımdır. Nefis sizden keramet ister. Lakin

kalbiniz sizden doğruluk ister. En büyük keramet

nefsinizi Müslüman etmenizdir.”

İnsan Hayatı Dört Mevsimlik Bir Âleme Benzer

Yıllar önce bir arkadaş İstanbul’da bir kitap-

çı dükkânına uğrar. İçeri girdiğinde odasında sa-

kallı biri oturmaktadır. Dükkân sahibi “ Ağabey

bu da Sivaslı” diyerek o arkadaşı gösterir. Yaşça

büyük olan o kişi İhramcızâde İsmail Efendi’nin

memleketinden olanlara özel hürmetim var der

ve ona teberrüken ayağa kalkar. Merhabalaşıp

tanıştıktan sonra o arkadaşa İhramcızâde Haz-

retlerini tanıyıp tanımadığını sorar. O da çocuk-

luk yıllarında tanıdığını ama hakkıyla istifade

edemediğini hatta büyüklerin onu görünce der-

lenip toparlanıp ona hürmet ettiklerini bile anla-

makta zorlandığını söyler.

O zat hoş beşten sonra Efendi ile aralarında

geçen bir hatırasını nakleder:

- Bizim oralarda Efendi Hazretlerinin çok se-

veni vardı. Onun kerametlerinden çok bahse-

dilirdi. Benim babam da ehl-i tarik bir insandı.

Çoğu zaman sohbetlere ben de katılırdım. Takri-

ben 14-15 yaşlarındaydım. Ehl-i tarik bir ailenin

çocuğu olmam, devamlı zikir halkalarına katıl-

mama rağmen bende o sıralar depreşmiş bir saz

çalma ve söyleme hastalığı vardı. Herkesten ha-

bersiz kâh çalıyor, kâh söylüyordum hoşuma da

gidiyordu.

Bir gün bir hatm-i hâceden sonra dendi ki,

hep beraber Sivas’a Efendi Hazretlerini ziyarete

gidilecek. Herkeste bir sevinç bende ise tam tersi

bir korku. Allah dostlarının kerametlerini dinle-

ye dinleye büyüdüğümüzden benim korkum bi-

zim çevrelerimizde hiç de tasvip görmeyen, aile-

min de bilmediği saz çalma eğilimimin, halimin

ortaya çıkması idi. Zira onların haberi olmadan

bir saz alıp kendi kendime çalmayı öğrenmiş-

tim, bu halimin ifşa edileceğinden korkuyordum.

Kendi kendime tamam artık Sivas’ta bu gizli işim

ayan olacak diyordum.

Sivas’a geldik Efendi Hazretlerini ziyaret et-

tik, artık geri dönüyorduk devlethaneden çıkar-

ken Efendi Hazretleri de bizleri uğurluyordu.

Ben bilerek bizim cemaatin en sonuna kaldım ki

nasıl olsa halim Efendi’ye ayan, o da bir şeyler

söylerse bizimkiler duymasın. Sıra bana gelin-

ce hem elini öptürdü hem de diğer elini omzuma

koyarak, “Evladım ne üzülüyor korkuyorsun, in-

san hayatı dört mevsimlik bir âleme benzer, ba-

zen ağlar bazen güler, bazen çalar bazen söyler

ama bunlar geçicidir, üzülme yavrum sen hafız-

lık gibi bir devlet sahibi olmuşsun bunların hep-

si gelir geçer” dedi.

Ve bu söylediklerine bir de “Allah seni âli mer-

tebelere yüceltsin.” diye bana dua etti. İşin en il-

ginç yanı hem benim hafız olduğumu, hem de ça-

lıp söylediğimi bildi, hem de korkularımı giderdi.

Efendi’ye elbette kimse benim hafız olduğumu

da çalıp söylediğimi de söylememişti, zaten giz-

liden çalıp söylüyordum, ama bizim halimiz ona

böyle ayan olmuştu. Birlikte geldiğimiz müritleri

bana Efendi Hazretlerinin benimle ne konuştuk-

larını soruyorlardı, hiç söyler miydim ben dersi-

mi almıştım.”

“Bir gün bir hatm-i hâceden sonra

dendi ki, hep beraber Sivas’a Efendi

Hazretlerini ziyarete gidilecek. Herkeste

bir sevinç bende ise tam tersi bir korku.”

ALÇAK GÖNÜLLÜ OL!Âdem’le Havva’dan gelmedin mi sen?Seni de bir ana doğurmadı mı?Allah’a yakışır kibir, bir bilsenTevâzû içinde at her adımı…

ALLAH ZÂLİMLERİ SEVMEZ“Küçük dağları ben yarattım” diyenlere şaşarımUnutulmasın ki her gecenin bir sabahı vardırİlâhlık taslayanları “Allah” diyerek aşarımZalimin zulmü varsa mazlumun da Allah’ı vardır…

KİMİM BEN?Şeytandan ve nefsimden kaçacak kadar tâhirimAllah’a kul, Resûl’e ümmet olmakla fâhirimPazara çıkarmadım, kalemimi bir an bile“Fikri hür, vicdânı hür, irfânı hür bir şâirim”…

KUL HAKKIEy insanlar kul hakkı yemekten sakınınız“Bana kul hakkıyla gelmeyin” diyor YaradanSakınmazsanız şeytan olur en yakınınız“Böyle durumlarda ben çekilirim aradan”…

Bekir OĞUZBAŞARAN

31Ağustos 201230

Kâmil İnsanın Bulunduğu Yer Merkezdir

Bir sohbet esnasında ihvanlardan biri: “Efen-

dim Allah sizden razı olsun, huzurunuza gelip, gi-

diyor istifade ediyoruz.” der. İhramcızâde Haz-

retleri “Peki oğlum ne öğrendiniz?” deyince o kişi

de “Doğru olun dürüst olun, bu iki sözü öğrendim

Efendim.” der. Efendi Hazretleri de ona “Bu sözü

yaşayabilirsen ne mutlu sana.” buyurmuşlardır.

Kâmil insanın bulunduğu yer, merkezdir. Ma-

neviyat zirvesidir. Büyüklerimiz zaman zaman

buna işaret buyurmuşlardır. İhramcızâde Haz-

retlerinin ihya faaliyetlerinin en önemlilerinden

biri Sivas Ulu Camii’dir. 1955 yılında Ulu Camii

ibadete açıldığı günlerde, cami civarında yolda

giderken, “Gardaşlarım, yeryüzünde bu minare-

den daha yüksek minare yoktur” buyurmuşlar-

dır. Buna benzer bir işareti de Hulûsi Efendi Haz-

retlerinin Mektubat’ında rastlanır. Hulûsi Efendi

Hazretleri “Haremeyn müâdili bir, Ravzatun min

riyâzı’l-cennet olan makâm-ı mukaddesin füyûzât

ve rahmet haymesi” ifadesiyle Şeyh Hamid-i Veli

Camiini Cennet bahçesi olan Medine-i Münevve-

re’deki Mescid-i Nebevî’yi benzetir.

Kendisi nezih bir hayat yaşayarak gönül-

daşlarına örnek olma yolunu tercih etmesi-

ne rağmen, gerektiğinde onları sözlü olarak da

uyarmaktan geri durmamıştır. Bir seferinde mü-

ritlerine hayırlı amel tavsiyesinde bulunarak şöyle

buyurmuşlardır:

“Amelleriniz tartılmadan önce kendinizi hesa-

ba çekiniz. Hakikat ve hidayet yolundan ayrılma-

yınız. Allah’a ihlâslı bir şekilde ibadet etmenizi

tavsiye ederim. Allah, dünyada hayrı da şerri de

insanın tercihine bırakmıştır. Kendinizi gafletten

koruyunuz. Size hoş görünse de günahlardan ve

fenalıklardan sakınınız. Allah’ın emirlerini yeri-

ne getiriniz. Zira Allah’ın emirlerinin yerine ge-

tirilmemesi bir felakettir. Ölüm seyahatini kolay-

laştıracak yegâne şey, sizin amellerinizdir. Size

tebliğ edilen emirlere ittiba ediniz. Taharet üze-

re yaşayınız. Takva üzere olunuz. Her daim tevbe

ediniz ve Allah’ın yardımını isteyiniz. Bu dünya

fanidir; misafirhanedir, ahiretin tarlasıdır. Ahi-

rete hayırlı ameller götürmek lazımdır. ”

Yazımızı bitirirken, İhramcızâde Hazretle-

rinin izini takip ederek manevî silsilesini günü-

müzde devam ettiren, Es-Seyyid H. Hamidettin

Ateş Efendi’nin hayırlı ameller hususunda İsma-

il Hakkı Efendi Hazretlerinin nasihatleriyle aynı

minval üzere söylenmiş şu kelamlarıyla konuyu

bağlayalım:

“İnsanlığın yaratılışında ki gaye, insan-ı kâmil

olmaktır. Kur’an-ı Kerim’de yaratılışın esas gaye-

si anlatılırken, ifade edilen kulluk kelimesi bize

ibadeti çağrıştırır. İbadet deyince de ilk aklımı-

za gelen namaz, oruç, zekât ve hac nevinden yap-

tığımız ameller olur. Oysa meseleye biraz farklı

yaklaşıldığında görülür ki ibadet, Allah yolunda

duyulan, hissedilen, yaşanan ve yapılan amelle-

rin insan hayatı ve insan tabiatıyla bütünleşme-

sidir.

Etrafımıza bakındığımızda yaratılan her şey

vazifesini aksatmadan yapıyor: Çiçekten çiçeğe

atlayan arılar, kozasına kendini hapsedip ölümü

ve dirilişi bekleyen ipek böceği, tohumları çat-

latan toprak, esen aşılayıcı rüzgâr, parlayan yıl-

dız, ay, güneş ve sayamayacağımız binlercesi, var

oluşlarının amacını bilmekte ve görevlerini ak-

satmadan yerine getirmekteler. O halde Allah’ın

halifesi olan insan, yaratılmadaki asıl gayenin

kulluk olduğunu bilmeli, salih amellerle imanını

kuvvetlendirip aziz bir ruh ile asıl yurduna dönü-

şe hazırlanmalıdır.”

“İsmail Hakkı Toprak Hazretleri, tarikata

girmekten maksadın ahlâk-ı Muhammedî ile

ahlâklanmak olduğunu ve kuldan da bunun

istendiğini, insan ile ebedî âleme gidecek

kazancın ancak bu olduğunu belirtir ve

keramete önem vermezdi.”

33Ağustos 201232

TARİHE YÖN VEREN

NASİHATLER Tarihî kaynaklar,

Osman Gazi’nin

1320 tarihinden

itibaren faal hayattan çekildi-

ğini ve idareyi oğlu Orhan’a bı-

raktığını kaydederler. Yakalan-

dığı nıkris hastalığı yüzünden

fiilen harplere iştirak edeme-

yen Osman Bey, asker gazile-

ri ve ümerayı Yenişehir Ova-

sında toplayarak herkesin

huzurunda Bursa’nın fethi işi

ile Orhan Bey’i görevlendirdi.

Onun maiyetine de Köse Mi-

hal, Turgut Alp, Şeyh Mahmut

Gazi, Şeyh Edebali ve karde-

şi Ahi Şemseddin’in oğlu Ahi

Hasan’ı tayin etti. Onun vefatı-

nın 724 (1324) yılında olduğu

kabul edilmektedir. Zira 1324

tarihli bir vesika ile Orhan’ın

bu tarihte hükümdar bulundu-

ğu ve ilk akçasının tetkikinden

de aynı senenin üçüncü ayında

(724- Rebiyülevvel / 1324 Şu-

bat) Osmanlı Beyi olduğu an-

laşılıyor. Uzunçarşılı, Belle-

ten’deki makalesinde bu konuda

farklı görüşleri de vererek söy-

le der: “Osman Bey’in vefatı se-

nesi tarihimizde birbirine uy-

mamaktadır. Halil-i Konevî ile

Şükrullah’da, Osman Gazi’nin

vefatı 710 (1310) senesinde,

İdris-i Bitlisî’de 721 (1321), Lütfi

Paşa’da 718 (1318), Gibbons’un

Adli eserinde 726 (1326) tari-

hinde gösterilmiş olup, Âşık Pa-

şazade, Tâcu’t-Tevârih, Ham-

mer, Ali ve Meskûkât katalogları

hep bu sonuncu tarihi kabul

ederler. Hâlbuki elimizdeki

724 (1324) tarihli vakıfname,

Orhan’ın bu tarihte hükümdar

olduğunu göstermektedir. Şu

halde Osman Bey’in vefat tari-

hini 1324’ten evvel veya o tarih

başlarında kabul etmek lazım-

dır.

Solakzâde’nin, bize karaya-

ğız, yassı burunlu, orta boylu,

değirmi çehreli, ela gözlü, sey-

rek sakallı ayakta durduğu za-

man kollarının dizine kadar

uzandığı, tatlı sözlü ve heybet-

li biri olarak tasvir ettiği Osman

Gazi, iyi bir idare, keskin ve sağ-

lam bir görüş, itidalli, yüksek

kabiliyeti, rakiplerine kendisi-

ni sevdirmesi ve mücadelesin-

de planlı hareketi, sabırlı ve mü-

samahalı olması ile etrafındaki

aşiretleri de nüfuzu altına alma-

yı başaran bir kimsedir. ‘Fah-

reddin’ lakabını taşıyan Osman

Bey, Bursa’nın fethi haberini

ölüm döşeğinde almıştı. Orhan

Bey gibi değerli ve hayırlı bir ha-

lef bıraktığı için gözü açık gitme-

yecekti. Osman Bey, ölüm döşe-

ğinde iken etrafına oğlu Orhan

ile hükümetin büyükleri olarak

kabul edilen gazilerden Turgut

Alp, Şeyh Ahi Şemseddin, Ahi

Hasan, Çankırılı Kara Halil gibi

TarihResul KESENCELİ

“Ey Oğul! Beysin, bundan sonra öfke bize; uysallık

sana... Güceniklik bize; gönül alma sana... Suçlamak

bize; katlanmak sana... Acizlik yanılgı bize; hoş görmek

sana... Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar,

anlaşmazlıklar bize; adalet sana... Kötü göz, şom ağız,

haksız yorum bize; bağışlama sana...”

Sule

jman

MU

RAD

OVİ

C

Ağustos 201234 35

devlet ricalini topladı. Onlara ve

özellikle Orhan’a nasihatlerde

bulunarak söyle dedi: “Ben ölü-

yorum, ama esef edip üzülmüyo-

rum. Çünkü senin gibi bir halef

bırakıyorum. Adaletli ol, mer-

hametli ol, iyi adam ol. İdare et-

tiğin halka karşı eşit muamele

et, herkese karşı eşit olup onla-

rı himaye et. İslam dininin neş-

rine çalış. Çünkü yeryüzünde-

ki padişahların vazifesi budur.

Ancak bu suretle Allah’ın lütfu-

na nail olursun. Bilmediğin şey-

leri ulemaya danış. Bir şeyi iyi-

ce bilmeden harekete başlama.

Sana muti (itaat edenleri) olan-

ları hoş tut. Beni Bursa’da Gü-

müşlü kubbeye (Gümüşlü Küm-

bet) defnet.” Buna göre Osman

Bey, oğlu Orhan’a Bursa’yı baş-

kent yapma vasiyetinde de bu-

lunmuş oluyordu. Osman Gazi

öldüğü zaman /doğum tarihinin

farklı kabul edilmesine bağlı ola-

rak 66 veya 69 yaşında idi. Teç-

hiz ve tekfini ile Çankırılı Kara

Halil, Ahi Şemseddin ve Osman

ve Orhan gazilerin İmamları

olan Tursun Fakih ve Yahşi Os-

man meşgul olmuşlardı. Önce

Söğüt’te muvakkaten defnedilen

Osman Bey’in naşi, daha sonra

vasiyeti gereği Bursa’da Gümüş-

lü Kümbet’deki türbesine nakil

edildi.

Kaynakların verdiği bilgiye

göre Osman Gazi, çok sade bir

hayat yaşadı. Elbisesi, İslam’ın

ilk muhariplerininki gibi sade

idi. O, ne altın ne de gümüş bı-

raktı. Terekesi içinde fazla kıy-

metli bir şey yoktu. Kalan eşya

Denizli bezinden yapılmış sar-

kıklık bez, at için zırh takımı, bir

tuzluk, bir kaşıklık, bir çift çiz-

me, Alaşehir dokumasından kır-

mızı renkli sancaklar, sade bir

kılıç (Ruhî ve Hammer’e göre

iki uçlu), bir mızrak, bir kaç at,

misafirlerine ikram için beslediği

üç sürü koyun idi. Bunlardan

başka iri taneli bir tespih ile Sel-

çuklu sultanı tarafından Ka-

raca Hisar’ın fethinden sonra

kendisine hediye edilen davulun

kasnağı da zikredilir.

Şeyh Edebali’nin Osman Bey’e Nasihatı

“Ey Oğul! Beysin, bundan

sonra öfke bize; uysallık sana...

Güceniklik bize; gönül alma

sana... Suçlamak bize; katlan-

mak sana... Acizlik yanılgı bize;

hoş görmek sana... Geçimsiz-

likler, çatışmalar, uyumsuzluk-

lar, anlaşmazlıklar bize; adalet

sana... Kötü göz, şom ağız, hak-

sız yorum bize; bağışlama sana...

Ey Oğul! Bundan sonra böl-

mek bize; bütünlemek sana.

Üşengeçlik bize; uyarmak, gay-

retlendirmek, şekillendirmek

sana...

Ey Oğul! Yükün ağır, işin çe-

tin, gücün kıla bağlı. Allah (c.c.)

yardımcın olsun. Beyliğini mü-

barek kılsın. Hak yoluna yararlı

etsin. Işığını parıldatsın. Uzak-

lara iletsin. Sana yükünü taşı-

yacak güç, ayağını sürçtürme-

yecek akıl ve kalp versin. Sen

ve arkadaşlarınız kılıçla, bizim

gibi dervişler de düşünce, fi-

kir ve dualarla bize va’d edile-

nin önünü açmalıyız. Tıkanıklığı

temizlemeliyiz. Sabır çok önem-

lidir. Bir bey sabretmesini bil-

melidir. Vaktinden önce çiçek

açmaz. Ham armut yenmez;

yense bile bağrında kalır.

Bilgisiz kılıç da tıpkı ham ar-

mut gibidir. Milletin ken-

di irfanı içinde yasasın. Ona

sırt çevirme. Her zaman duy

varlığını. Toplumu yöneten

de, diri tutan da bu irfan-

dır. En büyük zafer nefsini

tanımaktır. Düşman, insa-

nın kendisidir. Dost ise, nef-

si tanıyanın kendisidir. Ülke,

idare edenin, oğulları ve kardeş-

leriyle bölüştüğü ortak malı de-

ğildir. Ülke sadece idare edene

aittir. Ölünce, yerine kim geçer-

se, ülkenin idaresi onun olur.

Vaktiyle yanılan atalarımız, sağ-

lıklarında devletlerini oğulları

ve kardeşleri arasında bölüştür-

düler. Bunun içindir ki, yaşaya-

madılar, yaşatamadılar. İnsan

bir kere oturdu mu, yerinden

kolay kolay kalkamaz. Kişi kı-

pırdamayınca uyuşur. Uyuşunca

laflamaya başlar, laf dedikoduya

dönüşür. Dedikodu başlayınca

da gayri iflah etmez. Dost, düş-

man olur; düşman, canavar ke-

silir. Akacak kan boş yere akma-

malı. Ona yol ve yön lazım. Zîra

kan, toprak sulamak için akmaz.

Kişinin gücü, günün birinde tü-

kenir, ama bilgi yaşar. Bilginin

ışığı, kapalı gözlerden bile içe-

ri sızar, aydınlığa kavuşturur.

Hayvan ölür, semeri kalır; in-

san ölür eseri kalır. Gidenin de-

ğil, bırakmayanın ardından ağ-

lamalı... Bırakanın da bıraktığı

yerden devam etmeli.

Savaşı sevmem. Kan akıt-

maktan hoşlanmam. Yine de bi-

lirim ki, kılıç kalkıp inmelidir.

Fakat bu kalkıp-iniş yaşatmak

için olmalıdır. Hele kişinin ki-

şiye kılıç indirmesi bir cinayet-

tir. Bey memleketten öte değil-

dir. Bir savaş, yalnızca bey için

yapılmaz. Durmaya, dinlenme-

ye hakkımız yok. Çünkü zaman

yok, süre az. Yalnızlık korkana-

dır. Toprağın ekin zamanını bi-

len çiftçi, başkasına danışmaz.

Yalnız başına kalsa da... Yeter ki,

toprağın tavda olduğunu bilebil-

sin. Sevgi davanın esası olmalı-

dır. Sevmek ise, sessizliktedir.

Bağırarak sevilmez. Görünerek

de sevilmez. Geçmişini bilme-

yen, geleceğini de bilemez. Os-

man, geçmişini iyi bil ki, gele-

ceğe sağlam basasın. Nereden

geldiğini unutma ki, nereye gi-

deceğini unutmayasın...”

Osman Gazi’nin Oğlu Orhan Gazi’ye

Vasiyeti

“Oğul! Din işlerini her şey-

den evvel ele alıp, yürütmek gay-

ret ve esasını daima göz önünde

bulundur ve bu sakın gevşekli-

ğe uğratma. Çünkü bir farzın ye-

rine getirilmesini sağlamak, din

ve devletin kuvvetlenmesine se-

bep olur. Din gayretine sahip ol-

mayan, sefahate düşkün olan,

tecrübe edilmemiş kimselere

devlet işlerini verme! Zira yara-

tanından korkmayan bir kimse,

yarattıklarından da çekinmez.

Zulümden ve hangisi olursa ol-

sun bidatten, yani İslâmiyet’e

aykırı şeylerden son derece uzak

dur! Seni zulüm ve bidate teşvik

edip sürükleyenleri, devletinden

uzaklaştır ki, bunlar seni yıkılışa

sürüklemesinler.

Allahu Teâlâ’nın rızası için,

devlet hizmetinde ömrünü tüke-

ten sadık devlet adamlarını da-

ima gözet Böyle kıymetli kim-

“Sakın, orduya ve zenginliğe mağrur olma Hakikî âlim ve âriflere, bilginlere hürmet edip, sarayında onlara yer ver. Benim hâlimden ibret al ki, zayıf, güçsüz bir karınca misâli, hiç lâyık olmadığım hâlde buraya geldim ve Allahu Teâlâ’nın nice ihsanlarına ve inayetlerine kavuştum.”

Asla

n TE

KTAŞ

Ağustos 201236

Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*

Adı : Avf b. Mâlik

Künyesi : Ebû Abdirrahmân, Ebû Abdul-

lah, Ebü Muhammed, Ebû Amr, Ebû Hammâd

gibi künyeleri vardır.

Doğum yılı : Tahminen M. 600 başlarında

Doğum yeri : Tespit edilemedi

Baba adı : Mâlik b. Ebî Avf el-Eşcaî

Anne adı : Tespit edilemedi

Eş(ler)i : Tespit edilemedi

Akrabaları : Hz. Peygamber (s.a.v.) Medine’de

onu Ebu’d-Derdâ ile kardeş yaptı.

Oğulları : Sâlim,

Kızları : Tespit edilemedi

Kabilesi : Eşca’

İslâm’a girişi : H. 6. senesi

Sohbet süresi: 4 yıl

Rivayeti : 67 hadis

Yaşadığı yer : Medine, Humus

Mesleği : Ziraat ve askerlik

Hicreti : Yok

Savaşları : Hayber, Mûte ve Tebük savaşla-

rına, Mekke’nin fethine katıldı. Yezid kumanda-

sında İstanbul’un fethine de katıldı.

Görevleri : Mekke fethinde Eşca’ kabilesinin

sancaktarlığını yaptı.

Fizikî yapı : Tespit edilemedi.

Mizacı : Şakacı bir mizaca sahipti.

Ayrıcalığı : Kahramanlığıyla meşhur idi.

Ömrü : Uzun bir ömür yaşadı.

Ölüm yılı : H. 73.

Ölüm yeri : Humus

Ölüm sebebi : Yaşlılık veya hastalık

Hakkında : Tebük Seferi’nde ziyarete gidince

Hz. Peygamber (s.a.v.) onu çadırına buyur etmiş, o

da “Bütün vücudumla mı gireyim, Yâ Rasûlallah?”

diye sormuş, o da, “Bütün vücudunla gir” demişti.

Hadisleri : “Uzun ömür, mü’minin ancak

hayrını artırır.”

Kaynaklar: İstîâb, I. 380; İsâbe, III. 11, V. 744;

Üsd, I. 881; DİA, IV. 115; Müsned, VI. 22-29; İbn

Sa’d, Tabakât, VII. 400; Nübelâ, II. 487-490.

*Prof. Dr.

AVF B. MÂLİK (r.ah)

37

selerin vefatından sonra, aile

efradını koru, ihtiyacı olanların

da ihtiyaçlarını karşıla, tebaan-

dan hiç kimsenin malına mül-

küne dokunma. Hak sahiplerine

haklarını ver, lâyık olanlara ih-

san ve ikramlarda bulun ve ai-

lelerini gözet. Özellikle, devle-

tin ruhu mertebesinde olan ve

en büyük dayanağı bulunan as-

ker taifesini (topluluğunu) gü-

zelce idare edip rahatlarını te-

min eyle.

Devletin bedeninde, kuv-

vet mertebesinde olan hakikî

âlimleri ve fazilet sahiplerini,

edip ve yazarları, sanat erbabı-

nı gözetip koru. Onlara hürmet,

ikram ve ihsanda bulun. Bir ül-

kede, olgun bir âlimin, bir ârifin,

bir velînin bulunduğunu duyar-

san, uygun ve lâyık bir usul ve

ifade ile onu memlekete getirt.

Onlara her türlü imkânı tanıya-

rak ülkene yerleştir ki, hüküme-

tin süresince âlim ve arifler, bil-

ginler, memleketinde çoğalsın.

Din ve devlet işleri nizama otu-

rup ilerlesin.

Sakın, orduya ve zenginli-

ğe mağrur olma Hakikî âlim ve

âriflere, bilginlere hürmet edip,

sarayında onlara yer ver. Benim

hâlimden ibret al ki, zayıf, güç-

süz bir karınca misâli, hiç lâyık

olmadığım hâlde buraya gel-

dim ve Allahu Teâlâ’nın nice ih-

sanlarına ve inayetlerine kavuş-

tum. Sen de benim uyduğum ve

uyguladığım nizamı uygula, Hz.

Muhammed (s.a.v.)’ın dinini, bu

yüce dinin mensuplarını ve itaat

eden diğer tebaanı himâye eyle!

Allahu Teâlâ’nın hakkını ve kul-

larının hakkını gözet.

Dinimizin tayin ettiği beytül-

maldeki (devlet hazinesi) gelirin

ile kanaat eyle! Devletin zarurî

ihtiyaçları dışında sarfiyatta bu-

lunmaktan son derece sakın!

Senden sonra geleceklere de

aynı nasihatlerde bulun ve iyice

tembihle. Daima adâlet ve insaf

üzerine bulun. Zulme meydan

verme. Herhangi bir işe başla-

yacağın zaman, Allahu Teâlâ’nın

yardımına sığın! Tebaanı, düş-

manların ve zalimlerin saldırı-

larından koru. Haksız olarak hiç

kimseye muamelede bulunma.

Daima halkını hoşnut edecek

şeyleri arayıp, yapılmasını sağ-

la. Onların gönlünü kazanma-

yı, bunun devamını ve artmasını

büyük nimet bil! Tebaanın sana

olan güveninin sarsılmamasına

son derece dikkat eyle!”

KAYNAKÇAHoca Sadettin Efendi, Tâcu’t-Tevârih, ( Çev; İsmet Par-

maksızoğlu).İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi.Solakzade Mehmet Hemdemi, Solakzade Tarihi, ( Çev;

Vahid Çubuk).Âşık paşazade, Tevarih-i Ali Osman.Mehmet Neşri, Kitab-ı Cihannüma ( Neşri Tarihi), ( Ya-

yına Hazırlayanlar: Faik Reşit Unat, Mehmet Altay Köymen).

Joseph Von Hammer, Osmanlı Tarihi, ( Çev: Mehmet Ata).

M. Fuat Köprülü, Osmanlı İmparatorluğunun Kuruluşu.Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi.

Hul

usi G

ÜLS

EREN

39Ağustos 201238

PEYGAMBER ÂŞIĞI BİR

GENÇLİK

KültürEnbiya YILDIRIM* Her birimizin

kalbinde sev-

gisine yer ve-

rilmiş insanlar vardır. Yaşa-

mımızda etkili olmuşlar ve

gönül tahtımıza kurulmuşlar-

dır. Meselâ annemizi, babamı-

zı ve kardeşlerimizi severiz. Zira

üzerimizde hakları var. Bizler

için pek çok fedâkârlıklar gös-

termişlerdir. Anacığımızın biz

hasta olmayalım diye üzerimi-

ze titremesi, karnımızı iyi do-

yurmamız için sıkıştırması, has-

talandığımızda başı göğsüne

düşerek yanıbaşımızda uyuya-

kalması, eve biraz geç kaldığı-

mızda hemen telaşlanması ve

diğer fedâkârlıkları… Bizim için

katlandığı bu cefâlar gönlümü-

zü ona bağlamıştır. Bu nedenle

“anne” dediğimizde hepimizin

yüreğinde bir şeyler kıpraşır. Evi

geçindirmek için türlü sıkıntıla-

ra katlanan, imkânlarını sefer-

ber eden babamıza olan sevgi-

miz de bundandır. Hocalarımız,

öğretmenlerimiz ile üzerimizde

hakkı olan diğer insanlara bağ-

lılığımız hep bu yüzdendir. Her

birinin hayatımızda özel bir yeri

vardır. Bu yüzden sevdiklerimi-

zin sevinci sevincimiz, üzüntüle-

ri üzüntümüzdür.

Allah Rasûlüyle Birlikteymişiz Gibi

Bizim Allah Resûlüne karşı

da özel bir sevgimiz var. Onun

adını her anışımızda salât ge-

tirirken yüreğimiz sevgiyle ka-

barır. Topkapı Sarayı’ndaki

kutsal emanetleri ziyaret eder-

ken, Eminönü’nden vapurla

Kadıköy’e veya Üsküdar’a ge-

çerken Sarayburnu hizasına gel-

diğimizde, kutsal emanetler ve-

silesiyle hemen aklımıza Allah

Rasûlü gelir. Fâtihalar, İhlâslar

göndeririz Allah’ın son elçisinin

aziz ruhuna. Sakal-ı şerîfini veya

hırka-i şerîfini ziyaret etmek

için sıraya girdiğimizde gözleri-

mizden yaşlar boşanır, ona ait

bir şeye yakın olmanın verdiği

hazla. Eyüp’e kadar inerek Ebâ

Eyyûb’u ziyaret etmemiz de on-

dandır. Onun güzel arkadaşla-

rından birine uğramanın verdiği

mutlulukla, bitişiğindeki cami-

de kıldığımız namazdan aldığı-

mız tat bir başkadır. Bu yüzden

fırsat bulabilen insanlar sabah

namazlarına bile oraya koşar.

Teravih namazlarında kubbe-

yi inletircesine “Allahümme sal-

li” derken, Allah Rasûlüne olan

sevgimiz artar da artar. Hac

veya umre vesilesiyle kabrini zi-

yaret ettiğimizde, bu sefer bede-

nen ona yakın olmanın verdiği

değişik bir duyguyla vücudumu-

zu titreme alır. Allah Rasûlünün

bütün hayatı gözlerimizin önün-

den geçer. Zihnimizde Medi-

ne dönemi canlanır. Ona daha

yakın olmak isteyerek ön saf-

larda yer almak isteriz. Medi-

ne sokaklarında gezerken, onun

bulunduğu yerleri ziyaret eder-

ken âdetâ dünyadan koparız. Al-

lah Rasûlüyle birlikteymişiz gibi

hissederiz. Ne muhteşem bir

duygudur o, Allah Rasûlünün

mübarek ayaklarının değdiği ze-

min üzerinde ayak sürümek.

Biz Allah Rasûlünü elbette

çok severiz. Çünkü onun gönlü-

müzde çok özel bir yeri var. Bi-

zim için gösterdiği fedâkârlıklar

önümüzde. Sırf bizim için her

türlü sıkıntılara katlandı. Ölüm-

le burun buruna geldi, vatanını

terk etti, hakaretlere maruz kal-

dı, taşlandı, karnına taş bağladı,

düşman memleketi istila etme-

sin diye hendek kazdı, bir kenar-

da durmayıp cami inşaatında

bilfiil çalışarak ter döktü. Sü-

rekli bizleri düşünerek Allah’a

her elini açısında ümmetini du-

anın başına koydu, gözlerinden

yaşlar boşaldı. Bizim üzerimize

titredi, mü’minlerin dertlerini

kendi derdi bildi. Rabbimiz onu

ne güzel de tarif etmiştir: “Ey

inananlar! And olsun ki, size

içinizden öyle bir peygamber

geldi ki, sıkıntıya uğramanız

kendisine ağır gelir. Üzerini-

ze çok düşkündür. İnananlara

karşı pek şefkatli ve merhamet-

lidir.” (9/Tevbe, 128).

Rabbimiz Onu Bizlere Rehber Yapmıştır

Biz onu gerçekten severiz,

çünkü Kur’an’ı okuyorsak, al-

nımızı secdeye götürüyorsak,

Ramazan’da orucumuzu tutu-

yorsak, haccımızı ve umremizi

yapıyorsak, ahlakımızı güzel tu-

tarak iyi bir mü’min olmaya ça-

balıyorsak, bütün bunları ku-

şatan imanımızla âhiretimizi

kurtarmaya gayret ediyorsak,

bunlar hep onun vesilesiyle-

dir. Rabbimiz onu bizlere reh-

ber yapmıştır. Onun önderli-

ğinde bizler bunları öğrendik.

Bütün bunların elbette bir kar-

şılığı olacaktır. İşte gönlümüzün

derinliklerinden kopup gelen

sevgimizin nedeni budur. “Yâ

Rasûlellah” dediğimizde gözle-

41Ağustos 201240

rimizin dolması bundandır. Bu

sevinçle, “Bizlere son elçisine

ümmet olmayı nasip eden Rab-

bimize hamd olsun.” dememi-

zin sebebi budur.

Biz Allah’ın elçisini severiz.

Nitekim Mekke’de İslâm’ı in-

sanlara anlatmaya başladığın-

da etrafında kenetlenen, ona

sahip çıkan, maruz kaldığı ezi-

yetlere karşı göğüslerini siper

edenlerin çoğu gençlerdi. Hz.

Ali 10, Abdullah b. Ömer ile

Ubeyde b. el-Cerrah 13, Ukbe

b. Âmir 14, Cabir b. Abdullah

ile Zeyd b. Hârise 15, Abdul-

lah b. Mes’ûd, Habbâb b. Eret

ile Zubeyr b. Avvâm 16, Talha

b. Ubeydullah, Abdurrahman

b. Avf, Erkâm b. Ebi’l-Erkâm,

Sa’d b. Ebî Vakkâs ile Esmâ

bint Ebî Bekr 17, Muâz b. Cebel

ile Mus’ab b. Umeyr 18, Ebû

Mûsâ el-Eş’arî 19, Câfer b. Ebî

Tâlib 22, Osman b. Huveyris,

Osman b. Affan, Ebû Ubeyde,

Ebû Hureyre ile Hz. Ömer 25-

31 yaşlarında idiler.

“Anam Babam Sana Feda Olsun Ey

Allah’ın Rasûlü!”

Bu sevgi elbette karşılıksız

bir sevgi değildir. Allah Rasûlü

de gençleri çok sever, onlara de-

ğer verirdi. Camiye devam et-

meleri için çabalardı. Onlarla

şakalaşır, toplum içinde düşün-

celerini ifade etmeleri için söz ve-

rir, yetenekli olanları müfrezele-

rin ve birliklerin başına komutan

atardı. Toplumu bilgilendirmek

ve İslâm’ın öğretilerini insan-

lara öğretmek için yardımları-

nı alırdı. Öyle ki, Ashâb-ı Suffa

olarak adlandırılan ve bizzat Hz.

Peygamber’in eğitiminden geçe-

rek İslâm’ı anlatmak üzere çeşitli

bölgelere dağılan insanların bü-

yük çoğunluğu gençlerden oluş-

maktaydı. Onların İslâm’ı insan-

lığa ulaştırmak için gösterdikleri

çabalar sırasında başlarına bir

şey gelmesi Allah Rasûlünü çok

üzerdi. Nitekim yetmiş kişi-

lik genç bir eğitim kadrosunu

İslâm’ı anlatmak amacıyla görev-

lendirmiş, ancak bu güzel insan-

lar Bi’r-i Mâûne denilen yerde

tuzağa düşürülerek şehit edilmiş-

lerdi. Onların bu durumu Allah

Rasûlünün o kadar ağırına git-

ti ki, o kadar yüreğini sızlattı ki,

bir süre sabah namazında bu işi

yapanlara kunut okuyarak bed-

dua etti.

Habîbullah konuşmaların-

da da gençlere özel bir yer ayı-

rırdı. Hadislerinin bir kısmını

gençlerle ilgili sözlerin süsleme-

si bundandır. Meselâ bir hadis-

lerinde, başka gölgeliğin olma-

yacağı kıyamet gününde Allah’ın

arşı altında gölgelenecek kimse-

leri sayar. İkinci sırada rabbine

ibadetle yetişen genci zikreder.

(Buhârî, Ezan, 36). Diğer iki ha-

dislerinde de şöyle buyururlar:

“Kıyamet günü Âdem oğlu şu

beş şeyden hesaba çekilmedik-

çe Rabbinin huzurundan ayrı-

lamayacaktır: Ömrünü nerede

tükettiğinden, gençliğini nerede

geçirdiğinden, malını nereden

kazanıp nereye harcadığından,

bildiğiyle ne denli amel ettiğin-

den.” (Tirmizî, Kıyâme, 1).

“Yaşından dolayı bir ihtiyara

ikramda bulunan genç için, Al-

lah Teâlâ ona ikram edecek kim-

seler hazırlar.” (Tirmizî, Birr, 75).

Gerçekten de gençler Allah

Rasûlünü sever, Allah Rasûlü de

onları sever. İşte bu gerçek sevgi-

dir. Bu, “Anam babam sana feda

olsun ey Allah’ın Rasûlü!” dedir-

ten bir sevgidir. Ne mutlu bu sev-

giye lâyık olabilen gençlere ve

onun rehberliğinde hayatlarını

güzelleştirebilenlere…

SİVAS GÜZELLEMESİ

Âşıklar yatağı, yiğitler yurduŞanlı bayrağımda aldır Sivas’ım!...En çetin zamanda her dem dik durduPetekten süzülen baldır Sivas’ım!...

Yiğit harman olur Sivas ilindePir Sultan ses verir sazın telindeYiğidonun kem söz olmaz dilinde Asırlık çınarda daldır Sivas’ım!...

Altın beşik oldu medeniyeteKapı araladı her hürriyeteOnunla kavuştuk CumhuriyeteÇifte Minareli ildir Sivas’ım!...

Sultanşehir Sivas, Türk’tür ezelden Bu şehri görmeli gidip tez elden Şehrengizlere sor, oku gazeldenYunusça söylenen dildir Sivas’ım!...

Selçukluya başkent, vatan oldun senTemmuz sıcağında yasla doldun senAradığın sesi sazda buldun senİnsan, Yaradan’a kuldur Sivas’ım!...

Ozanla söyleşir sazının teliPüfür püfür eser Beserek yeliKent bağrına basar Âşık Veysel’iİçimi sevginle doldur Sivas’ım!...

Abdulvahap Gazi tepeden bakarKepenek’in suyu şifalı akar Gurbete düşeni hasretin yakarVuslata vardıran yoldur Sivas’ım!...

Sivas ellerinde çalınır sazlarHû’lara karışır dua, niyazlarKanını dondurur gece ayazlarGönül bahçesinde güldür Sivas’ım!...

M. Nihat MALKOÇ

43Ağustos 201242

Ahsen-i Takvîm’sin esfel yerin

Kadrini bil kâmil ol ekmel yerin

Ölmeden a’lâya er âfil yerin

Sendedir Âdem demisin Âdem’in

Mazharısın sırr-ı “nefahtü” demin

Ahsen-i takvîm olma şerefine nâil olan, Rab-

binin yeryüzündeki halifesi olma şerefini taşı-

yan, sırr-ı nefahtü’nün mazharı insanoğlu, aynı

zamanda yaratılmışların en şereflisidir. Bu şe-

reften dolayıdır ki, varlık âleminde son dere-

ce mümtaz bir yere sahiptir ve değerlidir. İn-

sanın bu değerini muhafaza edebilmesi adına

tasavvuf ilmi, onun âlemdeki yerine ve değeri-

ne vurgu yaparak mânevî eğitimi üzerinde has-

sasiyetle durur. ‘En güzel örnek’ olan Hz. Pey-

gamber (s.a.v.)’i model alan, onun ahlâkıyla

ahlâklanmayı gaye edinen mutasavvıflar, me-

deniyetimizin her döneminde bu şuurla hare-

ket ederek kendilerini insanların mâneviyâtını

terbiye etmeye adamışlar ve insân-ı kâmil olma

yolunda çaba sarf etmişlerdir. Ömrünü bu ilâhî

gâyeye adayan, bu gâye uğruna yaşayan, haya-

tıyla ve eserleriyle yaşadığı dönemde olduğu gibi

günümüzde de mânevî eğitimine devam eden

Osman Hulûsi Efendi, bu çabanın en müstesnâ

örneklerinden biridir.

İnsana öncelikle insan olu-

şundan dolayı değer veren Os-

man Hulûsi Efendi, sahip olduğu

tasavvuf anlayışını da bu yönde geliştirmiş,

Allah’a, Rasûlü’ne ve O’nun mahlûkâtına muhab-

bet temelinde bir mânevî eğitim metodu sergile-

miştir. Bu eğitime göre insan, Allah ve Rasûlü’nün

aşkıyla gönlünü doldurarak gayrıya nazar etme-

yen, mânevî değerleri kuşanarak nefsini terbi-

ye etme amacı güden, yaradılana sevgi ve şefkat

göstermeyi muhabbetullahın bir nişânesi sayan,

halka hizmeti Hakk’a hizmet olarak telakkî eden

yüce bir varlıktır. Hedeflenen bu ideal insan mo-

delinin gerçekleştirilmesi ise şüphesiz insanın çe-

kirdekten bu mânevî atmosfer içerisinde yetişti-

rilmesini gerektirir. Tebliğimizin konusunu teşkil

eden “Osman Hulûsi Efendi ve Çocuğun Mânevî

Eğitimi” başlığı altında, Osman Hulûsi Efendi’nin

hayatından ve eserlerinden hareketle çocuğun

mânevî eğitiminde gözetilmesi gereken hususlar

ele alınmaya çalışılacaktır.

Dünyanın En Güzel Varlığı

Osman Hulûsi Efendi’ye göre çocuk, dünya-

nın en güzel, en hayırlı metaıdır. Evin bereke-

tidir. Cennet kokularından bir koku ve Allah’ın

EğitimRukiye AYDOĞDU

OSMAN HULÛSİ EFENDİ (K.S.) VE ÇOCUĞUN

EĞİTİMİ“Osman Hulûsi Efendi, bir vecîz mektubunda, hayırlı bir evlat yetiştirmekle alakalı çok

değerli bilgiler vermiştir. Allah ve Rasûlü’ne tam bir iman, O’nun emir ve nehiylerine

riayet ve güzel ahlâkın gereklerini yerine getirmek şeklinde özetlenebilecek bu

tavsiyeler, özellikle günümüz anne-babalarına önemli mesajlar vermektedir.”

Ağustos 201244 45

hediyesidir.1 Osman Hulûsi Efendi, öncelikle ör-

nek yaşamıyla Allah’ın bu emanetine nasıl mua-

mele edilmesi konusunda yol göstermiştir. Allah

Rasûlü’nün çocuklara güzel isim koyma konu-

sundaki tavsiyesine2 uygun olarak evlatlarına

güzel isimler vermiştir. Peygamber Efendimize

olan muhabbetini yansıtan isimlerin (Muham-

med, Mahmud, Ahmed, Hâmid, Hamîd) yanında,

onun ehl-i beytine sevgisinin tezahürü olan isim-

leri (Hasan, Hatice, Fatıma, Aişe) ve sevgi ve şef-

katin ifadesi olan isimleri (Şefika, Münife) tercih

etmiştir. Çocuklarının hepsinin doğum tarihle-

rini “Yavrucuğumun velâdeti” şeklinde defteri-

ne ayrı ayrı not eden Hulûsi Efendi, çocuklarına

merhametle muamele eden şefkatli bir baba rolü-

nü üstlenmiş, aynı zamanda onların eğitimleriyle

de özel olarak ilgilenerek onlara Kur’an okumayı

bizzat öğretmiştir.3

Osman Hulûsi Efendi, tüm mahlûkata karşı

sergilediği sevgi ve merhameti, çocuklarına kar-

şı ifade etmekten de geri durmamış, bu yönüyle

sevgisini gizleyen veya bu konuda cimri davranan

ebeveynler için de örnek bir baba portresi çizmiş-

tir. Onun, oğlu Kemal Efendi’ye yazdığı bir mek-

tubu, hitabındaki nezaketi, zerâfeti, şefkati ve her

biri birer altın değerindeki nasihatleri ile hayırlı

bir evlat yetiştirme arzusunda olan ebeveynlerin

dikkatini çekecek mahiyete sahiptir:

Mahlûk-ı Hudâ’ya Şefkat

“Yavrum Kemal’e!

Sana evvelâ Allâhu Azîmü’ş-şân Hazretlerinin

ve O’nun Habîb-i edîbi, Rasûl-i necîbi, Sertâc-ı

enbiyâ, Muhammedini’l-Mustafâ-aleyhi’s-salâtü

ve’s-selâm Hazretlerine kemâl-i îmân ile inanma-

nı ve Allâh’ın emirlerine tâzim ve nehiylerinden

ictinâb etmekle beraber bütün mahlûk-ı Hudâ’ya

şefkat etmeni tavsiye ederim. Allah’a îmândan

sonra mahlûk-ı Hudâ’ya şefkat umdesi kadar gü-

zel bir şey yoktur.

“Adın nedir?” diye sorana, “Kemâl’dir” diye-

ceksin. Çünkü sana ad olarak “Kemâl” denilmiş-

tir. İnsanın adının Kemâl olması, kemâlini ar-

tırmaz. Sen kâmil insan olup her bir etvârının

kemâl üzere olmasına gayret etmelisin.

Kişinin hüsn-i nesebi, hüsn-i edebidir.

Dâimâ büyüklere karşı hürmet ve küçüklere şef-

kat et. Tâ ki hürmet ve şefkat gibi iki haslet-i

cemîleye sâhip olmuş olasın. Hasîs olma kim,

hased, rûh-ı insâniyyeyi dereke-i esfel-i sâfiline

ulaştıran bir vesâittir. Cömert ol, çünkü cömert-

lik bir civân-mertlik şiârıdır. Onun vasıtasıy-

la âlâ-ı illiyyine irtikâ etmeye yol bulasın. Sahî,

Allah’ın sevdiği; mümsik ise Hakk’ın düşmanı-

dır. İrâde-i ezeliyye kâbil-i tağyîr olmaz. Tehzîb

ve tezkiye nefsin sıfatını güzelleştirerek aksâ-yı

kemâle vâsıl eyler.

Her zaman iyilere mukârin ol, kötülerden

ictinâb et. Kişinin mi’yârı mukârin olduğu kimse-

dir. Mezbeleden dâima fenâ, attar dükkânından

ise iyi koku intişâr eder. “Filânın oğluyum filân

yere müntesibim” diye dâvâda bulunma. Zâhirî

edebin, mânevî kemâlin âyînesidir. Bir şişeye ne

korsan onu gösterir. Bir kimseye bir şey tavsiye

edeceğin zaman evvelâ nefsine tatbîk et, kabûl

eder ise halka da söyle. Nefsinin kabûl etmedi-

ği bir şeyi başkalarına söylerken Allah’tan utan.

Vallâhü’l-muvaffık ve’l-mürşid.”4

Osman Hulûsi Efendi, bu vecîz mektubun-

da, hayırlı bir evlat yetiştirmekle alakalı çok de-

ğerli bilgiler vermiştir. Allah ve Rasûlü’ne tam bir

iman, O’nun emir ve nehiylerine riayet ve güzel

ahlâkın gereklerini yerine getirmek şeklinde özet-

lenebilecek bu tavsiyeler, özellikle günümüz an-

ne-babalarına önemli mesajlar vermektedir. Zira

çocukların maddi imkânlarını karşılamakta gös-

terilen özen ve hassasiyet maalesef onların inanç

değerlerini benimsemeleri, ahlâkî erdemleri ku-

şanmaları konusunda gösterilmemektedir. Oysa

Hz. Peygamber, “Hiçbir baba çocuğuna güzel ter-

biyeden daha kıymetli bir bağışta bulunmamış-

tır.”5 buyurmakta ve dinî ve ahlâkî terbiyenin,

güzel ahlâkın öncelenmesi gerektiğini bildirmek-

tedir. Zikredilen mektubunda Hulûsi Efendi de,

Allah’ın yarattıklarına şefkatle muamele etmek,

büyüklere karşı saygılı davranmak, haset ve cimri-

likten kaçınmak, cömertliği benimsemek, iyilerle

birlikte olmak gibi ahlâkî değerlere işaret etmekte

ve bu değerlerin de ancak olgun bir mâneviyâtla

elde edilebileceğine vurgu yapmaktadır.

Hayırlı Evlat Yetiştirmek

Osman Hulûsi Efendi, hayırlı evlat yetiştir-

mekle alakalı olarak irad ettiği bir hutbesinde,

anne babalara çocuklarını yetiştirme konusun-

da çok değerli tavsiyelerde bulunmuş ve onlara

bu konudaki sorumluluklarını şu şekilde hatırlat-

mıştır:

“Muhterem Cemaat-i Müslimin!

Bu hutbemiz hayırlı evlat yetiştirmek hak-

kındadır. Müslümanlık tabiî bir dindir, bütün

ahkâm-ı tabiiyyete uygundur. Her hükmü insan-

lığın tekâmülüne ve bekâsına hâdimdir. Bunun

içindir ki; Müslümanlık, insanları evlenmeye ve

çocuk yetiştirmeye teşvik eder. Müslümanlık na-

zarında çocuklar dünyanın en güzel, en hayırlı

metaıdır. Evin bereketidir. Cennet kokularından

bir koku ve Allah’ın bir hediyesidir. Allah’ın ihsan

eylediği bu hediyeye karşı şükretmek ana ile ba-

baya düşen bir vazifedir, bir borçtur.

Her baba ve ana bundan mes’uldür. Bu

mes’uliyetten kurtulabilmek için, Allah’ın ihsan

eylediği bu hediyeyi tertemiz muhafaza etmek,

arızasız büyütmek, bunlara dinini, dünyasını öğ-

retmek, Allah’ını, Kitabını belletmek, dünya ve

âhirette mes’ul olacak bir şekilde hazırlamak la-

zımdır. Çocukların terbiyesini ihmal eden onlara

bakmayan babalar ve analar hem Allah yanında

hem cemiyet nazarında suçludur.

Çocukların, cemiyete faydalı veyahut zararlı

bir uzuv olarak yetişmelerinde başlıca âmil ana

ile babadır. Çünkü çocuk, içtimâî, sıhhî, ahlâkî

birçok hastalıkları ana ile babadan tevârüs

eder.

Bir çocuğun ailesine, ulusuna hayırlı ve hayır-

sız bir uzuv olması her şeyden evvel aldığı terbi-

yeye bağlıdır. Bunun içindir ki, Peygamberimiz

Efendimiz: “Çocuklarınıza ikram ediniz, iyi ba-

kınız, terbiyelerine çok dikkat ediniz, onları gü-

zel terbiye ediniz, onlara muhtaç oldukları şey-

leri öğretiniz; yüzücülük, atıcılık gibi hayati

idmanları belletiniz, onları helal rızık ile besleyi-

niz.”6 buyurmuştur.

Ağustos 201246 47

AĞLAYAMADIM!..

Çoğu insan gibi korktum ölümdenÖlmeden ölmeyi kavrayamadım!..Neler geçti neler şaşkın gönlümdenBir türlü nefsimi bağlayamadım!..Oturup bir güzel ağlayamadım!..

Mala gönül verip dünyaya kandımSınırsız yaşamak özgürlük sandımHırsımın peşinden koşmaktan yandımHakk’ın boyasıyla boyanamadım!..Oturup bir güzel ağlayamadım!..

Şan şöhret peşinde geçti yıllarımZillete düştükçe battı çullarımGünaha girdikçe soldu güllerimKendimi haramdan koruyamadım!..Oturup bir güzel ağlayamadım!..

Ömrümü tükettim bir hiç uğrunaBasmadı ki felek beni bağrınaSapladım hançeri nefsin böğrüneYine de ben onu avlayamadım!..Oturup bir güzel ağlayamadım!..

Hızır İrfan ÖNDER

Ey Cemaat-i Müslimin!

Doğduğu günden itibaren çocuklarınızın sıh-

hatinden, gıdasından, yiyip içtikleri şeylerden

mes’ulsünüz. Altı, yedi yaşlarından sonra bu

mes’uliyet daha ziyadedir. Çünkü çocuğun asıl is-

tikbali bundan sonra hazırlanacaktır. Bu devirde

çocuğun ahlâkî terbiyesi üzerinde ana ile baba-

nın çok büyük rolü vardır. Şunu hatırdan çıkar-

mayınız ki, evlatlarınızın beşeriyete hayırlı bir

uzuv veyahut muzur bir mikrop olarak yetişme-

sinden, hem Allah yanında, hem beşeriyet naza-

rında mes’ulsünüz. Tahsil ve terbiyesine dikkat

ve ihtimam olunan bir evlat hem ailesinin şerefini

yükseltir, hem de ulusunun kuvvetini arttırır. Ter-

biyesi noksan olan bir evlat hem kendi namını kir-

letir, hem ailesinin yüzünü karartır, hem de beşe-

riyetin başına bir belâ kesilir.

Aziz Müslüman kardeşlerim!

Çocuklarımıza güzel bir İslâm terbiyesi ver-

mekle onların istikbalini, istikbaldeki saâdetlerini

hazırlamış ve ulusumuzun kuvvetine yardım et-

miş olmakla beraber, âhiretimiz için de büyük bir

hazırlık yapıyoruz demektir. Dünyada iken ço-

cuklarımızı güzel bir şekilde terbiye etmek, on-

lara Müslümanlığını belletmek, dünyası için la-

zım olanları öğretmek, kendi âhiretimizi mâmur

etmek demektir. Bakınız Peygamber Efendimiz

(s.a.v.) ne buyuruyor:

“Hangi bir ana evinde oturur ve çocuklarının

terbiyesi ile uğraşırsa o ana cennette benimle be-

raberdir.”7 Ne mutlu böyle analara!”

Merhamet Eğitimi

Osman Hulûsi Efendi’nin bu hutbesinde işaret

edildiği üzere, hayırlı evlat yetiştirmek, mühim,

mühim olduğu kadar da meşakkatli bir vazifedir.

Zira Allah Teâlâ, çocukların “bir imtihan vesile-

si”8 olmaları konusunda kullarını uyarmış ve anne

babalara düşen sorumluluğun ağırlığını vurgula-

mıştır. Allah Rasûlü de tertemiz bir şekilde dün-

yaya gönderilen bu hediyenin anne ve babasının

elinde şekillendirildiğini şu şekilde ifade buyur-

muştur: “Her doğan fıtrat üzere doğar. Sonra

anne babası onu Yahudi, Hıristiyan ya da Mecusî

yapar.”9 Bu hadis-i şerifleriyle anne-babanın ço-

cuğun gelişimindeki büyük rolüne dikkat çeken

Hz. Peygamber (s.a.v.), aynı zamanda çocukların

onların elinde şekillendirilmeye hazır olduklarını

da bildirmiştir. İşte bu yüzden anne babanın ço-

cuğun eğitiminde takınacağı tavır, izleyeceği me-

tot çok önemlidir. Çocuğunu seven, sevgisini ifade

etmekten çekinmeyen, ona değer veren, şefkat-

le, sabırla muamele eden, incitmeden, kırmadan,

küstürmeden onları yetiştirmeye çabalayan ebe-

veynlerin bu tutumları, Allah Rasûlü’nün uygu-

ladığı merhamet eğitimini anımsatmaktadır. Zira

“Küçüklerimize merhamet etmeyen, büyükleri-

mize saygı göstermeyen bizden değildir.”10 bu-

yuran Rahmet Peygamberi, engin merhametiyle

onlara muamele ederek ümmetine de bu konuda

örnek olmuştur.

Rahmet Peygamberi’nin pınarından beslenen

Osman Hulûsi Efendi de onun merhamet eğiti-

mini benimsemiş, kâinata şefkat nazarıyla bakmış

ve bu konuda yalnızca çocuklarına değil, mânevî

evlatlarına da örnek olmuştur. Onlara sabır, şü-

kür, tevâzu, tevekkül, ahlâk, hoşgörü gibi değerle-

rin hazinesi olan eserler bırakmıştır. Çocukların,

anne-babaların, gençlerin, her kesimden insanın

mânevî eğitiminde yol gösterici olan Dîvân’ında

güler yüzlü tatlı dilli olmayı, bir can incitmemeyi,

nazargâh-ı Hüdâ olan kalbi kırmamayı, şefkatte

güneşe, tevâzuda yere, cömertlikte suya benzeme-

yi ve daha nice kıymetli nasihatleri dile getirmiş-

tir. Tüm bu değerlerin çocuğun mânevî eğitimin-

de kullanılması, gelecek nesillere aktarılması ise

öncelikle anne babalar tarafından yaşatılmasına

ve minik yüreklere bu şekilde örnek olunmasına

bağlıdır.

1 Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Şeyh Hamîd-i Velî Minberinden Hutbeler, Nasihat Yay., İstanbul, 2006, s. 99.

2 “Sizler kıyamet günü kendi isimlerinizle ve babalarınızın isimleriyle çağırılacaksı-nız. Öyleyse isimlerinizi güzel koyun.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 61).

3 İsmail Palakoğlu, Gönüller Sultanı Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi, Haziran, 2004, s. 358.

4 Osman Hulûsi Ateş, Mektubât-ı Hulûsi-i Dârendevî, Nasihat Yay., İstanbul, 2006, s. 1-2.

5 Tirmizî, Birr ve sıla, 33.6 İbn-i Mâce, Edeb, 37 Ateş, Şeyh Hamîd-i Velî Minberinden Hutbeler, s. 99-101. 8 8/Enfâl, 28; 23/Mü’minûn, 55-56.9 Buhârî, Tefsîr (Kasas), 2; Müslim, Kader, 22.10 Tirmizî, Birr ve Sıla, 15.

*Prof. Dr.

Dipnot

49Ağustos 201248

İSTİKLAL SAVAŞI’NDA

Ça n a k k a l e

Savaşı’nda

olduğu gibi

İstiklal Savaşı’nda da

henüz rüştiye sıralarında

okuyan çok sayıda çocuk

ve genç, vatan savunma-

sında destansı kahraman-

lık örnekleri sergileyerek,

“meçhul çocuk asker-

ler” olarak tarihe isimle-

rini altın harflerle yazdır-

mışlardır. Anadolu’nun

işgale maruz kalan he-

men her yöresindeki var-

lık ve istiklâl mücadelesin-

de, erkek ve kadınlar kadar

çocuklar da önemli görev-

ler üstlenmiştir. Şimdiye

kadar çoğu mektepli müca-

hit çocukların, millî sorum-

luluk şuuru içinde gösterdik-

leri fedakârlıklar, çektiği çile

ve eziyetler tam olarak araştı-

rılmamış ve tarihen ortaya ko-

namamıştır. Bu makalede, bazı

mücahit çocukları ve onların

kahramanlık hikâyelerini ele al-

maya çalışacağız.

Cepheden Cepheye Yiğit Çocuklar

Antep savunmasında Kebapçı Said Ağa’nın

oğlu küçük Mehmet, Şahin Bey’in oğlu Hayri, şe-

hit Yolağası’nın oğlu Mehmet Ali, arzuhalci Ali

Efendi’nin oğlu İsmail gibi 11–12 yaşlarındaki ço-

cukların gayret ve özverileri göz yaşartıcı boyut-

lardadır. Bu çocuklar, Arslan Bey’in başında bu-

lunduğu milis kuvvetler arasında diğer Kuva-yı

Milliyeciler gibi silahlanıp çatışmalara katılmış,

cepheye cephane ve erzak taşımış ve çok defa da

istihbarat hizmetlerinde bulunmuştur.1 Urfa’da

henüz 14 yaşındaki Bozan, Fransızları şehirden

kovarken Kuvayı Milliye birliklerinin ön safların-

da harbe katılmış ve gösterdiği kahramanlıktan

ötürü halk onun için türkü bile yazmıştır:

Oturmuş yarasını bağlıyor

Fransız askeri hüngür hüngür ağlıyor

Be değme! değme Bozan değme

Vursun kırsın Fransız’ı, yavruma değme!

Sebeke dağından indim dereye

Atılıyor bombalar, bilmem nereye

Türk çeteleri dönmez geriye

Be yürü! Yürü Bozan Yavrum yürü!

Vursun kırsın Fransızları, aslanım yürü! 2

Öte yandan Maraş müdafaasında, 14 yaşın-

daki Sarıca köylü Ali, bu bölgedeki Türk askeri-

ne kılavuzluk görevi yapmıştır. Bir seferinde de

düşmanın yolunu kesmek için kendisine verilen

köprü uçurma görevini dillere destan bir başarıyla

yerine getirmiştir. Daha sonra Yüzbaşı Sıtkı Bey,

bu çocuğu evlâtlık almış ve Kuleli Askeri Lisesi’ne

kaydettirerek okumasını sağlamıştır. Aralarında

Sarı İbrahimli köyünden Duran’ın (Kaleli) da bu-

lunduğu pek çok çocuk dağdaki askere yemek ta-

şımış; verilen talimat üzerine o küçük yaşlarına

rağmen tren raylarını sökerek düşmanın hareket

kabiliyetini önlemeye çalışmışlardır.3

Tarsuslu Küçük Mehmet

Tarsuslu Mehmet, Kuva-yı Milliye’ye yemek

taşırken kurşun yağmuruna tutulup ağır yaralan-

mıştır. Konya’da yayınlanan Babalık gazetesinin

muhabiri, 2 Temmuz 1921’de, o tarihte Konya’da

hastanede tedavi görmekte olan Tarsuslu küçük

kahramandan uzun uzadıya şöyle bahsetmiştir:

“İşte biz bu menakib-i ulviyenin (ulvi destanın)

kahramanları mey (dem) anında bir de Tarsus

Tarihİsmail ÇOLAK

ÇOCUK MÜCAHİTLER

51Ağustos 201250

köylerinden Kahraman Mehmet’i görüyoruz. Kü-

çük kahraman Adana cephesinde düşmanla çar-

pışıldığı zaman Kuva-yı Milliye efradına yemek

taşır ve postacılık vazifesini ifa edermiş. Bir gün

yine vazifesini yaparken yüksek ağaçların yeşil

dalları arasına tabiye edilmiş (yerleştirilmiş) bir

mitralyözün püskürttüğü kurşun yağmuruna tu-

tulmuş. Mehmet’in yanındaki iki arkadaşı kaça-

bilmişler. Fakat bu küçük yavrucak kaçamamış,

ilk kurşun kaba etinden girerek sol kasığı yanın-

dan çıkmış; kahraman o sırada can acısıyla bir

takla atmış. Bu defa ikinci bir mürüvvetsiz (mer-

hametsiz) kurşun onun sol bacağını yaralamış.

Kahraman olduğu yerde kalmış. Nihayet kendi-

sini almışlar köye götürmüşler, oradan da bura-

ya gönderilmiş. Şimdi hastanede bulunuyor. Bir-

kaç defa ameliyat icra edilmiş. Kahraman küçük

yaşıyla o kadar ciddi bir büyük adam ki, konu-

şurken hatta en gülünecek şeylere bile sırıtkan-

lık etmiyor. Destan hamasetini adi bir hadise ve

her gün olabilir işlerdenmiş gibi anlatıyor. Hat-

ta ameliyat masasında defaatle neşterler yediği

halde kendisinden en küçük bir sabırsızlık, hır-

çınlık, bağırmak-çağırmak, alâim-i işmizaz (ür-

perti) ve ıstırap göstermemiş. Şimdi bu küçük

“Büyük Gazi”ye verilecek en büyük mükâfat, ya-

şadığı müddetçe malûl (sakat) kalacağı için teka-

üt (emekli) maaşıdır zannındayız. İyilik yapanlar,

fedakârlar, mazhar-ı mükâfat olmalıdırlar ki iyili-

ğin kadri bilinsin.”4

Pulcu Mehmet’in Oğlu Postacı Niyazi

10 yaşındaki Osmaniyeli Pulcu Mehmet oğlu

Niyazi (Akyan) da birçok yeri dolaşmak suretiy-

le milis kuvvetler arasındaki bilgi alışverişini sağ-

layarak adını tarihe yazdırmıştır. Niyazi Akyan,

1991 yılında kendisiyle yapılan bir röportajda ço-

cuk kahramanların efsanevî gayret ve başarıla-

rı hakkında şunları anlatmıştır: “Babam dedi ki,

oğlum sana mektup yazayım. Cebelli Yemli Hacı

Ali Efendi’ye götür. Hacı Efendi oranın çete başı-

dır. Mektubu aldım ve Hacı Efendi’ye götürdüm.

O da bir mektup yazdı ve bana ‘Bunu Hacı Hü-

seyin Ağaya götür’ dedi. Araplı’da Hüseyin Ağa’yı

bulup mektubu verdim. Sonra Kişnaz’a geçtim.

Orada Hakkı Efendi ile görüştüm. O bana yol gös-

terdi. Bahçe’ye geçtim. Orada Mustafa Efendi’yi

buldum. Beni atına bindirip Düziçi’ne götürdü.

Orada Sarp’ın ağzına indim. Sarp’ın ağzından Acı

Alma mevkiine geldim. Araplı’da Hamza Ağa’nın

yanında iki gün kaldım. Daha sonra Osmaniye’ye

geldim. Bu kadar dolaşmamın sebebi ise haber

götürüp getirmekti. O çevrede kurulan milis kuv-

vetler arasında mektup taşıyordum. Osmaniye’ye

geldiğimde bugünkü Zafer camiinin olduğu yer

kilise idi. Ben Ermeni gibi görünerek kiliseye gir-

dim. Ayağımda ham gönden bir çarık, sırtımda

yamalıktan oluşan bir kaput vardı. Kilisede bulu-

nan tel örgüleri, Fransız cephanelerini öğrendim.

Onları babama anlattım. Babam da bunları ya-

zarak Küllü’ye Hasan Paşa’nın yanına gönderdi.

Böylece istihbarat sağlıyorduk”.5

Mehmet ve İsmail’in Kahramanlığı

Çocuk askerlerden Mehmet ve İsmail’in kah-

ramanlık öyküleri de yukarıdakiler kadar çar-

pıcıdır: 1920 yılı Ağustos ayında Antep kuşat-

masının sıkışmış olduğu bir günde, Heyet-i

Merkeziye, şehrin durumunu Maraş yakınların-

daki Sam köyünde bulunan Kolordu Komuta-

nı Miralay Selahaddin Adil Bey’e bir rapor ha-

linde yazmak lüzumunu hissetmişti. Hazırlanan

mektubu, Fransız kuşatmasını yarıp götürebile-

cek kişi aranırken, çocuklardan İsmail ve Meh-

met göreve talip olmuş; mektup bu iki çocuğa

teslim edilmişti. İki yavrucak, başlarına keçe kü-

lah giyip dilenci kılığına bürünerek şehrin duru-

muyla ilgili orduya bilgi götürürken düşman as-

kerlerine yakalanmışlardı. Mehmet, mektubu bir

bağ kütüğünün altına saklayarak düşmanın eline

geçmesini önlemeyi başarmıştı. Fransız askerle-

ri, casus yakaladık diye çocukları, komutanları

Kurmay Yarbay Abadi’nin huzuruna kadar çıkar-

mışlar; konuşturmak için normal bir asker gibi

ağır sorgu ve işkencelerden geçirmişlerdi. Ancak

bir çocuğun dayanması imkânsız olan bütün ağır

işkencelere rağmen hiçbir konuda bilgi alama-

mışlardı. Düşman askerleri, çocuklardan: “Bizim

babamız anamız şehit oldu. Dilenmek için çık-

tık. Şehirde yiyeceğimiz yok idi” cevabından baş-

ka bir şey işitemeyince, Mehmet ve İsmail’i şehre

geri dönmek şartıyla serbest bırakmak zorun-

da kalmışlardı. Akşam vakti yola çıkan çocukla-

ra, siperdeki düşman askerlerinin kasten ateş aç-

ması üzerine küçük Mehmet 4, İsmail 9 yerinden

yaralanmıştı. Düşman mıntıkasında sabaha ka-

dar kan kaybeden çocuklar, sabahleyin Fransız-

ların cephedeki kendi yaralılarıyla birlikte has-

taneye kaldırılmışlardı. Mehmet’in hastanede

ayağı kesilerek kurtarılırken, İsmail hastanede

şehitlik rütbesine erişme bahtiyarlığına nail ol-

muştu. Bir ayağı kesilen Gazi Mehmet, hastane-

de iyileştikten sonra Türklerde esir bulunan iki

Senegalli Fransız asker ile değiştirilerek esaret-

ten kurtarılmıştı. Gazi Mehmet geri döndükten

sonra tek ayağıyla Arslan Bey’in müfrezesine ka-

tılacak; yine Milli Mücadele uğrunda görev yapa-

rak, yeni bir destansı kahramanlık örneği daha

sergilemekten geri kalmayacaktı.6

İnegöllü Feridun ve Kamil

Bursa ve İnegöl taraflarındaki çocukların

fedakârca gayretleri ve kahramanlıklarıyla il-

gili kaynaklarda geçen bilgiler ise şöyledir: İlk

Meclis’te Bursa Milletvekili olan Muhiddin Baha

(Pars), İnegöl’de Yunanlılarla çeşitli çatışma-

lara katılan 12 ve 15 yaşlarındaki iki savaşçı ço-

cuk ile yaptığı mülakatını ve kendisini hayret-

ler içerisinde bırakan çarpıcı müşahedelerini

şöyle anlatmıştır: “Efendiler, müsaadenizle bir

müşahedemi arz edeceğim. Geçenlerde İnegöl

cephesinde ağaçlar arasında sis ortasında gazile-

rimizi ziyaret eder ve onların ayrı ayrı ellerini sı-

karken 15 yaşında kadar bir çocuk gördük. Ona

‘Oğlum burada ne yapıyorsun? dedim. ‘Vatani

vazifemi yapmaya geldim’ cevabını verdi. ‘Peki

hiç muharebeye karıştın mı? Düşmanla cenk-

leştin mi?’ sualime de ‘evet’ diye katıldığı çarpış-

maları, boğuşmaları saymaya başlayınca ben, bu

çocuğun karşısında bir parça küçüldüğümü his-

settim. Sonra daha ileride yine gaziler arasında

ve babasının yanında omuz omuza düşmana kar-

şı harp eden 12 yaşında Feridun isminde bir ço-

cuk gördüm ki! Efendiler, bir diyorum ama hangi

bir? Cephede her adımda bir böyle henüz çocuk

denecek yaşta silâha sarılıp canını fedaya gelmiş

nice yavrularımız var!”

Muhiddin Baha Bey’in “Hangisini sayayım

cephede çocuk denecek yaşta nice yavrularımız

var” dediği çocuklardan biri de Emekli Süva-

ri Subayı Süleyman Bey’in oğlu İnegöllü Kamil

idi. Bu çocuk bölgedeki pek çok muharebeye ka-

tılmış; Cumhuriyet döneminde Bursa Işıklar As-

keri Lisesi’ni bitirdikten sonra Harp Okulu’na

girmiş ve önceki kahramanlıklarından dolayı

kendisine İstiklal Madalyası verilmiştir. İnegöl

mıntıkasında muharebelere katılan Albay Rahmi

(Apak), bölgedeki kahraman Türk çocuklarının

vatan sevgisiyle Yunan’a karşı duydukları nefret

ve mücadele azmi ile alakalı şu müthiş hatırası-

nı nakletmiştir: “Siması hâlâ gözlerimin önünde.

Sarı saçlı ak yüzlü bir çocuk. Bir evin içinden çı-

kan (herhalde kendi evi olacak) bir Yunan aske-

rini kovalıyor. Elinde bir balta. Yunan erinden

daha hızlı koşuyor. Ona yetişti, kafasına baltayı

indirdi. Yunan eri cansız yere yuvarlandı. Kaçan

Yunan, arkasına dönüp silâhını veya süngüsünü

kullansaydı; bu çocuğu kolayca öldürebilirdi.”7

1915 Osmanlı Gençler Camiyeti

53Ağustos 201252

İHRAMCIZÂDE(K.S).’NİN

ÇAĞRISI“Köprü kurmak, çeşmeler ve sebiller inşa etmek… Vakıf… Belki de bunların içerisinde

en önemlisi, eğitime yaptığı hizmetlerdir. Nitekim onu, bendenizin de mezun olduğu

İmam Hatip Lisesi’nin kuruluşunda öncü olarak görüyoruz. Sivas İmam Hatip Lisesi,

binlerce din görevlisinin yanında, nice kültür, sanat, ilim ve devlet adamı yetiştirmiştir.

Bunların hepsinde, İhramcızâde’nin hizmeti vardır.”

İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak

Efendi, “Biz, dostların ismini geç

öğrenir, geç unuturuz.” dermiş. Biz

çoğumuz, onun ismini duyduk; belki bazılarımız

sohbetinde bulunma, dünya gözüyle görme bahti-

yarlığına da erdi, ama onu hiç unutmadık.

Gayet tabii, İhramcızâde merhumun inşa et-

tiği irfan yolundan gidenler, mânevî mirasından

nasîbi olanlar, ondan feyz alanlar “bağlarını” ko-

rumayı bildiler. Fakat insân-ı kâmil sadece izini

sürenlere hizmet etmez. O, hepimize hizmet etti.

Şehrin tarihinden, kendi gerçekliğinden uzak-

laştığı bir zamanda, konakların yıkıldığı, Moğol’un

talan edemediği kalenin talan edildiği, tarihin

tahrip edildiği bir dönemde bu şehre dokundu.

Şehrin kıymetini bildi; imkânsızlıklara sığına-

rak mazeretler üretmedi, aksine bütün varlığını

onu korumak ve yeniden imar etmek için kullan-

dı. Bir bakıma şehri yeniledi, oraya yeni bir hayat

verdi. Dedi ki, “Dünya’da Türkiye’nin, Türkiye’de

Sivas’ın kıymetini bilin.”

Vatan sevgisi, imandan bir cüz… Fakat söz-

le vatan sevgisi olmaz; orayı imar etmek, ma-

mur hale getirmek için çalışmak çabalamak lazım.

Hani diyor ya şair:

Hüner bir şehr bünyâd eylemetir

İçin ü taşın âbâd eylemektir (Şeyhî)

Vatanı sevdi, şehrin kıymetini bildi. Fakat bu

sevgi, ne kültürel ve milli değerleri siyasetin bir

unsuru haline indirgeyen ve sadece sözden iba-

ret olan bir sevgidir, ne de imanı ve imanın teza-

hürü olan ibadetleri, şahsi ikbal ve menfaate teb-

dil etmenin yollarını arayan zihniyetin sevgisidir.

Bu iki sevgi de, modernizmin parçalayıcı, ayrıştı-

rıcı ve tüketici yönlerine işaret eder. İhramcızâde

gibi büyük ruhlar, ayrıştırmacı, parçalayıcı ve öte-

kileştirici zihniyetlerin karşısında toplum içeri-

sinde harç görevi yapmışlardır.

Melikşah bin İzzeddin’den kalan mukaddes

emanet, Ulucami, bu büyük ruhun hizmetleriy-

le kendine gelmiştir. İhramcızâde, diğer hizmet-

lerini bir kenara bırakalım, sadece bu mukad-

des emanete yaptığı hizmetlerle anılmaya ve

üzerinde çalışılmaya değer bir şahsiyettir. Çün-

kü Anadolu’nun kadim şehirlerindeki ulu cami-

ler, tarihi değerleri bir yana, toplumsal hizmetleri

bakımından cem edici/toplayıcı, ayrılığı gayrılığı

yok edici, birleştirici ve bütünleştirici yönüyle de

dikkat çeker. İhramcızâde, Ulucami’yi onarmakla,

dünya savaşlarıyla zihnen dağılmış, İstiklal har-

biyle ekonomik olarak tükenmiş ve değişen kültü-

rel paradigmayla âdetâ şaşkınlaşmış bir toplumu

yeniden bira araya getirmiştir.

Sadece bu mu? Hoca İmam Camii, Hayırsever-

ler Camii, Sofu Yusuf Camii, Dikimevi Camii ve

Serçeli Camii gibi şehre rûhâniyet kazandıran ve

şehri tarihi gerçekliği ile buluşturan camilere de

hizmet etmiş; kimisini onarmış, kimisini yeniden

inşa ettirmiştir. Bu bakımdan o, öncü bir kişidir.

KültürBilal KEMİKLİ

“Evet, kâmil insanın sözü ve sohbeti insanı kitaba

dönüştürür. Daha doğrusu, insan yaratılışı itibariyle

kitaptır, defterdir. Bilgeler, bu kitabı okumayı ve

bu defteri yazmayı öğretir. Bu yüzden diyor ki:

“Gardaşım! Sen kitap ol.”

Ağustos 201254 55

Öncü, Rehber, Misyon Sahibi

Evet, İhramcızâde bir öncü, rehber, misyon sa-

hibi kişidir… O, bir vakıf insandır. Demek ki, bü-

yük ruh böyle oluyor; kendini feda ederek millete

hizmet üretiyor… Nitekim o dini mimariye yaptı-

ğı hizmetle kalmamış, gönüller arasında köprüler

kurduğu gibi, tesis ettiği dernekle köylerde köp-

rüler inşa etmiş, su getirmiş, çeşmeler ve sebiller

inşa ettirmiştir.

Köprü kurmak, çeşmeler ve sebiller inşa et-

mek… Vakıf… Belki de bunların içerisinde en

önemlisi, eğitime yaptığı hizmetlerdir. Nitekim

onu, bendenizin de mezun olduğu İmam Ha-

tip Lisesi’nin kuruluşunda öncü olarak görüyo-

ruz. Sivas İmam Hatip Lisesi, binlerce din gö-

revlisinin yanında, nice kültür, sanat, ilim ve

devlet adamı yetiştirmiştir. Bunların hepsinde,

İhramcızâde’nin hizmeti vardır.

Çayboyu Köyü’nün merhum imam hatibi, ba-

bam Ahmet Hoca’dan duyduklarıma dayana-

rak şunu da söylemek isterim: “İhramcızâde,

İmam Hatip’ten önce, yetişkin din adamlarını

resmî kadroya hazırlayan İmamlık Kursu’nun da

hâmîlerinden birisidir. Din eğitiminin resmi ku-

rumlarca verilemediği dönemlerde, köylerde ku-

rulan gayr-i resmî ilim halkalarında yetişen yüz-

lerce din hizmetçisi bu kurslardan geçerek resmi

görev almıştır. Yıldız Köyü’nde okuyan babam,

köylerde fahrî imamlık yaparken bu kurslara ka-

tılmış, İhramcızâde’nin himayesini görmüş ve

eğitimini tamamlayarak kadroya atanmıştır. Bu

bakımdan İhramcızâde’nin benim kişisel haya-

tımda da önemli yeri vardır. Onun himmetinden

müstefîd olmayan kim var? Çoğu kimse, açık yü-

reklilikle gördüğü himayeyi ve himmeti ifade et-

mekten kaçınır. Ama şunu belirtmek isterim ki,

hepimiz, bütün Sivas’lılar, bir şekilde onun maddî

veya mânevî sofrasından nasiplenmişizdir.

Burada yeri gelmişken bir hatıramı nakletmek

isterim. Van’da görevli olduğum dönemlerde, loj-

man komşularımdan birisi Gemerekli Prof. Dr. İl-

han Başgöz’dü. İlhan Bey, Pertev Nail Boratav’ın

öğrencisi ve asistanı. Hocası komünistlikle itham

edilerek Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nden

uzaklaştırılınca, öğrencisi de üniversiteden ayrıl-

mak zorunda kalmış, bir süre Tokat’ta öğretmen-

lik yapmış ve sonra da ABD’ye Indiana Üniver-

site’sine gitmiş. Yıllarca orada hocalık yapmış…

Dinî düşünceye ve duyguya mesafeli, kendini sol-

cu olarak nitelendiren bir ilim adamı. Bendeniz

kendisini bir ziyaretimde, lütfedip Âşık Veysel

CD’si vermişlerdi. Dediğine göre, Veysel’i ilk kay-

da alan kendisidir. O kayıt, Kültür Bakanlığı tara-

fından “Dostlar Seni Unutmadı Âşık Veysel” adıy-

la CD olarak yeniden düzenlenmiş. Bana bu CD’yi

takdim etti.

Ben Veysel’i severim. Veysel bu toprağın yetiş-

tirdiği büyük ruhlarından birisidir. Hocanın lütfe-

dip takdim ettiği eseri hâlâ saklarım… Pek sevin-

miştim. Orada, Veysel’le alakalı olarak, merhum

babamdan yahut arkadaşlarından işittiğim bir

hikâyeyi anlatmıştım: Veysel fakirdir. Henüz keş-

fedilmemiş bir ozan. Yani saf ve temiz, bozulma-

mış, siyasetin ve piyasanın malzemesi haline gel-

memiş, o köylü Veysel. Elinde bağlaması, ara sıra

şehre gelir, Vekâle’ye uğrar, orada türkü söyler-

miş. İhramcızâde çok severmiş, can kulağı ile din-

lermiş. Veysel’in karnını doyurur, ihtiyaçlarını

görürlermiş. Bunları anlattım ve dedim ki, “Her

halde Veysel’in o hikmetli sözlerinin çoğu bura-

da demlenmiş olmalı… Burada, dost meclisin-

de, sohbetin demlendiği, ölü ruhların dirildiği bu

mekânda. İhramcızâde’nin huzurunda… Efendi,

Veysel’in Toprak deyişini pek severmiş.”

Bakınız Veysel bizi İhramcızâde’ye alıp götür-

dü… İlhan Bey oracıkta, annesinin bu kâmil insa-

nın dervişi olduğunu söyledi ve sustu. Şaşırmış-

tım. Ben de sustum… Aklımda onca soru vardı,

ama soramadım. O sorulardan bir kaçını burada

sorayım: Peki, sen o kâmil insanı gördün mü? Gö-

nüllerde köprüler kuran sohbetlerinde sen de bu-

lundun mu? Babanı erken yaşlarda kaybettiğini

söylüyorsun, her zaman ihtiyaç sahiplerinin ya-

nında olduğu bilinen merhumun sana maddî des-

teği oldu mu? Burs aldın mı? Bu soruları orada

sormalıydım, soramadım… Derin ve anlamlı bir

sükûnet. Orada sadece Veysel’i dinliyoruz, âşık

konuşuyor: “Uzun ince bir yoldayım…”

Evet, uzun ve ince bir yoldayız. Bu yolda kı-

rılmalar oluyor. Büyük ruhlar, bilge insanlar,

kâmiller kırılan yolları tamir ediyor, aşılması güç

dağlara tepelere, dalgalı nehirlere köprüler kuru-

yorlar. Buna biz, insana ulaşmak diyelim yahut

insan toprağını işlemek. Ne diyor İhramcızâde?

Diyor ki, “Beşerdir; hata işler, üçer beşer.” Başka

ne diyor? Diyor ki, “Biz gidenlerle gider, gelenler-

le geliriz.” Daha başka şeyler de söylüyor. Bakınız

diyor ki, “Biz, hüsn-i zanna memuruz.”

Anlayan için, esasen bir cümle yeter. Bir cüm-

le, tıpkı minaredeki mahya gibi… Bir cümley-

le hayatımız değişmedi mi? Bir cümleyle kendi-

miz olmadık mı? Bu cümlelerin her biri, bilgelik

içeren cümleler. Arif sözü böyledir; hayatın te-

mel problemlerine imanla bakış ve insanca çö-

züm. Beşerdir, hata eder… Hangimiz hatasız?

Hangimiz kusursuz? Kaçımız gidenlerle gidiyor,

gelenlerle geliyoruz? Ya hüsn-i zan? Bizim, bel-

ki de en önce kaybettiğimiz bir bakıştır bu. Çoğu

kere şüpheli, kuşkuluyuz ve haliyle –kimse alın-

masın ama- dedikoducuyuz… Oysa “Gardaşla-

rım! Kimsenin kusurunu aramayın ve görmeyin,

gördüğünüz zaman da üzerini örtüp geçin.” diye-

bilsek, pek çok meseleyi halledeceğiz, insanı ona-

racağız, insanlığımızı tamir edeceğiz. Fakat bunu

demekten imtina ediyoruz, kendimizi her bakım-

dan mükemmel sanıp, ötekini yola getirmeyle ça-

lışıyoruz. Her ne ise, yine bu büyük ruhun, “Biz

hâlimizi şikâyet etmeyiz, ama hikâyet ederiz.” sö-

zünden hareketle bu mevzuya bir nokta koyalım;

şikâyetimiz yok, tasvir ediyor, çözümler arıyoruz!

Şehri Merkeze Dönüştürmek

İhramcızâde, tıpkı kültür tarihimizin köşe taş-

ları Mevlânâ, Hacı Bektaş-ı Velî, Hacı Bayram-ı

Velî, Elmalılı Ümmî Sinan gibi “yol açıcı”, gelenek

inşa eden ve yarınlara irfanî bakışını, anlayışını

ulaştıran bir şahsiyettir. Belki Mevlânâ gibi eser-

ler yazmamış, onun gibi menkıbeleri ve onun ka-

dar tesiri yoktur. Hacı Bektaş yahut Hacı Bayram

gibi, efsaneleşmiş bir şahsiyet de değil. Ümmî Si-

nan gibi, divan sahibi şair de değil.

Fakat yaptığı hizmetleriyle, onlardan iz ta-

şır. Bu bakımdan o, çağının Mevlânâ’sıdır. Çağı-

nın Hacı Bektaşı’dır. Çağının Ümmî Sinân’ıdır.

Yine de ben onda daha çok, Hacı Bayram’ı bulu-

yorum… Ankara’yı bir merkeze dönüştüren, tarla-

sıyla, çiftiyle çubuğuyla uğraşan, hayatın içinde ve

daima hizmette olan Hacı Bayram! İhramcızâde

çiftçi değil, bir memur; kendi halinde işinde gü-

cünde, ama daima hayatın içinde. Kendini insana

hizmete adamış. Hacı Bayram, Rum tapınağının

üzerinde bir irfan okulu açıyor, medrese kuruyor,

bir mabet inşa ediyor. İhramcızâde, kendi topra-

ğında, tarihi mirası koruyarak, kurulu şehri yeni-

leyerek muhafaza ediyor.

Hacı Bayram’ın geride birkaç ilâhîsi var.

Bildiğimiz kadarıyla pek eser yazmamış.

İhramcızâde’nin de Mevlidi, bir iki şiiri var… Şeh-

rimizin bu büyük ruhu diyor ki, “Kitap yazmadık,

ama yazdırıyoruz…”

Evet, kâmil insanın sözü ve sohbeti insanı ki-

taba dönüştürür. Daha doğrusu, insan yaratılı-

şı itibariyle kitaptır, defterdir. Bilgeler, bu kitabı

okumayı ve bu defteri yazmayı öğretir. Bu yüzden

diyor ki: “Gardaşım! Sen kitap ol.”

İnsan kitabını her hoca okutamaz. O kitabı, in-

sanı bilen, insanı kavrayan bilgeler okutur… Öyle

her yazar da insan defterine yazarak, insan kita-

bını tamamlayamaz, insanı kitaba dönüştüremez.

Bunun için her halde başka bir dil, başka bir ka-

57Ağustos 201256

lem, başka bir mürekkep gerek. İhramcızâde bu

dili biliyor olmalı. Ona bu kalem verilmiş olmalı.

O bu mürekkebi keşfetmiş olmalı. “Olmalı” diyo-

rum, zira yazdığı eserlerle, Sivas’ı bir merkeze dö-

nüştürmüştür. Kimileri İstanbul’dan Ankara’dan

bakarak Sivas’ı taşra addedebilir. Bana, sana bu-

rası taşra görünebilir… Ama nasıl Konya Mevlevî

canları için âşıkların yöneldiği yer ise… Nasıl Hacı

Bektaş, erenlerin bağı, bostanı ise… Nasıl Elma-

lı, Niyâzî-i Mısrî için, âlî, yükseklerin yükseği bir

şehir ve derd-i dile dermân ise… Hani diyor ya

Mısrî,

Dost illerinin menzili ki, âli göründü

Derd-i dile dermân olan Elmalı göründü

Tûtilere sükker bağının zevki erişti

Bülbüllere cânân gülünün dalı göründü

Mecnûn gibi sahrâlara ağlayı gezerken

Leylâ dağının lâlesinin alı göründü

Ten Yâkub’unun gözleri açılsa aceb mi?

Can Yûsuf’unun gül yüzünün hâli göründü.

Kâl ehlinin akvâlini terk eyle Niyâzî

Şimdiden geru hâl ehlinin ahvâli göründü

İnsanın sevdiği yer, merkezdir. Sevgili-

nin sokağı. Âşık için cennet, işte bu sokaktır.

İhramcızâde İsmail Hakkı Toprak, âşıklarını Si-

vas sokaklarına bağlayan, onları farklı şehir-

lerden, köylerden, kasabalardan alıp getiren ve

Ulucami’de cem eden büyük bir ruhtur. Fatsa’dan,

Ünye’den, Gürün’den, Imranlı’dan, Isparta’dan,

Mesudiye’den, Ayvalı’dan, Tokat’tan, Niksar’dan,

Korgan’dan, Darende’den, Adana’dan ve daha

nice şehirlerden, kasabalardan kopup gelen, aşk

ateşine düşen, Vekâle’deki sohbetlerde demlenen,

yenilenen, kendine gelen ve can olan gönül dost-

ları… Bunların her biri, rehberlerinden aldıkları

feyzi, gittikleri yerlere taşıdılar, ondan öğrendik-

lerini yaşadılar, uyguladılar, hayır hizmetlerinde

bulundular ve şehirleri imar ettiler. Bunların her

birisi birer destan kahramanıdır. Her birisi birer

büyük ruh!

Bu büyük ruhların, Niyâzî Mısrî’nin üstadı

için söylediği söze benzer sözleri vardır… Hepsini

teker teker burada okumak isterdim, ama buna

zamanımız yok. Fakat bunlardan birini burada

hatırlamak ve sadece iki beytini okumak isterim:

Şeyhimin illeridir Sivas illeri,

Görünce şâd eder her gönülleri

Hava ile suyu cihânda yoktur

Nimetler doludur güzel yerleri

Evet, görünce gönülleri şâd eden şehir… Ni-

metlerle dolu şehir! Acaba bu şehrin sakinleri,

Sivaslılar için de durum aynı mı? Onlar için do-

ğup büyüdükleri, yaşadıkları şehir ne anlam ifade

eder? Şunu biliyoruz: Kimse bilerek isteyerek Si-

vaslı olmuş değildir; o yüzden de pek çoğu, yaşa-

dığı şehrin kıymetini bilmez. Ama âşık için, ora-

sı sevgilinin vatanıdır. Sevgilinin sokağında kusur

görmek olmaz… Soğukmuş, kışmış, kıraçmış. Bu

aşkla bakan bir insan için mümkün mü? Zemhe-

ride terler âşık, onun için her mevsim bahardır ve

her yer Hızır uğramış gibi, yeşildir, bereketlidir,

âdetâ birer cennet bahçesidir.

Not: 4 Ekim 2009 tarihinde Sivas Belediye-

si tarafından düzenlenen “İsmail Hakkı Toprak

Sempozyumu”nda yapılan açılış konferansının

özetidir.

TÜKENMEDİ HENÜZ SÖZ

Her şey söylendi Dense de aşk üstüne Söylenecek çok şey var Tükenmedi henüz söz Biliyorum Irmakları yukarı akıtan Güle çeviren ateşleri Her çağ başında yeniden Aşka dâir sözlerle Yüreklere yazar önsöz Alır mutlak lügatine Gün ışıklı kelimelerden Konuşturur çölleri Kum tanelerini aşk adına Ve buzulların üstüne Aşkı oyar inci-mercan Buluşturur dağlarla Sevdanın külünklerini

Zübde-i âlemde Ne aşk ölür, ne de sevda Bilirim ki Her ikisi de hâdim Ve hâkim dengecinin tahakkümünde “Söz uçar yazı kalır” Dense de dil ucundan Yoktur bunun bir gerçeği Dildar bir aşk nefesi Kanatlanır yele yele Söz bahçelerinde uçar Birleşir Karakoç’un, Hilmi Yavuz’un sesi Fuzûli’yle, Ömer Hayyam’la Söz ki şiir olur Uzaklara pencereler açar “Dün dünde kaldı cancağızım Yarınlara yeni şeyler söylemek gerek” Diyen ulu aşkına Haydi canlar Sözün, şiirin ustaları Yarınların adına

Celalettin KURT

59Ağustos 201258

ALLAH’IN VERDİĞİ MAHSÜLDEN FAKİRİN HAKKINI VERMEK:

ÖŞÜR

İslam’ın temel

hedeflerinden biri,

toplumdaki fakir

ve zenginler arasında denge

kurmaktır. Yüce kitabımız

Kur’ân’ın zekât, sadaka, infâk

ve öşür gibi emir ve hükümle-

ri esasen bu dengeyi sağlamaya

yöneliktir. Zekât ve öşür miktarı

belirli ve ibadet yönü gâlip dini

vergilerdir. Sadaka ve infâkın

ise alt ve üst sınırı yoktur. Bun-

lar Müslüman şahsın imkânına

ve gönlüne bırakılmıştır. Bu se-

beple belli bir miktar malı ol-

mayanlar zekât ve öşürle yü-

kümlü tutulamaz. Ancak infâk

ve sadakaya her Müslümanın

gücü yeter. Çünkü Hz. Peygam-

ber (s.a.v) sadakanın en kolay

ve herkesin gücü dâhilinde ola-

nının insanlara güler yüzlü dav-

ranmak olduğunu ifade etmiş-

tir. Kur’ân’a göre eli Allah için

vermeye alışan insanlar için

verdiği şeyin miktarı önemli

değildir. Önemli olan verdiğini

Allah için ve candan vermektir.

Bu sebeple Yüce kitabımız şöyle

bir prensip ortaya koyar: “(Gö-

nül alıcı) tatlı bir söz söylemek

ve(ya bir kimsenin ayıbını ör-

tüp kusurunu) bağışlamak, pe-

şinden (başa kakma ve) incitme

gelen bir sadakadan daha ha-

yırlıdır…”1.

Kelime olarak onda bir de-

mek olan “öşür”, dinî ve fıkhî bir

kavram olarak toprak ürünle-

rinden alınan zekâtı ifade eder.

Toprak mahsûllerinden zekât

yani öşür alınmasının farz oldu-

ğu Kitap, Sünnet ve icmâ delille-

riyle sabittir. Yüce Allah konuy-

la ilgili şöyle buyurmuştur: “Ey

iman edenler! Kazandıklarını-

zın iyilerinden ve rızık olarak

sizin için yerden çıkardıkları-

mızdan infâk edin..”2, “Çardaklı

ve çardaksız (üzüm) bahçeleri,

ürünleri çeşit çeşit hurmaları,

ekinleri, birbirine benzer ve

benzemez biçimde zeytin ve

narları yaratan O’dur. Herbiri

meyve verdiği zaman meyvesin-

den yeyin. Devşirilip toplandığı

gün de hakkını (zekât ve sada-

kasını) verin, fakat israf etme-

yin; çünkü Allah israf edenleri

sevmez”3 buyurmuştur. Hz. Pey-

gamber de şöyle buyurmuştur:

“...Yağmur ve nehir sularıy-

la sulanan toprak ürünlerin-

de onda bir (uşr/1/10), kova (el

emeği) ile sulananlarda yirmide

bir (nısfu’1-uşr/1/20) vardır”4

buyurmuştur. Bu âyet ve hadis-

leri esas alan İslâm âlimleri ziraî

ürünlerde zekâtın farz olduğun-

da görüş birliği (icmâ) etmişler-

dir.

Müslüman bir mükellefe öş-

rün farz olmasının sebebi, top-

raktan elde edilen ürünle ilgili

olmasındandır. Bu sebeple bir

kimse arazisini ekip biçebilece-

ği halde boş bıraksa o araziden

zekât alınmaz. Aynı şekilde bir

âfet mevcut ekini yok etse veya

bu âfetten dolayı ekin bitmese

yine mal sahibi zekâtla mükel-

lef tutulmaz.

Öşrün Farz Olmasının Şartları

Hanefî mezhebine göre bir

mükellefe öşrün farz olması için

bu mükellefin şu şartları taşı-

ması gerekir:

1. Müslüman olmak: Öşürle

yükümlü olacak kimsenin

Müslüman olması şarttır. Zira

İslâm hukukçularının çoğuna

göre, gayr-i müslimlerin, Müs-

lüman olmadan önce yaptık-

ları hiçbir ibâdet sahih ve mu-

teber değildir. Öşür de toprak

FıkıhAbdullah KAHRAMAN*

İsmet

DAN

YELİ

Ağustos 201260 61

ürünlerinden alınan zekâtın,

yani bu şekildeki ibadetin özel

adıdır. Dolayısıyla bunda da

mükellefin Müslüman olma-

sı şarttır. Ancak öşür ibadet

özelliği taşımakla beraber, mâlî

mükellefiyet özelliği de bulun-

maktadır. Bu noktadan ha-

reket eden İslâm hukukçula-

rı öşür yükümlülüğü için akıl

ve buluğ şartının aranmayacağı

husûsunda görüş birliği etmiş-

lerdir. Bu sebeple, mal sahibi

çocuk ve akıl hastası da olsa on-

ların velî ve vasîleri öşürlerini

vermekle mükelleftir.

2. Mahsul üzerinde tam

mülkiyet sahibi olmak: Öşür yü-

kümlülüğü topraktan dolayı de-

ğil, elde edilen mahsulden ötürü-

dür. Önemli olan toprağa değil,

mahsule sahip olmaktır. Buna

göre Hanefilerden İmam Ebû

Yusuf ve İmam Muhammed’in

de bulunduğu fakihlerin ço-

ğunluğuna göre toprağı kira-

layarak eken kimse elde ettiği

ürünün zekâtı (öşrü) ile mükel-

leftir. Ebû Hanîfe’ye göre ise

öşürle yükümlü olan toprağın

sahibidir. Dolayısıyla toprak

sahibi toprağını kiraya vermişse

kiracı öşür ödemek zorunda

değildir. Zira Ebû Hanîfe’ye

göre, toprağı kiralayan kişi sanki

verdiği ücret karşılığı mal sahi-

bi adına ekin ekmiştir ve ekin,

hükmen mal sahibinindir.

Arazi yarıcılık (müzâraa)

usulü ile ekilmişse öşür, Ebû

Hanîfe’ye göre mal sahibinden

alınır. Ebû Yusuf ve Muhammed’e

göre ise mal sahibi ve kiracı, his-

selerine düşen mahsulün öşrünü

ayrı ayrı öderler.

Öşür Verilecek Toprağın da Şu

Şartları Taşıması Gerekir

1. Toprağın öşür toprağı

olması: Hanefî mezhebine göre

öşrün sebebi toprak olduğu için

bir topraktan sadece bir tür ver-

gi ödenir. İlgili hadis gereği aynı

topraktan iki tür vergi alına-

maz5. Bu da toprağın durumu-

na göre ya öşür ya da haraç olur.

Haraç, gayrimüslimlerden sulh

yoluyla alınan ve bir ücret kar-

şılığında eski sahibinin elinde

bırakılan topraktır. Buna göre

Müslüman haraç toprağını is-

ter sahip sıfatıyla isterse muta-

sarrıf olarak işlesin sadece haraç

vermekle yükümlüdür. İslâm

hukukçularının çoğunluğuna

göre ise bu durumdaki mükellef

hem haraç hem de öşür

verecektir. Çünkü bu iki vergi

ayrı ayrı haklardır. Biri toprağa

diğeri de mahsûle bağlıdır.

Hanefî fıkıh kitaplarında

Türkiye, Suriye, Mısır, Irak top-

raklarının haraç toprağı olduğu

yazılmaktadır. Buna göre bu

toprakların öşre tabi olmadığı

zikredilmektedir. Ancak bu hü-

küm fıkıh kitaplarının yazıldı-

ğı döneme aittir. Çünkü bugün

yurdumuzda haraç vergisi alın-

mamaktadır. Bu durumda Müs-

lüman, mahsulünün zekâtını da

vermezse, fıkıh kitaplarında “iş-

lenen arazi iki vergi yükünden de

muaf tutulamaz”6 şeklinde yer

alan kaidenin dışına çıkmış ola-

caktır. O halde ülkemizde haraç

uygulaması olmadığı için aynı

topraktan iki tür vergi alma du-

rumu da artık söz konusu değil-

dir. Sonuç olarak, Hanefî mez-

hebi ilkelerine göre ülkemizdeki

toprak sahipleri, farz olan ziraî

mahsul zekâtını yani öşrü ver-

mekle dinen yükümlüdürler.

2. Mahsulün mevcut olması:

Ekilen araziden ürün çıkmaz ya-

hut bir âfetle telef olursa öşür

farz olmaz. Bu konuda bütün

İslâm hukukçuları aynı görüş-

tedir.

3. Mahsulün belirli

nitelikteki toprak ürünlerinden

olması. Bu konuda öşür verme

konusunda alanı en geniş tutan

Ebû Hanife’dir. O, zekâtın ru-

huna ve farz kılınma hikmeti-

ne uygun olarak, mal sahibinin

cimrilikten kurtulmasını ve faki-

rin nasiplenmesini esas almıştır.

O, konuyla ilgili âyet ve hadis-

lerin kayıtlayıcı olmayan mut-

lak ifadelerini delil göstererek

“Allah’ın verdiğinden verme”

veya “Allah ne vermişse ondan

verme” prensibinden hareket

etmiştir. Ebû Hanîfe’ye göre ot,

odun, farisi kamışı dışında ka-

lan bütün ürünler öşre tabidir.

Ebû Yusuf ve Muhammed’e göre

bir sene çürümeden kalabilen

mahsûller zekâta tabidir.

Ahmed b. Hanbel’e göre

ölçülebilen, kurutulabilen da-

yanıklı gıda maddeleri ile insan-

lar tarafından yetiştirilen bütün

ürünler öşre (zekâta) tabidir.

İmâm Mâlik ve Şafiî’ye göre

ise bir sene muhafaza edilebi-

len ve gıda maddesi özelliğine

sahip mahsûller zekâta tabidir.

Şâfiîler ise meyvelerden sadece

hurma ve üzümün zekâta tabi

olduğu görüşündedirler.

Ne Kadar Ürünü Olan Öşür Verir?

Ebû Hanîfe’ye göre toprak

ürünlerinde nisab şartı aran-

maz. Mahsul ister çok ister

az olsun öşre tabidir. İslâm

hukukçularının çoğunluğu-

na göre ise toprak mahsûlleri

zekâtında da belli bir miktara

ulaşmış olmak (nisab) şarttır.

Buna göre topraktan elde edi-

len mahsül 653 kg.’a (beş vesk)

ulaşmadıkça öşür vermek ge-

rekmez. Bu görüşü savunanla-

rın dayanağı “Beş vesk’ten az

(üründe) zekât yoktur.” anla-

mındaki hadistir.

Mahsulden Ne Kadar Öşür Verilir?

Konuyla ilgili olarak yukarı-

da zikrettiğimiz hadise göre, top-

rak mahsûllerinin zekâtı onda bir

veya yirmide bir olarak belirle-

nir. Buna göre, toprak emek sar-

fedilmeden yağmur ve dere sula-

rıyla sulanıyorsa onda bir (1/10);

emek sarf edilerek kova, dolap,

motor vb. ile sulanıyorsa yirmide

bir (1/20) oranında öşre (zekâta)

tabi olur.

Eğer arazi hem emek sarfedil-

meden yağmur veya nehir sula-

rıyla ve hem de emek harcanarak

dolap vb. usullerle sulanıyor-

sa, hangisi ile daha çok sulanmış

ise ona bakılır. En çok külfetsiz-

ce sulanmış ise 1/10, en çok emek

harcanarak sulanmışsa 1/20 nis-

betinde zekât alınır. Eşit usuller-

le sulanmışsa mükellefin lehine

olmak üzere 1/20 nisbetinde

zekâta tabi olur.

Günümüzde modern tarı-

mın yaygınlaşması ile birlik-

te tohum, gübre, mazot ve işçi

ücretleri gibi masraflar üretimin

maliyetinde önemli bir meblağ

oluşturmaktadır. Dolayısıyla,

elde edilen ürünün toplamından

ürün için yapılan masraflar

düşüldükten sonra öşür verile-

cektir. Buna göre masraflar çıka-

rıldıktan sonra geriye kalan ürü-

nün tabii yollarla sulanan tarlada

1/10, emekle sulananda 1/20 ora-

nında zekâtı verilmesi gerekir.

Öşür Ne Zaman Tahsil Edilecektir?

Ebû Hanîfe ve İmâm Züfer’e

göre öşür, hububatta taneler or-

taya çıktığı zaman, meyvalar-

da ise olgunlaşma başladığı za-

man verilir. Ebû Yusuf’a göre

hasat zamanı, Muhammed’e

göre hasattan sonra tarlada

deste yapıldığı zaman veril-

mesi gerekir. Şâfiîler’e göre

hububat sertleşmeye, meyva-

lar ise olgunlaşmaya başladı-

ğı zaman zekâtlarını vermek

farz olur. İslâm hukukçularının

ittifak ettikleri görüşe göre öşür,

harman sürüldükten, meyvalar

toplandıktan ve üzümler kesil-

dikten sonra alınır. Hanefîler’e

göre öşrün vücûbu için üzerinden

bir yılın geçmesi şart değildir.

Bir sene içinde kaç defa mah-

sul alınırsa her defasında öşür

verilmesi gerekir.

Yüce kitabımız ve sevgili Pey-

gamberimiz, her vesile ile nimet

adına neyimiz varsa Müslüman

kardeşlerimizle onu paylaşma-

mızı emir ve tavsiye etmektedir.

Bu, bizi kişisel ihtiraslarımız-

dan kurtaracak, hem paylaşma

ve merhamet kültürü oluştura-

cak, hem fakirin zenginin ma-

lına kıskançlıkla bakmasını en-

gelleyecek ve hem de servetin

tabana yayılmasını sağlayacaktır.

Özellikle, “Topraktan ne çıktıysa

onun öşrü verilmelidir.” diye gö-

rüş beyan eden büyük imam Ebû

Hanife’nin bu konudaki görüşü-

nün altını çizmek gerekir.

1 2/Bakara, 263.2 2/Bakara, 267.3 6/En’âm, 141.4 Buharî, Zekât, 55.

5 Beyhakî, Sünen, IV, 131.

6 Kasânî, Bedâyi, 2/57.

*Prof. Dr.

Dipnot

Ağustos 201262 63

* Bayramlarda insan ilişki-

lerinin sıcaklığı daha yakından

hissedilir. Bütün aile fertleri,

aile büyüğünün etrafında kenet-

lenir. Kişiler, geniş bir ailenin

bireyi olduğunu daha derinden

hissederler. Böylelikle kendile-

rine ve topluma güvenleri artar,

zorluklara karşı direnç kazanır-

lar.

* Bayramlar sevinç, neşe,

mutluluk ve huzur günleridir.

Ailemize ve çevremize güler yüz-

le davranmak, iyi temennileri-

mizi bildirerek bayramlaşmak

bu günlerin gereğidir.

Bayramlar Sevmek ve Sevindirmek İçin

Fırsattır

Her bayramda başta anne ve

babalarımız olmak üzere aile bü-

yüklerimizi, dostlarımızı, komşu

ve akrabalarımızı, iş arkadaşla-

rımızı ziyaret etmeliyiz. Onların

hal ve hatırını sorup gönüllerini

hoş tutarak onlarla muhabbet ve

sohbet etmeliyiz.

Yine bayramlarda kimsesiz-

leri, yoksul ve yetimleri, hasta

ve yaşlıları unutmamalıyız. On-

ların yalnız olmadıklarını gös-

termeli, ziyaretlerine gitmeliyiz.

Bayramların bir hususiye-

ti de bu dünyadan geçmiş akra-

ba ve yakınlarımızın mezarları-

na gitmektir. Böylelikle bizlerde

emeği ve hakkı olan geçmişleri-

mize vefa duygusu taşımış olu-

ruz. Aynı zamanda da bu dün-

yada fani olduğumuzu, bizim de

gideceğimiz yerin onların yanı

olduğunu hatırlarız. Hırs, ta-

mah, kıskançlık, çekememezlik,

düşmanlık gibi yıpratıcı duygu-

larımız erozyona uğrar. Daha

sevecen, anlayışlı ve merhamet-

li hale geliriz.

Bayramlarda bütün toplum,

mecburi bazı nöbetçiler hariç

tatil yapar. Bu da günlük meş-

guliyetlerin sıkıcı ve tekdüze ko-

şuşturmasından kısa da olsa bir

uzaklaşma ve kendini yenileme

anlamına gelir.

Bayramlar yalnız olmadığı-

mızı, bizi düşünen ve seven ki-

şilerin bulunduğunu gösterir.

Dostlarımızla ve sevdiklerimiz-

le birlikte olmak bize huzur ve mutluluk verecektir.

Bayramların çocuklar için

apayrı önemi vardır. Bu günler-

de herkes en temiz ve yeni elbi-

selerini giyerken, çocukları bir

başka sevinç dalgası saracak-

tır. Geniş aile fertlerinin güler

yüzle bir araya gelmeleri, dost-

luk gösterilerinde bulunmaları

ve çocuklara verilen hediye ve

harçlıklar bayramı daha bir an-

lamlı kılar. Çocukluğumun en

hoş hatıralarının yer aldığı bay-

ramlarda, yeni giysilerimizle

erkenden kalkardık ve büyükle-

rimizin ellerini öperdik.

Bayramı Yerine Oturtmak

Gelin bayramı hakkıyla ya-

şayalım ve toplum olarak kut-

layalım. Seyahate çıkıp tatile

gitmektense; dost ve akraba-

larımızı ziyaret edelim. Onlar-

la kaynaşalım, muhabbet dolu

sohbetler edelim.

Ailemizden vefat edenlerin

mezarlarını ziyarete gidelim.

Onlara dualar okuyalım.

Yoksulları, muhtaç ve kim-

sesizleri yalnız bırakmayalım.

Elimizden gelen yardımı yapa-

lım. Küskün ve dargın oldukla-

rımızla barışalım.

Hediyeleşelim. Özellikle ço-

cuklara harçlık verelim.

Karşılaştığımız insanlara gü-

ler yüzle davranalım. Sevgileri-

mizi bildirerek, iyi temenniler-

de bulunalım.

Bunları yaptığımız takdir-

de toplumda birlik ve beraber-

lik artacak; geniş akraba çevre-

sini ve yakınlarımızı tanımanın

verdiği memnuniyetle çocukla-

rımızın mutluluğu, kendine ve

topluma güveni artacaktır.

Böylelikle de son yıllarda

çok ihtiyaç duyduğumuz barış

ve kardeşlik havası toplumu sa-

racaktır. Ailemiz, akraba ve ya-

kınlarımız mutluluk ve huzur

bulacaktır. İnsanlar arasında

kaynaşma, dostluk ve ahbaplık-

lar teşekkül ederek sosyal haya-

tın yenilenmesi mümkün olacak-

tır.

Ayrıca günlük yorucu ve yo-

ğun meşguliyetlerden uzaklaşa-

rak kendimizi yenilediğimiz için

bayram sonrası için yeni bir he-

yecan ve çalışma şevki kazanırız.

Toplumumuz için barış, kar-

deşlik ve huzur getirmesi temen-

nisiyle bayramınız kutlu ve mut-

lu olsun. * Prof. Dr.

En eski çağlardan

beri insanların

hayatında bay-

ramların önemli bir yeri oldu-

ğu görülmektedir. Bilinen bü-

tün topluluklarda, bayrama

benzeyen tören ve kutlamala-

rın oluşu bayramların insanın

bir ihtiyacı ve gereği olduğunu

göstermektedir.

Türk toplumu bin yıldır iki

dinî bayrama (Ramazan ve

Kurban) büyük önem vermek-

te, millet olarak kutlamakta-

dır.

Bayramların Değişen Fonksiyonu

Günümüzde bayramların

yerini kısmen şenlik ve fes-

tivaller alsa ve bayramlar ar-

tık tatile gitme fırsatı olarak

görülse de yine önemleri-

ni büyük ölçüde sürdürmek-

tedirler. Ayrılıkların ve fark-

lılıkların şer güçlerce tahrik

edilip çatışmaya dönüştü-

rülmek istendiği şu günlerde

bütün milletimizi birleştiren

bayramların önemi daha iyi

anlaşılmaktadır.

Bayramların insana ve top-

luma katkıları:

* Bayramlarda insanlar bir-

biri ile kaynaşır, dostluklar

güçlenir. Sosyal dayanışma ve

yardımlaşmaya önem verilen

bu günlerde, barışı sağlamak

ve düşmanlıkları gidermek

için elverişli bir ortam teşekkül

eder. Küskünlükleri ve dargın-

ları gidermek amacıyla herkes

seferber olur. Kin, nefret ve in-

tikam gibi yıpratıcı duygular

törpülenir. Toplumu barış ve

kardeşlik havası sarar.

PsikolojiSefa SAYGILI*

RUH SAĞLIĞIMIZ VE

BAYRAMLAR

65Ağustos 201264

DEĞİŞTİDEVİR

“Canım, şimdiki gençlerde de hiç saygı kalmadı. Gençlerde ne

terbiye kaldı ne de ahlâk. Büyüklerini hiç saymıyorlar, onların

sözlerini dinlemedikleri gibi karşılık da veriyorlar.”

Sevgi ve saygı bir toplumu ayakta tutan

en önemli öğelerdendir. İnsanın baş-

kalarına gösterdiği sevgi ve saygı ölçü-

sünde, kendisinin böyle bir beklenti içinde olması

da gayet normal bir şeydir.

İnsanlar birbirlerinden kendilerinin değerli ol-

duğunun hissettirilmesi adına sevgi ve saygı bekler-

ler. Çünkü insanlar, her zaman sevmek ve sevilmek

ister. İnsanlar sevgi ve saygının olmadığı zaman

kendilerinin bir hiç olduğunu düşünürler.

Bir gün köyde komşunun evinde otururken söz

döndü dolaştı çocuklara ve gençlere geldi. 40-45

yaşlarında olan komşumuz şöyle diyordu:

“Canım, şimdiki gençlerde de

hiç saygı kalmadı. Gençlerde

ne terbiye kaldı ne de

ahlâk. Büyüklerini

hiç saymıyor-

lar, on-

l a r ı n

s ö z l e r i n i

dinlemedikleri gibi karşılık da

veriyorlar. Büyüklerine akıl danışmak bir yana ba-

bası yaşındakilere akıl vermeye ve onların görüşle-

rini eleştirmeye çalışıyorlar.

Oysa biz öyle miydik? Bizim zamanımızda biz-

ler, büyüklerin yanında ayakları uzatmak bir yana

konuşamazdık. Büyüklerimize saygıda kusur etme-

diğimiz gibi sözlerini de ikiletmezdik. Biz yapardık,

ederdik…” gibi cümlelerle sözleri devam etmekte-

dir.

Komşumuzun söyledikleri doğru mu? Doğruluk

payı yok değil; fakat anlatıldığı gibi de olmadığı bir

gerçektir. Çünkü değişen sadece devir ve gençler de-

ğildir. Değişen devirle birlikte bizler ve beklentileri-

miz de değişmektedir.

Ben bu tür sözleri, dedelerimizin babalarımız

için, babalarımızın kendinden sonraki dönem için,

bizim büyüklerimiz bizim için söylerken, bizim ya-

şıtlarımızın da kendinden sonraki dönem için söy-

lediğine şahit oldum. Kısacası herkes kendi döne-

minin mükemmelliğinden bahsederken kendinden

sonraki dönemi eleştirir. “Efendim devir değişti;

gençlerde saygı da kalmadı...” diye başlayan cüm-

leler kurarlar.

Yukarıda da dediğim gibi zaman, devir, genç-

ler ve bizler değişebiliriz; ama beklentiler hiç değiş-

memektedir. Hep bekleriz; fakat bizden ne beklenir

diye hiç düşünmeyiz. Biz sadece bekleneni biliriz.

Saygı bekleriz; çünkü adam yerine konmak is-

teriz. Danışılmasını isteriz; tecrübeli olduğumuzu

hissettirmek için. Sözümüzün tutulmasını isteriz;

çünkü büyük olduğumuzu kabul ettirmek için. Se-

vilmek isteriz; onların büyüğü olduğumuz için. Ve

en önemlisi değerli biri olduğumuzu ve insanla-

rın farkındalıklarının artması için.

Bu veya buna benzer yakınma ve beklen-

tilerin olduğunu bundan sonra da olacağı-

nı tahmin edebilirsiniz. Fakat bunun milattan

öncesine kadar dayanacağını hiç kimse herhal-

de düşünmemiştir. Prof. Dr. Özcan Köknel milattan

önceki kuşak çatışması hakkında şu bilgileri verir:

M.Ö. 2000-1500 yıllarında Firavun’un gençlere ilişkin düşünceleri:

“Bizim topraklarımız yozlaştı; artık gençlerimiz

de yozlaştı.”

M.Ö. 800 yıllarında Hosiod’un düşünce-leri:

“Eğer halkımızın geleceği bugünün sorumsuz

gençlerine dayanacaksa sonucu pek umutlu görmü-

EğitimM. Emin KARABACAK

Ağustos 201266

GÜZEL GÖRÜNÜR

Arzu iplik, sevgi nakış, Ördükçe güzel görünür. Gönül gözü ile bakış, Gördükçe güzel görünür. Zaman ince esen yeldir, Ömür ağaç, günler daldır, Mutluluk uzunca yoldur, Vardıkça güzel görünür. Tatlı söz dil arasında, Diken var gül arasında, Hatıra yıl arasında, Durdukça güzel görünür. İnsanı yaşatan hava, Tatlı sözdür derde deva, Herkes hayalinde yuva, Kurdukça güzel görünür. ŞEREF baksan her bir yandan, Aşk ayrı değil insandan, Seven sevdiğini candan, Sardıkça güzel görünür.

Âşık Şeref TAŞLIOVA

67

yorum. Bütün gençler anlatılmayacak kadar den-

gesiz. Çocukluğumuzda bize büyüklerimize karşı

daha ölçülü ve saygılı olmamızı öğretmişlerdi. Fa-

kat bugünün gençleri sınırlandırılmaya karşı çıkı-

yorlar. Son derece kurnazca ve sabırsızca davranı-

yorlar.”

M.Ö. 450 yılında Sokrates’in Yunanlı gençlerin davranış ve tutumları için görüş-leri:

“Bugünün gençleri lüksten hoşlanıyor. Kötü

davranışlar benimsiyor, olumsuz tutumlar kazanı-

yor. Beden eğitimi ve sporla ilgileneceklerine boş

sözlerle zaman geçiriyorlar. Öğretmenleri önünde

bacak bacak üstüne atıp bildiklerini okuyorlar. Mi-

safirin önünde gelişigüzel konuşuyorlar. Yaşlılara

saygı göstermiyorlar. Onlar odaya gelince yerle-

rinden kalkmıyorlar. Sofrada güzel yemekleri ka-

pışıyorlar, çok yiyip içiyorlar.”

Yukarıdaki alıntıdan anlaşılacağı gibi değil mi-

lattan önce, milattan sonra da aşağı yukarı buna

benzer çatışmalar olmuştur ve olmaya da devam

edecektir. Çatışmaların temel nedeni de bence

toplumsal ahlâkın zayıflamasıdır. Bunun en iyi ör-

neklerini de Asr-ı Saadet dönemiyle Osmanlı dö-

nemlerine bakarsak görebiliriz. Ahlâkî çöküntü-

den kurtula bilmek ve saygı toplumu olabilmek

için de İslâm ahlâkını tekrar kazanmak gerekir.

İslâm’da herkesin herkese karşı sorumluluğu var-

dır. Bu sorumlulukları güzel bir şekilde yerine ge-

tirmeleri için de gençlerin çocukluktan itibaren iyi

eğitilmesi gerektiğini ayet ve hadislerden öğren-

mekteyiz.

Devrin Değişmesi ve Gençlerin Saygısızlaşmaması için Neler

Yapılmalı?

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), babanın evladı-

na güzel terbiyeden daha iyi bir hediye veremeye-

ceğini1, buyurmaktadır.

Hz Ali (r.a.) Efendimiz: “Evlâdınızı bulun-

duğunuz zamandan başka bir zaman için talim ve

terbiye ediniz. Çünkü onlar sizin zamanınızdan

başka bir zaman için halk olunmuşlardır. Çocu-

ğun terbiyesinde sakın kusur gösterme; zira o, se-

nin zamanından başka bir zaman için yaratılmış-

tır.” buyurmuştur.

Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim diliyle Lokman

Hekim oğluna şu tavsiyelerde bulunmaktadır:

“Ey oğlum, (yaptığın iş) gerçekten bir har-

dal tanesi ağırlığında olsa da, (bu,) ister bir kaya

parçasından ya da göklerde veya yer(in derin-

liklerinde) de bulunsa bile, Allah onu getirir (açı-

ğa çıkarır). Şüphesiz Allah, latif olandır, (her şey-

den) haberdardır. Ey oğlum, namazı dosdoğru

kıl, iyiliği emret, kötülüklerden sakındır ve sana

isabet eden (musibetler)e karşı sabret. Çünkü

bunlar, azmedilmesi gereken işlerdendir.

İnsanlara yanağını çevirip (büyüklenme) ve

böbürlenmiş olarak yeryüzünde yürüme. Çün-

kü Allah, büyüklük taslayıp böbürleneni sevmez.

Yürüyüşünde orta bir yol tut, sesinden de (yük-

sek perdeleri) eksilt. Çünkü seslerin en çirkin ola-

nı gerçekten eşeklerin sesidir.”2 “Lokman şöyle

derdi: ‘Yavrum, ilmi âlimlere karşı böbürlenmek,

sefihlerle münazarada bulunmak ve meclislerde

gösteriş yapmak için öğrenme!”3

Yine Peygamberimiz (s.a.v.): “Hekim Lok-

man oğluna şu tavsiyede bulunmuştur: Yavrum

âlimlerin yanında otur ve dizlerinle onlara çok

yaklaş. Çünkü Allah, gökten indirdiği yağmurla

ölü toprağı dirilttiği gibi, kalpleri hikmet nuruyla

diriltir.”4 buyurdu.

Sonuç olarak kuşaklar arasındaki çatışmanın

özünde “Ne ekersen onu biçersin.” gerçeği vardır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “Bir genç bir yaşlı-

ya yaşlılığından dolayı saygı gösterirse Allah da

yaşlandığında kendisine saygı gösterenleri yara-

tır.” buyurdu. Yine Hz. Ali Efendimiz: “Büyüklere

karşı saygılı olun ki çocuklar da size karşı saygılı

olsunlar.”5 buyurdu.

1 Müstedrek, 4/2632 31/Lokman, 16-193 Ahmed b. Hanbel, I, 190

4 Muvatta, İlim,15 Gurer’ul-Hikem, s, 780

Dipnot

Ağustos 201268 69

Ahmet Turan Gazi’nin kimliği

ve kişiliği de diğer birçok tarihî

şahsiyetler gibi müphemliği-

ni korumakla beraber bazı rivayetlere göre Yukarı-

tekke’deki Abdulvahab-ı Gazi’nin bazılarına göre de

Battal Gazi’nin arkadaşı olarak gösterilmektedir.

Emeviler ve Abbasiler devrinde Bizans üzerine

yapılan çeşitli akınlar sonucu İslâm orduları Anka-

ra ‘ya kadar ilerlemişlerdir. İşte bu savaşlardan bi-

rinde Ahmet Turan Gazi gönüllü olarak savaşa ka-

tılarak şehit düşmüştür. Ahmet Turan Gazi de tıpkı,

Anadolu’nun fethedilip, bir Türk-İslâm yurdu haline

gelmesinde büyük emekleri olan Danişmend Gazi,

Mengücek Gazi, Battal Gazi, Abdulvahab-ı Gazi gibi

mücahit Anadolu erenlerindendir.

Ahî Emir Ahmed

Ahîlik, bilindiği gibi Anadolu’nun Türkleşmesin-

de ve İslâmlaşmasında çok önemli bir fonksiyona sa-

hiptir. Anadolu’ya özünü, ruhunu veren, kimlik ka-

zandıran ahî teşkilatları olmuştur. Ahî birlikleri bir

manada günümüzdeki sivil toplum örgütleri ve gö-

nüllü kuruluşların karşılığıdır. Sosyolojik mana-

da bunlara menfaat birlikleri yani dernek ve vakıf-

lar kategorisine de dâhil edebiliriz. Çünkü tıpkı Ahî

Emir Ahmed gibi vakıf ve gönül insanları, o tarih-

lerde toplumda, toplumsal yapıda adeta bir kilit rolü

oynamışlardır. On üçüncü yüzyılda Anadolu’nun

iskân edilmesinde ve geniş toprakların işlenmesi, ta-

rıma açılmasında ve hatta demircilik, bakırcılık, ma-

rangozluk vb. mesleklerin, sanatların gelişmesinde,

ahî birliklerinin çok önemli yerleri vardır.

Selçuklu döneminin sonu ile Beylikler döne-

mini içeren dönemde, yani 13. asrın ikinci yarı-

sı ile 14. asrın ilk yarısında yaşamış olan Ahî Emir

Ahmed’in ailesi aslen Uygur Türklerinden olup

İran üzerinden Zencan yoluyla Bayburt’a gelmiş-

lerdir. Doğum tarihi tam olarak bilinmemekle be-

raber Miladi 1260’lı yıllar olarak söylenebilir.

Ahî Emir Ahmet’in çocukluk ve gençlik yılları

Bayburt’ta geçmiştir. Zamanının en önemli ilim

merkezlerinden olan ve Bayburt’u bir kültür mer-

kezi haline getiren Mahmudiye ve Yakutiye Med-

reselerinde yetiştiği ve feyzini buralardan aldığı

bilinmektedir.

Ahîliğin yanı sıra Mevlevî de olan Ahî Emir

Ahmed çocukluk dönemlerinden itibaren büyük

hayranlık duyduğu Mevlâna Celâleddin Rumî ile

manevi bağ neticesi, Mevlevîliği de benimseyip

fereci giymiştir.

Ahî Emir Ahmet Bayburt’tan sonra Sivas gel-

miş ve zaviyesini, mescidini, tekkesini ve ker-

van sarayını kurmuş, yapmış olduğu hizmetle-

re Bayburt’ta olduğu gibi burada da devam etmiş

vakıf haline getirdiği mal varlığı ile yaşantısını

Sivas’ta da sürdürmüştür.

Tasavvufla Ahîliği bir arada yaşam şekli olarak

kabul eden büyük fikir ve toplum insanı Ahî Emir

Ahmet, Anadolu’nun Türkleşmesinde ve teşkilatı

içinde çok ünlü bir ahî babası olarak görüldüğü

ahîliğin Anadolu’da yayılmasında büyük söz sahi-

bi olduğu açıktır.

Örnek HayatYusuf HALICI Ünlü Arap

gezgini İbni Ba-

tuta seyahatnamesin-

de Anadolu ahîleri hakkın-

da çok önemli bilgiler vermiştir.

Anadolu’nun birçok şehrine uğra-

dıktan sonra Sivas’a da gelen İbni Batu-

ta, Sivas gezisini, Sivas ahîlerini ve Ahî Emir

Ahmet’le tanışmasını şöyle anlatır:

“Bundan sonra Sivas’ yolcu olduk. Burası da

Irak’ bağlı ve ülkenin en büyük şehirlerinden biri-

dir. Umumi vali ile ileri gelen askeri komutanlar ora-

da otururlar. Şehir hem güzel, hem de bakımlı olup,

geniş caddelere sahiptir. Çarşıları insanlarla dolup

taşar. Burada medrese tarzında inşa edilmiş Daru’s-

Siyade/Beğler Konağı denilen büyük bir bina vardır

ki, sadece Peygamber soyundan gelen misafirler bu

konakta ağırlanırlar.

Nakibü’l-eşraf da bu konakta oturmaktadır. Mi-

safir kalan şerife konakladığı sürece yiyeceği, içece-

ği, aydınlanacağı ve oturacağı eşya verilir; yola çı-

karken de yol harçlığı görülür.

Şehre yaklaştığımız zaman bizi Bıçakçı Ahmed’in

yoldaşları karşıladı. Bunlar kimi yaya, kimi atlı kala-

balık bir gruptu. Onlardan sonra Ahî Çelebi’nin yol-

daşları karşıya çıkmışlardı. Bu zat, ahîlerin ileri ge-

lenlerinden olup, rütbece Ahî Bıçakcı’dan üstündür.

Bunlar kendilerinde konuklamamı istedilerse de, ilk

gelenler öncelik almış bulunduklarından bu isteğin

yerine getirilmesi mümkün olmadı. Böylece hep bir-

likte şehre girdik. Hepsi de bundan övünç duymak-

ta idiler.(...) En güzel bir şekilde ağırlanmak suretiy-

le aralarında üç gün kaldık.(...) Oradan Amasya’ya

gittik.”

Mûr Ali Baba

Halk arasında Mor Ali Baba namıyla tanınan

Mûr Ali Baba’nın asıl adı Mehmed bin Ahmed’dir.

Kerkük Türkmenlerindendir.

Mûr Ali Baba, genç yaşta, Kerküklü şair, edip,

büyük mutasavvıf, mü-

tefekkir Ziyaeddin Ab-

durrahman Halis’in irfan

halkasına katılarak onun fey-

zinden istifade ederek hem zahir

hem batınını mamur eyleyen evli-

yaullahtandır. Çalışkanlığı sebebiyle,

Abdurrahman Halis tarafından kendisi-

ne Mûr (Karınca) lakabı verilmiştir. Ziya-

eddin Abdurrahman Halis’in terbiyesi altında

tahsilini tamamlayıp Halis Hazretleri tarafından

irşad maksadıyla Sivas’a gönderilmiştir. Sivas’ta bü-

yük hürmet gören Mûr Ali Baba’ya, Çayırağzı de-

nilen yerde bir dergâh inşa edilmiştir. Zamanla

dergâhını genişletip yanına bir cami ve bir mektep

ilave etmiştir.

Uzun müddet irşad vazifesini icra eden bu kâmil

insanın devlet adamları ve yöneticilerle de ileri dü-

zeyde münasebetleri olmuş, Amasya Mutasarrı-

fı, Meşhur Şair Ziya paşa, onun sevenleri arasında

yerini alarak kendisinden istifade etmiştir. ‘Gide-

mediğin yer senin değildir’ diyen ve kendisine son

derece muhabbet duyan Sivas’ın Meşhur Valisi Ha-

lil Rıfat Paşa’nın ricası üzerine, heyecanlı bir hitabe

ile halkın, Sivas’ı çevre illere bağlayan yolların yapı-

mına katılmasını sağlamış, yola ilk kazmayı da ken-

disi vurmuştur. Zahirî ve batınî ilimlerde âlim olan

bu büyük insan, aynı zamanda kudretli bir şair ol-

ması hasebiyle, Türkçe ve Farsça şiirler söylemiştir.

Divan-ı şerifleri baştanbaşa hakikatlerle doludur.

Mûr Ali Baba 1882 yılında Mart ayının bir Cuma

günü vefat etmiştir. Kabri halk arasında Çayırağzı

olarak bilinen şimdi kendi adı ile anılan Mor Ali Baba

Mahallesindeki Mor Ali Baba Camiindeki türbede

medfundur. Mûr Ali Baba’nın birçok eserinin olduğu

söylenmekle birlikte şu an “Tenbîhus-Sâlikîyn” (Yol

Erbabına Öğütler) isminde, tasavvufun ve Kâdiri ta-

rikatının esaslarını anlatan, el yazması bir eseri bu-

lunmaktadır. Şiirlerini genellikle Arapça ve Farsça

yazmıştır, Fakat Türkçe gazelleri meşhurdur.

Kaynakçahttp://www.hasancoskun.org

VELÎLERİSİVAS

71Ağustos 201270

AİLE VE

KÜLTÜR

Türk ailesi pederî

özellik taşır.

Pederî aile,

pederşahî aileyle karıştırılma-

malıdır. Pederî ailede aile reisi

sulta hakkına değil, yalnız vela-

yet hakkına sahiptir. Çocuklar,

kadınlar ve bilhassa anne tara-

fından akrabalar büyük hakla-

ra sahiptir. Yani ana yönünden

ve baba yönünde akrabalar bir-

birine eşittir. Yüzyıllarca sağlık-

lı bir yapıya sahip olan ailemiz

son zamanlarda çözülme belirti-

leri göstermektedir. Modernizm

karşısında –diğer tüm toplum-

lar gibi- Türk toplumu da (bir

kısmı yapay ve zorlamalı süreç-

lerle) bir değişim geçirirken aile

de ondan payını almaktadır.

Günümüzde aile yapımız, ni-

telik, bölgesel dağılım vb. ba-

kımlardan benzerlik gösterme-

yen, çözülen bir geçiş dönemi

ailesi özelliği taşımaktadır. Ger-

çi konuyla ilgilenen düşünürler,

Türk ailesinin % 60’ının çekir-

dek olduğunu belirtmektedirler.

Ancak bu çekirdek aile, Batı sa-

nayi toplumlarının ortaya çıkar-

dığı çekirdek aileden farklıdır.

Mesela bizde hâlâ aile içi önemli

sorunlar kurumlar değil akraba-

lar tarafından çözülür. Şüphe-

siz kentlerde çekirdekleşme ora-

nı yükselmekte, yaşlılar ihmal

edilmekte, öğrenim düzeyi yük-

selmekte, adaylar tanışarak ev-

lenmekte, çocuk sayısı giderek

azalmaktadır. Ve aile yapısı gi-

derek sağlıksız bir görünüm arz

etmektedir.

Modernleşme Politikaları ve Aile

Türkiye’de önde gelen aile

tipinin çekirdek aile olduğunu

görmekteyiz. Gerçekten de ak-

rabalar arasındaki ilişkilerin

sıkılığını, geniş aile düzeniyle

karıştıran empirist yanılgıların

aksine çekirdek aile geçmişte

de günümüzde de Türkiye’de

yaygın aile tipini temsil et-

mektedir. Zira geniş ailenin

Türkiye’de giderek tarihî bir

olguya dönüşmesi, kentleşme-

nin veya çekirdek ailenin ihda-

sına elverişli olan bireyciliğin

doğmasına yol açan kapita-

list sistemin yaygınlaşmasının

bir sonucu değildir. Belirleyici

olan, dinî, siyasî ve hukukî fak-

törlerdir.

Bu tür faktörlerin Batıcı bir

radikalizmin etkisi altındaki

Müslüman toplumda çok etki-

si olmuştur. Osmanlının mo-

dernleşmesini hedefleyen re-

form politikaları Cumhuriyetin

kurulmasıyla birlikte şeria-

tın ilgasına ve 1926’da İsviçre

Medenî Kanunu’ndan mülhem

yeni bir medenî kanunun yü-

rürlüğe girmesine yol açmıştır.

Yeni aile hukuku, Türk evlen-

me biçimlerinin Avrupa norm-

larına uyum sağlamasını öngö-

ren ilk adımı teşkil ediyordu.

Müslüman Osmanlılarda

günlük hayatta önem taşıyan,

Kur’an-ı Kerim’in koyduğu ya-

saklardan kaçınmak suretiy-

le öngörülen ideale yaklaşmaya

çalışmaktı. Mal ayrılığı prensibi

vardı, poligami de var olmakla

beraber norm teşkil etmiyordu.

Endogamik pratik, ortak toprak

birliğinden ziyade sülale bazın-

dan bir kimlik oluşturmaya yö-

nelik önemli bir faktördü.

1935’de çıkan Soyadı Kanu-

nu ile aile konusundaki gelenek-

sel telakkiler altüst edildi. Es-

kiyle bağların iyice koptuğunu

tescil etmek için belirli bir süla-

leye mensubiyet gösteren lakap-

lar da kırsal kesimde hâlâ geçer-

li kabul edilmekle beraber, yasal

olarak geçersiz sayıldılar. Böy-

lece milyonlarca insan yeni bir

toplumsal belirlenme için bir

soyadı bulmak zorunda kaldı.

Aslında bu soyadı arayışı, yeni

ve laik Türk toplumunda yeni

yeni ortaya çıkan bireylerin bir

arayışıydı.

Kültür ve Aile

Sosyolojik araştırmalar

Türkiye’de ailenin genelde oto-

riter, patriyarkal nitelik taşı-

maya devam ettiğini gösteriyor.

Türk ailesinin tartışılmaz bir bi-

çimde patriarkal kültürel öğe-

lere sahip olduğu bir gerçek ise

de daha kalitatif bir yaklaşım-

la yürütülen analizler, aslında

Kadın ve AileRukiye KARAKÖSE

Ağustos 201272 73

Türkiye’de ailenin, erkek önce-

liğinde tek merkezli değil, bir-

biriyle yan yana olan ve birlikte

var olan çift merkezli bir yapı-

ya sahip olduğunu ortaya çıkarı-

yor. Babaya gösterilen saygı bi-

çimsel olarak devam ediyorsa

da artık ailenin geleceği ile ilgili

karar alma mercii baba değildir.

Kitle haberleşme araçlarının

etkisiyle yayılan Batı’nın ve özel-

likle Amerikan değerlerinin et-

kisiyle, çocukların gözünde ba-

baları uzak, mesafeli, erişilmez,

yüce, hem korku hem hayran-

lık kaynağı olan bir sima olmak-

tan çıkıyor. Yaşama biçimlerin-

de ve zihinlerde meydana gelen

laikleşme, aile içinde yeni istek

ve taleplere yol açarak roller ve

statüler konusunda da yeni bö-

lüşümün yavaş yavaş ortaya çık-

masına neden oluyor.

Kağıtçıbaşı’nın araştırması-

na göre Türk toplumu aile fert-

leri arasındaki bağımlılık iliş-

kilerine olumlu gözle bakmaya

devam ediyor. Aile değerlerine

ve cemaat fikrine dayanan bir

kültürün muhafazasına ve aile-

den bağımsız olarak elde edilen

şahsî başarıdan daha çok, akra-

balar arasındaki dayanışmaya

ve yardımlaşmaya ağırlık veri-

yor. Toplumsal ve ekonomik ba-

şarının paylaşımını öngören bu

karşılıklı bağımlılık, kötü hayat

şartlarına maruz kalan tüm aile-

yi kurtarmaya yaradığı gibi aile

şerefi ilkesinin temelini oluştu-

ruyor. Ancak bundan yola çıka-

rak aile içi karşılıklı bağımlılığın

sadece ekonomik zaruretlerden

kaynaklanmakta olup gelişmey-

le ve daha yüksek bir hayat stan-

dardına erişmeyle birlikte za-

manla ortadan kalkacağı ileri

sürülebilir mi?

Söz konusu araştırmanın so-

nuçları gösteriyor ki, orta ve üst

gelir grubundaki ailelerde eko-

nomik bağımlılık önemini kay-

betmesine rağmen aile fertleri

arasındaki ilişkilerde herhangi

bir gevşeme olmamaktadır.

Oysa maddî bağımsızlık se-

bebiyle kişilerin de aile karşısın-

da bağımsızlığa kavuşması bek-

lenebilirdi. Ancak Türkiye’de

Batı’daki modelin aksine kuşak-

lararası ilişkilerin değişimi di-

key bir değişim ekseni uyarınca

meydana gelmemekte, tersine

duygusal alanda daha büyük bir

bağımlılık doğrultusunda sey-

retmektedir. Burada değişim

bağların çözülmesine yol açmı-

yor, toplumdaki dönüşümler

karşısında duyulan tedirginlik-

lere göğüs gerebilmek için adeta

aileye daha sıkı bir biçimde bağ-

lanılıyor ve sığınılıyor.

Batı’da da çekirdek aile sana-

yi devriminden önce geliştiğine

göre bunun nedenini Batı’nın

kültürel öğelerinde aramak ge-

rekmektedir.

Zira Türkiye’de aile konu-

sundaki mevcut veriler bize,

laikleşme politikalarına ve

sosyoekonomik gelişmeye rağ-

men, siyaset ve ekonomi ko-

nusundaki zihniyet değişi-

mine rağmen Türk ailesinin

çözülmemesi bir yana, onun

dış baskılara karşı büyük bir

direnç gücü göstererek varlığı-

nı tüm gücüyle idame ettirdiği-

ni göstermektedir. Gerçekten

de çeşitli incelemelerin sonuç-

ları, Anadolu’da Tanzimat’tan

bu yana geniş aile oranında bü-

yük bir düşüş kaydedilmediği-

ni ve global toplumda meydana

gelen değişimin kırsal kesim

ailesinin yapısını etkilemediği-

ni göstermektedir. Diğer yan-

dan kırsal göç ile kentleşme de

aile bağlarının kopmasına yol

açmamış zira modernlik kar-

şısında akrabalık ilişkileri çok

önemli bir toplumsal anlam

kazanmıştır.

ramazan2012

BAĞIŞLARINIZ İÇİN

ZİRAAT BANKASI DARENDE TR20 0001 0003 2026 786136 5001

VAKIFBANK DARENDE TR80 0001 5001 5800 7286 7840 02

BANKASYA MALATYA TR18 0020 8000 3201 6980 9700 01

AKBANK MALATYA TR23 0004 6000 6088 8000 1601 71

PTT DARENDE 700419

TÜM OPERATÖRLERDEN

BAĞIŞ YAZIP 4439’ A YOLLAYARAK

VAKFIMIZA 5 TL BAĞIŞTA BULUNABİLİRSİNİZ.

SMS BAĞIŞLARI İÇİN

Enes AÇIKGÖZ

KİTAPLIK

KÜLTÜR ÇAĞLAYANI

1. ŞİİR ANTOLOJİSİ

Coşkun Mutlu,

Erhan İvgin, İbrahim İmer

Kültür Ajans Yayınları

TEL: 03124259353

DÜNDEN BUGÜNE

EDEP GELENEGİMİZ

Haluk Sena Arı,

Kadriye Bayraktar

Eşik Yayınları

TEL: 02124821101

DÜŞÜNCE MOLASI

İnci Önol

Nesil Yayınları

TEL: 02125513225

AHMED KUDDUSİ

İBNÜLMERAŞİ

Dr. Ali Tenik

Ukde Yayınları

TEL: 03442251300

NAMAZ ÖYKÜLERİ

Süheyl Seçkinoğlu

Timaş Yayınları

TEL: (0212) 511 24 24

75Ağustos 201274

SIZI’LI

ESİNTİLER“Kitap; anlamlı, zirvelere ayarlı bir iç dünyanın göstergesi. Okurken bazen bir

güzellik sağanağıyla, bezemesiyle dilinizin, kaleminizin güçsüz,

tutuk kaldığını hissediyorsunuz.”

KitapHuzeyme Yeşim KOÇAK

Dünyaya göç-

m ü ş l ü ğ ü n ,

düşmüşlüğün

Sızı’sı; mâsivâdan geçememe-

nin sıkıntısı, aşk talebinin ağrısı,

aynalardaki sızı, sevdanın bede-

li Sızı. “Her solukta bin sızı”(sh.

111) Ve Sergül’ce bir özge Sızı…

Sergül Vural, katıldığı birçok şiir

yarışmasında ödüller alan, Naz

Çiçeğim, Bir Günde Dört Mev-

sim, Süveyda isimli üç şiir kita-

bı ve iki çocuk şiirleri kitabı bu-

lunan; kültür sanat dergilerinde

şiir, deneme yazıları yayınlanan, köşe yazarlığı da

yapan değerli bir isim.

Son kitabı Sızı da denemelerini toplamış. Sızı,

“şiir oluyorum” diyen, derin bir şair nefesinin ha-

bercisi. Nice baharlı, “dağ yüklü” mısralar dökü-

yor kalbinize. “Bir düş gözlemcisi” olan Sergül

nesnelere, varlığa yeni anlamlar yüklüyor, “Üze-

rinde yaşanılan dünyada her kıv-

rım bir harf, her şekil bir sembol-

dür(…) Sen, ben, o ve biz, onlar

birer işaret’tir.”

Bu okumalarla mesela güne, ge-

ceye tutulur, Kâinat’a vurulur. Bir

güzelliktir ki bizi teshir eder, bağ-

rına basar çeker. “Şimdi, keşke ak-

şam olsaydım” diye inler. Bir baş-

ka tariftir, tasvirdir Şairenin ki:

“Muhabbet çınarlarının yaprak-

larına akşamın karanlığı çökün-

ce, dostun zevkle içtiği akşam çayı-

nın buharıyla gökyüzünün sislerinden daha güzel

ne vardır.”(sh. 54) Ancak gök hasreti çeken, bir

sevdalı; “kefeni” “beyaz gelinlik” olarak tanımla-

yabilir. Aşk; bütün yolların ona çıktığı, biricik ka-

çınılmaz yoldur. GülSER “Kendine dönebilmek

aşk adıyla” diyerek, “Ne taht, ne saltanat, ne de

han, hamam terazide ağır gelir, muhabbete dü-

şen aşkın yanında”; “Murâdımdır aşk-ı muhabbet

ve muhabbet-i aşk…(sh.7)” deyişiyle bu mi-

hengi belirler. Aşk ki bir bûsenin kesafeti, sizi

benliğinizi çizmesidir belki. “İnsanoğlu ilk

kez suda görmüş yüzünü. Uzanmış tutama-

mış. Şaşırmış kendi olduğunu anlamamış!

Bir bûse almak istemiş yanağından olmamış.

Bûseler dudağa dokununca geri çekilerek

hep o gördüğünü bulmak için aramış, ara-

mış. Hâlâ da aramakta (sh. 13)”. Ki o bekledi-

ği “bûseler mucizevî, bûseler havaî, bûseler

hercâi, bûseler tutuklu…(sh.6)”. Bûseler ki

içinde ne kutlu nefesler saklar. Hâlbuki “Du-

daklarda adı kalmıştır aşkın”; “Sevdâ talih-

tir, ondan nasipsiz kalmak ise ne talihsiz-

lik”. “Çocuksu duygularla kaybettiği(miz)

uçurtma(yı) ömür boyu gökyüzünde ara-

rız. Bu nedenle de ne gökyüzünün mavisini

görebilir(iz) ne de güneşin ışıltısını”. Kayba,

faniye, iğretiye odaklanırız. Çağa yenik, kut-

lu zamanlardan kaçarız. Aşksızlık en büyük

illettir.

Çünkü “Göğsünde yedi dağın ateşi yanar-

ken”, “yükü ağırdır Şair’in”. “Nasırlıdır omuz-

ları, çileyi taşır”. Ki “Aşktan öte ne var”dır.

Hazzı değil, Hüznü sever Sızı’lı, “yağmur göz-

lü” “dağların yalnız kızı”; “Erciyes’in emzirdi-

ği; okyanusunu arayan, Nilüfer bakışlı deniz-

kızı”. “Gün, hüzünle başlar(sh 43)”. Kederle

de olsa, O Gönül (müziği) daima çalar. Mavi

tutkunu, meftunudur. Fazla söze ne hacet,

“Aşk mavidir”. Sergül hanım bize, yücelik-

ler estiren, göksel bir bakış sunuyor. Bütün

asrî yorgunluklara mahbeslere karşı; gökku-

şağı yağmurla boyanmış kuşanmış, yol eden

satırlarla izli, işli, ince sızılar düşürüyor yüre-

ğimize. Şimdi’nin, günün sıkıntısından kur-

tarıp, farklı bir kapı aralayıp, ruh direnişine

çağırıyor.

Kitap; anlamlı, zirvelere ayarlı bir iç dün-

yanın göstergesi. Okurken bazen bir güzellik

sağanağıyla, bezemesiyle dilinizin, kalemini-

zin güçsüz, tutuk kaldığını hissediyorsunuz.

Sergül Vural, Sızı, Mola Kitap, 2012

Tel: (0 212) 544 44 46

77Ağustos 201276

EZELDEN BİR

MERHABA“Bu beyitte “ezel” kelimesi anahtar kelimedir. Ezel kelimesi Divan şiirinde ruhlar

meclisini (bezm-i ezel= elest bezmi= gayb âlemi) çağrıştırmak için,

ruhlar meclisine telmih için kullanılır.”

Cânıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr

Şöyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim

Ahmet Paşa

(Eski bir vakitte sevgili şöyle göz ucuyla bana

bir merhaba lûtfetti. O gün bu gündür, o bakışın

mestliğiyle başka birinin merhabasını hiç tanıma-

dım.)

Ahmet Paşa, Sultan Fatih’in vezirlerinden ve

Divan şiirinin de ilk ustalarından bir şairdir.

Divan şiirinde mecaz ve gerçek çoğu zaman

birbirine girmiştir. Yani şairin söylediği söz, ger-

çek anlamda mı yoksa görünen anlamın dışın-

da mı; bu, her zaman belli olmayabilir. Şairler de

böyle bir anlam kargaşasını bilerek ve isteyerek

yaparlar. Çünkü şiirin anlam katmanları ne ka-

dar çoğalır, giriftlik ne kadar artarsa, derinliği de

o kadar enginleşir. Bu tür şiirlerin bir başka zen-

ginliği de şudur: Şiiri okuyan herkes, kendi kültü-

rüne göre şiirden bir anlam çıkaracak ve şiiri ken-

dince yorumlayacaktır.

Her ne kadar şiirde mecaz ve hakikat

birbirine karışsa da biz bu tarz şiirleri tahlil eder-

ken anahtar kelimelere bakarız. Anahtar kelime-

ler birer şifre çözücü gibidir, şiirde anlatılmak is-

tenen konuda ipucu veren kelimelerdir.

Yukarıya aldığımız beyitte dış anlama göre şair

bize der ki: “Eski bir zamanda sevgili bana şöyle

göz ucuyla bir işaret etti, sanki gözüyle bana bir

merhaba dedi. Ben o merhabanın sarhoşluğunu

yaşamaktayım, o günden bugüne başkasının mer-

haba demesine yahut bakışına, iltifatına hiç cevap

veremedim. Buna ihtiyaç hissetmedim. O ilk mer-

haba beni kendimden geçirdi, o merhaba ile mest

oldum.”

Böyle bir anlatıma göre, aklımıza ilk gelen şey

şudur: Şairin karşısına bir güzel çıkmıştır, şair o

güzelin şöyle bir bakışından çok etkilenmiş, ona

âşık olmuş ve bu karşılaşmadan sonra da o güze-

lin haricinde hiçbir güzele bakamamıştır.

Bu beyitte “ezel” kelimesi anahtar kelime-

dir. Ezel kelimesi Divan şiirinde ruhlar meclisini

(bezm-i ezel= elest bezmi= gayb âlemi) çağrıştır-

mak için, ruhlar meclisine telmih için kullanılır.

Dünya yaratılmadan önce ruhlar ya-

ratılmıştır. Bu ruhlar meclisin-

de Allahu Teâlâ kulla-

rına “Ben sizin

R a b b i n i z

d e ğ i l

EdebiyatVedat Ali TOK

TESADÜF MÜ?

Bir vücut ki sanki âlem içinde âlem, Bu âleme “Ahsen -i Takvim” demiş kalem. Göz-kulak,el-ayak hep bir simetriye râm, Ne bir milim şaşar, ne de hafif bir gram. Bir hayat suyudur döngüsüyle ısınan kan, Bir yer altı nehri gibi sessizce akan. Rasgele konuşlanmamış onca diş ve et, Dişler ağzı vücuda boğaz yapan hikmet. Beş duyu organı hep cephe cephe önde, Beyhude mi, işin sırrı rota ve yönde. Bir de aklın mevzilendiği beyini an, Niçin zırh içinde bu en hayati organ? Parmak izindeki imza rastlantı demek, Yüklemek tesadüfe intizam ve emek. Bu kemikleşmiş âhenk, demek tesadüf ha? Tesadüf tekerrür mü eder hep bir daha? Akıl başta taç ayakta pranga değil, Bu sonsuz Hak hikmeti karşısında eğil. Ey rind bak ta bu hikmete gözlerini yum, Hem düşün nasıl tesadüftür ki bu uyum?

Mehmet SERTPOLAT

Ağustos 201278 79

miyim (elestü birabbiküm)”, istifhamında bulun-

muş; ruhlarımız da bu bir nev’i kulluk sözleşme-

si de sayılan hitaba karşı “Evet-(belâ)” demişlerdi.

Ahmet Paşa bu mecliste ruhunun Allahu

Teâlâ’ya âşık olduğunu insan olarak yaratılmasın-

dan sonra ise dünyadan hiçbir şeye karşı iltifat et-

mediğini, dünyevî güzellerin ve güzelliklerin ca-

zibesine kapılmadığını ifade ediyor. Bu durumu

sevgide, aşkta vefa, sadakat şeklinde değerlen-

dirmek gerekiyor; çünkü âşık olanın âşık olduğu

sevgilisine karşı büyük bir bağlılık göstermesi ge-

rekiyor. Aksi takdirde vefadan söz edilemez. Sev-

gi, aşk kademe kademedir. Allah aşkı, peygamber

aşkı, sonra beşerî aşklar… Bunlardaki silsile bozu-

lursa sevgiliye sadakatsizlik baş gösterir.

Ahmet Paşa’nın bu beyti bize aşkın ezelî bir

duygu olduğunu gösteriyor. Ve ilk aşkın da Allah’ın

kullarını yaratmasından anlaşıldığına göre Allahu

Teâlâ’nın kullarına karşı beslediği bir his olarak

düşünülebilir. Öte yandan aşkın bir terbiye vası-

tası olduğunu görüyoruz. Çünkü Ahmat Paşa di-

yor ki o ilk merhabadan sonra Allah’tan başkası-

na/masivaya tenezzül etmedim, kul olmadım.

Mutasavvıfların ve Divan şairlerinin çokça il-

tifat ettiği ve kutsî hadis diye bildikleri bir söz

şöyledir: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek iste-

dim, bundan dolayıdır ki halkı yarattım, yokken

var ettim.” Tasavvufa göre kâinatın yaratılış gaye-

si aşktır. Yenişehirli Avni diyor ki:

Çünkü sen âyine-i kevne tecellâ eyledin

Öz Cemâl’in çeşm-i âşıktan temâşâ eyledin

Bir başka şair aynı düşünceyi yukarıdaki beyte

benzer bir ifade ile şöyle dile getiriyor:

Kendi hüsnün hûblar şeklinde peyda eyledin

Çeşm-i âşıktan dönüp sonra temaşa eyledin

(Ey Allah’ım, Sen, kendi güzelliğini güzeller ve

güzellikler şeklinde ortaya koydun, sonra dönüp

âşıkın gözüyle (yine o güzelliği) seyre koyuldun.)

Yani Allahu Teâlâ hem gösteren hem de gören;

hem var olan, hem de oldurandır.

Buna göre aşkın, muhabbetin kaynağı Alla-

hu Teâlâ’dır ve ilk aşk ve muhabbet de Allahu

Teâlâ’nın kullarına karşı olmuş; bilinmeyi iste-

mesi yani ilk tecellîsi muhabbet ile vuku bulmuş,

ilk ışık da Hakikat-i Muhammediye yani Hz. Mu-

hammed (s.a.v.)’in muhabbeti ile olmuştur. İşte

şairin:

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl

Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl

demesi bundandır. Yani sevgiden, aşktan, mu-

habbetten dolayı Allahu Teâlâ’nın kulu ve Rasûlü

ki, Onun sıfatı Habibullah’tır, Hz. Muhammed

(s.a.v.)’i yarattı, onun yüzü suyu hürmetine de

kâinatı, insanları halk etti.

Demek ki Allahu Teâlâ kullarına sevgi ve mu-

habbetle nazar etmektedir. “Rahmetim, gazabımı

geçti.” buyurması bunun delillerinden sadece bi-

ridir.

Ahmet Paşa diyor ki, bezm-i ezeldeki en yüce

sevgilinin aşk dolu bir nazarı ile öyle bir haldeyim

ki dünyanın fani merhabalarına bir türlü cevap

veremiyorum.

81Ağustos 201280

İNCİ HANIMIN

KONAĞI Vefa’da iki katlı ah-

şap konakta geç-

ti çocukluğum. Ko-

nağa ilk geldiğimiz gün, iki

yaş büyük abim, önündeki ta-

belayı heceleyerek okumuştu.

“İnci Hanımın Konağı.” Annem

abimle bana bakmak için, gün-

düzleri Çemberlitaş’ta büyük bir

iş hanının çay ve temizlik işleri-

ni yapar, akşamları da bir atöl-

yeden aldığı parçalara düğme

dikerdi. Bazen düğmeleri di-

kerken uyukladığını fark eder-

dim. O zaman biraz daha büyük

olup, ben de dikebilmeyi çok is-

terdim.

Konağımızın altı odasının

beşinde, beş ayrı kiracı kalırdı.

Bunlardan kırk yaşlarında olan,

yazar Ömer Abi tek başına ya-

şardı. Diğerleri emekli karıko-

ca Zekiye Teyze ile Yusuf Amca,

yine annem gibi dul Ayten Tey-

ze ile kızı Ayşegül, bir de genç

evli çift Leyla ile Nazif’ti. Zeki-

ye Teyze ile Yusuf Amcanın, bir

de oğulları Kenan vardı. Kenan

evliydi ve karısı ve çocuklarıy-

la, sık sık ziyaretlerine gelirdi. O

zaman Zekiye Teyze beni sabah-

tan tembihlerdi “Bu gün abinle

yemekte bizdesiniz ha. Sakın bir

yere kaybolmayın.” Bizim kay-

bolmaya hiç niyetimiz yoktu za-

ten. Zekiye Teyze, etli pilavla bö-

rek yapar, nohutlu soğuk çorba

katardı. Öyle günlerde karnımız

çok iyi doyardı. Sonra da torun-

ları Bekir ve Hacer’le oynardık.

Abim kız diye Hacer’le oyna-

mayı kendine yediremezdi, ama

gizli gizli bakışlarından onu çok

beğendiğini de anlardım.

Konakta herkes birbiriyle

çok iyi anlaşırdı. Hepimiz yok-

sulduk ama Ömer Abi “Umutlu

olmalıyız. Demokrat Parti başa

geçti. Artık her şey düzelme yo-

luna girecek.” derdi. Bir sene

geçtiği halde, Nazif’in daha iyi

bir işe girmesi dışında, hiçbiri-

mizin hayatında, gözle görülür

bir iyileşme olmamıştı.

Sabahları, Ömer Abinin dak-

tilo sesiyle uyanırdım. Sürekli

yazardı ve daha çok aşk üzerine

olan hikâyelerinin okuyucusu-

nun çok olduğu söylenirdi. Bir

gün, Leyla ile Ayten Teyze ko-

nuşurken duymuştum. Ömer

Abi, anneme olan aşkını işler-

miş hikâyelerinde ve söyledikle-

rine göre, çok daha iyi bir yerde

oturabileceği halde, yine bu se-

bepten konaktan ayrılmazmış.

Bir kez de Ayten Teyzenin anne-

me “Kızım böyle hayat geçer mi?

Bak Ömer Bey orada bir “he” de-

meni bekliyor. Gördüğüm kada-

rıyla sen de ona karşı boş de-

ğilsin. Daha ne bekliyorsun.”

dediğini duydum.

Kapının arkasında annem ne

diyecek diye soluğumu tutmuş

beklerken, dayanamayıp kapı-

yı yavaşça araladım ve anneme

baktım. Gözleri ıslaktı. İçini çek-

HikâyeRaziye SAĞLAM

“Küçük Dostum Ali. Bir gün bana baba demek

istersen aşağıdaki adreste olacağım. Birlikte iyilik

yapmanın yollarını konuşuruz belki. Bisiklet senindir.”

Ağustos 201282 83

ti ve “Bizim âdetimizde bir kez

evlenilir abla. Oğullarımın ba-

şına nasıl üvey baba getiririm?”

O zaman anladım ki, annem

de Ömer Abiyi seviyordu, fa-

kat ikisinin karşılaştıklarında,

sarf ettikleri sıradan bir iki cüm-

le dışında, konuştuklarını hiç

görmedim. Abime anlattığım-

da “Tabii evlenemez. Ben üvey

baba istemem.” dedi sinirlene-

rek. O zaman korkumdan bir

şey diyemedim ama evlenmele-

rini çok istiyordum. Hem Ömer

Abiyi çok severdim hem de biri-

ne “Baba” demek istiyordum. Üç

sene önce ölen babamı, hiç ha-

tırlamıyordum bile.

Bazen Ömer Abinin yanına

gider, konağın arka bahçesine

bakan penceresinin önünde ça-

lışırken seyrederdim onu. Bazı

satırları yazarken değişen yüz

ifadesini dikkatle izler, “Acaba

şimdi annemi mi düşünüyor?”

diye aklımdan geçirirdim.

Ömer Abi her ayın birinde,

maaşını almaya gider ve

dönerken elleri dolu gelirdi. O

gün konağın büyük salonunda,

onun aldıklarından bir ziyafet

sofrası kurulur, herkes neşe

içinde birlikte yemeğini

yerdi. Bana da kocaman bir

fıstıklı çikolata alırdı. Ben onu

çamaşırlarımın arasına saklar

ve her gün bir parça bölerek

abimle birlikte yerdik. En

büyük parçayı anneme vermek

isterdim fakat annem “Çikolata

bana dokunuyor yavrum. Sen

abinle ye.” derdi. Bizim yememiz

için yalan söylediğini bilirdim.

“Çikolata neden dokunsun ki?”

diye düşünürdüm.

Sokağın karşısındaki beto-

narme evde oturan zengin aile,

oğulları Hakan’a bir bisiklet al-

mışlardı. O etrafa gösteriş ya-

parak bisikletini sürerken, biz-

ler imrenerek onu izlerdik. Bir

defasında Hakan’ın bisikletini

Ömer Abiye anlatırken hırslan-

dığımı anlamış olmalı ki, yazdı-

ğı kâğıtları göstererek “Roma-

nım basılsın, sana söz hemen

o gün bir bisiklet alacam. Hem

de mavi renkli.” Mavinin benim

en sevdiğim renk olduğunu bi-

liyordu.

O günden sonra Ömer Abi-

nin yanında daha çok vakit ge-

çirmeye başladım. Her gün so-

ruyordum ne kadar kaldı, ne

zaman bitecek diye. O da gü-

lümseyerek başımı okşuyor ve

“Az kaldı çocuk. Bisikletinin

gelmesi yakındır.”

O günlerde konaktaki sa-

kin hayatımıza, hareket getiren

bir olay oldu. Zekiye Teyzelerin

oğlu Kenan, bir sokak kavgası-

nı ayırmaya çalışırken, bıçakla-

narak ağır yaralanıp hastaneye

kaldırılmış. Konağa gece yarı-

sı haber gelince, herkes merak-

la ayağa fırladı. Zekiye Teyze ile

Yusuf Amcanın allak bullak ol-

muş yüzlerinde çok derin bir acı

gördüğümü hatırlıyorum. Ömer

Abi onları sakinleştirmeye çalı-

şarak “Siz bekleyin ben bir ara-

ba bulup geleyim” dedi. Kısa

bir süre sonra kendi kullandığı,

üstü açık bir arabayla geldiğin-

de, hepimiz şaşkınlıktan küçük

dilimizi yutuyorduk.

Kenan hastanede bir ay yat-

tı. O arada işini de kaybettiği

için, ailesi gelip konağa yerleş-

tiler. Böylece konağın tek boş

odası da dolmuş oldu. Kenan’a

üzülmekle beraber, Bekir ile

Hacer’in konağa taşınmasından

memnundum. Artık hep birlikte

oynayacak, okula birlikte gide-

cektik. Kenan hastaneden çıkar-

ken, tedavi masraflarını Ömer

Abi’nin ödediğini duyunca, ko-

nak halkı bir kez daha şaşırdı. O

günden sonra, Ömer Abi kona-

ğın iyilik babası olmuştu. Her-

kes ona daha bir özenli davra-

nıyor, kaldığı yerin temizliğini,

yemeklerini yapmayı istiyorlar-

dı. O ise nazik bir şekilde hepsi-

ni geri çeviriyor ve yazmaya de-

vam ediyordu.

Bu arada Kenan da tama-

men iyileşip ayağa kalkınca tek-

rar iş aramaya başladı. Ömer

Abi burada da devreye girdi ve

Kenan’la eşine bir fabrikada iş

buldu. Ben bunları nasıl yapa-

bildiğine çok şaşırmakla birlik-

te, insanların yüzündeki mutlu-

luğu görünce kararımı verdim.

Ömer Abi gibi olacaktım. Her-

kese yardım eden ve mutluluk

dağıtan biri. Gece sabaha kadar,

bunu nasıl yapacağımı düşün-

düm fakat bir çıkış yolu bulama-

dım. Ömer Abiye soracaktım.

Sabah daktilo sesi başlamadan

koşarak odasına gittim. Önce

kapıya yavaşça vurdum. İçe-

riden hiç ses olmayınca, biraz

daha kuvvetle vurdum. Yine ses

yok. Yavaşça açıp içeri girdim.

Etrafta ona ait hiç eşya yoktu.

Sadece yatağa dayanmış olarak

duran mavi iki tekerlekli bir bi-

siklet, masanın üzerinde kalın

bir kitap ve üzerinde bir not var-

dı:

“Küçük Dostum Ali. Bir gün

bana baba demek istersen aşa-

ğıdaki adreste olacağım. Birlikte

iyilik yapmanın yollarını konu-

şuruz belki. Bisiklet senindir.”

Gözlerim doldu. Bisiklete bi-

nip odada bir tur atarken, kar-

şımda Ali Abi varmış gibi gü-

lümsedim. Sonra kitabı elime

alıp kokusunu içime çektim.

Sene başında öğretmenimizin

dağıttığı kitaplar gibi kokuyor-

du. “İnci Hanımın Konağı.” Ki-

tabın üzerinde bizim konağın

resmi ve yanında da küçük bir

çocuk duruyordu. İlk sayfasını

açtım “Küçük dostum Ali’ye.”

Artık gözyaşlarımı tutamıyor-

dum. Kitabı göğsüme bastır-

dım, onun her zaman oturdu-

ğu sandalyeye oturup, bir süre

bahçeye baktım. Sanki her şeyi

onun gözünden seyretmek isti-

yordum. Bir süre sonra sandal-

yeden kalkarken önemli bir ka-

rar daha vermiştim. Hepimizin

hayatını değiştirecek bir karar.

Hemen uygulamaya koymak

için, hala göğsümde basılı du-

ran, “İnci Hanımın Konağı” ve

tek elimle sürmeye çalıştığım

mavi bisikletimle, annemim ya-

nına koştum.

“Kapının arkasında annem ne diyecek diye soluğumu

tutmuş beklerken, dayanamayıp kapıyı yavaşça araladım

ve anneme baktım. Gözleri ıslaktı. İçini çekti ve “Bizim

âdetimizde bir kez evlenilir abla. Oğullarımın başına nasıl

üvey baba getiririm?”

85Ağustos 201284

ÇARPMASIN!SICAK

“Sıcak çarpması yaz mevsiminde sıkça görülen önemli sorunlardan biri. Üstelik

vücut sıvı oranları erişkinlerden yüksek olduğu için çocuklar sıcak çarpmalarından

daha sık ve daha ciddi boyutlarda etkileniyor.”

SağlıkAkın DİNDAR Aşırı sıcaklarda

sıkça karşılaşı-

lan sıcak çarp-

masından çocuklar daha sık ve

daha ciddi boyutlarda etkileniyor.

Çocukları bu ölümcül olabilen

tablodan korunmanın ilk adımı

ise güneş ışınlarının en dik geldi-

ği saatlerde ‘gölgede ve serin bir

yerde’ kalmasını sağlamak.Güneş

ışınlarının yeryüzüne dik geldiği-

ni gösteren en tipik işareti ise göl-

genizin sizden küçük olması!

Sıcak çarpması yaz mevsimin-

de sıkça görülen önemli sorunlar-

dan biri. Üstelik vücut sıvı oran-

ları erişkinlerden yüksek olduğu

için çocuklar sıcak çarpmaların-

dan daha sık ve daha ciddi boyut-

larda etkileniyor. Çocuk Sağlığı ve

Hastalıkları Uzmanı Dr. Tuna Gül

Han, bu nedenle çocuklarda sıcak

çarpmasına karşı önlem alınma-

sının yaşamsal önem taşıdığına

dikkat çekerek: “Çocukları bu cid-

di tablodan korumanın en etkili

yolu ise öncelikle zararlı ultravi-

yole ışınlarının yeryüzüne en dik

ulaştığı 10:00-15:00 saatleri ara-

sında güneşe çıkarmamak. Güneş

ışınlarının yeryüzüne zararlı açıda

geldiğini gösteren en tipik işareti

ise gölgenizin sizden küçük olma-

sı.” diyor.

10 Adımda Güneş Çarpmasından

Korunun

Sıcak hava vücut sıvı dengesi

bozulduğunda çok daha tehlikeli

olabiliyor. Bu nedenle çocuğunu-

za bol sıvı içirin. Koyu idrar, ye-

tersiz sıvı alımının belirtisidir. Bu

durumda susamış olmasa bile he-

men su içirin.

Çocuğunuzun ara ara gölge ve

su molaları vermesini sağlayın.

Net bir zamanlama olmasa da bu

süre her yarım saatte bir 10 daki-

ka olabilir. İncecik-pamuklu bir

yaz giysisi giydirin. Kıyafeti terle-

me nedeniyle ıslanırsa değiştirin.

Camı açmış da olsanız araba-

nın içinde yalnız bırakmayın. Aşı-

rı tuz takviyesinden / tuz tablet-

lerinden kaçının. Bu tür ürenler

mide boşalmasını yavaşlatarak

sıvı emilimini geciktirirler.

Henüz bebeklik döneminde

ise battaniyeye sarmak ya da faz-

ladan giydirmekten kaçının. Hava

sıcaklığı 28 derece üzerindeyse

buna ek olarak bir de nem ora-

nı yüksekse uzun süren ya da cid-

di efor gerektiren spor aktiviteleri

yapmasına izin vermeyin. Her-

hangi bir nedenle ateşlendiyse sı-

cak havalarda dışarı çıkartmayın.

Bunları Yapın

• Çocuğunuzu hemen serin ve

gölge bir alana taşıyın.

• Vücudunu so-

ğutmaya başlarken

ambulans çağrıldı-

ğından emin olun.

• İç ortama ya da

gölgeye taşıdıktan

sonra düz bir zemi-

ne yatırıp ayaklarını

başından yüksek bir

yere koyun.

• Hemen kıyafet-

lerini çıkartın.

• Soğuk suyla

vücudunu yıkayın: Hortumla su

tutabilir, soğuk suyla dolu küvete

yatırabilir, süngerle silebilir veya

duşun altına sokabilirsiniz.

• Düşük nemli bir ortamda ıs-

lak-soğuk bir çarşafa sarın.

• Klima, bulamazsanız vantila-

tör çalıştırın.

• Bilinci açık ise soğuk içe-

cekler ( 15 dakikada bir 250 ml

kadar) ve tuzlu yiyecekler ve-

rin. Domates suyu gibi bir mik-

tar tuz içeren içecekler sıvı kay-

bının yerine konması için ideal.

Çünkü vücuttaki tuz kaybı yerine

konana kadar sadece su gibi tuz-

dan fakir sıvıların verilmesi, vü-

cut tuz oranının daha da düşüp

bilincin kapanmasına neden ola-

bilir.

Bunları Yapmayın

• Bilincinden emin değilseniz

içmesi için bir şeyler vermeyin.

İçtiği sıvının ciğerlerine kaçışına

neden olabilirsiniz.

• Vücut ısısını düşürmek için

kesinlikle soğuk sıvı vermeyin.

Çünkü soğuk sıvıların kullanıl-

ması, ısıyı düşürmeyi hızlandır-

masına rağmen, zaten

strese girmiş olan kalp

kası üzerinde aritmi

riskini arttırabiliyor.

• Havale geçirme

durumunda kilitlen-

miş ağzını açmak ya

da dilini çıkartmak

için ağzına kaşık ya da

başka bir cisim sok-

mayın. Başını yana çe-

virmeniz hava yolunu

açık tutmak için yeter-

lidir.

Ağustos 201286 87

Gönülden İkramlar Mesude SARI

Bekir SARI

BöğürtlenGülgillerden bahçe çitlerin-

de, yol kenarlarında kendili-

ğinden, beyaz çiçekleri yaz ay-

larında açan yetişen dikenli bir

çalıdır. Yemişi ahududuya ben-

zer, fakat ondan küçüktür. Ön-

celeri kırmızı iken sonraları ka-

rarır. Çileğe benzeyen meyvesi

sulu ve tatlıdır. C Vitamini açı-

sından zengindir. Yaprakları; çi-

çekleri açmadan toplanıp kuru-

tulur. Birçok türü vardır.

Faydası

Vücuttaki zararlı maddelerin

temizlenmesine yardımcı olur.

İyi bir antioksidandır. Yük-

sek tansiyonu düşürür ve bede-

ni güçlendirir. Olgun böğürtlen

idrar söktürücüdür ve kabızlı-

ğa iyi gelir. Ham böğürtlenin

ise ishal kesici özelliği vardır

ve fazlası kabız yapabilir. Ağız,

dil, diş eti ve bademcik iltihap-

larını giderir. Ayaklardaki şiş-

likleri indirir. Gözlerdeki zafi-

yeti giderir. Mesane taşlarının

düşmesine yardımcı olur. Hari-

cen kullanıldığı takdirde ağrıla-

rı dindirir, yanıkları iyileştirir.

Kökü kaynatılıp, suyu içilirse

kandaki şeker oranını düşürür.

Basura faydalıdır.

Kullanımı

Böğürtlenin meyvesinden,

yapraklarından ve köklerinden

faydalanılır. Yaprakları kayna-

tılarak suyu ile gargara yapılırsa

ağız, diş eti ve bademciklerdeki

iltihaplara iyi gelir. Kökleri kay-

natılarak suyu içilirse böbrek

kumunun ve taşlarının düşmesi-

ne yardımcı olur. Böğürtlenden

şurup ve reçel de yapılır. Şurubu

göğüs ve solunum yolları rahat-

sızlıklarında oldukça yararlıdır.

Ayrıca, böğürtlen yaralara sürü-

lürse iyileşmelerini kolaylaştırır.

Şifalı Bitkiler

Melzemeler

1 adet bostan (sakız) kabağı1 çay bardağı şeker1,5 litre süt

Hazırlanışı

Kabak küp küp doğranır, bir tencereye alınır. Bir çimdik tuz ve üzerini geçecek kadar su ilave edi-lip, haşlanmaya bırakılır. Haşlanan kabaklar sü-zülerek blenderden geçirilir. Püre haline getirdi-ğimiz kabaklar bir tencereye alınır, süt ve şeker ilave edilir. Orta ateşte kaynadıktan sonra 15 da-kika daha pişirilir, muhallebi kıvamına gelince ılık veya soğuk servis yapılır.

Afiyet olsun.

Sütlü Kabak (Annemin Muhallebisi)

Ağustos 201288

Som

uncu

Bab

a De

rgisi

’nin

Ücr

etsiz

Eki

’dir.

Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009

Yl: 3 Say: 36

İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.

Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte

Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan

bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze

kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o

söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve

kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak

Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de

söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek

laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-

seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini

indirir.” buyuruyor.

Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun

laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-

meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-

berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde

günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”

buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

115

Dergisi Hediyesi...

M A Y I S 2 0 1 0

Fiyat: 7 TL

AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ

Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih

Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010

Yl: 4 Say: 3

7

Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.

Adı / Soyadı:

Kurum Adı:

Ünvan:

Dergi Teslim Adresi:

Posta Kodu: Şehir:

Telefon: ( )

Faks: ( )

E-posta: @

Türkiye : 85 Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD

Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.

Vergi Dairesi:

Vergi No:

Abone Başlangıç Tarihi:

İmza

Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]

2012 Yılı Çocuk ekiyle birlikte

yıllık abone bedeli

85

2012 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.

Onların da abone olmasını sağlayın.

Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58

Faturayı adıma kesiniz

Faturayı şirket adına kesiniz