modernler, moderniz,modern ol
TRANSCRIPT
1
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ.......................................................................................................................... 3 BİRİNCİ BÖLÜM .................................................................................................. 8
“MODERNLER”, “MODERNİZ”, “MODERN OL” ................................... 8 I. Modernlik, Modernleşme ve Modernizmin Anlamı ............................... 8
1. Modernlik Tartışmaları ................................................................................ 8 2. Modernliğin Dönemselleştirilmesi ................................................................. 17 3. Eleştirilen Modernlik ..................................................................................... 20
II. Modern Kent ya da Kentte Modernlik .................................................... 32 1. Arkaik Kentten Modern Kente Doğru........................................................ 32 2. Modern Mekanlar ........................................................................................... 37 3. Kentte ve Kentli Olmanın Değişen Anlamı ................................................... 42 4. Kenti Okumak ................................................................................................ 45
III. Kültür ve Edebiyatın Değişen Çehresi: Yeni Biçimler ..................... 48 1. Modernlik Zihniyeti ....................................................................................... 48 2. Moderne Karşı Modern: Modernizm Tartışmaları ve Edebiyat ..................... 51 3. Epik Tutsaklıktan Özgür Romana .................................................................. 54
İKİNCİ BÖLÜM ................................................................................................... 58
KAÇINILMAZ MODERNLEŞME VE ANKARA ..................................... 58
I- Türk Modernleşmesine Genel Bir Bakış ................................................. 58 1. Cumhuriyet Öncesi Modernleşme Hareketleri............................................... 58
a) Siyasal Toplumsal Değişimler ................................................................... 58 b)Kültürel Dünyanın Refleksi ........................................................................ 68 c) Yeni Edebi Türler ve Türk Anlatı Geleneğinin Değişimi .......................... 70 d) Türk Romanının Doğuşu ........................................................................... 71
2. Cumhuriyet ve Modernleşme ......................................................................... 73 a) Tarihin Yeniden İnşası ............................................................................... 73 b) Edebiyata Biçilen Rol ................................................................................ 75
II- Türk Modernleşmesinde Ankara’nın Önemi ........................................ 77 1. Cumhuriyet Öncesi Ankara ............................................................................ 77 2. Cumhuriyet’in Ankara’sı: 1923:1950 ............................................................ 80
a) Ankara’ya Farklı Bakmak .......................................................................... 80 b) Taştaki Cumhuriyet: Ankara ve Modernlik Zihniyeti ............................... 82 c) Planlardan Ankara’yı Okumak................................................................... 89
3) Yeni Dönem, Yeni Ankara: 1950’li Yıllar .................................................... 95 a) “Yetim” Ankara ......................................................................................... 95 b) Ankara Enerji Biriktiriyor .......................................................................... 98
4. Sokakların Ankara’sı: 1980’e Kadar Ankara ............................................... 100 a) Ankara’nın Değişen Yüzü ........................................................................ 100 b) Ankara Sokağa İniyor .............................................................................. 105 c)Tutuklu Şehir............................................................................................. 106
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ............................................................................................ 108
ANKARA’YI EDEBİYATTAN OKUMAK ............................................... 108
I. Hiçler Şehrinden Modern Başkente ........................................................ 108
2
1. Yakup Kadri’nin Ankara’sı ...................................................................... 108 a) “Gerçek”................................................................................................... 108 b) “Hayal” .................................................................................................... 118
2) İkircikli Kent: Tanpınar ve Ankara .................................................... 124 II. Türk Edebiyatında Kır-Kent İkiliği ve Ankara .................................. 135
1. Türk Romanında Kırın Kavranışı ve Ankara ............................................... 135 2. Ankara: Umut Bağladığım Nefret Etttiğimdir ............................................. 137
III. Kentte Sesler Yükseliyor ........................................................................ 140 1. Yenişehir’de Bir Öğle Vakti Yürümek ........................................................ 140 2. Kentin Çelişkileri ......................................................................................... 150
a) Umut Kentten Hayal Kırıklığı Kente ....................................................... 150 b) Bir Fonksiyon Olarak Ankara .................................................................. 156
IV. “Öteki” Ankara: Oğuz Atay’ın Ankara’sı ......................................... 160 V. Yükseliş ve Düşüş ..................................................................................... 162
1) Yılgın Modernlik ......................................................................................... 162 2) Gri Karanlık ................................................................................................. 166
SONUÇ .................................................................................................................. 171
KAYNAKÇA ....................................................................................................... 177 ÖZET........................................................................................................................183 SUMMARY..............................................................................................................184
3
GİRİŞ Elbette kent denildiğinde akla saf bir mekan tanımı gelmemelidir. Kent bir mekan
olarak kendini var ettiği alanda, birbirinden net ve kalın konturlarla ayrılmayan
politik, sosyal, ekonomik ve kültürel ilişkilerin anlamlandığı ya da anlamlandırılması
gereken bir zemine sahiptir. Daha farklı ifade etmek gerekirse, fiziksel bir mekan
olarak kent, politik, sosyal, ekonomik ve kültürel yapıların birbiriyle olan ilişki ve
etkileşimlerinin sonucudur ve bu yapılardan bağımsız değerlendirilmemelidir.
Tarihte belirli dönemlerde kente atfedilen anlam ya da kentin tanımlanma biçimi
değişmektedir. Bu tarihsel dönemler içinde, hem tezin araştırma konusu olması hem
de üzerine söylenenlerin nitelik ve nicelik olarak hayli yekun tutması bakımından,
modernliği farklı bir alana alabiliriz. Bu alanda, “kenti okumak” eyleminden yola
çıkarak modern kente dair farklı bir okumanın gerektiğini, özellikle Ankara örneği
üzerinden böylesi bir teşebbüsün anlamlı olabileceğini düşünüyorum.
Tezin iskeletini oluşturan unsurlardan birinin Ankara olmasının nedeni, Ankara’nın,
sadece başkent olmaktan menkul özellikleri değil, bir ülkenin modernleşme
deneyiminin kopukluklarını, geçişkenliklerini ve karışıklıklarını, daha da ötesi
modernliğin kendine içkin niteliklerini yansıttığını düşünmekten kaynaklanmaktadır.
Modernlik, Ankara ve edebiyat üçlemesinde, edebiyatın, asli olarak da romanın
varlığı, hayatın ve bireyin bütünlüğünün sarsılmasıyla eş zamanlı olarak ortaya çıkan
bu türün, modernlik ve kentle olan yadsınamaz etkileşimini ortaya koymak niyetiyle
açıklanabilir. Bu kabuller doğrultusunda, tez dahilinde yapılmaya çalışılan şu şekilde
özetlenebilir:
4
Tezin birinci bölümünde toplumsal bir deneyim olarak modernlik, modernliği
belirleyen temel parametreler, modernliğin mekansal izleri, edebiyatın ve romanın
modernlikle olan ilişkisi üzerinde durulmuştur. Modernlik deneyimiyle ilgili olarak
sadece modernlik, modernleşme ve modernizmin tanımsal açıklamalarına değil,
modernlikle ilgili tartışma ve eleştirilere de yer verilmiş, modernliğin neden
özgürleştirirken tutsaklaştırdığı, mutlaklaştırırken belirsizleştirdiği, akıcılaştırırken
akıldışılaştırdığı modernliğin özüne yönelik saptamalarla açığa çıkarılmaya
çalışılmıştır. Bir sonraki adım olan, bu saptamaları verili bir mekan üzerine
yerleştirerek somutlaştırma kaygısı, kent ve modernlik ilişkisini ortaya koyma,
modernliğin anlam ve izleklerini kentte arama, modernliğin değişim ve
dönüşümlerininin kenti de etkilediğini vurgulama gerekliliğini doğurmuştur. Bu
nedenle, arkaikten moderne kentin serüveninden, modern zamanların kent ve
kentlisinin tipik görüntüsü ve bu görüntünün dönemsel olarak değişikliğe uğratılış
tarzından, kentlinin mekanı (meydanı, sokağı, yolu, hatta evi) kullanma biçiminden
ve mekanı şekillendiren egemen ideolojinin mekandaki izlerinden bahsedilmiş; yüzü
modernliğe dönük bir nedenselleştirilmeye gidilmiştir.
Tezin birinci bölümünün son kısmında ise, modernlik zihniyetinin, modern olmayan
dönemden hangi nedenlerle ayrıldığı, olumsallık bilinci, gelenek, risk, güven
kavramlarının farklılaşması belirtilmekle birlikte; edebiyat ve modernlik
tartışmalarına da yer verilmiştir. Neden başka bir edebi tür değil de romanın ışığında
bir analiz yapıldığı; romanın modernliğin parçalanmış, çoklu yapısını, egemen
ideolojininin simgelerini temsil edebilme ve söylemsel kırılmaları yansıtma gücüne
dayandırılarak açıklanmıştır.
5
Tezin ikinci bölümünde yapılmaya çalışılan, kaba bir ifadeyle, birinci bölümde
anlatılan modernlik, kent ve romana dair yapılan tespitleri Türkiye’ye yerleştirme;
yerleşmeyen, eğreti duran noktalarda da Türkiye’nin özgünlüğünün nedenlerini açığa
çıkarmadır. Modernleşme sürecine hem daha geç hem de farklı dinamiklerle giren
Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti’nde, farklı zamanlarda Batılılaşma, modernleşme,
teknik ve bilimsel ilerleme vurgulu ama geleneği ve kültürel değerleri kaybetme
korkusuyla da gelgitler içinde yaşanan bu süreç anlatılmaya çalışılmıştır. Devletin
“toplumu özgürleştirmek ama kontrolü de kaybetmemek” iddiasıyla kendine özgü bir
form alan Türk modernleşmesinin, kültürel alandaki uzantılarının, kültürel ve sosyal
hayatta yarattığı değişimlerin, Batılılaşma sürecinde tanışılan romana nasıl
yansıdığının, edebiyata biçtiği rolün izi sürülmüş ve edebiyatın üstlendiği misyon
açığa çıkarılmaya çalışılmıştır.
Cumhuriyet rejimiyle birlikte bir başkentin nasıl yaratılmaya çalışıldığı, Ankara’nın
şehir planlarının niteliği, farklı yönetimsel politikaların kent bağlamında görünme
biçimlerinin neler olduğu ve belirli dönemler gözetilerek yapılan Ankara’nın
kentsel-tarihsel analizi bu bölümün vurgu yaptığı diğer konulardır. Ankara’nın
kentsel gelişiminin aktarılması, politik ve ekonomik hayattaki kırılmalar göz önüne
alınarak yapılmıştır. Bu nedenle, Cumhuriyet’in kuruluşundan çok partili hayata
geçiş ilk, Demokrat Parti’nin iktidara gelişinden 1970’e kadar ikinci, 1970-1980
arası da üçüncü dönemlemedir. Kentin değişimi, modernliğin değişimiyle aynı
düzlemde okunmaya çalışılarak, Türkiye’deki ulus devlet kimliğinin yaratılması,
kentin sermayeye teslim edilmesi, toplumsal tepkisel hareketlerin yoğunlaşması,
6
ihtilallerle birlikte kentlinin meydanlardan, sokaklardan uzaklaştırılması süreçleri
anlatılmaya çalışılmıştır.
Tezin üçüncü bölümünde, Ankara’nın Türk edebiyatına yansıyan ‘simgesel’, kentsel
ve tarihsel değişiminin izleri sürülmüştür. Simgesel kelimesiyle kastedilen,
yönetenler ve yönetilenler nezdinde kentin ne ifade ettiğidir. Bu bağlamda, ikinci
bölümde yapılan dönemlemeye sadık kalınarak, kentin anlamının nasıl değiştiğini
aktarılmaya çalışılmıştır.
Bu bölümde, Cumhuriyet modernleştiricilerinin, ‘hiçler şehrinden hayal şehrine’
dönüştürmeye çalıştığı ancak, ‘bir kenti planlamak modernleştirmek değildir’
gerçeğinden uzaklaşmaları ve kentin kent olmaktan kaynaklı dinamikleri nedeniyle,
yaratılması istenen başkentten nasıl, hangi noktalarda sapmaya, kentin anlamını
hangi nedenlerle kaybetmeye başladığının izi sürülmüştür. Bu nedenle seçilen
romanlara, sadece Ankara’yı anlatan romanlar olarak değil, Ankara’nın ifade ettiği,
simgelediği şeylerin – tabii ki değişen modernliğin etkisiyle- dönüşmeye başladığı
romanlar olarak bakmak gerekmektedir. Seçilen yazarlar ve romanlar Türk
modernleşmesini farklı biçimde anlamlandırma özelliğini taşıdığı için ele alınmıştır.
Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Fakir Baykurt, Sevgi Soysal,
Adalet Ağaoğlu, Oğuz Atay, Vedat Türkali ve Ayla Kutlu’nun romanların analiz
edilmeye çalışıldığı tez, umut vaat eden Ankara’nın, modernlikten kaynaklı “soluşu,
kirlenişi ve düşüşünü” saptamaya çalışmış, “modernliğin çelişkisi Ankara’nın da
çelişkisi’dir” fikri üzerinden, Ankara ve modernlik ilişkisi üzerinde durmuştur.
Sonuç bölümünde ise, Ankara’nın Batılılaşma ve modern olma kaygısıyla
yaratılmaya başlanan bir kent olması nedeniyle temsili bir mekan olduğu, ancak
7
temsil etmesi istenen ileri değerleri Türkiye’nin siyasal-ekonomik değişiminin
dışında, modernliğin kendi anlamından kaynaklı niteliklerden dolayı temsil
edemediği saptanmıştır. Türk modernleşmesinin durgun bir kentsel alan üzerinde
devlet ve devlet elitinin iradesinin uygulamalarının bir ürünü olmadığı,
modernleşmenin mekanı olarak tanımlanan kentte farklı toplumsal yapılar ve
dinamiklerin etkisiyle şekillendiği, kentsel modernleşmenin sadece fiziksel planlama
demek olmadığı ve kentin içinde yaşayanların var olma ve düşünce süreçlerine
ilişkin köklü bir durum değişikliğinin kentin modernliğinde önemli olduğu
vurgulanmıştır. Romanlara yansıyan toplum görüntüsünün, modernliğin ve kentin
görüntüsüne de referans olduğu, romanlarda karşımıza çıkan Ankara’nın hangi
toplumsal koşullarda anlamının değiştiği, Ankara’nın ancak modernlik ve Türk
modernleşme deneyimi üzerine yeterince konuşulduğunda anlaşılabilecek bir kent
olduğu bu bölümde gösterilmeye çalışılmıştır.
8
BİRİNCİ BÖLÜM
“MODERNLER”, “MODERNİZ”, “MODERN OL”
I. Modernlik, Modernleşme ve Modernizmin Anlamı
1. Modernlik Tartışmaları Bu bölüme dair anlamlı bir başlangıç modern terimini etimolojik olarak açıklamakla
yapılabilir. Modern terimi, modo’dan (son zamanlar, tam şimdi) gelen modernus,
hodiernus (hodie’den, bugün) modelinden hareketle Latincede üretilmiş bir
sözcüktür. İlk olarak İsa’dan sonra beşinci yüzyılın sonunda antiquus’un karşıt
anlamlısı olarak, Hıristiyan olan o dönemi Romalı ve Pagan geçmişten ayırmak için
kullanılmış, özellikle onuncu yüzyıldan sonra “modernitas” (modern zamanlar) ve
“moderni” (bugünün insanları) terimi yaygınlık kazanmıştır. İçerikleri değişse de
modern terimi “eski’den” “yeni’ye” geçişin sonuçlarını görmek için antikçağ ve
kendisi arasında ilişki kuran dönemlerin bilincine işaret eder. (Kumar,1999: 101,
Habermas, 1990: 31). Kumar bu nedenle modernlik için ortaçağ Hıristiyanlığının
icadıdır der. Elbette bizim burada bahsedeceğimiz ve genel anlamda anlaşılan
modernlik, ortaçağa dayanmıyor. Buradaki ortaçağ ya da Hıristiyanlık vurgusu
modernlik ve modern zamanlarda değişen bazı olguların -zaman, mekan, uzam gibi-,
değişimden önceki algılanma biçimlerinin kökenlerini açıklamaya yöneliktir.
9
Modernliğin tarihini bir cümleyle özetlemek istersek, Rönesans ve Reform
hareketleriyle başladığını, sanayi devrimini ve Aydınlanma’yı içine aldığını, son
dönemde ise postmodernizm tartışmalarıyla derin bir kriz yaşadığını söyleyebiliriz.
Yukarıda belirtilen dönemler düşünüldüğünde, modernliğin kurucu söylemlerinden
en baskının Aydınlanma söylemi olduğu belirtilebilir. Aydınlanma, doğa ve
toplumun akıl yoluyla kavranabilir olduğunu, akıl ve birey merkezli bir toplum
tasarımını, bilimsel-teknik temelli ilerlemeyi, özgür insanın eylemlerinin hem
toplumsal düzeni sağlayacağını hem de mutluluk, refah, ve özgürleşme sürecinde
insanı hep ileriye taşıyacağını savlamıştır. Fakat bu ifade, Aydınlanmayı olumlayan
bakış açısının Aydınlanmaya yönelik tanımıdır ve modernliğin sadece bir yüzünü
oluşturur. Modernliğin diğer yüzü ya da kurucu söylemi ise Aydınlanma
eleştirileridir. Bu eleştiriler, Aydınlanma söyleminin iddia ettiği akıl-doğa uyumu
tanımlamasına karşıt bir duruş içinde, modern zamanları akıcılık saplantısının
yarattığı akıldışılık süreci olarak tanımlar. Modernliği olumlayan ve olumsuzlayan
bu iki söylemin uzlaşma noktalarının azlığı farklı modernlik görüntüleri sunmaktadır.
Modernliğin bir yüzünde yaratıcı yıkım, yıkıcı yaratım, bireysel özgürlük, kendini ve
her şeyi sürekli eleştirme ve sürekli dönüşüm, öteki yüzünde ise evrensellik iddiası,
mutlak doğruya ulaşma, sürekli ilerleme ve gelişme, düzenleme ve denetim altına
alma çabası ve rasyonalite vardır. Bu ikili yapı modernliğin sınırlarını çizer ve
modernliğe ilişkin olarak, bu ikili yapı ihmal edilerek hiçbir şey söylenemez.
Modernlik öncelikle, Giddens’ın ifade ettiği gibi söylemek gerekirse, “yerinden
çıkarma” pratiğidir. Giddens, bu pratiği simgesel işaretler (elden ele geçebilen
mübadele araçları) ve uzmanlık sistemlerini örnek göstererek açıklar (1998: 29). Bu
10
açıklamayı akılda tutmakla birlikte, modernlikle birlikte “yerinden edilen” başka
olguları da belirtmek gerekir. Örneğin, modern öncesi dönemin belirgin motifi din,
modernlikle birlikte yerini “nesnel” bilime, olayları Tanrısal iradeyle açıklama
eğilimi ise yerini akli olana bırakmıştır. Böylelikle modern zamanların temel öğeleri
rasyonelleşme, sanayileşme ve bürokratikleşme olmuştur. Her ne kadar modernlik
bu nitelikleri anlamına dahil etse de bu sıfatlarla yapılan modernlik tanımlaması
eksiktir, çünkü modernliğin ikili doğası bu süreçlerin yarattığı irrasyonellik,
belirsizlik ve felaketlerin nedenine yönelik arayışları açıklamak için önemli bir
dayanaktır.
Kumar, modernlik için “geçmiş zamanlardan tamamen bir kopuş, radikal ölçüde
yeni ilkeler temelinde taze bir başlangıç, sonsuzcasına genişletilmiş bir gelecek
zamana, insanlığın evriminde emsali görülmemiş yeni gelişmelere uzanan bir
zamana giriş” demektedir (1999: 101). Giddens ise, modernliği üç ana esken
üzerinden tanımlar ve modernliğin üç temel kaynağını; zaman ve uzamın birbirinden
ayrılması, yerinden çıkarma düzeneklerinin gelişimi ve bilginin düşünümsel
temellükü olarak belirler (1998: 55). Zaman ve uzamın ayrılması, sınırsız ölçekte
zaman ve uzamı birbirinden bağımsız tanımlayabilmenin koşulu olarak karşımıza
çıkar çünkü modernlikle birlikte, zaman ve uzamın dilimlenmesi sağlanarak, “ne
zaman” sorusunun “nerede” sorusuyla olan zorunlu ilişkisi ortadan kaldırılır.
Yerinden çıkarma düzeneklerinin gelişimi ise, toplumsal etkinliklerin yerel
uzantılardan bağımsızlaştırılarak yeniden düzenlenmesini ifade eder. Simgesel
işaretler (para gibi) ve uzmanlık sistemleri yerinden çıkarma düzeneklerine örnek
teşkil etmekle birlikte, modernlik ve bu yapılar arasındaki ilişki, risk ve güven
duygusunda ortaya çıkan değişimlerle aynı düzlemde okunduğunda daha anlaşılır
11
olmaktadır. Modernliğin bir diğer bileşeni, yani bilgiyle olan ilişkisi ise, toplumsal
yaşamla ilgili bilginin sistemli üretilmesi ve geleneğin değişmezlerinin toplumsal
olandan uzaklaştırılması temeline dayanır.
Modernlik bir yanıyla geçmişi, geleceği hatta modernlik içinde varolan her şeyi
eleştirme pratiğiyken, bir yanıyla da bu eleştirelliğin kudret ve kuvvetini sınırlama
ve düzenleme kaygısı taşır. Modernliğin, bireysel özgürleşmeye dair yarattığı umut
ve disiplin altına almaya dair bastıramadığı kaygı arasındaki salınışını “modernliğin
çifte imgesel anlamlandırılması” olarak niteleyen Wagner için, bu ikili yapı
değişimin peşinden gitmek ve değişimi denetlemek arzusuyla açıklanabilir (2003:
48).
Modernliğin bir diğer özelliği, sonsuz değişim ve bu değişime yatkınlığı içinde
barındırırken, diğer yandan bu değişime müdahale etme ya da disipline alma
eğilimidir. Bu anlamda modernlik ve modern olmak çelişkili bir deneyimdir. Aynı
anda hem dönüşüme ve yeniye yaklaşırken, hem de değişimi denetlemek, bir yandan
değiştirirken bir yandan da bunun sonuçlarından kaçmak ister.
Sonsuzca genişletilmiş gelecek zamanda sürekli değişim, Simmel ve Nietzsche’de
modernliğin nihilizme vardığı yolunda kötümser bir yargı yaratır. Çünkü
modernliğin dünyayı bütünsel olarak ifade etme iddiası ve amacı farklı perspektifleri
göz ardı etmektedir. Bu nedenle, Simmel’e göre görünürdeki her amaç ya da hedef
ancak hayal kırıklığı getirir. Çünkü “hayat kendi ötesinde hiçbir anlama ve amaca
erişemez, ancak kendi iradesini takip eder” (2003: 63). “Hayat sadece kendini ifade
etmeyi arzular ve biçimlerde ifade eder ama biçimler hayatı boğar” (Mestrovic’ten
akt. Özkazanç, 1998: 27). Biçimler ve hayat arasındaki çatışma her ne kadar tarihsel
12
çağların çoğunda sivrilmiş olsa da, Simmel için bu çatışmanın en gergin olduğu süreç
modern zamanlardır.
Modernliği hiççiliğe yaklaştıran hırçın eleştirilerden birini yapan Nietzsche’ye göre
ise, hakikat istemine yönelik Hıristiyan idealler, bizzat Hıristiyanlığı çökertmiş,
Tanrı ölmüş ve nihilizm yükselmiştir. Bundan böyle modern zamanın insanı kendini
büyük bir değer boşluğunun, öte yandan da imkanlar bolluğunun ortasında bulmuştur
(akt. Berman, 2000: 36).
Peki Kumar’ın “sonsuzca genişletilmiş gelecek zamanda sürekli değişim” dediği,
modernliğin sürekli değişiminin kaynağı nedir? Sorunun cevabını arayan
düşünürlerinin buluştuğu nokta, modernliğin diyalektiği yani modernliğin var olan
herhangi bir şeyin karşıtını da yaratabilme yeteneğidir. Wagner için bu nitelik,
modernliğin ve modern kurumların hem kısıtlayıcı hem de özgürleştirici olabilmesi,
Touraine için, akıl ve özne arasındaki (Aydınlanma’nın iddiasının tersine)
uyumsuzluk, Berman için, -Marx’tan ödünç aldığı cümleyle- katı olan her şeyin
buharlaşmasıdır.
Marx, modernliğin temel süreçlerinden biri olarak gördüğü kapitalizmi, kapitalist
üretim ilişkilerini ve bu ilişkilerin yönlendiricisi burjuvaziyi modernliğin çelişkisini
kamçılayan unsurlar olarak görür. Önce burjuvazinin devrimci niteliğini takdir eder,
fakat bu devrimci tavır modernliğin yarattığı, burjuva lehine kazançların devamını
sağlayan ve bir noktadan sonra bu kazançları kaybetmemek adına sadece üretim
araçlarında devrim yapmaya yönelik olunca nitelik değiştirir. Bu koşullarda burjuva
için yapılması gereken rekabet koşullarına uyum sağlamaktır. Rekabet edebilmenin
koşulu değişmek ya da değişiklikler yaratmaktır. Bütün değerleri alt üst edebilen
13
modernliğin sonsuz değişimi, tüm ilişkilerin geçici olduğu bu sistemde kapitalizmi
de sonlandıracaktır. Özgürleştirici ve eşitlikçi nitelikleriyle komünizm, modern
çelişkiye son verecek ve modernlik nihayete erecektir.
Weber ise, “modern dünyayı maddi ilerlemenin, yalnızca bireysel yaratıcılığı ve
öznelliği ezen bir bürokrasinin genişlemesi pahasına elde edildiği paradoksal bir
ortam olarak” düşünmüş ve modern toplumu “demir bir kafese” benzetmiştir ( akt.
Giddens, 1998: 17). Weber’in modernliğe dair kötümser çözümlemelerinin dışında,
modern dünyanın birbiri içine geçmiş değerleri (bilim, sanat, estetik gibi) ayırması
hatta farklılıkları belirginleştirmesi, kategoriler yaratması ve böylelikle ussalcılığın
temellerini oturtması savı, modernliğin ikili doğasının farkında olduğu tezini
doğrular.
Öznenin bilim adına feda edilmesini, Tanrı’nın ve Tanrısal olanın akılcılık adına
reddedilmesini modernliğin dramı olarak yorumlayan Touraine için, “bilimi
yüceltmek için özne fikrinden vazgeçmenin, aklı özgür kılmak için duygu ve
imgelemin susturulmasının, tutkularla tanımlanan toplumsal kategorileri akılcılıkla
özdeşleştiren kapitalist bir seçkinler grubunun boyunduruğu altına sokmanın
gerektiği fikri bize modernlik adına dayatılmıştır” (2000: 231).
Şimdiye kadar modernliğin çelişkili, paradoksal ve diyalektik bir deneyim olduğunu
söyledik. Bütün bu temel nitelikleri yaratan -belki de modernliğin neden nihilizme
kadar uzanan karamsar yorumlar yarattığını anlamamızı sağlayan- diğer bir önemli
unsur, modernliğin “yaratıcı yıkım ya da yıkıcı yaratım süreci” olmasıdır. Modernlik
yaratmak için yıkabilir -Haussman’ın Paris, Moses’ın New York için yaptığı gibi-,
yıkmak için yaratabilir. Yıkılanın, yok edilenin sadece kentler olmadığı bu deneyime
14
dair önemli örneklerden biri de Goethe’nin Faust’udur. Berman’ın, “gelişmenin
trajedisi” olarak adlandırdığı Faust, insanı yoksunluktan kurtarma potansiyeli taşıyan
başarı, doğaya hakim olma ve yeni bir dünya yaratma yolunda kısaca kişisel ve
toplumsal gelişme uğruna ödenmesi gereken bedelleri ortaya koyar (2000: 61).
Geliştirme idealin masum olmayan yüzü, geliştiricilerin durmak ve dinlenmeksizin
yaratmak adına yıkmasıdır. Harvey için, modernist projenin en dramatik ve gözle
görünür özelliği de budur (1999: 30). Modernlik, “yeni bir dünya yaratırken eski
yıkılmalıdır” der. (Modern dünya gelenekseli yok ederek oluşturulmalıdır). Yeni olan
da, daha yeni için yıkılabilir. (Yeni kelimesi yerine modern kelimesini de
kullanabiliriz). Bu yıkımı meşru kılan ilke de modernliğin sonsuz ve mutlak olana
ulaşma isteğidir. Var olan mutlak değilse feda edilebilir.
Modernliğin ikili doğası ya da birbirlerinin karşısında konumlanan ikili çehresi,
modern hayat ne kadar tümellik savında olursa olsun, her şeyin başka türlü de
olabilme ihtimalinin yarattığı şüphenin de aynı anda oluşmasına neden olur. Bu
şüphenin dolaysız olarak yarattığı bilinç ise modernlik deneyiminin önemli bir
unsuru olan “olumsallık bilinci” dir. Olumsallık ve olumsallığın farkındalığının
getirdiği bilinç, “olmuş ya da olagelmekte olan bir fenomenin zorunlu bir doğasının
olmamasından kaynaklı olarak başka türlü de olabilme ihtimalinin her zaman mevcut
olması” durumudur (Çelebi, 2001: 25). Olumsallık kavramı indirgemeci ya da
kontrol edilemez bir olasılık ya da rasgelelik anlayışından farklı olarak modern
zamanlarda başka bir düzlemde ifade edilir, çünkü modern öncesi zamanda Tanrısal
akıl ya da Tanrının istenci nedeniyle açıklanan olumsallık, modernlikle birlikte insan
aklına atfedilen önemin artmasına koşut olarak dünyevi bir boyut kazanmıştır. Bu
dünyevi karakter olumsallığı en aza indirme, hatta ortadan kaldırma istenci taşıyan
15
modern insanın riski azaltma isteğinin, uzmanlık ve soyut sistemlere olan güveninin
artmasına neden olur.
Modernliğe ilişkin olarak geliştirilen bu yaklaşımlardan sonra genellikle modernlikle
aynı anlama geliyormuş gibi kullanılan modernleşme ve modernizm terimlerini de
açıklamak gerekmektedir. Bu tanımlamalarla ilgili akademik yazında bir fikir birliği
olmasa da burada şu şekilde kullanacağım:
Modernleşme, “piyasa toplumunun ve ulus–devletin doğuşuna eşlik eden, toplumsal
yaşamdaki çeşitli dönüşümleri özetleyen genelleştirilmiş imajlardır” (Kasaba, 1998:
15). Modernleşme büyük keşiflerin, sanayi devriminin, ulus devletlerin, yeni bir
üretim biçimi olarak kapitalizmin sonucu olarak tanımlanan ve tanımlandığı
unsurlardan da anlaşılacağı gibi teknik bir kavramdır. Genel olarak on yedinci
yüzyılın sonlarına doğru gerçekleşen demokratik ve endüstriyel devrimler
modernleşme sürecinin miladı kabul edilir. Ekonomik yaşamın dışında sosyal alanda
da belli devinimlerin baş gösterdiği, toplumsal hareketliliğin köklü değişimlere
neden olduğu, kültürel yaşantı ve algının değiştiği bu süreçler, modernleşmenin içini
doldurur.
Tekeli, modernleşme terimini içindeki gerilimi yansıtan dört boyutuyla tanımlamak
gerektiğini savunur (1998: 137). Ekonomik boyut, bilgiye yaklaşım, birey ve
kurumsal yapı modernleşme terimin kendinden önceki dönemlerden ayrılmasına
neden olur. Modernleşmenin ekonomik boyutuyla kastedilen, kapitalist üretim ve
sanayileşmiş toplumdur. Modernleşme teriminin ikinci niteliği -modern öncesi
dönemin bilgiye yaklaşımdan farklı olarak- bilgiye yaklaşımın nesnel temellere
dayandırılması ve bilginin evrensellik iddiasına sahip olmasıdır. Modernleşmenin
16
teknik bir terim olarak bireye atfettiği anlam da ussal sıfatıyla tanımlanır. Dönemin
bireyi geri unsurlardan kendini sıyırmış, irade sahibi, bulunduğu yere bağlılığı az,
kolay yer değiştirebilen, bireysel olan ve olması gerekendir. Modernleşmenin
kurumsal yapısıyla ifade edilen ise ulus-devlet örgütlenmesi ve ulusal kimliklerdir.
Modernizm ise modernliğin yarattığı çelişkilere karşı oluşan bir tepki etrafında
oluşmuş, kültür ve sanat alanındaki algılar ve değerler topluluğu olarak
tanımlanabilir. Modernlik düşüncesinin ortaya çıkışından yaklaşık yüzyıl sonra, on
dokuzuncu yüzyılın sonlarında ortaya çıkan modernizm, modernliğe karşı kültürel
bir hareket olarak var olmuş, özellikle sanat, edebiyat ve mimari gibi alanlarda
başlamış ve bu sürecin yarattığı paradoksları açığa çıkarma girişimi etrafında
toplanmıştır.
Modernist bakışı “ kendimizin ve dünyanın dönüşümünü vaat ederken aynı zamanda
sahip olduğumuz, bildiğimiz her şeyi imha etme tehdidini taşıyan bir ortamda
bulunmak” şeklinde tanımlayan Berman için, modernizmin dönemlerini ve geçirdiği
evrimi anlamak önemli bir deneyimdir (2000: 27). Çünkü on dokuzuncu yüzyılın
modernizminin, modernliğe yönelik en köklü olumsuzlamalarında bile modernliğin
imkanlarına karşı bir duyarlılık bulunur. Oysa, yirminci yüzyılda modernizmin
vurgusu, yönü oldukça değişir çünkü bu yüzyılın büyük modernistleri keskin
kutuplaşmanın etkisinde modernliğin eleştirisini ya mutlak bir hayranlık hissederek
ya da toptan bir horgörü göstererek yapmışlardır. Nicelik olarak modernist yapıtlar
çoğalsa da, bu dönemin sanatını doğuran modern hayata dair algılar derinliğini
yitirmeye başlamıştır.
17
2. Modernliğin Dönemselleştirilmesi
Modernliği ve modernliğin pratiklerini, modernlik düşüncesinin oluştuğu andan
itibaren bir ve değişmez olarak algılayamayız. Bu kabul, modernliğin farklı
dönemlerde öne çıkan karakterlerini doğru analiz edebilme ihtiyacını doğurmuş ve
yaşanan süreksizliği gösterebilmek için modernlik dönemselleştirilmiştir. Bu
dönemselleştirme Berman tarafından şu şekilde yapılır: Modern hayatın yeni yeni
algılanmaya başladığı on altıncı yüzyılın başlarından on sekizinci yüzyılın sonuna
kadar olan zaman modernliğin birinci evresidir. İkinci evre ise 1790’ların devrimci
dalgasıyla başlar; modern kamunun oluşması ve modernizm düşüncesinin
doğmasıyla devam eder. Modernliğin son evresini ise yirminci yüzyıl belirler.
Sınırlarının ve yerleştiği alanın olabildiğine geliştiği modernlik, bu dönemde modern
kamunun parçalandığı, modernlik düşüncesinin sönükleştiği bir hal alır (2000: 29-
30). Anlaşıldığı gibi Berman’ın dönemselleştirmesi için belirleyici olan modern
kamunun geçirdiği evrimdir. Modern kamunun değişen niteliği dışında, modern
pratiklerin niteliklerine ve kullanılan teknolojilere bakarak da modernliğin
dönemselleştirilmesi yapılabilir. Örneğin Wagner, modernlik tarihi içindeki
kurumsallaşan üç pratiğin, modernliğin dönemselleştirilmesi ve dönemler arasındaki
farkı somutlaştırmayı kolaylaştırdığını savunur (2003: 59-60). Bu pratikler: Maddi
tahsisat pratikleri, buyurgan iktidar (tahakküm pratikleri) ve anlamlandırma
(sembolik temsil) pratikleridir. Maddi tahsisat pratikleri üretim ve mübadele
tarzlarına (para ve piyasa), buyurgan iktidar pratikleri bürokrasiler ve modern
devlete, anlamlandırma pratikleri ise toplumun söylemsel temsiline karşılık gelir.
Pratikler alışkanlık, kurallar toplum çapında yerleşik hale geldikçe kurumlara
dönüşürler.
18
Modern pratiklerin niteliklerine bakarak modernliği üç evrede ele alabiliriz. Bu
çerçevede, on sekizinci yüzyılın sonları ve on dokuzuncu yüzyılın sonları “kısıtlı
liberal modernlik”, on dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın ikinci yarısı
“örgütlü modernlik” ve yirminci yüzyılın ikinci yarısından günümüze kadar olan
aralık da “genişletilmiş liberal modernlik” olarak tanımlanabilir (Wagner, 2003).
Tanımlanan her evreden diğerine geçişin nedeni belirgin bir krizdir.
Kısıtlı liberal modernlik, özerklik ve rasyonel egemenlik kavramlarına dayanırken,
bir yandan da bu kavramlardan beslenen beklentinin sınırlandırılmaya çalışıldığı bir
dönemi işaret eder. Ancak bu sınırlama sadece beklentilere yönelik değil, modern ve
modern olmayan arasında da yapılmış; böylelikle neyin irrasyonel, yıkıcı, sapkın
olduğu akılcılık adına bu dönemde belirlenmeye çalışılmıştır. Giddens’ın “yerinden
çıkarma” dediği bireyin toplumsal bağlamlardan kopmasına yol açan sürece de bu
dönemde girilmiştir. Bu dönemin belirgin karakterinden biri, burjuvazinin
“toplumsal bünyeye belli bir katılığı ve keskinliği yeniden kazandırmak” için
giriştiği bir dizi reform hareketidir (Wagner, 2003: 128). İşçi sınıfının kolektif bir
kimlik kazanarak güçlenmesi, güçlü işçi partilerinin oluşumu ve yeni bir kavram olan
“endüstri işçisi” kimliği de kısıtlı liberal modernliğin içinde oluşmuştur.
Liberalizmin toplumun her kesimini kapsayıcı refah iddiası yerle bir olması ve
meşruiyetini yitirmesiyle birlikte Wagner’in “modernliğin kapanması” dediği sürece
girilmiş, geniş ölçekli uzlaşımsallaşmaların inşasıyla birlikte modernliğin ikinci
dönemi başlamıştır.
Modernliğin ikinci dönemi örgütlü modernliktir. “Toplumsal eylemin gönderme
yapması gereken anlamlı birimin ulus devlet olarak tanımlaması ve toplumsal
19
sınıfların çizgileri uyarınca yapılanmış bir ulusal toplum anlayışı” modernliğin
örgütlenmesinin temelidir (Wagner, 2003: 155). Modernliğin örgütlü vasfı, ilk
döneminde ortaya çıkan toplumsal hareketlerin artık belli bir tanım, mekan ve pratik
altında toplanmasından kaynaklanmaktadır. Uzlaşımsallaşmalar ise, ulus devlet
çapında toplumsal pratiklerin (maddi tahsisat, buyurgan iktidar, anlamlandırma
pratikleri) uyumlu bir biçimde biçimlenmesiyle olmuştur. Aslında
uzlaşımsallaşmaların temel nedeni, toplumsal dünyanın yönetilmesi ve modernlikle
ortaya çıkan belirsizlikleri azaltma çabasıdır.
Örgütlü modernlik, sendikal yapıların oluşumunun, refah devleti uygulamalarının ve
siyasal partilerin kitle partilerine dönüşümlerinin de gerçekleştiği dönemdir.
Özellikle ekonomik alanda tüm dünyayı saran kriz modernliğin bu dönemini
nihayete erdirecek, yeni dönem farklı sıfatlarla tanımlanmaya başlanacaktır.
Genişletilmiş liberal modernlik, refah devletinin krizinin ardından yaşanan ve örgütlü
modernliğin tanımlayıcı kavramlarının (uyum, istikrar, düzen gibi) yerini belirsizlik
ve düzensizliğe bıraktığı dönemdir. Refah devleti uygulamalarının çözülmesiyle
birlikte liberal ekonominin pratiklerinin zaman-mekan sıkışması1 içinde yaşandığı bu
dönem postmodern tartışmalar ışığında yeni bir söylemsel değişime işaret eder.
Wagner’in yaptığı bu dönemlemelerin işaret ettiği ortak olgu, modernliğin sürekli
değiştiği, değiştirdiği, dönüştürdüğü, gerilim yarattığı ve kendini kurduğu değerlerle
1Harvey, zaman-mekan sıkışması terimiyle kastettiğinin şu olduğunu belirtir: “Modernlikle birlikte zaman ve mekanın nesnel niteliklerinde öylesine devrimci değişmeler olur ki, dünyayı görüş tarzımızı köklü biçimde değiştirmek zorunda kalırız. (...) Mekan telekomünikasyonun yarattığı bir “küresel köye” ve ekonomik ve ekolojik karşılıklı bağımlılıklardan örülmüş “bir uzay gemisi dünya”ya doğru küçüldükçe ve zaman ufkumuzsonunda içinde bulunduğumuz andan başka bir şey kalmamacasına kısaldıkça, mekansal ve zamansal dünyalarımızın sıkışma duygusunun hakimiyetiyle başa çıkma zorunluluğuyla karşı karşıya kalırız” (1999: 270).
20
çelişebilen yapısıdır. Daha önce de belirtildiği gibi, modernlikle ilişkili bu gerilimli
yapıyı yok sayarak ya da yeterince belirtmeyerek yapılan her türlü analiz
gerçekçilikten uzaklaşacaktır.
3. Eleştirilen Modernlik
Modernliği tanımlarken, modernliğin ikili bir doğaya sahip, çelişkili ve paradoksal
bir deneyim olduğunu, modern öncesi dönemden bireyin inşası, zaman-mekan
örgütlenmesi ve rasyonalitesi nedeniyle farklılaştığını belirtmiştik. Bu karmaşık yapı
modernliğin çeşitli evreleri boyunca, modernliğe yönelik olarak geliştirilen
eleştirilerin modernist, anti-modern ve postmodern olarak sınıflandırılması
modernlik kavramını anlamayı kolaylaştırabilir.
Bu eleştirilerin temsilcilerinden biri Dadaizmdir. Modernist akımlardan Dadaizm
Birinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği yıllarda savaşın yarattığı yıkımın etkisiyle
“özgürleştirici ve nihilist protesto” oluşturmuş bir harekettir. Dadacılar, hem sanatın
kutsallığı üstündeki “aurayı” kaldırırken, hem de yerleşik kurumları eleştirmekten
çekinmemiş, mutlak doğrunun aranma çabasının yersizliğini vurgulamışlardır. Andre
Breton, Dadaizmin bir anlayış olduğunu ve diğer modernist hareketlerin karşıtı
olarak tanımlanmasının sadece cahilce bir teşebbüs olduğunu belirterek, modernliğin
yarattığı bütün denetim mekanizmalarına karşı Dada’nın savunduğunun içgüdü ve
bireyin üstündeki denetime izin vermemek olduğunu söyler (2000: 319).
Modernliğe yönelik bir diğer eleştiri de Gerçeküstücülerden gelmiştir.
Gerçeküstücülük, Dadaizmden farklı olarak eleştirilerini politik olan üzerine de
21
yoğunlaştırmış bir akımdır. Tekil gerçekliğin koşulsuz kabulü anlayışına farklı bir
bakış getirerek, başka gerçekliklerin olabileceğine dikkatleri çekmek isteyen
sanatçılar, uzun zamandır yan yana gelmeyen öğeleri (hayal-gerçek, kehanet-akıl
gibi) harmanlamayı başaran yapıtlar üretmişlerdir. Gerçeklik arayışlarında, sanatın
nesnesinin ardında yatan gizil gerçekliği açığa çıkarmaya çalışan Gerçeküstücüler,
alışkanlıkların gereksinimlerin önüne geçtiği modern hayatta, kendileri dışında başka
şeyler de olabilme ihtimalleri ortadan kaldırılan nesnelerin farklı formlarını ortaya
çıkarmaya çalışmışlardır. Modernliğin gerçeklik ilkesine koşulsuz teslimiyetine
yönelik gerçeküstü tepkiler Dali, Bunuel ve Aragon’un eserlerinde fantastik olanın
gerçekliğini gösterme çabasına dönüşmüştür.
Bu iki akımın dışında modernliğe yapılan farklı eleştirilerden biri de fütüristlerden
gelmiştir. Fütürizm modernliğin yarattığı hız, enerji ve makinalaşmadan
etkilenmekle birlikte, modernliğe yönelik eleştirilerini modern toplumu tanımlayan
niteliklerin toplumda var olanla örtüşmediği üzerine kurmuştur. Özellikle İtalyan
Fütüristleri Birinci Dünya Savaşı öncesinde makinalaşmanın tutkulu propagandasının
ve tamamen teknolojinin ürünü olacak yeni bir dünyanın peşinden koşarken, bu
idealin dışarıda bıraktığı insan olma durumunun farkına varamamışlardır. “Manevi
acının, iyi yürekliliğin, bağlılığın ve aşkın; dirimsel enerjiyi yıpratan, güçlü bedensel
elektriğimizi kesintiye uğratan bu zehirlerin tamamen yok olduğu, insan dışı bir tip
yaratmak istiyoruz” (Marinetti’den akt. Berman, 2000: 41) diyen Fütüristler, özne-
insanı modernliğin içinde yok etmiştir.
Modernliğe yönelik en özgün ve en önemli eleştirilerden biri Modern Hayatın
Ressamı’nda Baudelaire’den gelir. Baudelaire’in, modernite kavramını ortaya attığı
22
bu metinde, modernite hem modern hayatın önemli bir niteliği hem de sanatsal
girişimin bir hedefi olarak tanımlanır. Çünkü modern hayatın sanatçısı için asli olan,
şimdi’deki koşullara bağlı yeniliği açığa çıkarmaktır. Bu yenilik, özünde yeni olanı
barındırırken bir diğer yanıyla da geçici olandır. Baudelaire için, modernitenin
özgünlüğü “bir yanı sonsuz ve değişmez olan sanatın, gelip geçici, ele avuca sığmaz,
koşullara bağlı diğer yarısı[ndan]” kaynaklanmaktadır (2004: 214). Bundan böyle
“güzelliğin ebedi kısmı” değil tarihselliği ön plandadır. Çünkü ebedi olan zamansal
olanın içindedir. Modern hayatın ressamının yapması gereken modern hayatın
güzelliğini aramaktır. Modern sanatçı için bu keşif yeni bir göz gerektirir. Bu göz,
bir çocuğunki gibi saf ama bir yetişkininki gibi de çözümleyici olmalıdır. Bu gözün
bakması gereken yer ise kalabalıklardır. Diğer bir ifadeyle, kalabalıkların toplumsal
mekanı kente bakan göz, modern hayatın hızlı, geçici, değişken güzelliğine
ulaşabilir. Kente bakan bu göz, moderniteyi arayan flaneur’dur da aynı zamanda.
Nasıl bir kuş havada, balık suda yaşarsa, o da kalabalıklarda var olur. Aşkı, işi, gücü
kalabalıklardır. Kusursuz flaneur için, tutkulu gözlemci için, ahalinin tam orta yerini,
hareketin gel-git noktasını, gelip geçici ile sonsuzun arasını mesken tutmak müthiş bir
keyiftir. Evden uzakta kalmak ama her yerde evinde hissetmek; dünyanın merkezinde olmak,
dünyayı gözlemek ama dünyadan saklı kalmak (Baudelaire, 2004: 210).
Baudelaire sanatsal girişim ve sanatçının yönünü belirlerken kutsallığın yok edilişini
de önemli bir imge kullanarak açıklar: Kaybolan Hale. Bu imgelem, modern
sanatçının halesini kaybettiği anda sıradan insanla olan yakınlaşmasını simgeler,
çünkü sanatçı halesini yitirdiğinde “sanatsal saflığın aurası ve kutsallığının sanat için
zorunlu değil, rastlantısal olduğunu, sanatın sanatsal olmayan yerde hatta belki daha
iyi koşullarda varlığını sürdürebileceğini” fark eder (Berman, 2000: 218). Sanatın
23
sokağa yaklaşmasını temsil eden bu ifade modernlik için önemli bir andır ve sonraki
yüzyılın modernliğinde bu itkinin yarattığı önemli sonuçlar olacaktır.
Baudelaire’in modern dünyanın estetik temsilinden beklentisi, modern zamanların
masum olmayan yüzünün ortaya çıkarılmasıdır. Farkına varılması gereken nokta ise
modernlikle ortaya çıkan medeniyetin bütün nesnelerinin aynı zamanda birer
“barbarlık ürünü”olmalarıdır (Frisby, 2003: 14).
Modernliğe yönelik eleştirilerde sonraki yüzyılı da etkileyecek olan önemli bir katkı
da Marx tarafından yapılmıştır. Modernlik ve Marx’ı genellikle bir arada anmamaya
yönelik eğilimin tersine, hem Berman hem de Touraine, Marx’la birlikte yönü ve ele
alınışı değişecek olan modernliği Marksist biçimde okumanın önemini vurgular.
Marx, burjuva toplumunda kimsenin saf, güven içinde ve özgür olamayacağını
savunmuştur. Bu tezin arkasındaki düşünce ise kapitalist üretim ve üretim
ilişkilerinin herkesi yok edecek ve içine alabilecek bir güce sahip olmasıdır.
Burjuvazinin her nevi saygınlığı ve kutsallığı değişim değeri içinde yok etmesi ve
insan davranışını ancak ekonomik değeri olduğunda ahlaki açıdan da kabul edilir
bulması burjuva ekonomik düzenin temelini oluşturur ve toplumdaki yıkıcılığın
nedeni de bu düzendir. Modern zamanlara özgü bu işleyiş Berman’ın deyimiyle,
Marx için “modern nihilizmin kaynağıdır” (2000: 157).
Marx, özellikle entelektüellerin, nefret ettikleri burjuva dünyasına olan
bağımlılıklarını çözümlemeye çalışır ve Baudelaire’nin Kaybolan Hale’sini,
sanatçının değil, entelektüelin başından alır çünkü burjuva, daha önce hürmet ettiği
değerlerin üstündeki haleyi kaldırarak kutsallığı yok etmiş ve herkesi olduğu gibi
24
entelektüelleri de ücretli işçilere dönüştürmüştür (Berman, 2000: 214). Marx’a göre
modernlik, her şeyi dünyevileştirmeyi, her alana dokunmaya başarmıştır. Modernliği
ve modern olduğunu söyleyenleri dizginleyecek tinsel ya da kutsal değerler ağı
günbegün yok edilmektedir. Bu düzen ve çelişkiler yumağıyla yüzleşilmediği sürece,
bunların üstesinden gelmek de mümkün olmayacaktır. Başların üzerindeki haleleri
çekip atmanın anlamı da budur. Burjuvazinin çok uzun zaman önce yok ettiği
halenin/auranın farkına varamayanların var olduğunu zannettiği haleyi kaldıran, bu
sefer Marx olacaktır.
Marx, burjuvazinin savunduğu ilerleme fikrine karşıt bir biçimde, ilerlemeyi insan
kavramının gerçekleşmesi değil, doğanın özgürleştirilmesi olarak yorumlar ve
ilerlemeyi “aklın utkusu ya da mutlak Tin’in somutlaştırılması değil, kurumsal ve
ideolojik oluşumların karşı çıktıkları bir enerji ve doğal gereksinimlerin özgürleşmesi
olarak düşünür” (Touraine, 2002: 123). Marx’ın önerdiği ilerleme biçiminde
ruhani/cismani, kutsal olan/kutsal olmayan ve gereksinim/kar arasındaki çelişki
“toplumun doğallaşması ve bilinç tarafından oluşturulacak engellerin ortadan
kaldırılmasıyla” aşılacaktır (Touraine, 2002: 123).
Modernliği Marksist biçimde okumak, modernliğin ilerleme yönündeki durmak
bilmez istencinin kendi içindeki enerjiden, gerilimden ve baskıdan kaynaklandığını
söylemeyi gerektirir. Bu nedenle modernliğin kendi anlamına içkin özyıkım
potansiyeli, ilerleme kisvesi altında sadece diğer insanları değil insanın kendisini de
sömürmeye zorlandığı, pazar mekanizması içinde değerlerin geçicileştirildiği, yok
edildiği ve daha fazla gelişebilmek adına kriz ve kaos yaratabildiği gerçeğini
taşımaktadır.
25
On dokuzuncu yüzyılda modernliğe yönelik en sert eleştirilerden birini yapan
Nietzsche ise modernlik zihniyetinden tamamen kopuşu önermesi ve modernliği ele
alış biçimi nedeniyle anti-modern olarak addedilir. Modern olmak, hem modernliğin
yarattıklarıyla savaşmak hem de yarattıklarından faydalanmak ve bu yüzden biraz
anti modern olmaktır diyen Berman içinse, tam da bu nedenle Nietzsche,
modernliğin seyrini değiştiren ve modernliğin değerlerini tersine çeviren bir
düşünürdür.
Nietzsche, modernliği bilincin sürekli zaferi doğrultusunda insanın kendinden kopup,
insanlık dışı güçlerle kendini özdeşleştirerek yaşanan bir yabancılaşma süreci olarak
tanımlar. Modernlik bu yönüyle insanı nihilizme ve kendi tükenişini önleyemeyeceği
bir zaafa yönlendirir. Oysa değerlerin tersine çevrilmesi veya reddi insanın
yabancılaşmasını önleyecek, böylelikle insan olma iradesinin yeniden ele geçirilmesi
sağlanacaktır. Nietzsche için, kişisel ve toplumsal gelişme arasındaki uyumsuzluk
modernliğin yanılsamasıdır ve bu yanılsamadan kurtulmanın yolu insan öznesine
değil Varlık’a dönmektir, çünkü her şeyin gelip geçici olduğu bu dünyada sonsuz
olan tek şey Varlık’tır. Varlık, öncelikle “tarih dışı olandır ve arzu bilincidir”.
İnsanın Varlık’a, yani tarih dışına ulaşması ya da tarihini aşması ise arzunun,
bilinçdışının yani doğanın insandaki kişisel olmayan gücüyle mümkün olacaktır (akt.
Touraine, 2002: 125-135).
Modernizmin modernliğe vurduğu önemli darbelerden biri de Freud’un psikanaliz,
bilinçaltı ve ruhun çözümlemesi için önerdiği Ben, Üstben, Bu2 kavramlarıyla
2Ben bireyin öznel bütünlüğünü yani bireyin kendini diğerlerinden ayırt etmesini sağlayan bütünlüğe işaret eder. Üstben ise ruhsal yapının, suçluluk duyabilecek nitelikteki itkiler karşısında bir savunma mekanizması olarak “ben” üzerinde bilinçdışına bağlı olarak etkili bölümüdür. Freud’un ruhun çözümlemesi için önerdiği son kerte olan Bu da bilinçdışı itkiler bütünüdür (Tufan, 2002: 413-416).
26
yapılmıştır. Freud da, tıpkı Nietzsche gibi, Aydınlanma söyleminin kavramlarını ters
çevirmeye çalışır ve bilinç yerine bilinçdışını teorisinin merkezine yerleştirir.
Freud’a göre, bilincin ruhsal yaşamın özünü oluşturduğu iddiası doğru değildir;
bilinç ruhsal yaşamın basit bir niteliğidir ve bu nitelik başka niteliklerle bir arada
bulunabilir ya da hiç bulunmayabilir (1998: 91-92). Bu nedenle belirleyici olan bilinç
değil bilinçdışıdır. Bilinçdışı içe atılmış psişik içerik anlamında değil, bilincin
algıladığı derin ruhsal etkinlik anlamında kullanılır.
Freud’un çözümlemelerinde yasa ve haz bilincin tamamen dışında ve birbirlerinin
karşısındadır. Yasalar topluma, toplumun çıkarlarına bağımlı olduklarını sürekli
hatırlatırken, arzular da kapitalist toplumun yararına uygun olacak biçimde bastırılır
ya da öne çıkarılır. Kapitalist dünya toplumsal düzenin katılığından ve burjuvanın
para kazanma güdüsünden taviz vermeyerek devamlılığını sağlar ve yasalarla
sürekliliğini pekiştirirken, kapitalist sisteme özgü bir nitelik ortaya çıkar: İçgüdülerin
kamu yaşamında, yasaların da özel yaşamdaki ağırlığı. Touraine, bu durumun
bireylerin toplumsallaşmış ve denetlenmiş olduğu izlenimini yaratsa da, içgüdülerin
özel değil de kamu yaşamındaki baskınlığının şiddet, saldırganlık gibi davranışların
kamu alanında gerçekleşmesine neden olduğunu belirtir (2002: 139).
Freud’un modernlik eleştirilerindeki önemi, bilince yapılan vurguyu kaldırmasından,
bireyin özgürlüğünün yollarını aramasından ve toplumsallaşmayla ilgili egemen
düşüncelere karşı yaşamdan, cinsellikten yola çıkan bir çözümleme yapmasından
kaynaklanır. Kumar’ın belirttiği gibi, “aklın tahttan indirilişi, irrasyonel ve bilinçdışı
güçlerin açığa çıkarılışı, modern medeniyetin devasa bir psişik ıstırap ve bitkinlik
27
pahasına kotarılması” Freud’un modern ilerleme fikrine düşürdüğü önemli
gölgelerden biridir (1999: 118).
Yirminci yüzyılda yaşanan iki dünya savaşı, militarizm ve ölüm kamplarının
etkisiyle modernliğe yönelik eleştirilerin dozunun gittikçe arttığını söyleyebiliriz. Bu
cüretkar eleştirilerden biri de Frankfurt Okulu’na dahil olan Adorno ve Horkheimer
tarafından yapılmıştır. Aydınlanma akılcılığının arkasında yatan mantığın baskı ve
hakimiyet mantığı olduğuna dikkat çeken Adorno ve Horkheimer, doğaya hakim
olma isteğinin insanlara da hakim olmayı kapsadığını, bunun da insanın kendi
kendini hakimiyet altına alabilen bir son getireceğine inanıyorlardı (1996). Bu
öngörü bir çıkmaza işaret etmekle birlikte, bu çıkmazdan kurtulmanın yolu ise
“doğanın isyanıydı”. Harvey için, bu isyan ancak “insan doğasının saf araççı aklın
kültür ve kişilik üstündeki baskıcı iktidarına başkaldırması olarak düşünülebilirdi”
(1999: 26).
Aynı dönemlerde Benjamin, tıpkı Baudelaire gibi, modern yaşam tarzı ve
deneyimlerle ilgili eleştirilerini kent merkezli bir okumayla yapar. Baudelaire’nin
flaneur terimini yeniden yorumlayan Benjamin’e göre, flaneur’un kalabalığa bakan
gözleri her görüntüyle ilgilenir. Parkta oynayan çocuklar ya da yıkık dökük binalar,
flaneur’un gözlemine tabidir. Çünkü hem kent hem de kentlinin yaşadığı toplumsal
deneyimler modernliğin kavranmasına dair önemli ipuçlarıdır. Benjamin için modern
zamanlara has üretim tarzlarının sanat ürününün aurasını ortadan kaldırarak nesneleri
tarihsizleştirmesinin modern insanın yaşamındaki en gözle görünür etkisi, yaşamın
bir bütün olarak değil de parçalı algılanır olmasıdır (Tiedemann, 2004: 23-24).
Modern yaşantının getirmiş olduğu parçalanmışlığa karşı geliştirilen savunma
28
mekanizması ise bilinçaltına yeteri kadar inememekte ve böylelikle hayat
yoksullaşmaya başlamaktadır. Flaneur’un tepkisini çeken ise bu yoksullaşmadır.
Flaneur için kırık dökük bir bina bu nedenle kentin gizli geçmişini taşır ve bu
geçmiş sadece kentin değil “benin” de geçmişini içinde barındırır (Aslanoğlu, 1996:
146).
Moderrnliğe yönelik eleştirel düşüncelerin büyük çoğunluğunun merkezi iktidarı
(devlet ya da egemen sınıflar) ele almasına karşın, bir diğer modernlik eleştirmeni
Foucault, merkezi iktidarı reddeder ve modern toplumda iktidar kavramını özgün bir
biçimde yeniden tanımlar. Foucault için, modern liberal toplumda iktidar hem her
yerde, hem hiçbir yerdedir ve özellikle de toplumsal örgütlenme teknik akılcılık
tarafından değil iktidarın kullanımı tarafından yönetilir (1998: 161-163). İktidarı bu
biçimde tanımlamak modernlik eleştirilerini bir adım daha ileri götürecektir. Öyle ki
toplumsal yararlılığın iyi ya da kötü olanın ölçütü olarak belirlenmesi, bu yararlılığın
bireylere yönelik değil de toplumsal sistemlerin devamlılığına yönelik
örgütlenmesini gerektirmiştir. Bu durumda sürekliliği sağlamak adına iktidarın
yaptığı normalleştirmedir. Cezaevleri, tımarhaneler anormal bireyi normal
toplumdan tecrit eder ve normalleştirme sürecine sokar. Fakat bu süreç sadece
rehabilite etme ya da normalleştirmeyi değil, baskı altına almayı da kapsar.
Toplumsal kontrolün sürdürülmesine yönelik bu tip pratikler ve yerel hakimiyet
arasındaki ilişkinin örgütlenmesi sınıfsal değil “mekansal” biçimdedir. Bu nedenle
her bir mekanda (cezaevi, tımarhane, üniversite, hastane...) ne olup bittiğini genel bir
teoriyle açıklamak mümkün değildir. Foucault’un teorisinde “yerelleşmiş tikel
mekanlardaki” örgütlü bastırılmanın üstesinden gelmek ancak “yerelleşmiş bir
direnişle” mümkün olacaktır (Harvey, 1999: 61).
29
Modernliğe yönelik çözümlemelerde modernliğin çelişkili ve çok karakterli yapısının
arkasında yatan kültür, ekonomi, siyaset gibi alanların analiz edilmesi gerektiği
vurgusu da önem taşır. Habermas, Weber’in kültürel modernliği tözel aklın bilim,
ahlak ve sanat olarak üç alana ayrılması görüşüne sadık kalarak modernliği yitirilmiş
değil tamamlanmamış bir proje olarak tanımlamak gerektiğini savunur (1990: 37-
41).
Habermas’ın modernlikle ilgili değerlendirmesi modernliğin belirgin dört özelliğini
vurgular: Habermas’a göre modern, kendiliğinden güncel olanın nesnel ifadesine
katkıda bulunan unsurdur (1990: 32). Yeni olan aşılarak değerini yitirirken, modern
olanın klasik olanla gizil bir bağı vardır. Modern, “tarihselciliğin nesneleştirici
özelliği sayesinde ulaşılabilen geçmişleri bir yana atarken, tarihselciliğin müzesine
atılmış ve tarafsızlaştırılmış bir tarihe de karşı çıkar” (1990: 33). İkinci bir özellik ise
modernlikle birlikte zaman algısında ortaya çıkan değişimdir. Antik Yunanın
döngüsel, Hıristiyanlığın ise geçmiş, gelecek ve bugün arasında kurduğu çizgisel
ama teolojik zaman anlayışından farklı olarak, modernlikle birlikte dünyasal ve
çizgisel zaman algısı hakim olmuştur (Kumar, 1990: 90). Henüz olmayana yönelen
modern olma hali, çarpıcı karşılaşma anlarındaki şaşkınlığı içinde taşıyarak
bilinmeyeni keşfetmeye çalışma pratiğidir (Frisby, 2003: 15).
Modernliğin bir diğer özelliği ise zaman kavramına dair içinde taşıdığı çelişkidir.
Habermas’a göre, “geleceğe doğru yönelim, belirsiz ve rastlantısal bir geleceğin
sezdirilmesi, yenilik kültü, aslında, her zaman yeni, öznel olarak belirlenmiş
geçmişlerden doğan bir güncelliğin yüceltilmesi” dir (akt. Frisby, 2003: 15). Bu
noktada yeni bir zaman bilincinin varlığından bahsetmek anlamlı olabilir. Özellikle
30
Bergson’da izlerini göreceğimiz bu anlayışın en belirgin özelliği hayat ve sürenin,
değişimin ta kendisi olduğu savunusudur, çünkü zaman gibi bir olgunun ölçülmeye
çalışılması ve mekansallaştırılması gerçek deneyimin kaybolmasına neden olan bir
hatadır. Hafıza (bellek) geçmişi şimdi olarak yaşamamızı sağlar. Diğer bir ifadeyle,
geçmişin yönü yaşadığımız an ve geleceğe doğrudur. Zamanı akıl ve analiz yoluyla
değil sezgiyle biliriz diyen Bergson, rasyonel aklın sarsılmazlığını sorgulayarak,
sezgiyi rasyonel aklın yerine ikame etmeyi tercih etmiştir çünkü sezgi, zamanı
bütünsel olarak algılamamızı sağlayan bir bilme şeklidir (1998: 8). Oysa bütünsel
zaman algısının yarattığı diyalektik bir yandan yeniye, kısa ömürlü olana aşırı değer
verirken, diğer yandan “el değmemiş, bozulmamış bir şimdiye arzu duyar” (Frisby,
2003: 15).
Habermas’a göre modernliğin bir diğer özelliği şimdiye duyulan arzunun, tarih
karşısındaki yarattığı muhalefettir. Bu gerilimli ilişkiden dolayı tarih, “belli bir
istikamet izleyerek sürekliliği güvence altına alan gelenek” yapısını yitirir. Her bir
dönem de, kendinden önceki ve sonraki dönemler arasındaki güçlü bağdan ötürü,
kendine özgü özelliklerini kaybeder. Böylelikle şimdi ve geçmiş arasındaki bağ
kırılmış olur (akt. Frisby, 2003: 16).
Aydınlanma felsefesinin modernlik projesi bilim, ahlak ve sanat alanlarındaki
uzmanlaşma deneyimlerinin gündelik yaşam pratiklerine uygulanmasını ve bu
pratiklerin dönüştürülmesini amaçlamıştır. Ancak bu beklentinin aksine, bu alanların
uzmanlık deneyimine fazlasıyla tabi olması ve yaşam dünyasından ayrılması kültürel
modernlik için trajik bir durumdur. Habermas için bu durumun aşılması, gündelik
yaşamın iletişimsel yapısının bozulmasına neden olan ekonomik ve yönetim
31
sisteminin baskılarının aşılarak modern kültür ve gündelik hayatın yeniden
ilişkilendirilmesiyle olacaktır.
Sonuç olarak, modernlik eleştirileri, hem modern toplumun değişim dinamiklerini
hem de modernliği indirgemeci bir bakış açısına hapsederek başarısız bir deneyim
olduğu yolundaki görüşleri yorumlamak açısından önemlidir. Her şeyden önce
modernlik teriminin kapsadığı gerilimi fark etmek içinde yaşadığımız zamanları
modern olandan ayırmayı değil, modernliğin özüne dair olan krizleri, parçalanmaları,
kendi kendini reddetmeye kadar gidecek olan süreci anlamamızı sağlar.
32
II. Modern Kent ya da Kentte Modernlik
1. Arkaik Kentten Modern Kente Doğru
Bir kentin neye benzediği ve kentteki mekansal örgütlenmeler, toplumsal pratikleri
değerlendirme sürecinde somut bir zemin sağlar. Bu bakış açısı kentin tanımına,
değişimine, evrimine ışık tutmak ve modernlikle olan bağlantısını açığa çıkarmakla
birlikte, toplumsal olanın da aydınlanacağına işaret eder.
Kenti tanımlama girişimleri kenti genellikle nüfus birikimi, işbölümü, uzmanlaşma
ve sanayileşmenin yaşandığı mekan olarak tasvir eder. Elbette, kent bu özellikleri
bünyesinde taşır ama bunlarla sınırlı değildir. Kente özgü davranış kalıpları, sınıfsal
ayrımlar, gündelik hayatın biçimi, sorunların etkisinde “yeni” olanın şekillenmesi
kentin diğer özellikleri olarak sayılabilir. Bu nedenle, uygarlığın doğduğu, ilerlediği
kentlerin serüveni toplumbilimsel açıdan önemli veriler sunar.
Gordon Childe, kentlerin oluşumuyla ilgili kabul gören açıklamalardan birini
yaparak, M.Ö. 3000 yıllarında Mısır ve Mezopotamya’da ortaya çıkan toplumsal
değişimleri “kentsel devrim” olarak adlandırmak gerektiğini belirtir. Çünkü bu
yıllarda bu bölgelerde ortaya çıkan basit çiftliklerden oluşan küçük topluluklar değil,
çeşitli meslek ve sınıfları içeren devletlerdir (akt. Bookchin, 1999: 45). Bu yeni
yerleşim biçiminin önceki yerleşimden farkı, işbölümüne dayanması ve uzmanlaşmış
zanaatkarların varlığıdır. Böylelikle kentler ilkellikten uygarlığa, devletsiz toplumdan
33
devletli topluma geçmişin sembolü olmuş ve kenti tanımlayan çizgiler politik bir
niteliğe bürünmüştür. Cismani ve ruhani iktidarın birleştiği Tanrı-kral, tanrılar
tarafından kendisine bağışlandığını düşündüğü kentlerde toplumsal düzeni sınırsız
yetkilerle sağlarken, kentli yurttaşın sadece boyun eğdiği despotik bir yönetim biçimi
yaratılmıştır.
Aslında, kent-devlet ilişkisinin kendini tipik olarak Antik Yunan’da gösterdiği
düşünülür, çünkü Yunan siteleri, Doğu despotizmini yansıtan kentlerden yasaları ve
yurttaşlığı uyruk olmaktan farklı bir biçimde pratik haline getirmeleri nedeniyle
ayrılır. Özellikle Atina’nın, kutsallaşmış bir monarktan kurtulmuş ve demokrasi
deneyimini en kitlesel yaşayan kent devleti olduğu düşüncesi kabul görür (Bookchin,
1999: 73). Solon, Kleisthenes ve Perikles’in etkisiyle gerçekleşen reformların da
etkisiyle Atina polisi, yurttaşların seyirci değil katılımcı olduğu bir mekanı temsil
etmiştir.
Atina organik olarak varolmuş, yurttaşların katılımıyla tanımlanmış bir kent
devletidir ancak “kimsenin de eline cetvel, pergel alarak planlamaya kalkışmadığı”
bir mekandır (Bumin, 2000: 35). M.Ö. V ve IV. yüzyıllarda sitenin günlük yaşamını
etkileyecek somut sorunlarına karşı ideal sitenin nasıl olması gerektiği üzerine
düşünülünce, geometri de kaçınılmaz olarak kentin içine girmiştir.
Geometrinin kente girişi, ilk şehir plancısı ve ütopist Hippodamos’un, Milet’i
yeniden kurmak için tasarladığı, kentin sokaklarını dik kesen planından (ızgara plan)
etkilenen, Atina’nın nasıl düzenlenmesi gerektiğini anlatan yazılarla olur. Örneğin
Platon, geometri ve matematiği sadece kentin nasıl planlanması gerektiğiyle ilgili bir
araç olarak kullanmaz; toplumsal düzen ve mutluluğu sağlamak için de yurttaşlara
34
gösterdikleri farklılıklar ne olursa olsun eşit adalet dağıtan “aritmetik eşitlik” yerine
eşit olmayana eşit davranmamayı öneren “geometrik eşitlik” i önerir (Bumin, 2000:
37).
Yunan kent devletlerinin birbirleri arasındaki iç çekişmelerden faydalanan
Makedonların Atina’yı fethetmesi birlikte vatandaşlık bağları kopan Yunan toplumu,
polisin eski önemini kaybetmesine koşut olarak yeni değerler ağıyla tekrar birbirine
bağlanmaya çalışılmıştır. Epikuroscu ve Stoacı düşüncenin etkisinde şekillenen bu
yeni düşünceler mutluluğu polis yerine kozmopolis’te bulmayı önerirken, kent
devletinin bir parçası olarak gelişen yurttaş da yerini “kent devletinden çok daha
geniş ve umursamaz olan Hellenistik dönem kentlerinde o zamana kadar gelişmemiş
bir benlik duygusu ve öznelliğe yaklaşır” (Sabine’dan akt. Bumin, 2000: 52).
Hellenistik dönemin kentleri simetrik ve iktidarın gücünü hissettirecek şekilde
düzenlenmiştir. Mumford’un belirttiği gibi, bu dönemde geniş caddelere sadece
ulaşım için gereksinim duyulmamış, bu caddelerden geçiş yapan askeri birlikler bir
yandan iktidarın kudretini halka telkin ederken bir yandan da kenti bir gösteri
alanına çevirmişlerdir (1961, 160-161). Yunan kent devletinin aktif katılıma dayalı
kent hayatı bu dönemde yerini seyre dayalı pasif katılıma bırakmıştır.
Roma kentleri de Hellenist dönemin kentleri gibi düzenli ve planlıdır. Bumin, bu
düzenin Romalı şehircilerin kenti kurarken önem verdikleri üç unsurdan
kaynaklandığını söyler: Sokaklara kaldırım taşı döşenmesi, su kanalları ve
kanalizasyon (2000: 58). Kentin fiziki yapısı temel sorunların oluşmasını önleyecek
şekilde planlansa da kentli, eğlencelerin taşkınlığa, tüketimin israfa, vahşetin
arenalarda seyirlik bir gösteriye dönüştüğü, katılım yerine katı hukuk yasaları, askeri
35
beceri ve idareye önem verilen bir hayat sürmüştür. Kısaca, yurttaşlığın çöküşü
imparatorluğun çözülüşünü de hızlandırmıştır.
Roma’nın 410 yılında yağmalanmasının ardından Aziz Augustinus tarafından
doğaüstü kent düşüncesi ve Hıristiyanlığın dinsel düzenini temsil eden Tanrı Kent
fikri ortaya atılır (Benevolo, 1995: 19). Tanrı Kent somut yeryüzü kentine karşı
kalıcı olandır ve her Hristiyan iki kentin de yurttaşıdır. Tanrı Kent’le birlikte manevi
ve kalbi olanı temsil ettiğini iddia eden kilisenin kent üzerindeki etkisinin temelleri
atılmış olacaktır.
Roma İmparatorluğu’nun çöküşüyle birlikte ticaretin sönmesi ve İslam istilalarının
Akdeniz’deki etkisi antik kentler devrini kapatır. Avrupa kentleri, X. yüzyılda
ticaretin yeniden canlanmasına kadar dünyevi olanın canlılığının değil ruhani olan
manastırların sessizliğinin izlerini taşımaktadır.
Ortaçağda Batı Avrupa kentlerinin canlanmasının temel sebebi ticaretin
hareketlenmesidir. Bookchin ise, ortaçağdaki tarım toplumunun kentsel gelişmenin
önüne kalıcı engeller çıkaramayacak kadar parçalanmış olduğunu belirtir (1999: 138-
139). Ortaçağın ünlü vecizesi “Kent havası özgür kılar” kralların savaşlar sonucunda
güçlerini yitirmesi, yerel soyluların da zayıf düşmelerinin ardından kentlerin
otonomilerini kazanmalarına işaret eder. Özellikle İtalyan kentleri feodal beylerden
elde edilen özgürlüğün dışında ortaçağ kenti (civitas) içindeki yapısal özgürlüklerin
yerleşikleşmesine dair özellikler gösterir.
İtalyan komününün ortaya çıkması ve resmi bir sadakat yemininin (conjuratio)
varlığı kamu çıkarlarının bireysel çıkarların önünde olduğunun kabul edilmesini
36
gerektirmiştir. Kentlerde politik bir evrimin yaşandığı bu dönem, kenti yönetmekle
görevlendirilen kişilere idare ve yargı yetkisi verileceğine dair edilen yemin etrafında
görevli konsüllerin oluşturulduğu ve konsüllerin savaş, barış, vergi gibi konularda
komün genel meclisinin fikrini aldığı eşitlikçi bir kent düzeninin izlerini taşır. Fakat
bu dönem bütün İtalyan komünlerinde tek tip bir gelişme yaratmamakla birlikte
komün meclisinin konsüllere karşı gerilemesiyle yaklaşık iki yüzyıllık bir deneyim
sonlanır.
Üretimde işlevsel olarak uzmanlaşmanın yaşandığı ortaçağ kentleri ekonomik
etkinlikler referansıyla tanımlanabilir ancak on üçüncü yüzyılın sonunda şiddeti
artan ekonomik krizle, ortaçağ kenti yeni toplumsal ve ekonomik örgütlenmelere
sahne olacaktır. Bunlardan biri de lonca sistemidir.
Sanayi ve ticaretin pek çok kentte temel işlev haline gelmesi kentin bir atölye gibi
işlemesini sağlarken, sınıfsal ayrılıklar da keskinleşmeye başlamıştır. Kentlerin,
ekonomik cazibe merkezleri olan konumlarını hem kıra hem de birbirlerine karşı
kaybetmek adına korunma ihtiyacı da fiziksel olarak surlarla ve monarklarla
sağlanmıştır. Monarkların kent üzerinde kiliseyi de kendilerine bağlayarak
kurdukları hakimiyet, ortaçağ kentlerinin kapalı ve düzensiz yapısını kırarak yeni bir
mekan düzenlenmesini beraberinde getirir.
Mutlak monarşilerde iktidarın merkezileşmesiyle birlikte ordunun ve bürokrasinin
düzeni kentlere de taşınır. Birbirini dik kesen uzun ve geniş caddeler, garnizonun
geçiş törenlerine uygun olarak tasarlanan geniş meydanlar, ordunun devamlılığını
sağlayacak hizmetlerin üretildiği atölyeler, depolar, görkemli saraylar kentin
görüntüsel değişiklerine örnektir.
37
2. Modern Mekanlar
Modernliğin serüvenini kentin değişimiyle aynı düzlemde okuyan Harvey,
modernizmin kentlerin sanatı olduğunu, de Certeau da kentin, modernliğin hem
mekanizması hem de kahramanı olduğunu belirtmiştir (Harvey, 1999: 39-40).
Aslında, modernlik ve kent arasındaki ilişkiye bu şekilde yaklaşmak, modernliğe
ilişkin zikredilen saptamaları modern kent için de söylemeyi gerektirir. Bu nedenle,
kentleşmenin yarattığı sosyolojik, psikolojik, toplumsal, politik, teknolojik sorunlar
ve sorunların üstesinden gelmeye yönelik eğilimin modern hareketleri beslediğini,
Haussmann’ın on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında Paris’i inşasıyla başlayan
sürecin, Howard’ın ‘Bahçeşehir’, Le Corbusier’in ‘Yarının Kenti’yle devam ettiğini,
yirminci yüzyılın ikinci yarısında ise kentsel yenilenme projeleri ve postmodern
mimarinin kentselliği yeniden canlandırma şiarıyla günümüze kadar taşındığını
belirtmek, modernlik–kent ilişkisine ışık tutacaktır.
Kent-kır ayrışmasının yönelik açıklamalara katkıda bulunan Marx için, kent ve kır
arasındaki karşıtlık barbarlıktan uygarlığa geçişle belirmiştir. Çünkü kentin varlığı ve
kent yönetimi belirli örgütlenmeleri (güvenlik, vergi gibi) gerektirince, topluluk
işbölümü üzerinden iki ayrı sınıfa ayrılmıştır. Üretim araçları ve sermayenin kentte
toplanmasıyla birlikte kent canlılığın ve zevklerin mekanı olurken, kır ekonomik
cazibesi olmadığı için yalnızlığa terkedilir. Bu nedenle Marx, kent-kır karşıtlığını
özünde özel mülkiyetin varlığıyla açıklar ve kent-kır karşıtlığının ortadan
kalkmasının, özel mülkiyetin ortadan kaldırılmasıyla mümkün olacağını söyler. Hem
burjuvanın, hem de proletaryanın kentte doğması, kente yabancılaştırıcı ve
özgürleştirici niteliği içinde taşıyan çifte bir anlam yüklese de, Marx için toplumu
38
kırsalın bezginliğinden kurtaracak mekanlar yine kentler olacaktır (Bumin, 1998:
111-112, Sargın, 2000: 7).
“Avrupa kentlerinin tarihi kırla kent arasındaki mücadele düzleminde
değerlendirilmelidir” diyen Weber ise, bu mücadelenin sadece “mal mübadelesini”
yansıtmadığını, modern kentin gelişme tarihini de açığa çıkardığını belirtir (akt.
Sargın, 2000: 7).
Marx ve Weber’e göre Aydınlanma Projesi, kent-kır mücadelesinde farklı bir
kamusal alanı belirler. Bu yeni konumda Aydınlanma projesinin modern kente
atfettiği önem, kentin kendi dinamiklerini yaratan ve kırla olan ilişkisini koparan bir
mekan olmasından kaynaklanmaktadır. Oysa kent-kır ilişkisini, kapitalizmin
gelişmesi lehinde yok etmek sonraki dönemde, özellikle modernist ütopyacı
söylemin karşı çıkışlarını destekleyecek biçimde sosyal uyumsuzluğu da beraberinde
getirmiştir.
19. yüzyılın ikinci yarısında modernlik büyük ölçüde kentsel bir olgudur. Yoğun
kentsel büyüme, kırdan kente yoğun göç, sanayileşme, makinalaşma, mimari
değişim, kent ölçeğinde sosyolojik, psikolojik ve politik sorunlar yaratmıştır. Bu
sorunları çözmek için modern yaklaşımların harekete geçtiğini söyleyebiliriz.
Hausmann’ın Paris’i inşası, kır-kent arasındaki yok olmaya ilişkiyi yeniden
oluşturmaya çalışan Howard’ın ‘Bahçe Şehir’ önermesi bu dönemin somut
üretimleridir. Yirminci yüzyıla gelindiğinde ise, Le Corbusier’in ‘Yarının Kenti’ ve
Frank Lloyd Wright’ın ‘Broadacre’ projeleri tartışılmaya başlanmıştır. Modern
mimariyi yaygın modernizm paradigması içinde değerlendiren anlayışın gelenek ve
yeni arasında yaratığı kalın çizgi, beklenen toplumsal dönüşümü
39
gerçekleştirmeyince, kent-kır ve eski-yeni arasındaki ilişki yeniden sorgulanmıştır.
Bu noktada modern ütopyacı söylemler, söylenmemişi dile getirmekten çok
söylenmesi gerekeni dile getirmeye çalışarak kent-kır arasındaki özdeş ilişkiyi
yeniden oluşturmaya çalışmışlardır. Özellikle Bahçe Şehir ve Broadacre tasarıları,
modern mimarinin bu denli derin olabileceğini beklemediği kentsel çelişkinin
ortadan kaldırılmasını hedefleyen ütopyacı anlayışın ürünüdür. Örneğin, Bahçe Şehir
(Garden City) önermesi sosyalist ögeler taşımakla birlikte, kent-kır arasındaki
ilişkinin yeniden oluşturulmasını ve modernist bir planlama anlayışının işlevli hale
gelmesini önerir. Howard’ın Bahçe Şehir önermesinin etkilerini görebileceğimiz
Mumford’un kent yazılarında da kır ve kentin uyumunu ön plandadır. Mumford’a
göre yirminci yüzyılın kentleri birey ve kent arasında uyumsuzluk yaratmıştır;
uyumsuzluğu ortadan kaldırabilmenin yolu ise denge oluşturmaktır (1962:514-524) .
Endüstirileşmeyle yoğunlaşan ekonomik, toplumsal ve hatta sağlıksal problemlere
farklı bir anlayışla yaklaşan Wright’ın ‘Broadacre’si, Le Corbusier’in ikincil ve
sadece seyirlik bir yeşil alan yaratan ‘Ville Radieuse’ (Işın Kent) projesinden daha
radikal unsurlar taşır. Ville Radieuse, insan doğa ilişkisini, daha doğrusu insanın
doğayı kullanımını kent merkezinde rekreasyon amaçlı yeşil alanlar yaratmak ve en
düz anlamıyla balkonda sebze yetiştirmek olarak ifade ederken, Broadacre insanın
doğayla ilişkisinin üretim boyutunu doğayı -toprağı- aktif kullanan kentliyi yaratarak
yeniden kurmuştur. Wright, kent içinde kırın kullanımıyla, kentte yaşayıp kırda
çalışan, “yaşam ve kültür arasında ikilemleri olan banliyö sakini yerine” tek bir kent
yaşamı olan kentliyi idealize etmiştir (Zelef, 2000: 16).
40
Broadacre şehirleri, endüstrileşmenin ürünü olan ve kenti çevreleyen her türlü
olumsuzluğun çaresini doğayla bütünleşmede bulur. Çünkü doğa erdemdir, kent ise
ahlaken yıkıcıdır. En iyi yönetim az yönetimdir ilkesine sahip, ademi merkeziyetçi,
yaratıcı emeğe dayanan Broadacre kentleri geniş bir coğrafyada yaşanan toplumsal
çöküşün etkilerinin azaltılması ve bir daha yaşanmaması için önerilen kent karşıtı
projelerdir.
Ütopya kent tasarıları, modern mimari geleneğin Aydınlanmacı kanadının bilinçli bir
şekilde kent ve kır arasına kalın bir hat koyma niyetine duyulan tepkinin ürünüdür.
Ütopyacı anlayışın kent önerileri topyekun bir kıra dönüş sloganı olmamakla
birlikte, modern kentin bayağı estetik ve yoz kültür üreten görüntüsüne
alternatiflerdir. Kent-kır ikilemi ütopyacı anlayışla yeni bir senteze ulaşmış, sosyal
değişimin “doğaya rağmen doğayla” ilkesiyle olabileceğini savunmuştur.
Modern mekan “ütopyalar” dışında, modernik ve kent ilişkisini farklı bir bakış
açısıyla değerlendiren Simmel’e göre modernlik, büyük kentin manzaralarında ve
kalabalıklardadır. Çünkü kent, her ne kadar “içerisindeki toplumsal etkileşimler
üzerinde temel bir etkisi olan, kendine özgü toplumsal bir mekan olsa da, sosyolojik
sonuçları olan mekansal bir kendilik değil, sosyolojik bir kendiliktir” (akt. Frisby,
2003: 27). Bu sosyolojik kendiliğindenlik uyumlu bir bütüne değil, ilişkiler ağına
işaret eder. Bu nedenle modern kent neredeyse çarpıcı bir sahne gibi para
felsefesinin, kentli olmanın getirdiği nevrasteninin, modanın ve metropol hayatına
özgü toplumsal deneyim biçimlerini sergiler.
Simmel, metropol hayatının kişisel olan her şeyi yutarak büyüyen bir kültürün
sahnesine benzediğini düşünür (2003: 100-102). Kentliye yönelik hizmetler
41
teknolojinin yarattığı hız ve ilerlemeyle harikalar yaratsa da aslında ortaya çıkan
“gayri şahsileşmiş bir tin’dir”. Kültürün aşırı nesneleştiği bu ortamda kentli de aşırı
öznelcilik göstererek kendi tepkisini geliştirir. Aslında Simmel için, nesneleşmenin
temel nedeni metropol hayatına olabildiğince nüfuz eden para ekonomisidir. Para
ekonomisi, insanın doğaya karşı giriştiği ayakta kalma mücadelesini insanlar
arasında ayakta kalma mücadelesine dönüştürerek, kentlinin birbirleriyle olan
ilişkilerini de soğuk ve çoğu zaman zorunlu kılar. Modern kentli ekonominin
zihinselliğine teslim olmuş, aldırmazlaşmış ve bireyselleşmiştir. Bu nedenle modern
kentte farkedilmenin tek biçimi moda ya da egzantriklik gibi eğilimler yaratmak
olmuştur (Simmel, 2003: 98).
Modernlik ve kent tartışmalarına özgün katkılarda bulunanlardan biri de Walter
Benjamin’dir çünkü Benjamin, kenti yeni anlatı biçimleri içinde kullanır. Öncelikle
kent, “benin” flaneur (kentli gezgin) kişiliğinde kendi deneyimlerini anlamlandırdığı
mekandır.
Benjamin, kenti ve kent tarihini güncelleştirerek geçmişi öğrenmeye, şimdiyi
okumaya, şimdideki tehlikeyi anlamaya çalışır. Sadece kentin bilgisi ve tarihi değil,
politik geçmiş de bugünün biçimleri ve yaşantısını anlamayı kolaylaştırır. Sosyal
olguların tarihte kendiliğinden bir nedensellik içinde durmadığını, bu nedenselliğin
egemen sınıfların bakış açısına dayanmakta olduğuna inanan Benjamin’e göre,
tarihsel bilginin öznesi olan ezilen sınıfın geleneği, içinde yaşadığımız olağan dışı
durumun aslında kural olduğunu öğretmiştir (2004: 41). Bu durumda yapılması
gereken geçmişin kefaretinin “benin” deneyimleri aracılığıyla ödenmesi ve “benin”
kurtarılmasıdır.
42
Benjamin’in “19. Yüzyılın Başkenti Paris” yazısı modern yaşam tarzı ve mekan
ilişkisinin kurulduğu önemli bir metindir. Bu metin, 19. yüzyılın Paris’ini, hem
endüstrileşme hem de bu sürece cevap verecek bir kent yaratılması vurgusuyla
anlatır. Hausmann tarafından yönlendirilen hızlı kentleşme deneyimi, sermayeyi
destekleyerek kenti yeniden inşa ederken, kentin yeni görüntüsü, herhangi bir iç
çatışmayı önlemek amacıyla, “kışlalar ve işçi mahallelerini” birbirine yaklaştırmış,
caddelerin genişliği barikatlar kurulmasını önleyecek biçimde ayarlanmıştır
(2004:102). Kısaca, devletin mutlak kontrolü, kapitalizmin hızlı yükselişinin
ışığında şekillenmiştir. Ancak Komün’le birlikte barikatlar yeniden kurulunca, yeni
yüzyılda kenti yeniden planlamak gerekecektir.
Özetle, modern mekanlar kent-kır ayrışmasının belirginleşiği, kent ve kırın
uyumunun kapitalist gelişme adına ortadan kaldırıldığı, ama bu sürecin doğaya
uyumsuz kentliler yarattığı mekanlar olmuştur. Ütopya kent tasarılarının modern
mekanlar yaratma girişimi de, bu uyumsuzluğu ortadan kaldırma çabasının
sonucudur. Ancak para ekonomisi, modern mekanlarda ütopyalara yer vermemiştir.
“Ütopyalar kente giremeyince”, egemen sınıfın mekanı kendi çıkarları lehine
şekillendirdiği, aşırı nesnel, kişiselliği eriten, hayatta kalma mücadelesinin doğaya
karşı değil, insana karşı verildiği “modern mekanlar” ortaya çıkmıştır.
3. Kentte ve Kentli Olmanın Değişen Anlamı
Modernliğin mekan anlayışında ortaya çıkardığı köklü değişimler doğayı ‘ölçülebilir
saf bir nesne olarak’ algılayarak, özneyle doğa arasındaki uyumsuzluğu arttırmış ve
43
doğaya ait olan her şeyi tüketime hazır bir araç haline getirmiştir. Bu durum modern
proje içinde temel bir çatışmayla birlikte, kapitalist üretim biçiminin yaşadığı
mekana, sosyal ve doğal çevreye yabancılaşan bireyler yaratmasına neden olmuştur.
Yukarıda belirtilen durumun Baudleire tarafından dillendirilmiş şekli ve bunun
mekansal bağlamı ise; modern zamanların kentinin, kent sakinlerinin ruhlarında
yarattığı zorlamadır. Bu noktada Baudelaire’in yorumunun hangi zamanda
yapıldığını belirtmek anlamlı olacaktır, çünkü bu dönem gelenekten köklü bir
kopuşla sistematik bir şekilde planlanan Paris’in yeniden inşa edildiği dönemdir.
Yeni bulvarlar, köprüler, kanalizasyon, kenar mahallelerin temizlenmesi, opera ve
kültür sarayları ve büyük parklar, Paris’in büyük kentsel planlama projesinin sadece
birer parçasıdır. Bundan böyle Paris’in büyük bulvarları, modern kamusal kent
mekanları ve şehrin sakinlerinin kendilerini gösterebildikleri alanlardır, daha
doğrusu bu alanlar ilk defa kentin yıkık dökük mahallerinin sakinlerine, yaşadıkları
yer dışında bir mekanı görmelerini ve bu mekanda görünmelerini sağlamıştır. Fakat
bu karşılaşmalar bulvarın aydınlığa çıkardığı bir yarayı da gözler önüne serecektir.
Berman’ın dediği gibi, bir yandan bu partal görünümlü insanları rahat insanlar
ailesine katmanın bir yolu yoktur, öte yandan da bu insanları uzun süre göz önünden
uzaklaştıracak bir baskı biçimi mevcut değildir (2000: 211).
Modernliğin ortaya çıkardığı modern kentin on dokuzuncu yüzyıldaki simgesi olan
bulvarlarda açılan bu yaraların ortadan kaldırılabilmesi, gene modern projenin kendi
içinden gelmiş ve yirminci yüzyılda modern kentin simgesi otoyol olmuştur.
Benjamin’in on dokuzuncu yüzyıl kentinde insan ilişkilerinde diyalogun, dilin yerini
alan göz teması tespiti (Frisby, 2003: 28) yirminci yüzyılda gözlerin birbirine
44
değmediği bakmadan geçmeye dönüşmüştür. Elbette bu dönüşüm, karşılaşma
anlarındaki yaraları sarmaya yönelik değildir. Çünkü bu yeni dönemle birlikte
karşılaşmaların niteliği değişmiş, mekanı saran hız hissi, başkalarını fark etmeye
yönelik duyguyu ortadan kaldırmıştır. Artık bu anlarda hissedilen, trafiğe ve hıza
ayak uydurma çabasının yarattığı gerginliktir.
Modernist mimar Le Corbusier “Kent Planlamasının İlkeleri” makalesinde, önce bu
trafik karşısında hissettiği zavallılıktan bahseder, fakat devamında sarf ettiği
cümleler bu histen uzaklaşacaktır. Öyle ki, zavallılık hissi birden bütün bu hızın ve
trafiğin ortasında bulunabilmenin getirdiği güce ve bunun bir parçası olabilmenin
hazzına dönüşür (1991, 76). Bu hazzı duyabilen bir insan tipini yaratabilmek için
yeni bir kentsel yapıya daha doğrusu Le Corbusier’in tanımıyla “yeni tip bir sokağa”
ihtiyaç vardır. Modern hayatın toplumsal çelişkilerini içinde taşıyan sokak, yeni
haliyle bu çelişkilerin potansiyeli olma halinden arındırılacaktır. Le Corbusier’in
yöntemi ise çok net ve mutlaktır. “Sokağı öldürmeliyiz” (Berman, 2000: 226-227).
Çünkü sokağın yok edilmesi potansiyel çelişkilerin açığa çıkmasını engeller.
Böylelikle bir kere daha modernlik kendini var ettiği mekan olan kentte çelişkilerini,
uyumsuzluklarını irdelemeden, çözmeye çalışmadan varlığının devamını sağlamanı
yollarını yaratır; bunun için gerekirse yok eder.
Modern mekanlar, Aydınlanmacı modernist projenin katı ve disipliner planlama
anlayışının ve bunun kent mekanı üzerinde yarattığı sosyal uyumsuzlukların
modernist akımların etkisinde nasıl değişime uğratıldığına işaret eder. Modernliğin
yaratıcı yıkım sıfatından somut anlamda en çok etkilenen alan olan kent ve
kentleşme deneyimi, kentli olmanın değişen anlamıyla birlikte sürekli bir
45
nesneleştirme, aldırmazlık ve kentsel mekanların kullanımına dair pratiklerin
değişmesiyle modernliğin dönemlerine koşut bir değişim sergiler. Söylemsel
farklılığın belirginleştiği yirminci yüzyılın ikinci yarısında, modern geleneğin
mekana yaklaşım tarzından tamamen kopan postmodernlerin, kenti planlamakla
değil, tasarlamakla uğraştığı “kolaj” bir kent yaratma çabası hakimdir. Le
Corbusier’in mimari anlayışınıın ve 1933 tarihli modernist mimarinin temel
hatlarının açıklandığı CIAM (Congress of International Modern Architects) Atina
Bildirgesi’nin miadının dolduğunun göstergesi, Le Corbusier tarafından yapılan St.
Louis’teki toplu konutların, içinde yaşayan düşük gelirli aileler için oturulmaya
uygun olmadığı düşüncesiyle 1972 yılında dinamitle havaya uçurulması olacaktır
(Harvey, 1999: 54).
4. Kenti Okumak
Kentsel tarihi anlamak için kapitalizmin gelişimi ya da modernliğin evrimiyle
birlikte kullanılan yollardan biri de, kenti “verili bir metin” gibi görmek eğilimidir.
Kent bir metin olarak düşünüldüğünde, bu metnin belirli yazarlarının olduğu, kentin
farklı prosedür ve tekniklerle inşa edildiği, içine yerleştirilen farklı anlamlarla
değerlendirilmesi gerektiği; bu nedenle farklı okuma biçimlerine tabi olduğu
söylenebilir (Sawage&Warde, 1993: 122).
Farklı okuma biçimleriyle örgütlenen kent tarihi araştırmaları, endüstirileşmiş Batı
toplumlarında, kentlerin toplum düzeninde zaman içinde değişen durumuna koşut bir
değişim çizgisi izlemiştir. 1930’larda Fransa’da “kentsel uyanış” olarak
nitelendirilebilecek yeni bir bakış açısı ortaya çıkmış ve Annales dergisi etrafında
46
toplanan bu yeni düşünce, kenti ve kentsel yaşamı toplumsal yaşamın ve uygarlığın
temel niteliği olarak kabul etmiştir. 1950’lerden sonra Fernand Braudel ve
arkadaşları etrafında Annales dergisinin çizgisi devam etmiş, “toplumsal ilişkilerin
mekansal izdüşümü olan kent, dünyevi olanı kutsal olandan, çalışmayı eğlenceden,
kamuya ait olanı özel olandan, erkekleri kadınlardan, aileyi yabancı olan her şeyden
ayıran sınır çizgileri ağının kendi içinde kesiştiği, aynı zamanda da onun yapısını
oluşturduğu bir mekan görüşüyle karşımıza çıkar” ifadesiyle anlamlandırılmıştır
(Braudel, 1990: 25).
Kent tarihi araştırmalarında 1960’lı yıllarda önemli çalışmalar yapmış bir diğer ekol
de ‘Kent Tarihi Grubu’dur. Bu grubun kent tarihi anlayışlarındaki en belirgin nitelik,
kenti modern yaşamın yapısını anlamak ve açıklamak için bir model olarak
görmeleridir. Bu akıma göre kent, görsel olarak algılanabilen, anlaşılır ve
kavranabilir fiziksel ve sosyal bir kütledir. Bu nedenle, kentsel çöküş de kentsel
büyümenin bir uzantısıdır ve kentte yaşanan karşıtlıkları, bir karmaşa olarak değil,
bütünün bir mantığa göre ilişkilendirilmiş parçaları olarak görmek gereklidir
Özellikle sosyal yapı ve politika arasında çok yakın bir ilişki olduğu vurgulayan Kent
Tarihi Grubu, dinsel ve sınıfsal bölünmeleri, göç olgusunu, işçi hareketlerini,
endüstrileşme ve kentsel gelişmenin doğal sonuçları olarak betimlemişlerdir (Aktüre,
1996: 18).
1980’lerde ise Harvey’in öncülüğünde, kenti okumakla ilgili yeni bir biçim ortaya
çıkar. Tarihsel Kent Coğrafyası olarak adlandırılan bu akım, ampirik çalışmalardan
da faydalanarak, özellikle kapitalist kentleşmenin tarihi üzerine yoğun araştırmalar
47
yapmıştır. Aynı yıllarda kapitalizm-kent ilişkisini “edebiyattan okuyarak” yapan
Marshall Berman ise, kentin kültürel olanla var olan bağına dikkatleri çekmiştir
Sonuç olarak, kent tarihi araştırmaları kenti okumanın farklı biçimlerini sunsa da,
kentin tarih boyunca değişen anlamları olsa da, kentin, tanımlı her dönem içinde
aslında egemen olan tek bir anlamı olduğunu söylemek gerekir. Baskın olan bu
anlam, iktidar ya da egemen olanın kentin farklı bileşenlerine müdahele etme
yetkisinden doğar ve sosyal grupların kente yerleştirmeya çalıştığı diğer anlamları
ikincilleştirir.
48
III. Kültür ve Edebiyatın Değişen Çehresi: Yeni Biçimler
1. Modernlik Zihniyeti
Berman, modernliği, “modern insanların modernleşmenin nesnesi oldukları kadar
özneleri de olmak, modern dünyada sıkıca tutunabilecekleri bir yer bulmak ve
kendilerini bu dünyada evde hissetmek için giriştikleri çabalar olarak” tanımlar
(2000: 11). Berman’nın tanımı modernlikle birlikte değişen bir zihniyetin izlerini
işaret etmektedir. Zihinsel anlamda bu değişim modern insanın olumsallık bilinci ve
olumsallık kültürü altında dünyayı anlamlandırma pratiklerindeki dönüşümü içerir.
Bu pratikler anlamını kaybeden ya da farklı şekillerde algılanan risk, güven, gelenek
gibi kavramların modernlik zihniyetindeki yeni formlarını oluşturur.
Modernlik zihniyetinin en belirgin niteliği olumsallık bilinci ve kültürüdür.
Modernlikle birlikte olumsallığı en aza indirmek, risk ve tehlikeleri ortadan
kaldırmak, her şeyin kavranabilir ve bilinir olduğu iddiasının peşinden gitmek ve
hakikat yerine kesinlik duygusuna kavuşmak arzusu belirginleşir.
Risk ve güven olumsallık kültürünü anlamak için önemli referans olgulardır.
Yerinden çıkarma düzenekleri günümüzde güvenlik alanlarının büyümesine neden
olsa da ortaya çıkan risk grupları da günden güne artmaktadır (Giddens, 1998: 122).
Bu nedenle riskin risk olarak bilindiği modern dünya, modern olmayandan risk
faktörünü kadercilikle açıklamayarak ayrılır. Bu bakış açısı, riskin öngörülemez
sonuçlarının insan ediminden bağımsız olamayabileceği yargısıyla açıklamayı
49
gerektirir. Olumsallık bilinci burada devreye girerek riskin yarattığı bilinemezliği
yok etmeyi ya da ortadan kaldırmayı hedefler. Bu bağlamda Giddens’ın belirttiği
yerinden çıkarma düzeneklerinin simgelediği uzmanlık sistemlerinin sınırlarının
büyümesi tespiti ve olumsallık bilinci arasında ilişki kurmak mümkündür (1998:
127). Sınırları genişleyen uzmanlık sistemleri ve bu sistemlere duyulan güvenin
artması güven kavramını modern zamanlara özgü bir biçimde somut olandan soyut
olana taşır. “Kişisel alanda kişilikdışı biçimde örgütlenen” sistemler risk faktörünü
dağıtmaya ya da azaltmaya çalışsa da modern birey bu aşamada ne sonsuz bir güven
ne de riskin tamamen yok olacağına dair sonsuz bir inanç hisseder. Çünkü
modernliğin müphem ve muğlak karakteri mutlak belirlilik ya da güveni telkin
edememektedir.
Modernlik zihniyetinde vurgulanan noktalardan biri de modernliğin
düşünümselliğidir çünkü modernliğin ilerlemesiyle birlikte düşünümselliği de
dönüşmeye ve değişmeye başlamıştır. Giddens’a göre, düşünümsellik “tüm insan
eylemlerinin tanımlayıcı karakterini oluşturur ve tüm insanlar yaptıkları şeyin
nedenleriyle onu yapmanın ayrılmaz bir parçasını oluşturacak biçimde bağlantılı
kalırlar” (1998: 41).
Modernlikle birlikte, insanın eylemi ve eyleminin nedeni arasındaki ilişki geleneksel
kültürde var olandan farklı biçimlerde kurulur. Modernlik öncesi dönemde geleneğin
anlamı geçmiş, bugün ve geleceğin sürekliliği içine yerleştirilmesinden, durağan
olmamasından, zaman ve uzamı kullanma şekillerinden ve geçmiş üzerindeki
etkisinden gelir (Giddens, 1998: 42). Bu nedenle modern öncesinde düşünümsellik
(eylem ve eylemin nedenselliği arasındaki bağ) geleneksel olanla açıklanma özelliği
50
gösterir. Oysa modernlikle birlikte günlük yaşam pratikleri geçmişle ya da gelenekle
ilişkilendirilerek açıklanmaz, modernin içinde geleneğin varlığı devam etse bile,
herhangi bir uygulama sırf geleneksel olduğu için onaylanmaz, gelenek sadece haklı
görülebilir. Modernliğin düşünümselliğinde geleneğin anlamı sürekli olarak
keşfedilmesinden, keşfedildikçe dönüştürülmesinden bağımsız değildir. Gelenek
modern deneyimin kendini şimdi’de bulması ya da şimdiye sabitlemesinin bir
koşuludur.
Modern toplumda düşünümsellik, “toplumsal uygulamaların, bu uygulamalarla ilgili
yeni bilgiler ışığında sürekli olarak incelenip reforme edildiği, böylece karakterlerini
yapıcı olarak değiştirdiği gerçeğinden oluşur” (Giddens, 1998: 43). Toplumsal
uygulamaların bilgi ve aklın baskınlığı altında değişikliğe uğratılış tarzı ve
modernliğin düşünümselliğinin sürekliği arasındaki ilişki, bu bilginin değişebileceği
olasılığına dayanır. Kısaca modernliğin düşünümselliğinde bilgi, kesinlikle eşdeğer
ya da belirli nitelikleri değişemez olan değildir.
Giddens, “modernlik koşullarında hiç bir bilgi, bilmenin emin olmak demek olduğu
eski bilgi değildir” demektedir (1998: 44). Bu ifade modernlik zihniyetinin bir diğer
bileşeni olan şüphenin sürekli ve yeniden üretilerek gündelik hayata yerleşmesine
işaret eder. Bilginin yanlışlanabilir olması ve kesinlik taşımaması ihtimali modernlik
içinde şüpheye yerleşik bir alan yaratmakta, bilgi yaşamın içinde ve yaşandıkça
doğrulanmakta ve yanlışlanmakta, böylelikle yeniden şekillenmektedir.
Esas olarak modernlik zihniyeti, modern insanın hayata ve kendine yönelik yaklaşım
ve algılarındaki değişimler bütünüdür. Bu değişimler, kendini şimdi’ye sabitleme ve
eskiden kopma, zamanı çizgisel ve bilinmeyene doğru algılama ama her şeyden öte
51
bireyin inşası ve bireyin eyleminin özerkliği fikirleri üzerinden temellenir. Ancak,
Aydınlanma’nın aklın ışığında insanın kendini keşfedeceği, özerkleşeceğini, hayatı
(güven, şüphe, aşk, cinsellik...) geleneğin etkisinden kurtularak yaşayacağına dair
iyimser iddiası, modernlikle birlikte oluşan mekanizmalar sonucunda, bireyin
hayatını öngörüldüğü gibi yaşayamamasına neden olmuştur. Bu nedenle modernlik
zihniyeti de, modernliğin ikili anlamından bağımsız değildir.
2. Moderne Karşı Modern: Modernizm Tartışmaları ve Edebiyat
Modernizmin, modernliğe karşı geliştirilen kültürel hareketler olduğunu, yani
‘kültürel modernliğin’, ‘burjuva modernliğine’ bir tepki olarak oluştuğunu, resimde,
edebiyatta, sinemada, mimaride bu tepkiyi dile getirdiğini biliyoruz. Sanatın
ideolojilerle olan ilişkisi, sanat ve ideolojinin birbirlerine dokunarak, etkileyerek
geçirdikleri dönüşümleri açığa çıkarırken, edebiyatın da bu dönüşümle şekillendiği
açıktır. Modern zamanların edebi olanı nasıl değiştirdiğinden bahsedeceğimiz,
modernlik-edebiyat ilişkisini anlatmaya çalışacağımız bu bölümde, kenti ve
modernliği, neden edebi metinleri okuyarak anlamaya çalıştığımız da
aydınlanacaktır.
Aslında, edebiyatı özerk bir alan ve sosyolojik değerlendirmeler için kaynak olarak
okuma eğilimi on dokuzuncu yüzyılda başlamıştır. Bu yüzyılda edebiyata sosyolojik
açıdan yaklaşan düşünürlerden Taine ve Stael, edebiyatı toplumun diğer
kurumlarıyla bir tutarak değerlendirir. Stael’e göre edebiyat da tıpkı toplumun diğer
kurumları gibi o toplumun insanlarının özellikleriyle, bu özellikler de iklim ve
coğrafya koşullarıyla belirlenir ve edebiyat bu koşullarının ürünü olur. Taine ise
52
coğrafi ve tarihsel koşulları milieu (ortam) dediği bir kategoriyle ifade ederek
edebiyatta her milieu’nun tipik edebi kahramanını bile bulmanın mümkün
olabileceğini belirtmiştir (Parla, 2001: 36-37).
Edebiyatın nasıl oluştuğuna dair ortaya sunulan tezlerden biri Marx ve Engels’e
aittir. Marx ve Engels, “Bütün iktisadi ve politik gelişmemizin ön koşulunda
köleliğin hem evrensel olarak tanındığı hem de gerekli sayıldığı bir durum
bulunduğunu unutmamalıyız” derken sanat ve edebiyatın köklerinin nereye bakılarak
bulunabileceğine dikkat çekmiştir (2001: 71). Edebiyat kuramının Marksist
açıklaması önce sözün değil işin olduğunu, dilin ve şiirin iş yaparken geliştiğini,
zamanla farklılaştığını ve zaman içinde diğer türlerin ortaya çıktığı üzerinedir. Bu
nedenle Marksist kurama göre, türlerin ortaya çıkışı ve ayrışması sınıfların
oluşumundan ve bu sınıfların çatışma süreçlerinden bağımsız değildir.
Türlerin oluşumunda Marksist açıklamaya sadık kalarak, toplumun geçirdiği
değişimlerde edebiyatın rolünü kabul eden Jameson, edebi türlerin oluşumunda
tarihselliğin önemini vurgular. Jameson, tarihselliğin tanımını sekülarizasyon ve
yabancılaşma süreçleriyle yapar. Bu nedenle, anlatımın büyüden ayrılması
sekülarizasyonun, bireycilik ve sonrasında da parçalanmış bireyin ortaya çıkışı
yabancılaşmanın sonucudur (Parla, 2001: 40). Postmodernist anlatı biçimi ise
öznenin parçalanmışlığıyla ilgilidir. Kısaca Jameson için türler, ideolojilerin
biçimlendiği “sosyo sembolik” mesajlardır, içerikleri de toplumsal ve kültürel
bağlamlara göre değişir.
İdeoloji ve sanat ilişkisini aydınlatmaya çalışan Althuser’e göre ise, sanatın temeli
varlıklarını her alanda hissettiren ideolojik söylemlerdir (Parla, 2000: 42). Siyasal,
53
dinsel, kültürel ya da ailevi kurumlar tarafından üretilen söylemler gerçeği
yansıtmasa bile hayatı kuşatır. Edebiyat ve ideoloji arasındaki ilişki edebiyatın bu
söylemleri gösterebilme yetisidir. Edebiyat bir yandan bu söylemlerin doğruluğu ve
doğallığını sorgularken, diğer yandan da okurun merkezi olan ideolojiye karşı
algılarını açmaya soyunur.
Eagleton ise, edebiyatı kuran değer yargılarının tarihsel olarak değiştiğini ve bu
değişimlerin toplumsal ideolojilerle yakından ilişkili olduğunu belirtir (2004: 33).
Tarafsız cümle kurmanın imkansız olduğu kabulü, ebedi yapıtın salt biçimiyle
değerlendirilemeyeceğinin göstergesidir. Çünkü edebiyat sadece formu ve anlatı
tekniğiyle estetik olanın sembolü olmayan, toplumsal ideolojilerle yakından ilişkili,
ne tamamen nesnel ne de tamamen öznel bir alandır.
Sanat ve ideoloji ilişkisini tarihsellikle açıklamaya çalışan kuramların dışında, sanatı
özellikle de edebiyatı tarihten ve diğer disiplinlerden ayırarak irdeleme çabası
edebiyatı özerk bir alan olarak tanımlamıştır. Biçimci edebiyat kuramına göre bu
bağımsız alanda önemli olan konu değil kurgudur çünkü her edebi metin konularına
göre sınıflandırabilir. Biçimcilere göre, edebi metinler ancak kurgu ve dilsel
özellikleriyle edebiyatın özerk bilim statüsüne ulaşmasını sağlayabilirdi. Çünkü
edebiyatın amacı sıradanlığı kırmak, işlevi ise gündelik yaşamda yitip giden
duyguların yeniden kazanımını sağlamaktır ve bunu yapabilen en yetkin yapıt dilsel
özellikleri en iyi kullanabilen kurguya sahip olandır. Ayrıca bu kurgunun gerçekliği
temsil etmesi de gerekmemektedir (Parla, 2001: 46-47). Özellikle Rus Biçimcileri
metnin bizzat inanılırlığı zedelemesi ve bir yanılsama olduğunu hissettirmesi
gerektiğini düşünmüşlerdir.
54
Oysa, edebiyatı sadece biçimsel özelliklerine göre özerk bir alanda tanımlamak
edebiyatın ideoloji ile olan temsili ilişkisini gözden kaçırmak demektir. Edebiyat
eserleri, yazarın ruh haline göre şekillenen, sadece yazarın yeteneğine göre
değerlendirilen metinler değil, toplumsal zihniyet ya da egemen görüşe bağlı olarak
ortaya çıkan bir bakış açısını temsil eden metinlerdir. Dolayısıyla, edebi bir metin
ancak temsil ettiği süreci belirleyen dinamikler üzerinden değerlendirildiğinde
anlaşılır olur.
3. Epik Tutsaklıktan Özgür Romana
Bilindiği gibi 1605 yılında basılan ve Cervantes tarafından yazılan La Mancha’lı
Asilzade Don Kişot adlı eser tarihte ilk roman olarak kabul edilir. Anlatı tekniğinin
değişmesine öncülük etmesi dışında, Rönesans ahlakına tepkisi, egemen otoritenin
“zor kullanma ve zorlamasına” karşı insan olma onurunu savunması, deliliğe
yaklaşırken söylediği onca akıllı söz ve eleştirdiği düzen, Cervantes’i modernliğin
ilk romanıcısı, Don Kişot’u da ilk kahramanı yapar (Parla, 2001: 18).
Modern olanla birlikte zaman, mekan, birey, devlet gibi pek çok kavram değişikliğe
uğrarken; modernlikle birlikte doğan roman da masal, destan, şiir gibi türlerden
farklı olan dilsel ve biçimsel özellikleriyle bu değişimlerin yansığı “mekan”
olmuştur.
Romanın doğuşuyla ilişkin olarak Marksist edebiyat kuramcılarından Lukacs, epik
ve roman gibi edebi türlerin oluşumunun egemen ideolojiyle ilgili olduğunu söyler
ve türlerin değişimini tarih içinde bireylerin üretim süreçlerine yabancılaşmasıyla
55
açıklar. Lukacs epiğin, işbölümü ve uzmanlaşmanın henüz parçalanmadığı,
bireylerin üretim sürecinden kopmadığı, parçalanmamış bir dünyanın ifadesi olan bir
tür olduğunu, romanın ise kapitalist süreçle birlikte oluşan yabancılaşma ve
parçalanma süreçlerine koşut olarak kapitalizme özgü bir tür olduğunu belirtir.
Lukacs’a göre, roman, “hayatın kapsamlı bütünselliğinin artık dolaysızca verili
olmaktan çıktığı, anlamın hayata içkinliğinin bir sorun haline geldiği ama yine de
bütünsellik terimiyle düşünen bir çağın epiğidir” (2003: 64). Romanın, romancının
bile bulamayacağının farkında olmadığı parçalanmamış bir gerçekliğe ve bütünlüğe
kavuşma hayaliyle yazılması ise roman türünün ironisidir (Lukacs, 2003: 83). Çünkü
kapitalist toplumda parçalanmış bireyler, parçalanmış bir gerçeklik ve nesneler
anlamsızlaştıkça onların yerine simgeler koyan yazarlar vardır. Lukacs için bütün bu
gelişmeler nedeniyle yirmi birinci yüzyıl romanından hayır gelmeyecektir.
Lucien Goldman ise roman türünün yapısıyla ekonomik yapı arasında bir ayrılık/
benzerlik olduğunu belirtir (Parla, 2001: 39). Bireylerin hayatlarının, yaşadıkları
toplumun egemen ideolojisine koşullu oldukları gibi, yazın metinleri de bireylerin
yarattıkları anlatılardan çok egemen düşünce yapılarıyla şekillenir. Yazarların
büyüklüğü, bu egemen ideolojiyi yazın yoluyla elle tutulur hale getirmelerindedir.
Edebi türlerin ortaya çıkışıyla ilgili tarihsel ve biçimci kuramlar arasındaki
kopukluğu gidermeye çalışan kişi Bakhtin’dir. Aslında Bakhtin’nin yapmaya çalıştığı
iki akım arasında bir arabuluculuk değil, tam aksine birbirinin tam karşısında duran
bu iki yaklaşım arasında birbirine geçen noktaları gün ışığına çıkarıp ‘maksimum
temas noktalarını’ bularak yeni bir ifade ediş ortaya çıkarmaktır (Irzık, 2001: 10).
56
Bakhtin için edebi türler içinde romanın özel bir anlam taşımasının en önemli nedeni
“romanın yalnızca bir söylem olmakla kalmayıp, aynı zamanda söylemin temsili
olmasıdır” (akt. Irzık, 2001:16). Roman, söylemlerin birbiriyle nasıl karşılaştıklarını,
hangi derecelerde var olabildiğini örneklemekle kalmaz, bizzat bu olguları resmeder,
onları kendi söyleminin nesnesi kılar. Romanın biçemsel özellikleri olguları
yansıtmanın aracıdır, bir tür olarak romanı tanımlayan ise bu temsilin kendisidir.
Roman yaşamdaki çok sesliliğin, kamusal dillerin çokluğunun, bireyin yalnızlığının,
inanılırlığın zedelenmesinin, şüphenin kısaca modern zamanlara has her yeni
duygunun mekanıdır. Modern dönemin ürünü olan roman, modernliğin yarattığı
dilsel katmanlaşmayı farklı dilsel biçimler kullanan toplumsal çeşitlilik üzerinden
kurar ve bu nedenle roman olmayan türlerden ayrılır. Örneğin epikte ve şiirde tek bir
dilin ideolojik bütünselliği varken, romanda ideolojik parçalanmışlık vardır.
Bakhtin, romanı diğer edebi türlerden farklı bir alana yerleştirmek gerektiğini söyler
çünkü roman tam da yukarıda anlatılan nedenden ötürü diyalojiktir. Monolojik şiir ve
diyalojik romanın karşıtlığını yaratan ise heteroglossia kavramıdır. Heteroglossia,
ulusal dil içinde söz ve biçemin tabakalaşması ve birbiriyle çatışmaya girmesidir
(2001: 49). Heterologssia’nın varlığı dilin varlığından ayrılamaz olsa da, Bakhtin’in
tanımladığı anlamda tam formunu alması tarihseldir ve ideolojik bütünlüğün
bozulmasıyla anlaşılır. Özellikle modern toplumda ulusal dilin varlığı, bir dilin
kendini başka dillerden göremeyeceği gerçeği heteroglossia’nın tam anlamıyla
varlığından bahsetmeye yeterlidir.
Romanın, egemen düşünceden bağımsız kendini temsil edemeyeceği, ekonomik
ilişkilerden bağımsız bir kurguya sahip olmayacağı ve kapitalist sisteme özgü
57
parçalanmışlığı, roman referanslı bir kentsel okumada da varlığını sürdürecektir.
Özellikle Ankara örneği üzerinden, kentsel hayattaki her kırılma, milat ya da köklü
değişim, roman ve romanı çevreleyen gerçekler arasında kurulan dil yardımıyla
romanlara yansımıştır. Modernliği tanımlarken andığımız yaratıcı yıkım, yıkıcı
yaratım, eskiyi reddediş, rasyonalite gibi izler romanlar aracılığıyla da dile getirilmiş;
kamusal alanların kullanımı, karşılaşma mekanları, bireylerin kent merkezinde
kendini tanımlama biçimleri, romanlardan analiz edilebilir olmuştur.
58
İKİNCİ BÖLÜM
KAÇINILMAZ MODERNLEŞME VE ANKARA
I- Türk Modernleşmesine Genel Bir Bakış
1. Cumhuriyet Öncesi Modernleşme Hareketleri
a) Siyasal Toplumsal Değişimler
Modernleşme terimini piyasa toplumunun ve ulus devletin oluşmasıyla sonuçlanan
“toplumsal yaşamdaki çeşitli değişimleri özetleyen genişletilmiş imajlar” olarak
tanımlamıştık (Kasaba, 1998: 15). Böylelikle, modernleşmenin ulus devletlerin ve
kapitalizmin yarattığı piyasa ortamının oluştuğu, piyasalara dahil olabilmek için
geleneksel yapıların çözüldüğü gelişmeleri kapsadığını söyleyebiliriz. Türk
modernleşmesini anlayabilmek için bu tanımı akılda tutmak, bu tanıma uyan ve
uymayan noktaları belirtmek önem taşımaktadır.
Türkiye’nin modernleşme pratiğiyle ilgili tezlerden ilki, Kemalist hareketi Osmanlı
dönemindeki modernleşme sürecinden bağımsız bir alana koyar ve ayrıştırır.
Cumhuriyet rejiminin yaratmaya çalıştığının, devrimci bir karakterle geleneksel
yapıyı çözmek olduğunu savunan bu söyleme göre, Kemalist hareket “bir süreklilik
değil, kopuşu” simgelemektedir. Kansu, Kemalist modernleşme projesinin, genellikle
kopukluk tezine yakınlaştırılarak aktarılmasına dikkatleri çekerken, bu tezi
savunanların, milli bir kurtarıcı ve aşkın bir figürün (Mustafa Kemal) imajından
faydalandığını belirtir (1995: 17). Oysa Türkiye modernleşmesinin miladını 1923
59
tarihi almak tarihsel süreçte kopukluk yaratır. 1923’e kadar Cumhuriyet’in kurulması
için gerekli tarihsel koşullar mevcuttur fakat Türkiye Cumhuriyeti’ni Osmanlı’dan
ayıran faktör ulus devlettir. Bu niteliğin Coşar’ın belirttiği gibi, zamansal olarak
Osmanlı’ya ait modernleşmenin içinden şekillendiği gözden kaçırılmamalıdır (1999:
60).
Osmanlı İmparatorluğu on sekizinci ve on dokuzuncu yüzyılda modernleşmeyi
oluşturan parametrelerden etkilenmiş, böylelikle ekonomik olarak Avrupa
piyasalarına bağlanmış, milliyetçi ayaklanmalara sahne olmuş, özgürlük ve uzantısı
olan hak talepleri İmparatorluk’ta huzursuzluk yaratmaya başlamıştır (Kasaba, 1999:
16). Bu açılardan Türk modernleşmesi de, modernleşmenin ortaya çıkışına dair
genellemelere dahil edilebilir. Fakat, Türk modernleşme pratiği, özellikle devletin
konumu ve rolü nedeniyle kendine özgü bir nitelik kazanmıştır.
Osmanlı’da, Batı’ya kıyasla hızlı bir modernleşme sürecini sağlayan önemli
toplumsal bir dönüşüm gerçekleşmemekle birlikte, bu süreç tamamen dışsal etkilerle
de başlamamıştır çünkü sınırlı da olsa, modernleşmeye zemin hazırlayan geleneksel
toplumun çözülüşü Osmanlı’da da görülmüştür. Özkazanç, bu toplumsal dönüşümün
eskiyi çözdüğü hızda yeniyi doğurmadığını, bu nedenle daha çok var olan düzenin
bozulması süreci olarak algılandığını belirtir (1998: 119). Bunun nedeni, yeniyi
temsil eden toplumsal güçlerin zayıf kalmış olmasıdır. Aslında bu durum Türk
modernleşmesinin özgünlüğünün nedeni olarak açıklanabilir. Devletin, yeniyi temsil
eden güçlerden daha etkin olması yani, burjuvazinin ve sivil toplumun olmaması,
Osmanlı toplumunun modernleşme sürecinde, devletin neden baskın olduğunun
göstergesidir. Bu nedenle, Batı’da çok daha uzun bir döneme yayılmış ve alttan
60
gelişmiş olan modernleşme dinamiklerinin, Türk modernleşmesinde daha kısa bir
sürede, devletin önderliği ve denetimi altında geliştiği söylenebilir. Osmanlı’nın
modernleşme süreci de sonuçta kapitalizm ve ulus devletin kurulmasına neden
olacak huzursuzluklarla sonuçlanmıştır. Ancak bu süreçte yön verecek ve yeniyi
örgütleyebilecek tek güç devlet olmuştur.
Türk modernleşmesinin özgünlüğün nedenlerinden biri de, devletin modernleşme
konusunda ikircikli tutumudur. Devlet, bir yandan geleneksel toplumu çözer ve
yeniyi oluşturmak isterken, öte yandan bu süreci mümkün olduğunca denetim altına
almaya çalışmış, bu nedenle toplumsal güçlerin önünü kısmen açabilmiştir.
Özkazanç, burada trajik bir durum olduğundan bahseder (1998: 120). Toplumsal
modernleşmenin önünü açan aktör devlettir fakat devlet, kendi varlığını ve
devamlılığını korumak adına temkinli ve kontrollü davranmıştır. Dolayısıyla
geleneksel toplum çözülmüş ama toplumsal modernleşme daha ağır ilerlemiştir.
Osmanlı’nın, on yedinci yüzyılın sonlarından itibaren bir çöküş ve çözülme
dönemine girdiğini biliyoruz. Sınırları Balkanlar, Arap Yarımadası hatta Afrika’ya
kadar uzanan imparatorluğun, merkezi devlet yönetimindeki aksaklıklar yüzünden
tebaası üzerindeki hakimiyetinin sarsılması, çözülme dönemini başlatan faktörlerden
biridir. Osmanlı’nın çözülmesini başlatan dinamiklerden bir diğeri ise, on sekizinci
yüzyılda tarımda tımar sisteminden iltizam sistemine geçiş olmuştur. “Belirli bir
bölgede vergi toplama hakkının devlet tarafından açık arttırmayla satılması ve
şahıslar tarafından satın alınıp parasının önceden ödenmesi” demek olan İltizam
sisteminin, Ayanların egemenliğinde ticari bir kapitalizme geçişi temsil ettiği
söylenebilir (Zürcher, 2000: 34).
61
On sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı mali anlamda bir bunalım ve Avrupa
ile olan ilişkilerinde kendi aleyhine bozulan bir durum içindeydi. Fransız ihtilalinin
yaratmış olduğu özgürlükçü söylemlerin yaygınlaştığı bu dönem, III. Selim’in
Avrupa’da yaşanan köklü değişiklikleri Osmanlı’da uygulama çabasının eşliğinde bir
dizi reform ve düzenlemenin somutlaşmasını sağlamıştır. Rusya Savaşı yenilgisinin
ardından 1794’te başlayan orduyu iyileştirme çabası ve 1807’de Nizam-ı Cedid’in
kurulması bu reformlardan biridir. Reformlar her ne kadar ordunun iyileştirilmesi ve
bilimsel ve teknik gelişmeler ışığında yeniden yapılandırılması merkezli olsa da, salt
bununla sınırlı değildir. Örneğin, Avrupa’da daimi elçiliklerin açılması, merkezi
devletin gücünü arttırmaya ve rüşvetle mücadeleye yönelik düzenlemeler (Mühimme
Odası gibi) III. Selim zamanında yapılan ıslahatlara örnektir. Ancak, ordu ve devlet
örgütünde yapılan bu reformlar, toplumda ve yerleşik kurumlarda bir dizi
hoşnutsuzluğu neden olmuş; halk için yeni vergiler, Ayanlar için merkezi yönetimin
kendi üzerlerindeki denetimini arttırması, ulema sınıfı için şeriatla uyumsuzluk,
Yeniçeriler için de yeni orduyla varlıklarının tehdidi anlamına gelmiştir. Hal böyle
olunca da, III.Selim şeyhülislamın çıkardığı bir fetvayla Yeniçeriler tarafından tahtan
indirilmiştir.
III. Selim’in ardından tahta geçen II.Murat’ın ilk reformlarından biri adem-i
merkeziyetçiliği ve Ayanların gücünü tescil ettiği düşünülen Osmanlı “Magna
Carta’sı” Sened-i İttifak’ın 1808’de kabulü olmuştur. Sened-i İttifak’la Ayanlara
vergi toplama hakkı verilmiş, böylelikle hem padişah hem de Ayanlar devlet
yönetiminde hukukun üstünlüğünü kabul ettiğini taahhüt etmiştir. Bu dönemdeki bir
diğer yenilik, 1826’da Muallem Asakir-i Mansure-i Muhammediye adıyla ve Nizam-
62
ı Cedid’in yeniden canlandırılması amacıyla kurulan ordudur. Ordunun kuruluşu üst
bir okumayla askeri bir reform niteliği gösterse de, altı kazındıkça ortaya çıkan
durum bundan farklıdır. Öyle ki, Yeniçeriler yeni ordunun kurulmasına karşı çıkınca,
Vaka-i Hayriye olarak bilinen olay yaşanmış ve devletin merkezileştirilmesi
sürecinde sadece askeri değil toplumsal muhalefet de oluşturabilecek potansiyel
taşıdığı düşünülen Yeniçeriler, bu zeminden uzaklaştırılmıştır. Yeniçerilerin, askeri
ve dolaylı olarak da toplumsal ve sosyal hayattaki etkin varlıkları (Bektaşi tarikatıyla
olan ilişkileri, çeşitli işkollarındaki öncü rolleri -kahvehaneler gibi-) Vaka-i
Hayriye’yle birlikte kırılırken, devletin toplumun değişimini kendi belirlediği sınırlar
içinde ve kendi kontrolünde gerçekleştirme arzusu, Yeniçeri örneğinde
somutlaşmıştır.
II. Mahmut ülkedeki hakimiyeti sağlamak için ordunun düzenlenmesinin dışında
etkin bir bürokratik yapılanmaya da ihtiyaç olduğunu kavramış bir padişahtır. Bu
nedenle Babıali’de yeni bir işbölümü, Kalemiye (Osmanlı bürokrasisi) memurları
için resmi bir eğitim sistemi ve hiyerarşik bir rütbe sistemini uygulamaya
koymuştur. Ayrıca, ilk Osmanlı gazetesi Takvim-i Vakayi’nin çıkarılması, posta
örgütünün düzenlenmesi ve nüfus sayımının yapılması (Mısır ve Arap yarımadası
hariç erkek nüfus) bu dönemdeki reformlara örnek teşkil eder.
Yukarıda bahsedilen, daha doğrusu Tanzimat öncesi yeniliklerin belirgin özelliği,
Osmanlı’nın geleneksel kuruluşlarını diriltmek yerine Batı’ya yönelme eğiliminin
varlığıdır. Berkes, bu eğilim doğrultusunda beliren iki fikirden bahseder: “Bunlardan
biri, devletin gücünü modern yöntemlere göre yetiştirilmiş bir ordu ile desteklemek,
diğeri bunun gerçekleşmesi için teknolojik ve ekonomik kalkınmanın zorunlu olduğu
63
fikridir” (akt. Köker, 2000: 126). Ayrıca, Batı’ya yönelme eğilimi Osmanlı
modernleşmesinin temelinde var olan bir ikilemi de gün ışığına çıkarmıştır. Devletin
modern bir ordu ve kalkınmayla güçlendirilmesi fikri ve Batı’nın eğitim, hukuk,
idare kurumlarının Osmanlı’ya aktarılması, devletin temelini oluşturan önemli öğe
dinle çatışmaktadır. Her ne kadar bu çatışma belirli kutuplaşmalar yaratsa da,
yenileştiriciler nezdinde Batı’nın üstünlüğünü kabul etmeye dönüşerek özellikle
Tanzimat döneminde dinsel ideoloji idari alanda işlevsizleştirilmiştir.
1839 yılında Abdülmecit’in tahta geçişiyle merkezileşme ve modernleşmeye yönelik
ıslahatlar devam etmiştir. 1839’da Tanzimat’ın ilanıyla birlikte iktidarın saraydan
Babıali’ye geçtiği, bürokratların yönetiminin egemen olduğu bu yeni dönem (1839-
1871) klasik liberal düşüncenin kısmi de olsa etkilerini taşır.
Padişahın tebaasının güvence altına alınması, iltizam sistemi yerine muntazam bir
vergilendirme sistemine geçilmesi, zorunlu askerlik sistemi ve hangi dinden olursa
olsun bütün tebaa için yasa önünde eşitlik Tanzimat Fermanı’nın (Gülhane Hattı
Mümayunu) vaat ettiği reformlardır (Zürcher, 2000: 79). Tanzimat Fermanı ve
ardından Islahat Fermanı etnik ve ulusal farklılıkları yok etmeye yönelik bir girişim
ve modern anlamda vatandaş fikrinin ortaya çıkması olarak düşünülmekle birlikte,
daha çok dış baskılar nedeniyle yürürlüğe girmiştir. Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali
Paşa olayına karşı Osmanlı’yı destekleyen İngiltere, desteğine istinaden Osmanlı’yla
ticaret anlaşması (Balta Limanı Anlaşması) yapmış, ticari çıkarıyla da ilintili olarak
idari ve hukuksal reformlarda İmparatorluğa baskı uygulamıştır. Ticaret anlaşması
Osmanlı’nın ekonomik çıkarlarını devletin dış ticarette kontrolünü yitirmesine koşut
olarak zedelemekle birlikte, dünya pazarlarıyla bütünleşme ve devlet denetiminin
64
aşınması modern sınıflaşmaya zemin hazırlamıştır. Özkazanç, bu gelişmelerin
periferik nitelikte de olsa kapitalist bir formasyona sürüklenen Osmanlı’da ticari
hukukun Batılı normlara göre düzenlenmesiyle tamamlanmaya çalışıldığını belirtir
(1998: 127).
Dönemin bir diğer özelliği Kalemiye bürokratlarıyla ortaya çıkan yeni aydın tipidir.
Dil bildiği için Avrupa'daki gelişmeleri takip eden, redingot ve fes giyen, yeni bir
yaşam tarzının taşıyıcısı olacak bürokratlar yeni düşünsel akımların filizlenmesine de
öncülük etmişlerdir. Bunlardan biri de Namık Kemal’dir. Osmanlı gelenekleri ve
reformların birbiriyle örtüşmediğini düşünen Namık Kemal, İslamiyet ve liberalizm
arasında kurulacak bir sentezin, taklitçi bir Avrupalılaşmaya tercih edilmesi
gerektiğini savunmuş ve Genç Osmanlı hareketinde önemli bir yön gösterici
olmuştur.
Tanzimat döneminin Osmanlı’nın çoğulcu yapısı üzerinden sürdürdüğü Osmanlıcılık
stratejisinin milliyetçi hareketler ve dış baskılar nedeniyle gayri müslimlere tanınan
hakların artmasına koşut olarak başarısızlığa uğradığını söyleyebiliriz. Bu
başarısızlık bir dizi muhalif hareketin örgütlenmesine neden olmuştur. Örneğin Genç
Osmanlılar, “Ali ve Fuat Paşa’nın politikalarını, geleneksel Osmanlı ve İslami
değerleri hiçe sayarak Avrupa’nın yüzeysel taklidi ve Avrupa’nın çıkarlarına hizmet
etmekle itham etmişlerdir” (Zürcher, 2000: 104-105). Onlara göre Tanzimat
politikaları birer hezimete neden oluyor ve devletin yıkılışını hızlandırıyordu. Bu
yıkılışa karşı önerdikleri çözüm ise imparatorluğa temsili, anayasal ve parlamenter
bir yönetimin getirilmesi ve bütün Osmanlı tebaasına yurttaşlık ve sadakat
duygusunun aşılanmasıydı (Zürcher, 2000: 105).
65
Genç Osmanlıların giderek artan muhalefeti Abdülaziz’in iktidarını zayıflamasında
önemli bir rol oynamıştır. Ortaylı, “hareketin toplumsal bilinç sahibi, anayasalcı
liberalizme yakınlığı, modernist İslamcılık, olgunlaşmış bir Türkçülük hatta
sosyalizme uzanan geniş yelpazesinin” sonraki dönemlerde oluşan siyasal fikir ve
örgütlenmelerde ilham kaynağı olduğunu belirtir (2004: 270). Hareketin 1876
Anayasası’nın oluşuma somut etkileri olmakla birlikte, Genç Osmanlılar liberal bir
anayasal düzene kavuşmayı saltanata karşı çıkmak olarak düşünmemişlerdir.
Kanun-i Esasi Osmanlı’nın Batılılaşma hamlesinin somut icraatlarından biridir.
Anayasa, padişaha (II. Abdülhamit) geniş yetkiler vermekle birlikte modern anlamda
vatandaş tanımını ikamete dayalı toprak esası yerine soydanlık (kan) esasına göre
yapar (Özkazanç, 1998: 130). Böylelikle anayasal bir metinde Osmanlı vatandaşı din
ve mezhep farklılıklarından bağımsız olarak tanımlanır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun 1876’da anayasal monarşi sistemine geçişi kısa da olsa
Babıali bürokrasisinin hükümranlığını devlet ve toplum hayatından uzaklaştırmıştır
(Ortaylı, 2004: 267). II. Abdülhamit’in Osmanlı Rus Savaşı’nı gerekçe göstererek
yeniden mutlakiyetçi yapıya dönme kararına kadar süren parlamenter deneyimde,
toplumsal ve siyasal hayatı değiştirecek nüveler oluşmuş ve sonraki dönemlerde
reformlar inkılap niteliğini alan köklü değişimlere evrilmiştir.
II. Abdülhamit döneminde merkezi idarenin iyileştirilmesine yönelik reformlar
devam etmiştir. Ayrıca haberleşme sisteminin geliştirilmesi, demiryollarının inşası,
modern eğitim kurumlarının (Mekteb-i Hukuk-i Şahane, Mekteb-i Harbiye gibi),
kurulması dönemin yenileştirici reformlarından birkaçıdır.
66
II. Abdülhamit padişahın halifelik vasfını ön plana çıkararak, milliyetçiliğe ve
meşrutiyetçiliğe karşıı islamcı bir politika izlemiştir. Osmanlı tebaasının bir arada
tutmak ve Balkanlar ve Anadolu’da başlayan milliyetçi hareketleri bastırmak adına
izlenen bu politika aslında kısmi bir zorunluluktan kaynaklanmaktadır çünkü o
yıllarda Osmanlı nüfusu toprak kayıplarıyla birlikte toprak açısından Asyalılaşmış,
nüfus açısından Müslümanlaşmış bir çoğunluktan oluşmaktadır (Zürcher, 2000: 120).
Mülkiye ve Harbiye gibi modern eğitim kurumlarında yetişen yeni kuşaklar, II.
Abdülhamit’in baskıcı ve otoriter yönetimine karşı muhalefetlerini Genç
Osmanlılar’ın fikirleri etkisinde devam ettirmişse de, II.Abdülhamit’in muhalefeti
engellemeye yönelik icraatları gecikmemiştir. Padişaha yönelik başarısız iki darbe
girişiminin ardından muhalif aydınların bir kısmı tutuklanmış, tutuklanmayanlar ise
yurtdışına kaçarak (Paris) muhalefete devam etmişlerdir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti muhalefetin örgütlendiği kurumlardan biridir. 1895
yılından itibaren çıkardıkları Meşveret gazetesi etrafında fikirlerini yaymışlar ve
Fransa’da Jön Türkler adıyla anılmaya başlamışlardır. Örgüt, Comte’un
pozitivizmden etkilenerek oluşturulan toplumsal bir ahenk fikriyle şekillenmiştir.
Örgütün içinde Ahmet Rıza ve Prens Sabahattin etrafında oluşmuş iki farklı
anlayıştan bahsedebiliriz. Önce Cenevre, sonra Selanik’e taşınacak olan örgüt
merkezi, Türkçü bir ideolojinin şekillenmesinde ve 1908’de Kanun-i Esasi’nin
yeniden yürürlüğe konulmasında etkin olmuştur. Meşrutiyet’in ardından otuz yıldır
yapılmayan seçimler yapılmış ve hem Avrupa hem de Asya vilayetlerinde
örgütlenmeyi başaran İttihat ve Terakki seçimlerden zaferle çıkmıştır
67
İttihat ve Terakki modern vatandaş yaratma ve ulus devlete geçiş sürecinde
Türkçülük projesinin temsilcisidir. Bu tez daha sonra Cumhuriyet Halk Fırkası ve
Kemalist yönetim kadrosu ile Cumhuriyet’in ulus yaratma projesinde belirleyici
motif olacaktır.
Osmanlı’nın son döneminde beliren ideolojik tartışmalarda üç ana eksenden
bahsetmek gerekir. Genç Osmanlıların farklı cemaatleri Osmanlı tahtında birleştirme
gayretiyle öne sürdükleri Osmanlıcılık, İslami uygulamaların İslam ümmetini bir
arada tutacağı düşünülen Panislamizm ve Türk halklarını birleştirmeye yönelik
Pantürkizm. İttihat ve Terakki 1908’e kadar Osmanlıcılık fikrini benimsemekle
birlikte, sonraki dönemde Türkçü akımı savunacaktır. Ziya Gökalp’in bu fikirlerin
oluşumundaki etkisi önemlidir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin resmi ideolojisinin oluşumunda da önemli bir yeri olan
Ziya Gökalp, ideolojisinin köklerini temel bir ayrışma üzerinden yapar: Medeniyet
ve Hars. Gökalp, harsı değerler ve alışkanlıklar bütünü yani kültür, medeniyeti ise
bilim ve teknik olarak ifade etmektedir (Ortaylı, 2004: 26-27). Ziya Gökalp’e göre
Batılılaşmak, biçimsel olarak algılanmamalı ve Batı’dan ithal edilen sadece ilim ve
fen olmalıdır çünkü Türk kültür ve manevi değerleri ilerlemeye engel değildir.
İttihat ve Terakki, iktidarı süresince ekonomik alanda milli burjuvazi yaratma fikrini
kabul eden, modern devletin eğitim, hukuk gibi alanlarda köklü değişimler
yapılmasını isteyen, ulusun inşası aşamasını bütünlükçü olarak değerlendiren bir
harekettir ve modern Türkiye’nin oluşumunda etkin olan Jakoben-laik anlayışın
köklerine işaret eder. Bu geleneğin etkileri Cumhuriyet modernleştiricilerinde de
fazlasıyla görülmüştür.
68
b)Kültürel Dünyanın Refleksi
Osmanlı İmparatorluğu’nun kültürel yaşamına dair yaygın söylem, modernleşme
sürecini yaratan devinimlerin tamamen dışsal kaynaklı olması iddiasıyla tutarlılık
sergiler ve Osmanlı toplumunun kapalı ve herhangi bir etkiye açık olmadığı ithamına
dayanır. Oysa, Türkiye’nin modernleşme sürecinde, değişimler topyekun dışsal
olmamakla birlikte sadece yönetsel ve ekonomik alanları da kapsamamış, değişmeye
neden olan dinamikler kültürel hayatı da etkilemiştir. Bu etkinin izleri değişimlere
karşı tepki veren kültürel bir hareketlilik yaratmış, Avrupa ve özellikle Fransız
kültürüyle tanışılmış ve bu etkileşime koşut olarak yaşadığı mekanı, zamanı ve tarihi
anlamaya ve öğrenmeye çalışan bir zümre ortaya çıkmıştır. Değişen bilinçle birlikte
dil öğrenimi (Latince, Fransızca gibi) özellikle aydınlar arasında yaygınlaşmış, çeviri
eserlerin sayısı artmış, ciddi sözlük çalışmaları yapılmıştır (Ortaylı, 2004: 16)
Osmanlı kültürel hayatının temel özelliklerinden biri, İmpatorluğun yayıldığı geniş
coğrafyanın sonucu olarak oluşmuş kozmopolit yapıdır. Ancak bu yapı, en kaba
haliyle, farklı kültürlerin bir arada bulunması olarak ifade edilse de, Osmanlı
devletinin özerkleşme potansiyeli taşıyan kültürlere karşı genel davranış biçimi göz
önüne alındığında, devletin baskısından bağımsız tanımlanamaz. Devletin tutumu
kendi bekasını sağlamak yönünde ve bunun için gerekirse baskı kurmak biçiminde
olunca, devlet ve toplum arasındaki kopukluk giderek artmış, bu durumun zorunlu
sonucu olarak da, kültürel hayat bir dizi karmaşanın alanı olmuştur. Yalçınkaya, bu
karmaşa ve kopukluğa en tipik örnek olarak Osmanlı’daki dil sorununu gösterir
(2000: 138). Çokkültürlülüğün, çokdillilik anlamına geldiği İmparatorluk, Arapça,
Farsça, Türkçe, Osmanlıca ve diğer milletlerin kullandığı dillerin iç içe geçtiği bir
69
yapı sergilemekle birlikte, modernleşme sürecinde gittikçe zenginleşen çeşitlenmeler
yaşamış ve bu nedenle de kültürel alanda yeni parçalanmalara şahit olmuştur.
Kültürel hayatı betimleyen kozmopolit ve çokdilli yapı, yenileştiricilerin farklı
politikalarının (Osmanlıcılık, Panislamizm, Türkçülük) ve ikircikli tutumunun
etkisinde bir dizi değişimin özgün biçimlerde oluşmasına neden olmuştur. Devletin
ikircikliğinin nedeni, bir tür kararsızlığın dışında, bir gerilimin de nihai sonucudur.
Bu gerilimi ise “Batı’yı yakalamak ama bir takım değerleri de kaybetmemek”
söylemi oluşturmuştur.
Özellikle Tanzimat döneminde yenileşmenin yönü Batı olarak belirince, Batı kültürel
hayatı da yavaş yavaş İmparatorluğa sızmaya başlamıştır. 1829 yılında kıyafet
yasasının değişmesi, 1833’te Tercüme Odası’nın kurulması, Tanzimat ve Islahat
Fermanları’nın yönetsel mekanizmalar ve eğitim merkezli reformları (Mekteb-i
Mülkiye, Galatasaray Sultaniyesi...) ve bunların görüntü ve yaşantılardaki etkisi,
değişmelerin gündelik hayattaki görüntüleri olarak okunabilir. Bu değişimlerden
öncelikle etkilenen kitle Osmanlı aydınları (Kalemiye bürokrasisi) ve varlıklı zümre
olurken, bu yeniliklerin ortaya çıkardığı görüntüleri eğreti bulanlar ve bir felaketler
zincirine neden olacağını düşünenler de din ve ahlakın elden gittiği gerekçesiyle
tepkilerini ortaya koymuşlardır.
Batı’yla olan etkileşimlerin gündelik hayata yansıyan biçimine tepki duyanlardan
bazıları da edebiyatçılardır. Özellikle Servet-i Fünuncular, kültürel etkileşimin
sonuçlarını ağır bir biçimde eleştirmiştir: “Ahlak bozukluğu yalnız İstanbul’la
münhasır kalmayıp Osmanlı memleketlerinin dört bir tarafına kolera gibi
bulaşmaktadır. Erkekler kerpetenle tutulmaz dar pantolonlar giymektedir.
70
Kadınlarımız ise yaşmak yerine örümcek ağına benzer peçeler koymak suretiyle
yüzlerini ve boğazlarını bambaşka heyette teşhir etmektedir” (Oktay’dan akt.
Yalçınkaya, 1998: 139).
Elbette değişimler yukarıda anlatılanlarla sınırlı değildir. 1851 yılında Batı’daki
akademi geleneğinden etkilenerek Encümen-i Daniş’in ve bugünkü Türk Tarih
Kurumu’nun kökenini oluşturan Tarih-i Osmani Encümeni’nin kurulması, matbaa
kanununda yapılan değişimler, alfabe değişime yönelik tasarılar devlet eliyle ama
devletin kontrolünde olan icraatlardır. Devlet ağırlığını ve kontrolünü hissettirerek
değiştirirken, devletin kültürel politikası da baskıcı bir niteliğe bürünmüştür.
Devletin kültürel hayatı değiştirme ve baskılama politikası, kültürel dünyanın
uzantısı olan edebiyatta da izlerini gösterecektir.
c) Yeni Edebi Türler ve Türk Anlatı Geleneğinin Değişimi
On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı’da yüzü Batı’ya dönük bir modernleşme süreci
başladığında sadece devlet yönetimiyle ilgili kurumlar değil, kültürel birimleri de
kapsayan reformlar yapılmıştır. Görünüşleri, yaşayışları ve zamanla algıları da
değiştirecek olan modernleşme sürecinde kültürel hayatta, bu hayata can veren
konularda ve ilkelerde bir dizi değişim yaşanmıştır. On dokuzuncu yüzyılın ikinci
yarısında modern zamanların yeni anlatı biçimleri, konular ve kurgular Osmanlı’ya
geldiğinde, Osmanlı anlatı geleneği ve yeni tarz arasındaki karşılaşma var olanı
değiştirirken romanla da tanışılmıştır.
71
Osmanlı anlatı geleneğinde Divan ve Halk edebiyatının etkilerinin ve biçiminin
yerleşik olduğunu biliyoruz. Bu anlatı geleneği özellikle müslümanlığın kabulüyle
birlikte şekillenen, destansı öğeler taşımayan, Tanrı aşkının sevgiliye duyulan aştan
hep güçlü olduğunu vurgulayan ve her şeyi bilen Tanrı’nın yanında kahramanın tali
kalmasına neden olan özellikler gösterir (Finn, 1984: 10). Açıktır ki, bu özellikler
romanın doğuşuna neden olan insanın derinliğinin keşfedilmesine yol açmamıştır.
Kahramanın kendi içine bakmadığı, kendini keşfetmediği, Allah’ın her şeyi
kahramanın yerine bildiği durumda da romanın oluşması mümkün olmamıştır.
Romanın olmadığı bu gelenekte, gerçek ya da düş ürünü kahramanların zamanı ve
mekanı genellikle belirsiz olan yerlerdeki maceraları, sevgiliye duyulan sevginin
ağırlığında kahramanın eridiği, gerçeğin her yerde mutlak ve değişmez olduğu
yargısıyla biten ve okuyucunun “kıssadan hisse” çıkardığı bir biçim hakimdir.
Ancak yeni anlatı tekniklerinin edebiyata yerleşme aşamasında artık zamanı ve
mekanı belirsiz, eylem ve eylemin nedenselliğine inmeyen, çoğu zaman düşsel olan
anlatım biçimi de yavaş yavaş yok olmuştur. Toplumsal hareketliliğin Batılaşma
tartışmaları içinde okunmaya çalışıldığı ve bu tartışmalardan kopuk olmayan yeni
edebiyat biçimi, Batılılaşmanın Osmanlı üzerindeki etkilerinin anlatıldığı, olay ve
kişilerin ön plana çıktığı, geç kalmışlığını telafi etmeye çalışan metinler ortaya
çıkarmıştır.
d) Türk Romanının Doğuşu
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında yeni anlatı biçimleri Osmanlı’ya geldiğinde,
Osmanlı anlatı geleneği ve yeni tarz arasındaki karşılaşma var olanı değiştirmiş,
72
ayrıca Osmanlı için tamamen yeni bir anlatı olan romanla da tanışılmıştır. Ancak
tanışma anını basit bir biçimde, yani romanı Osmanlı geleneğinde olmayan zaten
oluşmasını sağlayacak koşullar da bulunmayan bir tür olarak açıklamak yeterli
olmayacaktır. Çünkü romanın Osmanlı’ya ithali, yenileştiriciler, aydınlar ve özellikle
edebiyatçılar nezdinde bir misyon ve işlevle açıklanabilir. Örneğin ilk romancımız
Şemsettin Sami, Osmanlı anlatı geleneği ve Doğu edebiyatını kaba ve inanırlığı az
olduğu için eleştirmiş, Namık Kemal de Walter Scott ve Charles Dickens gibi
yazarları, asra uygun ve övülmeye değer değer eserler yazdıkları için takdir etmiştir
(Moran, 2004: 10-11). Kısaca, edebiyatçılar için roman “ileri kültürün” sembolü
olmuştur. Osmanlı’nın amacı da, ileridekine yetişmek hatta geçmek olunca, özellikle
ilk Osmanlı romanları eğitici, öğretici olmuş ve okuyana şekil vermeye çalışmıştır.
Romanın ortaya çıkışıyla ilgili yaygın olan iki kuramdan ilki, yani tarihçi roman
kuramı, romanın ortaya çıkışının kapitalist süreç içinde olduğunu ve bu yeni türün
yeni bir ideoloji (liberalizm) ve yeni bir epistemolojinin (ampirik pozitivizm) temel
ilkelerine göre şekillendiğini, ikincisi ise, yani biçimci kuram, romanın edebiyat
türlerinin evrimi içinde ampirik anlatı ve kurmaca anlatı arasındaki kaynaşma sonucu
ortaya çıktığını belirtir (Aksoy, 1997: 22-23). Oysa Türk romanı her iki kurama çok
da yerleşmeyen bir şekilde ortaya çıkmıştır çünkü Osmanlı’nın romanla tanışması
hikaye ve destan geleneğinin geçirdiği doğal bir evrim süreci içinde değil, bizzat
Batı’dan ithal edilerek olmuştur.
Osmanlı, romanla çevirilerle tanışmıştır. Yusuf Kamil Paşa’nın çevirdiği Fenelon’un
Telemaque’ının 1862 yılında yayınlanmasını, 1864’te Victor Hugo’nun Mağdurin
Hikayesi ve Daniel Defoe’nun Hikaye-i Robenson izlemiştir (Yalçınkaya, 2000:
73
152). 1872’de ilk Türk romanı Taaşşuk-i Talat ve Fitnat basılmış,yine aynı dönemde
Namık Kemal ve Ahmet Mithat’ın, daha sonra da Halit Ziya Uşaklıgil, Hüseyin
Rahmi Gürpınar ve Recaizade Mahmut Ekrem’in romanları Türk yazınında
belirmiştir. Modern romanla henüz tanışan yazarlar, Batı’daki romanlara benzer
eserler yaratmaya çalışsa da, İslami ve Osmanlı etkileri bu ilk dönem romanlarında
fazlasıyla hissedilir. Örneğin Finn, bu etkiyi ilk Türk romanlarında eylemlerin
doğrudan ve fiziksel olmasıyla, duygulara ve psikolojiye ilişkin detayların
olmamasıyla açıklar (1984: 12).
İlk Türk romanlarının temel özellikleri, anlatım mekanının genellikle İstanbul
olması ve romancının kendi algı ve yaşantısına yakın bir okuyucu profiline (kentli,
orta sınıf, aydın) sahip olmasıdır. Ayrıca bu romanlar yeni ve geleneğin çarpışma
anlarına orta çıkan melez yaşamlarla, melez tiplerle kısaca Avrupalılaşmanın resmi
ve gayri resmi alanlarda yarattığı durumlarla ilgilenmiş, romanların bellibaşlı
konuları Batılılaşma anlayışı, kadınlara bakış ya da aile ilişkileri olmuştur.
2. Cumhuriyet ve Modernleşme
a) Tarihin Yeniden İnşası
Cumhuriyet’in modernleşme pratiğinde, devletin asli olarak yapmaya çalıştığı
Avrupa uygarlığında yer edinmek ve Batılılaşmaktır. Bu çerçeve içinde modernlik
bütünsel bir proje olarak algılanmış ve sadece yönetsel akılcılıkla şekillendirilmek
istenmemiştir. Bu nedenle, laiklik, bireyin özgürlüğü, kadın-erkek eşitliğini sağlamak
için toplumsal bir dönüşüm gerekliliği fikri ortaya çıkmış, ancak bu dönüşümde yerel
74
kültüre dar bir alan yaratılmıştır. Daha doğrusu, modernlik kavramının saflığının
“islami” ya da “Osmanlı” gibi bir niteleyici sıfatlarla bozulması istenmemiştir
(Keyder, 1998: 29). Çünkü modernleştiriciler için Batı, bilimde ilerlemiş, devlet
düzenini kurmuş, refah yaratan bir ekonomik düzen içinde yaşayan medeniyettir.
Yeni Türk Cumhuriyeti’nin yapması gereken ise, Batı’ya yetişmek hatta onun önüne
geçmektir. Hedefin ne olduğu belirlendiğinde, Türkiye Cumhuriyeti’nde yeni bir
medeniyet yaratabilmek için bazı aşamalar hızlı geçilmiş ya da yaşanmamıştır..
Yeni Türkiye’yi oluşturan ideolojinin temellerinin pozitivist bir anlayışa dayandığını
söyleyebiliriz. Comte ve Durkeim’ın pozitivizm teorisinden etkilenerek oluşan bu
söylem, (köklerinin Genç Osmanlılar, Jön Türkler, İttihad Terakki’de atıldığı,
Batının ilerleme fikrini Hristiyanlığa ayrı bir alan atfetmeden yaptığı) “toplumsal
ahenk” vurgusuna dayanır (Timur, 1997: 103-104).
Comte’un pozitivizm anlayışı tarihi yadsımamakla birlikte tarihin açıklayıcı
olmadığı ve tarihsel sürecin diyalektik bir devamlılık içinde değil, belirli kesintiler
halinde ilerlediği yönündedir. Toplumsal ahenk kavramı ise sınfsal farklılıklara
rağmen sınıfsal açıdan uzlaşı içinde yaşayan bir topluma işaret eder. Daha sonra
Ziya Gökalp’te etkilerini göstermiş olan Durkeim ise “kollektif bilinç” kavramını
sınıf çelişkilerine karşı kullanmıştır (Timur, 1997: 101) .
Cumhuriyet rejimi Osmanlı’nın iyi ya da kötü her türlü mirasını tamamen unutmak
ve kendi tarihini imparatorluk tarihinden ayırmak ekseninde oluşturulmuştur.
Rejimin tarihini öncesiz bir alanda tanımlamak toplumsal bir bellek yaratmak için
farklı mekanizmaların devreye girmesine neden olmuştur. Mekanın eskiyi unutma ve
yeninin sürekli hatırlatılması biçimde düzenlenmesi buna örnektir.
75
b) Edebiyata Biçilen Rol
Cumhuriyet’in ulus kimliği oluşturma ve rejimin söylemini yerleştirme sürecinde
edebiyatın yerini açıklamak için edebi kanon terimindan bahsetmek gerekir. Edebi
kanon, milli yüksek edebiyat kurumuna ait metinlerin toplanmasıyla oluşturulur ve
bu metinlerin bir milletin hikayesini anlattığı düşünülür. Edebi kanonun varlığı
insanların kendilerini bir milletin yurttaşları olarak görmelerini, böylelikle
dayanışma duygusunun yerleşmesini kolaylaştırır. Bu dayanışma gelecek kuşaklara
da aktarılıp milli kimliğin devamını sağlayarak, millliyetçi değerlerin ve bu kimliğin
yeniden üretilmesini güvence altına alır (Cantek, 2003: 55).
Türk ulusalcı edebiyatı, Osmanlı enkazından çıkan Türkiye Cumhuriyeti’nin
geçmişle olan bağlarını koparma fikri ve yeni bir kimliğe kavuşma şiarının etkisinde
Cumhuriyet politikalarını destekleyen yapıtlar ortaya çıkarmıştır. Aslında
Cumhuriyet’in ilk yıllarında rejimle çelişecek veya çatışacak fikirlerde yapıtlar
yazmak çok da mümkün olmayacaktır. Timur, bu yıllarda Kurtuluş Savaşı ve
Atatürk’ün kutsal bir nitelik kazanmasını, sanatçı açısından tarafsızca ele alınacak bir
konu olmaktan çıkmasını edebi kanona uymayan yapıtların azlığının nedeni olarak
belirtir (2002: 74). Bir diğer neden ise Kemal Tahir’in eşine yazdığı mektupta “caize
almak sevdası da kalmadı” diyerek dile getirdiği, Mustafa Kemal’in edebiyatçıları
edebi kanona dahil olacak metinler yazması için yönlendirdiği imasıdır. ( akt. Timur,
2002:74)
Ulusalcı Türk edebiyatı Osmanlı’dan kopuşu simgeleyen rejimin dışavurumunu
genellikle biz ve ötekiler kavramı üzerinden yapar. Öteki mekan İstanbul, öteki
76
insanlar azınlıklar ve Cumhuriyet’e karşı Osmanlı’yı destekleyenlerdir. Biz ise
kahraman Türk milleti ve Ankara’dır.
Romanların dışında, ulusal kimliğin inşasında önemli bir rol üstlenen bir diğer araç
da Hakimiyet-i Milliye (1934’ten sonra Ulus) gazetesidir. Hakimiyet-i Milliye’nin
diğer gazetelerden farkı, gazetenin bizzat Milli Mücadele yönetimi tarafından
yayınlanmış olmasıdır. Gazete, halkın rejimin inkılaplarından haberdar edilmesi ve
rejimin ideolojisinin aktarılması açısından işlevseldir. Sadece politik haberlerin yer
almadığı gazete, Ankara, kent ve sosyal hayat, Halkevleri etkinlikleri, adabı muaşret
kuralları gibi Milli Mücade kadrosunun arkasında olduğu ve desteklediği her türlü
etkinliği halka aktarmıştır. Ulusal edebiyatın halkı eğitmek ve haberdar etmek
misyonunu farklı kulvarda yüklenen organ Hakimiyet-i Milliye olmuştur.
77
II- Türk Modernleşmesinde Ankara’nın Önemi
1. Cumhuriyet Öncesi Ankara
Bu bölümde ucu açık bir Ankara tarihi yerine net bir dönemleme yapabilmek için
öncelikle Cumhuriyet öncesi Ankara kent tarihine ağırlık verilecektir. Çünkü,
Ankara’nın ‘kısa ve yakın/uzun ve uzak’ iki tarihi vardır ve bu iki tarihin hangi
noktalarda sürekliliği, hangi noktalarda kopuşu ifade ettiğini açıklamak gerekir.
Ankara adının nereden geldiğine dair muhtelif iddialardan bir kaçına örnek vermek,
Ankara tarihini “Ankara” adının nerden geldiğini belirterek başlatmak yerinde bir
giriş olacaktır. Ankara adının demirin Latincesi olan Anchora’dan geldiği, Hititlerin
Ankara’ya Angova dediği, Golvalıların kente çapa anlamına gelen Ansira adını
verdiği, Bizans’lılar döneminde kente, kilise köyü anlamına gelen Ankyra denildiği,
Ankara adının nereden geldiğini açıklamakla birlikte, Ankara’da kurulan
medeniyetleri hakkında da ipucu verir (Başkent Ankara Albümü,1983).
Milattan önce 8. Yüzyılda Frigya Kralı Kordios tarafından kurulduğu bilinen Ankara,
tarih boyunca bir çok kez el değiştirmiş ve türlü yönetimlerin malı olmuştur. Bunlar
arasında, Galatlar, Romalılar, Araplar ve Bizanslılar sayılabilir. Şehrin Osmanlılar
eline geçişi İstanbul’un fethinden bir yüzyıl kadar öncedir.
Ankara eski çağlardan beri kale kenttir. Üç akarsuyun birleştiği yerde kurulan kent,
Osmanlı döneminde iki surla çevrilidir. Hisarı kuşatan sur Bizans döneminden
kalmadır. Dış sur ise Osmanlı döneminde Celali İsyanları’na karşı yapılmıştır.
Surların ne zaman yok olduğuna dair net bir bilgi bulunmamakla birlikte, dış
78
surlardan geriye hala varlığını sürdüren İzmir ve Çankırı Kapıları kalmıştır
(Georgeon, 1999 : 100).
Ankara’nın ticaretle anılmasının en büyük nedeni tiftik (angora) ve sof
işletmeciliğinin yapıldığı merkez olmasıdır (Georgeon, 1999 : 99). Özellikle on
yedinci ve on sekizinci yüzyılda kentte İngiliz ve Hollandalı tacirlerin varlığı
bilinmekte, bu dönemlerde nüfusun 25.000 civarında olduğu tahmin edilmektedir
(Yavuz, 1984 : 196). 1830 yılındaki nüfus sayımı kentteki 107 mahallenin 57’sinin
sadece müslüman, 27’sinin sadece gayri müslim kalan mahallelerin de karışık
mahallleler olduğunu göstemektedir. Bu dağılım Ankara’nın eskiden beri kozmopolit
özellikte bir kent olduğunu kanıtlar niteliktedir. Ankara nüfusuna dair muhtelif
yüzyıllarda farklı bilgiler olmakla birlikte, demografik hareketliliğin en önemli
nedenleri arasında ticaret yollarının değişmesi, salgın hastalıklar ve yangınlar
sayılabilir.
On dokuzuncu yüzyılda ham tiftiğin bölge dışına çıkartılması ve İngiltere ve
İsviçre’den gelen tüccarların getirdiği ucuz dokuma mallarının Anadolu’ya
yayılmasıyla birlikte kentin ekomomisi derin bir darbe almıştır. Bu dönemde kentin
Rum ve Ermeni kökenli sakinleri ticarette en büyük payı alırken, müslüman Türkler
genellikle zanaat ve parekende ticaretle uğraşan grupları oluşturmuşlardır (Aktüre,
1978 : 125). Her ne kadar Ankara kent tarihine ait sayılı ve sınırlı belge olsa da,
yazılı kaynaklar Ankara’nın Osmanlı döneminde bir ticaret kenti olduğunu doğrular
diyebiliriz. Aktüre’ye göre, kentteki tarımsal faaliyetlerin artı değerinin düşük
olması, büyük dini yapıların yok denecek kadar az olmasının nedeni olabilir (1978).
79
Ankara’ya 1892 yılında demiryolunun gelişi, ilk aşamada kentin ihracat gelirlerini
ve tarımsal üretimini arttırmakla birlikte, uzun vadede İstanbul ve Anadolu
arasındaki kervan taşımacılığını engelleyememiştir. İstanbul’un tahıl ihtiyacını
Anadolu’dan karşılayabilmesi amacıyla başlatılan Ankara-İstanbul demiryolu inşası,
öngördüğünü tam anlamıyla başaramasa da, Ankara’nın tarımsal üretimiyle pazarda
yer almasını sağlamıştır (Yavuz, 1984 : 202).
On dokuzuncu yüzyıl Ankara’sında ticaretle iştikal eden gayrimüslim bir burjuva
sınıfının varlığından bahsedebiliriz. Kentte gayrımüslimler lehine işleyen iktisadi
faaliyetler, Birinci Dünya Savaşı öncesinde İttihad ve Terakki’nin siyasi
ulusçuluğun ancak yeni iktisadi temeller üzerinden gelişebileceği bilincine
varmasıyla kırılmaya çalışılmış, Türk ve müslüman girişimciler yaratma çabası
doğmuştur (Nalbantoğlu, 1984 : 291). Ankara’nın müslüman ve Türk sakinlerinin bu
çabaya destek verdiği ve gayri müslimlerin ekonomik faaliyetlerdeki etkinliğinin
kırılmasını içten içe istediklerini düşünebiliriz. İttihat ve Terakki’nin önerdiği politik
pratik Ankaralı eşrafın ekonomik çıkarlarıyla örtüşmüş, ekonomik alanda
gayrimüslimlerin etkinliği kısmi de olsa azaltılmış, Kurtuluş Savaşı öncesinde ve
ertesinde kentteki gayrimüslimler mal varlıklarını elden çıkarmış ve kenti terk
etmeye başlamışlardır. Bu terk ediş yeni rejimin ulusal burjuva yaratma girişimine de
olumlu bir etkidir. İstanbul’un dışa bağımlı burjuva sınıfına sırt çevrilmesi ve
Anadolu’nun kalkınmasında itici olacak ulusal burjuvazinin yaratılması gerekliliğine
olan inanç iktidar sahipleri tarafından benimsenmekte, hatta yaratılmak istenen
ulusal burjuvazinin yaşam tarzı da iktidar sahiplarinin bizzat kendileri tarafından
ortaya konulmaktadır (Tekeli, 1982: 52).
80
2. Cumhuriyet’in Ankara’sı: 1923-1950
a) Ankara’ya Farklı Bakmak
Ankara Türkiye’deki ilk kentsel modernleşme projesidir. İstanbul’un
İmparatorluğun başkenti olması nedeniyle modernleşmenin fiziksel düzenlemelerine
daha erken dahil olduğu düşünülse de, bu düzenlemelerin kentin tümünü kapsayan
bir niteliği olduğundan bahsedilemez. Ankara’nın, Cumhuriyet’in modernleşme
projesinde ayrıcalıklı bir yeri olmasını kentin sadece başkent niteliğiyle açıklamak
Ankara’ya yapılmış bir haksızlık olur. Ankara’nın başkent ilan edilmeden önce diğer
Anadolu kentlerinden, hatta İstanbul’dan bile daha modern aklın temellerine sahip
bir kent olduğu gerçeği gözden kaçırılmaktadır.
Ankara, -başkent ilan edilmeden önce- kentsel işlevler yönünden Anadolu’nun diğer
kentlerine göre daha az gelenekseldir. Kentin ekonomisi sof ve kumaş üretimine
dayanmaktadır. Tanyeli, bu yapının geleneksel topluma özgü davranış örüntülerinin
daha az gelişmesinde ve erken kapitalist bir tutumla davranmalarında etken olduğunu
belirtir (1997: 81). Varlıklı Ankaralılar kapitalist öncesi dönemin tavrı niteliğinde
hayır kurumları yaptırmak yerine, kapitalist sürecin modern davranış biçimini
benimsemiş ve servetlerini üretimsel yatırımlarda değerlendirmiştir. Tanyeli’ne
göre bu davranış biçiminin anlamı Ankara’da modern rasyonalitenin tarihsel bir
temeli olduğudur (1997: 81). Bu bağlamda Türkiye’nin sayılı zenginlerinden Vehbi
Koç’un Ankaralı olması da rastlantı değildir (Ortaylı, 1994: 109, Tanyeli, 1997: 81).
Ankara’da böyle bir temel olmasaydı yerli Ankaralılar ve Kurtuluş Savaşı
döneminden başlayarak kentte var edilmeye çalışılan kentsel sosyal unsurlar görece
81
daha uyumsuz ve sorunlu bir süreç yaratabilirdi. Bu uyum ve Ankara’nın modern
kozmopolit kent olması özelliği nedense önemsenmemiş; Ankara’nın bu nitelikleri
üzerinde yeterince durulmamıştır.
Ankara’nın kozmopolit yapısını, şehirde yaşayan farklı dinsel ve etnik grupların
nüfusu belirler. İstanbul’la kıyaslandığında bu grupların niceliği elbette çok fazla
değildir. Fakat Ankara örneğinde farklılık yaratan unsur, bu grupların kendi
niteliğiyle ilişkili olmaktan çok, birey olarak bu grubun dışına çıkabilmeleridir.
Aslında bu durum sadece gayri müslimlere özgü de değildir. Kentte bu şekilde bir
yapının var olması, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında İstanbul’dan farklı ve
daha modern nitelikte bir kentli kimliği geliştirir. Öyle ki İstanbulluluk, kentteki
yerleşiklik kıdemine veya toplumsal statüye ilişkin özellikleri kapsar ve bu
niteliklerden bağımsız tanımlamazken, Ankaralılık kimliği yanlızca içinde yaşanılan
mekandan edinilmiştir. Tanyeli’ne göre “Ankara modern Türk kentlisinin doğum
yeridir” (1997: 82) Bu nedenle modern zamanların kent kimliğini belirleyen,
mekansal niteliklerle tanımlanan kimlik örüntüleri ilk olarak Ankara’da oluşmuştur.
Ankara’da kentsel mekanın örgütlenişi de modern ölçülerde olmuştur.
Modernleşmenin düzen ilkesine uygun olarak, sokakların belirlenmesi ve
numaralanması ve kent sakinlerinini yaşadıkları mekanları netlikle tanımlayabilmesi
ilk defa Ankara’da sağlanmıştır.
Ankara, Türkiye’deki kentsel yaşamın modernleştiği ilk kenttir ve bu özelliği sadece
başkent olmasının getirdiği ayrıcalıklardan değildir. Başkent titri sadece bu sürecin
hızlanmasını sağlamış olabilir fakat unutulmaması gereken modernleşme sürecine
girerken Ankara’nın sahip olduğu -diğer kentlere göre farklı– niteliklerdir. Bu
82
niteliklerin genellikle ihmal edildiği durumlar, modernleşmenin anlamına ilişkin bazı
yönlerin de arka plana itildiği durumlardır. Modernleşmenin, yaşanılan mekan
üzerindeki hayatı, bu hayatın niteliğini, şeklini, hızını değiştirdiği, farklı anlatı
biçimleri getirdiği, zaman ve zaman algısını yeniden kurduğu, kentlilik ve kent
bilinci oluşturduğu düşünülürse; Türk modernleşmesinin kent üzerindeki izlerininin
bu kavramlardan uzak olmadığı açıktır. Bu nedenle Türk modernleşme deneyimi,
kentte yaşayan insanların sadece görüntülerine dair değişiklikleri kapsamaz ve salt
bunlar üzerinden değerlendirilemez. Çünkü Ankara, kendine ait “ritmi” olan bir
kenttir. Kent belirli günlerde, belirli saatlarde kalabalıklaşır ya da yalnızlaşır.
İnsanların rutinleşmiş davranış biçimleri, zamandan kopsanız, zamanı unutsanız bile
size gördüğünüz an’a dair ipuçları verir. Bu nedenle kentteki değişiklikler sadece
görüntüler değildir. Kent, modernleşme ve modenliğe ilişkin daha hassas algılarla
okunduğunda değeri teslim edilebilir.
b) Taştaki Cumhuriyet: Ankara ve Modernlik Zihniyeti
Türkiye Cumhuriyeti’nin modernleşme serüvenini anlatırken bu sürecin net bir
çizgiyle Osmanlı döneminden ayrılamayacağını belirtmiştik. Ancak bu çizgi
Ankara’nın başkent ilan edilmesi ve modern bir zihniyete göre şekillenmesi
aşamasında, Ankara’yı çevreleyen bir hal alır. Çünkü Ankara, Cumhuriyet
modernleşmesinin temsili mekanıdır ve kentte yaratılan her yeniliğin, rejimin
başarısı ve devamlılığını göstereceği düşünülmüştür.
83
Cumhuriyet rejimi, Osmanlılık ya da Osmanlı kimliğini unutmak gerekliliği
konusunda hemfikirdir. Kolektif hafızalardan geçmişin izlerini silmek için mekan bir
araç olarak kullanılacak, yeni rejimin görüntüsü varlığını hatırlatmayı, Osmanlı'yı da
unutturmayı sağlayacak şekilde muhtelif yerlerde insanların karşısına çıkacak ve
eskinin izlerini taşıyan mekanlardan, görüntülerden, alışkanlıklardan uzaklaşılacaktır.
Halbwash’a göre, “unutma” veya “hatırlama” dönemleri, bireyde öncelikle bir
aidiyet duygusu yaratmayı kuvvetlendirir. Bu unutma ve hatırlama dönemelerinin
etkin aracı ise mekanın şekillenmesidir. (akt. Sargın, 2002: 28) Türkiye
Cumhuriyeti‘nde ulus devlet kimliğinin inşası dönemi mekansal uygulamalarla
sürekli bir unutma/hatırlatma eylemine dayanırken, oluşması istenen kamusal bellek
ve homojen davranış biçimi de yönetici kadro tarafından şekillendirilmeye
çalışılmıştır. Kamu binalarının etkileyiciliği, kentin stratejik noktalarına Kurtuluş
Savaşı’nı betimleyen heykellerin yerleştirilmesi bu amacın somut simgeleridir. Her
ne kadar kamusal alanların belirli dönemlerde kullanım biçimi ve niteliğinin
değişmesi yönetici elitin yönlendirmesine dayansa da, toplumun bu sürece tavrı
sürekli bir itaat biçiminde olmamıştır. Dayatma ve itaat etmeme arasında gidip gelen
bu yapı, uygulayan ve uygulanan kitlenin kendine içkin karmaşa ve çelişkilerinden
bağımsız değerlendirilmemelidir.
13 Ekim 1923’te başkent ilan edilen Ankara, o yıllarda yaklaşık 20 bin nüfuslu bir
Orta Anadolu kentidir ve bugüne kadar geçen yaklaşık 80 yılda “bozkırdaki kasaba
görünümlü başkent” olmaktan oldukça uzaklaşmıştır. Bu değişim sadece bir
başkentin tarihi olarak okunursa eksik olur, çünkü Ankara’nın tarihi hem Türkiye
Cumhuriyeti’nin hem de Türk ulusal kimliğinin inşasının öğelerini içinde barındırır.
84
Şayet Türkiye Cumhuriyeti bir modernleşme projesi olarak okunacak olursa, bu
projenin mekansal merkezi öncelikle Ankara’dır demek çok da iddialı olmaz. Öyle ki
bu sürecin görece ayrıcalıklı kenti ve kentleşme adına bir okulu olan Ankara, Türkiye
Cumhuriyeti’nin yapılanma sürecinde, ülkenin başkenti olarak belirginleşecek ve
üzerinde hala yeterince konuşulmamış bir modernleşme deneyimi olarak bugün de,
Cumhuriyet tarihinin en ilginç kesitlerinden birini sunmaya devam edecektir. Diğer
bir deyişle: Eğer Türkiye için bir sıfır noktası, bir boş levha aranacaksa, orası
Ankara’dan başka bir yer değildir (Kıvanç, 2002: 120) . Bu boş levha 1920’lerin
başında o denli bakir ve yapılanmamış belki de Osmanlı modernleşmesinden o kadar
az etkilenmiş durumdadır ki yabanci bir gazeteci olan Paul Genziton Ankara’ya ilk
geldiğinde - ki bu 1923’ tür- şehrin ağır ağır can çekişerek ölmeye mahkum olmuş
gibi göründüğünü söylemiş ve Imparatorluğun Cumhuriyet’e bıraktıgı bu şehri
“gerçek bir sefalet şiirine” benzetmiştir ( akt. Georgeon, 1999: 99).
Ankara’nın kentsel değişimini anlayabilmek icin öncelikle neden Ankara’nın başkent
olarak seçildiğine değinmek anlamlı bir baslangıç olabilir. Ankara’nın başkent olarak
ilan edilmesi ani bir karar niteliği taşımaz ve tarihsel bir sürecin sonucudur. Elbette
bu seçimin yapılmasında Kurtuluş Savaşı’nın örgütlenme biçimi ve stratejisi
önemlidir. Ankara’nın hem Anadolu’nun ortasında yer alması hem de ulaşım ve
iletişim araçları bakımından diğer Anadolu illerine göre avantajlı durumu başkent
seçilmesinde belirleyici olmuştur. Fakat bu nedenin dışında ve belki de Ankara’yı
başkentlerinin yerlerini değiştirmiş diger ülkelerden (Avustralya, Pakistan, Brezilya
gibi) ayırması bakımından daha belirleyici olan neden, yıkılan imparatorluğun
imgelerinden yeni rejimin kendini ayırma kaygısıdır. Ayrıca, sömürge niteliğindeki
85
bir ekonominin, dışa bağımlılıktan kurtarılarak, bağımsız bir ülke ve ekonomi
oluşturma ereği başkentin Ankara olması kararının alınmasında önemli rol
oynamıştır (Tekeli, 1984: 322). Artık Ankara, eski rejimin özdeşleştiği İstanbul’dan
her anlamda ayrık karakteriyle yeni rejimin simgesi olmuş; kentin gelişiminin
başarısı rejimin başarısıyla özdeşleşmiş duruma gelmiştir. Bundan böyle Ankara
Doğu’nun değil, akılcı Batı’nın parçası olması istenen yönetim şehridir. Bu kentten
beklenen sadece bir simge olmak değildir. Ankara bundan böyle akılcı ve modern
dünya anlayışının tüm işlevlerini yerini getirebilecek ve ona uygun yaşam biçimini
yansıtacak bir başkent olacaktır. Bu nedenle de, mevcut tarihsel ve organik gelişmeyi
bünyesinde taşıyan eski Ankara’dan bağımsız olarak kurulması zorunlu hale
gelmiştir (Tankut, 1993: 44).
Ankara’nın başkent olarak ilanı ve inşası süresince yapılmaya çalışılan şey yeni’yi
kurmaktır. Mekanda yeni’yi yaratmak, insanların ruhlarında da yeniyi oluşturmayı
sağlayacak, böylelikle Batılı modern dünyanın öykünülen yaşam mekanları ve
yaşam tarzı Ankara’da yaratılacaktır. Devrimim devamlılığı için ortak bir bilinç ve
algı oluşturulacak, mekan bu amaç doğrultusunda yeniden üretilecektir. Balibar’ın
“halkı üretmek” dediği bu pratiğin uygulanmasını kolaylaştıracak mekan ise ulus
devletin başkenti olacaktır (akt. Cantek, 2003: 21). Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu
söylemi, bekasından emin olabilmek için mekanı yeniden ve sürekli olarak üretecek,
ulusal kimliğin yaratılmasının pratiklerini mekanda sergileyecektir.
Bu noktada, Ankara ve Ankara’da yaratılmaya çalışılan modern kent yaşantısının
izlerine kısaca göz atmak anlamlı olacaktır: Ankara’nın Cumhuriyet’le birlikte
yaratılan kısmı olan Yenişehir bölgesi, 1920 ve 1930’larda genellikle eski Beyoğlu
86
için yapılan betimlemeye benzer bir şekilde kravat takmadan dolaşılmayan, elit ve
belki de herkese açık olmayan ‘kapalı’ bir çevredir. Yenişehir’in sembolü olan kuleli
köşkler ve yeni bir yaşam tarzının sembolü olan farklı dekorasyonlar bu mekanın
özel tipte bir sosyalleşme yaşadığının göstergeleri olarak okunabilir. Artık Yenişehir,
eski kent merkeziyle gerilimli bir ilişkisi olan ve burada üretilen sosyal yaşantı ve
modern kimlikle ‘ötekinin’ gözüne görünür olarak kendini meşru kılan bir alandır
(Batuman, 2002: 49).
1935 yılından itibaren Yenişehir’e taşınan bakanlık binaları ve 3-4 katlı yapılarla
Kızılay Parkı etrafında canlı bir yaşam başlamıştır. Radyo ve sinemanın da
katılımıyla kamusal hayat gelişmeye başlamış, öncelikle Ulus’ta olmak üzere ilk
sinemalar ve kitabevleri açılmaya başlamıştır. Bu yıllarda kültürel gelişmenin aracısı
olması beklenen Halkevi de hem kurumsal hem de kamusal olarak ilgi çekici bir
mekan oluşturur. Resmi kamusallık ve sivil kamusallık arasında gidip gelen
kamusal alanların kullanım niteliği Halkevleri projesiyle sivil kamusallğa
yaklaşmıştır. Yerli halk ile Yenişehir burjuvasinin karşılaşacağı ve etkileşeceği yer
olarak tasarlanan Halkevi, coğrafi olarak da bu gerilimi yansıtır şekilde eski ve yeni
şehrin arasında, ortada bir yere yerleşmiştir. Artık Halkevi, yerel halkın Cumhuriyet
balolarını kutladığı hatta Atatürk’ün de Ankara Palas’taki kutlamanın ardından
buradaki kutlamalara iştirak ettiği bir mekan olmuştur (Batuman, 2002: 50-53).
Halkevleri’nin açılmasına kadar geçen zamanda resmi kamusallığın simgesi Ankara
Palas’ta yapılan Cumhuriyet balolarını ve baloların görgülü, bilgili, eğitimli ve
sermaye sahibi davetlilerini görmek için Ulus’a gelen halk, bundan böyle
Halkevleri’nde rejim coşkusuna dahil olacaktır.
87
1930’ların sonu ve 1940’ların ilk yarısında Kızılay düzenli, temiz ve yeşili bol bir
çevredir. Yenişehir sakinlerinin en tipik özeliği, akşam üzeri iş çıkış saatlerinde
bulvar boyunca yürüyüş yapmak, kent merkezinde sayıları gün geçtikçe artan
kafelerde oturmak veya Kızılay Parkı’nda dinlenmek olmuştur. Öte yandan yine aynı
dönemde, gecekondu olgusu ilk defa kentin çeperlerinde ve gazete sayfarında boy
gösterir olmuştur. Bu noktada, Kızılay yeni bir anlam kazanır. Ulus-devletin
sembolik odağı ve Yenişehir burjuvazisinin sosyal mekanı olmaktan öte, Kızılay
artık kente yeni göçen gecekondu sakinleri icinde kente katılmanın ve belli bir yaşam
standartının uzaktan bakılan ve arzulanan simgesi olacaktır. Bu duyguyu içermesi
bakımından Ankara’nın yalnız olmadığı kabulü ise, Marshall Berman’ın
Baudelaire’in Paris ve Paris meydanındaki kentin yeni sakinleri için yaptığı
yorumlarla anlam kazanabilir. Kent meydanının müdavim kullanıcılarının kentin
çeperlerindeki ötekilerle karşılaşmalarının huzursuzluğunu yorumlayan Berman,
öncelikle bu karşılaşmanın modern niteliğinden bahseder. Çünkü bu modernliği
sağlayan kent mekanı ve bulvardır. Birbirleriyle birbirlerini görmek dışında hiçbir
teması olmayan kalabalık, yıllardır görmediklerini görmek ve de görünür olmak için
bulvardadır. Kentteki yeniyle karşılaşmak, eskilerde huzusuzluk yaratsa da bu
huzursuzluğa alışmaları gerekecektir. Çünkü yeniler çekip gitmeyecekler ve kendileri
için yer isteyeceklerdir (Berman, 2000: 205-210).
Yenişehir ve Paris bulvarında yaşanan deneyimle ilgili bir benzeşim yapmak aslında
çok da zor olmayacaktır. Her şeyden önce Yenişehir ve meydanlar modernliğin
sembolüdür. Bu mekanlarda salına salına gezmeyi hakedenler de modernlerdir. Bu
manzarayı merak edenler ise meraklarını bile yenebilmek için bir bedel ödemeli,
onlara benzemeye çalışarak –şapka ya da kravat takarak- meydana çıkmalıdırlar.
88
Batılı olmak ve ulus devlet kimliğini inşa etmek arasındaki salınımın dışında, kentte
özgünlüğü yaratan bir diğer unsur, kamu binalarının henüz çoğu tamamlanmamışken
kenti donatan heykelerdir. 1927 yılında Etnografya Müzesi önündeki Atatürk Anıtı
ve Sıhhiye’deki Zafer Anıtının inşası tamamlanmıştır. Görkemli bir törenle açılan
Ulus Anıtı, tüm bu heykel projeleri arasında en çok ses getirenidir. Heykel o
dönemde Yenigün Gazetesi’nin sahibi ve başyazarı olan Yunus Nadi Bey’in
üstlendiği bir kampanya ile halktan da çeşitli yardımlar toplanarak tamamlanmış,
büyük bir kalabalığın toplandığı bir törenle açılmıştır (Cengizkan, 1994: 80).
1932 yılında Türk Tarih Tezi ve 1935 yılında Güneş Dil Teorisi’yle resmi söylemde
perçinleştirilmeye çalışılan Türk imgesi, Güven Anıtı’nda garip bir şekilde tezahür
edecektir. Türkiye Cumhuriyeti’nin üstünde yükseldiği temeller, genç Türkiye
Cumhuriyeti’ni düzenini, güvenliği ve Türk halkının kudretini cisimleştirmesi
istemiyle sipariş edilen heykel, yaşlı ve genç Türk figürleriyle halkın önceki
heykellerde görmeye çok da alışkın olmadığı bir biçimdedir. Türk halkının genel
görünümüyle çok da ilişkili olmayan heykel, sadece ruhuyla değil bedeniyle de
Batı’ya öykünen bir ulusun izlerini taşımaktadır.
1930’larda Ankara’daki mimari, Türk modernleşmesinin paradoksal karakterini taşır.
Yeni Mimari adıyla anılan bu dönem bir yandan ‘Batılı olmak’ parolası diğer
yandan ulus devletin gücünün gösterilmesi misyonu altında kendi özgün biçimini
almıştır (Bozdoğan, 1998: 121-125). Modernliği mekanda yaratmanın, ruhlarda
yaratmaktan daha hızlı olacağının farkında olan yönetim, modern Türk mimarisine
önemli bir sorumluluk yüklemiştir. Osmanlı ve İslami etkilerden arınmış, ilerici ve
89
modern yapılar Ankara’yı donatmalıdır. Fakat bu ödev ve görev bilinci, modern Türk
mimarisinin yaratıcılık ve eleştirelliğini zaman zaman sekteye uğratmıştır
(Bozdoğan, 1998 : 120). Ülke kaynaklarının yetersizliği ve inşaat sektörünün
zayıflığı gibi faktörler de modern projenin uygulama alanlarındaki kısıtlamalarda
etkili olmuştur.
1930’lu yıllarda ‘kübik’ terimiyle tanımlanan modern mimarinin Türkiye’deki
örnekleri, Batı’da olduğu gibi toplu konutlar değil, elitler için inşa edilen villa ve
meskenlerdir. Bozdoğan’a göre bu durum, modern mimarlığın resmi kültürle
bağlantısını meşrulaştırırken, halk katında ise “dayatılmış” ve “yabancı” birşey
olduğu algısını kışkırtmaktadır (1998 : 124). Kübizmin etrafında dönen yoğun
tartışmalar sonucunda bu anlayışın terkedilmesi, 1940’larda ulusal bir üslup
oluşturma çabasını doğurmuş, geleneksel Türk evlerinden esinlenerek yapılan yeni
binalar, geleneği içine alarak modern formlar oluşabileceğini kanıtlamştır. Mimar
Sedad Eldem öncülüğündeki ulusal üslup, modernist bir tavırla eskiyi reddetmeden
yeni yaratabilmeyi başarmıştır (Bozdoğan, 1998 : 126).
c) Planlardan Ankara’yı Okumak
Ankara, Cumhuriyet’in ilanında 20 bin nüfuslu, Birinci Dünya Savaşı içinde çıkan
bir yangın nedeniyle konut stokunun önemli bir kısmını kaybetmiş bir şehirdir.
Bütün bu olumsuzluk ve yetersizliklerine rağmen bu kentte, 1.200.000 nüfuslu
zengin bir tarihi, canlı bir yaşantısı bulunan İstanbul’la yarışacak bir kent
kurulacaktır (Tekeli, 1982:54). Elbette bu kararı verenler için, böylesi iddialı bir
90
kentin kurulmasının kendi içinde taşıdığı zorluklar dışında başka zorluklar da vardır.
Örneğin İngiltere Ankara’da elçilik açmayacağını belirterek bu karara karşı
çıkmıştır. Ancak her şeyden önce yeni rejimin siyasi iddiası olan Ankara milli
davaya karşı gösterdiği sadakatin ödülünü alacak ve hummalı bir çalışmayla inşasına
başlanacaktır. Bu amaçla atılan ilk adım 1924 yılında çıkarılan Ankara Şehremaneti
Kanunu olmuştur. Bu kanuna göre Ankara Şehremini hükümetçe atanacak ve 24
üyeden oluşan bir Cemiyet-i Umumiye-i Belediye tarafından yönetilecektir (Tekeli,
1982: 57). Bu kanuna göre Ankara’ya ilk şehremini olarak Mehmet Ali Bey tayin
edilir. Ancak üç dört ay içinde Şehremaneti’nin kurulmasında bir ilerleme
görülmeyince, İstanbul’da uygulayıcı niteliğiyle tanınan Haydar Bey 1924’te
Ankara’ya şehremini olarak tayin olur. Tekeli, şehreminin yaptığı en önemli
icraatlardan birinin, yeni kentin kurulacağı alanı istimlak etmesi olduğunu söyler
(1982: 57). Böylelikle kale merkezinde toplanan 20 bin nüfuslu eski şehir el
değmeden bırakılarak, Yenişehir’in inşasına başlanmıştır. Artık Yenişehir genç
ulusun yeni ideallerini ve iradesini temsil eden, yeni bir yaşam biçiminin mekanı,
ayrıca İstanbul’dan gelen bürokratlar ve kentin yeni sakinleri de Yenişehir’in
kamusal niteliğinin parçası olacaktır.
Yenişehir bölgesinde yaratılmaya çalışılan kamusal alan Osmanlı geleneğinin sahip
olduğu “parçalı kamusallığı” yeniden üretecek ve “burjuva kamusallığını” temsil
edecektir (Sargın, 2002: 32). Mekandaki kamusallığın burjuva kamusallığı olması
her şeyden önce tasarı sahiplerinin niteliğindendir. Ayrıca, Yenişehir kamusal alan
bağlamında modern burjuva yaşantısının davranış ve yaşayış kalıplarının var
edilmeye çalışıldığı alan olmuştur.
91
1923 – 1927 yılları arasında Ankara’da yoğun bir yapılaşmanın başladığını, fakat bu
hareketliliğin ya eski şehrin boş alanlarında ya da Şehreminince istimlak edilen
alanda olduğunu söyleyebiliriz. Tankut, bu yıllar arasında yeni ve eski yerleşmeyi
bütünleştirecek, geleceğin Ankara’sının büyümesini belirleyecek bir genel
yönlendirici çerçeve olmadığını belirtir (1993: 44). Bu eksiklik ya da kentleşmedeki
rasgelelik Cumhuriyet yöneticilerinin Ankara’nın imarı için bir plan hazırlanması
gerekliliği konusunda adımlar atmalarına neden olmuş ve şehir, modern kent
planlamada başarılı olduklarına inanılan Batılı mimar ve şehir plancılara teslim
edilmiştir.
Ankara’ya dair ilk plan (ileriye dönük düzenlemeler içerdiği için ilk diye
bahsediyoruz) 1924’de Lörcher tarafından hazırlanır ancak plan, kentin hem eski
hem de yeni kesimini kapsamasına rağmen eski kent için uygulama kabiliyeti
olmadığı için reddedilir. Cengizkan, Lörcher planının somut olarak uygulamaya
geçmese de Kızılay (Yenişehir) bölgesinin imara açılmasını sağlamış olduğunu ve
diğer Ankara planlarına yön verdiğini belirtir (2003: 220).
Lörcher’in planı, Su Cereyanları, Şimendüfer Hattı Tesisatı, Sanayi, Yol Şebekesi,
Serbest Meydanlar, Pazar Yerleri , Mezbaha Tesisatı, Hastaneler, Mezarlıklar,
Hapishane, Sebze Bahçeleri ve Estetik gibi başlıklardan oluşan 14 bölümden
oluşmaktadır (Cengizkan, 2003: 223). Planı oluşturan bölümlerden de anlaşılacağı
üzere, bundan böyle Ankara modern terimler içeren kent planlarıyla tasarlanmaya
başlanacaktır.
Lörchler’in planı Yenişehir kesimi için 1500 hektarlık bir alanı kapsıyordu. 50 yıl
sonrası için nüfusun 250-300 bin olacağı tahmin edildiğinde planlanan alanın
92
yetersizliği açıktır. İşte bu aşamada bu gereksinimi karşılamak için önlemler alınması
adına yapılması kararlaştırılan şey, yeni bir plan için yarışma açılması olmuştur. Bu
karar sonrası yapılan ilk icraat ise Ankara Şehremaneti’nin 1927 yılında Berlin’e bir
heyet göndermesi ve plancılarla görüşmesidir. Ankara için hazırlanan üç plan içinde
Jansen’in planı gerçekçi, şehircilik ilkelerini kullanmış ve modern koşullara uygun
bulunuduğu için yeni kent planı olarak kabul edilir.
Jansen’in şehircilik anlayışı incelendiğinde planlamayı sosyal bir olgu olarak
algıladığı görülür. Sosyal olguyu daha çok kamu sağlığı ve mutluluğu biçiminde
algılayan Jansen bu amaca da ancak kendi içinde uyumlu ve doğa ile bütünleşmiş
yerleşmelerle erişileceğine inanmaktadır. Tankut, kent içindeki bahçeli evlerden
oluşan mahallelerin düzenlenmesi, kent içinde ve dışında büyük yeşil alanı geliştirme
eğiliminin Jansen’i Bahçe Şehir akımına yaklaştırdığını belirtir (1981).
Jansen’nin Ankara raporunda 18 yerleşme alanı ve bu alanların her birinin 50 yıl
sonraki nüfusu ve yapı türleri gösterilmiştir. Buna göre yaklaşık 1500 hektara 270
bin kişi yerleşecektir. Hektara yoğunluk 120 ile 240 kişi arasında olacak ve yapılar 3
katı geçmeyecektir. Jansen’in raporunda başarı için gösterdiği iki koşul vardır.
Bunlardan ilki imar faaliyetlerinin güçlü bir elde toplanması, diğeri de arazi
spekülasyonlarının önüne geçilmesidir. Ancak bu koşullardan sadece birincisi
sağlanmış ve arsa spekülasyonlarının önlenememesi nedeniyle Ankara’nın çağdaş
kent plancılığı görüşlerine uygun olarak gelişmesi fırsatı yitirilmiştir. Jansen bu acı
gerçeği şu sözlerle dile getirecektir : “Ankara imar planının altındaki imzamı
silebilirsiniz” (akt. Yavuz, 1980: 6).
93
Tüm sorunlara karşın Jansen’in planı 1945 hatta 1950’lere kadar Ankara’nın
gelişmesini yönlendirmiştir. Geniş yeşil alanlara sahip, yoğunluğu az ama
caddelerinde özenle yapılmış kamusal binaların sıralandığı bir kent ortaya çıkmıştır.
Ancak yaratılan kent öngörülen plana tam olarak uymamıştır. Örneğin
gecekonduların yayılması nedeniyle kurulması hesaplanan üniversite mahallesi
kurulamamış, amele mahallesi hayata geçirilememiş ve yine gecekonduların işgali
dolayısıyla kent etrafında bazı tepelerde oluşturulmak istenen yeşil alanlar
gerçekleştirilememiştir (Tekeli, 1982: 64). Ayrıca, yasa ve yönetmeliklerin eksikliği,
teknik sorunlar (Ankara’nın kadastro planının olmaması gibi), mali sıkıntılar,
Jansen’nin imar yönetimini rahatsız eden iletişim tarzı, baskı grupları ve çıkar
çatışması ve artan nüfusun barınma ihtiyacının karşılanamamasından kaynaklı
gecekondu sorununu planın amaçladığı sonuca ulaşamamasının nedenleridir.
Gecekondulaşma, nüfusu başkent olduktan sonra ortalama yıllık yüzde 6 artan
Ankara’nın, 1930’larda karşılaştığı bir sorundur. Önceleri geçici olduğu düşünülen
ve kent planı kente yerleştikçe ortadan kalkacağı varsayılan gecekondulara 1930’lu
yıllarda göz yumulsa da, 1940’ların ikinci yarısında gerçekçi önlemler alınmaya
başlanmıştır. 1948’de gecekonduların durumunu ıslah için bir yasa çıkarılmıştır. Bu
yasa gecekonduları meşrulaştırma yasalarının ilkidir. Bu yasada her ne kadar
Jansen’nin planının ana hatlarını koruma ereği güdülse de bu amaca ulaşılamamış,
dahası yasa uygulanamamıştır. Tekeli, bu yasanın olanaklarından faydalanarak
Ankara’da daha çok alt orta sınıflara dönük büyük bir konut alanı olarak
Yenimahalle kurulduğunu belirtir (1982: 66). 1935’te üst düzey bürokratların
çabasıyla gerçekleştirilen Bahçelievler Yapı Kooperatifi ve 1944’te Bayındırlık
Bakanlığı’nın verdiği yatırım izniyle yapılan Saraçoğlu Mahallesi’nin ardından
94
yapılan Yenimahalle projesi, kentin nicel olarak yekun tutan alt orta sınıflarının
mesken sahibi olması adına (Yenimahalle girişiminden yararlanacak olanlarda
aranan nitelikler çıkartılan özel kanunla şu şekilde belirtilmiştir : Evli ya da dul olup
çocuğu fazla olanlar, evli olanlar, Ankara’da yerleşme tarihi eski olanlar, Ankara’da
devamlı iş sahibi olanlar, mali durumu bu kanundan yararlanmayı öncelikle
gerektirecek ölçüde olanlar) yapılmış önemli bir adım olmuş ve üç yıl içinde 20.000
kişilik bir mahalle ortaya çıkmıştır (Yavuz, 1980: 23).
1950’li yıllara gelindiğinde yukarıda belirtilen gelişmelerin dışında Ankara, nüfusu
288.000’ e ulaşmış bir şehirdir. Bu rakama Jansen’in öngördüğü gibi 50 yılda değil
de 20 yılda ulaşılmıştı. Bu hızla gelişen kent ve nüfus için yeni bir plana ihtiyaç
duyulmuştur.
1954 yılında Ankara’nın kent planı için ikinci kez uluslararası bir yarışma daha
yapılır. Yarışmayı iki Türk plancı olan Raşit Uybadin ve Nihat Yücel kazanmıştır.
Bu yarışmada katılımcılara 30 yıllık dönem için 750.000 nüfusluk bir hedef verilmiş
ve kentin büyümesinin belediye sınırları içinde tutulması istenmiştir. Kent belediye
sınırlarının içinde ve kuzey güney doğrultusunda yeniden planlanacaktır (Tekeli,
1982: 69).
Yücel–Uybadin planının uygulamaya girdiği yıllar Türkiye’nin ekonomik
gelişmesinde büyük sıkıntıların yaşandığı yıllardır. 1950’lerin dışa açılma politikası
Türkiye’yi önemli dış ödemeler dengesi ve enflasyon sorunu ile karşı karşıya
bırakmıştır. Dönemin başbakanı Menderes bu bunalım içinde popülist bir politikayla
kentin imar sorununa eğilmiş ve ana yolları genişleterek kentin yeni yoğunluk
artışına görece bir çözüm bulmuştur. Tekeli, bu gelişmenin Jansen’in imar planının
95
ortadan kalkışını hızlandırdığını belirtir (1982: 71). Uybadin-Yücel planının
uygulanabilirliği Jansen planının hiçe sayılmasıyla mümkün olacaktır. Bahçeli ve
düşük katlı evler yerine çok katlı apartmanlar ve gecekondular dönemin kentsel
manzarasını oluşturacaktır. Sonuçta ortaya çıkan ikili kent yapısının (gecekondular-
imarlı konut mahalleleri) her iki kısmı da sağlıksızdır. Gecekondular eksik alt
yapıları ve düzensiz gelişmeleri ile büyük bir sorun haline gelirken, imarlı konut
mahalleleri de yüksek yoğunlukları, eksik sosyal donatımı ve alt yapıları ile fiziksel
tasarıların önüne geçen somut gereksinimlerin ortaya çıkardığı özgün formlarını
alacaktır.
Bu dönemin Ankara açısından bir diğer özelliği Başkent ilan edildiği andan itibaren
kazandığı ayrıcalıklı ve biricik konumunu İstanbul’a kaptırmasıdır. Mustafa
Kemal’in ölümüyle “yetim kalan Ankara” bu dönemde alışkın olmadığı bir
yalnızlığa itilecektir.
3. Yeni Dönem, Yeni Ankara: 1950’li Yıllar
a) “Yetim” Ankara
Ankara 1950’lerde Türkiye’nin ekonomik, sosyal ve siyasal hayatındaki dönüşüme
koşut olarak farklı olgularla okunur. Öncelikle kent, Mustafa Kemal’in ölümüyle
yetim kalmıştır. Ulusun babasının kentteki ve ülkedeki yokluğu sadece fiziksel bir
yok olma durumu da değildir. Ata’nın ölümüyle modernlik ve Batılılaşma şiarındaki
dönüşüm zihinsel bir “boşluğun” göstergesidir.
96
Demokrat Parti, önceki dönemden farklı bir modernlik anlayışı içinde, geleneksel ve
dini olanı öne çıkaran, ekonomik düzeyde söz sahibi olan burjuvazinın siyasal
alandaki katılımlarını arttıran bir politika izlemiştir. Ancak ekonomik gelişme
vurgulu bu söylemde, gelişmenin toplumsal tarafı eksik kalmıştır.
1929 ekonomik buhranıyla dışa kapanarak, devletçilik uygulamalarıyla ulusal
burjuvazinin güçlendirilmeye çalışıldığı Türkiye’de, Demokrat Parti’nin iktidarıyla
birlikte ulusal burjuvaziyi devletçilik yoluyla güçlendirmek yerine, daha liberal bir
ekonomi politikası izlenmiştir. Burjuvazinin, dışa kapalı ekonomi döneminde açıkça
ortaya çıkmayan dış sermaye ile bütünleşme eğilimi netleşmiş, ulusal burjuvazi
yaratma isteği son bulmuştur. Dolayısıyla gelişme, benimsenen demokrasi modeline
de uygun olarak kendi dinamiğine bırakılmış, örnek kent yaratma çabası da anlamını
kaybetmiştir (Tekeli, 1982: 68). Bu dönemde 1945 öncesinde önemini kaybeden
liman kentleri önem kazanır. Demokrat Parti’nin ilgi alanına giren kent artık
İstanbul’dur.
Bu yıllar sadece Türkiye için değil, bütün dünyada önemli bir kırılma noktasıdır.
Rasyonel ve sonsuz ilerlemeci modernlik pratiği, bütün vaatlerini yalanlarcasına bir
dünya savaşı yaratınca, modernlik, kendini kurduğu söylemi inkar ederek serüvenine
devam edecek, bu dönemde yaraları farklı metotlarla saracaktır.
Demokrat Parti dönemi sadece önceki iktidara göre farklı politikaların uygulandığı
bir dönem değildi. Bu dönemde kent merkezindeki aktörlerin niceliği ve sosyal
sınıflarındaki değişim dikkat çekicidir. Kızılay Meydanı artık bir görünme, merak
edilene yaklaşma, diğerleriyle aynı yeri paylaşabilme arzusuna cevap veren bir
merkez olmuştur. Batuman’a göre Kızılay’ın alt gruplar açısından erişebilirliği, çok
97
partili hayata geçişle birlikte kent merkezine dair bir kullanım talebini içerir (2002:
56). Kızılay’ın kamusal kullanımı bundan böyle sadece seçkinlerin sergilediği bir
gösteriden çok alt sınıfların da katılımıyla anonim nitelik kazanmıştır.
Demokrat Parti iktidarı temsilcisi oldukları din ağırlıklı ve sermaye merkezli
söylemi, her ne kadar tamamlanmaları geç de olsa, Kocatepe Cami ve Emek
İşhanı’nın inşası projesiyle kent merkezinde ölümsüzleştirmek istemiştir. Emek
İşhanı heybetli görüntüsü ile sermaye için alttan alta cazibe merkezi olan Kızılay’a
kondurulmuş, çok katlı yapısıyla Ankara’nın ilk gökdeleni olmuştur. Bu dönemde
kent yeni bir mimari anlayışla şekillendirilmeye çalışılmıştır. Şirket üslubu
(corporate style) diye adlandırılan bu uluslararası tarz, modernizmin mimari
alanındaki yeni biçimi olmuştur. Çok katlı betonarme binalar, cam kaplı yüzeyler,
blok konut, trafiğin akışını kolaylaştıracak geniş caddelerden oluşan yeni akım, rantı
estetik yerine ikame etmiş, bu ikamenin doğal sonucu olarak da kent dokusu
bozulmuştur (Bozdoğan, 1998: 127). Kitlesel göçün doğal sonucu olan gecekondu
yerleşkeleri de kentsel çelişkiyi üreten mekanlar olmuştur. Kentin çeperlerindeki
kitle, sınırsız özgürlük, olanak ve yüksek yaşam standartları sunan modernliğin
görüntülerini seyrederken, bu görüntüde kendilerini bulamamışlardır. Modernliğin
oluşacağını öngöremediği kentsel çelişki de geri dönülemez bir biçimde kente
yerleşmiştir. Bu dönemde modernliğin kendini kurduğu eşitlikçi, rasyonel ve bilimsel
söylem kırılmaya başlamıştır. Modernliğin kendini reddederek ilerlediği kabul
edilmediği takdirde, mevcut durum modernlikten topyekun bir kopuşu
simgelemektedir.
98
Bu dönemde Ankara’ya dair söylenenler aslında çok da özgün nitelikte değildir. Öyle
ki, Berman’ın New York’a dair anlatıları, Ankara’ya çok yakın özellikler içerir
(2000: 386-400). Heybetli beton binalar, express yollar, şehrin merkezinde inşa
edilen iş merkezleri kentin mimarı Moses için modern New York’un imajı olacaktır.
Eski mahalleri yıkan dozerlerin sesi kentin yeni sesidir. Geleceğin şehrini yaratma
çabasındaki Moses, kenti “yıkarak yaratma” girişimine soyunmuştur. Kentin yeni
simgeleri azametli iş merkezleri sermayenin yeniden üretildikleri mekanlardır. Kent
sürekli bir tüketimi hatırlatırcasına yeniden üretilirken, kenti yeniden
yapılandırmanın amacı da sermayeyi kente çekmek ve tüketimin devamlılığı
sağlanmaktır. Bu nedenle Harvey’in dediği gibi, kenti kapitalist birikim
süreçlerinden bağımsız değerlendirmek, mekana özgün bir değer atfetmek
sağlıksızdır ve mekanı fetişleştirir.
b) Ankara Enerji Biriktiriyor
1950’lerde, kentin en önemli kamusal alanı olan Kızılay Meydanı artık bireylerin
kendilerini gösterdikleri görünme mekanıdır. Meydanın kullanım niteliği toplumsal
çelişkilerin kemikleşmesiyle eş zamanlı olarak 1960’larda yeni bir karaktere
bürünmüştür. 1950’lerde kentin diğer sınıflarının ‘biz de varız’ dediği Kızılay
Meydanı, artık siyaseten de görünür olabilmenin bir biçimi olarak mitingler ve
eylemlere ev sahipliği yapmaktadır. Orneğin 1960 yılındaki ünlü 555 K (5. Ayın
5’inde saat 5’te Kızılay’da) eylemi dönemin politik huzursuzluğun göstergesidir.
Eyleme katılan göstericilerin “Menderes’in üstüne yürüyerek tartaklaması”, yönetici
99
sınıfının üstündeki halenin kalkması olarak okunabilir (Aslandaş&Bıçakçı, 2002:
44) .
27 Mayıs ihtilali öncesi tırmanan toplumsal gerginlik Kızılay Meydanı’daki
gösterilerde can bulmuştur. Üniversite yerleşkelerini de içine alan Sıhhiye ve Cebeci
bölgesindeki öğrenci hareketleri kampüslerin dışına çıkınca, Kızılay Bulvarı, siyasi
tepkinin gösterildiği meşru bir alan olmuştur. Tahmin edileceği gibi, iktidar tepkileri
dizginlemenin yolunu, izlediği politik tutumlardan ödün vermekte bulmamış,
Kızılay’daki kalabalığı seyreltmenin yollarını aramıştır. Kızılay’daki otobüs
durakları başka yerlere taşınmış, sinemalar kapatılımış hatta Bulvar’da 10 kişiden
kalabalık gruplar halinde dolaşmak yasaklanmıştır (Batuman, 2003: 61). İktidarın
davranışının geçiciliği, bir tür “terk etmeden kaçma” ya da “idare etme”
niteliğindendir.
İhtilal ertesi kendini hissettiren ve yeni Anayasa’yla meşrulaşan özgürleştirici
ortam, toplumsal talepleri kamusal alanda açığa çıkarırken, özgürlüklerin
taşkınlıklara evrildiğini düşünen “Aşırı Akımlarla Mücadele Komitesi” mevcut
duruma el atmak gerektiğine karar verecektir (Batuman, 2003: 64). Bu karar mekan
üzerindeki kontrolün yöntemlerini değiştirirken, 70’li yıllarda kenti yeniden
tanımlamak gerekecektir.
100
4. Sokakların Ankara’sı: 1980’e Kadar Ankara
a) Ankara’nın Değişen Yüzü
Ankara için bir diğer dönemleme 1970’ler için yapılabilir. Türk siyasi hayatında da
bir kırılma olan yeni dönem, kent genelinde de farklı yorumlar yapmayı gerektirir.
Bu dönemin Ankara’sı nüfusu 1.200.000’e, kentleşme oranı ise %71’e ulaşmış bir
kenttir. (1970 yılı için Türkiye’nin nüfusu 35.000.000, kentleşme oranı ise %35’tir).
Bununla beraber bu veriler tek başına kentin 1923 yılından beri geçirdiği değişimleri
yansıtmamaktadır. Ankara’nın şekilsiz ve planlara uymayan büyümesindeki en
büyük etkenlerden biri de II. Dünya Savaşı sonrasında tarım sektöründe meydana
gelen yapısal değişimler sonucu ortaya çıkan kırdan kente göç dalgasından fazlasıyla
etkilenmesidir. Bunun yanı sıra bu 47 yıllık dönemde kentin kaderini etkileyen
kararlar alınmış, imar konusunda yeni ve önemli sonuçlar doğuran düzenlemeler
yapılmıştır. Jansen ve Yücel-Uybadin planlarıyla amaçlanan sonuçlar elde
edilememiş, bu planlama çalışmaları kentin önlenemez büyümesini kontrol altına
alamamış, yanlış nüfus projeksiyonları ve artan spekülatif baskılar 1970’e
gelindiğinde kentin ciddi sorunlarla karşı karşıya kalmasına sebep olmuşlardır.
Kentin sorunlarına çözüm bulunması amacıyla, 1965 yılında alınan kararla İmar
İskan Bakanlığı’na bağlı Ankara Nazım Plan Bürosu’nun (ANPB) kurulması için
çalışmalara başlanmış ve büro 1968 yılında çalışmalarına başlamıştır.
Ankara’nın 1970 dönemindeki sosyal ve ekonomik yapısına bakıldığında kentin
başkentlik işlevinin kentteki faaliyetleri önemli oranda etkilediği görülmektedir.
Kentin faal nüfusunun çoğunluğu hizmet sektöründe çalışmakta ve bu nüfusun büyük
101
kısmını kamusal hizmetlerde çalışanlar oluşturmaktadır. Kentin sınai faaliyetlerde
gelişmemişliği ürettiği katma değerden de anlaşılmakta ve kent sahip olduğu konuma
göre az üretmektedir.
Kentin mekansal yapısına bakıldığında, kentin demiryolu ile ikiye ayrıldığı ve bu iki
parçanın kuzey tarafında daha çok alt gelir gruplarının, güneyde ise üst gelir
gruplarının yaşadığı görülmektedir. Merkezin yapısına bakıldığında ise Ankara’nın
1970 yılında iki kutuplu bir yapıya sahip olduğunu söylenebilir.
Bu noktada kent mekanında merkeze dair birkaç detaya girmek anlamlı olabilir,
çünkü bir kentin anlaşılabilmesi için öncelikle bakılması gereken alanlardan biri de
merkez ya da merkezlerdir. Ankara örneği için ilk etapta göze çarpan iki merkezden,
yani Kızılay ve Ulus’tan bahsedebiliriz. Ankara’da merkez fonksiyonlarının belirgin
özelliği birbirinden kopuk iki merkezde toplanmış olmasıdır. Bu da bizi, şehirlerde
birden fazla merkez bulunmasının anlamı nedir, nasıl yorumlanmalıdır sorularına
yöneltmektedir. Ampirik bir düzeyde de olsa sanayileşmiş ülke şehirlerinin özellikle
nüfusu milyonu aşmayan örneklerinde genellikle tek bir merkez bulunduğunu
söyleyebiliriz. Buna karşılık Paris gibi bir metropolde görülen durum esas merkezle
alt merkezlerin karışması, öte yandan şehirde farklı faaliyet kollarının farklı alanlarda
yoğunlaşması nedeniyle daha karmaşık bir nitelik kazanmasıdır. Daha açıkça
söylemek gerekirse, merkez her ne kadar fiziki bir birim olarak görünse de kendi
içinde karmaşık bir yapı sunmaktadır. Bu genel kuralın Batı şehirlerinde bilinen en
önemli istisnası New York’tur (Akçura, 1971). Şehrin mimari Moses, iş ve ticaret
merkezleriyle kamu ve mali idare merkezlerini birbirinden tamamen ayırmış ve
bambaşka bir kamusal alan yaratmıştır (Berman, 2000).
102
Ankara ve merkezleri üzerinden derin bir anlatıma girebilmek için teorik bir çerçeve
kullanmak gerekir. Şehirsel büyüme teorileri ve Ankara’nın bu teoriler içinde
hangisine yaklaştığını görmek adına üç teoriden bahsedebiliriz: Ortak merkezli
çemberler teorisi, dilim teorisi ve birden fazla merkezli gelişme teorisi.
Ortak merkezli çemberler teorisine göre şehirlerin iç yapısı, iç içe bulunan ortak
merkezli birtakım çemberlerin birbirinden ayırdığı fonksiyon bölgelerinden oluşur.
Çekirdek, iş ve ticaret bölgesidir. Bunu, ortadan kalkmaya yüz tutmuş, iş yerlerinin
istilasına uğramış bir geçiş bölgesi izler. Üçüncü çember işçilerin oturdukları
mahalleleri kapsar. Dördüncü bölge ise daha iyi ve yüksek standartlı konutların
bulunduğu bölgedir. En sonda da banliyöler bölgesi gelir.
Bu teori Ankara’ya uyarlandığında Ankara’nın teoriye uymayan yönlerinin uyan
yönlerinden daha fazla olduğu görülür (Akçura, 1971: 128). Gerçi Ulus’u ve Kale’yi
çevreleyen ticaret ve zanaat faaliyetleri, Ankara’nın sanayileşmemiş yapısı içinde
teoriyi doğrular niteliktedir. Ayrıca, Ulus’ta yer alan kamusal ve yarı kamusal
kurumların ortada bulunuşu teorinin Ankara’ya uyan niteliklerindendir (Keleş,
1971: 132). Ankara, Ulus’ta ve Kızılay’da iki merkezi olan bir şehir olarak kabul
edildiğinde, her iki merkezin etrafındaki çemberlerden ikincisi, yani geçiş bölgesi
özelliği taşıyan halka, her ikisinde de çarpıcı bir özellik taşır. Bir yanda eski Ankara
geniş kesimiyle, bir geçiş bölgesidir. Öte yandan Yenişehir merkezine yakın semtler;
hızla işyerlerinin istilasına uğrayan geçiş bölgeleri karakteri taşır. Teoride var olan,
merkezden çevreye doğru gidildikçe daha zengin ve yüksek sosyal gruplara rastlama
ilkesi, Ankara’ya tam uymamaktadır. Merkezi Kızılay olan çemberde bu gözlemin
103
yapılması olanağı yoktur. Çünku bir yanda Kavaklıdere ve Çankaya gözlemlere uysa
bile, İncesu, Çinçin Bağları ve benzeri gecekondu alanlarının varlığı teorinin kendine
özgü mantık düzenini bozmaktadır (Keleş, 1971: 134).
Ikinci teori olan dilim teorisine göre, farklı gelir gruplarında bulunan ve farklı sosyal
sınıfların üyesi olanlar farklı bölgelerde ve gelirlerindeki değişme ile aynı dilim
içinde merkezden çevreye doğru hareket ederler. Teori, şehri beş dilimden oluşan bir
organizma olarak ele alır. Merkezde yer alan bölge, iş ve ticaret bölgesi, ikinci dilim
hafif imalat sanayinin ve toptancılık faaliyetlerinin bulunduğu alan, üçüncü dilim alt
sınıfların konut bölgesi, dördüncü ve beşinci dilimler ise orta halli sınıf ve
tabakalarla, yüksek gelirli sınıfların oturmalarına ayrılmıştır (Keleş, 1971: 135). Bu
teorinin Ankara için geçerliliği Akçura tarafından aranmış ve teori iskan yerleşmeleri
açısından Ankara için doğrulanmıştır. Ulus ve Kızılay birlikte tek merkez sayılarak
çizilen belli açılar içinde kalan dilimlerden doğuda kalanların çoğu fakir mahalleler,
kuzey ve kuzey batıda kalanların orta sınıflar ve gecekondular karışımı olduğu,
güneyde kalanların ise şehrin prestijli kısımları olduğu Akçura’nın gözlemleri
arasındadır (1971: 3-35).
Son teori olan birden fazla merkezli gelişme teorisine göre, şehirlerin gelişmesi tek
bir merkezin değil, fakat bir kaç ayrı çekirdeğin etrafında yer alır. Bu çekirdekler
bazı şehirlerde eskiden beri varolduğu halde, diğer bazı şehirlerde şehirler büyüdükçe
ortaya çıkmıştır. Genellike bir şehir ne kadar büyükse sahip olduğu merkez sayısı da
o kadar fazladır.
Ankara’nın Ulus ve Kızılay olmak üzere iki merkezi olduğunu biliyoruz. Kızılay,
Ankara’nın başkent oluşuyla birlikte ortaya çıkmış, şehrin eski merkezi olan Kale de
104
eski fonksiyonlarını devam ettirmekten başka, şehrin yeni fonksiyonlarının bir
kısmını da üzerine alarak alanını genişletmiştir (Yavuz, 1952). İlk bakışta buna,
şehrin tarihsel merkezi sayılan Kale ve civarının, yeni fonksiyonlar yüklenerek,
başkentin iki merkezinden biri durumuna gelmesi olarak bakılabilirse de, gerçekte
durum farklıdır. Çünkü Ulus bölgesi, 70 yıl farklı görevler üstlenmiştir. Ayrıca
Yenimahalle, Kavaklıdere, Bahçelievler gibi yeni alt merkezler oluşmuşması, bu
semtlerde oturan Ankaralıların ihtiyaçları için merkeze-lere daha az sıklıkla inmesi
Keleş’e göre çok merkezli bir gelişmenin baslangıcı sayılabilir (1971: 136).
Yukarıda bahsedilen üç teori de aslında Ankara kent gerçeğiyle tamamem
örtüşmemektedir. Bu saptamanın en belirgin kanıtı teorilerin Batı ya da Amerikan
kent yapısı odaklı olmasıdır. Özgün bir örnek olduğunu düşündüğümüz Ankara’ya
tekrar döner ve bir değerlendirme yapmak istersek: Cumhuriyet’in ilanına kadar
Taşhan Meydanı olarak bilinen Ulus Meydanı, 1918-1923 yılları arasında tamamen
farklı bir kimlik kazanmış, Milli Mücadele’nin yürütüldüğü merkez haline gelmiştir.
2. Meclis, Ankara Palas ve İş Bankası gibi yapılarla farklı fonksiyonlar sağlasa da,
Jansen planının da etkisiyle 1940’larda kentin en dinamik yeri olma özelliğini
kaybetmiştir. Ulus, 1960’larda meclis binasının da Yenişehir bölgesine taşınmasıyla
Cumhuriyet’in erken zamanlarında kent için taşıdığı anlamı yavaş yavaş kaybetmeye
başlamış, Yenişehir kent merkezi olarak ön plana çıkmıştır. Ortaya çıkan bu durum
Ankara merkezlerinin kendine özgülüğünü açıklayabilir.
105
b) Ankara Sokağa İniyor
Berman, tüm dünyada 60’ların sonu ve 70’lerin başında etkin olan toplumsal tepkisel
başkaldırıların, sadece iktidara karşı değil, modernliğe karşı da olduğunu, bu
dönemdeki hareketlerin “yaşanacak tek bir dünya” olmadığını göstermeye çalıştığını
söyler (2000: 415). Ancak, aynı yıllarda Türkiye’de “yaşanacak başka dünyanın”
olabileceğini göstermek isteyenler, 12 Mart engeliyle karşılaşmışlardır. Hem de on
yıl önce hazırlanan anayasanın ülkeye “lüks” sayıldığı gerekçesiyle.
Özellikle genç nüfusun hızla politikleştiği 1970’lerde, kentin en önemli kamusal
alanı olan Kızılay Meydanı da, toplumsal gerginliğin bazı zamanlarda kentsel şiddete
dönüştüğü bir mekanı olmuştur ve bu yıllarda şiddetin dozu Meydan’ın 60’larda
deneyim ettiğinden çok daha ağırdır. 60’larda yapılan geçici düzenlemelerin
beklenilen etkiyi yaratmadığı düşünülerek, toplumsal hareketleri önleyici kalıcı
çözümler aranmış ve nihayetinde kamusal alanların niteliği değiştirilmiştir.
Aslında meydanın politik nitelikteki kullanım şekli, kent içindeki ekonomik ve
sosyal dengesizliklere duyulan tepkinin somut bir göstergesidir. Siyasi istikrarsızlık,
bölüşümün adil olmaması, kent çeperini saran gecekondu sakinlerinin temel
hizmetlerden yararlanamaması, işsizlik sorunu, sanayileşme hızının nüfus artış
hızıyla eş gitmemesi kentsel gerginliğin belirleyici nedenleri olmuş, bu gerginliğe
duyulan tepki de mekansal olarak kentte yoğunlaşmıştır.
Kızılay Meydanı’nda süren kamusal yaşantının hem sosyal hem de kültürel boyutları,
toplumsal tepkisel hareketleri önlemek adına idareciler tarafından tahrip edilir. Bu
tahrip etkinliklerinin en gözle gorünenleri araç yollarının genişletilmesi ve yeşil
106
alanların ortadan kaldırılmasıdır. Kızılay Meydanı artık küçültülmüş Kızılay Parkı,
yoğun taşıt trafiğiyle, otoparklarıyla bilinçli bir politikanın dönüştürdüğü ve
değitirdiği bir alan olmuştur.
c)Tutuklu Şehir
“12 Eylül sabahı tankların işgal ettiği Kızılay Meydanı, artık yepyeni bir söylemsel
çerçeve içinde, kamusal alanın yok edilmesine koşut olarak ve herhangi muhalif
etkinliğe izin vermeyecek şekilde yeni bir anlama kavuşturulacaktır” (Batuman,
2002: 68). Bundan böyle meydanlar, halk için cazibesini yitirmesi gereken yerler
olmalıdır. Yeni söylem, halkı sokaktan, caddeden ve meydandan uzaklaştıracak;
evine çağıracaktır. Artık huzurun mekanı evdir. Mekanlar da insanlar gibi apolitize
edilecek, insanların biraraya gelmesi önlenecek, çelişkilerden ve kentten
uzaklaşmaya çalışan bir kitle ortaya çıkacaktır.
1980 Darbesi’yle birlikte Kızılay Meydanı artık kontrol altında tutulan bir trafik
kavşağına dönüşerek yeni bir kimlik ve nitelik kazanır. Bu yeni kimlik üç büyük
projeyle de uygulamaya konulmaya çalışılmıştır: Güvenpark Yenileme Projesi,
Kızılay Rant Tesisleri Binası ve Kızılay Metro İstasyonu Projesi. Büyükşehir
Belediyesi 1985 yılında Güvenpark Yenileme Projesi, parkın altını alışveriş merkezi
ve otopark olarak düzenlemek istemiştir (Batuman, 2002: 69). Ancak bu proje Çevre
Duyarlılığı Grubu adı altında ‘Otopark değil Güvenpark’ sloganıyla örgütlenen ve
Türkiye tarihinde görülmüş en önemli kentsel toplumsal hareketletden birini
oluşturan sivil inisiyatifin muhalefeti sayesinde engellenmiştir.
107
Kızılay Meydanı için önerilen ikinci proje 1979 da yıkılan tarihi Kızılay Binası
yerine inşa edilen Kızılay Rant Tesisleri binasıdır. 1980 yılında Kızılay tarafından
açılan yarışma sonucu birinci gelen projenin inşası tamamlandığı halde hala
kullanıma açılmış değildir. Rahatsız edici azameti, sevimsiz ve işlevsiz görünüşüyle
Meydan’ın dikkat çeken yapılarından biri olan bina, meydanın değişen görüntüsünün
en görünür kanıtlarından biridir.
Kızılay Meydanı için önerilen üçüncü proje metro hattı projesidir. Sadece ulaşıma
yönelik olmayan metro projesi, meydanın altında tanzim edilen dükkanlar ve
alışveriş merkeziyle kameralar ve güvenlik görevlileriyle kontrol edilen bir alan
olmuş ve bir kere daha yeşil alanlar ve en fazla da Güvenpark (bu kez, daha önceki
proje için yaratılan kentsel muhalefet ortamı olmadığı için) bozulmuştur. Artık
Kızılay Meydanı bir kavsak olarak algılanan belki de Ankara’nın ‘hız’ denildiğinde
ilk andığı mekanı olmuş ve meydanın zihinlerde yarattığı kamusal anlamdan
uzaklaşmıştır.
80’lerle birlikte kentte yurttaşlık ve kent bilinci yaratmanın işaretleri de değişmeye
başlamıştır. Sermaye kente iyice yuvalanmış, kentin tasarlanmasında da belirleyici
olmaya başlamıştır. Bu yıllarla birlikte, Harvey’in “kolaj kent” dediği postmodern
biçimler Ankara’da da görülmeye başlanmıştır. Kamusal alanların, parkların,
meydanların sermaye lehine şekillenmesi hatta yok edilmesi, 80 Darbesi’yle evine
gönderilen kentlinin, kentti yaşayamadığı bir biçim almıştır.
108
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
ANKARA’YI EDEBİYATTAN OKUMAK
I. Hiç’ler Şehrinden Modern Başkente
1. Yakup Kadri’nin Ankara’sı
a) “Gerçek”
Ankara’nın kentsel gelişiminin edebiyattaki izlerini bulmaya dair çabamızı
Cumhuriyet döneminin hem önemli bir siyasetçisi hem de önemli bir edebiyatçısı
olan Yakup Kadri’nin eserlerini inceleyerek başlatabiliriz. Bu çabadaki en iyi
malzemeyi verecek metinlerden biri adından anlaşılabileceği gibi yazarın Ankara
romanıdır. İlk bölümde ulusal kurtuluş savaşı yılları, ikinci bölümde Cumhuriyet’in
ilanından 1927’e kadar olan zaman, son bölümde de 1937-1942 arası ‘hayal’
Ankara’nın anlatıldığı romanın kahramanı da aslında Ankara kentinin kendisidir.
Yazarın gözünden 1921 yılı Ankara’sı, Milli Mücadele’nin kalbi ve aslında bir
hiç’ler şehridir. Ankara’nın Cumhuriyet rejiminin hedef planları ve uygulamalarıyla
kat ettiği gelişmeyi ön plana çıkarmak amacı da, yazarın bu hiçliği vurgulama
çabasını arttırır. Örneğin, romanın kahramanlarından Selma Hanım’ın, kocasının
yanına gelmek amacıyla İstanbul’dan Ankara’ya ulaşması bile son derece sancılıdır.
Öte yandan, İstanbul’dan Ankara’ya gelen olmak, bu havayı tenefüs etmek neredeyse
kutsal bir mertebeye ulaşmak gibidir. Elbette bu betimlemelerde, Yakup Kadri’nin
Milli Mücadele'yi ne denli kutsallaştırdığının etkisi yadsınamaz. Burada,
109
Ankara’ya dair olan ve günümüzde de geçerliliğini koruyan bir başka özellik dikkat
çekicidir: Ankara’nın yönetim merkezi olmasından kaynaklanan kişileştirme
durumu. Ankara, Milli Mücadele’nin başladığı andan itibaren ülke yönetimiyle ilgili
kararları veren ve uygulayan bir özne olmuş, bu durum karar alma birimleri ve
kararları alanları kapsayan bir Ankara kimliği kurmuştur. Bu kimlik, Ankaralılık ya
da Ankara’da yaşayan olmaktan farklı ve sadece kente ait olandır:
Babasının [Selma Hanım’ın babası] “Bakalım Ankara’dan ne haber var? Yahut Ankara’ya
dair havadisleri men etmiş olacaklar” diye söylenişleri, bir gün başlangıcının en alışılmış
sesleri arasına girmişti. Hele bir çok bildikleri gibi Nazif’te [Selma Hanım’ın kocası] Ankara
yolunu tutunca, Selma Hanım için, hiç olmazsa üç dört defa Ankara bahsi geçmeyen ve o
bahisle açılıp kapanmayan günler tatsız, uğursuz, bomboş bir mahiyet almaya başlamıştı.
(2003: 18).
1921 yılı Ankara’sı, İstanbul’dan eşinin resmi görevi nedeniyle ayrılmak zorunda
kalan Selma Hanım’ın gözünden aktarılır. Aslında Selma Hanım’ın Ankara’daki
varlığı da sadece kocasına refakat etmek değildir. Her şeyden önce, modern hayata
alışması gereken Ankara yerlisi için, hem görüntüsü hem de yaşantısıyla örnek
biridir. Kısa saçları, bakımlı görüntüsü, güzel kıyafetleri ve sosyal ilişkileriyle farklı
ama örnek modeldir.
Cumhuriyet modernleşmesi, halkın terbiyesi söyleminde kadınlara özel bir alan
ayırmış, toplumsal projelerde öğretici ve taşıyıcı bir rol atfetmiştir (Cantek, 2003:
34). Modernleştiriciler, Cumhuriyet kadınına hem bedeni hem de zihniyle rejimin
yeniliklerini aktarma ve taşıma misyonunu yüklemiştir. Selma Hanım’a romanda
biçilen rol de kısmen budur, çünkü o, Cumhuriyet’in yeni kadın tipidir: İdealist, Batı
kadının imajına sahip ve açık görüşlü. Bu nedenle romandaki erkek karakterler
110
bölümlerle birlikte değişse de Selma Hanım hep kalıcıdır. Ankara ve Cumhuriyet
modernleşmesi Selma karakteri üzerinden anlatılır.
Selma Hanım’ın oturduğu Tacettin Mahallesi, İstanbul kökenli bu genç kadın için
yaşanılması ve yaşamaya alışılması zor bir hayatın izlerini taşır. Fakat Selma Hanım
için sokağın zorluğu sadece simgelediği ilkellikten ibaret değildir. Kendisi ve sokak
arasındaki gerilimli ilişkinin diğer bir nedeni, sokakta kendine ait bir yer
bulamamasındandır. Bu nedenle hep izleyendir, sokakla ilgili her detayı
ezberlercesini sürekli sokağı izler. Çünkü sokak, çelişkileri gizlemeyemez ve bir
kentin neye benzediğini en iyi anlatan mekanlardan biridir.
1920’li yılların ilk yarısı için Ankara’da kent kır ayrışması net değildir. Bu nedenle
romanda kıra ait geri unsurların göstergelerini yadırgamamak gerekir. Yakup
Kadri’nin de yapmaya çalıştığı basit bir 1921 yılı Ankara’sının tasviri değil, yeni
yönetimin nasıl bir Ankara yarattığının daha iyi anlamlandırılması çabasıdır:
Gerçi bütün gün suyu çekilmiş bir sel yatağı gibi kuru ve ıssız duran sokak, muayyen saatte
hareketlenir. Selma Hanım bu saati çok iyi bilir. Bu Nazif’in eve döndüğü saatir. Hareket
evvela, manda sürülerinin köşebaşından sökün etmesiyle başlar. Bu ağır, hantal ve galiz
mahluklar kısa ve kalın seslerle homurdanarak ve kafalarını sağa sola çevirerek kırlardan
evveler dönerler (2003: 32).
Selma Hanım için bir diğer asli sorun da Ankaralılar için lüks fakat Istanbul’dan
gelmiş biri için elzem nitelikteki ürünlerin Ankara’da bulunamamasıdır.
Modernleşmeyle birlikte uluslararası pazarların gelişmesi ve ticari malların
satışındaki artışın, Ankara’da İstanbul’daki gibi bir ürün çeşitliliği ve de tüketim
alışkanlığı yaratmadığını söyleyebiliriz. Bu yıllar, Ankara özelinde çevresel
nitelikteki kapitalizmin diğer Anadolu kentlerine kıyasla daha az geleneksel
111
olmasının izlerini taşısa da, kentte gelişmiş bir tüketici kültüründen bahsetmek için
henüz erkendir. Arkeolog Georges Perrot’un 40 yıl önceki (1861 yılı) Ankara ve
Ankara’daki günlük yaşama dair gözlemleri, azınlıkların kenti terk etmesiyle
gündelik ve ekonomik hayatta yaşanan durgunluğu açıklamaya yardımcı olabilir
(Georgeon, 1998: 112). Kızlarına piyano dersi aldıran, çocuklarını yabancı okullarda
okutan, tiyatroya giden, evlerini ince bir estetik anlayışıyla döşeyen kent
burjuvazisinin (azınlıklar ve yüksek dereceki Osmanlı memurları) kentten
gönderildiği ve bu alışkanlıkları devam ettirecek milli burjuva sınıfının henüz
filizlendiği bir dönemde (bu yıllarda hala savaşın devam etmekte olduğu da
düşünülürse) savaşın yarattığı ekonomik çöküntünün Ankara ticari hayatında açtığı
yıkıntıyı yadırgamamak gerekir:
Lakin Gramafon da kolonya suyu gibi, kokulu el sabunu gibi, Ankara’da bulunmaz bir lüks
matahıdır. Selma Hanım geçenlerde ev sahibi hanımlarla çarşıya gitmişti. Bir mendil
bulamayarak döndü. Ne Samanpazarı, ne Çıkrıkçılar Yokuşu, ne Balıkpazarı, ne İstanbul
Caddesi ne de Karaoğlan Çarşısı kaldı. Her taraf bir yangın ertesinin veya bir talan sonunun
manzarasını gösteriyordu. Hangi dükkanda neye el atsalar karmakarışık bir hırdavat
yığınından başka bir şey bulmanın imkanı yoktu (2003: 33).
Selma Hanımın bu bölümdeki tek eğlencesi ise eşinin arkadaşı olan mebusun
Etlik’teki bağ evinde geçirdiği saatlerdir. O yıllarda standart Ankara orta sınıfının en
temel eğlencesi de aslında bağ evlerinde geçirdikleri zamanlardır. Vehbi Koç,
anılarını yazdığı kitapta zengin ya da fakir neredeyse her Ankaralı ailenin bağa
çıktığından bahseder (1973).
Kentteki ilk şantiye faaliyetleri istasyon bölgesindedir. Kenti gören ilk göz istasyona
bakacağı için bu çaba anlamlıdır. İstasyon Caddesi’ndeki yenilik faaliyetleri kent
112
sakinleri ve zoraki Ankaralılar için temel ihtiyaçları karşılayabilmeyi ve modern kent
örüntüsünü oluşturmayı hedeflemektedir. Yenişehir bölgesinin inşasına kadar en
önemli kamusal alan elbette Ulus’tur.
Romanın ikinci bölümünde zamansal değişikliğin dışındaki bir diğer önemli
değişiklik Selma Hanım’ın önce eşini sonra da evini değiştirerek Yenişehir’e
taşınmasıdır. Zabit Hakkı Bey’in karısıdır artık. Yeni bir mekanda, yeni biriyle yeni
bir yaşantı anlatılır bu bölümde. Yeni yaşantı sadece Selma Hanım’ın yaşantısı
değildir. Ankara da değişmektedir:
Yeni Ankara başdöndürücü bir süratle inkişaf ediyordu. Taşhan’ın önünden Samanpazarına,
Samanpazarından Cebeci’ye, Cebeci’den Yenişehir’, Yenişehir’den Kavaklıdere’ye doğru
uzanan sahalar üzerinde apartmanlar, evler, binalar sanki fışkırırmışçasına yükseliyordu.
Bunların herbiri, yapanın bilgisine ve yaptıranın zevkine göre birtakım şekiller ve renkler
almakla beraber, dikkatli bir göz için, hemen hepsine birden hakim olan bir exotique
mimarının sırıttığı aşikardır. Mesela Yenişehir’den Kavaklıdere’ye doğru sıralanan villalar
arasında kulesiz, saçaksız binalara rastlamamak mümkün değildir. Birbirinden örnek alan ve
hep bir mimarın elinden çıkmış bulunan bu kuleli ve geniş saçaklı evler, etraflarını çeviren
hendeklerin ortasında birer Derebeyi şatosunu andırıyordu. Şehir içindeki apartmanların,
resmi binaların ise Hint racalarından farkı yoktu. Bazıları da ogival [sivri kemerli]
pencereleri, yeşil renkli, yaldızlı, murabbalı saçaklarıyla Osmanlı devrinin medrese ve
imarethane mimarisisnin soysuzlaşmış bir devamı gibi idi (2003: 127).
Ankara artık şantiye kenttir. 1924-1925 Lörcher planı, kendinden sonraki planlama
çalışmalarını etkileyerek Yenişehir bölgesini imara açmıştır. (Cengizkan: 2003)
Özellikle üst düzey bürokratların ikamet bölgesi olan Yenişehir’de ve Ankara
genelinde, Yakup Kadri’nin serzenişle değindiği bir mimari üslup vardır. Milli
Mimari Rönesansı diye anılan bu dönemin mimari özellikleri Cumhuriyet’in ilk
yıllarında inşa edilmiş binalarda görülür (Hariciye Vekaleti, Etnografya Müzesi,
Türk Ocağı gibi). 1927’de Alman mimari ekolünün devlet eliyle mimari formlarda
113
etkinliği onaylanıncaya kadar, yarı gelenekçi yarı modern özellikler gösteren Milli
Mimari Rönesansı’ınn etkisi kentte hakim olmuştur. 1908’den beri yerleşmiş olan bu
mimari tarz, milli kültürün inşası ereğiyle Osmanlı klasik mimarisi ve batı modern
mimarisini birleştiren özellikler taşır. Fakat bu sentez, genç Cumhuriyet’in
Osmanlı’dan hiçbir şey almayarak, hatta yeniyi eskiden tamamen kopararak kurmaya
çalıştıkları modern kültür ve kimlikle uyumsuzluk göstermiştir. İşte bu yüzden,
1930’larda Osmanlı ve islami mimari geleneğe tamamen sırt çevrilmiş ve kübizmin
etkisi binalara yansımıştır Bozdoğan’ın, “asrileşme” ve “şarklılıktan kurtulma”
özlemini yansıttığını belirtiği kübik formlar özellkle kamu binalarının mimari tarzı
olmuştur (1998: 123).
Lakin bereket versin ki ilk yılların acemiliği ve zevksizliği yüzünden meydana gelen bu
cereyan, birdenbire yerini modern mimariye bıraktı. Villlaların kuleleri yıkılmaya, ogival
[sivri kemerli] pencereler mustatil [dörtgen] olmaya ve yeşil yaldızlı saçaklar ortadan
kalkmaya başaldı. Bir çok binanın cepheleri, sakalını bıyığını tıraş eden adamların yüzleri
gibi değişiyor, düzelip sadeleşiyordu. Fakat bu modern zevk, evlerin içne doğru sokulurken
acayip bir soysuzluğa uğruyor, adeta rokokolaşıyordu (2003: 128).
Aslında bu akımda Yakup Kadri’nin belittiği gibi bir acemilik ya da zevksizlik değil,
bir muğlaklık vardır. Cumhuriyet’in ilk dönem mimarisi, Ziya Gökalp’in formüle
ettiği kültür/hars ve medeniyet ayırımının mimari düzlemde kabulüdür. Bu ayırım,
Batı’dan bilim, teknik ve fenin yani medeniyetin alınması gerektiği, Türk kültür
değerlerinin gelişmeye tezat teşkil etmediği söylemi üzerinden yapılır (Bozdoğan,
2002: 49). Türk kimliğinin, Osmanlı ya da islami referanslarını yok sayan yeni
rejim, mimaride bu etkiye tepki göstermiştir. Yakup Kadri’nin siyasi kimliği ve
Kadro Hareketi’ni destekleyen biri olduğu düşünüldüğünde şahsi tepkisi
anlamlandırılabilinir.
114
Elbette kentte değişen sadece mimari değildir. 1921-1927 arasındaki 6 yıl kentte
eşgüdümlü bir gelişme yaratmamış, Yenişehir bölgesi kentin geneliyle
kıyaslandığında bambaşka bir görüntü ve yaşam tarzına kavuşmuştur. Bu dönemde
Yenişehir bölgesi yerli Ankaralıların gözlerinden sakınırcasına tahrirat memurlarınca
kontrol edilmektektedir. Kontrolun nedeni de köylü görünümündeki insanların
meydana girmesini engellemektir (Cantek, 2003: 111).
Savaş ertesinin yoksunluğu, Yenişehir sakinleri farkında olmasalar da devam
etmektedir. İstasyon bölgesinin ışıkları milli mücadenin kahraman halkının huşu
işinde seyrettiği ışıklar değildir artık, yeni bakış “bir fukaranın zenginin malına
bakışı” gibidir (Karaosmanoğlu, 2003: 137). Öncesinde medeniyeti simgeleyen
‘kent ışıkları’, Yenişehir’de yaşamayan Ankaralılar için kendilerine ulaşmayan
konforlu yaşamın göstegesi olmuştur. Yenişehir evlerinin geniş salonları avant garde
dekorasyonlarıyla, şık giyimli beylerin ve hanımların valslerinin, çay partilerinin
mekanları olurken, modernliğin muğlaklığını gözler önüne seren bu dönemin mesken
mimarisi ve evdeki yaşam tarzı da nüfuz ettiği alanlarda abartılı bir asrileşme çabası
içindedir:
Köşeleri baştan başa camlı, kapıları lakeden ve tavanları gizli enstallasyonlarına göre oyuk
binaların ilki Hakkı Bey’in evi oldu. Selma Hanım’ın kocası, bundan, gizli bir iftahar
duymaktaydı. Berlin’in veya Paris’in son mobilya sergi kataloglarındaki eşyalarla döşenmiş
odalarını, salonlarını herkese ilk gösterdiği günler, adeta bayramlıklarıyla sevinen bir çoçuk
gibiydi. Birer dişçi sandalyesini andıran koltuklar, birer ameliyat masasına benzeyen sedirler,
bir otomobil içi gibi kanepeler, sekiz köşeli masalar, eski zahire ambarlarından hiç farkı
olmayan büfeler, dresuvarlar [vitrinler] ve nihayet, bütün bunların üzerine serpilmiş duran
birtakım acayip, korkunç ve ihtilaçlı biblolar (2003: 131).
115
Yenişehir’in imara açılmasıyla birlikte artan arsa spekülasyonları, bu
spekülasyonlardan büyük kazanç sağlayan bir kitle yaratmıştır. Genellikle
Ankara’nın yerlisi ve nüfuz sahibi olan bu kitle, modernliğin çelişkisini de en net
yaşayanlardır. Aslında yeni Ankara’nın, eski yerleşkede kurulmamasının
sebeplerinden biri, eski bölgedeki arsa fiyatlarındaki hızlı artış olmuştur. Yeni
rejimin yeni alanlar açmak gerektiğine dair verdikleri karar bir dizi önlemi de
beraberinde getirmiştir. Örneğin Cemiyeti Umumiye-i Belediye’de seçmek ve
seçilmek için emlak sahibi olma koşulunun kaldırılması bu önlemlerden biridir
(Tekeli, 1982: 58). Her ne kadar arsa spekülasyonlarını önlemek için bu tip önlemler
alınsa da, spekülasyonlardan rant sağlayan kitlenin varlığı engellenememiştir. Yakup
Kadri’nin Murat Bey karakteri de bu gruba dahil olan romandaki en zavallı kişidir.
Zavallığı, hem rejimin ulvi ereğinden kazanç sağlama çabasından hem de modernliği
yaşama biçiminden kaynaklanmaktadır. Etlik’teki bağevinden Yenişehir’de bir
villaya taşınan Murat Bey ve ailesinin modern yaşantıya alışma pratiği, modernliği
sadece imaj olarak algıladıkları için trajik bir durum yaratmaktadır. Eskiden
‘yerliliğine verdikleri’ babacan ve samimi tavır, Murat Bey Yenişehir’e taşınınca
bayağı gelecektir çünkü modernlik, daha doğrusu Yenişehir modernliği biraz da
mesafeli olmak demektir:
Hakkı Bey ve Selma Hanım bu eski arkadaşa umumi yerlerde rastladıkları zaman ya
görmezlikten geliyor ya da gayet kısa ve soğuk bir tarzda selamlaşıp geçiyorlardı Murat Bey,
ruhunun bütün sadeliğine ve basitliğine rağmen eski ahbaplarının muamelesindeki bu
değişikliği sezmiyor değildi. Fakat, bunu, kendine ait bir kusurdan ziyade onların züppeliğine
veriyor, onları kendi sahalarında alt etmeye çalışıyordu. Mesela kendisini ailesiyle beraber
elçiliklere davet ettirmeye uğraşıyor, evinde çalgılı danslı çay ziyafetleri tertip ediyor ve
Stude Baeker otomobilini her arabasız olanın emrine amade kılmakla bir nevi nüfuz ve itibar
kazanmak istiyordu. Lakin, onun arabasından, çayından, yemeğinden bol bol istifade edenler
ona beklediği karşılığı vermiyorlardı (2003: 108).
116
Yenişehir villalarında süregelen sosyal hayat, 1928 yılında Ankara Palas’ın
açılmasıyla artık kamusal alana taşınmıştır. Meclis Binası’nın tam karşısında
konumlanan mekan başta Cumhuriyet baloları olmak üzere noel ve yılbaşı balolarına
da ev sahipiliği yapacak, modern hayatın eğlenme biçimlerinden olan balo kavramı
da Ankara yaşantısına girecektir. Balolar Batılı yaşantının teşhirini kolaylaştıran
unsurlardı. Kadınlı erkekli dans etmek, vals ve swing yapmak, redingot ve tuvalet
giymek, adabı muaşeret kurallarına göre yemek yemek ya da davranmak daha
doğrusu bunların hepsini yapabilme becerisini göstermek, modernliğin
özümsenmenin göstergeleriydi. Ya da özümsendiği yanılgısının. Elbette bütün bu
beklentileri yapabilmek hem kadınlar hem de erkeler için ilk etapta o kadar kolay
olmayacak, çekinik davranacaklardır.
Ankara Palas’ın dışı, Yenişehirliler ve diğerlerinin karşılaşma mekanı olması
nedeniyle önemlidir çünkü diğerleri için balo dışarıda başlar ve biter. Bazıları
katılmak istedikleri halde davetli değilerdir. Bazıları için de içerisi tasvip edilmeyen
davranışların mekanıdır. Her iki koşullda da içeride olan gizemli ve merak
nesnesidir. Bu karşılaşma anlarında iki tepki vardır: Somut gerçekliğin ve çelişkilerin
farkında olmayanların aldırmazlığı ve Palas’ın merdivenlerinden içeriğe girmek için
“atılan her adımda diğerleriyle açılan aranın” farkındalığı. (Karaosmanoğlu, 2003:
113) İlk tepki Selma Hanım ve kocasının tavrıdır. Aslında bu davranış kentliliğin ve
kent kültürünün halen varolan kemikleşmiş davranış şeklidir. Simmel’e göre kent
yaşantısında insanın kendini koruması nesnel dünyanın ve diğer insanların
değersizleştirilmesiyle sağlanır (2003). Kendini korumaya odaklı bu ihtiyaç,
diğerleriyle araya mesafe koyar. Bu mesafenin altında da topyekün bir kayıtsızlık
117
değil, herhangi bir temas durumunda kavgaya ya da nefrete dönüşebilecek bir his
yatmaktadır.
İkinci tepki ise Neşet Sabit’in gösterdiğidir. Yakup Kadri’nin eleştirel sesinin sahibi
idealist muharrir Neşet Sabit’in romana girişiyle, modernleşme deneyimi
sorgulanmaya başlanır. Neşet Sabit’e göre reel olan artık Yenişehir’deki kitlenin
yaşadığı değil, sokakta bekleyenlerin varlığıdır. Değişimin sadece Yenişehir’de
olmasını, diğerlerinin hayatlarını teğet geçmesini, altyapı, su ve elektrik sorununun
hala çözülmemiş olmasını, Batı’dan anlaşılanın sadece eğlenme tarzı olmasını, Milli
Mücadele ruhunun kaybedilmesini eleştirir Neşet Sabit:
Elektrik çok pahalıya mal oluyor, yanaşılmaz bir lüks teleakki ediyordu. Suya gelince, onun
tesisatı henüz bitmemişti. (...) Zavallı Ankara halkı, muhasaraya uğramış bir şehirde gibi yarı
ıslak çeşme ve kuyuların başında birbiriyle kavga ediyordu (2003: 137).
(...) ben hayatımda hiçbir şeyin değişmemiş olmasından sıkılıyorum. Milli Mücadele
devrindeki mahrumiyetlerimizden bir şikayetimiz olur muydu? Bilakis… herkesle beraber
minnet çekmekten bir zevk bile duyardık değil mi? İşte aynı hal benim için devam edip
gidiyor demektir. Çünkü, dediğim gibi, benim muhitimde Milli Mücadele şartları hala
hakimdir (2003: 123).
Neşet Sabit’in tutumunda da ikircikli bir durum vardır. Eski Ankara’da oturmaktadır,
yerlilerin yoksunluğundan dem vurur, egoist Yenişehir yaşantısını ve ruhlarda
yaratılmayan Batılılığı eleştirir ama kendisi de suvarelerin bir davetlisi, bu parıltılı
yaşamın katılımcısıdır. Farkında olmaktan daha çıkmaz bir tavırdır onunkisi,
farkında olup bir şey yapmamak. Bu tavır, Berman’ın, en yıkıcı modernlik deneyimi
ruhlarda ve bedenlerde yaşanan ikilikten kaynaklanır çünkü çelişkilerin üstü yok
ederek ve daha yeniyi bulmaya çalışarak demesini hatırlatır (2000). Nitekim,
Ankara’nın devamı niteliğindeki Panorama romanında Neşet Sabit karakteri
118
idealizmden uzaklaşacak, siyasi hırsı ve bakan olmak için gösterdiği çaba
eleştirelliğinin önüne geçecektir.
b) “Hayal”
Ankara romanının bu bölümü geleceğe dönük bir kurgudan ibarettir ve 1937-1942
arası Ankara hayal edilir. Yakup Kadri Türk edebiyatında belki bir ilki yaparak bir
kent ütopyası anlatır.
Romanın bu bölümünde Selma Hanım, idealist Neşet Sabit’in fikirlerinden
etkilenerek havai Yenişehir yaşantısına ve umutsuz evliliğine son vermiştir. Artık
Ankara’nın gelişmesi neredeyse kendi kişisel davasıdır, şahsi çıkarlarının peşinde
olan ve onunla aynı hazzı paylaşmayanlar ise, ona, kişisel tarihinin kötü deneyimi
olan Yenişehir ve Yenişehir muhitini hatırlatır (2003: 177).
Bu bölüm, Selma Hanım’ın 10. Yıl Nutku’nu hatırlamasıyla başlar, gerçi nutkun
üzerinden dört yıl geçmiştir ama bir zamanlar derme çatma tribünlerin olduğu yerde,
şimdi kocaman bir Stadium yükselmiş, dört yıl önce “yüzünü gördüğü ve sesini
işittiği Tanrı” aydınlığa ve suya ol demiş ve her şey değişmiştir (2003: 174). “Ankara
neredeyse bir Orfe masalını yaşamaya başlamıştı[r] ve bu masalın kahramanının,
saçlarındaki güneş, gözlerindeki gök parıltısıyla daima taze, daima coşkun bir ezeli
gençlik kaynağı gibi Çankaya tepesinde çağladığı ve onun varlığından bir seyyalenin
daima aşağıya doğru aktığı hissolunuyordu[r]” (2003: 177). Anlaşılacağı gibi,
Ankara neredeyse bir cennet olmuştur, cenneti yaratan Tanrı ise Mustafa Kemal’dir.
119
Bu bölümde Neşet Sabit’i, İçtimai Mükellef Teşkilatı’nın üyelerinden biri olarak,
Selma Hanım’ı da büyük bir kız müessesesini yönetirken görürüz. Ankara büyük bir
hızla değişmekte ve yeni bir insan tipi yaratılmaktadır. “Yeni insan, eski insan gibi
kendi eliyle kendine işkence yapmayacak kadar şuura ve hadiselerin tesirine esir
yaşamayacak kadar hürriyete ermiştir (2003: 190).
Yakup Kadri, ortaya çıkan onca değişikliğin nedenlerini de açıklar: “1928 harf
inkılabıyla beliren ve tarih, dil hareketleriyle kıvamını bulan bir fikir ve ilim uyanışı,
öbür taraftan da milli kurtuluş prensiplerine dayanan bir iktisadi kalkınma savaşının
alıp yürümesi” (2003: 179). Örneğin Tarih ve Dil Cemiyetleri birleşerek Türk
Akademiasını oluşturmuştur, akabinde ise bütün direktiflerini Yüksek İktisat
Enstitüsünden ve Halkevlerinden alan İçtimai Mükellefiyet Teşkilatı kurulmuştur
(2003: 179).
Halkevi sahnesinde “telif, edebi piyesler oynanıyor, bazen de belli başlı operalardan
seçme parçalar çalıp, söyleniyordu[r]” (2003: 178). “Sinemalar (...) milli davalara
hizmet eden satirik filmler yapmaya başlamışlardı[r]” (2003: 181).
Bu dönemde sivil kamusallık yeni mekanlarda tanımlanmaya başlanmıştır.
Cumhuriyet kamusallığının tarihindeki bu kırılmanın iki önemli nedeni vardır: 1929
ekonomik buhranının Türkiye’deki etkileri ve politik alanda Serbest Fırka’yla
yükselen muhalif sesler. Muhalefet ortamının SF’yla meşrulaşması ve Fırka’nın 1930
belediye seçimlerinde 30 sandalye kazanmasının yarattığı telaş CHF’nın kamusal
alanda yeni düzenlemeler yapılması kararını almasını hızlandırmıştır (Zürcher, 1999:
261). 1932’de Halkevi’nin açılmasının kamusal alanın yeniden düzenlenmesinin
örneklerinden biri olduğunu söyleyebiliriz. Halktan kopuk ve elitist olduğu
120
eleştirilerine maruz kalan yönetim, Halkevi’ndeki kutlamalarla halkla aynı karelerde
görünmeye başlamıştır. Yakup Kadri’nin sivil düzene yönelttiği eleştiri yerini umut
ettiği bir Ankara ve Türkiye tasvirine bırakmıştır.
Halk içinde halk ile beraber eğlenmekte daha büyük bir zevk vardı. Selma Hanım bazı
neşesiz dakikalarda kendini sokak kalabalığının arasına atınca adeta yazın sıcaktan bunalmış
bir kimsenin denize atladığı zamanki ferahlığını duyuyordu ve şimdi Ankara’da kalabalık
sokakların sayısı çoğalmıştı. Gerçi Jansen planına göre açılmış olan ana cadde, henüz
herhangi bir Avrupa metropolündeki boulevard veya avenue’ler gibi işlek ve canlı
görünmekten uzaktı. Fakat bu ana caddeye doğru inen sokaklarda eski tenhalıktan artık eser
kalmamıştı. Çünkü eski şehrin bir salyangoz izlerine benzeyen dolaşık, çapraşık sokaklarında
dağılıp kaybolan halk, şimdi belli başlı birkaç muntazam mahallede toplanmış bulunuyordu.
Sonra Kale içinde eski hanların ve ücra karanlık kovuklarına sinmiş yerli esnaflar, tüccarlar,
zanaat sahipleri, bir taraftan bu kovuklar yıkıldığı, diğer taraftan piyasada, artık bu gibi
perakende işlere imkan kalmadığı için, toplu bir tarzda, bu yeni ve merkezi mahallelere gelip
birtakım modern binalara, dükkan ve mağazalara yerleşmişlerdi (2003: 176).
Yaşanan gerçeklik bu denli muntazam olmasa da 1930’ların ikinci yarısında
Ankara’da kent yaşantısı büyük ölçüde değişmiştir. Bu yıllarda Yenişehir muhitinin‚
diğerlerinin varlığından haberdar olduklarını söyleyebiliriz. Gençlik Parkı, Stadyum,
Atatürk Orman Çiftliği, Çubuk Barajı piknik alanı kent yaşantısını canlandırmış,
Bahçelievler Kooperatifi ve kurulan diğer kooperatifler görece düzenli görünümüyle
kent görüntüsünü homojen olmamakla birlikte farklılaştırmıştır. Kale bölgesi ve
kenttin dış çeperlerinde gittikçe artan gecekondulaşma -romanda bahsedilmemekle
birlikte- kentteki somut gerçekliğin diğer kısmıdır. Yakup Kadri’nin kurguladığının
aksine 1937 Ankara İmar Planı’nda, eski yerleşimin imar faaliyetleri dışında
tutulacağı açıkça ifade edilmektedir (Cantek, 2003: 119). Altındağ, Samanpazarı,
Hacettepe gibi bölgelerde yoğunlaşan yerli nüfusun yaşadığı Ankara, farklı yaşam
121
örüntülerinin sahnesi olmuştur. Sokaklar çelişkilerin mekanları olmaya devam
etmekte, bulvarlar yaraları saramamaktadır.
Kent hayatı, tüketimin örgütlenmesine koşut olarak gelişirken, Ulus çevresi de ticari
merkez anlamında gelişmeler kaydetmiştir. 1929 buhranının kentteki ticari hayata
etkilerinden biri Taşhan’ın yıkılması ve yerine Sümerbank binasının yapılmasıdır.
Bundan böyle yapılması planlanan düzenlemeler, özel sektörün gerçekleştiremediği
atılım hamlesini yapabilmek içindir ve devlet desteği ve müdahelesini
meşrulaşmıştır.
Cumhuriyet Halk Fırkası’nın, 1931 yılında devletçiliği yeni ekonomi siyaseti olarak
kabul ettiğini biliyoruz. Devletçilik ne olduğu net tanımlanmamakla birlikte
komünizm ve kapitalizm arasında bir üçüncü yol olarak görülüyordu. (Zürcher,
1999: 286-287) Devletçilik ilkesinin kuvvetli savunucuları, Kadro dergisinin
etrafında toplanmış Kemalist yazarlar grubuydu. Toplumsal, kültürel ve ekonomik
yaşamın her uzantısında devlet planlamasını savunan grubun esaslı savunucularından
biri de Yakup Kadri’ydi.
Emperyalist ve sosyalist sistem arasında, Türk inkılaplarına ayrı bir alan ve anlam
yaratan Kadro Hareketi, Türkiye Cumhuriyeti’ni bir örnek model olarak algılar ve
inkılabın teorisini oluşturmaya çalışır. Ekonomik alanda devletçiliği savunan
Kadrocular için “millet devletçiliği“ esastır. Kadrocular’ın savunduğu millet
devletçiliği, hükümetin devletçilik anlayışından kapitalizme olan mesafesi nedeniyle
ayrılır. Kültürel alanda ise, Türk kültür ve değerlerinin ilerlemeye engel olmadığını
düşünen Kadrocular, Türk modernleşmesinin Batılılaşma çabası olamayacağını, bu
çabanın ancak taklitçi bir toplum yaratacağı anlayışına sahiptiler.
122
Kadro Hareketi, Kemalist modernleşme projesinin sadece muhafazakar ve gelenekçi
olana temkinli davranmadığının, projenin kendi içindeki ayrıksı sesleri de sıcak
karşılamadığının bir kanıtıdır. Cumhuriyet modernleşmesine ve rejimine verdikleri
desteğe rağmen, iktidarın mutlakiyetini sarsacakları endişesiyle iktidarın desteğini
alamayan Kadro Hareketi, Timur’a göre, Türkiye’de sınıf kavgasının olmadığı ve
Türkiye Cumhuriyeti‘nin sınıf devleti niteliği taşımadığını savunan, devlet
müdaheleciliği ekonomiye egemen kılmak isteyen orta sınıf kökenli küçük bir
kadrodur ve sorunları sınıf kavgasının dışında ele aldıkları için tasfiye olmuş bir
harekettir (1997: 165-167). Boratav’a göre ise Kadro Hareketi, “sistemli bir küçük
burjuva radikalizmini temsil etmekle birlikte” resmi olarak benimsenmemesinin
nedeni, iktidarın devletçiliğin uygulanma prensibinde sermaye ideolojisine küçük
burjuva ideolojisinden daha yakın olmasıdır (akt. Naci, 1998: 60).
Görüldüğü gibi bu bölümde, Yakup Kadri’nin Kadrocu kimliğinin fazlasıyla
etkisinde kalmış bir Türkiye ve Ankara tahayyülü yer almaktadır. Ankara, modern
kent yaşantısının gerekliliklerini sosyal ve kültürel alanlarda karşılayan bir başkent
olarak anlatılır. Yakup Kadri’nin Ankara hayalinde, “umumi davaya” sadık kentliler
rejimin heyecanını duymaya devam ettiği için mutluluk ve refah sağlanmıştır.
Türkiye, kalkınmış, sınıf sorunlarının olmadığı, sürekli ilerleme içinde örnek bir ülke
olarak resmedilir3.
3Fethi Naci, Yakup Kadri’nin kurguladığı Türkiye ütopyasında kalkınmasının sadece iktisadi boyutuyla ele alınmasının yarattığı handikaptan bahseder. Oysa yaşanılan dönem düşünüldüğünde kalkınmanın siyasi boyutu daha ön plandadır. Yakup Kadri’nin biliçli olarak bu boyutu ihmal ettiğini söyleyen Naci, romanda seçme ve seçilme gibi sözcüklerin kullanılmamasını da eleştirir (1998: 58).
123
Yakup Kadri’nin Ankara ütopyasında kamu hayatının özel hayat üzerindeki
üstünlüğü net bir biçimde hissedilir. Gürbilek, kamunun özel hayatı tamamen içine
aldığı bu kurguda, kamunun hem devlet hem de kişisel hayat olmasını eleştirerek,
mahremiyetin ve yabancıların romandan dolayısıyla da kentten çıkarılmasına değinir
(2001: 62). Bu noktada, kamu’nun “devletin dışında oluşmuş bir sivil alandan çok,
devlet himayesinde ve devlet kontrolünde varolmuş“ bir alan olarak tarif edilmesinin
Ankara’nın kentsel yaşantısı üzerindeki etkilerini de gözden kaçırmamak gerekir.
Yakup Kadri‘nin yazınında bu etkinin izleri rejimin devamlılığı için özel alanın
kamusal olana feda edilmesidir. Yakup Kadri‘nin ideal kentli tipi Milli Mücadele
ruhunu taşıyan ve bu ruhun yarattığı her izden haz alandır. Memurlar, işçiler,
köylüler, kentliler sınıfsal nitelikleri görmezden gelinerek sadece aynı ülküye bağlı
kitle olarak tasvir edilir ve bu kitle modernleşmenin tanımlayıcı unsuru bireyin inşa
edilmişliği yerine vatandaş olma bilinciyle algılanırlar. Belge, Yakup Kadri’nin
burjuva toplumuna değil, azgelişmiş ülkelerde kapitalizmin getirdiği ahlaka karşı
olduğunu söyler. Bu nedenle Yakup Kadri’nin ütopyasının çelişkileri çözmediğini
tersine bürokrat aydının çaresizliğini sergilediğini iddia eder (1998: 90).
Ankara romanı sadece kentin gelişimini anlamak için sunduğu veriler nedeniyle
değil, Kemalist modernleşme projesinin özellikle kamusal alandaki hegemonyasını
ve kamusal alanı düzenleme pratiklerini anlamak açısından da önemlidir. İdeolojik
kaygının sıklıkla edebi kaygının önüne geçtiği roman, Kemalist modernleşmenin
politikalarının ve bu ideale bağlı olmalarına rağmen bazı noktalarda ayrıksı
karakterler gösteren Kadro Hareketi’nin etkilerinin izlerini sürebileceğimiz bir metin
olması dışında, Kemalist modernleşme söyleminin yeniyi yaratma pratiğinin
betimlendiği bir metindir. Modern olmanın yarattığı travmaların, kültürel
124
çatışmaların ve sınıfsal keskinleşmelerin devletin bütünlükçü kontrolüyle
engellenebileceğini kabul eden Yakup Kadri için Cumhuriyet modernleşmesi salt bir
Avrupalılaşma ülküsü değildir. Ayrıca Batı medeniyeti sınıf çatışmaları ve
demokrasi nedeniyle bir hezeyan halindedir ve Türkiye için bu açılardan örnek teşkil
edebilecek nitelikte değildir4. Modernliği, Batı ve Doğu arasındaki
uyum/uyumsuzluk gelgitinde ele alan söylemdeki kırılma yeni bir isim ve yeni bir
algıyla Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yazılarında mekansallaşacaktır.
2) İkircikli Kent: Tanpınar ve Ankara Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul’un anlatıldığı Tanpınar’ın Beş Şehir
denemesi, sadece bir kent tasviri değil, eski ve yeni arasındaki gerilimli ilişkinin
yorumudur. Cumhuriyet dönemi modernleşme politikası ve icraatlarının en büyük
handikapının eski ve yeni arasındaki ontolojik ilişkinin yanlış yorumlanması
olduğunu düşünen Tanpınar, Beş Şehir’de, kent kavramı üzerinden eski ve yeninin
birbirinden bağımsız olmayan ilişkisini göstermeye çalışır. Tanpınar’ın bu çabası ve
Benjamin’in kent okumaları aynı düzlemde düşünülürse, temas noktaları bulmak
kaçınılmazdır.
Tanpınar, Benjamin’in flaneur tipi gibi, kentte birbirinden bağımsız duran
mekanların tarihteki yan yanalığını keşfetmeye çalışır. Çünkü, Tanpınar’a göre
sonsuz bir yeninin peşinden koşma eylemi ve eskinin silinişi sorunsaldır. Tanpınar’ın
Benjamin’e göre özgünlüğü ise Doğu’da yaşanan bu pratiklerde Batı’nın etkisini
4 Yakup Kadri, bütün işçileri devlet memuru yaparak işçi sınıfını patronlardan kurtarır. Ayrıca, Türk işçisinin ve mühendisinin Avrupa’daki arkadaşları gibi bedbaht olmadığından bahseder (2001:83).
125
çözümleme girişimidir. Tanpınar’a göre, Doğu’nun -aslında Osmanlı ve Türkiye
Cumhuriyeti’nin- modernleşme deneyiminin farklılığı bir uyum ya da uyumsuzluk
sorunundan çok ekonomik ve sosyal koşullardan kaynaklanmaktadır. Bütün bu
faklılığı ihmal ederek, tepeden aşağıya nüfuz etmesi beklenen yeni, sadece taklitçiliği
değil, manevi parçalanmışlığı da yaratır.
Denemenin Ankara’yla ilgili bölümü 1942 yılında yayınlanmıştır. Mill Mücadele
ertesi Ankara’sında, eski Ankara olan Kale bölgesini tamamen ihmal eden planlar
uygulamışsa da, Tanpınar’ın kente bakan gözü önce Ankara Kalesi’ni fark eder.
Aslında Tanpınar’ın düşüncelerine aşina okuyucu için Tanpınar’ın anlatısına Ankara
Kalesi’yle başlaması şaşırtıcı değildir. Çünkü Tanpınar için, zaman ve mekan
ilişkisine derinlemesine bakmayan her anlatı eksiktir bu nedenle Ankara Kalesi’nin
anlatıda simgesel bir yeri vardır:
(…)nereden bakarsanız bakınız, cam gibi keskin bir ışık altında bu kaleyi, bütün arazi
terkiplerini kendisinde topladığı ufka hep aynı sükunetle hakim görürsünüz.(…) bazen bir iç
kale, bütün ümitlerin kendisinde toplandığı bir sığınak olur (2001: 27).
Etiler, Frigyalılar, Lidyalılar, Roma, Bizans, Selçuklular ve Osmanlılar’ın yaşadığı
Ankara’da, Tanpınar’ın deyimiyle, “tarihin büyük düğümleri çözülüp bağlanmıştır”
çünkü bu coğrafyada yaşananlar az çok Anadolu’nun kaderini de değiştiren
vakalardır (2001: 27). Milli Mücadele bu olayların içinde en önemlisidir,Tanpınar’a
göre. Çünkü Ankara, sadece Türk milletinin yaşam haklarına yeniden sahip olmasını
simgelemez; Doğu milletleri için de bir örnek ve yeni bir devrin başlangıcı olarak
algılanmalıdır.
126
Tanpınar için, Doğu-Batı çelişkisi içindeki büyük yırtılışlar geçmişle maddi ve
manevi değerler bakımından hesaplaşarak aşılır (Hilav, 1995:108). Ona göre, iki
medeniyet arasındaki genel ve en temel fark, Doğu’daki zihniyetin farklılığı,
Doğu’nun tembelliği ya da Batı’nın çalışkanlığı değil bilakis bu sonuçları yaratan
nedenlerin altındaki belirleyici faktörlerdir; daha doğrusu Batı ve Doğu’nun dünyaya
müdahele ediş tarzındandır. Bu değişikliğin nedeni ‘eşyaya tasarruf ediş’ten
kaynaklanır (Hilav, 1995: 110). Tanpınar'a göre, Şark eşyaya umumi şekilde tasarruf
eder. Hatta bazen onu tabiatından ödünç alır. İnsanoğlunun dünyayı kendi malı
haline getirmesi, ona tasarruf etmesi ve bu amacı sağlamak için gösterdiği etkinlik,
yani ekonomik çaba ve harcadığı emek, kısaca, insanoğlunun pratiği büyük önem
taşımaktadır. Hilav, bu bu yorumlarıyla Tanpınar, praksis kavramına ilkel ve bulanık
biçimde yaklaştığını savunur (1995: 112).
Praksis bütün olarak insan etkinliğini dile getiren bir kavramdır. Bilimsel
çalışmalardan, sanat ve politika çalışmalarına kadar her çeşit insan çalışması ve
etkinliği praksis kavramı içindedir. Marx'a kadar, düşünce ölçeğinde düşünülen
gerçeklik, Marx'la beraber, gerçekliğin pratikle doğrulanacağı kabulü olarak değişir.
Pratik, dünyayı değiştiren ve dünyayı değiştirirken kendisi de değişmekte olan her
türlü insan davranışıdır. Praksis de insanın düşünsel ve uygusal eylemini birarada
kapsar (Bottomore, 2001: 468). Tanpınar, Doğu’yu praksis açısından geri kalmış,
Batı’yı da gelişmiş ve derine inen bir tasarruf tarzına ulaşmış olarak yorumlar. İşte bu
yüzden Ankara, Batı ve Doğu arasında şimdiye kadar varolan bütün bu farklıların bir
kırılma noktası olacak, öteki Doğu medeniyetleri için bir numune işlevi görecek,
“kırılan her zincir”de adı anılacaktır (Tanpınar, 2001: 28).
127
Tanpınar kent sokaklarında gezen bir flaneur ve toplayıcıdır. Benjamin gibi “kentte
gözden düşmüş nesnelerin imgelerinde hem geçmiş hem de geleceğin düşsel ve
ütopik anlarının izlerini sürmektedir” (Özbek, 2000: 74). Kale bölgesi bu eylemin
yapılabilmesini olanaklı kılar. Şimdiye dair her yorum, gözden çıkarılmış eskinin ya
da nesnelerin ortaya çıkarılması veya alıntılanmasıyla anlamlanır. Bu nedenle
Tanpınar’ın yaptığı salt bir tarihsel anlatı değildir.Yeninin tarihselliğini keşfetmeye
çalışır. Gerçekliğinden emin olduğu geçmişe ait hayatlarda bile farklı yaşamlar
tahayyül eder. Düşşel olanla gerçek olan arasında bir uzlaşı olabileceğine inanarak:
1928 sonbaharında Ankara’ya ilk geldiğim günlerde Ankara kalesi benim için adeta bir fikr-i
sabit olmuştu. Günün birçok saatlerinde, dar sokaklarında dolaşır, eski Anadolu evlerini
seyrederdim. Bu evlerde yaşadığımdan çok başka bir hayat tahayyyül ederdim. Onun içindir
ki Yakup Kadri’nin Ankara’sının çok sevdiğim ve doğruluğuna hayran olduğum baş
taraflarını okurken içim burkulmuştu. Hala bile bu keskin realizmin ötesinde, bütün
imkansızlığını bilmeme rağmen bir anlaşma noktası bulunabileceğine inanırım.
Samanpazarı’ndan bugünkü eski Dışişleri Bakanlığı’na inen eski Ankara mahalleleri, çarşıya
ve kaleye çıkan yollar, Cebeci tarafları üzerimde hep bu tesiri yapardı. O biçare kerpiç
evlerin bütün fakirliğini iyi bilmekle beraber kendimde olmayan birşeyi onlarla tasavvur
ederdim. Onların arasında, bir sıtma nöbetine benzeyen ve durmadan birşeylere belki de
fakirliğin altında tasavvur ettiğim ruh bütünlüğüne sarılmak, onunla iyice bürünmek
arzusunu veren bir ürpermeyle dolaşırdım ( 2001: 28).
Tanpınar, Kale bölgesi sakinlerinin yaşamlarındaki fakirliğin nedenlerini
anlatmak yerine yoksulluk ve yoksunluğa rağmen, bu insanları yaşamda tutan
ruhsal bütünlükten bahseder. Tanpınar’ın kendi ruhunda hissetmediği ama bu
insanların ruhlarını saran duyguya yaklaşma hissi, zaman zaman bu mahallelerde
yaşama isteği yaratsa da, yaşadığından kopamaz. Berman’ın dediği gibi,
yoksulları rahat insanlar ailesine katmanın bir yolu yoktur (2000: 211). Tanpınar
128
bu gerçekliğin farkındadır ama bunun nedenlerini deşmez, Kale bölgesinde
yaşanan açlıktan sadece bahseder.
Batı ve Doğu arasındaki farkı eşyaya tasarruf ediş ve ekonomik temellerde bulan
Tanpınar, üretim kavramına bu bağlamda önem verirken üretim tarzı ya da sınıf
kavramına asla değinmemiştir. Sınıf sorununu göremediği için toplum gerçekleri
karşısında savaşkan bir tavır benimsememiş, sadece farkında olduğunun altını
çizmiştir.
Tanpınar’a göre o yıllarda Ankara hızlı kentleşme faaliyetlerinin alanıdır. Tanpınar,
şantiye kent Ankara’da modernleşmenin kentsel mekandaki göstergeleri hızla
yaratılmaya çalışılırken, mevcut bir bütünlüğün olmamasına odaklanır. Bu dönemde
Milli Mimari Rönesansı ve Yeni Mimari akımının etkilerindeki binalar aslında aynı
projeye hizmet eden iki farklı mimari tarzın ürünleriydi. 1930’lara kadar etkin olan
Milli Mimari Rönesans, mimarlık yoluyla kimlik kurmaya yönelik bilinçli bir
akımdır ve Yeni Mimari akımdan beklenen de yine bir kimliğin yerleştirilme sürecini
mimari yolla kolaylaştırmaktır. Ancak, Kemalist modernleşmenin eskiden radikal
bir kopuş yaratma ideali düşünsel düzlemde tasarlanandan farklı olarak yeniyi
eskiden birden ayıramayacaktır. Bu yüzden modern Türk mimarisinin özgün
formunu alması zaman alacaktır.
Hakikatte şehir bir taraftan Milli mücadele’deki sıkışık hayatına devam ediyor, bir taraftan da
yeni baştan yapılıyordu. Her tarafta bir şantiye manzarası vardı. Hiçbirinin üslubu
yanıbaşındakini tutmayan, çoğu mimari mecmularından olduğu gibi nakledilmiş villalarıyla,
küçük memur mahalleleriyle yeni şehrin kurulduğu devirdi bu. Tek bir sokakta Riviera,
İsviçre, İsveç, Baviera ve Abdülhamit devri İstanbul’u ev ve köşklerini görmek mümkündü.
Yeni yapılmış sefaret binaları da bu çeşidi arttırıyordu. (…) Bu tecrübeler arasında Türk
mimarisi de kendine bir üslup yaratmaya çalışıyordu. Türk Ocağı Binası, Etnoğrafya Müzesi
129
olan bina, Gazi Terbiye Enstitüsü, İstanbul’da Yeni Postahane ve Dördüncü Vakıf Hanı ile
başlayan tecrübenin devamı idiler. Sonradan Güzel Sanatlar Akademisi’nde arkadaşlık
ettiğim Prof. Egli, Cebeci’deki Musiki Muallim Mektebi ile çoğu dıştan taklit edilen bu
tecrübeleri ilk defa modern malzemenin imkanlarıyla birleştirmeye muvaffak olmuştu (2001:
29).
Milli Mimari Rönesans’ın örneklerinden olan Türk Ocağı ve Etnoğrafya Müzesi
binaları mimar Arif Hikmet Koyunluoğlu’nun Avrupa modern mimari örnek
alınmadan önceki son eserlerindendir. Mimarın kendi kaleminden anlattığı
anılarından öğrendiğimiz kadarıyla, binaların yapım aşamalarında Mustafa Kemal
düzenli olarak bu binaları ziyaret etmiştir (Bozdoğan, 2002: 54). Bozdoğan’a göre,
bu ziyaretler Milli Mimari Rönesansı’nın milli kahraman tarafından aslında
onaylandığı şeklinde yorumlanabilir (2002: 54).
Ünlü mimar Ernst Egli yeni tarzla Cumhuriyet’i tanıştıran isim olarak anılır. Egli ve
öğrencilerinin tarzlarında görünen en belirgin özellikler kubbe ve kulelerin
terkedilerek sade cephelerin kullanılması, düz çatı ve teraslar, balkonlar ve yatay
pencerelerdir. Yeni mimari akım Mimar dergisinde modernist mimarinin teorik
çerçevesini de belirleyecek ve Avrupa’da dönemin önemli isimlerinden Le Corbusier
gibi mimarların eser ve yazılarına yer verilecektir (Bozdoğan, 2002: 179).
Kent hayatında modernleşmenin izlerinin yarattığı gündemin dışında başka bir unsur
da Mustafa Kemal’in bir Ankara sakini olarak sürdüğü hayattır. Paşa’nın kent
üzerindeki halesi sadece kentteki varlığından değil şehrin belirli noktalarında
karşılaşılan savaş günlerini tasvir eden heykellerde de görülmektedir.
Tanpınar’ın Ankara anlatısı maziye sürekli göndermelerde bulunsa da, anlatı nostalji
niteliği taşımaz. Benjamin’de dikkatleri çeken, geçmişteki umut, tarihsel bilgi ve
130
devrimci eylemin, önceki kuşakların şimdiki zaman için besledikleri umutların
kurtarılmasıyla, bugün için umut kıvılcımının körüklenmesi arzusuna dayanır (2004:
34) görüşüne paralel olarak, Tanpınar’da mazi, bugünün bütünlüğü ve umudu için bir
dayanaktır.
Tanpınar aynı zamansal dilimde birbirlerinin yanında duramayacağı düşünülen
gerçekliklere şimdi’den bakan gözün farkettiği uyumdan bahseder. Geçmişin
kefaretini ödemeye yönelik empatik davranışlarda bulunur. Benin özgürleşme
deneyimi için bu bilinç gereklidir. Öyle ki, sanayi öncesi toplumlarda deneyim
alışkanlıklara bağlı, bilinçli olmadan tekrarlanan eylemlere dayanmaktadır. Gelenek
bu toplumlarda sosyal olarak inşa edilmiş ve meşrulaşmış bir eylem biçimidir
(Savage&Warde, 1993: 203). Bu nedenle Ahilik teşkilatı ve simgesel olarak Hacı
Bayram’ın Ankara’daki izlerinin önemsenmesi gerektiğini düşünür Tanpınar. Çünkü
modern endüstriyel toplumlarda, metaların ve simgelerin kitlesel üretimi geleneğin
etkilerini dağıtmaktadır. Bunun sonucunda bireyler çevrenin uyaranlarına karşı kendi
araçsal tepkilerini geliştirir. Oysa Ahilik hakimiyeti Doğu tarihinde az rastlanır bir
gelenektir ve artizan sınıfının kenti idaresi anlamına gelir. (Tanpınar, 2001:35) Ahi
eserlerinin kentin bugünkü görüntüsünde silik silüetleri olsa da bu kalıntılara değen
göz sadece bakmaz. Flaneur ve kolleksiyoncu olmak bu açıdan önemlidir. Flaneur
ben’in yolculuğunda geçmişin anlamından şimdiyi yorumlar. Kolleksiyoncu ise
alıntılama yöntemiyle yaşanan günün gelenekle var olan bağlantısını açığa çıkarmak
ister. Bu yüzden koleksiyoncu geçmişi sadece anlatmaz; yeniden kurar. Bu kurgulama
eyleminde hayaller ve fantazilerin belirli bir işlevi vardır.
131
Tanpınar için Hacı Bayram’ın çilehanesinin Roma mabedinin kalıntılarına komşu
olması, Alaeddin Cami’nin sekisinin Roma ve Bizans sütunlarıyla yanyanalığı garip
bir tesadüften ötedir. Gizemli bir biraradalıktan farklı olarak geçmişin kendisi bugünü
anlamayı kolaylaştırır. Geçmiş, bugüne ve geleceğe doğru akmaktadır. Her taşın,
sütunun, çeşmenin, mezarın, hayalgücüyle beslenmiş her anlatının farklı bir işlevi
vardır. Benin parçalanmışlığı hayatın bütünsel algısını zorlaştırırken fantaziler ve
rüyalar devreye girer. Tanpınar bu nedenle Evliya Çelebi’nin anlattığı Ankara
hikayelerine inanmak için alıntılar yapar, tenkit etmek için değil 5 (2001: 37).
Modernliğin kavramsal çerçevesini çizerken zaman ve uzamın ayrılmasından ve
zamanın mekansallaşmasından bahsetmiştik. 18. Yüzyıla kadar “ne zaman?” sorusu
“nerede?” sorusundan bağımsız kurulamazken, modernleşmeyle birlikte saat ve
takvim zamanı dilimlendirilmiş ve uzamla olan zorunlu ilişkisi kesilmiştir (Giddens,
1998: 25). Yerinden çıkarma düzenekleri yerelleşmiş anlatıları toplumsal hayattan
uzaklaştırmaya başlamış, yeniden yerleştirmeyle birlikte mekan çözülmeye
başlamıştır. Zamanın sürekli ilerleyerek mekansallaştırılması pratiği ve anlayışına
dair tepkiler de gene aynı dönemde oluşmaya başlamıştır. Bu bağlamda Bergson,
zamanın mekansallaşması ve sürekli ölçülmeye çalışılmasının gerçek deneyimin
kaybolmasına neden olduğunu savunarak bu genel anlayışa karşı çıkar (Öztaş, 2003:
85).
5 Tanpınar, Evliya Çelebi’nin Ankara anlatılarında bahsettiği Erdede Sultan’ın mezarının izini sürer ve kesin olmamakla birlikte mezarın yerini bulur. Bütün bu iz sürme sırasında Evliya Çelebi’nin anlattıklarının birer fantazi ürünü olma ihtimaline rağmen bu hikaye, kentin mazisi ve Tanpınar’ın yaşadığı anı birleştirirerek, Tanpınar’a müthiş bir haz verir (2001: 37-38).
132
Tanpınar’ın Bergson’un zaman anlayışına sadık düşünceleri olduğu söylenebilir.
Tanpınar’ın edebi kişiliğinde dikkat çeken özelliği zaman vurgusunun mekanın
önünde olmasıdır. Sürekli geçmişe yapılan referans geçmişin akışkanlığını
vurgulamak içindir. “Geçmiş, yaşanılan anın parçaladığı ve yeniden anlamlandırdığı,
bu yeniden anlamlandırmayla birlikte yaşanan anın bir kez daha parçalanmasına yol
açan bir anımsayıştır” (Parla, 2001: 258). Geçmiş bugünün içinde kaybolmamıştır.
Hitit heykellerinin bügünün sanatını hatırlatan görünüşleri Tanpınar için geçmişin,
şimdi de varolan izleridir:
(...)Hitit eserlerinin daima şaşırtıcı plastikleri, bugünün sanatına o kadar yakın üsluplarıyla
toprak altında asırlarca süren uykularından henüz uyanmış gibi bakan gözleriyle seyretmek
beni daima düşündürmüştür. Yaşanmış hayat unutulmuyor, ne de büsbütün kayboluyor, ne
yapıp yapıp bügünün veyahut dünün terkibine giriyor (2001: 36).
Tanpınar’a göre zaman, yekpare zaman ve sayılabilir zaman olmak üzere iki farklı
anlama sahiptir (Öztaş, 2003: 110). Yekpare ya da kozmik zamanın içinde madde,
dil, insan ve bilinç yoktur. Bu şekilsiz zaman bireyin doğumundan ölümüne kadar
biriktirdiği deneyimlerde biçimlenir (Parla, 2000:282), Yaşanan mekansallaştırılmış
zamandan sıyrılarak kozmik zamanın içine girmek ya da Bergson’un ifade ettiği gibi
ölçülür olmayan sürenin sezgi yoluyla içine girebilmek Tanpınar’ın eserlerinde
sıklıkla görülür. Sayılabilir olan zaman ise insanın yaşadığı ömrün, sınırlı olanın
zamanıdır.
Tanpınar’ın Ankara anlatısı, romanlarında kullandığı düşler ve sezgilerle beslenen ve
mekanın önüne geçen zaman anlatısına paralel olarak yazılmıştır diyebiliriz. Ancak
Tanpınar anlatının sonunda, şehrin bütün tarihselliğine rağmen yaşadığı zamanın tek
bir zaman olduğunu ve bu zamanın yirmi yıllık Cumhuriyet’in hakimiyetindeki
133
zaman olduğunu söyler. Türkiye Cumhuriyeti’nin kentte şimdiye kadar hüküm
sürmüş bütün uygarlıklardan farklı bir alanda yer alması her şeyden önce yeni
rejimin ne ifade ettiğinin göstergesidir. Yeni rejimin kentte yarattığına sadece
Tanpınar değil, kentin yüzlerce yıllık tarihi bile hürmet gösterir. Aslında bu hürmet
Tanpınar’ın biraz da serzenişle belirttiği bir zorunluluk da taşımaktadır çünkü şehr-i
Ankara yeniyi kurmak idealinin ürünüdür ve kent neredeyse bütün geçmişini
yakarak varolabilmiştir:
Ankara kalesine çıktım.(…) Buraya çıkarken gördüklerimizle hangi medeniyetlere, hangi
çağlara gitmeliyiz? Fakat hayır, Ankara bu cinsten tarihi bir hülyaya kolay kolay imkan
vermiyor. Burada tek bir vak’a, tek bir zaman, tek bir adam muhayyileye hükmediyor. Bu
şehir kendisini o kadar ona vermiş ve onun olmuş. Eti aslanı, Roma sütunu, Bizans
bazilikasından kalma taş, Timurlenk ve Yıldırım muharebesi, hepsi dönüp dolaşıp size yirmi
yıl evvelin çetin günlerine ve şifalı ağrılarına götürüyor, onun tabii neticesi olan büyük
meselelerle karşılaştırıyor (2001: 37).
Ahmet Hamdi Tanpınar’la birlikte Cumhuriyet modernleşmesi hem kapsamlı hem de
farklı bir eleştiriye maruz kalmıştır. Doğu ve Batı arasındaki sentez ya da karşıtlık
üzerine kurulan eleştirilerden farklı olarak Tanpınar, Doğu ve Batı’nın karşılaşma
anlarının ‘şimdi’de ortaya çıkardığı uyumsuzlukları tespit etmeye çalışır. Bu çabanın
arkasında ne Batı medeniyetine özenen bir göz, ne de Doğu’nun geçmişini özleyen bir
duruş vardır. Tanpınar daha aşkın bir tutumla geçmiş ve gelecek arasındaki ilişkiyle
ilgilenir. Geçmiş ve gelecek arasında bütünsel olarak kurulmasını öngördüğü bağın,
modernliğin daimi yeni arayışı içindeki çözülmeleri ve tutarsızlıkları engelleyeceğini
öngörür. Bu nedenle Berman’ın Baudelaire’e yakıştırdığı ilk modernist titrinin Türk
edebiyatındaki karşılığı Tanpınar'dır diyebiliriz. Çünkü Tanpınar, modernleşmenin
134
benliklerde ve toplumda yarattığı parçalanmaları Batı taklitçiliği ve medeniyetin
kendini kurduğu geçmişi inkarıyla açıklamakla birlikte, modenliğin kendi içindeki
çelişkileri ve modernliğin kendine özgü felsefesine de yaklaşmayı başarabilmiştir.
135
II. Türk Edebiyatında Kır-Kent İkiliği ve Ankara
1. Türk Romanında Kırın Kavranışı ve Ankara Türk edebiyatının eleştirel tarihinde 1950’li yıllar genellikle bir kırılma olarak
addedilir. Bu kırılma noktası siyasal ve ekonomik gelişmelerin kültürel yaşamdaki
etkilerinden bağımsız olmamakla birlikte, önceki dönemin Batılılaşma söyleminde
“geri-kırsal” ve “ileri-kent” çatışmasının romandaki temsilinin yerini, Anadolu’nun
sosyal yaşantısının ön plana çıktığı anlatılara bırakmış olmasından kaynaklıdır.
Mahmut Makal, Yaşar Kemal, Fakir Baykurt gibi yazarlar haksız bir düzenden
kaynaklanan sorunların ortaya çıktığı bir mekan olarak Anadolu’yu anlatmışlardır.
Tek parti döneminin edebi eserlerinde genellikle kentin tam karşısında kurgulanan
kıra dair anlatılar, 1950’lerde politik ve ekonomik alandaki değişmelere de koşut
olarak, şimdiye kadar söylenmeyen ve geride tutulanların açığa çıkarılma çabasıdır.
Artık köylülük ve cefa çekmek arasında nedenselliği sorgulanmadan kurulan bağ
tartışılmaya başlanmış, üstü kapanan gerçeklikler roman aracılığıyla gün ışına
çıkarılmaya çalışılmıştır.
Demokrat Parti iktidarının CHP döneminin siyasalarını ve bağlantılı olarak
modernleşme deneyimini eleştirerek kurduğu söyleminin destekleyici kitlesi,
modernleşmenin metazori uygulamalarından muzdarip kır kökenliler ve ekonomik
çıkarları CHP iktidarıyla örtüşmeyen kentlilerdir 6. Devlet korumacılığının terk
6 1950 seçimlerinde DP %53.4 oyla 408 sandalye, CHP ise %39.8 oyla 69 sandalye kazanmıştı. CHP Doğu illerine oranla daha gelişmiş Batı illlerinden tek bir vilayet kazanamamıştı ve kazandığı bütün vilayetler genellikle Ankara’nın doğusundaydı (Zürcher, 2000: 316).
136
edilerek serbest liberal ekonomiye geçilmesi ve sanayileşme hamlesinin yanı sıra,
dönemin bir diğer belirleyici unsuru CHP’den daha farklı bir algıyla tarımsal
gelişmenin ön plana çıkarılmasıdır. Marshall Planı dahilinde yapılan traktör
yardımları ve ucuz krediler, Demokrat Parti nezdinde, yüzü çiftçiye dönük
politikaların kanıtları olarak sunulmuştur. CHP’nin modernleşme programının
önemli bir parçası olan demiryolu yapım çalışmaları bu dönemde durdurulmuş,
kentteki geniş yolların yaygınlaşmasına paralel olarak kırsalda da karayolları yapım
çalışmaları başlatılmıştır. Oktay’ın belirttiği gibi, 1950’li yıllarda kırsal/tarımsal
alanda görece bir mal ve gelir zenginliği olmuşsa da, kentte yaşanan çözülme ve
anomik durum kırsalda da kendine içkin biçimiyle başka biçimlerde tezahür etmiştir
(2002: 68).
Bu dönemde Ankara ve devlet imgesi içiçe geçmiştir. Tek parti döneminde Ankara
üzerinde oluşturulan hale, taşra nezdinde merak edilen, cazibe merkezi, kente gitme
şerefine nail olanların özenildiği bir kent yaratırken, bu dönemle birlikte Ankara
anlamını kaybedecek, bir güç timsali olmakla birlikte haksızlık ve yoksunluklara da
elini uzatmayan bir devletin imgesi olacaktır. Ankara’nın ikili imgesi bir tarafta
toprak ağasına söz geçiremeyen, köylüsünü koruyamayan, köy hayatının gelişiminde
izi olmayan bir devleti temsil etmesinden, diğer taraftan da ‘dediğimi yapmazsanız
Ankara’ya çıkarım’ diyen kaymakamların, muhtarların ya da bu cümlenin haksızlığa
uğrayan ama asi olan köylülerin dağarcığına yerleşmesinden beslenmektedir.
137
2. Ankara: Umut Bağladığım Nefret Etttiğimdir
1950’lerle birlikte Türk romancılığı, kırsalı ön plana çıkaran anlatılarla şekillenmeye
başlamış, gene aynı yıllarda modernleşme ve Batılılaşma sorunsalı da farklı
metotlarla okunmuştur. Bu değişimin nedeni, 1950 öncesi genellikle toplumsal
sorunlara resmi ideolojinin içinden bakan yazarların, Moran’ın deyimiyle
“ideolojinin perdelediği ama gerçekte var olan üretim ilişkilerini” önemsememe
durumunun, 50’lerle birlikte egemen ideolojiye “dışarıdan bakan yazarların” egemen
ideolojiyi yeniden üretmediği, düzeni sorgulayan romanlar yazmaya başlamasıdır
(2004:14). Bu yazarlardan biri de Fakir Baykurt’tur. Yazarın, Amerikan Sargısı adlı
romanı, egemen ideolojiye dışarıdan bakmakla birlikte, Demokrat Parti’nin
politikalarını da eleştirel bir bakışla açığa çıkarır.
Amerikan Sargısı, Amerika’nın Türkiye’ye yaptığı yardımların kentte ve taşrada
yarattığı olumsuzlukları deşifre etmeye çalışır. Ankara’nın Kızılöz köyünü pilot
bölge ilan edip kırsal kalkınmanın örnek köyü haline getirme sevdasının uyumsuzları
anlatının özüdür. Roman’ın ilk bölümü Ankara, projenin karar aşamasının detaylarını
aktarırken, arka planda da Ankara’nın kentsel görüntüsü tasvir edilir.
Kerim, arabayı Yenimahalle köprüsünün altından geçiriyor.Trafo’dan sonra sağa kıvrılıyor.
Makarna Fabrikası. Külüstür Yeşilova oteli. Ankara duman içinde. Yüksek yapıların bacaları
kara. Kavşak, Gençlik Parkı, Evkaf Apartmanları, tiyatro afişleri. Radyonun önünden geçen
yol.Kızılay’daki saat…Maltepe camisinin minareleri küçülmüş mü, ne? Yeni yapılar çıkmış,
Yüksek ve çok yüksek (1969:17).
Bu yıllarda Ankara’nın rengi gridir. Fakat bu grilik Kemalist modernleşmenin kamu
binalarında otorite ve sağlamlığı telkin etme prensibinden farklı olarak çevreye
138
uyumsuz sanayileşmenin sembolüdür. Yüksek binalar, bacalar, fabrikalar DP
döneminin serbest pazar ekonomisi ve yabancı yatırımları ülkeye çekmek üzerine
kurduğu ekonomik gelişmenin kentteki biçimsel halidir. Baykurt’un aktardığı
değişim, modernliğin sanayileşme ve ilerleme pratiğinin yarattığı ve çözemediği
karmaşa ve düzensizliği gözler önüne serer.
Ner yapıyorlar Ankara’da ? Ne iş tutuyorlar…..Ankara gittiçke berbat oluyor (1969:21).
Bulutların altında gibi Ankara.Gecekondular dört bir yandan sarmış. Gölbaşı’na giden yolun
orada kireç ocakları. Dikmen sırtlarında, Balgat’ın oralarda gecekondular….Gecekondular
boğacak Ankara’yı diyorum (1969:22).
Alıntıdan anlaşıldığı gibi, modern başkent projesi neredeyse kırk yıllık bir zaman
diliminde başarısız olduğu gerçeğiyle yüzleşmek durumunda kalmıştır. Baykurt’un
da değindiği gibi “gittikçe berbatlaşan Ankara” da özellikle büyüyen
gecekondulaşma sorunu dikkat çekicidir. Gene aynı yıllarda, “paternalist halkçılık
anlayışından halkın kısa erimli isteklerinin yönlendirdiği popülizme” kayılmış
(Tekeli, 2001: 28) olmasının yarattığı sonuçlar sadece kentte değil, ülke genelinde de
modernleşme söylemine ilişkin zihinsel bir değişimin izlerini taşımaya başlamıştır.
Fakir Baykurt, dünyada doğu ve batı bloğunun gittikçe belirginleştiği bu yıllarda,
tarafını belirlemek durumunda kalan, ancak tarafını belirlerken uyumsuz, pasif ve
edilgen bir sürecin içinde bocalayan bir Türkiye görüntüsünden hareket ederek ciddi
bir modernleşme eleştirisi sunar. Öyle ki, okuyucu modernliğin sarsılmaz ve mutlak
iddialarının Kızılöz köyünde işlemeyerek başarısız oluşuna tanık olur. Özel ve
özgün koşulların dikkate alınmadığı bu iyileştirme ya da kalkındırma süreci, yazarın
kalkınmanın dışsal dinamiklerle olmayacağını iddia etmesine neden olurken,
139
kalkındırma kisvesi altında bir köyün nasıl bölündüğü, masum köylünün ne şekilde
kandırıldığı ama köylünün gerçeği gördüğü ve “eskiyi” tercih ettiği bir mutlu sonla
biter.
Ankara’nın ya da Ankara imgesinin romanda ki yerine dönersek, yazarın yoğun
bürokrasi eleştirilerine maruz kalan, köylüsüne uzak, mesafeli bir Ankara
görüntüsünden; hatta ‘kendi içine dışardan bakan bir Ankara’ manzarasının
romandaki varlığından bahsedebiliriz. Öte yandan Ankara’daki hayatın köylünün
gözündeki farklılığı, yabancılığı ve anlaşılmazlığı da dikkat çekicidir. Amerikan
yardımıyla değiştirilecek olan Kızılöz’ün “Amanın, Ankara’ya benzeyeceğiz”
(1969: 77) diye düşünen sakinleri, Kızılöz ve Ankara’nın birbirinden oldukça farklı
yaşantılarını, Ankara’ya benzeme ihtimalinin yarattığı huzursuzlukları ve birbirine
yakın mekanlardaki uzak hayatları anlamamızı sağlar.
140
III. Kentte Sesler Yükseliyor
1. Yenişehir’de Bir Öğle Vakti Yürümek
Ankara’nın kentsel gelişmesini anlatığımız bölümde 70’li yılları farklı bir alana
koymak gerekliliğinden bahsetmiştik. Edebi eserlerdeki değişmelerin toplumsal
olandan ayrılamayacağı gerçeği bu kırılma noktasını edebi alanda da doğrular.
Berman’ın belirttiği gibi, 1960’ların “ekspresyol dünyası” ve “sokaktaki bir haykırış”
arasındaki mücadelesi, 1970’lerin başında sokakta olma hakkının alınmasına koşut
olarak gerilerken, yeni dönemin baskıcı ve yasaklayıcı karakterine rağmen edebiyat,
geri plana itilenin sesini duyurmaya çalışmıştır (2000: 438). Moran’a göre bu
dönemde 50’li yılların Anadolu romanındaki sömürülen köylünün yerini 12 Mart
öncesinde Türkiye halkı, sömüren toprak ağasının yerini ise kapitalist burjuva sınıfını
almıştır (2002: 11).
Savaş sonrası ekonomilerinin doğal sonucu olan canlılık 1970’lerdeki petrol ve
enerji krizinin de etkisiyle dünyada yeni bir düzene doğru bir yapılanmayı
oluşturmakta, dünyadaki değişim ve mali krizin etkileri çevre ülkelerde de
hissedilmekteydi. Türkiye’de 1950’li yıllarda halkın refahının artması dayanıklı
tüketim mallarına olan talebi arttırmış, yüksek gümrük tarifeleri ve yerli sanayiye
yapılan destekle içe kapanmış ekonomi yerli sanayiciye yüksek kazançlar sağlamıştı.
1960’larda ithal ikameci ekonomiye geçişle birlikte yerli sanayi üretimde dışarıya
bağlanmış ve ekonomi kronik ticaret açığıyla karşı karşıya kalmıştı (Zürcher, 1999:
386-388). 70’ler ekonomik bunalım ve kentsel huzursuzluğun tepe noktalarındaki
141
yıllardı artık. 12 Mart muhtırası asayişi sağlamak adına yönetimi ele alacak; işkence,
gözaltı, hapishane sözcükleri hem gündelik yaşamda hem de edebiyatta sıklıkla
geçmeye başlayacaktı.
1970’ler Türk edebiyatında önemli bir ayrıntı kadın yazarların yazın hayatındaki
etkinliğidir. Bu dönemde kentli kadının ve kadın olmanın ontolojik sorunsalı farklı
bir algıyla yazılmaya başlanmıştır. Toplumun geleneksel, baskıcı ve çoğu zaman
ikiyüzlü tavrını ortaya koyan, kadının kendi ve toplum arasındaki arada kalışlarını
açığa çıkaran Sevgi Soysal, Adalet Ağaoğlu gibi yazarlar, modernliğin
yanılsamalarını kadınlara yansıyan halleriyle anlatmışlardır. Aynı yıllarda dünyada
kadın hareketinin en yoğun ve en etkin döneminde olduğu da gözden kaçırmamak
gerekir. İkinci dalga feminizm olarak bilinen 1970’lerdeki bu hareket, kendinden
önceki kadın hareketinden farklı olarak (Birinci Dalga) kazanılan yasal eşitliklerin
yeterli olmadığını ve erkek egemen toplumun kadın üzerindeki baskısını vurgulamış,
hareket her ne kadar içinde sosyalist feminizm ve radikal feminizim olarak ayrılsa da
iki dalganın da buluştukları ortak bir zemin olmuştur: Eşit iş eşit ücret, işyerlerinde
eşit koşullar, kadınların kendini beğendirmek için bedenlerinde değişiklik yapmak ya
da kendilerini yeniden şekillendirmek zorunda olmaması, fiziksel görünüşün
önemsenmemesi, heteroseksüelliğin tek sağlıklı ilişki biçimi gibi gösterilmemesi ve
erkek egemenliğinden tamamen kurtulmak için dilin yeniden oluşturulması gibi...
(Meulenbelt, 1987).
12 Mart döneminin önemli romancılarından Sevgi Soysal 1970’lerin buhran
günlerini eserlerinde tüm yalınlığıyla anlatmış bir edebiyatçıdır. Sevgi Soysal’ın
romanlarının farklılığı, kentte yaşayan ruhların parçalanmışlıklarını, kent yaşamının
142
dayattığı hayatların ruhlarda oluşturduğu huzursuzlukları, modernleşme sürecinin
yarattığı çelişkileri, kadın olmayı ve hep mahremiyetine inanılan ve anlatılmayan
cinselliği kendi sesini susturmadan anlatma çabasıdır. Metin sussa bile, okuyucu
yazarın olaya ya da duruma karşı beslediği duyguyu bilir ve yazarın sesini duymaya
devam eder.
Sevgi Soysal Yürümek’te kentin değişen görüntüsünü serzenişli bir ses tonuyla
anlatır. Eski kent, koşulsuz iyiyi sembolize ederken, yeni kent yıkıcı bir değişim
yaratmıştır. Soysal’ın anlatımı nostaljik bir romantizmden çok kızgın bir eleştirellik
taşır. Eleştirilerin ise modernlik adı altında bir kentin dokusunun ve samimiyetini
yok eden zihniyettir.
Samanpazarı eşrafı, esnaf, demirci ve bakırcı tayfası, züccaciyeler, tuhafiyeciler, “envai
çeşit” yağ, zeytin, pastırma, peynir, un, şeker, pirinç, tarhana, leblebi, sakız, çiroz, galeta
satan dükkanlar. Toptancılar, perakendeciler, Bu dükkanları babadan oğula devredenler.
Terziler, yorgancılar, tefeciler. Güneydoğu’dan getirdikleri ipeklileri, dokumaları, metre
metre pazenleri, Amerikan bezlerini, basmaları, tezgahın üstüne tok tok seslerle yayanlar.
Altın bilezik, mavi taşlı yüzük, yıldız biçimi telkari altın küpeler yapan kuyumcular.
Beşibirlikler. Çankaya, Kavaklıdere, Etlik, Keçiören tepelerinde yazlık bağ bağları olanlar
(2003: 21).
Samanpazarı ve Ulus bölgesinin Ankara kent merkezinin Yenişehir’e kaymasına
kadar kentin ekonomik merkezi olduğunu önceki bölümde belirtmiştik. 60’ların
sonundan, kapitalizmin çelişkileri ve çeşitliliği arttırdığı bir zamandan, 1930’lara
bakan Sevgi Sosyal hem geleneksel üretimin ve ürünlerin hem de geleneksel
davranışların yaygın olduğu Samanpazarı’nı anlatır. Samanpazarı betimlemesi
geçmişe, kentin kıra daha yakın duran şekli ve ilişkilerine özlemi temsil eder.
Soysal, modern kent ve kent planlamasının yok ettiği ‘eskideki iyiyi’ ortaya çıkarır.
143
Şimdi nerede o eski Çankaya, Kavaklıdere bağları? Samanpazarı eşrafı, eski Ankaralılar,
bağlarını, o kutsal çocukluk anılarına boş vererek parselleyip parselleyip sattılar. Kim bilir
nice eşekli, bağ evli, yer yataklı, yerli dolaplı çocukluk, Amerikalı ve başka yabancı
kiracılarla içiçe yaşan apartman hayatında unutuldu çoktan. İşte bu asla geri gelmeyecek
eskisiyle, “To let”li yeni zaman arasında, kasıntılı, bir bildiği olan, vatan millet demeyi bilen,
“birimiz hepimiz için”ci, Yerli Malları Haftası’nı kutlayan Ankara’da, Samanpazarı’yla,
Çankaya arasındaki batak, sivrisinekli bozkırda asfaltlarla, beton yapılar, bahçeli tek katlı
evlerle “Yenişehir” gelişti. Yenişehir: “City of Magic”. Amansız yaz sıcağında eriyen
asfaltları serinletecek akasya, kestane ağaçları büyüdü. Heykeller, parklar, mağazalar, hiç
bitmeyen, hiç yorulmayan yapı işçileri (2003: 22).
Alıntıdan da anlaşıldığı gibi Soysal, ‘Yenişehir’i anılarda kalan eskinin yok
olmasından sorumlu tutar. Türkiye Cumhuriyeti modernleşmesinin mekandaki
tezahürlerini eleştiririrken, ulus-devlet kimliğinin inşasının ruhlarda yarattığı
zorlamaların altını çizer, modernliğin sürekli ilerleme ve gelişimi simgeleyen ama
ilerlerken yok ettiği hayatlar ve alışkanlıklarla ilgilenir. Böylelikle, Yenişehir’in
inşasının şimdiye kadar anlatılmayan ve ruhlarda yarattığı yabancılaşmayı ortaya
çıkarmış olur.
İşte, bir eskiyle kaçınılmaz bir sonraki arasındaki, dünle beklenmedik bir çabuklukta gelen
bugün arasındaki Yenişehir. Akşamüstleri ‘ülkücü’ bir devlette görevli olmanın o zamanki
özel tavrıyla evlerine dönen memurların mahallesi. Kiralık evde oturma lüksünü
sürdürebilenlerin, manav ve bakkaldan veresiye alışveriş edenlerin, yaz geceleri bir balkona
ya da fiskiyesi pinpon topu zıplatan bir bahçe havuzunun yanına kurulmuş rakı sofrasında
sabahlara dek söyleyecek önemli şeyleri olan, bir gün hem kendilerine hem de görevlerine
duydukları inancı yitireceklerini hiç sanmayanların mahalllesi. Sonra generallerin,
subayların, henüz önemleri pek anlaşılmamış mühendislerin, mimarların, doktorların,
öğretmenlerin, yerden bitme profesörlerin. Bir bakıma çile dolduranların, en çok İstanbul’a
giden yataklıyı sevenlerin ( 2003: 22).
Sevgi Soysal Yenişehir sakinlerini harekete geçirmek ister. Romanın 1970’de
yazıldığı ve bu yılların politik ortamı düşünülürse Soysal’ın dingin kentliyi sarsma
144
gayreti, hatta tepkisizliklerine olan öfkesi anlaşılabilir. Karamsar ve edilgen kentli
kışkırtılmalıdır. Soysal’ın anlatıcı kimliğinde yapmak istediği okuyucuda bir soru
işareti oluşturmaktır. Çünkü modernlik bir yanılsamalar manzumesi gibi geleneğin
ürettiği ahlak kalıplarından, geri değer yargılarından kurtulamamıştır. Özgürlük,
cinsellik, aşk var olan kalıplardan farklı yaşandığında, genele göre farklı yaşayan
için bir dizi mücadele ve itilmişliği de beraberinde getirmiş, farklı olanı
yabancılaştırmıştır. Yürümek, büyük kentin küçük burjuva aydın kadınının kimlik
arayışını anlatır. Bu nedenle Türkeş’in “okuyucuyu hayata davet eder” dediği
Yürümek, metropol yaşantının bedensel ve ruhsal dayatmalarına boyun eğmemeye
çalışarak yürüyenlerin romanıdır (2003: 10).
Yazarın bir diğer romanı, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti ise, 70’lerin Ankara’sında
aynı mekanlarda birbirinden uzak hayatların anlatıldığı, hem çarpıcı biçimsel
özellikleri hem de farklı sınıflardan gelen insanların mekanı, metayı, diğerini ve
kendini nasıl anlamlandırdığını anlatma başarısıyla dikkatleri çeker.
Roman, Kızılay’ın tam ortasındaki bir mağazada geçen konuşmalarla açılır.
Müşteriler, tezgahtarlar, mağaza müdürü aynı mekanı kullanan ama bunun dışında
ortak hiçbir yanları olmayan insanlar gibidirler. Mağazanın bulunduğu bulvar
ötekilerin varlıklarının farkedildiği yerler olmaktan çıkmış, “her türlü lüksün bir tür
eşitlenmişlik kisvesi altında pazarlandığı ve görüntüsel tüketimin sağlandığı yer”
olmuştur (Oktay, 2002:28). Kent, üretilme süreçlerine yabancı olunan metaların
sınırsızca tüketildiği mekandır artık. Metropol hayatı her ne kadar dar mekanlarda
bedensel yakınlıklar sağlasa da, zihinsel uzaklığın arası gittikçe açılmaya başlamıştır
(Simmel, 2004:96).
145
1970’lerin Ankara’sında Yenişehir sosyal hayatın, iş yerlerinin, para ekonomisininin
ve eğlencenin merkezi, bu nedenle de görünme/görme mekanıydı. Kentin ilk merkezi
Ulus’un cazibesini kaybetmesiyle birlikte sosyal hayat Kızılay çevresinde birikmiş,
serbest liberal ekonominin etkileri olan ürün çeşitliği ve tüketim merkezleri bu
bölgeye yerleşmiştir. Tezkan Mağazası, Amoda, ABC, Gima, Büyük Mağaza,
Piknik, tostçular, sinemalar, cafeler Yenişehir’in ekonomik, sosyal ve kültürel
hayatının mekanlarıdır. 70’lerde Yenişehir, burjuva gündelik yaşantısı için tüketim
merkezi, büyük sermaye için iş merkezi ve gecekonduda yaşayanlar için diğerleriyle
aynı mekanı kullanabildiklerini hissettikleri yerdir. Romanın gecekonduda yaşayan
ve Kızılay’daki iyi giyimli jantil delikanlılarına öykünen kahramanı Ahmet’in
ağzından Kızılay’ın değişen yüzü şu şekilde aktarılır:
Ahmet şaştı. Bu tür işportacılar Ulus’ta bulunur. Bunlar da Kızılay’a aktılar. Eskiden Tezkan
mağazası da Ulus’taydı. Artık kendini bilen Ankaralılar alışverişi Kızılay’da yapıyor. Ucuz
ev nevalesi düzmeye meraklı memurlar bile. Hale değil, Gima’ya gidiyorlar artık ( 2001: 13).
Sevgi Soysal, burjuva, orta sınıf, gecekondulu ve sermayenin birbirlerinin gözünde
ne ifade ettiğini anlatmayı önemser. Mekandaki farklılık ve ötekini anlamak için bu
girişim önemlidir. Yenişehir burjuvazisi için orta sınıf görgüsü ve bilgisi az olandır,
orta sınıf kentli kentteki edepsizliğin, bozguncuğun faturasını gecekonduluya keser,
gecekondulular, kent kültürünü ve kentte yaşamanın adabını bilmemekle itham edilir,
sermaye sahipleri ise sadece parası olana itibar edendir, para kazanamamış herkes
hımbıl, tembel ve iş bilmeyendir çünkü. İkinci kuşak gecekondulular kent
merkezindeki şekilselliği görünümlerinde yaratmaya çalışırlar. İyi yerlerden
giyinebilmek, modayı takip etmek, Kızılay’ın iyi yerlerinde yemek yiyebilmek, flört
146
etmek diğerleriyle aynı mekanı paylaşmanın dışında kalitesi aynı olmasa da
görüntüde de eşitliği de sağlayacaktır.
Oysa yukarıda anlatılan “kendi olmayını, ötekini” tanımlama biçimi, Adorno ve
Horkheimer’ın da belirttiği gibi (1996) modern söylemin kendini dayandırdığı
kapitalist üretim biçiminin yarattığı sosyal uyumsuzluğun göstergesidir. Herşeyden
önce diğerinin tanımlanması, kendini tanımlamak üzerinden yapılır ve kaçınılmaz
olarak baskıcıdır. Öteki’ni tanımlayan özne, kendisi ve diğeri arasına sınır koyarken,
ötekinden beklenen “benzemek ya da terketmektir” Modern kentin çelişkilerinden
biri de budur. Kent bir yanıyla sürekli ötekini ve farkılıkları üreten bir mekanken, bir
yanıyla da farklılıkları bastırmaya, örtmeye çalışır:
Hatice Hanım delici bakışlar fırlattı dilenciye. Bunlar artık Kızılay’ın göbeğine bile
yerleştiler. Bu şehir iyicene zıvanadan çıkmıştı artık. “Ankara caddelerinde pırtıl insanlar
görünmezdi bir zamanlar” dedi kendi kendine (….) Dilenci kadına, bütün bu adam
olmayışlarımızın tek nedeni oymuşçasına baktı. Bakışının sertliği onu oralardan kaldırsın,
nerelere gitmesi gerekiyorsa oralara yollasın istedi. (2001: 42-43).
Sevgi Soysal için kentte belirli olan fiziksel sınırlar değil sosyolojik sınırlardır. Bu
tıpkı Simmel’in kentin kendine özgülüğünü mekansal olarak oluşmuş sosyolojik bir
kendilik’le açıklamasına benzer. Çünkü kent “sadece toplumsal farklılaşmanın,
karmaşık toplumsal ağların yoğunlaşma noktası değildir ayrıca kalabalıkların
mekanıdır”. Taşrada görülenle tam bir karşıtlık içinde, kent kayıtsızlık yaratır ve bu
kayıtsızlık sadece yakın çevreye değil, günlük etkileşim içinde karşılaşılan herkese
karşı olabilir (Simmel, 2004: 28). Bu kayıtsızlığı, metropol hayatının rutinlerine karşı
gösteremeyen kitle ise kent yaşantısına adapte olamamakla eleştirilir. Modern
147
kentlinin ne kent merkezindeki olay örüntülerine karşı gösterecek şaşkınlığı ne de
bunları izleyecek zamanı vardır:
(Güngör’ün) Kulağına itfaiye düdükleri geldi. Cama koştu garsonlar. İşte işe yaramaz boş
insanlar böyledir. Sokaktan bir cankurtaran, itfaiye arabası geçmeyegörsün, hemen durup
bakarlar. Bir yerde kanalizasyon çukuru mu açıldı mı başına üşüşüp seyrederler…Çünkü
yoktur önemli işleri, her şey, bütün olaylar dışlarındadır. Benim kimseyi seyredecek
zamanım yok (2001: 87).
Berman’a göre, geçmiş modernliklerin çoğu kendini unutuş yoluyla bulmuştu oysa
70’lerin modernliği kendini anımsayarak bulmak zorunluluğuyla karşı karşıyadır
(2000: 441). Çağdaş toplumun cesur bir yeni yaratma gücünü yitirdiği durakta
modernlik, 70’lerde geçmişle yüzyüze gelecektir. Soysal’ın yapmaya çalıştığı bu
yüzleşmedir aslında. Kahramanların kişisel tarihlerinin bu kadar detaylı anlatılmasını
bu çabaya yorabiliriz. Kentli önce kendi geçmişiyle yüzleşir çünkü kentteki davranış
örüntüleri, günlük hayat pratikleri kişisel geçmişlerden bağımsız değildir. Bu çaba
katı olan herşeyin buharlaştığı modernikte bugünün davranış biçimlerine bir dayanak
bulma amacındandır.
Kentin fiziksel yapısının sadece verili şehir planlarının ürünü olmadığını, kentlinin
mekanda bulunma ve mekanı kullanma biçimiyle şekillendiğini biliyoruz. Bu
bağlamda gündelik hayatın kısmi olarak aydınlatılması bile yabancılaşmayı
anlamaya yetebilir. Sevgi Soysal’ın gündelik hayatı anlatımı kent hayatında sıradan
bir günün tasviri değil, hergün karşılaşan hatta yanyana duran insanların birbirlerinin
hayatlarına karşı aldıkları mesafenin açığa çıkarılması girişimidir. Burada eleştirilen
ise, metropol hayatının nesneler ve insanlarla kurulan ilişkilerde derine inmeyen,
indirgemeci davranış biçimleri yaratmasıdır. Kentli değişikliklerde sarsılmamak ve
148
iç çelişkiler yaşamamak için kendini korumaya yönelik davranır. Mesafeli olmak,
rasyonel davranmak kentlinin metropol yaşamındaki üst bilincinin yönlendirdiği
davranış biçimleridir. Yenişehir sakinleri Sakarya’daki deliye, boyacı Necmi’ye,
şarkıcı Aysel’e, hatta aynı apartmanda oturdukları kapıcılarına, aynı evde
yaşadıkları gündelikçilerine karşı ilgisizdirler. Özellikle orta sınıf kentlinin sınırların
kaybolmasından duyduğu endişe ve kapıcıların ve gündelikçilerin geleneğin
sürekliliğini simgelemelerinden duydukları rahatsızlık bu mesafeyi derinleştirir.
Burada en trajik durum kapıcılarınkidir. Onlar hem “dışarıdakiler” diye tanımlanan
gecekondulularla göç kalıpları ve sınıf kökenleri de dahil olmak üzere birçok ortak
yöne sahiptir hem de yaşadıkları muhit nedeniyle bu insanlardan farklı hayatlarla
kuşatılmışlardır (Özyeğin, 2003: 62). Bir taraflarıyla geleneğin çözülmesini
engellemeye çalışırcasına ‘eskiyi sabitlerken’, bir yandan sürekli değişimin
merkezindedirler. Romanda, apartman sakinleri Kapıcı Mevlüt ve ailesinden
Yenişehir’de yaşamanın gerekliliklerine uymalarını bekler; Mevlüt için de Yenişehir’
de kapıcı olmak bir başarı, mücade ve bedel gerektirir. Karısının çamaşırları dışarı
asması, apartman kapısının eşiğinde oturması Yenişehir yaşamında kabul edilebilir
şeyler değildir:
Kızılay’da kapıcılık kolay mı? Sen ne bilcen kapıcılığı? Kalorifer kursunda millet birbirinin
ekmeğini elinden alacam diye ne işler çevirmedi. Bir kapıcılık bulmak için millet kaç para
veriyor? Hele böyle, Kızılay’da kapıcılık bulmak için milllet anasını satar. Kimbilir kaç
uğursuz göz dikmiştir bu kapıya. Senin gibi sütü bozuk yüzünden kapı dışarı edilmemin
duacısıdır kaç gavur. Kızılay bu Kızılay ! (Soysal, 2001: 277).
70’lerin Ankara’sı gecekondulaşmayla birlikte taşra hayatı ve modern kent hayatının
birbirine geçtiği bir kenttir. Yenişehir’in taşraları geri ve gelenekseli simgelerken, bu
149
iki yaşayışın birbiriyle karşılaştığı anlarda çelişkiler büyümektedir. Altındağ, Hacı
Bayram, Samanapazarı‘da süregelen hayat Yenişehir’den farklıdır. Buradaki insanlar
mağazalarda ne yapacağını bilemeyen, farklılıkları sıradanlaştırmamış, illegal olana
aşina olandır. Ankara steril ve homojen değildir hatta hiç de olamamıştır.
Çingeneler, yankesiciler, işportacılar kent merkezindedir. Kamusal alan bu çelişkileri
gözden uzaklaştıracak şekilde düzenlense hatta kentli özel alanlarında daha çok vakit
geçirse de kent merkezi, bu insanların varlıklarını saklayamaz. Soysal’ın yazdığı
Ankara, “modern kent farklılıkların biraraya geldiği mekandır” tanımlamasına
koşuttur. Ama bu ifadenin tamamlayıcı kısmı kentlinin aldırmazlığıdır. Roman
Yenişehir’de devrilen bir kavak ağacının üzerinden bir kent ve kentli tipolojisi çizer.
Kavak ağacı bir metafor olarak kayıtsızlığın göstergesidir. Ali, Olcay ve Doğan
üzerinden yaratılmaya çalışılan duyarlılık hissi ise kuvvetli değildir.
Buraya kadar romanı, vurgu noktası Ankara ve Ankara’daki değişiklikler olan bir
biçimde analiz etmeye çalıştık. Ancak Yenişehir’de Bir Öğle Vakti her şeyden önce
12 Mart sonrası yayınlanmış bir romandır. Dolayısıyla, bu dönemin tipik
romanlarında görüleceği gibi toplumsal gerçekliğin egemen olduğu izler ve Türkiye
solundaki tartışmaları açığa çıkarma çabası taşır. Bu nedenle Soysal, Ali, Doğan ve
Olcay cephesindeki iç ve dış konuşmalarla, farklı sınıflardan gelmiş bu gençlere
söylettirdikleriyle, kentin parçası olduğu süreci anlamamızı kolaylaştırır.
150
2. Kentin Çelişkileri
a) Umut Kentten Hayal Kırıklığı Kente
Ankara ve modernlik ilişkisinin edebiyata yansıyan yüzünde belirgin bir değişimin
görüldüğü 70’li yıllarda dikkat çeken bir diğer isim de Adalet Ağaoğlu’dur.
Ağaoğlu’nun, Cumhuriyet modernleşmesinin vaat ettikleri ve mevcut gerçeklik
arasındaki çelişkiyi açığa çıkarma çabasının sonucu olan Ölmeye Yatmak romanı, bir
yandan Cumhuriyet modernleşmesinin yanılsamalarını ortaya koyarken, diğer
yandan da Ankara’yı tarihiyle hesaplaştırır.
Ölmeye Yatmak, romanın kahramanı Aysel’in Ankara’da sabahın dördü ile tanyeri
arasında yaptığı birkaç saatlik yürüşünün romanıdır. Aysel’in, Anıtkabir’e,
Güvenpark’a bakan bir otel odasında tarihiyle, kimliğiyle özdeşleştiği bu kentle
birlikte kendinin de silkelenişin romanı. Ağaoğlu romanını “iyicil bir anne gibi her
karanlık gecede ‘sabah olunca…sabah olunca’ diyerek çocuğunu avutmuş olan
Ankara’nın umuduna artık inanmadığı” için yazdığını söyler (2000: 337). Ankara’nın
üzerindeki hale kalkmış, umutlar tükeneli çok olmuştur. Ankara’yı yaratanlar ve
Ankara’nın yarattıkları karşı karşıyadır artık.
Ağaoğlu, 1938-1968 arası Ankara’sını ve bir hesaplaşmayı anlatır. Anlattığı sadece
romanın kahramanı Aysel’in iç hesaplaşması değildir. Ankara’nın da ruhu, ülküsü
ve coğrafyasıyla hesaplaşma zamanı gelmiştir (Ağaoğlu, 2000: 337). Ankara’nın,
ruhlarda, bedenlerde yarattığı umut, baskı ve hayalkırıklığı günışığına çıkarılacaktır.
151
Ağaoğlu’nun Aysel ve Ankara arasında kurduğu ilişki önemlidir çünkü Aysel’den ve
dahil olduğu kuşaktan -tıpkı Ankara’dan olduğu gibi- modernliğin simgesi ve
taşıyıcı olmaları beklenmektedir. Oysa ki, görüntülerde ve algılarda yaratılmaya
çalışılan modenlik bir yanıyla özgür bireyler yaratmaya çalışırken bir tarafıyla da
özgürlüklere ket vurmuştur. Cumhuriyet’in beklentilerini bilimsellik, görev bilinci,
aydın kimliği ve iyi eş olarak karşılamaya çalışan Aysel, kendini sürekli kuşatan
beklentiler ağından kurtulmaya çalıştığı anda yaşamındaki yanılsamayı farkeder.
Atasü’nün belirttiği gibi, romanda karşımıza çıkan bu yanılsama Cumhuriyet’in
kadın özgürlüğüdür (2003: 27). Atasü’nün tespiti yerinde olmakla birlikte romanda
farkedilen tek yanılsamanın bu olmadığını söyleyebiliriz. Aysel’in kendini
şekillendirdiği, olgunlaştığı kent Ankara da Cumhuriyet’in yanılsamalarından biri
olacaktır.
Ağaoğlu, bilinçli olarak Ankara mitini ve Ankara’nın “sabah olunca ” avuntusunu
kırmaya çalışır. Bu çaba romanın gerçekliğini pekiştirmek için kullanılan gazete
küpürleriyle de desteklenir. Ankara’daki sosyal hayatın değişiminin, CHF’nın
icraatlarının, İkinci Dünya Savaşı’nın Türk ekonomik ve siyasi hayatına etkilerinin,
27 Mayıs Müdahelesinin, faşist ve sosyalist hareketlerin; kısaca tarihsel ve toplumsal
değişikliklerin Ankara’yı nasıl etkilediği romanın yapısını belirler. Böylelikle
Ağaoğlu, modernliğin ikili yapısını ihmal ederek sürekli ilerleme vaat eden
Cumhuriyet dönemi modernleşmesini de eleştirir.
Cumhuriyet dönemi modernleşmesi toplumun iç dinamiklerinin kendiliğinden
değişimine fırsat vermeyen, katalizör bir modernleşme olduğu için halkın eğitilmesi
prensibinin modernliğin söyleminde önemli bir yere sahip olduğunu önceki bölümde
152
belirtmiştik. Ağaoğlu, taşrada öğretmenlik yapan Dündar Bey üzerinden
Cumhuriyet’in 30’lu yılların sonu ve 40’ların başında yaşadığı, yarattığı modernliğin
taşradaki uyumsuzluğunu, “Ulusun babası, aşkın özne Atatürk’ün” ve devletin
kutsallığının cumhuriyetle neredeyse aynı yıllarda doğan çocuklardaki algısını, bu
kuşağın taşralılık ve modern olmak arasındaki arada kalışlarını anlatır. Taşradaki
modernliği anlatırken Ulus gazetesinin önemini vurgular. Gazete, ulus kimliğinin
inşası sürecinde inkılapların yerleşmesi, devlet ve halk arasında köprü işlevi görmesi
ve halk terbiyesinde öncü olması açısından taşradaki aydın için önemli bir referans
ve dayanaktır. Dündar öğretmen için Ulus gazetesi, aynı mekanlarda olmasalar da
Ankara’dakilerle aynı ülküye baş koymanın, bir aidiyet kazanmanın sembolü ve
modern hayatla kurduğu bağdır. Çünkü taşrada modern hayatın izleri henüz
görülmemektedir ama Ankara’ya dair her anlatı taşradaki umutları beslemeye devam
eder.
Ağaoğlu’nun 1938 Ankara’sını anlatan tasvirleri sadece kentin fiziksel gelişimini
değil, sosyal yaşantının da değişimini anlatır. ‘1938’de Çubuk Barajı açılalı iki yıl
olmuş, Gençlik Parkı’nın inşası başlamış, Cebeci Yenidoğan bahçe sineması, Yeni ve
Halk sinemaları ile Ankara’daki sosyal hayat canlanmaya başlamıştır. Vehbi Koç o
yıllarda Ulus Meydanı’nda kömür satmakta, Ankara Halkevi sporcuları köydeki
gençleri aydınlatmak için Ankara köylerine gitmekte, Ankara’da yeni radyo
istasyonu açılmaktadır. Ankara Halk Bankası da gene aynı yıl kurulmuştur. Atatürk
öldüğünde Halkevlerinin bütün ışıkları yanmıştır. Aysel teyzesigilin yanında
İsmetpaşa mahallesinde derme çatma bir evde yaşamaktadır. Eniştesi ertesi yıl terfi
aldığında Işıklar Mahallesi’ne taşınacaklar, Yenişehir’de eski Bomonti’de
gardenparty’lere gitmeye başlayacaklardır’ (Ağaoğlu, 2002: 28-71).
153
30’ların sonunda Ankara’da hızlı inşa faaliyetleri ve Jansen planının etkileri
görülmekteydi. Jansen Planı Howard’ın Bahçe şehir tasarısının etkisinde eski şehir
yapılarının aşılması ve yeni kentlerin insanlığı geliştirici ögelerle inşa edilmesi
gerektiğini savunan bir plandı. Jansen Planı’yla kentli yaşadığı mekanda kırın
dinginliğini hatırlatan yeşil öğelerle doyrulmaya çalışılıyor, sosyal yaşamı
renklendirecek alanlar yaratılıyor, türdeş sınıflardan gelen insanları biraraya getiren
yerleşim alanları oluşturularak düzen sağlanıyordu. 30’ların sonunda ve 40’ların
başında genellikle üst düzey memurların gittiği yerlerin dışında, diğerlerinin de kent
hayatını yaşayabileceği kamusal alanlar yaratılmıştı. Bomonti, Güven Park, Halkevi
sergiler, temsiller, spor faaliyetleriyle Ankaralılara modern kent yaşamının
aktivelerini sunuyordu.
Aynı yılllarda şehrin gelişme yönü Çankaya’ya doğru kaymaya başlamıştır. Ağaoğlu
bu değişimden bahsederken Atatürk Bulvarı’nı, kapanamayan yara Kızılay
Meydanı’nı örten bir bir flastere benzetir:
Atatürk Bulvarı bir zamanlar Ulus Meydanı’ndan kalkar Çankaya’ya dayanırdı. Şimdi
baksak, Çankaya’dan kalkıp Ulus Meydanı’na saplanmış gibidir. Renkli reklam dörtgenleri,
çeşitli yanar dönerler, kente tepeden bakan güzel perdeli ve güzel balkonlu, balkonlarında
mevsim çiçekleri açan ve kışları henüz yoğun kömür isinin dışında kalan, dörtbir iklim ve bin
bir beğeninin şekillendirdiği yapıların orta yerindeki bu flaster, bir türlü kapanmayan yara
durumundaki Kızılay Meydanı’nı örter (2002: 88).
Bu benzetme kentin gelişimini anlamak açısından önemlidir. Berman’nın bulvarların
yaraları sarmadığı benzetmesini hatırlatan flaster imgesi, kentin yarasını açarak
merkeze çok yakın yerlerde yaşanan başka hayatların anlatımıyla anlam kazanır.
Kentte olmanın bedelini en ağır ödeyen, okumak için çalışmak zorunda olan,
154
yoksullukları en derin, Kızılay’da en yabancı, Ulus’ta en kendi gibi olanların
hayatları. Ankara’nın “yeraltı insanları” Ankara’nın anti tezini anlatır. Devlet
tarafından rasyonel yöntem ve fikirlerlerle geliştirilmeye çalışılan ve geçmişin
geriliğinden uzak tutulan Kızılay’a karşı, Hergele Meydanı geleneksel malların,
taşradan gelen otobüslerin, aşevlerinin, üstlerine modern kıyafetlerini geçirememiş
olanların mekanıdır. Meydan’ın anlatıcısı Ali’dir. Bütün yoksulluğuna rağmen kente
okumaya gelmiştir; Dündar öğretmene ve Atatürk’e mahçup olmamak için herşeye
rağmen okumak zorundadır. Ali’nin kişisel başarısı sanki rejimin başarısıyla
özdeşleştirilir. Radyo’nun açtığı sınavı kazandığında başarı hikayesi Ulus gazetesine
yansıyacak, köylü Ali’nin hikayesi ibret olarak sunulacaktır.
Ağaoğlu, Atatürk’e karşı sorumluluklarını vicdani sorumluluklarından daha yoğun
hisseden bu nesli anlatırken, Cumhuriyet modernleşmesinin ruhlarda yarattığı ağırlığı
ve bu duygunun zamanla nasıl çözüldüğünü de aktarır. Ankara büyüsünün de yavaş
yavaş bittiği bu yıllar 40’ların başıdır. İkinci Dünya Savaşı’nın sürdüğü bu yıllarda
devlet savaşa girmemekle birlikte ordunun beslenmesi ve donatımı için ulusal
bütçede önemli bir pay ayırınca, halkın yaşadığı yoksulluk yönetime karşı duyulan
güven ve inancı kırmıştır. Milli Korunma Kanunu’nuyla ürünlere el koyma, fiyatları
saptama hatta zorunlu çalışma yükümlülüğü gelmiş, devlet geniş yetkiler
kazanmıştır. Bütün bu sıkı uygulamalar sabit ve dar gelirliler üzerinde ağır baskılar
yaratırken, büyük çiftçiler, ithalatçılar ve tüccarlar bu durumu istismar ederek büyük
kazançlar sağlamıştı (Zürcher, 1999: 289). Ağaoğlu, devletin bu tutumunun, kentin
küçük insanlarında -Ali gibi-oluşturduğu tepkiyi de başarıyla aktarır: Güçlü olan
güçsüzü ezecekmiş, ezilmeyeceğim işte (2002: 133).
155
İkinci Dünya Savaşı’nın ekonomik yıkımları dışında düşünsel alanda ivmelenen
milliyetçi ve sosyalist hareketlerden de romanda ağırlıkla bahsedilir. Ağaoğlu’nun,
devletin modernleşme projesi ve bu fikirlerin oluşum ve radikalleşme aşamaları
arasındaki bağlantıyı başarıyla kurduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki, romanın anti
modern diyebileceğimiz Türkçü karakteri İlhan’ın, Türklüğü unutturduğu, babasına
mal kaçırdığı yaftasını yakıştırdığı, ahlakı bozduğu, ikiyüzlü davrandığı için devlete
duyduğu öfke modernleşme söylemi üzerinden okunabilir. Batılılık ve Türklük
İlhan’ın dış konuşmalarında çarpışır. “Bu memlekete sahip çıkmalıyız aslanım.
Ahlak bozuldu” (2002: 143), ya da “başımızdakileri sevip, saymalıymışız!
Niyeymiş? Memleketimizi savaşa sokmamışlar da ondanmış. Vay vay… Türklüğün
şanı, şerefi öldü mü yani?” (2002: 192) gibi.
Ağaoğlu, romanın söylemini politik düzlemdeki gelişmelerin desteğiyle kurarken,
kamusal alanın kullanımı ve devletin müdahele biçimlerini anlamak açısından da
önemli referanslar gösterir. Halkevi’ni basma girişimi ve polisin müdahelesi, gazete
küpüründen romana aktarılan Ulus Meydanı’nda toplanan öğrencilerin “Kahrolsun
Kızıllar” diyerek attığı sloganlar (2002: 222), devletin kamusal alandaki kontrolünün
eskiye oranla azalmasını ve kamusal alanın resmi ideolojinin imlerinin bulunduğu
erken Cumhuriyet dönemindeki tarifinden sapmaya başlayamasını anlatır.
Parla, Ağaoğlu’nun ‘tarihi yapan el seni da yaptı’ görüşüne sadık kalarak insanların
da toplumlar gibi ideolojik akımlardan etkilenerek şekillendiğini ispat etmeye
çalıştığını belirtir ve Ağaoğlu’nun “seçtiği zaman dilimlerinde kişisel ve toplumsal
krizleri örtüştürerek” bu görüşü gerekçelendirdiğini söyler (2000: 306). Toplumun ve
kişiliklerin oluşumunda krizlerin etkileri kimlik, özgürlük, bastırılma ve direnme
156
arasında sıkışıp kalan Aysel üzerinden anlatılır. Aysel’in şimdi’de yaşadığı anın arka
planı geçmişiyle anlamlandırılmıştır. Cumhuriyet kadını Aysel kimliğinin, sadece
Aysel olan kimliği üzerindeki baskısı, Aysel’in cinsel özgürlüğünü sorguladığı ve
bunu yaşadığı anda, ertesinde ölmeye yatacak kadar ağır ve neredeyse örnek
vatandaşlığa ihanet etmiş gibi irrasyonel bir suçluluk duygusu yaratır. Ağaoğlu,
zamansal paronamanın genişliğinde bu duygunun nedenlerini açığa çıkarmıştır.
Koştum, koştum...Neredeyse yoruldum. Neredeyse bir köşede oturmak dönemi. Neredeyse...
Ama daha vatan...Kurtarmak, yüceltmek, öğrenmek, öğretmek, koşmak daha....Daha
uygarlaşmak...Batı...Az gelişmiş...Çok gelişmiş...Gelişmekte olan yani...Daha
kurtarmak...Kurtarmak.... (2002: 269).
Ölmeye Yatmak, sadece Cumhuriyet modernleşmesinin eleştirisini yaptığı için değil
anlatım tekniği, sıçrayışları ve anlatıcının çok sesli olması nedeniyle de modern bir
romandır. Kentin sokaklarında toplumsal ve politik fragmanlar, sokaktaki insanın iç
yaşamından fragmanlar ve bunlar arasında karmaşık ileri ve geri gidişler Ankara’yla
hesaplaşan yazar için Ankara’nın başdöndürücülüğünü anlatma biçimidir
b) Bir Fonksiyon Olarak Ankara
Modernlik ve Ankara ilişkisindeki söylemsel kırılmanın devamı, Ağaoğu’nun bir
diğer romanı Bir Düğün Gecesi’nde de görülür. Roman nihai olarak, Ölmeye
Yatmak’tan tanıdığımız karakterlerin 12 Mart’tan nasıl etkilediğini anlatır. Burada
dikkatleri çeken bir diğer özellik ise Ankara’nın ‘bir fonksiyon olarak’ romandaki
varlığıdır. Bir kentin fonsiyon olarak var olmasıyla kastedilen ise, Ankara’nın
romandaki yerinin Ankara imajından ya da Ankara’nın modernleşme sürecinde
157
simgelediği şeylerden bağımsız olarak, sadece bir kent olarak var olmasından
kaynaklanmaktadır.
Ağaoğlu, Dar Zamanlar üçlemesinin ikinci kitabında 12 Mart’ın etkisiyle toplumsal
çözülüşün hızlanmasının yalnız ve kayıtsız bireyler üzerindeki etkisini anlatmaya
soyunur. Roman gerçekçi çözümlemeleriyle ve Ölmeye Yatmak’tan aşina olduğumuz
sorgulayıcı tekniğiyle yaşanan sürecin nedenselliğini ortaya koyar. Fethi Naci bu
yüzden, Ağaoğlu’nun, 12 Mart’a duygusalıktan kurtularak bakabilmeyi başardığını
ve Gramsi’nin “gerçek her zaman devrimcidir.”ilkesine yaklaştığını belirtir (1998:
340). Naci’nin yorumu abartılı olmakla birlikte, Ağaoğlu’nun mevcut durumun
bütün olumsuzluğuna rağmen yaratmaya çalıştığı umut, çizdiği tablodaki
temelsizliğe rağmen dikkat çekicidir.
Ölmeye Yatmak, Aysel’in intiharla özgürleşemeyeceğini farketmesiyle bitmişti. Bir
Düğün Gecesi ise, Aysel’in kardeşi Tezel’in “intihar etmeyeceksek içelim bari!”
cümlesiyle başlar (2002: 7). Değerlerini yitirmiş sanatçı Tezel, sürekli kendiyle
hesaplaşan aydın Ömer, düğüne gelmese de kahramanların iç konuşmalarında
varlığını sürekli hissettiren Aysel, emekli subay Ertürk, işbilir İlhan, devrimci
Tuncer, sınıf değiştirememekten rahatsızlık duyan Ayşen 1971 darbesine neden olan
olayları ve sonrasında yaşanan çöküntüyü anlamamızı sağlayan karakterlerdir. Ancak
roman, çoklu karakter yapısına rağmen aslında üç kişi üzerinden anlatılır: Ayşen,
Tezel ve Ömer. Üçünün de ortak özelliği solcu hareketten dışlanmış olmalarıdır.
Modern kent bulvarda görmeye alışkın olduğumuz farklılıları bu sefer Ankara
Anadolu Kulüp’te buluşturmuştur. Birarada olma nedenleri davetli oldukları düğün
olsa da, birbirine diş bileyen, birbirlerinin varlıklarından rahatsız olan kentliler aynı
158
mekandadır. Ağaoğlu, bir düğün tablosu içinde bize 70’lerin Türkiyesi’nin resmini
çizmekle birlikte, düğünü de ordu ve sermayenin işbirliğinin sembolü olarak
gösterir. 12 Mart’ın sürgüncü Tümgerenal’inin oğlu Ercan ve avukat, arsa
spekülatörü yabancı bir motor firmasının Türkiye temsilcisi İlhan’ın kızı Ayşen’in
düğünü. Aslında İlhan için bu evlilik vefa borcundan kaynaklı bir zorunluluk gibidir
çünkü gözaltına alındığında kızını kurtaran kişi Tümgeneraldir.
Ağaoğlu, modern bireyin yalnızlığının ve parçalanmışlığının etkilerini anlatır.
Ancak bu durumun bir yazgı olmadığı, nesnel koşulların sonucu olarak doğduğu
vurgusunu yapmayı da ihmal etmez. Örneğin, kahramanlarının her sözünü, her
davranışını nedenselleştirir. Tezel, Ayşen ve Ömer’in güven eksikliği ve paranoid
derecede kişiliklerine işlemiş kuşkunun etkisinde kaldıkları, bu nedenle tavır
aldıkları ve umutsuzluğa düştükleri açıktır. Çünkü, Ayşen içinde olmak istediği solcu
hareketten gözaltındayken kurtarıldığı için dışlanır, Profesör Ömer’in gözaltı sonrası
serbet bırakılması sol çevrelerce kuşkuyla karşılanır, Tezel resimlerinde işçi figürleri
kullanmadığı için iki devrimci gencin hışımına uğrar. Yaşanan olaylar ne kadar
modern zamanlara özgüyse, karakterlerin verdikleri tepkiler de öyledir. Ayşen
yalnızlığının intikamını evlenerek alır, Ömer ilerici ve bilimci aydın kimliğini tek
eder, Tezer nihilist bir tavırla inancını yitirir. Ağaoğlu, devrimci hareketin eleştirdiği
sanat ve bilimi değil, Tezer, Ayşen ve Ömer’in karşılaştıkları durumlar üzerinden
devrimci hareketin bizzat kendisini eleştirir. Ancak Ağaoğlu, bütün sol hareketi
kapsayan bir eleştiri değil, solcu gençlik hareketinin bilim, sanat ve bazı değerler
arasında kurdukları yanlış ilişki üzerinde duran bir eleştiri yapar. Bu eleştiriler
kahramanların yalnızlıklarında ve öfkelerinde gizlidir. Örneğin Ayşen, acısını ve
mutsuzluğunu şu şekilde dile getirir:
159
‘Ben’ demeyi unutmayacak mıydık? ‘Ben’ yok, ‘Biz’ var: Pis burjuva kızı! Unutamazmısın
ikide bir ben demeyi. Unuttum işte Gül. Söze sık sık “Çocuklar ben...diye başladığım için,
beni sürekli azarlayıp durmuş olan bütün arkadaşlarıma selam söyle. “Ayşen ‘biz’ olmuş” de
(...) Artık hiç “Çocuklar ben...” demeyeceğim. Hep biz. Bizm arabamız, bizim buzdolabımız,
bizim salonumuz, bizim maunlarımız(...) Bizim gecelerimiz...Gecelerimiz bizim...Bizim
sevgisizliklerimiz....Bizim sevgisizliklerimiz (2002: 240).
Görüldüğü gibi romanın belirgin vurgusu bireylerin yalnızlığıdır. Bu nedenle
Ağaoğlu roman boyunca, ‘biz’ içinde eritilmeye çalışılan bireyin, onurunu ve
kişiliğine sahip çıkarak ‘biz’e karşı ‘ben’i öne çıkaran hallerini sunar. Ayrıca,
romanda öne çıkan diğer temalar iletişimsizlik ve görünen ile gerçeklik arasındaki
karşıtlıktır (Moran, 2002: 45). İletişim eksikliğini romanda iç konuşma tekniğiyle
anlayabiliriz. Romanda neredeyse hiç bir söz muhatabına gitmez, söyleyenin
beyninden geçer ve beyninde kalır. Gerçeklik ve var olan arasındaki karşıtlığın en net
görüldüğü örnek ise bizzat düğündür çünkü iç konuşmalar bu düğünün iki yüzlü,
mutsuz bir düğün olduğunu açığa çıkarır.
Roman, Aysel’in garip bir biçimde gözaltına alınışını aktardığı cümlelerde, yarattığı
umutsuzluğun dozunu da giderek arttırır. Ama ilerleyen sayfalarda, Ağaoğlu birden
sanki onca şeyi yazmamış gibi, bir umut, bir kapı yaratmaya çalışır. Berna Moran’ın
bu noktadaki sorusu da anlamlıdır. “Acaba düğün süresince yavaş yavaş oluşan
karamsar tablo tam tamamlanmışken birdenbire bu sıcak renklerin tabloya
eklenmesini haklı gösterecek yeterli neden var mı?” (2002: 46). Moran sorduğu
soruya cevap da verir. Yaratılan umut kıpırtıları yeterli değildir. Ama burada
Ağaoğlu’nun modern bir tavır takındığını söylemek gerekir. Modernlik, bu umudu
yaratmazsa, kendi benliğinden uzaklaşır, yıkıcı olmaya devam eder. Bu nedenle belki
de tez boyunca söylemeye çalıştığımız, modern olmanın çelişkisi ya da modern
160
olmanın anlamı her şeye rağmen “yeniyi yaratma gücü ve umudunu”
kaybetmemekten kaynaklanmaktadır.
.
IV. “Öteki” Ankara: Oğuz Atay’ın Ankara’sı
Şimdiye kadar ele alınan romanların ortak noktaları, modernlikle birlikte değişen
Ankara’yı, Ankara’nın nasıl algılandığını yansıtma başarıları ve modernlik
söylemindeki kırılmaları temsil etme becerileridir. Bu romanlar içinde, anlatım tarzı
ve kurgusu en ilginç, modernlik eleştirisi en parodik, Ankara anlatısı da en ironik
olan kuşkusuz Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ıdır.
Oğuz Atay, Türk modernleşmesinin bireysel ve toplumsal özerkliği kısıtlayıcılığını,
Batılılışma deneyiminin uyumsuzluklarını referans göstererek anlatan, kültürel
farklılaşma ve ayrışma içinden bütünlüğü yeniden üretmekle değil bilakis “özerkliği
ve kendiliğindenliği olan bireyi bir varoluş biçimi olarak yeniden yaratmakla”
ilgilenen bir yazar (Ertuğrul, 2003: 91). Bu bağlamda, Atay’ın modernlikle ilgili
anlatımlarının farklılığı, toplumsal ve kültürel yekparelik kurgusunu kırmasından,
bireysel özerkliği ve yaratıcılığı sınırlayan Türk modernleşme deneyimini,
Batılılışmanın yarattığı kompleks ve uyumsuzlukların göstergelerine odaklanak
eleştirmesinden kaynaklanmaktadır. Ancak bu eleştiriler, bazı noktalarda nihilizme
varan topyekun bir reddiyeye dönüşse de, bazı noktalarda zekice kurgulamış bir alayı
arkasına alsa da, ‘yaşanacak başka dünya yok’ kabullenmesine neden olabilmektedir.
Atay, Tutunamayanlar’da Cumhuriyet tarihini neredeyse topa tutar. Eğitim,
bürokrasi, aile ilişkileri, kentli aydın sürekli eleştirilir. Ancak okuyucu, okuduğu her
161
satırda sanki Atay’ın tebessümünü görür, kahkahasını duyar gibidir. Bu nedenle
Yalçınkaya, Atay’ın “okurun kendisine doğru attığı her adımı bir alayla, bir
kahkahayla karşılamaya ve bir anda içini boşaltmaya hazır” olduğunu söyler (2000:
246). Aslında Tutunamayanlar’ın handikapı da burada başlar. Her eleştirinin
gülümsemeyle maskelenmesi, eleştirenin haklılığı ve doğruluğunu talileştirirken,
‘eleştirilenin kurallarına göre davranan eleştiren’ görüntüsü yaratır. Bu tespiti
somutlaştırmak için, Atay’ın kuru, sıkıcı ama en fazla hantal bürokrasisiyle
tanımladığı Ankara anlatısına atıfta bulunmak gerekir.
Bütün memurlar gazetelerini okuyorlardı, çaylarını içiyorlardı, masalarını düzeltiyorlardı,
ceket çıkarma talimatı henüz gelmediğinden ceketleriyle oturuyorlardı. (…) Hademeler,
kapıların önünde iş sahiplerinin evraklarını masadan masaya odadan odaya taşımak için
bahşişlerini bekliyorlardı.(…) Daire, o battal kütle, yavaş yavaş geriniyor, uyanıyordu (1994:
295).
“Şükrü Efendi! Bana bir çay getir.” Evet, ne istiyordunuz? Şimdiye kadar söylediklerini
dinlemedim; çünkü çay içmemi beklemedin; bu nedenle baştan anlatman gerekiyor, demek
istiyor. Ne kadar özlü konuşuyor değil mi? Ayrıca öksürmenin yararı dokunmadı: beni genç
gördü. İlk sözlerle baştan savmak istiyor. Sanıyor ki ilk sözü bana söyletmekle: ‘Evrakın
sizde olduğunu söylediler gibi yanlış bir cümleyle başlayacağım ve beni en aşağı, iki oda
kadar öteye savuracak. Belirsiz başlangıçlardan yararlanmak istiyor. Bu kanlı savaş dışarıdan
hiç belli olmuyor değil mi? (1994: 297-298).
Öncelikle Atay’ın Ankara’sı, bürokrasiyle özdeşleşmiştir. Kentin sadece idari
yönüyle öne çıkması bir yana, alıntılardan anlaşıldığı gibi, kentte, devlet katında iş
yapma ve yaptırma biçimi de olabildiğine komik, hatta trajikomiktir. Ama Turgut
Özben’in Ankara bürokrasisiyle ilgili bu düşünceleri, eleştirdiği bu işleyişin parçası
olmasını, hatta bu işleyişe ayak uydurmasını engellememektedir. Yalçınkaya, Turgut
Özben’in bu tutumunda “konformizm” olduğunu belirtirken, her şeyin
komikleştirildiği romanda, komikliğin gücünü belirli bir doğrudan alamamasının
162
yarattığı “verili duruma uyum sağlama zorunluluğunun” altını çizer (2000: 146).
Yukarıda “romanın handikapı” atfıyla kastedilen de bu durumdur. Atay için,
eleştirilen bu dünya dışında bir dünya yoktur. Belge, “Tutunamayanlar’da küçük
burjuva dünyamız, değerleri, ülküleri, özlemleri, davranıış ve düşünce tarzıyla zekice
alaya alınıyor. Ne var ki bu dünya var olan ve mümkün olan tek dünya gibi
korunuyor” (1998: 208) saptamasıyla, söylemeye çalıştığımız şeyi pekiştirmektedir.
Oğuz Atay’ın modernlik söyleminde yarattığı kırılma da budur. Ağaoğlu’nun Bir
Düğün Gecesi’nde Tezel’i çıldırmanın eşiğinden kurtarıp hayata döndürme çabası,
yani ‘yaşanacak başka bir dünyaya’ olan inancı, Atay’da Selim Işık’ın intihar ederek,
Turgut Özben’in de kayıplara karışarak kurtulmaya çalıştığı ‘yaşanacak bir tek
dünya’ olduğu düşüncesine dönüşür.
V. Yükseliş ve Düşüş
1. Yılgın Modernlik
70’li yılların sonunda, Ankara’nın edebi metinlerdeki anlamında gerçek anlamda bir
solgunluk, ümitsizlik ve yılgınlık hakimdir. Sadece kentin değişen imajından
kaynaklanmayan bu durum, bu yıllarda modernliğin yeniyi yaratma gücündeki
ümitsizlikten bağımsız değildir. Bu noktada modern bir tutum alarak, mevcut
durumu yorumlamak ve yapıcı bir yeninin peşinden gitmek yerine, ruhlarda yaratılan
ümitsizliği pekiştirmek, şimdiye kadar verilen mücadeleyi başarısız olduğu hükmüne
hapsetmek edebiyatta da haleflerini bulmuştur. Bu yılgın tutumu Türk edebiyatında
okuyucuya taşıyanlardan biri de Ayla Kutlu’dur. Çünkü Ayla Kutlu, anlatım biçimi
nedeniyle dönemin modernlik analizinde farklı bir algılayışı simgeler. Sevgi
163
Soysal’da kent insanın parçalamışlığına rağmen içinde taşıdığı değiştirme gücü ya da
Adalet Ağaoğlu’nun nedenselci çözümlemelerinin yarattığı umut, Ayla Kutlu’da
yerle bir olmuş, yılgın bir kabullenişe dönüşür. Yazarın Kaçış romanı, hem
Ankara’yı, hem de bu özellikleri yansıtan bir roman olması nedeniyle önemli bir
kaynaktır. Kaçış, 1979’da basılmıştır, 27 Mayıs öncesi Türkiye’sini anlatır. Düşünce
ve eylem üzerinde devletin ağır kontrolü, bürokrasinin yarattığı güvensizlik ve
çaresizliğin izlekleri romanda görülür.
27 Mayıs’ı hazırlayan süreçten kısaca bahsetmek romanı, modernlik tartışmalarında
nereye yerleştireceğimizi anlamamıza yardımcı olabilir. 1950-1960 dönemi siyasal
modernliğin gelişimi açısından önemli bir aralıktır. Çok partili hayata geçiş kararının
Cumhuriyetin meşruiyet söylemindeki çelişkiden güç almasıyla birlikte, bu dönemde
demokrasi söylemi öne çıkmış ve siyasal modernleşmenin bir adım daha ileri gitmesi
sağlanmıştır. İki partili bir rejimde seçimlerin gerçek bir anlam ifade etmesiyle
birlikte devletin toplumsal tabanı güçlenirken, iktidar partisinin sivil ve askeri
bürokrasi ile olan gerilimi devletin iç bütünlüğünün zayıflamasına neden olmuştur.
Bu gerginlik, demokrasinin özgürlükler rejimi olarak algılanmasını önleyerek,
çoğunluktan güç alan iktidarın muhalelefeti futursuzca baskılamasına ve
politikalarını çoğunluğun desteğini aldıkları söylemiyle meşrulaştırmasını sağlamıştır
(Özkazanç, 1998: 156). DP iktidarının Kemalist modernleşme projesinden siyasal ve
ekonomik alandaki radikal kopuşunun kent mekanındaki izleri, Cumhuriyet
kamusallığının dönüşümü, girişimci sermayenin kente hızla yerleşmesi, dini ve
geleneksel olanın temsiline verilen önemle hissedilmiştir.
164
Kaçış, toplumsal ve politik hayattaki bu değişimlerin anlatıldığı bir Ankara romanı;
kentli burjuva aydınının, baskıcı DP iktidarına karşı aldığı tavrın, hatalarını arayan;
ancak -trajik bir biçimde- yanlış sonuçlara varan ve neden yılgın olduğunu
düşündüğümüzü doğrulayarak yaşanan anı iyi değerlendiremeyen bir roman.
Romanın kahramanı Üstün -Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Toplumsal Ekonomi
asistanı- araştırma yaptığı Paris’ten, geldiğinde tutuklanacağını bile bile, Türkiye’ye
döner. Hava alanına iner inmez de tutuklanır ve Ankara’ya gönderilir. Ayla Kutlu
satır satır herkesin potansiyel suçlu olabileceğini düşünen iktidarın uygulamalarını
anlatır. Ankara mitinin bir kabusa dönüştüğü yıllardır bu yıllar. Dünyevi, rasyonel,
bilimsel, ilerici olanın simgesi Ankara, zamanın çizgiselliğine rağmen geriye
gitmektedir. Modenliğin kendi gelişimini sağlamak için kaos, kriz ve düşman
yaratabilme potansiyeli, bu dönemde düşmanını komünizm olarak belirlemiştir.
Türkiye için de durum farklı değildir.
Ayla Kutlu, Ankara’nın kendi coğrafyasından uzaklaştığı, Ankaradakiler ve diğerleri
diye bahsedeceğimiz bir dönemin yaşandığına dikkatleri çeker. Üstün’ün
tutuklandığı an polis memuruyla arasında geçen dialog bu ayırıma örnektir:
- Bir yıldır yurtdışında olduğumu biliyorsunuz. Hem de hizmet pasaportuyla.
- Bunu Ankara’dakiler sorarsınız
- Tutuklamamı gerketiren bir kanıt bulunduğunu sanmıyorum.
- Bunu da Ankara’dakiler anlatırsınız. Bizim görevimiz sizi tutuklatıp Ankara’ya göndermek
o kadar (Kutlu, 2002: 57).
Ankara’nın Cumhuriyetin kuruluşundan beri devleti ve devlet bürokrasisini temsil
ettiği açıktır. Yönetim merkezi olması ve bürokratik aygıtların Ankara’da toplanması
165
Ankara’nın toplumun üstünde kurduğu hegemonik ağın göstergesidir. DP dönemiyle
birlikte bu algının farklılaştığını söyleyemeyiz.
Ayla Kutlu, yalnız ve ıssız Ankarayı anlatır. İnsanlar sokakta hatta evlerinde bile
yalnızdırlar. Kent boşalmış, tutukevleri dolmaya başlamıştır. Üstün’ün sevgili
Ayhan’ın iç konuşmalarından İstasyon bölgesinindeki tenhalığın özgürlük değil
yalnızlık hissi yarattığını anlarız. Yalnız, mutsuz ve hala birey olamamış insanların
yığınıdır Ankara. Birey olamamak Kemalist modernleşmenin vatandaş olmayı ulus
devlete aidiyetle tanımlaması ve birey olmanının gerekliliklerini ötelemesiyle
açıklanabilirken, DP zamanında bireysel hak ve özgürlüklerin bir tarafıyla var
ediliyormuş gibi gösterilip bir yanıyla da kısıtlanması pratiklerinden
kaynaklanmaktadır. Örneğin dernekler kanunuyla liberal açılımlar getirilse de
(işçilerin sendika, memurlara meslek örgütü kurma hakkı verilmesi gibi) öte yandan
dernekler ve siyasetle uğraşma yasağı da konulmuştur (Özkazanç, 1998: 158). Kısaca
DP zamanında politikaları ve icraatlarıyla siyasal liberalleşmeyi ekonomik
liberalleşme adına feda edilmiştir.
Ayla Kutlu’nun kentli burjuva karakterleri Üstün ve Ayhan hareketin kendi içindeki
çelişkilerini sorgular. Devrimci olmanın anlamı ve kendi eylemlerindeki yetersizlik
ya da biliçsizlikten dem vurur:
Başından beri bu işte bir yanlışlık var. Suçlayanlar da suçlananlar da gerçekte ne
yaptıklarının bilincinde değiller. Bizi, işçi sınıfının egemenliğini kurmakla suçluyorlar. Oysa
biz sınıf savaşı vermiyoruz. Belki böyle bir savaşı yürütmek isteyenler oldu, zaman zaman.
Oysa, özellikle 1946 beri komünistlikle suçlananlardan büyük kısmının verdikleri savaşın
sınıf savaşı ile ilgisi yok. Böyle bir çaba içinde olduğumuzu kendimize inandırsak bile,
yaptığımız şey bu değil. (...) Nedir bizim savunduğumuz? Daha doğrusu biz kimiz? Bir avuç
166
kent soylu aydın. Kendi sınıfsal kabuğundan rahatsızlık duyan bir avuç aydın. (…) Özgürlük
istedik. Daha çok özgürlük. Egemen kişilerlere başkaldırma özgürlüğü. Bu başkaldırma
özgürlüğü bizi aldı, yüzeysel bir demokrasiye götürdü. Şimdi de sosyalizm adı altında işçi
sınıfı için ekonomik özgürlük diye tutturmuşuz. Toplu sözleşme, grev hakkı istiyoruz. Bunlar
ilkel bir sosyal demokrasinin bile üzerinde durmadığı koşullar. Ya köylüler? Ya işsizler? Ya
ekonomik gelişme? Nedir bu konularda ileri sürdüğümüz savlar? (2002: 233).
Ayla Kutlu’nun yanılgıya düştüğü, kahramanlarına yanlış sonuçlar çıkarttığı
cümlelerdir bunlar. 1960 öncesi toplumsal mücadelenin, sosyalist bir temel
taşımadığını, taleplerin ise basit ekonomik talepler olduğunu düşünmek yanılgısı, ve
bu noktada toplumsal hareketin değiştirme isteğine yazarın bilinçli ya da bilinçsizce
vurduğu ket, Kutlu’nun neden “yılgın modernliği” simgelediğini de açıklamaktadır.
Kaçış şimdiye kadar ele alınan Ankara romanları içinde puslu, soğuk, tenha bir
Ankara’dan bahsettiği için faklı bir anlatıdır. Okuyucu hayalet şehir Ankara’yla
tanışır. Meydanlarda, sokaklarda betimlenen insan manzaraları, sosyal hayatın
mekanları, kalabalıklar açık alanlarda anlatılmaz. Anlatılan konunun ağırlığı ve
iktidarın uygulamalarına yapılan göndermeler silik bir kentli silüeti yaratır. İşte bu
nedenle Kutlu’nun Ankara’sı, Ankara düşünü, Ankara’nın düştüğü hissi üzerinden
karamsar bir tonda aktarmaktadır.
2. Gri Karanlık
1980 sonrası Türk edebiyatı, 12 Eylül’le beliren beliren sol hareketi etkisizleştirme
politikasından, toplumsal hareketi ateşleyecek her tür kıvılcımın bastırılmasından
(basının sansürlenmesi, üniversitelerin denetim altına alınması gibi), 24 Ocak
167
Kararları’yla şekillenen ve ANAP’ın “serbest pazar ekonomisi” şiarıyla taçlanan
liberal-sağ söylemden, kısaca siyasi dilin uzaklaştırılarak yerini ekonomik olana
bıraktığı bu ortamdan elbette etkilenmiştir. Bu dönemde değişenin sadece edebiyat
olmadığı da açıktır. Modernliğin kavramsal çerçevesini çizerken andığımız,
modernliğin her şeyi tüketilebilen bir nesne haline getirme potansiyeli ve değerlerin
üzerinden aldığı haleler, piyasa mekanizması içinde kültür ve kültür ürünlerini de bu
sürecin bir parçası yapmıştır. Elbette bu ürünlerin piyasaya dahil olması 1980’lerle
beliren bir olgu değildir. Ancak bu dönemin farklılığı, söylenecek sözün
inandırıcılığını kaybetmesi, değersizleşmesi bu anlamda “sözün de bir tüketim
nesnesine dönüşmesiyle” açıklanabilir (Yalçınkaya, 2000: 355). Gürbilek, bu nedenle
1980’lerin kültürel görünümünü anlamak için iki kavram kullanmak gerektiğinden
bahseder: “Sözün bastırılması ve söz patlaması” (2001: 21). Kavramların karşıtlığı,
yaşanan kültürel ikiliğin de kanıtıdır aslında: Bir yanda merkezi iktidarca bastırılan,
yasaklanan, söz söyleme hakları ellerinden alınanların suskunluğu, diğer yanda özel
yaşamlarını ayan beyan ortaya dökenlerin yarattığı söz curcunası.
12 Eylül’le birlikte değişen Türk romancılığı, 12 Mart’ın yarattığı toplumsal
hareketlilikten oldukça uzaklaşarak ve belki de dünyada da sol hareketin
gerilemesine koşut olarak, bir boşluğun ortasında kalmış ve yeni bir anlatım tarzının
etkisinde şekillenmiştir. Moran’ın belirttiği gibi bu yeni tarz, yenilikçi arayışlarla
biçimlenen ve gerçeklikten kaçılarak anlatılan dış dünyanın yansıtılmasıdır (2002:
53-54) Ancak Türk romanının gerçekçilikten uzaklaşması, Batı’da görülen
‘gerçekçilik krizinin’ kat ettiği aşamalarla aynı düzlemde değerlendirilemez. Çünkü
Türk romancılığının “gerçekçilikten kaçışı”, 1980’le yaşanan depolitizasyon
168
sürecinden ve piyasanın belirleyici olması gerektiğini savunan anlayıştan bağımsız
değildir.
1980 sonrası edebi hayatın portesi yukarıda anlatıldığı gibi olsa da, bazı yazarların
hala gerçekçi anlatımın peşinden gittiği, içi boşaltılmış değerleri ortaya çıkarmaya
çalıştığı, 80’lerle birlikte oluşan ‘yeni insan tiplerini’ okura tanıtmaya uğraştığı da
bir gerçektir. Örneğin Adalet Ağaoğlu, Üç Beş Kişi’deki Ferit tipinin “Türk
romanına mutlaka girmesi gerektiğini” düşündüğü için romanına koyduğunu söyler.
“Ekonomiyi çok iyi bilen bu sanayici tipi ilgililerce tartışılırsa, ben bir romancı
olarak ödevimi yerine getirmiş olurum diyen” Ağaoğlu, bu dönemde edebiyata yeni
tipler kazandıran tek romancı da olmayacaktır (akt. Naci, 1998: 353). Bu
romancılardan bir diğeri de Vedat Türkali’dir. Mavi Karanlık’ta Türkali, şimdiye
kadar Türk romanında pek görülmeyen bir aydın portesi çizer. Ayrıca romandaki
Ankara algısı da, “gri karanlığa” teslim olmuş bir kentin izlerini taşır.
12 Eylül öncesi faşist saldırıların gittikçe yoğunlaştığı, aydına, gazeteciye, öğretim
üyelerine kadar ulaştığı, yıkıcı ve tehlikeli bir Türkiye tablosunun sunulduğu Mavi
Karanlık’ta, olayların geçtiği mekan aslında Bodrum’dur. Ancak Bodrum, yaşanan
kaostan kendilerini soyutlamak isteyen, yaşanan gerçekliklerden uzaklaşmak isteyen
aydınların mekanı olarak tasvir edilir. Örneğin, romanın kadın karakteri Nergis’in,
Fen Fakültesi’nde Fizik asistanı olan sevgilisi Korhan’ı kurtarmak için Bodrum’a
getirdiğini şu cümlelerle anlarız: “ Salt gezmek için değil, son günlerde telefonlarla,
Fakülte’ye bırakılan pusulalarla öldürüleceği kendisine kesinlikle bildirilen (...)
Korhan’ı kaçırmak için gelmişti buraya.” (1983: 19). Ankara, can güvenliğinin
olmadığı, devletin hükmen galip geldiği bir kenttir artık. Şaşırtıcı olan, bu durumun
Vedat Türkali’nin anlattığı tipler nezdinde kanıksanmış olmasıdır. Bütün kaos,
169
tehlike, yolsuzluk, Ankara’nın -ileriki sayfalarda aktarılan- Bodrum’a kadar uzanan
çamurlu, pis elleri olabildiğince sakin bir biçimde anlatılır veya dinlenir.
Bodrum’daki aydın kitleyi rahatsız eden yaşanan gerçeklik değil de, yaşanan
gerçekliğin Bodrum’a kadar uzanmış olmasıdır sanki. Bu tablo, Vedat Türkali’nin
toplumun her kesiminden aydınlara yönelik eleştirilerini gösterir.
Romanda öne çıkan bir diğer karakter Özgür’dür. Avrupa’da okumuş, özgürlükçü,
anti-faşist, hırçın yapılı aydını temsil eder. Nergis ise, psikoloji doktorası yapan,
Korhan’ı ölümden kurtarmak için geldiği Bodrum’da kendi geçmişinden de
sıyrılmak isteyen karakterdir. Aslında romanda iyi ve kötü aydınlar vardır. Korhan
iyi, Özgür kötü kanadın temsilcileri gibidir. Türkali, yaşanan travmatik durumla ilgili
en akılcı saptamaları, iyi akademisyen, aslında halk çocuğu, rasyonel Korhan’a
yaptırır. Örneğin Korhan, Özgür’ün resimlerinde “yağlı tulumlarıyla koşan” işçiler,
marangozlar, gemiciler yerine çıplak kadın figürleri olmasını eleştirir (1983:100)
Sanatçının, toplumsal gerçeklikten kopmasına saldırır. Ancak farkında olmadığı şey,
kendini sadece deneylerine ve akademik çalışmalarına vererek, kendinin de bu
gerçeklikten uzaklaşmasıdır. Türkali’nin “iyi aydını” aslında o kadar da iyi değildir.
Bu duruma bir başka örnek, Korhan’ın, Nergis’le kurduğu gelecek hayallerine
bakılarak bulunabilir.
Evimiz olsun istiyorum. O evde bileyim seni, kuşkum olmasın. Laboratuarda çalışırken ya da
okurken, deneylerimi yazarken seni değil yaptığım işleri düşüneyim yalnız. Saldırı da
umrumda değil. O zaman daha kolay korunabileceğime inanıyorum. Dağınıkken yakalanmak
en kötüsü değil mi? Seni yanımda, hemen yanımda istemem mi bozacak eşitliği? Bunlar
snopluk kızım. Bir yanımla köylüyüm ben. Anadolu insanıyım. Boyuna yazıyorlar bizim
ordan, karını al da gel diye. Sen neyimsin benim? (...) Kötü bir şey mi çocuğumuzun olması?
170
İnsanoğlunun yaptığı üretimlerin en güzeli be. Snopluk da değil sapkınlık sizinkisi. Doğadan
sapmak (1983: 166).
Korhan’ın ilerici aydın maskesi, bu satırlarda birden düşüverir. Korhan’ın bireysel
modernliği, Batılılık-Doğululuk, geleneksel-yeni, ileri-geri arasında sıkışmış gibidir.
Vedat Türkali’nin Korhan’a söylettirdikleri, Türk aydınının Batılılaşmayı arada
kalışlarla yaşamasından çok, kişisel olarak Korhan’ın, toplumsal olan ve doğal olan
arasında ayrım yapamamasından kaynaklanmaktadır.
Romanın ilerleyen bölümlerinde ‘Ankara’nın eli’ Bodrum’a uzanmaya başlayacaktır.
İlk olarak, Özgür Ankara’dan gelen bir emirle ama nedensizce gözaltına alınır.
Faşist yönetimin sermaye ile olan ilişkisi de Bodrum sahillerinde yeni tekeller,
girişimler ve yatırımlar yaratır: Akitaş (Akdeniz Kıyıları İnşaatı TAŞ) gibi. Korhan
Ankara’ya öldürüleceğini bile bile geri döner ve faşitlerce öldürülür, Özgür
Ankara’da gözaltındayken kendine işkence yaptığını düşündüğü bir sivil polisi
öldürür. Bodrum’un ‘mavisi’ kararmaya başlamıştır, ama bu kararmanın, aslında
Ankara’nın ‘grisininin’ gittikçe koyulaşmasından kaynaklandığı açıktır.
171
SONUÇ
Ankara mekansal bir veri ve toplumsal bir projenin kentsel laboratuarı olarak ele
alındığında, belirli kaygılarla yaratılmış bir kent olması nedeniyle temsili bir
mekandır çünkü temsili mekan öncelikle bir zihniyetin sembolüdür. Ankara
özelinde bu zihniyet, Cumhuriyet modernleşmesinin devlet ve devlet eliti eliyle
yaratmak istediği kentsel bir projeyle şekillendirilmeye çalışılmış; bu nedenle de
her şeyden önce bir iddia, bir devletin kendini ispat ve dahil olmak istediği dünyaya
kendini gösterme çabası olmuştur. Kent, Cumhuriyet’in ilk yıllarında fiziksel olarak
planlamalar yani bilimsel yöntemlerle yaratılırken, söylemsel olarak da neyi ifade
ettiği belirli araçlar yardımıyla aktarılmıştır. Sıklıkla kullanılan araçlardan biri de
edebiyattır. Ancak bu araç, erken Cumhuriyet döneminden seksenli yıllara kadar,
edebi metnin söylemsel olanla çevrili ilişkisinden bağımsız olmayarak bir kentin
dönüşümünün izlerini taşımış, böylelikle de sadece Ankara’nın değil, Türk
modernleşmesinin hatta modernliğin serüvenini de yansıtmıştır.
Yukarıda belirtilen edebiyat-kent-modernlik ilişkisinde, Yakup Kadri’nin Ankara’sı,
‘mitik bir mekan’ yaratmak ve ulus devletin bekasını sağlamlaştırmak idealinin
anlatıldığı bir metin olmasının dışında, Cumhuriyet modernleşmesinin yolculuğunda
Ankara’nın ve Ankaralının anlamını anlamak, ebebi metnin bu misyonu üstlenme
metodunu açıklamak açısından önemlidir. Sonraki dönemde Tanpınar’ın
analizleriyle daha aşkın bir tutumla incelenecek olan Türk modernleşmesi,
Tanpınar’ın Ankara anlatısında da bu farklılığının hissedilmesini sağlayacaktır.
Ankara , Doğu ve Batı’nın buluşmasında, şimdiyi ortaya çıkarmak açısından önem
kazanacak, Doğu ve Batı ise çatışkı, sentez ya da birliktelikleri açısından değil;
172
geçmiş ve şimdi’nin bütünlüğü içinde anlatılacaktır. Bu nedenle Tanpınar, kapsamlı
bir modernlik eleştirisi yapabilme başarısını gösterirken, Ankara’nın da bu
teşebbüsle şekillenmesi kaçınılmaz olmuş, önceki dönem edebi metinlerden de bu
nedenle ayrılmıştır.
Bilindiği gibi, kentsel planlama ve mimari kentin işlevinin ya da neyi temsil ettiğinin
önemine bağlı olarak egemen ideolojinin mekana somut işaretlerle yerleşmesini
sağlar. Ankara da, Cumhuriyet’in ilk yılları ve 1950 arasında ulus kimliğini
oluşturmaya koşut olarak kendini geçmişten koparması gerektiği telkin edilen bir
ulusun, miladı Milli Mücadele’nin kazanılması olan yeni ve kısa bir tarihin
ihtişamına boğulması zihniyetinin egemenliğinde şekillenmiştir. Simgesel olarak taş
yani heykeller ve kudret timsali kamu binaları bu algının somut örnekleridir.
Modernleştircilerin kentle birlikte kentliyi de değiştirme eğilimi ise kamusal
alanların kullanımından, kültürel faaliyetlerin yaygınlaştırılmasına kadar bir dizi
modern alışkanlığı yaratma yönündedir. Çünkü Ankara modern olmak gerekliliğinin
şekilsel ve zihinsel algısının izlerini taşır. Fakat fiziksel düzenlemenin kentin kent
olmasından kaynaklı dinamiklerini engelleyemediği gerçeği Ankara’nın temsil
etmesi istenileni temsil edememesine neden olacaktır. Bu noktada modernlikle ilgili
tartışmaların devreye girmesi gerekir çünkü modernlik ve kent ilişkisi, modern
zamanlarda kentin kent olmasından kaynaklı dinamikleri anlamamızı sağlar.
Modernlik zihniyeti şekillenip, dönüştükçe kentte lekelerini bulaştıracaktır.
1950’li yıllar bu nedenle bir zihniyet dönüşümüne karşılık gelir. Jansen planının
bürokratik ve mali engeller, arsa spekülasyonları, kentin ekonomik, yönetsel ve
eğitim imkanları nedeniyle cazibe merkezi olmasından kaynaklı nüfus artışını
173
karşılayan konutlaşmaya cevap verememesi ve bunun organik sonucu olan
gecekondu sorununu yaratması nedeniyle uygulanamaması kentin görüntüsel
değişikliğini kısmi olarak aydınlatabilir. Zihniyetle kastedilen ise bu yıllardaki
modernlik fikrinin kentlinin değil simgesel işaretleri yani para ekonomisini mutlu
etmeye yönelik algısıdır.
Aynı yıllarda Türk edebiyatında da, köy edebiyatı olarak adlandırılan ve şimdiye
kadar hikayesi bu denli ayrıntılı anlatılmayan kasabalı/köylü imgesi canlanmıştr. Bu
akımın önemli temsilcisi olan Fakir Baykurt, Amerikan Sargısı’nda siyasal ve sosyal
hayattaki değişimin etkilerini metne yansıtmakla beraber, ‘öteki’nin gözündeki
Ankara’yı ve Ankara’nın planlanırken öngörülmeyen sorunlu gerçeğini ortaya
çıkarır. Anlatılan sadece bir kentin kısa zamanda ‘hayal edilen ve gerçek olan’
arasındaki uzaklığı da değildir. Modernleşmenin ulaşmadığı, anlaşılmadığı ya da
kendine içkin karmaşası da köylünün (öteki’nin) gözünden anlatılmaktadır. Metnin
kuşattığı toplumsal ağ modernleşme yolculuğunda bir diğer dönemeci ortaya
çıkarırken, edebi hayattaki Ankara imgesi ve gerçeğine ilişkin bir diğer kırılma da
bu dönem de olmuştur.
1970’lerde Ankara artık huzursuzluğun kentidir. Kentlinin meydanda, sokakta
bulunma hakkının yok edilmesine koşut bir biçimde, tepkisel toplumsal hareketler
bastırılmış, kentli evine gönderilmiştir. Bu dönemde, Sevgi Soysal ve Adalet
Ağaoğlu’nun romanlarında bu değişimin izleri fazlasıyla hissedilecektir. Yürümek ve
Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, Soysal’ın yeniyi yaratma gücüne beslediği umudun
etkisinde şekillenmekle birlikte; kentin, öncesinde barındırmaktan kaçındığı ama
artık barındırdığı ‘başka Ankaralılar’ın yalın ve gerçek hayatlarından, daha doğrusu
174
baktığımız ama bilmediğimiz ve belki de kentin ancak merkezin de saklanabilen
diğerlerinden bahseder. Soysal’ın romanlarında Yenişehir’in değişim hikayesi, bir
iddianın değişimine de karşılık gelir. Kentin farklı dinamikleri ve kentlinin değiştirici
rolü bu serüveni anlamak açısından önemlidir.
Ağaoğlu ise Ölmeye Yatmak ve Bir Düğün Gecesi’nde, kendilerinden bir misyon
beklenen bir dönemin kendi benlikleri ve kendilerinden beklenen arasında kalışlarını
ve bu hezeyan halinin yarattığı travmaları anlatır. Anlatılan bir diğer roman
kahramanı da aynı beklentilerin muhatabı Ankara’dır. Ağaoğlu Ankara’yı “ölmeye
yatmaktan” kurtarmakla birlikte, Ankara’nın bir imge değil bir kent olmaktan
mükellef görüntülerini de çizer. Bu dönemde Ankara, yarattığı umudun ve
hayalkırıklığının hesabını vermeye başlayacaktır.
Bütün bu hesaplaşma içinde, Ankara’ya dair bir diğer özgün anlatım da Atay
tarafından yapılmıştır. Ankara’nın ağır bürokrasi etkisinde gittikçe hantallaşan
görüntüsüyla alay eden Atay, başka bir Ankara’dan bahseder, hatta ileride olması
ümit edilenin tam karşı istikametinde duran ve modern hayatın hızına uyum
sağlayamayan ‘yavaş Ankara’ dır anlattığı. Atay için Ankara geride kalan,
yakalayamayan olmuştur. Bu anlamda modernlik ekseninde ele almadığımız
romanlar içinde Tutunamayanlar, başka bir dönüşüme de işaret eder: Mevcut
durumun kendi lehine işlemesini sağlayabilen, değiştirmeyen ama idare eden
Ankara.
Ankara’nın erken Cumhuriyet döneminde seksenli yıllara uzanan öyküsünde en
karamsar tabloyu yansıtan roman Kaçış’tır. Yılgın bir Ankara görüntünün çizildiği
175
romanda Kutlu, modern olma halinin yeniyi yaratmaya duyduğu inançtan
uzaklaşarak, siyah bir tabloyla karşımıza çıkar. Ankara düşünün çok gerilerde
kaldığı, solgun, hayalet kentin anlatıldığı, karmaşık ve silik bir mekandır artık
Ankara. Umudun yerini kabulleniş, değişimin yerini ise bekleyiş ya da ‘kaçış’
almıştır. Başka bir değişiyle, Ankara düşü yenik düşmüştür.
Seksenlere gelindiğinde mevcut politik değişmlerle şekillenen bir Ankara’yla
karşılaşırız. Ülkede yaşanan kaotik durumun faili Ankara’dakilerdir ve sadece kenti
değil tüm coğrafyayı kapsayan bir tedirginlik hali mevcuttur. Türkali’nin Mavi
Karanlık’ı, bu durumdan kaçmaya çalışan ancak Ankara’nın ellerinin kendilerine
uzanmasını engelleyemeyen aydınlarını anlatırken, aynı yıllardaki toplumsal,
ekonomik ve politik kırılmayı da gözler önüne serer. Modern söylemin öğeleri
varolduğu zeminin altını kazımaya başlamış, ‘değersizliğin değeri’ ve kutsal olanın
çok önceden başlayan terk edilişi fazlasıyla hissedilir olmuştur. Ankara da ‘gri
karanlığa’ teslim olmaya bu yıllarda başlayacaktır.
Romanlar ekseninde kısaca anlatılmaya çalışıldığı gibi, modernlik ve kent arasındaki
en temel ilişki, modernliğin çelişkisinin kentin de çelişkisi olmasıdır çünkü
modernlik özgürleştirirken tutsaklaştırır, birleştirirken parçalar, akılcılaştırırken,
akıldışılaştırır. Modern mimari manifestolar kenti fiziksel olarak şekillendirse de
kentin dinamikleri kontrol edemedikleri ya da öngöremedikleri sonuçlar yaratır. Tam
da bu nedenle plansız bir kenti planlamak bir kenti modernleştirmek demek değildir.
Ankara’nın değişimini, modernliğin değişimiyle aynı düzlemde değerlendirmek ve
bu değerlendirmeyi modern zamanların edebi biçimi romanın ışığında yapmak,
176
romanın toplumsal olanı temsil etme yeteneğiyle açıklanabilir. Romanlara yansıyan
toplum görüntüsünün, modernliğin ve kentin görüntüsüne de referans olduğu,
romanlarda karşımıza çıkan Ankara’nın hangi toplumsal koşullarda anlamının
değiştiği, Ankara’nın ancak modernlik ve Türk modernleşme deneyimi üzerine
yeterince konuşulduğunda anlaşılabilecek bir kent olduğu kabulü, romanın ışığında
Ankara’nın parlayışını ve soluşunu ortaya çıkarmıştır.
177
KAYNAKÇA
Ağaoğlu, A., (2002), Ölmeye Yatmak, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Ağaoğlu, A., (2002), Bir Düğün Gecesi, İstanbul: Yapı Kredi
Yayınları.
Ağaoğlu, A., (2000), “Aşkım ve Başkaldırım: Ankara”, Türk
Yazınında Ankara, Ankara: T.C. Kültür Bakanlığı
Yayınları.
Aksoy, N., (1997), “Türk Romanına Eleştirel Bir Bakışın Çeşitli
Yönleri”, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış,
Hazırlayanlar, Nazan Aksoy&Bülent Aksoy, İstanbul:
İletişim Yayınları.
Aktüre, S., (1996), “Kent Tarihi Çalışma Alanının Gündemi Üzerine
Bazı Gözlemler”, Kent Tarihi Çalışmaları, der. Sevgi
Aktüre& Eda Ünlü, Ankara: ODTÜ Baskı Stüdyosu, s. 14-
27.
Aslandaş, S.A.&Bıçakçı, B., (2002), Popüler Siyasi Deyimler
Sözlüğü, İstanbul: İletişim Yayınları.
Aslanoğlu, A. R., (1996), “Kent, Bellek, Kimlik ve Bursa”, Birikim
86-87, s. 144-149.
Atasü, E., (2003), İmgelerin İzi, İstanbul: Can Yayınları.
Atay, O., (1994), Tutunamayanlar, İstanbul: İletişim Yayınları.
Bakhtin, M., (2001), Karnavaldan Romana, İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
Batuman, B., (2002), “Cumhuriyet’in Kamusal Mekanı Olarak
Kızılay”, Ankara’nın Kamusal Yüzleri, Der. G. Arif
Sargın, İstanbul: İletişim Yayınları, 41-77.
Baudelaire, C., (2004), Modern Hayatın Ressamı, İstanbul: İletişim
Yayınları
Baykurt, F., (1969), Amerikan Sargısı, Ankara: Bilgi Yayınevi.
178
Belge, M., (1998), Edebiyat Üstüne Yazılar, İstanbul: İletişim
Yayınları.
Benjamin, W., (2004), Pasajlar, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Benevolo, L., (1995), Avrupa Tarihinde Kentler, İstanbul: Afa
Yayıncılık.
Berman, M., (2000), Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor, İstanbul:
İletişim Yayınları.
Bookchin, M., (1999), Kentsiz Kentleşme, İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
Bottomore, T., (2001), Marksist Düşünce Sözlüğü, İstanbul: İletişim
Yayınları.
Bozdoğan, S., (1998), “Türk Mimari Kültüründe Modernizm:Genel
Bir Bakış”, Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik,
Ed. Sibel Bozdoğan&Reşat Kasaba, İstanbul: Tarih Vakfı
Yurt Yayınları, 118-136.
Bozdoğan, S., (2002), Modernizm ve Ulusun İnşası, İstanbul: Metis
Yayınları.
Braudel, F., (1990), Akdeniz: Mekan ve Tarih, İstanbul: Metis
Yayınları.
Breton, A., (1997), “İki Dada Bildirisi”, Modernizmin Serüveni,
Haz., Enis Batur, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, s. 319-320
Bumin, K., (1998), Demokrasi Arayışında Kent, İz Yayıncılık,
İstanbul.
Cantek, L. F. Ş., (2003), “Yabanlar” ve Yerliler Başkent Olma
Sürecinde Ankara, İletişim Yayınları, İstanbul
Cengizkan, A., (2002), “Cumhuriyet Dönemi Kamusal Mekanları İçin
Bir Çalışma Programı”, Ankara’nın Kamusal Yüzleri¸ Der.
G. Arif Sargın, İstanbul: İletişim Yayınları, 215-245.
Cengizkan, A., (1994), “Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Bakanlıklar”,
Bir Başkentin Oluşumu, Ankara: TMMOB, M.O. Ank. Şb. Yay.
179
Corbusier, L., (1991), “Kent Planlamasını Yönlendirici İlkeler”,
20.Yüzyıl Mimarisinde Program ve Manifestolar, Der. Ulrich
Conrads, Şevki Vanlı Mimaslık Vakfı Yayınları.
Coşar, S., (1999), “Türk Modenleşmesi: ‘Aklileşme’, ‘Patoloji’,
Tıkanma”, Doğu Batı 8, s. 59-71
Çelebi, A., (2001), “Risk ve Olumsallık: Sosyal Teori-Sosyal Felsefe
İlişkisini Anlamaya Yönelik İki Anahtar Kavram” A.Ü. SBF.
Dergisi 56-1, s.23-52.
Eagleton, T., (2004), Edebiyat Kuramı, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Ertuğrul, K., (2003), “Türkiye Modernleşmesinde Toplumsal ve
Bireysel Özerklik Sorunu: Oğuz Atay ve Orhan Pamuk’la
Birlikte Düşünmek, Doğu Batı 22, s.89-103.
Finn, R., (1984), Türk Romanı, Ankara: Bilgi Yayınevi.
Foucault, M., (1998), “ Özne ve İktidar”, Defter 34, s.151-167.
Freud, S., (1998), Psikanaliz Üzerine, İstanbul: Say Yayınları.
Frisby, D., (2003), “Georg Simmel- Modernitenin İlk Sosyoloğu”,
Modern Kültürde Çatışma içinde, Georg Simmel, İstanbul:
İletişim Yayınları.
Georgeon, F., (1999), “Keçi Kılından Kalpağa: Osmanlı
İmparatorluğu’nun Son Yüzyılında Ankara’nın Gelişimi”,
Modernleşme Sürecinde Osmanlı Kentleri, Ed. P.Dumont
&F. Geogeron, İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları
Giddens, A., (1998), Modernliğin Sonuçları, İstanbul: Ayrıntı
Yayınları.
Gürbilek, N., (2001), Vitrinde Yaşamak, İstanbul: Metis Yayınları.
Habermas, Jürgen (1990), “Modernlik: Tamamlanmamış Bir Proje”,
Postmodernizm, Der. Necmi Zeka
Harvey, D., (1999), Postmodernliğin Durumu, İstanbul: Metis
Yayınları.
Hilav, S., (1995), “Tanpınar Üzerine Notlar”, Edebiyat Yazıları,
İstanbul: YKY
180
Horkheimer, M.,& Adorno, T.W., (1996) Aydınlanmanın
Diyalektiği, İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
Irzık, S., (2001), “Önsöz”, Karnavaldan Romana, M. Bakhtin,
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Kansu, A., (1995), 1908 Devrimi, Çev. Ayda Erbal, İstanbul: İletişim
Yayınları.
Karaosmanoğlu, Y. K., (2003), Ankara, İstanbul: İletişim Yayınları.
Kasaba, R., (1998), “Eski ile Yeni Arasında Kemalizm ve
Modernizm”, Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik,
Ed. Sibel Bozdoğan&Reşat Kasaba, İstanbul: Tarih Vakfı
Yurt Yayınları, s.12-29.
Keleş, R., (1971), Eski Ankara’da Bir Şehir Tipolojisi, Ankara: A.Ü.
SBF Yayını.
Köker, L, (2000), Modernleşme Kemalizm ve Demokrasi, İstanbul:
İletişim Yayınları.
Kumar, K., (1999), Sanayi Sonrası Toplımdan Post-modern
Topluma (Çağdaş Dünyanın Yeni Kuramları), Ankara: Dost
Kit.
Kutlu, A., (2002), Kaçış, Ankara: Bilgi Yayınları.
Lukacs, G., (2003), Roman Kuramı, İstanbul: Metis Yayınevi.
Moran, B., (2002), Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 3 (Sevgi
Soysal’dan Bilge Karasu’ya), İstanbul: İletişim Yayınları.
Mumford, L., (1961), The City In History, New York: Harcourt,
Brace&World Inc.
Naci, F., (1998), 60 Türk Romanı, İstanbul: Oğlak Yayıncılık.
Nalbantoğlu, Ü., (1987), “Cumhuriyet Dönemi Ankara’sında Orta Sınıf”,
Tarih İçinde Ankara 1, Der. Ayşıl Tükel Yavuz, Ankara: ODTÜ
Yayını.
Oktay, A., (2002), Metropol ve İmgelem, İstanbul: İş Bankası Kültür
Yayınları.
Ortaylı, İ., (2004), İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul:
İletişim Yayınları.
181
Özyeğin, G., (2003), “Kapıcılar, Gündelikçiler, Ev Sahipleri”, Kültür
Fragmanları, Der. D. Kandiyoti&A. Saktanber, İstanbul:
Metis Yayınları.
Özkazanç, A., (1998), Türkiye’de Siyasi İktidar ve Meşruiyet
Sorunu:1980’lerde Yeni Sağ, yayınlanmamış doktora tezi,
Ankara Üni. Sosyal Bilimler Ens.
Öztaş, Z., (2003), Türk Modernleşmesi ve Ahmet Hamdi Tanpınar,
yayınlanmamış yüksek lisans tezi, Ankara Üni. Sosyal
Bilimler Ens.
Parla, J., (2001), Don Kişot’tan Bugüne Roman, İstanbul: İletişim
Yayınları.
Sargın, G.A., (2000), “Kent ve Kıra İlişkin Ekolojik Söylemler”,
Dosya: Ekobaşkalaşım içinde, Mimarlık Dergisi, Sayı 291
Sargın, G.A., (2002), Kamu, Kent ve Polytika, Ankara’nın Kamusal
Yüzleri¸ Der. G. Arif Sargın, İstanbul: İletişim Yayınları, s.9-40.
Simmel, G., (2003), Modern Kültürde Çatışma, İstanbul: İletişim
Yayınları.
Soysal, S., (2001), Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, Anlara: Bilgi
Yayınevi.
Soysal, S., (2003), Yürümek, İstanbul: İletişim Yayınları.
Tankut, G., (1993), Bir Başkent’in İmarı, İstanbul: Anahtar Kitaplar
Tankut, G., (1981), “Jansen Planı Uygulama Sorunları ve Cumhuriyet
Demokrasisinin Kent Planına Yaklaşımı, Tarih İçinde Ankara 1,
Der. Ayşıl Tükel Yavuz, Ankara: ODTÜ Yayını.
Tanpınar, A. H., (2001), Beş Şehir, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.
Tanyeli, U., (1997), “Türk Modernleşmesinin Kentsel Sahnesini
Yeniden Düşünmek”, Arredamento Dekorasyon 3, s.81-82
Tekeli, İ., (1982), “Başkent Ankara’nın Öyküsü”, Türkiye’de
Kentleşme Yazıları, Ankara: Turhan Kitabevi.
Tekeli, İ., (1998), “Bir Modernleşme Projesi Olarak Türkiye’de Kent
Planlaması”, Türkiye’de Modernleşme ve Ulusal Kimlik,
182
Ed. Sibel Bozdoğan&Reşat Kasaba, İstanbul: Tarih Vakfı
Yurt Yayınları, s.136-153.
Timur, T., (1997), Türk Devrimi ve Sonrası, Ankara: İmge Kitabevi.
Timur, T., (2002), Osmanlı -Türk Romanında Tarih, Toplum,
Kimlik, Ankara: İmge Kitabevi.
Touraine, A., (2000), Modernliğin Eleştirisi, çev.H.Tufan, İstanbul:
Yapı Kredi Yayınları.
Türkali, V., (1983), Mavi Karanlık, İstanbul: Adam Yayıncılık.
Wagner, P (2003), Modernliğin Sosyolojisi, çev. M.Küçük, Ankara:
DorukYayınları.
Yalçınkaya, A., (2000), Türk Edebiyatında Ütopik Temalar olarak
Eşitlik ve Özgürlük: Bir Karşılaştırma; 1970-1980 ve 1980-1990,
yayınlanmamış doktora tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü.
Yavuz, E., (1987), “19.Yüzyıl Ankarasında Ekonomik Hayatın
Örgütlenmesi ve Kent-İçi Sosyal Yapı”, Tarih İçinde Ankara 1,
Der. Ayşıl Tükel Yavuz, Ankara: ODTÜ Yayını.
Yavuz, F., (1980), Kentsel Topraklar, Ankara: SBF Basımevi.
Zürcher, E. J., (1999), Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul:
İletişim Yayınları.
183
ÖZET
Modernleşme, modernlik ve modernizm kavramlarının son yıllarda kuramsal
düzlemde bir dizi tartışma etrafında sıklıkla ele alınan konular haline gelmesiyle
birlikte; modern zamanların belirgin karakterleri de mekan, zaman, birey, kültür gibi
kavramlar üzerinden araştırılmaya başlanmıştır. Modern olma halinin kendine içkin
anlamının ortaya çıkarılması güdüsüyle şekillenen bu literatürde, hala üzerine
yeterince konuşulmamış bir deneyim olan Türk modernleşmesi de farklı metotlarla
incelenmektedir.
Türk modernleşme deneyiminde Ankara’nın yerini anlatma çabası, bu zaman
zarfında meydana çıkan değişim ve dönüşümümleri de anlamlandırma pratiği
sağlamaktadır. Kentin fiziksel değişiminin dışında, edebiyata yansıyan Ankara’nın
da bu değişime dahil olduğu iddiası ise romanlara yansıyan Ankara görüntüsünden
bir üst okuma yapılabileceği öngörüsünü taşımaktadır.
Bu noktadan hareketle, bu tezin konusunu Ankara’nın başkent oluşundan seksenli
yıllara kadar geçirdiği değişimi, modernlik tartışmaları ve edebi metinler üzerinden
okumak ve değerlendirmek oluşturmaktadır. Modernlik söylemindeki kırılmaların
Türk romanına yansıyan görüntüleri ekseninde Ankara’nın fiziksel, zihinsel ve
imgesel dönüşümünü anlatma çabası, bu çalışmanın temelini oluşturmaktadır.
184
SUMMARY
It is obvious that the expanding literature regarding modernity, modernism and
modernization deals with not only theoretical backgrounds of modern times, but also
try to investigate the basic characteristics of the conception of modern space, time,
self, social practices and culture.
As an important project Ottoman/Turkish modernization process is also conceived
and analysed with respect to the modernity and modernization debates although there
are still lots of words to say about this experience in the context of basic features of
modernity. Within this framework, the attempt to analysis of the place of Ankara in
the modernization rhetoric and practise is thought as a complementary study to
understand the ruptures and contingent discourses in Turkish modernization
experience.
Following the above-mentioned expression, the subject of this thesis is an analysis of
the change of Ankara both in physical and imaginative senses and to pursue this
change from novels. The starting point of this study is to admit that the breaking
points of modernity can be read from literature and beyond this, novels are the
analytical tools to help to explore the representation of breaking points. Therefore, in
this study Ankara has investigated with the light of modernity debates and novels
that are thought as conventional sources to understand the story of a capital city.