merhaba! - wordpress.commerhaba! k apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği,...

72
Merhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı demenin meşru görüldüğü, her türlü insani ilişkinin parasal ilişkiler çerçevesinde tanımlandığı bir dünyada; özgürlükten, eşitlikten, kardeşlikten, barıştan ve emekten yana farklı bir yaşamın mümkün olabileceği umuduyla çıktık yola. Emek sömürüsünün, ırkçılığın, ayrımcılığın, savaş çığırtkanlığının bütün bedenleri, dimağları yıprattığı böyle bir çağda sosyalizm adını işliklerde, sokaklarda, okullarda, her yerde yeniden ağıza alabilmenin ve hatta bir ağız dolusu bağırabilmenin şevkiyle hareket etmeye niyetlendik. Yaşamın bütün alanlarını ticarileştiren, bireyi kendi kurduğu duvarlar arasında izole eden, doğayı talan eden, “yaşamak için çalışma”yı “çalışmak için yaşama” olarak yeniden formüle eden ve böylece insanları sınırlı bir çevrimsel bireysel tarih içerisine hapseden zihniyete karşı emek eksenli bir bakışı ve de onun vazgeçilmez parçası olarak da emek eksenli bir praksisi merkeze alan bir hattı sahiplendik. Sosyalizmin temel referanslarını takip eden, ama bu referansları dogmatik bir çerçeveye sıkıştırmadan sürekli olarak yeniden sorgulamayı önüne koyan bir perspektiften bakarak, kimlik politikalarını reddetmeyen, fakat bu yaklaşımları emeğin prizmasından geçirerek okuyan ve formüle eden bir yaklaşımla hareket etmeyi önümüze koyduk. “Sevapları ve günahlarıyla” sosyalizmin kadim tarihini içselleştirmiş bir şekilde, kimi samimi ve haklı eleştirileri de gözeterek ve kendimizi tartarak yolumuza devam ediyoruz. Düşüncenin praksise, praksisin düşünceye içkin olduğunu kabul eden bir bakışla ilk sayımızdaki dosyamızı ülkemizin şu sıralar en önemli gündemi olan seçime ayırmayı tercih ettik. Bu seçimlerde solun ve Kürt hareketinin meclise girmesinin her şeye rağmen önem taşıdığını düşünüyoruz, elbette belli bir sınıra kadar. En nihayetinde burjuva demokrasisine ait siyasal bir araç olagelen seçim sisteminin, hele de ülkemizdeki anti-demokratik seçim barajını düşündüğümüzde kendi ufkumuza göre oldukça dar bir alan olduğunun da farkındayız. Bununla birlikte projenin kendisinin, mecliste alternatif bir ses, emekten yana bir tartışma alanı yaratabilecek potansiyeli olduğunu düşünüyoruz. 5 yıldır iktidarda olan AKP’nin, ondan daha da muhafazakar “muhalefet” olan CHP’nin, ülkemizde yükselişte olan milliyetçiliğin temsilcileri DYP, MHP vs. dışında barıştan, emekten, özgürlük ve demokrasiden yana alternatif bir ses, bir soluk, bir umut olabileceği inancını taşıyoruz. Umuyoruz ki bu yayın başka bir dünyanın kapılarını aralamamız için bize, hepimize, emekten yana olan bütün insanlığa dair bir adım olur. Hoşgeldik, sefa geldik... “Orada, sokaklarda, sınıflarda ve otobüslerde hayatımız makinelerden ve hayvanlardan daha az değerliydi. Biz bir taş, yoldaki bir ağaç gibiydik. Bizim seslerimiz, yüzlerimiz, adlarımız yoktu. Bizim yarınlarımız yoktu. Biz yoktuk. Onlar açısından -ki onların bugünkü adları neoliberalizm’dir- biz hesap edilmemiştik, biz üretmiyor, satın almıyor ve satmıyorduk. Büyük kapitalizmin defterlerinde biz kullanılmayan ve işe yaramayan hesaptık, kimliği belirsiz adamlar ve kadınlardık. Bu yüzden acılarımızı aramak ve görmek için buraya geldik. Acaba biz acılar içindeyken unutulan taş ve ağaçlar gibi olabilir miydik? Ama sokaklar bize başka bir hikaye anlattılar, dünden gelen ve yarına uzanan. Sokaklar bizimle konuştu, ses verdi bize, sokakların yüzünü aldık, adlarımız unutuldu, isimsiz bir isim aldık. Şimdi Dergi olduk, yarın Sokak oluruz, ertesi gün kimbilir belki başka bir isim. Kendimizi yeniden isimlendirene kadar geçmişimizi ve geleceğimizi kazanmak için...” 1 1 Umut Dergi, Sayı1, Güz 2001, Arka kapak 1 giriş

Upload: others

Post on 21-Jan-2020

12 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

Merhaba!

Kapitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından

asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı demenin meşru görüldüğü, her türlü insani ilişkinin

parasal ilişkiler çerçevesinde tanımlandığı bir dünyada; özgürlükten, eşitlikten, kardeşlikten,

barıştan ve emekten yana farklı bir yaşamın mümkün olabileceği umuduyla çıktık yola. Emek

sömürüsünün, ırkçılığın, ayrımcılığın, savaş çığırtkanlığının bütün bedenleri, dimağları yıprattığı

böyle bir çağda sosyalizm adını işliklerde, sokaklarda, okullarda, her yerde yeniden ağıza alabilmenin

ve hatta bir ağız dolusu bağırabilmenin şevkiyle hareket etmeye niyetlendik.

Yaşamın bütün alanlarını ticarileştiren, bireyi kendi kurduğu duvarlar arasında izole eden,

doğayı talan eden, “yaşamak için çalışma”yı “çalışmak için yaşama” olarak yeniden formüle eden ve

böylece insanları sınırlı bir çevrimsel bireysel tarih içerisine hapseden zihniyete karşı emek eksenli

bir bakışı ve de onun vazgeçilmez parçası olarak da emek eksenli bir praksisi merkeze alan bir hattı

sahiplendik. Sosyalizmin temel referanslarını takip eden, ama bu referansları dogmatik bir çerçeveye

sıkıştırmadan sürekli olarak yeniden sorgulamayı önüne koyan bir perspektiften bakarak, kimlik

politikalarını reddetmeyen, fakat bu yaklaşımları emeğin prizmasından geçirerek okuyan ve formüle

eden bir yaklaşımla hareket etmeyi önümüze koyduk. “Sevapları ve günahlarıyla” sosyalizmin kadim

tarihini içselleştirmiş bir şekilde, kimi samimi ve haklı eleştirileri de gözeterek ve kendimizi tartarak

yolumuza devam ediyoruz.

Düşüncenin praksise, praksisin düşünceye içkin olduğunu kabul eden bir bakışla ilk sayımızdaki

dosyamızı ülkemizin şu sıralar en önemli gündemi olan seçime ayırmayı tercih ettik. Bu seçimlerde

solun ve Kürt hareketinin meclise girmesinin her şeye rağmen önem taşıdığını düşünüyoruz, elbette

belli bir sınıra kadar. En nihayetinde burjuva demokrasisine ait siyasal bir araç olagelen seçim

sisteminin, hele de ülkemizdeki anti-demokratik seçim barajını düşündüğümüzde kendi ufkumuza

göre oldukça dar bir alan olduğunun da farkındayız. Bununla birlikte projenin kendisinin, mecliste

alternatif bir ses, emekten yana bir tartışma alanı yaratabilecek potansiyeli olduğunu düşünüyoruz.

5 yıldır iktidarda olan AKP’nin, ondan daha da muhafazakar “muhalefet” olan CHP’nin, ülkemizde

yükselişte olan milliyetçiliğin temsilcileri DYP, MHP vs. dışında barıştan, emekten, özgürlük ve

demokrasiden yana alternatif bir ses, bir soluk, bir umut olabileceği inancını taşıyoruz.

Umuyoruz ki bu yayın başka bir dünyanın kapılarını aralamamız için bize, hepimize, emekten

yana olan bütün insanlığa dair bir adım olur.

Hoşgeldik, sefa geldik...

“Orada, sokaklarda, sınıfl arda ve otobüslerde hayatımız makinelerden ve hayvanlardan daha az

değerliydi. Biz bir taş, yoldaki bir ağaç gibiydik. Bizim seslerimiz, yüzlerimiz, adlarımız yoktu. Bizim

yarınlarımız yoktu. Biz yoktuk. Onlar açısından -ki onların bugünkü adları neoliberalizm’dir- biz

hesap edilmemiştik, biz üretmiyor, satın almıyor ve satmıyorduk. Büyük kapitalizmin defterlerinde

biz kullanılmayan ve işe yaramayan hesaptık, kimliği belirsiz adamlar ve kadınlardık.

Bu yüzden acılarımızı aramak ve görmek için buraya geldik. Acaba biz acılar içindeyken

unutulan taş ve ağaçlar gibi olabilir miydik?

Ama sokaklar bize başka bir hikaye anlattılar, dünden gelen ve yarına uzanan. Sokaklar

bizimle konuştu, ses verdi bize, sokakların yüzünü aldık, adlarımız unutuldu, isimsiz bir isim aldık.

Şimdi Dergi olduk, yarın Sokak oluruz, ertesi gün kimbilir belki başka bir isim. Kendimizi yeniden

isimlendirene kadar geçmişimizi ve geleceğimizi kazanmak için...”1

1 Umut Dergi, Sayı1, Güz 2001, Arka kapak

1

giriş

Page 2: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

içindekiler

İçindekilerSeçim Dosyası

Cumhuriyet Mitingleri 6

Sosyalistler Açısından Laiklik 10

Burjuva Demokrasilerinde Seçim Üzerine 15

Siyasetin Sanallaşması 20

Seçim Sistemleri ve Dışlama Mekanizmaları 26

Feminist Bir Seçim Çalışması Mümkün 32

Bin Umut Adayı Doğan Erbaş’la Röportaj 36

Bin Umut Adayı Ufuk Uras’la Röportaj 38

Bin Umut Adayları 40

Yok Aslında Birbirinden Bir Farkları 42

Umut Dergi

Üç Aylık Siyasi Dergi

Sayı 1 / Yaz 2007

4 YTL

Yayın Türü

Yerel Süreli Yayın

Sahibi ve Sorumlu

Yazı İşleri Müdürü

Sırrı Emrah Üçer

Basıldığı Yer

Ayhan Matbaacılık

Yazışma-İrtibat Adresi

Hamam Arkası Sok. Kıymet

Apt. No:9/8 Çengelköy/

İstanbul

E-posta

[email protected]

Page 3: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

içindekiler

Serbest Kürsü

1 Mayıs’ın Ardından 44

Oyak Dediğin Nedir ki, Var mı Dünyada Eşi? 46

Mutsuzum, Mutsuzsun, Mutlu! 48

Emperyalizm Tartışmaları 50

Kazım’ın Ardından 56

Çok Dilli Belediyecilik ve Bağımsız Yargının Dansı 59

Genetik Tehlikenin Kıyısında 60

Emek Gündemi

Örgütsüzüz Öyleyse Sömürülüyoruz 63

Hayalet Şimdi Çağrı Merkezinde 66

1990’larda Türkiye Kadın Hareketinin,

Demokratikleşmeye Etkisi 69

Eğitim-Sen Feminizmden Neden Korkar? 71

Page 4: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

SEÇİM

DOSYASI

SEÇİM

DOSYASI

Page 5: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı
Page 6: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

dosya

Cumhuriyet Mitingleri

Cumhuriyet Mitingleri ve Genelkurmay

Başkanlığı’nın sözlü ve yazılı açıklamaları

nasıl değerlendirilmelidir? Bunlar çevresinde

oluşan siyasi hareketlilik bir süredir devam eden Türk

milliyetçiliği yükselişinden bağımsız mıdır? Yoksa Ke-

malist milliyetçilik olarak adlandırabileceğimiz bir mil-

liyetçilik çeşnisi midir? Bu siyasal hareketliliğin hedefi

sadece AK Parti’nin cumhurbaşkanı seçmesini engelle-

mek midir? Hedefte Kürt hareketi de yok mudur? Er-

meni sorunu bu konuda nerede durmaktadır?

Cumhuriyet Mitingleri adı ile anılan kitlesel gös-

teriler ile ilgili çok yazılıp çizildi. Bu yüzden bu mitin-

glere katılan kişilerin muharriklerinin çeşitliliğini ve

kitlelerin politik heterojenliğini uzun uzun anlatmaya

gerek yoktur. Mitinglerin tertipleyicileri ile katılımcıları

arasında bir açı farkı olduğu gibi tertipleyicilerin içinde

de beklenti ve taleplerde farklılıklar vardı. Bu yüzden

burada dile getirilecek düşünceler alanları dolduran

insanların tümüne yönelik bir kötüleme ve istihza olarak

algılanmamalıdır. Ama insanları kırmamak adına aşikar

gerçeklikleri es geçemeyiz. Dolayısıyla bu mitinglere esas

rengini verenin Türk milliyetçiliği, ordu hayranlığı ve

içi boş bir modernleşmecilik olduğunu ifade etmekten

çekinmemeliyiz. Mitinglere katılanların ve onu tertip-

leyenlerin çoğu da, öyle sanıyorum ki milliyetçiliği bir

itham olarak görmeyecek, büyük bir memnuniyetle, ay-

yıldızlı bayrağını sallaya sallaya kabul edecektir. Ne var

ki ordu hayranlığı ve darbe taraftarlığı konusunda iti-

razlar yükselmektedir. Bu itirazları kabul etmemek gere-

kir. Zira “Ne Şeriat, Ne Darbe” sloganı reklamı yapıldığı

kadar itibar görmemiş, alanlarda darbe karşıtı bir slo-

gan hemen hemen hiç atılmamış, bu hassasiyeti dile

getirmesi muhtemel hatipler engellenmiştir. Genelkur-

may Başkanlığı’nın açıklamaları ile mitingler birbir-

lerini karşılıklı olarak tetiklemiş ve coşkulandırmıştır.

Mitingler, bayrak üreticilerinin yüzünü güldürmüştür.

Bayrağa dönük abartılı sevgi ve çoşkunun yanı sıra mi-

ting alanları, Mustafa Kemal’in aşırı kutsanmasına, dini

bir fi gür gibi ön plana çıkarılmasına sahne olmuştur.

Mitinge katılanlar arasında insanların tribünlerde

yaşadığı türden bir katarsis yaşamak için gidenlerin,

kalabalığın cazibesine kapılıp gitmeden edemeyenlerin,

yani kitle kuyrukçularının bulunduğu da bir gerçektir.

Nihayet şunu da ilave etmek gerekir, Ertuğrul Özkök’ün

de sevinerek kayıt düştüğü üzere, mitinglerin katılımcısı

olan insanlar iyi giyimli, gelir durumu pek de fena ol-

mayan insanlardı. Özkök’ün deyimi ile “profesyonel ey-

lemciler” değillerdi ve hayatlarında belki de ilk defa bir

kitle gösterisine katılıyorlardı.

Yükselen Milliyetçilik Mitinglerdeydi!

Gerek mitinglerde, gerekse askerlerin açıklamalarında

en sık tekrar edilen slogan “Ne Mutlu Türküm Diyene”

idi. Sık sık, Hrant Dink’in cenaze yürüyüşüne nispet ya-

parak, “Hepimiz Türk’üz, Hepimiz Mustafa Kemal’iz”

sloganı atıldı. Alpaslan Işıklı, Ankara’da ve İzmir’de

sırrı emrah üçer

Mitinglerin tertipleyicileri ile katılımcıları arasında bir açı

farkı olduğu gibi tertipleyicilerin içinde de beklenti ve ta-

leplerde farklılıklar vardı. Bu yüzden burada dile getirilecek

düşünceler alanları dolduran insanların tümüne yönelik bir

kötüleme ve istihza olarak algılanmamalıdır.

6

Emperyalizm sıkı sıkıya kapitalizmle

bağlantılı ve sınıfsal bir meseledir. Bu

yüzden kapitalizm karşıtlığını içermeyen

bir emperyalizm karşıtlığı, işçi sınıfının

devrimci amaçlarla enternasyonalist

örgütlenmesi ufkuna sahip olmayan

bir emperyalizm karşıtlığı, yükselen

milliyetçiliğin popüler bir veçhesi

olmaktan daha öteye gidemez.

Page 7: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

yaptığı konuşmalarda, bu cenazede insanların “Hepimiz

Ermeni’yiz” demesini, dinimizin mürtecilerce yanlış

öğretilmesine bağladı. Bizler İslamiyet’i öyle yanlış

öğrenmişiz ki, “aman be bıktım bu Müslümanlıktan

bari Ermeni olayım” noktasına gelmişiz. Mitinglerde bu

suretle hem Hrant Dink’in anısına hem de onun cena-

zesine katılarak toplumun vicdanı olma görevini yerine

getirmiş olanlara büyük bir saygısızlık yapılmıştır. Bu

tavır ile, katilin beyaz beresini başına geçirip linç ey-

lemlerine kalkışanların tavrı arasında büyük bir fark

yoktur. Faşist katiller, bu mitinglerdeki ruh halini

mantıksal sonucuna erdirmektedir. Bu mantıksal sonuç,

kendini Türk olarak tanımlamayı reddedenleri, Türki-

yeli olmayı tercih edenleri, Kürt, Ermeni, Çerkez, Laz,

Rum kültürüne sahip çıkmak isteyenleri, Hıristiyan

yurttaşlarımızı yok etmek veya sürmek arzusudur, “Ya

Sev Ya Terk Et” demektir. Bu noktada adının önünde

Profesör ve Doktor sıfatlarını taşıyan Alpaslan Işıklı’nın

sözlerini tekrar okuyalım ve mitinglere katılmış olan

yakınlarımıza bir ibret vesikası olarak okutalım:

“(...) Bir bölümü sözüm ona dindardır. Aslında

en büyük kötülüğü İslam dinine yapmaktadırlar.

Yeryüzünün en son ve en gelişkin dinini ilkel Afrika

dinleri gibi sakaldan ve türbandan ibaret bir aksesuar

fetişizmine indirgeme çabası içindedirler.

Küresel efendileri İslamı hazmedememektedir. Bunun

için İslamı bırakmış, “Ilımlı İslamı” icat etmişlerdir.

Ilımlı İslam, emperyalizme teslim olmuş İslam demek-

tir. Yani İslam‘dan başka bir şeydir.

Minareler süngümüzdür demişti. Geldi haçlı

seferlerini yapanların eş başkanlığını kabullendi. Bu

arada, Irak‘ta yıkılmayan minare kalmadı. Bunların

zamanında Hıristiyan misyonerliği başını alıp gitmekte-

dir. İstanbul‘u başında Ortodoks patriğinin bulunduğu

bir dukalığa dönüştürmek isteyenlerin iştahları iyiden

iyiye kabarmıştır.

Bunlar, İslam‘a öylesine itici bir çehre yüklemişlerdir

ki bir kısım yurttaşlarımız, “hepimiz Ermeni‘yiz” diye

bağırarak sokaklara dökülmek noktasına gelmişlerdir.

(...)” ( Ankara, Tandoğan Meydanı, konuşmanın tam

metni: http://www.14nisan.gen.tr/genel/bizden_detay.

php?kod=449&tipi=27&sube=0 )

“(...) Din sömürücüleri en büyük kötülüğü dine

yapmaktalar. Kimilerinin “ben Hıristiyanım” diye

bağırarak sokaklara dökülme noktasına gelmesi, bir

yönüyle de din sömürücülerinin İslamiyet‘e ver-

dikleri itici görüntünün sonucudur. (...)” (İzmir,

Gündoğdu Meydanı, konuşmanın tam metni: http://

www.14nisan.gen.tr/genel/bizden_detay.php?kod=44

8&tipi=27&sube=0)

Atılan sloganlarda ve yapılan konuşmalarda milli-

yetçilik etkisinin çok açık olduğu bir diğer konu Kürt

sorunu olmuştur. Konuşmalar biraz incelendiğinde

görülecektir ki mitingin siyasi aklı Kürt Sorunu’nu

sadece dış güçlerin oyunu olarak algılayan ve şiddetten

başka çözüm öngöremeyen stratejist, militarist, milli-

yetçi, hatta ırkçı klişeleri tekrar edip durmuştur. Irak’ta

yaşayan Türkmenler soydaşımız olarak nitelenirken,

en az Türkmenler kadar kardeşimiz olan Iraklı Kürtler,

iki liderin tutumu tüm Kürtlere mal edilerek Ameri-

kan Uşağı olarak itham edilmişlerdir. Şemdinli’den,

Demokratik Toplum Partisi üzerinde kurulan hukuk dışı

baskıdan, üyelerinin keyfi biçimde tutuklanmalarından,

DTP’ye yakın yayın organlarının kapatılmasından,

Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerdeki giderek

tırmanan devlet şiddetinden tabi ki söz edilmemiştir.

Seçim barajının Kürt hareketi’ni de meclisin dışında

bırakması, bağımsız adayları engellemek için yapılan

alicengiz oyunları kınanmamıştır. Çünkü bu mitingle-

rin adı demokrasi mitingi olarak konmaktadır, ama bu

demokratlık milliyetçilik ile sınırlıdır. Kürt sorununun

etno-politik boyutu ısrarla görmezden gelinmiş, soru-

nun sebepleri ekonomik geri kalmışlık, eğitimsizlik ve

“emperyalistlerin oyunları” imiş gibi lanse edilmiştir.

Ekonomik eşitsizlik ile ilgili sorunlar genellikle sadece

etno-politik sorunların “ne kadar sahte” olduğunu vur-

7

dosya

Page 8: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

dosya

gulamak amacıyla, temelinde yatan kapitalizm ve sınıf

çatışmaları zikredilmeksizin, bir sefalet edebiyatı olarak

dile getirilmiştir. Yine Profesör ve Doktor sıfatlı Birgül

Ayman Güler, İzmir mitinginde demiştir ki: “ (...)

Kimse bizi etnik kimliklere gömmeye kalkışmasın. Biz,

dilimizin farklı lehçelerini fıkralara taşıyanlar, o fıkralara

hep birlikte gülenleriz.” Keşke Türkiye’nin etno-politik

sorunları bu kadar çok can almasaydı ve bu kadar tra-

jik olmasaydı da biz de hocamızın bu naif yaklaşımına

gülebilseydik!

Mitinglerin Solculuğu: Size Ancak Çocuklar İnanır!

Mitinglerde kafaları karıştıran ve bu yüzden işaret edil-

mesi gereken bir diğer husus ise emperyalizm karşıtlığı

vurgusudur. Gerek konuşmalarda gerekse sloganlarda,

Küreselleşme, Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Dev-

letleri karşıtlığı ile ifadesini bulan bir anti-emperya-

lizm görüntüsü vardı. Fakat bu bir görüntü olmaktan

öteye geçememiştir. Çünkü emperyalizm sıkı sıkıya

kapitalizmle bağlantılı ve sınıfsal bir meseledir. Bu

yüzden kapitalizm karşıtlığını içermeyen bir emper-

yalizm karşıtlığı, işçi sınıfının devrimci amaçlarla en-

ternasyonalist örgütlenmesi ufkuna sahip olmayan bir

emperyalizm karşıtlığı, yükselen milliyetçiliğin popüler

bir veçhesi olmaktan daha öteye gidemez. Solculuk ve

devrimcilik mitinglerde sadece bir yabancı düşmanlığı

şeklinde dile getirilmiştir. Özelleştirme karşıtlığı, ki

bu kafaları karıştırabilecek bir diğer husustur, basit bir

yabancı sermaye düşmanlığına indirgenmiş, kurumların

özelleştirilmesine sadece bunlar yabancıların eline

geçtiği için karşı çıkılmıştır. OYAK’ın ve diğer yerli

sermaye gruplarının kazandığı özelleştirme ihaleleri ise

pek de sorun edilmemiştir. Özelleştirme karşıtlığı da, içi

sınıfsal perspektifl e ve kapitalist ticarileşme karşıtlığı ile

doldurulmazsa, böyle basit bir yabancı düşmanlığından

ibaret kalabilmektedir. Bir yandan Türkiye ekono-

misindeki yabancı sermaye tesirinden şikayet edilmek-

tedir, ama öbür yanda, Kuzey Irak’ta başını OYAK’ın

çektiği Türkiyeli sermaye yatırımları görmezden gelin-

mektedir. Bu emperyalizm karşıtlığı, öyle görünüyor

ki sadece Türkiye’nin emperyalist olamadığı konularda

geçerlidir. Küreselleşme karşıtlığı da Türkiyeli sermay-

enin küreselleşemediği durumlarda. Bu tutum açıkça

ekonomik milliyetçiliktir. Şu an sol ve direngen bir

görünüm vermesi kimseyi aldatmamalıdır. Zira bir

sonraki momentte saldırgan bir yayılmacılığa inkılap

etme potansiyeline sahiptir ve köküne kadar burjuva

bir ideolojidir. Demek ki bazı bürokratik sosyalistlerin

ve utangaç cumhuriyetçilerin yaptığı gibi, “anti-emper-

yalizm yükseliyor” diye sevinmek için acele etmemek

lazım. Ve inanmış bir devrimci olarak yaşayan ve ölen

Nazım Hikmet’in dizelerini mitinglerinde kullanan sahte

solcular bize ustanın dizeleriyle “Çocuklar inanın, inanın

çocuklar” dediğinde, hiç tereddüt etmeden “Size ancak

çocuklar inanır” diyebilmek lazım!

Muhtıralar ve MitinglerGenelkurmay’ın açıklamaları dikkatle okunduğunda-

bu her ne kadar azap verici bir çaba olsa da- kesif bir

milliyetçilik dikkati çekmektedir. Bu açıklamalarda,

milliyetçiliğin yükselişinden şikayet edenler sert bir

dille uyarılmaktadır. Vatanseverliğin kötü bir şey

olmadığı, “Atatürk Milliyetçiliği”nin Türkiye’nin 21.

asırdaki sorunlarına en iyi reçete olduğu -bu ülkede

yaşamasaydık belki inanabilirdik-, bu milliyetçiliğin

ırkçılıkla ilgisi olmadığı, esas ırkçı olanın Kürt hareketi

olduğu, hatta Kürt hareketinin faşist olduğu dile ge-

tirilmektedir. Kürt hareketi değerlendirilirken silahlı

şiddete başvuran unsurlarla bunu asla yapmayan DTP

gibi bir yasal parti, yayın organları, hatta Kürtlerin

sorunlarına duyarlı olan tüm siyasal çevreler aynı kefe-

ye konmaktadır. Sorun tamamen bir asayiş sorununa

indirgenmektedir. Sanki Türkiye sınırları içerisindeki

operasyonlar sorunu giderebiliyormuş, bir çok asker-

in, gerillanın ve sivilin hayatına mal olmuyormuş gibi

açıktan açığa sınır ötesi operasyon talep edilmekte,

bu konuda top hükümete atılmaktadır. Tüm bun-

lar göz önünde bulundurulduğunda, Genelkurmay’ın

çıkışlarının sadece AK Parti ve Cumhurbaşkanlığı

seçimleri ile ilgili olmadığı, Kürt sorununda kendi mili-

tarist ve milliyetçi bakış açısını tüm topluma dayatmayı

amaçladığı ortaya çıkmaktadır. Bu bakış açısını benim-

semeyen tüm siyasal çevreler ve yayın organları da

Büyükanıt Paşa’nın hiddetinin hedefi ndedir. Emekli

veya faal ordu mensupları ile ilgili davalar, bu kişilerin

8

Page 9: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

suç işlediklerine dair iddiaların tümü Genelkur-

may tarafından TSK’ye dönük büyük bir yıpratma

kampanyasının parçası ve hukuk katliamı olarak

görülmektedir. Darbe girişiminde bulunduğu iddiası

ortaya atılan emekli general adli takibe uğrayacağı

yerde, iddiaları satırlarına taşıyan Nokta dergisi

basılmakta ve bir süre sonra da yayınını durdurmaya

karar vermektedir. Tüm bu gerçekler ortadayken bile

mitingleri tertipleyenler Genelkurmay’ın açıklamaları

ile mitingler arasında bir ilişki olmadığını iddia etme-

kteydiler. Gel gör ki, 7 Haziran Perşembe gecesi geç

saatlerde ordunun internet sitesinde yayınlanan basın

açıklamasında kitlesel eylemlilikleri talep edilmiştir:

“Türk Silahlı Kuvvetlerinin beklentisi; bu tür terör

olaylarına karşı, yüce Türk milletinin kitlesel karşı

koyma refl eksini göstermesidir.” Bu talebe Türkan

Saylan derhal İstanbul’da bir sessiz miting tertibine

girişerek cevap vermiştir. İşçi Partisi’nin cevabı da

Diyarbakır mitingi olmuştur. Bu hadiseler neticesin-

de ordu ile mitingler arasındaki bağ kati olarak ispat

olunmuştur.

Tüm Bunların Anlamı…Bütün bunların anlamı şudur ki, son dönemde

Genelkurmay’ın bir takım açıklamaları ile başlayan ve

Cumhuriyet Mitingleri ile devam eden siyasal hareket,

Türkiye’de bir süreden beri sözü edilen milliyetçiliğin

tehlikeli yükselişinin zirve noktalarındandır. Amaç

Atatürk Milliyetçiliği adı verilen ideolojiye ve bu

ideolojinin saldırgan politikalarına kesin bir itaat

sağlamak, bu politikaların önünde engel oluşturan

tüm muhalif unsurları sindirmek veya kendine yedek-

lemek, bunları yapamıyorsa şiddet kullanarak tas-

fi ye etmektir. Başlangıçta hedef konumunda olan AK

Parti ve çevresindeki liberal ve muhafazakar cenah, sert

açıklamalar neticesinde milliyetçilik çizgisinde hizaya

girmiştir. Bunun en açık örneği, AK Parti hükümetinin

bağımsız adaylarının isimlerinin oy pusulalarına eklen-

mesini öngören düzenlemeleridir. Bu sindirme ve tas-

fi ye harekatının en seçik hedefi Kürt hareketidir. Ama

bu tasfi ye hareketi elbette bununla sınırlı kalmayacak,

Cumhuriyet tarihinde bir çok kez yaşandığı gibi diğer

muhalifl er de payını alacak. Sosyalist örgütler ve sosyalist

basın üzerinde kurulan baskı, sosyalist sendikalaşmanın

türlü araçlarla geriletilmesi, 1 Mayıs’a konmaya

çalışılan yasaklar, yeni Terörle Mücadele Yasası ve poli-

sin genişletilen yetkisi, öğrenci hareketinin üzerindeki

soruşturma-polis-faşist ablukası, vicdani red hareketinin

sindirilmeye çalışılması, Hristiyan yurttaşlarımızı hedef

alan fi ili ve psikolojik saldırılar bu harekatın içindedir. Bu

bütünleşik saldırı, ancak ve ancak, başta Kürt Hareketi

olmak üzere hiçbir özgürlükçü muhalif unsurun tecrit

edilmesine müsaade etmeyecek bütünleşik bir politik

mukavemet ile püskürtülebilir. 1 Mayıs günü ortaya

konan devrimci dayanışma ve kararlılık ile seçimlerdeki

bağımsız adaylar kampanyası bu bütünleşik mukavemet

için birer ilk adım olarak görülebilir. Önümüzdeki süreç

çetin bir süreçtir ve tüm devrimcilere her türlü sekter

kaygıları bırakmak ve mücadeledeki yerini almak vazife-

si düşmektedir.

9

dosya

Page 10: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

dosya

Sosyalistler Açısından

Laiklik

Laiklik 18. ve 19. asırlarda Avrupa’yı ve dünyayı

temelinden sarsan köklü değişimlerin bir

parçasıdır. Laik düşüncenin eleştirel bir

değerlendirmesi de ancak bu değişimlerin eleştiri

eleğinden geçirilmesi, toplumsal ve sınıfsal zeminlerine

oturtulması ile yapılabilir. Bu yüzden laikliği anlaya-

bilmek için aydınlanma, ilerleme gibi kavramlarla be-

raber düşünmek gerekir. Bugün bile bir çok insan bu

kavramları tereddütsüz kabul eder ve olumlar. Bir kişinin

bu kavramlarla ve bunların çağrıştırdığı dünya görüşüyle

sorunlu olması, hele o kişi “çağdaş” görünümlüyse ve

bir çeşit “mürteci” değilse, yadırganır ve şaşkınlıkla

karşılanır. Bu biraz da özgürlükçü yorumu ile sosyal-

ist düşüncenin zayıfl ığından ve toplumun büyük kısmı

açısından varlığından bile haberdar olunmamasından

kaynaklanır. Türkiye’de bu “çağdaş” dünya görüşünün

şampiyonluğu Mustafa Kemal’e ve Kemalistlere ait-

tir. Daha doğrusu Mustafa Kemal bu görüşleri ken-

disi ile özdeşleştirmiş, o ve takipçileri modernleşme

serüvenini kendi inhisarlarına almıştır. Dolayısıyla

şahsı ve düşünceleri Türkiye’de dokunulmazdır, ken-

disini, icraat ve fi kirlerini eleştirmeye kalktığınızda

yine yadırganırsınız, “mürteci” değilseniz şaşkınlık

uyandırırsınız. Aslında bu zırh, az önce zikrettiğimiz

büyük değişimlere olan bağlılığın ve onaylamanın

üzerindeki bir zırhtır. Zırhın gerisinde duran ise kimi

zaman kapitalist, liberal ve demokrat bir akıl, kimi za-

man yine kapitalist, ama otokrat ve militarist bir akıldır.

Sosyalist düşünce, gerektiğinde birbirini ikame edebilen

bu iki çeşit aklın kendisini nesnel, tarafsız ve kaçınılmaz

ilan etmesine, ideolojik arşimet noktası ilan etmesine

izin vermemelidir. Bu aklın çıkar pozisyonlarını teşhis ve

teşhir etmeli, onu sınıfsallık bağlamına, toplumsal cin-

siyet bağlamına ve diğer sömürü ve tahakküm ilişkileri

bağlamlarına oturtmalıdır. Kuşkusuz bu büyük bir iştir,

böyle kısa bir yazıda ancak bunlardan bahsedilebilir.

Ancak politik aktüalite, bu konudan bahsetmeyi vul-

garizasyona düşme riski pahasına zorunlu kılmaktadır.

Kimi sosyalist çevrelerin de aydınlanma, ilerleme gibi

kavramları bol keseden ve tereddütsüzce kullanabiliyor

olması bu zorunluluğu pekiştirmektedir.

Aydınlanabilmek ve Yapabilmek

Aydınlanma önyargıların ve batıl inançların

karşısındadır. Bunların insan bilincinden kovulmasını

ister. Bunun için önerdiği yol, deney ve gözlem ile

teçhiz edilen aklın doğayı ve toplumu incelemesidir.

Bu inceleme sonucunda varılacak bilgiler nesneldir. Bu

bilgiler kendilerini genellikle evrensel kanunlar olarak

ortaya koyar. Bu evrensel ve nesnel bilgiler eğitim yoluy-

la insanlara öğretilir, dini, efsanevi yargılardan boşalan

yerlere yerleştirilir. Bunları bilen insan, Bacon’ın dediği

gibi “bilmek yapabilmeye muktedir olmak” olduğundan

doğayı ve toplumu değiştirmeye, iyileştirmeye muk-

tedir olacaktır. İşte o zaman o ana kadar yer altında

uyumakta olan büyük güçler uyanır, demiri toz eder,

gökyüzüne kan serper ve akıllara durgunluk verecek

işleri göz açıp kapayıncaya kadar beceriverir.

sırrı emrah üçer

Zırhın gerisinde duran ise kimi zaman kapitalist, liberal ve

demokrat bir akıl, kimi zaman yine kapitalist, ama otokrat ve

militarist bir akıldır. Sosyalist düşünce, gerektiğinde birbirini

ikame edebilen bu iki çeşit aklın kendisini nesnel, tarafsız ve

kaçınılmaz ilan etmesine, ideolojik arşimet noktası ilan et-

mesine izin vermemelidir.

10

Page 11: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

Tüm bu hülyaların hakikate inkılap etmesinin önünde

din aygıtı tüm haşmetiyle durmaktadır. Yukarıda zikre-

dilen akla sahip kişiler engizisyonca cezalandırılır, binbir

zahmetle kurulan rasathaneler mollalarca yakılıp yıkılır,

hukuk ve eğitim hala din aygıtının elindedir, üniver-

sitelerde astroloji ve simya okutulmaktadır vesaire…

O zaman Aydınlanma düşüncesi hukuku ve eğitimi

din aygıtının elinden almalı ve onu dünyevileştirmeli,

akılcılaştırmalıdır. Devlet aygıtı verimli işleyebilmek

için ilahi referanslara değil dünyevi referanslara sahip

olmalıdır. Yasama, yürütme, yargı, eğitim, askerlik,

maliye gibi devlet işlevleri, meşruluğu dünyevi temellere

dayanan rasyonel ilkelere göre yeniden düzenlenmeli ve

reforme edilmelidir. Böylece insan aklı sürtünmesiz bir

coğrafyada hürce uçacaktır ve Marx’ın dediği gibi kendi

suretinde bir dünya yaratacaktır.

Laiklik işte bu noktada ortaya çıkar. Laik kelimesin-

in etimolojik kökeni dini olmayandır. Laiklikle beraber

eskiden dini olan ve dini bir tedrisattan geçmiş kişilerin

idare ettiği işlevler din alanının dışına çıkarılır. Dinin

toplumsal hayattaki rolü kısıtlanır. Peki din tarihin çöp

sepetine mi atılır? Tabi ki hayır, din de bütün diğer

kurumlar gibi modernleştirilir, kutsal metinlerin akla

uygun bölümleri ön plana çıkarılır, çalışkanlığı övücü,

devleti meşru kılıcı dini mesajlar parlatılır. Bu durumu

1789 Büyük Fransız Devrimi’ni takip eden restorasyon

döneminde gözlemleyebiliriz. Fransa’da daha 1802’de

Bonapart, dönemin aydınlanmacı ideologlarını çileden

çıkaran bir hamleyle kilise ile ortak bir eğitim yasası

üzerinde anlaşmıştır. Kendisi bir tanrı-tanımazdı, ama

idaresi altındaki kitlelerde uysal bir inancın var ol-

maya devam etmesinin faydalarını görebiliyordu. Bu

aslında kendi sınıf egemenliğini kurana kadar özgür-

lükçü ve sözüm ona devrimci olan burjuvazinin bir

kere bu iktidara eriştikten sonra akılcı olmasa da akıllı

olan uzlaşmalara gitmesi ve devrimciliği terk etmesidir.

Bu kurnazlık çerçevesinde din aygıtının elinden hayati

önemdeki işlevler alınır, ama dine de yeni toplumda

muteber bir yer verilir, eski muktedirlerle yeni mukte-

dirler makul bir noktada anlaşır, tanrı inancının içi bur-

juvaziye biat ile yeniden doldurulur.

Aydınlanma düşüncesi acaba burjuvazinin ihaneti ile

sarsılmış soylu bir akım mıydı? Yoksa kendisi de bur-

juva düşünüşünün bir parçası mıydı? Aydınlanma

düşüncesi aslında burjuva bir ideolojidir. Elbette diğer

tüm ideolojik unsurlar gibi Aydınlanma’ya da hakkını

teslim etmeli ve onun içeriğinin, çağrıştırdığı anlam-

lar dünyasının salt burjuva hegemonyası tarafından

tüketilemeyeceğini belirtmeliyiz. Emekçiler de dahil ol-

mak üzere insanlık bilimsel atılımlara, toplumsal bilim-

lerin ortaya çıkmasına çok şey borçludur. İnsanlığın

isyan ideolojileri olan komünizm, anarşizm ve femi-

nizm tarihin derinliklerinden gelen eşitlik isteğinin

olduğu kadar Aydınlanma’nın da evladıdırlar. Ama bu

Aydınlanma diye adlandırılan dönemin ve geleneğin

esas olarak burjuvazinin kendini ortaya koymasının bir

veçhesi olduğu gerçeğini değiştirmez. Aydınlanma’nın

hakim kılmak istediği Akıl’ı ele alalım. Bu akıl acaba

kimin aklıydı? Bu akıl, beyaz, Avrupalı, burjuva ve erkek

bir akıldı. Bu aklın çözüm bulmaya çalıştığı sorunlar,

insanların sömürüldüğü işlikleri daha verimli hale ge-

tirmeye, dünyanın her yerini sınırsız kan ve gözyaşı

pahasına fethetmeye, bireyleri ve toplumu ekonomik,

siyasal, cinsel hegemonyalara biat etmeleri için terbiye

etmeye çalışırken karşılaşılan sorunlardır. Bacon’ın yapa-

bilmek istediği işte bunlardı. Bizim çağımızda yaşasaydı

ve anavatanının bunları yapmakta gösterdiği mahareti

görebilseydi ya sevinçten ağlardı ya da kafayı üşütürdü.

Aydınlanma düşüncesi bir akıl öngörür. Bu akıl

özne, onun inceleme alanı olan doğa ve toplum ise

nesnedir. İnceleyen özne, incelediği nesneden tamamen

bağımsızdır. Onun bir parçası olduğu gerçeği gözden

kaçar. Öngörülen, doğa ve toplum kanunlarının,

11

dosya

Laiklik işte bu noktada ortaya çıkar.

Laik kelimesinin etimolojik kökeni dini

olmayandır. Laiklikle beraber eskiden

dini olan ve dini bir tedrisattan geçmiş

kişilerin idare ettiği işlevler din alanının

dışına çıkarılır.

Page 12: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

dosya

önyargılar ve dini etkiler gibi ampirik ve duyum-

sal olarak temellendirilemez unsurlardan arındırılmış

bir akıl ile kavranması, daha sonra bu kanunlar

çerçevesinde verilecek bir eğitim ile aklın ıslah edilm-

esidir. Yani akıl, olgusal anlam taşımayan değerlerden

arındırılacaktır. Böylece olgular, değerlerin etkisinde

kalınmaksızın gözlemlenebilecektir. Aydınlanmacılar,

kendilerinde bu ayıklamayı yapacak yetkiyi görürler,

peki bu ayıklamada kullanacakları araç olan kendi

akılları ne olacaktır? Yani bu akıldaki önyargı unsurları

ne olacaktır? Önyargılarından arınmamış bir akıl

(arınabilmişi var mıdır?), diğer akıllardaki önyargı

unsurlarını nasıl ayıklayacaktır? Ya da bu ayıklamanın

sınırları nedir? Marx’ın sorusunu sorarsak, eğiticileri

kim eğitecektir? Bu soru, eğitime olan güveni alt üst

eder. Gerçekten de, toplumun iyileşmesi için eğitimin

önemine vurgu yapan kişilerde, kendi eğitilmişliklerine

ve nesnel düşünebilme yeteneklerine bir güven vardır.

Fakat bugün bakıldığında, aydınlanmacıların gelenek ve

dine karşı öne sürdükleri bilim ve akıl, tarafsız ve nes-

nel görünmemektedir. İkinci bir önemli nokta şudur

ki, ne toplum ne de doğa statik ve mekanik değildir,

dinamik ve organiktir. Yani insan eylemi ile her an

yeniden dolayımlanır ve değişirler. İnsan eylemliliğinin

dolayımından bağımsız bir doğa ve ona ait mutlak kural-

lar icat etmek, dahası aynı yola toplum için de öykün-

mek, insanı bu kuralların natüralist boyunduruğu altına

yerleştirmek, eleştirilmesi gereken bir materyalizm

türüdür. İnsanlığın özgürleşmesinin yolu eğitim değil,

eylem ile dünyayı değiştirmek, değiştirirken değişmek,

yaparken öğrenmektir. Türkiye’de de çok yaygın olan

bir görüşün aksine, eğitimin laikleştirilmesi tek başına

tüm sorunları çözecek sihirli bir değnek değildir.

Aydınlanma düşüncesinin tesiriyle 18., 19. ve 20.

asırlar boyunca gerçekleştirilen modernleşmeci reform-

lar, aslında kapitalizmin içinde rahatça yetişebileceği

bir yaşam sahası olarak ulusallığın kurulmasını, bu

ulusallığın bekçisi ve düzenleyicisi olarak modern ulus

devletin tesis edilmesini amaçlar. En ücra yerleşimlere

kadar erişen bürokrasisi ile modern devlet üzerinde muk-

tedir bulunduğu coğrafyalara ve halklara en derininden

nüfuz eder. Hukuk sisteminin modernleştirilmesi ve

standartlaştırılması bir yandan ticaretin güvenliğini

sağlar, bir yandan da kapitalist işveren ile işçiler arasındaki

sözleşmeleri ve kapitalistlerin mülkiyet haklarını garanti

altına alır. Devlet, modern bir vergi toplama sistemi

kurar. Böylece bir yandan kapitalist işliklerin üzerinde

yükseleceği altyapıları inşa etmek için bütçe yaratır, bir

yandan da tabi sınıfl ar üzerinde baskı unsuru olacak

silahlı kuvvetler besler. Bu silahlı kuvvetler bir yandan

da diğer ulusların burjuvaları ile rekabet için, pahalı em-

peryalist savaşlar ve fetihler için gereklidir. Yurdun dört

bir yanını saran eğitim kurumları, yurttaşlara bilimin ve

felsefenin son ufuklarından çok üretime katılabilmeleri

için gereken teknik ve medeni bilgileri verir. Ayrıca

insanları daha çocuk yaşta otoriteye boyun eğmeye

alıştırır. Özet olarak, tüm bu reformlar esas olarak ser-

mayenin hareketliliğinin, özel mülkiyetin, ticaretin

kolaylaştırılması amaçlıdır. Bunlar topluca kapitalizmin

koparılamaz siyasi ve ideolojik veçhesini oluştururlar,

ekonomik veçhesinin krizlerine karşı sigorta işlevi

görürler.

Aydınlanmanın aklı bir dönem sonra restoras-

yonun kurnazlığına dönüşmüştür. Çünkü bu aklın

devrimci bakışlarını yöneltebildiği karanlıklar arasında

kendi temelini oluşturan sömürü ve tahakküm

ilişkileri yoktur. Eğer aynı akıl işçilerin sömürülmesini,

kadınların erkeklerin egemenliği altında oluşunu ve

Avrupa’nın şarkiyatçılığını görememiş ve bu karanlıkları

aydınlatmamış ise bu, kendi bindiği dalı kesmemek

içindir. Bu yüzden özgürlük, eşitlik ve kardeşlik vaatleri

ile seferber edilen emekçi kitleler yarı yolda bırakılmıştır.

Daha sonra aynı değerler ile meydanları dolduran eme-

kçilere 1848’de ve 1871’de en acımasız askeri saldırılar

reva görülmüştür. Bugün Türkiye gibi emekçilerin

sırtında yaşayan bir ülkede 1 Mayıs İşçi Bayramı’nı kut-

12

Aydınlanmanın aklı bir dönem

sonra restorasyonun kurnazlığına

dönüşmüştür. Çünkü bu aklın devrimci

bakışlarını yöneltebildiği karanlıklar

arasında kendi temelini oluşturan

sömürü ve tahakküm ilişkileri yoktur.

Page 13: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

layabilmek için bu kadar sıkıntı çekmemiz bu eziyetler

zincirinin bir diğer halkasıdır.

Demek ki laikliğin ait olduğu düşünce alemine

bakarken kuşkuculuk ve eleştirellik silahlarımızı hiç

elden bırakmamalıyız. Tabi bu bizi tümden bir red-

diyeye de götürmemelidir. Laiklik, ama ideal anlamı

ile laiklik, tüm bu olumsuzluklara rağmen üzerinden

sıçranabilecek bir zemin olabilir. İnsanın bilincini dini

efsanelerden kurtarmak önemlidir. Toplumun işleyiş

kurallarının meşruluk temelinin gökyüzünde aranması

yerine yine toplumda, cismani dünyada aranması daha

iyidir. Ama bu dinsel efsaneleri bertaraf ettikten hemen

sonra yerine burjuvazinin ideolojik efsanelerini koy-

mamak gerekir. Bu ideolojik efsanenin temel dayanağı,

burjuvazinin kendi sınıfsal egemenliğini kurmak için

yürüttüğü işlerin tüm toplumun çıkarına olduğudur.

Burjuvazi kendi çıkarlarını birleşik ve ortak çıkarlar

olarak kurabildiği ölçüde çalışan sınıfl ar üzerinde ideo-

lojik hegemonyasını tesis etmiş demektir.

Alaturka Laiklik

Türkiye’de laiklik anlayışı, dünyadakinden farklıdır.

İdeal bir laiklikte dinin alanı sınırlanır, ama o sınırlar

içerisinde din ve inananlar serbest bırakılır. Herkes

kendi inancını seçmekte hür olur, devlet tüm inanç

biçimleri karşısında eşit mesafededir. Türkiye’de ise

bu anlayıştan ciddi bir sapma olarak Diyanet İşleri

Bakanlığı vardır. 1925’te kurulan Cumhuriyet’in Di-

yanet İşleri Bakanlığı, Osmanlı’daki Şeyhülislamlık

makamının ve Şeriye ve Evkaf Nezareti’nin devamıdır.

Cumhuriyet camilere ve onların personeline, bu per-

sonelleri yetiştiren eğitim kurumlarına bütçeden büyük

bir pay ayırmaktadır. Bu camilerde ve okullarda belli bir

İslamiyet yorumu benimsenmiştir. Bu yorum Sünni-

Hanefi ’dir. Müslümanlık dışındaki dinlerin yanı sıra

Alevilik gibi İslamiyet yorumları da görmezden gelinir.

Yani devlet laik olduğu iddiasındadır ama belli bir inanç

biçimine diğerlerinden daha yakındır. Cumhuriyet’in

laiklik anlayışı hep dinin alanını kısıtlamakla böbürle-

nir. Ama aslında dinin alanını kısıtlamakla kalmamış

onun için toplumsal hayatta önemli bir yer yaratmıştır.

Politikalar dinin modernize edilmesi, akılcılaştırılması

ve güçlendirilmesi amacıyla yürütülmüştür. Mustafa

Kemal ve takipçileri, Bonapart’ı andırır bir biçimde,

kendilerinin din ile ilişkilerinin niteliğinden bağımsız

olarak kitleleri uysal bir İslam’a inandırmaya devam et-

meyi uygun bulmuştur. Bu İslam yorumunda eşitlikçi ve

kardeşlikçi unsurlar geri plana itilir, resmi ideolojinin sınıfsız

toplum efsanesini destekleyici, milliyetçilikle uyumlu yönler

parlatılır. 1982 Anayasası ile Din Kültürü ve Ahlak Bil-

gisi dersi zorunlu hale getirilmiştir. Bu derslerde hepi-

mizin malumu olduğu üzere aynı yüzeysel yorum ön

plana çıkarılır, diğer dinler ve farklı İslamiyet anlayışları

ikinci planda kalır. Dine toplumu bir arada tutucu bir

araç olarak başvurulur.

Alaturka Laikliğimizin bir diğer özelliği gayrimüs-

lim yurttaşlarımızın konumlarıdır. Laiklik gereği insan-

lar etnik ve dini kökenlerinden bağımsız olarak kanun

önünde eşit olmalıdır. Fakat Türkiye’de bir çok kereler

müslümanlara başka gayrimüslimlere başka kanunlar

uygulanmıştır. Bu uygulamaların en iyi örneği Varlık

Vergisi’dir. Bu vergi 2. Dünya Savaşı sırasında haksız

kazançları vergilendirmek bahanesi ile öne sürüldüyse

de sonunda gayrimüslim ve hatta dönme yurttaşların

maddi varlıklarının yağmalanmasına dönüşmüştür. Bu

aslında İttihat ve Terakki’den devralınan müslüman

Türk burjuvazi yaratmak amaçlı milliyetçi politikaların

bir uzantısıdır. Bu çerçevede gayrimüslimlere yönelik

haksızlıklar listesi uzatılabilir.

Görülen o ki, az önce eleştirdiğimiz ve kuşkuyla

yaklaştığımız laiklik anlayışı bile Türkiye’deki laiklik

anlayışından daha iyi bir noktadadır.

Peki günümüzde laiklik elden gidiyor nidalarıyla

meydanları dolduranların eleştirdiğimiz Alaturka

Laiklik’le sorunları var mıdır? Tandoğan, Çağlayan

ve Gündoğdu mitinglerinde yapılan konuşmalar

incelendiğinde görülür ki esas şikayet konusu dinin

eğitimin bir parçası olması, diyanet işleri bakanlığı

değildir. Esas şikayet konusu, doğru dinin değil yanlış

dinin öğretilmesidir. Yani bir din devlet tarafından

öğretilmelidir, halka bir din anlayışı dayatılmalıdır. Ama

bu anlayış doğru olmalıdır, milliyetçi olmalıdır.

Nasıl bir Laiklik?Kuşkusuz bu soru zor bir sorudur. Türkiye gibi çok

çeşitli kültürlerin ve inanışların bir arada yaşadığı bir

ülkede soru daha da zorlaşmaktadır. Bu inanç biçimler-

13

dosya

Page 14: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

dosya

inin tümüne karşı eşit bir mesafede durabilir miyiz? Bu

inanışlardan bazıları kadınların aşağılanmasını ve şiddet

görmesini öngörmektedir. Kuşkusuz bu gibi uygulama-

lara karşı çıkmamız gerekir. Dini anlayışın saldırgan bir

cinsiyetçilik, ırkçılık, sistemli şiddet içermemesi gere-

kir. Bunun gibi birkaç çekince daha konduktan sonra,

sosyalistler insanların dini inanışlarını hür bir biçimde

yaşamasının savunucusu olmalıdır. Elbette dinler sos-

yalizmin temsil ettiğinden başka bir dünya görüşünü

temsil ederler. Ama bu dünya görüşlerinin değişmesinin

yolu yasaklama değil kültürel dönüşümdür.

Kamu kaynaklarının bir dinin yaşatılması için

kullanılması doğru değildir. Arzu eden bir cemaat kendi

ibadet yerini hürce bağış toplayarak inşa edebilmeli ve

yaşatabilmelidir. Burada hizmet görecek din görevlileri

de cemaatin bağışları ile yaşamalıdır. Devlet hiçbir dini

görevliye veya ibadet yerine bütçe ayırmamalıdır. Marx,

rahiplerin eski zaman keşişlerinin yaptığı gibi kapı kapı

dolaşarak bağış toplamasını talep ediyordu. Bu doğru

bir yaklaşımdır. İsteyen kişi kendini dine adayabilir,

dinin öngördüğü biçimde yaşayabilir. Fakat bunun

maddi temeli devletin bütçesi ile değil gönüllü bağışlarla

sağlanmalıdır.

Örneğin Alevi inancının Türkiye’de siyasal iktidarlar

tarafından hor görüldüğü bir gerçektir. Ama sorunun

çözümü devletin Sünniliğin yanında Aleviliği de destek-

lemesi, cemevlerine bütçe ayırması değildir. Çözüm

tüm inançların karşısında gerçekten eşit bir mesafede

durulmasıdır.

Türban meselesiÜniversitelerde türban takmanın yasak olması konusuna

değinmeden bu yazıyı bitirmek yazıyı eksik bırakırdı. Aslında

bu yasak Türkiye’de homojen olarak uygulanmamaktadır.

Örneğin İstanbul Üniversitesi’ne türbanlı öğrenciler giremez.

Ama Boğaziçi Üniversitesi’ne girebilmektedir. Yani kimi

üniversitelerde türban yasakken kimi üniversitelerde fi -

ilen serbesttir. Aynı ülkede, aynı anda iki farklı hukuk

işlemektedir. Daha yoksul insanlar yasağa uymak zo-

runda kalırken varlıklı aileler kızlarını Avusturya

gibi ülkelerdeki böyle bir yasağın olmadığı üniver-

sitelere göndermektedir. Türbanın radikal İslami dünya

görüşünün simgesi olduğu söylenmektedir. Böyle bir

görüşe sahip olduğunuz eğer kadınsanız türbanınızla

sabittir. Peki ya erkekseniz? O zaman “yırtarsınız”. Bu

da bir cinsiyet ayrımcılığını ortaya çıkarmaktadır.

Uygulamada bu gibi ikilikler ve mantıksızlıklar

olmasaydı bile türban yasağı anlamsız bir yasak olur-

du. 28 Şubat’tan bugüne geçen süre göstermiştir ki

yasaklar insanların giyim tarzına tesir edememekte-

dir. Kaldı ki üniversite olduğunu iddia eden bir ku-

rumun türbandan çekinmesi çok komik bir durum-

dur. Eğer üniversite evrensel değerlerin ve bilimsel

düşüncenin öğretildiği bir yerse ve eğer türban bun-

lara kulak tıkayan bir siyasal hareketin simgesiyse,

o siyasal hareketin kendi türbanlı sempatizanlarını

üniversiteye göndermekten çekinmesi beklenirdi. Ne

var ki üniversitelerimiz, belki de bilimsel düşünce

ile aralarındaki mesafenin de bilincinde olarak bu

insanları reddetmekte, onların kendisine tesir etme-

sinden korkmaktadır.

Biz sosyalistler ise türbanlı kardeşlerimizle aynı

mekanları paylaşmaktan çekinmeyiz. Bir kere bu

insanların tümünü belli bir dinsel ideolojinin türdeş

militanları olarak görmeyiz. Çoğu zaman türban bir

çağdışılık değil, örtünme gereğine inanan bir kadının

toplumsal hayata katılırken örtüsüne verdiği bir biçim-

dir. Elbette siyasal bir şeydir, zaten insanların kendi si-

yasal görüşlerini giyimlerine yansıtmaları doğaldır. Eğer

üniforma giyilmeyecekse bu illa ki olacaktır.

Cumhurbaşkanı’nın eşinin türbansız olmasının tüm

yasal prosedürlerin dışında bir kriter olarak benimsen-

mesi, siyasal hayatımıza dair bir tuhafl ık olarak tarihe

geçecektir.

Son

Yazımızı tüm kültürlerin eşit olduğu, ama cinsiyetçilik-

ten, ırkçılıktan uzak bir hüviyet kazandığı, tüm bunları

idare etmeye çalışan bir devletin ve bu inançları kul-

lanan sınıfl arın olmadığı bir dünya hayaline selam ve-

rerek bitirelim.

14

Alaturka laikliğimizin bir diğer

özelliği gayrimüslim yurttaşlarımızın

konumlarıdır. Laiklik gereği insanlar

etnik ve dini kökenlerinden bağımsız

ola-rak kanun önünde eşit olmalıdır.

Fakat Türkiye’de bir çok kereler

müslümanlara başka gayrimüslimlere

başka kanunlar uygulanmıştır.

Page 15: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

Burjuva

Demokrasilerinde

Seçim Üzerine

Burjuva demokrasisinin diğer yönetim biçimle-

rinden kendini gerek tarihsel, gerekse de yapısal

olarak ayırdığı ve sistemin içerisinde bulunduğu

varsayılan o özgürlükçü “öz”ü net bir şekilde dışavurduğu

en önemli anlar hiç kuşkusuz seçim anları olagelmiştir.

Seçim, farklı görüş ve programlara sahip siyasal özne-

lerin tanımlı bir alan içerisinde sözlerini söyledikleri,

iddialarını dile getirdikleri, eyleme geçme izin ve yetki-

sini bizzat halkın kendisinden aldıkları bir süreç olarak

kurgulanmaktadır. Öyle ki bu özneler arasında akılcı

ve/veya gayet keyfi seçimler yapmak ve hatta bu siyasi

öznelerden birinin üyesi olarak neyin nasıl yürüyeceğine

karar vermek oy verme ve/veya aday olma hakkı bulunan

bütün vatandaşların en kutsal görevlerinden birisi olarak

sayılmakta ve yüceltilmektedir.

Antik Yunan’dan itibaren yer yer uygulanagelen bir

yönetim biçimi olarak demokraside, her ne kadar tarihsel

olarak birbirinden farklı pek çok demokrasi modeli saya-

bilmek mümkün olsa da, en azından söylemsel çerçevede

gerek yönetici seçimi, gerekse de belirli konularda bir

sonuca varma konusunda oy aracılığıyla karar alma yön-

teminin sıkça uygulandığını gözlemlemek mümkün.

Belirli ortak özelliklere sahip olan vatandaşların belirli

sınırlar içerisinde seçimlerini “özgürce” yapabildikleri

ve “kendi kaderlerini belirledikleri” bir yönetim sistemi

olarak demokrasinin her şeyden önce bir özgür yurttaş

kavramsallaştırmasına ihtiyaç duyduğunu söyleyebiliriz.

Özgür yurttaşın içeriği ekonomik ve sosyal yapı tarafından

belirlenmiş bulunan çeşitli kriterlere uymak zorunda oluşu

ise “özgürlük” söyleminin zayıf karnını oluşturmakta. Bu

kriterlere uymayanların özgür yurttaş olma ve dolayısıyla

deniz yürür

Belirli ortak özelliklere sahip olan

vatandaşların belirli sınırlar içerisinde seçim-

lerini “özgürce” yapabildikleri ve “kendi

kaderlerini belirledikleri” bir yönetim sis-

temi olarak demokrasinin her şeyden önce

bir özgür yurttaş kavramsallaştırmasına

ihtiyaç duyduğunu söyleyebiliriz.

15

dosya

Page 16: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

özgürlükten “pay alma” şansları bulunmamakta. Örneğin

Antik Yunan’ın doğrudan demokrasiye dayalı yönetim-

lerinde vatandaş pozisyonunda bulunanların sayısının

vatandaş kategorisinin dışında bulunanların sayısına

(köleler, mülksüzler, kadınlar, göçmenler) oranla daha

az olması Yunan demokrasisi efsanesiyle ilgili kafalarda

soru işaretleri oluşmasını sağlıyor.

Tümelin tikele olan üstünlüğünü içgüdü-

sel olarak veya belki de daha samimi bir ifadeyle

şartlandırılmışlığımız sayesinde kabul etmiş mo-

dern bireyler olarak “doğulu despotların ve arta kalan

baldırıçıplaklar”ın kendilerine özgü yönetim sistem-

lerini dikkate almayı önemsemeyip, tarih yazınının batılı

ana damarlarını takip etmeye devam ettiğimizde ilk

olarak Yunan demokrasisinin olgusal olarak gömülme-

sine, fakat sonra özellikle de burjuvazinin tarih sah-

nesine şaşaalı ama itişmeli kakışmalı çıkışıyla birlikte

bir efsane, bir mit olarak yeniden doğuşuna şahitlik

ediyoruz. İktidarın kut ve kan üzerinden kodlanarak

meşrulaştırıldığı bir dünyanın seküler günbatımında,

Yunan’ın “altın” çağının doğrudan demokrasisi burju-

va aydınlarının öykündüğü bir güneş haline gelmişti.

Yurttaşlık kategorisinin burjuva bireyi tanımlayacak

şekilde formüle edilmesiyle birlikte burjuva demokra-

sisinin “sınırlı sorumlu (nam-ı diğer S.S.)” yurttaşı veya

son günlerin güzide tanımlamasına da gönderme yapa-

rak “sözde değil özde” vatandaşı bir “ürün” olarak tarih

sahnesindeki yerini aldı.

Sınırlı sorumlu vatandaşın özgürlüğünün

“başkalarının özgürlüğünün başladığı bir noktada

bittiğini” gözönünde bulundurduğumuz ve seçme

özgürlüğünün diğer sınırlı sorumlu iktidar taliplileri

arasında bir tercihe indirgendiğini gözettiğimizde, bireyin

kendi kaderini tayin ettiği yönündeki söylemin aslında

koca bir yalandan ibaret olduğunu düşünebiliriz. Belli

bir hat ekseninde, sıkı sıkıya tanımlanmış birkaç seçenek

arasında gerçekleşen seçme ediminin, en azından sosya-

list bir çerçeveden bakarak tahayyül etmeye çalıştığımız

özgürlüğe ne kadar yakın olduğu tartışmalıdır. Yine

de burjuvazi eski tarihsel düşmanı aristokrasi ve daha

sonrasındaki düşmanı işçi sınıfı ile girdiği siyasal ikti-

dar mücadelelerinde işeyerek çizmiş olduğu demokratik

özgürlük alanının sınırlarının içine yerleştirdiği seçme

özgürlüğünü söylemsel düzeyde güçlü bir silah haline

getirmeyi bilmiş ve bu çerçevede vatandaşlık kategorisini

sürekli olarak genişletme ve yeniden tanımlama ihtiyacı

duymuştur. Öyle ki aristokrasiye karşı olan savaşımında

ihtiyaç duyduğu gücü köylü ve işçi kitlelerini kendi

yanına çekmekte bulan burjuvazinin elindeki en önemli

kozlardan birisi seküler bir demokrasi retoriği ve her ne

kadar tarihsel olarak pek çok kez kesintiye uğramış olsa

da geniş kitlelerin vatandaşlaştırılması olmuştur.

Siyasal hegemonyanın burjuvazi tarafından ele geçi-

rilmesiyle sonuçlanan sürecin geniş işçi ve köylü kitleleri-

nin daha fazlasını talep etmelerine sebep olan tarihselliği

içerisinde, her ne kadar can sıkıcı kitabi demokrasi

tanımlarında kesinti dönemleri olarak formüle edilme-

ye çalışılsa da, aslında olgusal olarak bakıldığında (ki bu

olgusallık Antik Yunan’da da yer almaktadır) sistemin

tuzu biberi olarak adlandırmadan geçemeyeceğimiz

ve temelini farklı sınıfl ar arasındaki güç savaşımına

dayandırabileceğimiz zorlamalarla, vatandaşlığın

“özdeliğini ve sözdeliğini” yeniden tanımlayan “despot”la

sık sık karşılaşıyoruz. Despotun, tanımlanmış olan özgür-

lük alanının sınırları içerisinde yaşayıp giden vatandaşların

çeşitli sebeplerle bu sınırları yeni baştan tanımlamak için

harekete geçtikleri dönemlerde egemenlerin bekası için

sistemin “id”inin içinden fırlayıveren, görünüşte kaba

ve yıkıcı, ama en azından egemen sınıf için düzenleyici

müdahaleleri, papazın aynı pilavı defalarca yemekten

sıkıldığı noktada demokrasi mitinde içkin bir şekilde bu-

lunan, ama sürekli olarak yok sayılmaya çalışılan bir em-

niyet sübobu olarak değerlendirilmelidir.

Demokrasiyle yönetilen bir sınıfl ı toplumun en

etkili emniyet süboplarından birisi de merkezi bir

yönetim yapısının olmazsa olmazlarından birisi ola-

16

Sınırlı sorumlu vatandaşın özgürlüğünün

“başkalarının özgürlüğünün başladığı

bir noktada bittiğini” gözönünde

bulundurduğumuz ve seçme özgürlüğünün

diğer sınırlı sorumlu iktidar talipleri

arasında bir tercihe indirgendiğini

gözettiğimizde, bireyin kendi kaderini tayin

ettiği yönündeki söylemin aslında koca bir

yalandan ibaret olduğunu düşünebiliriz.

dosya

Page 17: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

rak açılımlanagelen temsil anlayışıdır. Antik Yunan’ın

sitelerden oluşan daha parçalı siyasal sistemi içerisinde

etkili sonuçlar vermiş olan doğrudan demokrasisine

karşı, burjuva toplumlarında temsil üzerinden yürüyen

bir demokrasi modeliyle karşılaşıyoruz. Vatandaşların

kendilerini belli bir süre boyunca kimin temsil ede-

ceklerine karar verdikleri seçim dönemi de merkezi-

yetçi bir demokraside sistemin meşruluğunu sağlamak

açısından önemli bir yerde duruyor. Temsilci seçme anı

burjuva demokrasilerinde vatandaşın siyasal bir kathar-

sis yaşamasının sağlandığı ve kendi kendini yönettiği

yanılsamasının yaratıldığı bir an olarak kurgulanıyor.

Seçim dönemlerinin heyecan verici atmosferi içerisinde

yapılan tercihler sözümona toplumun kaderini belirli-

yor ve bizler yaptığımız bilinçli tercihler sayesinde belirli

bir süreliğine “kut” verme tatminini elde ediyoruz.

“Kut”un tarih boyunca yönettiği kitle için ne

yaptığını bilen veya en azından bunu iddia eden hüküm-

darlara “nasip” olduğu kadar zırdelilere, gözünü kan

bürümüş Othellovari kişiliklere de rastlamış olduğunu

da kabul edersek; kendi bilinçli edimlerimiz sonucun-

da verdiğimiz “seküler kut”un da daha sonra memnun

kalmayacağımız temsilcilere rastlama ihtimalini öngöre-

bilir ve kendi kurmuş olduğumuz bu seküler sistemde

böyle ihtimallere karşı bir sigorta bulunması gerektiğini

düşünebiliriz. Oysa verilen kutu en azından burjuva

demokrasisinin içsel sınırları içerisinde geri almanın

bir formülü bulunmamaktadır. Seçmiş olduğumuz

ve yine sözümona bizi temsil eden temsilcinin

davranışlarını denetleyebilmek ve bizim tercihlerimize

uygun davranmadığını düşündüğümüz noktalarda geri

çağırmak, seçim sisteminin merkezi ve bütünleşik yapısı

çerçevesinde mümkün değildir. Yanlış bir seçim yapmış

olduğumuz durumlarda (ki genellikle toplumdaki seçim

havası geçip de işler eskisi gibi yürümeye başladığında

pek çok seçmenin düşündüğü ve her seferinde yeniden

yaptığı gibi) bir sonraki seçimi beklemek ve büyük ihti-

malle yine yanlış bir seçim yapmak dışında elimiz kolu-

muz bağlıdır.

Sınırlı sorumlu seçmenlerin sınırlı sorumlu siyasi

özneleri seçip, memnuniyetsizliklerini belirtmek için

bir sonraki seçimi beklemek durumunda oldukları, geri

çağırma pratiğinin bulunmadığı demokrasi sistemler-

inde, mevcut kategorileri eleştiren ve bu kategorileri

yeniden formüle etmeye ve hatta ortadan kaldırmaya

yönelik bir programa sahip olan siyasal öznelere karşı

yasama, yürütme ve yargı organlarının ayrılığına dayalı

bir devlet yapısı sistemin bekası için gerekli emniyet ön-

lemlerini alma gücüne yapısal olarak sahiptir. Seçimin

nasıl gerçekleştirileceğinden, parlamentonun nasıl

kurulacağına kadar pek çok kural verilidir ve hatta yeri

geldiğinde seçime katılmak mahkeme, parti kapatma vs.

gibi yollarla engellenir. Dolayısıyla “merkez” siyasetin

ekseninde dönen partilerin ve koalisyonların ardı ardına

iktidara geldiği bir siyasal ortam oluşturulur. Bu nok-

tada seçim barajları da belirli partilerin (bilin bakalım

bu Türkiye’de hangi parti?) parlamentoya girmesini

önlemek amacıyla kullanılır. Öyle ki baraj mantığı

binbir hesapla tam da “istenmeyenlerin” giremeyeceği

şekilde formüle edilip, her seferinde de buna rasyonel ve

matematiksel bir açılım sunulur.

Bütün bu önlemlere rağmen kazalar hiç mi ol-

muyor? Vatandaşların sınırlı sorumlu durumlarından

bunaldıkları ve farklı bir çözüm peşinde koştukları

dönemlerde kendileri gibi sınırlı sorumlu hallerinden

bunalmış siyasal öznelere yöneldikleri durumlar tabii

17

dosya

Page 18: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

ki oluyor. Böyle durumlarda genellikle çeşitli iç ve dış

baskılarla siyasi hareketin elinin kolunun bağlandığına ve

en nihayetinde şaftının kaydırıldığına şahit oluyoruz (bkz.

Daha birkaç sene önce pek çok sosyalistin umut bağlamış

olduğu Lula örneği). Şaftın kibarca kaydırılamadığı za-

manlarda ise savaş borusunu çalmak, despotu uyuduğu

mağaradan çıkarmak ve yapısal işlevini gerçekleştirmesi

için gerekli olan ortamı hazırlamak yeterli oluyor

(biri Allende mi dedi?). Askeri darbe sayesinde sözde

vatandaşların sözde temsilcilerinin şiddet ve kovuşturma

yoluyla bertaraf edilmesi ve vatandaşın “öz”ünün yeni-

den tanımlanması mümkün hale geliyor.

“Öz”ü zorla yeniden tanımlayan despotun hamle-

lerini en iyi niyetlerle olsa bile “demokrasinin kesintiye

uğraması” olarak formüle etmek aslında kapitalist sis-

temde vuku bulan sınıf çatışmasını ve bu çatışmanın

devlet alanındaki tezahürünü göz ardı etmek ve bu

kırılgan yapının üzerini bir demokrasi tülbentiyle örtüp,

mistifi ke etmek anlamına gelmektedir. Siyasetin geniş

topografyası içerisinde seçimin vatandaşa kontrol imkanı

verdiği alan oldukça küçük bir yer kaplamaktadır. Öyle

ki baraj, seçim sistemi gibi yöntemlerle belirlenmiş olan

bu sınırlı alan içerisinde özellikle ezilen sınıfl arın lehine

gündelik hayatın baştan aşağı değişimini önüne koya-

cak bir siyasi öznenin seçilme imkanı oldukça düşüktür.

Böyle bir öznenin seçilmesi gibi hallerde bile savaş

seçimin ve burjuva demokrasisinin ışıltılı vitrininin

dışında süregitmek durumundadır.

Bu noktada temsile dayalı kendi kendini yönetme

yanılsamasının radikal siyasi kayışların önüne set çek-

mek için bir araç olarak kullanılmasından bahsedilebilir.

Kapitalist sistemin ve burjuva demokrasisinin yapısına

yönelik saldırıyı hedef alan bir siyasi öznenin siyaset

topografyası içerisinde geniş bir alan kaplamaya başladığı

ve bu öznenin tasfi yesinin (ki burada sınıfsal niteliği

içinde barındıran ve “kendinde” halinden çıkıp “kendi

için” olmaya başlayan işçi sınıfının siyaset arenası içeri-

sindeki eli kolu olan bir siyasal yapıdan, geleneksel tabi-

riyle partiden bahsediyoruz) yapısal bir krizle, dolayısıyla

da devrimle sonuçlanma ihtimalinin bulunduğu durum-

larda parlamenter sistemin genel topografya içerisindeki

etkisinin, dolayısıyla vatandaşlığın ve ona bağlı olarak

da temsil hakkının genişletilmesinin bir çözüm olarak

kurgulanabildiğini görüyoruz.

Burjuvazinin yasama, yürütme ve yargının ayrı el-

lerde toplanması ilkesini saklı tutarak toplumun genel

gidişatı üzerinde söz hakkı bulunmayan kitlelerin par-

lamenter demokrasi çerçevesinde karar verme haklarını

tanıması ve seçmenliğin sınırını köylüler, işçiler; daha

sonrasında kadınlar, çeşitli etnik gruplar (ABD’de si-

yahlar örneğinde görülebileceği gibi) ve azınlıklara ka-

dar yayması toplumsal rahatsızlıkları ve dipten gelen

talepleri ve isyan çığlıklarını absorbe etme aracı olarak

demokrasinin kullanımına iyi bir örnek teşkil etmekte-

dir. Geniş kitlelerin vatandaş ve seçmen kategorisi içeri-

sine girmeleri tarihsel olarak burjuvazinin bir lütfundan

çok kendi isyankar pratiklerinin bir sonucudur. Dolaylı

veya direkt olarak kazanılmış olan bu hakların her daim

ciddiyetle savunulması gerekmekle birlikte, yurttaşlığın

yaygınlaştırılmasının burjuvazinin aristokrasi ve prole-

taryaya karşı olan sınıfsal savaşımında yer yer güç birliği

yaratmak(özellikle aristokrasiye karşı), yer yer de farklı

aidiyetlerin kendilerini “özgür” bir alan olan parlamen-

to içerisinde temsil etmelerini ve bu sayede “gazlarının

alınması”nı sağlamak amacıyla kullanılmış olduğunu

tespit etmek gerekir.

Vatandaşlığın ve dolayısıyla oy verme ve seçilme

haklarının tarihsel olarak daha geniş kesimlerce elde

edilmesinin yanı sıra özellikle Ekim devrimi, Büyük

Bunalım ve iki dünya savaşını takip eden süreçte bur-

juvazinin hegemonyasının sarsılmasıyla bağlantılı bir

18

Oyun boşa gitmemesi gerektiği

yönündeki retoriğin ve reformlar

aracılığıyla işçi sınıfının bakış açısından

daha iyi bir topluma doğru yol

alınabileceğine yönelik çıkarsamaların

karşısında durmak için burjuvazinin

belirlemiş olduğu parlamenter

coğrafyanın yapısal kırılma noktalarına

vurgu yapmak ve bu vurgu çerçevesinde

nihai çözümün devrimden geçtiğini

ısrarla savlamak gerekmektedir.

dosya

Page 19: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

şekilde ortaya çıkan sosyal devlet yapısı içerisinde ve

sosyal politikaların ve dolayısıyla sosyal demokrasinin

yükselişi ekseninde işçi sınıfının taleplerinin parlamen-

toda eskiye oranla çok daha fazla dile getirilir olmasının

işçi sınıfının uzun vadede elde ettiği siyasal güçle doğru

orantılı olduğu düşünülebilir. Sınıf savaşımının bu süreç

içerisinde gelmiş olduğu noktada sosyal demokrasinin

devrimci sosyalistlerin sistemi yıkıcı ve dönüştürücü id-

dia ve pratiklerinin karşısında sistem içi bir alternatif

oluşturmuş ve (her ne niyetle uygulanmış olursa olsun)

son kertede gerilimi burjuvazinin lehine absorbe etmiş

olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki toplumun mevcut du-

rumundan rahatsız kesimlerin parlamenter alanda temsil

imkanının somut koşullarının oluşmasıyla, sosyalizme

devrim olmaksızın, sistem içi mekanizmaları kullanmak

yoluyla geçilebileceği yünündeki sosyal demokrat tezin

daha yüksek sesle söylenmesi benzer dönemlere denk

gelmiştir.

Bu tespitlerin sosyalistler açısından uzun zaman

önceden beridir bayatlamış olduğu ortadadır, ama top-

lumun “demokrat” olarak adlandırabileceğimiz kesim-

leri açısından hala önemli bir retorik gücüne sahip

olan sosyal demokrasinin özellikle de burjuvazinin

hegemonyasını yeniden tesis ettiği ve amansızca saldırıya

geçtiği son on yıllar içerisinde neden inişe geçtiğini

anlamak ve anlatmak için devrimcilik/reformizm

tartışmasını içselleştirmek ve hala kaldılarsa iyi ni-

yetli sosyal demokratlara karşı sıkılmadan açılımlamak

gerekmektedir. Demokratların sosyal demokrasinin

yükselişte olduğu yıllar içerisinde işçi sınıfının bur-

juvaziye karşı yürüttüğü sınıf savaşımı içerisinde, he-

gemonya burjuvazi tarafından yeniden sağlanana kadar,

temsil ve reformlar yoluyla olası patlamaları önleyici bir

etkide bulunduğu gerçeğiyle yüzleşmeleri şarttır. Benzer

bir şekilde sosyal demokrasinin (burada avro-komüniz-

min adını da anmak gerekiyor) yaşadığı çöküşün burju-

vazinin her alanda yeniden hakim olduğu bir döneme

denk gelmesinin veya çöküşe karşı durmak amacıyla

sosyal demokrasinin en azından kendine biçmiş

olduğu sosyal misyonları ve vasıfl arı yitirişinin bur-

juvazi tarafından sınırları çizilmiş tarihsel konumuyla

ilintili olduğu söylenebilir.

Oyun boşa gitmemesi gerektiği yönündeki retoriğin

ve reformlar aracılığıyla işçi sınıfının bakış açısından

daha iyi bir topluma doğru yol alınabileceğine yöne-

lik çıkarsamaların karşısında durmak için burjuvazinin

belirlemiş olduğu parlamenter coğrafyanın yapısal

kırılma noktalarına vurgu yapmak ve bu vurgu çerçeve-

sinde nihai çözümün devrimden geçtiğini ısrarla sav-

lamak gerekmektedir. Devrim/reform tartışması içe-

risinde sosyalistlerin nihai çözümü devrimde gördükleri

aşikardır, fakat bu yaklaşım onları “reformizm batağı”na

düşmemek için işçi sınıfının mevcut durumunda

iyileşme sağlayacak olan her türlü reformu ciddiye

almadıkları bir pozisyona düşürmemelidir. Sosyalist-

ler tabii ki reformların sürekli hale getirilmesiyle sis-

temin dönüştürülebileceği yönündeki reformist tezin

karşısında, sistem içinde kazanılan her türlü başarının

sonucunda alanlarının burjuvazi tarafından uygulanan

çeşitli tecrit politikaları aracılığıyla daraltılacağını ve sis-

tem içi reform taleplerinin başarısının genel toplumsal

muhalefet içerisindeki etkileriyle bağlantılı olduğunu

bilirler ve zurnanın zırt diyeceği yeri öngörmeleri ve

hazırlanmaları gerektiğinin farkındadırlar; fakat bu

durum yine de sosyalistler lehinde veya aleyhinde bir

kırılmanın gerçekleşeceği ana kadar çeşitli kazanımlar,

işçi sınıfının durumunu iyiye götüren çeşitli reformlar

elde edilmesi için uğraşmanın önünde bir engel teşkil

etmemektedir. Tam tersine bu tip kazanımlar sosyalist-

lerce kendi propaganda imkanlarını genişletebilmeleri

ve kendileri tarafından (burjuvazi tarafından değil!)

tanımlanmış olan siyaset alanı içerisinde pozisyon ka-

zanabilmeleri açısından önem taşımaktadırlar.

Reformist bir hatta kaymayan, ama reformları

gözeten bir sosyalist siyaset için burjuvazi tarafından

tanımlanmış olan o “kutsal” alan, yani parlamento

içkin eleştiri yapmak, kendi programını dillendirmek,

burjuvazinin tanımlamış olduğu sınırlar içerisinde geri

çağırmasız, kontrolsüz “temsil”e, bu haliyle seçme ve

seçilme edimlerine saldırmak ve en nihayetinde işçi

sınıfının gündelik kazanımlarını genişletmek için re-

form taleplerine destek vermek için kullanılabilecek bir

alandır, fakat daha fazlası için niyetlenmek ve parlamen-

toya girmeyi sosyalist politikanın merkezine oturtmak

tarihsel yemi bir kez daha yutmak anlamına gelecektir.

Bu yemi daha önce yutmuş olanların(sanıyorum yine

avro-komünizmi anmak gerek!) geldikleri noktaları

gözönünde bulundurarak sosyalistlerin ateşle olan

imtihanlarında en nihayetinde mecliste değil, sokaklarda

başarı elde etmeleri gerektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.

19

dosya

Page 20: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

dosya

Siyasetin Sanallaşması

Cumhurbaşkanlığı seçimiyle başlayan süreç,

yaşanan siyasi gerilimler, kamplaşmalar, geniş

katılımlı mitingler, e-muhtıralarla birlikte

hızla tırmandı ve çözüm erken seçimde bulundu.

Erken seçimin özellikle laiklik/anti-laiklik karşıtlığı

üzerinden türeyen gerilimlere ilaç olup olmayacağını

öngörebilmek, ülkenin her an yeni bir gelişmeyle

“çalkalandığı” bu günlerde oldukça zor gözüküyor.

Çekine çekine de olsa artık “üstyapısal” diye nitelemek

zorunda kaldığımız bu tartışmaların bütün gürültü ve

patırtısından sıyrılıp erken doğmuş veya geç kalmış

bu seçimi, özellikle 70’li yılların ortasından itibaren

şekillenen süreçte kapitalist dünyanın seçimleriyle il-

gili yapılan “siyasetin sanallaşması” tespitiyle birlikte

değerlendirerek genel bir çerçeve çizmek, tikelin hızlı ve

tüketici atmosferine atlarken kılavuz çizgilerimizi kay-

betmemek ve “karmaşanın içinde, karmaşadan uzakta”

bir pozisyon alabilmek için zorunlu gözüküyor.

Büyük harfl e yazılan “Seçim”e yönelik süregiden

tartışmaların özellikle sosyalist ve anarşist diskurda es-

kiden beridir kendine yer bulduğunu ve tespitlerin

çoğuna aşina olduğumuzu da gözeterek tartışmayı

daha çok kapitalizmin yeni bir kisveye büründüğü

(tabi bu kapitalizmin baştan aşağıya değiştiği ve artık

yepisyeni bir “şey”e, “tanımlanamayan sömüren cisim”e

dönüştüğü anlamına gelmiyor.) neoliberal döneme özgü

siyasetin sanallaşması kavramsallaştırması çerçevesinde

şekillendirmeye çalışacağız.

“Siyasetin sanallaşması” kavramsallaştırmasının

genel olarak önem kazandığı dönemin postyapısalcı ve

deniz yürür

Bu seçimi, özellikle 70’li yılların ortasından itibaren şekillenen

süreçte kapitalist dünyanın seçimleriyle ilgili yapılan “siyase-

tin sanallaşması” tespitiyle birlikte değerlendirerek genel bir

çerçeve çizmek, tikelin hızlı ve tüketici atmosferine atlarken

kılavuz çizgilerimizi kaybetmemek için zorunlu gözüküyor.

20

Page 21: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

postmodernist çözümlemelerin öne çıktığı bir dönem

olduğunu ve kavramsallaştırmanın özellikle küreselleşme

tartışmaları ekseninde sıkça kullanıldığını göz önünde

bulundurduğumuzda, siyasetin sanallaşması olgusunu

postyapısal ve postmodernist diskurun kavramsal

düzlemi içerisinde bir yere oturtmak bir zorunluluk

halini alıyor. Bunun için de her şeyden önce sanal ve

sanallaşma kavramlarını postyapısal çerçeve içerisinde

betimlememiz ve sonrasında olgusal bir çerçeveye geçiş

yapmamız gerekiyor.

Sanal ve Sanallaşma

Sanalın kendisini bir realite olarak dayatabilmesinin

önkoşullarından birisi sanal gerçekliğin oluşmasıdır.

Sanal gerçeklik ise simülasyonun belirlediği sınırlar

içerisinde şekillenir. Gerçekliğin sanal ortamdaki tem-

silinden oluşan simülasyon, kendisini imlediği nes-

neler dünyasından koparması ve yeni bir gerçeklik

yaratmasıyla, daha net bir tabirle imgenin temsil ettiği

gerçekliği temsil etme yetisini kaybetmeye başladığı

noktada sanal gerçeklik ortaya çıkar. Sanal gerçekliğin

olmazsa olmaz koşullarından birisi temsil yeteneğini

kaybetmiş imgenin kendi gerçekliğini, bu gerçeklik

üzerine kurulmuş ve temsil yeteneğini gerçekleşmiş olan

kopuş aracılığıyla vareden/varetmiş sayılan sonsuz sayıda

yeni imgeyle desteklemesi; sanallığının, dolayısıyla

“gerçekliğinin” içsel sınırlarını belirlemesi ve pek çok du-

rumda gerçeklik alanını genişletmesidir. Nesnelerle olan

bağlantısı silikleşmiş olan imge, yarattığı gerçekliğin

sınırları içerisinde kendisine referans veren pek çok im-

geyle birlikte içsel olarak tutarlı olma ve yayılma eğilimi

gösteren, ama bir yandan da kendi temsil noktasını, yani

simülasyonla yeni bir “nesnel gerçeklik” olarak sanal

gerçeklik arasındaki geçişi, bulanıklaştırması sebebiyle

açık veren bir gerçeklik yapısı oluşturur.

Bu bağlamda sanalın gerçekle olan bağlantısı pek

çok postyapısalcının görmezden gelme eğiliminin

aksine sırf Lacancı/ Zizekçi anlamıyla küçük, demir

bir gerçeklikle ilişkisi olması ve bu bağlantı noktasını

perdelemesi sebebiyle kurulabilmektedir, çünkü

simülasyonun kendisi de her ne kadar çıkış noktasını

bulandırmaya çalışırsa çalışsın en nihayetinde bir

üründür.

Siyasetin sanallaşması kavramsallaştırmasının

içinde demir gerçeklikle bağlantı kurabileceğimiz nok-

ta aslında “sanallaşma” kavramında içkin bir şekilde

kendine yer bulmaktadır. “Sanal olma” durumuna,

yani devinimsiz, mutlak bir “gerçeklik” durumuna

geçme halini ister istemez betimleyen ve bizce olgusal

olarak betimlemek zorunda kalan “-laşma” eki, sanallık

kavramına ancak yapının kendisini sürekli olarak

yeniden yaratması (yapının özkurallaması) sayesinde

(ki zorlama olara)yerleştirebileceğimiz tarihselliği,

kapıdan kovarken, bacadan içeri almaktadır.

Bu açıdan bakıldığında siyasetin sanallaşması

yaklaşımı kavramsal olarak da tarihsel bir sürece,

yani simülasyonla gerçeklik arasındaki bağlantıya(ki

burada bahsi geçen gerçeklik kesinlikle pozitiviz-

min “nesnel” gerçekliği anlamında kullanılmamakta,

göreli yapısıyla, bir iktidar alanı olarak gerçeklikle

ilişkilendirilmektedir) referans vermektedir.

21

dosya

Bu bağlamda sanalın gerçekle olan bağlantısı

pek çok postyapısalcının görmezden gelme

eğiliminin aksine sırf Lacancı/ Zizekçi

anlamıyla küçük, demir bir gerçeklikle

ilişkisi olması ve bu bağlantı noktasını

perdelemesi sebebiyle kurulabilmektedir,

çünkü simülasyonun kendisi de her ne

kadar çıkış noktasını bulandırmaya çalışırsa

çalışsın en nihayetinde bir üründür.

Page 22: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

dosya

Siyasetin Sanallaşması

Siyasetin sanallaşması kavramsallaştırması en genel

anlamıyla tek kutuplu dünyada siyaset adı verilen ku-

rumun sınırlarının net bir şekilde çizilmiş olduğu; si-

yasetin, merkezinde ekonominin bulunduğu altyapısal

öğelere temasının en aza indirgendiği, süregiden bütün

siyasi tartışmaların üstyapının çeşitli katmanları içe-

risinde cereyan eden değişimler ve dolayısıyla gerilimler

ekseninde döndüğü saptamasına dayandırılıyor. Post-

modern dünyada, daha net bir şekilde ifade etmek gere-

kirse küreselleşme paradigması içerisinde kitlelerin hangi

siyasi odağı seçtiğinin bir önemi bulunmamakta, çünkü

artık seçeneklerin her biri diğerinden sadece birkaç

noktada farklılaşıyor ve bu farklılaşmaların hiçbirisi sis-

temin temel dayanak noktaları ve yapısıyla ilgili değil.

Özellikle ABD demokrasisi üzerinden verebileceğimiz

bir örnekle artık “demokratlar”ı veya “cumhuriyetçiler”i

seçmek bir anlam ifade etmiyor. Her iki partinin

ekonomiyle ilgili planları, projeleri ve çözüm önerileri

birbirine benziyor. Siyaset arenasının sansasyonelliği,

magazin dünyasının sansasyonelliğini çağrıştırmakta.

Bir yanıyla gündem sürekli olarak değişirken, gündemi

belirleyen olaylar dizisi “vatandaş”ın hayatını çok az et-

kilemekte. Bireylerin hayatlarının gerçekten etkilendiği

noktalar ise küreselleşme sürecinin gerektirdiği üzre,

kamusal alanın tasfi yesi, sosyal devletin budanması, her

alanda yürürlüğe konan özelleştirme politikaları sonu-

cunda yaşam kalitesinin düşmesi, yoksulluğun, açlığın

ve sefi lliğin artması.

Bu sonuçlara sebep olan yapının dinamikleri ise

hükümetlerin, partilerin ve onların “karizmatik” lid-

erlerinin ulaşabileceğinin ve değiştirebileceğinin çok

ötesinde. Dolayısıyla özellikle seçim dönemlerinde

etkisini geniş kitleler nezlinde arttıran, fakat seçimin

sonrasında da herhangi bir yapısal dönüşümle

sonuçlanmayan bir “oyun” oynanmakta.

Kavramsallaştırmanın bu haliyle siyaset arenasının

başlı başına bir simülasyona dönüştüğünü, özne-

lerin (gerek seçilenler, gerekse de seçenler babında)

kendi nedenselliklerini bu sanal gerçeklik içerisinde

yitirdiklerini ve özellikle kapitalizmin kendi ken-

dine çalışan bir makine olarak tasvir edebileceğimiz

küreselleşme aracılığıyla kendini sürekli olarak yeniden

yapılandırdığını söyleyebiliriz. Bu noktada makinenin

beyni olarak çokuluslu şirketleri ve dişlileri olarak da

IMF, Worldbank gibi uluslararası fi nans kurumlarını,

MAI ve GATS gibi uluslararası anlaşmaları ve de seçim-

le işbaşına gelmeyen bürokrat ve teknokratları betim-

leyebiliriz.

Küreselleşme makinesinin gücü karşısında siyase-

tin gerçeklikle bağlantısını başarıyla koparmış olan bir

simülasyon olarak içler acısı bir halde bulunduğu fi krine

sahip olmamız işten bile değil. Üstüne üstlük geçelim

cumhuriyetçilerle liberalleri, önümüzdeki seçimlerde

oyların bölüneceği iki kutba, yani AKP ve CHP’nin

parti programlarına, eylem planlarına baktığımızda da

bunu rahatlıkla görebiliyoruz. İki parti de AB ile ilişkileri

sürdürecekleri ve AB kriterlerini uygulayacaklarını,

özelleştirmelere devam edeceklerini, IMF gibi

kuruluşların dayattığı programları uygulayacaklarını

söylüyorlar.

Sonuç olarak bu iki partiden birisine oy atmayı ter-

cih ettiğimizde en nihayetinde neoliberal politikaların

ülke çapında uygulanmasını tercih etmiş olacağız ve

tabii ki bu durum işçi sınıfının üyeleri olarak yaşam

koşullarımızda herhangi bir iyileşme olmamasıyla

sonuçlanacak.

22

Küreselleşme makinesinin gücü karşısında siyasetin gerçeklikle bağlantısını başarıyla

koparmış olan bir simülasyon olarak içler acısı bir halde bulunduğu fi krine sahip olmamız işten bile değil. Üstüne

üstlük geçelim cumhuriyetçilerle liberalleri, önümüzdeki seçimlerde

oyların bölüneceği iki kutba, yani AKP ve CHP’nin parti programlarına, eylem

planlarına baktığımızda da bunu rahatlıkla görebiliyoruz.

Page 23: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

Siyasetin sanallaşması tespitinin bizi somut ve bizce

doğru bir sonuca getirdiğini kabul etmek gerekiyor.

Gerçekten de programların daha çok yöntemle ilgili

olarak farklılaştığı, ne yapılması gerektiğinin siyaset ku-

rumunun dışında bir yerlerden belirlendiği bir toplum-

sal düzlemde simülasyonun yarattığı sanrılar içerisinde

kaybolmak yerine, simülasyonun varlığını kabullenmek

daha akılcı gözüküyor. İktidarın yaşamın bütün hücre-

lerine yayıldığı böyle bir düzlemde seçimlerin olduğu

kadar siyasetin de bir anlamı kalmıyor. Bu noktada

tespitin bizi doğru bir yere getirdiğinden bahsedebili-

riz, ama bize bir yol sunmayı başaramadığını da kabul

etmeliyiz. Sanırım bu çıkmazdan kurtulabilmek için

simülasyonun oluştuğu, dolayısıyla imgenin kendi tem-

sil yeteneğini kaybedip, üzerine yeni imgeler eklediği

yere, demir çekirdeğe, “-laşma” ekinin vuku bulduğu

alana bakmamız gerekiyor.

Simülasyonun Tarihsel Arkaplanı

Siyaset simülasyonunun ortaya çıkışıyla, neolibe-

ral ekonomi politikalarının hakimiyet kazandığı ve

dolayısıyla küreselleşme adı verilen sürecin başladığı

dönemin aynı tarihsel dönem olduğu söylenebilir.

1970’lerin ortasından itibaren başlayan ve geçen onyıllar

içerisinde bütün dünyayı etkisi altına alan bu süreç içe-

risinde uygulanan ve hızla güç kazanan neoliberal uygu-

lamalar sonucunda sosyal devlet olgusunun aşındığını

ve zamanla yok olma durumuna gelmiş olduğunu

görüyoruz.

ABD’de Reagan, İngiltere’de Th atcher

yönetimlerinin(her ne kadar Reaganizmin askeri har-

camalara aşırı önem vermesi sebebiyle Th atcherizm

ile arasındaki nüanslara dikkat edilmesi gerektiği

vurgulanmış olsa da) neoliberal ekonomi politikalarını

en azından burjuvazi açısından olabildiğince başarıyla

yürürlüğe koymuş olduğu 80’li yılların ardından, özel-

likle Sovyetler Birliği’nin yıkılışıyla birlikte, 90’larda

çift kutuplu dünyanın sona erdiği ve ABD’nin bu

süreçten dünya çapındaki egemenliğinin herkes

tarafından kabul edildiği bir dönemle karşılaşıldı.

ABD’nin bu amansız hegemonyası sayesinde neoliberal

ekonomi politikalarının bütün dünyaya yayılma süreci

hızlanmıştır.

Neoliberalizmin otuz yılı içerisinde sosyal devletin

çeşitli özelleştirme/ticarileştirme politikaları çerçeve-

sinde budanmış olduğunu rahatça gözlemlemek müm-

kündür. Öyle ki her ne kadar yöntemsel olarak çevrim-

sel bir tarih anlayışından köşe bucak kaçmayı tercih

etsek de, kapitalizmin son on yılında gelmiş olduğumuz

noktayı küresel ölçekte, yüzyıl ortasındaki kapitalist

dünyadan daha çok 20. yüzyıl başındaki kapitalist dün-

yaya benzetebiliyoruz.

Bu bağlam içerisinden bakıp sanallaşmanın başladığı

noktayı, o demir çekirdeği aradığımızda özellikle sosyal

devletin tasfi yesi olgusunu, daha net bir ifadeyle sosyal

devletin bir “olgu” olma durumunu yaratan tarihsel

dinamikleri merkeze oturtmamız gerekiyor. İki dünya

savaşı, 29 krizi, Ekim devrimi ve benzer ayaklanma ve

23

dosya

Page 24: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

dosya

devrim girişimleriyle şekillenen sürecin belki de en gür-

büz çocuğu, burjuvazinin toplumsal hegemonyasını “iç

ve dış düşmanlar”a karşı ilkönce savunma, sonrasında ise

yeniden tahsis etme işlevi gören “sosyal devlet” olmuştu.

Sosyal devletin sınıfl arüstü bir hakem pozisyonunda

durduğu(en azından teorik düzeyde) ve çıkarları birbi-

rinden farklı sınıfl arı (ısrarla tırnak içinde!) bir “uzlaşma”

zemini üzerinde buluşturduğu bir sistemin yerini kamu-

sal alanın hızla tasfi ye edildiği, emekçiler lehine olan her

türlü ekonomik, siyasi, örgütsel hakkın sınıfın elinden

alındığı, devletin görevlerinin yeniden tanımlandığı bir

sisteme bırakmasıyla ilgili yapılabilecek en önemli tes-

pit herhalde burjuvazinin 70’lerin ortalarından itibaren

eski hegemonyasını yeniden kurmayı başarmış olduğu

tespitidir. Hegemonyanın burjuvazi lehine yeniden tesis

edildiği bu dönemde devletin olduğu kadar siyasetin de

yeni-eski kırmızı çizgileri yeniden tanımlanmıştır.

Nasıl ki devlet sınıfl ararası bir hakeme duyulan

ihtiyacın doğal bir sonucu olarak büyüdüyse, siyasetin

alanı da bu “uzlaşma zemininin” yaratılmasının doğal

bir sonucu olarak genişletilmiştir. Günümüzde ise, ki bu

gelişme siyasetin sanallaşması kavramsallaştırmasının

oluşmasına zemin hazırlamıştır, uzlaşma zemininin

siyaset ekseninde yaratılma eğiliminin eskiye oranla

ve tabiî ki küresel bir hegemonya sağlamış olan bur-

juvazinin rahatlığıyla da ilişkili olarak önemsizleştiği

düşünülebilir. Hegemonyanın burjuvazi lehine yeniden

tahsis edilmesinin doğal bir sonucu olarak kamusal alan

ve devlet daraltılmıştır. Bu gelişmeyi ulus devletlerin

ortadan kalktığı şeklinde okumak yerine ulus devletin

misyonunun özellikle de güvenliği ön plana çıkaracak

şekilde yeniden(ki buradan Reagan politikalarıyla

yeniden bağlantı kurabilmemiz mümkün hale geliyor)

tanımlandığı şeklinde yorumlamak gerekir.

Simülasyonun bağlı olduğu demir çekirdek, ulus

devletin ortadan kalktığı yanılsamasının ortaya çıktığı

tarihsel süreçtir. Siyasetin sanallaşması ve ulus dev-

letin tasfi yesi gibi söylemler her ne kadar çokuluslu

şirketleri, IMF, Worldbank gibi kurumları ve onların

teknokratlarını hedef göstermek ve ilgiyi o alana çekmek

konusunda başarılı olsalar da, simülasyonu oluşturan

özneyi, en saf ve bütünleşik haliyle tanımlamadıkları ve

imgenin imleme yetisini(örneğimizde) bilerek kaybettiği

anı gözden kaçırdıkları için, öznesiz ve nesnesiz bir düz-

lem yaratmaktadırlar. Bu noktada illa ki bir özne ve de bir

nesne aramaktan yorulmayanların, dolayısıyla hala umu-

dunu kaybetmeyenlerin tutunmaları gereken entersüb-

jektif “gerçek” burjuvazinin toplumsal hegemonyasını

kazandığı ve bunun gerektirdiği şekilde diğer özneleri

kendi çizdiği sınırlar çerçevesinde yeniden tanımladığı

gerçeğidir.

Gerçekliğin Simule Olduğu NoktaBu noktada gerçekliğin nerede simülasyona dönüştüğünü

kavramsal bir şekilde açılımlamak gerekmekte-

dir. “-laşma” ekinin gerektirdiği tarihsellik, “siyaset”

kavramının yapısal kurgulanışıyla tezat oluşturmaktadır.

Öyle ki sanal olma durumuna doğru tarihsel bir hareketi

24

Mistifi kasyonun siyaset kavramında

yoğunlaşmasının esas sebebi, kavramın

sınırlarının tarih içerisinde sürekli olarak

yeniden çizildiğinin ve bu sınırları yeniden

çizme faaliyetinin sınıfl ar arasındaki

top-lumsal hegemonya mücadelesi ile

ilişkili olduğunun gözardı edilmesidir.

Dolayısıyla bu kavramsallaştırma aslında

siyaseti burjuvazi tarafından sürekli

olarak yeniden tanımlandığı bir zemin

olarak algılamakta ve bunu yaparken de

kendisini “iktidarın her yerde olduğu” bir

topografyaya hapsetmektedir.

Page 25: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

imleyen “sanallaşma” kavramı dinamikken, “siyaset”

kavramı tarihsellikten uzak bir şekilde, bir yapı öğesi

olarak tanımlanmıştır. Oysa ki siyaset kavramının da

her kavram gibi bir tarihi vardır. Bu tarihselliği atlayıp,

kavramı zamanda asılı bir hale getirdiğimizde imgenin

imlediği nesneden uzaklaşıp, sanal gerçekliğin oluşması

için gerekli olan kapanmayı ve dolayısıyla demir çekir-

dekle arasındaki bağlantıyı mistifi ke etmeyi başardığını

görüyoruz.

Mistifi kasyonun siyaset kavramında yoğunlaşma-

sının esas sebebi, kavramın sınırlarının tarih içerisinde

sürekli olarak yeniden çizildiğinin ve bu sınırları yeniden

çizme faaliyetinin sınıfl ar arasındaki toplumsal hege-

monya mücadelesi ile ilişkili olduğunun gözardı edilme-

sidir. Dolayısıyla bu kavramsallaştırma aslında siyaseti

burjuvazi tarafından sürekli olarak yeniden tanımlandığı

bir zemin olarak algılamakta ve bunu yaparken de

kendisini “iktidarın her yerde olduğu” bir topografyaya

hapsetmektedir. Kaçış çizgilerini bulabilmek için siya-

set alanının aslında hegemonya mücadelesi ekseninde

sürekli olarak yeniden belirlendiğinin ve bu yeniden be-

lirlenme ediminin bile başlı başına bir mücadele alanı

olduğunu fark etmek gerekmektedir. Siyasetin tam da

burjuvazinin belirlediği kalıplar içerisinde ve yasal par-

tilerin katıldığı seçimler ekseninde değerlendirilmesi si-

yasetin sanallaştığı tespitine giden yolu açacaktır.

Oysa ki siyasetin sınırları belirlendiği ve aksettirildiği

üzre parti büroları ve seçim sandıklarından ibaret

değildir. Burjuvazinin hegemonyayı ele geçirmiş olduğu

bir dönemde siyasetin alanını yeniden tanımladığını,

daralttığını tespit etmek ve bu yeniden tanımlamaya karşı

çıkmak için tıpkı 68’in çocuklarının yapmış oldukları

gibi kaldırımın altındaki kumsalı aramak gerekmekte-

dir. Siyaseti steril merkez sağ ve sol partilerin etkisinden

çıkarıp, gerçekten ait olduğu yere, en azından biz sos-

yalistler tarafından ait olduğunu düşündüğümüz yere,

yani işlikler ve sokaklara taşınması gerekmektedir. Başka

türlü küreselleşmenin “gerekliliklerinden”, uluslararası

fi nans kurumlarının ekonomik dayatmalarından ve

burjuvazinin kendi çıkarları doğrultusunda tanımlamış

olduğu “kader”den kurtuluş gözükmemektedir. Oyu-

nu bozmanın yolunun, kuralına göre oynamamaktan

geçtiği gözönünde bulundurulursa seçimler sosyalistler

açısından çok da büyük önem taşımamaktadır.

Yine de burjuvazinin tanımladığı sınırlar içeri-

sinde sandık başına gitme ve oy verme ediminin pek

çok zaman bireyler nezlinde siyasi hakların kullanılmış

olduğuna yönelik bir “siyasi katharsis” etkisi yarattığı

gözlemlenmelidir. Biz sokağımızdaki kaldırım taşlarının

rengine bile karar veremezken, dört yılda bir oy vere-

rek egemenliğin millette olduğunu, kendi kendimizi

yönettiğimizi savlayan burjuva ideolojisinin yarattığı

katharsis’i, demokrasiye yönelik bir iman tazeleme ak-

tivitesine dönüşen seçimlerde akılcı ittifaklar ve ham-

leler gerçekleştirip, “yabancılaştırma efektleriyle” boz-

mak, son kertede burjuvazinin tahakkümüne dayalı

bu sistemin ışıltılı vitrini olan burjuva demokrasisini

afi şe etmek gerekmektedir. Siyaset simülasyonunun

merkezine en azından birkaç kişiyi sokmak ve yüksek

sesle “bu bir simülasyondur” dedirtmek çizilmiş olan

sınırları ihlal etmemiz anlamına gelecektir. Tabi ne ka-

dar yabancılaştırma efekti katarsak katalım, yine de asli

görevimizin oyunu tümden bozmak olduğu aşikardır.

Oyun salonunu yıkmak için ise oylara değil, işliklere,

sokaklara ve dolayısıyla kaldırım taşlarının altındaki

kumsala ihtiyacımız var.

25

dosya

Page 26: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

dosya

Seçim Sistemleri ve

Dışlama Mekanizmaları

19. yüzyılın en önemli düşünsel hareketleri

olarak milliyetçilik, sosyalizm ve

demokrasi üçlüsü gösterilmektedir.

Çünkü 19. yüzyıldan itibaren ve bütün 20. yüzyıl boyun-

ca dünya üzerinde bu üç düşünce akımı etkin olmuştur.

20. yüzyılın sonlarına doğru sosyalist diye bilinen ülke-

lerin dağılmasıyla birlikte artık sosyalizm düşüncesinin

çöktüğü; yine benzer şekilde neo liberal küreselleşmeyle

beraber ulusal sınırların öneminin kalmadığı, dolayısıyla

milliyetçiliğin de anlamsız hale geldiği sıkça söylenmek-

tedir. Bütün bu söylemlerin belli düzeylerde haklılık

payı olmakla birlikte, dünyanın yapısal görünümünün

aslında hala bu söylemlerle tam olarak örtüştüğü iddia

edilemez. (Asıl konumuz olmadığı için bu tartışmaları

geçiyoruz.)

Bunların yanında, özellikle doğu bloku sosyalist

ülkelerinin dağılmasıyla birlikte 20. yüzyılın sonun-

da “demokrasi” düşüncesinin mutlak zafer kazandığı

düşüncesi hakim olmuştur. Burada demokrasiyle ka-

pitalizmin adeta özdeş olarak kabul edildiğini fark et-

meliyiz. Yani bir ideolojik çarpıtma söz konusudur. 19.

ve 20. yüzyıla baktığımızda sosyalistlerin de en az mil-

liyetçi-liberal-burjuvazi kadar demokrasi söylemini sa-

hiplendiklerini görebiliriz. Hatta sosyalizm düşüncesi

içerisinde demokrasinin içerildiği dahi çok rahatlıkla

iddia edilebilir. Biraz da bu bakışın getirdiği bir şey

olarak sosyalistler tarafından demokrasi vurgusu pek

yapılmamıştır. Halbuki kapitalizmi savunanlar sürekli

olarak (sistemin ortaya çıkardığı faşizmlere rağmen)

demokrasi kavramına vurgu yapmışlardır.

Bu bağlamda, bu yazıda burjuva demokrasisinin

meşruiyet kaynağı ve yaşanma biçimi olan seçimlerin

nasıl gerçekleştirildiği Türkiye özelinde izlenecektir.

Türkiye’yi seçmemizin nedeni bir ay sonra, 22

Temmuz’da gerçekleştirilecek milletvekili seçimleridir.

Çünkü seçim dönemleri bir ülkenin ne kadar demokra-

tik olduğunu, burjuva demokratlarının da ne kadar

demokrat olduklarını görmemiz açısından oldukça

fazla materyal sunmaktadır; diğer yandan böyle bir

dönemde tarihsel bilgilerimizi tazelememiz, hafızamızı

yoklamamız büyük bir önem arz etmektedir.

Seçimlerin önemli bir meşruiyet kaynağı olduğunu

hepimiz bilmekteyiz; fakat seçim sistemlerinin ve uygu-

lanan usullerin, hesaplama tekniklerinin de bir o kadar

önemli olduğunu çoğu zaman unuturuz, hatta önemse-

meyiz bile. Bu yazıda, unuttuğumuz, fark etmediğimiz

veya önemsemediğimiz seçim uygulamaları üzerinde

durulacaktır.

Türkiye’de Seçim Uygulamaları Türkiye’nin seçimlerle tanışması 1876’da Kanun-

i Esasi’nin kabulü ile başlayan bir süreçtir. 1877’de

çıkarılan ıntihab-ı Mebusan Kanunu ise, bazı değişiklikler

yapılarak, 1943 seçimleri de dahil olmak üzere cumhuri-

yet döneminde de uygulanmıştır. Örneğin, ‘genel oy

hakkı’ ilkesi getirilmiş (daha önce mülkiyet sahibi olmak

gerekiyordu), subayların oy kullanmaması uygulaması

sona erdirilmiş, seçmen yaşı 18’e indirilmiştir. Bu

dönemde, yani 1877-1943 arasında yapılan seçimlerin

en önemli özelliği ise iki dereceli olmasıdır. Şöyle ki, önce

1. derece seçmenler 2. derece seçmenleri seçmektedir,

daha sonra bu 2. derece seçmenler mebusları seçmekte-

dirler. Buradaki mantık, ilk derecedeki seçmenlerin me-

bus seçecek bilgi ve duyarlılıklarının yeterince olmadığı

şeklindedir. Dolayısıyla beklenmedik sonuçlara karşı bir

önlem olarak iki dereceli seçim sistemi uygulaması uzun

sami yılmaz

Seçimlerin önemli bir meşruiyet kaynağı olduğunu hepimiz

bilmekteyiz; fakat seçim sistemlerinin ve uygulanan usulle-

rin, hesaplama tekniklerinin de bir o kadar önemli olduğunu

çoğu zaman unuturuz, hatta önemsemeyiz bile.

26

Page 27: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

süre devam ettirilmiştir. 1945’den itibaren ise tek derece-

li seçim sistemleri uygulanmaya başlanmıştır. Temsil

mekanizmasının malum sorunları düşünüldüğünde,

ikinci dereceden temsil uygulamasının kaldırılmasının

büyük bir önem arz ettiği ortadadır. Yine bu dönemin

diğer bir uygulaması ‘çoğunluk’ sistemidir. Yani seçilmek

için oyların salt çoğunluğunu almak gerekmektedir. Bu

uygulama ise 1961 Anayasası ile kaldırılmış ve ‘nisbi

temsil’ sistemine geçilmiştir.

Seçim sistemlerindeki değişikliklere teknik bir

mesele olarak bakmak, basit bir algılama ve büyük bir

hata olacaktır. Çünkü seçim sistemindeki her değişiklik

aslında bir rejim değişikliği niteliğindedir ve içerisinde bir

dizi dışlama mekanizmalarını da beraberinde getirmek-

tedir. Şimdi cumhuriyet dönemi seçim uygulamalarını

ve usullerini bu gözle inceleyelim:

Tek parti dönemine baktığımızda iki derece-

li ve çoğunluk usulüne göre yapılmış seçimlerle

karşılaşmaktayız. Bu dönemde tek parti olduğundan

dolayı çoğunluk usulünün aslında bir önemi yoktur.

Çünkü tek bir milletvekili aday listesi söz konusudur,

dolayısıyla aslında aday listesi aynı zamanda tam olarak

milletvekili olacakların listesidir; yani seçmek değil onay-

lamak (onaylanmaması düşünülemez) durumu vardır.

Burada bütün iş, aday listesini belirleyecek olan tek

parti başkanının isteğine ve yeteneğine kalmıştır; parla-

mentoda hangi renklerin ne miktarda olması gerektiğini

belirlemek kolay olmayacaktır ve hataya yer yoktur.

Hataya yer yoktur, çünkü burjuva parlamenter sistem-

lerinde meşruiyetin en önemli kaynağı parlamentodur

ve burada yaşanabilecek bir ‘kriz’, telafi si çok zor olabi-

lecek, önemli sorunlar getirebilir. Cumhuriyet dönemi

boyunca sürekli olarak karşılaştığımız ve bir olay ol-

maktan çıkıp olgu haline gelmiş olan ‘parti kapatma’

uygulamaları bunun açık göstergesidir. 1924 Kasımı’nda

kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın Haziran

1925’te kapatılması ve 1930’da kurulan Serbest Cum-

huriyet Fıkası’nın 3 ay içinde kapatılması, parlamento

bileşiminin ne kadar önemli olduğunun görülmesiyle

ilgili olarak okunabilir.

1946’dan itibaren Türkiye’de çok partili rejime

geçilmiştir ve bu yıl yapılan seçimlere CHP’nin (tek

parti) dışında, yeni kurulmuş olan Demokrat Parti

de katılmıştır. Yani artık seçimlerde tek bir aday lis-

tesi değil, birden çok liste vardır. Türkiye’de, 1946’da

çok partili sisteme geçişle birlikte, seçim sistemi ola-

rak “nispi çoğunluk” ya da “liste usulü çoğunluk” diye

bilinen sistem uygulanmaya başlamıştır. Bu sisteme göre

bir seçim çevresinde en çok oyu alan aday ya da liste

kazanmış oluyordu ve bütün milletvekilleri o listeden

seçilmiş oluyordu. Daha sonraki 1950, 1954 ve 1957

milletvekili seçimlerinde de bu sistemin uygulanmasına

devam edildi.

Aslında 1946 seçimlerinde, Demokrat Parti seçim-

lere girip girmemekte tereddüt göstermiştir; fakat seçim

sonuçları herkes için sürpriz olmuştur. Son dönem savaş

konjonktürünün de etkisiyle, CHP’ye karşı duyulan nef-

ret Demokrat Parti’ye yüksek düzeyde oy sağlamıştır.

Ayrıca bu, 1946 seçimlerinin Türkiye tarihinde özel

bir yeri vardır: “Açık oy, gizli sayım uygulaması”. Bu

uygulamaya göre, oylar açık olarak kullanılmakta ve

sandıktan çıkan oylar gizli olarak sayılmaktadır. Yani

iktidardaki CHP (tek parti) dışında, başka bir partiye

açıkça oy verebilmek büyük bir cesaret örneği olacaktır.

Ayrıca seçim sandıklarının sayım sonuçlarından kuşku

duymamak da büyük bir safl ık olacaktır. Nitekim bu

seçimler tarihimize “eli sopalı seçimler” olarak geçmiştir

ve seçimleri CHP kazanmıştır.

Başlangıçta tek parti muhalifi çok sayıda siya-

sal düşüncenin de içinde yer aldığı (kısa zamanda bu

renkliliğini yitirmiştir) Demokrat Parti 1950 seçim-

lerinde parlamento çoğunluğunu elde ederek iktidara

gelmiştir. Bu olay bu yönüyle bir kırılma gibi görün-

mekle birlikte, diğer yandan seçim sisteminin özellikleri

dikkate alındığında, Demokrat Parti’nin iktidar dönemi

olan 1950-1960 arası, aslında tek parti döneminin bir

çeşit devamı niteliğindedir. Çünkü seçimlerde ‘liste

usulü çoğunluk’ uygulaması dolayısıyla Demokrat Parti

yüksek düzeyde ‘aşkın temsil’ elde etmektedir. Örneğin,

1954 Milletvekili seçimlerinde, “liste usulü çoğunluk”

sisteminin sonucu olarak Demokrat Parti %57,6 oy

oranı ile %93,2 temsil gücü elde ederken, Cumhuriyet

Halk Partisi %35,4 oy oranı ile yalnızca %5,7 temsil

gücü elde edebilmişti. 1950 ve 1957 seçimleri de benzer

sonuçlar doğurmuştu. Yani Demokrat Parti, seçmenlerin

verdiği oyun çok ötesinde temsil yeteneği kazanıyor ve

seçim sisteminden kaynaklanan bu gücü anti demokra-

tik bir biçimde kullanmaktan çekinmiyordu. Çünkü

seçimle geldiklerini ve parlamento olarak ‘milli irade’yi

temsil ettiklerini iddia ediyorlardı; fakat seçim siste-

27

dosya

Seçim sistemlerindeki değişikliklere teknik

bir mesele olarak bakmak, basit bir algılama

ve büyük bir hata olacaktır. Çünkü seçim

sistemindeki her değişiklik aslında bir

rejim değişikliği niteliğindedir ve içerisinde

bir dizi dışlama mekanizmalarını da

beraberinde getirmektedir.

Page 28: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

dosya

minin adaletsizliğini ise tamamen göz ardı ediyorlardı.

Nitekim 1960 askeri müdahalesinin bazı demokrat kesimler

tarafından da destek görmesinin nedeni Demokrat Parti’nin

bu ‘tek parti’ anlayışıdır. Fakat unutmamak gerekir ki bu

seçim uygulaması CHP’nin getirdiği bir uygulamadır

ve CHP’nin, ancak uygulama kendi aleyhine ol-

maya başladığında, seçim sisteminin değiştirilmesi-

demokratikleştirilmesi talebinde bulunması, burjuva

partilerin hangi güdülerle hareket ettiklerini ve samimi-

yetlerini göstermesi açısından örnektir. Diğer yandan

iktidar partisinin ise, açıkça adaletsiz sonuçlar doğuran

bir seçim sistemini değiştirmeyip, bunun sorumlu-

sunun kendisinden önceki iktidarlar olduğunu öne

sürmesi de kabul edilebilir bir yaklaşım değildir ve ben-

zer bir samimiyetsizliğin örneğidir. Bu samimiyetsiz-

lik ve demagojik söylem, Türkiye’de burjuva partilerin

değişmez bir karakteri olarak karşımıza hep çıkmıştır

ve çıkmaya da devam etmektedir. (Önümüzdeki seçim-

lerde de, seçim sisteminin adaletsizliği noktasında aynı

yaklaşımın hakim olduğunu görmekteyiz.)

1960 askeri müdahalesinin ardından, 1961

Anayasası’na dayanılarak oluşturulan 306 nolu Mil-

letvekili Seçim Kanunu gereğince, Türkiye’de ilk defa

olarak, “Nispi temsil” sistemine geçildi. “Nisbi temsil”

sisteminin temel esası her partinin aldığı oy oranında

temsil gücü elde etmesini sağlamaktır. Bu tarihten iti-

baren günümüze kadar bütün genel seçimlerde ‘nisbi

temsil’ sistemi uygulanmıştır ve hala da uygulanmaktadır.

Fakat bu defa dışlama mekanizması olarak ‘nisbi temsil’

sistemi içerisinde “baraj” usulleri ve hesaplama teknik-

leri getirilmiştir. Baraj uygulamasına göre bir ‘seçim

çevresi’nde ve/veya ülke genelinde belli bir oy sayısına

veya oy yüzdesine ulaşamayan siyasi partiler, ‘seçim

sayısı’na ulaşamadıkları seçim çevrelerinde aldıkları

oyları temsil edememektedirler; ülke genelinde baraj

söz konusu olduğu durumlarda ise hiçbir şekilde mil-

letvekili çıkaramamaktadırlar. Yani baraj uygulamasının

söz konusu olduğu dönemlerde, barajla ilgili sürekli bir

takım değişikliklere gidilmesini ve bunun her iktidar

döneminde, kendi hesabına gelecek şekilde, yapılmasını

yadırgamamalıyız. Çünkü her değişiklik aslında kim-

lerin, hangi düşüncelerin, hangi partilerin dışlanacağı

ile yakından alakalıdır ve seçim sonuçlarını önemli

düzeyde belirleyecektir. Örneğin, 1980 öncesinde %10

ülke barajı uygulanmış olsaydı, parlamentoya giren

parti sayıları azalacaktı: 1965 seçimlerinde 6 parti değil,

2 parti; 1969 seçimlerinde 8 parti değil, 2 parti; 1973

seçimlerinde 7 parti değil, 4 parti; 1977 seçimlerinde 6

parti değil, 2 parti girmiş olacaktı. Başka bir örnek: 1983

ve 1987 seçimlerinde çifte baraj yerine, ‘barajsız d’hondt’

usulü uygulanmış olsaydı, 1983 seçimlerinde %45,1

oy alan ANAP 212 yerine 189 milletvekili çıkaracaktı

ve tek başına iktidar olamayacaktı; yine 1987 seçimle-

rinde %36,3 oy alan ANAP 292 yerine 206 milletveki-

li çıkaracak ve yine tek başına iktidar olamayacaktı.

Bütün bu uygulama değişikliklerinin ise istikrarlı bir

yönetim ihtiyacından kaynaklandığı söylenmektedir.

Yani farklı renklerin, farklı düşüncelerin parlamentoya

girmesi istikrarı bozmaktadır; yani yürütme organı olan

hükümetin parlamento üzerindeki kuşatıcı etkinliği

zarar görmektedir, yani gürültü(!) oluşmaktadır.

1961 Milletvekili seçimleri ve 1964 Cumhuriyet Se-

natosu seçimleri, “nispi temsil” sistemi içerisinde “Çevre

barajlı d’bondt” usulüne göre yapılmıştır. “çevre barajlı

d’hondt” usulüne göre bir seçim çevresindeki geçerli

oyların toplamı, o ilin milletvekili sayısına bölünüyor ve

böylelikle ortaya çıkan seçim barajı sayısından az oy alan

siyasi partilere veya bağımsız adaylara o seçim çevre-

sinden milletvekilliği verilmiyor; barajı geçen bağımsız

adaylar milletvekili seçiliyor, siyasi partiler ise oy oranları

ile orantılı olarak milletvekili çıkarıyorlardı.

1963 Kasımında yapılan ara seçimleri Demokrat

Parti’nin devamı olarak bilinen Adalet Partisi’nin

kazanması ve yine aynı gün yapılan yerel seçimlerde

Adalet Partisi’nin CHP’den daha fazla oy olması (AP

%45,4, CHP ise %36,2) üzerine, 1965 genel seçim-

lerinde Adalet Partisi’nin tek başına iktidar olması

olasılığına karşı, 1964 yılında hükümette bulunan CHP

ve diğer partiler seçim kanununda değişikliğe gittiler.

Bu değişiklikle birlikte 1965 Milletvekili seçimlerinde

ve 1966 Cumhuriyet Senatosu seçimlerinde yine “nisbi

temsil” sistemi, fakat bu sefer “d’hondt” usulünden farklı

olarak “milli bakiye” usulü uygulandı. Bu usuller aslında

birer hesaplama yöntemleridir, yani oy sayılarının mil-

letvekili sayılarına dönüştürülmesi işlemidir. Fakat ge-

lin görün ki seçim sonuçlarını tamamen değişik bir

şekle büründürmektedir. Örneğin, 1965 seçimlerinde

‘milli bakiye’ usulü değil de ‘barajsız d’hondt’ usulü

28

Baraj uygulamasının söz konusu olduğu

dönemlerde, barajla ilgili sürekli bir takım

değişikliklere gidilmesini ve bunun her

iktidar döneminde, kendi hesabına gelecek

şekilde, yapılmasını yadırgamamalıyız.

Çünkü her değişiklik aslında kimlerin,

hangi düşüncelerin, hangi partilerin

dışlanacağı ile yakından alakalıdır ve seçim

sonuçlarını önemli düzeyde belirleyecektir.

Page 29: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

uygulanmış olsaydı, Adalet Partisi 38, CHP 9 sandalye

daha kazanacaktı ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi

9, Millet Partisi 15, Türkiye İşçi Partisi 12, Yeni Türkiye

Partisi 11 sandalye kaybedecekti.

“Milli bakiye” usulü temsilde adalet ilkesi açısından

en uygun nispi temsil sistemi olmuştur. Bu sistemde

geçerli olan oyların hemen hemen tamamı parlamen-

toda temsil edilmiş oluyordu. Belli bir seçim çevresinde

seçim sayısına veya baraj düzeyine ulaşamayan partilerin

aldıkları oylar yok sayılmıyor, “milli seçim çevresi” içe-

risinde toplanarak parlamentoya yansıma imkanı bu-

luyordu. Örneğin Türkiye İşçi Partisi’nin 1965 Genel

seçimlerinde kazandığı 15 sandalyeden 12’si “milli

bakiye usulü”nün uygulanması sayesinde mümkün

olabilmiştir.

Seçim kanunundaki değişikliklere rağmen 1965

milletvekili seçimlerinde Adalet Partisi %52.9 oy ala-

rak tek başına iktidar olmuştur ve bir sonraki seçimlere

kadar seçim kanunda değişiklik yapmak istemektedir;

çünkü milli bakiye usulü nedeniyle küçük partiler de

parlamentoya girmiştir ve hükümetin getirdiği yasa

değişikliklerinde sorun çıkarmaktadırlar. Örneğin,

Türkiye İşçi Partisi üyesi olan milletvekilleri hüküme-

tin yasalaştırmayı başardığı onlarca kanun ve anayasa

değişikliğini Anayasa Mahkemesi’ne götürmüşler ve

iptal edilmesini sağlamıştır. Bu amaçla, 1968 yılında,

küçük partilerin, özellikle de 1965 seçimlerinde parla-

mentoya 15 sandalye ile giren Türkiye İşçi Partisi’nin

parlamento dışı kalması için seçim sisteminde

değişiklikler yapılarak, tekrar 1961 Seçim Kanunu’nun

“Barajlı d’hondt” usulüne dönmek istenildi ve bu yönde

kanun değişikliği gerçekleştirildi. Fakat TİP’in Anayasa

Mahkemesi’ne götürdüğü bu değişikliğin barajla ilgili

hükmü mahkeme tarafından Anayasanın eşitlik ilkesine

aykırı olduğu gerekçesiyle iptal edilmiştir. Böylece 1969

Milletvekili seçimlerine “Barajsız d’hondt” usulü ile

gidilmiştir ve bundan sonraki 1973, 1977 Milletveki-

li Seçimleri ile 1968, 1973, 1975, 1977, 1979 Cum-

huriyet Senatosu Seçimleri bu usule göre yapılmıştır.

Ayrıca Seçim Kanununa göre, siyasi partilerin seçime

katılabilmeleri için, kendi tüzüklerine göre ilk genel

kongrelerini yapmış olmaları ve en az on beş ilde en az

altı ay evvel il ve ilçe teşkilatı kurmuş bulunmaları veya

ilk genel kongrelerini yapmış olmak kaydıyla Türkiye

Büyük Milet Meclisi Birleşik Toplantısında gruba sa-

hip olmaları ve teşkilatı olsun veya olmasın en az on

beş ilin her birinde o seçim çevresinin çıkaracağı mil-

letvekili sayısına eşit sayıda aday göstermeleri gereki-

yordu. Buradaki “en az on beş ilde, il ve ilçe teşkilatının

kurulmuş olması” ile ilgili olarak, Anayasasının seçim-

lerin serbest yapılması ilkesi ve eşitlik ilkesi esasına dair

hükümlerine aykırı olduğu gerekçesiyle, iptal istemiyle

Anayasa Mahkemesi’ne gidilmiş, fakat mahkeme üç karşı

oyla, yani oy çokluğuyla bu talebi reddetmiştir. ( Burada

Anayasa Mahkemesi’nin 2007 Cumhurbaşkanlığı

seçimiyle ilgili aldığı kararı göz önüne alındığında tarih-

sel bir analoji kurulabilir.)

1980 askeri müdahalesinin ardından, Milli Güven-

lik Konseyi’nin oluşturduğu Kurucu Meclis tarafından

hazırlanan ve yine Milli Güvenlik Konseyi’nin

onayından geçen yeni Milletvekili Seçim Kanunu

1983 yılında yürürlüğe girmiştir. Yeni seçim kanu-

nun hazırlanmasında, askeri müdahalenin gerekçeleri

arasında da yer almış olan, ‘koalisyon hükümetlerinin

yönetim zafi yeti’ ve ‘aşırı sağ ve sol akımların bölücü ve

yıkıcı tutumlarının siyasal alanda yer edinmesi(!?)’ özel-

likle dikkate alınmıştır. Bu kanunun en dikkat çekici

maddesi barajla ilgili olan kısmıdır. Bu kanunla, nisbi

temsil sistemi çerçevesinde “çifte barajlı d’hondt” usulü

getirilmiştir. Yani hem çevre barajı hem de ülke barajı

söz konusudur. Ülke genelinde geçerli oyların %10’unu

geçemeyen partiler hiçbir şekilde temsil gücü elde ede-

memektedirler; diğer yandan belli bir seçim çevresinde

milletvekili seçim sayısına ulaşamayan partiler, o seçim

çevresinden milletvekili çıkaramamaktadır. Aynı şekilde

bağımsız adaylar için de çevre barajı söz konusudur. Bu

sisteme göre çevre barajlarının ne olacağı, ilgili seçim

çevresinin ne kadar milletvekili çıkaracağı ile ilgilidir.

Örneğin 4 milletvekili çıkaracak bir seçim çevresi için

çevre barajı %25; 2 milletvekili çıkaracak bir seçim

çevresi için ise %50 olacaktır.

29

dosya

Page 30: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

dosya

‘Çifte barajlı d’hondt’ uygulaması 1987 ve 1991

milletvekili seçimlerinde de uygulanmıştır, fakat bu

süre içersinde bazı değişiklikler yapılmıştır. 1987 genel

seçimleri öncesinde çıkarılan bir kanunla, bir çeşit “Dar

Bölge Sistemi”ne geçildi ve “kontenjan” uygulaması ge-

tirildi. Buna göre, her ilin nüfusuna göre tespit edilen

milletvekili sayısı 6’yı geçerse, o il birden fazla seçim

çevresine ayrılıyor; 6 milletvekili çıkaracak olan bölge-

lerde partiler birer kontenjan adayı gösteriyor; bu sayı,

toplam milletvekili sayısının % 10’u olan 45’e ulaşmazsa

diğer bölgelerden dolduruluyordu. Bir seçim bölgesinde

en çok oyu alan partinin kontenjan adayı kazanmış

oluyordu. Ayrıca bu değişiklik çerçevesinde, açık bir

utanmazlık örneği de sergilenmiş; çevre barajının be-

lirlenmesinde milletvekili sayısına bölme tekniği ye-

rine bu sayının bir eksiğine bölme usulü getirilmiştir.

Yani 4 milletvekili çıkaracak olan bir seçim çevresinde

baraj %25 değil, %33,3 olacaktır. Bu değişiklikle,

ülke barajını aşmayı başarmış partiler arasında, küçük-

lerin aleyhinde yeni bir düzeltme yapılmış oluyordu.

1995 yılında Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla çevre

barajı uygulaması sona ermiş, fakat %10’luk ülke barajı

günümüzde hala yürürlüktedir.

Ülkenin seçim çevrelerine bölünmesi ve her

seçim çevresinin ne kadar milletvekili çıkaracağına

ilişkin usuller de önemli bir dışlama mekanizmasına

dönüştürülebilmektedir. Halihazırda, yürürlükte olan

uygulamaya göre, öncelikle her ile bir milletvekili ver-

ilmekte; daha sonra ülke nüfusu, illere verilen mil-

letvekili sayısı çıkarıldıktan sonra kalan milletvekili

sayısına bölünmek suretiyle bir sayı elde edilmekte;

il nüfusunun bu sayıya bölünmesi ile her ilin ayrıca

çıkaracağı milletvekili sayısı tespit olunmaktadır. Bu

ilk hesaplama ile iller arasında bölüştürülmemiş bulu-

nan milletvekillikleri ise, nüfusu milletvekili çıkarmaya

yetmeyen illerin nüfusları ile artık nüfus bırakan illerin

artık nüfusları büyüklüklerine göre dağıtılmaktadır. Bu

uygulama sonucunda bazı büyük illerde bir milletvekili

için 100 bin oy gerekebilirken, küçük illerde bu sayı 30

binlerin altına düşebilmektedir. Tabi, bu uygulamanın

getirilmesinde, kırsal ve kentsel nüfusun genel siyasi

eğilimlerinin dikkate alındığını tahmin etmek pek zor

olmayacaktır. Bu uygulamayla Anayasadaki eşitlik ilke-

sinin çiğnendiği ise alenen bir gerçektir.

Diğer bir önemli dışlama unsuru ise, seçimlere

katılabilmek için belli bir örgütlenme ağına sahip

olunması ile ilgili şartlardır. Fakat bu durum, seçim

sistemiyle ilgili yapılan güncel tartışmalarda hiç yer

bulamamaktadır. Daha küçük çaplı, yerel veya bölgesel

örgütlenmeler böylece seçim sisteminin dışına itilmek-

tedir.

En son 2002 milletvekili seçimlerinde, seçim

sonuçları üzerindeki korkutucu etkisi iyice açığa çıkan

ve 1980 askeri darbesinin ürünü olan %10’luk ülke

barajı uygulaması, seçim sistemimizin ne kadar anti-

demokratik olduğunun en açık kanıtıdır. Fakat çeyrek

asırdır, askeri müdahaleyi demokrasiye karşı yapılan

bir darbe olarak gördüğünü ifade eden ve çoğu belli

dönemlerde iktidar olmuş burjuva siyasi partileri bu

uygulamayı değiştirmeyerek, kendilerinin ne kadar

demokrat olduklarını göstermişlerdir. Yaşadığımız

bu süreçte “demokrasi”nin, burjuva siyasi partileri

arasındaki rekabetçi buzlu sularda boğulduğuna şahit

olmaktayız. Örneğin, 2002 seçimlerinde ülke barajı

%10 değil de %5 olsaydı, parlamentoya 2 parti değil

7 parti girmiş olacaktı veya hiç baraj olmasaydı, 9

parti girmiş olacaktı. Ankara Ticaret Odası’nın yaptığı

çalışmaya göre; barajın %5 olması durumunda 2002

seçimlerinde, AKP 266, CHP 117, DEHAP 53, DYP

44, MHP 34, GP 28, ANAP 8 milletvekilliği elde ede-

biliyor. Yine aynı çalışmaya göre barajın olmaması du-

rumunda ise, AKP 262, CHP 117, DYP 44, MHP 33,

GP 28, DEHAP 53, ANAP 8, SP 4, BBP 1 milletvekili

30

Diğer bir önemli dışlama unsuru ise,

seçimlere katılabilmek için belli bir

örgütlenme ağına sahip olunması ile ilgili

şartlardır. Fakat bu durum, seçim sistemiyle

ilgili yapılan güncel tartışmalarda hiç yer

bulamamaktadır. Daha küçük çaplı, yerel

veya bölgesel örgütlenmeler böylece seçim

sisteminin dışına itilmektedir.

Page 31: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

çıkarmakta. Görüldüğü gibi her iki durumda da AKP

birinci parti olmakta; fakat bırakın nitelikli çoğunluk

elde etmeyi, tek başına iktidar dahi olamamaktadır.

Fakat gelin görün ki, bugün kendisini “demokrasi aşığı”

ilan edebilmekte, “milli irade”yi – “millet”i temsil ettiğini

dilinden düşürmemektedir. Eğer en demokratımız AKP

(Ne yazık ki, AK parti dememiz mümkün değil) ise vay

halimize!

Son birkaç ay içersinde yaşadığımız cumhurbaşkanı

seçimi sürecinde, seçilmiş parlamentonun meşruiyetinin

dahi tartışma konusu olduğuna hep birlikte tanık olduk,

fakat seçim barajının düşürülmesine ( ki biz tamamen

kaldırılmasını istiyoruz) yönelik taleplerin çok cılız

kaldığını da yine hep birlikte görmekteyiz. ( “Demokra-

si aşığı”nın bu kadar bol olduğu bir ülke için pek tu-

haf bir durum galiba!) Peki, herkesin kendini demokrat

ilan edip, kendi dışındakileri ise anti-demokrat olarak

nitelediği günümüz siyasal yaşamında demokratlığın

ölçütü nedir? Acaba seçim öncesinde verdikleri vaatleri,

seçildikten sonra unutan, kendi içindeki muhalif ses-

leri derhal susturan, kişi merkezli siyasi partilerimiz ne

kadar demokrat? Öyle görünüyor ki, sık sık demokrat

olduğunu üstüne basa basa vurgulayanlar, aslında

ne kadar da demokrat olmadıklarını/olamadıklarını

ifşa ediyorlar galiba! Ama yine de haklarını yememek

adına, bütün bu demokrat(!) güruhun %10 düzeyinde

demokrat olduklarını kabul edebiliriz! Peki, bu %10’luk

demokrasi ne kadar işimize yarar? Örneğin, Kürt köken-

li vatandaşların demokratik taleplerini karşılayabilir

mi? Yazarlarımızın, çizerlerimizin arzuladıkla ölçüde,

rahatça ve kokusuzca kendilerini ifade etmelerine or-

tam yaratabilir mi? Neo-liberal küreselleşme harekatı

karşında çaresiz bırakılanlar için %10’luk demokrasi ne

vaad etmektedir?

Biz bütün bu yazdıklarımızla birlikte ironi gibi

gözükse de, sorduğumuz soruların cevaplanabilmesi için

burjuva demokrasisine ve sınıf iktidarına karşı %100’lük

bir barajın konmasının en demokratik yol olduğunu

düşünmekteyiz.

31

dosya

Page 32: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

dosya

Zor zamanlardan geçiyoruz kuşkusuz…

İnsan dönüp memleketin son zamanlarına

baktığında, yahu beğenmeyeceğin liberal

demokrasicilik oyununu dahi oynayamıyoruz demekten

kendini alamıyor. “Derin” müdahaleler sonucunda

sürüklendiğimiz seçim döneminde, gündemin

keşmekeşi ve zihinlerin dumura uğramışlığı karşısında,

kendi konumumuza ilişkin sözleri üretemez olduk.

Son dönemlerde zaten seçime dair, politikaya dair

herhangi bir tartışma, güvenlik sorunları ile ötelenmiş

durumdayken, yapay ve sanal ikiliklerin kıskacındaki

siyasi arenada cılız olan seslerimiz daha da boğuluyor.

Siyasetin ve dahası reel politikanın temel ikilikleri iradi ve

ideolojik biçimlerde bulanıklaştırılırken, gerici olmamak

adına otoriter devletin ve totaliter askeri gücün kucağına

itilen insanlara (içinde elbette bizler de varız) güçlü bir

biçimde, bunlar sanal tartışmalar asıl mesele emek ve

sermaye çelişkisi, bu zırvalarla uğraşmayın diyemiyoruz.

Şimdi bir takım soyut tartışmalardan yola çıkarak,

bu nedenle zorunlu olarak biraz üstten konuşarak,

gerçek olduğunu tespit ettiğimiz çelişkiler bağlamında,

seçim sürecine müdahil olma potansiyeli taşıyan söz

üretmeye çabalayalım. Bu satırları okuyacak kişilerin

büyük bir ihtimalle vakıf olduğu bir takım kavramsal

açıklamalarla girizgah yapacağız. Sürdürmeye

çalışacağımız tartışmalar için göz ardı edilemez bir

kolaylık sağlayacağı için, muhtemelen herkesin

malumu bir takım önermelerle başlayalım tartışmaya.

Toplumsal yapının her düzeyde (politik, ekonomik,

kültürel v.s.) temel belirleyicisi olarak tanımladığımız

çelişki; emek-sermaye çelişkisi, basitçe, doğrudan,

üstbelirlenimler ya da basit sınıfsal konumlanışlar

itibariyle bu özelliğini kazanmaz. Bu nedenle emek-

sermaye çelişkisi yalnızca üretim alanında ya da kişilerin

net ve anlaşılır sınıfsal konumlanışlarında kendini

yeniden üretmez. Değişen ya da değiştiği iddia edilen

yapısına rağmen kapitalizm hala bu basit görünen

çelişki üzerinden kendini vareder, bunu yaparken

de gücünü tüm toplumsal ilişkileri dahası toplumsal

ilişkilerin her fazını bu çelişki üzerinden şekillendirerek

kurar. Toplumsal yapının farklı düzeyleri ve sınıfsal

konumlanışları yanında tek tek her birey bu çelişkinin

dinamikleri ile şekillenir. Bireyin gerek ekonomik

gerek kültürel alanda kendini gerçekleştirmek ya da

toplumsal-kişisel fayda yaratmak maksadını aşıp, tüm

bu unsurlardan bağımsız piyasa denilen görünmez

el için üretim gerçekleştirdiği andan itibaren, kişinin

kendini gerçekleştirmesi; kendi varoluşuyla, toplumla

ve tüm ekoloji ile uyumlu bir benlik yaratması önünde

kalın duvarlar örülmüştür. İşte tam da bu nedenle

sınıfsal konumlanışı nerede gerçekleşmiş olursa olsun

her birey bu çelişki ile kıskaç altına alınmıştır ancak bu

süreç ideolojik olarak maskelendiği için de bırakın bu

sistemden -görece- nemalananları- (örneğin orta sınıftan

bir kişiyi) doğrudan ve açık bir biçimde sömürülen kişi ya

da sınıfl ar bile bu gerçeği açık bir biçimde tanımlayamaz

ve tanımlayamadığı noktada da mücadele edemez.

Emeğin insanı insan yapan temel değer olması, yeni

32

Feminist Bir Seçim

Çalışması Mümkünsahra daşdemir

İbrahim Tatlıses’in meclise girmesini bırakın, milletvekili

adayı olabilmesinin bile bu ülke ve özellikle bu ülkenin tüm

kadınları için büyük bir utanç olduğunu sokaklarda, alanlarda

bağırmak gerekir. Feministlerin ve feminist söylemin bu kadar

parçalı hale geldiği bir noktada, tüm ortak söylemlerimiz

bu adama karşı yürütülecek mücadelede cisimleşmiyor mu?

Page 33: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

bir şey yaratması yani insanın kendini gerçekleştirmesi

için temel araç olmasının karşısında, emek gücünü

alınır satılır bir araca dönüştüren sistem, bu taban

üzerinden aslında tüm bireyleri ve tüm toplumu insani

olmayan, sanal bir gerçeklik düzeyine hapsetmektedir.

Sermaye ise, basitçe üretim araçları ya da bunların

toplamı olmadığı, tam da nihai haline emek ile arasında

kurulmuş olan toplumsal ilişki dolayımıyla kavuştuğu

için, emek-sermaye çelişkisine doğrudan maruz kalsa

da kalmasa da toplumsal yapının her düzeyini ve

bu düzeyler içerisindeki bireyleri belirler ve etkiler.

Toplumsal yapıda bireyin konumlanışını iradi

olmayan bir biçimde belirleyen bir diğer sistem ise

toplumsal cinsiyet sistemidir. Toplumsal cinsiyet

sistemi, tarihsel, toplumsal ve kültürel olarak farklı

inşa süreçleri sonucunda, kişiyi belli sınırlar dahilinde

tanımlar/konumlandırır. Cinsiyet dolayımıyla kurulan

ancak basitçe onun bir sonucu olmayan ve hatta basitçe

‘kadın’ ve ‘erkek’ gibi iki farklı bileşenden oluşmayan,

bir çok farklı, değişken sürecin iç içe girmesi ile oluşan

toplumsal cinsiyet sistemi; bireylerin –ister farkında

olsunlar ister olmasınlar- ve toplumsal yapının her

düzeyinde derin bir etki yaratır. Toplumsal cinsiyet

sistemi, kadın ve erkek arasındaki çelişki olarak

basitleştirilen ancak aynı zamanda doğa ve kültür,

özel ve kamusal, duygu ve akıl gibi farklı biçimlerde/

değişken bir çok çelişki düzeyi yaratır. Bu sistemde

aynı emek-sermaye çelişkisinde olduğu gibi sömürü

ya da iktidar mekanizmaları doğrudan erk sahipleri

tarafından kurulmaz, yani sistem basitçe erkekler

tarafından, erkekler için yaratılmış değildir. Toplumsal

cinsiyet sistemi karmaşık ve eklemli süreçlerle, hem

kadınlar hem de erkekler tarafından yaratılır, ve nihai

olarak tüm bireyleri belirler ve cendere altına alır.

Ancak elbette ki, örneğin emek sermaye çelişkisi

bağlamında aslında sermaye sahibinin de insani olmayan

bir sistemde yaşadığı için ezildiğini söyleyebilsek de,

öncelikle bu çelişkinin birincil ve açık mağduru olan

emek gücünü satan kişinin maddi özgürleşmesi sürecine

yoğunlaşacağımız gibi, toplumsal cinsiyet sistemi

çelişkisinin birincil mağduru konumundaki kadınlar da

mücadelenin öncelikli öznesi konumundadırlar. Ancak

sınıfsal tekabüliyet doğrudan bir mücadele öznesi

yaratmadığı gibi, kadın olmanın kendisi de doğrudan

bir karşı duruş pozisyonu yaratmaz. Aynı emekçinin

mücadelesinde olacağı gibi, toplumsal cinsiyet sisteminin

eşitliksiz yapısına karşı mücadele edecek birincil özneler

olan kadınların da politik bir söylem geliştirmeleri ve

yürüttükleri mücadelenin politik bir mücadele olduğu

bilincine ulaşmaları gerekir. Kısaca kadınların kurtuluş

mücadelesi olarak adlandırabileceğimiz, toplumsal

cinsiyet sisteminin yarattığı iktidar mekanizmaları ile

toplumsal yapının her düzeyinde sürdürülecek olan

mücadele; basitçe kadınların mücadelesi değil, politik

kadınların yani kadın olarak konumlanışlarının toplumsal

bir kurulum olduğunun, bu nedenle de değişime açık

olduğunun farkına varan kadınların mücadelesidir.

Kadın ve Siyaset Üzerine...

Kadın siyaseti toplumsal değişim araçlarından bir

tanesidir ve ne kadar işlevli olduğu, ne düzeylerde sonuç

yaratabileceği toplumsal ve konjonktürel olarak tespit

edilebilir. Bu aracın, toplumsalın eşitliksizci yapısının

dönüşümü için kullanımı sürecinde, doğrudan iktidara

maruz kalanların, ezilen sınıfl arın ve ezilen toplumsal

cinsiyet kategorilerinin temsili bu nedenle anlamlıdır.

Ancak bu noktada sorunu yalnızca niceliksel verilerle

anlamaya çalışmak yetersiz olacağı gibi, uzun vadede

toplumsal dönüşümün önünde engel yaratadabilir. Bu

kısa tespitlerden yola çıkarak, 22 Temmuz seçimleri

sürecinde görece daha görünür hale gelmiş olan, kadınların

siyasete katılımı meselesini irdelemeye çalışalım.

Seçim sürecinde gerek KA-DER’in yürüttüğü etkili

ve medyatik kampanya, gerekse medyanın muhtelif

araçlarının konuyu sıklıkla gündeme getirmesi dolayısıyla,

siyasi partilerin kadın adaylara seçimde ne düzeyde

öncelik tanıyıp tanımadığı sorunu tartışılır oldu. Diğer

seçimlere kıyasla kadın adayların desteklenmesi meselesi

çok daha fazla tartışılmışken, milletvekili aday listelerinin

açıklanması ile feministler yine hayal kırıklığına uğradı.

Aslında gerçekten uğramalı mı sorusunu saklı tutalım

ve öncelikle kadın ve siyaset meselesine bir bakalım.

Yukarıda da değinmeye çalıştığımız gibi, toplumsal

cinsiyet sistemini her düzeyde eşitlikçi bir biçimde

yeniden kurma hedefi nde olan feminist mücadele,

kendi konumunu politik bilinç düzeyine yükseltmiş

/çıkarmış kadınlar tarafından sürdürülür. Kadınların

siyaset alanında olsun toplumsalı kurucu diğer alanlarda

olsun daha fazla görünür olması, daha fazla sayıda

kadının içerik belirlemeden sorumlu olması elbette

önemli bir gelişme olacaktır. Hele ki Türkiye gibi

gerek siyasal temsil düzeyinde, gerek üretim alanında

kadının en alt düzeylerde yer bulduğu bir ülkede, kadın

sayısının artışı elbette bir etki yaratacaktır. Ancak gerçek

dönüşüm ancak politik kadınların-feminist kadınların

görünürlülüğünün artması ile gerçekleşebilir. Bu

nedenle eril ve büyük siyaset arenasında söz söylemek

isteyen kadınların, ‘meclise girmek için bıyıklı olmak

şart mı?’ söyleminin bir adım ötesine geçmesi gereklidir.

Feminist mücadelenin kazanımlarını geriletmek ve

dahası yeni kazanımların önüne duvar örmek işi pekala

bıyıksız erkek/kadın’lar tarafından da yapılabilir.

33

dosya

Page 34: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

dosya

Bu nedenle kadın olsun da hangi partiden hangi

programdan olursa olsun yaklaşımı, feminizmin politik

temelini görmezden gelmek ve aynı toplumsal cinsiyet

sisteminin ve patriyarkanın kendini meşrulaştırmak için

kullandığı ‘doğal’ referanslara yaslanmak suretiyle süre

giden eşitliksizci yapıyı yeniden üretmek gibi ciddi bir

risk barındırmaktadır. Bu nedenle ne kadar feminist

olduğunu bilsem de Mehmet Ağar’ın partisi DP’den aday

olan kadınlar beni yeterince heyecanlandırmıyor. Zaten

bir oyun gibi işleyen demokratik temsiliyet ilişkileri temel

olarak liderin nihai otoritesi ile şekillendiği ve bırakın

seçim sistemini parti içi demokrasinin bile tamamen bir

safsataya dönüştüğü bir atmosferde, lider ve programları

itibariyle feminizm karşıtı politika üreten partilerden

aday olan kadınların, mücadeleye ne kazandırabileceğini

kara kara düşünüp duruyorum. Hoş zaten artık bunu da

düşünmeye gerek yok çünkü ‘feminist’ kadınların hemen

hiçbiri aday adaylığı statüsünden adaylık statüsüne bile

geçemediler. Aday listeleri açıklandıktan sonra, baraj

sistemi de göz önüne alarak yapılan tahminlere göre yeni

mecliste kadın milletvekili sayısı zaten 50’yi geçmeyecek.

Peki seçim sürecinde nasıl bir feminist politika

yürütmeli? KA-DER’in seçim çalışması bile

tüm eksikliklerine rağmen feminizm içi bir çok

tartışma yaratmışken1, bütünlüklü ve etkili bir

feminist seçim çalışması nasıl sürdürülebilir diye

düşünürken, beni oldukça heyecanlandıran bir

fi krim var! Kadınların ortak ve temel sorunlarına

dair söz üretebilmesine olanak sağlayacak ve

söylediğimiz sözü görünür kılabilecek bir çalışma.

Bu Ses Canımızı Acıtıyor!!!

İnsan elbette yüksek düzeyde olumsuz hisler

beslediği, olumsuz düşünce sahibi olduğu biri

hakkında soğukkanlı cümleler kuramıyor, bir de bu

işin şakası yok can tehlikesine rağmen bir eleştiri

yapacağız her an topuktan hizaya getirebiliriz!

Tam otuz yıldır bir şekilde hayatımızda,

gündemimizde ve hatta evimizin içinde olan bir

fi gürden bahsediyoruz. Acıklı başlamış bir hayat

hikayesinin kendisinin nasıl da acı yaratacak duruma

evrildiğini özetleyen bir hikaye, bir popüler kültür

hikayesi, Türkiye’de popülerin ne kadar karanlık yüzlü

olduğunu gösteren hikaye, Türkiye toplumunun

1. Özellikle bu kampanyanın hemen ertesinde, kadınların örtünme sorunlarına ilişkin yükseltilen sesler ve Yeni Şafak Gazetesi’nin öncülüğünde bazı feminist kadınların, kampanyanın başörtülü kadınlar üzerinden farklılaştırılmış versiyonu-na verdikleri destek ve bu destek sonrasında feminist kadınlar arasında başlayan ‘senin Nuray Mert ve Nazlı Ilıcak’ gibi ‘kadın’larla ne işin olur özetli tartışma

34

Page 35: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

karanlık ilişkilerine tutulan bir ayna ve dahası toplumun

kadın algısı ve kadına davranıştan anladığının özeti,

kısacası otuz yıllık tarihimizin bir arpa boyu yolu.

Hayat hikayesini az buçuk hepimizin bildiği bir

kişiden bahsediyoruz, dünyaya geldiği ve ilk parladığı

döneme kadar oldukça trajik bir hikaye; yoksulluk,

yoksunluk, dışlanma ve ezilmişliğin hikayesi.

Hayatının erken dönemlerinde bu kadar keskin acılar

yaşamamış biri olarak, bu durumun insanın karakteri

üzerinde ne tür aşınmalara neden olacağını bilemem

elbet ama yaşadığı şey ne olmuş olursa olsun, tüm

maddi ve psikolojik gerekçeler, bugünkü varoluşunu

anlamamızı sağlayamıyor. Ve işin en iç burkan yanı da

bu kişide cisimleşmiş, ezilenin iktidar merdivenlerinde

tırmandıkça nasıl da vahşi bir ezene dönüştüğünü

görmek, empati yoksunluğunun, tarihsizmiş gibi

kurulan bugünlerin, bizi içine çekebileceği açmazlarla

mücadele etmek…Sadece patavatsız ve abuk sabuk bir

biçimde konuşan, kendi tarzında iyi şarkı söyleyen bir

fi gür olarak kalsaydı keşke hayatımızda… ama olmadı

işte; özellikle 1990’lardan sonra şarkı söylemek tüm

yaptığı işler yanında önemsiz bir faaliyete dönüşüverdi;

oyunculuk,senaristlik ve yönetmenlik denemeleri ve

hatta uzmanlıkları (?) bir yana – ben her işi yaparım,

uzmanlık, deneyim, yetenek falan da aramam

yaklaşımıyla- gıdadan turizme, havacılıktan, radyoya,

yapımcılığa kadar o kadar uzun kollarla yayılmaya

başladı ki, biz artık ucunu bucağını kaçırdık. Türlü çeşit

operasyonda adı geçen, ‘dur’ derken yanlışlıkla (!) insan

vurdurtan, devletin derin kişiliklerinin ahbabı, en büyük

vatansever, en bağlı Atatürkçü ve en harbi delikanlı!

O kadar harbi bir delikanlı ki; daha şan şöhret bu

kadar başını döndürmemişken bile, bir kadına nasıl

davranılması gerektiği konusunda gerçek bir kitap yazdı

–malum delikanlılığın kitabı-, aşırı şişkin bir özgüvenle,

‘beyaz’ güzel kadınları kendine aşık ettiği yetmedi,

hayatına giren tüm kadınlarda ‘derin’ izler bırakmayı

bir şekilde başardı, kimiyle çocuk yaptı, kimiyle fi lm..

ama istisnasız tüm kadınların bir şekilde tokadını,

yumruğunu o da olmadı kurşununu tatmasını sağladı.

Bir de düşünsenize bunlar bu kadar göz önünde olup

da hikayesini duyma şansı –ama duyma şansı ola da

elde ettiysek bile hemencecik unutuvermek koşuluyla-

bulduğumuz kadınlar, buzdağının görünen kısmı bu ise

görünmeyen kısmı insanın gerçekten kanını donduruyor.

Hiçbir hat hudut tanımayan, televizyon ekranlarında

bile kadınları tehdit eden, hakkında her gün yeni bir

tecavüz iddiası ortaya atılan, tüm ‘malzemelere’ canhıraş

saldıran magazin medyasının –nedense- tecavüz

iddialarını ustalıkla susturmasını sağlayan, kadınların

emeğini tehditlerle sömüren ya da bağımsız bir biçimde-

öyle ya da böyle- emek piyasasına girmesine engel olan,

kadınları döven, söven, vurduran bir adam parçası. Tüm

yaptıkları yetmezmiş gibi şimdi de meclise gözünü dikti

İbrahim Tatlıses, tamam meclis bizim için kutsal bir

çatı değil, tamam oradaki vekillerin halkın çıkarlarını

koruduğuna/koruyabileceğine inanmıyoruz ve tamam

mevcut seçim sistemiyle demokrasicilik oyununu bile

oynayamıyoruz. Ama bu kadar pişkinliğe de bir dur

demek gerekir, İbrahim Tatlıses’in meclise girmesini

bırakın milletvekili adayı olabilmesinin bile bu ülke

ve özellikle bu ülkenin tüm kadınları için büyük bir

utanç olduğunu sokaklarda, alanlarda bağırmak gerekir.

Feministlerin ve feminist söylemin bu kadar parçalı

hale geldiği bir noktada, tüm ortak söylemlerimiz bu

adama karşı yürütülecek mücadelede cisimleşmiyor

mu? Kadının emeğini sömüren, bedenini kendi malı

haline çeviren, her türlü fi ziksel ve psikolojik şiddeti

uygulamayı kendine hak gören, bunları yaptıkça

errrkekleşen bu adama karşı, haydi feministler

“can”ımızı dişimize takıp seçim çalışması örelim.

Bu basitçe İbrahim Tatlıses’e karşı yürütülecek

bir çalışma değil, yani kişisel değil, bir kişi karşıtı

değil, oldukça politik bir çalışma, bu adamın

şahsında cisimleşen ama aslında sıradan erkeğin

de ondan farklı olmadığını-belki de bu yüzden bu

kadar çok hayranı olduğunu- ve dahası şu an meclis

sandalyelerini dolduran kişilerin de çok da farkı

olmadığını, işte bu nedenle bunun bir sistem sorunu

olduğunu vurgulayan, feministlerin ortaklaşmış

talepleri üzerinden sürdürülecek bir çalışma. Feminist

tarih bu noktada sözümüzü sakınmamızı aff etmez!

35

dosya

Page 36: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

dosya

Bin Umut Adayı

Doğan Erbaş

DTP’li kimliğinize dair bir soruyla başlayalım. 2007 seçimlerine sol-sosyalist çevrelerle ittifak yaparak,

bağımsız adaylarla girme kararı aldınız. Önceki yıllara göre ne değişti de böylesi bir karar aldınız?

DTP ve önceki partiler döneminde de seçim dönemi

öncesi, bağımsız adaylarla mı girelim, parti olarak mı gire-

lim tartışmaları yapılırdı. Bin Umut Kampanyası’ndan

anlaşılabileceği gibi bu sene için eğilimlerimiz bağımsız

adaylarımızla girmek yönünde belirdi.

Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde yaşananları ce-

sur bir yorumla ele alınırsa, Türkiye’nin yapısal krizinin,

siyasal krize dönüştüğü söylenebilir. Türkiye’deki yapısal

krizin bu kadar derinleştiği bir dönemde, Kürt halkı

kendi temsilcilerini mecliste görmek istiyor. Bağımsız

adaylarla katılma kararımızda, Türkiye’nin içinde

bulunduğu konjonktür etkili oldu anlayacağınız.

Bunun dışında DTP tabanından gelen yoğun bir

baskı var, kendi içimizde bir anket yapıyor olsaydık,

yüzde 99 oranında bağımsız adaylarla seçimlere

katılmamız istenirdi.

Bin Umut Adayları Projesi, DTP için ne ifade ediyor?

Az önce değindiğim gibi, halkımız temsilcilerini

mecliste görmek istiyor. Ülkede uygulanan yüzde 10

baraj uygulaması buna engel oluyor. Bizim önümüzdeki

tek baraj yüzde 10 barajı da değil üstelik. Bizim tem-

sil ettiğimiz insanların bir kısmının, okuma yazması

yok. İkametgahı belirsiz, yüzer gezer bir hayat yaşıyor.

Bizim temsil ettiğimiz insanların bir kısmının, nü-

fus cüzdanı yok. Üstüne üstlük YSK bu seçimlerde,

bağımsızların pusulaya eklenmesi kararını aldı. 22 Tem-

muzda insanlarımızın önüne koyulacak oy pusulasında,

numara yok, amblem yok, ayırt edici hiçbir özellik yok.

Az önce belirttiğim gibi bizim önümüzdeki tek baraj

yüzde 10 barajı değil. Hakkaniyetli bir seçim yapılsa,

DTP’yi meclise almamak için yüzde 10 barajının yeter-

siz kalacağına eminim.

Açık seçik bir adaletsizlik ne kadar ortadaysa, bu-

nun bir anda değişemeyeceği de o kadar ortada. Par-

lamentoya girmenin, halkımızın sorunlarını parla-

mentoda gündemleştirmenin, çözüme katkı sunmanın

Önümüzdeki genel seçimler yaklaşırken, sol çevre-lerin neredeyse tamamından destek gören Bin Umut adaylarından Avukat Doğan Erbaş’la, bağımsız ortak aday projesini konuştuk. İstanbul 2. Bölge adayı olan Erbaş, projenin DTP ve sol hareket açısından seçimlerdeki öne-mine değinerek, bu projenin, yüzde 10 barajının yarattığı hakkaniyet sorununu biraz da olsa ortadan kaldıracağını belirtti. Erbaş, kendisiyle aynı bölgeden seçimlere katılan diğer “Bin Umut” adayı Baskın Oran’la ilgili ise parlamen-toya birlikte girmek istediklerini belirtti. Oran’ın çalışma arkadaşlarının ise seçim sürecini doğru değerlendirmediği yorumunda bulundu.

36

Page 37: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

gerekliliğini ve sorumluluğunu hissettik. Seçimlere

DTP olarak girdiğimiz takdirde seçim barajı buna engel

olabilirdi.

Bu vesileyle, uzun süredir tartışılan; sosyalist çevre-

lerle ve aydınlarla ortak bir proje geliştirme fi krini gün-

deme getirdik. Sosyalist çevreler de, benzer bir süreci

kendi içlerinde ve aralarında yaşadı. Sonrasında bir

araya gelip, projeyi geliştirmeye başladık ve Bin Umut

Proje’si ortaya çıktı.

DTP olarak bizler, Türkiye’de barıştan kardeşlikten

yana çevrelerle bir arada bulunacağımız platformlara

elimizden geldiğince omuz vermeye çalışıyoruz. Bin

Umut Projesinde ki pozisyonumuz da, Bin Umut Proje-

sine bakışımız da bu anlayışın bir parçası.

DTP parlamentoya nasıl bakıyor? Parlamentoya

girmeyi niye istiyor?

Parlamento tek başına bir çözüm değil. Temsil et-

meye çalıştığımız insanların bizlerin dolayımıyla parla-

mentodaki mevcudiyeti, çözüme giden yolda anlamlı

bir adım, ama az önce de ifade ettiğim gibi parlamento

tek başına bir çözüm değil.

Parlamentonun Türkiye siyasasındaki yeri,

cumhurbaşkanlığı seçimi krizinin yaşandığı son dönemde

iyice ortaya çıktı. Askeri vesayetin ne kadar etkin olduğu,

hukukun adaletin nasıl hiçe sayılabildiği açıkça görüldü.

Bütün bunlara rağmen parlamentoyu önemsiyoruz,

Kürt sorununun, Türkiye coğrafyası içindeki kısmının

bütün olumsuzluklara, bütün engellere rağmen diyalog

yöntemiyle çözülebileceğine inanıyoruz. Parlamentoyu

da bu bağlamda önemsiyoruz.

Bugün gelinen noktada “Bin Umut Adayları” projesini

değerlendir misiniz?

Bin Umut Adayları projesine ve genel olarak

seçim çalışmalarına dair bir özeleştiri vermek gere-

kir. En başta seçime hazırlıksız yakalandık, hazırlıksız

yakalanmamızda hatanın büyük kısmı bize ait. Seçim,

göstere göstere geliyordu, ama biz seçimin son baharda,

daha çok eylül gibi yapılacağını öngörüyorduk, yanıldık.

Dolayısıyla temmuz seçimlerine hazırlıksız yakalandık.

Bin Umut Adayları projesini ortaya atanların

sorumluluğu, yüzünü sola dönmüş insanların ve

halkımızın karşısına, üzerinde emek harcanmış, ince-

likle dokunmuş, programatik bir birlikle çıkmaktı, bu

sorumluluğun hakkını tam olarak veremedik. Gerek

bizim kendi örgütsel sorunlarımız, gerek bu konuda

beraber davrandığımız yapıların sorunları, bizi dar bir

seçim işbirliğine zorladı. Bu süreçteki hatalarımızdan

ders çıkartmamız gerektiği ortada. Sadece bizim değil,

bu sürece dair kendini sorumlu hisseden bütün çevre-

lerin ders çıkartması gerektiği ortada.

İstanbul 2. Bölge Proje için sıkıntılı bir seçim bölgesi

oldu. Baskın Oran’ın adaylığını açıklaması sonrasında

yaşanan belirsizlik, ardından sizin adaylığınız. Siz nasıl

değerlendiriyorsunuz yaşananları.

İstanbul 2. bölgede, DTP olarak parçası olmak-

tan rahatsız olduğumuz bir tablo ortaya çıktı. Kesin-

likle nahoş bir durum. Baskın Oran önemsediğimiz,

düşüncelerine, eleştirilerine değer verdiğimiz değerli bir

bilim insanı. Biz DTP olarak Baskın Oran’ı, Bin Umut

Projesi kapsamında destekleyeceğimizi belirtmiştik. Ama

biz, Baskın Oran’ın Ankara 1. bölgeden aday olmasının

daha uygun olacağını düşünüyorduk. Kimin nere-

den aday olacağına dair görüşmeler sürerken, biraz da

bizdeki karmaşanın da etkisiyle, Baskın Oran İstanbul

2. bölgeye yönelik erken bir açıklama yaptı.

Baskın Oran tam anlamıyla bağımsız bir aday olar-

ak ortaya çıktı. Anladığım kadarıyla çalışması, CHP’yi

DSP’yi sol bir adres olarak görmeyenlere bir alterna-

tif yaratmak. Kendisine rakip değiliz, parlamentoda

beraber çalışmayı isteriz. Ama şunu da söylemeden

edemeyeceğim, Baskın Oran’ın kendisinden ziya-

de bazı çalışma arkadaşlarının seçim sürecini doğru

değerlendirmediği kanısındayım. Sayın Baskın Oran’ın

seçim başarısına endeksli bir anlayışla, İstanbul 2.

Bölgeden adaylığını koyduğunu düşünüyorum. Bu

anlayışın, seçim işbirliğinin ruhuna aykırı olduğu or-

tada.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Bin Umut Adayları projesi kapsamında desteklenilen

7-8 ilde sol çevrelerle ortaklaşılmış isimlerle çalışacağız.

“Bin Umut Adayları” projesini, Türkiye için umut vad-

eden, barış vadeden bir proje olarak görüyor ve destek-

liyoruz.

37

dosya

Page 38: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

dosya

Bin Umut Adayı

Ufuk Uras

Bin Umut Adayları arasına nasıl katıldınız?

Malumunuz her seçim döneminde solda ortak aday

projesi tartışılır. Solun bütün renklerini yan yana getir-

erek ortak bir tutum almanın gerekliliği dile getirilir. Yine

malumunuz bu heves çoğu zaman kursaklarımızda kalır.

Bin Umut Adayları projesi, yaşadığı bütün sıkıntılara

rağmen bu inadın iyi örnekleri biri olarak görülebilir.

Sonuçta İstanbul birinci bölgede, solun uzun

zamandan beri hayalini kurduğu ortak politikalar

üzerinde ortak bir hat örme projesi bir ölçüde başarıldı.

Arkadaşlar beni önerdiğinde, bu sorumluluğun tarih-

sel önemi beni biraz endişelendirdi açıkçası. Ama son-

radan, sorumluluğun kendi üzerime düşen kısmını

fazla abartmamak gerektiğini düşündüm. En nihayet-

inde bizler, şahıslara endeksli bir siyaset yapmıyoruz.

Sorumluluklarımızı kolektif olarak üstlenebiliriz.

Nitekim kampanya da biraz öyle gidiyor.

Sol, Bin Umut Adayları projesiyle bir parlamento pers-pektifi kazandı, bu perspektif gelecek seçimlerde de de-

vam eder mi sizce?

Solun kalıcı bir meclis perspektifi kazandığına dair,

benim hiç şüphem yok. 2009 yerel seçimleri geliyor;

yerel seçimlerde her bölge, kendi adaylarını gösterir.

Bölgelerin kendi adaylarını göstermesi sol için önemli

bir avantaj. Eğer bu seçimlerde kayda değer bir başarı

yakalayıp, psikolojik eşiğimizi aşabilirsek, gelecek

yıllarda siyaset sahnesine çok daha güçlü çıkarız.

Önümüzdeki seçimlerin solcular açısından farklı bir anlam taşıdığı ortada. Gerek seçim stratejisi olarak “Bin Umut Projesi”, gerekse seçime hazırlanırken izlenen yöntem, solcuların yanyana gelişinin nasıl bir heyecan yarattığını gözler önüne serdi. Solun İstanbul 1. Bölge’den bağımsız adayı Ufuk Uras ta, seçim çalışmasının yarattığı ener-jiden ve aday olduğu bölgedeki yanyanalıktan söz etti. İmece usulü çalışmanın, daha önce ulaşılamayan bölgelere ulaşmayı sağladığını belirten Uras, parlamentoya girmeleri halinde emekçilerin, işçilerin, işsizlerin; kısacası ezilenlerin “parlamentarist”leri olacaklarını belirtti.

38

Page 39: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

Meclis iç tüzüğüne göz attığımızda, mecliste sayıca

az olanın etkinliğinin, engellenebileceğini görüyo-

ruz. Hele ki sayıca az olanlar, düzen karşıtı bir tavır

alıyorsa, bu susturma mekanizmalarının çok daha da

aktif kullanılacağını öngörmek zor değil. Böyle bir or-

tamda, 550 kişilik mecliste, bir avuç aykırı ses ne ya-

pabilir?

Biz birkaç kişi değiliz ki arkamızda toplumsal bir

güç var, bir ayağımız sokakta bir ayağımız mecliste.

Meclisi bir mücadele alanı olarak görüyoruz. Parla-

mentodaki mevcudiyetimizi, 12 Eylül rejiminin devamı

otoriter politikaların, otoriter laikliğin teşhir edileceği

bir fırsat olarak değerlendireceğiz. Parlamentoda bir

vicdan kürsüsü oluşturabilirsek, 550 milletvekilinin

bizim dışımızda kalan kısmını, bize göre pozisyon al-

mak durumunda bırakabiliriz. Belirleyici ve merkezi bir

rol üstlenebiliriz.

Esas amaç emekten ve barıştan yana toplumsal di-

namiklerin sesini meclise taşımak. Bunun tek aracı mec-

lis genel kurul kürsüsü değil. Bizim hedefi miz; basın

toplantı odasından tutun da yemekhanesine kadar, par-

lamentonun her bir santimetrekaresini kuşatan bir hat

izlemek.

Bin Umut Projesi’ne dair, yapılan sol içi tartışmaları nasıl yorumluyorsunuz?

Bütün bu tartışmaların olması çok doğal, ÖDP

olarak biz de tartıştık; son kertede PM ’de alınan bir

kararla solun ortak adayı oldum. Her yapının böyle bir

iç tartışma yaşamasını olumlu buluyorum.

Parlamento tek mücadele alanı değil kuşkusuz, ama

önemsiz de değil. Parlamenter olduk diye parlamenter-

ist olmak zorunda da değiliz.

Şunu da görmek gerekiyor ki, sosyalistler 40 yıldır par-

lamenter bir başarı elde edemedi. Yaşanan tartışmalarda

bunun etkisi yadsınamaz. Biz 40 yıldır bu psikolojik

eşiği aşamamıştık, ben burada atacağımız adımların, so-

lun toparlanmasında ve hatta iktidar olmasında ön açıcı

olacağını düşünüyorum. Bizim işlevimizi emme basma tu-

lumbaya koyduğunuz bir miktar suya benzetebiliriz. Eğer

bizler misyonumuzu gerçekleştirebilirsek, arkamızdan

gürül gürül bir güç gelecektir.

Öte yandan bütün bu içe dönük tartışmaları

sonlandıran, seçim çalışmasının kendisi oldu. Çalışma

gösterdi ki imece usulü bir çalışma, bambaşka bir ener-

jiyi ortaya çıkarttı. Daha önce ulaşamadığımız semtlere,

özellikle E-5’in üst bölgelerine gidebildik. Daha önce

ulaşamadığımız insanlara sesimizi duyurmak çok önem-

li bir kazanım.

Bin Umut Projesi Kürt sorununa nasıl yaklaşıyor?

DTP’li arkadaşlar ve bizler, Kürt sorununun

demokratik çözümünde, meşru siyasi zeminlerde

kararlı adımlar atmayı hedefl iyoruz. Zaten bu şansı

değerlendiremezsek ötesini tahayyül etmek istemiyo-

rum. Kürt sorununu parlamentoda tartışmak ve çözüme

yönelik adımlar atmak çok önemli.

Bin Umut Adayı olarak parlamentoya girmeniz halinde

nasıl bir strateji izleyeceksiniz? DTP’lilerin oluşturacağı

gruba dahil olacak mısınız? Veya iç tüzükten yararlana-

bilmek için ortak bir parti kurmayı düşünüyor mu-

sunuz?

Dereyi görmeden paçayı sıvamadık. Hazırda bek-

leyen bir planımız yok. Ama ne yapmayacağımızı bili-

yoruz, 23 Temmuz itibariyle “tamam kampanya bitti

haydi herkes kendi evine” demeyeceğiz. Biz yaptığımız

bu yürüyüşü, hiç yoktan 1. bölgede başlattığımız bu

yürüyüşü, 23 temmuz sonrasında da sürdüreceğiz.

Nasıl bir örgütlenme içerisinde yan yana

geleceğimizi konuşmadık ama İstanbul birinci bölgede

yakalanan birliktelik seçimden sonra da devam edecek.

Birlikteliğimizin olumlu sonuçları ortaya çıktıkça, yan

yanalığımız bir model olarak dikkate alınacaktır.

Birinci bölgede sosyal demokratlardan destek bul-dunuz mu?

Benim gördüğüm kadarıyla birinci bölgede Baykal

hizbi dışında yüzünü sola dönmüş bütün kesimlerin

desteğini aldık. CHP’nin bölgede tescilli sağcı İlhan

Kesici’yi birinci sıradan aday olarak göstermesi de bize

yardımcı oldu. CHP’ye oy verme potansiyeli olan insan-

lara ulaşabilmek de önem arz ediyor. Sosyal demokrat-

lardan Kürt hareketine uzanan bir gök kuşağı oluşturmak

gerekiyor.

Parlamentoda sosyalistlerin varlığı, ülkede sol bir rüz-

gar estirebilir mi?

Ben estirebileceğini düşünüyorum. Medyanın

şimdiden Bin Umut adaylarına sıkça yer vermesi bu-

nun bir göstergesi. Meclise girdiğimiz zaman, aktüel

siyasetle ilgili tutumlar belirlemek zorunda olacağız.

Radikal toptancı tutumlar hoşumuza gidiyor ama bu

radikal toptancı tutumlar somut meselelere ilişkin

yanıt içermediği zaman en apolitik tavır oluyor. Çok

politik bir şey söylemeye çalışıyorsunuz, çok politik

bir şey söylediğinizi zannediyorsunuz ama hayatın

39

dosya

Page 40: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

dosya

dışında kalıyorsunuz ve özne olamıyorsunuz. Radikal

apolitizm-den kurtulmamız gerekiyor. Radikal apoli-

tizimden kurtulursak içinde sosyalistlerin olduğu

bir parlamentonun fi kri hegemonya yaratabileceğini

düşünüyorum. Parlamentoda tarım tartışılacak, orman

arazilerinin akibeti tartışılacak, operasyon tartışılacak

biz de çıkıp sözümüzü söyleyeceğiz. Sözümüzü söy-

leyebilmek için gündeme dair bir ajanda hazırlayacağız.

Aktüel siyasetin her temasına tabi olmamız gerekmiyor

ama onu değiştirmemiz ve dönüştürmemiz için önce

kendi pozisyonlarımızı belirlememiz gerekiyor. Aktüel

gündeme meclis kanalıyla müdahale etmenin getireceği

atmosferin, fi kri yapımızı geliştireceğini düşünüyorum.

Kaf dağının ardındaki bir ütopya üzerine, siyaset yap-

mak gerekli ama yeterli değil. İlkelerimizin, aktüel si-

yasetle ilişkisini kurduğumuz anda, nihai hedefi miz de

anlamlı olacaktır.

Ulaşılamaz ve değişmez bir hedefe sabitlenmek, bi-

zim politik doğrularımıza uymaz. Nitekim gelinen nokta

da gösteriyor ki; teorileri insanlara uydurmak, insanları

politik yaklaşımlara uydurmaktan daha hesaplı. Zaten

de diğer türlü savrulacağımız yer sekterizimdir.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Toplumun örgütlü kesimlerini siyasete yansıtacak

kanalları açmayı umuyoruz. Öncelikle; siyasi yasakların

kalkmasını, örgütlenmenin önündeki engellerin

aşılmasını, sendikaların ve meslek örgütlerinin talep-

lerinin parlamentoya taşınmasını sağlamaya çalışacağız.

Emeklilerin kurduğu sendika kapatılma tehlikesiyle

karşı karşıya, çiftçi sendikaları kapatılma tehlikesiyle

karşı karşıya. Ekmek mücadelesi ile demokrasi mü-

cadelesi arasındaki bağı gören kesimler için ön açıcı

olmaya çalışacağız. Herkesin kendi kimliğiyle, kendi

kültürüyle yaşayacağı özgür, demokratik bir Türkiye

için; yoksulluğun ve işsizliğin bu kadar arttığı bir or-

tamda emekçilerin taleplerini gündem haline getirmeye

çalışacağız.

Bunun yanında, bizim yan yana gelişimizin, toplu-

mun değişik kesimlerinde yan yana gelişi hızlandırmasını

umarım. Örneğin kadın hareketi 8 Mart’ı kırk parça

kutlamaz da ortak bir mekanda kutlar. Gençlik hareketi

YÖK protestosunda aynı sözleri 80 ayrı mekanda söyle-

mez de ortak bir tutum alır.

40

SEÇİM BÖLGESİ ADI SOYADIADANA NAZMİ GÜRADIYAMAN AHMET İNANAĞRI HÜSEYİN YILMAZAĞRI NACİ KUTLAYANKARA 1.BÖLGE ŞÜKRÜ ERBAŞANKARA 2. BÖLGE SIRRI KELEŞANTALYA KUBİLAY DÖŞEYENARDAHAN A. YAVUZ YILMAZAYDIN TACETTİN KARAGÖZBALIKESİR İSMET ŞAHİNBATMAN BENGİZ YILDIZBATMAN AYLA AKADBİNGÖL MEHMET NURİ ÖZMENBİTLİS M. NEZİR KARABAŞBURSA HÜSEYİN ARMAĞANDENİZLİ NEBİ EBCİDİYARBAKIR AYSEL TUĞLUKDİYARBAKIR SELAHATTİN DEMİRTAŞDİYARBAKIR GÜLTEN KIŞANAKDİYARBAKIR AKIN BİRDALELAZIĞ HASAN ESENERZURUM BEDRİ FIRAT

Bin Umut Adayları

Page 41: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

SEÇİM BÖLGESİ ADI SOYADIESKİŞEHİR HAMZA ABAYGAZİANTEP VAKKAS DALKILIÇHAKKARİ HAMİT GEYLANİHAKKARİ SABAHATTİN SUVAĞCIHAKKARİ HATEM İKEHATAY BERHAT KARIĞDIR PERVİN BULDANİSTANBUL 1.BÖLGE MEHMET UFUK URASİSTANBUL 2.BÖLGE DOĞAN ERBAŞİSTANBUL 3.BÖLGE SABAHAT TUNCELİZMİR 1.BÖLGE A.LEVENT TÜZELİZMİR 2.BÖLGE M.MEHDİ ASLANKARS MAHMUT ALINAKKOCELİ MUSTAFA AVCIKONYA AYHAN BİLGENMALATYA MUSTAFA TÜRKMANİSA ŞAH İSMAİL ÖZOCAKMARAŞ ALİ ÖZDEMİRMARDİN AHMET TÜRKMARDİN EMİNE AYNAMERSİN ORHAN MİROĞLUMUĞLA AHMET BELERMUŞ SIRRI SAKIKMUŞ NURİ YAMANORDU HASAN GÜZELRİZE NECMETTİN DURMUŞSAKARYA MEHMET BAYRAMSAMSUN MEHMET KAYASİİRT OSMAN ÖZÇELİKŞIRNAK HASİP KAPLANŞIRNAK SEVAHİR BAYINDIRTEKİRDAĞ HİLMİ KARAOĞLANTUNCELİ ŞERAFETTİN HALİSURFA İBRAHİM BİNİCİURFA İBRAHİM AYHANVAN SAYIM KARTALVAN FATMA KURTULANVAN ÖZDAL ÜÇERYALOVA MİNE TUTAL

dosya

41

Page 42: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

dosya

Yok Aslında

Birbirlerinden Farkları…

Seçimler ülke gündeminin birinci sırasını işgal ediyor. Siyaseti ait olduğu yer olan sokaklara indirmek için

seçimleri bekleyen parti genel başkanları bizden oylarımızı talep ediyorlar. Hem de oturdukları yerden be-

lirledikleri ve parti emekçilerini dışlayan, tabanlarına ihanet eden seçim listeleri ile. Seçeneklere şöyle bir göz

atalım. Adalet ve Kalkınma Partisi 4 seneden fazla süren tek başına iktidar döneminde isminde yer alan adaleti

sağlayabildi mi? Kalkınma sadece burjuvaların biraz daha zenginleşmesinden başka bir anlam taşıdı mı? AKP ikti-

dar olduğu süre dahilinde herhangi bir sorunda tutarlı ve kararlı bir tavır sergileyebildi mi? Kürt kardeşlerimizin

hakkettiklerini vermek konusunda bir adım ileri iki adım geri atmadı mı? Yetkisi olduğu halde muhtıracıları vazifed-

en alabildi mi? 1 Mart tezkeresinde elde edilen demokrasi zaferinin arkasında durabildi mi? Türbanlı öğrencileri

üniversite kapısından içeri sokabildi mi? Kim kadrolaşma iddialarının asılsız olduğunu söyleyebilir?

Cumhuriyet Halk Partisi dört yıllık “tek başına muhalefet” sürecinde gerçekten muhalefet yaptı mı? 1930’ların tek

parti dönemini aratacak düzeyde anti-demokrat olmadı mı? Yoksulların, işçilerin, memurların, çiftçilerin haklarını

savunmak için orduya destek amacıyla yaptığının yarısı kadar gürültü yaptı mı? Bu ülkede Kürtler yaşamıyormuş

gibi davranmadı mı? Sosyal demokrasinin eşitlikçi ve evrenselci yönlerini bir tarafa atıp koyu milliyetçi kesilmedi

mi? Deniz Baykal samimi solcu parti emekçilerine ihanet ederek İstanbul’da sağcı İlhan Kesici’yi aday olarak be-

lirlemedi mi? AKP ve CHP, iktidarda oldukları sürece seçim barajına karşı, genel başkan diktatörlüğüne karşı en

ufak bir adım attı mı? Bu ikisi tüm anlaşmazlıklarını bir yana bırakıp bağımsız adayları oy pusulasına ekleyen bir

yasa çıkarmadılar mı?

Demokrat Parti adını alan oluşumun bunlardan bir farkı var mı? Mehmet Ağar kendi sicilinden utanmıyor

mu? Bu sicile sahip olan birinin Kürt sorununa barışçıl bir açılım getirmesi gerçekten mümkün mü? ANAP-DYP

birleşmesi süreci en kurnaz tilkinin bile kafasını karıştıracak bir alicengiz oyununa dönüşmedi mi? Mehmet Ağar üç

milletvekilinden ikisinin AKP tarafından satın alınmasına engel olabildi mi? Genç Parti genel başkanı Cem Uzan

yıllarca para babalığı, holding sahibi olduktan sonra şimdi ezilenleri mi temsil edecek? Sahibi olduğu şirketlerin

emekçilerine ve bankalarının mudilerine karşı başvurduğu hileleri mazotu ucuzlatmak için mi kullanacak?

Milliyetçi Hareket Partisi sempatizanlarının sokaklarda, kampüslerde estirdiği terörün hesabını nasıl verecek?

Tüm politikasını Kürt ve Ermeni düşmanlığı, sol düşmanlığı üzerine kuran bir parti Türkiye’ye barışı getirebilir

mi? Devlet Bahçeli kalabalıkların üzerine urgan ipi atarken ne yapmak istiyor? Bir iç savaştan en zararlı çıkacak

olanların kendileri olduğunun farkında değiller mi? Milliyetçiliğin ülkemiz için son iki asırdır esas bölücülük

olduğunun farkındalar mı? Hayatını yitiren askerlerin cenazelerini istismar etmekten utanmıyorlar mı? Aynı soru-

nun çözümü için daha fazla kan, daha fazla gözyaşı yani çözümsüzlükten başka bir şey önerebiliyorlar mı?

Büyük Birlik Partisi MHP’yi pasif bulan kadroları ile bizlere ne vaat edebilir? İşçi Partisi kesif bir Ermeni

düşmanlığı ve saldırgan bir milliyetçilikle işçilerin enternasyonalizminden ne kadar uzak olduğunun farkında mı?

İşte siyasetimizin zengin menüsü! Tüm bunların ortak noktası ne? Tüm bunların ortak noktası kapitalizmle

barışık olmak ve Kürt sorununa barışçı bir açılım getirmekten aciz olmak… Tüm bunların ortak noktası askere

karşı korkak veya alkışçı bir tutumu benimsemek, “Sen artık kışlana dön” deme cesaretini gösterememek. “Hepi-

miz Ermeni’yiz” sloganını ve bu sloganı atan vicdan sahiplerini kötülemek. Bunlar oylarımızı hak etmiyorlar!

Bin Umut Adayları Bunların Gerçek Alternatifi dir!Bin Umut tüm bu birbirine benzeyenlerin karşısında gerçek bir alternatif oluşturmayı amaçlayan bir kampanyadır.

Bin Umut’un bağımsız adayları Türkiye’nin barışçı ve gerçekten solcu olan partileri Demokratik Toplum Partisi,

Özgürlük ve Dayanışma Partisi, Emeğin Partisi ve Sosyalist Demokrasi Partisi tarafından desteklenmektedir. Bu

siyasal partilerin yanı sıra onlarca demokratik kitle örgütü de Bin Umut’un bağımsız sol adaylarını anti-demokra-

umut kooperatifi

42

Page 43: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

tik seçim sistemine ve baraja karşı bir seçenek olarak ortaya koymakta ve desteklemektedir. Bin Umut adayları

mecliste her şeyden önce Türkiye’nin en can yakıcı sorunu olan Kürt sorununa barışçı bir çözüm alternatifi ni

sunmaya çalışacak. Bu sorunu tek bir insan hayatını kaybetmeden, tek bir anne gözyaşı dökmeden, tek bir mermi

atmadan çözmek mümkün müdür? Elbette mümkündür! Bin Umut adayları işte bu özlemin sözcüleri olacak. Bin

Umut adayları ayrıca emekçilerin, çiftçilerin, işsizlerin sözcüsü olacak. Kendilerine sağ veya sol diyen ama hepsi de

aynı ekonomik programa sahip olan partiler bunu yapabilir mi? Bin Umutçular mecliste mevcut seçim sisteminin

ne kadar anti-demokratik olduğunu dile getirecek, baraja karşı çıkacak, siyasal partiler yasasında değişiklik talep

edecek. Genel başkan dalkavukları bunu yapabilir mi? İnsan hakları, insanlık onuru, halkların kardeşliği, savaş

karşıtlığı Bin Umutçuların kılavuzu olacak. Diğerlerinin paradan başka bir kılavuzu var mı? Bin Umut kampanyası

dahilinde seçim çalışması yürüten bizler tüm Türkiyelileri solun bağımsız adaylarına oy vermeye davet ediyoruz. Ve

şunu da açık yüreklilikle açıklıyoruz: Eğer adaylarımız bu değerlerden uzaklaşırsa iki elimiz yakalarında olacaktır.

Bin Umut kampanyası dışında İstanbul 2. bölgeden aday olan Baskın Oran da kuşkusuz solun adayıdır. Gön-

lümüz hem Doğan Erbaş’ın hem de Baskın Oran’ın meclise kol kola gitmesinden yanadır. Aynı bölgeden aday olan

Sungur Savran ve Ayşe Tükrükçü de kuşkusuz değerli adaylardır.

Seçim çalışmaları destekleyicilerinin gücünün aritmetik toplamından öte bir anlam taşımaktadır. Türkiye’de

egemenler tarafından kuşatılmak ve yok edilmek istenen barışçı, demokrat ve sosyalist seçeneği parlamentoda var

etmek gaye edilmektedir. Kuşkusuz bu tek başına yeterli değildir. Hrant’ımızın cenazesi ve 1 Mayıs ile başlayan

güçlü politik tavrı seçimler ile sürdürmeli, seçimlerden sonra da aynı hızla devam etmeliyiz. Meclis yıllardır mahrum

kaldığı sosyalist havayı soluyunca kuşkusuz işimiz daha da kolaylaşacak.

Bizler Umut Kooperatifi olarak solun bağımsız adaylarını desteklediğimizi ilan eder ve tüm seçmenleri adaylarımıza oy vermeye davet ederiz!

Türk, Kürt, Ermeni, Yaşasın Halkların Kardeşliği!

Yaşasın Sosyalizm!

İşçilere, Kadınlara, Eşcinsellere, Gençlere Özgürlük!

43

dosya

Page 44: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

1 Mayıs

1 Mayıs’ın Ardından

1 Mayıs 2007 geçtiğimiz yıllara

nazaran daha kritik bir 1 Mayıs

oldu. Hrant Dink suikastinin

ardından ilerleyen süreçte Cum-

huriyet mitingleri, e-muhtıra’lar,

cumhurbaşkanının seçilememe-

si, erken seçim ve savaş ihtimali

ile Türkiye milliyetçi ideolojinin

aksında işçi sınıfının çıkarlarından

uzakta bir yere doğru savruluyor.

Tam da bu yüzden ve olan bitene

cevaben 1 Mayıs 2007’nin sadece

bir anma günü veya bir bayram

olarak değil işçi sınıfının taleple-

rinin, gündemlerinin meydanda

yankılandığı, milliyetçiliğe karşı

sınıfın güç kazanacağı bir gün olarak

büyük önemi vardı.

1 Mayıs 1977 Taksim katliamının

30. yıldönümüne, 2007 1 Mayıs’ına

gelinirken Taksim bir ihtimal değil bir

zorunluluk olarak ortaya konmuştu.

Geçtiğimiz 1 Mayıs’larda da Taksim

Meydanı son anda çark edilen bir

hedef olmuştu. Çağlayan’dan sonra

Saraçhane ve Kadıköy 1 Mayıs’larında

Taksim için başvuru yapılmış ama

sonuç alınamamıştı. Taksim’e izin-

siz çıkmak ise göze alınamamıştı.

Bu sene özellikle Disk’in 1 Mayıs

1977’yi anmak amacıyla öne çıkması

ve diğer sendikaların desteği kararın

netleşmesinde etkili oldu.

Önce destek veren parti ve

sendikaların bir bölümünün

çekilmesi, Türk-İş’in Kadıköy için

izin istemesi 1 Mayıs’ın bölün-

mesine neden oldu. Vali Güler’in

tehditlerinin ardından yaşanan

bu gelişmeler “yasal 1 Mayıs

Kadıköy’dedir, oraya buyrun”

deme aralığını yarattı. Fakat bili-

yoruz ki işçilerin hak ve taleple-

rinin seslendirildiği bir miting ve

kutlama üzerine izin polemiğine

girilmesinin tek nedeni bu se-

sin bastırılmak istenmesidir. Bu

noktada Taksim’den geri adım

atılmaması ve kararlı davranılması

hayatiydi ve gerçekleşti de. Polis

günlerine, konserlere ve şenliklere

açılan Taksim bugün işçilere mi

kapatılacaktı: Tabi ki hayır!

Alınan net karara rağmen 1

Mayıs’ın örgütlenmesi sorunlu

oldu. Vali ve emniyet müdürünün

açıklamaları sertleştikçe yürüyüşün

kurgusunda da kaymalar baş gösterdi.

Yürüyüş kollarının Dolmabahçe’de

konumlandırılması her ne kadar

belli yönlerden avantajlıymış gibi

sunulsa da Taksim Meydanı’nın

zorlanması ihtimalini zayıfl atacağı

kesindi. Aktif bir şekilde ama şiddete

başvurmadan Taksim’in zorlanması

Dolmabahçe’de yerleşecek yürüyüş

kolları için imkanlı gözükmüyordu.

Kitlenin toplanmasına izin

verilmeyeceği ve yan yana gelen 3-

5 kişiye bile müdahale edileceği

kerem demirbaş

Bu 1 Mayıs’ın başarısı biraz da ilerleyen süreçle birlikte or-

taya çıkacak. Eğer sosyalistler postalla takke arasına sıkışan

siyasette bir alternatif yaratmayı başarabilirlerse ve “yük-

seltilen” milliyetçiliği durduracak bir siyasal hat önerebilir-

lerse 1 Mayıs 2008 bambaşka bir atmosferde geçecektir.

44

Page 45: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

yönündeki sert açıklamalarla bir-

likte Dolmabahçe’de buluşabilmek

bile sorunluydu, gerçekten de 1

Mayıs günü geldiğinde alana çok az

kişi ulaşabildi. Vali Güler’in şahin

açıklamaları ve bunları fi iliyata

dökülmüş hali geçici ve sınırlı bir

sıkıyönetim uygulaması gibiydi.

Vali bundan daha sert ancak sokağa

çıkma yasağı ilan edebilirdi. Bu ha-

liyle de bütün şehirde ulaşımı kitle-

meyi başararak büyük bir işe imza

attı. Bu durum bize kapitalizmin

Türkiye’de bütün bu demokrasi

oyununun ve kalkınma safsatasının

altında rahatlıkla faşist uygulama-

lara girişebileceğini gösteriyor.

Dolmabahçe’de polisin yanında

askerleri de görmek son zaman-

lardaki ordu AKP geriliminin ne

kadar suni olduğunun, söz konusu

olanın egemenlerin çıkarları olunca

bu iki gücün nasıl el ele verdiğinin

açık bir kanıtıydı. Dolmabahçe’de

toplanan her korteje, her gruba

herhangi bir kaygı gütmeden elden

geldiğince sert şekilde müdahale e-

dilmesi, beklenilenin aksine ters tep-

ti. Vali Muammer Güler ve emniyet

müdürü Celalettin Cerrah’ın el ele

giriştikleri bu “cerrahi” operasyon

Taksim’in 1 Mayıs alanı olmasını

engellemek yerine bütün İstanbul’un

Taksim, bütün İstanbul’un 1 Mayıs

alanı olmasını sağladı.

İşte bu sert koşullarda, ne bir

B planı, ne yedek bir tertip komi-

tesi, ne de anlamlı bir rota olmadan

başlayan 1 Mayıs; tertip komitesi-

nin gözaltına alınmasının ardından

başsız kalan kitlenin beklenmedik

direnciyle farklı bir boyut kazandı.

Beşiktaş’ta ve Kabataş’ta büyük oran-

da dağıtılan kitle düzensiz ve esnek

bir şekilde Dolmabahçe’de toplana-

bildi. Bütün engellemelere rağmen

Taksim Meydanı’na belli bir kitleyle

çıkılabildi. Taksim’deki eylemlilik

saatlerce sürdü ve arzu edildiği gibi

meydan işçilere kapatılamadı. “İşte

Taksim, İşte 1 Mayıs” sloganları

meydanda duyuldu.

Gazetecilerin engellenmesi, canlı

yayın arabalarının uzaklaştırılması,

basın mensuplarının dövülmesi

işin başka bir boyutuydu. Bu sefer

medyayı arkaya alamadılar, fakat yine

de televizyon ve gazetelerde 1 Mayıs

işçi sınıfının talepleriyle değil daha

çok trafi k sıkışıklığı ve vatandaşın

mağduriyetiyle yer buldu(haberlerin

ilk sırasında ise tabi cumhurbaşkanı

seçimi vardı). Tabi bu oranda uy-

gulanan şiddet ve sonuçlarının;

arka sokaklarda yerlerde sürüklenip

tekmelenenler, polisten tokat yiyen

vatandaşlar, biber gazı(1 kişi gaz

yüzünden kalp krizi geçirerek öldü)

ve yüzlerce gözaltının ekranda gös-

terilmemesi kabul edilemez bir du-

rum olurdu. Fakat linç olaylarını

halkın meşru tepkisi olarak gören

“toplum cerrahı” Celalettin Cerrah

ve “muzaff er hükümdar” Muammer

Güler medyada da yer bulmuş bütün

istifa çağrılarına rağmen koltuklarını

korumaya devam ediyorlar.

Bu 1 Mayıs’ın başarısı biraz

da ilerleyen süreçle birlikte or-

taya çıkacak. 1 Mayıs 2007 bu

hattan uzak bir anma günü gibi

kurgulanmış olsa da gelecek 1

Mayıs’ta emeği merkeze oturtmak

için bir imkan yaratılmasını sağladı.

Eğer sosyalistler postalla takke

arasına sıkışan siyasette bir alter-

natif yaratmayı başarabilirlerse ve

“yükseltilen” milliyetçiliği durdura-

cak bir siyasal hat önerebilirlerse 1

Mayıs 2008 bambaşka bir atmos-

ferde geçecektir. Bunun için solun

unuttuğu bir şeyi hatırlaması gereki-

yor: İşçi sınıfının ortak çıkarlarının

özel mülkiyetin ve sınıfl ı toplumun

ortadan kaldırılması, kapitalizmin

yıkılmasından geçtiği gerçeğini.

Aksi taktirde Taksim tıpkı

geçmişte olduğu gibi kaybedi-

lecektir.

45

1 Mayıs

Page 46: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

oyak

OYAK Dediğin Nedir ki,

Var mı Dünyada Eşi?

Oyak Bank’ın satışı bazı

çevrelerde şaşkınlıkla ve

tepkiyle karşılandı. Başta

emekli subaylar olmak üzere, ulusalcı

camianın büyük bir kesimi şok

olmuş durumda. Hâlbuki bankanın

satılacağı bir yıl öncesinden net ola-

rak belliydi. Bankanın genel müdürü

Coşkun Ulusoy, Sabah Gazetesine

verdiği bir mülakatta bankacılık sek-

töründen çekileceklerini ve bu yönde

bazı yabancı sermaye kuruluşlarıyla

görüşmeler yaptıklarını açıklamıştı

(20 Ekim 2006).

Aslında bu kesimlerin tepkileri

yabancı bir sermaye kuruluşunun

orduya ait bir bankayı nasıl olup

da satın alabildiğiyle ilgilidir. Son

dönemlerde bu yöndeki tavırlar ade-

ta yabancı düşmanlığına dönüşmüş

durumdadır. Ülke genelinde

milliyetçi, ulusalcı söylemlerin

tırmanmasında / tırmandırılmasında

bazı iktisadi kuruluşların ‘yabancı’

sermaye tarafından satın alınması

özellikle kullanılmaktadır. Hatta

bugün Oyak Bank’ı satan kişiler

dahi kamuya ait Kit’lerin (Er-

demir, Tüpraş, Telekom vb.)

özelleştirilmesinde benzer bir tavır

takınıyorlardı. Oyak Genel Müdürü,

Türk kuruluşlarının yabancılara

satışına karşıydı. Eylül 2005’te

yaptıkları bir Oyak aile toplantısında

özelleştirmelerle ilgili şöyle söylü-

yordu genel müdür: “Şirketleri,

bankaları satın alan yabancıların,

yabancı devletle ilişkileri var. Yani

bizim devletimiz satıyor, yabancı

devletler alıyor. Bir Türk olarak bu

beni üzüyor. Eğer özelleştirilecekse

ve satılacaksa Türk fi rmaları almalı.”

Bu konuşma üzerine, aile üyeleri

“Oyak Türk’tür, Türk kalacaktır!”

diye slogan atıyordu.

Bu tür ulusalcı tavırların bir

kısmı bilgisizlikten, bir kısmı ise

ikiyüzlülükten ileri gelmektedir. Bu

söylediğimizi gerek Oyak sermaye

grubunun, gerekse Oyak Bank’ın

ortaya çıkış sürecini izlediğimizde

çok rahatlıkla görebiliriz.

Oyak (Ordu Yardımlaşma Ku-

rumu), 1 Mart 1961’de, 1960

darbesini gerçekleştiren askeri

kesimin oluşturduğu Kurucular

Meclisi tarafından çıkarılan bir yasa

sami yılmaz

19 Haziran 2007

Bir süredir devam eden görüşmeler sonucu OYAK ile dünyanın

en büyük fi nansal hizmetler gruplarından ING, OYAK Bank’ın

ING Bank’a satışı konusunda anlaşmaya vardıklarını açıkladılar.

Yapılan anlaşma uyarınca OYAK Bank’ın tamamı, ING Bank’a

nakden 2.673 milyar ABD Dolarına satılacak. Satış süreci, tarafl arın

BDDK’dan ve diğer ilgili mercilerden gerekli resmi onayları almasından

sonra gerçekleştirilecek. OYAK Bank’ın adının da satış işlemlerinin

tamamlanmasından sonra en geç bir yıl içinde değiştirilmesi kararlaştırıldı.

Tarafl arın üzerinde anlaştıkları fi yat, BDDK mevzuatına

göre hazırlanmış 2006 yılsonu rakamları ile hesaplanan,

ülkemizdeki banka satışlarında elde edilen en yüksek “fi yat /

kazanç” ve “fi yat / defter değeri” çarpanlarını ifade etmektedir.

Saygılarımızla,

OYAK Genel Müdürlüğü

46

Page 47: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

ile kurulmuştur. Bir taraftan özel

hukuk hükümlerine bağlıdır, diğer

taraftan kamu kurumlarının dahi

yararlanamadığı kamusal imkan-

lardan yararlanmaktadır. Kuruluşun

amacı askeri personelin refahını

yükseltmek ve onlara ekonomik gü-

vence sağlamak olarak belirtilmiştir.

Gelin görün ki, kurulduğu tarihten

bu yana Türkiye sanayileşmesinin ve

kapitalistleşmesinin her aşamasında

bu kuruluşun iştirakleri söz konu-

sudur. Kuruluş demir-çelikten

otomotive, çimentodan ener-

jiye, gıdadan perakendeciliğe,

inşaattan taşımacılığa, dış ticaretten

sigortacılığa ve bankacılığa kadar

her sektörde iştirakler edinmiştir.

Sanayi alanındaki ilk iştirak

1962’de Goodyear Lastikleri T.A.Ş.

ile gerçekleştirilmiş ve sonra ardı

gelmiştir: Fransa Renault grubu ile

ortaklık (1969), Hektaş, Çukurova

Çimento…

Oyak’ın fi nansal piyasalara girişi

ise 1982’de Oyak Menkul Değerler

A.Ş.’nin kurulması ile başlamıştır.

Bugünkü Oyak Bank’ın temeli

ise Oyak grubunun 1990’da First

National Bank of Boston’a iştirak

etmesi ile atılmıştır. Bu banka,

1984’te İstanbul şubesini açan

Bank of Boston’a Oyak, Alarko ve

Cerrahoğlu gibi sermaye gruplarının

ortak olmasıyla kurulmuştur. Oyak,

1994’te iştiraki olan bu bankanın

tüm hisselerini devraldı ve 1996’da

bankanın adı Oyak Bank olarak

değiştirildi. Diğer yandan Oyak gru-

bu 1995’te, Fransız AXA grubuyla

da AXA-OYAK Hayat Sigorta A.Ş.

kurdu.

Kısaca aktarmaya çalıştığımız

bu süreç Oyak’ın bugüne gelişinde

yabancı sermaye ile ilişkilerinin ne

kadar önemli ve hayati olduğunu

göstermektedir. Bu sadece Oyak gru-

bu için geçerli değildir, Türkiye’nin

önde gelen sermaye gruplarının

hemen hepsi (Koç, Sabancı, Has…)

benzer süreçleri yaşamıştır. Burada,

24 Ocak Kararları diye bilinen

ekonomik dönüşüm programının

uygulanmasıyla 12 Eylül 1980

askeri müdahalesi arasında kurulan

bağlantıları da hatırlatmak isterim.

Dünya kapitalist sistemi içe-

risinde fi nansal-mali entegrasyonun

güçlenmesiyle birlikte, bu sektördeki

rekabet aşırı derecede artmıştır ve

sermaye hacmi küçük olan banka-

lar, hatta büyük bankalar, satın alma

veya evlilik yoluyla birleşmektedirler.

Kapitalist sistem içerisinde konum

edinmeye çalışan Türkiye’deki ser-

maye gruplarının da bu süreçte

oyunu kurallarına göre oynaması

yadırganmamalıdır. Oyak grubu-

nun tarihi ve en son Oyak Bank’ın

satılması bu konuda verilecek iyi

bir örnektir. Bu noktada, unutulan,

görmezden gelinen veya bazılarının

anlayamadığı/anlamak istemediği

Oyak’ın bir sermaye grubu olduğu

ve sermayenin de kar odaklı hareket

etmek zorunda olmasıdır.

Kanaatim odur ki, sermaye-

nin çıkarları ile “ulusal çıkar”ları

karşı karşıya koymak hatalı ve/veya

demagojik bir yaklaşımdır; tam ter-

sine sermayenin çıkarları ile ulusal

çıkarların çakışması durumu söz

konusudur. Ortada bazı gerilimlerin

olması işin doğasında zaten vardır ve

konunun esasını değiştirmemektedir.

Oyak Bank’ın “yabancı” bir ser-

maye grubuna satılması bunun en

güzel örneğidir. Burada üzerinde

düşünülmesi gereken asıl mesele

“ulusal çıkarlar”ın ne olduğu, kim-

ler tarafından, nasıl tarif edildiğidir.

Örneğin Koç sermaye grubu neden

yerli ve ulusal olarak kabul ediliyor da

ING sermaye grubu yabancı olarak

görülüyor? Kaldı ki bu tür sermaye

grupları birçok alanda ortaklıklarını

kuruluşlarının ta başından beri

sürdürmektedir. Sonuçta her iki

sermaye grubunun da kar amaçlı

faaliyette bulunduğunu hepimiz bil-

mekteyiz. Peki, kimi kandırıyoruz,

kendimizi mi?

47

oyak

Page 48: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

itiraz

Mutsuzum, Mutsuzsun,

Mutlu!

Mersin’de 2005 yılında newroz/nevruz

kutlamaları sırasında Türk bayrağının yere

düşürülmesi ve medyanın bunu bayrak

yakma olarak manipüle etmesi ile Türkiye’de ırkçı-mil-

liyetçilik giderek artmaya başladı. O dönemde giderek

artan ırkçı-şoven hareketlerin Kürt karşıtlığı üzerinden

izledikleri politika güçlendi. Türkiyedeki ırkçı-milli-

yetçilik başta Kürtleri hedef alan hareketlerinden sonra

Hrant Dink’in öldürülmesi ve cenazesindeki ‘Hepimiz

Ermeniyiz’ sloganı ile Ermenilere de yöneldi. Ermeni

okulları ve kiliselerine tehditler ve bomba ihbarları

yapıldı.

Türkiye’de özellikle 1980 darbesi sonra toplumsal

muhalefetin sesinin kesilmesi ile başlayan süreçte ırkçı-

milliyetçi gruplar giderek daha güçlü hale geldiler. Bu

süreçte daha da kötüsü milliyetçilik daha da doğal ola-

rak kabul edildi ve daha da güçlendi . Ulus devlet olma

sürecinde Türkiye’deki milliyetçilik diğer tüm ülkelerde

olduğu gibi bize de ‘doğal’ bir olgu gibi gösterildi. Mil-

liyetçilik, insanların kendi benlikleri, kendi kimlikleri

haline getirildi, sosyal ve siyasal yaşamda Cumhuriyet

öncesindeki ‘din’in gördüğü sınıfl amacı, ayrımcı yeri

aldı.

Türkiye’de son dönemdeki milliyetçiliği

incelediğimizde karşımıza ötekine tahammülsüzlük

ve yok etme, yabancı düşmanlığı ve içe kapalı bir ulus

oluşturma politikalarını ve yine bu dönemde özellikle

milliyetçilik ideolojisinin en önemli argümanlarından

biri olan ‘paronoyayı’ görmekteyiz. Kitaplara kadar girmiş

paronoyalar ile ilkokuldan itibaren, ülkenin bölüneceği-

parçalanacağı her komşumuzun bize düşman olduğu

öğretildi bize. Türk Silahlı Kuvvetlerinin 12 Nisan’da

yaptığı elektronik bildiride de görüldüğü üzere ulusal ve

üniter yapının korunması ve insanlara refl eks çağrısında

bulunulması milliyetçiliğin çok da kullandığı argüman-

lardan biridir. Ulusal ve üniter devlet denerek tektipleşmiş

bir ülkeyi savunan bu gibi görüşler milliyetçiliğin doğal

olarak kabul edilmesini de kullanıp kendilerini meşru

gösterip her türlü şiddet mekanizmasına da çekinmeden

başvurmaktadırlar. Türkiye’de son dönemde yaşanan

Rahip Santoro, Danıştay Saldırısı, Hrant Dink ve

Malatya’daki kitabevi cinayetleri gibi siyasi cinayetler,

milliyetçilik örtüsü altındaki ırkçılık ideolojisinin farklı

olanı, öteki olanı yok etme güdüsünü bizlere gösteren

en önemli örneklerdir. Özellikle Hrant Dink cinayeti

bize bu güdüyü gösterdiği gibi, bir turnusol kağıdı

ararat sayatian

12 Nisan, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)

‘’... Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün,

“Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye

Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.

Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine ka-

nunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki

sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı

ile inancı kesindir. Kamuoyuna saygı ile duyurulur.’’

8 Haziran, TSK

Türkiye Cumhuriyeti, ulusal ve üniter yapısının, çağ dışı bir yapı

olduğunu düşünen bir yaklaşım ile karşı karşıyadır. Ulusumuzun bu teh-

likeli yaklaşımı fark etmek zorunluluğu vardır ve olmalıdır.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin beklentisi; bu tür terör olaylarına karşı, yüce

Türk milletinin kitlesel karşı koyma refl eksini göstermesidir.

48

Page 49: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

olarak siyasetçilerin ve siyasi örgütlerin renklerini de

deşifre etmiştir. Türkiye siyasetindeki hümanist ve sosy-

alist değerlere sahip yapıları daha iyi ayırdedebilmemizi

sağlamıştır. Hrant Dink’in cenaze törenindeki kalabalık

ve atılan ‘Hepimiz Hrant’ız Hepimiz Ermeniyiz’ sloganı

ise milliyetçilik için adeta soğuk duş etkisi yaratmıştır.

Tektipleşmiş; üniter, ulus devletinden söz eden bu zih-

niyet ‘Hepimiz Ermeniyiz’ sloganına hemen müdahale

ederek yine bölünme paranoyalarının insanlara zerk e-

derek ‘Hepimiz Türküz, Hepimiz Mehmetiz’ sloganını

ortaya çıkartmıştır. Türkiye’deki herkesi Türk olarak

adleden bu zihniyet, TSK’nın 12 Nisandaki elektronik

bildirisinde de belirttiği üzere ‘Ne Mutlu Türküm Di-

yene’ anlayışına karşı çıkan herkesi ilelebet düşman ilan

etmiştir.

Burda biraz durup ‘Ne mutlu Türküm Diyene!’

cümlesini irdelemek gerektiğini düşünmakteyim. Bu

söz, belki şekil ve dilbilgisi itibari ile benzemese de bir

önermedir, hatta doğru bir önermedir. Doğrudur çünkü

Türkiye’deki Türkler mutludurlar. Daha da genişletmek

gerekirse, Sünni, müslüman, devletçi, erkek Türkler

mutludurlar. Peki ya Aleviler, Suryaniler, Kürtler, Rum-

lar, sosyalistler, eşcinseller, kadınlar vs. peki bu öteki-

ler mutlular mı? Peki ya bu insanlara ‘siz, siz değilsiniz

‘bu’sunuz’ denince mutlu olabileceklerini umuyor mu-

yuz? Ya da beş parmağın beşinin de bir olduğu bir yerde

yaşayan insanlar mutlu olurlar mı acaba?

Tekrar bu önemli önermemize dönecek olursak bu

ülkedeki Türklerin mutlu oldukları milliyetçiliği kul-

lanarak siyaset yapanlar için de vazgeçilmez bir olgudur.

Ülkenin bölünmez bütünlüğü için kapı komşularının

sınırlarının ihlal edecek kadar savaş çığırtkanlığı yapan

bu oluşumlar vatan ve millet sevgisinin insanları mutlu

edeceğini bizlere dikte edip her türlü geçim sıkıntısı

ve işsizlik gibi ekonomik problemleri bize milliyetçilik

ilüzyonu ile unutturmaktadırlar. İnsanların vatan mil-

let sevgisinin bir kenara bırakıp ekonomik sıkıntıları

düşünmesi ve -daha da önemlisi- bunu sisteme mal

etmesi durumunda gerçekleşebilecekleri düşününce,

bu ilüzyona ihtiyaç da duymaktadırlar. İşte burda

milliyetçiliğin ötekileştirdiği mutsuzlara bakınca bir

‘açlık’ görmekteyiz. Türkiye’deki farklılıklarda olan bu

açlık empati kurulmaması, kardeşçe yaşanılmaması,

yurttaş gibi görülmeme ve sosyal yaşamdaki ayrımcı

davranışlardan kaynaklanmaktadır. Bu açlık birazcık

‘’Türk’’ birazcık ‘’Biz’’ olmayı istemenin açlığıdır.

Burada biraz da ‘’Türklük’’ kavramını irdelemek

gerektiğini düşünmekteyim. Türkiye’de bu kavram

çok sinsi, muğlak ve sağlıksız bir kavramdır. Kurucu

devlet ideolojisi olan Kemalizm tarafından ‘Türkiyeli’

olmayı ifade etsin şeklinde kullanılmış fakat onun sa-

hipleri tarafından hiçbir zaman bu amaca hizmet eden

bir şekilde kullanılmamıştır. Tam aksine farklılığı red-

deden/inkar eden bir bakış açısıyla kullanılmıştır. En

masum görünen ‘Vatandaş Türkçe Konuş Kampanyası’

bile bu reddi bu tektipleştirmeyi gösteriyor bize. Ulus

devlet oluşturma sürecindeki bu gibi ayrımcı bakış

açılarını, baskıları ve şiddeti Türkiye’deki farklılıkların

çokça yaşaması onları bu mutsuzluğa itmesindeki temel

nedendir. Türkiye’de yaşayıp Türkiyeli bile hissedeme-

menin açılımı açıkçası budur.

Farklı olanı aşağılayan ve dışlayan her türlü ide-

oloji -sol ya da sağ olsun fark etmez- Türkiye’deki kim-

lik çeşitliliğine zarar verecek toplumu tektipleştirmeye

yöneltecektir. Daha mutlu ve daha demokratik bir

Türkiye’nin inşasında herkesin taşın altına eline sokup

ezen ulus ya da ezilen ulus olsun farketmez kendi mil-

liyetçilikleri ile yüzleşip onun yerine halkların kardeşliği

şiarını koyması gerekmektedir. Burda unutulmaması

gereken nokta birbirimize benzeyerek yaşamak değil

tüm farklılıklarımız, tüm kimliklerimiz ile birlikte barış

içinde rengarenk bir mozayik içinde yaşamaktır.

49

itiraz

İtirazın İki Şartı / Nevzat Çelik

çok olmadığımız kesin

çok olan tarafta değiliz

çok olan tarafta olmayacağız

türkiye’de kürt olacağız

kürtlerde ermeni

ermenilerde süryani

gidip almanya’da türk olacağız

hollanda’da surinamlı

fransa’da cezayirli

iran’da azeri

amerika’da zifi ri zenci olacağız

çoğalan zencide mutlaka kızılderili

israil’de fi listinli

köpeğin karşısında kedi

kedinin karşısında kuş olacağız

kuşun karşısında börtü böcek

hakemler hep karşı takımı tutacak

ve biz hep yedi kişiyle tamamlayacağız maçı

çiçeklerden kamelya olacağız

az kolumuzun tarafında

solda olacağız

bu itirazın ilk şartı

solda da az olacağız

devrimi çoğaltırken çünkü

bir başka devrime hızla azalacağız

bu da itirazın ikinci şartı.

Page 50: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

emperyalizm

Emperyalizm

Tartışmaları

Emperyalizm sorununu

daha iyi anlayabilmek için

Marx’ın kapitalizmi anlamak

için bize miras bıraktığı kavramları

yeniden hatırlamak gerekiyor.

Marx’ta kullanılmamış olan em-

peryalizm kavramından serma-

yenin uluslararasılaşması sürecinde

devletlerarası süregelen eşitsiz güç

ilişkilerini anlıyoruz. Bu temel tanım

bizi marksist sermaye kavramına

götürüyor.

Sermayenin ÖnemiSermaye, günlük dilde kişilerin

elinde tuttuğu ekonomik varlıkları

ifade etmek üzere kullanılıyor. An-

cak marksist sermaye kavramı,

aynı anda ekonomik varlıklarda,

belirli bir içerik ve biçimdeki top-

lumsal ilişkilerle ve bu ilişkilerin

tarafl arı olan sınıfl arla bağlantılı

olarak kullanılıyor. Bu kavram

yalnızca ekonomik ilişkileri değil

aynı zamanda değerin üretiminde,

bölüşümünde, dolaşımında ve

tüketiminde ortaya çıkan çeşitli top-

lumsal sınıfl arın içinde yer aldığı çok

boyutlu ve çelişkili ilişkileri de kap-

sar. Bu metnin sınırlarını oldukça

aşan bu ilişkiler, içinde devletin de

çeşitli biçimlerde varolduğu kapita-

list toplum ilişkilerini oluşturur.

Emperyalizm kavramına

ulaşmak için burada üzerinde özel

olarak durmamız gereken nokta, ka-

pitalizmin özü olan sınırsız üretim ve

sınırsız tüketim mantığıyla bağlantılı

olarak emek-sermaye arasındaki

yapısallaşmış ilişkilerdir. Kendi

çıkarlarının farkında bir sınıf olarak

sermaye sınıfı diğer sermayelerin de

yer aldığı ulusal veya uluslararası

piyasalarda kendi varoluşunu yeni-

den üretmek ve hiyerarşik ilişkiler

içinde yukarı doğru hareket et-

mek için emeğin ürettiği değerin

toplam hacmini ve bu değerden

aldığı payı sürekli arttırmaya çalışır.

Bu duruma basit bir örnek olarak

sermayedarın kendi fabrikasında

işçiyi daha uzun saatler daha ileri

teknolojiyle çalıştırmak istemesi

gösterilebileceği gibi, İngiltere or-

dusunun Hindistan’ın yerli ekono-

misini zor yoluyla çökerterek orada

üretilen değere el koyması da gös-

terilebilir. Değer üretim süreci son-

suz bir süreç olduğu içindir ki, bir

ilişki biçimi olarak sermaye sürekli

olarak içinde bulunduğu kabı aşma

eğilimindedir. Yani sermaye daha

fazla değeri kendisinde toplayacağı

her mekana ulaşmak ve mevcut

mekandaki sömürü ilişkilerini

yoğunlaştırmak derdindedir. Her

seferinde daha fazlasına el koymak

dürtüsü, içinde yaşadığımız sistem

olan kapitalizmin özünü oluşturur.

Sınıf ve ilişki biçimi olarak sermaye

yalnızca üretim sürecinde değil aynı

zamanda üretimde yaratılan metanın

para formuna geçişinde ticari sermaye

ve paranın kendi başına metalaşması

sürecinde de para sermaye ortaya

uygar yıldırım

Emperyalizm kavramına ulaşmak için burada üzerinde özel

olarak durmamız gereken nokta, kapitalizmin özü olan

sınırsız üretim ve sınırsız tüketim mantığıyla bağlantılı olar-

ak emek-sermaye arasındaki yapısallaşmış ilişkilerdir. Kendi

çıkarlarının farkında bir sınıf olarak sermaye sınıfı diğer ser-

mayelerin de yer aldığı ulusal veya uluslararası piyasalarda

kendi varoluşunu yeniden üretmek ve hiyerarşik ilişkiler

içinde yukarı doğru hareket etmek için emeğin ürettiği

değerin toplam hacmini ve bu değerden aldığı payı sürekli

arttırmaya çalışır.

50

Page 51: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

çıkar. Paranın metalaşması ve kre-

di arz, talebi bağlamında üretim

süreciyle bağlantılı bazı işlevler

kazanması para sermaye formunun

oluşmasına yol açıyor. Yani üretim

sürecinde yaratılan değerin para

ve meta bazında birikmiş nesnesi

olan sermaye kendi içinde işlevsel

farklılaşmalara ayrılıyor. Serma-

yenin bu farklı formlarını ser-

mayenin sonsuz üretim ve sonsuz

tüketim mekanizmasına bağlı olar-

ak, devletlerin, ulusal ve uluslar arası

piyasaların yer aldığı bir çerçevede

düşünmek gerekiyor.

Emperyalizmin Dönemlendirilmesi

Kapitalizmin dünya ölçeğinde

gelişme süreci, genellikle 3 farklı

dönem içinde ele alınıyor. İşimizi

kolaylaştıran bu dönemlendirmeler

sermayenin farklı biçimlerinin farklı

zaman dilimlerinde, farklı mekan-

larda belirleyici dinamik olmasına

bağlı olarak yapılıyor. Örneğin

İngiltere’de doğan kapitalizm, sanayi

devrimi sonrasında büyük hacimler-

deki meta birikimini, ancak ticari

sermayesini uluslararasılaştırarak

eritecektir. Bu nedenle dönemin

sanayileşmesini tamamlamış em-

peryalistleri arasındaki savaşlara

neden olan asıl çelişki pazar paylaşım

kavgasına ve henüz ulusal mekana

sıkışmış olan üretken sermaye için

hammadde paylaşımına dayanır. Ser-

mayeler sınırsız üretimlerini devam

ettirebilmek için ulusal sınırları aşma

ve diğer mekanların kaynaklarına el

koyma eğilimi taşırlar. Dolayısıyla

emperyalizmin birinci döneminde

sanayileşmiş devletlerin birbirleriyle

uzlaşma eğilimi zayıf olacaktır. Em-

peryalist devlet, ulusal sınırlar içinde

ve uluslararası alanda kendi ülke

sermayesinin birikim koşullarını

düzenler.

Emperyalist devletler, devlet ve

sermayesinin bütünleşmiş haliyle

elindeki ulaşım, iletişim ve silah tek-

nolojileriyle diğer mekanları kendi

arka bahçeleri haline getirmeye

çalışırlar. Emperyalist devletler arası

paylaşım mücadelesi bu devletler

arasındaki uzlaşmanın sağlanmasını

da zorlaştırır. Emperyalizmin klasik

döneminin bir diğer gelişmesi de

geç kapitalist ülkelerin ileride sanayi

burjuvazisine dönüşecek olan ticari

burjuvazisinin yavaş yavaş gelişiyor

olmasıdır. Bu grup, modernleşmeci

bir bürokratik sınıfl a birlikte batının

karşısına vereceği ulusal mücadele-

lerle çıkacaktır. Genel olarak bu

dönemde dünya, batı kapitalizminin

dolaşım ilişkileri içindedir. Kapitalist

üretim ilişkileri henüz batıyla sınırlı

olduğu için, emek sermaye ilişkisi

dünya ölçeğinde henüz yerleşik

ilişki biçimi değildir. Lenin’e göre

dünya devrimi kapitalizmin henüz

içselleşmediği, ulusal mücadelelerini

veren sömürgelerde başlayacaktır.

Dünya perspektifi nedeniyle Lenin

sömürgelerin ulusal mücadelelerine

destek verir.

Emperyalizmin birinci döne-

minde, üretken sermayesinin

gelişimini diğerlerine göre geç

51

emperyalizm

Page 52: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

yaşayan Almanya ve Japonya’nın

emperyalist rekabete girmesi dünya

kaynaklarının paylaşımını yeniden

gündeme getirir. Dünya tarihinin

daha önceki hiçbir döneminde

görülmemiş ölçüde geniş mekanları

ilgilendiren ve kitlesel ölümlere

yol açan 1. ve 2. Dünya Savaşları,

paylaşım mücadelesinden doğan

çelişkilerin çözüldüğü süreçleri kap-

sar.

Savaş sonrası dönemde emperya-

listler arası çelişkiler, savaşın Batı

Avrupa’da yol açtığı yıkım ve rakip

bir sisteme sahip SSCB’nin ortaya

çıkmış olması nedeniyle yerini savaşı

kendi topraklarında yaşamamış olan

ABD’nin kapitalist piramitteki

önder konumuna bırakacaktır. 2.

Dünya Savaşı sonrasında başlayan

ve bugüne kadar devam eden

süreçte emperyalizm kavramı ABD

ile özdeşleştirilecektir. Aynı zaman-

da ABD’nin üretken sermayesi de

büyük gelişme gösterdiği için bu

dönemde ABD ekonomik, askeri,

siyasal açıdan büyük bir güç haline

gelecek, kendi sermayesinin olduğu

gibi kapitalizmin dünya genelindeki

çıkarlarının bekçiliğini yapmaya

başlayacaktır.

Sürecin diğer ayağı da, siya-

sal bağımsızlığını kazanmış, mo-

dern devletler olarak örgütlenmeye

çalışan eski sömürge yeni ulus dev-

letler oluşturacaktır. Dünya nüfu-

sunun ¾’lük büyük bir bölümünü

bünyesinde barındıran “azgelişmiş”

olarak ifade edilen ülkelerin ortaya

çıkışı kalkınma, gelişme sorunlarını

gündeme getirmiştir. Bu dönemde

Sovyet dış politikasından, ABD

kaynaklı reçetelere kadar en önem-

li sorun “azgelişmiş” ülkelerin

sanayileşme sorunudur. Yeni ulusal

bağımsızlığını kazanan ülkelerin,

sanayileşmeyle birlikte toplumun

bütün alanlarındaki gelişmeyi yani

kalkınmayı nasıl gerçekleştirecekleri

kafaları kurcalayan önemli sorun-

lardan birisi olmuştur. Kalkınmayı

gerçekleştirememeye verilen

cevaplar ideolojik konumlara

göre farklılaşsa da hangi üretim

ilişkisine ya da toplumsal sınıfa

atfen kullanıldığı belli olmayan

kalkınma kavramı kutsallığını

bugüne kadar sürdürecektir. Bu

kavramı geç kapitalistleşen ülkelerin

yaşadıkları somut süreçler açısından

düşündüğümüzde, yaşanan değişme

aslında ticari sermayenin üretken

sermayeye nasıl dönüşeceği yani

sanayileşme sorununu formüle

eder. Gelişme, kalkınma kavramları

bütün ülkenin ortak iyisini esas

alıyormuş gibi görünen aslında

üretken sermayenin gelişmesiyle

birlikte kendisini gösteren kapitalist

üretim ilişkilerinin derinleşmesine

tekabül eder.

Bağımsızlık OkuluDönemin emperyalizm

tartışmalarına damgasını vuran

okul, bağımlılık kuramcılarıdır.

ABD emperyalizminin “azgelişmiş”

ülke ekonomileri, sanayileri

üzerindeki yıkıcı etkisine vurgu ya-

pan Bağımlılık Okulu teorisyenleri

emperyalizm kavramını, Lenin’in

teorisinden uzaklaşarak sınıfsal

bir olgu olarak değil devletlerarası

eşitsiz ekonomik ilişkilere vurgu

yaparak kullandılar. Emperyalist

ilişkiler, gelişmiş ülkelerle azgelişmiş

ülkeler arasında cereyan eder ve

bu azgelişmiş ülke ekonomilerinin

gelişmesine engel olacaktır. Çünkü

çevre olarak adlandırdıkları geç ka-

pitalist ülkelerden merkeze sürekli

artık aktarımı olacaktır. Söz konusu,

ekonomik artık kavramı kendisini

pahalı teknoloji malları ile çevre

ülkelerden ihraç edilen ucuz tarımsal

ürün ve hammaddelerin değişime

tabi olduğu dolaşım ilişkilerinde

gösterir. Bağımlılık Okulu teoris-

yenlerine göre sürekli olarak pahalıya

alıp ucuza satmak azgelişmiş ülke

fakirliğinin en önemli nedenidir. Te-

orisyenler sömürü ilişkisini Marx’ın

yaptığı gibi emek sermaye arasındaki

değer üretim ilişkisine dayanan

üretim sürecinde değil, çok uluslu

tekellerle çevre ülkenin cılız işletmesi

arasındaki dolaşım ilişkisinde görür.

Çevre ülkenin zenginleşmesi bu bo-

yunduruktan çıkmasını gerektirir.

Merkezle çevre arasındaki bağımlılık

ilişkisi kırıldığında çevre ülke

sanayileşebilecektir. Daha önce de

söylediğimiz gibi bu talep daha çok

çevre ülkenin sanayi burjuvazisinin

taleplerine denk düşer. Çünkü gelişme

sorunu, hangi sınıfl arın bu süreçten

nasıl etkileneceği tartışılmaksızın,

52

Savaş sonrası dönemde

emperyalistler arası

çelişkiler, savaşın Batı

Avrupa’da yol açtığı yıkım

ve rakip bir sisteme sahip

SSCB’nin ortaya çıkmış

olması nedeniyle yerini

savaşı kendi topraklarında

yaşamamış olan ABD’nin

kapitalist piramitteki önder

konumuna bırakacaktır.

emperyalizm

Page 53: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

teknolojinin ilerlemesi, GSMH ve

çıktı düzeyi, ithalat/ihracat oranı,

eğitim, sağlık sisteminin gelişmişliği

sorununa indirgenmiştir. Eğer

emperyalist sistemden kopulur-

sa bu sorun çözülecek, üretilen

zenginlik ülke içinde kalacaktır.

Sömürü ilişkileri devletlerarası

eşitsiz ilişkilerde arandığı için em-

peryalist ilişkilerin tarifi dolaşım

ilişkileri üzerinden yapılacaktır.

Çünkü batı kapitalizminin yaşadığı

bir sanayi devrimini çevre ülkeler

yaşayamadığı için, kapitalist üretim

ilişkileri içselleşmemiştir. Bu neden-

le Marx’ın İngiliz kapitalizminden

soyutlayarak oluşturduğu artı-değer

teorileri bağımlılık okulu teorile-

rinde kullanılmaz.

Kapitalist üretim ilişkileri bugün

hiçbir şüpheye yol açmaksızın

derinleşmesine rağmen sömürü

ilişkilerinin emekle sermaye arasında

değil, emperyalist devletlerle (ABD,

AB) Türkiye gibi 3. Dünya ülke-

leri arasında olduğunu söyleyen

bağımlılık teorileri kaynaklı tezlere,

bugün Türkiye solunda da rastlıyoruz.

Sorunun bu şekilde tarifl enmesi,

emek eksenli olduğu iddiasında olan

solu ulusalcı bir çizgiye kaydıracak,

“ulus” içindeki sınıfsal çatışmalar

gözden kaçırılacaktır. Fransız,

ABD, Türk vs. kökenli sermaye-

ler karşısında aslında homojen bir

grup oluşturmayan ulusun merkeze

alındığı bir yaklaşımdan ziyade, asıl

olarak emek gücünü satarak geçin-

meye çalışan sınıf eksenli bir siyaset

oluşturmak gerekmektedir.

1970’lerden BugüneDünya ölçeğinde üretken sermaye-

nin 1970’lerden itibaren aldığı bo-

yut dikkat çekicidir. 1970’te 13 mil-

yar $, 1980’de 55 Milyar $, 2000’de

1,4 Trilyon $, 2004’de 9 Trilyon $.

1970’lerden itibaren üretken ser-

maye bütün dünya üzerinde iç ve dış

dinamiklerden beslenerek gelişme

eğilimi göstermiş, emek sermaye

ilişkileri bütün dünyada hakim ilişki

biçimi olmaya başlamıştır. 1970

krizine götüren süreç işçi sınıfının

militan taleplerinin artması ve aşırı

birikim kriziyle birlikte başlıyor.

Metnin başında da sözünü ettiğimiz

gibi, üretimde yaratılan değerin

yüksek teknolojik girdi kullanımıyla

hızla birikmeye başlaması, değerin

paraya çevrilmesi (değerin realizas-

yonu) sorununu gündeme getiriyor.

Bununla birlikte işçi sınıfının güçlü

sendikalar aracılığıyla sistemi aşmaya

dönük olarak güçlenen hareketi batı

kapitalizmini üretimi yeniden or-

ganize etme ihtiyacıyla karşı karşıya

bırakıyor. Üretken sermayenin

1970’lerden bugüne kadar süren

üretimi sendikasız, ucuz işgücünün

yer aldığı ülkelere doğru kaydırma

eğilimi, çok uluslu şirketleri dünya

ölçeğinde belirleyici toplumsal ak-

törler haline getirecektir. 1970’ler-

den itibaren emperyalist ilişkilerin

oluşmasında ortaya çıkan yeni bir

gelişme olarak, artık “azgelişmiş”

olarak bilinen ülkelerin az sayıda ser-

mayesi de kendi ulus ölçeklerini aşıp

diğer ülkelerde üretken yatırımlara

girişmişler ve çok uluslu şirketlerle

bütünleşmişlerdir. Böylece, Lenin ve

Bağımlılık Okulu’nda olduğu gibi

emperyalizm, batılı ülkelerden diğer

toplumlara doğru tek yönlü bir

süreç olmaktan çıkmış, sonradan

kapitalistleşen ülkeler de 1970’ten

bugüne emperyalist ilişkilerin önem-

li bir belirleyeni olmaya başlamıştır.

1970 sonrası dönemin bir diğer

gelişmesi, önemli büyüklükteki para

sermaye, üretken sermayenin yaşadığı

krizden korunmak için iletişim tek-

nolojilerinin sağladığı olanaklarla

dünyada dolaşmaya başlamasıdır.

Kapitalizm gelişirken beraberinde

emek, mal, para piyasalarını da

geliştiriyor ve uluslararası para ser-

maye, ülkeler arası farklılaşan piyasa

53

Fransız, ABD, Türk

vs. kökenli sermayeler

karşısında aslında homojen

bir grup oluşturmayan

ulusun merkeze alındığı

bir yaklaşımdan ziyade,

asıl olarak emek gücünü

satarak geçinmeye çalışan

sınıf eksenli bir siyaset

oluşturmak gerekmektedir.

emperyalizm

Page 54: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

şartlarının yarattığı olanaklardan

yararlanarak, hızlı ve istikrarsız

davranış biçimleriyle ülkelerin top-

lumsal yapılarını hızla krize sokacak

bir dinamiğe dönüşmeye başlıyor.

Ancak gözden kaçmaması gereken

şişme eğilimi gösteren parasal ha-

cimleri ve bunların hareket dinamik-

leri üretken sermayenin dünyadaki

gelişmişliğinden bağımsız hareket

edemez. Çünkü bütün formlarıyla

sermaye birikimi ancak üretim süre-

cinde emek tarafından yaratılan

değere el konulmasıyla gerçekleştirilir.

Dolayısıyla para sermayenin farklı

ülkelerin olanaklarını krize yol

açmaksızın değerlendirebilmesi,

üretken sermayenin gelişmişlik

düzeyiyle bağlantılıdır.

Soğuk savaş nedeniyle hızlanan

silahlanma yarışı, Vietnam yenil-

gisi, Uzakdoğu kökenli üretken

sermayenin dünya ölçeğinde reka-

bete katılmaya başlaması, Marshall

Planı’yla birlikte Avrupa’nın yeni-

den yapılanması için verilen krediler

1970’lerden bugüne ABD’nin hege-

monik gücünü yitirmesine yol açıyor.

Birçok kaynakta da bahsedildiği

gibi rakip sisteme sahip SSCB’nin

dağılmasıyla dünyada klasik em-

peryalizm teorilerinin oluştuğu

döneme benzer şekilde emperya-

list devletler arası çelişkiler yeniden

gündeme gelmiş bulunuyor. Dünya

kapitalizmi rakipsiz tek sistem haline

gelirken yine dünya kaynaklarının

paylaşımı sorunu yeniden birbirine

rakip kampları ortaya çıkarıyor.

1970 sonrası küresel kapita-

lizm, kendisini yeniden üretmek

için neoliberal stratejileri hem u-

luslar arası düzeyde hem de ülke

içinde oluşturulan yeni politikalarla

hayata geçiriyor. Üretken serma-

yenin uluslararasılaştığı, kapitaliz-

min derinleştiği böyle bir ortamda

devletler arası ve sermayeler arası

yatay ve dikey ilişkileri düzenleyecek

sözleşmelere ve kurumsal düzen-

lemelere ihtiyaç duyuluyor. BM,

NATO, IMF gibi kurumlar da kendi

sermayelerinin temsilciliğini yapan

devletlerin çatışma alanıdır ve alınan

kararlarda ülkelerin iktisadi, siyasi

ve askeri güçleri etkilidir. Ulusal

düzeyde, neoliberal politikalar dev-

letin toplumsal hayat içindeki ko-

numu yeniden tanımlanarak hayata

geçirilir. Kamuya ait olan ne varsa

artık özel mülkiyetin konusu olmaya

başlamıştır. Devlet büyük ölçekli

ulusal ve uluslararası sermayenin

birikim çıkarları için doğayı, ortak

kullanım alanlarını, kamusal malları

özelleştirir ve bunlardan doğan çevre

kirliliği, fakirleşme, sosyal çözülme

gibi sorunları da kolektifl eştirir.

Özelleştirmelerin yarattığı ranttan,

ulusalcı çevrelerin iddia ettiği gibi

yalnızca yabancı sermaye değil, yerli

sermaye de yararlanır. Bu açıdan yer-

li ile yabancı sermaye arasında nice-

lik farkı vardır. Bu nedenle sorunu

yabancı sermaye karşıtlığı değil top

yekun bir sermaye karşıtlığı olarak

koymak gerekiyor. Yani anti-ka-

pitalizmi anti-emperyalist bir hatla

göbekten bağlamak, insanı ve doğayı

tahakküm altına alan sisteme karşı

daha tutarlı bir karşı çıkışı mümkün

kılacaktır.

Devlet-Sermaye İlişkisi

Kamusal olanaklara ve güce sa-

hip modern devlet, sermayenin

doğuşundan gelişimine kadar eş

zamanlı olarak kurumsallaşma süre-

cine girer.

Bugünün devletleri, sistemin

doğuşundan bu yana çeşitli sınıfl arın

etkisine açık olmakla birlikte tari-

hin gördüğü en büyük bürokratik

yapılara dönüşürler ve sermayenin

anlık çıkarlarının ötesine taşan,

sistemin yeniden üretimini hedef-

54

Anti-kapitalizmi anti-

emperyalist bir hatla

göbekten bağlamak, insanı

ve doğayı tahakküm altına

alan sisteme karşı daha

tutarlı bir karşı çıkışı

mümkün kılacaktır.

emperyalizm

Page 55: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

leyen daha uzun vadeli stratejilerin

uygulayıcısıdırlar. Hindistan’da,

Irak’ta, Afganistan’da zenginliği özel

mülkiyetine alan devlet değil ser-

mayedir. Devletin zor yoluyla ve

iktisadi zorla yaptığı müdahalelerde

sermayenin farklı biçimlerinin

doğrudan veya dolaylı çıkarları

görünmez hale gelir. Bu nedenle,

örneğin Irak İşgali ABD Devleti‘nin

aracılığında ABD sermayesinin ge-

lecek dönemki çıkarlarına tekabül

eder. Devletin görünen yüzünü

oluşturan kişiler aynı zamanda

çeşitli şirketlerde hisse sahibi kişiler

olabilirler. Yani kamusal meşruiyet

kaynağı olan devlet, çıkarların

özelleştirilmesi görevini yürütür

ve değerin paylaşımında yer alan

kimseler şirket ortaklıklarında yer

alabileceği gibi devletin önemli

konumlarında da yer alabilirler.

Dolayısıyla, devlet elindeki ola-

naklarla ve sermayeye göbekten

bağlı yöneticileriyle kapitalizmin

sürekli olarak yeniden üretimini

gerçekleştirir.

Kapitalizmi geç yaşayan toplum-

larda devlet, sistemin kuruluşunda

farklılaşan bazı işlevler yük-

leniyor. Batı kapitalizmi gelişen

ticaret kanallarıyla diğer toplum-

lara metalarını ulaştırdığında,

aynı zamanda buralarda sermaye

birikiminin ilk yerel tohumlarını

ticari sermaye biçiminde atmıştı.

Kendi ulusal piyasasını ve dev-

letini oluşturmaya doğru yol alan

bu ilkelerin yerli kapitalizmlerini

inşa süreci, batı kapitalizminin em-

peryalist eğilimleriyle çatışıyordu.

Lenin, batı sermayesinin 19. yüzyıl

başlarında kendisini yeniden ürete-

bilmek için öteki mekanlar üzerinde

hegemonya yarışına girdiğini,

eğer ulusal mücadeleler başarılı

olursa batılı ülkelerin sermayesi-

nin kendisini sürdüremeyeceğini,

dolayısıyla dünya devriminin zinci-

rin zayıf halkasından başlayacağını

söylüyordu. Yani batıda sermaye-

nin merkezileşmesi/yoğunlaşması

süreci bitmiştir ve artık birikmiş

aşırı sermaye kapitalizmle henüz

karşılaşmamış ya da daha yolun

başında olan ülkelere aktarılırsa sis-

tem kendini var edebilecektir. Bu

nedenle dünya kapitalizminin çöküş

süreci “ulusların kendi kaderlerini

tayin hakkıyla” mümkün olacaktır.

Ancak bugün durduğumuz nok-

tadan tarihe bakıp görüyoruz ki,

siyasal bağımsızlıklarını kazanmış

ülkelerin gelişen sermayeleri de

etkilerini ve ilgilerini uluslararası

alana doğru kaydırarak, emperya-

lizmin parçası olmuşlardır. Örneğin

Türkiye’de ENKA Kazakistan çöl-

lerinde ABD’yle birlikte Kazak ve

Türk işçileri çalıştırdığı yatırımlar

yapmaktadır. İçlerinde ordu

kuruluşu olan OYAK’ın da yer aldığı

fi rmalar Kuzey Irak’ta milyarlarca

dolarlık inşaat ihaleleri almışlardır.

Zorlu Grubu’na bağlı Vestel’in

dünyanın dört bir tarafında fabrika

yatırımları vardır. Yani uluslararası

arenada kapitalist hiyerarşi içinde

eşitsiz konumlarını sürdüren geç ka-

pitalist ülke sermayeleri de giderek

emperyalizmin önemli bir parçası

haline gelmişlerdir.

55

emperyalizm

Page 56: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

müzik

Kazım’ın Ardından

Kazım Koyuncu 33 yaşında

yitirdiğimiz “Laz Rock”

solistiydi. Aramızdan ayrılalı

yaklaşık iki yıl olmasına rağmen,

Kazım Koyuncu’nun posterleri

tribünlerde, minibüs camlarında,

berberlerde, nükleer santral karşıtı

kampanyalarda karşımıza çıkıyor.

Ölümünden sonra böylesi bir

sahiplenme Türkiye’de muhalif

bir rock solistinin hayatın içine

girdiğinde neler yapabileceğinin bir

işaretiydi.

Peki Kimdir Kazım Koyuncu? Kazım Koyuncu 1972’de Artvin’in

Hopa ilçesine bağlı Sugören köyünde

dünyaya geldi. Üniversiteyi kazanıp

İstanbul’a gelene kadar müziğin

üreticisiyle tüketicisinin iç içe geçtiği

bir ortamda kemençe ve tulum ses-

leriyle büyüdü. Çocukluğunu ve ilk

gençliğini yaşadığı Sugören köyünde

kendisi de mandolin çalan Kazım

Koyuncu yılar sonra üstadım diyeceği

‘Kemençeci Yaşar’ın müziğinden et-

kilendi.

1988’de İstanbul Üniversitesi Si-

yasal Bilgiler Fakültesi’ni kazanarak

İstanbul’a yerleşti. Üniversitedeyken

kendi deyimiyle “tarihin akışını düze

çıkarmak” için yaptıklarından dolayı

dört ay tutuklu kaldı. Cezaevinden

çıktıktan sonra üniversiteye dönmedi

ve hep aklında olan müziğe profesyo-

nel olarak devam etmek üzere Ali

Elver’le birlikte Dinmeyen’i kurdu.

‘Dinmeyen’

1992’de kurulan Dinmeyen tek

albümü Sisler Bulvarı’nı 1996’da

piyasaya sürdü. Albümde Kazım

Koyuncu ve Ali Elver’in dışında

sonradan solo albüm çıkaran Arzu

Görücü ve Metin Kalaç gibi isim-

lerin de emeği geçti. Sol muhalif bir

utku dinç

Birbirinin tekrarı işlerle ve tiplerle dolmuş müzik piyasasının

aktörleri ve aktrisleri; basitleşmeden kitleselleşebilen,

doğrudan ifade ettiği sahici aykırılıklarına rağmen

yadsınmayan bir devrimciyle yüz yüze geldiğinde, kimse-

nin ahmak olmadığını ve samimiyetin hala önemli bir değer

olduğunu anladı. En azından bir kısmı anladı. Anlayanlar,

15 bin kişilik uğurlamada yer aldı.

56

Üniversitedeyken kendi

deyimiyle “tarihin akışını

düze çıkarmak” için

yaptıklarından dolayı

dört ay tutuklu kaldı.

Cezaevinden çıktıktan

sonra üniversiteye dönmedi

ve hep aklında olan müziğe

profesyonel olarak devam

etmek üzere Ali Elver’le

birlikte Dinmeyen’i kurdu.

Page 57: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

söylemi olan Dinmeyen’in sound’u

rock’a kaymakla beraber benzer iddi-

alarla albüm çıkaran çağdaşlarından

farksızdı. Buna rağmen, bir tanıtımı

ve reklamı olmayan hatta öncesi ve

sonrası da olmayan albüm öğrenci

evlerinin dar repertuarında kendi-

sine yer açmayı başardı.

Albümde seslendirdiği üç parça-

da da Türkiye’nin ilk ‘Laz Rock

solisti’ olarak Kazım Koyuncu’nun

izlerine rastlanamıyor. Tabi bunda

albümün çıktığı dönemde, Kazım

Koyuncu’nun kafasında böyle bir

planının olmamasının da payı var.

Bunun yanında albüm, Kazım

Koyuncu’nun profesyonel müzik

hayatında da politik müzik yapmak-

taki inadının ve kalite arayışının

işaretlerini veriyor.

1992’de kurulan Dinmeyen,

1993 yılında Kazım Koyuncu’nun

Memedali Barış Beşli isimli Laz bir

hukuk öğrencisi ile tanışması ve

Lazca müzik yapmaya karar vermesi

üzerine dağıldı.

Zuğaşi Berepe

Kazım Koyuncu 1993 yılında Me-

medali Barış Beşli ile dünyanın

ilk ve tek Laz Rock topluluğu

‘’Zuğaşi Berepe’’yi kurdu. Kazım bu

buluşmadan önce kendisinin de Laz

olması ve Laz ezgileriyle büyüme-

sine rağmen Lazca müzik yapmayı

düşünmüyordu.

Kazım Koyuncu Zuğaşi Be-

repe ile birlikte 1995 yılında “Va

Mişk’unan” adlı albümü çıkardı.

Türkçeye “Bilmiyorum” diye

çevrilebilecek albüm yine politik

içerikliydi. Fakat albümün etkileri

politik çevreleri aştı. Albümde yer

alan ‘Ben’,’Ernesto’ ve ’Avlaskani

Cuneli’ gibi parçalar herkesçe büyük

beğeni topladı.

Zuğaşi Berepe 1998 yılında

‘’İgzas’’ ı çıkardı. Bu albüm “Va

Mişk’unan” kadar başarılı olamadı.

Grup “İgzas”tan sonra Brüksel Kon-

seri kayıtlarından oluşturdukları ve

kendi olanaklarıyla sınırlı sayıda

çoğalttıkları “Brüksel Live” adında

bir albüm daha çıkarttı. Zuğaşi Be-

repe 1999 yılında anlaşmazlıklar so-

nucu dağıldı.

2000 yılında Kazım Koyuncu

dört albümlük ‘’Salkım Söğüt’’

projesinin ikinci albümünde

yer aldı. Projede Laz Rock’çı

kimliğiyle müzik yapan Kazım

Koyuncu herkesçe bilinen „Di-

dou Nana” isimli Megrel halk

türküsünü ve “Golas Empula

Yulun” isimli Laz türküsünü söy-

ledi. Bu projede Kazım Koyuncu

solo albümünü çıkartmadan önce

Laz Rock’ın adresi olduğunu

ispatladı.

57

müzik

Page 58: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

Viya KazımKazım Koyuncu’nun 2001’de

çıkarttığı ilk solo albümü “Viya”,

müzik piyasasının Karadeniz Pop’la

işgal edildiği bir döneme denk

düşer. Bu zamanlama hatasına

rağmen albümün kazandığı ticari

başarı müzik piyasasında mu-

halif bir sesin hatta devrimci bir

sesin de kabul görebileceğinin ve

kitleselleşebileceğinin ispatıydı.

Kendi deyimiyle bu albüm düzey-

siz Karadeniz Pop’un panzehiri

olmuştu.

Viya, halkla ilişkiler

çalışmalarının, parayla yayınlatılan

kliplerin sonucunda kazanılamayan

bir dinleyici kitlesi kazandı. Birbi-

rinin tekrarı işlerle ve tiplerle

dolmuş müzik piyasasının aktör-

leri ve aktrisleri; basitleşmeden

kitleselleşebilen, doğrudan ifade

ettiği sahici aykırılıklarına rağmen

yadsınmayan bir devrimciyle yüz

yüze geldiğinde, kimsenin ahmak

olmadığını ve samimiyetin hala

önemli bir değer olduğunu anladı.

En azından bir kısmı anladı. Anla-

yanlar, 15 bin kişilik uğurlamada yer

aldı.

Viya, Karadeniz müziği de-

nilince yüzlerde oluşan küçümser

muzip ifadeye de ağır bir darbe in-

dirdi. Düşmanlaştıracak kadar güçlü

görmediği Lazları gülünçleştirerek

küçümsemeye çalışan anlayışın

kendisini komik duruma düşürdü.

Viya SonrasıViya bir sıçrama noktasıydı.

Viya’dan sonra Kazım Koyuncu

2002’de Gülbeyaz’ın, 2003’te de

Sultan Makamı dizilerinin müzik-

lerini yaptı. 2005 yılında da “Hay-

de” albümünü çıkardı. Viya gibi

Gürcü, Hemşin ve Laz ezgiler-

inden oluşan albümde Gülbeyaz

dizisinden tanıştığı Şevval Sam’la

düet yaptı. Albümün satış rakamları

Kazım Koyuncu’yu kaybettiğimiz

25.06.2005 tarihinde 100.000’i

bulmuştu. Kazım Koyuncu müzik

piyasasında kendi çizdiği yolda ödün

vermeden ilerliyordu. Ta ki lenf kan-

serine yakalanana kadar…

Yıldızların Çok Olduğu Bir

Gökyüzüne Doğru

Kazım Koyuncu yakalandığı

lenf kanserinin yayılmasının

durdurulamaması sonucu 25.06.05

tarihinde hayata gözlerini yumdu.

Düzenlenmesine öncülük ettiği

ve bu seneki etkinliklere hastalığı

dolayısıyla katılamayacağını be-

yan ettiği „Hey Gidi Karadeniz“

şenliğine tabutuyla katıldı. Şenlikler

için hazırlanan Harbiye Açık Hava

Tiyatrosu’na Kazım Koyuncu’yu

uğurlamaya 15 bin kişi geldi.

Kazım Koyuncu rock

müziğin yapısındaki radikal tav-

ra şarkı sözlerinde ve hayatında da

rastlayabileceğimiz bir sanatçıydı.

Sanatın üreticisiyle tüketicisi

arasındaki engelleri parçalayabilecek

kadar da samimiydi.

Bugün müzik piyasasında

sahiciliğin ve samimiyetin bir değer

olduğunu hepimize gösterdiği

için Kazım Koyuncu umuttur.

18.12.2005’te Trabzon-Beşiktaş

maçında Trabzon Spor’a yaptığı bes-

telere rağmen İnönü’de Çarşı’nın

açtığı Kazım pankartında, Hopa’da

bir kültür merkezinde, minibüslerin

arkasında karşımıza çıkabilecek bir

umut.

Hopa’ya yıldızların çok olduğu

bir gökyüzüne giderken bize bırak-

tıkların için teşekkürler Kazım…

Yıkıcıyım ama

kendimi bilmez değilim.

58

Kazım Koyuncu rock müziğin yapısındaki radikal tavra şarkı

sözlerinde ve hayatında da rastlayabileceğimiz bir sanatçıydı. Sanatın üreticisiyle tüketicisi arasındaki engelleri

parçalayabilecek kadar da samimiydi.

Viya’nın kazandığı ticari

başarı müzik piyasasında

muhalif bir sesin hatta

devrimci bir sesin de

kabul görebileceğinin

ve kitleselleşebileceğinin

ispatıydı. Kendi deyimiyle

bu albüm düzeysiz

Karadeniz Pop’un panzehiri

olmuştu.

müzik

Page 59: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

Çok Dilli Belediyecilik ve

Bağımsız Yargının Dansı

Ah şu bölücüler yok mu bölücüler,

boyu devrilesiceler! Bakın şu hain-

lerin yaptığı işe; yine kardeşi

kardeşe kırdırmak için ne tezgahlar

kurmuşlar. Sen tut “çok dilli bel-

ediyecilik” diye bir uygulamaya git.

Yahu bunlar bilmez mi ki bu ülken-

in dağlarında, taşlarında “Tek dil…”

yazdığını. Sırf ortalığı karıştırmak,

bölücü emellerine ortam hazırlamak

için resmi dilin yanında yerel-etnik

dilleri de kullanarak belediye hiz-

metlerini tanıtmaya kalkmışlar! Yahu

senin ne haddine, böyle güzelce,

özene bezene, binbir emekle, 85

yıldır üzerinde çalışılan sanat eseri

“mermeri”-ulusal bütünlüğü- yer-

inden kaldırmak. Bilmez misiniz ki

bu eserde kimlerin, hangi muhterem

şahısların el emeği- göz nuru vardır.

Yazıklar olsun, bu ülkenin ekmeğini

yiyip, suyunu içiyorsunuz.

Bereket versin ki, bu ülkenin

idarecileri ve yargı kurumları ayakta

henüz. Hemen yakalamışlar bu ince

tezgahı, sağ olsunlar. Gerçi aynı yö-

neticilerin ülkeyi ne hale getirdikleri

malum, fakat birlik-bütünlük dedin

mi akan sular durur tabi. Bu kon-

uda gereken derhal yapılır. Yahu,

daha birkaç ay önce herkesin gözleri

önünde, devletin savcısı sorgusuz su-

alsiz, “emsal olsun” diye görevinden

atıldı. Ne var ki, hala ayağını denk

almayanlar çıkıyo kardeşim; nasıl

iştir anlamadık gitti.

Neyse olayı kısaca anlatayım

da, gerisini siz düşünün. Belki

duymuşsunuzdur, Diyarbakır’da

Sur Belediye Meclisi 6 Ekim

2006’da ‘Belediye hizmetlerinde çok

dilliliği esas alma’ kararı almış ve bu

doğrultuda belediyenin yürüttüğü

faaliyetler, Türkçe, Kürtçe, Süry-

anice, Keldanice, İngilizce gibi dill-

erde broşürlere basılmış, belediye

çalışanlarına yönelik, farklı dilleri

yoğun olarak kullanan vatandaşlara

daha iyi hizmet verilebilmesi için, dil

kursları açılmıştır. Bu uygulamayı

hemen fark eden İçişleri Bakanlığı,

‘’hizmetlerinde çok dilli belediyeci-

lik kararı alan’’ Sur Belediye Başkanı

Abdullah Demirbaş’ın görevden

alınması ve Belediye meclisinin feshi

talebiyle Danıştay’a başvurmuştur.

Danıştay 8’inci Dairesi, İçişleri

Bakanlığı’nın başvurusu üzerine,

‘’belediye hizmetlerinde çok dilli

belediyecilik yolunda karar alan’’

Diyarbakır’ın Sur Beldesi Beledi-

ye Başkanı Abdullah Demirbaş’ın

başkanlığının düşürülmesine ve

belediye meclisinin feshine karar

vermiştir. Danıştay kararını şöyle

belirtmiştir: ‘’Anayasa ve uluslararası

sözleşmelerde belirlenen ve güvence

altına alınan temel ve hak özgürlük-

lerin kullanımını aşan, bu kuralların

amacına ve öngörüsüne aykırı bir

niteliğin oluştuğu sonuç ve kanaa-

tine ulaşılmaktadır.’

Olayı kısaca aktardım; gerçi ben

olayı tam anlamadım. Şöyle ki, eğer

belediye yasalara uygun olmayan

bir karar almışsa neden bu karar ip-

tal edilmiyor da belediye meclisi ve

belediye başkanı görevden alınıyor.

Yoksa mahkemeyi tedirgin eden

başka şeyler mi var. Eğer başka

şeyler varsa, bunlar nedir ve ana-

yasadaki karşılıkları nelerdir? Yoksa

şu bizim kullanılmasının uğursuzluk

getirdiğine inandığımız bazı kelime-

lerin kullanılması mıdır neden? Ama

bir mahkemeden de böyle uhrevi

inançlara itibar etmesi beklenebilir

hiç? Gerçi bu gibi idare mahkemeler-

inin, “idare(nin) mahkemesi” olması

durumu diye bir şey öğrenmiştim

üniversitedeyken. Belki de idarenin

işine gelmediği için böyle bir karar

vermişlerdir, kim bilir?

sami yılmaz

İçişleri Bakanlığı, ‘’hizmetlerinde çok dilli belediyecilik

kararı alan’’ Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş’ın

görevden alınması ve Belediye meclisinin feshi talebiyle

Danıştay’a başvurmuştur. Danıştay 8’inci Dairesi, İçişleri

Bakanlığı’nın başvurusu üzerine, Abdullah Demirbaş’ın

başkanlığının düşürülmesine ve belediye meclisinin feshine

karar vermiştir.

59

yargı

Page 60: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

ekoloji

Genetik Tehlikenin

Kıyısında

Genetik mühendisliği ya da

biyoteknoloji geçtiğimiz

on yılda adından sıkça

söz edilen bilim dalları arasında.

Kimileri genetik mühendisliğinin

milyonların açlık sorununu çözecek

yegane yöntem olduğunu savunsa

da, bilim ve sermayenin ahlak ve

sorumluluk dışı işbirliğinin en teh-

likeli örneklerinden biri genetik

mühendisliği. Bu yazıda genetik

mühendisliğinin tarımsal alandaki

kullanımından ve olası tehlikelerden

söz etmeye çalışacağım.

Gen, bir organizmadaki özel-

liklerden herhangi birinin ortaya

çıkmasını sağlayan DNA dizisi

olarak tanımlanabilir. Genetik

mühendisliği ya da biyoteknoloji

bir canlıya ait herhangi bir gen-

in belirlenmesi ve bu genin söz

konusu canlıdan başka bir canlıya

aktarılmasıdır. Aktarım işlemi, genel-

likle virüs veya bakteriye ait taşıyıcı

DNA molekülü -yani vektörler-

kullanılarak yapılır. İstenilen genin

başarıyla aktarılıp aktarılmadığının

kontrol edilebilmesi için vektöre be-

lirgin bir özelliği kodlayan işaret gen

yerleştirilir. Bu işaret genler genel-

likle antibiyotikler direnç genleridir.

Genetik mühendisliğinin gözünü

tarımsal üretime dikmesi 1990’lı

yılların başına tekabül eder. Büyük

biyoteknoloji şirketlerine göre mil-

yonlarca insanın açlık çektiği bir

dünyada konvansiyonel üretim

süreçleriyle hızla artmakta olan dün-

ya nüfusunu doyurmak mümkün

değildir artık. Verimliliği artıracak

daha etkili yöntemler bulmak gerek-

mektedir. Zaten “Yeşil Devrimin”

yeterince yeşil olmadığı da ortaya

çıkmıştır. Genetiği değiştirilmiş to-

hum çalışmaları, bütün bu söylem-

lerin ışığında ve kocaman iddialar-

la ortaya çıktı. Bu yeni teknoloji

yardımıyla herkes için yeterli besin

üretilerek gıda güvenliği sağlanacak;

yoğun tarımsal girdi kullanımına

gerek olmadan yetişecek bitkiler

aracılığıyla hızla kirlenmekte olan

doğal kaynaklar korunmuş olacak ve

böylece daha ekolojik yöntemlerle

üretim yapmanın yolu açılacaktı.

Biyoteknolojik yöntemlerle

üretilmiş ilk tarımsal ürün olan Flavr

Savr adlı domatesin FDA tarafından

“konvansiyonel eşdeğerleri kadar

güvenilir” ilan edilişinin tarihi, 18

Mayıs 1994’tür. Bu tarih itibariyle

genetik tehlikenin tarlalarımıza ve

sofralarımıza girmesinin yolu res-

men açılmıştır. Bu tarihten sonra

tarımsal değeri olan bitkilere çeşitli

amaçlarla pek çok gen aktarılmıştır.

Bu genlerin büyük kısmını (%75)

herbisitlere (zararlı otlarla mü-

cadelede kullanılan kimyasallara)

tolerans genlerinin oluşturması ol-

dukça ironiktir. Çünkü bu genlerin

aktarıldığı tohumların ekilmesi her-

bisit kullanımını teşvik edecektir.

Ortaya çıkış amaçlarından biri,

tarımsal girdi kullanımını azaltmak

olan bir teknolojinin gücünün %75

ini bu kimyasallara toleransı yük-

sek tohumlar üretmeye harcaması

oldukça dikkat çekicidir. Aktarılan

genlerden bir diğeri parazit ve

hastalıklara dayanıklılık genleridir.

Biyoteknoloji şirketlerinin söylem-

lerine bakılacak olursa bu genlerin

aktarıldığı tohumları eken bir çiftçi

öncü maracı

Günümüzde fi kri mülkiyet hakları ve biyo-patentler

aracılığıyla bir geni, bir hayvanı, insana veya hayvana ait

herhangi bir organı patentlemek mümkündür. Yaşayan her-

hangi bir şeyi patentlemek - yeryüzündeki sahibi olmak ya

da kontrol edebilme gücüne sahip olmak- hele de bunu

organizmaların geçirdiği milyonlarca yıllık evrim sürecini

yok sayarak yapmak pek çok aklıselim insana akıl almaz geli-

yor olmalı.

60

Page 61: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

pestisit (zararlı böceklerle mü-

cadelede kullanılan kimyasal) kul-

lanmak zorunda değildir. Çünkü

bitki tüm yaşamı boyunca bu toksin-

leri kendisi üretmektedir. Böylece,

bitkinin küçük bir parçasını yiyen

böcek anında ölmektedir. Bu tok-

sinin hedef zararlı olmayan canlı

türlerine (kelebek, vs) zarar vermek

suretiyle biyoçeşitliliği yok edeceği

unutulmamalıdır. Ayrıca, bu tok-

sinlerin insan sağlığı üzerindeki et-

kileri de tam olarak bilinmemekte-

dir. Aktarılan genler sıralamasında

üçüncü sırayı olgunlaşma süresi

almaktadır. Bu genlerin aktarıldığı

tohumlar zamanından erken

olgunlaşabilmektedir. Dördüncü

sırayı terminatör gen almaktadır.

Büyük biyoteknoloji şirketleri, to-

hum sattıkları çiftliklerden, onların

tohumunu tercih etmeyen çiftlik-

lere gen kaçışını önlemek için ya da

onların deyimiyle “arıların hırsızlık

yapmasını engellemek için” termi-

natör teknolojiyi ürettiler. 1998

Mart ayında ABD Tarım Bakanlığı

ve Delta and Pine Land Şirketi

(Bugün Monsanto satın almış du-

rumda) bu patente sahip olduklarını

açıkladılar. Bitki DNA sına nakle-

dilen gen, bitkinin kendi tohumun-

daki embriyonlarını öldürmesini

sağlamaktadır (Kısır Tohum) ve

bu tohumlardan ertesi sene yeni-

den ürün elde etmek mümkün

olmamaktadır. Bu yolla çiftçiliğin

özü, yani ürününden tohum sak-

lama ve tohumunu paylaşma olgu-

su yok edilmiş, şirket tarımcılığına

bırakılmış oldu. Çiftçi her sene

tohum şirketlerinden tohum al-

mak zorunda bırakılarak üretime

iyice yabancılaştırıldı ve bu sırada

olan binlerce yıllık tarımsal üretim

süreci boyunca ıslah edilmiş, çevre-

sel koşullara genetiği değiştirilmiş

tohumdan daha dayanıklı olduğu

aşikâr olan, tüm insanlığın ortak

mirası doğal tohumlara olmuştur.

Aktarılan genler arasında beşinci

sırayı işlenme ve depolanma süreç-

lerini etkileyen karakterler (raf ömrü

gibi) almaktadır. Çevresel koşullara

dayanıklılık ve verim artışını

sağlayan genlerin aktarım sıklığı

ise son sıradadır. Milyonların açlık

çekmesini engellemeyi hedefl eyen bir

teknoloji için gücünün yalnızca bu

kadar küçük bir kısmını verimliliği

artırmaya harcaması, bu teknolo-

jiyi inşa edenlerin gerçek niyetlerini

yeterince iyi ortaya koymaktadır.

Öyle ya da böyle, GDO’ların

son 15 yıldır hayatımıza girmiş

olduğu bir gerçek. Bu modifi ye

organizmaların insan sağlığına olan

etkileri, çevreye verdikleri zarar-

lar ya da bilimsel yönden şaibeli

oluşları üzerine sayfalar dolusu

yazı yazılabilir. Bu yazıda genetiği

değiştirilmiş tohumların yaratacağı

sosyal adaletsizliklerden söz etmeyi

tercih ediyorum. Bu tohumlar

aracılığıyla iki boyutlu bir sosyal

adaletsizlik yaratılmaktadır ve hem

üreticiler hem de tüketiciler mağdur

edilmektedir

Binlerce Yıllık Ortak Mirasa El Koymak

Dünya üzerinde 12.000 yılı aşkın bir

süredir bitki yetiştiriciliği yapıldığı

bilinmektedir. İnsanlar zaman içinde

verimli tohumlukları seçmeyi, uy-

gun koşullarda saklamayı, yeniden

yetiştirmeyi ve farklı çeşitleri çapra-

zlayarak daha verimli çeşitler elde et-

meyi öğrendiler. Deneme-yanılma

yöntemiyle edinilen bilgilerin ve

ıslah edilen tohumların paylaşılması,

nesilden nesle aktarılması ve

dayanışma, tarım yapma kültürünün

temelini oluşturmaktaydı. Bugün

tükettiğimiz her bir bitki türünün,

ürünlerinden faydalandığımız her

hayvanın evcilleştirilme serüveninde

bu yoğun emek gerektiren süreçler

yatmaktadır. Bu nedenle ekilip

dikilen her metre kare alanda bir

çiftçinin alın teri vardır ve yetiştirilen

tüm tohumlar insanlığın ortak

malıdır.

Günümüzde fi kri mülkiyet

hakları ve biyo-patentler aracılığıyla

bir geni, bir hayvanı, insana veya hay-

vana ait herhangi bir organı patentle-

mek mümkündür. Yaşayan herhangi

bir şeyi patentlemek - yeryüzündeki

sahibi olmak ya da kontrol edebilme

gücüne sahip olmak- hele de bunu

organizmaların geçirdiği milyonlar-

ca yıllık evrim sürecini yok sayarak

yapmak pek çok aklıselim insana akıl

almaz geliyor olmalı. İnsan oğul ve

kızlarının doğadaki canlılara “sahip

61

ekoloji

Page 62: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

ekoloji

olma” deneyimi 1978 yılıyla başladı.

Bu tarihe kadar ABD anayasasının

1. maddesi ile koruma altına alınmış

olan patent yasası etik gerekçelerle,

canlıları ve besin maddelerini patent

kapsamı dışında bırakmıştı. 1978

yılında General Electric fi rması için

çalışan Dr. Aranda Chakrabatr bir

mikroorganizmanın genetik yapısını

değiştirerek petrol yiyen bir bakteri

üretti ve bu organizmayı patent ku-

rumuna götürdü. ABD patent kuru-

munun kararı canlı organizmaların

patentlenemeyeceği yönündeydi.

Ancak Dr. Chakrabatr ısrarcı dav-

ranarak konuyu üst mahkemeye

taşıdı. Üst mahkeme bir oy farkla

söz konusu mikroorganizmanın

patentlenebileceğine karar verdi.

Böylece canlıları patentlemenin

önündeki engel kalmış, “genetik

devrimin” önü açılmış oldu. Biyote-

knoloji şirketleri sermayelerini hızla

birleştirmeye, büyümeye ve pek çok

genin patentini almaya başladılar.

Hatta yalnızca genetiği değiştirilmiş

tohumların patent haklarını almakla

kalmayıp, tohum bankalarına gir-

erek insanlığın binlerce yıllık ortak

mirası olan tohumların patent-

lerini de almaya başladılar. Zira bir

tohumun patentini alabilmenin

tek koşulu, patent işlemi için ilk

başvuran olmaktı. Bugün, yalnızca

Hindistan’da yetişen pek çok har-

dal çeşidinin patentinin çok uluslu

şirketlerde olduğu ve bu çeşitlerin

ıslahında rol oynamış Hindistanlı

insanların bu tohumları ekebilmek

için söz konusu şirketlere yığınlarca

para ödemeleri gerektiği bilinmekte-

dir.

Dünya’nın pek çok ülkesinde

yaşayan milyonlarca çiftçi, daha fazla

verim alma umuduyla biyoteknoloji

şirketlerinden genetiği değiştirilmiş

tohumları satın almıştır. Bu şirketler

genetiği değiştirilmiş tohumlarla

birlikte bu tohumların ekildiği ara-

zilerde kullanılacak herbisitleri (ya-

bani otlarla mücadelede kullanılan

zirai ilaçlar) ve pestisitleri (böcek

ve parazit ilaçları) paket halinde

satmaktadırlar. Bu paketlerin çiftçi-

ye maliyeti konvansiyonel tarım

ürünlerine kıyasla oldukça yüksektir

(çünkü biyoteknoloji, maliyeti

oldukça yüksek olan bir araştırma

alanıdır). Bu ürünleri kullanmak

isteyen çiftçiler teknoloji kullanım

anlaşması adlı bir anlaşma imzala-

mak zorundadırlar ve bu anlaşmaya

göre:

1-Üreticiler yeniden üretmek

üzere tohum saklayamaz.

2-Başka bir yerden tohum

alamaz.

3-Üretim, çaprazlama veya

araştırma amaçlı kimsenin tohum

kullanmasına izin veremez.

4-Anlaşmaya uymazsa teknoloji

ücretinin 120 katını öder.

Bu uygulamalar çiftçiyi tohu-

munu seçme, herbisit kullanmaya

(ya da kullanmamaya) karar verme,

kullanacaksa ne miktarda ve hangi

zamanlamayla kullanacağını be-

lirleme, tohumunu ertesi seneye

saklamak gibi kritik karar alma

süreçlerinin dışına itmiştir. Çiftçiyi

üretime ve toprağa yabancılaştırarak

çiftçiliği bir zanaat olmaktan

çıkartmıştır. Ayrıca, bu şirketler

fi kri mülkiyet hakları ve teknoloji

kullanım anlaşmaları aracılığıyla

tüm insanlığın ortak mirası olan

tohumları (veya bu tohumların

taşıdığı genleri) patentlemekte ve

küçük üreticiliğin yok edilmesini

ve tarım arazilerinin büyük tekel-

lerde toplanmasını istemektedirler.

Bu amaçla yağmacı ve istilacı şirket

tarımını dayatarak küçük üreti-

cileri açlık ve ifl asa sürüklemeleri-

nin en çarpıcı örneği Endonezya’da

yaşanmıştır. Karesia adlı bölgesel

bir pamuk türü yetiştiren çiftçilerin

hektar başına 3–4 ton verim alma

vaadiyle genetiği değiştirilmiş pa-

muk tohumu almaya ikna edilirler.

Ancak aldıkları ürün hektar başına

1,1 tonu geçmez ve 2002 yılında

bu çiftçilerin % 74’ü geri ödeye-

meyecekleri kredi borcu nedeniyle

ifl as etmişlerdir.

Küresel Laboratuvarın Yoksul

Denekleri

Genetiği değiştirilmiş orga-

nizmaların ortaya çıkarttığı toplum-

sal adaletsizliğin diğer bir boyutu

tüketicileri ilgilendirmektedir. İnsan

sağlığına olan etkileri bilinmeyen,

üzerinde binlerce şaibe olan ürünleri

tüketmeye kimse gönüllü değildir.

Hatta Avrupa’da bu ürünlerin

satışına dair birtakım kısıtlamalar

bile mevcuttur. Bu nedenle bu ürün-

ler için en “ideal pazar” az gelişmiş

ülkelerdir. Bu ülkelerde yaşayan,

sistemin çöpünü tüketmeme gibi

bir lüksü olan zengin azınlık için

de çözüm bulunmuştur. Sistem bu

insanları mutlu edebilmek için doğal,

ekolojik endüstriyel organik üretim

yapmaktadır. Ancak bu tip ürün-

ler konvansiyonel eş değerlerinin

çok üzerinde fi yatlara satılmaktadır.

Yoksul kesimin zorunlu olarak “ter-

cih edeceği” ürünler ise kaçınılmaz

olarak genetiği değiştirilmiş ürün-

ler olacaktır. Bu ürünlerin insan

sağlığına olan uzun dönemli etkiler-

inin araştırılmasında yoksul kesimin

gidebildiği sınırlı sayıdaki hastane-

nin kanser ve obezite istatistiklerinin

değerlendirilmesi oldukça “yararlı”

olacaktır. Kar hırsının insani tüm

değerlerden üstün tutulduğu bir sis-

temde böylesi uygulamaların varlığı

yeni bir olgu değildir.

62

Page 63: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

Örgütsüzüz Öyleyse

Sömürülüyoruz

Artık her evin vazgeçilmez

zaman öldürme aracı olan

televizyonlar her gün yayına

çeşitli dizilerle, programlarla, rek-

lamlarla devam etmekte… İnsanlar

ellerinde kumanda ne denk gelirse

onu izleme keyfi ni sürerken maalesef

aynı durum bu fi lmleri üretenler için

geçerli değil… Televizyon ve Sinema

sektörü örgütsüzlüğün de getirisiyle

her geçen gün daha da ağır şartlarda

insan çalıştırmaya devam ediyor.

İşsizlikle terbiye edilmiş çalışanlarsa

bu duruma ses çıkaramıyor.

Maalesef sinema sektöründe in-

sanlar dağınık ve örgütsüz olmanın

bütün dezavantajlarını yaşıyorlar.

Zaten parça parça ve dağınık olan

sektör, işçilerin ortak bir platformda

buluşmamasıyla birbirinden ha-

bersiz işçiler yaratıyor… Bizlerin

bu dağınıklığı bizleri yaralarken

yapımcıları ve kanalları güçlendiri-

yor.

Sinema ve televizyon alanının

tek sendikası Sine-Sen de insanların

bu çalışma koşullarına taham-

mül etmemeleri gerektiğini vur-

gulamak adına setlere çeşitli ziya-

retlerde bulunmaya devam etmekte.

Geçtiğimiz eylül ayında sendika,

yayınladığı deklarasyonla sektörün

yeniden yapılanması gerektiğini be-

lirterek hem set işçilerine hem de

yapımcılara seslenmişti. Bu çağrının

ardından hızlanan örgütlenme faali-

yetleri devam ederken bir yandan

da durumlarını görmezden gelmek

isteyen çalışanlarla mücadele de et-

mek gerekmektedir.

Oysa durumun görmezden ge-

linebilecek bir tarafı yok. Dizi set-

lerinden örnek vermek gerekirse

iyi bir dizi setinde insanlar haftada

minimum 6 gün çalışırlar. Bir gün-

lük repolarını da çalışanların büyük

çoğunluğu bir sonraki bölüme

hazırlık yaparak geçirir. Kısaca

aslında izin günleri yoktur. Gün-

lük çalışma saatleri on altı, on yedi,

ve daha da fazlası olabilir. Hatta iş

yetiştirmek adına yirmi dört saati

aşkın sürelerde çalıştırılabilir insan-

lar. Üstelik bu yoğun çalışmanın

karşılığında mesai de alma hakları

yoktur. Aldıkları ücret emeklerinin

karşılığı olamayacak kadar azdır.

Bunun karşılığı tam da sigortasız,

güvencesiz çalıştırılmaktır. Bütün bu

emeklerin karşılığı olarak haftalığını

en az birkaç hafta sonra almak hattâ

yer yer alamamaktır. Bu sektörün

gerçekliği ödemelerin alınamaması

üzerine kuruludur aslında.

Sigortasız çalışmakta bir başka

gelenek… Bugün bir yapımcıdan

sigorta talep ettiğinizde şaka

yaptığınızı düşünebilir. Sektörde

çalışanların yüzde doksanı sigortasız

çalıştırılmaktadır çünkü. Devlet de

bu gerçeği bildiğinden olsa gerek

1995 yılında sinemacılar için geriye

dönük emeklilik yasası çıkarmış ve

yıllarca sigortası yatmayan sinema

emekçilerini parasını ödeterek e-

mekli etmiştir. Sonrasında denetle-

meyle ilgili de herhangi bir önlem

alma gereği duymamıştır…

Zaten denetlemeye kalksaydı

karşılaşacağı manzara pek iç açıcı

olmayacaktı… Alaylı tabiri altında

çalıştırılan çocuk işçilere göz yum-

mak gerekecekti… Çünkü bu sek-

tör alaylılar ve okullular olarak

ikiye ayrılabilir desek çok ileri git-

meyiz. Piyasada pek çok kişi övü-

nerek 10-15 yaşından beri bu işlerde

çalıştığını belirtir. Bir çocuk için

çekici olsa gerek ünlülerle dolu bir

dünyada var olduğunu sanmak…

esra tüylüoğlu

Maalesef sinema sektöründe insanlar dağınık ve örgüt-

süz olmanın bütün dezavantajlarını yaşıyorlar. Zaten parça

parça ve dağınık olan sektör, işçilerin ortak bir platformda

buluşmamasıyla birbirinden habersiz işçiler yaratıyor… Biz-

lerin bu dağınıklığı bizleri yaralarken yapımcıları ve kanalları

güçlendiriyor.

63

emek

Page 64: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

emek

Sektörde parasız çalıştırılan

sadece 10-15 yaşındaki çocuk-

lar değil ne yazık ki. İletişim, si-

nema, güzel sanatlar mezunu genç

arkadaşlarımız stajyerlik adı altında

senelerce hiçbir ödeme almaksızın

çalıştırılıyorlar. Okullarda verilme-

yen eğitimi çalışma hayatında ala-

bilmek için emeklerini yok yere veren

stajyerlerin kazandığı tek şey dene-

yim. Deneyim satıyorlar ve emek

alıyorlar. Bunun ne kadar iki yüzlü

bir durum olduğu açık… Sadece

olayın vahametini belirtmek adına

söylüyorum insanlar TRT’de üstelik

üç yıl beş yıl stajyer olarak kalabili-

yorlar. İlerde kadro açılır da TRT’ye

gireriz umuduyla belki, belki bu kor-

kunç piyasada nereye kaçacaklarını

bilemedikleri için… Bunun çıkış

olmadığını bilsek keşke… Çünkü

kanallar işlerine gelmeyince yemek

masrafı oluyor diyerek stajyerlerini

işten çıkarabiliyorlar. Daha ne ol-

sun!

İnsanların bu korkularının

altında sektörün doğası gereği

sürekli bir işsizlik yaratıyor olması…

Eğer çalıştığınız dizinin reytingleri

düşük gelirse, eğer yaptığınız prog-

ram beğenilmezse bir gün içinde

işsiz kalabiliyorsunuz. Sorgu yok

sual yok… Zaten işsizliğe alışkın

olan sektör çalışanları bu duruma

şaşırmıyorlar ama yeni bir iş bulmak

elbette kolay olmuyor. Sektörde

uzun süre işsiz kalan hattâ bu neden-

le başka işler yapmaya başlayan çok

sayıda kişi var.

Şu an pek çok sektörde yeni

başlayan performans denetleme

mekanizmaları televizyonda yıllardır

reyting araçlarıyla yapılmakta…

Tam anlamıyla kişisel bir denetim-

den ziyade ürünün denetimini

öngören bu denetleme mekanizması,

insanların işsizliğini de belirleye-

biliyor. Örneğin televizyon kanalları

artık kendilerini tehlikeye atma-

mak adına anlaşmaları reytinglere

göre yapıyor. Önceden anlaşmalar

yapılırken 13 bölümlük periyotlarla

yapılırdı ve diziler sezonluk satılırdı

kanala. Ama artık kanallar köle gibi

çalıştırdıkları sektör çalışanlarını

daha da sömürebilmek adına aracı

kurum yapımcıyla reyting üzerinden

anlaşma yapıyorlar ve onca insanın

diğer haftalarda çalışıp çalışmayacağı

sabahın on buçuğunda gelen reyting

raporlarına bağlı bırakılıyor. Ben-

zer bir durum sinema açısından da

geçerli, sinemada da Box Offi ce’ler

aracılığıyla yönetmenin bir daha iş

yapıp yapamayacağını belirleyebili-

yorlar. İlk fi lminde düşük bir başarı

elde eden yönetmen böyle bir Box

Offi ce sonucuyla bir yapımcının

kapısını boşuna arşınlar maalesef…

Bir de kadınlar açısından du-

rum daha da zorlaşıyor. Bugün

kadınların yönetmen olması

demek yapımcıların ve set

çalışanların güvenini baştan kay-

betmesi demek… Türkan Şoray

oyunculuğunun zirvesinde olduğu

dönemde fi lm çekmeye karar

verdiğinde örneğin, pek çok kapı

yüzüne kapanmış. Kendisiyle

yapılan röportajda başaramasaydı

oyunculuk hayatının da biteceğinin

bilincinde olduğunu söyleyerek

anlatıyor içinde bulunduğu duru-

mu. Bu durumun en temel nedeni

hayatın her alanı gibi setlerin de

erkek egemen mekanizmalar olması.

Mesleki dağılımlar da genel olarak

toplumsal cinsiyet şablonuna göre

çizilmiş. Erkekler güçlüdür kuv-

vetlidir ve iktidar sahibidir diyerek

kameramanlık, ışık ve yönetmenlik

gibi branşları erkeklere bırakırken,

giyime kuşama özen gösteren kadın

kısmını da sanat ve yönetmen

yardımcısı olarak kullanmayı tercih

etmektedir. Bir de setlerde yaşanılan

ve bir biçimde üstü kapatılan örtbas

edilmeye çalışılan taciz vakaları…

Sette yaşanılan tacizler farklı farklı

olabiliyor… En basitinden işini

yapıyor olmana rağmen alttan

alta bir askıntı olmanın da verdiği

rahatlıkla, “senli benli olma tacizi”

her an her saniye yaşanıyor. Sadece

birlikte iş yapıyor olmana rağmen

karşındaki erkek seninle gereksiz

bir samimiyet içine giriyor. Kendi

yarattığı bir samimiyetten fay-

dalanarak sarılmaya çalışıyor…

Sadece aynı sette çalışıyor olmayı

bile kendisine samimi olma hakkı

olarak görüp kullanıyor. Bunun

daha ileri boyutu ise samimiyeti

artırıp omzuna elini koyma, rahat

davranıyorum adı altında dokun-

64

Page 65: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

maya çalışma vs. bunlar iki kişi

arasında bir savaş gibi yaşanmakta

ve adı konmadığı için tarifl enmesi

de kadınlar için zorlaşmakta…

Ama öyle taciz olayları

yaşanıyor ki zaten kadınlar bunları

umursamıyor dahi… Öncelikle

belirtmeliyiz ki ‘önce yönetmenin

yatağı’ klişesi bir Yeşilçam klasiği

değil bir sektör klasiğidir. Yönet-

menler, yapımcılar yıllardır bu

iktidarlarını kadınlar üzerinde kul-

lanarak çeşitli ahlaksız teklifl erde

bulunabilme cüreti ve tehdidi gös-

terebiliyorlar. Hiyerarşik yapı içinde

üstteki erkek altında çalışan kadını

taciz etme hakkını kendisinde göre-

biliyor. Bunu doğallaştırıyor, üstelik

normalleştirmeye çalışıyor. Tacizi

kendisinde hak görüyor.

Bütün bu olumsuz tablo aslında

sinema çalışanlarına kendi sektör-

lerini hatırlatmak ve televizyon

başındaki izleyiciye izlediği ürünün

bedelini belirtmek için belki de…

Bu tablonun alt üst olabilmesi için

sendikanın güçlenmesi gerekiyor.

Bugün sektörde çalışanlar sendikanın

yaptırım gücü olabileceğine

inanmıyor ve hattâ yaratılmış işsizlik

korkusu içinde sendikanın da bir

işsizlik sebebi olmasından korku--

yorlar. Oysa bizim bu korkularımız

bugün setleri insanlık dışı mekânlar

haline getirdi… Artık korkmak değil

birlikte hareket etmek lazım.

Oysa yaptıkları yasa dışı, asıl

onlar korkmalılar yarattıkları bu

canavardan. Bugün çocuk işçilerin

çalıştığı, sendikasızlığın tüm sek-

törün geneline yayıldığı, mesainin

ödenmediği ama yirmi saat çalışıldığı

bu sektörde çalışanlar daha ne kaybe-

debilir ki? İşlerini mi? Onu zaten her

an kaybedebilirler… Örneğin ken-

disini taciz eden yönetmene karşılık

vermediği hattâ ters davrandığı

için işten atılabilir, yapımcının

amcasının oğlu geldi diye işten

atılabilir, reytingler düştü diye işten

atılabilir, yakışıklı ve kızların ilgisini

çekiyor diye işten atılabilir, acıktığını

söylediği için işten atılabilir… Liste

daha da uzayıp gidiyor ama insan-

lar hâlâ korkuyorlar. Oysa bu ne bir

kader ne de değiştirilemez sektör

gerçeği. Herkesin örgütlü olduğu

dayanışma içinde olduğu bir sette

toplu tepkilerle yapımcı da dize ge-

tirilir kanallar da.

Bu tabloyu herkesin bilmesinde

fayda var çünkü insanlar sinemayı

sanat olarak görüyorlar, kimi çok

para kazanılacak bir alan gibi

bakıyor ve bu eksik bilgiler sinema

okullarınca kullanılıyor. Ülkemizde

zaten yetersiz olan sinema eğitimi

insanları sinema öğrenmek için başka

kanallara sevk ederken bu kanal-

lar da ücret karşılığı sinema bilgisi

satıyor. Oysa bunun bir okulu var ve

insanlar okulda öğrenemediklerini

öğrenmek için kurslara gidiyor-

lar. Lisedeki dershaneler gibi… Bu

kursların başında sinemayı sıkıp su-

yunu çıkaran yönetmenimiz Sinan

Çetin’in Plato Film Okulu geliyor.

İnsanlar aynı zamanda yapımcı olan

Sinan Çetin’in kursundan çıkıp mut-

lu bir iş hayatına kavuşacaklarını,

sinemayı öğreneceklerini sanıyorlar.

Oysa bugün Sinan Çetin’le

çalışmayı göze almak demek paranı

alamamayı göze almak demek,

piyasanın altında ücretlere tamah

etmek demek. Bundan daha büyük

bir adım atan Türker İnanoğlu

kendi okulunu açarak öğrencilerini

hem parayla eğitiyor hem de parasız

kendi işlerinde çalıştırıyor. Bu in-

sanlar umut tacirliği yapıyorlar ve

sektörü bilmeyen gençler bir umut

piyasaya girmek için bir adım ola-

rak paralarını bu kurslara veriyorlar.

Sen-Der (Senaryo Yazarları Derneği)

de benzer kurslar vermekte örneğin.

Senaristlerin örgütü olan Sen-Der

bu kurslarla umut tacirliğine destek

verirken 1 Mayıs’ta sendikaya ya da

harekete destek vermemeyi seçe-

biliyor. Sadece Sen-Der değil si-

nema alanında faaliyet gösteren 11

dernekten sadece bir tanesi 1 Mayıs’ı

gündemine alıyor.

Durum böyleyken 1 Mayıs’ın

bu derneklerin gündemi dışına nasıl

atıldığını herkes gibi bizler de merak

ediyoruz. Tüm alanlarda insanlar i-

liklerine kadar sömürülürken bu du-

rumdan şikâyetlerini belirtme gereği

duymalarına şaşırıyoruz. Sendika

çatısı altında 1 Mayıs’ta alanda

olmamalarına anlam veremiyoruz.

65

emek

Page 66: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

emek

Hayalet Şimdi

Çağrı Merkezinde

Masalardan ve insanlardan

oluşan uzun koridorlar,

büyük bir uğultu ve

basık bir tavan. Kimse kimseyi

görmüyor ve duymuyor. Kulaklar

pür dikkat telefonun diğer ucundaki

sese odaklanmış, eller motor hızıyla

çalışıyor, gözler bilgisayara kilitli ve

çeneler oynuyor hiç durmadan. Hepsi

birbirine benzeyen konuşmalar,

konuşmalar, konuşmalar…

“İyi günler ben X, Size nasıl yardımcı

olabilirim?” ve işlemler, işlemler,

işlemler…

Burası çağrı merkezi. Bilgisayar

aracılığıyla ve telefonla ya

gelen çağrıların kabul edildiği

(“inbound”) ya da dışarıya yapılan

arama işlemlerinin (“outbound”),

otomatik çağrı dağıtımcısı tarafından

düzenlendiği ve denetlendiği,

hizmet sunulan bir yer. Çalışanlar

bu işlemleri bir makineye bağlı olan

kulaklıklar ve mikrofon aracılığıyla

gerçekleştiriyorlar. Hem de sonu

gelmez bir denetleme mekanizması

içinde.

Sistem öyle hazırlanmış ki

çalışanların işe başladığı dakika ve

saniyeler, ne zaman tuvalete gittiği,

ne kadar kaldığı, kaç dakika mola

kullandığı, yemeği ne kadar sürede

yediği, günde kaç kişiyle, ne ve nasıl

konuştuğu… tüm bunlar kayıt

altında. Ve durmak bilmeyen bir

baskı: “Daha hızlı, daha hızlı, hatta

bekleyen müşteri var.”, “Bugün

yemekler 30 dakikaya düşürüldü,

molalar iptal, çünkü hatta bekleyen

çok müşteri var.”, “Satış hedefl erini

tutturmamız gerekiyor, akşama

mesai var.”

Bütün günü yerinden kalkmadan,

bilgisayar karşısında ve sürekli

konuşarak, aynı zamanda müşteriler

tarafından çalışılan kuruma

yöneltilen şikâyetleri, hakaretleri

dinleyerek geçiren çağrı merkezi

çalışanları bir sürü sağlık problemi

yaşıyor: ses tellerinde nodül oluşumu,

bir süre sonra sesini kaybetme

tehlikesi, çene kayması; sırt, bel,

boyun ağrıları, kulaklarda rahatsızlık,

ağır psikolojik rahatsızlıklar…

Çoğu üniversite mezunu ya da

öğrencisi olan çalışanlar “müşteri

memnuniyeti” adı altında,

“gülümseyen ses tonuyla” haftanın

yedi günü, günün yirmi dört saati,

fi nans alanının başını çektiği 444’lü

numaraların ucunda, bu gayri insani

çalışma koşullarında hizmet veriyor.

Bir yandan da kapitalizmin

taylorist yöntemleriyle işleyen çağrı

merkezleri mantar gibi türemeye

devam ediyor. 1990’larda özellikle

İngiltere’de en hızlı büyüyen iş kolları

arasında bulunan çağrı merkezleri,

çalışanların bu koşullar karşısında

örgütlenmeye gitmesiyle beraber (ki

bu 2000’li yıllara denk düşüyor) daha

da düşük ücretlerle işçi bulabileceği

ve İngilizce kullanımının yaygın

olması sebebiyle Hindistan’a

kaymaya başlamıştı. Şimdi ise yine

“maliyetleri düşürme” gerekçesiyle

Çin’e kaydırılıyor1. Ayrıca son

dönemdeki haberlere, görüşmelere

bakılırsa Türkiye de çağrı merkezleri

için bir cennet olarak görülmeye

başlanmış ve bunun için çeşitli

adımlar atılıyor. Sermaye, bir yandan

çıktığı ülkelerde arkasında binlerce

işsiz bırakırken, diğer yandan dünya

genelinde ücretlerin sürekli aşağıya

çekilmesini sağlamaya çalışıyor.

Peki Ya Örgütlenme?

Çağrı merkezlerinde örgütlenme

pratiği gerçekten zor ve sancılı bir

süreç. Çünkü çalışma biçiminin

çok esnek olması, çalışan

1. http://www.indianraj.com/2007/02/outsourc-ing_china_vs_india.html

fatma tulum

Donuk fl orasanların aydınlattığı, hiç bir yere çıkmayan koridorların içinde, hepsi birbirinin aynı yemekleri çıkartan yemekhanelerde, Yapı Kredi’nin bankacılık üssünde, CitiBank’ta, Global’de, İş Bankası’nda, Yurtiçi Kargo’da, bütün 444’lerde, bütün çağrı merkezlerinde bir hayalet dolaşıyor.

66

Page 67: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

sirkülasyonunun çok fazla olması

ve çalışanların çoğunun bu işi geçici

bir iş (okul bitene kadar, askere

gidene kadar, biraz tecrübe edinene

kadar) olarak görmesi, örgütlenme

ihtiyacı duysa da bunu nerede ve

nasıl yapacağını bilememesi... gibi

durumlar sözkonusu.

Ancak İngiltere’de İngiltere

İletişim İşçileri Sendikası (CWU,

Communacation Workers Union)2,

Sosyalist-anarşist grup Kolinko’nun

çağrı merkezi örgütlenmesi3,

Hindistan’da sadece çağrı merkezi

çalışanlarına ait bir sendika var

ve çalışanlar bu örgütlülüklerle

haklarının savunulmasında oldukça

etkileyici sonuçlar aldılar.

Türkiye’de ise çağrı merkezi

çalışanlarının bir kısmının sendikalı

olduğunu biliyoruz. Ancak buralarda

çağrı merkezi çalışanlarının

kendi çalışma koşullarından

kaynaklanan sorunlara yönelik

ortak bir çözüm üretme pratikleri

şu an için maalesef yok. Ayrıca çağrı

merkezi çalışanlarının çoğunun

bu sendikalar aracılığıyla toplu

iş sözleşmeleri yapabilmeleri için

çalıştıkları iş yerlerinin sendikalı

olması gerekmekte ve çoğu özel

kuruluşta, özellikle de fi nans

alanında sendikalar yok (var olanlar

da fi rmaların kendilerinin kurdukları

sarı sendikalar oluyor.).

Ancak Çağrı Merkezlerinde Bir

Hayalet Dolaşıyor

İşte tüm bu çalışma koşullarının

değişmesi gerektiğini düşünen bir

grup çağrı merkezi çalışanı yaklaşık bir

yıl önce bir internet sitesi hazırladı:

www.gercegecagrimerkezi.org

Bu site vasıtasıyla çağrı merkezi

çalışanlarıyla irtibat kurup ortak bir

direnişin ve örgütlenmenin yollarını

arıyorlar ve şöyle söylüyorlar:

2.Sendikanın web adresi için bakınız www.cwu.org 3. Bakınız www.prol-position.ne

67

emek

“Bizler çağrı merkezi çalışanlarıyız!

Sürekli olarak sömürüye maruz kalan;

herkes kadar çalışan;

yaptığı iş, iş gibi görülmeyen;

kariyer masalları anlatılan;

tuvalete giderken izin almak zorunda kalan;

sigara içerken saniyeleri hesaplayan;

çay içebilmek için yemeğini bütün halde yutan;

yoğunluktan dolayı öğlen yemekleri iptal olan;

fi rmayla sorun yaşanıldığında aranıp bağırılan;

ağzından çıkan her sözün kaydedildiği;

yıllık izinleri ertelenen;

işe başlama, molaya çıkma, yemeğe gitme zamanları kaydedilen;

ve geç gelinen 1 dakikanın maaşından kesildiği;

kulağında kulaklıkla 2 metre karenin dışına çıkamayan;

ayağa kalkamayan, yanındaki ile sohbet edemeyen;

genç, üniversite öğrencisi, yeni mezun;

çağrı merkezinde üç yılı doldurduğunda deli gözüyle bakılan,

bazen delirmenin gerçekten sınırına gelen;

sesini çıkaramayan, örgütlenemeyen, bir araya getirtilmeyen;

belki de sizin de onlarca defa konuştuğunuz,

hayatlarınıza bir telefon kadar yakın,

ama çok uzağınızda...

Bizler daha iyi şartlarda çalışmak, emeğimizin karşılığını almak istiyoruz!Örgütlenmek, bir araya gelmek, sesimizi yükseltmek istiyoruz!

Tüm haksız uygulamaların kaldırılmasını istiyoruz!Bizler bilinmek, tanınmak, haberdar olunmak istiyoruz!”

Page 68: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

Bu taleplerini gerçekleştirmek için

Gerçeğe Çağrı Merkezli çalışanlar

bir çok çağrı merkezini toplu bir

şekilde aynı saatte arama eylemleri

yapıyor, paneller düzenliyor, haksız

uygulamalara karşı hukuksal arayışa

gidiyor ve kendilerine başvuran çağrı

merkezi çalışanlarına hukuksal destek

veriyor, sempozyumlara katılıyor,

seslerini duyurmak için basına

röportajlar veriyorlar. Kimi zaman

yaptıkları eylemliliklerle haksız

uygulamaları geri çektiriyorlar.

Şu anda yalnızca bir internet sitesi

üzerinden haberleşmeye, biraraya

gelmeye devam ediyorlarsa da

örgütlenmeyi, tüm çağrı merkezi

çalışanlarıyla bir araya gelmeyi,

bunun yollarını, sendikalaşmayı,

bulundukları sendikalarda seslerini

nasıl daha iyi duyurabileceklerini

tartışıyorlar.

Ve bu çalışmaları “Çağrı

Merkezlerinde Bir Hayalet

Dolaşıyor” adlı kampanyayla

duyurmaya çalışıyorlar. Sözü

daha fazla uzatmadan onlara

bırakıyorum:

“Donuk fl orasanların aydınlattığı,

hiç bir yere çıkmayan koridorların

içinde, hepsi birbirinin aynı

yemekleri çıkartan yemekhanelerde,

Yapı Kredi’nin bankacılık

üssünde, CitiBank’ta, Global’de, İş

Bankası’nda, Yurtiçi Kargo’da, bütün

444’lerde, bütün çağrı merkezlerinde

bir hayalet dolaşıyor.

Hayalet arada sırada çağrı

merkezindeki kardeşlerini arayıp,

hatırlarını soruyor. Görüşme

kalitesi, müşteri memnuniyeti gibi

kavramlarla ölçülemeyecek kadar

insani bir şekilde iletişime geçmeyi

tercih ediyor. İşyerinde, internetin

veya siteye girişin yasaklanması

ile iletişim kanallarımızı

tüketebileceğini sananlara da yeri

geldiğinde ders vermeyi ihmal

etmiyor.

Çağrı merkezlerinde dolaşan

hayalet, şimdilik sadece sesini duydu

ama en kısa zamanda, kendisini ve

seni gerçek kılmak için, daha yüksek

bir ücret, daha iyi çalışma koşulları

için, örgütlenmek için, öfkeni,

isyana dönüştürmek için, Uv fi ltreli

camların diğer tarafında, gerçek

ışıkta yaşanan, gerçek hayatın içinde,

seninle tanışmak istiyor. Hayalet

hayallerini gerçeğe dönüştürmek

için seni gerçeğe çağırıyor.” 4

4. www.gercegecagrimerkezi.org

68

emek

Page 69: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

1990’larda Türkiye

Kadın Hareketinin,

Demokratikleşmeye

Etkisi*

Türkiye’de feminist hareketin

kazanımları, kadınların

kendilerine ait bir kamusal

alan oluşturma ve bunun sonucunda

resmi kamusal tartışmaların

gündemini etkileme, politik toplumsal

yapıyı dönüştürme anlamında bunun

en güzel örneklerinden biri olarak

karşımıza çıkmaktadır.

Feminizm, kadın erkek

arasındaki eşitsizliği yaratan

toplumsal yapıyı ve iktidar

odaklarını sorgularken temel hak ve

özgürlüklerin demokrasinin formel

gerekleri kadar önemli olduğu

alternatif bir demokrasi anlayışı

sunmaktadır. Evrensel kadın

hareketinin kadının insan hakları

meselesini demokrasi mücadelesi

ile örtüştürmesi Türkiye’de de

karşımıza çıkmaktadır. 1980’lerdeki

kadın hareketi darbe sonrası

Türkiye’deki ilk demokratik siyasal

harekettir.

Türkiye’de 1980 darbesinin

ardından sivil topluma karşı

devleti koruyan 1982 anayasasının

yürürlüğe girmesi ve 1983’e dek

politik partilerin kapatılması;

sivil kurumların özerkliklerini

yitirmelerine, haklar ve özgürlüklerin

kısıtlanmasına, üç yıl içinde ülkenin

depolitize olmasına neden olmuştur.

Ancak bu dönemde sol hareketin

içinden gelen kentli, orta sınıf

eğitimli kadınlar toplumsal cinsiyet

eşitsizliğini analiz etmeye ve bu

konu üzerinden talepler geliştirmeye

başlamışlar, bu da kadınları eyleme

geçmeye yönlendirmiştir. Darbe

sonrası yapılan ilk sivil eylem

feminist kadınlara aittir.

Talepler toplumsal, siyasal,

kültürel yapıyı tümden değiştirmeye

yönelik taleplerdir ve bu açıdan

hareketin bütüncül bir değişimi

hedefl emesi nedeniyle taleplerin

hiçbiri üzerinde pazarlık yapmayı

kabul etmemesi, hareketin

devamlılığı ve radikalliği açısından

önemlidir. Ayrıca kadınlar

örgütlenme geleneğinin hiyerarşik

ve cinsiyetçi yapısını eleştirip daha

demokratik yapılar oluşturmaya

çalışmışlar böylece Türkiye’de

örgütlenme biçimi açısından radikal

değişiklikler getirmişlerdir. Feminist

hareket o yıllarda Türkiye’ye;

köktenci, demokrat, katılımcı ve

bireyci yeni bir muhalefet formu

getirmiştir.

1980 sonrası kadın hareketinin

öncelikli hedefi kadına yönelik şiddetin

görünür hale getirilmesidir. Bu

konularda tartışma yaratılarak toplumsal

bir dönüşüm hedefl enmektedir. Bu

amaçla birçok kampanya düzenlemiş

ve eylemler yapılmıştır. Kadınlar,

cinsiyetçi algılama biçimlerini

değiştirmek hedefi yle hareket

ilkay yılmaz

Feminizm, kadın erkek arasındaki eşitsizliği yaratan

toplumsal yapıyı ve iktidar odaklarını sorgularken temel hak

ve özgürlüklerin demokrasinin formel gerekleri kadar önemli

olduğu alternatif bir demokrasi anlayışı sunmaktadır.

69

feminizm

* Bu yazı Eğitim-Sen’in 8 Mart için hazırladığı kadın dergisi için kaleme alınmıştır.

Page 70: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

feminizm

ederken bir farklılık ve farkındalık

yaratmakla kalmamışlar; farklı

çözüm stratejileri de geliştirmişlerdir.

Bu çözüm stratejilerini, 1990

sonrası dönemde kurdukları dernek,

vakıf, platform gibi kurumlarda

gerçekleştirmeye çalışmışlardır.

Şiddete karşı bir kamuoyu

oluşturulduktan sonra 1990’da

Mor Çatı ve Kadın Dayanışması

Vakfı kurulmuştur. Kadınlar kendi

kurumlarını kurmakla yetinmemişler

sorunun çözümü için devlet

aygıtının soruna yaklaşım biçimini

de değiştirmeye çalışmışlardır.

Elbette bu misyonu gerçekleştirmeye

çalışırken kadınlar, Türkiye’nin

imzaladığı CEDAW1 gibi uluslararası

sözleşmelerin yarattığı olumlu havayı

da kullanmışlardır.2 1. 1979’da BM Genel Kurulu’nda kabul edilen Ka-dınlara Karşı Her türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Söz-leşmesi 1985’te Türkiye tarafından onaylanmıştır. Sözleşme, taraf olan devletlerin cinsiyetçi ayrımcı-lığın engellenmesi için hukuksal düzenlemeler yap-malarını, ayrımcı ceza hükümlerini kaldırmalarını, kadınların siyasal ve ekonomik alana katılımını sağ-layacak önlemler almalarını öngörüyordu. CEDAW metni için bkz www.kadinin insanhaklari.org2. Türkiyeli kadınlar, bu sözleşmeden doğan hakların uygulanması için yaptıkları eylemlerle, kurdukları dernekler ve platformlarla bir baskı grubu oluşturmak suretiyle hem kanun değişiklikleri taleplerinde hem de kamu politikalarının kamu politikalarının toplumsal cinsiyet bakış açısı (gender mainstreaming) ile oluştu-rulması taleplerinde öncelikle CEDAW metnini refe-

4320 sayılı Aileyi Koruma

Kanunu’nun çıkarılması gibi örneklerde

kadın hareketinin demokratikleşme

yönünde önemli kırılma noktaları

yarattığı görülmektedir. Bu kanunla

birlikte kadın erkek arasında toplumsal

ve ekonomik eşitsizliklerin olduğu kabul

edilmekte ve devlet, aile içindeki ataerkil

ilişki biçimlerine toplumsal cinsiyet

duyarlılığı ile yaklaşma zorunluluğu

içine çekilmektedir. Yapılan değişikleri

etkileme ve yönlendirme amacıyla

kadınların yaptıkları lobi çalışmaları ve

baskı grubu oluşturmaları neticesinde

Medeni Kanun’da ve TCK’da kadını

birey olarak gören değişiklikler

gerçekleştirilmiştir. Tüm bu örnekler

son 25 yılda kadın hareketinin devleti

dönüştürmede en önemli toplumsal

özne olduğunu göstermektedir.

1990’lı yıllarda hareket farklı

bir yolda ilerlemeye başlamıştır.

Artık kadınları sokak eylemlerinde

değil kapandıkları kurumlarında,

projelerinin başında görmekteyiz.

Hareketin sokaktaki hızını kaybetmesi

bir olumsuzluk olarak karşımıza

çıkmakla birlikte, kurumsallaşmanın

getirdiği bir avantaj olarak devlet

rans göstererek dış dinamikleri demokratikleşme doğ-rultusunda en iyi kullanan toplumsal grup olmuşlardır.

mekanizmalarını etkileyebilme gücü

artmıştır.

1980’li yıllardan 1990’lı yıllara

giden süreç farklılık, parçalılık,

yerellik ekseninde biçimlenen bir

demokratikleşme perspektifi ni de

beraberinde getirdi. 1990’lı yıllar

kadın hareketi içinde farklılığın,

heterojenliğin ve farklı feminizmlerin

belirginlik kazandığı bir dönem

oldu ve farklı feminizmler arasında

iletişim kurmak zorlaştı. Bu noktada

Müslüman ve Kürt kadınların

örgütlenmeleri dikkat çekmektedir.

Ancak bu farklılıkların kabulüne

dayalı bir kamusal alan oluşturma

noktasında Türkiye’de kadın hareketi

siyaseti dönüştürücü bir işleve haiz

görünüyor. Birçok yasa çalışmasında

farklı eğilimlerdeki birçok kadın

örgütü birarada hareket etmişler

ve iç müzakere süreçlerinden sonra

kamuoyu oluşturmak suretiyle

ve lobi çalışmalarıyla taleplerinin

birçoğunu gerçekleştirmişlerdir.

Kadın hareketi Türkiye’deki muhalif

hareket kültürünün cemaatçi

yapısından sıyrılarak; bireyci,

demokrat ve katılımcı siyaset yapma

biçimiyle yeni bir üslup önermiştir.

70

Page 71: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

Eğitim-Sen

Feminizmden

Neden Korkar?Geçtiğimiz günlerde Eğitim-

sen 8 Mart için bir dergi hazırlığı

içindeydi. Dergi için toplanan

yazılar arasında benim yazım da

vardı. Ancak, yazının teslim tarihinin

son gününün akşamı, dergiyi

çıkaranlar beni aradılar ve yazıdaki

feminizm kelimesi yerine başka

bir kelime koyabilirsem yazının

yayınlanabileceğini yoksa yazıyı

bu şekilde yayınlayamayacaklarını

anlattılar. Tüm bunları söylerken

karşımdaki kişinin mutsuzluğu ve

durumdan rahatsızlığı sesinden

anlaşılıyordu. Böyle bir durumun

ortaya çıkmasının nedeni MYK’ de

bu konuda çok büyük tartışmaların

yasanmış olmasıydı ve kadınlar,

içinde feminizm geçmeyen bir 8

Mart dergisini kabul etmek zorunda

kalmış görünüyorlardı. Önce

metni değiştirmeyi kabul ettim

çünkü zar zor çıkarılan bir 8 Mart

dergisine daha doğrusu bu dergiyi

çıkarmak için çabalayan kadınlara

karşı kendimi sorumlu hissettim.

Ama sizin de tahmin edebileceğiniz

gibi birkaç saat sonra yazımı geri

çektiğimi bildirdim. Durum

tahmin ettiğim gibiydi konuştuğum

kişi de durumdan memnun

değildi; oldukça kotu bir tartışma

yaşanmıştı. ( İsterse yaşadıklarını

kendi anlatabilir, benim anlatmam

doğru olmaz diye düşünüyorum.)

Neticede karşımızdaki vakada da

görüldüğü gibi en demokratik,

eşitlikçi gibi görünen sendikalarda

bile mevzu cinsiyet ayrımcılığı ya da

feminizm olunca iş çetrefi lleşiyor.

Ama asıl sorun biz kadınların kendi

kurduğumuz kadın örgütlerinden

dışarı ancak yasa değişiklikleri

gündeme geldiğinde ya da şiddet

söz konusu olduğunda çıkmamız.

Elbette bu konularda Türkiye’deki

kadın hareketi inanılmaz bir inat ve

sabırla mücadele etti ve sonucunda

da 25-26 yılda çok büyük kazanımlar

elde etti; hala da mücadeleye

devam ediyoruz ve etmeliyiz.

Ancak demek istediğim; gündelik

yasam pratiklerini topyekun

değiştirmek isterken bir yandan da

iyice kendi içimize kapanmamız,

muhatap olarak çoğu kez yalnızca

devleti almamız. Özellikle; üye

olduğumuz meslek örgütlerinde,

sendikalarda feminist adacıklar

kuramamamız. Elbette bahsettiğim

şeyin, -karma örgütlerde feminist

adacıklar kurmanın- zorluğunun

farkındayım ama kendi hayatlarımızı

değiştirmek için yeni stratejiler

belirlemek zorundayız. (Burada

kesinlikle, sadece kadınlardan

oluşan kadın örgütlerini kapatalım

demiyorum, onlar bizim temel

politik alanlarımızdır. Öyle bir şey

önermek kendimize ihanet etmek,

bileklerimizi kendi tırnaklarımızla

kesmek demektir.)Ancak hiçbir

meslek örgütünde, sendikada,

partide ya da karma dernekte

diğer örgütlere ya da politik akıma

dahil kadınlarla dayanışma içine

girmezsek; yani bir kızkardeşlik

ağı kurmazsak hedefl ediğimiz

değişime ulaşmamız çok daha

zorlaşacak. Tüm bunların yanında

öyle bir zemindeyiz ki kazandığımız

herhangi bir şeyi kaybetmemiz kimi

zaman çok kısa zamanda olabiliyor.

O yüzden simdi bir dergide

feminizm kelimesini kullanamazsak

yarin baksa bir talebimizde başka

güçlüklerle karşılaşmamız işten değil.

Ayrıca temel bir politik hat olarak

feminizm (bir bütün olmasa bile- ki

yekpare olmaması hepimiz için en

iyisi bence) hem söylemsel düzeyde

hem de pratik politik düzeyde kadın

hareketi için temel atıf noktasıdır

ve patriarkanın devamını savunan

politik duruşlara sahip kişilerin

feminizmin telaff uz edilmesine dahi

dayanamamalarının sebebi de budur.

O yüzden sevgili kızkardeşlerim

Eğitim-sen’de yaşanmış bu olay için

sizlerden tepki bekliyorum.

Not: İnci Hekimoğlu’nun başına

gelenler kadın olduğumuz için her

an hepimizin başına gelebilir. Bu

olay İnci Hekimoğlu anlattığı için

biliniyor; kim bilir buna benzer

haberimizin olmadığı kaç olay

yaşandı.

KADINLAR BİRARAYA DAYANIŞMAYA!

ilkay yılmaz

71

feminizm

Page 72: Merhaba! - WordPress.comMerhaba! K apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı

eser

72

Sovyet konstrüktivist sanatçı Vladimir Tatlin’in Enternasyonal

için planladığı anıt binanın maketi.