merhaba! - wordpress.commerhaba! k apitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği,...
TRANSCRIPT
Merhaba!
Kapitalizmin yaşamın her alanına derinlemesine nüfuz ettiği, her koyunun kendi bacağından
asıldığı, köprüyü geçene kadar ayıya dayı demenin meşru görüldüğü, her türlü insani ilişkinin
parasal ilişkiler çerçevesinde tanımlandığı bir dünyada; özgürlükten, eşitlikten, kardeşlikten,
barıştan ve emekten yana farklı bir yaşamın mümkün olabileceği umuduyla çıktık yola. Emek
sömürüsünün, ırkçılığın, ayrımcılığın, savaş çığırtkanlığının bütün bedenleri, dimağları yıprattığı
böyle bir çağda sosyalizm adını işliklerde, sokaklarda, okullarda, her yerde yeniden ağıza alabilmenin
ve hatta bir ağız dolusu bağırabilmenin şevkiyle hareket etmeye niyetlendik.
Yaşamın bütün alanlarını ticarileştiren, bireyi kendi kurduğu duvarlar arasında izole eden,
doğayı talan eden, “yaşamak için çalışma”yı “çalışmak için yaşama” olarak yeniden formüle eden ve
böylece insanları sınırlı bir çevrimsel bireysel tarih içerisine hapseden zihniyete karşı emek eksenli
bir bakışı ve de onun vazgeçilmez parçası olarak da emek eksenli bir praksisi merkeze alan bir hattı
sahiplendik. Sosyalizmin temel referanslarını takip eden, ama bu referansları dogmatik bir çerçeveye
sıkıştırmadan sürekli olarak yeniden sorgulamayı önüne koyan bir perspektiften bakarak, kimlik
politikalarını reddetmeyen, fakat bu yaklaşımları emeğin prizmasından geçirerek okuyan ve formüle
eden bir yaklaşımla hareket etmeyi önümüze koyduk. “Sevapları ve günahlarıyla” sosyalizmin kadim
tarihini içselleştirmiş bir şekilde, kimi samimi ve haklı eleştirileri de gözeterek ve kendimizi tartarak
yolumuza devam ediyoruz.
Düşüncenin praksise, praksisin düşünceye içkin olduğunu kabul eden bir bakışla ilk sayımızdaki
dosyamızı ülkemizin şu sıralar en önemli gündemi olan seçime ayırmayı tercih ettik. Bu seçimlerde
solun ve Kürt hareketinin meclise girmesinin her şeye rağmen önem taşıdığını düşünüyoruz, elbette
belli bir sınıra kadar. En nihayetinde burjuva demokrasisine ait siyasal bir araç olagelen seçim
sisteminin, hele de ülkemizdeki anti-demokratik seçim barajını düşündüğümüzde kendi ufkumuza
göre oldukça dar bir alan olduğunun da farkındayız. Bununla birlikte projenin kendisinin, mecliste
alternatif bir ses, emekten yana bir tartışma alanı yaratabilecek potansiyeli olduğunu düşünüyoruz.
5 yıldır iktidarda olan AKP’nin, ondan daha da muhafazakar “muhalefet” olan CHP’nin, ülkemizde
yükselişte olan milliyetçiliğin temsilcileri DYP, MHP vs. dışında barıştan, emekten, özgürlük ve
demokrasiden yana alternatif bir ses, bir soluk, bir umut olabileceği inancını taşıyoruz.
Umuyoruz ki bu yayın başka bir dünyanın kapılarını aralamamız için bize, hepimize, emekten
yana olan bütün insanlığa dair bir adım olur.
Hoşgeldik, sefa geldik...
“Orada, sokaklarda, sınıfl arda ve otobüslerde hayatımız makinelerden ve hayvanlardan daha az
değerliydi. Biz bir taş, yoldaki bir ağaç gibiydik. Bizim seslerimiz, yüzlerimiz, adlarımız yoktu. Bizim
yarınlarımız yoktu. Biz yoktuk. Onlar açısından -ki onların bugünkü adları neoliberalizm’dir- biz
hesap edilmemiştik, biz üretmiyor, satın almıyor ve satmıyorduk. Büyük kapitalizmin defterlerinde
biz kullanılmayan ve işe yaramayan hesaptık, kimliği belirsiz adamlar ve kadınlardık.
Bu yüzden acılarımızı aramak ve görmek için buraya geldik. Acaba biz acılar içindeyken
unutulan taş ve ağaçlar gibi olabilir miydik?
Ama sokaklar bize başka bir hikaye anlattılar, dünden gelen ve yarına uzanan. Sokaklar
bizimle konuştu, ses verdi bize, sokakların yüzünü aldık, adlarımız unutuldu, isimsiz bir isim aldık.
Şimdi Dergi olduk, yarın Sokak oluruz, ertesi gün kimbilir belki başka bir isim. Kendimizi yeniden
isimlendirene kadar geçmişimizi ve geleceğimizi kazanmak için...”1
1 Umut Dergi, Sayı1, Güz 2001, Arka kapak
1
giriş
içindekiler
İçindekilerSeçim Dosyası
Cumhuriyet Mitingleri 6
Sosyalistler Açısından Laiklik 10
Burjuva Demokrasilerinde Seçim Üzerine 15
Siyasetin Sanallaşması 20
Seçim Sistemleri ve Dışlama Mekanizmaları 26
Feminist Bir Seçim Çalışması Mümkün 32
Bin Umut Adayı Doğan Erbaş’la Röportaj 36
Bin Umut Adayı Ufuk Uras’la Röportaj 38
Bin Umut Adayları 40
Yok Aslında Birbirinden Bir Farkları 42
Umut Dergi
Üç Aylık Siyasi Dergi
Sayı 1 / Yaz 2007
4 YTL
Yayın Türü
Yerel Süreli Yayın
Sahibi ve Sorumlu
Yazı İşleri Müdürü
Sırrı Emrah Üçer
Basıldığı Yer
Ayhan Matbaacılık
Yazışma-İrtibat Adresi
Hamam Arkası Sok. Kıymet
Apt. No:9/8 Çengelköy/
İstanbul
E-posta
içindekiler
Serbest Kürsü
1 Mayıs’ın Ardından 44
Oyak Dediğin Nedir ki, Var mı Dünyada Eşi? 46
Mutsuzum, Mutsuzsun, Mutlu! 48
Emperyalizm Tartışmaları 50
Kazım’ın Ardından 56
Çok Dilli Belediyecilik ve Bağımsız Yargının Dansı 59
Genetik Tehlikenin Kıyısında 60
Emek Gündemi
Örgütsüzüz Öyleyse Sömürülüyoruz 63
Hayalet Şimdi Çağrı Merkezinde 66
1990’larda Türkiye Kadın Hareketinin,
Demokratikleşmeye Etkisi 69
Eğitim-Sen Feminizmden Neden Korkar? 71
SEÇİM
DOSYASI
SEÇİM
DOSYASI
dosya
Cumhuriyet Mitingleri
Cumhuriyet Mitingleri ve Genelkurmay
Başkanlığı’nın sözlü ve yazılı açıklamaları
nasıl değerlendirilmelidir? Bunlar çevresinde
oluşan siyasi hareketlilik bir süredir devam eden Türk
milliyetçiliği yükselişinden bağımsız mıdır? Yoksa Ke-
malist milliyetçilik olarak adlandırabileceğimiz bir mil-
liyetçilik çeşnisi midir? Bu siyasal hareketliliğin hedefi
sadece AK Parti’nin cumhurbaşkanı seçmesini engelle-
mek midir? Hedefte Kürt hareketi de yok mudur? Er-
meni sorunu bu konuda nerede durmaktadır?
Cumhuriyet Mitingleri adı ile anılan kitlesel gös-
teriler ile ilgili çok yazılıp çizildi. Bu yüzden bu mitin-
glere katılan kişilerin muharriklerinin çeşitliliğini ve
kitlelerin politik heterojenliğini uzun uzun anlatmaya
gerek yoktur. Mitinglerin tertipleyicileri ile katılımcıları
arasında bir açı farkı olduğu gibi tertipleyicilerin içinde
de beklenti ve taleplerde farklılıklar vardı. Bu yüzden
burada dile getirilecek düşünceler alanları dolduran
insanların tümüne yönelik bir kötüleme ve istihza olarak
algılanmamalıdır. Ama insanları kırmamak adına aşikar
gerçeklikleri es geçemeyiz. Dolayısıyla bu mitinglere esas
rengini verenin Türk milliyetçiliği, ordu hayranlığı ve
içi boş bir modernleşmecilik olduğunu ifade etmekten
çekinmemeliyiz. Mitinglere katılanların ve onu tertip-
leyenlerin çoğu da, öyle sanıyorum ki milliyetçiliği bir
itham olarak görmeyecek, büyük bir memnuniyetle, ay-
yıldızlı bayrağını sallaya sallaya kabul edecektir. Ne var
ki ordu hayranlığı ve darbe taraftarlığı konusunda iti-
razlar yükselmektedir. Bu itirazları kabul etmemek gere-
kir. Zira “Ne Şeriat, Ne Darbe” sloganı reklamı yapıldığı
kadar itibar görmemiş, alanlarda darbe karşıtı bir slo-
gan hemen hemen hiç atılmamış, bu hassasiyeti dile
getirmesi muhtemel hatipler engellenmiştir. Genelkur-
may Başkanlığı’nın açıklamaları ile mitingler birbir-
lerini karşılıklı olarak tetiklemiş ve coşkulandırmıştır.
Mitingler, bayrak üreticilerinin yüzünü güldürmüştür.
Bayrağa dönük abartılı sevgi ve çoşkunun yanı sıra mi-
ting alanları, Mustafa Kemal’in aşırı kutsanmasına, dini
bir fi gür gibi ön plana çıkarılmasına sahne olmuştur.
Mitinge katılanlar arasında insanların tribünlerde
yaşadığı türden bir katarsis yaşamak için gidenlerin,
kalabalığın cazibesine kapılıp gitmeden edemeyenlerin,
yani kitle kuyrukçularının bulunduğu da bir gerçektir.
Nihayet şunu da ilave etmek gerekir, Ertuğrul Özkök’ün
de sevinerek kayıt düştüğü üzere, mitinglerin katılımcısı
olan insanlar iyi giyimli, gelir durumu pek de fena ol-
mayan insanlardı. Özkök’ün deyimi ile “profesyonel ey-
lemciler” değillerdi ve hayatlarında belki de ilk defa bir
kitle gösterisine katılıyorlardı.
Yükselen Milliyetçilik Mitinglerdeydi!
Gerek mitinglerde, gerekse askerlerin açıklamalarında
en sık tekrar edilen slogan “Ne Mutlu Türküm Diyene”
idi. Sık sık, Hrant Dink’in cenaze yürüyüşüne nispet ya-
parak, “Hepimiz Türk’üz, Hepimiz Mustafa Kemal’iz”
sloganı atıldı. Alpaslan Işıklı, Ankara’da ve İzmir’de
sırrı emrah üçer
Mitinglerin tertipleyicileri ile katılımcıları arasında bir açı
farkı olduğu gibi tertipleyicilerin içinde de beklenti ve ta-
leplerde farklılıklar vardı. Bu yüzden burada dile getirilecek
düşünceler alanları dolduran insanların tümüne yönelik bir
kötüleme ve istihza olarak algılanmamalıdır.
6
Emperyalizm sıkı sıkıya kapitalizmle
bağlantılı ve sınıfsal bir meseledir. Bu
yüzden kapitalizm karşıtlığını içermeyen
bir emperyalizm karşıtlığı, işçi sınıfının
devrimci amaçlarla enternasyonalist
örgütlenmesi ufkuna sahip olmayan
bir emperyalizm karşıtlığı, yükselen
milliyetçiliğin popüler bir veçhesi
olmaktan daha öteye gidemez.
yaptığı konuşmalarda, bu cenazede insanların “Hepimiz
Ermeni’yiz” demesini, dinimizin mürtecilerce yanlış
öğretilmesine bağladı. Bizler İslamiyet’i öyle yanlış
öğrenmişiz ki, “aman be bıktım bu Müslümanlıktan
bari Ermeni olayım” noktasına gelmişiz. Mitinglerde bu
suretle hem Hrant Dink’in anısına hem de onun cena-
zesine katılarak toplumun vicdanı olma görevini yerine
getirmiş olanlara büyük bir saygısızlık yapılmıştır. Bu
tavır ile, katilin beyaz beresini başına geçirip linç ey-
lemlerine kalkışanların tavrı arasında büyük bir fark
yoktur. Faşist katiller, bu mitinglerdeki ruh halini
mantıksal sonucuna erdirmektedir. Bu mantıksal sonuç,
kendini Türk olarak tanımlamayı reddedenleri, Türki-
yeli olmayı tercih edenleri, Kürt, Ermeni, Çerkez, Laz,
Rum kültürüne sahip çıkmak isteyenleri, Hıristiyan
yurttaşlarımızı yok etmek veya sürmek arzusudur, “Ya
Sev Ya Terk Et” demektir. Bu noktada adının önünde
Profesör ve Doktor sıfatlarını taşıyan Alpaslan Işıklı’nın
sözlerini tekrar okuyalım ve mitinglere katılmış olan
yakınlarımıza bir ibret vesikası olarak okutalım:
“(...) Bir bölümü sözüm ona dindardır. Aslında
en büyük kötülüğü İslam dinine yapmaktadırlar.
Yeryüzünün en son ve en gelişkin dinini ilkel Afrika
dinleri gibi sakaldan ve türbandan ibaret bir aksesuar
fetişizmine indirgeme çabası içindedirler.
Küresel efendileri İslamı hazmedememektedir. Bunun
için İslamı bırakmış, “Ilımlı İslamı” icat etmişlerdir.
Ilımlı İslam, emperyalizme teslim olmuş İslam demek-
tir. Yani İslam‘dan başka bir şeydir.
Minareler süngümüzdür demişti. Geldi haçlı
seferlerini yapanların eş başkanlığını kabullendi. Bu
arada, Irak‘ta yıkılmayan minare kalmadı. Bunların
zamanında Hıristiyan misyonerliği başını alıp gitmekte-
dir. İstanbul‘u başında Ortodoks patriğinin bulunduğu
bir dukalığa dönüştürmek isteyenlerin iştahları iyiden
iyiye kabarmıştır.
Bunlar, İslam‘a öylesine itici bir çehre yüklemişlerdir
ki bir kısım yurttaşlarımız, “hepimiz Ermeni‘yiz” diye
bağırarak sokaklara dökülmek noktasına gelmişlerdir.
(...)” ( Ankara, Tandoğan Meydanı, konuşmanın tam
metni: http://www.14nisan.gen.tr/genel/bizden_detay.
php?kod=449&tipi=27&sube=0 )
“(...) Din sömürücüleri en büyük kötülüğü dine
yapmaktalar. Kimilerinin “ben Hıristiyanım” diye
bağırarak sokaklara dökülme noktasına gelmesi, bir
yönüyle de din sömürücülerinin İslamiyet‘e ver-
dikleri itici görüntünün sonucudur. (...)” (İzmir,
Gündoğdu Meydanı, konuşmanın tam metni: http://
www.14nisan.gen.tr/genel/bizden_detay.php?kod=44
8&tipi=27&sube=0)
Atılan sloganlarda ve yapılan konuşmalarda milli-
yetçilik etkisinin çok açık olduğu bir diğer konu Kürt
sorunu olmuştur. Konuşmalar biraz incelendiğinde
görülecektir ki mitingin siyasi aklı Kürt Sorunu’nu
sadece dış güçlerin oyunu olarak algılayan ve şiddetten
başka çözüm öngöremeyen stratejist, militarist, milli-
yetçi, hatta ırkçı klişeleri tekrar edip durmuştur. Irak’ta
yaşayan Türkmenler soydaşımız olarak nitelenirken,
en az Türkmenler kadar kardeşimiz olan Iraklı Kürtler,
iki liderin tutumu tüm Kürtlere mal edilerek Ameri-
kan Uşağı olarak itham edilmişlerdir. Şemdinli’den,
Demokratik Toplum Partisi üzerinde kurulan hukuk dışı
baskıdan, üyelerinin keyfi biçimde tutuklanmalarından,
DTP’ye yakın yayın organlarının kapatılmasından,
Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerdeki giderek
tırmanan devlet şiddetinden tabi ki söz edilmemiştir.
Seçim barajının Kürt hareketi’ni de meclisin dışında
bırakması, bağımsız adayları engellemek için yapılan
alicengiz oyunları kınanmamıştır. Çünkü bu mitingle-
rin adı demokrasi mitingi olarak konmaktadır, ama bu
demokratlık milliyetçilik ile sınırlıdır. Kürt sorununun
etno-politik boyutu ısrarla görmezden gelinmiş, soru-
nun sebepleri ekonomik geri kalmışlık, eğitimsizlik ve
“emperyalistlerin oyunları” imiş gibi lanse edilmiştir.
Ekonomik eşitsizlik ile ilgili sorunlar genellikle sadece
etno-politik sorunların “ne kadar sahte” olduğunu vur-
7
dosya
dosya
gulamak amacıyla, temelinde yatan kapitalizm ve sınıf
çatışmaları zikredilmeksizin, bir sefalet edebiyatı olarak
dile getirilmiştir. Yine Profesör ve Doktor sıfatlı Birgül
Ayman Güler, İzmir mitinginde demiştir ki: “ (...)
Kimse bizi etnik kimliklere gömmeye kalkışmasın. Biz,
dilimizin farklı lehçelerini fıkralara taşıyanlar, o fıkralara
hep birlikte gülenleriz.” Keşke Türkiye’nin etno-politik
sorunları bu kadar çok can almasaydı ve bu kadar tra-
jik olmasaydı da biz de hocamızın bu naif yaklaşımına
gülebilseydik!
Mitinglerin Solculuğu: Size Ancak Çocuklar İnanır!
Mitinglerde kafaları karıştıran ve bu yüzden işaret edil-
mesi gereken bir diğer husus ise emperyalizm karşıtlığı
vurgusudur. Gerek konuşmalarda gerekse sloganlarda,
Küreselleşme, Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Dev-
letleri karşıtlığı ile ifadesini bulan bir anti-emperya-
lizm görüntüsü vardı. Fakat bu bir görüntü olmaktan
öteye geçememiştir. Çünkü emperyalizm sıkı sıkıya
kapitalizmle bağlantılı ve sınıfsal bir meseledir. Bu
yüzden kapitalizm karşıtlığını içermeyen bir emper-
yalizm karşıtlığı, işçi sınıfının devrimci amaçlarla en-
ternasyonalist örgütlenmesi ufkuna sahip olmayan bir
emperyalizm karşıtlığı, yükselen milliyetçiliğin popüler
bir veçhesi olmaktan daha öteye gidemez. Solculuk ve
devrimcilik mitinglerde sadece bir yabancı düşmanlığı
şeklinde dile getirilmiştir. Özelleştirme karşıtlığı, ki
bu kafaları karıştırabilecek bir diğer husustur, basit bir
yabancı sermaye düşmanlığına indirgenmiş, kurumların
özelleştirilmesine sadece bunlar yabancıların eline
geçtiği için karşı çıkılmıştır. OYAK’ın ve diğer yerli
sermaye gruplarının kazandığı özelleştirme ihaleleri ise
pek de sorun edilmemiştir. Özelleştirme karşıtlığı da, içi
sınıfsal perspektifl e ve kapitalist ticarileşme karşıtlığı ile
doldurulmazsa, böyle basit bir yabancı düşmanlığından
ibaret kalabilmektedir. Bir yandan Türkiye ekono-
misindeki yabancı sermaye tesirinden şikayet edilmek-
tedir, ama öbür yanda, Kuzey Irak’ta başını OYAK’ın
çektiği Türkiyeli sermaye yatırımları görmezden gelin-
mektedir. Bu emperyalizm karşıtlığı, öyle görünüyor
ki sadece Türkiye’nin emperyalist olamadığı konularda
geçerlidir. Küreselleşme karşıtlığı da Türkiyeli sermay-
enin küreselleşemediği durumlarda. Bu tutum açıkça
ekonomik milliyetçiliktir. Şu an sol ve direngen bir
görünüm vermesi kimseyi aldatmamalıdır. Zira bir
sonraki momentte saldırgan bir yayılmacılığa inkılap
etme potansiyeline sahiptir ve köküne kadar burjuva
bir ideolojidir. Demek ki bazı bürokratik sosyalistlerin
ve utangaç cumhuriyetçilerin yaptığı gibi, “anti-emper-
yalizm yükseliyor” diye sevinmek için acele etmemek
lazım. Ve inanmış bir devrimci olarak yaşayan ve ölen
Nazım Hikmet’in dizelerini mitinglerinde kullanan sahte
solcular bize ustanın dizeleriyle “Çocuklar inanın, inanın
çocuklar” dediğinde, hiç tereddüt etmeden “Size ancak
çocuklar inanır” diyebilmek lazım!
Muhtıralar ve MitinglerGenelkurmay’ın açıklamaları dikkatle okunduğunda-
bu her ne kadar azap verici bir çaba olsa da- kesif bir
milliyetçilik dikkati çekmektedir. Bu açıklamalarda,
milliyetçiliğin yükselişinden şikayet edenler sert bir
dille uyarılmaktadır. Vatanseverliğin kötü bir şey
olmadığı, “Atatürk Milliyetçiliği”nin Türkiye’nin 21.
asırdaki sorunlarına en iyi reçete olduğu -bu ülkede
yaşamasaydık belki inanabilirdik-, bu milliyetçiliğin
ırkçılıkla ilgisi olmadığı, esas ırkçı olanın Kürt hareketi
olduğu, hatta Kürt hareketinin faşist olduğu dile ge-
tirilmektedir. Kürt hareketi değerlendirilirken silahlı
şiddete başvuran unsurlarla bunu asla yapmayan DTP
gibi bir yasal parti, yayın organları, hatta Kürtlerin
sorunlarına duyarlı olan tüm siyasal çevreler aynı kefe-
ye konmaktadır. Sorun tamamen bir asayiş sorununa
indirgenmektedir. Sanki Türkiye sınırları içerisindeki
operasyonlar sorunu giderebiliyormuş, bir çok asker-
in, gerillanın ve sivilin hayatına mal olmuyormuş gibi
açıktan açığa sınır ötesi operasyon talep edilmekte,
bu konuda top hükümete atılmaktadır. Tüm bun-
lar göz önünde bulundurulduğunda, Genelkurmay’ın
çıkışlarının sadece AK Parti ve Cumhurbaşkanlığı
seçimleri ile ilgili olmadığı, Kürt sorununda kendi mili-
tarist ve milliyetçi bakış açısını tüm topluma dayatmayı
amaçladığı ortaya çıkmaktadır. Bu bakış açısını benim-
semeyen tüm siyasal çevreler ve yayın organları da
Büyükanıt Paşa’nın hiddetinin hedefi ndedir. Emekli
veya faal ordu mensupları ile ilgili davalar, bu kişilerin
8
suç işlediklerine dair iddiaların tümü Genelkur-
may tarafından TSK’ye dönük büyük bir yıpratma
kampanyasının parçası ve hukuk katliamı olarak
görülmektedir. Darbe girişiminde bulunduğu iddiası
ortaya atılan emekli general adli takibe uğrayacağı
yerde, iddiaları satırlarına taşıyan Nokta dergisi
basılmakta ve bir süre sonra da yayınını durdurmaya
karar vermektedir. Tüm bu gerçekler ortadayken bile
mitingleri tertipleyenler Genelkurmay’ın açıklamaları
ile mitingler arasında bir ilişki olmadığını iddia etme-
kteydiler. Gel gör ki, 7 Haziran Perşembe gecesi geç
saatlerde ordunun internet sitesinde yayınlanan basın
açıklamasında kitlesel eylemlilikleri talep edilmiştir:
“Türk Silahlı Kuvvetlerinin beklentisi; bu tür terör
olaylarına karşı, yüce Türk milletinin kitlesel karşı
koyma refl eksini göstermesidir.” Bu talebe Türkan
Saylan derhal İstanbul’da bir sessiz miting tertibine
girişerek cevap vermiştir. İşçi Partisi’nin cevabı da
Diyarbakır mitingi olmuştur. Bu hadiseler neticesin-
de ordu ile mitingler arasındaki bağ kati olarak ispat
olunmuştur.
Tüm Bunların Anlamı…Bütün bunların anlamı şudur ki, son dönemde
Genelkurmay’ın bir takım açıklamaları ile başlayan ve
Cumhuriyet Mitingleri ile devam eden siyasal hareket,
Türkiye’de bir süreden beri sözü edilen milliyetçiliğin
tehlikeli yükselişinin zirve noktalarındandır. Amaç
Atatürk Milliyetçiliği adı verilen ideolojiye ve bu
ideolojinin saldırgan politikalarına kesin bir itaat
sağlamak, bu politikaların önünde engel oluşturan
tüm muhalif unsurları sindirmek veya kendine yedek-
lemek, bunları yapamıyorsa şiddet kullanarak tas-
fi ye etmektir. Başlangıçta hedef konumunda olan AK
Parti ve çevresindeki liberal ve muhafazakar cenah, sert
açıklamalar neticesinde milliyetçilik çizgisinde hizaya
girmiştir. Bunun en açık örneği, AK Parti hükümetinin
bağımsız adaylarının isimlerinin oy pusulalarına eklen-
mesini öngören düzenlemeleridir. Bu sindirme ve tas-
fi ye harekatının en seçik hedefi Kürt hareketidir. Ama
bu tasfi ye hareketi elbette bununla sınırlı kalmayacak,
Cumhuriyet tarihinde bir çok kez yaşandığı gibi diğer
muhalifl er de payını alacak. Sosyalist örgütler ve sosyalist
basın üzerinde kurulan baskı, sosyalist sendikalaşmanın
türlü araçlarla geriletilmesi, 1 Mayıs’a konmaya
çalışılan yasaklar, yeni Terörle Mücadele Yasası ve poli-
sin genişletilen yetkisi, öğrenci hareketinin üzerindeki
soruşturma-polis-faşist ablukası, vicdani red hareketinin
sindirilmeye çalışılması, Hristiyan yurttaşlarımızı hedef
alan fi ili ve psikolojik saldırılar bu harekatın içindedir. Bu
bütünleşik saldırı, ancak ve ancak, başta Kürt Hareketi
olmak üzere hiçbir özgürlükçü muhalif unsurun tecrit
edilmesine müsaade etmeyecek bütünleşik bir politik
mukavemet ile püskürtülebilir. 1 Mayıs günü ortaya
konan devrimci dayanışma ve kararlılık ile seçimlerdeki
bağımsız adaylar kampanyası bu bütünleşik mukavemet
için birer ilk adım olarak görülebilir. Önümüzdeki süreç
çetin bir süreçtir ve tüm devrimcilere her türlü sekter
kaygıları bırakmak ve mücadeledeki yerini almak vazife-
si düşmektedir.
9
dosya
dosya
Sosyalistler Açısından
Laiklik
Laiklik 18. ve 19. asırlarda Avrupa’yı ve dünyayı
temelinden sarsan köklü değişimlerin bir
parçasıdır. Laik düşüncenin eleştirel bir
değerlendirmesi de ancak bu değişimlerin eleştiri
eleğinden geçirilmesi, toplumsal ve sınıfsal zeminlerine
oturtulması ile yapılabilir. Bu yüzden laikliği anlaya-
bilmek için aydınlanma, ilerleme gibi kavramlarla be-
raber düşünmek gerekir. Bugün bile bir çok insan bu
kavramları tereddütsüz kabul eder ve olumlar. Bir kişinin
bu kavramlarla ve bunların çağrıştırdığı dünya görüşüyle
sorunlu olması, hele o kişi “çağdaş” görünümlüyse ve
bir çeşit “mürteci” değilse, yadırganır ve şaşkınlıkla
karşılanır. Bu biraz da özgürlükçü yorumu ile sosyal-
ist düşüncenin zayıfl ığından ve toplumun büyük kısmı
açısından varlığından bile haberdar olunmamasından
kaynaklanır. Türkiye’de bu “çağdaş” dünya görüşünün
şampiyonluğu Mustafa Kemal’e ve Kemalistlere ait-
tir. Daha doğrusu Mustafa Kemal bu görüşleri ken-
disi ile özdeşleştirmiş, o ve takipçileri modernleşme
serüvenini kendi inhisarlarına almıştır. Dolayısıyla
şahsı ve düşünceleri Türkiye’de dokunulmazdır, ken-
disini, icraat ve fi kirlerini eleştirmeye kalktığınızda
yine yadırganırsınız, “mürteci” değilseniz şaşkınlık
uyandırırsınız. Aslında bu zırh, az önce zikrettiğimiz
büyük değişimlere olan bağlılığın ve onaylamanın
üzerindeki bir zırhtır. Zırhın gerisinde duran ise kimi
zaman kapitalist, liberal ve demokrat bir akıl, kimi za-
man yine kapitalist, ama otokrat ve militarist bir akıldır.
Sosyalist düşünce, gerektiğinde birbirini ikame edebilen
bu iki çeşit aklın kendisini nesnel, tarafsız ve kaçınılmaz
ilan etmesine, ideolojik arşimet noktası ilan etmesine
izin vermemelidir. Bu aklın çıkar pozisyonlarını teşhis ve
teşhir etmeli, onu sınıfsallık bağlamına, toplumsal cin-
siyet bağlamına ve diğer sömürü ve tahakküm ilişkileri
bağlamlarına oturtmalıdır. Kuşkusuz bu büyük bir iştir,
böyle kısa bir yazıda ancak bunlardan bahsedilebilir.
Ancak politik aktüalite, bu konudan bahsetmeyi vul-
garizasyona düşme riski pahasına zorunlu kılmaktadır.
Kimi sosyalist çevrelerin de aydınlanma, ilerleme gibi
kavramları bol keseden ve tereddütsüzce kullanabiliyor
olması bu zorunluluğu pekiştirmektedir.
Aydınlanabilmek ve Yapabilmek
Aydınlanma önyargıların ve batıl inançların
karşısındadır. Bunların insan bilincinden kovulmasını
ister. Bunun için önerdiği yol, deney ve gözlem ile
teçhiz edilen aklın doğayı ve toplumu incelemesidir.
Bu inceleme sonucunda varılacak bilgiler nesneldir. Bu
bilgiler kendilerini genellikle evrensel kanunlar olarak
ortaya koyar. Bu evrensel ve nesnel bilgiler eğitim yoluy-
la insanlara öğretilir, dini, efsanevi yargılardan boşalan
yerlere yerleştirilir. Bunları bilen insan, Bacon’ın dediği
gibi “bilmek yapabilmeye muktedir olmak” olduğundan
doğayı ve toplumu değiştirmeye, iyileştirmeye muk-
tedir olacaktır. İşte o zaman o ana kadar yer altında
uyumakta olan büyük güçler uyanır, demiri toz eder,
gökyüzüne kan serper ve akıllara durgunluk verecek
işleri göz açıp kapayıncaya kadar beceriverir.
sırrı emrah üçer
Zırhın gerisinde duran ise kimi zaman kapitalist, liberal ve
demokrat bir akıl, kimi zaman yine kapitalist, ama otokrat ve
militarist bir akıldır. Sosyalist düşünce, gerektiğinde birbirini
ikame edebilen bu iki çeşit aklın kendisini nesnel, tarafsız ve
kaçınılmaz ilan etmesine, ideolojik arşimet noktası ilan et-
mesine izin vermemelidir.
10
Tüm bu hülyaların hakikate inkılap etmesinin önünde
din aygıtı tüm haşmetiyle durmaktadır. Yukarıda zikre-
dilen akla sahip kişiler engizisyonca cezalandırılır, binbir
zahmetle kurulan rasathaneler mollalarca yakılıp yıkılır,
hukuk ve eğitim hala din aygıtının elindedir, üniver-
sitelerde astroloji ve simya okutulmaktadır vesaire…
O zaman Aydınlanma düşüncesi hukuku ve eğitimi
din aygıtının elinden almalı ve onu dünyevileştirmeli,
akılcılaştırmalıdır. Devlet aygıtı verimli işleyebilmek
için ilahi referanslara değil dünyevi referanslara sahip
olmalıdır. Yasama, yürütme, yargı, eğitim, askerlik,
maliye gibi devlet işlevleri, meşruluğu dünyevi temellere
dayanan rasyonel ilkelere göre yeniden düzenlenmeli ve
reforme edilmelidir. Böylece insan aklı sürtünmesiz bir
coğrafyada hürce uçacaktır ve Marx’ın dediği gibi kendi
suretinde bir dünya yaratacaktır.
Laiklik işte bu noktada ortaya çıkar. Laik kelimesin-
in etimolojik kökeni dini olmayandır. Laiklikle beraber
eskiden dini olan ve dini bir tedrisattan geçmiş kişilerin
idare ettiği işlevler din alanının dışına çıkarılır. Dinin
toplumsal hayattaki rolü kısıtlanır. Peki din tarihin çöp
sepetine mi atılır? Tabi ki hayır, din de bütün diğer
kurumlar gibi modernleştirilir, kutsal metinlerin akla
uygun bölümleri ön plana çıkarılır, çalışkanlığı övücü,
devleti meşru kılıcı dini mesajlar parlatılır. Bu durumu
1789 Büyük Fransız Devrimi’ni takip eden restorasyon
döneminde gözlemleyebiliriz. Fransa’da daha 1802’de
Bonapart, dönemin aydınlanmacı ideologlarını çileden
çıkaran bir hamleyle kilise ile ortak bir eğitim yasası
üzerinde anlaşmıştır. Kendisi bir tanrı-tanımazdı, ama
idaresi altındaki kitlelerde uysal bir inancın var ol-
maya devam etmesinin faydalarını görebiliyordu. Bu
aslında kendi sınıf egemenliğini kurana kadar özgür-
lükçü ve sözüm ona devrimci olan burjuvazinin bir
kere bu iktidara eriştikten sonra akılcı olmasa da akıllı
olan uzlaşmalara gitmesi ve devrimciliği terk etmesidir.
Bu kurnazlık çerçevesinde din aygıtının elinden hayati
önemdeki işlevler alınır, ama dine de yeni toplumda
muteber bir yer verilir, eski muktedirlerle yeni mukte-
dirler makul bir noktada anlaşır, tanrı inancının içi bur-
juvaziye biat ile yeniden doldurulur.
Aydınlanma düşüncesi acaba burjuvazinin ihaneti ile
sarsılmış soylu bir akım mıydı? Yoksa kendisi de bur-
juva düşünüşünün bir parçası mıydı? Aydınlanma
düşüncesi aslında burjuva bir ideolojidir. Elbette diğer
tüm ideolojik unsurlar gibi Aydınlanma’ya da hakkını
teslim etmeli ve onun içeriğinin, çağrıştırdığı anlam-
lar dünyasının salt burjuva hegemonyası tarafından
tüketilemeyeceğini belirtmeliyiz. Emekçiler de dahil ol-
mak üzere insanlık bilimsel atılımlara, toplumsal bilim-
lerin ortaya çıkmasına çok şey borçludur. İnsanlığın
isyan ideolojileri olan komünizm, anarşizm ve femi-
nizm tarihin derinliklerinden gelen eşitlik isteğinin
olduğu kadar Aydınlanma’nın da evladıdırlar. Ama bu
Aydınlanma diye adlandırılan dönemin ve geleneğin
esas olarak burjuvazinin kendini ortaya koymasının bir
veçhesi olduğu gerçeğini değiştirmez. Aydınlanma’nın
hakim kılmak istediği Akıl’ı ele alalım. Bu akıl acaba
kimin aklıydı? Bu akıl, beyaz, Avrupalı, burjuva ve erkek
bir akıldı. Bu aklın çözüm bulmaya çalıştığı sorunlar,
insanların sömürüldüğü işlikleri daha verimli hale ge-
tirmeye, dünyanın her yerini sınırsız kan ve gözyaşı
pahasına fethetmeye, bireyleri ve toplumu ekonomik,
siyasal, cinsel hegemonyalara biat etmeleri için terbiye
etmeye çalışırken karşılaşılan sorunlardır. Bacon’ın yapa-
bilmek istediği işte bunlardı. Bizim çağımızda yaşasaydı
ve anavatanının bunları yapmakta gösterdiği mahareti
görebilseydi ya sevinçten ağlardı ya da kafayı üşütürdü.
Aydınlanma düşüncesi bir akıl öngörür. Bu akıl
özne, onun inceleme alanı olan doğa ve toplum ise
nesnedir. İnceleyen özne, incelediği nesneden tamamen
bağımsızdır. Onun bir parçası olduğu gerçeği gözden
kaçar. Öngörülen, doğa ve toplum kanunlarının,
11
dosya
Laiklik işte bu noktada ortaya çıkar.
Laik kelimesinin etimolojik kökeni dini
olmayandır. Laiklikle beraber eskiden
dini olan ve dini bir tedrisattan geçmiş
kişilerin idare ettiği işlevler din alanının
dışına çıkarılır.
dosya
önyargılar ve dini etkiler gibi ampirik ve duyum-
sal olarak temellendirilemez unsurlardan arındırılmış
bir akıl ile kavranması, daha sonra bu kanunlar
çerçevesinde verilecek bir eğitim ile aklın ıslah edilm-
esidir. Yani akıl, olgusal anlam taşımayan değerlerden
arındırılacaktır. Böylece olgular, değerlerin etkisinde
kalınmaksızın gözlemlenebilecektir. Aydınlanmacılar,
kendilerinde bu ayıklamayı yapacak yetkiyi görürler,
peki bu ayıklamada kullanacakları araç olan kendi
akılları ne olacaktır? Yani bu akıldaki önyargı unsurları
ne olacaktır? Önyargılarından arınmamış bir akıl
(arınabilmişi var mıdır?), diğer akıllardaki önyargı
unsurlarını nasıl ayıklayacaktır? Ya da bu ayıklamanın
sınırları nedir? Marx’ın sorusunu sorarsak, eğiticileri
kim eğitecektir? Bu soru, eğitime olan güveni alt üst
eder. Gerçekten de, toplumun iyileşmesi için eğitimin
önemine vurgu yapan kişilerde, kendi eğitilmişliklerine
ve nesnel düşünebilme yeteneklerine bir güven vardır.
Fakat bugün bakıldığında, aydınlanmacıların gelenek ve
dine karşı öne sürdükleri bilim ve akıl, tarafsız ve nes-
nel görünmemektedir. İkinci bir önemli nokta şudur
ki, ne toplum ne de doğa statik ve mekanik değildir,
dinamik ve organiktir. Yani insan eylemi ile her an
yeniden dolayımlanır ve değişirler. İnsan eylemliliğinin
dolayımından bağımsız bir doğa ve ona ait mutlak kural-
lar icat etmek, dahası aynı yola toplum için de öykün-
mek, insanı bu kuralların natüralist boyunduruğu altına
yerleştirmek, eleştirilmesi gereken bir materyalizm
türüdür. İnsanlığın özgürleşmesinin yolu eğitim değil,
eylem ile dünyayı değiştirmek, değiştirirken değişmek,
yaparken öğrenmektir. Türkiye’de de çok yaygın olan
bir görüşün aksine, eğitimin laikleştirilmesi tek başına
tüm sorunları çözecek sihirli bir değnek değildir.
Aydınlanma düşüncesinin tesiriyle 18., 19. ve 20.
asırlar boyunca gerçekleştirilen modernleşmeci reform-
lar, aslında kapitalizmin içinde rahatça yetişebileceği
bir yaşam sahası olarak ulusallığın kurulmasını, bu
ulusallığın bekçisi ve düzenleyicisi olarak modern ulus
devletin tesis edilmesini amaçlar. En ücra yerleşimlere
kadar erişen bürokrasisi ile modern devlet üzerinde muk-
tedir bulunduğu coğrafyalara ve halklara en derininden
nüfuz eder. Hukuk sisteminin modernleştirilmesi ve
standartlaştırılması bir yandan ticaretin güvenliğini
sağlar, bir yandan da kapitalist işveren ile işçiler arasındaki
sözleşmeleri ve kapitalistlerin mülkiyet haklarını garanti
altına alır. Devlet, modern bir vergi toplama sistemi
kurar. Böylece bir yandan kapitalist işliklerin üzerinde
yükseleceği altyapıları inşa etmek için bütçe yaratır, bir
yandan da tabi sınıfl ar üzerinde baskı unsuru olacak
silahlı kuvvetler besler. Bu silahlı kuvvetler bir yandan
da diğer ulusların burjuvaları ile rekabet için, pahalı em-
peryalist savaşlar ve fetihler için gereklidir. Yurdun dört
bir yanını saran eğitim kurumları, yurttaşlara bilimin ve
felsefenin son ufuklarından çok üretime katılabilmeleri
için gereken teknik ve medeni bilgileri verir. Ayrıca
insanları daha çocuk yaşta otoriteye boyun eğmeye
alıştırır. Özet olarak, tüm bu reformlar esas olarak ser-
mayenin hareketliliğinin, özel mülkiyetin, ticaretin
kolaylaştırılması amaçlıdır. Bunlar topluca kapitalizmin
koparılamaz siyasi ve ideolojik veçhesini oluştururlar,
ekonomik veçhesinin krizlerine karşı sigorta işlevi
görürler.
Aydınlanmanın aklı bir dönem sonra restoras-
yonun kurnazlığına dönüşmüştür. Çünkü bu aklın
devrimci bakışlarını yöneltebildiği karanlıklar arasında
kendi temelini oluşturan sömürü ve tahakküm
ilişkileri yoktur. Eğer aynı akıl işçilerin sömürülmesini,
kadınların erkeklerin egemenliği altında oluşunu ve
Avrupa’nın şarkiyatçılığını görememiş ve bu karanlıkları
aydınlatmamış ise bu, kendi bindiği dalı kesmemek
içindir. Bu yüzden özgürlük, eşitlik ve kardeşlik vaatleri
ile seferber edilen emekçi kitleler yarı yolda bırakılmıştır.
Daha sonra aynı değerler ile meydanları dolduran eme-
kçilere 1848’de ve 1871’de en acımasız askeri saldırılar
reva görülmüştür. Bugün Türkiye gibi emekçilerin
sırtında yaşayan bir ülkede 1 Mayıs İşçi Bayramı’nı kut-
12
Aydınlanmanın aklı bir dönem
sonra restorasyonun kurnazlığına
dönüşmüştür. Çünkü bu aklın devrimci
bakışlarını yöneltebildiği karanlıklar
arasında kendi temelini oluşturan
sömürü ve tahakküm ilişkileri yoktur.
layabilmek için bu kadar sıkıntı çekmemiz bu eziyetler
zincirinin bir diğer halkasıdır.
Demek ki laikliğin ait olduğu düşünce alemine
bakarken kuşkuculuk ve eleştirellik silahlarımızı hiç
elden bırakmamalıyız. Tabi bu bizi tümden bir red-
diyeye de götürmemelidir. Laiklik, ama ideal anlamı
ile laiklik, tüm bu olumsuzluklara rağmen üzerinden
sıçranabilecek bir zemin olabilir. İnsanın bilincini dini
efsanelerden kurtarmak önemlidir. Toplumun işleyiş
kurallarının meşruluk temelinin gökyüzünde aranması
yerine yine toplumda, cismani dünyada aranması daha
iyidir. Ama bu dinsel efsaneleri bertaraf ettikten hemen
sonra yerine burjuvazinin ideolojik efsanelerini koy-
mamak gerekir. Bu ideolojik efsanenin temel dayanağı,
burjuvazinin kendi sınıfsal egemenliğini kurmak için
yürüttüğü işlerin tüm toplumun çıkarına olduğudur.
Burjuvazi kendi çıkarlarını birleşik ve ortak çıkarlar
olarak kurabildiği ölçüde çalışan sınıfl ar üzerinde ideo-
lojik hegemonyasını tesis etmiş demektir.
Alaturka Laiklik
Türkiye’de laiklik anlayışı, dünyadakinden farklıdır.
İdeal bir laiklikte dinin alanı sınırlanır, ama o sınırlar
içerisinde din ve inananlar serbest bırakılır. Herkes
kendi inancını seçmekte hür olur, devlet tüm inanç
biçimleri karşısında eşit mesafededir. Türkiye’de ise
bu anlayıştan ciddi bir sapma olarak Diyanet İşleri
Bakanlığı vardır. 1925’te kurulan Cumhuriyet’in Di-
yanet İşleri Bakanlığı, Osmanlı’daki Şeyhülislamlık
makamının ve Şeriye ve Evkaf Nezareti’nin devamıdır.
Cumhuriyet camilere ve onların personeline, bu per-
sonelleri yetiştiren eğitim kurumlarına bütçeden büyük
bir pay ayırmaktadır. Bu camilerde ve okullarda belli bir
İslamiyet yorumu benimsenmiştir. Bu yorum Sünni-
Hanefi ’dir. Müslümanlık dışındaki dinlerin yanı sıra
Alevilik gibi İslamiyet yorumları da görmezden gelinir.
Yani devlet laik olduğu iddiasındadır ama belli bir inanç
biçimine diğerlerinden daha yakındır. Cumhuriyet’in
laiklik anlayışı hep dinin alanını kısıtlamakla böbürle-
nir. Ama aslında dinin alanını kısıtlamakla kalmamış
onun için toplumsal hayatta önemli bir yer yaratmıştır.
Politikalar dinin modernize edilmesi, akılcılaştırılması
ve güçlendirilmesi amacıyla yürütülmüştür. Mustafa
Kemal ve takipçileri, Bonapart’ı andırır bir biçimde,
kendilerinin din ile ilişkilerinin niteliğinden bağımsız
olarak kitleleri uysal bir İslam’a inandırmaya devam et-
meyi uygun bulmuştur. Bu İslam yorumunda eşitlikçi ve
kardeşlikçi unsurlar geri plana itilir, resmi ideolojinin sınıfsız
toplum efsanesini destekleyici, milliyetçilikle uyumlu yönler
parlatılır. 1982 Anayasası ile Din Kültürü ve Ahlak Bil-
gisi dersi zorunlu hale getirilmiştir. Bu derslerde hepi-
mizin malumu olduğu üzere aynı yüzeysel yorum ön
plana çıkarılır, diğer dinler ve farklı İslamiyet anlayışları
ikinci planda kalır. Dine toplumu bir arada tutucu bir
araç olarak başvurulur.
Alaturka Laikliğimizin bir diğer özelliği gayrimüs-
lim yurttaşlarımızın konumlarıdır. Laiklik gereği insan-
lar etnik ve dini kökenlerinden bağımsız olarak kanun
önünde eşit olmalıdır. Fakat Türkiye’de bir çok kereler
müslümanlara başka gayrimüslimlere başka kanunlar
uygulanmıştır. Bu uygulamaların en iyi örneği Varlık
Vergisi’dir. Bu vergi 2. Dünya Savaşı sırasında haksız
kazançları vergilendirmek bahanesi ile öne sürüldüyse
de sonunda gayrimüslim ve hatta dönme yurttaşların
maddi varlıklarının yağmalanmasına dönüşmüştür. Bu
aslında İttihat ve Terakki’den devralınan müslüman
Türk burjuvazi yaratmak amaçlı milliyetçi politikaların
bir uzantısıdır. Bu çerçevede gayrimüslimlere yönelik
haksızlıklar listesi uzatılabilir.
Görülen o ki, az önce eleştirdiğimiz ve kuşkuyla
yaklaştığımız laiklik anlayışı bile Türkiye’deki laiklik
anlayışından daha iyi bir noktadadır.
Peki günümüzde laiklik elden gidiyor nidalarıyla
meydanları dolduranların eleştirdiğimiz Alaturka
Laiklik’le sorunları var mıdır? Tandoğan, Çağlayan
ve Gündoğdu mitinglerinde yapılan konuşmalar
incelendiğinde görülür ki esas şikayet konusu dinin
eğitimin bir parçası olması, diyanet işleri bakanlığı
değildir. Esas şikayet konusu, doğru dinin değil yanlış
dinin öğretilmesidir. Yani bir din devlet tarafından
öğretilmelidir, halka bir din anlayışı dayatılmalıdır. Ama
bu anlayış doğru olmalıdır, milliyetçi olmalıdır.
Nasıl bir Laiklik?Kuşkusuz bu soru zor bir sorudur. Türkiye gibi çok
çeşitli kültürlerin ve inanışların bir arada yaşadığı bir
ülkede soru daha da zorlaşmaktadır. Bu inanç biçimler-
13
dosya
dosya
inin tümüne karşı eşit bir mesafede durabilir miyiz? Bu
inanışlardan bazıları kadınların aşağılanmasını ve şiddet
görmesini öngörmektedir. Kuşkusuz bu gibi uygulama-
lara karşı çıkmamız gerekir. Dini anlayışın saldırgan bir
cinsiyetçilik, ırkçılık, sistemli şiddet içermemesi gere-
kir. Bunun gibi birkaç çekince daha konduktan sonra,
sosyalistler insanların dini inanışlarını hür bir biçimde
yaşamasının savunucusu olmalıdır. Elbette dinler sos-
yalizmin temsil ettiğinden başka bir dünya görüşünü
temsil ederler. Ama bu dünya görüşlerinin değişmesinin
yolu yasaklama değil kültürel dönüşümdür.
Kamu kaynaklarının bir dinin yaşatılması için
kullanılması doğru değildir. Arzu eden bir cemaat kendi
ibadet yerini hürce bağış toplayarak inşa edebilmeli ve
yaşatabilmelidir. Burada hizmet görecek din görevlileri
de cemaatin bağışları ile yaşamalıdır. Devlet hiçbir dini
görevliye veya ibadet yerine bütçe ayırmamalıdır. Marx,
rahiplerin eski zaman keşişlerinin yaptığı gibi kapı kapı
dolaşarak bağış toplamasını talep ediyordu. Bu doğru
bir yaklaşımdır. İsteyen kişi kendini dine adayabilir,
dinin öngördüğü biçimde yaşayabilir. Fakat bunun
maddi temeli devletin bütçesi ile değil gönüllü bağışlarla
sağlanmalıdır.
Örneğin Alevi inancının Türkiye’de siyasal iktidarlar
tarafından hor görüldüğü bir gerçektir. Ama sorunun
çözümü devletin Sünniliğin yanında Aleviliği de destek-
lemesi, cemevlerine bütçe ayırması değildir. Çözüm
tüm inançların karşısında gerçekten eşit bir mesafede
durulmasıdır.
Türban meselesiÜniversitelerde türban takmanın yasak olması konusuna
değinmeden bu yazıyı bitirmek yazıyı eksik bırakırdı. Aslında
bu yasak Türkiye’de homojen olarak uygulanmamaktadır.
Örneğin İstanbul Üniversitesi’ne türbanlı öğrenciler giremez.
Ama Boğaziçi Üniversitesi’ne girebilmektedir. Yani kimi
üniversitelerde türban yasakken kimi üniversitelerde fi -
ilen serbesttir. Aynı ülkede, aynı anda iki farklı hukuk
işlemektedir. Daha yoksul insanlar yasağa uymak zo-
runda kalırken varlıklı aileler kızlarını Avusturya
gibi ülkelerdeki böyle bir yasağın olmadığı üniver-
sitelere göndermektedir. Türbanın radikal İslami dünya
görüşünün simgesi olduğu söylenmektedir. Böyle bir
görüşe sahip olduğunuz eğer kadınsanız türbanınızla
sabittir. Peki ya erkekseniz? O zaman “yırtarsınız”. Bu
da bir cinsiyet ayrımcılığını ortaya çıkarmaktadır.
Uygulamada bu gibi ikilikler ve mantıksızlıklar
olmasaydı bile türban yasağı anlamsız bir yasak olur-
du. 28 Şubat’tan bugüne geçen süre göstermiştir ki
yasaklar insanların giyim tarzına tesir edememekte-
dir. Kaldı ki üniversite olduğunu iddia eden bir ku-
rumun türbandan çekinmesi çok komik bir durum-
dur. Eğer üniversite evrensel değerlerin ve bilimsel
düşüncenin öğretildiği bir yerse ve eğer türban bun-
lara kulak tıkayan bir siyasal hareketin simgesiyse,
o siyasal hareketin kendi türbanlı sempatizanlarını
üniversiteye göndermekten çekinmesi beklenirdi. Ne
var ki üniversitelerimiz, belki de bilimsel düşünce
ile aralarındaki mesafenin de bilincinde olarak bu
insanları reddetmekte, onların kendisine tesir etme-
sinden korkmaktadır.
Biz sosyalistler ise türbanlı kardeşlerimizle aynı
mekanları paylaşmaktan çekinmeyiz. Bir kere bu
insanların tümünü belli bir dinsel ideolojinin türdeş
militanları olarak görmeyiz. Çoğu zaman türban bir
çağdışılık değil, örtünme gereğine inanan bir kadının
toplumsal hayata katılırken örtüsüne verdiği bir biçim-
dir. Elbette siyasal bir şeydir, zaten insanların kendi si-
yasal görüşlerini giyimlerine yansıtmaları doğaldır. Eğer
üniforma giyilmeyecekse bu illa ki olacaktır.
Cumhurbaşkanı’nın eşinin türbansız olmasının tüm
yasal prosedürlerin dışında bir kriter olarak benimsen-
mesi, siyasal hayatımıza dair bir tuhafl ık olarak tarihe
geçecektir.
Son
Yazımızı tüm kültürlerin eşit olduğu, ama cinsiyetçilik-
ten, ırkçılıktan uzak bir hüviyet kazandığı, tüm bunları
idare etmeye çalışan bir devletin ve bu inançları kul-
lanan sınıfl arın olmadığı bir dünya hayaline selam ve-
rerek bitirelim.
14
Alaturka laikliğimizin bir diğer
özelliği gayrimüslim yurttaşlarımızın
konumlarıdır. Laiklik gereği insanlar
etnik ve dini kökenlerinden bağımsız
ola-rak kanun önünde eşit olmalıdır.
Fakat Türkiye’de bir çok kereler
müslümanlara başka gayrimüslimlere
başka kanunlar uygulanmıştır.
Burjuva
Demokrasilerinde
Seçim Üzerine
Burjuva demokrasisinin diğer yönetim biçimle-
rinden kendini gerek tarihsel, gerekse de yapısal
olarak ayırdığı ve sistemin içerisinde bulunduğu
varsayılan o özgürlükçü “öz”ü net bir şekilde dışavurduğu
en önemli anlar hiç kuşkusuz seçim anları olagelmiştir.
Seçim, farklı görüş ve programlara sahip siyasal özne-
lerin tanımlı bir alan içerisinde sözlerini söyledikleri,
iddialarını dile getirdikleri, eyleme geçme izin ve yetki-
sini bizzat halkın kendisinden aldıkları bir süreç olarak
kurgulanmaktadır. Öyle ki bu özneler arasında akılcı
ve/veya gayet keyfi seçimler yapmak ve hatta bu siyasi
öznelerden birinin üyesi olarak neyin nasıl yürüyeceğine
karar vermek oy verme ve/veya aday olma hakkı bulunan
bütün vatandaşların en kutsal görevlerinden birisi olarak
sayılmakta ve yüceltilmektedir.
Antik Yunan’dan itibaren yer yer uygulanagelen bir
yönetim biçimi olarak demokraside, her ne kadar tarihsel
olarak birbirinden farklı pek çok demokrasi modeli saya-
bilmek mümkün olsa da, en azından söylemsel çerçevede
gerek yönetici seçimi, gerekse de belirli konularda bir
sonuca varma konusunda oy aracılığıyla karar alma yön-
teminin sıkça uygulandığını gözlemlemek mümkün.
Belirli ortak özelliklere sahip olan vatandaşların belirli
sınırlar içerisinde seçimlerini “özgürce” yapabildikleri
ve “kendi kaderlerini belirledikleri” bir yönetim sistemi
olarak demokrasinin her şeyden önce bir özgür yurttaş
kavramsallaştırmasına ihtiyaç duyduğunu söyleyebiliriz.
Özgür yurttaşın içeriği ekonomik ve sosyal yapı tarafından
belirlenmiş bulunan çeşitli kriterlere uymak zorunda oluşu
ise “özgürlük” söyleminin zayıf karnını oluşturmakta. Bu
kriterlere uymayanların özgür yurttaş olma ve dolayısıyla
deniz yürür
Belirli ortak özelliklere sahip olan
vatandaşların belirli sınırlar içerisinde seçim-
lerini “özgürce” yapabildikleri ve “kendi
kaderlerini belirledikleri” bir yönetim sis-
temi olarak demokrasinin her şeyden önce
bir özgür yurttaş kavramsallaştırmasına
ihtiyaç duyduğunu söyleyebiliriz.
15
dosya
özgürlükten “pay alma” şansları bulunmamakta. Örneğin
Antik Yunan’ın doğrudan demokrasiye dayalı yönetim-
lerinde vatandaş pozisyonunda bulunanların sayısının
vatandaş kategorisinin dışında bulunanların sayısına
(köleler, mülksüzler, kadınlar, göçmenler) oranla daha
az olması Yunan demokrasisi efsanesiyle ilgili kafalarda
soru işaretleri oluşmasını sağlıyor.
Tümelin tikele olan üstünlüğünü içgüdü-
sel olarak veya belki de daha samimi bir ifadeyle
şartlandırılmışlığımız sayesinde kabul etmiş mo-
dern bireyler olarak “doğulu despotların ve arta kalan
baldırıçıplaklar”ın kendilerine özgü yönetim sistem-
lerini dikkate almayı önemsemeyip, tarih yazınının batılı
ana damarlarını takip etmeye devam ettiğimizde ilk
olarak Yunan demokrasisinin olgusal olarak gömülme-
sine, fakat sonra özellikle de burjuvazinin tarih sah-
nesine şaşaalı ama itişmeli kakışmalı çıkışıyla birlikte
bir efsane, bir mit olarak yeniden doğuşuna şahitlik
ediyoruz. İktidarın kut ve kan üzerinden kodlanarak
meşrulaştırıldığı bir dünyanın seküler günbatımında,
Yunan’ın “altın” çağının doğrudan demokrasisi burju-
va aydınlarının öykündüğü bir güneş haline gelmişti.
Yurttaşlık kategorisinin burjuva bireyi tanımlayacak
şekilde formüle edilmesiyle birlikte burjuva demokra-
sisinin “sınırlı sorumlu (nam-ı diğer S.S.)” yurttaşı veya
son günlerin güzide tanımlamasına da gönderme yapa-
rak “sözde değil özde” vatandaşı bir “ürün” olarak tarih
sahnesindeki yerini aldı.
Sınırlı sorumlu vatandaşın özgürlüğünün
“başkalarının özgürlüğünün başladığı bir noktada
bittiğini” gözönünde bulundurduğumuz ve seçme
özgürlüğünün diğer sınırlı sorumlu iktidar taliplileri
arasında bir tercihe indirgendiğini gözettiğimizde, bireyin
kendi kaderini tayin ettiği yönündeki söylemin aslında
koca bir yalandan ibaret olduğunu düşünebiliriz. Belli
bir hat ekseninde, sıkı sıkıya tanımlanmış birkaç seçenek
arasında gerçekleşen seçme ediminin, en azından sosya-
list bir çerçeveden bakarak tahayyül etmeye çalıştığımız
özgürlüğe ne kadar yakın olduğu tartışmalıdır. Yine
de burjuvazi eski tarihsel düşmanı aristokrasi ve daha
sonrasındaki düşmanı işçi sınıfı ile girdiği siyasal ikti-
dar mücadelelerinde işeyerek çizmiş olduğu demokratik
özgürlük alanının sınırlarının içine yerleştirdiği seçme
özgürlüğünü söylemsel düzeyde güçlü bir silah haline
getirmeyi bilmiş ve bu çerçevede vatandaşlık kategorisini
sürekli olarak genişletme ve yeniden tanımlama ihtiyacı
duymuştur. Öyle ki aristokrasiye karşı olan savaşımında
ihtiyaç duyduğu gücü köylü ve işçi kitlelerini kendi
yanına çekmekte bulan burjuvazinin elindeki en önemli
kozlardan birisi seküler bir demokrasi retoriği ve her ne
kadar tarihsel olarak pek çok kez kesintiye uğramış olsa
da geniş kitlelerin vatandaşlaştırılması olmuştur.
Siyasal hegemonyanın burjuvazi tarafından ele geçi-
rilmesiyle sonuçlanan sürecin geniş işçi ve köylü kitleleri-
nin daha fazlasını talep etmelerine sebep olan tarihselliği
içerisinde, her ne kadar can sıkıcı kitabi demokrasi
tanımlarında kesinti dönemleri olarak formüle edilme-
ye çalışılsa da, aslında olgusal olarak bakıldığında (ki bu
olgusallık Antik Yunan’da da yer almaktadır) sistemin
tuzu biberi olarak adlandırmadan geçemeyeceğimiz
ve temelini farklı sınıfl ar arasındaki güç savaşımına
dayandırabileceğimiz zorlamalarla, vatandaşlığın
“özdeliğini ve sözdeliğini” yeniden tanımlayan “despot”la
sık sık karşılaşıyoruz. Despotun, tanımlanmış olan özgür-
lük alanının sınırları içerisinde yaşayıp giden vatandaşların
çeşitli sebeplerle bu sınırları yeni baştan tanımlamak için
harekete geçtikleri dönemlerde egemenlerin bekası için
sistemin “id”inin içinden fırlayıveren, görünüşte kaba
ve yıkıcı, ama en azından egemen sınıf için düzenleyici
müdahaleleri, papazın aynı pilavı defalarca yemekten
sıkıldığı noktada demokrasi mitinde içkin bir şekilde bu-
lunan, ama sürekli olarak yok sayılmaya çalışılan bir em-
niyet sübobu olarak değerlendirilmelidir.
Demokrasiyle yönetilen bir sınıfl ı toplumun en
etkili emniyet süboplarından birisi de merkezi bir
yönetim yapısının olmazsa olmazlarından birisi ola-
16
Sınırlı sorumlu vatandaşın özgürlüğünün
“başkalarının özgürlüğünün başladığı
bir noktada bittiğini” gözönünde
bulundurduğumuz ve seçme özgürlüğünün
diğer sınırlı sorumlu iktidar talipleri
arasında bir tercihe indirgendiğini
gözettiğimizde, bireyin kendi kaderini tayin
ettiği yönündeki söylemin aslında koca bir
yalandan ibaret olduğunu düşünebiliriz.
dosya
rak açılımlanagelen temsil anlayışıdır. Antik Yunan’ın
sitelerden oluşan daha parçalı siyasal sistemi içerisinde
etkili sonuçlar vermiş olan doğrudan demokrasisine
karşı, burjuva toplumlarında temsil üzerinden yürüyen
bir demokrasi modeliyle karşılaşıyoruz. Vatandaşların
kendilerini belli bir süre boyunca kimin temsil ede-
ceklerine karar verdikleri seçim dönemi de merkezi-
yetçi bir demokraside sistemin meşruluğunu sağlamak
açısından önemli bir yerde duruyor. Temsilci seçme anı
burjuva demokrasilerinde vatandaşın siyasal bir kathar-
sis yaşamasının sağlandığı ve kendi kendini yönettiği
yanılsamasının yaratıldığı bir an olarak kurgulanıyor.
Seçim dönemlerinin heyecan verici atmosferi içerisinde
yapılan tercihler sözümona toplumun kaderini belirli-
yor ve bizler yaptığımız bilinçli tercihler sayesinde belirli
bir süreliğine “kut” verme tatminini elde ediyoruz.
“Kut”un tarih boyunca yönettiği kitle için ne
yaptığını bilen veya en azından bunu iddia eden hüküm-
darlara “nasip” olduğu kadar zırdelilere, gözünü kan
bürümüş Othellovari kişiliklere de rastlamış olduğunu
da kabul edersek; kendi bilinçli edimlerimiz sonucun-
da verdiğimiz “seküler kut”un da daha sonra memnun
kalmayacağımız temsilcilere rastlama ihtimalini öngöre-
bilir ve kendi kurmuş olduğumuz bu seküler sistemde
böyle ihtimallere karşı bir sigorta bulunması gerektiğini
düşünebiliriz. Oysa verilen kutu en azından burjuva
demokrasisinin içsel sınırları içerisinde geri almanın
bir formülü bulunmamaktadır. Seçmiş olduğumuz
ve yine sözümona bizi temsil eden temsilcinin
davranışlarını denetleyebilmek ve bizim tercihlerimize
uygun davranmadığını düşündüğümüz noktalarda geri
çağırmak, seçim sisteminin merkezi ve bütünleşik yapısı
çerçevesinde mümkün değildir. Yanlış bir seçim yapmış
olduğumuz durumlarda (ki genellikle toplumdaki seçim
havası geçip de işler eskisi gibi yürümeye başladığında
pek çok seçmenin düşündüğü ve her seferinde yeniden
yaptığı gibi) bir sonraki seçimi beklemek ve büyük ihti-
malle yine yanlış bir seçim yapmak dışında elimiz kolu-
muz bağlıdır.
Sınırlı sorumlu seçmenlerin sınırlı sorumlu siyasi
özneleri seçip, memnuniyetsizliklerini belirtmek için
bir sonraki seçimi beklemek durumunda oldukları, geri
çağırma pratiğinin bulunmadığı demokrasi sistemler-
inde, mevcut kategorileri eleştiren ve bu kategorileri
yeniden formüle etmeye ve hatta ortadan kaldırmaya
yönelik bir programa sahip olan siyasal öznelere karşı
yasama, yürütme ve yargı organlarının ayrılığına dayalı
bir devlet yapısı sistemin bekası için gerekli emniyet ön-
lemlerini alma gücüne yapısal olarak sahiptir. Seçimin
nasıl gerçekleştirileceğinden, parlamentonun nasıl
kurulacağına kadar pek çok kural verilidir ve hatta yeri
geldiğinde seçime katılmak mahkeme, parti kapatma vs.
gibi yollarla engellenir. Dolayısıyla “merkez” siyasetin
ekseninde dönen partilerin ve koalisyonların ardı ardına
iktidara geldiği bir siyasal ortam oluşturulur. Bu nok-
tada seçim barajları da belirli partilerin (bilin bakalım
bu Türkiye’de hangi parti?) parlamentoya girmesini
önlemek amacıyla kullanılır. Öyle ki baraj mantığı
binbir hesapla tam da “istenmeyenlerin” giremeyeceği
şekilde formüle edilip, her seferinde de buna rasyonel ve
matematiksel bir açılım sunulur.
Bütün bu önlemlere rağmen kazalar hiç mi ol-
muyor? Vatandaşların sınırlı sorumlu durumlarından
bunaldıkları ve farklı bir çözüm peşinde koştukları
dönemlerde kendileri gibi sınırlı sorumlu hallerinden
bunalmış siyasal öznelere yöneldikleri durumlar tabii
17
dosya
ki oluyor. Böyle durumlarda genellikle çeşitli iç ve dış
baskılarla siyasi hareketin elinin kolunun bağlandığına ve
en nihayetinde şaftının kaydırıldığına şahit oluyoruz (bkz.
Daha birkaç sene önce pek çok sosyalistin umut bağlamış
olduğu Lula örneği). Şaftın kibarca kaydırılamadığı za-
manlarda ise savaş borusunu çalmak, despotu uyuduğu
mağaradan çıkarmak ve yapısal işlevini gerçekleştirmesi
için gerekli olan ortamı hazırlamak yeterli oluyor
(biri Allende mi dedi?). Askeri darbe sayesinde sözde
vatandaşların sözde temsilcilerinin şiddet ve kovuşturma
yoluyla bertaraf edilmesi ve vatandaşın “öz”ünün yeni-
den tanımlanması mümkün hale geliyor.
“Öz”ü zorla yeniden tanımlayan despotun hamle-
lerini en iyi niyetlerle olsa bile “demokrasinin kesintiye
uğraması” olarak formüle etmek aslında kapitalist sis-
temde vuku bulan sınıf çatışmasını ve bu çatışmanın
devlet alanındaki tezahürünü göz ardı etmek ve bu
kırılgan yapının üzerini bir demokrasi tülbentiyle örtüp,
mistifi ke etmek anlamına gelmektedir. Siyasetin geniş
topografyası içerisinde seçimin vatandaşa kontrol imkanı
verdiği alan oldukça küçük bir yer kaplamaktadır. Öyle
ki baraj, seçim sistemi gibi yöntemlerle belirlenmiş olan
bu sınırlı alan içerisinde özellikle ezilen sınıfl arın lehine
gündelik hayatın baştan aşağı değişimini önüne koya-
cak bir siyasi öznenin seçilme imkanı oldukça düşüktür.
Böyle bir öznenin seçilmesi gibi hallerde bile savaş
seçimin ve burjuva demokrasisinin ışıltılı vitrininin
dışında süregitmek durumundadır.
Bu noktada temsile dayalı kendi kendini yönetme
yanılsamasının radikal siyasi kayışların önüne set çek-
mek için bir araç olarak kullanılmasından bahsedilebilir.
Kapitalist sistemin ve burjuva demokrasisinin yapısına
yönelik saldırıyı hedef alan bir siyasi öznenin siyaset
topografyası içerisinde geniş bir alan kaplamaya başladığı
ve bu öznenin tasfi yesinin (ki burada sınıfsal niteliği
içinde barındıran ve “kendinde” halinden çıkıp “kendi
için” olmaya başlayan işçi sınıfının siyaset arenası içeri-
sindeki eli kolu olan bir siyasal yapıdan, geleneksel tabi-
riyle partiden bahsediyoruz) yapısal bir krizle, dolayısıyla
da devrimle sonuçlanma ihtimalinin bulunduğu durum-
larda parlamenter sistemin genel topografya içerisindeki
etkisinin, dolayısıyla vatandaşlığın ve ona bağlı olarak
da temsil hakkının genişletilmesinin bir çözüm olarak
kurgulanabildiğini görüyoruz.
Burjuvazinin yasama, yürütme ve yargının ayrı el-
lerde toplanması ilkesini saklı tutarak toplumun genel
gidişatı üzerinde söz hakkı bulunmayan kitlelerin par-
lamenter demokrasi çerçevesinde karar verme haklarını
tanıması ve seçmenliğin sınırını köylüler, işçiler; daha
sonrasında kadınlar, çeşitli etnik gruplar (ABD’de si-
yahlar örneğinde görülebileceği gibi) ve azınlıklara ka-
dar yayması toplumsal rahatsızlıkları ve dipten gelen
talepleri ve isyan çığlıklarını absorbe etme aracı olarak
demokrasinin kullanımına iyi bir örnek teşkil etmekte-
dir. Geniş kitlelerin vatandaş ve seçmen kategorisi içeri-
sine girmeleri tarihsel olarak burjuvazinin bir lütfundan
çok kendi isyankar pratiklerinin bir sonucudur. Dolaylı
veya direkt olarak kazanılmış olan bu hakların her daim
ciddiyetle savunulması gerekmekle birlikte, yurttaşlığın
yaygınlaştırılmasının burjuvazinin aristokrasi ve prole-
taryaya karşı olan sınıfsal savaşımında yer yer güç birliği
yaratmak(özellikle aristokrasiye karşı), yer yer de farklı
aidiyetlerin kendilerini “özgür” bir alan olan parlamen-
to içerisinde temsil etmelerini ve bu sayede “gazlarının
alınması”nı sağlamak amacıyla kullanılmış olduğunu
tespit etmek gerekir.
Vatandaşlığın ve dolayısıyla oy verme ve seçilme
haklarının tarihsel olarak daha geniş kesimlerce elde
edilmesinin yanı sıra özellikle Ekim devrimi, Büyük
Bunalım ve iki dünya savaşını takip eden süreçte bur-
juvazinin hegemonyasının sarsılmasıyla bağlantılı bir
18
Oyun boşa gitmemesi gerektiği
yönündeki retoriğin ve reformlar
aracılığıyla işçi sınıfının bakış açısından
daha iyi bir topluma doğru yol
alınabileceğine yönelik çıkarsamaların
karşısında durmak için burjuvazinin
belirlemiş olduğu parlamenter
coğrafyanın yapısal kırılma noktalarına
vurgu yapmak ve bu vurgu çerçevesinde
nihai çözümün devrimden geçtiğini
ısrarla savlamak gerekmektedir.
dosya
şekilde ortaya çıkan sosyal devlet yapısı içerisinde ve
sosyal politikaların ve dolayısıyla sosyal demokrasinin
yükselişi ekseninde işçi sınıfının taleplerinin parlamen-
toda eskiye oranla çok daha fazla dile getirilir olmasının
işçi sınıfının uzun vadede elde ettiği siyasal güçle doğru
orantılı olduğu düşünülebilir. Sınıf savaşımının bu süreç
içerisinde gelmiş olduğu noktada sosyal demokrasinin
devrimci sosyalistlerin sistemi yıkıcı ve dönüştürücü id-
dia ve pratiklerinin karşısında sistem içi bir alternatif
oluşturmuş ve (her ne niyetle uygulanmış olursa olsun)
son kertede gerilimi burjuvazinin lehine absorbe etmiş
olduğunu söyleyebiliriz. Öyle ki toplumun mevcut du-
rumundan rahatsız kesimlerin parlamenter alanda temsil
imkanının somut koşullarının oluşmasıyla, sosyalizme
devrim olmaksızın, sistem içi mekanizmaları kullanmak
yoluyla geçilebileceği yünündeki sosyal demokrat tezin
daha yüksek sesle söylenmesi benzer dönemlere denk
gelmiştir.
Bu tespitlerin sosyalistler açısından uzun zaman
önceden beridir bayatlamış olduğu ortadadır, ama top-
lumun “demokrat” olarak adlandırabileceğimiz kesim-
leri açısından hala önemli bir retorik gücüne sahip
olan sosyal demokrasinin özellikle de burjuvazinin
hegemonyasını yeniden tesis ettiği ve amansızca saldırıya
geçtiği son on yıllar içerisinde neden inişe geçtiğini
anlamak ve anlatmak için devrimcilik/reformizm
tartışmasını içselleştirmek ve hala kaldılarsa iyi ni-
yetli sosyal demokratlara karşı sıkılmadan açılımlamak
gerekmektedir. Demokratların sosyal demokrasinin
yükselişte olduğu yıllar içerisinde işçi sınıfının bur-
juvaziye karşı yürüttüğü sınıf savaşımı içerisinde, he-
gemonya burjuvazi tarafından yeniden sağlanana kadar,
temsil ve reformlar yoluyla olası patlamaları önleyici bir
etkide bulunduğu gerçeğiyle yüzleşmeleri şarttır. Benzer
bir şekilde sosyal demokrasinin (burada avro-komüniz-
min adını da anmak gerekiyor) yaşadığı çöküşün burju-
vazinin her alanda yeniden hakim olduğu bir döneme
denk gelmesinin veya çöküşe karşı durmak amacıyla
sosyal demokrasinin en azından kendine biçmiş
olduğu sosyal misyonları ve vasıfl arı yitirişinin bur-
juvazi tarafından sınırları çizilmiş tarihsel konumuyla
ilintili olduğu söylenebilir.
Oyun boşa gitmemesi gerektiği yönündeki retoriğin
ve reformlar aracılığıyla işçi sınıfının bakış açısından
daha iyi bir topluma doğru yol alınabileceğine yöne-
lik çıkarsamaların karşısında durmak için burjuvazinin
belirlemiş olduğu parlamenter coğrafyanın yapısal
kırılma noktalarına vurgu yapmak ve bu vurgu çerçeve-
sinde nihai çözümün devrimden geçtiğini ısrarla sav-
lamak gerekmektedir. Devrim/reform tartışması içe-
risinde sosyalistlerin nihai çözümü devrimde gördükleri
aşikardır, fakat bu yaklaşım onları “reformizm batağı”na
düşmemek için işçi sınıfının mevcut durumunda
iyileşme sağlayacak olan her türlü reformu ciddiye
almadıkları bir pozisyona düşürmemelidir. Sosyalist-
ler tabii ki reformların sürekli hale getirilmesiyle sis-
temin dönüştürülebileceği yönündeki reformist tezin
karşısında, sistem içinde kazanılan her türlü başarının
sonucunda alanlarının burjuvazi tarafından uygulanan
çeşitli tecrit politikaları aracılığıyla daraltılacağını ve sis-
tem içi reform taleplerinin başarısının genel toplumsal
muhalefet içerisindeki etkileriyle bağlantılı olduğunu
bilirler ve zurnanın zırt diyeceği yeri öngörmeleri ve
hazırlanmaları gerektiğinin farkındadırlar; fakat bu
durum yine de sosyalistler lehinde veya aleyhinde bir
kırılmanın gerçekleşeceği ana kadar çeşitli kazanımlar,
işçi sınıfının durumunu iyiye götüren çeşitli reformlar
elde edilmesi için uğraşmanın önünde bir engel teşkil
etmemektedir. Tam tersine bu tip kazanımlar sosyalist-
lerce kendi propaganda imkanlarını genişletebilmeleri
ve kendileri tarafından (burjuvazi tarafından değil!)
tanımlanmış olan siyaset alanı içerisinde pozisyon ka-
zanabilmeleri açısından önem taşımaktadırlar.
Reformist bir hatta kaymayan, ama reformları
gözeten bir sosyalist siyaset için burjuvazi tarafından
tanımlanmış olan o “kutsal” alan, yani parlamento
içkin eleştiri yapmak, kendi programını dillendirmek,
burjuvazinin tanımlamış olduğu sınırlar içerisinde geri
çağırmasız, kontrolsüz “temsil”e, bu haliyle seçme ve
seçilme edimlerine saldırmak ve en nihayetinde işçi
sınıfının gündelik kazanımlarını genişletmek için re-
form taleplerine destek vermek için kullanılabilecek bir
alandır, fakat daha fazlası için niyetlenmek ve parlamen-
toya girmeyi sosyalist politikanın merkezine oturtmak
tarihsel yemi bir kez daha yutmak anlamına gelecektir.
Bu yemi daha önce yutmuş olanların(sanıyorum yine
avro-komünizmi anmak gerek!) geldikleri noktaları
gözönünde bulundurarak sosyalistlerin ateşle olan
imtihanlarında en nihayetinde mecliste değil, sokaklarda
başarı elde etmeleri gerektiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
19
dosya
dosya
Siyasetin Sanallaşması
Cumhurbaşkanlığı seçimiyle başlayan süreç,
yaşanan siyasi gerilimler, kamplaşmalar, geniş
katılımlı mitingler, e-muhtıralarla birlikte
hızla tırmandı ve çözüm erken seçimde bulundu.
Erken seçimin özellikle laiklik/anti-laiklik karşıtlığı
üzerinden türeyen gerilimlere ilaç olup olmayacağını
öngörebilmek, ülkenin her an yeni bir gelişmeyle
“çalkalandığı” bu günlerde oldukça zor gözüküyor.
Çekine çekine de olsa artık “üstyapısal” diye nitelemek
zorunda kaldığımız bu tartışmaların bütün gürültü ve
patırtısından sıyrılıp erken doğmuş veya geç kalmış
bu seçimi, özellikle 70’li yılların ortasından itibaren
şekillenen süreçte kapitalist dünyanın seçimleriyle il-
gili yapılan “siyasetin sanallaşması” tespitiyle birlikte
değerlendirerek genel bir çerçeve çizmek, tikelin hızlı ve
tüketici atmosferine atlarken kılavuz çizgilerimizi kay-
betmemek ve “karmaşanın içinde, karmaşadan uzakta”
bir pozisyon alabilmek için zorunlu gözüküyor.
Büyük harfl e yazılan “Seçim”e yönelik süregiden
tartışmaların özellikle sosyalist ve anarşist diskurda es-
kiden beridir kendine yer bulduğunu ve tespitlerin
çoğuna aşina olduğumuzu da gözeterek tartışmayı
daha çok kapitalizmin yeni bir kisveye büründüğü
(tabi bu kapitalizmin baştan aşağıya değiştiği ve artık
yepisyeni bir “şey”e, “tanımlanamayan sömüren cisim”e
dönüştüğü anlamına gelmiyor.) neoliberal döneme özgü
siyasetin sanallaşması kavramsallaştırması çerçevesinde
şekillendirmeye çalışacağız.
“Siyasetin sanallaşması” kavramsallaştırmasının
genel olarak önem kazandığı dönemin postyapısalcı ve
deniz yürür
Bu seçimi, özellikle 70’li yılların ortasından itibaren şekillenen
süreçte kapitalist dünyanın seçimleriyle ilgili yapılan “siyase-
tin sanallaşması” tespitiyle birlikte değerlendirerek genel bir
çerçeve çizmek, tikelin hızlı ve tüketici atmosferine atlarken
kılavuz çizgilerimizi kaybetmemek için zorunlu gözüküyor.
20
postmodernist çözümlemelerin öne çıktığı bir dönem
olduğunu ve kavramsallaştırmanın özellikle küreselleşme
tartışmaları ekseninde sıkça kullanıldığını göz önünde
bulundurduğumuzda, siyasetin sanallaşması olgusunu
postyapısal ve postmodernist diskurun kavramsal
düzlemi içerisinde bir yere oturtmak bir zorunluluk
halini alıyor. Bunun için de her şeyden önce sanal ve
sanallaşma kavramlarını postyapısal çerçeve içerisinde
betimlememiz ve sonrasında olgusal bir çerçeveye geçiş
yapmamız gerekiyor.
Sanal ve Sanallaşma
Sanalın kendisini bir realite olarak dayatabilmesinin
önkoşullarından birisi sanal gerçekliğin oluşmasıdır.
Sanal gerçeklik ise simülasyonun belirlediği sınırlar
içerisinde şekillenir. Gerçekliğin sanal ortamdaki tem-
silinden oluşan simülasyon, kendisini imlediği nes-
neler dünyasından koparması ve yeni bir gerçeklik
yaratmasıyla, daha net bir tabirle imgenin temsil ettiği
gerçekliği temsil etme yetisini kaybetmeye başladığı
noktada sanal gerçeklik ortaya çıkar. Sanal gerçekliğin
olmazsa olmaz koşullarından birisi temsil yeteneğini
kaybetmiş imgenin kendi gerçekliğini, bu gerçeklik
üzerine kurulmuş ve temsil yeteneğini gerçekleşmiş olan
kopuş aracılığıyla vareden/varetmiş sayılan sonsuz sayıda
yeni imgeyle desteklemesi; sanallığının, dolayısıyla
“gerçekliğinin” içsel sınırlarını belirlemesi ve pek çok du-
rumda gerçeklik alanını genişletmesidir. Nesnelerle olan
bağlantısı silikleşmiş olan imge, yarattığı gerçekliğin
sınırları içerisinde kendisine referans veren pek çok im-
geyle birlikte içsel olarak tutarlı olma ve yayılma eğilimi
gösteren, ama bir yandan da kendi temsil noktasını, yani
simülasyonla yeni bir “nesnel gerçeklik” olarak sanal
gerçeklik arasındaki geçişi, bulanıklaştırması sebebiyle
açık veren bir gerçeklik yapısı oluşturur.
Bu bağlamda sanalın gerçekle olan bağlantısı pek
çok postyapısalcının görmezden gelme eğiliminin
aksine sırf Lacancı/ Zizekçi anlamıyla küçük, demir
bir gerçeklikle ilişkisi olması ve bu bağlantı noktasını
perdelemesi sebebiyle kurulabilmektedir, çünkü
simülasyonun kendisi de her ne kadar çıkış noktasını
bulandırmaya çalışırsa çalışsın en nihayetinde bir
üründür.
Siyasetin sanallaşması kavramsallaştırmasının
içinde demir gerçeklikle bağlantı kurabileceğimiz nok-
ta aslında “sanallaşma” kavramında içkin bir şekilde
kendine yer bulmaktadır. “Sanal olma” durumuna,
yani devinimsiz, mutlak bir “gerçeklik” durumuna
geçme halini ister istemez betimleyen ve bizce olgusal
olarak betimlemek zorunda kalan “-laşma” eki, sanallık
kavramına ancak yapının kendisini sürekli olarak
yeniden yaratması (yapının özkurallaması) sayesinde
(ki zorlama olara)yerleştirebileceğimiz tarihselliği,
kapıdan kovarken, bacadan içeri almaktadır.
Bu açıdan bakıldığında siyasetin sanallaşması
yaklaşımı kavramsal olarak da tarihsel bir sürece,
yani simülasyonla gerçeklik arasındaki bağlantıya(ki
burada bahsi geçen gerçeklik kesinlikle pozitiviz-
min “nesnel” gerçekliği anlamında kullanılmamakta,
göreli yapısıyla, bir iktidar alanı olarak gerçeklikle
ilişkilendirilmektedir) referans vermektedir.
21
dosya
Bu bağlamda sanalın gerçekle olan bağlantısı
pek çok postyapısalcının görmezden gelme
eğiliminin aksine sırf Lacancı/ Zizekçi
anlamıyla küçük, demir bir gerçeklikle
ilişkisi olması ve bu bağlantı noktasını
perdelemesi sebebiyle kurulabilmektedir,
çünkü simülasyonun kendisi de her ne
kadar çıkış noktasını bulandırmaya çalışırsa
çalışsın en nihayetinde bir üründür.
dosya
Siyasetin Sanallaşması
Siyasetin sanallaşması kavramsallaştırması en genel
anlamıyla tek kutuplu dünyada siyaset adı verilen ku-
rumun sınırlarının net bir şekilde çizilmiş olduğu; si-
yasetin, merkezinde ekonominin bulunduğu altyapısal
öğelere temasının en aza indirgendiği, süregiden bütün
siyasi tartışmaların üstyapının çeşitli katmanları içe-
risinde cereyan eden değişimler ve dolayısıyla gerilimler
ekseninde döndüğü saptamasına dayandırılıyor. Post-
modern dünyada, daha net bir şekilde ifade etmek gere-
kirse küreselleşme paradigması içerisinde kitlelerin hangi
siyasi odağı seçtiğinin bir önemi bulunmamakta, çünkü
artık seçeneklerin her biri diğerinden sadece birkaç
noktada farklılaşıyor ve bu farklılaşmaların hiçbirisi sis-
temin temel dayanak noktaları ve yapısıyla ilgili değil.
Özellikle ABD demokrasisi üzerinden verebileceğimiz
bir örnekle artık “demokratlar”ı veya “cumhuriyetçiler”i
seçmek bir anlam ifade etmiyor. Her iki partinin
ekonomiyle ilgili planları, projeleri ve çözüm önerileri
birbirine benziyor. Siyaset arenasının sansasyonelliği,
magazin dünyasının sansasyonelliğini çağrıştırmakta.
Bir yanıyla gündem sürekli olarak değişirken, gündemi
belirleyen olaylar dizisi “vatandaş”ın hayatını çok az et-
kilemekte. Bireylerin hayatlarının gerçekten etkilendiği
noktalar ise küreselleşme sürecinin gerektirdiği üzre,
kamusal alanın tasfi yesi, sosyal devletin budanması, her
alanda yürürlüğe konan özelleştirme politikaları sonu-
cunda yaşam kalitesinin düşmesi, yoksulluğun, açlığın
ve sefi lliğin artması.
Bu sonuçlara sebep olan yapının dinamikleri ise
hükümetlerin, partilerin ve onların “karizmatik” lid-
erlerinin ulaşabileceğinin ve değiştirebileceğinin çok
ötesinde. Dolayısıyla özellikle seçim dönemlerinde
etkisini geniş kitleler nezlinde arttıran, fakat seçimin
sonrasında da herhangi bir yapısal dönüşümle
sonuçlanmayan bir “oyun” oynanmakta.
Kavramsallaştırmanın bu haliyle siyaset arenasının
başlı başına bir simülasyona dönüştüğünü, özne-
lerin (gerek seçilenler, gerekse de seçenler babında)
kendi nedenselliklerini bu sanal gerçeklik içerisinde
yitirdiklerini ve özellikle kapitalizmin kendi ken-
dine çalışan bir makine olarak tasvir edebileceğimiz
küreselleşme aracılığıyla kendini sürekli olarak yeniden
yapılandırdığını söyleyebiliriz. Bu noktada makinenin
beyni olarak çokuluslu şirketleri ve dişlileri olarak da
IMF, Worldbank gibi uluslararası fi nans kurumlarını,
MAI ve GATS gibi uluslararası anlaşmaları ve de seçim-
le işbaşına gelmeyen bürokrat ve teknokratları betim-
leyebiliriz.
Küreselleşme makinesinin gücü karşısında siyase-
tin gerçeklikle bağlantısını başarıyla koparmış olan bir
simülasyon olarak içler acısı bir halde bulunduğu fi krine
sahip olmamız işten bile değil. Üstüne üstlük geçelim
cumhuriyetçilerle liberalleri, önümüzdeki seçimlerde
oyların bölüneceği iki kutba, yani AKP ve CHP’nin
parti programlarına, eylem planlarına baktığımızda da
bunu rahatlıkla görebiliyoruz. İki parti de AB ile ilişkileri
sürdürecekleri ve AB kriterlerini uygulayacaklarını,
özelleştirmelere devam edeceklerini, IMF gibi
kuruluşların dayattığı programları uygulayacaklarını
söylüyorlar.
Sonuç olarak bu iki partiden birisine oy atmayı ter-
cih ettiğimizde en nihayetinde neoliberal politikaların
ülke çapında uygulanmasını tercih etmiş olacağız ve
tabii ki bu durum işçi sınıfının üyeleri olarak yaşam
koşullarımızda herhangi bir iyileşme olmamasıyla
sonuçlanacak.
22
Küreselleşme makinesinin gücü karşısında siyasetin gerçeklikle bağlantısını başarıyla
koparmış olan bir simülasyon olarak içler acısı bir halde bulunduğu fi krine sahip olmamız işten bile değil. Üstüne
üstlük geçelim cumhuriyetçilerle liberalleri, önümüzdeki seçimlerde
oyların bölüneceği iki kutba, yani AKP ve CHP’nin parti programlarına, eylem
planlarına baktığımızda da bunu rahatlıkla görebiliyoruz.
Siyasetin sanallaşması tespitinin bizi somut ve bizce
doğru bir sonuca getirdiğini kabul etmek gerekiyor.
Gerçekten de programların daha çok yöntemle ilgili
olarak farklılaştığı, ne yapılması gerektiğinin siyaset ku-
rumunun dışında bir yerlerden belirlendiği bir toplum-
sal düzlemde simülasyonun yarattığı sanrılar içerisinde
kaybolmak yerine, simülasyonun varlığını kabullenmek
daha akılcı gözüküyor. İktidarın yaşamın bütün hücre-
lerine yayıldığı böyle bir düzlemde seçimlerin olduğu
kadar siyasetin de bir anlamı kalmıyor. Bu noktada
tespitin bizi doğru bir yere getirdiğinden bahsedebili-
riz, ama bize bir yol sunmayı başaramadığını da kabul
etmeliyiz. Sanırım bu çıkmazdan kurtulabilmek için
simülasyonun oluştuğu, dolayısıyla imgenin kendi tem-
sil yeteneğini kaybedip, üzerine yeni imgeler eklediği
yere, demir çekirdeğe, “-laşma” ekinin vuku bulduğu
alana bakmamız gerekiyor.
Simülasyonun Tarihsel Arkaplanı
Siyaset simülasyonunun ortaya çıkışıyla, neolibe-
ral ekonomi politikalarının hakimiyet kazandığı ve
dolayısıyla küreselleşme adı verilen sürecin başladığı
dönemin aynı tarihsel dönem olduğu söylenebilir.
1970’lerin ortasından itibaren başlayan ve geçen onyıllar
içerisinde bütün dünyayı etkisi altına alan bu süreç içe-
risinde uygulanan ve hızla güç kazanan neoliberal uygu-
lamalar sonucunda sosyal devlet olgusunun aşındığını
ve zamanla yok olma durumuna gelmiş olduğunu
görüyoruz.
ABD’de Reagan, İngiltere’de Th atcher
yönetimlerinin(her ne kadar Reaganizmin askeri har-
camalara aşırı önem vermesi sebebiyle Th atcherizm
ile arasındaki nüanslara dikkat edilmesi gerektiği
vurgulanmış olsa da) neoliberal ekonomi politikalarını
en azından burjuvazi açısından olabildiğince başarıyla
yürürlüğe koymuş olduğu 80’li yılların ardından, özel-
likle Sovyetler Birliği’nin yıkılışıyla birlikte, 90’larda
çift kutuplu dünyanın sona erdiği ve ABD’nin bu
süreçten dünya çapındaki egemenliğinin herkes
tarafından kabul edildiği bir dönemle karşılaşıldı.
ABD’nin bu amansız hegemonyası sayesinde neoliberal
ekonomi politikalarının bütün dünyaya yayılma süreci
hızlanmıştır.
Neoliberalizmin otuz yılı içerisinde sosyal devletin
çeşitli özelleştirme/ticarileştirme politikaları çerçeve-
sinde budanmış olduğunu rahatça gözlemlemek müm-
kündür. Öyle ki her ne kadar yöntemsel olarak çevrim-
sel bir tarih anlayışından köşe bucak kaçmayı tercih
etsek de, kapitalizmin son on yılında gelmiş olduğumuz
noktayı küresel ölçekte, yüzyıl ortasındaki kapitalist
dünyadan daha çok 20. yüzyıl başındaki kapitalist dün-
yaya benzetebiliyoruz.
Bu bağlam içerisinden bakıp sanallaşmanın başladığı
noktayı, o demir çekirdeği aradığımızda özellikle sosyal
devletin tasfi yesi olgusunu, daha net bir ifadeyle sosyal
devletin bir “olgu” olma durumunu yaratan tarihsel
dinamikleri merkeze oturtmamız gerekiyor. İki dünya
savaşı, 29 krizi, Ekim devrimi ve benzer ayaklanma ve
23
dosya
dosya
devrim girişimleriyle şekillenen sürecin belki de en gür-
büz çocuğu, burjuvazinin toplumsal hegemonyasını “iç
ve dış düşmanlar”a karşı ilkönce savunma, sonrasında ise
yeniden tahsis etme işlevi gören “sosyal devlet” olmuştu.
Sosyal devletin sınıfl arüstü bir hakem pozisyonunda
durduğu(en azından teorik düzeyde) ve çıkarları birbi-
rinden farklı sınıfl arı (ısrarla tırnak içinde!) bir “uzlaşma”
zemini üzerinde buluşturduğu bir sistemin yerini kamu-
sal alanın hızla tasfi ye edildiği, emekçiler lehine olan her
türlü ekonomik, siyasi, örgütsel hakkın sınıfın elinden
alındığı, devletin görevlerinin yeniden tanımlandığı bir
sisteme bırakmasıyla ilgili yapılabilecek en önemli tes-
pit herhalde burjuvazinin 70’lerin ortalarından itibaren
eski hegemonyasını yeniden kurmayı başarmış olduğu
tespitidir. Hegemonyanın burjuvazi lehine yeniden tesis
edildiği bu dönemde devletin olduğu kadar siyasetin de
yeni-eski kırmızı çizgileri yeniden tanımlanmıştır.
Nasıl ki devlet sınıfl ararası bir hakeme duyulan
ihtiyacın doğal bir sonucu olarak büyüdüyse, siyasetin
alanı da bu “uzlaşma zemininin” yaratılmasının doğal
bir sonucu olarak genişletilmiştir. Günümüzde ise, ki bu
gelişme siyasetin sanallaşması kavramsallaştırmasının
oluşmasına zemin hazırlamıştır, uzlaşma zemininin
siyaset ekseninde yaratılma eğiliminin eskiye oranla
ve tabiî ki küresel bir hegemonya sağlamış olan bur-
juvazinin rahatlığıyla da ilişkili olarak önemsizleştiği
düşünülebilir. Hegemonyanın burjuvazi lehine yeniden
tahsis edilmesinin doğal bir sonucu olarak kamusal alan
ve devlet daraltılmıştır. Bu gelişmeyi ulus devletlerin
ortadan kalktığı şeklinde okumak yerine ulus devletin
misyonunun özellikle de güvenliği ön plana çıkaracak
şekilde yeniden(ki buradan Reagan politikalarıyla
yeniden bağlantı kurabilmemiz mümkün hale geliyor)
tanımlandığı şeklinde yorumlamak gerekir.
Simülasyonun bağlı olduğu demir çekirdek, ulus
devletin ortadan kalktığı yanılsamasının ortaya çıktığı
tarihsel süreçtir. Siyasetin sanallaşması ve ulus dev-
letin tasfi yesi gibi söylemler her ne kadar çokuluslu
şirketleri, IMF, Worldbank gibi kurumları ve onların
teknokratlarını hedef göstermek ve ilgiyi o alana çekmek
konusunda başarılı olsalar da, simülasyonu oluşturan
özneyi, en saf ve bütünleşik haliyle tanımlamadıkları ve
imgenin imleme yetisini(örneğimizde) bilerek kaybettiği
anı gözden kaçırdıkları için, öznesiz ve nesnesiz bir düz-
lem yaratmaktadırlar. Bu noktada illa ki bir özne ve de bir
nesne aramaktan yorulmayanların, dolayısıyla hala umu-
dunu kaybetmeyenlerin tutunmaları gereken entersüb-
jektif “gerçek” burjuvazinin toplumsal hegemonyasını
kazandığı ve bunun gerektirdiği şekilde diğer özneleri
kendi çizdiği sınırlar çerçevesinde yeniden tanımladığı
gerçeğidir.
Gerçekliğin Simule Olduğu NoktaBu noktada gerçekliğin nerede simülasyona dönüştüğünü
kavramsal bir şekilde açılımlamak gerekmekte-
dir. “-laşma” ekinin gerektirdiği tarihsellik, “siyaset”
kavramının yapısal kurgulanışıyla tezat oluşturmaktadır.
Öyle ki sanal olma durumuna doğru tarihsel bir hareketi
24
Mistifi kasyonun siyaset kavramında
yoğunlaşmasının esas sebebi, kavramın
sınırlarının tarih içerisinde sürekli olarak
yeniden çizildiğinin ve bu sınırları yeniden
çizme faaliyetinin sınıfl ar arasındaki
top-lumsal hegemonya mücadelesi ile
ilişkili olduğunun gözardı edilmesidir.
Dolayısıyla bu kavramsallaştırma aslında
siyaseti burjuvazi tarafından sürekli
olarak yeniden tanımlandığı bir zemin
olarak algılamakta ve bunu yaparken de
kendisini “iktidarın her yerde olduğu” bir
topografyaya hapsetmektedir.
imleyen “sanallaşma” kavramı dinamikken, “siyaset”
kavramı tarihsellikten uzak bir şekilde, bir yapı öğesi
olarak tanımlanmıştır. Oysa ki siyaset kavramının da
her kavram gibi bir tarihi vardır. Bu tarihselliği atlayıp,
kavramı zamanda asılı bir hale getirdiğimizde imgenin
imlediği nesneden uzaklaşıp, sanal gerçekliğin oluşması
için gerekli olan kapanmayı ve dolayısıyla demir çekir-
dekle arasındaki bağlantıyı mistifi ke etmeyi başardığını
görüyoruz.
Mistifi kasyonun siyaset kavramında yoğunlaşma-
sının esas sebebi, kavramın sınırlarının tarih içerisinde
sürekli olarak yeniden çizildiğinin ve bu sınırları yeniden
çizme faaliyetinin sınıfl ar arasındaki toplumsal hege-
monya mücadelesi ile ilişkili olduğunun gözardı edilme-
sidir. Dolayısıyla bu kavramsallaştırma aslında siyaseti
burjuvazi tarafından sürekli olarak yeniden tanımlandığı
bir zemin olarak algılamakta ve bunu yaparken de
kendisini “iktidarın her yerde olduğu” bir topografyaya
hapsetmektedir. Kaçış çizgilerini bulabilmek için siya-
set alanının aslında hegemonya mücadelesi ekseninde
sürekli olarak yeniden belirlendiğinin ve bu yeniden be-
lirlenme ediminin bile başlı başına bir mücadele alanı
olduğunu fark etmek gerekmektedir. Siyasetin tam da
burjuvazinin belirlediği kalıplar içerisinde ve yasal par-
tilerin katıldığı seçimler ekseninde değerlendirilmesi si-
yasetin sanallaştığı tespitine giden yolu açacaktır.
Oysa ki siyasetin sınırları belirlendiği ve aksettirildiği
üzre parti büroları ve seçim sandıklarından ibaret
değildir. Burjuvazinin hegemonyayı ele geçirmiş olduğu
bir dönemde siyasetin alanını yeniden tanımladığını,
daralttığını tespit etmek ve bu yeniden tanımlamaya karşı
çıkmak için tıpkı 68’in çocuklarının yapmış oldukları
gibi kaldırımın altındaki kumsalı aramak gerekmekte-
dir. Siyaseti steril merkez sağ ve sol partilerin etkisinden
çıkarıp, gerçekten ait olduğu yere, en azından biz sos-
yalistler tarafından ait olduğunu düşündüğümüz yere,
yani işlikler ve sokaklara taşınması gerekmektedir. Başka
türlü küreselleşmenin “gerekliliklerinden”, uluslararası
fi nans kurumlarının ekonomik dayatmalarından ve
burjuvazinin kendi çıkarları doğrultusunda tanımlamış
olduğu “kader”den kurtuluş gözükmemektedir. Oyu-
nu bozmanın yolunun, kuralına göre oynamamaktan
geçtiği gözönünde bulundurulursa seçimler sosyalistler
açısından çok da büyük önem taşımamaktadır.
Yine de burjuvazinin tanımladığı sınırlar içeri-
sinde sandık başına gitme ve oy verme ediminin pek
çok zaman bireyler nezlinde siyasi hakların kullanılmış
olduğuna yönelik bir “siyasi katharsis” etkisi yarattığı
gözlemlenmelidir. Biz sokağımızdaki kaldırım taşlarının
rengine bile karar veremezken, dört yılda bir oy vere-
rek egemenliğin millette olduğunu, kendi kendimizi
yönettiğimizi savlayan burjuva ideolojisinin yarattığı
katharsis’i, demokrasiye yönelik bir iman tazeleme ak-
tivitesine dönüşen seçimlerde akılcı ittifaklar ve ham-
leler gerçekleştirip, “yabancılaştırma efektleriyle” boz-
mak, son kertede burjuvazinin tahakkümüne dayalı
bu sistemin ışıltılı vitrini olan burjuva demokrasisini
afi şe etmek gerekmektedir. Siyaset simülasyonunun
merkezine en azından birkaç kişiyi sokmak ve yüksek
sesle “bu bir simülasyondur” dedirtmek çizilmiş olan
sınırları ihlal etmemiz anlamına gelecektir. Tabi ne ka-
dar yabancılaştırma efekti katarsak katalım, yine de asli
görevimizin oyunu tümden bozmak olduğu aşikardır.
Oyun salonunu yıkmak için ise oylara değil, işliklere,
sokaklara ve dolayısıyla kaldırım taşlarının altındaki
kumsala ihtiyacımız var.
25
dosya
dosya
Seçim Sistemleri ve
Dışlama Mekanizmaları
19. yüzyılın en önemli düşünsel hareketleri
olarak milliyetçilik, sosyalizm ve
demokrasi üçlüsü gösterilmektedir.
Çünkü 19. yüzyıldan itibaren ve bütün 20. yüzyıl boyun-
ca dünya üzerinde bu üç düşünce akımı etkin olmuştur.
20. yüzyılın sonlarına doğru sosyalist diye bilinen ülke-
lerin dağılmasıyla birlikte artık sosyalizm düşüncesinin
çöktüğü; yine benzer şekilde neo liberal küreselleşmeyle
beraber ulusal sınırların öneminin kalmadığı, dolayısıyla
milliyetçiliğin de anlamsız hale geldiği sıkça söylenmek-
tedir. Bütün bu söylemlerin belli düzeylerde haklılık
payı olmakla birlikte, dünyanın yapısal görünümünün
aslında hala bu söylemlerle tam olarak örtüştüğü iddia
edilemez. (Asıl konumuz olmadığı için bu tartışmaları
geçiyoruz.)
Bunların yanında, özellikle doğu bloku sosyalist
ülkelerinin dağılmasıyla birlikte 20. yüzyılın sonun-
da “demokrasi” düşüncesinin mutlak zafer kazandığı
düşüncesi hakim olmuştur. Burada demokrasiyle ka-
pitalizmin adeta özdeş olarak kabul edildiğini fark et-
meliyiz. Yani bir ideolojik çarpıtma söz konusudur. 19.
ve 20. yüzyıla baktığımızda sosyalistlerin de en az mil-
liyetçi-liberal-burjuvazi kadar demokrasi söylemini sa-
hiplendiklerini görebiliriz. Hatta sosyalizm düşüncesi
içerisinde demokrasinin içerildiği dahi çok rahatlıkla
iddia edilebilir. Biraz da bu bakışın getirdiği bir şey
olarak sosyalistler tarafından demokrasi vurgusu pek
yapılmamıştır. Halbuki kapitalizmi savunanlar sürekli
olarak (sistemin ortaya çıkardığı faşizmlere rağmen)
demokrasi kavramına vurgu yapmışlardır.
Bu bağlamda, bu yazıda burjuva demokrasisinin
meşruiyet kaynağı ve yaşanma biçimi olan seçimlerin
nasıl gerçekleştirildiği Türkiye özelinde izlenecektir.
Türkiye’yi seçmemizin nedeni bir ay sonra, 22
Temmuz’da gerçekleştirilecek milletvekili seçimleridir.
Çünkü seçim dönemleri bir ülkenin ne kadar demokra-
tik olduğunu, burjuva demokratlarının da ne kadar
demokrat olduklarını görmemiz açısından oldukça
fazla materyal sunmaktadır; diğer yandan böyle bir
dönemde tarihsel bilgilerimizi tazelememiz, hafızamızı
yoklamamız büyük bir önem arz etmektedir.
Seçimlerin önemli bir meşruiyet kaynağı olduğunu
hepimiz bilmekteyiz; fakat seçim sistemlerinin ve uygu-
lanan usullerin, hesaplama tekniklerinin de bir o kadar
önemli olduğunu çoğu zaman unuturuz, hatta önemse-
meyiz bile. Bu yazıda, unuttuğumuz, fark etmediğimiz
veya önemsemediğimiz seçim uygulamaları üzerinde
durulacaktır.
Türkiye’de Seçim Uygulamaları Türkiye’nin seçimlerle tanışması 1876’da Kanun-
i Esasi’nin kabulü ile başlayan bir süreçtir. 1877’de
çıkarılan ıntihab-ı Mebusan Kanunu ise, bazı değişiklikler
yapılarak, 1943 seçimleri de dahil olmak üzere cumhuri-
yet döneminde de uygulanmıştır. Örneğin, ‘genel oy
hakkı’ ilkesi getirilmiş (daha önce mülkiyet sahibi olmak
gerekiyordu), subayların oy kullanmaması uygulaması
sona erdirilmiş, seçmen yaşı 18’e indirilmiştir. Bu
dönemde, yani 1877-1943 arasında yapılan seçimlerin
en önemli özelliği ise iki dereceli olmasıdır. Şöyle ki, önce
1. derece seçmenler 2. derece seçmenleri seçmektedir,
daha sonra bu 2. derece seçmenler mebusları seçmekte-
dirler. Buradaki mantık, ilk derecedeki seçmenlerin me-
bus seçecek bilgi ve duyarlılıklarının yeterince olmadığı
şeklindedir. Dolayısıyla beklenmedik sonuçlara karşı bir
önlem olarak iki dereceli seçim sistemi uygulaması uzun
sami yılmaz
Seçimlerin önemli bir meşruiyet kaynağı olduğunu hepimiz
bilmekteyiz; fakat seçim sistemlerinin ve uygulanan usulle-
rin, hesaplama tekniklerinin de bir o kadar önemli olduğunu
çoğu zaman unuturuz, hatta önemsemeyiz bile.
26
süre devam ettirilmiştir. 1945’den itibaren ise tek derece-
li seçim sistemleri uygulanmaya başlanmıştır. Temsil
mekanizmasının malum sorunları düşünüldüğünde,
ikinci dereceden temsil uygulamasının kaldırılmasının
büyük bir önem arz ettiği ortadadır. Yine bu dönemin
diğer bir uygulaması ‘çoğunluk’ sistemidir. Yani seçilmek
için oyların salt çoğunluğunu almak gerekmektedir. Bu
uygulama ise 1961 Anayasası ile kaldırılmış ve ‘nisbi
temsil’ sistemine geçilmiştir.
Seçim sistemlerindeki değişikliklere teknik bir
mesele olarak bakmak, basit bir algılama ve büyük bir
hata olacaktır. Çünkü seçim sistemindeki her değişiklik
aslında bir rejim değişikliği niteliğindedir ve içerisinde bir
dizi dışlama mekanizmalarını da beraberinde getirmek-
tedir. Şimdi cumhuriyet dönemi seçim uygulamalarını
ve usullerini bu gözle inceleyelim:
Tek parti dönemine baktığımızda iki derece-
li ve çoğunluk usulüne göre yapılmış seçimlerle
karşılaşmaktayız. Bu dönemde tek parti olduğundan
dolayı çoğunluk usulünün aslında bir önemi yoktur.
Çünkü tek bir milletvekili aday listesi söz konusudur,
dolayısıyla aslında aday listesi aynı zamanda tam olarak
milletvekili olacakların listesidir; yani seçmek değil onay-
lamak (onaylanmaması düşünülemez) durumu vardır.
Burada bütün iş, aday listesini belirleyecek olan tek
parti başkanının isteğine ve yeteneğine kalmıştır; parla-
mentoda hangi renklerin ne miktarda olması gerektiğini
belirlemek kolay olmayacaktır ve hataya yer yoktur.
Hataya yer yoktur, çünkü burjuva parlamenter sistem-
lerinde meşruiyetin en önemli kaynağı parlamentodur
ve burada yaşanabilecek bir ‘kriz’, telafi si çok zor olabi-
lecek, önemli sorunlar getirebilir. Cumhuriyet dönemi
boyunca sürekli olarak karşılaştığımız ve bir olay ol-
maktan çıkıp olgu haline gelmiş olan ‘parti kapatma’
uygulamaları bunun açık göstergesidir. 1924 Kasımı’nda
kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın Haziran
1925’te kapatılması ve 1930’da kurulan Serbest Cum-
huriyet Fıkası’nın 3 ay içinde kapatılması, parlamento
bileşiminin ne kadar önemli olduğunun görülmesiyle
ilgili olarak okunabilir.
1946’dan itibaren Türkiye’de çok partili rejime
geçilmiştir ve bu yıl yapılan seçimlere CHP’nin (tek
parti) dışında, yeni kurulmuş olan Demokrat Parti
de katılmıştır. Yani artık seçimlerde tek bir aday lis-
tesi değil, birden çok liste vardır. Türkiye’de, 1946’da
çok partili sisteme geçişle birlikte, seçim sistemi ola-
rak “nispi çoğunluk” ya da “liste usulü çoğunluk” diye
bilinen sistem uygulanmaya başlamıştır. Bu sisteme göre
bir seçim çevresinde en çok oyu alan aday ya da liste
kazanmış oluyordu ve bütün milletvekilleri o listeden
seçilmiş oluyordu. Daha sonraki 1950, 1954 ve 1957
milletvekili seçimlerinde de bu sistemin uygulanmasına
devam edildi.
Aslında 1946 seçimlerinde, Demokrat Parti seçim-
lere girip girmemekte tereddüt göstermiştir; fakat seçim
sonuçları herkes için sürpriz olmuştur. Son dönem savaş
konjonktürünün de etkisiyle, CHP’ye karşı duyulan nef-
ret Demokrat Parti’ye yüksek düzeyde oy sağlamıştır.
Ayrıca bu, 1946 seçimlerinin Türkiye tarihinde özel
bir yeri vardır: “Açık oy, gizli sayım uygulaması”. Bu
uygulamaya göre, oylar açık olarak kullanılmakta ve
sandıktan çıkan oylar gizli olarak sayılmaktadır. Yani
iktidardaki CHP (tek parti) dışında, başka bir partiye
açıkça oy verebilmek büyük bir cesaret örneği olacaktır.
Ayrıca seçim sandıklarının sayım sonuçlarından kuşku
duymamak da büyük bir safl ık olacaktır. Nitekim bu
seçimler tarihimize “eli sopalı seçimler” olarak geçmiştir
ve seçimleri CHP kazanmıştır.
Başlangıçta tek parti muhalifi çok sayıda siya-
sal düşüncenin de içinde yer aldığı (kısa zamanda bu
renkliliğini yitirmiştir) Demokrat Parti 1950 seçim-
lerinde parlamento çoğunluğunu elde ederek iktidara
gelmiştir. Bu olay bu yönüyle bir kırılma gibi görün-
mekle birlikte, diğer yandan seçim sisteminin özellikleri
dikkate alındığında, Demokrat Parti’nin iktidar dönemi
olan 1950-1960 arası, aslında tek parti döneminin bir
çeşit devamı niteliğindedir. Çünkü seçimlerde ‘liste
usulü çoğunluk’ uygulaması dolayısıyla Demokrat Parti
yüksek düzeyde ‘aşkın temsil’ elde etmektedir. Örneğin,
1954 Milletvekili seçimlerinde, “liste usulü çoğunluk”
sisteminin sonucu olarak Demokrat Parti %57,6 oy
oranı ile %93,2 temsil gücü elde ederken, Cumhuriyet
Halk Partisi %35,4 oy oranı ile yalnızca %5,7 temsil
gücü elde edebilmişti. 1950 ve 1957 seçimleri de benzer
sonuçlar doğurmuştu. Yani Demokrat Parti, seçmenlerin
verdiği oyun çok ötesinde temsil yeteneği kazanıyor ve
seçim sisteminden kaynaklanan bu gücü anti demokra-
tik bir biçimde kullanmaktan çekinmiyordu. Çünkü
seçimle geldiklerini ve parlamento olarak ‘milli irade’yi
temsil ettiklerini iddia ediyorlardı; fakat seçim siste-
27
dosya
Seçim sistemlerindeki değişikliklere teknik
bir mesele olarak bakmak, basit bir algılama
ve büyük bir hata olacaktır. Çünkü seçim
sistemindeki her değişiklik aslında bir
rejim değişikliği niteliğindedir ve içerisinde
bir dizi dışlama mekanizmalarını da
beraberinde getirmektedir.
dosya
minin adaletsizliğini ise tamamen göz ardı ediyorlardı.
Nitekim 1960 askeri müdahalesinin bazı demokrat kesimler
tarafından da destek görmesinin nedeni Demokrat Parti’nin
bu ‘tek parti’ anlayışıdır. Fakat unutmamak gerekir ki bu
seçim uygulaması CHP’nin getirdiği bir uygulamadır
ve CHP’nin, ancak uygulama kendi aleyhine ol-
maya başladığında, seçim sisteminin değiştirilmesi-
demokratikleştirilmesi talebinde bulunması, burjuva
partilerin hangi güdülerle hareket ettiklerini ve samimi-
yetlerini göstermesi açısından örnektir. Diğer yandan
iktidar partisinin ise, açıkça adaletsiz sonuçlar doğuran
bir seçim sistemini değiştirmeyip, bunun sorumlu-
sunun kendisinden önceki iktidarlar olduğunu öne
sürmesi de kabul edilebilir bir yaklaşım değildir ve ben-
zer bir samimiyetsizliğin örneğidir. Bu samimiyetsiz-
lik ve demagojik söylem, Türkiye’de burjuva partilerin
değişmez bir karakteri olarak karşımıza hep çıkmıştır
ve çıkmaya da devam etmektedir. (Önümüzdeki seçim-
lerde de, seçim sisteminin adaletsizliği noktasında aynı
yaklaşımın hakim olduğunu görmekteyiz.)
1960 askeri müdahalesinin ardından, 1961
Anayasası’na dayanılarak oluşturulan 306 nolu Mil-
letvekili Seçim Kanunu gereğince, Türkiye’de ilk defa
olarak, “Nispi temsil” sistemine geçildi. “Nisbi temsil”
sisteminin temel esası her partinin aldığı oy oranında
temsil gücü elde etmesini sağlamaktır. Bu tarihten iti-
baren günümüze kadar bütün genel seçimlerde ‘nisbi
temsil’ sistemi uygulanmıştır ve hala da uygulanmaktadır.
Fakat bu defa dışlama mekanizması olarak ‘nisbi temsil’
sistemi içerisinde “baraj” usulleri ve hesaplama teknik-
leri getirilmiştir. Baraj uygulamasına göre bir ‘seçim
çevresi’nde ve/veya ülke genelinde belli bir oy sayısına
veya oy yüzdesine ulaşamayan siyasi partiler, ‘seçim
sayısı’na ulaşamadıkları seçim çevrelerinde aldıkları
oyları temsil edememektedirler; ülke genelinde baraj
söz konusu olduğu durumlarda ise hiçbir şekilde mil-
letvekili çıkaramamaktadırlar. Yani baraj uygulamasının
söz konusu olduğu dönemlerde, barajla ilgili sürekli bir
takım değişikliklere gidilmesini ve bunun her iktidar
döneminde, kendi hesabına gelecek şekilde, yapılmasını
yadırgamamalıyız. Çünkü her değişiklik aslında kim-
lerin, hangi düşüncelerin, hangi partilerin dışlanacağı
ile yakından alakalıdır ve seçim sonuçlarını önemli
düzeyde belirleyecektir. Örneğin, 1980 öncesinde %10
ülke barajı uygulanmış olsaydı, parlamentoya giren
parti sayıları azalacaktı: 1965 seçimlerinde 6 parti değil,
2 parti; 1969 seçimlerinde 8 parti değil, 2 parti; 1973
seçimlerinde 7 parti değil, 4 parti; 1977 seçimlerinde 6
parti değil, 2 parti girmiş olacaktı. Başka bir örnek: 1983
ve 1987 seçimlerinde çifte baraj yerine, ‘barajsız d’hondt’
usulü uygulanmış olsaydı, 1983 seçimlerinde %45,1
oy alan ANAP 212 yerine 189 milletvekili çıkaracaktı
ve tek başına iktidar olamayacaktı; yine 1987 seçimle-
rinde %36,3 oy alan ANAP 292 yerine 206 milletveki-
li çıkaracak ve yine tek başına iktidar olamayacaktı.
Bütün bu uygulama değişikliklerinin ise istikrarlı bir
yönetim ihtiyacından kaynaklandığı söylenmektedir.
Yani farklı renklerin, farklı düşüncelerin parlamentoya
girmesi istikrarı bozmaktadır; yani yürütme organı olan
hükümetin parlamento üzerindeki kuşatıcı etkinliği
zarar görmektedir, yani gürültü(!) oluşmaktadır.
1961 Milletvekili seçimleri ve 1964 Cumhuriyet Se-
natosu seçimleri, “nispi temsil” sistemi içerisinde “Çevre
barajlı d’bondt” usulüne göre yapılmıştır. “çevre barajlı
d’hondt” usulüne göre bir seçim çevresindeki geçerli
oyların toplamı, o ilin milletvekili sayısına bölünüyor ve
böylelikle ortaya çıkan seçim barajı sayısından az oy alan
siyasi partilere veya bağımsız adaylara o seçim çevre-
sinden milletvekilliği verilmiyor; barajı geçen bağımsız
adaylar milletvekili seçiliyor, siyasi partiler ise oy oranları
ile orantılı olarak milletvekili çıkarıyorlardı.
1963 Kasımında yapılan ara seçimleri Demokrat
Parti’nin devamı olarak bilinen Adalet Partisi’nin
kazanması ve yine aynı gün yapılan yerel seçimlerde
Adalet Partisi’nin CHP’den daha fazla oy olması (AP
%45,4, CHP ise %36,2) üzerine, 1965 genel seçim-
lerinde Adalet Partisi’nin tek başına iktidar olması
olasılığına karşı, 1964 yılında hükümette bulunan CHP
ve diğer partiler seçim kanununda değişikliğe gittiler.
Bu değişiklikle birlikte 1965 Milletvekili seçimlerinde
ve 1966 Cumhuriyet Senatosu seçimlerinde yine “nisbi
temsil” sistemi, fakat bu sefer “d’hondt” usulünden farklı
olarak “milli bakiye” usulü uygulandı. Bu usuller aslında
birer hesaplama yöntemleridir, yani oy sayılarının mil-
letvekili sayılarına dönüştürülmesi işlemidir. Fakat ge-
lin görün ki seçim sonuçlarını tamamen değişik bir
şekle büründürmektedir. Örneğin, 1965 seçimlerinde
‘milli bakiye’ usulü değil de ‘barajsız d’hondt’ usulü
28
Baraj uygulamasının söz konusu olduğu
dönemlerde, barajla ilgili sürekli bir takım
değişikliklere gidilmesini ve bunun her
iktidar döneminde, kendi hesabına gelecek
şekilde, yapılmasını yadırgamamalıyız.
Çünkü her değişiklik aslında kimlerin,
hangi düşüncelerin, hangi partilerin
dışlanacağı ile yakından alakalıdır ve seçim
sonuçlarını önemli düzeyde belirleyecektir.
uygulanmış olsaydı, Adalet Partisi 38, CHP 9 sandalye
daha kazanacaktı ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi
9, Millet Partisi 15, Türkiye İşçi Partisi 12, Yeni Türkiye
Partisi 11 sandalye kaybedecekti.
“Milli bakiye” usulü temsilde adalet ilkesi açısından
en uygun nispi temsil sistemi olmuştur. Bu sistemde
geçerli olan oyların hemen hemen tamamı parlamen-
toda temsil edilmiş oluyordu. Belli bir seçim çevresinde
seçim sayısına veya baraj düzeyine ulaşamayan partilerin
aldıkları oylar yok sayılmıyor, “milli seçim çevresi” içe-
risinde toplanarak parlamentoya yansıma imkanı bu-
luyordu. Örneğin Türkiye İşçi Partisi’nin 1965 Genel
seçimlerinde kazandığı 15 sandalyeden 12’si “milli
bakiye usulü”nün uygulanması sayesinde mümkün
olabilmiştir.
Seçim kanunundaki değişikliklere rağmen 1965
milletvekili seçimlerinde Adalet Partisi %52.9 oy ala-
rak tek başına iktidar olmuştur ve bir sonraki seçimlere
kadar seçim kanunda değişiklik yapmak istemektedir;
çünkü milli bakiye usulü nedeniyle küçük partiler de
parlamentoya girmiştir ve hükümetin getirdiği yasa
değişikliklerinde sorun çıkarmaktadırlar. Örneğin,
Türkiye İşçi Partisi üyesi olan milletvekilleri hüküme-
tin yasalaştırmayı başardığı onlarca kanun ve anayasa
değişikliğini Anayasa Mahkemesi’ne götürmüşler ve
iptal edilmesini sağlamıştır. Bu amaçla, 1968 yılında,
küçük partilerin, özellikle de 1965 seçimlerinde parla-
mentoya 15 sandalye ile giren Türkiye İşçi Partisi’nin
parlamento dışı kalması için seçim sisteminde
değişiklikler yapılarak, tekrar 1961 Seçim Kanunu’nun
“Barajlı d’hondt” usulüne dönmek istenildi ve bu yönde
kanun değişikliği gerçekleştirildi. Fakat TİP’in Anayasa
Mahkemesi’ne götürdüğü bu değişikliğin barajla ilgili
hükmü mahkeme tarafından Anayasanın eşitlik ilkesine
aykırı olduğu gerekçesiyle iptal edilmiştir. Böylece 1969
Milletvekili seçimlerine “Barajsız d’hondt” usulü ile
gidilmiştir ve bundan sonraki 1973, 1977 Milletveki-
li Seçimleri ile 1968, 1973, 1975, 1977, 1979 Cum-
huriyet Senatosu Seçimleri bu usule göre yapılmıştır.
Ayrıca Seçim Kanununa göre, siyasi partilerin seçime
katılabilmeleri için, kendi tüzüklerine göre ilk genel
kongrelerini yapmış olmaları ve en az on beş ilde en az
altı ay evvel il ve ilçe teşkilatı kurmuş bulunmaları veya
ilk genel kongrelerini yapmış olmak kaydıyla Türkiye
Büyük Milet Meclisi Birleşik Toplantısında gruba sa-
hip olmaları ve teşkilatı olsun veya olmasın en az on
beş ilin her birinde o seçim çevresinin çıkaracağı mil-
letvekili sayısına eşit sayıda aday göstermeleri gereki-
yordu. Buradaki “en az on beş ilde, il ve ilçe teşkilatının
kurulmuş olması” ile ilgili olarak, Anayasasının seçim-
lerin serbest yapılması ilkesi ve eşitlik ilkesi esasına dair
hükümlerine aykırı olduğu gerekçesiyle, iptal istemiyle
Anayasa Mahkemesi’ne gidilmiş, fakat mahkeme üç karşı
oyla, yani oy çokluğuyla bu talebi reddetmiştir. ( Burada
Anayasa Mahkemesi’nin 2007 Cumhurbaşkanlığı
seçimiyle ilgili aldığı kararı göz önüne alındığında tarih-
sel bir analoji kurulabilir.)
1980 askeri müdahalesinin ardından, Milli Güven-
lik Konseyi’nin oluşturduğu Kurucu Meclis tarafından
hazırlanan ve yine Milli Güvenlik Konseyi’nin
onayından geçen yeni Milletvekili Seçim Kanunu
1983 yılında yürürlüğe girmiştir. Yeni seçim kanu-
nun hazırlanmasında, askeri müdahalenin gerekçeleri
arasında da yer almış olan, ‘koalisyon hükümetlerinin
yönetim zafi yeti’ ve ‘aşırı sağ ve sol akımların bölücü ve
yıkıcı tutumlarının siyasal alanda yer edinmesi(!?)’ özel-
likle dikkate alınmıştır. Bu kanunun en dikkat çekici
maddesi barajla ilgili olan kısmıdır. Bu kanunla, nisbi
temsil sistemi çerçevesinde “çifte barajlı d’hondt” usulü
getirilmiştir. Yani hem çevre barajı hem de ülke barajı
söz konusudur. Ülke genelinde geçerli oyların %10’unu
geçemeyen partiler hiçbir şekilde temsil gücü elde ede-
memektedirler; diğer yandan belli bir seçim çevresinde
milletvekili seçim sayısına ulaşamayan partiler, o seçim
çevresinden milletvekili çıkaramamaktadır. Aynı şekilde
bağımsız adaylar için de çevre barajı söz konusudur. Bu
sisteme göre çevre barajlarının ne olacağı, ilgili seçim
çevresinin ne kadar milletvekili çıkaracağı ile ilgilidir.
Örneğin 4 milletvekili çıkaracak bir seçim çevresi için
çevre barajı %25; 2 milletvekili çıkaracak bir seçim
çevresi için ise %50 olacaktır.
29
dosya
dosya
‘Çifte barajlı d’hondt’ uygulaması 1987 ve 1991
milletvekili seçimlerinde de uygulanmıştır, fakat bu
süre içersinde bazı değişiklikler yapılmıştır. 1987 genel
seçimleri öncesinde çıkarılan bir kanunla, bir çeşit “Dar
Bölge Sistemi”ne geçildi ve “kontenjan” uygulaması ge-
tirildi. Buna göre, her ilin nüfusuna göre tespit edilen
milletvekili sayısı 6’yı geçerse, o il birden fazla seçim
çevresine ayrılıyor; 6 milletvekili çıkaracak olan bölge-
lerde partiler birer kontenjan adayı gösteriyor; bu sayı,
toplam milletvekili sayısının % 10’u olan 45’e ulaşmazsa
diğer bölgelerden dolduruluyordu. Bir seçim bölgesinde
en çok oyu alan partinin kontenjan adayı kazanmış
oluyordu. Ayrıca bu değişiklik çerçevesinde, açık bir
utanmazlık örneği de sergilenmiş; çevre barajının be-
lirlenmesinde milletvekili sayısına bölme tekniği ye-
rine bu sayının bir eksiğine bölme usulü getirilmiştir.
Yani 4 milletvekili çıkaracak olan bir seçim çevresinde
baraj %25 değil, %33,3 olacaktır. Bu değişiklikle,
ülke barajını aşmayı başarmış partiler arasında, küçük-
lerin aleyhinde yeni bir düzeltme yapılmış oluyordu.
1995 yılında Anayasa Mahkemesi’nin kararıyla çevre
barajı uygulaması sona ermiş, fakat %10’luk ülke barajı
günümüzde hala yürürlüktedir.
Ülkenin seçim çevrelerine bölünmesi ve her
seçim çevresinin ne kadar milletvekili çıkaracağına
ilişkin usuller de önemli bir dışlama mekanizmasına
dönüştürülebilmektedir. Halihazırda, yürürlükte olan
uygulamaya göre, öncelikle her ile bir milletvekili ver-
ilmekte; daha sonra ülke nüfusu, illere verilen mil-
letvekili sayısı çıkarıldıktan sonra kalan milletvekili
sayısına bölünmek suretiyle bir sayı elde edilmekte;
il nüfusunun bu sayıya bölünmesi ile her ilin ayrıca
çıkaracağı milletvekili sayısı tespit olunmaktadır. Bu
ilk hesaplama ile iller arasında bölüştürülmemiş bulu-
nan milletvekillikleri ise, nüfusu milletvekili çıkarmaya
yetmeyen illerin nüfusları ile artık nüfus bırakan illerin
artık nüfusları büyüklüklerine göre dağıtılmaktadır. Bu
uygulama sonucunda bazı büyük illerde bir milletvekili
için 100 bin oy gerekebilirken, küçük illerde bu sayı 30
binlerin altına düşebilmektedir. Tabi, bu uygulamanın
getirilmesinde, kırsal ve kentsel nüfusun genel siyasi
eğilimlerinin dikkate alındığını tahmin etmek pek zor
olmayacaktır. Bu uygulamayla Anayasadaki eşitlik ilke-
sinin çiğnendiği ise alenen bir gerçektir.
Diğer bir önemli dışlama unsuru ise, seçimlere
katılabilmek için belli bir örgütlenme ağına sahip
olunması ile ilgili şartlardır. Fakat bu durum, seçim
sistemiyle ilgili yapılan güncel tartışmalarda hiç yer
bulamamaktadır. Daha küçük çaplı, yerel veya bölgesel
örgütlenmeler böylece seçim sisteminin dışına itilmek-
tedir.
En son 2002 milletvekili seçimlerinde, seçim
sonuçları üzerindeki korkutucu etkisi iyice açığa çıkan
ve 1980 askeri darbesinin ürünü olan %10’luk ülke
barajı uygulaması, seçim sistemimizin ne kadar anti-
demokratik olduğunun en açık kanıtıdır. Fakat çeyrek
asırdır, askeri müdahaleyi demokrasiye karşı yapılan
bir darbe olarak gördüğünü ifade eden ve çoğu belli
dönemlerde iktidar olmuş burjuva siyasi partileri bu
uygulamayı değiştirmeyerek, kendilerinin ne kadar
demokrat olduklarını göstermişlerdir. Yaşadığımız
bu süreçte “demokrasi”nin, burjuva siyasi partileri
arasındaki rekabetçi buzlu sularda boğulduğuna şahit
olmaktayız. Örneğin, 2002 seçimlerinde ülke barajı
%10 değil de %5 olsaydı, parlamentoya 2 parti değil
7 parti girmiş olacaktı veya hiç baraj olmasaydı, 9
parti girmiş olacaktı. Ankara Ticaret Odası’nın yaptığı
çalışmaya göre; barajın %5 olması durumunda 2002
seçimlerinde, AKP 266, CHP 117, DEHAP 53, DYP
44, MHP 34, GP 28, ANAP 8 milletvekilliği elde ede-
biliyor. Yine aynı çalışmaya göre barajın olmaması du-
rumunda ise, AKP 262, CHP 117, DYP 44, MHP 33,
GP 28, DEHAP 53, ANAP 8, SP 4, BBP 1 milletvekili
30
Diğer bir önemli dışlama unsuru ise,
seçimlere katılabilmek için belli bir
örgütlenme ağına sahip olunması ile ilgili
şartlardır. Fakat bu durum, seçim sistemiyle
ilgili yapılan güncel tartışmalarda hiç yer
bulamamaktadır. Daha küçük çaplı, yerel
veya bölgesel örgütlenmeler böylece seçim
sisteminin dışına itilmektedir.
çıkarmakta. Görüldüğü gibi her iki durumda da AKP
birinci parti olmakta; fakat bırakın nitelikli çoğunluk
elde etmeyi, tek başına iktidar dahi olamamaktadır.
Fakat gelin görün ki, bugün kendisini “demokrasi aşığı”
ilan edebilmekte, “milli irade”yi – “millet”i temsil ettiğini
dilinden düşürmemektedir. Eğer en demokratımız AKP
(Ne yazık ki, AK parti dememiz mümkün değil) ise vay
halimize!
Son birkaç ay içersinde yaşadığımız cumhurbaşkanı
seçimi sürecinde, seçilmiş parlamentonun meşruiyetinin
dahi tartışma konusu olduğuna hep birlikte tanık olduk,
fakat seçim barajının düşürülmesine ( ki biz tamamen
kaldırılmasını istiyoruz) yönelik taleplerin çok cılız
kaldığını da yine hep birlikte görmekteyiz. ( “Demokra-
si aşığı”nın bu kadar bol olduğu bir ülke için pek tu-
haf bir durum galiba!) Peki, herkesin kendini demokrat
ilan edip, kendi dışındakileri ise anti-demokrat olarak
nitelediği günümüz siyasal yaşamında demokratlığın
ölçütü nedir? Acaba seçim öncesinde verdikleri vaatleri,
seçildikten sonra unutan, kendi içindeki muhalif ses-
leri derhal susturan, kişi merkezli siyasi partilerimiz ne
kadar demokrat? Öyle görünüyor ki, sık sık demokrat
olduğunu üstüne basa basa vurgulayanlar, aslında
ne kadar da demokrat olmadıklarını/olamadıklarını
ifşa ediyorlar galiba! Ama yine de haklarını yememek
adına, bütün bu demokrat(!) güruhun %10 düzeyinde
demokrat olduklarını kabul edebiliriz! Peki, bu %10’luk
demokrasi ne kadar işimize yarar? Örneğin, Kürt köken-
li vatandaşların demokratik taleplerini karşılayabilir
mi? Yazarlarımızın, çizerlerimizin arzuladıkla ölçüde,
rahatça ve kokusuzca kendilerini ifade etmelerine or-
tam yaratabilir mi? Neo-liberal küreselleşme harekatı
karşında çaresiz bırakılanlar için %10’luk demokrasi ne
vaad etmektedir?
Biz bütün bu yazdıklarımızla birlikte ironi gibi
gözükse de, sorduğumuz soruların cevaplanabilmesi için
burjuva demokrasisine ve sınıf iktidarına karşı %100’lük
bir barajın konmasının en demokratik yol olduğunu
düşünmekteyiz.
31
dosya
dosya
Zor zamanlardan geçiyoruz kuşkusuz…
İnsan dönüp memleketin son zamanlarına
baktığında, yahu beğenmeyeceğin liberal
demokrasicilik oyununu dahi oynayamıyoruz demekten
kendini alamıyor. “Derin” müdahaleler sonucunda
sürüklendiğimiz seçim döneminde, gündemin
keşmekeşi ve zihinlerin dumura uğramışlığı karşısında,
kendi konumumuza ilişkin sözleri üretemez olduk.
Son dönemlerde zaten seçime dair, politikaya dair
herhangi bir tartışma, güvenlik sorunları ile ötelenmiş
durumdayken, yapay ve sanal ikiliklerin kıskacındaki
siyasi arenada cılız olan seslerimiz daha da boğuluyor.
Siyasetin ve dahası reel politikanın temel ikilikleri iradi ve
ideolojik biçimlerde bulanıklaştırılırken, gerici olmamak
adına otoriter devletin ve totaliter askeri gücün kucağına
itilen insanlara (içinde elbette bizler de varız) güçlü bir
biçimde, bunlar sanal tartışmalar asıl mesele emek ve
sermaye çelişkisi, bu zırvalarla uğraşmayın diyemiyoruz.
Şimdi bir takım soyut tartışmalardan yola çıkarak,
bu nedenle zorunlu olarak biraz üstten konuşarak,
gerçek olduğunu tespit ettiğimiz çelişkiler bağlamında,
seçim sürecine müdahil olma potansiyeli taşıyan söz
üretmeye çabalayalım. Bu satırları okuyacak kişilerin
büyük bir ihtimalle vakıf olduğu bir takım kavramsal
açıklamalarla girizgah yapacağız. Sürdürmeye
çalışacağımız tartışmalar için göz ardı edilemez bir
kolaylık sağlayacağı için, muhtemelen herkesin
malumu bir takım önermelerle başlayalım tartışmaya.
Toplumsal yapının her düzeyde (politik, ekonomik,
kültürel v.s.) temel belirleyicisi olarak tanımladığımız
çelişki; emek-sermaye çelişkisi, basitçe, doğrudan,
üstbelirlenimler ya da basit sınıfsal konumlanışlar
itibariyle bu özelliğini kazanmaz. Bu nedenle emek-
sermaye çelişkisi yalnızca üretim alanında ya da kişilerin
net ve anlaşılır sınıfsal konumlanışlarında kendini
yeniden üretmez. Değişen ya da değiştiği iddia edilen
yapısına rağmen kapitalizm hala bu basit görünen
çelişki üzerinden kendini vareder, bunu yaparken
de gücünü tüm toplumsal ilişkileri dahası toplumsal
ilişkilerin her fazını bu çelişki üzerinden şekillendirerek
kurar. Toplumsal yapının farklı düzeyleri ve sınıfsal
konumlanışları yanında tek tek her birey bu çelişkinin
dinamikleri ile şekillenir. Bireyin gerek ekonomik
gerek kültürel alanda kendini gerçekleştirmek ya da
toplumsal-kişisel fayda yaratmak maksadını aşıp, tüm
bu unsurlardan bağımsız piyasa denilen görünmez
el için üretim gerçekleştirdiği andan itibaren, kişinin
kendini gerçekleştirmesi; kendi varoluşuyla, toplumla
ve tüm ekoloji ile uyumlu bir benlik yaratması önünde
kalın duvarlar örülmüştür. İşte tam da bu nedenle
sınıfsal konumlanışı nerede gerçekleşmiş olursa olsun
her birey bu çelişki ile kıskaç altına alınmıştır ancak bu
süreç ideolojik olarak maskelendiği için de bırakın bu
sistemden -görece- nemalananları- (örneğin orta sınıftan
bir kişiyi) doğrudan ve açık bir biçimde sömürülen kişi ya
da sınıfl ar bile bu gerçeği açık bir biçimde tanımlayamaz
ve tanımlayamadığı noktada da mücadele edemez.
Emeğin insanı insan yapan temel değer olması, yeni
32
Feminist Bir Seçim
Çalışması Mümkünsahra daşdemir
İbrahim Tatlıses’in meclise girmesini bırakın, milletvekili
adayı olabilmesinin bile bu ülke ve özellikle bu ülkenin tüm
kadınları için büyük bir utanç olduğunu sokaklarda, alanlarda
bağırmak gerekir. Feministlerin ve feminist söylemin bu kadar
parçalı hale geldiği bir noktada, tüm ortak söylemlerimiz
bu adama karşı yürütülecek mücadelede cisimleşmiyor mu?
bir şey yaratması yani insanın kendini gerçekleştirmesi
için temel araç olmasının karşısında, emek gücünü
alınır satılır bir araca dönüştüren sistem, bu taban
üzerinden aslında tüm bireyleri ve tüm toplumu insani
olmayan, sanal bir gerçeklik düzeyine hapsetmektedir.
Sermaye ise, basitçe üretim araçları ya da bunların
toplamı olmadığı, tam da nihai haline emek ile arasında
kurulmuş olan toplumsal ilişki dolayımıyla kavuştuğu
için, emek-sermaye çelişkisine doğrudan maruz kalsa
da kalmasa da toplumsal yapının her düzeyini ve
bu düzeyler içerisindeki bireyleri belirler ve etkiler.
Toplumsal yapıda bireyin konumlanışını iradi
olmayan bir biçimde belirleyen bir diğer sistem ise
toplumsal cinsiyet sistemidir. Toplumsal cinsiyet
sistemi, tarihsel, toplumsal ve kültürel olarak farklı
inşa süreçleri sonucunda, kişiyi belli sınırlar dahilinde
tanımlar/konumlandırır. Cinsiyet dolayımıyla kurulan
ancak basitçe onun bir sonucu olmayan ve hatta basitçe
‘kadın’ ve ‘erkek’ gibi iki farklı bileşenden oluşmayan,
bir çok farklı, değişken sürecin iç içe girmesi ile oluşan
toplumsal cinsiyet sistemi; bireylerin –ister farkında
olsunlar ister olmasınlar- ve toplumsal yapının her
düzeyinde derin bir etki yaratır. Toplumsal cinsiyet
sistemi, kadın ve erkek arasındaki çelişki olarak
basitleştirilen ancak aynı zamanda doğa ve kültür,
özel ve kamusal, duygu ve akıl gibi farklı biçimlerde/
değişken bir çok çelişki düzeyi yaratır. Bu sistemde
aynı emek-sermaye çelişkisinde olduğu gibi sömürü
ya da iktidar mekanizmaları doğrudan erk sahipleri
tarafından kurulmaz, yani sistem basitçe erkekler
tarafından, erkekler için yaratılmış değildir. Toplumsal
cinsiyet sistemi karmaşık ve eklemli süreçlerle, hem
kadınlar hem de erkekler tarafından yaratılır, ve nihai
olarak tüm bireyleri belirler ve cendere altına alır.
Ancak elbette ki, örneğin emek sermaye çelişkisi
bağlamında aslında sermaye sahibinin de insani olmayan
bir sistemde yaşadığı için ezildiğini söyleyebilsek de,
öncelikle bu çelişkinin birincil ve açık mağduru olan
emek gücünü satan kişinin maddi özgürleşmesi sürecine
yoğunlaşacağımız gibi, toplumsal cinsiyet sistemi
çelişkisinin birincil mağduru konumundaki kadınlar da
mücadelenin öncelikli öznesi konumundadırlar. Ancak
sınıfsal tekabüliyet doğrudan bir mücadele öznesi
yaratmadığı gibi, kadın olmanın kendisi de doğrudan
bir karşı duruş pozisyonu yaratmaz. Aynı emekçinin
mücadelesinde olacağı gibi, toplumsal cinsiyet sisteminin
eşitliksiz yapısına karşı mücadele edecek birincil özneler
olan kadınların da politik bir söylem geliştirmeleri ve
yürüttükleri mücadelenin politik bir mücadele olduğu
bilincine ulaşmaları gerekir. Kısaca kadınların kurtuluş
mücadelesi olarak adlandırabileceğimiz, toplumsal
cinsiyet sisteminin yarattığı iktidar mekanizmaları ile
toplumsal yapının her düzeyinde sürdürülecek olan
mücadele; basitçe kadınların mücadelesi değil, politik
kadınların yani kadın olarak konumlanışlarının toplumsal
bir kurulum olduğunun, bu nedenle de değişime açık
olduğunun farkına varan kadınların mücadelesidir.
Kadın ve Siyaset Üzerine...
Kadın siyaseti toplumsal değişim araçlarından bir
tanesidir ve ne kadar işlevli olduğu, ne düzeylerde sonuç
yaratabileceği toplumsal ve konjonktürel olarak tespit
edilebilir. Bu aracın, toplumsalın eşitliksizci yapısının
dönüşümü için kullanımı sürecinde, doğrudan iktidara
maruz kalanların, ezilen sınıfl arın ve ezilen toplumsal
cinsiyet kategorilerinin temsili bu nedenle anlamlıdır.
Ancak bu noktada sorunu yalnızca niceliksel verilerle
anlamaya çalışmak yetersiz olacağı gibi, uzun vadede
toplumsal dönüşümün önünde engel yaratadabilir. Bu
kısa tespitlerden yola çıkarak, 22 Temmuz seçimleri
sürecinde görece daha görünür hale gelmiş olan, kadınların
siyasete katılımı meselesini irdelemeye çalışalım.
Seçim sürecinde gerek KA-DER’in yürüttüğü etkili
ve medyatik kampanya, gerekse medyanın muhtelif
araçlarının konuyu sıklıkla gündeme getirmesi dolayısıyla,
siyasi partilerin kadın adaylara seçimde ne düzeyde
öncelik tanıyıp tanımadığı sorunu tartışılır oldu. Diğer
seçimlere kıyasla kadın adayların desteklenmesi meselesi
çok daha fazla tartışılmışken, milletvekili aday listelerinin
açıklanması ile feministler yine hayal kırıklığına uğradı.
Aslında gerçekten uğramalı mı sorusunu saklı tutalım
ve öncelikle kadın ve siyaset meselesine bir bakalım.
Yukarıda da değinmeye çalıştığımız gibi, toplumsal
cinsiyet sistemini her düzeyde eşitlikçi bir biçimde
yeniden kurma hedefi nde olan feminist mücadele,
kendi konumunu politik bilinç düzeyine yükseltmiş
/çıkarmış kadınlar tarafından sürdürülür. Kadınların
siyaset alanında olsun toplumsalı kurucu diğer alanlarda
olsun daha fazla görünür olması, daha fazla sayıda
kadının içerik belirlemeden sorumlu olması elbette
önemli bir gelişme olacaktır. Hele ki Türkiye gibi
gerek siyasal temsil düzeyinde, gerek üretim alanında
kadının en alt düzeylerde yer bulduğu bir ülkede, kadın
sayısının artışı elbette bir etki yaratacaktır. Ancak gerçek
dönüşüm ancak politik kadınların-feminist kadınların
görünürlülüğünün artması ile gerçekleşebilir. Bu
nedenle eril ve büyük siyaset arenasında söz söylemek
isteyen kadınların, ‘meclise girmek için bıyıklı olmak
şart mı?’ söyleminin bir adım ötesine geçmesi gereklidir.
Feminist mücadelenin kazanımlarını geriletmek ve
dahası yeni kazanımların önüne duvar örmek işi pekala
bıyıksız erkek/kadın’lar tarafından da yapılabilir.
33
dosya
dosya
Bu nedenle kadın olsun da hangi partiden hangi
programdan olursa olsun yaklaşımı, feminizmin politik
temelini görmezden gelmek ve aynı toplumsal cinsiyet
sisteminin ve patriyarkanın kendini meşrulaştırmak için
kullandığı ‘doğal’ referanslara yaslanmak suretiyle süre
giden eşitliksizci yapıyı yeniden üretmek gibi ciddi bir
risk barındırmaktadır. Bu nedenle ne kadar feminist
olduğunu bilsem de Mehmet Ağar’ın partisi DP’den aday
olan kadınlar beni yeterince heyecanlandırmıyor. Zaten
bir oyun gibi işleyen demokratik temsiliyet ilişkileri temel
olarak liderin nihai otoritesi ile şekillendiği ve bırakın
seçim sistemini parti içi demokrasinin bile tamamen bir
safsataya dönüştüğü bir atmosferde, lider ve programları
itibariyle feminizm karşıtı politika üreten partilerden
aday olan kadınların, mücadeleye ne kazandırabileceğini
kara kara düşünüp duruyorum. Hoş zaten artık bunu da
düşünmeye gerek yok çünkü ‘feminist’ kadınların hemen
hiçbiri aday adaylığı statüsünden adaylık statüsüne bile
geçemediler. Aday listeleri açıklandıktan sonra, baraj
sistemi de göz önüne alarak yapılan tahminlere göre yeni
mecliste kadın milletvekili sayısı zaten 50’yi geçmeyecek.
Peki seçim sürecinde nasıl bir feminist politika
yürütmeli? KA-DER’in seçim çalışması bile
tüm eksikliklerine rağmen feminizm içi bir çok
tartışma yaratmışken1, bütünlüklü ve etkili bir
feminist seçim çalışması nasıl sürdürülebilir diye
düşünürken, beni oldukça heyecanlandıran bir
fi krim var! Kadınların ortak ve temel sorunlarına
dair söz üretebilmesine olanak sağlayacak ve
söylediğimiz sözü görünür kılabilecek bir çalışma.
Bu Ses Canımızı Acıtıyor!!!
İnsan elbette yüksek düzeyde olumsuz hisler
beslediği, olumsuz düşünce sahibi olduğu biri
hakkında soğukkanlı cümleler kuramıyor, bir de bu
işin şakası yok can tehlikesine rağmen bir eleştiri
yapacağız her an topuktan hizaya getirebiliriz!
Tam otuz yıldır bir şekilde hayatımızda,
gündemimizde ve hatta evimizin içinde olan bir
fi gürden bahsediyoruz. Acıklı başlamış bir hayat
hikayesinin kendisinin nasıl da acı yaratacak duruma
evrildiğini özetleyen bir hikaye, bir popüler kültür
hikayesi, Türkiye’de popülerin ne kadar karanlık yüzlü
olduğunu gösteren hikaye, Türkiye toplumunun
1. Özellikle bu kampanyanın hemen ertesinde, kadınların örtünme sorunlarına ilişkin yükseltilen sesler ve Yeni Şafak Gazetesi’nin öncülüğünde bazı feminist kadınların, kampanyanın başörtülü kadınlar üzerinden farklılaştırılmış versiyonu-na verdikleri destek ve bu destek sonrasında feminist kadınlar arasında başlayan ‘senin Nuray Mert ve Nazlı Ilıcak’ gibi ‘kadın’larla ne işin olur özetli tartışma
34
karanlık ilişkilerine tutulan bir ayna ve dahası toplumun
kadın algısı ve kadına davranıştan anladığının özeti,
kısacası otuz yıllık tarihimizin bir arpa boyu yolu.
Hayat hikayesini az buçuk hepimizin bildiği bir
kişiden bahsediyoruz, dünyaya geldiği ve ilk parladığı
döneme kadar oldukça trajik bir hikaye; yoksulluk,
yoksunluk, dışlanma ve ezilmişliğin hikayesi.
Hayatının erken dönemlerinde bu kadar keskin acılar
yaşamamış biri olarak, bu durumun insanın karakteri
üzerinde ne tür aşınmalara neden olacağını bilemem
elbet ama yaşadığı şey ne olmuş olursa olsun, tüm
maddi ve psikolojik gerekçeler, bugünkü varoluşunu
anlamamızı sağlayamıyor. Ve işin en iç burkan yanı da
bu kişide cisimleşmiş, ezilenin iktidar merdivenlerinde
tırmandıkça nasıl da vahşi bir ezene dönüştüğünü
görmek, empati yoksunluğunun, tarihsizmiş gibi
kurulan bugünlerin, bizi içine çekebileceği açmazlarla
mücadele etmek…Sadece patavatsız ve abuk sabuk bir
biçimde konuşan, kendi tarzında iyi şarkı söyleyen bir
fi gür olarak kalsaydı keşke hayatımızda… ama olmadı
işte; özellikle 1990’lardan sonra şarkı söylemek tüm
yaptığı işler yanında önemsiz bir faaliyete dönüşüverdi;
oyunculuk,senaristlik ve yönetmenlik denemeleri ve
hatta uzmanlıkları (?) bir yana – ben her işi yaparım,
uzmanlık, deneyim, yetenek falan da aramam
yaklaşımıyla- gıdadan turizme, havacılıktan, radyoya,
yapımcılığa kadar o kadar uzun kollarla yayılmaya
başladı ki, biz artık ucunu bucağını kaçırdık. Türlü çeşit
operasyonda adı geçen, ‘dur’ derken yanlışlıkla (!) insan
vurdurtan, devletin derin kişiliklerinin ahbabı, en büyük
vatansever, en bağlı Atatürkçü ve en harbi delikanlı!
O kadar harbi bir delikanlı ki; daha şan şöhret bu
kadar başını döndürmemişken bile, bir kadına nasıl
davranılması gerektiği konusunda gerçek bir kitap yazdı
–malum delikanlılığın kitabı-, aşırı şişkin bir özgüvenle,
‘beyaz’ güzel kadınları kendine aşık ettiği yetmedi,
hayatına giren tüm kadınlarda ‘derin’ izler bırakmayı
bir şekilde başardı, kimiyle çocuk yaptı, kimiyle fi lm..
ama istisnasız tüm kadınların bir şekilde tokadını,
yumruğunu o da olmadı kurşununu tatmasını sağladı.
Bir de düşünsenize bunlar bu kadar göz önünde olup
da hikayesini duyma şansı –ama duyma şansı ola da
elde ettiysek bile hemencecik unutuvermek koşuluyla-
bulduğumuz kadınlar, buzdağının görünen kısmı bu ise
görünmeyen kısmı insanın gerçekten kanını donduruyor.
Hiçbir hat hudut tanımayan, televizyon ekranlarında
bile kadınları tehdit eden, hakkında her gün yeni bir
tecavüz iddiası ortaya atılan, tüm ‘malzemelere’ canhıraş
saldıran magazin medyasının –nedense- tecavüz
iddialarını ustalıkla susturmasını sağlayan, kadınların
emeğini tehditlerle sömüren ya da bağımsız bir biçimde-
öyle ya da böyle- emek piyasasına girmesine engel olan,
kadınları döven, söven, vurduran bir adam parçası. Tüm
yaptıkları yetmezmiş gibi şimdi de meclise gözünü dikti
İbrahim Tatlıses, tamam meclis bizim için kutsal bir
çatı değil, tamam oradaki vekillerin halkın çıkarlarını
koruduğuna/koruyabileceğine inanmıyoruz ve tamam
mevcut seçim sistemiyle demokrasicilik oyununu bile
oynayamıyoruz. Ama bu kadar pişkinliğe de bir dur
demek gerekir, İbrahim Tatlıses’in meclise girmesini
bırakın milletvekili adayı olabilmesinin bile bu ülke
ve özellikle bu ülkenin tüm kadınları için büyük bir
utanç olduğunu sokaklarda, alanlarda bağırmak gerekir.
Feministlerin ve feminist söylemin bu kadar parçalı
hale geldiği bir noktada, tüm ortak söylemlerimiz bu
adama karşı yürütülecek mücadelede cisimleşmiyor
mu? Kadının emeğini sömüren, bedenini kendi malı
haline çeviren, her türlü fi ziksel ve psikolojik şiddeti
uygulamayı kendine hak gören, bunları yaptıkça
errrkekleşen bu adama karşı, haydi feministler
“can”ımızı dişimize takıp seçim çalışması örelim.
Bu basitçe İbrahim Tatlıses’e karşı yürütülecek
bir çalışma değil, yani kişisel değil, bir kişi karşıtı
değil, oldukça politik bir çalışma, bu adamın
şahsında cisimleşen ama aslında sıradan erkeğin
de ondan farklı olmadığını-belki de bu yüzden bu
kadar çok hayranı olduğunu- ve dahası şu an meclis
sandalyelerini dolduran kişilerin de çok da farkı
olmadığını, işte bu nedenle bunun bir sistem sorunu
olduğunu vurgulayan, feministlerin ortaklaşmış
talepleri üzerinden sürdürülecek bir çalışma. Feminist
tarih bu noktada sözümüzü sakınmamızı aff etmez!
35
dosya
dosya
Bin Umut Adayı
Doğan Erbaş
DTP’li kimliğinize dair bir soruyla başlayalım. 2007 seçimlerine sol-sosyalist çevrelerle ittifak yaparak,
bağımsız adaylarla girme kararı aldınız. Önceki yıllara göre ne değişti de böylesi bir karar aldınız?
DTP ve önceki partiler döneminde de seçim dönemi
öncesi, bağımsız adaylarla mı girelim, parti olarak mı gire-
lim tartışmaları yapılırdı. Bin Umut Kampanyası’ndan
anlaşılabileceği gibi bu sene için eğilimlerimiz bağımsız
adaylarımızla girmek yönünde belirdi.
Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde yaşananları ce-
sur bir yorumla ele alınırsa, Türkiye’nin yapısal krizinin,
siyasal krize dönüştüğü söylenebilir. Türkiye’deki yapısal
krizin bu kadar derinleştiği bir dönemde, Kürt halkı
kendi temsilcilerini mecliste görmek istiyor. Bağımsız
adaylarla katılma kararımızda, Türkiye’nin içinde
bulunduğu konjonktür etkili oldu anlayacağınız.
Bunun dışında DTP tabanından gelen yoğun bir
baskı var, kendi içimizde bir anket yapıyor olsaydık,
yüzde 99 oranında bağımsız adaylarla seçimlere
katılmamız istenirdi.
Bin Umut Adayları Projesi, DTP için ne ifade ediyor?
Az önce değindiğim gibi, halkımız temsilcilerini
mecliste görmek istiyor. Ülkede uygulanan yüzde 10
baraj uygulaması buna engel oluyor. Bizim önümüzdeki
tek baraj yüzde 10 barajı da değil üstelik. Bizim tem-
sil ettiğimiz insanların bir kısmının, okuma yazması
yok. İkametgahı belirsiz, yüzer gezer bir hayat yaşıyor.
Bizim temsil ettiğimiz insanların bir kısmının, nü-
fus cüzdanı yok. Üstüne üstlük YSK bu seçimlerde,
bağımsızların pusulaya eklenmesi kararını aldı. 22 Tem-
muzda insanlarımızın önüne koyulacak oy pusulasında,
numara yok, amblem yok, ayırt edici hiçbir özellik yok.
Az önce belirttiğim gibi bizim önümüzdeki tek baraj
yüzde 10 barajı değil. Hakkaniyetli bir seçim yapılsa,
DTP’yi meclise almamak için yüzde 10 barajının yeter-
siz kalacağına eminim.
Açık seçik bir adaletsizlik ne kadar ortadaysa, bu-
nun bir anda değişemeyeceği de o kadar ortada. Par-
lamentoya girmenin, halkımızın sorunlarını parla-
mentoda gündemleştirmenin, çözüme katkı sunmanın
Önümüzdeki genel seçimler yaklaşırken, sol çevre-lerin neredeyse tamamından destek gören Bin Umut adaylarından Avukat Doğan Erbaş’la, bağımsız ortak aday projesini konuştuk. İstanbul 2. Bölge adayı olan Erbaş, projenin DTP ve sol hareket açısından seçimlerdeki öne-mine değinerek, bu projenin, yüzde 10 barajının yarattığı hakkaniyet sorununu biraz da olsa ortadan kaldıracağını belirtti. Erbaş, kendisiyle aynı bölgeden seçimlere katılan diğer “Bin Umut” adayı Baskın Oran’la ilgili ise parlamen-toya birlikte girmek istediklerini belirtti. Oran’ın çalışma arkadaşlarının ise seçim sürecini doğru değerlendirmediği yorumunda bulundu.
36
gerekliliğini ve sorumluluğunu hissettik. Seçimlere
DTP olarak girdiğimiz takdirde seçim barajı buna engel
olabilirdi.
Bu vesileyle, uzun süredir tartışılan; sosyalist çevre-
lerle ve aydınlarla ortak bir proje geliştirme fi krini gün-
deme getirdik. Sosyalist çevreler de, benzer bir süreci
kendi içlerinde ve aralarında yaşadı. Sonrasında bir
araya gelip, projeyi geliştirmeye başladık ve Bin Umut
Proje’si ortaya çıktı.
DTP olarak bizler, Türkiye’de barıştan kardeşlikten
yana çevrelerle bir arada bulunacağımız platformlara
elimizden geldiğince omuz vermeye çalışıyoruz. Bin
Umut Projesinde ki pozisyonumuz da, Bin Umut Proje-
sine bakışımız da bu anlayışın bir parçası.
DTP parlamentoya nasıl bakıyor? Parlamentoya
girmeyi niye istiyor?
Parlamento tek başına bir çözüm değil. Temsil et-
meye çalıştığımız insanların bizlerin dolayımıyla parla-
mentodaki mevcudiyeti, çözüme giden yolda anlamlı
bir adım, ama az önce de ifade ettiğim gibi parlamento
tek başına bir çözüm değil.
Parlamentonun Türkiye siyasasındaki yeri,
cumhurbaşkanlığı seçimi krizinin yaşandığı son dönemde
iyice ortaya çıktı. Askeri vesayetin ne kadar etkin olduğu,
hukukun adaletin nasıl hiçe sayılabildiği açıkça görüldü.
Bütün bunlara rağmen parlamentoyu önemsiyoruz,
Kürt sorununun, Türkiye coğrafyası içindeki kısmının
bütün olumsuzluklara, bütün engellere rağmen diyalog
yöntemiyle çözülebileceğine inanıyoruz. Parlamentoyu
da bu bağlamda önemsiyoruz.
Bugün gelinen noktada “Bin Umut Adayları” projesini
değerlendir misiniz?
Bin Umut Adayları projesine ve genel olarak
seçim çalışmalarına dair bir özeleştiri vermek gere-
kir. En başta seçime hazırlıksız yakalandık, hazırlıksız
yakalanmamızda hatanın büyük kısmı bize ait. Seçim,
göstere göstere geliyordu, ama biz seçimin son baharda,
daha çok eylül gibi yapılacağını öngörüyorduk, yanıldık.
Dolayısıyla temmuz seçimlerine hazırlıksız yakalandık.
Bin Umut Adayları projesini ortaya atanların
sorumluluğu, yüzünü sola dönmüş insanların ve
halkımızın karşısına, üzerinde emek harcanmış, ince-
likle dokunmuş, programatik bir birlikle çıkmaktı, bu
sorumluluğun hakkını tam olarak veremedik. Gerek
bizim kendi örgütsel sorunlarımız, gerek bu konuda
beraber davrandığımız yapıların sorunları, bizi dar bir
seçim işbirliğine zorladı. Bu süreçteki hatalarımızdan
ders çıkartmamız gerektiği ortada. Sadece bizim değil,
bu sürece dair kendini sorumlu hisseden bütün çevre-
lerin ders çıkartması gerektiği ortada.
İstanbul 2. Bölge Proje için sıkıntılı bir seçim bölgesi
oldu. Baskın Oran’ın adaylığını açıklaması sonrasında
yaşanan belirsizlik, ardından sizin adaylığınız. Siz nasıl
değerlendiriyorsunuz yaşananları.
İstanbul 2. bölgede, DTP olarak parçası olmak-
tan rahatsız olduğumuz bir tablo ortaya çıktı. Kesin-
likle nahoş bir durum. Baskın Oran önemsediğimiz,
düşüncelerine, eleştirilerine değer verdiğimiz değerli bir
bilim insanı. Biz DTP olarak Baskın Oran’ı, Bin Umut
Projesi kapsamında destekleyeceğimizi belirtmiştik. Ama
biz, Baskın Oran’ın Ankara 1. bölgeden aday olmasının
daha uygun olacağını düşünüyorduk. Kimin nere-
den aday olacağına dair görüşmeler sürerken, biraz da
bizdeki karmaşanın da etkisiyle, Baskın Oran İstanbul
2. bölgeye yönelik erken bir açıklama yaptı.
Baskın Oran tam anlamıyla bağımsız bir aday olar-
ak ortaya çıktı. Anladığım kadarıyla çalışması, CHP’yi
DSP’yi sol bir adres olarak görmeyenlere bir alterna-
tif yaratmak. Kendisine rakip değiliz, parlamentoda
beraber çalışmayı isteriz. Ama şunu da söylemeden
edemeyeceğim, Baskın Oran’ın kendisinden ziya-
de bazı çalışma arkadaşlarının seçim sürecini doğru
değerlendirmediği kanısındayım. Sayın Baskın Oran’ın
seçim başarısına endeksli bir anlayışla, İstanbul 2.
Bölgeden adaylığını koyduğunu düşünüyorum. Bu
anlayışın, seçim işbirliğinin ruhuna aykırı olduğu or-
tada.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Bin Umut Adayları projesi kapsamında desteklenilen
7-8 ilde sol çevrelerle ortaklaşılmış isimlerle çalışacağız.
“Bin Umut Adayları” projesini, Türkiye için umut vad-
eden, barış vadeden bir proje olarak görüyor ve destek-
liyoruz.
37
dosya
dosya
Bin Umut Adayı
Ufuk Uras
Bin Umut Adayları arasına nasıl katıldınız?
Malumunuz her seçim döneminde solda ortak aday
projesi tartışılır. Solun bütün renklerini yan yana getir-
erek ortak bir tutum almanın gerekliliği dile getirilir. Yine
malumunuz bu heves çoğu zaman kursaklarımızda kalır.
Bin Umut Adayları projesi, yaşadığı bütün sıkıntılara
rağmen bu inadın iyi örnekleri biri olarak görülebilir.
Sonuçta İstanbul birinci bölgede, solun uzun
zamandan beri hayalini kurduğu ortak politikalar
üzerinde ortak bir hat örme projesi bir ölçüde başarıldı.
Arkadaşlar beni önerdiğinde, bu sorumluluğun tarih-
sel önemi beni biraz endişelendirdi açıkçası. Ama son-
radan, sorumluluğun kendi üzerime düşen kısmını
fazla abartmamak gerektiğini düşündüm. En nihayet-
inde bizler, şahıslara endeksli bir siyaset yapmıyoruz.
Sorumluluklarımızı kolektif olarak üstlenebiliriz.
Nitekim kampanya da biraz öyle gidiyor.
Sol, Bin Umut Adayları projesiyle bir parlamento pers-pektifi kazandı, bu perspektif gelecek seçimlerde de de-
vam eder mi sizce?
Solun kalıcı bir meclis perspektifi kazandığına dair,
benim hiç şüphem yok. 2009 yerel seçimleri geliyor;
yerel seçimlerde her bölge, kendi adaylarını gösterir.
Bölgelerin kendi adaylarını göstermesi sol için önemli
bir avantaj. Eğer bu seçimlerde kayda değer bir başarı
yakalayıp, psikolojik eşiğimizi aşabilirsek, gelecek
yıllarda siyaset sahnesine çok daha güçlü çıkarız.
Önümüzdeki seçimlerin solcular açısından farklı bir anlam taşıdığı ortada. Gerek seçim stratejisi olarak “Bin Umut Projesi”, gerekse seçime hazırlanırken izlenen yöntem, solcuların yanyana gelişinin nasıl bir heyecan yarattığını gözler önüne serdi. Solun İstanbul 1. Bölge’den bağımsız adayı Ufuk Uras ta, seçim çalışmasının yarattığı ener-jiden ve aday olduğu bölgedeki yanyanalıktan söz etti. İmece usulü çalışmanın, daha önce ulaşılamayan bölgelere ulaşmayı sağladığını belirten Uras, parlamentoya girmeleri halinde emekçilerin, işçilerin, işsizlerin; kısacası ezilenlerin “parlamentarist”leri olacaklarını belirtti.
38
Meclis iç tüzüğüne göz attığımızda, mecliste sayıca
az olanın etkinliğinin, engellenebileceğini görüyo-
ruz. Hele ki sayıca az olanlar, düzen karşıtı bir tavır
alıyorsa, bu susturma mekanizmalarının çok daha da
aktif kullanılacağını öngörmek zor değil. Böyle bir or-
tamda, 550 kişilik mecliste, bir avuç aykırı ses ne ya-
pabilir?
Biz birkaç kişi değiliz ki arkamızda toplumsal bir
güç var, bir ayağımız sokakta bir ayağımız mecliste.
Meclisi bir mücadele alanı olarak görüyoruz. Parla-
mentodaki mevcudiyetimizi, 12 Eylül rejiminin devamı
otoriter politikaların, otoriter laikliğin teşhir edileceği
bir fırsat olarak değerlendireceğiz. Parlamentoda bir
vicdan kürsüsü oluşturabilirsek, 550 milletvekilinin
bizim dışımızda kalan kısmını, bize göre pozisyon al-
mak durumunda bırakabiliriz. Belirleyici ve merkezi bir
rol üstlenebiliriz.
Esas amaç emekten ve barıştan yana toplumsal di-
namiklerin sesini meclise taşımak. Bunun tek aracı mec-
lis genel kurul kürsüsü değil. Bizim hedefi miz; basın
toplantı odasından tutun da yemekhanesine kadar, par-
lamentonun her bir santimetrekaresini kuşatan bir hat
izlemek.
Bin Umut Projesi’ne dair, yapılan sol içi tartışmaları nasıl yorumluyorsunuz?
Bütün bu tartışmaların olması çok doğal, ÖDP
olarak biz de tartıştık; son kertede PM ’de alınan bir
kararla solun ortak adayı oldum. Her yapının böyle bir
iç tartışma yaşamasını olumlu buluyorum.
Parlamento tek mücadele alanı değil kuşkusuz, ama
önemsiz de değil. Parlamenter olduk diye parlamenter-
ist olmak zorunda da değiliz.
Şunu da görmek gerekiyor ki, sosyalistler 40 yıldır par-
lamenter bir başarı elde edemedi. Yaşanan tartışmalarda
bunun etkisi yadsınamaz. Biz 40 yıldır bu psikolojik
eşiği aşamamıştık, ben burada atacağımız adımların, so-
lun toparlanmasında ve hatta iktidar olmasında ön açıcı
olacağını düşünüyorum. Bizim işlevimizi emme basma tu-
lumbaya koyduğunuz bir miktar suya benzetebiliriz. Eğer
bizler misyonumuzu gerçekleştirebilirsek, arkamızdan
gürül gürül bir güç gelecektir.
Öte yandan bütün bu içe dönük tartışmaları
sonlandıran, seçim çalışmasının kendisi oldu. Çalışma
gösterdi ki imece usulü bir çalışma, bambaşka bir ener-
jiyi ortaya çıkarttı. Daha önce ulaşamadığımız semtlere,
özellikle E-5’in üst bölgelerine gidebildik. Daha önce
ulaşamadığımız insanlara sesimizi duyurmak çok önem-
li bir kazanım.
Bin Umut Projesi Kürt sorununa nasıl yaklaşıyor?
DTP’li arkadaşlar ve bizler, Kürt sorununun
demokratik çözümünde, meşru siyasi zeminlerde
kararlı adımlar atmayı hedefl iyoruz. Zaten bu şansı
değerlendiremezsek ötesini tahayyül etmek istemiyo-
rum. Kürt sorununu parlamentoda tartışmak ve çözüme
yönelik adımlar atmak çok önemli.
Bin Umut Adayı olarak parlamentoya girmeniz halinde
nasıl bir strateji izleyeceksiniz? DTP’lilerin oluşturacağı
gruba dahil olacak mısınız? Veya iç tüzükten yararlana-
bilmek için ortak bir parti kurmayı düşünüyor mu-
sunuz?
Dereyi görmeden paçayı sıvamadık. Hazırda bek-
leyen bir planımız yok. Ama ne yapmayacağımızı bili-
yoruz, 23 Temmuz itibariyle “tamam kampanya bitti
haydi herkes kendi evine” demeyeceğiz. Biz yaptığımız
bu yürüyüşü, hiç yoktan 1. bölgede başlattığımız bu
yürüyüşü, 23 temmuz sonrasında da sürdüreceğiz.
Nasıl bir örgütlenme içerisinde yan yana
geleceğimizi konuşmadık ama İstanbul birinci bölgede
yakalanan birliktelik seçimden sonra da devam edecek.
Birlikteliğimizin olumlu sonuçları ortaya çıktıkça, yan
yanalığımız bir model olarak dikkate alınacaktır.
Birinci bölgede sosyal demokratlardan destek bul-dunuz mu?
Benim gördüğüm kadarıyla birinci bölgede Baykal
hizbi dışında yüzünü sola dönmüş bütün kesimlerin
desteğini aldık. CHP’nin bölgede tescilli sağcı İlhan
Kesici’yi birinci sıradan aday olarak göstermesi de bize
yardımcı oldu. CHP’ye oy verme potansiyeli olan insan-
lara ulaşabilmek de önem arz ediyor. Sosyal demokrat-
lardan Kürt hareketine uzanan bir gök kuşağı oluşturmak
gerekiyor.
Parlamentoda sosyalistlerin varlığı, ülkede sol bir rüz-
gar estirebilir mi?
Ben estirebileceğini düşünüyorum. Medyanın
şimdiden Bin Umut adaylarına sıkça yer vermesi bu-
nun bir göstergesi. Meclise girdiğimiz zaman, aktüel
siyasetle ilgili tutumlar belirlemek zorunda olacağız.
Radikal toptancı tutumlar hoşumuza gidiyor ama bu
radikal toptancı tutumlar somut meselelere ilişkin
yanıt içermediği zaman en apolitik tavır oluyor. Çok
politik bir şey söylemeye çalışıyorsunuz, çok politik
bir şey söylediğinizi zannediyorsunuz ama hayatın
39
dosya
dosya
dışında kalıyorsunuz ve özne olamıyorsunuz. Radikal
apolitizm-den kurtulmamız gerekiyor. Radikal apoli-
tizimden kurtulursak içinde sosyalistlerin olduğu
bir parlamentonun fi kri hegemonya yaratabileceğini
düşünüyorum. Parlamentoda tarım tartışılacak, orman
arazilerinin akibeti tartışılacak, operasyon tartışılacak
biz de çıkıp sözümüzü söyleyeceğiz. Sözümüzü söy-
leyebilmek için gündeme dair bir ajanda hazırlayacağız.
Aktüel siyasetin her temasına tabi olmamız gerekmiyor
ama onu değiştirmemiz ve dönüştürmemiz için önce
kendi pozisyonlarımızı belirlememiz gerekiyor. Aktüel
gündeme meclis kanalıyla müdahale etmenin getireceği
atmosferin, fi kri yapımızı geliştireceğini düşünüyorum.
Kaf dağının ardındaki bir ütopya üzerine, siyaset yap-
mak gerekli ama yeterli değil. İlkelerimizin, aktüel si-
yasetle ilişkisini kurduğumuz anda, nihai hedefi miz de
anlamlı olacaktır.
Ulaşılamaz ve değişmez bir hedefe sabitlenmek, bi-
zim politik doğrularımıza uymaz. Nitekim gelinen nokta
da gösteriyor ki; teorileri insanlara uydurmak, insanları
politik yaklaşımlara uydurmaktan daha hesaplı. Zaten
de diğer türlü savrulacağımız yer sekterizimdir.
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Toplumun örgütlü kesimlerini siyasete yansıtacak
kanalları açmayı umuyoruz. Öncelikle; siyasi yasakların
kalkmasını, örgütlenmenin önündeki engellerin
aşılmasını, sendikaların ve meslek örgütlerinin talep-
lerinin parlamentoya taşınmasını sağlamaya çalışacağız.
Emeklilerin kurduğu sendika kapatılma tehlikesiyle
karşı karşıya, çiftçi sendikaları kapatılma tehlikesiyle
karşı karşıya. Ekmek mücadelesi ile demokrasi mü-
cadelesi arasındaki bağı gören kesimler için ön açıcı
olmaya çalışacağız. Herkesin kendi kimliğiyle, kendi
kültürüyle yaşayacağı özgür, demokratik bir Türkiye
için; yoksulluğun ve işsizliğin bu kadar arttığı bir or-
tamda emekçilerin taleplerini gündem haline getirmeye
çalışacağız.
Bunun yanında, bizim yan yana gelişimizin, toplu-
mun değişik kesimlerinde yan yana gelişi hızlandırmasını
umarım. Örneğin kadın hareketi 8 Mart’ı kırk parça
kutlamaz da ortak bir mekanda kutlar. Gençlik hareketi
YÖK protestosunda aynı sözleri 80 ayrı mekanda söyle-
mez de ortak bir tutum alır.
40
SEÇİM BÖLGESİ ADI SOYADIADANA NAZMİ GÜRADIYAMAN AHMET İNANAĞRI HÜSEYİN YILMAZAĞRI NACİ KUTLAYANKARA 1.BÖLGE ŞÜKRÜ ERBAŞANKARA 2. BÖLGE SIRRI KELEŞANTALYA KUBİLAY DÖŞEYENARDAHAN A. YAVUZ YILMAZAYDIN TACETTİN KARAGÖZBALIKESİR İSMET ŞAHİNBATMAN BENGİZ YILDIZBATMAN AYLA AKADBİNGÖL MEHMET NURİ ÖZMENBİTLİS M. NEZİR KARABAŞBURSA HÜSEYİN ARMAĞANDENİZLİ NEBİ EBCİDİYARBAKIR AYSEL TUĞLUKDİYARBAKIR SELAHATTİN DEMİRTAŞDİYARBAKIR GÜLTEN KIŞANAKDİYARBAKIR AKIN BİRDALELAZIĞ HASAN ESENERZURUM BEDRİ FIRAT
Bin Umut Adayları
SEÇİM BÖLGESİ ADI SOYADIESKİŞEHİR HAMZA ABAYGAZİANTEP VAKKAS DALKILIÇHAKKARİ HAMİT GEYLANİHAKKARİ SABAHATTİN SUVAĞCIHAKKARİ HATEM İKEHATAY BERHAT KARIĞDIR PERVİN BULDANİSTANBUL 1.BÖLGE MEHMET UFUK URASİSTANBUL 2.BÖLGE DOĞAN ERBAŞİSTANBUL 3.BÖLGE SABAHAT TUNCELİZMİR 1.BÖLGE A.LEVENT TÜZELİZMİR 2.BÖLGE M.MEHDİ ASLANKARS MAHMUT ALINAKKOCELİ MUSTAFA AVCIKONYA AYHAN BİLGENMALATYA MUSTAFA TÜRKMANİSA ŞAH İSMAİL ÖZOCAKMARAŞ ALİ ÖZDEMİRMARDİN AHMET TÜRKMARDİN EMİNE AYNAMERSİN ORHAN MİROĞLUMUĞLA AHMET BELERMUŞ SIRRI SAKIKMUŞ NURİ YAMANORDU HASAN GÜZELRİZE NECMETTİN DURMUŞSAKARYA MEHMET BAYRAMSAMSUN MEHMET KAYASİİRT OSMAN ÖZÇELİKŞIRNAK HASİP KAPLANŞIRNAK SEVAHİR BAYINDIRTEKİRDAĞ HİLMİ KARAOĞLANTUNCELİ ŞERAFETTİN HALİSURFA İBRAHİM BİNİCİURFA İBRAHİM AYHANVAN SAYIM KARTALVAN FATMA KURTULANVAN ÖZDAL ÜÇERYALOVA MİNE TUTAL
dosya
41
dosya
Yok Aslında
Birbirlerinden Farkları…
Seçimler ülke gündeminin birinci sırasını işgal ediyor. Siyaseti ait olduğu yer olan sokaklara indirmek için
seçimleri bekleyen parti genel başkanları bizden oylarımızı talep ediyorlar. Hem de oturdukları yerden be-
lirledikleri ve parti emekçilerini dışlayan, tabanlarına ihanet eden seçim listeleri ile. Seçeneklere şöyle bir göz
atalım. Adalet ve Kalkınma Partisi 4 seneden fazla süren tek başına iktidar döneminde isminde yer alan adaleti
sağlayabildi mi? Kalkınma sadece burjuvaların biraz daha zenginleşmesinden başka bir anlam taşıdı mı? AKP ikti-
dar olduğu süre dahilinde herhangi bir sorunda tutarlı ve kararlı bir tavır sergileyebildi mi? Kürt kardeşlerimizin
hakkettiklerini vermek konusunda bir adım ileri iki adım geri atmadı mı? Yetkisi olduğu halde muhtıracıları vazifed-
en alabildi mi? 1 Mart tezkeresinde elde edilen demokrasi zaferinin arkasında durabildi mi? Türbanlı öğrencileri
üniversite kapısından içeri sokabildi mi? Kim kadrolaşma iddialarının asılsız olduğunu söyleyebilir?
Cumhuriyet Halk Partisi dört yıllık “tek başına muhalefet” sürecinde gerçekten muhalefet yaptı mı? 1930’ların tek
parti dönemini aratacak düzeyde anti-demokrat olmadı mı? Yoksulların, işçilerin, memurların, çiftçilerin haklarını
savunmak için orduya destek amacıyla yaptığının yarısı kadar gürültü yaptı mı? Bu ülkede Kürtler yaşamıyormuş
gibi davranmadı mı? Sosyal demokrasinin eşitlikçi ve evrenselci yönlerini bir tarafa atıp koyu milliyetçi kesilmedi
mi? Deniz Baykal samimi solcu parti emekçilerine ihanet ederek İstanbul’da sağcı İlhan Kesici’yi aday olarak be-
lirlemedi mi? AKP ve CHP, iktidarda oldukları sürece seçim barajına karşı, genel başkan diktatörlüğüne karşı en
ufak bir adım attı mı? Bu ikisi tüm anlaşmazlıklarını bir yana bırakıp bağımsız adayları oy pusulasına ekleyen bir
yasa çıkarmadılar mı?
Demokrat Parti adını alan oluşumun bunlardan bir farkı var mı? Mehmet Ağar kendi sicilinden utanmıyor
mu? Bu sicile sahip olan birinin Kürt sorununa barışçıl bir açılım getirmesi gerçekten mümkün mü? ANAP-DYP
birleşmesi süreci en kurnaz tilkinin bile kafasını karıştıracak bir alicengiz oyununa dönüşmedi mi? Mehmet Ağar üç
milletvekilinden ikisinin AKP tarafından satın alınmasına engel olabildi mi? Genç Parti genel başkanı Cem Uzan
yıllarca para babalığı, holding sahibi olduktan sonra şimdi ezilenleri mi temsil edecek? Sahibi olduğu şirketlerin
emekçilerine ve bankalarının mudilerine karşı başvurduğu hileleri mazotu ucuzlatmak için mi kullanacak?
Milliyetçi Hareket Partisi sempatizanlarının sokaklarda, kampüslerde estirdiği terörün hesabını nasıl verecek?
Tüm politikasını Kürt ve Ermeni düşmanlığı, sol düşmanlığı üzerine kuran bir parti Türkiye’ye barışı getirebilir
mi? Devlet Bahçeli kalabalıkların üzerine urgan ipi atarken ne yapmak istiyor? Bir iç savaştan en zararlı çıkacak
olanların kendileri olduğunun farkında değiller mi? Milliyetçiliğin ülkemiz için son iki asırdır esas bölücülük
olduğunun farkındalar mı? Hayatını yitiren askerlerin cenazelerini istismar etmekten utanmıyorlar mı? Aynı soru-
nun çözümü için daha fazla kan, daha fazla gözyaşı yani çözümsüzlükten başka bir şey önerebiliyorlar mı?
Büyük Birlik Partisi MHP’yi pasif bulan kadroları ile bizlere ne vaat edebilir? İşçi Partisi kesif bir Ermeni
düşmanlığı ve saldırgan bir milliyetçilikle işçilerin enternasyonalizminden ne kadar uzak olduğunun farkında mı?
İşte siyasetimizin zengin menüsü! Tüm bunların ortak noktası ne? Tüm bunların ortak noktası kapitalizmle
barışık olmak ve Kürt sorununa barışçı bir açılım getirmekten aciz olmak… Tüm bunların ortak noktası askere
karşı korkak veya alkışçı bir tutumu benimsemek, “Sen artık kışlana dön” deme cesaretini gösterememek. “Hepi-
miz Ermeni’yiz” sloganını ve bu sloganı atan vicdan sahiplerini kötülemek. Bunlar oylarımızı hak etmiyorlar!
Bin Umut Adayları Bunların Gerçek Alternatifi dir!Bin Umut tüm bu birbirine benzeyenlerin karşısında gerçek bir alternatif oluşturmayı amaçlayan bir kampanyadır.
Bin Umut’un bağımsız adayları Türkiye’nin barışçı ve gerçekten solcu olan partileri Demokratik Toplum Partisi,
Özgürlük ve Dayanışma Partisi, Emeğin Partisi ve Sosyalist Demokrasi Partisi tarafından desteklenmektedir. Bu
siyasal partilerin yanı sıra onlarca demokratik kitle örgütü de Bin Umut’un bağımsız sol adaylarını anti-demokra-
umut kooperatifi
42
tik seçim sistemine ve baraja karşı bir seçenek olarak ortaya koymakta ve desteklemektedir. Bin Umut adayları
mecliste her şeyden önce Türkiye’nin en can yakıcı sorunu olan Kürt sorununa barışçı bir çözüm alternatifi ni
sunmaya çalışacak. Bu sorunu tek bir insan hayatını kaybetmeden, tek bir anne gözyaşı dökmeden, tek bir mermi
atmadan çözmek mümkün müdür? Elbette mümkündür! Bin Umut adayları işte bu özlemin sözcüleri olacak. Bin
Umut adayları ayrıca emekçilerin, çiftçilerin, işsizlerin sözcüsü olacak. Kendilerine sağ veya sol diyen ama hepsi de
aynı ekonomik programa sahip olan partiler bunu yapabilir mi? Bin Umutçular mecliste mevcut seçim sisteminin
ne kadar anti-demokratik olduğunu dile getirecek, baraja karşı çıkacak, siyasal partiler yasasında değişiklik talep
edecek. Genel başkan dalkavukları bunu yapabilir mi? İnsan hakları, insanlık onuru, halkların kardeşliği, savaş
karşıtlığı Bin Umutçuların kılavuzu olacak. Diğerlerinin paradan başka bir kılavuzu var mı? Bin Umut kampanyası
dahilinde seçim çalışması yürüten bizler tüm Türkiyelileri solun bağımsız adaylarına oy vermeye davet ediyoruz. Ve
şunu da açık yüreklilikle açıklıyoruz: Eğer adaylarımız bu değerlerden uzaklaşırsa iki elimiz yakalarında olacaktır.
Bin Umut kampanyası dışında İstanbul 2. bölgeden aday olan Baskın Oran da kuşkusuz solun adayıdır. Gön-
lümüz hem Doğan Erbaş’ın hem de Baskın Oran’ın meclise kol kola gitmesinden yanadır. Aynı bölgeden aday olan
Sungur Savran ve Ayşe Tükrükçü de kuşkusuz değerli adaylardır.
Seçim çalışmaları destekleyicilerinin gücünün aritmetik toplamından öte bir anlam taşımaktadır. Türkiye’de
egemenler tarafından kuşatılmak ve yok edilmek istenen barışçı, demokrat ve sosyalist seçeneği parlamentoda var
etmek gaye edilmektedir. Kuşkusuz bu tek başına yeterli değildir. Hrant’ımızın cenazesi ve 1 Mayıs ile başlayan
güçlü politik tavrı seçimler ile sürdürmeli, seçimlerden sonra da aynı hızla devam etmeliyiz. Meclis yıllardır mahrum
kaldığı sosyalist havayı soluyunca kuşkusuz işimiz daha da kolaylaşacak.
Bizler Umut Kooperatifi olarak solun bağımsız adaylarını desteklediğimizi ilan eder ve tüm seçmenleri adaylarımıza oy vermeye davet ederiz!
Türk, Kürt, Ermeni, Yaşasın Halkların Kardeşliği!
Yaşasın Sosyalizm!
İşçilere, Kadınlara, Eşcinsellere, Gençlere Özgürlük!
43
dosya
1 Mayıs
1 Mayıs’ın Ardından
1 Mayıs 2007 geçtiğimiz yıllara
nazaran daha kritik bir 1 Mayıs
oldu. Hrant Dink suikastinin
ardından ilerleyen süreçte Cum-
huriyet mitingleri, e-muhtıra’lar,
cumhurbaşkanının seçilememe-
si, erken seçim ve savaş ihtimali
ile Türkiye milliyetçi ideolojinin
aksında işçi sınıfının çıkarlarından
uzakta bir yere doğru savruluyor.
Tam da bu yüzden ve olan bitene
cevaben 1 Mayıs 2007’nin sadece
bir anma günü veya bir bayram
olarak değil işçi sınıfının taleple-
rinin, gündemlerinin meydanda
yankılandığı, milliyetçiliğe karşı
sınıfın güç kazanacağı bir gün olarak
büyük önemi vardı.
1 Mayıs 1977 Taksim katliamının
30. yıldönümüne, 2007 1 Mayıs’ına
gelinirken Taksim bir ihtimal değil bir
zorunluluk olarak ortaya konmuştu.
Geçtiğimiz 1 Mayıs’larda da Taksim
Meydanı son anda çark edilen bir
hedef olmuştu. Çağlayan’dan sonra
Saraçhane ve Kadıköy 1 Mayıs’larında
Taksim için başvuru yapılmış ama
sonuç alınamamıştı. Taksim’e izin-
siz çıkmak ise göze alınamamıştı.
Bu sene özellikle Disk’in 1 Mayıs
1977’yi anmak amacıyla öne çıkması
ve diğer sendikaların desteği kararın
netleşmesinde etkili oldu.
Önce destek veren parti ve
sendikaların bir bölümünün
çekilmesi, Türk-İş’in Kadıköy için
izin istemesi 1 Mayıs’ın bölün-
mesine neden oldu. Vali Güler’in
tehditlerinin ardından yaşanan
bu gelişmeler “yasal 1 Mayıs
Kadıköy’dedir, oraya buyrun”
deme aralığını yarattı. Fakat bili-
yoruz ki işçilerin hak ve taleple-
rinin seslendirildiği bir miting ve
kutlama üzerine izin polemiğine
girilmesinin tek nedeni bu se-
sin bastırılmak istenmesidir. Bu
noktada Taksim’den geri adım
atılmaması ve kararlı davranılması
hayatiydi ve gerçekleşti de. Polis
günlerine, konserlere ve şenliklere
açılan Taksim bugün işçilere mi
kapatılacaktı: Tabi ki hayır!
Alınan net karara rağmen 1
Mayıs’ın örgütlenmesi sorunlu
oldu. Vali ve emniyet müdürünün
açıklamaları sertleştikçe yürüyüşün
kurgusunda da kaymalar baş gösterdi.
Yürüyüş kollarının Dolmabahçe’de
konumlandırılması her ne kadar
belli yönlerden avantajlıymış gibi
sunulsa da Taksim Meydanı’nın
zorlanması ihtimalini zayıfl atacağı
kesindi. Aktif bir şekilde ama şiddete
başvurmadan Taksim’in zorlanması
Dolmabahçe’de yerleşecek yürüyüş
kolları için imkanlı gözükmüyordu.
Kitlenin toplanmasına izin
verilmeyeceği ve yan yana gelen 3-
5 kişiye bile müdahale edileceği
kerem demirbaş
Bu 1 Mayıs’ın başarısı biraz da ilerleyen süreçle birlikte or-
taya çıkacak. Eğer sosyalistler postalla takke arasına sıkışan
siyasette bir alternatif yaratmayı başarabilirlerse ve “yük-
seltilen” milliyetçiliği durduracak bir siyasal hat önerebilir-
lerse 1 Mayıs 2008 bambaşka bir atmosferde geçecektir.
44
yönündeki sert açıklamalarla bir-
likte Dolmabahçe’de buluşabilmek
bile sorunluydu, gerçekten de 1
Mayıs günü geldiğinde alana çok az
kişi ulaşabildi. Vali Güler’in şahin
açıklamaları ve bunları fi iliyata
dökülmüş hali geçici ve sınırlı bir
sıkıyönetim uygulaması gibiydi.
Vali bundan daha sert ancak sokağa
çıkma yasağı ilan edebilirdi. Bu ha-
liyle de bütün şehirde ulaşımı kitle-
meyi başararak büyük bir işe imza
attı. Bu durum bize kapitalizmin
Türkiye’de bütün bu demokrasi
oyununun ve kalkınma safsatasının
altında rahatlıkla faşist uygulama-
lara girişebileceğini gösteriyor.
Dolmabahçe’de polisin yanında
askerleri de görmek son zaman-
lardaki ordu AKP geriliminin ne
kadar suni olduğunun, söz konusu
olanın egemenlerin çıkarları olunca
bu iki gücün nasıl el ele verdiğinin
açık bir kanıtıydı. Dolmabahçe’de
toplanan her korteje, her gruba
herhangi bir kaygı gütmeden elden
geldiğince sert şekilde müdahale e-
dilmesi, beklenilenin aksine ters tep-
ti. Vali Muammer Güler ve emniyet
müdürü Celalettin Cerrah’ın el ele
giriştikleri bu “cerrahi” operasyon
Taksim’in 1 Mayıs alanı olmasını
engellemek yerine bütün İstanbul’un
Taksim, bütün İstanbul’un 1 Mayıs
alanı olmasını sağladı.
İşte bu sert koşullarda, ne bir
B planı, ne yedek bir tertip komi-
tesi, ne de anlamlı bir rota olmadan
başlayan 1 Mayıs; tertip komitesi-
nin gözaltına alınmasının ardından
başsız kalan kitlenin beklenmedik
direnciyle farklı bir boyut kazandı.
Beşiktaş’ta ve Kabataş’ta büyük oran-
da dağıtılan kitle düzensiz ve esnek
bir şekilde Dolmabahçe’de toplana-
bildi. Bütün engellemelere rağmen
Taksim Meydanı’na belli bir kitleyle
çıkılabildi. Taksim’deki eylemlilik
saatlerce sürdü ve arzu edildiği gibi
meydan işçilere kapatılamadı. “İşte
Taksim, İşte 1 Mayıs” sloganları
meydanda duyuldu.
Gazetecilerin engellenmesi, canlı
yayın arabalarının uzaklaştırılması,
basın mensuplarının dövülmesi
işin başka bir boyutuydu. Bu sefer
medyayı arkaya alamadılar, fakat yine
de televizyon ve gazetelerde 1 Mayıs
işçi sınıfının talepleriyle değil daha
çok trafi k sıkışıklığı ve vatandaşın
mağduriyetiyle yer buldu(haberlerin
ilk sırasında ise tabi cumhurbaşkanı
seçimi vardı). Tabi bu oranda uy-
gulanan şiddet ve sonuçlarının;
arka sokaklarda yerlerde sürüklenip
tekmelenenler, polisten tokat yiyen
vatandaşlar, biber gazı(1 kişi gaz
yüzünden kalp krizi geçirerek öldü)
ve yüzlerce gözaltının ekranda gös-
terilmemesi kabul edilemez bir du-
rum olurdu. Fakat linç olaylarını
halkın meşru tepkisi olarak gören
“toplum cerrahı” Celalettin Cerrah
ve “muzaff er hükümdar” Muammer
Güler medyada da yer bulmuş bütün
istifa çağrılarına rağmen koltuklarını
korumaya devam ediyorlar.
Bu 1 Mayıs’ın başarısı biraz
da ilerleyen süreçle birlikte or-
taya çıkacak. 1 Mayıs 2007 bu
hattan uzak bir anma günü gibi
kurgulanmış olsa da gelecek 1
Mayıs’ta emeği merkeze oturtmak
için bir imkan yaratılmasını sağladı.
Eğer sosyalistler postalla takke
arasına sıkışan siyasette bir alter-
natif yaratmayı başarabilirlerse ve
“yükseltilen” milliyetçiliği durdura-
cak bir siyasal hat önerebilirlerse 1
Mayıs 2008 bambaşka bir atmos-
ferde geçecektir. Bunun için solun
unuttuğu bir şeyi hatırlaması gereki-
yor: İşçi sınıfının ortak çıkarlarının
özel mülkiyetin ve sınıfl ı toplumun
ortadan kaldırılması, kapitalizmin
yıkılmasından geçtiği gerçeğini.
Aksi taktirde Taksim tıpkı
geçmişte olduğu gibi kaybedi-
lecektir.
45
1 Mayıs
oyak
OYAK Dediğin Nedir ki,
Var mı Dünyada Eşi?
Oyak Bank’ın satışı bazı
çevrelerde şaşkınlıkla ve
tepkiyle karşılandı. Başta
emekli subaylar olmak üzere, ulusalcı
camianın büyük bir kesimi şok
olmuş durumda. Hâlbuki bankanın
satılacağı bir yıl öncesinden net ola-
rak belliydi. Bankanın genel müdürü
Coşkun Ulusoy, Sabah Gazetesine
verdiği bir mülakatta bankacılık sek-
töründen çekileceklerini ve bu yönde
bazı yabancı sermaye kuruluşlarıyla
görüşmeler yaptıklarını açıklamıştı
(20 Ekim 2006).
Aslında bu kesimlerin tepkileri
yabancı bir sermaye kuruluşunun
orduya ait bir bankayı nasıl olup
da satın alabildiğiyle ilgilidir. Son
dönemlerde bu yöndeki tavırlar ade-
ta yabancı düşmanlığına dönüşmüş
durumdadır. Ülke genelinde
milliyetçi, ulusalcı söylemlerin
tırmanmasında / tırmandırılmasında
bazı iktisadi kuruluşların ‘yabancı’
sermaye tarafından satın alınması
özellikle kullanılmaktadır. Hatta
bugün Oyak Bank’ı satan kişiler
dahi kamuya ait Kit’lerin (Er-
demir, Tüpraş, Telekom vb.)
özelleştirilmesinde benzer bir tavır
takınıyorlardı. Oyak Genel Müdürü,
Türk kuruluşlarının yabancılara
satışına karşıydı. Eylül 2005’te
yaptıkları bir Oyak aile toplantısında
özelleştirmelerle ilgili şöyle söylü-
yordu genel müdür: “Şirketleri,
bankaları satın alan yabancıların,
yabancı devletle ilişkileri var. Yani
bizim devletimiz satıyor, yabancı
devletler alıyor. Bir Türk olarak bu
beni üzüyor. Eğer özelleştirilecekse
ve satılacaksa Türk fi rmaları almalı.”
Bu konuşma üzerine, aile üyeleri
“Oyak Türk’tür, Türk kalacaktır!”
diye slogan atıyordu.
Bu tür ulusalcı tavırların bir
kısmı bilgisizlikten, bir kısmı ise
ikiyüzlülükten ileri gelmektedir. Bu
söylediğimizi gerek Oyak sermaye
grubunun, gerekse Oyak Bank’ın
ortaya çıkış sürecini izlediğimizde
çok rahatlıkla görebiliriz.
Oyak (Ordu Yardımlaşma Ku-
rumu), 1 Mart 1961’de, 1960
darbesini gerçekleştiren askeri
kesimin oluşturduğu Kurucular
Meclisi tarafından çıkarılan bir yasa
sami yılmaz
19 Haziran 2007
Bir süredir devam eden görüşmeler sonucu OYAK ile dünyanın
en büyük fi nansal hizmetler gruplarından ING, OYAK Bank’ın
ING Bank’a satışı konusunda anlaşmaya vardıklarını açıkladılar.
Yapılan anlaşma uyarınca OYAK Bank’ın tamamı, ING Bank’a
nakden 2.673 milyar ABD Dolarına satılacak. Satış süreci, tarafl arın
BDDK’dan ve diğer ilgili mercilerden gerekli resmi onayları almasından
sonra gerçekleştirilecek. OYAK Bank’ın adının da satış işlemlerinin
tamamlanmasından sonra en geç bir yıl içinde değiştirilmesi kararlaştırıldı.
Tarafl arın üzerinde anlaştıkları fi yat, BDDK mevzuatına
göre hazırlanmış 2006 yılsonu rakamları ile hesaplanan,
ülkemizdeki banka satışlarında elde edilen en yüksek “fi yat /
kazanç” ve “fi yat / defter değeri” çarpanlarını ifade etmektedir.
Saygılarımızla,
OYAK Genel Müdürlüğü
46
ile kurulmuştur. Bir taraftan özel
hukuk hükümlerine bağlıdır, diğer
taraftan kamu kurumlarının dahi
yararlanamadığı kamusal imkan-
lardan yararlanmaktadır. Kuruluşun
amacı askeri personelin refahını
yükseltmek ve onlara ekonomik gü-
vence sağlamak olarak belirtilmiştir.
Gelin görün ki, kurulduğu tarihten
bu yana Türkiye sanayileşmesinin ve
kapitalistleşmesinin her aşamasında
bu kuruluşun iştirakleri söz konu-
sudur. Kuruluş demir-çelikten
otomotive, çimentodan ener-
jiye, gıdadan perakendeciliğe,
inşaattan taşımacılığa, dış ticaretten
sigortacılığa ve bankacılığa kadar
her sektörde iştirakler edinmiştir.
Sanayi alanındaki ilk iştirak
1962’de Goodyear Lastikleri T.A.Ş.
ile gerçekleştirilmiş ve sonra ardı
gelmiştir: Fransa Renault grubu ile
ortaklık (1969), Hektaş, Çukurova
Çimento…
Oyak’ın fi nansal piyasalara girişi
ise 1982’de Oyak Menkul Değerler
A.Ş.’nin kurulması ile başlamıştır.
Bugünkü Oyak Bank’ın temeli
ise Oyak grubunun 1990’da First
National Bank of Boston’a iştirak
etmesi ile atılmıştır. Bu banka,
1984’te İstanbul şubesini açan
Bank of Boston’a Oyak, Alarko ve
Cerrahoğlu gibi sermaye gruplarının
ortak olmasıyla kurulmuştur. Oyak,
1994’te iştiraki olan bu bankanın
tüm hisselerini devraldı ve 1996’da
bankanın adı Oyak Bank olarak
değiştirildi. Diğer yandan Oyak gru-
bu 1995’te, Fransız AXA grubuyla
da AXA-OYAK Hayat Sigorta A.Ş.
kurdu.
Kısaca aktarmaya çalıştığımız
bu süreç Oyak’ın bugüne gelişinde
yabancı sermaye ile ilişkilerinin ne
kadar önemli ve hayati olduğunu
göstermektedir. Bu sadece Oyak gru-
bu için geçerli değildir, Türkiye’nin
önde gelen sermaye gruplarının
hemen hepsi (Koç, Sabancı, Has…)
benzer süreçleri yaşamıştır. Burada,
24 Ocak Kararları diye bilinen
ekonomik dönüşüm programının
uygulanmasıyla 12 Eylül 1980
askeri müdahalesi arasında kurulan
bağlantıları da hatırlatmak isterim.
Dünya kapitalist sistemi içe-
risinde fi nansal-mali entegrasyonun
güçlenmesiyle birlikte, bu sektördeki
rekabet aşırı derecede artmıştır ve
sermaye hacmi küçük olan banka-
lar, hatta büyük bankalar, satın alma
veya evlilik yoluyla birleşmektedirler.
Kapitalist sistem içerisinde konum
edinmeye çalışan Türkiye’deki ser-
maye gruplarının da bu süreçte
oyunu kurallarına göre oynaması
yadırganmamalıdır. Oyak grubu-
nun tarihi ve en son Oyak Bank’ın
satılması bu konuda verilecek iyi
bir örnektir. Bu noktada, unutulan,
görmezden gelinen veya bazılarının
anlayamadığı/anlamak istemediği
Oyak’ın bir sermaye grubu olduğu
ve sermayenin de kar odaklı hareket
etmek zorunda olmasıdır.
Kanaatim odur ki, sermaye-
nin çıkarları ile “ulusal çıkar”ları
karşı karşıya koymak hatalı ve/veya
demagojik bir yaklaşımdır; tam ter-
sine sermayenin çıkarları ile ulusal
çıkarların çakışması durumu söz
konusudur. Ortada bazı gerilimlerin
olması işin doğasında zaten vardır ve
konunun esasını değiştirmemektedir.
Oyak Bank’ın “yabancı” bir ser-
maye grubuna satılması bunun en
güzel örneğidir. Burada üzerinde
düşünülmesi gereken asıl mesele
“ulusal çıkarlar”ın ne olduğu, kim-
ler tarafından, nasıl tarif edildiğidir.
Örneğin Koç sermaye grubu neden
yerli ve ulusal olarak kabul ediliyor da
ING sermaye grubu yabancı olarak
görülüyor? Kaldı ki bu tür sermaye
grupları birçok alanda ortaklıklarını
kuruluşlarının ta başından beri
sürdürmektedir. Sonuçta her iki
sermaye grubunun da kar amaçlı
faaliyette bulunduğunu hepimiz bil-
mekteyiz. Peki, kimi kandırıyoruz,
kendimizi mi?
47
oyak
itiraz
Mutsuzum, Mutsuzsun,
Mutlu!
Mersin’de 2005 yılında newroz/nevruz
kutlamaları sırasında Türk bayrağının yere
düşürülmesi ve medyanın bunu bayrak
yakma olarak manipüle etmesi ile Türkiye’de ırkçı-mil-
liyetçilik giderek artmaya başladı. O dönemde giderek
artan ırkçı-şoven hareketlerin Kürt karşıtlığı üzerinden
izledikleri politika güçlendi. Türkiyedeki ırkçı-milli-
yetçilik başta Kürtleri hedef alan hareketlerinden sonra
Hrant Dink’in öldürülmesi ve cenazesindeki ‘Hepimiz
Ermeniyiz’ sloganı ile Ermenilere de yöneldi. Ermeni
okulları ve kiliselerine tehditler ve bomba ihbarları
yapıldı.
Türkiye’de özellikle 1980 darbesi sonra toplumsal
muhalefetin sesinin kesilmesi ile başlayan süreçte ırkçı-
milliyetçi gruplar giderek daha güçlü hale geldiler. Bu
süreçte daha da kötüsü milliyetçilik daha da doğal ola-
rak kabul edildi ve daha da güçlendi . Ulus devlet olma
sürecinde Türkiye’deki milliyetçilik diğer tüm ülkelerde
olduğu gibi bize de ‘doğal’ bir olgu gibi gösterildi. Mil-
liyetçilik, insanların kendi benlikleri, kendi kimlikleri
haline getirildi, sosyal ve siyasal yaşamda Cumhuriyet
öncesindeki ‘din’in gördüğü sınıfl amacı, ayrımcı yeri
aldı.
Türkiye’de son dönemdeki milliyetçiliği
incelediğimizde karşımıza ötekine tahammülsüzlük
ve yok etme, yabancı düşmanlığı ve içe kapalı bir ulus
oluşturma politikalarını ve yine bu dönemde özellikle
milliyetçilik ideolojisinin en önemli argümanlarından
biri olan ‘paronoyayı’ görmekteyiz. Kitaplara kadar girmiş
paronoyalar ile ilkokuldan itibaren, ülkenin bölüneceği-
parçalanacağı her komşumuzun bize düşman olduğu
öğretildi bize. Türk Silahlı Kuvvetlerinin 12 Nisan’da
yaptığı elektronik bildiride de görüldüğü üzere ulusal ve
üniter yapının korunması ve insanlara refl eks çağrısında
bulunulması milliyetçiliğin çok da kullandığı argüman-
lardan biridir. Ulusal ve üniter devlet denerek tektipleşmiş
bir ülkeyi savunan bu gibi görüşler milliyetçiliğin doğal
olarak kabul edilmesini de kullanıp kendilerini meşru
gösterip her türlü şiddet mekanizmasına da çekinmeden
başvurmaktadırlar. Türkiye’de son dönemde yaşanan
Rahip Santoro, Danıştay Saldırısı, Hrant Dink ve
Malatya’daki kitabevi cinayetleri gibi siyasi cinayetler,
milliyetçilik örtüsü altındaki ırkçılık ideolojisinin farklı
olanı, öteki olanı yok etme güdüsünü bizlere gösteren
en önemli örneklerdir. Özellikle Hrant Dink cinayeti
bize bu güdüyü gösterdiği gibi, bir turnusol kağıdı
ararat sayatian
12 Nisan, Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK)
‘’... Özetle, Cumhuriyetimizin kurucusu Ulu Önder Atatürk’ün,
“Ne mutlu Türküm diyene!” anlayışına karşı çıkan herkes Türkiye
Cumhuriyeti’nin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.
Türk Silahlı Kuvvetleri, bu niteliklerin korunması için kendisine ka-
nunlarla verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki
sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı
ile inancı kesindir. Kamuoyuna saygı ile duyurulur.’’
8 Haziran, TSK
Türkiye Cumhuriyeti, ulusal ve üniter yapısının, çağ dışı bir yapı
olduğunu düşünen bir yaklaşım ile karşı karşıyadır. Ulusumuzun bu teh-
likeli yaklaşımı fark etmek zorunluluğu vardır ve olmalıdır.
Türk Silahlı Kuvvetlerinin beklentisi; bu tür terör olaylarına karşı, yüce
Türk milletinin kitlesel karşı koyma refl eksini göstermesidir.
48
olarak siyasetçilerin ve siyasi örgütlerin renklerini de
deşifre etmiştir. Türkiye siyasetindeki hümanist ve sosy-
alist değerlere sahip yapıları daha iyi ayırdedebilmemizi
sağlamıştır. Hrant Dink’in cenaze törenindeki kalabalık
ve atılan ‘Hepimiz Hrant’ız Hepimiz Ermeniyiz’ sloganı
ise milliyetçilik için adeta soğuk duş etkisi yaratmıştır.
Tektipleşmiş; üniter, ulus devletinden söz eden bu zih-
niyet ‘Hepimiz Ermeniyiz’ sloganına hemen müdahale
ederek yine bölünme paranoyalarının insanlara zerk e-
derek ‘Hepimiz Türküz, Hepimiz Mehmetiz’ sloganını
ortaya çıkartmıştır. Türkiye’deki herkesi Türk olarak
adleden bu zihniyet, TSK’nın 12 Nisandaki elektronik
bildirisinde de belirttiği üzere ‘Ne Mutlu Türküm Di-
yene’ anlayışına karşı çıkan herkesi ilelebet düşman ilan
etmiştir.
Burda biraz durup ‘Ne mutlu Türküm Diyene!’
cümlesini irdelemek gerektiğini düşünmakteyim. Bu
söz, belki şekil ve dilbilgisi itibari ile benzemese de bir
önermedir, hatta doğru bir önermedir. Doğrudur çünkü
Türkiye’deki Türkler mutludurlar. Daha da genişletmek
gerekirse, Sünni, müslüman, devletçi, erkek Türkler
mutludurlar. Peki ya Aleviler, Suryaniler, Kürtler, Rum-
lar, sosyalistler, eşcinseller, kadınlar vs. peki bu öteki-
ler mutlular mı? Peki ya bu insanlara ‘siz, siz değilsiniz
‘bu’sunuz’ denince mutlu olabileceklerini umuyor mu-
yuz? Ya da beş parmağın beşinin de bir olduğu bir yerde
yaşayan insanlar mutlu olurlar mı acaba?
Tekrar bu önemli önermemize dönecek olursak bu
ülkedeki Türklerin mutlu oldukları milliyetçiliği kul-
lanarak siyaset yapanlar için de vazgeçilmez bir olgudur.
Ülkenin bölünmez bütünlüğü için kapı komşularının
sınırlarının ihlal edecek kadar savaş çığırtkanlığı yapan
bu oluşumlar vatan ve millet sevgisinin insanları mutlu
edeceğini bizlere dikte edip her türlü geçim sıkıntısı
ve işsizlik gibi ekonomik problemleri bize milliyetçilik
ilüzyonu ile unutturmaktadırlar. İnsanların vatan mil-
let sevgisinin bir kenara bırakıp ekonomik sıkıntıları
düşünmesi ve -daha da önemlisi- bunu sisteme mal
etmesi durumunda gerçekleşebilecekleri düşününce,
bu ilüzyona ihtiyaç da duymaktadırlar. İşte burda
milliyetçiliğin ötekileştirdiği mutsuzlara bakınca bir
‘açlık’ görmekteyiz. Türkiye’deki farklılıklarda olan bu
açlık empati kurulmaması, kardeşçe yaşanılmaması,
yurttaş gibi görülmeme ve sosyal yaşamdaki ayrımcı
davranışlardan kaynaklanmaktadır. Bu açlık birazcık
‘’Türk’’ birazcık ‘’Biz’’ olmayı istemenin açlığıdır.
Burada biraz da ‘’Türklük’’ kavramını irdelemek
gerektiğini düşünmekteyim. Türkiye’de bu kavram
çok sinsi, muğlak ve sağlıksız bir kavramdır. Kurucu
devlet ideolojisi olan Kemalizm tarafından ‘Türkiyeli’
olmayı ifade etsin şeklinde kullanılmış fakat onun sa-
hipleri tarafından hiçbir zaman bu amaca hizmet eden
bir şekilde kullanılmamıştır. Tam aksine farklılığı red-
deden/inkar eden bir bakış açısıyla kullanılmıştır. En
masum görünen ‘Vatandaş Türkçe Konuş Kampanyası’
bile bu reddi bu tektipleştirmeyi gösteriyor bize. Ulus
devlet oluşturma sürecindeki bu gibi ayrımcı bakış
açılarını, baskıları ve şiddeti Türkiye’deki farklılıkların
çokça yaşaması onları bu mutsuzluğa itmesindeki temel
nedendir. Türkiye’de yaşayıp Türkiyeli bile hissedeme-
menin açılımı açıkçası budur.
Farklı olanı aşağılayan ve dışlayan her türlü ide-
oloji -sol ya da sağ olsun fark etmez- Türkiye’deki kim-
lik çeşitliliğine zarar verecek toplumu tektipleştirmeye
yöneltecektir. Daha mutlu ve daha demokratik bir
Türkiye’nin inşasında herkesin taşın altına eline sokup
ezen ulus ya da ezilen ulus olsun farketmez kendi mil-
liyetçilikleri ile yüzleşip onun yerine halkların kardeşliği
şiarını koyması gerekmektedir. Burda unutulmaması
gereken nokta birbirimize benzeyerek yaşamak değil
tüm farklılıklarımız, tüm kimliklerimiz ile birlikte barış
içinde rengarenk bir mozayik içinde yaşamaktır.
49
itiraz
İtirazın İki Şartı / Nevzat Çelik
çok olmadığımız kesin
çok olan tarafta değiliz
çok olan tarafta olmayacağız
türkiye’de kürt olacağız
kürtlerde ermeni
ermenilerde süryani
gidip almanya’da türk olacağız
hollanda’da surinamlı
fransa’da cezayirli
iran’da azeri
amerika’da zifi ri zenci olacağız
çoğalan zencide mutlaka kızılderili
israil’de fi listinli
köpeğin karşısında kedi
kedinin karşısında kuş olacağız
kuşun karşısında börtü böcek
hakemler hep karşı takımı tutacak
ve biz hep yedi kişiyle tamamlayacağız maçı
çiçeklerden kamelya olacağız
az kolumuzun tarafında
solda olacağız
bu itirazın ilk şartı
solda da az olacağız
devrimi çoğaltırken çünkü
bir başka devrime hızla azalacağız
bu da itirazın ikinci şartı.
emperyalizm
Emperyalizm
Tartışmaları
Emperyalizm sorununu
daha iyi anlayabilmek için
Marx’ın kapitalizmi anlamak
için bize miras bıraktığı kavramları
yeniden hatırlamak gerekiyor.
Marx’ta kullanılmamış olan em-
peryalizm kavramından serma-
yenin uluslararasılaşması sürecinde
devletlerarası süregelen eşitsiz güç
ilişkilerini anlıyoruz. Bu temel tanım
bizi marksist sermaye kavramına
götürüyor.
Sermayenin ÖnemiSermaye, günlük dilde kişilerin
elinde tuttuğu ekonomik varlıkları
ifade etmek üzere kullanılıyor. An-
cak marksist sermaye kavramı,
aynı anda ekonomik varlıklarda,
belirli bir içerik ve biçimdeki top-
lumsal ilişkilerle ve bu ilişkilerin
tarafl arı olan sınıfl arla bağlantılı
olarak kullanılıyor. Bu kavram
yalnızca ekonomik ilişkileri değil
aynı zamanda değerin üretiminde,
bölüşümünde, dolaşımında ve
tüketiminde ortaya çıkan çeşitli top-
lumsal sınıfl arın içinde yer aldığı çok
boyutlu ve çelişkili ilişkileri de kap-
sar. Bu metnin sınırlarını oldukça
aşan bu ilişkiler, içinde devletin de
çeşitli biçimlerde varolduğu kapita-
list toplum ilişkilerini oluşturur.
Emperyalizm kavramına
ulaşmak için burada üzerinde özel
olarak durmamız gereken nokta, ka-
pitalizmin özü olan sınırsız üretim ve
sınırsız tüketim mantığıyla bağlantılı
olarak emek-sermaye arasındaki
yapısallaşmış ilişkilerdir. Kendi
çıkarlarının farkında bir sınıf olarak
sermaye sınıfı diğer sermayelerin de
yer aldığı ulusal veya uluslararası
piyasalarda kendi varoluşunu yeni-
den üretmek ve hiyerarşik ilişkiler
içinde yukarı doğru hareket et-
mek için emeğin ürettiği değerin
toplam hacmini ve bu değerden
aldığı payı sürekli arttırmaya çalışır.
Bu duruma basit bir örnek olarak
sermayedarın kendi fabrikasında
işçiyi daha uzun saatler daha ileri
teknolojiyle çalıştırmak istemesi
gösterilebileceği gibi, İngiltere or-
dusunun Hindistan’ın yerli ekono-
misini zor yoluyla çökerterek orada
üretilen değere el koyması da gös-
terilebilir. Değer üretim süreci son-
suz bir süreç olduğu içindir ki, bir
ilişki biçimi olarak sermaye sürekli
olarak içinde bulunduğu kabı aşma
eğilimindedir. Yani sermaye daha
fazla değeri kendisinde toplayacağı
her mekana ulaşmak ve mevcut
mekandaki sömürü ilişkilerini
yoğunlaştırmak derdindedir. Her
seferinde daha fazlasına el koymak
dürtüsü, içinde yaşadığımız sistem
olan kapitalizmin özünü oluşturur.
Sınıf ve ilişki biçimi olarak sermaye
yalnızca üretim sürecinde değil aynı
zamanda üretimde yaratılan metanın
para formuna geçişinde ticari sermaye
ve paranın kendi başına metalaşması
sürecinde de para sermaye ortaya
uygar yıldırım
Emperyalizm kavramına ulaşmak için burada üzerinde özel
olarak durmamız gereken nokta, kapitalizmin özü olan
sınırsız üretim ve sınırsız tüketim mantığıyla bağlantılı olar-
ak emek-sermaye arasındaki yapısallaşmış ilişkilerdir. Kendi
çıkarlarının farkında bir sınıf olarak sermaye sınıfı diğer ser-
mayelerin de yer aldığı ulusal veya uluslararası piyasalarda
kendi varoluşunu yeniden üretmek ve hiyerarşik ilişkiler
içinde yukarı doğru hareket etmek için emeğin ürettiği
değerin toplam hacmini ve bu değerden aldığı payı sürekli
arttırmaya çalışır.
50
çıkar. Paranın metalaşması ve kre-
di arz, talebi bağlamında üretim
süreciyle bağlantılı bazı işlevler
kazanması para sermaye formunun
oluşmasına yol açıyor. Yani üretim
sürecinde yaratılan değerin para
ve meta bazında birikmiş nesnesi
olan sermaye kendi içinde işlevsel
farklılaşmalara ayrılıyor. Serma-
yenin bu farklı formlarını ser-
mayenin sonsuz üretim ve sonsuz
tüketim mekanizmasına bağlı olar-
ak, devletlerin, ulusal ve uluslar arası
piyasaların yer aldığı bir çerçevede
düşünmek gerekiyor.
Emperyalizmin Dönemlendirilmesi
Kapitalizmin dünya ölçeğinde
gelişme süreci, genellikle 3 farklı
dönem içinde ele alınıyor. İşimizi
kolaylaştıran bu dönemlendirmeler
sermayenin farklı biçimlerinin farklı
zaman dilimlerinde, farklı mekan-
larda belirleyici dinamik olmasına
bağlı olarak yapılıyor. Örneğin
İngiltere’de doğan kapitalizm, sanayi
devrimi sonrasında büyük hacimler-
deki meta birikimini, ancak ticari
sermayesini uluslararasılaştırarak
eritecektir. Bu nedenle dönemin
sanayileşmesini tamamlamış em-
peryalistleri arasındaki savaşlara
neden olan asıl çelişki pazar paylaşım
kavgasına ve henüz ulusal mekana
sıkışmış olan üretken sermaye için
hammadde paylaşımına dayanır. Ser-
mayeler sınırsız üretimlerini devam
ettirebilmek için ulusal sınırları aşma
ve diğer mekanların kaynaklarına el
koyma eğilimi taşırlar. Dolayısıyla
emperyalizmin birinci döneminde
sanayileşmiş devletlerin birbirleriyle
uzlaşma eğilimi zayıf olacaktır. Em-
peryalist devlet, ulusal sınırlar içinde
ve uluslararası alanda kendi ülke
sermayesinin birikim koşullarını
düzenler.
Emperyalist devletler, devlet ve
sermayesinin bütünleşmiş haliyle
elindeki ulaşım, iletişim ve silah tek-
nolojileriyle diğer mekanları kendi
arka bahçeleri haline getirmeye
çalışırlar. Emperyalist devletler arası
paylaşım mücadelesi bu devletler
arasındaki uzlaşmanın sağlanmasını
da zorlaştırır. Emperyalizmin klasik
döneminin bir diğer gelişmesi de
geç kapitalist ülkelerin ileride sanayi
burjuvazisine dönüşecek olan ticari
burjuvazisinin yavaş yavaş gelişiyor
olmasıdır. Bu grup, modernleşmeci
bir bürokratik sınıfl a birlikte batının
karşısına vereceği ulusal mücadele-
lerle çıkacaktır. Genel olarak bu
dönemde dünya, batı kapitalizminin
dolaşım ilişkileri içindedir. Kapitalist
üretim ilişkileri henüz batıyla sınırlı
olduğu için, emek sermaye ilişkisi
dünya ölçeğinde henüz yerleşik
ilişki biçimi değildir. Lenin’e göre
dünya devrimi kapitalizmin henüz
içselleşmediği, ulusal mücadelelerini
veren sömürgelerde başlayacaktır.
Dünya perspektifi nedeniyle Lenin
sömürgelerin ulusal mücadelelerine
destek verir.
Emperyalizmin birinci döne-
minde, üretken sermayesinin
gelişimini diğerlerine göre geç
51
emperyalizm
yaşayan Almanya ve Japonya’nın
emperyalist rekabete girmesi dünya
kaynaklarının paylaşımını yeniden
gündeme getirir. Dünya tarihinin
daha önceki hiçbir döneminde
görülmemiş ölçüde geniş mekanları
ilgilendiren ve kitlesel ölümlere
yol açan 1. ve 2. Dünya Savaşları,
paylaşım mücadelesinden doğan
çelişkilerin çözüldüğü süreçleri kap-
sar.
Savaş sonrası dönemde emperya-
listler arası çelişkiler, savaşın Batı
Avrupa’da yol açtığı yıkım ve rakip
bir sisteme sahip SSCB’nin ortaya
çıkmış olması nedeniyle yerini savaşı
kendi topraklarında yaşamamış olan
ABD’nin kapitalist piramitteki
önder konumuna bırakacaktır. 2.
Dünya Savaşı sonrasında başlayan
ve bugüne kadar devam eden
süreçte emperyalizm kavramı ABD
ile özdeşleştirilecektir. Aynı zaman-
da ABD’nin üretken sermayesi de
büyük gelişme gösterdiği için bu
dönemde ABD ekonomik, askeri,
siyasal açıdan büyük bir güç haline
gelecek, kendi sermayesinin olduğu
gibi kapitalizmin dünya genelindeki
çıkarlarının bekçiliğini yapmaya
başlayacaktır.
Sürecin diğer ayağı da, siya-
sal bağımsızlığını kazanmış, mo-
dern devletler olarak örgütlenmeye
çalışan eski sömürge yeni ulus dev-
letler oluşturacaktır. Dünya nüfu-
sunun ¾’lük büyük bir bölümünü
bünyesinde barındıran “azgelişmiş”
olarak ifade edilen ülkelerin ortaya
çıkışı kalkınma, gelişme sorunlarını
gündeme getirmiştir. Bu dönemde
Sovyet dış politikasından, ABD
kaynaklı reçetelere kadar en önem-
li sorun “azgelişmiş” ülkelerin
sanayileşme sorunudur. Yeni ulusal
bağımsızlığını kazanan ülkelerin,
sanayileşmeyle birlikte toplumun
bütün alanlarındaki gelişmeyi yani
kalkınmayı nasıl gerçekleştirecekleri
kafaları kurcalayan önemli sorun-
lardan birisi olmuştur. Kalkınmayı
gerçekleştirememeye verilen
cevaplar ideolojik konumlara
göre farklılaşsa da hangi üretim
ilişkisine ya da toplumsal sınıfa
atfen kullanıldığı belli olmayan
kalkınma kavramı kutsallığını
bugüne kadar sürdürecektir. Bu
kavramı geç kapitalistleşen ülkelerin
yaşadıkları somut süreçler açısından
düşündüğümüzde, yaşanan değişme
aslında ticari sermayenin üretken
sermayeye nasıl dönüşeceği yani
sanayileşme sorununu formüle
eder. Gelişme, kalkınma kavramları
bütün ülkenin ortak iyisini esas
alıyormuş gibi görünen aslında
üretken sermayenin gelişmesiyle
birlikte kendisini gösteren kapitalist
üretim ilişkilerinin derinleşmesine
tekabül eder.
Bağımsızlık OkuluDönemin emperyalizm
tartışmalarına damgasını vuran
okul, bağımlılık kuramcılarıdır.
ABD emperyalizminin “azgelişmiş”
ülke ekonomileri, sanayileri
üzerindeki yıkıcı etkisine vurgu ya-
pan Bağımlılık Okulu teorisyenleri
emperyalizm kavramını, Lenin’in
teorisinden uzaklaşarak sınıfsal
bir olgu olarak değil devletlerarası
eşitsiz ekonomik ilişkilere vurgu
yaparak kullandılar. Emperyalist
ilişkiler, gelişmiş ülkelerle azgelişmiş
ülkeler arasında cereyan eder ve
bu azgelişmiş ülke ekonomilerinin
gelişmesine engel olacaktır. Çünkü
çevre olarak adlandırdıkları geç ka-
pitalist ülkelerden merkeze sürekli
artık aktarımı olacaktır. Söz konusu,
ekonomik artık kavramı kendisini
pahalı teknoloji malları ile çevre
ülkelerden ihraç edilen ucuz tarımsal
ürün ve hammaddelerin değişime
tabi olduğu dolaşım ilişkilerinde
gösterir. Bağımlılık Okulu teoris-
yenlerine göre sürekli olarak pahalıya
alıp ucuza satmak azgelişmiş ülke
fakirliğinin en önemli nedenidir. Te-
orisyenler sömürü ilişkisini Marx’ın
yaptığı gibi emek sermaye arasındaki
değer üretim ilişkisine dayanan
üretim sürecinde değil, çok uluslu
tekellerle çevre ülkenin cılız işletmesi
arasındaki dolaşım ilişkisinde görür.
Çevre ülkenin zenginleşmesi bu bo-
yunduruktan çıkmasını gerektirir.
Merkezle çevre arasındaki bağımlılık
ilişkisi kırıldığında çevre ülke
sanayileşebilecektir. Daha önce de
söylediğimiz gibi bu talep daha çok
çevre ülkenin sanayi burjuvazisinin
taleplerine denk düşer. Çünkü gelişme
sorunu, hangi sınıfl arın bu süreçten
nasıl etkileneceği tartışılmaksızın,
52
Savaş sonrası dönemde
emperyalistler arası
çelişkiler, savaşın Batı
Avrupa’da yol açtığı yıkım
ve rakip bir sisteme sahip
SSCB’nin ortaya çıkmış
olması nedeniyle yerini
savaşı kendi topraklarında
yaşamamış olan ABD’nin
kapitalist piramitteki önder
konumuna bırakacaktır.
emperyalizm
teknolojinin ilerlemesi, GSMH ve
çıktı düzeyi, ithalat/ihracat oranı,
eğitim, sağlık sisteminin gelişmişliği
sorununa indirgenmiştir. Eğer
emperyalist sistemden kopulur-
sa bu sorun çözülecek, üretilen
zenginlik ülke içinde kalacaktır.
Sömürü ilişkileri devletlerarası
eşitsiz ilişkilerde arandığı için em-
peryalist ilişkilerin tarifi dolaşım
ilişkileri üzerinden yapılacaktır.
Çünkü batı kapitalizminin yaşadığı
bir sanayi devrimini çevre ülkeler
yaşayamadığı için, kapitalist üretim
ilişkileri içselleşmemiştir. Bu neden-
le Marx’ın İngiliz kapitalizminden
soyutlayarak oluşturduğu artı-değer
teorileri bağımlılık okulu teorile-
rinde kullanılmaz.
Kapitalist üretim ilişkileri bugün
hiçbir şüpheye yol açmaksızın
derinleşmesine rağmen sömürü
ilişkilerinin emekle sermaye arasında
değil, emperyalist devletlerle (ABD,
AB) Türkiye gibi 3. Dünya ülke-
leri arasında olduğunu söyleyen
bağımlılık teorileri kaynaklı tezlere,
bugün Türkiye solunda da rastlıyoruz.
Sorunun bu şekilde tarifl enmesi,
emek eksenli olduğu iddiasında olan
solu ulusalcı bir çizgiye kaydıracak,
“ulus” içindeki sınıfsal çatışmalar
gözden kaçırılacaktır. Fransız,
ABD, Türk vs. kökenli sermaye-
ler karşısında aslında homojen bir
grup oluşturmayan ulusun merkeze
alındığı bir yaklaşımdan ziyade, asıl
olarak emek gücünü satarak geçin-
meye çalışan sınıf eksenli bir siyaset
oluşturmak gerekmektedir.
1970’lerden BugüneDünya ölçeğinde üretken sermaye-
nin 1970’lerden itibaren aldığı bo-
yut dikkat çekicidir. 1970’te 13 mil-
yar $, 1980’de 55 Milyar $, 2000’de
1,4 Trilyon $, 2004’de 9 Trilyon $.
1970’lerden itibaren üretken ser-
maye bütün dünya üzerinde iç ve dış
dinamiklerden beslenerek gelişme
eğilimi göstermiş, emek sermaye
ilişkileri bütün dünyada hakim ilişki
biçimi olmaya başlamıştır. 1970
krizine götüren süreç işçi sınıfının
militan taleplerinin artması ve aşırı
birikim kriziyle birlikte başlıyor.
Metnin başında da sözünü ettiğimiz
gibi, üretimde yaratılan değerin
yüksek teknolojik girdi kullanımıyla
hızla birikmeye başlaması, değerin
paraya çevrilmesi (değerin realizas-
yonu) sorununu gündeme getiriyor.
Bununla birlikte işçi sınıfının güçlü
sendikalar aracılığıyla sistemi aşmaya
dönük olarak güçlenen hareketi batı
kapitalizmini üretimi yeniden or-
ganize etme ihtiyacıyla karşı karşıya
bırakıyor. Üretken sermayenin
1970’lerden bugüne kadar süren
üretimi sendikasız, ucuz işgücünün
yer aldığı ülkelere doğru kaydırma
eğilimi, çok uluslu şirketleri dünya
ölçeğinde belirleyici toplumsal ak-
törler haline getirecektir. 1970’ler-
den itibaren emperyalist ilişkilerin
oluşmasında ortaya çıkan yeni bir
gelişme olarak, artık “azgelişmiş”
olarak bilinen ülkelerin az sayıda ser-
mayesi de kendi ulus ölçeklerini aşıp
diğer ülkelerde üretken yatırımlara
girişmişler ve çok uluslu şirketlerle
bütünleşmişlerdir. Böylece, Lenin ve
Bağımlılık Okulu’nda olduğu gibi
emperyalizm, batılı ülkelerden diğer
toplumlara doğru tek yönlü bir
süreç olmaktan çıkmış, sonradan
kapitalistleşen ülkeler de 1970’ten
bugüne emperyalist ilişkilerin önem-
li bir belirleyeni olmaya başlamıştır.
1970 sonrası dönemin bir diğer
gelişmesi, önemli büyüklükteki para
sermaye, üretken sermayenin yaşadığı
krizden korunmak için iletişim tek-
nolojilerinin sağladığı olanaklarla
dünyada dolaşmaya başlamasıdır.
Kapitalizm gelişirken beraberinde
emek, mal, para piyasalarını da
geliştiriyor ve uluslararası para ser-
maye, ülkeler arası farklılaşan piyasa
53
Fransız, ABD, Türk
vs. kökenli sermayeler
karşısında aslında homojen
bir grup oluşturmayan
ulusun merkeze alındığı
bir yaklaşımdan ziyade,
asıl olarak emek gücünü
satarak geçinmeye çalışan
sınıf eksenli bir siyaset
oluşturmak gerekmektedir.
emperyalizm
şartlarının yarattığı olanaklardan
yararlanarak, hızlı ve istikrarsız
davranış biçimleriyle ülkelerin top-
lumsal yapılarını hızla krize sokacak
bir dinamiğe dönüşmeye başlıyor.
Ancak gözden kaçmaması gereken
şişme eğilimi gösteren parasal ha-
cimleri ve bunların hareket dinamik-
leri üretken sermayenin dünyadaki
gelişmişliğinden bağımsız hareket
edemez. Çünkü bütün formlarıyla
sermaye birikimi ancak üretim süre-
cinde emek tarafından yaratılan
değere el konulmasıyla gerçekleştirilir.
Dolayısıyla para sermayenin farklı
ülkelerin olanaklarını krize yol
açmaksızın değerlendirebilmesi,
üretken sermayenin gelişmişlik
düzeyiyle bağlantılıdır.
Soğuk savaş nedeniyle hızlanan
silahlanma yarışı, Vietnam yenil-
gisi, Uzakdoğu kökenli üretken
sermayenin dünya ölçeğinde reka-
bete katılmaya başlaması, Marshall
Planı’yla birlikte Avrupa’nın yeni-
den yapılanması için verilen krediler
1970’lerden bugüne ABD’nin hege-
monik gücünü yitirmesine yol açıyor.
Birçok kaynakta da bahsedildiği
gibi rakip sisteme sahip SSCB’nin
dağılmasıyla dünyada klasik em-
peryalizm teorilerinin oluştuğu
döneme benzer şekilde emperya-
list devletler arası çelişkiler yeniden
gündeme gelmiş bulunuyor. Dünya
kapitalizmi rakipsiz tek sistem haline
gelirken yine dünya kaynaklarının
paylaşımı sorunu yeniden birbirine
rakip kampları ortaya çıkarıyor.
1970 sonrası küresel kapita-
lizm, kendisini yeniden üretmek
için neoliberal stratejileri hem u-
luslar arası düzeyde hem de ülke
içinde oluşturulan yeni politikalarla
hayata geçiriyor. Üretken serma-
yenin uluslararasılaştığı, kapitaliz-
min derinleştiği böyle bir ortamda
devletler arası ve sermayeler arası
yatay ve dikey ilişkileri düzenleyecek
sözleşmelere ve kurumsal düzen-
lemelere ihtiyaç duyuluyor. BM,
NATO, IMF gibi kurumlar da kendi
sermayelerinin temsilciliğini yapan
devletlerin çatışma alanıdır ve alınan
kararlarda ülkelerin iktisadi, siyasi
ve askeri güçleri etkilidir. Ulusal
düzeyde, neoliberal politikalar dev-
letin toplumsal hayat içindeki ko-
numu yeniden tanımlanarak hayata
geçirilir. Kamuya ait olan ne varsa
artık özel mülkiyetin konusu olmaya
başlamıştır. Devlet büyük ölçekli
ulusal ve uluslararası sermayenin
birikim çıkarları için doğayı, ortak
kullanım alanlarını, kamusal malları
özelleştirir ve bunlardan doğan çevre
kirliliği, fakirleşme, sosyal çözülme
gibi sorunları da kolektifl eştirir.
Özelleştirmelerin yarattığı ranttan,
ulusalcı çevrelerin iddia ettiği gibi
yalnızca yabancı sermaye değil, yerli
sermaye de yararlanır. Bu açıdan yer-
li ile yabancı sermaye arasında nice-
lik farkı vardır. Bu nedenle sorunu
yabancı sermaye karşıtlığı değil top
yekun bir sermaye karşıtlığı olarak
koymak gerekiyor. Yani anti-ka-
pitalizmi anti-emperyalist bir hatla
göbekten bağlamak, insanı ve doğayı
tahakküm altına alan sisteme karşı
daha tutarlı bir karşı çıkışı mümkün
kılacaktır.
Devlet-Sermaye İlişkisi
Kamusal olanaklara ve güce sa-
hip modern devlet, sermayenin
doğuşundan gelişimine kadar eş
zamanlı olarak kurumsallaşma süre-
cine girer.
Bugünün devletleri, sistemin
doğuşundan bu yana çeşitli sınıfl arın
etkisine açık olmakla birlikte tari-
hin gördüğü en büyük bürokratik
yapılara dönüşürler ve sermayenin
anlık çıkarlarının ötesine taşan,
sistemin yeniden üretimini hedef-
54
Anti-kapitalizmi anti-
emperyalist bir hatla
göbekten bağlamak, insanı
ve doğayı tahakküm altına
alan sisteme karşı daha
tutarlı bir karşı çıkışı
mümkün kılacaktır.
emperyalizm
leyen daha uzun vadeli stratejilerin
uygulayıcısıdırlar. Hindistan’da,
Irak’ta, Afganistan’da zenginliği özel
mülkiyetine alan devlet değil ser-
mayedir. Devletin zor yoluyla ve
iktisadi zorla yaptığı müdahalelerde
sermayenin farklı biçimlerinin
doğrudan veya dolaylı çıkarları
görünmez hale gelir. Bu nedenle,
örneğin Irak İşgali ABD Devleti‘nin
aracılığında ABD sermayesinin ge-
lecek dönemki çıkarlarına tekabül
eder. Devletin görünen yüzünü
oluşturan kişiler aynı zamanda
çeşitli şirketlerde hisse sahibi kişiler
olabilirler. Yani kamusal meşruiyet
kaynağı olan devlet, çıkarların
özelleştirilmesi görevini yürütür
ve değerin paylaşımında yer alan
kimseler şirket ortaklıklarında yer
alabileceği gibi devletin önemli
konumlarında da yer alabilirler.
Dolayısıyla, devlet elindeki ola-
naklarla ve sermayeye göbekten
bağlı yöneticileriyle kapitalizmin
sürekli olarak yeniden üretimini
gerçekleştirir.
Kapitalizmi geç yaşayan toplum-
larda devlet, sistemin kuruluşunda
farklılaşan bazı işlevler yük-
leniyor. Batı kapitalizmi gelişen
ticaret kanallarıyla diğer toplum-
lara metalarını ulaştırdığında,
aynı zamanda buralarda sermaye
birikiminin ilk yerel tohumlarını
ticari sermaye biçiminde atmıştı.
Kendi ulusal piyasasını ve dev-
letini oluşturmaya doğru yol alan
bu ilkelerin yerli kapitalizmlerini
inşa süreci, batı kapitalizminin em-
peryalist eğilimleriyle çatışıyordu.
Lenin, batı sermayesinin 19. yüzyıl
başlarında kendisini yeniden ürete-
bilmek için öteki mekanlar üzerinde
hegemonya yarışına girdiğini,
eğer ulusal mücadeleler başarılı
olursa batılı ülkelerin sermayesi-
nin kendisini sürdüremeyeceğini,
dolayısıyla dünya devriminin zinci-
rin zayıf halkasından başlayacağını
söylüyordu. Yani batıda sermaye-
nin merkezileşmesi/yoğunlaşması
süreci bitmiştir ve artık birikmiş
aşırı sermaye kapitalizmle henüz
karşılaşmamış ya da daha yolun
başında olan ülkelere aktarılırsa sis-
tem kendini var edebilecektir. Bu
nedenle dünya kapitalizminin çöküş
süreci “ulusların kendi kaderlerini
tayin hakkıyla” mümkün olacaktır.
Ancak bugün durduğumuz nok-
tadan tarihe bakıp görüyoruz ki,
siyasal bağımsızlıklarını kazanmış
ülkelerin gelişen sermayeleri de
etkilerini ve ilgilerini uluslararası
alana doğru kaydırarak, emperya-
lizmin parçası olmuşlardır. Örneğin
Türkiye’de ENKA Kazakistan çöl-
lerinde ABD’yle birlikte Kazak ve
Türk işçileri çalıştırdığı yatırımlar
yapmaktadır. İçlerinde ordu
kuruluşu olan OYAK’ın da yer aldığı
fi rmalar Kuzey Irak’ta milyarlarca
dolarlık inşaat ihaleleri almışlardır.
Zorlu Grubu’na bağlı Vestel’in
dünyanın dört bir tarafında fabrika
yatırımları vardır. Yani uluslararası
arenada kapitalist hiyerarşi içinde
eşitsiz konumlarını sürdüren geç ka-
pitalist ülke sermayeleri de giderek
emperyalizmin önemli bir parçası
haline gelmişlerdir.
55
emperyalizm
müzik
Kazım’ın Ardından
Kazım Koyuncu 33 yaşında
yitirdiğimiz “Laz Rock”
solistiydi. Aramızdan ayrılalı
yaklaşık iki yıl olmasına rağmen,
Kazım Koyuncu’nun posterleri
tribünlerde, minibüs camlarında,
berberlerde, nükleer santral karşıtı
kampanyalarda karşımıza çıkıyor.
Ölümünden sonra böylesi bir
sahiplenme Türkiye’de muhalif
bir rock solistinin hayatın içine
girdiğinde neler yapabileceğinin bir
işaretiydi.
Peki Kimdir Kazım Koyuncu? Kazım Koyuncu 1972’de Artvin’in
Hopa ilçesine bağlı Sugören köyünde
dünyaya geldi. Üniversiteyi kazanıp
İstanbul’a gelene kadar müziğin
üreticisiyle tüketicisinin iç içe geçtiği
bir ortamda kemençe ve tulum ses-
leriyle büyüdü. Çocukluğunu ve ilk
gençliğini yaşadığı Sugören köyünde
kendisi de mandolin çalan Kazım
Koyuncu yılar sonra üstadım diyeceği
‘Kemençeci Yaşar’ın müziğinden et-
kilendi.
1988’de İstanbul Üniversitesi Si-
yasal Bilgiler Fakültesi’ni kazanarak
İstanbul’a yerleşti. Üniversitedeyken
kendi deyimiyle “tarihin akışını düze
çıkarmak” için yaptıklarından dolayı
dört ay tutuklu kaldı. Cezaevinden
çıktıktan sonra üniversiteye dönmedi
ve hep aklında olan müziğe profesyo-
nel olarak devam etmek üzere Ali
Elver’le birlikte Dinmeyen’i kurdu.
‘Dinmeyen’
1992’de kurulan Dinmeyen tek
albümü Sisler Bulvarı’nı 1996’da
piyasaya sürdü. Albümde Kazım
Koyuncu ve Ali Elver’in dışında
sonradan solo albüm çıkaran Arzu
Görücü ve Metin Kalaç gibi isim-
lerin de emeği geçti. Sol muhalif bir
utku dinç
Birbirinin tekrarı işlerle ve tiplerle dolmuş müzik piyasasının
aktörleri ve aktrisleri; basitleşmeden kitleselleşebilen,
doğrudan ifade ettiği sahici aykırılıklarına rağmen
yadsınmayan bir devrimciyle yüz yüze geldiğinde, kimse-
nin ahmak olmadığını ve samimiyetin hala önemli bir değer
olduğunu anladı. En azından bir kısmı anladı. Anlayanlar,
15 bin kişilik uğurlamada yer aldı.
56
Üniversitedeyken kendi
deyimiyle “tarihin akışını
düze çıkarmak” için
yaptıklarından dolayı
dört ay tutuklu kaldı.
Cezaevinden çıktıktan
sonra üniversiteye dönmedi
ve hep aklında olan müziğe
profesyonel olarak devam
etmek üzere Ali Elver’le
birlikte Dinmeyen’i kurdu.
söylemi olan Dinmeyen’in sound’u
rock’a kaymakla beraber benzer iddi-
alarla albüm çıkaran çağdaşlarından
farksızdı. Buna rağmen, bir tanıtımı
ve reklamı olmayan hatta öncesi ve
sonrası da olmayan albüm öğrenci
evlerinin dar repertuarında kendi-
sine yer açmayı başardı.
Albümde seslendirdiği üç parça-
da da Türkiye’nin ilk ‘Laz Rock
solisti’ olarak Kazım Koyuncu’nun
izlerine rastlanamıyor. Tabi bunda
albümün çıktığı dönemde, Kazım
Koyuncu’nun kafasında böyle bir
planının olmamasının da payı var.
Bunun yanında albüm, Kazım
Koyuncu’nun profesyonel müzik
hayatında da politik müzik yapmak-
taki inadının ve kalite arayışının
işaretlerini veriyor.
1992’de kurulan Dinmeyen,
1993 yılında Kazım Koyuncu’nun
Memedali Barış Beşli isimli Laz bir
hukuk öğrencisi ile tanışması ve
Lazca müzik yapmaya karar vermesi
üzerine dağıldı.
Zuğaşi Berepe
Kazım Koyuncu 1993 yılında Me-
medali Barış Beşli ile dünyanın
ilk ve tek Laz Rock topluluğu
‘’Zuğaşi Berepe’’yi kurdu. Kazım bu
buluşmadan önce kendisinin de Laz
olması ve Laz ezgileriyle büyüme-
sine rağmen Lazca müzik yapmayı
düşünmüyordu.
Kazım Koyuncu Zuğaşi Be-
repe ile birlikte 1995 yılında “Va
Mişk’unan” adlı albümü çıkardı.
Türkçeye “Bilmiyorum” diye
çevrilebilecek albüm yine politik
içerikliydi. Fakat albümün etkileri
politik çevreleri aştı. Albümde yer
alan ‘Ben’,’Ernesto’ ve ’Avlaskani
Cuneli’ gibi parçalar herkesçe büyük
beğeni topladı.
Zuğaşi Berepe 1998 yılında
‘’İgzas’’ ı çıkardı. Bu albüm “Va
Mişk’unan” kadar başarılı olamadı.
Grup “İgzas”tan sonra Brüksel Kon-
seri kayıtlarından oluşturdukları ve
kendi olanaklarıyla sınırlı sayıda
çoğalttıkları “Brüksel Live” adında
bir albüm daha çıkarttı. Zuğaşi Be-
repe 1999 yılında anlaşmazlıklar so-
nucu dağıldı.
2000 yılında Kazım Koyuncu
dört albümlük ‘’Salkım Söğüt’’
projesinin ikinci albümünde
yer aldı. Projede Laz Rock’çı
kimliğiyle müzik yapan Kazım
Koyuncu herkesçe bilinen „Di-
dou Nana” isimli Megrel halk
türküsünü ve “Golas Empula
Yulun” isimli Laz türküsünü söy-
ledi. Bu projede Kazım Koyuncu
solo albümünü çıkartmadan önce
Laz Rock’ın adresi olduğunu
ispatladı.
57
müzik
Viya KazımKazım Koyuncu’nun 2001’de
çıkarttığı ilk solo albümü “Viya”,
müzik piyasasının Karadeniz Pop’la
işgal edildiği bir döneme denk
düşer. Bu zamanlama hatasına
rağmen albümün kazandığı ticari
başarı müzik piyasasında mu-
halif bir sesin hatta devrimci bir
sesin de kabul görebileceğinin ve
kitleselleşebileceğinin ispatıydı.
Kendi deyimiyle bu albüm düzey-
siz Karadeniz Pop’un panzehiri
olmuştu.
Viya, halkla ilişkiler
çalışmalarının, parayla yayınlatılan
kliplerin sonucunda kazanılamayan
bir dinleyici kitlesi kazandı. Birbi-
rinin tekrarı işlerle ve tiplerle
dolmuş müzik piyasasının aktör-
leri ve aktrisleri; basitleşmeden
kitleselleşebilen, doğrudan ifade
ettiği sahici aykırılıklarına rağmen
yadsınmayan bir devrimciyle yüz
yüze geldiğinde, kimsenin ahmak
olmadığını ve samimiyetin hala
önemli bir değer olduğunu anladı.
En azından bir kısmı anladı. Anla-
yanlar, 15 bin kişilik uğurlamada yer
aldı.
Viya, Karadeniz müziği de-
nilince yüzlerde oluşan küçümser
muzip ifadeye de ağır bir darbe in-
dirdi. Düşmanlaştıracak kadar güçlü
görmediği Lazları gülünçleştirerek
küçümsemeye çalışan anlayışın
kendisini komik duruma düşürdü.
Viya SonrasıViya bir sıçrama noktasıydı.
Viya’dan sonra Kazım Koyuncu
2002’de Gülbeyaz’ın, 2003’te de
Sultan Makamı dizilerinin müzik-
lerini yaptı. 2005 yılında da “Hay-
de” albümünü çıkardı. Viya gibi
Gürcü, Hemşin ve Laz ezgiler-
inden oluşan albümde Gülbeyaz
dizisinden tanıştığı Şevval Sam’la
düet yaptı. Albümün satış rakamları
Kazım Koyuncu’yu kaybettiğimiz
25.06.2005 tarihinde 100.000’i
bulmuştu. Kazım Koyuncu müzik
piyasasında kendi çizdiği yolda ödün
vermeden ilerliyordu. Ta ki lenf kan-
serine yakalanana kadar…
Yıldızların Çok Olduğu Bir
Gökyüzüne Doğru
Kazım Koyuncu yakalandığı
lenf kanserinin yayılmasının
durdurulamaması sonucu 25.06.05
tarihinde hayata gözlerini yumdu.
Düzenlenmesine öncülük ettiği
ve bu seneki etkinliklere hastalığı
dolayısıyla katılamayacağını be-
yan ettiği „Hey Gidi Karadeniz“
şenliğine tabutuyla katıldı. Şenlikler
için hazırlanan Harbiye Açık Hava
Tiyatrosu’na Kazım Koyuncu’yu
uğurlamaya 15 bin kişi geldi.
Kazım Koyuncu rock
müziğin yapısındaki radikal tav-
ra şarkı sözlerinde ve hayatında da
rastlayabileceğimiz bir sanatçıydı.
Sanatın üreticisiyle tüketicisi
arasındaki engelleri parçalayabilecek
kadar da samimiydi.
Bugün müzik piyasasında
sahiciliğin ve samimiyetin bir değer
olduğunu hepimize gösterdiği
için Kazım Koyuncu umuttur.
18.12.2005’te Trabzon-Beşiktaş
maçında Trabzon Spor’a yaptığı bes-
telere rağmen İnönü’de Çarşı’nın
açtığı Kazım pankartında, Hopa’da
bir kültür merkezinde, minibüslerin
arkasında karşımıza çıkabilecek bir
umut.
Hopa’ya yıldızların çok olduğu
bir gökyüzüne giderken bize bırak-
tıkların için teşekkürler Kazım…
Yıkıcıyım ama
kendimi bilmez değilim.
58
Kazım Koyuncu rock müziğin yapısındaki radikal tavra şarkı
sözlerinde ve hayatında da rastlayabileceğimiz bir sanatçıydı. Sanatın üreticisiyle tüketicisi arasındaki engelleri
parçalayabilecek kadar da samimiydi.
Viya’nın kazandığı ticari
başarı müzik piyasasında
muhalif bir sesin hatta
devrimci bir sesin de
kabul görebileceğinin
ve kitleselleşebileceğinin
ispatıydı. Kendi deyimiyle
bu albüm düzeysiz
Karadeniz Pop’un panzehiri
olmuştu.
müzik
Çok Dilli Belediyecilik ve
Bağımsız Yargının Dansı
Ah şu bölücüler yok mu bölücüler,
boyu devrilesiceler! Bakın şu hain-
lerin yaptığı işe; yine kardeşi
kardeşe kırdırmak için ne tezgahlar
kurmuşlar. Sen tut “çok dilli bel-
ediyecilik” diye bir uygulamaya git.
Yahu bunlar bilmez mi ki bu ülken-
in dağlarında, taşlarında “Tek dil…”
yazdığını. Sırf ortalığı karıştırmak,
bölücü emellerine ortam hazırlamak
için resmi dilin yanında yerel-etnik
dilleri de kullanarak belediye hiz-
metlerini tanıtmaya kalkmışlar! Yahu
senin ne haddine, böyle güzelce,
özene bezene, binbir emekle, 85
yıldır üzerinde çalışılan sanat eseri
“mermeri”-ulusal bütünlüğü- yer-
inden kaldırmak. Bilmez misiniz ki
bu eserde kimlerin, hangi muhterem
şahısların el emeği- göz nuru vardır.
Yazıklar olsun, bu ülkenin ekmeğini
yiyip, suyunu içiyorsunuz.
Bereket versin ki, bu ülkenin
idarecileri ve yargı kurumları ayakta
henüz. Hemen yakalamışlar bu ince
tezgahı, sağ olsunlar. Gerçi aynı yö-
neticilerin ülkeyi ne hale getirdikleri
malum, fakat birlik-bütünlük dedin
mi akan sular durur tabi. Bu kon-
uda gereken derhal yapılır. Yahu,
daha birkaç ay önce herkesin gözleri
önünde, devletin savcısı sorgusuz su-
alsiz, “emsal olsun” diye görevinden
atıldı. Ne var ki, hala ayağını denk
almayanlar çıkıyo kardeşim; nasıl
iştir anlamadık gitti.
Neyse olayı kısaca anlatayım
da, gerisini siz düşünün. Belki
duymuşsunuzdur, Diyarbakır’da
Sur Belediye Meclisi 6 Ekim
2006’da ‘Belediye hizmetlerinde çok
dilliliği esas alma’ kararı almış ve bu
doğrultuda belediyenin yürüttüğü
faaliyetler, Türkçe, Kürtçe, Süry-
anice, Keldanice, İngilizce gibi dill-
erde broşürlere basılmış, belediye
çalışanlarına yönelik, farklı dilleri
yoğun olarak kullanan vatandaşlara
daha iyi hizmet verilebilmesi için, dil
kursları açılmıştır. Bu uygulamayı
hemen fark eden İçişleri Bakanlığı,
‘’hizmetlerinde çok dilli belediyeci-
lik kararı alan’’ Sur Belediye Başkanı
Abdullah Demirbaş’ın görevden
alınması ve Belediye meclisinin feshi
talebiyle Danıştay’a başvurmuştur.
Danıştay 8’inci Dairesi, İçişleri
Bakanlığı’nın başvurusu üzerine,
‘’belediye hizmetlerinde çok dilli
belediyecilik yolunda karar alan’’
Diyarbakır’ın Sur Beldesi Beledi-
ye Başkanı Abdullah Demirbaş’ın
başkanlığının düşürülmesine ve
belediye meclisinin feshine karar
vermiştir. Danıştay kararını şöyle
belirtmiştir: ‘’Anayasa ve uluslararası
sözleşmelerde belirlenen ve güvence
altına alınan temel ve hak özgürlük-
lerin kullanımını aşan, bu kuralların
amacına ve öngörüsüne aykırı bir
niteliğin oluştuğu sonuç ve kanaa-
tine ulaşılmaktadır.’
Olayı kısaca aktardım; gerçi ben
olayı tam anlamadım. Şöyle ki, eğer
belediye yasalara uygun olmayan
bir karar almışsa neden bu karar ip-
tal edilmiyor da belediye meclisi ve
belediye başkanı görevden alınıyor.
Yoksa mahkemeyi tedirgin eden
başka şeyler mi var. Eğer başka
şeyler varsa, bunlar nedir ve ana-
yasadaki karşılıkları nelerdir? Yoksa
şu bizim kullanılmasının uğursuzluk
getirdiğine inandığımız bazı kelime-
lerin kullanılması mıdır neden? Ama
bir mahkemeden de böyle uhrevi
inançlara itibar etmesi beklenebilir
hiç? Gerçi bu gibi idare mahkemeler-
inin, “idare(nin) mahkemesi” olması
durumu diye bir şey öğrenmiştim
üniversitedeyken. Belki de idarenin
işine gelmediği için böyle bir karar
vermişlerdir, kim bilir?
sami yılmaz
İçişleri Bakanlığı, ‘’hizmetlerinde çok dilli belediyecilik
kararı alan’’ Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş’ın
görevden alınması ve Belediye meclisinin feshi talebiyle
Danıştay’a başvurmuştur. Danıştay 8’inci Dairesi, İçişleri
Bakanlığı’nın başvurusu üzerine, Abdullah Demirbaş’ın
başkanlığının düşürülmesine ve belediye meclisinin feshine
karar vermiştir.
59
yargı
ekoloji
Genetik Tehlikenin
Kıyısında
Genetik mühendisliği ya da
biyoteknoloji geçtiğimiz
on yılda adından sıkça
söz edilen bilim dalları arasında.
Kimileri genetik mühendisliğinin
milyonların açlık sorununu çözecek
yegane yöntem olduğunu savunsa
da, bilim ve sermayenin ahlak ve
sorumluluk dışı işbirliğinin en teh-
likeli örneklerinden biri genetik
mühendisliği. Bu yazıda genetik
mühendisliğinin tarımsal alandaki
kullanımından ve olası tehlikelerden
söz etmeye çalışacağım.
Gen, bir organizmadaki özel-
liklerden herhangi birinin ortaya
çıkmasını sağlayan DNA dizisi
olarak tanımlanabilir. Genetik
mühendisliği ya da biyoteknoloji
bir canlıya ait herhangi bir gen-
in belirlenmesi ve bu genin söz
konusu canlıdan başka bir canlıya
aktarılmasıdır. Aktarım işlemi, genel-
likle virüs veya bakteriye ait taşıyıcı
DNA molekülü -yani vektörler-
kullanılarak yapılır. İstenilen genin
başarıyla aktarılıp aktarılmadığının
kontrol edilebilmesi için vektöre be-
lirgin bir özelliği kodlayan işaret gen
yerleştirilir. Bu işaret genler genel-
likle antibiyotikler direnç genleridir.
Genetik mühendisliğinin gözünü
tarımsal üretime dikmesi 1990’lı
yılların başına tekabül eder. Büyük
biyoteknoloji şirketlerine göre mil-
yonlarca insanın açlık çektiği bir
dünyada konvansiyonel üretim
süreçleriyle hızla artmakta olan dün-
ya nüfusunu doyurmak mümkün
değildir artık. Verimliliği artıracak
daha etkili yöntemler bulmak gerek-
mektedir. Zaten “Yeşil Devrimin”
yeterince yeşil olmadığı da ortaya
çıkmıştır. Genetiği değiştirilmiş to-
hum çalışmaları, bütün bu söylem-
lerin ışığında ve kocaman iddialar-
la ortaya çıktı. Bu yeni teknoloji
yardımıyla herkes için yeterli besin
üretilerek gıda güvenliği sağlanacak;
yoğun tarımsal girdi kullanımına
gerek olmadan yetişecek bitkiler
aracılığıyla hızla kirlenmekte olan
doğal kaynaklar korunmuş olacak ve
böylece daha ekolojik yöntemlerle
üretim yapmanın yolu açılacaktı.
Biyoteknolojik yöntemlerle
üretilmiş ilk tarımsal ürün olan Flavr
Savr adlı domatesin FDA tarafından
“konvansiyonel eşdeğerleri kadar
güvenilir” ilan edilişinin tarihi, 18
Mayıs 1994’tür. Bu tarih itibariyle
genetik tehlikenin tarlalarımıza ve
sofralarımıza girmesinin yolu res-
men açılmıştır. Bu tarihten sonra
tarımsal değeri olan bitkilere çeşitli
amaçlarla pek çok gen aktarılmıştır.
Bu genlerin büyük kısmını (%75)
herbisitlere (zararlı otlarla mü-
cadelede kullanılan kimyasallara)
tolerans genlerinin oluşturması ol-
dukça ironiktir. Çünkü bu genlerin
aktarıldığı tohumların ekilmesi her-
bisit kullanımını teşvik edecektir.
Ortaya çıkış amaçlarından biri,
tarımsal girdi kullanımını azaltmak
olan bir teknolojinin gücünün %75
ini bu kimyasallara toleransı yük-
sek tohumlar üretmeye harcaması
oldukça dikkat çekicidir. Aktarılan
genlerden bir diğeri parazit ve
hastalıklara dayanıklılık genleridir.
Biyoteknoloji şirketlerinin söylem-
lerine bakılacak olursa bu genlerin
aktarıldığı tohumları eken bir çiftçi
öncü maracı
Günümüzde fi kri mülkiyet hakları ve biyo-patentler
aracılığıyla bir geni, bir hayvanı, insana veya hayvana ait
herhangi bir organı patentlemek mümkündür. Yaşayan her-
hangi bir şeyi patentlemek - yeryüzündeki sahibi olmak ya
da kontrol edebilme gücüne sahip olmak- hele de bunu
organizmaların geçirdiği milyonlarca yıllık evrim sürecini
yok sayarak yapmak pek çok aklıselim insana akıl almaz geli-
yor olmalı.
60
pestisit (zararlı böceklerle mü-
cadelede kullanılan kimyasal) kul-
lanmak zorunda değildir. Çünkü
bitki tüm yaşamı boyunca bu toksin-
leri kendisi üretmektedir. Böylece,
bitkinin küçük bir parçasını yiyen
böcek anında ölmektedir. Bu tok-
sinin hedef zararlı olmayan canlı
türlerine (kelebek, vs) zarar vermek
suretiyle biyoçeşitliliği yok edeceği
unutulmamalıdır. Ayrıca, bu tok-
sinlerin insan sağlığı üzerindeki et-
kileri de tam olarak bilinmemekte-
dir. Aktarılan genler sıralamasında
üçüncü sırayı olgunlaşma süresi
almaktadır. Bu genlerin aktarıldığı
tohumlar zamanından erken
olgunlaşabilmektedir. Dördüncü
sırayı terminatör gen almaktadır.
Büyük biyoteknoloji şirketleri, to-
hum sattıkları çiftliklerden, onların
tohumunu tercih etmeyen çiftlik-
lere gen kaçışını önlemek için ya da
onların deyimiyle “arıların hırsızlık
yapmasını engellemek için” termi-
natör teknolojiyi ürettiler. 1998
Mart ayında ABD Tarım Bakanlığı
ve Delta and Pine Land Şirketi
(Bugün Monsanto satın almış du-
rumda) bu patente sahip olduklarını
açıkladılar. Bitki DNA sına nakle-
dilen gen, bitkinin kendi tohumun-
daki embriyonlarını öldürmesini
sağlamaktadır (Kısır Tohum) ve
bu tohumlardan ertesi sene yeni-
den ürün elde etmek mümkün
olmamaktadır. Bu yolla çiftçiliğin
özü, yani ürününden tohum sak-
lama ve tohumunu paylaşma olgu-
su yok edilmiş, şirket tarımcılığına
bırakılmış oldu. Çiftçi her sene
tohum şirketlerinden tohum al-
mak zorunda bırakılarak üretime
iyice yabancılaştırıldı ve bu sırada
olan binlerce yıllık tarımsal üretim
süreci boyunca ıslah edilmiş, çevre-
sel koşullara genetiği değiştirilmiş
tohumdan daha dayanıklı olduğu
aşikâr olan, tüm insanlığın ortak
mirası doğal tohumlara olmuştur.
Aktarılan genler arasında beşinci
sırayı işlenme ve depolanma süreç-
lerini etkileyen karakterler (raf ömrü
gibi) almaktadır. Çevresel koşullara
dayanıklılık ve verim artışını
sağlayan genlerin aktarım sıklığı
ise son sıradadır. Milyonların açlık
çekmesini engellemeyi hedefl eyen bir
teknoloji için gücünün yalnızca bu
kadar küçük bir kısmını verimliliği
artırmaya harcaması, bu teknolo-
jiyi inşa edenlerin gerçek niyetlerini
yeterince iyi ortaya koymaktadır.
Öyle ya da böyle, GDO’ların
son 15 yıldır hayatımıza girmiş
olduğu bir gerçek. Bu modifi ye
organizmaların insan sağlığına olan
etkileri, çevreye verdikleri zarar-
lar ya da bilimsel yönden şaibeli
oluşları üzerine sayfalar dolusu
yazı yazılabilir. Bu yazıda genetiği
değiştirilmiş tohumların yaratacağı
sosyal adaletsizliklerden söz etmeyi
tercih ediyorum. Bu tohumlar
aracılığıyla iki boyutlu bir sosyal
adaletsizlik yaratılmaktadır ve hem
üreticiler hem de tüketiciler mağdur
edilmektedir
Binlerce Yıllık Ortak Mirasa El Koymak
Dünya üzerinde 12.000 yılı aşkın bir
süredir bitki yetiştiriciliği yapıldığı
bilinmektedir. İnsanlar zaman içinde
verimli tohumlukları seçmeyi, uy-
gun koşullarda saklamayı, yeniden
yetiştirmeyi ve farklı çeşitleri çapra-
zlayarak daha verimli çeşitler elde et-
meyi öğrendiler. Deneme-yanılma
yöntemiyle edinilen bilgilerin ve
ıslah edilen tohumların paylaşılması,
nesilden nesle aktarılması ve
dayanışma, tarım yapma kültürünün
temelini oluşturmaktaydı. Bugün
tükettiğimiz her bir bitki türünün,
ürünlerinden faydalandığımız her
hayvanın evcilleştirilme serüveninde
bu yoğun emek gerektiren süreçler
yatmaktadır. Bu nedenle ekilip
dikilen her metre kare alanda bir
çiftçinin alın teri vardır ve yetiştirilen
tüm tohumlar insanlığın ortak
malıdır.
Günümüzde fi kri mülkiyet
hakları ve biyo-patentler aracılığıyla
bir geni, bir hayvanı, insana veya hay-
vana ait herhangi bir organı patentle-
mek mümkündür. Yaşayan herhangi
bir şeyi patentlemek - yeryüzündeki
sahibi olmak ya da kontrol edebilme
gücüne sahip olmak- hele de bunu
organizmaların geçirdiği milyonlar-
ca yıllık evrim sürecini yok sayarak
yapmak pek çok aklıselim insana akıl
almaz geliyor olmalı. İnsan oğul ve
kızlarının doğadaki canlılara “sahip
61
ekoloji
ekoloji
olma” deneyimi 1978 yılıyla başladı.
Bu tarihe kadar ABD anayasasının
1. maddesi ile koruma altına alınmış
olan patent yasası etik gerekçelerle,
canlıları ve besin maddelerini patent
kapsamı dışında bırakmıştı. 1978
yılında General Electric fi rması için
çalışan Dr. Aranda Chakrabatr bir
mikroorganizmanın genetik yapısını
değiştirerek petrol yiyen bir bakteri
üretti ve bu organizmayı patent ku-
rumuna götürdü. ABD patent kuru-
munun kararı canlı organizmaların
patentlenemeyeceği yönündeydi.
Ancak Dr. Chakrabatr ısrarcı dav-
ranarak konuyu üst mahkemeye
taşıdı. Üst mahkeme bir oy farkla
söz konusu mikroorganizmanın
patentlenebileceğine karar verdi.
Böylece canlıları patentlemenin
önündeki engel kalmış, “genetik
devrimin” önü açılmış oldu. Biyote-
knoloji şirketleri sermayelerini hızla
birleştirmeye, büyümeye ve pek çok
genin patentini almaya başladılar.
Hatta yalnızca genetiği değiştirilmiş
tohumların patent haklarını almakla
kalmayıp, tohum bankalarına gir-
erek insanlığın binlerce yıllık ortak
mirası olan tohumların patent-
lerini de almaya başladılar. Zira bir
tohumun patentini alabilmenin
tek koşulu, patent işlemi için ilk
başvuran olmaktı. Bugün, yalnızca
Hindistan’da yetişen pek çok har-
dal çeşidinin patentinin çok uluslu
şirketlerde olduğu ve bu çeşitlerin
ıslahında rol oynamış Hindistanlı
insanların bu tohumları ekebilmek
için söz konusu şirketlere yığınlarca
para ödemeleri gerektiği bilinmekte-
dir.
Dünya’nın pek çok ülkesinde
yaşayan milyonlarca çiftçi, daha fazla
verim alma umuduyla biyoteknoloji
şirketlerinden genetiği değiştirilmiş
tohumları satın almıştır. Bu şirketler
genetiği değiştirilmiş tohumlarla
birlikte bu tohumların ekildiği ara-
zilerde kullanılacak herbisitleri (ya-
bani otlarla mücadelede kullanılan
zirai ilaçlar) ve pestisitleri (böcek
ve parazit ilaçları) paket halinde
satmaktadırlar. Bu paketlerin çiftçi-
ye maliyeti konvansiyonel tarım
ürünlerine kıyasla oldukça yüksektir
(çünkü biyoteknoloji, maliyeti
oldukça yüksek olan bir araştırma
alanıdır). Bu ürünleri kullanmak
isteyen çiftçiler teknoloji kullanım
anlaşması adlı bir anlaşma imzala-
mak zorundadırlar ve bu anlaşmaya
göre:
1-Üreticiler yeniden üretmek
üzere tohum saklayamaz.
2-Başka bir yerden tohum
alamaz.
3-Üretim, çaprazlama veya
araştırma amaçlı kimsenin tohum
kullanmasına izin veremez.
4-Anlaşmaya uymazsa teknoloji
ücretinin 120 katını öder.
Bu uygulamalar çiftçiyi tohu-
munu seçme, herbisit kullanmaya
(ya da kullanmamaya) karar verme,
kullanacaksa ne miktarda ve hangi
zamanlamayla kullanacağını be-
lirleme, tohumunu ertesi seneye
saklamak gibi kritik karar alma
süreçlerinin dışına itmiştir. Çiftçiyi
üretime ve toprağa yabancılaştırarak
çiftçiliği bir zanaat olmaktan
çıkartmıştır. Ayrıca, bu şirketler
fi kri mülkiyet hakları ve teknoloji
kullanım anlaşmaları aracılığıyla
tüm insanlığın ortak mirası olan
tohumları (veya bu tohumların
taşıdığı genleri) patentlemekte ve
küçük üreticiliğin yok edilmesini
ve tarım arazilerinin büyük tekel-
lerde toplanmasını istemektedirler.
Bu amaçla yağmacı ve istilacı şirket
tarımını dayatarak küçük üreti-
cileri açlık ve ifl asa sürüklemeleri-
nin en çarpıcı örneği Endonezya’da
yaşanmıştır. Karesia adlı bölgesel
bir pamuk türü yetiştiren çiftçilerin
hektar başına 3–4 ton verim alma
vaadiyle genetiği değiştirilmiş pa-
muk tohumu almaya ikna edilirler.
Ancak aldıkları ürün hektar başına
1,1 tonu geçmez ve 2002 yılında
bu çiftçilerin % 74’ü geri ödeye-
meyecekleri kredi borcu nedeniyle
ifl as etmişlerdir.
Küresel Laboratuvarın Yoksul
Denekleri
Genetiği değiştirilmiş orga-
nizmaların ortaya çıkarttığı toplum-
sal adaletsizliğin diğer bir boyutu
tüketicileri ilgilendirmektedir. İnsan
sağlığına olan etkileri bilinmeyen,
üzerinde binlerce şaibe olan ürünleri
tüketmeye kimse gönüllü değildir.
Hatta Avrupa’da bu ürünlerin
satışına dair birtakım kısıtlamalar
bile mevcuttur. Bu nedenle bu ürün-
ler için en “ideal pazar” az gelişmiş
ülkelerdir. Bu ülkelerde yaşayan,
sistemin çöpünü tüketmeme gibi
bir lüksü olan zengin azınlık için
de çözüm bulunmuştur. Sistem bu
insanları mutlu edebilmek için doğal,
ekolojik endüstriyel organik üretim
yapmaktadır. Ancak bu tip ürün-
ler konvansiyonel eş değerlerinin
çok üzerinde fi yatlara satılmaktadır.
Yoksul kesimin zorunlu olarak “ter-
cih edeceği” ürünler ise kaçınılmaz
olarak genetiği değiştirilmiş ürün-
ler olacaktır. Bu ürünlerin insan
sağlığına olan uzun dönemli etkiler-
inin araştırılmasında yoksul kesimin
gidebildiği sınırlı sayıdaki hastane-
nin kanser ve obezite istatistiklerinin
değerlendirilmesi oldukça “yararlı”
olacaktır. Kar hırsının insani tüm
değerlerden üstün tutulduğu bir sis-
temde böylesi uygulamaların varlığı
yeni bir olgu değildir.
62
Örgütsüzüz Öyleyse
Sömürülüyoruz
Artık her evin vazgeçilmez
zaman öldürme aracı olan
televizyonlar her gün yayına
çeşitli dizilerle, programlarla, rek-
lamlarla devam etmekte… İnsanlar
ellerinde kumanda ne denk gelirse
onu izleme keyfi ni sürerken maalesef
aynı durum bu fi lmleri üretenler için
geçerli değil… Televizyon ve Sinema
sektörü örgütsüzlüğün de getirisiyle
her geçen gün daha da ağır şartlarda
insan çalıştırmaya devam ediyor.
İşsizlikle terbiye edilmiş çalışanlarsa
bu duruma ses çıkaramıyor.
Maalesef sinema sektöründe in-
sanlar dağınık ve örgütsüz olmanın
bütün dezavantajlarını yaşıyorlar.
Zaten parça parça ve dağınık olan
sektör, işçilerin ortak bir platformda
buluşmamasıyla birbirinden ha-
bersiz işçiler yaratıyor… Bizlerin
bu dağınıklığı bizleri yaralarken
yapımcıları ve kanalları güçlendiri-
yor.
Sinema ve televizyon alanının
tek sendikası Sine-Sen de insanların
bu çalışma koşullarına taham-
mül etmemeleri gerektiğini vur-
gulamak adına setlere çeşitli ziya-
retlerde bulunmaya devam etmekte.
Geçtiğimiz eylül ayında sendika,
yayınladığı deklarasyonla sektörün
yeniden yapılanması gerektiğini be-
lirterek hem set işçilerine hem de
yapımcılara seslenmişti. Bu çağrının
ardından hızlanan örgütlenme faali-
yetleri devam ederken bir yandan
da durumlarını görmezden gelmek
isteyen çalışanlarla mücadele de et-
mek gerekmektedir.
Oysa durumun görmezden ge-
linebilecek bir tarafı yok. Dizi set-
lerinden örnek vermek gerekirse
iyi bir dizi setinde insanlar haftada
minimum 6 gün çalışırlar. Bir gün-
lük repolarını da çalışanların büyük
çoğunluğu bir sonraki bölüme
hazırlık yaparak geçirir. Kısaca
aslında izin günleri yoktur. Gün-
lük çalışma saatleri on altı, on yedi,
ve daha da fazlası olabilir. Hatta iş
yetiştirmek adına yirmi dört saati
aşkın sürelerde çalıştırılabilir insan-
lar. Üstelik bu yoğun çalışmanın
karşılığında mesai de alma hakları
yoktur. Aldıkları ücret emeklerinin
karşılığı olamayacak kadar azdır.
Bunun karşılığı tam da sigortasız,
güvencesiz çalıştırılmaktır. Bütün bu
emeklerin karşılığı olarak haftalığını
en az birkaç hafta sonra almak hattâ
yer yer alamamaktır. Bu sektörün
gerçekliği ödemelerin alınamaması
üzerine kuruludur aslında.
Sigortasız çalışmakta bir başka
gelenek… Bugün bir yapımcıdan
sigorta talep ettiğinizde şaka
yaptığınızı düşünebilir. Sektörde
çalışanların yüzde doksanı sigortasız
çalıştırılmaktadır çünkü. Devlet de
bu gerçeği bildiğinden olsa gerek
1995 yılında sinemacılar için geriye
dönük emeklilik yasası çıkarmış ve
yıllarca sigortası yatmayan sinema
emekçilerini parasını ödeterek e-
mekli etmiştir. Sonrasında denetle-
meyle ilgili de herhangi bir önlem
alma gereği duymamıştır…
Zaten denetlemeye kalksaydı
karşılaşacağı manzara pek iç açıcı
olmayacaktı… Alaylı tabiri altında
çalıştırılan çocuk işçilere göz yum-
mak gerekecekti… Çünkü bu sek-
tör alaylılar ve okullular olarak
ikiye ayrılabilir desek çok ileri git-
meyiz. Piyasada pek çok kişi övü-
nerek 10-15 yaşından beri bu işlerde
çalıştığını belirtir. Bir çocuk için
çekici olsa gerek ünlülerle dolu bir
dünyada var olduğunu sanmak…
esra tüylüoğlu
Maalesef sinema sektöründe insanlar dağınık ve örgüt-
süz olmanın bütün dezavantajlarını yaşıyorlar. Zaten parça
parça ve dağınık olan sektör, işçilerin ortak bir platformda
buluşmamasıyla birbirinden habersiz işçiler yaratıyor… Biz-
lerin bu dağınıklığı bizleri yaralarken yapımcıları ve kanalları
güçlendiriyor.
63
emek
emek
Sektörde parasız çalıştırılan
sadece 10-15 yaşındaki çocuk-
lar değil ne yazık ki. İletişim, si-
nema, güzel sanatlar mezunu genç
arkadaşlarımız stajyerlik adı altında
senelerce hiçbir ödeme almaksızın
çalıştırılıyorlar. Okullarda verilme-
yen eğitimi çalışma hayatında ala-
bilmek için emeklerini yok yere veren
stajyerlerin kazandığı tek şey dene-
yim. Deneyim satıyorlar ve emek
alıyorlar. Bunun ne kadar iki yüzlü
bir durum olduğu açık… Sadece
olayın vahametini belirtmek adına
söylüyorum insanlar TRT’de üstelik
üç yıl beş yıl stajyer olarak kalabili-
yorlar. İlerde kadro açılır da TRT’ye
gireriz umuduyla belki, belki bu kor-
kunç piyasada nereye kaçacaklarını
bilemedikleri için… Bunun çıkış
olmadığını bilsek keşke… Çünkü
kanallar işlerine gelmeyince yemek
masrafı oluyor diyerek stajyerlerini
işten çıkarabiliyorlar. Daha ne ol-
sun!
İnsanların bu korkularının
altında sektörün doğası gereği
sürekli bir işsizlik yaratıyor olması…
Eğer çalıştığınız dizinin reytingleri
düşük gelirse, eğer yaptığınız prog-
ram beğenilmezse bir gün içinde
işsiz kalabiliyorsunuz. Sorgu yok
sual yok… Zaten işsizliğe alışkın
olan sektör çalışanları bu duruma
şaşırmıyorlar ama yeni bir iş bulmak
elbette kolay olmuyor. Sektörde
uzun süre işsiz kalan hattâ bu neden-
le başka işler yapmaya başlayan çok
sayıda kişi var.
Şu an pek çok sektörde yeni
başlayan performans denetleme
mekanizmaları televizyonda yıllardır
reyting araçlarıyla yapılmakta…
Tam anlamıyla kişisel bir denetim-
den ziyade ürünün denetimini
öngören bu denetleme mekanizması,
insanların işsizliğini de belirleye-
biliyor. Örneğin televizyon kanalları
artık kendilerini tehlikeye atma-
mak adına anlaşmaları reytinglere
göre yapıyor. Önceden anlaşmalar
yapılırken 13 bölümlük periyotlarla
yapılırdı ve diziler sezonluk satılırdı
kanala. Ama artık kanallar köle gibi
çalıştırdıkları sektör çalışanlarını
daha da sömürebilmek adına aracı
kurum yapımcıyla reyting üzerinden
anlaşma yapıyorlar ve onca insanın
diğer haftalarda çalışıp çalışmayacağı
sabahın on buçuğunda gelen reyting
raporlarına bağlı bırakılıyor. Ben-
zer bir durum sinema açısından da
geçerli, sinemada da Box Offi ce’ler
aracılığıyla yönetmenin bir daha iş
yapıp yapamayacağını belirleyebili-
yorlar. İlk fi lminde düşük bir başarı
elde eden yönetmen böyle bir Box
Offi ce sonucuyla bir yapımcının
kapısını boşuna arşınlar maalesef…
Bir de kadınlar açısından du-
rum daha da zorlaşıyor. Bugün
kadınların yönetmen olması
demek yapımcıların ve set
çalışanların güvenini baştan kay-
betmesi demek… Türkan Şoray
oyunculuğunun zirvesinde olduğu
dönemde fi lm çekmeye karar
verdiğinde örneğin, pek çok kapı
yüzüne kapanmış. Kendisiyle
yapılan röportajda başaramasaydı
oyunculuk hayatının da biteceğinin
bilincinde olduğunu söyleyerek
anlatıyor içinde bulunduğu duru-
mu. Bu durumun en temel nedeni
hayatın her alanı gibi setlerin de
erkek egemen mekanizmalar olması.
Mesleki dağılımlar da genel olarak
toplumsal cinsiyet şablonuna göre
çizilmiş. Erkekler güçlüdür kuv-
vetlidir ve iktidar sahibidir diyerek
kameramanlık, ışık ve yönetmenlik
gibi branşları erkeklere bırakırken,
giyime kuşama özen gösteren kadın
kısmını da sanat ve yönetmen
yardımcısı olarak kullanmayı tercih
etmektedir. Bir de setlerde yaşanılan
ve bir biçimde üstü kapatılan örtbas
edilmeye çalışılan taciz vakaları…
Sette yaşanılan tacizler farklı farklı
olabiliyor… En basitinden işini
yapıyor olmana rağmen alttan
alta bir askıntı olmanın da verdiği
rahatlıkla, “senli benli olma tacizi”
her an her saniye yaşanıyor. Sadece
birlikte iş yapıyor olmana rağmen
karşındaki erkek seninle gereksiz
bir samimiyet içine giriyor. Kendi
yarattığı bir samimiyetten fay-
dalanarak sarılmaya çalışıyor…
Sadece aynı sette çalışıyor olmayı
bile kendisine samimi olma hakkı
olarak görüp kullanıyor. Bunun
daha ileri boyutu ise samimiyeti
artırıp omzuna elini koyma, rahat
davranıyorum adı altında dokun-
64
maya çalışma vs. bunlar iki kişi
arasında bir savaş gibi yaşanmakta
ve adı konmadığı için tarifl enmesi
de kadınlar için zorlaşmakta…
Ama öyle taciz olayları
yaşanıyor ki zaten kadınlar bunları
umursamıyor dahi… Öncelikle
belirtmeliyiz ki ‘önce yönetmenin
yatağı’ klişesi bir Yeşilçam klasiği
değil bir sektör klasiğidir. Yönet-
menler, yapımcılar yıllardır bu
iktidarlarını kadınlar üzerinde kul-
lanarak çeşitli ahlaksız teklifl erde
bulunabilme cüreti ve tehdidi gös-
terebiliyorlar. Hiyerarşik yapı içinde
üstteki erkek altında çalışan kadını
taciz etme hakkını kendisinde göre-
biliyor. Bunu doğallaştırıyor, üstelik
normalleştirmeye çalışıyor. Tacizi
kendisinde hak görüyor.
Bütün bu olumsuz tablo aslında
sinema çalışanlarına kendi sektör-
lerini hatırlatmak ve televizyon
başındaki izleyiciye izlediği ürünün
bedelini belirtmek için belki de…
Bu tablonun alt üst olabilmesi için
sendikanın güçlenmesi gerekiyor.
Bugün sektörde çalışanlar sendikanın
yaptırım gücü olabileceğine
inanmıyor ve hattâ yaratılmış işsizlik
korkusu içinde sendikanın da bir
işsizlik sebebi olmasından korku--
yorlar. Oysa bizim bu korkularımız
bugün setleri insanlık dışı mekânlar
haline getirdi… Artık korkmak değil
birlikte hareket etmek lazım.
Oysa yaptıkları yasa dışı, asıl
onlar korkmalılar yarattıkları bu
canavardan. Bugün çocuk işçilerin
çalıştığı, sendikasızlığın tüm sek-
törün geneline yayıldığı, mesainin
ödenmediği ama yirmi saat çalışıldığı
bu sektörde çalışanlar daha ne kaybe-
debilir ki? İşlerini mi? Onu zaten her
an kaybedebilirler… Örneğin ken-
disini taciz eden yönetmene karşılık
vermediği hattâ ters davrandığı
için işten atılabilir, yapımcının
amcasının oğlu geldi diye işten
atılabilir, reytingler düştü diye işten
atılabilir, yakışıklı ve kızların ilgisini
çekiyor diye işten atılabilir, acıktığını
söylediği için işten atılabilir… Liste
daha da uzayıp gidiyor ama insan-
lar hâlâ korkuyorlar. Oysa bu ne bir
kader ne de değiştirilemez sektör
gerçeği. Herkesin örgütlü olduğu
dayanışma içinde olduğu bir sette
toplu tepkilerle yapımcı da dize ge-
tirilir kanallar da.
Bu tabloyu herkesin bilmesinde
fayda var çünkü insanlar sinemayı
sanat olarak görüyorlar, kimi çok
para kazanılacak bir alan gibi
bakıyor ve bu eksik bilgiler sinema
okullarınca kullanılıyor. Ülkemizde
zaten yetersiz olan sinema eğitimi
insanları sinema öğrenmek için başka
kanallara sevk ederken bu kanal-
lar da ücret karşılığı sinema bilgisi
satıyor. Oysa bunun bir okulu var ve
insanlar okulda öğrenemediklerini
öğrenmek için kurslara gidiyor-
lar. Lisedeki dershaneler gibi… Bu
kursların başında sinemayı sıkıp su-
yunu çıkaran yönetmenimiz Sinan
Çetin’in Plato Film Okulu geliyor.
İnsanlar aynı zamanda yapımcı olan
Sinan Çetin’in kursundan çıkıp mut-
lu bir iş hayatına kavuşacaklarını,
sinemayı öğreneceklerini sanıyorlar.
Oysa bugün Sinan Çetin’le
çalışmayı göze almak demek paranı
alamamayı göze almak demek,
piyasanın altında ücretlere tamah
etmek demek. Bundan daha büyük
bir adım atan Türker İnanoğlu
kendi okulunu açarak öğrencilerini
hem parayla eğitiyor hem de parasız
kendi işlerinde çalıştırıyor. Bu in-
sanlar umut tacirliği yapıyorlar ve
sektörü bilmeyen gençler bir umut
piyasaya girmek için bir adım ola-
rak paralarını bu kurslara veriyorlar.
Sen-Der (Senaryo Yazarları Derneği)
de benzer kurslar vermekte örneğin.
Senaristlerin örgütü olan Sen-Der
bu kurslarla umut tacirliğine destek
verirken 1 Mayıs’ta sendikaya ya da
harekete destek vermemeyi seçe-
biliyor. Sadece Sen-Der değil si-
nema alanında faaliyet gösteren 11
dernekten sadece bir tanesi 1 Mayıs’ı
gündemine alıyor.
Durum böyleyken 1 Mayıs’ın
bu derneklerin gündemi dışına nasıl
atıldığını herkes gibi bizler de merak
ediyoruz. Tüm alanlarda insanlar i-
liklerine kadar sömürülürken bu du-
rumdan şikâyetlerini belirtme gereği
duymalarına şaşırıyoruz. Sendika
çatısı altında 1 Mayıs’ta alanda
olmamalarına anlam veremiyoruz.
65
emek
emek
Hayalet Şimdi
Çağrı Merkezinde
Masalardan ve insanlardan
oluşan uzun koridorlar,
büyük bir uğultu ve
basık bir tavan. Kimse kimseyi
görmüyor ve duymuyor. Kulaklar
pür dikkat telefonun diğer ucundaki
sese odaklanmış, eller motor hızıyla
çalışıyor, gözler bilgisayara kilitli ve
çeneler oynuyor hiç durmadan. Hepsi
birbirine benzeyen konuşmalar,
konuşmalar, konuşmalar…
“İyi günler ben X, Size nasıl yardımcı
olabilirim?” ve işlemler, işlemler,
işlemler…
Burası çağrı merkezi. Bilgisayar
aracılığıyla ve telefonla ya
gelen çağrıların kabul edildiği
(“inbound”) ya da dışarıya yapılan
arama işlemlerinin (“outbound”),
otomatik çağrı dağıtımcısı tarafından
düzenlendiği ve denetlendiği,
hizmet sunulan bir yer. Çalışanlar
bu işlemleri bir makineye bağlı olan
kulaklıklar ve mikrofon aracılığıyla
gerçekleştiriyorlar. Hem de sonu
gelmez bir denetleme mekanizması
içinde.
Sistem öyle hazırlanmış ki
çalışanların işe başladığı dakika ve
saniyeler, ne zaman tuvalete gittiği,
ne kadar kaldığı, kaç dakika mola
kullandığı, yemeği ne kadar sürede
yediği, günde kaç kişiyle, ne ve nasıl
konuştuğu… tüm bunlar kayıt
altında. Ve durmak bilmeyen bir
baskı: “Daha hızlı, daha hızlı, hatta
bekleyen müşteri var.”, “Bugün
yemekler 30 dakikaya düşürüldü,
molalar iptal, çünkü hatta bekleyen
çok müşteri var.”, “Satış hedefl erini
tutturmamız gerekiyor, akşama
mesai var.”
Bütün günü yerinden kalkmadan,
bilgisayar karşısında ve sürekli
konuşarak, aynı zamanda müşteriler
tarafından çalışılan kuruma
yöneltilen şikâyetleri, hakaretleri
dinleyerek geçiren çağrı merkezi
çalışanları bir sürü sağlık problemi
yaşıyor: ses tellerinde nodül oluşumu,
bir süre sonra sesini kaybetme
tehlikesi, çene kayması; sırt, bel,
boyun ağrıları, kulaklarda rahatsızlık,
ağır psikolojik rahatsızlıklar…
Çoğu üniversite mezunu ya da
öğrencisi olan çalışanlar “müşteri
memnuniyeti” adı altında,
“gülümseyen ses tonuyla” haftanın
yedi günü, günün yirmi dört saati,
fi nans alanının başını çektiği 444’lü
numaraların ucunda, bu gayri insani
çalışma koşullarında hizmet veriyor.
Bir yandan da kapitalizmin
taylorist yöntemleriyle işleyen çağrı
merkezleri mantar gibi türemeye
devam ediyor. 1990’larda özellikle
İngiltere’de en hızlı büyüyen iş kolları
arasında bulunan çağrı merkezleri,
çalışanların bu koşullar karşısında
örgütlenmeye gitmesiyle beraber (ki
bu 2000’li yıllara denk düşüyor) daha
da düşük ücretlerle işçi bulabileceği
ve İngilizce kullanımının yaygın
olması sebebiyle Hindistan’a
kaymaya başlamıştı. Şimdi ise yine
“maliyetleri düşürme” gerekçesiyle
Çin’e kaydırılıyor1. Ayrıca son
dönemdeki haberlere, görüşmelere
bakılırsa Türkiye de çağrı merkezleri
için bir cennet olarak görülmeye
başlanmış ve bunun için çeşitli
adımlar atılıyor. Sermaye, bir yandan
çıktığı ülkelerde arkasında binlerce
işsiz bırakırken, diğer yandan dünya
genelinde ücretlerin sürekli aşağıya
çekilmesini sağlamaya çalışıyor.
Peki Ya Örgütlenme?
Çağrı merkezlerinde örgütlenme
pratiği gerçekten zor ve sancılı bir
süreç. Çünkü çalışma biçiminin
çok esnek olması, çalışan
1. http://www.indianraj.com/2007/02/outsourc-ing_china_vs_india.html
fatma tulum
Donuk fl orasanların aydınlattığı, hiç bir yere çıkmayan koridorların içinde, hepsi birbirinin aynı yemekleri çıkartan yemekhanelerde, Yapı Kredi’nin bankacılık üssünde, CitiBank’ta, Global’de, İş Bankası’nda, Yurtiçi Kargo’da, bütün 444’lerde, bütün çağrı merkezlerinde bir hayalet dolaşıyor.
66
sirkülasyonunun çok fazla olması
ve çalışanların çoğunun bu işi geçici
bir iş (okul bitene kadar, askere
gidene kadar, biraz tecrübe edinene
kadar) olarak görmesi, örgütlenme
ihtiyacı duysa da bunu nerede ve
nasıl yapacağını bilememesi... gibi
durumlar sözkonusu.
Ancak İngiltere’de İngiltere
İletişim İşçileri Sendikası (CWU,
Communacation Workers Union)2,
Sosyalist-anarşist grup Kolinko’nun
çağrı merkezi örgütlenmesi3,
Hindistan’da sadece çağrı merkezi
çalışanlarına ait bir sendika var
ve çalışanlar bu örgütlülüklerle
haklarının savunulmasında oldukça
etkileyici sonuçlar aldılar.
Türkiye’de ise çağrı merkezi
çalışanlarının bir kısmının sendikalı
olduğunu biliyoruz. Ancak buralarda
çağrı merkezi çalışanlarının
kendi çalışma koşullarından
kaynaklanan sorunlara yönelik
ortak bir çözüm üretme pratikleri
şu an için maalesef yok. Ayrıca çağrı
merkezi çalışanlarının çoğunun
bu sendikalar aracılığıyla toplu
iş sözleşmeleri yapabilmeleri için
çalıştıkları iş yerlerinin sendikalı
olması gerekmekte ve çoğu özel
kuruluşta, özellikle de fi nans
alanında sendikalar yok (var olanlar
da fi rmaların kendilerinin kurdukları
sarı sendikalar oluyor.).
Ancak Çağrı Merkezlerinde Bir
Hayalet Dolaşıyor
İşte tüm bu çalışma koşullarının
değişmesi gerektiğini düşünen bir
grup çağrı merkezi çalışanı yaklaşık bir
yıl önce bir internet sitesi hazırladı:
www.gercegecagrimerkezi.org
Bu site vasıtasıyla çağrı merkezi
çalışanlarıyla irtibat kurup ortak bir
direnişin ve örgütlenmenin yollarını
arıyorlar ve şöyle söylüyorlar:
2.Sendikanın web adresi için bakınız www.cwu.org 3. Bakınız www.prol-position.ne
67
emek
“Bizler çağrı merkezi çalışanlarıyız!
Sürekli olarak sömürüye maruz kalan;
herkes kadar çalışan;
yaptığı iş, iş gibi görülmeyen;
kariyer masalları anlatılan;
tuvalete giderken izin almak zorunda kalan;
sigara içerken saniyeleri hesaplayan;
çay içebilmek için yemeğini bütün halde yutan;
yoğunluktan dolayı öğlen yemekleri iptal olan;
fi rmayla sorun yaşanıldığında aranıp bağırılan;
ağzından çıkan her sözün kaydedildiği;
yıllık izinleri ertelenen;
işe başlama, molaya çıkma, yemeğe gitme zamanları kaydedilen;
ve geç gelinen 1 dakikanın maaşından kesildiği;
kulağında kulaklıkla 2 metre karenin dışına çıkamayan;
ayağa kalkamayan, yanındaki ile sohbet edemeyen;
genç, üniversite öğrencisi, yeni mezun;
çağrı merkezinde üç yılı doldurduğunda deli gözüyle bakılan,
bazen delirmenin gerçekten sınırına gelen;
sesini çıkaramayan, örgütlenemeyen, bir araya getirtilmeyen;
belki de sizin de onlarca defa konuştuğunuz,
hayatlarınıza bir telefon kadar yakın,
ama çok uzağınızda...
Bizler daha iyi şartlarda çalışmak, emeğimizin karşılığını almak istiyoruz!Örgütlenmek, bir araya gelmek, sesimizi yükseltmek istiyoruz!
Tüm haksız uygulamaların kaldırılmasını istiyoruz!Bizler bilinmek, tanınmak, haberdar olunmak istiyoruz!”
Bu taleplerini gerçekleştirmek için
Gerçeğe Çağrı Merkezli çalışanlar
bir çok çağrı merkezini toplu bir
şekilde aynı saatte arama eylemleri
yapıyor, paneller düzenliyor, haksız
uygulamalara karşı hukuksal arayışa
gidiyor ve kendilerine başvuran çağrı
merkezi çalışanlarına hukuksal destek
veriyor, sempozyumlara katılıyor,
seslerini duyurmak için basına
röportajlar veriyorlar. Kimi zaman
yaptıkları eylemliliklerle haksız
uygulamaları geri çektiriyorlar.
Şu anda yalnızca bir internet sitesi
üzerinden haberleşmeye, biraraya
gelmeye devam ediyorlarsa da
örgütlenmeyi, tüm çağrı merkezi
çalışanlarıyla bir araya gelmeyi,
bunun yollarını, sendikalaşmayı,
bulundukları sendikalarda seslerini
nasıl daha iyi duyurabileceklerini
tartışıyorlar.
Ve bu çalışmaları “Çağrı
Merkezlerinde Bir Hayalet
Dolaşıyor” adlı kampanyayla
duyurmaya çalışıyorlar. Sözü
daha fazla uzatmadan onlara
bırakıyorum:
“Donuk fl orasanların aydınlattığı,
hiç bir yere çıkmayan koridorların
içinde, hepsi birbirinin aynı
yemekleri çıkartan yemekhanelerde,
Yapı Kredi’nin bankacılık
üssünde, CitiBank’ta, Global’de, İş
Bankası’nda, Yurtiçi Kargo’da, bütün
444’lerde, bütün çağrı merkezlerinde
bir hayalet dolaşıyor.
Hayalet arada sırada çağrı
merkezindeki kardeşlerini arayıp,
hatırlarını soruyor. Görüşme
kalitesi, müşteri memnuniyeti gibi
kavramlarla ölçülemeyecek kadar
insani bir şekilde iletişime geçmeyi
tercih ediyor. İşyerinde, internetin
veya siteye girişin yasaklanması
ile iletişim kanallarımızı
tüketebileceğini sananlara da yeri
geldiğinde ders vermeyi ihmal
etmiyor.
Çağrı merkezlerinde dolaşan
hayalet, şimdilik sadece sesini duydu
ama en kısa zamanda, kendisini ve
seni gerçek kılmak için, daha yüksek
bir ücret, daha iyi çalışma koşulları
için, örgütlenmek için, öfkeni,
isyana dönüştürmek için, Uv fi ltreli
camların diğer tarafında, gerçek
ışıkta yaşanan, gerçek hayatın içinde,
seninle tanışmak istiyor. Hayalet
hayallerini gerçeğe dönüştürmek
için seni gerçeğe çağırıyor.” 4
4. www.gercegecagrimerkezi.org
68
emek
1990’larda Türkiye
Kadın Hareketinin,
Demokratikleşmeye
Etkisi*
Türkiye’de feminist hareketin
kazanımları, kadınların
kendilerine ait bir kamusal
alan oluşturma ve bunun sonucunda
resmi kamusal tartışmaların
gündemini etkileme, politik toplumsal
yapıyı dönüştürme anlamında bunun
en güzel örneklerinden biri olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Feminizm, kadın erkek
arasındaki eşitsizliği yaratan
toplumsal yapıyı ve iktidar
odaklarını sorgularken temel hak ve
özgürlüklerin demokrasinin formel
gerekleri kadar önemli olduğu
alternatif bir demokrasi anlayışı
sunmaktadır. Evrensel kadın
hareketinin kadının insan hakları
meselesini demokrasi mücadelesi
ile örtüştürmesi Türkiye’de de
karşımıza çıkmaktadır. 1980’lerdeki
kadın hareketi darbe sonrası
Türkiye’deki ilk demokratik siyasal
harekettir.
Türkiye’de 1980 darbesinin
ardından sivil topluma karşı
devleti koruyan 1982 anayasasının
yürürlüğe girmesi ve 1983’e dek
politik partilerin kapatılması;
sivil kurumların özerkliklerini
yitirmelerine, haklar ve özgürlüklerin
kısıtlanmasına, üç yıl içinde ülkenin
depolitize olmasına neden olmuştur.
Ancak bu dönemde sol hareketin
içinden gelen kentli, orta sınıf
eğitimli kadınlar toplumsal cinsiyet
eşitsizliğini analiz etmeye ve bu
konu üzerinden talepler geliştirmeye
başlamışlar, bu da kadınları eyleme
geçmeye yönlendirmiştir. Darbe
sonrası yapılan ilk sivil eylem
feminist kadınlara aittir.
Talepler toplumsal, siyasal,
kültürel yapıyı tümden değiştirmeye
yönelik taleplerdir ve bu açıdan
hareketin bütüncül bir değişimi
hedefl emesi nedeniyle taleplerin
hiçbiri üzerinde pazarlık yapmayı
kabul etmemesi, hareketin
devamlılığı ve radikalliği açısından
önemlidir. Ayrıca kadınlar
örgütlenme geleneğinin hiyerarşik
ve cinsiyetçi yapısını eleştirip daha
demokratik yapılar oluşturmaya
çalışmışlar böylece Türkiye’de
örgütlenme biçimi açısından radikal
değişiklikler getirmişlerdir. Feminist
hareket o yıllarda Türkiye’ye;
köktenci, demokrat, katılımcı ve
bireyci yeni bir muhalefet formu
getirmiştir.
1980 sonrası kadın hareketinin
öncelikli hedefi kadına yönelik şiddetin
görünür hale getirilmesidir. Bu
konularda tartışma yaratılarak toplumsal
bir dönüşüm hedefl enmektedir. Bu
amaçla birçok kampanya düzenlemiş
ve eylemler yapılmıştır. Kadınlar,
cinsiyetçi algılama biçimlerini
değiştirmek hedefi yle hareket
ilkay yılmaz
Feminizm, kadın erkek arasındaki eşitsizliği yaratan
toplumsal yapıyı ve iktidar odaklarını sorgularken temel hak
ve özgürlüklerin demokrasinin formel gerekleri kadar önemli
olduğu alternatif bir demokrasi anlayışı sunmaktadır.
69
feminizm
* Bu yazı Eğitim-Sen’in 8 Mart için hazırladığı kadın dergisi için kaleme alınmıştır.
feminizm
ederken bir farklılık ve farkındalık
yaratmakla kalmamışlar; farklı
çözüm stratejileri de geliştirmişlerdir.
Bu çözüm stratejilerini, 1990
sonrası dönemde kurdukları dernek,
vakıf, platform gibi kurumlarda
gerçekleştirmeye çalışmışlardır.
Şiddete karşı bir kamuoyu
oluşturulduktan sonra 1990’da
Mor Çatı ve Kadın Dayanışması
Vakfı kurulmuştur. Kadınlar kendi
kurumlarını kurmakla yetinmemişler
sorunun çözümü için devlet
aygıtının soruna yaklaşım biçimini
de değiştirmeye çalışmışlardır.
Elbette bu misyonu gerçekleştirmeye
çalışırken kadınlar, Türkiye’nin
imzaladığı CEDAW1 gibi uluslararası
sözleşmelerin yarattığı olumlu havayı
da kullanmışlardır.2 1. 1979’da BM Genel Kurulu’nda kabul edilen Ka-dınlara Karşı Her türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Söz-leşmesi 1985’te Türkiye tarafından onaylanmıştır. Sözleşme, taraf olan devletlerin cinsiyetçi ayrımcı-lığın engellenmesi için hukuksal düzenlemeler yap-malarını, ayrımcı ceza hükümlerini kaldırmalarını, kadınların siyasal ve ekonomik alana katılımını sağ-layacak önlemler almalarını öngörüyordu. CEDAW metni için bkz www.kadinin insanhaklari.org2. Türkiyeli kadınlar, bu sözleşmeden doğan hakların uygulanması için yaptıkları eylemlerle, kurdukları dernekler ve platformlarla bir baskı grubu oluşturmak suretiyle hem kanun değişiklikleri taleplerinde hem de kamu politikalarının kamu politikalarının toplumsal cinsiyet bakış açısı (gender mainstreaming) ile oluştu-rulması taleplerinde öncelikle CEDAW metnini refe-
4320 sayılı Aileyi Koruma
Kanunu’nun çıkarılması gibi örneklerde
kadın hareketinin demokratikleşme
yönünde önemli kırılma noktaları
yarattığı görülmektedir. Bu kanunla
birlikte kadın erkek arasında toplumsal
ve ekonomik eşitsizliklerin olduğu kabul
edilmekte ve devlet, aile içindeki ataerkil
ilişki biçimlerine toplumsal cinsiyet
duyarlılığı ile yaklaşma zorunluluğu
içine çekilmektedir. Yapılan değişikleri
etkileme ve yönlendirme amacıyla
kadınların yaptıkları lobi çalışmaları ve
baskı grubu oluşturmaları neticesinde
Medeni Kanun’da ve TCK’da kadını
birey olarak gören değişiklikler
gerçekleştirilmiştir. Tüm bu örnekler
son 25 yılda kadın hareketinin devleti
dönüştürmede en önemli toplumsal
özne olduğunu göstermektedir.
1990’lı yıllarda hareket farklı
bir yolda ilerlemeye başlamıştır.
Artık kadınları sokak eylemlerinde
değil kapandıkları kurumlarında,
projelerinin başında görmekteyiz.
Hareketin sokaktaki hızını kaybetmesi
bir olumsuzluk olarak karşımıza
çıkmakla birlikte, kurumsallaşmanın
getirdiği bir avantaj olarak devlet
rans göstererek dış dinamikleri demokratikleşme doğ-rultusunda en iyi kullanan toplumsal grup olmuşlardır.
mekanizmalarını etkileyebilme gücü
artmıştır.
1980’li yıllardan 1990’lı yıllara
giden süreç farklılık, parçalılık,
yerellik ekseninde biçimlenen bir
demokratikleşme perspektifi ni de
beraberinde getirdi. 1990’lı yıllar
kadın hareketi içinde farklılığın,
heterojenliğin ve farklı feminizmlerin
belirginlik kazandığı bir dönem
oldu ve farklı feminizmler arasında
iletişim kurmak zorlaştı. Bu noktada
Müslüman ve Kürt kadınların
örgütlenmeleri dikkat çekmektedir.
Ancak bu farklılıkların kabulüne
dayalı bir kamusal alan oluşturma
noktasında Türkiye’de kadın hareketi
siyaseti dönüştürücü bir işleve haiz
görünüyor. Birçok yasa çalışmasında
farklı eğilimlerdeki birçok kadın
örgütü birarada hareket etmişler
ve iç müzakere süreçlerinden sonra
kamuoyu oluşturmak suretiyle
ve lobi çalışmalarıyla taleplerinin
birçoğunu gerçekleştirmişlerdir.
Kadın hareketi Türkiye’deki muhalif
hareket kültürünün cemaatçi
yapısından sıyrılarak; bireyci,
demokrat ve katılımcı siyaset yapma
biçimiyle yeni bir üslup önermiştir.
70
Eğitim-Sen
Feminizmden
Neden Korkar?Geçtiğimiz günlerde Eğitim-
sen 8 Mart için bir dergi hazırlığı
içindeydi. Dergi için toplanan
yazılar arasında benim yazım da
vardı. Ancak, yazının teslim tarihinin
son gününün akşamı, dergiyi
çıkaranlar beni aradılar ve yazıdaki
feminizm kelimesi yerine başka
bir kelime koyabilirsem yazının
yayınlanabileceğini yoksa yazıyı
bu şekilde yayınlayamayacaklarını
anlattılar. Tüm bunları söylerken
karşımdaki kişinin mutsuzluğu ve
durumdan rahatsızlığı sesinden
anlaşılıyordu. Böyle bir durumun
ortaya çıkmasının nedeni MYK’ de
bu konuda çok büyük tartışmaların
yasanmış olmasıydı ve kadınlar,
içinde feminizm geçmeyen bir 8
Mart dergisini kabul etmek zorunda
kalmış görünüyorlardı. Önce
metni değiştirmeyi kabul ettim
çünkü zar zor çıkarılan bir 8 Mart
dergisine daha doğrusu bu dergiyi
çıkarmak için çabalayan kadınlara
karşı kendimi sorumlu hissettim.
Ama sizin de tahmin edebileceğiniz
gibi birkaç saat sonra yazımı geri
çektiğimi bildirdim. Durum
tahmin ettiğim gibiydi konuştuğum
kişi de durumdan memnun
değildi; oldukça kotu bir tartışma
yaşanmıştı. ( İsterse yaşadıklarını
kendi anlatabilir, benim anlatmam
doğru olmaz diye düşünüyorum.)
Neticede karşımızdaki vakada da
görüldüğü gibi en demokratik,
eşitlikçi gibi görünen sendikalarda
bile mevzu cinsiyet ayrımcılığı ya da
feminizm olunca iş çetrefi lleşiyor.
Ama asıl sorun biz kadınların kendi
kurduğumuz kadın örgütlerinden
dışarı ancak yasa değişiklikleri
gündeme geldiğinde ya da şiddet
söz konusu olduğunda çıkmamız.
Elbette bu konularda Türkiye’deki
kadın hareketi inanılmaz bir inat ve
sabırla mücadele etti ve sonucunda
da 25-26 yılda çok büyük kazanımlar
elde etti; hala da mücadeleye
devam ediyoruz ve etmeliyiz.
Ancak demek istediğim; gündelik
yasam pratiklerini topyekun
değiştirmek isterken bir yandan da
iyice kendi içimize kapanmamız,
muhatap olarak çoğu kez yalnızca
devleti almamız. Özellikle; üye
olduğumuz meslek örgütlerinde,
sendikalarda feminist adacıklar
kuramamamız. Elbette bahsettiğim
şeyin, -karma örgütlerde feminist
adacıklar kurmanın- zorluğunun
farkındayım ama kendi hayatlarımızı
değiştirmek için yeni stratejiler
belirlemek zorundayız. (Burada
kesinlikle, sadece kadınlardan
oluşan kadın örgütlerini kapatalım
demiyorum, onlar bizim temel
politik alanlarımızdır. Öyle bir şey
önermek kendimize ihanet etmek,
bileklerimizi kendi tırnaklarımızla
kesmek demektir.)Ancak hiçbir
meslek örgütünde, sendikada,
partide ya da karma dernekte
diğer örgütlere ya da politik akıma
dahil kadınlarla dayanışma içine
girmezsek; yani bir kızkardeşlik
ağı kurmazsak hedefl ediğimiz
değişime ulaşmamız çok daha
zorlaşacak. Tüm bunların yanında
öyle bir zemindeyiz ki kazandığımız
herhangi bir şeyi kaybetmemiz kimi
zaman çok kısa zamanda olabiliyor.
O yüzden simdi bir dergide
feminizm kelimesini kullanamazsak
yarin baksa bir talebimizde başka
güçlüklerle karşılaşmamız işten değil.
Ayrıca temel bir politik hat olarak
feminizm (bir bütün olmasa bile- ki
yekpare olmaması hepimiz için en
iyisi bence) hem söylemsel düzeyde
hem de pratik politik düzeyde kadın
hareketi için temel atıf noktasıdır
ve patriarkanın devamını savunan
politik duruşlara sahip kişilerin
feminizmin telaff uz edilmesine dahi
dayanamamalarının sebebi de budur.
O yüzden sevgili kızkardeşlerim
Eğitim-sen’de yaşanmış bu olay için
sizlerden tepki bekliyorum.
Not: İnci Hekimoğlu’nun başına
gelenler kadın olduğumuz için her
an hepimizin başına gelebilir. Bu
olay İnci Hekimoğlu anlattığı için
biliniyor; kim bilir buna benzer
haberimizin olmadığı kaç olay
yaşandı.
KADINLAR BİRARAYA DAYANIŞMAYA!
ilkay yılmaz
71
feminizm
eser
72
Sovyet konstrüktivist sanatçı Vladimir Tatlin’in Enternasyonal
için planladığı anıt binanın maketi.