katiller komitası

79
1

Upload: cuneytuz

Post on 20-Jun-2015

378 views

Category:

Documents


10 download

DESCRIPTION

politikfantastik

TRANSCRIPT

Page 1: Katiller Komitası

1

Page 2: Katiller Komitası

2

I.

“SanKiŞot”

“Stultorum infinitus est numerus”* M.C. Saavedra

“Yurtsuz ve dinsiz kı lıcım emrinizdedir. Ne boyun, ne bacak kesmek; ne kâlbe, ne de kar’na saplanmak içindir. Kılıcım kılıçları kırmak içindir. Kılıcım zalimlere karşı, zavall ılara yandaştır. O bana nâm ve para kazanmak için verilmedi. Onunla başkalarının davalarına hizmet edemem. Đflah olmaz bir âsi. . . .” Silâhşorun ezberleyip de söyleme fırsat ı bulduğu hem ilk hem de sonuncu sözleriydi bunlar. Son sözcükler hırıl t ıya dönüşerek yitip kaybolmuştu.. . Silinerek uzaklaşan bir atlının nal sesleri duyuluyordu. Birbirine karışan çekiç, keski şakırtıları; sürünen bir şeylerin hışırtısı kaplamıştı ortalığı . Bütün sesler birleşip arı kovanlarındakine benzer koca bir uğultuya dönüşmüştü. Silâhşorun sırt ında saplanmış oklar, karnındaysa bir mızrak başı duruyordu; parmaklarından birkaçı, kulaklarından biri, gür saçlarından iki üç tutam ve bileğiyle birlikte sağ ayağı can çekişen bedenin çevresine saçılmıştı. Dikkatsizce üzerlerine bası lıp geçiliyordu.

Ona yandaş olacak kimse yoktu. Ölmeden önce büyük yalnızlığını düşündü... Bunu henüz anlıyordu.

* * *

Otuzlu yaşlarının başlarında iri kıyım bir marangoz kalfasıydı. Son günlerde kafası hayli karışıktı. Sefahat sürenlerle sefalet çekenleri aynı kayıtsızlıkla taşıyan yaşamı eskisi gibi kabullenemediğini hissediyordu. Önüne dökülen ak saçlarına bakıyordu hırsla. Korkunç anılardan kurtulmaya çalışıyordu. Yavaş yavaş masalsı bir dünyanın içine gömülüyor; artık sadece uzaktakileri, uzakları, varsayımlar ve sisler içinde yaşayanları düşünüyordu? “Burada ne işim var?” diye soruyordu “Hayatta olup olmamam arasında bir fark var mı?”...

Çattığı çatılar, biçtiği odunlar, yaptığı sabanlar bu acı yaşama ne veriyordu? Günbatımlarında kızaran göğe bakarak, her gün tekrardan soruyordu? Yanıtsız sorularıyla kıvranıp duruyordu. Sorularını yanıtlamayan ama içini rahatlatan efsaneleri, kendi kendine yeniden kuruyor, değiştiriyordu. Gene de barışamıyordu iki yüzlü yaşamla. Sonu gelmeyen yanıtsız sorular rüyalarını altüst etmeye başlamıştı. Uyanıkken bile sanrılar görüyordu. Bir sabah artık karabasanlara dayanamayıp, cesaret ve adalet duygularıyla dolmuş olarak, yatağından fırladı. Bundan böyle efsanelerle teselli bulmayacaktı, yaşayacaktı. Kötü düşlerin, kayıtsız yaşamın dışında, sadece hayallerinin emrinde olacaktı! Bir efsane olacaktı! Gidip, küt burunlu, kör bir kılıç döktürdü demirciye. Ailesinden sessizce kopup, zırhsız ve kalkansız yola koyuldu...

Gözünü karartıp bütün hayatını bir kılıçla birleştirmişti. Hayatını anlamlı kılmak istemişti. Gide gide, yola ve kılıca alışmış; yolun ve kılıcın tutkunu olmuştu. Konakladığı yerlerde tâlimler yaparak, hayali hasımlarıyla çarpışarak kılıcı kullanmayı öğrenmişti. Gerçekten de güçlü bilekleri ağır kılıcı havada değirmen uskurları gibi ıslık çalarak

Page 3: Katiller Komitası

3

döndürebiliyordu. Ağır kılıcı, usta demircinin örsüne balyozu indirdiği kuvvetle kaldırıp indirebiliyor; omuzları, göğsü ve boynu taş taşıyıcı lar gibi en ağır darbelere dayanabiliyordu. O doğuştan bir silâhşor muydu yoksa? Doğrusu, herkese nasip olmayacak bir güce sahipti. Belki de bu yolculuğa çıkmakta geç bile kalmıştı. Bu kollar, bu gövde, bu akıl savaşmak için yaratılmıştı oysa. Ah! Bugüne kadar niye beklemişti ki? Bir ateş yalımı gibi parlayan cesaret ve adalet duyguları bunca zaman nerdeydi? Evet! O, geleceğin efsanevi savaşçısı olacaktı. Kabaran bir tutkuyla ilerl iyordu.

Günlerce, aylarca yürüdü. Aç, susuz kaldı . Savaşacağı, savaşıp da kimsenin kazanmayacağı o altın ânı ve yeri ve sonradan dost olacağına inandığı düşmanını aradı. Karşısına ne bir haydut, ne zalim bir bey, ne de yağmacılar çıktı . Sıkılmaya, kara duygulara kapılmaya başladı . Ah!!! Kendini değersiz, boş hissediyordu yine.. . Ezilen, zulmedilen birilerini görse de hemen onları zalimlerin pençesinden kurtarabilseydi. Zalimlerin kılıçlarını parçalara böldükten sonra onları karşısına alıp, yollarının yol olmadığını öğretebilseydi. Ve herkes dostluk içinde yaşayıp gitseydi.

Yorgun günlerin ardından bir gün, bir tepenin gümüş sırtına tırmanıp doruğuna vardı. Aşağı baktı . Bir taş ocağında işçiler karıncalar gibi harıl harıl çalışıyorlardı. Dev bir kayadan ibaret geniş tepeyi kazıp duruyorlardı . Đşçilerin bir kısmı tepeyi aşındırırken; bir kısmı çıkartı lan taşları yontuyor, bir kısmı biçimlenmiş taşları sırtlanarak, sürüyerek taşıyor, geri kalanı da çalışanlara su ve ekmek dağıtıyordu. Onları görevlendiren, yönlendiren birilerini aradı silâhşorun gözleri. Çünkü inanıyordu ki nerede bu kadar ağır koşullarda çalışan birileri varsa, öbür tarafta hiç yorulmadan onların sırtından geçinen zorbaz bir zalim olurdu. Ama kimseyi göremedi.. . Ah!. .

Kahramanca aşağı indi, çalışanların arasına karıştı. Herkes kendini işe öylesine vermişti ki kimse onu fark etmedi. Akşamı bekledi. Karanlık kendini göstermeye başladığında işçiler ağaçların altındaki barakalarına çekildiler. Đşte şimdi ortaya çıkacaktı , insanları hayvan gibi kullanan delibalta. Kılıcının kabzasını sıkarak bekledi yine. .. Ne ki ortaya kimse çıkmadı. Ve silâhşoru yine kimse fark etmedi. Tuhaf ve yorgun kalabalığa baktı hüzünle. Kimse bir şey konuşmuyor, herkes ne sıkıntı lı ne de hoşnut görünüyordu. Silâhşor, işçilerin büyülenmiş olduğunu düşündü. Sanki gizli bir el onları susturmuş; düşüncelerini emmiş; sadece ve sadece çalışmaya, yemeye, içmeye, uyumaya ve zamanı gelince ölmeye ayarlamıştı.

Silâhşor bu insanlara zulmeden zâlimi bulmakta kararlıydı . Taş ocağında kaldı. Çalışırken, uyurken ve yerken işçileri seyrett i . . . Çalışırken muntazam ve sorusuz çalışıyorlardı . Yüzleri bütünüyle ifadesizdi. Yerken, uyur gibi gözlerini yumuyor, ağır ağır kaşıklıyorlardı katıklarını. Sanki uykularındaki gibi yumuşak çizgiler karışıyordu ifadesiz yüzlerine. Ama en çok uyurken; yaşayan birine benziyorlardı. Gülüyor, ağlıyor, tereddüt ediyor, kuşkulanıyor, karar veriyor, anlıyor, anlamazlıktan geliyor, saldırıyor, savunuyor, şakalaşıyorlardı. Silâhşor işçileri daha iyi tanımak için yeni bir karar aldı. Onlardan biri olacaktı. Eskisi gibi acı yaşamın içine dalacaktı . Bir süreliğine silâhşorluğu unutacaktı.

Đlk şafakla beraber kendine bir görev verdi. Taş yontmaya başladı . Onlarla beraber, onlar gibi yaparak çalışt ı , yedi ve uyudu. Ama bir şey değişmedi. Onlar ve silâhşor hâlâ ayrı telden çalıyorlardı. Onlarla ufacık

Page 4: Katiller Komitası

4

bir ortaklık dahi kuramıyordu. Kararlıydı . Đnsanları bu hâle getiren haini mutlaka bulacaktı . Đnatla devam etti . Haftalar sonra, bir şeylerin yavaş yavaş değiştiğini hissetti . Coşkun göğsünü bir matlık, bir yavanlık kaplamıştı. Đçindeki koca ateş küllenmeye başlamıştı. Fakat uyurken durum tersine dönüyor, uykusunda sanki yola ilk çıktığı yerde, yurduna benzeyen bir yerde uyanıyordu. Başlangıçta uykusunda uyandığı yerde yaşadıkları silik ve pusluydu. Ama zamanla parlaklaşmaya başladı. Her gece uykusunda başka bir heyecan yaşamaya başlamışt ı. Her gece uykusunda uyandığı dünyaya yeni bir şeyler ekleniyor, uyku alemi gerçeğinin aksine tatlı bir yaşamla doluyordu.

Uykusunda güzeller güzeli bir kıza aşık olmuş, onunla evlenmişti. Taş ocağından kazandıklarıyla çocukluğunda yıkandığı ırmağın kenarında bir ev yapmıştı. Onlarca çocuğu olmuştu. Her biri güneşten kopmuş birer parça gibiydi . Çocukları her gün babalarına korkuyla koşup onun dizlerine kapanıyor, köyün deli marangozunun anlattığı bir masaldan, masaldaki ateş kusan ejderhanın kendilerini alıp kaçmasından nasıl korktuklarını anlatıyorlardı . O da bunun sadece eski çağlardan kalma bir masal olduğunu söyleyerek burnunu çocuklarının sazlık çamuru kokan yumuşak saçlarına gömüyordu. Karısına aşıktı. Kırlarda, ı rmakta, mağaralarda, yağmurda, karda doymak, tükenmek nedir bi lmeyen bir tutkuyla sevişiyorlardı; çocuklarıyla çocukluğunda öğrendiği oyunların hepsini oynuyor, tadı hiç tükenmeyen bir hayat sürüyordu. Bir de hara yapmıştı. En çok da orada kısraklar, taylar, küheylanlar, aygırlar, midilliler, ak, kızıl akıtmalı atlar, kara, süt rengi, benekli atlar, dolgun sağrılı , ince ve güçlü bacaklı at lar arasında zamanını geçiriyordu. Uyandığındaysa içindeki o dünden kalan aynı şaşmaz yavanlıkla çalışıyordu. Olup biteni anlıyordu artık. Anlıyordu da çoktan tutulmaya başlamıştı bu hayata. Kurtulmak ist iyor kurtulamıyordu. Uykuya varmadan önce taşlaşmış ellerini birleştiriyor ve kafasında hep aynı soru oluşuyordu. Ama kim, kim için, hangi zalim için koparı lıyor, yontuluyor ve taşınıyordu bu taşlar?

Đşçilerin arasından çıkmak, yeniden bir silâhşor olmak istediğini söylüyordu kendine uykuya varmadan az önce. Fakat mutlu bir uykunun ardından uyandığında ayakları kendiliğinden onu işin başına götürüyor, elleri kendiliğinden keski ve çekici yakalıyordu. Yemek arasında kendini kurtarmaya çalışıyor, yemeği yerken gözlerini yumduğundaysa gözünde canlanan hayaller bir ân önce işini bitirip uykuya yetişmesi için çağrıda bulunuyorlardı. Bir anlık bir özlem ve iç tutuşmasının ardından ayakları ve kolları ezberledikleri göreve götürüyordu, artık silâhşorluğundan eser kalmayan eski marangozu. Bir gün yemeğini yerken meseleyi uykusunda çözebileceğini anladı . Onu burada tutan, bunca acıya, taşlaşmaya razı eden uykudan, uykudaki rüyadan başka bir şey değildi .

O gün işini bitirir bi t irmez herkesten önce uykuya daldı. Uykusunda uyandığında gün henüz doğuyordu. Karısı ve çocuklarını uyandırdı. Onlara uzun uzun baktı. Onlara durumu nasıl açıklayacağını düşündü. Lafı dolandırmadan, doğrudan konuştu. Karısına ve çocuklarına bu yaşadıklarının, yaşam sandıkları şeyin bir rüya olduğunu anlattı . Taş ocağından ve geçmişinden söz etti . Orada bir zalimin insanları nasıl hayaletlere, yaşayan ölülere çevirdiğini inceden inceye sayıp döktü. Karısı ve çocukları onun aklını kaçırdığını düşündüler. Üzüntüyle başlarını

Page 5: Katiller Komitası

5

önlerine eğdiler. Özür diledi hepsinden. Hepsini tek tek öptü. Demirciye gidip kendine bir kıl ıç döktürdü. Tehlike büyüktü. Rüyasındaki kılıcı keskin ve sivri yaptırdı. Yanına yay ve ok da aldı . Halkalı zırh giydi. Bir de kocaman bir kargı ve kalkan. Beyaz, kızıl akıtmalı bir at seçti ağılından. Ailesiyle vedalaşıp atını dörtnala kaldırdı . Düşman artık belliydi. Bir ân önce rüya aleminden çıkılmalıydı.

. . . . . . . . . . . . . .

Uyandı. Bu kez ayakları kendiliğinden göreve koşmadılar. Uykusunda yaptıklarından hiç pişmanlık duymadığını hissett i . Artık, rüya aleminde onu uykuya çekecek bir ailesi ve çocukları yoktu. Onları terk etmişt i. Geri dönmeyecekti. Rüyasındaki kurgunun bozulmasıyla elleri bu sabah keskiyle çekici değil paslanmaya yüz tutmuş kör kılıcın kabzasını yakaladılar. Rüyasındaki mutlu yaşamı terk etmişti. Bozulan rüyayla birlikte acı yaşam ışımıştı. O bir silâhşordu yeniden. Savaşmak için vardı , taşlaşmak için değil. Heyecanla koşup haftalardır yonttuğu koca taşın üzerine sıçradı. Ve avazı çıktığı kadar bağırarak konuşmaya başladı , “Sizi kandırıyorlar. Sizi birer hayvan gibi yaşatıyorlar. Rüyalarınız gerçek değil! Gerçek, burada sığırlar gibi işe koşulmanız. Uyanın artık. Bırakın! Bırakın çalışmayı!. . Ve hiç korkmayın, yurtsuz ve dinsiz kılıcım emrinizdedir. . .” diyerek söyleve başladı . Ama hâlâ kimse onu dinlemiyordu. Đşitmiyor, işitemiyordu ya da.

Aşağıdakinin rüyasından kopup gelen beyaz atlı s ilâhşor tepeye tırmandı. Aşağı baktı . Bir taş ocağında yaşayan ölüler gibi işçi ler aralıksız çalışıyorlardı . Dev bir kayadan ibaret olan geniş tepeyi kazıp duruyorlardı. Đşçilerin bir kısmı tepeyi aşındırırken, bir kısmı çıkartı lan taşları yontuyor, bir kısmı biçimlenmiş taşları sırtlanarak ya da sürüyerek taşıyor, bir kısmı da çalışanlara su ve ekmek taşıyordu. Onları görevlendiren, yönlendiren birilerini aradı rüyadan çıkıp gelen silâhşorun gözleri. Biliyordu. Nerede bu kadar ağır şartlarda çalışan işçiler varsa, öbür tarafta hiç yorulmadan onların sırtından geçinen zorbaz bir zalim olurdu.

O zalim, işte tam ortada bir taşın üzerinde emirler savuruyordu! Aşağı doğru koşturdu atını rüyadaki silahşor, saldırdığının kim olduğunu tam ayrımsayamadan... Ama nasıl birinin düşü olduğuna inanabilir ki kendini kainatın gözbebeği sayan biri? Durmadı o yüzden. Düşünmedi de. Saldırdı sadece, kendini düşleyene.

Taşın üstünde duran silâhşor da ona dolu dizgin koşan at lının kim olduğunu anlayamadan ve sözü henüz bitmemişken karnına saplanan bir mızrakla yıkıldı . Rüyasından çıkıp gelen kendi düşünün korkunç elleriyle kızıl kanlara boyandı. Sonra oklar uçuştu, sonra ağır kılıç vınladı , sonra. ..

* * *

Sonra koca kanatlarını silkerek ve ağzından ateş saçarak geçen bir şeyin gölgesi bir ân karartıp biteviyeliğine bıraktı ocağı: Taş ocağındaki işçiler uykuya varıp rüyalarına bir ân önce kavuşabilmek için, örtülü bir hırsla taşları değil her zamanki gibi zamanı yontmaya devam ettiler. Kendini rüyasında gören silahşoru öldüren silahşorse yavaş yavaş silikleşti, saydamlaştı ve durduğu her neresiyse oranın görüntüsüyle örtülüp yitti .

Sonra?.. Sonra yoktu artık.

* : “ Ap t a l la r s a yma k la b i t m ez . ”

Page 6: Katiller Komitası

6

II.

Ejderha

Ressamın önünde uzak diyarlardan gelme fare ısırıklarıyla t ı r t ıklanmış bi rkaç kitap, kendi el leriyle dikip sırt ını deri kapladığı bi r defter ve üzerinde karıncaların merakla dolaşt ığı heybesi vardı . Rüzgâr her zamanki gibi evin duvarlarında geziniyor, pencere, kapı aral ıklarında ısl ık çalıyor; durmadan bi r şeyler anlat ıyordu.

Rüzgârın çıkardığı sesleri dinledi . Rüzgârın yaptığı , yaptırdığı şeyleri fark ederek ne çok şey keşfetmişt i . Sivri kayaları yuvarlatan, çiçekleri dölleyen, serinl ik ve kıpırt ı bahşeden; kara saçlarını savurup yüzünü, boynunu okşayan, kulağına şarkılar fısı ldayan rüzgârı önce tanımaya çalışmış, sonra da onunla neler becerebileceğini düşünmüştü bi r zamanlar. Kurumuş yaprakları , tozları , yürekleri ve hayalleri kıpırdatan rüzgârla neler yapabil irdi? Đç geçirerek anımsadı: Boynuna dalan yün kazağını çekişt ire çekişt ire ve avucuna doldurduğu rüzgârın el ini i t iş ini iz leye izleye gerçeğe dönüşebilecek -o zamana kadar kimsenin aklına gelmeyen- bir hayal kurmuştu. Yedi yaşındayken i lk uçurtması gökyüzünde dalgalanmaya başladığında onun ne kadar akıl l ı bir çocuk olduğunun kayıt ları tutulmuştu. . . Bell i belirsiz gülümsedi. . . Ama çok uzun kalamamıştı uçurtma yukarda; bir iki dalgalanıp yere çakılmışt ı . Olsun. Bir iki sal ınmıştı ya!. . Sonra sonra dengenin ne demek olduğunu öğrenmiş, uçurtmasını bir noktada bi rleşen üç iple bağlamayı akıl etmiş, içi boş bi r pi ramidin sihrini kavramıştı . O da kâr etmeyince kuşlardan görüp bir de kuyruk eklemişti uçurtmasına. Sonunda başarmışt ı . Yurttaşları vadinin dışına haber salmak, geçit vermez uçurumlar arasına köprüler yapmak ve uğursuzluğu kovmak için kullanmaya başlamışlardı uçurtmaları . Adı kıral l ık kayı t larına geçmişti bu kez. . . Đleri yaşlarındaysa kuş kanadı gibi rüzgârı yararak giden kanatlar düşlemişt i ama kimsenin işine yaramayan bu f ikir , bir düş olarak kalmışt ı sadece.

Hayvanları seyretmeye başlamışt ı sonra. Ne kadar uzun bakarsa onların ruhlarına gi receğine inanıyordu. Onların gözüyle görmek, işi tmek, koklamak ist iyordu. Neyi çiziyorsa çizdiği şeyin anlayacağı resimler yapmaya çabalıyordu. Tüm canlı ların onun resimlerini görebileceklerine inanıyordu. Hayvanlar ve bitki ler ve gökyüzü düşünebil iyordu ona göre. Çünkü her varl ığın kendini tekrar etmesini , tekrar ederek gel işt irmesini sağlayan bir hafızası vardı ve bu küçük canlı hafızalar büyük bir hafızanın parçalarıydı . Bir anıyı çağırmak için gereken tek şeyse çağrışımdı. Sabah gibi , yağmur gibi , rüzgâr gibi bir çağrışım.

Yeniden iç geçirdi . . . Son bir kez evine baktı . Omuzları , yanakları ve dudakları sıkıntıyla aşağı indi . Ağırlaşt ı . Gözleri ıs landı . Çizdiği i lk ağaç resmine yakalandı bakışları . Pencereden yurduna baktı sonra. Derin vadinin yamaçlarına kurulmuş neşesiz evlere, vadinin bağrındaki eski güzell iğini ve verimini yi t i rmiş bahçelere, tarlalara, ağıl lara , küçük derelere, gözelere, koca yarığa şarkılar söyleyen sisl i şelaleye baktı . Ağaç resmine döndü yeniden. Resminin dallarına konmak isteyen kuşları anımsadı . “Oysa,” diyordu zengin bi r tüccar “bu resim ağaca hiç benzemiyor ki !” Ama insanlar için değil kuşlar için çizmişt i o resmi . Sadece kuşların gözüyle çizi len ağaç değil , arı ların gözüyle çiçekler, köpeklerin gözüyle kemikler, ot ların gözüyle güneş, kurumuş toprağın

Page 7: Katiller Komitası

7

gözüyle yağmuru da çizmişt i . Onun resimleriyle arı lar doymuş, köpekler oynamış, ot lar büyümüş, toprağa bereket gelmişt i . Burnundan kıl aldırmayan bir subay bi r keresinde onun çizdiği , akıyormuş gibi görünen, bir ı rmak resmine küstahça dokunmuş ve hayretle el inin ıslandığını hissetmişt i . Çünkü boya yerine soğukluğunu koruyan bir maden kullanmıştı nehrin sularını dalga dalga çizerken. Hah! Kıskanç subaysa ırmak resminden kimseye söz etmeyerek öç almışt ı ressamdan.

Ve son olarak korkakların gözüyle bir canavar, bi r ejderha yapmıştı . O pek cesur , cesaret le süslenmiş halk kendine kaçacak delik aramıştı uçan resmi görünce. . . Heybesini hazırlayıp da yurdunu terk etmeye, işte bu yüzden karar vermişt i : Đki hünerini birleşt irip de en büyük eserini gerçekleşt irdiğinde; korkuyla cesaret in birbirinin ikizi olduğunu anladığında; içindeki ejderha göğsünü kavurmaya başladığında. . .

Anılarla dolu evine ve pencereden vadinin derinlerine doğru uzanan yurduna bakarken gördüklerini kimin gözüyle gördüğünü ayrımsamaya çalışt ı yeniden. Kimin resmiydi gördüğü? Yurdu var mıydı gerçekten? Varsa kimindi, kimin hayaliydi? Kadim dostu Pirens, şimdi şu anda, neredeydi? Utanç mağarasına kapanmış çi le mi dolduruyordu? Kendisini görmekten yüzüne bakmaktan bu kadar çekindiğine göre. . . Yeni ci l t lediği defterinden bir yaprak koparıp yazmaya başladı:

“Sevgil i dostum, onların gözüyle bakarken bakışımızı kurban et t ik. Artık bil iyoruz. Artık. . .” sanki gırt lağına bir şey düğümlendi . . . Yazmaya devam edemedi, defter yaprağını buruşturup yere at t ı . Đç i alev alev yanıyordu. Bu ağır mağlubiyetin acısı ne zaman diner, diye düşündü. Durdu. Rüzgârın ses ine kulak verdi yeniden.. .

Küçükken Pirens’le birl ikte taşların al t ına bakarlardı . Pirens’ in gözleri taşların al t ında solucanları , nemli toprağı yakalardı hemen. O ise taşların al t ında sadece solucanları değil , halkının geçmişini de görebil irdi . O anlat ı r Pirens dinlerdi . . .

* * *

Halkı bu bereketl i vadiye varmadan önce sürekli yürürdü. Kısa kısa durur uzun uzun yürürdü. Sonra bir gün, buraya geldiklerinde -buraya nasıl geldiklerine şaşarak- durdular. O kadar çok durdular ki yürümeyi unuttular, durmaya al ışt ı lar. Toprağa düşen tohumların yeşerdiğini , hep akan derelerin hayvanları ve yemişli ağaçları beslediğini , iki dağın iki geçilmez duvar gibi vadiyi korkunç fırt ınalardan koruduğunu, buradan kolay kolay kimsenin geçemeyeceğini fark et t i ler. Ve öyle uzun durdukları için sanki al ışkanlıkları büsbütün değişt i de hiç bilmedikleri şeyleri yapmaya ekip biçmeye, evler inşa etmeye, ağıl larda hayvanlar yetişt irmeye başladılar. Yıl lar boyu kimsenin geçmediği , uğramadığı , bi lmediği bu diyarda, kullanmaya kullanmaya, pasl ı ve kandan arınmış si lahlarından da kurtuldular . Đnançları için i lk kez tapınaklar inşa etmeye ve tapınaklarda bi rl ikte dua etmeye, korkularından arınmaya, iyi di leklerde bulunmaya başladılar. Kurdukları i lk tapınağı mutlak anlamın merkezi saydılar. Kırda yaktıkları ateşi tapınağın tam ortasında, mutlak anlam merkezinin kalbinde yeniden yaktı lar.

Yaşlı Yürür kı ral ın ölümünden sonra yerine Çiftçi kıral geçti . Zamanla geniş vadiye yayı ldılar. Yabani ağaçları ve otları ve hayvanları evcil leşt irdi ler. Durmanın, durmadaki heyecanlı hareketin tadına vardılar . Đnançla, güvenle ve paylaşarak yaşamaya başladılar. Bir gün geldi ,

Page 8: Katiller Komitası

8

içlerinden bazıları ç ift sürmek için kullandıkları at larına bindi . Hafızalarından kopup gelen bi r puslu anıyla at larını ı lgara kaldırdılar. Gökyüzünü ve yönleri okumayı öğrendiler. Bilgileri art t ıkça at larını saklı vadiye açılan dar geçit ten çıkararak, daha uzaklara sürüp geri dönmeyi başardılar. Sonunda, çok uzaklarda kendi lerine benzemeyen, değişik dil lere ve tapınaklara sahip başka yurt lar olduğunu keşfet t i ler . O uzak yurt lara adaklar, armağanlar , sözcükler götürdüler. Adaklar, armağanlar, sözcüklerle döndüler . En şaşırt ıcısı ve insanın aklını başından alan, o uzun yolculuklarla gelen parlak, sarı ve büyülü taşlardı . Tacirler , verdikleri eşyaların bir bölümü karşı l ığında al t ın almışlardı . Eğer isterlerse al t ını geri verip eşya alabileceklerini; her eşyanın, değerine göre bilmem şu kadar al t ın et t iğini öğrendiler. Daha çok yük taşımak için, at ların çektiği arabalar yaptı lar. Yollara uzun kervanlar düzdüler. Güvercinlerle mektuplaşmayı öğrendiler. Đşte o zaman uzun zamandır yabancısı oldukları korkuya bi r kez daha konuk oldular. . . Yollar bi l inmeyen, şaşırt ıcı tehlikelerle doluydu tüccarlara göre. Uzaklardan vadiye, vadiden uzaklara korku dolu mektuplar uçurdular.

Ve Tacir kı ral , vadi halkının yeni başı oldu. Ekiyor biçiyor, kırpıyor dokuyor, kazıp çıkardıklarını beziyor, toprağı fırınl ıyor , ağaçlardan yontular, boyalardan resimler yapıyor, yazıyor, yasa yapıyor bozuyor, al ıyor veriyorlardı . Alıp verdiklerinin hesabını tutuyor, yı ldızları s ını fl ıyor, zamanı ölçüyor, şi irler söylüyorlardı . Keselerde, sandıklarda, toprağın al t ında, ağaç kovuklarında, donlarının içinde, boyunlarında, bi leklerinde, kulaklarında, burun deliklerinde al t ın birikt iriyorlardı . Çif tçi ler , ustalar, tacirler, rahipler biraz endişeli olsalar da, çıkarları çat ışsa da mutlu bi r hayat sürüyorlardı . Ne ki zamanla endişe yerini korkuya, tükenmek nedir bi lmeyen evhama bırakacakt ı . Uzaklara gidip dönen at l ı ları dönerken başka yabancı at l ı lar iz lemeye başlamış, bir söylentiye göre, vadi halkından bi r kervan bil inmeyen bi r kuytuda bakır temrenli oklarla öldürülüp al t ınları çal ınmış ve başları kesi l ip al ınmıştı . Sonra da başsız bedenleri at larına bağlanıp sal ınmıştı . Vadinin üstüne çöken korku ve daha birçok çıkar kavgası yüzünden halk, gözünü al t ın bürümüş taci rlerin tüm yapıp etmelerini küçümser olmuştu. Alt ın, tacirlere ve yurt takilere kazandırıyordu ama halka güven vermiyordu. Tapınağa uğrayanlar ın sayısı azalmış, kimsenin kimseye güveni kalmamış, herkes el indekini bi r diğerinden saklar olmuştu.

Tacir kı ral ın ardından Kargıcı , sözüm ona, tacirlerin öcünü alarak kıral oldu. Kargıcı , sürekli yabancı at l ı lardan söz açıyordu. Onlara karşı durmaktan bahsediyordu. Kargıcıya göre yurdun çevresindeki yabancı ve pusatl ı at l ı ların sayısı art ıyor, ona göre yabancı memleketler böyle at l ı lar sayesinde yurt larını genişlet ip, zenginleş t iriyordu. Çiftçi ler, ustalar ve tacirler önce kazançlarının bir bölümünü sonra çoğunu kargıcının erlerine vermek zorunda kalmışlardı . Kargıcı “Daha daha çok er, daha çok kargı!” diye inlet iyordu ortal ığı . Taşların al t ında solucanlardan başka şeyler de vardı . Yürür zamanlarını bütünüyle unutmamıştı vadi halkı . Pasl ı kı l ıçlar, çürümüş oklar, gevşemiş yaylar başka bi r biçimde anımsanıyordu şimdi: çat lamış kabzalar, böcekli sadaklar, kalbura dönmüş pusatlar yeniden ortaya çıkarı lmış; onarı lmaya, parlat ı lmaya, keskinleşt iri l ip s ivri l t i lmeye ve bezenmeye başlanmıştı . Kargıcının er leri art ık taci rlerle beraber yolculuk yapıyor; yine Kargıcı’nın erleri yurdun uçlarını aşıp oralarda yabancı ve de pusatl ı düşman atl ı ları bekliyordu. Kargıcı , koyduğu yeni yasalarla kimin nerede ne zaman güleceğine, ağlayacağına, sevişeceğine, kimin kimle evleneceğine, görüşeceğine, büyüğün kim küçüğün kim

Page 9: Katiller Komitası

9

olduğuna karar vermişt i . Tapınağın koyduğu kurallar değişt ir i lmişt i . Kargıcı , dağlara, derelere, insanlara, hayvanlara, ağaçlara, günlere, aylara, düşüncelere yeniden tek tek ad verip hepsini defterlere yazdırmışt ı ; güzelin kim, ne ve nası l olması gerektiğini de açıkça ortaya koymuş, insanlarını kendi bi ldiği iyinin, doğrunun, haklının safında hizalamışt ı ; bi lginin , bi lmenin değişmez mutlak yollarını bi lginlerine tarif etmiş, bi lginleri de halkın arasında dolaşarak öğrenmenin kurallarını yaymışlardı . Rahiplerin gücü bütünüyle el lerinden al ınmıştı böylece. Her düşüncenin, her edimin, her sözün, her yorumun özünde yurdun korunması vardı . Kargıcı çoktan kargışlanmış olmasına karşın art ık egemendi. Kimsenin od’unda ocağında huzur kalmamış, bütünüyle korku hakim olmuştu yurda.

Đş te vadinin biricik ressamı, bu sancıl ı zamanlarda gençliğin baharındaydı. Ve taş ların al t ında solucanlardan başka şeyler yaşadığını öncesiz ve sonrasız zamanın gözleriyle bakarak ve dahi bi lginlerle boğuşa boğuşa öğrenmişti .

* * *

Onun geçmişi gören gözleri aynı merak ve cesaretle geleceği de görmeye çalışıyordu. Bilginlerin tüm baskılarına rağmen yaratmak i le bi lmek ikil iğine iknâ olmamıştı hâlâ. Kargıcı , tüm âsi l iğine rağmen onu seviyordu. Çünkü onda insanı saran bi r şey vardı . Çünkü o rüzgârın gücünü öğrenip, rüzgârla çalışan, uskurları kartal kanatlarına benzer değirmenler yapmışt ı . Vadi halkı onun sayesinde daha çok tahıl üret iyor; daha çok, daha çabuk tahıl larını öğütüp öğüttüklerini uzak diyarlara götürüyor ve tacirler yurt larına daha çok al t ınla dönüyordu. Ve daha çok bilgiyle. Tacirler yeni fikirler, görgülerle doluydu art ık. Bu yüzden de sormaya, akıl ları kar ışt ırmaya, Kargıcı ’nın gücünü sarsmaya başlamışlardı . Yasa yapmada, al t ının bölüşümünde daha çok söz ve pay ist iyorlardı . Đşte o zaman Kargıcı , rahipleri ve bilginleriyle taci rleri s indirip, t icaret i de ele almaya ve erlerine yaptırmaya karar verdi . Tacirlere , t icaret ten el çektiri ldi . Ne ki t icaret in inceliklerinden habersiz erler haşarı çocuklar gibi bi lmeden, anlamadan, elde avuçta olanı yağmalayıp heba etmeye, kırıp dökmeye başladılar. Başarısız t icaret erleri , el lerine geçen iki buçuk ganimeti de paylaşamayınca aralarında çekişmeler, gizl i kıyımlar yaşandı. Onlar ın kavgaları yüzünden arada masum insanlar harcandı gi t t i . Yurtta yoksulluk art t ı . Tacirler Kargıcı’nın keskin ve sivri kargı ları karşısında susup, el lerindekilerle yet inmek zorunda kaldılar.

Ressam, gelecekten ümitsiz halkının arasında dolaşıyor, halkının özlemlerini , korkularını öğreniyor, meydana çoğu kişiye anlamsız gelecek ve erlerin çözemeyeceği resimler , işaret ler bı rakıyordu. O resimler, işaret ler yurdun i lk zamanlarını anlat ıyordu anlatmasına da herkes o devri çoktan unutmuştu. Başka ve daha doğru bi r deyişle geçmiş yoktu. Kargıcı nası l is terse geçmiş oydu.

Bir gün gelip Kargıcı’nın bilginleri taraf ından büyük ressamın bıraktığı işaret lerin anlamı çözüldüğünde, ressam için azap dolu günler başladı . Çok-il imli ressamının beceri leriyle her zaman övünen Kargıcı , bundan böyle ona evinden başka bi r yerde resim yapmayı ve konuşmayı yasakladı . Kendine kalsa onun hiç resim yapmaması ve hiç konuşmaması gerekirdi . Gel gör, tahtın varisi ve orta yaşını geçmekteki ressamın kadim dostu Pirens bu kadarına karşı çıkmıştı . Kargıcı , onun sözünü dinlemek zorundaydı. Çünkü o tahtın vârisiydi . Çünkü Pirens erlerin de sivi l lerin

Page 10: Katiller Komitası

10

de sevgisini kazanmayı başarabilmiş ender kişi lerdendi . Çünkü ata binmeyi bildiği kadar çi ft sürmeyi, ok fı r latmayı bi ldiği kadar toprak fırınlamayı, dövüşmek kadar konuşmayı ve yazmayı, durmak kadar yürümeyi, yenmek kadar yenilmeyi de bi l iyordu.

Hünerl i , âsi ressam, Pirens sayesinde hiç değilse evinin içinde ‘özgürce’ yazıyor, çiziyor, konuşuyordu ama dışarıya vadinin derinlerine doğru uzanan yurduna bakınca tüm esin kaybolup gidiyordu. Pirens’i düşünüyordu zaman zaman. Pirens Kargıcı gibi sadece yurdu savunmaya kafa yormuyordu. Büyük olası l ıkla başa geçecekti . Ama ne zaman? Her şey sona erdiğinde mi? Kargıcı’nın sal tanatı çok uzun sürmemeliydi . Yoksa onun ihtirasının pençesinde yurdu can çekişerek yok olacaktı . Kargıcı ’nın erleri el lerine geçirdikleri her şeyi kendilerine benzetiyor; yurt cephelere, cepheler mevzilere bölünüyordu.

Bir gün hapis tutulduğu evinden Pirens’e gizl i bir işaret gönderdi ressam. Pirens işaret i al ır almaz gizl ice geldi . Konuştular. Kötü gidişat karşısında ‘bir şey’ yapmaları gerektiğine karar verdiler . Ve daha sık görüşmeye başladılar. Her gün oturup böğürtlen kaynatıyor, aynı konuyu yeniden yeniden temize çekerek konuşuyorlardı . Ve bi r gün gerçek bir çözüm, bir çıkış yolu bulduklarına inanmaya başladılar.

Öncelikle Pirens’in bir ân önce halkın başına geçebilmesi iç in, Kargıcı ’nın gitmesi gerekiyordu. Başka bir deyişle, art ık halkın Kargıcı ’yı istememesi gerekiyordu. Peki halk, niye kargıcıyı başına buyur etmişt i? Çünkü korkmuşlardı . Yabancı at l ı lardan korkmuşlardı . Her şeyleri vardı ama cesaretleri yoktu. Kargıcı onlara cesaret süsü vermişt i . Süs, halkı ona zincir lemişt i . Süs, hiçbir şey yapmayanları bi r şey yaptığına, ölüleri yaşadığına, düşünmeyenleri düşündüğüne inandırmışt ı . Kargıcı , kahramanlık resimleriyle tüm yurdu boydan boya süslemişt i . Pirens’le günler geceler boyu oturup bu mesele üzerine kafa yordular. Halk güçlüden çok güçle süslenmiş olandan yanaydı hep; güçlüden, güçle süslenmiş olandan korkuyor, ona saygı duyuyor, onun emrine amâde oluyorlardı . Ancak güçlü, güçle süslü bir inin onları koruyabileceğine inanıyorlardı . Ee?

Bir akşam saçlarına ak düşen ressamın gölgeli yüzü aydınlandı. Kararl ı , dostuna baktı , “Onları korkutacak bir şey gerek.” dedi .

Pirens “Zaten korktukları bi r şey, hatta çok şey var!” dedi .

Ressam, “Kargıcı’yı başımıza getiren neydi? Hangi olaydı? Anımsa! Erlerini alıp, tacirlerin katillerinin kellelerini almaya gitmişti. Geri döndüğündeyse kargılarının ucuna takılmış onlarca kelle vardı.”

Pirens, “Ama o kafalar, katillerin değildi. Bizim eskiden olduğumuz gibi yürür kabilelerden birini katletmişti Kargıcı. Herkesi kandırdı.”

Ressam, biliyorum, anlamında başını salladı. “Zaten tacirleri de hırsızlar değil, gittikleri uzak diyarlardan birindeki saygısızlıklarından dolayı o yurdun halkı ok yağmuruna tutmuş sonra da kafalarını almıştı. Yaşlıların anlattıklarını ve çocukluğunu anımsa! Tacirlerin böbürlenmeleri, insanlara çektirdikleri, patavatsızlıkları, her şeyi altınla ölçmeleri de neydi öyle. Tacirler her gün biraz daha sevimsiz olmuşlardı gide gele, keselerinde, kıçlarında altın biriktire biriktire...”

Pirens, “Peki tacirleri, sıradan insanların öldürdüğünü nereden biliyorsun?”

“Taşların altına bakıyorum.” dedi gülümseyerek.

Page 11: Katiller Komitası

11

“Peki onları nasıl, ne ile korkutacağız yeniden?”

“Bir canavar kuracağız birlikte. Yeni ve amansız bir düşman. Ve sen o canavarı yeneceksin.”

“Đyi de” dedi Pirens “benim kahramanlığım Kargıcı’nın güçsüzlüğünü nasıl ortaya koyabilir ki?”

“Sonra,” dedi yumuşaklıkla ressam “ o kısmını sonra anlatacağım.” Fısıldayan rüzgârın sesine kulak kesilerek gözlerini yumdu. Elleriyle, yüzüyle, tüm bedeni ve diliyle konuştu, “Kuyruğundan başlayalım.” Dedi.

“Neyin?” diye karşılık verdi Pirens şaşkınlıkla.

“Canavarın” dedi sakince. Ve devam etti. “Kargıcı’nın en güçlü silahı hangisi?”

Pirens, “Kargıları elbette” diye yanıtladı masumca.

“Kargılarının kalayla parlatılmış bakır temrenleri... Đşte o temrenlere benzeyecek canavarın kuyruğu. Bir kargıdan farkı, eğilip bükülebilmesi ve şaşırtıcı hareketliliği olacak. Kuyruktan başladık madem, ordan gövdeye doğru devam edelim. Bedeni nasıl olmalı?”

Aklına ilk geleni söyledi Pirens, “Büyük. Çok büyük. Bir ayı ya da fil kadar büyük.”

“Bir fil?” diye fısıldadı ressam sanki bir şeyler hesaplar gibi.

“En korkuncunu düşünüyorum. Bir canavar düşünüyorum.” dedi Pirens.

“Doğru. Ama... Đkisinin ortası bir büyüklükte olabilir ancak. Korkutucu olması için de derisini başka türlü yaparım. Mesela bir yayın balığının derisine benzetirim. Nasıl?”

Belli belirsiz bir tereddüdün gölgesi geçti Pirens’in parıldayan suratından. Yapmaya çalıştıkları şeyden açıklayamadığı bir rahatsızlık duydu. Dalgınlaştı. Çok geçmeden silkindi ve az önceki hissini yok sayarak, yeniden inançla baktı dostuna ve “Güzel o zaman. Bacakları ve ayaklarında sıra. Dört bacaklı olsun, değil mi?” dedi.

“Evet. Yalnız arka bacakları uzun, öndekiler kısa olsun. Đnsanlar gibi. Ayakta durabilsin böylece. Bir şeyleri tutabileceğinden, tutup fırlatabileceğinden de korkulsun.”

“Çok güzel!.. Pençeleri olsun bir de. Kartalların pençeleri gibi. Tırnakları birer bıçak gibi keskin ve sivri olsun. Bir de horozlar gibi mahmuzları olmalı” diye tamamladı Pirens istekli görünmeye çalışarak. “Öyleyse şimdi kafaya geçebiliriz.”

“Yavaş olalım.” diyerek dostunu durdurdu Ressam. “Đnsanların yapmak isteyip de yapamadıkları, hayvanlarda kıskandıkları en mükemmel şey nedir?”

“O kadar çok ki.”

“En mükemmeli... Rüzgârı kullanma gücü. Uçmak yani. Yani canavarın bir de kanatları olmalı. Ama nasıl, tüylü mü? Tabii ki değil. Kanatlar yarasalarınki gibi olmalı. Kanatların köklerinin dokusu yayınınki gibi, üst tarafıysa çıplak, parlak siyah olmalı. Yer yer açık, yer yer koyu siyah. Böylece kanatlar hareket hissi uyandırabilsin. Şimdi kafaya geçebiliriz. Ama kafaya geçiş için önce boynu düşünmeli. Boyun aynı kuyruğun gövdeden başladığı yer gibi kalından inceye doğru gitmeli. Ama kuyruk kadar incelip uzamadan kafa gelmeli. Kafa, gövdeyle oranlı olmalı. Aksi halde

Page 12: Katiller Komitası

12

inandırıcılığı kalmaz. Gövde nasıl ne tam yuvarlak ne de tam değirmi ise, nasıl da bir su damlasının biçimsiz güzelliğine benziyorsa kafa da öyle hareketli görünmeli. Böylesi bir kafa yılanlarda bulunur ancak. Ama böyle olursa da çok düz ve çıplak olur. O zaman o kafayı giydirmeli. Resimlerdeki bir gergedanın zırhıyla ve boynuzuyla. Nasıl beğendin mi?”

“Gergedanların gözleri çok küçüktür resimlerde.” diye girdi araya Pirens.

“Gözler, evet. Gözler bir kedininki gibi olmalı. Tehdit altında bir kedininki gibi. Ya da yine bir kartalınki gibi. Bir de çatal dili olmalı yine yılanlarınkine benzeyen. Yırtıcıların birden çok özelliğini yakalamalı canavarın resminde.”

Pirens, “Tamam çok güzel oldu işte.” dedi tüm tereddütlerinden arınmış olarak.

“Bir şey daha.” dedi usta, “Ağzından alevler çıkacak.”

“Nasıl yapacaksın bunu?”

“Ben yapmayacağım. Canavarı görenler bu özelliği ona sonradan kendileri ekleyecekler.”

“Bitti mi?” diye sordu Pirens çekinerek.

“Sırtında yayın balıklarının yüzgeci gibi bir yüzgeç de olabilir belki. ‘Belki’ diyorum.” diye mırıldandı yorgun sesiyle.

“Ne zaman başlayacaksın yapmaya?”

“Şimdi... Şimdi güzdeyiz... Baharın ilk dolunayında tamamlayacağım. Bir uçurtma yapacağım onu. Hadi git. Đhtiyacım olan her şey burada var. Sıcakla soğuğun birbirinin içinden geçerek yarattığı güçlü rüzgârlar gelinceye kadar da görme beni.”

Pirens çıkmadan önce döndü “ ‘Kargıcı’nın bir korkak olduğunu nasıl göstereceğiz?’ demiştim.”

“Boğa boynuzuyla. Hadi git artık.”

Pirens endişe ve hayranlıkla karışık bir duyguyla dostuna bakarak çıktı.

........

Güz bitti, soğuk kış geçti ve Pirens güçlü rüzgârlar esmeye başladığında dostunun kapısını yeniden çaldı. Onun atölyesinden içeri girdiğinde, yerde yatan dev uçurtmanın gerçekliği karşında bir ân irkildi. Sanki uçurtma kıpırdıyordu. Soluk alıp veriyordu. Pirens dostunun renkleri sese dönüştürmekten bahsettiğini anımsadı. Işık ve gölgeyi kullanarak da hacim vermişti uçurtmaya. Gözleri! Kedilerinki gibiydi ama göz kapaklarının çizgisi bakışını hüzünlü kılıyordu. Sanki bir şey düşünüyordu. Gizli, içli bir şey. Pirens bacağında bir şey hissetti ve sıçradı. Uçurtmanın kuyruğu dolanmıştı sanki ayak bileğine. Nasıl? Gövdeye küçük bir dokunuş kuyruğun hareket etmesine yetiyordu. Aynı etkiyi yarı yarıya azaltarak canavarın boynunda da sağlamıştı. Kanatlar? Kanatlar için rüzgâr gerektiğini söyledi. Derisi! Aynı balıklar gibi kaygan ve sümüksü gözüküyordu. Dokunmadan parmaklarında o hissi duyabilirdin. Boynuzlar, dişler, kuyruk ucu ve pençeler birer bıçağı andırıyordu. Biraz geri çekilip uçurtmanın bütününe baktığında, korkunç, korkunç olduğu kadar da güzel bir canavar görünüyordu. Renkler birbirinin içinde kayboluyor, en çok da canavarın silahları ve gözleri öne

Page 13: Katiller Komitası

13

çıkıyordu. Pirens coşkuyla bir uçurtmaya bir yoldaşına baktı. Đki dost kucak dolusu sarıldılar. Ardından dışarı baktılar. Gökyüzü açıktı. Bir yanda batmakta olan güneş, tam karşısında da dolunay vardı. Güçlü rüzgâr yamacın yumuşak sırtını yalayarak zirveye koşuyordu.

“Hiç merak etme,” dedi usta ressam, “ay ışığında daha muhteşem olacak!” Ve boğa boynuzunu uzattı dostuna. Pirens, boynuzu beline sokup dışarı çıktı. Artık düşüncelerini uygulamaya hazırdılar.

Pirens yamaca tırmandı, Ressam gizli yoldan yamacı indi. Đkisi de yerlerini aldılar. Uçurtmasını önüne yatırdı Ressam. Uçurtmanın gövdesini kıpırdatan sert rüzgârı hissetmeye çalıştı. Bakışı canavar resminde düzensizce gezindi. Hayali canavarın dili gerçekten de yılanın çatal diline benziyordu, derisi balık gibi pullarla kaplıydı ve gözleri de tıpkı bir kedininkiydi. Kuyruğu bir kargının temreni gibi sivri ve olukluydu ve sırtında yayın balıkları gibi bir yüzgeci vardı ve yüzgeci bir testere gibi tırtıklıydı. Mahmuzlu pençeleri bir kartalın pençelerini andırıyordu ve yarasaların kanatlarına benzeyen kanatları ve kargımsı kuyruğunu çağrıştıran uzun boynu ve bir gergedan gibi iki boynuzlu başıyla karşısında duran sanki korkunç bir şey değil de hârika bir şeydi. Kınnabından yakalayıp uçurtmayı kaldırmaya çalıştı. Uçurtmanın boynu ve kuyruğu çatala yakalanmış bir yılan gibi kıvrım kıvrım oldu. Ve rüzgâr dev uçurtmayı gerisin geri yere yapıştırdı. Üstündeki keten gömleği çıkarıp kirli alnındaki teri sildi Ressam. Bir kez daha ama bütün gücüyle denedi. Yuvarlak omuzları, kollarındaki, sırtındaki, karnındaki bütün kaslar gerildi, yaşlı derisinin altında belirginleşti. Uçurtmanın dengesini sağlayan boş piramit kendini gösterdi. Ve uçurtmanın göğsüne rüzgâr doldurmayı başardı. Yukarda Pirens, heyecanla az sonra paramparça edeceği canavarı bekliyordu. Nihayet canavar görünmeye başladı. Ve Pirens sımsıkı tuttuğu boğa boynuzunu üfledi. Öyle bir üfledi ki tüm vadi çınladı. Halk önce korkuyla dona kaldı. Sonra korku, meraka yenildi. Herkes boru sesinin geldiği yöne doğru koştu. Kargıcı ocağının başından kalkıp erleriyle beraber sesin geldiği yöne seyirtti.

Uçurtmayı tutan ip, günbatımının alacakaranlığıyla örtülüydü. Güneş alçalmış, ay yükselmişti. Orda, yukarda Pirens kendinden üç belki dört belki beş kat büyük bir canavarla karşı karşıyaydı. Canavar bir sağa bir sola salınarak, keskin kuyruğuyla tehditler savurarak Pirens’e gözdağı veriyordu. Boğa boynuzunu aşağıya çevirerek tekrar tekrar üfledi Pirens. Herkes bunun bir imdat çağrısı olduğunu bildiği halde, kimse yerinden kıpırdayamadı. Bütün gözler Kargıcı’ya döndü. Ama o cüssesinden beklenmeyecek bir korkaklıkla titreyen dizlerinin üstüne çöküp, olup bitene seyirci kalmayı seçti. O mağrur, burnundan kıl aldırmayan adam gitmiş, yerine hımbıl, boyun eğen bir zavallı gelmişti. Hayatında belki ilk kez içtenlikle, yasakladığı bir duanın sözcükleri dökülüyordu dudaklarından. Đcat ettiği kalp korkulardan biriyle değil de bu kez gerçeğiyle kaşılaşmak diz çöktürmüştü ona. Halk, ejderhaya şaşırdığından çok şaşırmıştı Kargıcı’nın korkaklığına. Gene de asıl gösteri yukardaydı. Pirens aniden kalkanını dev canavarın ağzına tuttu. Đnsanlar korkuyla kıpırdadı. Kargıcı, korkuyla yumruklarını sıktı. Bu oydu, ağzından ateşler fışkıran ejderha. Böyle düşünmelerine ve görmelerine günbatımının kızıllığı da yardımcı olmuştu. Đlkbaharın deli rüzgârları koca uçurtmanın zaptedilmesini zorlaştırıyordu. Güçlü ressam bağından kurtulan kınnabını arkasındaki kayaya yeniden bağlamayı başardı. Pirens kendi boyu

Page 14: Katiller Komitası

14

büyüklüğündeki kılıcını havaya kaldırdı. Kılıç parıldadı. Bir kez daha nefesini tuttu korkuyla ürperen kalabalık; Pirens’in ağır kılıcı kolayca kaldıran koluna, kabzayı kavrayan güçlü bileğine saygıyla baktılar. Kargıcı, sonunun geldiğini hissetti. Herkes azametli ve de akıllı Pirensleri için saygıyla diz çöktü. Kimse zavallı Kargıcı’ya dönüp bakmıyordu bile. Pirens’in koluyla beraber tüm bedeni gerildi. Uçurtmanın ipini tutansa içinden “hadi hadi” diye yalvarıyordu, çünkü uçurtmayı tutacak gücü kalmamıştı. Kaya, kınnabı yeniden aşındırmaya başlamıştı. Pirens tüm gücüyle kılıcı indirdi, kılıç boşlukta vınladı ve çarptığı taştan kıvılcımlar çıkardı. Đlk darbe boşa gitmişti. Daha da kötüsü kılıç uçurtmayı değil ipini vurmuştu. Đpinden kurtulan uçurtma rüzgârı göğüsleyemedi ve yalpalayarak kendisini seyreden kalabalığın üzerine doğru inmeye başladı. Kalabalıktakiler, aslında hiç çıkmamaları gereken evlerine doğru kaçışıyorlardı. Hele Kargıcı’nın tabanları yağlayışının acıklı gülünçlüğü ve donundaki ıslaklık görülmeye değerdi. Uçurtma, kendini yaratan kişiye doğru düşüyor, yaklaştıkça görkemini de yitiriyor, basitleşiyordu. Ressam, gizli yerinden eserinin yitmekteki güzelliği ve gerçekliği karşısında dona kalmış, heyecanla ve üzüntüyle düşmekte olan uçurtmasını seyrediyordu. Kurgusu bozulmuştu. Uçurtma düşecek, düşüp parçalandığında da özenle yontulmuş dallardan, birbirine eklenmiş kurbağa derilerinden, boyalardan ve ipten ibaret olduğu anlaşılacaktı. Bu olayın bir düzmece olduğu çıkacaktı ortaya. Uçurtmanın düşmesine birkaç boy kadar kalmıştı ki o anda ressam için olağan, pencerelerinden olanları izleyen ve düzeni sezinler gibi olan kalabalık için inanılmaz bir olay gerçekleşti.

Ejderha birden hacim kazandı ve gerçek oldu. Ressamın tasarlayıp da gerçekleştiremediği bütün ayrıntılar, ruh, akıl, ateş kusması da dahil surete ekleniverdi. Artık canavar bir hayal değildi. Ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Her hıçkırışında, ağzından alevler fışkırıyordu. Bir hayvan, bir canavar, düşsel bir yaratık gibi değil, bir insan, kederli bir çocuk gibi ağlıyordu. Yarasa kanatlarını çırparak yaratıcısına yaklaştı. Ön ayaklarını aynı insanların elleri gibi kullanarak yalvarırcasına uzattı. Uzaktaki müzmin seyirciler ejderhanın hareketlerine bir anlam veremediler. Ejderhanın ağzından çıkan alevler şaşkın ustanın çevresindeki otları yakıp kavuruyor, oysa yaşlı adam yerinden kımıldamaya niyetli gözükmüyordu. Taş kesilmiş, çıplak bedeniyle öylece bakıyordu. Ejderha hıçkırıklar içinde tam bir dönüş yaptı. Keskin ve sivri kuyruğu vınladı. Kanatlarını çarparak yükseldi. Pirens’in yanına kadar gitti. Onun üzerinde de bir iki kanat çırptı. Kalabalığın yüreği ağzındaydı. Pirens korkusuzca kılıcını kaldırdı ve tüm gücüyle önündeki kayaya indirdi. Akşamın alacasında kıvılcımlar uçuştu. Ejderha hıçkırarak aşağı indi yeniden. Sonra evlerine gömülmüş halkın çevresinde bir iki döndü. Evlerin içindekiler biraz daha sindi. Ve sonunda artık gerçek olan düşsel yaratık ağzından alevler çıkararak ağır ağır uzaklaşmaya başladı. Halk, çığlık kıyamet evinden dışarı fırladı. Canavarın arkasından ne buldularsa fırlatıyor, cesaret ve kahramanlıkla süslenmiş çığlıklar atıyorlardı. Ejderha bir ân durdu. Olduğu yerde yine âni bir tam dönüş yaptı. Kuyruğu bir kamçı gibi dalgalanıp şakladı. Hüzünlü gözlerle kalabalığa baktı. Đnsanlar yine kaçıştılar. Kargıcı ise sidik kokuları içinde sırılsıklam ocağına gömüldü. Uçurtmacı daha fazla dayanamadı gömleğini eline alıp, artık yaşayan yapıtının arkasından koştu.

Ejderha ağır ağır uçarak, yaratıcısını vadinin dışına, uzaklara çekti. Uçurtmacı, tan vaktine kadar başı yukarda onu izleyerek soluk soluğa peşinden koştu... Canavar, bir yerde durdu ve alçaldı. Bitkin bir halde usta

Page 15: Katiller Komitası

15

yaratıcı, eserine yaklaştı. Ejderha hâlâ ağlıyordu. Ressamın gözlerinin içine bakarak, “Neden?” dedi ve hıçkırdı. Ağzından çıkan alevler aşağıdakinin gömleğini tutuşturdu.

Tutuşan gömleği fırlatıp “Ne neden?” dedi aşağıdaki soluk soluğa.

“Neden konuşabiliyorum? Neden herkes gibi işitebiliyorum, görebiliyorum? Neden acı çekiyorum? Neden benden korkuyor herkes? Neden ağzımdan alevler çıkıyor? Kimim, neyim ben? Neden bu kadar soru doluyum?”

Ressam, anlatmak istedi. Vazgeçti hemen ardından. Ejderhanın ağlarken kocaman açılan ağzına baktı. “Sen,” diyebildi güçlükle “benim hayalimdin.”

“Şimdi?” dedi ejderha.

“Şimdi, ben senin hayalin oldum.” dedi yaratıcı ve hiç tereddüt etmeden canavarın acıyla açılan ağzından içeri atladı.

* * *

Kederli ressam, birkaç gün önce ejderhanın ağzından içeri atladığı ânı canlandırdı gözünde yurduna bakarken. Ejderhanın kaygan ve de kaynak sıvılarla ağzından uzun gırtlağına doğru kayarken nasıl öyle istemsizce, kendiliğinden içeri atılıverdiğini ürpertiyle anımsadı. O anda sanki her şey yer değiştirmişti, sanki her şey tersine dönmüştü de sanki ejderha onu değil, o ejderhayı yutmuştu. Đçinde hâlâ ateş kusan, hüzünlü bir canavar taşıyordu. Ve gittiği her yere onu da götürecekti. Üzerinde karıncalar dolaşan heybesini sırtladı, kapıyı açtı. Güneş kucakladı yaşlılığa direnen bedenini. Günlerce yürüdü, dağlar tepeler aştı. Bir tepeyi tırmanmış iniyorken, sağ omzunun üzerinden baksa görebileceği dev kuleye bakmadı ve onu bu kez göremeden inişini sürdürdü. Yeni bir unutuşun ılık yaşantısına doğru ilerledi.

* * *

Pirens başa geçmeden önce ressamın boş işliğinde bulduğu yarım bırakılmış buruşuk yazıya başa geçtikten sonra da bakıp durdu yıllarca: “Sevgil i dostum, onların gözüyle bakarken bakışımızı kurban et t ik. Artık bil iyoruz. Artık. . .”

Yarım kalan yazıyı zaman tamamlamıştı . Pirens yurdunun huzurunu, yalnızca halkın korkularını kullanarak sağlayabil iyordu art ık. Halk sadece korktuğu şeyden çekiniyor ve ona i taat ediyordu. Tapınağın yeni tanrısıydı ejderha. Vadide tapınağın ürkünç değerlerini yeniden ama başka bir biçimde hâkim kı lan bir hayal . Đyi niyetl i , dost bi r iht iyarın el inden çıkma korkunç ve muhteşem bir bayrak.

Page 16: Katiller Komitası

16

III.

KULE

Mola vermek, anımsamadığı yıl ların yorgunluğuyla nasırlanmış ayaklarını dinlendirmek için tepede durdu; bir ağacın gölgesine oturdu. Kaburgasının altındaki eski yara izini kaşıdı. Doğan güneşten baktığı yere aydınlık, hayat akıyordu. Bir zamanlar konakladığı gölden ve göldeki yı lanların arasından çekip çıkardığı kamış sırığa yüzünü yasladı. Đfadesiz, rahat bakışını önünde uzayıp yayılan manzaraya çevirdi . Ellerindeki yumuşaklığı açıklayamayacak kadar boş, bomboştu içi . Geniş manzaraya dalıp gitti . Öğrenmeye, bütünü parçalamaya, parçaları bütünleştirmeye ayarlı bir düzenek gibi çalışan zihni, sanki, işlemiyordu.

Altına oturduğu ağaca mı benzemişti? Yok! Ağacın gölgesine.

Bu hâli uzun sürmedi; bütünlüğün içinde aykırı bir o kadar da uyumlu görünen bir ayrıntıya takıldı. Nabzı değişti , hızlandı. Az öncekine hiç benzemeyen bir hâle büründü. Sanki o değil , ayrıntı onu görmüştü. “Hayal mi?” diye düşündü. Gözlerini kapatıp bekledi, yeniden açtı. Ayrıntı kaybolmamıştı. Orada duruyordu. Hem de ilk gördüğünden daha açık seçik, daha berrak. Karışmış, düğümlenmiş ipler gibi birbirinin içinden geçen sorular dolanmaya başladı zihninde.. . Huzursuz, kıpırdadı.

Artık ağacın gölgesine de benzemiyordu. Ağaç anladı; belli etmedi.

Gördüğü şey, ormana göğün saçaklarından düşmüş bir buz sarkıtını andırıyordu. Ayağa kalktı . Bu kez daha da dikkatl i bakmaya çalıştı . Yer bedenini nasıl çekiyorsa, ne olduğunu tanımlayamadığı şey de onu öyle çekiyordu. Görkemli buz parçasına nası l gideceğini düşündü. Gölden onu buraya getiren patikayı izlemeye karar verdi.. . Birçokları bu yolda pabuç eskitmiş olmalı; fakat belli ki art ık kimse kullanmıyor; ot lar dünyalarına katmaya başlamış ve ince bir çizgi haline getirmişler onu. Yolunu yit irmişlere yol olan, şimdi, çalılar, dikenlerle kaplı .

Patika gülümsedi üstünden geçene; acemice tekrarlanan bir şeye, tanıdık birine, bildik bir ziyaretçiye bakar gibi.

* * *

Patika, bir süre sonra küçük ayrıntının dev gövdesinin dibine getirdi onu: Dev yapının çevresini dolandı, yaklaştı uzaklaştı, tepeden gördüğüyle şimdi gördüklerini karşılaştırdı. Ve yapının, bir kule olduğunu düşündü. Kuleye hayranlıkla bakarken, elindeki kamış sırığı parmağının ucunda dengede tutmaya çalıştı . Sırığı birkaç kez düşürdü, ama yılmadan tekrar tekrar denedi. “Sırığın, parmağı hareket ettirmeden dengede durması ne kadar olanaksızsa, bu yapının da yıkılmadan, böyle dimdik durması o kadar olanaksız.. .” diye mırıldandı. Ama duruyordu işte! Doğanın yasalarına isyan eder gibi dimdik, sapasağlam ayaktaydı kule.. . Yapı.. . Đşte her neyse! Elma ağaçlarından birinin dallarında, kıvrılıp çöreklenmiş yılanlar gibi uzun ipler ası lıydı . Đplere doğru gitti , uzandı ama elleri ipi değil bir elmayı yakaladı . Fıstık yeşil i , hoş kokulu elmayı yerken, sanki düğümlenmiş zihnini çözer gibi iplerden birini alıp çözmeye başladı.

Tam o sırada iki garip saksağan geçti; sanki kuyruklarının üzerinde uçuyorlardı.

* * *

Ertesi gün, iki katı boyundaki kamış sırığı kulenin yanına dikti. Güneşin doğduğu yöne, sırığın boyu kadar bir ip çekti . Güneş dalıp

Page 17: Katiller Komitası

17

giderken sırığın gölgesini izledi. Gölge, ipin ucuna erişince bir çomak batırdı bitimine.. . Sonraki gün, sırığın gölgesi çomağa eriştiğinde, kulenin gölgesinin bittiği yere de bir çomak sapladı. Ölçtü biçti, saydı hesapladı: Kule, kırk sırık boyundaydı. Kule, seksen kere uzundu boyundan. Toprağa saplandığı yer nerdeyse bir elma ağacının gövdesi kadar ince; gökyüzüne eriştiği nokta yüz ağacı içine alacak bir elmalık kadar genişti . Ne kapısı vardı; ne bacası ne camı. Ne bir kement, ne bir kanca işe yaramazdı. . . Kemendi atsan kavuşmaz, kancayı atsan saplanmazdı.

Kulenin çevresi belki iğ, belki iğneyle kazınmıştı ve kök boyalarla boyalıydı. Küçük, zarif nakışlar kaplıyordu her yanını. Nakışlar gözün erdiği yere belki ta tepeye kadar, uzanıyordu. Kulenin gövdesinde ne bir yosun, ne bir çatlak, ne bir küf: Sanki görünmeyen eller gelip her gündüz, her gece onu tertemiz, apaydınlık yapıyordu. Ya da bir canlı gibi kendi kendini yeniliyordu. Bir rastlantının değil , bir düşüncenin eseri olduğu belliydi . Sahici, yürekli bir düşüncenin. Kim bilir belki ağır bir geçmişin ardından birdenbire parlayan bir zeka parıltısıydı? Mutlaka ama mutlaka deli bir kavrayışın folluğunda kabuğunu kırıp dikilmişti doğanın karşısına.

Peki, kapısız bacasız bir kule kimin içindi? Đçine girmeyeceksen, tırmanıp tepesine varamayacaksan niye dikersin bir kuleyi? Düşüncen bir yere ulaşmayacak, bir yol göstermeyecekse niye düşünürsün? Kavrayışın, önüne bir yol açmayacaksa niye kavrarsın? Eğer bir yapının amacını bilirsen onu anlarsın, boyunu bilirsen değil. Olasılık, ölçüde anlam gizlidir fakat her anlamda ölçü olmayabilir. Ölçüsüzlük mü kurtuluş yoksa? Ne!.. Bulanık soruların bunaltt ığı zihniyle, çarpıntılı yüreğiyle kulenin dibine uzandı. Toprağın etine saplanmış dev bir diken ya da ters dönmüş bir şeytan minaresi gibi nakışlı , sarmal gövdesiyle uzanan kırk sırık, seksen adam boyundaki kuleye bir kez daha baktı . . .

Bakışı göğe kaydı sonra. Dünyayı dışarıya kapatan o billûr kabuğa.. .

Kimdi bilmiyordu. Adını hele hiç bilmiyordu. Bilmemekte ısrarlı mıydı? Bu yüzden mi, -hepsini tek tek unutarak- birbirinden ilginç yapıları olan yedi diyar gezmiş; gece uyuyan köylerin, kentlerin hiçbirinde konaklamadan, ayaklarının ucuna basarak daracık sokaklardan geçmiş; sonunda da karşı tepedeki ağaçlıkta onu kendine doğru çeken kulenin dibine gelmişti? Anımsamaktan korktuğu için mi? Unutmaya çalışırken, çok ama çok acı çektiği için mi? O yüzden mi yine kim olduğunu düşünmekten daha eğlenceli bulmuştu kuleyle uğraşmayı? Doğanın -doğanın olamayacağına göre, demek ki kuleyi yapan bir mimarın eseri, işte karşısında duran her neyse, çözülmesi oldukça keyifli , yediği elmalar kadar lezzetli yeni bir bilmece miydi? Bilmecenin verdiği tat tüm bedenine şimdiden yayılmaya başlamıştı. Elma, bal gibi tatlıydı.

O tatla uykuya daldı . Elmalığın ortasındaki açıklıkta gece kuşları ve rüzgârdan başka hiçbir ses yoktu. .. Sanki uykusunda bedenini birileri dürtüklüyormuş gibi, sabaha kadar kimbil ir kaç kez yattığı yerden fırladı . Yeniden uyudu, yeniden uyandı. Uzun süredir yaşadığı yalnızlığa ve yorgunluğa yordu bunu. Geçmişsizlik, geleceksizlik onu her geçen gün daha da kuruntulu, hastalıklı mı yapıyordu? Oysa daha sağlıkl ı olması gerekmez miydi?

“Gereklilik mi?! O da ne?” diye şaşırdı , ordan geçmekte olan boz bir bulut .

* * *

Page 18: Katiller Komitası

18

Bir gün kuleden epeyce uzakta bir kayanın üzerine oturup, yorgun gözlerle yapıyı seyretmeye başladı: Eğil ip, toprağa resmini çizdi. Önce onu insan bedenine saplanmış bir temren gibi düşünmüştü. Çekip çıkardın mıydı damarlardaki kan fışkırıp boşalacaktı sanki. Sağ kaburgasının altındaki, bir zamanlar bir kargı marifetiyle açılmış gibi duran, eski yara izini kaşıdı. Gözünün önünde daireler, üçgenler, derinlikler, ne olduğunu kavrayamadığı oranlar, eşitlikler, eşitsizlikler uçuşuyordu. Birden hayalinde dev bir kum saati belirdi. Diğer yarısı toprağın altında, evrenin zamanını tutan, bir çeşit kum saati olabilir miydi karşısındaki?.. Resmi karaladı. Kendiliğinden, bir ağaç resmi çizmeye başladı. ‘Gövde, dallar ve kökler.’ Yerkabuğundaki her yapının bir temeli yok muydu? “Olsa Ne olur?” diye iç geçirdi geçirmesine ama, ertesi gün kulenin dibini kazmaya başlamıştı. . . Bir ay boyunca kazdı. Mantığı doğruydu, bir temel vardı . Fakat, kuleden daha geniş, daha derin olduğu açık bir temel. Kendi gibi yüz adam daha olsa, kulenin temelinin sonuna erişmek için bir ömür yetmez görünüyordu. Derine indikçe genişleyen temelin çapı artıyor, kule, yer kürede köklenmiş dev bir çiçek hissi uyandırıyordu... Umarsız, kazdığı yerleri doldurdu. Kazdığı yerleri doldurdukça sonun, bitişin değil , yeni , taze bir heyecanın fi lizleri boy veriyordu kaburgasının altında; geçmişini bilemediği, bilmek istemediği yaranın alt ında. Onu buraya getiren düşünceli ve gülümseyen patikaya baktı. Ne düşünüyordu? Ya da niye gülüyordu? Asıl soru başka mıydı acaba? Neden her şeyi bir başka şeye ve en çok da insana benzetiyordu? Çok mu yalnızdı?.. Her şey çok mu anlamsızdı?..

* * *

Meyve zamanı gelmişti. Ağaçlardan meyve toplayan köylüleri seyretti gizlice. Köylüler meyve toplamadan önce kulenin bulunduğu alana gelip sessizce durmuşlar; dev yapıya tek tek sarılıp sanki kaybettikleri bir yakınları için önce ağıt yakmışlar; yağı renkli toprakla karıştırıp elde ettikleri bulamaçla yüzlerini ve boyunlarını boyamışlar sonra da ateşlerini tutuşturup kahkahalar atarak, dans ederek meyveleri toplamaya girişmişlerdi. Sabaha karşıysa terli toprak çömleklerinin içinden çıkardıkları elma şaraplarını yudumlamaya başlamışlardı. Kuleyi unutup köylüleri seyretti . Ve birden zihninin karanlıklarında bir ışık yandı, bir perde aralandı, bir kapı açıldı ve kapandı! Köylüler ağaçların yüksek dallarına erişmek için merdiven kullanıyorlardı.. . Acıyla güldü, sanki ilk kez, anımsadı.

Babası keçileri kaçırmış ya da kaçırmak üzere olan bir mezarcıydı. Bir gün mezarlıktan eve gene kör kütük sarhoş dönmüştü. Ve karanlığa gömülü, boşluğa öfkeyle bakar halde bulmuştu oğlunu. Neden sonra, hasta karısının cansız yattığını fark etmişti . Dehşetle kala kalmış, uzun bir süre öyle bomboş durmuş, sonra sallanarak oğlunun yanına oturmuş ve şöyle demişti, “Dönüşü olmayan bir delikten içeri atılmışın... Belki derin bir uykudan uyanmışın orda. Ha?.. Kimbilir belki uyandığını sanmışın...

Bir hücredesin. Öyle. Karanlık bir hücre! Çok!!! Çıkış yok, amaç yok. Ha?.. Dört duvar arasındasın. Ne yediğin belli, ne içtiğin. Daha ne kadar burdasın? O da belli değil... Belli olsa bile hesap edemezsin. Di mi?.. Ne yapacaksın öyleyse?.. Tünel kazacaksın!... Tırnaklarınla...

Ağlama... Bak, tünelin sonunda başka bir hücreye, bekçinin odasına ya da dışarıya -dışarı neresiyse- çıkabilirsin. Belli olmaz orası. Artık duramazsın

Page 19: Katiller Komitası

19

ki kazacaksın! Kötü ihtimallere, kayalara, çöken toprağa, kırılan tırnaklarına aldırmayacaksın. Kazacaksın. Kaçmak için değil hem de! Bu zifiri karanlığın dışında bir yer varsa -şöyle ışıklı bir yer- orası da burayı bilsin diye. Orası da bu habis yerden kurtulsun diye. Ha?..”

Acı dolu güldü. Gerçekten. Anımsamasına ve anımsadığı şeye. Ve unuttu hemen.

Gölgesini ölçtüğü sırığı, gizlisinde ördek sürülerini saklayan yılanlı sazlıktan almıştı . Sazlık çok uzakta değildi; güneşin doğduğu yönde, karşı ağaçlığın arkasına kıvrılan patikanın sonundaydı. Oraya gidip gelmek; merdiveninin bir parçasını kurup çatmak; kulenin gövdesine bağlamak için bir gün yeterdi.

Hem yaşlı patika kendini böylece daha genç hissedecekti.

Köylülerin meyve bahçesinin ortasındaki açıklıktan içerlere çekildiğinden ve bir daha geri dönmeyeceklerinden emin olduğunda planını uygulamaya koydu. Đlk gün, ilk heyecanla, şafakla beraber işe girişti: Akşam olmadan çok önce yedi basamaklı, boyu boyundan iki kez büyük, kamıştan ilk merdiven parçasını kulenin gövdesine bağladı . Kulenin tepesine ulaşmak için geriye on dokuz parça, on dokuz gün ve yüz otuz üç basamak kalmıştı .

* * *

Merdivenin yapımına giriştiği yirmi günde, ne kim’liğine, ne geçmişine dair tek bir şey düşünmedi. Zihniyle büyük bir uyum içinde çalışan elleri ve bedeninin diğer azaları onu hayrete düşürüyordu sadece. Tasarımının tıkır tıkır işlemesi de.. . Kulenin yükseldikçe genişleyen gövdesine onuncu günden sonra merdivenleri bağlamak sorun oluyordu. Gövdenin ince kısmına önce ipi doluyor, sonra sırtında merdiven parçasıyla, sağlam basamakları tı rmanırken gerektiği kadar ipi salıyordu. Yukarıda, ipi gövdeye dolama işinden kurtuluyordu böylece.. . On sekizinci gün geceye dönmek üzereydi. Yüz yirmi altıncı basamak da tamamlanmıştı. En üst basamaktan yeryüzü inanılmaz görünüyordu: Çevredeki ağaçlar, kuleyi i lk gördüğü tepe ve sazlığın bir kısmı adsız, kimliksiz -yahut çok kimlikli- yolculuklarından birinde rastladığı minyatürlere benziyordu. Tam bu noktada, yüz yirmi alt ıncı basamakta, kulenin sallantısı art tı . Aşağıdan fark edilmiyordu ama kule yukarıda devri lecekmiş gibi sağa sola yatıyordu. Kulenin dengesine bir kez daha şaştı. O günün gecesi, bir denge harikası olan yapının alt ında elmasını yerken, yukarıda gördüğü manzara geçiyordu gözlerinin önünden. Sanki kafasının başka bir yerinde de fırtına hızıyla çalışan bir abaküs, sayıların anlamını araştırıyordu: Toplam yüz kırk basamak. Yarısı yetmiş ediyor. Her merdiven parçasında da yedi basamak var. Bir rastlantı mı?.. Ne kadar kaçınsa da bir haftanın yedi güne bölündüğünü, bir şehrin yedi kapısı olduğunu; gökyüzünün yedi kat olduğundan, kainatın yedi günde yaratıldığından, yedi kollu bir nehirden, ölümcül yedi günahtan ve yedi başlı bir ejderhadan söz edildiğini anımsıyordu. Anımsadıklarına ve kendiliğinden ortaya çıkan hesaplama işine bir anlam veremiyordu.

Bildiklerini unutmaya çalışarak, kan ter içinde uzandı. “Ah şu yedi! Hep tedirginlik yaratıyor. Bir lânet gibi ensemde hep. Sayıları , şeyleri başka şeylere benzetmeye çalışmam anlamsızlığı aşmamı sağlayamıyor.”

Geceleri onu uykusundan dürtükleyip uyandıranlar da rahat bırakmıyorlardı. Ne yazık ki rüya görmeye başlamıştı yine. Unutmaya

Page 20: Katiller Komitası

20

çalıştığı her şey, biçim değiştiriyor ve rüyasının içine doluşuyordu. Rüyasında, kaburgasının altındaki yaradan akan berrak suyu içmek için bir sürü insan, hayvan, türlü türlü yaratık kuyruk olmuştu. Uzanmış uyumakta olan bedenine bakarak homurdanıyor, sabırsızlıklarını anlatan tuhaf, anlaşılmaz sesler çıkarıyorlardı. Sıradakilerin arasından upuzun altın sarısı saçlarından ışık fışkıran bir kadın gelip, kulenin dibinde yatmakta olan bedenine uzanıyordu. Kadının yumuşak, sevecen parmakları birden uzuyor, onu bir karanlık hücrenin içine kapatıyordu. Karanlığın içinden uzanan sopalar vücudunu dürtükleyip duruyordu. Rüyanın hep bu ânında yattığı yerden fırlayıp, yüzündeki boncuk boncuk terleri siliyor ve tekrar uykuya dalıyordu. Sabah uyandığındaysa gördüklerini unutmaya çabalıyordu; gökyüzüne, bulutların muhteşem uyumuna bakarak; toprakla dolu tırnaklarını görmezden gelerek.

* * *

Geriye kalan son iki gün de hızla akan zamanın peşinde geçip gitti . O ise elinde kalan son ip parçalarını kullanarak kulenin zirvesine ulaşmışt ı. . . Elde ettiği başarıya inanamıyordu. Zirvedeydi fakat, vardığı noktaya değil manzaraya bakıyordu: Tepe, ağaçlık, sazlık şimdi daha açık seçik ve daha da küçük görünüyordu. Zirveden, aylar önce kuleye bakan kendini gördü. Ayrıca tepenin ardındaki, sokaklarından parmak uçlarına basarak geçtiği, köylerden bir köyün birkaç evi de gözüküyordu. Đçinde ne gurur ne böbürlenme vardı. Ancak, tek bir değişiklik hissediyordu: Kulenin zirvesinde, unuttuğu kendine daha yakındı. Sanki kaçmak istediği, geride bıraktığını sandığı her şeyin içindeydi yine. Durduğu nokta gözlerinde belirsiz, silik resimler yaratıyordu...

Kulenin en üstündeydi işte. Bir türlü dönüp, ulaştığı şeye bakmaya cesaret edemiyordu.. . Neden sonra, dayanamayıp manzarayı bıraktı. Salınan eğilip bükülen zirve çemberinin ortasına baktı. Bir düş kırıklığı , ağır bir sıkıntı kapladı içini! Zirve çemberi boştu. Gökyüzünden akıp gelen ışığı emip yutan katran karası bir boşluk. Aptal, anlamsız bir boşluk. Ölüm fikri gibi, dünyayı örten billûrun dışı , yokluk, hiçlik, sonsuzluk gibi. Mezar gibi!!! Upuzun lanetl i bir kuyu muydu bu?.. Sanki bir şeyler anımsadı. . . Çekinmeden kulenin içine bağırdı. Sesi yutulup gitti . Elmalarından birini aşağı bıraktı, bir küçük yankıcık bile işiti lmedi. Bir kuyu değil belki de bir bacaydı.. . Zirveye ulaştığında asl ında hiçbir yere ulaşmamış olduğunu anladı . Ve hiç tereddüt etmeden, devam etmek için yeni bir plan yapmaya başladı: Đpi kalmamıştı. Aşağıdan yukarıya merdivenleri çözerek yeniden tırmanması , ipleri toplaması gerekiyordu. Zirvenin sallantısı, deniz aşırı diyarlara yaptığı yolculuklardaki büyük teknelerin sal lantısını anımsatıyordu. Anımsadıklarını kovup, işe koyuldu. Elindeki ipe birer kulaç arayla saymadan yetmiş düğüm attı .

Yanına bir iki elma daha alıp, düşüncesini gerçekleşt irmeye girişti . Şimdi elmalar ve iplerle yeniden zirvede, yolun başlangıcındaydı. Gizemli zirvenin ağzını buldu ama artık içini , dibini bulması gerekiyordu. Đpi bacadan aşağı sarkıtt ı . Đnmeye başladı. Đndikçe ışık azalıyor, kalbindeki çarpıntı artıyordu. Kalbinin bedenin içinde yaşayan güçlü bir hayvan gibi çalıştığını; onu ömrü boyunca taşıdığını i lk kez fark ediyordu. Elleri , ince ipin düğümlerine tutunmakta zorlanıyor; zaman zaman durup, ipi bacağına doluyor ve bedenini baş aşağı sallandırıyordu. Tam gücü tükenmek üzereyken, el leri bacakları boşalmaya başlamışken bedeninin hafiflediğini hissetti . Đpe tutunmak için daha az güç sarf ediyordu şimdi. Đndikçe hafifliyordu bedeni. Bir süre sonra, -ipe attığı son düğüme vardığında-

Page 21: Katiller Komitası

21

tutunmasına da gerek kalmadı. Đnançsız gözlerle baktı ellerine: Kelebekler kadar rahat ve hafifti ler. Ayakları yere basmıyor, ama düşmüyordu da. Çekine çekine ellerini bıraktı . Havada öylece asılı kaldı, görünmez bir koltuğa otururmuş gibi. Bedenini kesip geçen ışık demetleri uzandı önünde. Ensesinde bir sıcaklık ve bir bakış hisset t i; başıyla beraber -güneşe dönmekteki çiçeği iz leyen bir dal gibi- omurgası döndü. Dönerken ı lık boşluğun yüzünü, boynunu okşadığını duyumsadı. Kulaklarını ve sırtını örten saçları, göğsüne inen seyrek sakalları havalandı. Karşısında çırılçıplak bir delikanlı duruyordu.

* * *

“Saymayı bilen ama sayıları kullanmayanların kulesine hoş geldin mimarbaşı.” dedi delikanlı. Sözcükler ağzından dökülürken, bedeni belli belirsiz, asla kendini tekrar etmeyen bir hareketi sürdürüyordu. Sanki her hareketinden önce arkasında ışık demetleri parlıyordu. “Gözlerimiz yollarda kaldı , özledik seni . Görmeyeli insanlara ne çok benzemişsin.” diye ekledi hareketinin hemen ardından.

“Đnsanlara benzemek mi? Sen de pek benziyorsun insanlara.. .” diye karşılık verdi şaşkınlıkla. “.. .Mimarbaşı mı dedin?”

“Evet” dedi delikanlı , sanki arkasında oynaşan ışık demetlerinin itişiyle boşluğa bir şey yazar gibi.

“Ben mi!”

“Evet sen.” dedi delikanlı genç ve anlamlı bedeniyle bir dansın ilk adımını atıyormuşçasına. “Sen sayılar evreninin hükümranlığına son verdin. Sayısız bir diyar inşa ettin. Ve böylece bu diyarın içindeki herkesi ölümsüz kıldın. Evrenin merkezini, kutsal kuleyi kurdun.”

“Nasıl?”

“Mimarinin yasalarıyla oynadın. Doğanın yanlış anlaşılmış yasalarını yeniden, al ışılmadık bir biçimde gözden geçirip, -püff! yok ett in. Hiçbir şeye benzemeyeni, orantılanamayanı, kendisinden başka hiçbir imle gösterilemeyeni buldun.”

“Ama tırmandığım kule de, indiğim baca ya da her neyse mükemmel sayısal değerlerle, orantılarla inşa edilmiş. Yedilik sayı tabanına göre hesaplanmış her şey. Bu yapı, bu kule, bu baca, bu kuyu; artık her neyse, görülmemiş bir denge ve orana sahip.”

“Evet sadece bu yapı.. . Ayrıca mükemmel değil. Çünkü mükemmellik sayının bittiği yerde, isimsizlikte; harflerin, rakamların, yakıştırmaların büyüsünü yitirdiği yerde başlar. Bunu sen öğrettin bize. Anımsamıyor musun! Burada uzaklık yok yakınlık da, karanlıkta da yok aydınlık da, ağırlık da yok hafiflik de, hacim de yok, şekil de.. .”

“Ama hepsi var, görüyorum.”

“Hayır görmüyorsun. Biliyorsun. Bildiklerine bakıyorsun. Unutmayı yani görmeyi de sen öğrettin bize.”

“Benim bildiklerimi sen nerden biliyorsun? Olmayanı nasıl bilebilirsin?”

“Kuleden ya da bacadan ya da kuyudan. Sonsuz yaşamıyla övünecek olandan... Daha öz bir deyişle, bilişle oluş arasındaki ayrımdan.” dedi delikanlı ve sanki arkasındaki derinlikte oynaşan ışıklardan emir almışçasına bedenini bu kez bir panayır canbazı gibi kendi ekseninde üç kez döndürdü. Bir topa benzedi, hemen ardından bir çalgı kirişi gibi gerilip titredi . “Senden önceki kuramcılar biliş ve oluşun iç içe geçtiğini

Page 22: Katiller Komitası

22

düşünüyordu. Đkisi de birbirine sıkı sıkıya bağlıydı . Biri olmadan diğeri olamazdı.” diye devam ett i . “Sen biliş ve oluşun farklı olabileceğini , ikisinin birbirinden ayrılabileceğini buldun. Ayrıca ikisi birbirinden ayrılırsa mutlak mutluluğun olabileceğini gösterdin bizlere. Geleneksel mimari eğit imine rağmen, bildiklerini aşan hatta yıkan bir yapı kurdun. Bilişin, oluşunun çok çok gerisinde kaldı . Sen, bilişin durağanlık, oluşunsa durmak bilmeyen bir hareket, bir gidiş olduğunu öğrettin bize.”

“Biraz yavaş ol aklım karıştı .” dedi mimarbaşı, oğlanın muhteşem güzelliğine dalmışken.

“O zaman daha yavaş olayım.” dedi genç ışık yumağı ve ağır ağır konuşmaya devam etti . “Yepyeni bulguna, bulgunun sağladığı algıya rağmen eski bi lgilerin sende saklı duruyordu. Đyi lerle kötülerin, güzellerle çirkinlerin, orantı ve dengenin, sayısal işlemlerin dünyasını bi len, ama oluşun hareketi ve de algısı içinde bu bilgi leri eritip geçersizleştiren bir diyar yarattın: Saymayı bilen ama sayıları kullanmayanların kulesini.”

“Saçma!”

“Doğru. Sayıları kullanmadan bu kuleyi inşa edebilmek kadar başkaları tarafından yapılan karmaşık işlemlerin sonucunda mükemmel bir yapı çözümü olarak kabullenilmek de çok saçma.”

.. . . . . . . . . . . . .

“Peki dışarda ne işim vardı? Madem burayı kendim ve kendim gibiler için inşa ettim, niye dışarı çıktım o zaman?”

“Bilemiyorum.” dedi delikanlı sanki biliyorum der gibi, yüzünden hiç eksilmeyen ışıltı l ı gülümseyişiyle. Ve “Gidelim mi?” diyerek bir ateş böceği gibi süzüldü. Mimarbaşı , delikanlıyı izledi. Genç süzülürken bir şarkı, bir ıslık gibi bir şeyler mırıldanıyordu “Gerekli, gerekli mi? / Anlamlı, anlamlı mı? / Gördüğün gördüğün mü?”

“Bir rüya daha” diye düşündü gençle birl ikte süzülürken. “Ben, bütün bu yapıyı kurup çatmış olamam. Saçma! Hem hiçbir şey anımsamıyorum.” Delikanlı ve mimarbaşı pür aydınlık geniş bir alana geldiler. Sadece mimarbaşının bedeninin çevresi karanlıktı.

Delikanlı, “Üstündekileri çıkarsana. Işığını göremiyoruz.” dedi.

Mimarbaşı delikanlının sözünü dinledi ve üstündekileri çıkardı. Bedenin çevresindeki karanlık çeper aydınlandı, omuzlarından, dizlerinden, ayaklarından ve başından fışkıran ışık demetleri görüşünü genişlett i . Gördüğü çırılçıplak insan yığını , sürekli hareket halindeydi. Birbirlerinin gövdelerinin, bacaklarının, kollarının arasından geçiyor durmaksızın deviniyorlardı .

Delikanlı, “Bedenlerimizdeki ışık yaşama isteğimizin göstergesidir. Çevremizi isteğimize bağlı olarak aydınlatırız. Bunu da sen öğretmiştin. Bir tür yeti, ışıldama yetisi. Đstençle gerçekleşen bir değişim. Değişimin ruhu, gönyesi, şakulü, kaldıracı, palangası her şeyi , yani istenç. Sen böyle derdin.”

“Felsefe yapmayı çok seviyorsun delikanlı ama...”

“Çünkü ben Kule’nin filozofuyum.”

“Öyleyse konuşmanın da niceliği olduğunu biliyorsun.”

“Evet biliyorum. Ama unuttum.” diye yine gülümsedi delikanlı. Ve mimarbaşıyla yaptıkları konuşmayı parlak gülümseyişleriyle izleyen arkadaşlarına döndü. Süzülerek onların karmaşık hareketliliğine karıştı . Mimarbaşı görünmez koltuğunda ne yapacağını bi lemeyen acemi bir

Page 23: Katiller Komitası

23

oyuncu gibi çırılçıplak utangaçlığıyla duruyordu öyle. Ölümsüz yaratıklar dev bir beden olmuş, her biri o dev bedene ait küçük bir parça olarak kıpırdıyordu.

“Sayı olmaksızın saymayı, dahası bu noktaya gelmeyi nasıl becermişler? Daha doğrusu delikanlı f ilozofun dediği gibi, gerçekten bengilik içinde iseler arayacakları ne kalmış? Çelişmesiz, çatışmasızlığın sağladığı korkunç uyumla devinip durmanın ereği ne olabilir? Bu, huzurun ne olduğunu unutturacak kadar huzur dolu tablo gerçekten benim eserim mi?”

“Evet.” dedi bir genç kız kalabalığın içinden ona doğru süzülerek. “Senin... Đçinde zamanın dolayısıyla ölümün de olmadığı bu kuleyi yaptın sen.”

Mimarbaşı’nın eli kendiliğinden boynuna gitti . Nabzı yoktu. Ya da o kadar yavaştı ki duyulamıyordu.

Bir başka genç yine ona doğru süzülerek, omurgasını geriye doğru kıvırıp kendi bacaklarının arasından geçti : “Sen kendini inşa ettin mimarbaşı. Ancak içindeki durmak bilmeyen yaratma tutkusuyla, bu kez unutmaya çalışan biri olduğunu da unutmak istedin. Ve giyinip gittin. Belki de bu masalın yasalarını yıkıp bir yenisini yapmak için gittin. Fakat gi ttiğini sandığın yer buraya gelmeden önceki yerden başkası değildi. O yüzden döndün. Daha doğrusu yeniden buraya gittin. Biz de seninle gitt ik buraya. Hâlâ gitmekteyiz.” dedi.

Hepsi geriye çekilirken bir başkası, upuzun saçları boşlukta dalgalanan bir kadın çıktı öne: “Beni de anımsamadın...”

Mimarbaşı , kadına bakınca gözleri kamaştı. Kadın. Diğerlerinden daha büyük ve alacalı bir ışık yayıyordu. Ya da ona öyle geliyordu.

“. . .Başlangıçta, her şeyin başlangıcında bana olan aşkın vardı. Bana beslediğin duyguların ulaşılmazlığını, kutsallığını göstermek istemiştin. O yüzden önce bir kargı sapladın kaburganın altına. Beni kazanacağın yerde uzaklaştırdın kendinden. Başucunda kanını durdurmaya çalışırken, bana yeni bir gelecek, ölümsüz bir aşk için söz verdin. Böyle başladık kuleyi yapmaya.” dedi ve parı ldayan bedeni bir asma filizi gibi kıvrı lıp açılarak: “Bu yapıyı hep birlikte kurduk. Ne Qin Hanedanı’nın bekası için inşaa edilen ‘On Bin Li’lik Duvar’a insanlar kanını, çocuğunu, anne babasını verdi; ne Gılgameş’in ölümsüzlüğü uğruna zigguratların duvarlarına işçilerin cesetleri gömüldü, ne taşan köpüren ırmakları zaptetmek uğruna suya, toprağa, bitkilere ve hayvanlara salgınlar, kıranlar tebelleş edildi; ne sultanları düşman akınlarından korumak için kölelerin gücüyle hisarlar yapıldı; ne firavunun yeniden doğumu için on binlerce insan ömrünü kireç taşlarının yontulmasına, taşınmasına, yerleştirilmesine verdi ve ne de tanrının gazabından korunmak için -ve tanrıya olan inanca rağmen- bir Babil Kulesi inşa edildi. Buradaki herkes, bu yapısız yapının gönüllü mimarı ve işçisi. Buradaki herkes tıpkı senin gibi kendini yeniden inşa ett i . Hareket ediyoruz, çünkü -anımsamaya çalışırsan- kulenin dik durabilmesi yani canlı kalabilmesi bizim hareketlil iğimize bağlı. Sen de bu yüzden geri döndün.” Kadın gülümseyerek saçlarının dalgalandığı yöne doğru süzüldü.

Bu kez filozof delikanlı yeniden ışıdı mimarbaşına doğru: “Biz sürekli gitme halindeyiz. Durmamız olası değil. Oluşumuzun anlamı hareket, yani gidiş. Sysipos’un insanlarca anlaşılamayan ve döngüsel , tek düze sayılan eşsiz taş taşıma serüvenleri gibi. Onun hep aynı şeyi yaptığını sanmak, büyük saflık olur. Ayrıca ereksiz hiç değil iz. Ereğimiz, işte.

Page 24: Katiller Komitası

24

Ereğimiz kuleyi dengede tutmak. Ancak durduğumuz anda devrilip yıkılacak son bulacak kule ve ulaşt ığımızı yitireceğiz. Tıpkı bu kuleyi yapmaya ilk karar verdiğinde parmağının ucunda dengede tutmaya çalıştığın kamış gibi. O yüzden sürekli hareket halindeyiz ve gidiyoruz. Ağaçlar kadar gezginiz. Anımsa, sen söylerdin. ‘Ağaçlar gezegenimizin en eski gezginleridir.’ derdin. Hafiflik, huzur ve hazza, sana doğru gidiyoruz. Bizimle gider misin?”

Mimarbaşı’na göre, önündeki çıplak insanların uyumlu devinimini sağlayan şey, birinin hareketinin diğerlerinin hareketini tetikliyor olmasıydı . Birbirleriyle kurdukları ilişki, büyük bir şeyin yaşamasını , ayakta kalmasını sağlıyordu. Biri dursa diğerleri onu harekete itiyordu. Ya da tersi tek bir kişi , birden, çok kişinin hareketini belirliyordu. Birbirine dokunup yaslanan, sürtünüp geçen, okşayıp iten, çekip bırakan, uzaklaşıp yakınlaşan ışık parçacıcıkları kuleyi ayakta tutma amaçlarını çoktan unutmuş il işkilerinin tükenmek bilmeyen hazzıyla ve yavaş bir hızla deviniyorlardı . Ve mimarbaşının bedeni de istemeden, kendiliğinden kıpırdanmaya başladı. O ne kadar unutmaya çalışsa da bedeni anımsıyordu. Sayılar olmadan sayabilen, bilmeden muhteşem dengeler ve orantılar kurabilen bedeni.

* * *

Mola vermek, anımsamadığı yı l ların yorgunluğuyla nasırlanmış ayaklarını dinlendirmek için tepede durdu; art ık olmayan bi r ağacın gölgesine oturdu. Doğan güneşten baktığı yere aydınlık, hayat akıyordu. Bir zamanlar konakladığı gölden ve göldeki yı lanların arasından çekip çıkardığı kamış sı rığa yüzünü yasladı . Đfadesiz , rahat bakışını önünde uzayıp yayı lan manzaraya çevirdi . Geniş manzaraya dalıp git t i öyle. Ne ki bu hali uzun sürmedi, bütünlüğün içinde aykırı aynı zamanda uyumlu da görünen bi r ayrıntı çekti dikkatini . Nabzı değişt i , hızlandı. Sanki o değil , ayrıntı onu görmüştü. Gözlerini kapatıp bekledi , sonra yeniden açtı , o, orada duruyordu. . . Anılar canlanmaya başlamışt ı . Kaburgasının al t ına sapladığı kargı gibi , anılar tek tek gelip gövdesine saplanıyordu. Gördüğü ayrıntı tüm mimari hesaplamalarını yıkarak inşa et t iği , o masal kulesiydi .

Gördüğü kendisiydi . “Yine mi?” diye iç geçirdi. Sırtını o olmayan ağaca yaslamak istedi. Ah!.. Yine dönmüş dolaşmış aynı noktaya gelmişti . Ağır gövdesini duyumsadı sonra, toprağı ezen ayaklarına baktı. Aklına takıl ıp canını yakan anılara rağmen bedeninin ağırlığını hissederek rahatladı. Yüzünü güneşe dönüp gitti . Yine geleceği buraya, bu noktaya doğru gitti . Geçmişinden kalan, bedenine yerleşip o hiç çıkmayan şeyi; o aslında anımsanması gerekmeyen, kendinde hep hazır olan şeyi yanına alıp gitti .

Yıldızlara dek uzanan bir kuleyi tasarlamaya başlamıştı: Yedi kat gökyüzüne çıkacaktı. Yetmiş bin penceresi olacaktı. Kulenin her katı insanlığın tarihinden izler taşıyacaktı . Yitip gitmiş her şey dirilecek ve sonsuza dek birbirinin içinde olacaktı. Hiçbir şeyi unutmayacak, unutmaya çalışmayacaktı bundan böyle. Anımsadığı her şey yürüyüşüne dost , yürüyüşüne eş olacaktı.

“Ama” dedi yürürken acı bir kuşkuyla “anımsamak, zaten unutmanın yollarından biri değil mi?”

Page 25: Katiller Komitası

25

IV.

Küskün Büyücünün Çırağı

1.

Niye burda konaklamak istemişt i büyücü? Burası neresi? – Bir dönemeç. Bit imsiz gibi görünen düzlüklerin ardından gelinen, çıkışsız dolanbacın keskin dönemeçlerinden bi ri ; bir zamanlar yaşl ı adamın çayın karşı yakasındaki orman köpeklerini av et i ve yufkadan yapt ığı muskalarla beslediği . . . Yıl lardı r yanılsamalar , şaşırt ı lar, bi lmecelerle dolu gözbağcı doğanın bağrında dolanıyor; insanı bi r türlü mezun etmeyen bu garip okulun dersl iklerinde geziniyorlardı . Şimdiyse durmuş, sanki nedensiz , durdukları yere çakıl ıp kalmışlardı . Buraya örtülü bir ağrı , bi r sıkıntıyla gelmişlerdi; çırakta daha seçik , ustada daha kuytuda, derinde. . .

Üç gece iki gündüzden beri dönemecin ruhu tedirgin eden, kafa karışt ı ran eğrisindeydiler. Kulakları , az ötelerindeki konuşa köpüre akıp giden çayın sesini duymuyordu art ık. Beyaz gürültü önce uğultuya, sonra al ışkanlığa dönüşmüştü. Çay, güneydeki sıra dağlardan çağlayıp gelen ve kollara ayrı lan ırmağın yedi kolundan bi riydi . Dorukları bulutlarla kaplı uzak dağların vadilere ve geniş ovaya uzatt ığı dev el in parmaklarından en eğri büğrüsü. Kıvrı la kıvrana akıyordu yakınmadan. Büyücü ve çı rağının yerleşt iği doğu taraf ında sanki sı rf al ışkanlıkları s i lmek için var edilmiş bir alçalıp bir yükselen tepecikler; çayın karşı yakasındaysa toprağı karmaşık dallarının çizdiği gölgelerle oyalayan balaban orman uzanıyordu. Büyücü ve çı rağı sivri bir tepeciğin dibine kurmuşlardı yurt larını . Ateşlerini suya yakın çakıl l ığın üzerinde yakmışlar ; kız keçesinden barınaklarını da çimenliğin üzerine çatmışlardı . Barınağın yumuşak damının üst ucunu tepenin dibindeki çalı ların sık, d ikenli dallarına bağlamışlar; öbür ucunu da toprağa mıhlamışlardı . Büyücü mıhları ve ipleri gevşek tutmuştu ki rüzgâr güneşle bi rl ik olup vişne çürüğü ve safran ve nar tanesi rengi damın üzerindeki kantaron çiçeği , arı , al ıç , bulut , teber , kargı , insan, zağar, enik, domuz ve geyik desenleriyle hikâyeler kurabilsin. Hikâyeler kurulsun ki akıl hepten yit ip gitmesin. Az daha sürsün.

Büyücü, yeni bir baş langıç ve son için sürüklemişti çırağını bu sihirl i dönemece. Doğumuna çok az kalmış bir zağar gibi sancılar içindeydi. Sanki yı l lardı r rahminde tut tuğu çoğulluğu bugün yarın doğuracaktı da çocuklarını özgürlüğüne kavuşturarak hem ağır bir yükten kurtulacak hem de varl ığını başka bedenlerde sürdürecekti . Ama, doğum o kadar da kolay olamayacakmış gibi görünüyordu.. . Bir köpek yürürken doğurabil ir . Çığlıklara, inlemelere, kocaman açılmış gözbebeklerine, kası l ıp gevşeyen bir gövdeye, büzülüp geri len dudaklara al ışkın insan gözleri köpeğin yürürken çektiği sancıyı göremeyebil ir . Çünkü o çektiği sancıyı anlatmayı , göstermeyi bi lmez. Yürür ve bir ve iki ve üç ve. . . Birer birer yavrular. Sonra geri dönüp et inden kopan küçük et parçalarını yalaya yalaya bi r araya toplar. Ve uzanıp eniklerinin acımasızca emdiği memelerini bi r sofra gibi önlerine serer. . .

Tam burada, doğururken bi r domuzun hışmına uğrayan bi r annenin yavrusunu al ıp onun analığı olmuştu büyücü. Anımsadı; analığın gücünü. Gözleri parladı . Nasıl da emzirmişt i onu pamuklu kumaştan diktiği yalancı emzikle. Nasıl da kocaman bir köpeğe dönüşmüştü küçücük et

Page 26: Katiller Komitası

26

parçası . O çomar da, o dev karabaş da yürürdü büyücü nereye yürürse. Durur, uyur, yer , düşünürlerdi birl ikte. Karda kışta uyurlarken köpek bi r yorgan gibi örterdi analığının üstünü.. . Büyücü havayı kokladı içinde yaşadığına inandığı i t in burnuyla. Yöredeki insanların kokusunu almaya çalışt ı . Dün ölümle pençeleşen anasız bi r oğlan çocuğunu sağ etmişt i .

* * *

Yörenin insanları uzun yıl lar önce inançlarını yi t i rmiş ve gerçeğin kupkuru boşluğunda ası l ı kalmışlardı . Gel gör, onlarca kıran, kıyım ve afet gören köylüler i lk kez dün, büyücünün gelişiyle iyi l iğin ne demek olduğunu, kendilerinden daha güçlü birine ve onun yetenekler ine sığınmanın huzurunu aynı anda da heyecanını anımsar gibi olmuşlardı . Sanki yeniden bir şeylere inanmaya başlamışlardı . Köyün üzerindeki ağır , boş, köpeksiz hava gitmiş yerini tat l ı ürpert i ler, puslu ama ümitl i hayaller almışt ı . Orman i t leri ulumaya başlamışt ı uzakta. Anlamsızlık ve bunalt ıyla gelen rehavet yerini tez canlı , kendine sürekli iş arayan kanlı canlı duygulara bı rakmıştı .

Oğlan çocuğunu otayışı büyücüye i lk doğum sancılarını armağan etmişt i . Dün akşam, aylardır kafasında kurup bozduğu müsveddeyi yavaş yavaş temize çekmeye başlayabileceğini anlamıştı . Çocuğu iy’ edip esenliğe kavuşturduktan sonra, köylülerin yüzündeki şükranlık dolu ifadeyi bakmadan görebilmişt i çünkü. Đpler onun el indeydi şimdi. Đçindeki örtülü ağrıyı ve sıkıntıyı daha derine i tebil ir , rahatça, önünde akan su gibi akabil i rdi . Ümitle gülümsedi, her zamankinden farklı şekilde. Başkalarının yazgısı olmanın verdiği kederle ekşidi gülümseyen yüzü.

2.

Büyücü, ateşin başında elindeki odun parçasını yontarken sağına döndü. Çırak, çoğunlukla sağında yürür, sağında dururdu... Ayakta, ürkek gözlerle çevresini seyreden delikanlıya, yaralı dilini zorlayarak ve gülmemeye çalışarak “Kurul bakalım şuraya çırağım. Huylanma artık.” dedi. Delikanlı kararsızca otururken, büyücü devam etti, “Bunlar da gitmemizi istemiyor.” dedi ciddiyet süsü verdiği bir havayla. Ama kendini daha fazla tutamadı; kahkahaları karnından kopup çakılları çınlattı ve ağaçların ince uzun dallarını titretti. Tıkanarak güçlükle konuşmaya çalıştı, “Hah hah hıh!.. Korkarım ki yöre köylere de ulaşmış nâmımız. Bak meyvelere, balıklara, peynirlere... Testi testi şaraplara bak! Tepedeki çalılıkların ardındaki gözlere bak! Hıh hah hah ha ha!..” Çırak da onun gülüşüne eşlik etmek istedi ve zorlukla gülümsemeye çalıştı. Beceremedi. Büyücünün soluna gelen çalılıklara boş gözlerle baktı. Ve zihnini kemiren illetten kaçıp kurtulmak için ustasına döndü,

“Nasıl gördün ustacım?” dedi. “Aıhhh!..” dedi peşi sıra sesini bastırarak acıyla... Yanıtını bildiği bir soru sormuştu. Konuşurken çirkinleştiğini hissetti. Sevmediği, hoşlanmadığı bir şeye benzetti kendini. Oysa hiç kimseye, hiçbir şeye benzememesi gerektiğini biliyordu. Gülmeye çabaladı, gene gülemedi... Biliyordu ki gülmek büyücülerin birbirlerine ve dünyaya ve ölüme katlanmalarını sağlar ve bakışı keskinleştirir ve boş ayrıntıların içinde yok olup gitmeyi engeller ve kabalıkları yontar ve alışkanlıkları bozar ve ancak aptallar ve tiranlar gülmekten ve özellikle kendilerine gülünmesinden hoşlanmazlar ve böyleleri gülseler bile içtenliklerinden ne kadar şüphe edilse yeridir... Gel gör, kafasında dolaşan yerli yersiz bir sürü soru ve takıntı gülmesini engelliyordu. Kendini ne kadar zorlasa da gülemiyordu birkaç haftadır. Đp gibi gerilen dudakları, yükselen

Page 27: Katiller Komitası

27

elmacık kemikleri gözlerindeki kederi örtemiyor, gülümsemeye çalıştıkça ağlayan birine benziyordu. Daima kederli, elim olayların takipçisi, dünyaya acı çekmek için gelindiğine inanan dolayısıyla suratında hep ağlamaklı bir maske taşıyan aşırı safiyetli birini andırıyordu şu ara. Sorduğu sorudan ve halinden utanarak ustasına döndü. Birkaç haftalık olağan tedirginliğine bir ilmek daha eklendi.

“Ben her şeyi görürüm hah hah ha! Đşim bu. Đlahi çocuk! Hah ha!” dedi büyücü; kahkahalarının arasından çırağın gölgesini seyrederken.

Çırak yine düşünmeden aceleyle, “Bizi bırakmayacaklar o zaman. Çakılıp kalacağız buralara. Bir köyden ayrılırken sol gözünü yitirmişin, bu köyde de ötekini yitirirsen nasıl görürsün?” Sorusunu sorarken yine budalaca konuştuğunu fark etti. Ama söz, o istemese de, kendini tamamlamıştı. “Neler oluyor bana? Niye hiç düşünmeden konuşuyorum? Çay, esritti beni galiba? Olmuyor! Kafamı toparlayamıyorum. Ben ne zaman doğru dürüst konuşabileceğim?” Diye sızlanarak başını yukarı kaldırdı. Güneş ormanın içinde kayboluyordu. Ormanın karanlığı günbatımını örtüyordu. Uzun ağaçların üzerinden tepelere doğru kızıllı siyahlı ışık kargıları akıyordu.

Yaşlı adam doğum sancılarıyla beraber elindeki odunu yontmaya devam ederken, tatlı tatlı gülümsedi ve bir tuzak kurdu gencine, “Bu köyde kalırsak belki yeteneklerimi yitiririm, gidersek de belki gözümü. Hangisi daha değerli?”

Ustasının odun parçası üzerinde gidip gelen uzun eğri bıçağından, eğri büğrü parmaklarının hızlı, esnek ve kararlı çalışmasından bakışını ayırmaksızın “Gözün olmadan yeteneklerini nasıl gösterirsin ustacım?” dedi çırak yine anlamsız bir soru sorduğunun farkına vararak. Kendini düzgün konuşmaya zorladıkça dağılıyordu. Ağızdan uçan sözler geri dönmüyordu. Susup, düşünmeye çalıştı. Ustası düşünmesini bozmamak için bekledi... Geçtikleri köylerden birinde, körler görebilenlerden daha sırlı ve daha derin bilgilere sahip sayılıyordu. Dünyayı herkes gibi göremiyor fakat kimseciklerin tahammül edemediği karanlığı, karanlığın sakladığı şeyleri bilebiliyorlardı; görmenin iy’liklerinden olduğu kadar kötülüklerinden de azâdeydiler. Onlar bizim gibi gözlerin usu erken ve sarsak fikirlerle zehirlediği bir dünyada değil insanları yavaş ama çok daha doğru tanıyan dokunuşların, seslerin, kokuların, tatların dünyasında yaşıyorlardı. Üstelik kendini yeni yeni zavallılığa alıştıran bu gençten daha açık ve yerinde konuşabiliyordu körler. Sözcüklerin, sözlerin, sesin gücünü çok ama çok iyi biliyorlardı çünkü. Çünkü, dünyayı anlamak olayların içine düşünceleriyle dolabilmek için anı dolu sözcüklerden daha büyük bir yardımcıları yoktu... Çırak belki de ustasının bulutları, toprağı, yüzleri, bedenleri, kuşları, çiçekleri, yıldızları, suyun akışını görerek yaptığı yorumlardan yoksun kalmak istemiyordu. Yarı kör adam, ne kadar “Kulaklarla, ellerle, burnunla, dilinle ve karnınla görmeyi öğrenmelisin.” dese de, yıllar önce bir sazlıktan kesip üzerine delikler açarak yaptığı kavalı ona armağan etmiş olsa da, o bütünüyle kör birini yedmekten belki ürküyordu da bunu tam olarak dile getiremiyordu. Kim bilir, belki de bütün saçmalamalarının özünde, doğmak ve anasının rahmindeki rahatlığı yitirmek üzere olan bebeğin tedirginliği vardı. Onun için kederli, ağlamaklıydı ki rahimden dışarı fırladığı anda çığlıklar, gözyaşları içinde kalacaktı.

Çırağın bedeninde değişen hareketi hissederek “Hah ha! Đlahi çocuk. Merak etme.” diyerek giriverdi söze iyimserlikle “Kör gözümle bile görebiliyorum ki korkuyorsun. O yüzden de sözünü bilemiyorsun. Ama korku bazen iyidir. Yeter ki onu tutumluca kullanmayı bil.” Son sözlerini söylerken

Page 28: Katiller Komitası

28

elindeki odun parçasını güneşin son ışıklarına tutup, gülümseyerek bir daha baktı. Domuz derisini tabaklayıp, avının bağırsaklarıyla diktiği, yürümekten tabanları aşınmış pabuçları ayağından çıkarıp yaşlı ayaklarını çakıllara bastırdı. Yardımcısının içindeki karmaşayı korkuya benzeterek, onun heyecanını yumuşattığını düşündü. Oysa genç adamın yüzünde korkunun parlak ışığı yoktu. Delikanlı, önce utandı. Ama sonra utancın da iyi olabileceğini anımsadı. Büyücünün hünerli ellerinin hızına ve disiplinine şaşkınlıkla baktı. Cesaretini toplayıp -belki de bir cesaret gösterisi olarak-, “Şeyy... Buraya gelmeden önce, bana bütün sırlarını anlatacağına söz vermiştin. Sana her şeyi anlatacağım demiştin.” deyiverdi.

Usta, kör gözüyle, genç çocuğun kafasında hızla ve karmakarışık seyreden tuhaf işaretlerin kolay kolay durulmayacağını bir kez daha gördü. Doğruydu, buraya gelmeden önce ona her şeyi anlatacağını söylemişti. Ne ki tanıdık çakıllığa adımlarını atar atmaz verdiği sözden caymıştı. Çırağı hazır değildi. Hayata olan inancı tam değildi. Büyük sırrı öğrenirse tıpkı kendi gençliğinde yaptığı gibi, o da küsebilir, en güzel yıllarını küskünlükle bakışlarını yerden kaldırmadan geçirebilirdi... Büyücü bir süre kıvrandı ve sonra yaralı dilini yeniden zorlayarak, “Hah hah ha! Benim anlatmam değil asıl olan, senin anlamandı di mi?.. Bak şimdi, ‘Kuşlar uçarken havayı kanatlandırır.’ desem sana. Ya da daha uygunu ‘Köpükler çayın çıngıraklarıdır.’ desem, ne dersin?”

“Güzel, hoş sözler derim.”

“Güzel değil sade, doğru da. Bak bi rini kanıt layayım. Bir tasa şarap koy önce, sonra şarabı diğerine akıt . . . Sesi duyuyor musun? Đşte o ses köpüklerin sesidir . Bu sefer öteki tasa boşalt şarabı ama yavaş boşalt , ince ince akıt . Köpüklenmesin. Şimdi ses çıkmıyor. Çünkü köpük yok.. . Konuşurken yaptığın benzetme, doğru bi r yere götürürse, konuşman kalır . Boş, sadece konuşmak için konuşuyorsan eğer, gece şarabı fazla kaçırıp, sabah uyandığında her şeyi unutan adama benzersin . ‘Güzel bir şeyler yaşamıştım dün gece, ama neydi?’ dersin . Hah hah ha! Başka bir deyişle söz gövdeden havalanır.” Göstere göstere göğsüne bir iki yumruk at ıp sürdürdü, “Gövde hayatt ır , hayatın kendisi . Sen gövdeyi çoktan bildin. Fakat sende ona hizmet eden sözler deği l , sesler. Benim gibi ağzınla değil kavalınla konuşuyorsun sen. Bil iyor musun sen kavalını üflediğinde havada uçuşan o güzel nağmeleri içimde saklamak ist iyorum. Bu basit çalgıdan bu kadar karışık, bu kadar t ı ls ımlı , bu kadar huzur hem de tedirginlik veren söz leri , cümleleri , güzel suskunlukları bulup çıkartmayı ben öğretmedim ki sana. Sen buldun. Nasıl buldun? Anlatsana.” deyip gizl i bir oh! çekti . Ve hınzırca dönüp çırağına baktı .

3.

Çırak hurcundan kavalını çıkarıp üflemeye, sözcüksüz düşünmeye, böyle böyle sorduğu soruların yanıtlarını bulmaya başlamıştı ki birden uzaklardan bir bağırış çığırış işitildi, çalılıktaki gözlerin yerini kulaklar aldı. Çürümeye yüz tutmuş kızıllı, sarılı, turuncu, balkabağı rengi yapraklar hışırdadı. Köy evlerinin ordan bir kadın seyirtti onlara doğru. Kadın topraktan çakıllara geçti koşarken. Çakıllar çıngırdadı. Büyücü ve çırağının yanına gelip diz çöktü. Çiçekli eteğiyle örttü şişman bacaklarını. Bir sürü acılı yüzü takıp çıkardıktan sonra da ağlamakla gülmek arası hıçkırıklarla büyücünün soğuk, mesafeli gölgesine doğru iyice eğildi.

Kadın başını kaldı rmadan, “Oğlumuzu iy’et t in sen! Beni de iy’et t in, hepimize esenlik verdin. Dile bizden ne dilersen? Kulun kölen oluruz

Page 29: Katiller Komitası

29

istersen. Gitme! Büyüğümüz ol . Bir dediğini iki etmeyiz. Seni doyurur, paklar, giydiri riz . El ini kirletmeyiz. Gitme, ulumuz ol!” diyerek, yine hıçkırıklar içinde yakarmaya başladı . Kadın, bu köyün hatta civar köylerin en dilbazı olmalıydı . Öyle hızl ı , öyle akıcı konuşuyordu ki etkilenmemek elde değildi . Lafını büyücünün önüne dökerken, dizlerinin üstüne çöküp dirseklerini ölçüsüzce -t ıslayan bir kazın kanat ları gibi - indirip kaldırmışt ı . Lafın sonunda başını doğrultmuş, başörtüsünün ucuyla ağzını örtmeden önce buralarda hiç yetişmeyen bir çiçeğin, b ir lalenin dövmesi görünmüştü al t dudağıyla çenesinin arasında. Her iki el inin üzerinde de o efsanevi küt burunlu kör kı l ıcın dövmesi vardı . Đs l i gözlerini büyücüye çevirmişt i sonra da. Ama büyücü, kadının heyecanına katı lmadan ve ondan hiç etkilenmeden gözlerinin içine dikti gözlerini . Çok tanıdık bir yüze bakar gibi baktı . Kadın korktu, korktuğunu bell i etmemeye çalışarak ve yün başlığını düzelt iyor gibi yaparak bakışlarını kaçı rdı .

“Şansım yaver gitti ana. Ya bebeğinin içine koydukları tılsımlı tüyü bulamasaydım, bulsam bile çocuğun üzerindeki afsunu bozamasaydım, bozsam bile geç kalmış olsaydım, söyle, sağ bırakır mıydınız beni, yine böyle itibar eder miydiniz bana?” dedi büyücü tek solukta.

“Sana dokunan eller kırılsın! Kem bakan gözler kör olsun...” derken karşısında duran saçı sakalına karışmış yaşlı adamın tek gözünün olmadığını ancak fark edip sustu. Çırak kadına bakıp atılganlığın zirzopluğun akrabası olabileceğini anımsadı da bu kez gülmemek için zor tuttu kendini. Kendini tutuşuna değil ama az önce koy verse gülecek oluşuna ve zekasındaki anlık parlayışa sevindi. Kadın az önceki hatasını alışkanlıkla silip, bu kez çok daha ivecen, az önceyi unutarak konuştu, “Biz dedik ki aramızda, ‘Suyu seviyorsun,’ dedik. O zaman ‘sana şöyle çakılların bittiği yerden biraz daha ırağa bir ev yapalım.’ dedik. Razı olursan, dilersen... Hani.”

“Ustama sorayım.” diyerek çırağına döndü büyücü. “Ne dersin ustacım? Yapsınlar mı?”

Kadının şaşkın bakışları altında kendini unutan çırak, “Yapsınlar.” dedi farkına varmadan. “Gezer dolaşır, sonra gelir otururuz.”

“Nereyi gezersiniz?” dedi kadın endişeyle, iyiliğin, lûtfetmenin ağır zincirleriyle şangırdayan ve de mahzun kalan avuçlarına bakarak.

“Orayı burayı. Uzağı değil.” dedi ihtiyar tatlılıkla gülümseyerek. Sanki ufak bir çocuğu kulağakaçan, tahta tekerlek, masal ve attâyla kandırır gibi.

Kadın yarı memnun bir i fadeyle geri çekildi . Kendini , gerekt iğinde susmasını bi len bi rine benzeterek sustu. Bell iydi , zor tutuyordu dil ini . Đs tediğini hem almış hem alamamıştı . Tereddütlüydü, fakat kendinden emin bir yüz takınarak kalktı . O yüz onun değildi . Kalçaları çünkü, yüzünün söylediğini söylemiyordu. Çakıl ların çıngırt ısı azalarak uzaklaşt ı . Kadının yüzündeki yüz, bedenindeki beden ona değil başka birine ai t t i kesin. Uzaklaşt ıkça kendinden emin hâli s i l indi . Ve sanki başka birine daha benzedi. Fundalığın arkasındaki kulaklar kapandı bu kez, gözler açı ldı . Arkada bi r iki kızgın fısı ldaşma ve oldukça yüksek bi r “Şışşşşşt ya!” duyuldu ama delikanlı , hiçbir şey duymamış gibi ateşi bir iki kuru dalla besledi . Geçkin büyücü, taze çırağına bakıp bi raz daha ümitlendi. Yeniden odununu yontmaya devam ett i . Odunun bir tarafı hâlâ kabuklu ve yuvarlakçaydı . Diğer tarafıysa yonttukça üçgenleş iyordu. Çırak büyücünün çal ışmasını iz ledi yeniden. Bu yontma işine anlam veremiyordu. Ama bu kez soramıyordu da. Dikkatini toplamak için bi r adım atmaya karar verdi . Ve gözlerini yumup, akıp giden suyu dinledi .

Page 30: Katiller Komitası

30

Usta, keskin ve ince bir çizgi halinde yüzünü ikiye bölen burnu gibi keskinleşinceye kadar odunun köşesini belirginleşt irecekti . Sonra odunu üçe bölüp dört duyunun sembollerini yontacaktı . Kimseye sevgi vermeyen ama herkesten sevgi bekleyen bir anı yarat ıncaya kadar yontma işini sürdürecekti . Obruk gölündeki suretini anımsadı. Yonta yonta ortaya çıkaracağı şey onun bir anısı olacaktı sadece. Onun anısıyla bir şeyler yaşayacak, bir şeye inanacak olanların anısına dönüşecekti onun anısı . Gözün gerçeğinin güzelce eksil t i lmiş, bozulmuş ve tersine döndürülmüş hali , ona bakanların gerçeği olacaktı . Kim bil ir belki de insanoğlu gerçeğe yani sı rra, s ır f bu yüzden, hiçbir zaman ulaşamayacaktı . Đnsanlar hayata bakmaya çalışı rken hep araya başkaları , başka şeyler girecekti . Aslında hiç kimse usta olamayacak herkes çı rak kalacaktı . Çünkü hiç kimse evreni kızoğlankız bir bakmayla göremeyecekt i . Yaşlı büyücü el indeki işi bi t i rip bir kaideye diktiği ân, bi l iyordu ki o yontu, zamanın başlangıcı , varl ığın özü, hayata tutunuşun erkesi olacaktı .

4.

Çırak, akıp giden suyla düşüncelerinin, sorularının içinde akmaya başlamışt ı . Bir önceki andan bu ânın tek farkı huzurdu. Niye böyle düşündüğü gibi konuşamıyordu ki? Ya da niye konuşurken böyle düşünemiyordu? Konuşurken niye el i ayağına dolaşıyor, di l i damağına yapışıyordu? Sanki her şeyi bi l iyordu. Sanki en fazla buna inanıyordu. Her şeyi çoktan bildiğine emindi. Đman tahtasının baş köşesine kurulmuş, keder adında sürekli kendini yiyen fakat kendini hiç bi t i remeyen arkadaşı mı böyle düşünmesine neden oluyordu? Dünya insanlara keder vermek için vardı . Ustası dün o anasız bebeği otarken, onun da kendi gibi bir yazgısı olacağından korktu. Dünya insana keder vermek için yaratı lmışt ı , evet . Yoksa niye bazıları anasının kucağına oturup saçlarını okşatabil irken, öbürleri ana sıcağından yoksun kalsındı ki? Niye bazılarının balı , sütü , et i eksik olmazken ötekileri hava, su, küflü yufka t ıkınıp dursundu ki? Niye bazı çocuklar oyun oynarken, diğerleri oyuna al ınmasın ya da oyundan at ı lsındı ki? Bi l iyordu işte, gerçeği bi l iyordu. Ama niye anlatamıyordu? Anlatsa da bir şeyin değişmeyeceğini bi ldiği için mi? Bir şey değişmeyecekse biz niye yürüyoruz? Ustam cevabı bi l iyor mu ki? Bil iyorsa eğer, bi ldiğini nası l öğreneceğim ki? Alt ına serdiği pöstekiyi çekip, bedenini dirsekleriyle destekleyerek kalçalarını ve belini çakıl lara yasladı .

Şimdiye dek öğrendiği üç ana kuralı anımsadı. Birinci kural , önce sorularını kendin yanıt lamaya çalışacaksın. Hemen ağzına geleni ustana sormayacaksın . Đkinci kural , eğer soruna yanıt bulamadıysan; bu yüzden kendini yorgun hissediyorsan; daha kolay, daha küçük sorular la kendini eğlendireceksin. Üçüncü kural , rahatlamış, huzurlu bi r halde ası l soruna geri döneceksin. Ve yine de bi r çıkış bulamadıysan, işte o zaman ustana soracaksın. Kim bil i r kaç kez bozmuştu öğrenmenin üç kural ını . . . Çünkü daha baştan bazı soruları yanıt layamayacağını bi l iyordu. En sonda soracağını en başta soruyor, bazen de hiç sormaması gerekenleri bi le ağzından kaçırıyordu. Saçmaladığının farkındaydı. “Zaten saçma değil miydi her şey ki?”

Bakışlarını odun parçasından çekip, yaşl ı büyücünün pırı l t ı l ı yüzüne çevirdi . Sonra da kalkıp çayın kenarına git t i . Eğile büküle akan cam gibi suya, yı l lardır aklını kurcalayan ası l soruyu sordu yeniden, “Niçin hep geziyoruz? Niye yerleşip kalmıyoruz? Bizi el üstünde tutanlardan, bize

Page 31: Katiller Komitası

31

bir ömürlük hürmet ve huzur bağışlayanlardan neden hep kaçıyoruz? Acaba böyle durmadan yürümekle ustam sorularıma çoktan yanıt mı vermişt i ki?” Suya, sanki yanıt ını bi ldiği sorularına cevap verecekmiş gibi bakmaya devam ett i . Ustasının tek gözüne baktığı inançla baktı . Ama bir yanıt geri dönmedi. “Yanıt bakışın iç inde miydi ki?” Belki de sorması gereken ası l soru bu değildi . Evet bu değildi . Delikanlı , uzun, sağlam yapıl ı bedeniyle, sevgil inin yanına uzanır gibi çayın kıyısına uzandı. Bir zamanlar yıkandığı obruk gölünde gördüğü o eşsiz suretiyle uzandı. Yine kendini çok güzel ve benzersiz hisset t i . Gökyüzünde belirmeye başlayan yı ldızlara baktı . Bedenini , kuyruk sokumundan ense köküne doğru ürperten çayın serinliğiyle t i t redi . Kollar ıyla gövdesini bir sevgil iyi sarar gibi sardı . Sırt ını dürten her biri ötekinden apayrı çakıl ları h isset t i . Gökyüzündeki yatağından bakınca, çakıl lar yı ldız , yı ldızlar çakıl olmuştu. Durmaksızın çoğalan bir resim gibi , göldeki suretini seyrediyordu. O akis aklından çıkmıyordu bir türlü. Aynı anda hem kocaman bir göz, hem de koca bir resim olarak hissediyordu kendini . Hangisiydi? Göz mü, resim miydi? . . Yoksa kafasını karışt ıran ası l şey, kalfalığa terfi edeceği ânın yaklaşması mıydı? Kalfa olunca yalnız kalacağından mı korkuyordu? Ustası olmadan nasıl görecekti iş leri? Kafasını bu yüzden mi toparlayamıyordu? Bir iş görmesi gerekir miydi ki? Yoksa bu dünyaya veri lecek en büyük ödül, aylaklık mıydı? Burnuna uyuşturucu, evcil kokular geliyordu.

Odununu yontmayı bırakıp çoktan yemek yapmaya girişmiş Đhtiyar adam fısıltıyla bağırdı, “Hadi çocuk gel artık! Balıklar kızardı, şarap doldur taslara. Bir iki de dal at ateşe.” Çırak, hızla yerden fırlayıp kalktı. Bir iki dal daha attı ateşe, ateş büyüdü. Dallar çatırdamaya başladı. Birkaç reçineli dalın çıkardığı cızırtı, bazen inlemeye bazen de vızıltıya benziyordu. Büyücü inlemeye benzer sese ve dalın yanışına dikkat kesilerek gülümsedi. Sanki bir şeyler canlandı ateşin dalgalandırdığı yüzünde. Kesesinden bir iki günnük çıkarıp ateşe attı. Keskin koku, uzaktaki köye kadar ulaştı. Ortalığın kararmasıyla birlikte, ateşten başka hiçbir şey görünmez oldu. Dışarıdan bakınca sadece ateş görünüyordu. Çevresinde oturanları aydınlatmıyordu alevler. Sanki tek başına, kimsesiz yanıp tütüyorlardı. Sadece ateş ve karanlık. Sadece şarap, kızarmış balık ve günnük kokusu. Çalılıklardaki son meraklı göz de yerini terk edip uzaklaştı.

Bir şehri kuşatma altına alan bir orduya benziyordular. Đçerdekilerin dışarıyla bütün temâsını kesen kuşatıcılar gibi sabırla bekliyordular. Bir ân gelecek, içerdekilerin direnci kırılacaktı. Sonunda beyaz, oyalı bir mendil sallayıp, teslim olacaklardı. Yaşlı adam çırağına, “Sana hiç tanrı Şavo’dan söz ettim miydi?” dedi fısıltıyla. “Hayır.” dedi genç adam. Büyücü gülümseyerek, “Öyleyse dinle bak...”

5.

Köylüler büyükçe bir avluda oturmuş hararetle konuşuyorlardı. Büyücü ve Çırağı’ndan hayranlıkla söz ediyorlardı. Arabulucu kadın, yaşlı büyücünün korkunç bakan gözünden saygıyla, kör gözünden acımayla bahsediyordu. Büyücüyü ve çırağını yere göğe sığdıramıyordu. “Otacı,” diyordu “sanki tanıdık birini anımsatıyor bana. Sanki eskiden ölü olup sonra dirilen birini. Çok uzaktan gelmiş fakat buraları çok iyi bilen birini. Dinle bak! Ağzının içinde bir kele gezdiriyor. Yeminle! Yıllar boyu o keleyi eğitmiş durmuş. Önce o tek ama keskin mi keskin bakan, o alıcı kuşlara yaraşır gözüyle ve parmaklarındaki öbür gözleriyle hastalığın neden olduğunu, nerde olduğunu

Page 32: Katiller Komitası

32

buluyor; ardından ağzını hastanın ağrıyan yerine dayıyor; kelesini ağzını dayadığı yerden hastanın vücuduna salıyor. Kele vücudun içindeki hastalığı bulup yakalıyor, küçük ama çok sağlam çenesiyle hastalığı sımsıkı tutup sürükleyerek yuvasına yani otacının ağzına dönüyor; otacı da hastalığı ağzından çıkarıp atıyormuş. Ölüm çıksın yalansa! Đşte böyle hastayı iyi ediyormuş...” arabulucu kadının süslü konuşması henüz bitmişti ki gönüllü gözcülerden biri kan ter içinde meclise katıldı. Gecenin bastırmasıyla beraber, o ikisinin nasıl yok olduğunu ve gerilerinde nasıl da misk gibi bir koku bıraktıklarını anlattı heyecanla. Đn miydiler, cin miydiler, ermiş erişmiş kişiler miydiler? Đnsan kılığına girmiş periler miydiler?.. Kadınlar ve çocuklar ikinci kez heyecanlanarak dinlediler onu. Yaşlı erkeklerse gülümseyerek. Yine de yaşlı erkekler, köylerine uğrayan kutlu yabancılardan ziyadesiyle memnundular. Đçlerindeki o bir türlü tanımlanmayan, ele avuca gelmez, biçimsiz şeyi giydirip kuşandıracakları giysileri bulmuşlardı sonunda. Bundan böyle ruhları başı boş dolaşıp durmayacaktı. Çok zaman önce yitirdikleri anlamı, hayatlarına yeniden katacaklardı. Uzaktan orman itlerinin uluması geliyordu. Bu kez korkmadılar; uluyuşlar içlerini ısıtıverdi. Ertesi gün ana babasıyla gezmeye gidecek bir çocuğun heyecanıyla toprak damlı evlerinde uykuya daldılar. Yorganlarından dışarı fırlayan parmak uçlarını içeri çektiler. Geçirdikleri mutlu günün huzurlu yorgunluğuyla öyle güzel ve deliksiz uyudular ki rüya dahi göremediklerini düşündüler.

6.

Daha tan atmadan, büyücü ve çırağı uyandı. Kuşlar hâlâ uyuyordu. Yaşlı adam ve kalfa namzedi barınaklarına girmemişler, ateşin yöresinde sızıp kalmışlardı. Kalkınca, barınağın yanında istiflenmiş kuru dallar buldular. Barınağın çiyle nemlenmiş damı üzerinde özenle katlanmış iki de yeni giysi duruyordu. Dün onlara yalvaran kadın bu kez iki çocuğuyla, ellerinde maşrapalar, küçük küpler ve taze yiyeceklerle yaklaşıyordu. Kadın hiç konuşmadan, ağzı balmumuyla örtülü küpleri çaya yatırdı. Düzlüğe örtü serdi, otların üzerine bir sofra kurdu. Sonra kadın ve çocukları eğilip, saygıyla çekildiler. Sanki büyük bir ayine hazırlanıyordular. Büyücü küçük çocuğa gizlice dil çıkardı. Küçük çocuk coşkuyla bağırdı “Keleyi gördüm, Keleyi gördüm!” Çocuklardan büyük olanı “Bak bende de var!” diye ağzını kocaman açarak ve dilini dışarı çıkararak küçüğünün kıçına bir tekme attı. Küçük, önce korktu ardından büyüğünün boğazına sarıldı. “Yalancı! Yalancı!” diye bağırmaya başladı. Kadın, iki çocuğu ayırıp ellerinden çekerek, mahcup bir sırtla koşar adım uzaklaştı. Çakıllar kışın dağlardan kopan çığlar gibi çıngırdayıp uğuldadı bu kez. Đhtiyar adam ve delikanlı kurulan sofraya yanaşmadan, yosunsuz suda yıkandılar. Çayın suyunu kana kana içtiler. Büyücü yeniden odun parçasını yontmaya verdi kendini; çırak da serin suyun içine, bir şeyler arar gibi elini daldırıverdi. Nemli keçe, kurumak için güneşin ışıklarını beklemeye başladı.

“Bak...” dedi yaşlı adam, dallara çarpan rüzgâr gibi, gırtlağına çarpıp hışırdayan sesiyle -dilindeki yara biraz daha iyileşmişti-, “...ben çok eskiden, belki sen doğmadan önce, belki senin baban yeni doğmuşken daha, bir köyde yaşardım. O köy benim köyümdü; doğup büyüdüğüm köy. Ben orda önce şifacı, sonra ergen olmuştum. Ergenlikle birlikte de köyün otayanı ve dahi büyücüsüydüm artık. Büyücülerin en genciydim belki. Dans edip şarkılar söylerdim. Hayaller kurar, rüyalara anlamlar yakıştırırdım. Ne ava gittim, ne silah kuşandım. Gün boyu kırlarda dolaşır, hayvanların yedikleri otlardan toplardım. Onları parçalar, ezer, kaynatır, bulamaç yapardım. Bazı bitkilerden

Page 33: Katiller Komitası

33

renk, koku çıkarır, bazılarından ilaç tertip ederdim.” Tereddüdünü belli etmeden bir ara verdi. Hışırtılı gırtlağını temizleyip devam etti hemen sonra, “Bir gün, hayvanların yediğini sandığım otlardan birini yedim. Kalbim yerinden çıkacak gibi atmaya başladı. Her zaman gördüklerimin, işittiklerimin, duyduklarımın çok ama çok fazlasını görmeye başladım. Sözlerim, gördüklerimi anlatmaya yetişemiyordu. Ağaçların, kuşların, suların cümbüşü beni bağrına basıyor, her şey dans ediyor, her şey şarkı söylüyordu ama benim saçımın bir teli bile kıpırdamıyordu. Yere serilip kalmıştım öyle. O gün, kendimden korktum. Korkmak hoşuma gitti. Daha da ötesi, durmaksızın çevremde dönüp duran dünyanın hızına bayıldım. Kendi kendime öğrenip anladığım şeyleri şimdi başka bir biçimde, yeniden anlıyorum. Yeniden doğuyor gibiydim. Taptaze bir merakla bakıyordum her şeye. Yüreğimden ve karnımdan geçtiğine inandığım fikirleri bu kez kafamın içinde hareket ederken görmeye başladım. Güle güle ormana girdim sonra. Kel kafalı, ayna gözlü, sivri kulaklı bir gelinciktim karşıma çıkan gelinciğe bakarken. Bir süre öylece bakıştık. Derken üstüme atlayıverdi ve göğsümü parçalamaya başladı. O beni yer, göğsümü keskin dişleriyle kazarken ben onu okşuyordum. Anlıyor ve göğsümde ağırlıyordum onu. Benden hiç korkmuyordu. Korkusuzca koparıyordu etimi. Ağzındaki parçaları hastalarıma yaptığım gibi yutmuyor tükürüyordu. Sakin ve huzur dolu baktım ona. Göğsümü iyice oyduktan, damarlarımı parçalayıp lime lime ettikten sonra, kazdığı boşluğa kalbim gibi yumruk olup kıvrılıverdi... Orada hâlâ... Đlk kez göğsümde bir gelinciğin yaşadığını itiraf ediyorum. Uykuya varmadan önce, göğsümü açıp ona bakıyorum. Belki gitmek ister diye. Ama beni terk etmiyor. Çırpınıp duruyor kalbimin yerine.” derken elindeki kütüğü yontmayı sürdürdü.

Bugün müydü el alma, el sal lama günü? Ayrıl ık günü? Beraberl iğin son -belki i lk- günü? Delikanlının gözleri kocaman açıldı . Merakla ustasına baktı . Uzun zamandır karmakarışık olan zihni birden berraklaşt ı . Şimdi ne göz, ne görüntüydü. Bir zamanlar yıkandığı obruk gölünden kalan sureti önce bulandı, ardından si l indi . Farkına varmadan yıkandığı o göle benzemişti . . . Rüzgâr köy tarafından gelen anlaşı lmaz sesler taşıyordu kulaklarına. Đkisi de çok iyi bi l iyordu ki köylüler yaşl ı büyücüyü kutlamak üzere törene hazırlanıyorlardı . Gün batmazdan önce gelecek ve ona yeni armağanlar sunacaklardı . . . Ama büyücü ve çı rağı oral ı olmadılar . Đkisi de gömüldükler i dünyaya sadakatle muhabbete daldılar yine.

Yaşlı büyücünün yüzünü bu kez sadece acı bir gülümseme kapladı. Sözünü kaldığı yerden, elindekini yontmaya devam ederek sürdürdü. “Ben bir zamanlar yaşadığım, dedim ya, o köyün en değerli varlığıydım. Đstencim dışında beni kutlu kişi ilan etmişlerdi. Sanırım kimi şeyleri vaktinden önce öğrenmiştim. Bilmiyorum şimdi tam. Sorunlarını çözen, hastaları iyileştiren bendim. Gökyüzünde şimşekler çakarken, dolu taneleri toprak damları döverken, yer sarsılırken, acımasız rüzgârlar her yeri birbirine katarken onlara cesaret verendim. Uzun süre bir yerde duramazdım ya da tam tersi bir yerde çok çok uzun süre kalabilirdim. Saçlarıma ilk ak düşene dek bu böyle sürdü. Đşte o zaman geldiğinde, -ki o zaman baş döndürücü otu yediğim zamana denk gelir- köyümüzün sırtını yasladığı dağların doruklarında benden başka bir afsuncunun daha dolaştığı söylentisi kulaktan kulağa yayılmaya başladı. Ama görünürde ne bir afsuncu ne de bir insan vardı. Fakat köylüler onun varlığı konusunda ısrar ediyorlardı. Olmayan birini, yoku konuşuyorlardı. Đşte o zaman sözün büyüsünü öğrendim. Çünkü söylenti türedi, yaygınlaştı. Eh! Sonunda da gerçek oldu. Afsuncu olmasa bile garip görünüşlü, saçı sakalına karışmış yakışıklı bir adam çıktı geldi. Gerçekten

Page 34: Katiller Komitası

34

yaşıyor muydu da o yaşadığı yerden çıkıp gelmişti yoksa sözün içinden mi çıkıp gelmişti hiç bilemedim. Bir sürü hikâye anlattı önce. Ne kadar kutlu biri olduğunu kanıtlamak istercesine, başından geçen bir dolu şey sayıp döktü köyün meşeliğinde. Ardından çekip gitti. Öyle bir gitti ki bir daha dönmem, bir daha lûtfedip aranıza inmem dercesine gitti. Köylüler bu garip adamdan çok etkilenmişlerdi. Adam da etkilenilmeyecek biri değildi hani. Öyle kendinden emin, öyle fiyakalı, alımlıydı ki değme gitsin. Kendinden çok görüntüsünü seven biri gibiydi. O da muhakkak obruk gölünde suretini görmüştü. Hatta...” bu kez daha uzun durdu, anlatıp anlatmama tereddüdünü saklamaya çalışmadan durdu. Burnunun direği sızlayarak, ama hikâyesini ve duygusunu abartmadan devam etti, “Hatta köyün yaman kızlarından biri gözünü karartıp onun ardından, dağlara gitmişti... Her zaman kederli, elim olayların takipçisi, dünyaya acı çekmek için gelindiğine inanan dolayısıyla suratında hep ağlamaklı bir surat taşıyan aşırı safiyetli bir kızdı o... Hiç gülmezdi..” çayın sesi kesildi, evren sustu, sadece yaşlı büyücünün sözcükleri ve bıçağın tahtayı sıyırışının sesi duyulmaya başladı, “Hiç gülmezdi fakat öyle hareketliydi ki benim gibi, gövdesi kocaman bir gülüştü bana kalırsa.” tekrar yutkundu “Bir heyecan, bir canlılık sarmıştı herkesi. Ancak köyün yaşlıları, dağlının sihir gücüne inanabilmeleri için adamın bir keramet göstermesi gerektiğinde birleştiler. Çünkü o güzeller güzeli kız kaçıp, dağa, afsuncunun yanına gitmişti. Dağlara, bu garip adama, umutsuzca haber salındı. Giden güzeller güzeli kız için bedel bahane edildi. Asıl amaç dürülüp muskalandı, keramet tutkusunun kalbine saklandı. Gel gör, aylar boyu bir yanıt alınamadı. Fakat bir gün şaşırtıcı bir yanıt geldi.

Dağdaki büyücü diyordu ki, ‘Benim kerametim sizin büyücünüzünkinden daha büyüktür. Bunu kanıtlamak için bir yarışma yapalım. Ben dağdan bir avuç karı eritmeden köye indireyim, sizin büyücünüz de bir yalım ateşi söndürmeden doruğa çıkarsın. Đşte o zaman keramet sahibi kim, anlaşılır.’ Köylüler haberi heyecanla bana getirdiler. Dağdakiyle yarışmam için bana yalvardılar. Önce içerledim bu işe ama sonra kabul ettim. Đçerledim, çünkü kardeşlerimin, yurttaşlarımın başka birini deneme bahanesiyle beni denemek istemelerine üzülmüştüm. Kabul ettim çünkü kaybedecek ne de kazanacak bir şeyim olmadığını düşünmüştüm. Çünkü biliyordum artık, geceye asılı yarasalar gibi insanlar da sözün boşluğuna asılı yaşarlar. Bir eylence diye baktım anlamsız yarışa. Çünkü gülmeyi öğrenmiştim. Artık insanlarıma değil bütün hayata bağlıydım. Artık dostlarımı değil herkesi seviyordum. Ben artık köyümün değil her şeyin bir parçasıydım. Đçimi büyük bir merak kaplamıştı. Bu edepsiz yarıştan sonra ne yapacağıma da karar vermiştim. Gidecektim.” Durdu sanki nedensiz ve peşi sıra konuştu, “Önce müstakbel karım kopmuştu benden, sonra köylülerim. Gidecektim evet. Çünkü artık beni oraya bağlayan hiçbir şey kalmamıştı. Ama gitmeyebilirdim de yarışmadan sonra gördüklerimi görmeseydim eğer, beni yere göğe sığdıramayan köylülerimin bana bu kadar uzak, benim yüzümden bu kadar mutsuz olduklarını bilmeseydim...

Uzun sözün özü, kararlaştırılan zamanda elimde bir yalım ateşle yola koyuldum. Dağın tepesine dek çıkardım ateşi ve orada daha büyük bir ateş yaktım. Sonra aşağıya, köye indim. Köylülerimin beni coşkuyla karşılayacağını umuyordum. Benim için mağlubiyet ya da tersi çok bir anlam ifade etmiyordu. Ama köy halkını başı önde görünce gerçekten çok şaşırdım. En azından ateşi söndürmeden taşıyabildim diye sevinmeleri, ben aşağıya indikten sonra da yanmaya devam eden dağdaki koca ateşe hayretle bakmaları gerekiyordu. Değil mi? Ben onların büyücüsüydüm, dostuydum, övüncüydüm. Öyle olduğunu sanıyordum. Öyle diyorlardı çünkü. Onlara dağdakinin bir

Page 35: Katiller Komitası

35

avuç karı eritmeden getirip getiremediğini sordum. Ummadığım, çok ama çok abartılı bir hüzünle, dağlının başarısız olduğunu söylediler. Çok açıktı, benim yenilmemi, afsuncunun galip gelmesini istiyorlardı. Dokunsan ağlayacaklardı hani. Dağdakinin peşinden giden kara sevdalı kadınsa, kucağında babasız bir bebekle kalakalmıştı. Kederden sararmış, mum gibi erimişti. Ertesi gün onu bir meşe dalına asılı bulduk. Uzun ince bedeni, adak ağacına alelacele, çok da düşünülmeden bağlanmış bir çaput gibi sallanıyordu. Şimdi çocuk hem anasız hem babasız kalmıştı.” Yine durdu aynı anlamsızlıkla “Eee...” dedi “Aaa” dedi garip bir şeyler geveledi sonra devam etti “Neyse ne... Bir ân, her zaman yaptığım gibi, onları teselli etmek istedim ama gövdem kaskatı olmuştu bir kez. Ömrümce yaşamadığım bir öfkeyle taş kesilmiştim. Sustum, sustum ve yürüyüp gittim... O gün kardeşlerimi, yurttaşlarımı gördüğüm son gün oldu. Bir daha oraların yakınından dahi geçmedim. Yola bıraktım kendimi. Hiçbir yere, kimseye bağlanmadan tozdum durdum. Beni asıl üzen, onlardan ayrılmak değildi. Aklımda kalan ve hiç mi hiç vefa bilmeyen o ayrılık manzarasıydı. ”

Delikanlının yıllardır sorduğu bir soru yanıtlanmıştı. Ama henüz düşüncelerini ve duygularını savurup dağıtan o boşluk dolmamıştı. Çırak asıl sorması gereken sorunun bu olmadığını anlamıştı. Büyücü yonttuğu oduna son bir kez bakıp “Tamam!” dedi. Yüzünde yine aynı acı gülümseme vardı. Yontusunu çırağına uzattı, “Bak...” dedi. Genç ağaç yontuya baktı şaşkınlıkla. Ustası odun parçasına korkunç bir insan yüzü yontmuştu. Ağaç yüz, şimdiye dek gördüğü kimseye benzemiyordu. Gözler ve burun hariç. Gözler, aynı yaşlı büyücününki gibiydi. Biri kör, diğeri ışık doluydu. Burun da tıpkı onun ki gibi keskin bir çizgi halinde yontuyu ortadan ikiye bölüyordu. Suya bakmak bir yana, suretine bu kadar düşman bir adamın, bir yontuda kendi gözlerinin ve de burnunun tıpkısının aynısını yapabilmesine çok şaşırdı. Ahşap yontu kendisiydi. Ama burnu ve gözleri hariç her yeri başka birileriyle örtülüydü. Dönüp ustasına sormak istedi. Ama soramadı. Bekledi.

Büyücü kaldığı yerden devam etti. “Sen... Benim yanımda çırak kaldın, çünkü başkaları gibi olmak istemedin. Herkesten, her şeyden farklı saydın kendini. Öylesin de. Sen karabaşsın. Senin gölgen farklı. Bu hisse her zamankinden daha fazla ne zaman kapıldın peki? Söyleyeyim sana: obruk gölünde kendini seyrederken. Orda, herkesi her şeyi unutup kendine, görüntüne hap’soldun... Ben de sen yaşlardayken aynı gölün kenarında durup kendimi seyretmiştim. Ve kendime hayran olmuştum. Göl o kadar parlaktı ki bedenimle beraber bulutların sureti de çıkıyordu yosunlu suda. Bulutlar ve gökyüzü tanrısal bir görkem katıyordu aksime. Gövdemin içinden balıklar geçiyordu. Ben yıllarca iki şeyden kurtulmak için dolandım durdum. Bir, yurdumdan ya da yurdum sandığım yerden; iki, o göldeki aksimden ya da aksim sandığım şeyden. Yurdumu ne kadar uğraştıysam unutamadım. Ama, belleğime kazınan aksim zamanla biraz olsun silindi. Mesela gözlerim, gözlerimdeki ifade gençliğimdeki gibi hâlâ aklımda. Şu ağaç yüz, haklı çıkarıyor belleğimi. Hâlâ gençliğimdeki gibi, bir yaban gibi bakıyorum. Sen de öyle bakıyorsun. Çünkü sen de gölde suretini gördün. Bugün kalfa olacaksın. Ama ustalık, yüzünü unuttuğun gün bahşolacak sana... Kendini rüyasında yeniden yeniden yaratıp, her uyanışında kendini yeniden katleden ve sonunda zavallı bir aşk dilencisine dönüşen o efsanevi silahşor gibi olmayacaksın. Sen, asla ben olmayacaksın.” Büyücü, ahşap yontuyu tutup daha önce hazırladığı bir sırığa geçirdi ve götürüp çakılların bitip toprağın başladığı yere dikti. Sonra yeniden çırağına baktı. “Şu yanımızdan akıp giden çay, bir süre sonra yer altından akmaya başlar. Ve o göle ulaşır. Obruk gölünü yaratan, işte bu çıngıraklı sudur. Onun kıyısında oturup eyleştiğim süre içinde

Page 36: Katiller Komitası

36

çok şey öğrendim hazretten. Ben gideceğim, sen burada kalacaksın. Eğer istersen?..” Delikanlı “Asla!” anlamında başını iki yana salladı. Yaşlı adam bunu görmezden gelerek konuşmasını sürdürdü. “Öğrendiklerimi sen de öğreneceksin. Bugünden itibaren kalfasın. Ama dediğim gibi, ben seni usta yapamam, kendin olacaksın. Yararlı otlar hangileridir biliyorsun. Daha da öğreneceksin. Kırık çıkık nasıl otanır; yaralar nasıl sıvanır; zehir nasıl alınır; kabızlık nasıl çözülür; ishal nasıl kesilir; ateş neyle düşer; ölü nasıl diriltilir; gökyüzünden iklim nasıl okunur; yıldızların ahvâli nasıl yorumlanır; ayın hâlleri suları nasıl yönlendirir, kadınları analığa nasıl hazırlar hepsini biliyorsun. Kendi çabanla daha fazlasını da bileceksin.”

“Gitmeni istemiyorum.” dedi heyecan içinde çırak. Gözlerinde biriken damlacıkları zor zaptediyordu. “Bırak hep çırak kalayım. Kalfa da olmak istemiyorum, usta da.”

“Đstemeden olacaksın zaten. Đstemekle olamaz ki bu meret.” dedi yaşlı adam. “Her şey kendiliğinden olacak. Önce akan bir su olacaksın. Sonra durulacaksın. En sonunda da buhur olup uçacaksın.”

Taze kalfa sormadı bu kez ve ustasının söyledikleri üzerine düşünmeye başladı. Büyücü, usta olmak istemiyordu. Çırak, çırak kalmak istiyordu...

7.

Köy halkı şarkılar söyleyerek yaklaşıyordu. Büyücü, suratını örten renkli yün ipliklerden maskesiyle, evren ağacından, öküz derisinden yaptığı davulla, toprağa sapladığı ağaç yontunun önüne geçip durdu. Köylülerin iyice yaklaşmalarını bekledi. Köylüler yanlarına sokulduğunda ellerini kaldırıp onları durdurdu. Diz çökmeleri için işaret etti. Köylüler diz çöktü. Arkasındaki ağaç yüzü tamamıyla gizleyerek, önünde diz çökenleri susturdu. “Ben gücümü çok daha büyük bir varlıktan alıyorum. Ben o varlığın yanında bir hiçim. Anlamsız ve değersizim. Kutlamanız ve isteklerini yerine getirmeniz gereken tek varlık o. O, esenliğin, sağlığın tanrısıdır. O, kötü günlerinizde yanınızda olacak tek varlıktır. Sadece ona inanın. Ondan başka kimseye güvenmeyin. O, yüce Şavo’dur.” Büyücü son sözünü söylerken kenara çekildi. Ağaç yontu gözüktü. Köylüler bu ağacı büyücünün yonttuğunu biliyordu. Görmüşlerdi. Yüzleri şaşkınlıkla kızgınlık arası bir duyguyla gerildi. Ama büyücü oralı olmadan devam etti, “Şifa aradığınızda onun yanına gelin. Derdinizi onunla paylaşın. Kıtlıkta da kıranda da hep ondan isteyin. Dileklerinizi hep ona iletin. Ve her dolunayda, şimdi, burda benden öğreneceklerinizi yapın.” Büyücü köylüler gibi diz çöktü. Derin derin nefes alarak doğaçlamasına hazırlandı. Çırağına işaret etti. Genç adam kavalını çıkarıp kısa ve büyülü bir cümleyi tekrar etmeye başladı. Usta, davuluyla kavalın sesini çerçeveledi.

Yaşlı adam, başını önce sağ omuzu üzerinden yukarı kaldırdı; sonra sol göğsü üzerinden aşağı indirdi. Köylüler istemeye istemeye onu taklit ettiler. Çıraksa davulun eşliğinde üflediği cümleyi her tekrarda yenileştirerek ve sanki bir önceki cümlenin tekrarı değilmiş de yeni bir sözmüş gibi ustaca yineleyerek köylüleri akla sükûnet veren, bedeni coşkuyla sakinleştiren ezgisinin içine çekmeye başladı. Büyücü giderek davulun hızını arttırdı. Köylüler de ona eşlik ettiler. Hareket giderek bir tartıma girdi. Yoğunlaştı. Bu eylenceye yün eğiren, halı dokuyan, örgü ören kadınlar daha kolay uyum sağladılar. Çocuklar ve gençler yaşlılardan sopa yeme korkusuyla bu toplu taklide gülmelerini zor zaptederek katıldılar. Ve bir süre sonra, herkes beklenmedik bir anda kendinden geçti. Ezgi, soluma, toprağın gıcırtısı ve giysilerin hışırtısından başkaca ses duyulmaz oldu. Başlangıçta

Page 37: Katiller Komitası

37

küçümsedikleri yontulmuş odun parçasını şimdi bir tanrı gibi görüyorlardı. Ter içinde, baygın gözleri ve çarpıntılı yürekleriyle artık yaptıklarına şaşıracak, birbirlerini ve kendilerini yadırgayacak halleri yoktu. Bundan böyle ağaç yüz, onların tanrısıydı. Tanrı Şavo! Artık büyücüye de ihtiyaçları yoktu. Biçimsiz ruhları biçimlenmişti işte. Kötü günlerinde sığınacakları, medet umacakları bir tanrıları vardı artık. Düşüncelerini yansıtabilecekleri bir tanrı. Yurtları büyüyüp geliştikçe başka tanrıları da olacaktı herhalde. Mutluluk da, keder de tanrılardan gelecekti artık. Günahlarından arınacak, ruhlarını temizleyebileceklerdi. Ondan birçok şeyi isteyebileceklerdi. Kafalarına bir soru takılırsa, yanıt verecek biri de onlarla beraber olacaktı.

8.

Büyücü ve taze kalfa, çay boyunca yürüyüp, akan suyun toprak altına gömüldüğü yerde durdular. Büyücünün dilindeki kesik tamamıyla kapanmıştı. Hasta çocuğu iyileştirirken kendine verdiği acı dinmişti. Kesesinden çıkarttığı suna tüyünü delikanlıya uzattı. “Umutsuz durumdaki birini iyileştirmek zorunda kalırsan, bu tüyü dilinin altına sakla. Sonra da dilini kes dişlerinle. Kanını hastanın bedenine bula ve tüyü sanki hastanın bedeninden emmişsin gibi ağzından çıkar. Şansın yaver gider de hasta iyileşirse bu çay gibi akmaya devam et. Sakın bir mânâya bağlanıp kalma. Bağlandıkça yüzünü anımsarsın. Unutma. Nebatı ve hayvanatı anlamaya ver kendini.”

“Ustacım.” dedi çırak usulca. “Đzin ver son bir soru sorayım sana.”

Yaşlı büyücü kahkahasını bastırarak şefkatle gülümsedi.

“Şu Şavo’ya bıraktığımız köy, bir zamanlar senin yurdundu değil mi?”

Bu kez tutamadı kendini büyücü ve kahkahayı bastı “Böyle düşünmeyi bırak çocuk. Hah hah ha! Yürü. Hah hah ha!..”

Çırak yerinden kımıldamadan ustasının ardından baktı. Usta ensesinde çırağının gözlerini hissetti ve durdu. Dönüp, ilerde bir çalı parçasında kanat çırpan yaralı kuşa bakıp gülümsedi ve “Yaklaş bakalım.” dedi genç adama. Çırak ustanın baktığı yöne ve şeye çevirdi gözlerini. Birlikte yaralı kuşa doğru yürüdüler. Ama yaklaştıklarında az önce gördüklerinin bir kuş değil güve cinsi bir kelebek olduğuna hükmettiler. Đyice yaklaşınca kelebek sandıkları şeyin kuru bir yaprak olduğunu fark ettiler. “Söyle bakalım,” dedi yaşlı büyücü “uzaktan bunun bir yaralı kuşcağız olduğuna yemin edebilirdik ama yaklaştıkça kelebeğe benzettik. Đyice yaklaşınca da kuru kırık bir yaprak olduğunu anladık. Değil mi? Şu anda gördüğümüzün kuru bir yaprak olduğuna emin olduğumuz kadar emindik, gördüğümüz şeyin önce kuş, sonra kelebek olduğuna. O zaman şimdi sorabiliriz, ‘Bu gerçekten kuru bir yaprak mıdır?’.

“Anladım...” dedi genç adam.

Usta hurcundan cildi atmış ve muhtemelen sayfalarının bazıları kayıp birkaç el yazması kitap çıkarıp çırağına uzattı, köpeğin yavrularına memelerini uzatışı gibi.

9.

Gölün bi raz berisinde durup vedalaşt ı lar. Biri günbatımına döndü öbürü gündoğumuna. Yürüdüler. Köylülerin bir tanrısı vardı , onların da hiç bitmeyecek yolları . Yaşlı büyücü baştan ayağa kederle kaplıydı . Çünkü bir kez daha kopmuştu yurdundan. Bir loğusanın kederi ve hafi fl iğiyle ayrı lmış t ı dostundan.

Page 38: Katiller Komitası

38

Taze kalfa ağır bi r taşı sürükler gibi sürüyordu ayaklarını . Çünkü obruk gölünün kıyısından geçiyordu. Gölün kıyısında durdu, yankıl ı sudaki suretine baktı . Suretinin tam ortas ına bir taş at t ı . Suret halkalandı . Güldü. Şimdiye dek gülmediği kadar çok, ağız dolusu güldü. Yürümeyi sürdürdü ardından. Bir zamanlar ustasını yurduna küstüren bir afsuncunun ve kendini meşe dalına asıp canına kıyan bir kızı l perinin oğlu olduğunu bilerek yürüyordu. Taze usta, sonra sonra düşündükçe babası olacak kalp afsuncuyu, ustal ıktan çıraklığa terfi eden kadim dostunun öldürdüğünü kve büyücünün tek gözünü de yine onunla boğuşurken yit i rdiğini bi lecekti . Babasını ustası öldürmüştü, kanını çaya akıtmışt ı ve kendi gözlerinden bi rini de. . . Çayın suyu yer al t ından geçerek obruk gölüne dolardı , buharlaşıp bulut olur acunu gezer, yağmur olup yağardı .

Bir süre konmadan konaklamadan çayın suyu gibi dolanacak; tek başınalığın, gövdedeki seslerin sırrına yaklaşıp uzaklaşacak, yeni el yazmaları edinecek sonra da köyüne, onun ve kendilerinin kim olduğunu bilmeyen köylülerinin arasına dönecekti. Tanrı Şavo hakkında sorulan sorulara, düşülen şüphelere karşılık verecekti. Köpeklerle kucaklaşacaktı. Köpekleriyle beraber gezip dolaşacak arada bir de köyün çok, çakılların az ırağındaki evine uğrayarak geri kalan yaşamına devam edecekti genç büyücü; ölüm ile dirimi birbirine karıştırmadan, eski bir büyücünün dediği gibi, ikisinin de aynı şey olduğunu bilerek. Bir yalvaca yaraşır saygıyı gösterecekti ona ataları.

Bir gün kucağında gelinciğiyle ırmağa bakarken, yanına kızını henüz yitirmiş bir köylü gelecekti anlamsız suratıyla. Ve utana sıkıla soracaktı, “Ölümden sonra ne var sen biliyor musun çırağ?” O da şöyle yanıtlayacaktı gelinciğinin küçük başını okşarken, “Ölümden önce ne var? Sen biliyor musun baba?”

Page 39: Katiller Komitası

39

V.

Katiller Komitası

1. Akşam olmak üzereydi . Kendini sâkin b i r ine benzeterek gi r i ş

kat ına dal ıverdi . Avucunda ıs lanan mendi l iyle ter l i a lnını s i ld i . Yı l lardı r sürdüğü iz in bu handa sonlanacağı inancını kaybetmeden gez inmeye başladı . Derin bi r so luk aldı . Çıkarımları doğruysa, onlarca yı l önce başladığı yolculuğu, yolculuğa başladığı kasabada bi tecekt i . Ve gerçekten yanı lmıyorsa, soğuk ter le r dökerek dolaşmaya baş ladığı handaki yedi i ş l ik te çal ışan yedi cam ustas ı , b i rer kat i ld i . Gezint isine devam et t i . Şöyle bi r tur at t ı aceleyle. Çal ış ı rken cam ustalar ının yüzler inin camekâna dönük olduğunu fark et t i göz ucuyla. Kendi ler ini bütünüyle iş ler ine vermiş gibiydi ler . Gene de bi r tuhafl ık vardı . Sadece cam üretmiyor, i ş ler ini göster i yapar gib i sergi l i yorlardı da. Maharet l i e l ler inde gereğinden faz la bi r şeyler vardı . S ı r t lar ı dönükken bi le iz lendikler ini fark edebi l iyorlardı sanki . “Sanki faz la . . . Düpedüz öyle! . . ” diye düşündü kuruntusunu kesinleyerek. Sakinl iği bozuldu, kulaklar ına kadar kızardı ama hemen toparlanıp nefes ini ayarlayarak, yavaş yavaş ve bu defa çok daha dikkat l i dolaşmaya başladı ik inci turunda.

Gir iş kat ındaki dört i ş l ik ten i lk indeki ak saçl ı , kı rmız ı yanakl ı , ç ipi l gözlü, er ik burunlu ve son derece sakin bi r halde camını i ş leyen usta , küçük yapı t ından başını kaldı rmaksız ın ve güya o da d iğerler i gibi seyredi ldiğinin fark ında deği lmiş gibi çal ış ıyordu. Cam kavanozlar , bardaklar , ş işeler , kâseler ı ş ı ld ıyordu t ık l ım t ıkış raf lar ında. . . Đk inci i ş l ik te kumral , geniş al ın l ı , der in göz çukurlar ında iki duru göl gibi duran açık mavi göz ler iyle ve sanki i lah i b i r kalemle çiz i lmiş bedeni , e l ler iyle çal ışan genç bi r us ta vardı . Onun mekanı i se s ı rçadan bi r bahçe gibi düzenlenmiş ve cam çiçekler , ağaçlar , vazolar , camdan göl ler , akaklar ve lambalar la tüm darl ığına rağmen geniş , ferah bi r dünya iz lenimi uyandır ı yordu. . . Üçüncü iş l ik te , sadece bi l lûr üzerine çal ışan, k ıpkız ı l saçlar ı , kaş lar ı , k i rpikler i aras ından seyi rcis ini or taya çıkardığı i ş ler gibi b i l lûr bir bakış la süzen yine gençten bi r us ta çal ış ıyordu. Kız ı l saçl ının tek tuhaf yanı , zaman zaman açığa çıkan ön üst d iş ler inin s ivr i l iğiydi . . . Gir iş kat ındaki sonuncu iş l ikse, onu çok eski lere götürmüştü. Zira , buradaki us ta aynı bi l lûrcu gibi , tek bi r şey üret iyordu: Cam flüt ler! Şeki l verdiği her bi r i b i rer şaheser olan f lüt lere z ı t b i r suret taş ıyordu, saçlar ında tek tük aklar seçi len usta: Çiçek bozuğu surat ındaki minik gölgecikler le eski b i r k i tabın rasgele açı lmış bi r sayfas ındaki okunaksız yaz ı lara benz iyordu; başını oynat t ıkça, gölgeler değiş iyor , daha i lk ini anlamadan, yüzündeki ki tabın başka bi r sayfas ı açı l ıver iyordu.

Hal ler inden memnun, kendi ler ini i ş ler ine kapt ı rmış göster iş l i cam ustalar ının or taya çıkardıklar ı her bi r i d iğerinden eşs iz cam bardaklar , sürahi ler , karafaki le r , çeşm-i bülbül ler , tabaklar , kâseler , nargi leler , kaş ıklar , b iblolar , şamdanlar , minyatür evler , vazolar , b i l lû r lar ve

Page 40: Katiller Komitası

40

f lüt ler le bi rer kat i l o lduklar ını giz ledikler ini b i ldiğinden kesinl ikle emindi . Tabi i karş ı laş t ı rmalar ı ve kurduğu bakış ımlar doğruysa. Merdivenler i t ı rmanırken, “Ama, kim bu adamların birer kat i l o lduğuna hükmedebi l i r?” diye düşünüyordu ki ik inci kat taki bol ı ş ık alan bi r a tölyede yüzü i r i s iyah gözler ine küçük gelen ak tenl i , or ta boylu, ince bedenl i b i r kadın cam ustas ıyla karş ı laş t ı . Kadın, çok uzun bakamadı ona, ik i e l indeki metal çubuklar a ras ında bel veren kı rmız ı cam macununa bi r anl ık kesint iye uğrayan dikkat ini çevirdi yeniden ve bi r anda sanki bi r göz bağcının çabukluğuyla bi r kedi biblosuna dönüştürdü kan kı rmız ıs ı yumuşakl ığı ; uzun ince parmaklar ıyla , kedinin alnına bi r boynuz kondurdu ve göz çukurlar ına da iki yuvarlak boncuk yerine iki kocaman ve ya l ın kuş deseni nakşediverdi . Art ık gördüğü şey karş ıs ında sakinl iğini koruyamıyordu. Ensesinden s ı r t ına doğru ürperd i . Karnı geri ld i . Tüyler i d iken diken oldu. Ateş i yükseldi . Ama parmak uçlar ı buz gibiydi .

Genç z iyaretçi , ik inci kat taki ik i loş i ş l iğe göz gezdirmeyi akl ına bi le get i remeden merdivenler i h ız la inerek avluya at t ı kendini . Ensesinde soğuyan ter in ser inl iğini h isset t i . Hanın kubbel i gi r iş inden, gi r iş teki cam sat ı lan mütevazı ve alacal ı ı ş ıkta meneviş lenen tezgahlar ın aras ından geçip dışar ı ç ıkmadan önce son bi r kez arkasına dönüp bakt ı k i b i r inci kat ın bi r pervazında biblosunu soğutan cam ustas ının i r iden de i r i gözler ine yakalandığını anladı . Korkusunu giz lemek is tedi . Al ımlı surat ında hız la biçimlenen kaskat ı b i r gülümsemeyle bakt ı yukarı . . . Gir iş in avlu taraf ında sağ sütuna nakşedi lmiş peygamber böceğini fark edemedi bi le; fa rk edemediği daha bi rçok şey gibi . . .

Hanın kubbel i gi r iş inden can havl iyle çıkt ığında, ne yöne gideceğini düşündü. Kalabal ığın aras ına karışmak is temedi . Tenha sokaklardan geçerek , arada bi r de arkasını kol layarak, eski kervansaraydaki odasına yol landı . Başın ı gökyüzüne kaldı rd ı yürürken. Gölgeler i b i r araya get i rerek inen karan l ığı seyret t i . Az kal s ın yavru ve gerçek bi r kediyi ezecekt i .

2. Dumanl ı odasının penceres inden, sanki yüzlerce yı ldı r yaşayan

bi r inin ağır başl ı l ığıyla bakt ı . Servi ağaçlar ı yla kapl ı karanl ık fundal ığa dal ıp gi t t i . Đç içe yuvarlanan borular la b içimlenmiş , b i r bakır çalgıyı anımsatan ve onunla beraber uzak yurt la r ı dolaşmış ağız l ığından güçlü, soğuk bir duman daha çekt i . Ağız l ığın dış borusunda, loş ı ş ıkta güçlükle seçi lebi len, s i l ik bi r yaz ı kaz ı l ıydı : Kat i l ler Komitas ı ! . . Çekt iği dumanı üf lerken, ham camı çabuklukla şeki l leyen parmaklar ın aynı çabuklukla insanlar ı nas ı l ö ldürebi leceğini hayal et t i . Sarmal kı rmız ı macunlardan bi r anda ortaya çıkan cam kedinin , öyle olmadığını b i le bi le , kurbanlar ın kanıyla renklendir i ld iğini , kedinin alnındaki boynuzun hakikat i zorlayan bi r yarat ıcı l ığı ve ş iddet i temsi l e t t iğini , gözleri yer ine nakşedi len ya l ın kuş desenler inin ise kedinin , as l ında kat i l in , daima avını hayal inde canlandırdığını anla t ı r b i rer i şaret o lduğunu düşündü. Sonra diğer us talar ı , sonra gezmeyi beceremediği diğer ik i i ş l iği , sonra karanl ığın çekici l iğini düşündü . Zihninde bi rdenbire parlak res imler , düşünceler oluşuyor aynı çabuklukla yerler ini başka res imlere ve düşüncelere

Page 41: Katiller Komitası

41

bı rakıyorlardı . Zihn i , her sefer inde ulaş ı lmaz bi r b i lgiye ko layl ıkla ulaş ıyor ve ulaş t ığın ı kolayl ıkla yi t i r iyordu. Dikkat ini toplamaya çal ış t ı .

Bakış lar ı odanın tabanını kaplayan hal ı ya kaydı . Daha i lk gençl iğinin baharındayken, b i r sabah ka lkıp sofada şah damarı , k ı r ık bi r f incanla kesi lmiş ve hal ının üzerinde kanlar iç inde yatar haldeki babasının huzurla gülümseyen ölü yüzü geldi gözünün önüne. Çekmeceler karış t ı r ı lmış , sandalyeler yerlere yuvarlanmış , masa devri lmiş ve bütün bunlardan sonra babasının ölümüne int ihar süsü veri lmiş t i . Đn t ihar! . . Düşünceler i dağı l ıyordu gene. . . Sofada olup bi tenler i der in bi r uykuda olduğundan iş i tememişt i ve o günden sonra bi r kere olsun derin bi r uyku uyuyamamışt ı . Gözler ini yumdu, kendini b ı rakt ı . Geris i kendi l iğinden geldi : O zamanlar kasabada kulaktan kulağa süslenip değişen gezgin kat i l ler in t raj ik hikâyeleri anlat ı l ı yordu. Söylent i ler , babasının ölümünün bir in t ihar deği l , in t ihar süsü veri lmiş bi r c inayet , suçlular ın da gezgin kat i l ler o lduğuna işaret ediyordu. Ve o zamanlar ölümün bedel inin ölümle ödenebi leceğine inanıyordu. Đz leyen aylarda babasının ka t i l in in iz ini sürmek için cam flütünü, hâ lâ vazgeçemediği b i rkaç ki tabını da yanına alarak kasabasını nası l terk edip , b i r c ı l ız iz in , söylent inin peşinde dünyayı yine nası l büyük bir heyecanla dolaş t ığın ı anımsadı . Gezdiği gördüğü yerler , insanlar , d i l ler , yapı la r , eşyalar , dağlar , sular , engin düzlükler hayal inde hız l ı çok hız l ı b i r geçi t resmi oluşturup akmaya başladı . Onu dünyanın öbür ucuna kadar götüren, yurt yurt dolaş t ı ran iz , vardığı son noktada, ne yaz ık ki ger is in geri doğduğu kasabayı i şaret e tmiş t i . Ah! Bunca yo lculuk, görgü, deneyim ve bi r ömürden koparı lan yi rmi sene, başa, en başa dönmek için mi yaşanmışt ı?

Vardığı son noktadayken sabır la onu uzak yurt lara yönlendiren kiş i ler i , k iş i ler in durumlarını b i rbi r ler i yle kıyaslamışt ı : Her bi r i gar ip bi r şeki lde al ıml ı ve ürkünç, her bi r i değiş ik ama insana s ıcakl ık veren bi r yüzle ayrıca konuşma yeteneğiyle donanmış ve her bi r i hünerini gösterebi leceği bi r mesleğe, kendi i ş inin sahibi o lma ayrıca l ığına sahipt i . Onlardan farkına varmadan konuşmayı , hünerini gösterebi lmeyi , rahat l ık la i l i şki kurabi lmeyi öğrenmişt i . Küçük yaşta annes i taraf ından terk edi lmiş , i lk gençl iğinde de babasını yi t i rmiş bi r insandan beklenen o değiş ik ve al ıml ı yüzse öğrenmeden sahip olduğu tek şeydi . O kadar çok aramışt ı k i farkına varmadan iz ini sürdüğü kat i l lere benzemişt i . Varacağı her noktada, önceki ler gibi yine onu yanl ış yere yönlendirmeye haz ır b i r komitacı bekl iyordu. Fakat vardığı son noktadaki -ona ar t ık bi r tanıdık , b i r dost gibi gelen- komitacı taraf ından bu kez doğru hedefe yönlendir i lmiş t i . Durum, kiş i ve olaylar ı karş ı laş t ı rarak da hedefinin doğruluğunun sağlamasını yapabi lmiş t i .

Vardığı son noktada anlamışt ı k i geçip gi t t iği her yurdun bi r kasabasında bi r Kat i l ler Komitas ı vardı ya da var olmaya başl ıyordu. Komitalar , i ş ledikler i c inayet ler i söylen t i ler , efsaneler yaratarak örtüp ve çok daha alengir l i oyunlar la iz ler ini kaybet t i rebi l iyorlardı . Ancak ömrünün yirmi yı l ın ı onlar ı bulmaya vermiş , z ihninde bi lgi ler i b i r ikt i r ip yeniden yeniden karş ı laş t ı rmış ve gide gide iz ini sürdükler ine benzemiş bi r i onlar ın varl ığın ı gün ış ığına çıkarabi l i rdi . Asl ına bakı l ı rsa komitalar ın varolduğu yurt la rda cinayet ler in sayıs ı o lmayanlara oranla, hayret e t t i recek kadar düşüktü. Ağız l ığını dudaklarının aras ına s ıkış t ı r ıp

Page 42: Katiller Komitası

42

bi r soğuk duman daha çekt i . Sonra, annesinin evi terk ediş inin ardından babasının hediye et t iği , kendinden beş yaş küçük cam flütü üf lemeye başladı . Yarın , yoldaşını der i kapl ı ahşap kutusuna yerleş t i r ip yanına alarak tekrardan hana gidecekt i .

3. Bir el i cebinde diğer el iyle f lü tünün kabını tu tarak hanın

gi r iş inden bi raz geride durdu. Kubbemsi gi r iş in alnına hak edi lmiş , dolgusu tavus mavis i camdan, kıvr ımlı , kuyruklu, “Cama Can Verenler” yaz ıs ını okudu. Sonra yaklaş ıp gi r iş in tavanını yüksel ten kemerin or tas ından bi r sümbül salkımı gibi inen bi l lûr avizeye bakt ı . Gözler i tezgahlardaki ı ş ı l t ı l ı eşyalar ı taradı gel iş igüzel . Uzun gir iş in iç indeki niş te nargi les ini tü t türen ve i fadesiz bi r s i fenkse benzeyen tezgahtar ın onu umursamayan dingin yüzünü fark et t i . Eğer dikkat ini toplarsa, gün ış ığında ayrımsayamadığı b i rçok şeyle karş ı laşacakt ı . Ama akl ı hep içer iye, içerde az sonra olabi leceklere çal ış ıyordu. Derin bi r nefes aldı , dünkü gibi ve avluya geçt i . Oradan da hanın as ı l b inasına daldı . Sanki her şey dünden farkl ıydı . Đş l ik ler inde çal ışan ustalar dünden daha az hararet l i , daha faz la düşüncel iydi le r . Göster i yapmaktan vazgeçmiş gibiydi ler . Adımları onu bi r inci kata , gözler i yüzüne s ığmıyor gibi görünen kadının iş l iğinin kapıs ına kadar get i rdi . Durdu ve kendiyle i lgi lenmeyen kadına uzun uzun bakt ıktan sonra, “Ben,” dedi “Kat i l ler Komitas ı ’na kat ı lmak is t iyorum.” Komitacı lar dahi l , h iç kimsenin bu adı bu kadar rahat ve ulu or ta z ikredemeyeceğini b i len genç adam, kadının bi r ân i rki l i r gibi o lduğunu ama i rki l i ş ini dalgınl ıktan uyanış ın get i rdiği b i r ürpert i ye benzeterek sakladığını düşündü.

Yaşı yalnızca ve yalnızca el ler inin üs tündeki kı r ış ıkl ıklardan anlaş ı lan al ıml ı cam ustas ı , “Rüya mı görüyorsunuz efendim?” dedi i ş inden başını kaldı rmadan.

O ise soğukkanl ıymış gibi davranarak, “ Đş le r iniz çok güzel . Bir tanesini sat ın almak is ter im.” dedi .

Đr i gözlü kadın, insanın akl ını başından alan bakış ıyla dünkü kırmız ı kedi b iblosunu uzat t ı , “Hediyemi kabul edin. Lütfen .” Ardından gözler ini çekiverdi yabancının üs tünden .

Kadının ses indeki sakinl ik , sevimli l ik , sözcükler inin diz i l i şindeki seyrekl ik , yapı l ı ve uzun boylu genç adamın omuzlarındaki yok tüyler i ürpert t i . Kadının güzel , kömür karas ı gözler inden ş imdi l ik uzak oluşunun verdiği geçici rahat l ık la , “Dünyanın her yerinde s iz in gibi eşs iz i ş ler yaratan Komitacı lar’ ınız ın yapı t lar ını gördüm. Hüneriniz i , giz l i kapakl ı davanız ı daha da giz lemek, iz iniz i kaybet t i rmek için kul landığınız ı b i l iyorum.”

Kadın bu kez yüzünü kaplayan ve göz kapaklar ı b i raz daha inmiş gece koyuluğundaki gözler ini tuhaf tuhaf konuşan adama çevirdi ve “Dedikler inizden ne yaz ık ki b i r anlam çıkaramayacağım. Bağış layın, efendim.” dedi .

Ağır b i r kapı surat ına kapat ı l ı r gibi göz ler in yüzüne çevri l i ş ine dayanamayan karar l ı yüz , “Kasabanın eski kervansarayında konakl ıyorum. Beni orada bulabi l i rs iniz .” dedi aceleyle ve kadının yüzünün al ımından kendini güçlükle çekerek geri döndü. Sakin adımlarla i ler ledi . Sanki arkas ından bi r i ler inin yet iş ip onu çekeceğini ya da ona

Page 43: Katiller Komitası

43

ses leneceğini düşündü. Dahası , görünmeyen ipler le geriye çeki ldiğini h isset t i . Ama ardından gerçekten ne kimse geldi , ne de bi r i ses lendi .

Handan çıkıp kervansaraya doğru yürürken, tenha ara sokaklardan deği l , meydandan gi tmek is tedi bu kez . Gündüzün dağı t t ığı karanl ığı , seyrek gölgeler i iz leyerek yürümek is tedi . Meydana çıkan yo lun kenarına kurulmuş meyve, sebze tezgahlar ı vardı . Tezgahlar ın başı ka labal ıkt ı . Üç dört yaş lar ındayken yüzünü anımsamadığı annesinin el inden tutup buraya, a l ışverişe geldikler ini anımsadı . Tezgahlara bakt ı yeniden. Hem al ıcı lar hem de sat ıcı lar şaş ı las ı derecede bi rbi r ine benziyordu. Đnsanlar ı b i rbi r inden ayırmak o kadar güçtü ki b i r ân kendinin , sanki hiç bi lmiyor gibi , neye benzediğini merak et t i . Ama merakına yeni l ip ne bi r aynaya ne de bi r camekâna bakt ı . Kendini s ı radanl ığın sel ine bı rakt ı . Bir i öbüründen farksız gibi görünen, ik i ayaklar ı üzerinde yürüyen varl ıklar sel gibi meydana ak ıyor; yine aynı kalabal ık meydandan geris in geri aynı yo la doluyordu. Sanki bi r ı rmak denize boşal ıyor , doluyor, boşal ıyor , doluyordu. . . Kulaklar ında cam ustas ının sözü çınladı , “Rüya mı görüyorsunuz efendim?” Kâbus gibi kalabal ıktan kurtulup meydandaki salaş bi r meyhaneye gi rdi .

Üst üs te ik i maşrapa şarap yuvarladı . Şarabın di l i pürten, göğse yayı lan ve mideye var ıncaya kadar süren tadını duyumsarken bi r kez daha düşündü. Kalabal ığı o luş turan insanlar zorlama yürüyüşler i , mecburiyet ten yapt ıklar ı a l ı şveriş ler i , e l kol hareket ler i yüzünden mi yoksa öyle doğduklar ı , öyle yarat ı l ıp resmedi ldikler i iç in mi benziyorlardı b i rbi r l er ine? Yahut onlar ın aras ında doğup serpi ldiği bu kasabada kendi gibi b i r yabancı olmanın dinmeyen ağrıs ına kat lanamayacaklar ı iç in mi bi rbi r ler ine benzemeyi seçmişlerdi? Bir tür lü yanı t lanmayan, tek bi r yanı t la karş ı lanamayan çok eski soru lar ıyla ser t leşmiş ensesini s ıvaz layarak çıkt ı meyhaneden. Yine karanl ık çöküyordu. Bu kasabada akşam ne çabuk oluyordu.

4. Demir anahtar ını ç ıkarıp odasının kapıs ını açt ı . Ki içerde, “Cama

Can Verenler” hanının yedi i ş l iğinde çal ışan yedi us ta sakince onu bekl iyordu. Yedi us tadan beşinin yüzü aydınl ık , ik is inin karanl ıkt ı . Bir de gi r iş teki niş te nargi les ini tü t türen tezgahtar yoktu aralar ında. Onun dış ında eksiksiz herkes odasındaydı . Güçlü adam, dışar ıdan görünmediğini b i ldiği o eski âni baş dönmelerinden ve tepeden t ı rnağa cereyanl ı sars ı l ı ş lar ından bi r ini daha yaşadı . Sendelememek için tut tu kendini . Gülümseyerek sedef kakmal ı yatak sehpasının çekmecesinde duran ağız l ığını a l ıp , önceden haz ır ladığı b i r güzel cigarayı ağız l ığa yerleş t i rdi . Ağız l ığı avucuna s ığdırarak üst üs te üç soğuk duman çekt i sonra da. Kadının i r i s iyah gözler ine gerçek bi r cesaret ve bel i rs iz bi r a layla bakarak “Rüya mı görüyorum efendim?” dedi . Gerginl ikten bu kez buz kesen el ler ini , kol lar ını kavuşturup kol tuk al t lar ına soktu.

Bir inci kat taki dört i ş l ik ten i lk inde cam kaplar üreten, ak saçl ı , k ı rmız ı yanakl ı , ç ipi l gözlü, sakin ve ger i l imsiz duran usta konuştu , “Komita’ya kimse kat ı lmak is teyemez. Komitacı lar’ ı b iz seçeriz , efendim.” dedi .

Page 44: Katiller Komitası

44

“Sözcükler in yanı l t ı c ı l ığına s ığınıyorum,” dedi genç adam dalgal ı yüzüyle, ş imdi rahat lamış ve renkl i b i r şekerlemeyi ağzında gezdir i r gibi “ben as l ında seçi lmeyi bekl iyorum, demek is temişt im efendim.”

Beşi aydınl ıkta , ik is i karanl ıkta yedi dudak aynı anda hoşnut lukla gülümsedi . Bu kez ç ipi l gözlünün yanındaki i ş l ik teki s ı rça bahçesinde çal ışan, geniş al ın l ı genç usta konuştu , “Seçeceğimiz kiş i ler b iz im hakkımızda bi r şey bi lmez . Biz onlar ı tanı r ız onlar b iz i tanımaz, efendim.”

Genç adam bir kez daha tepeden t ı rnağa sars ı ld ı . Ardından gene rahat layarak olaylar ın tahmin et t iğinden hız l ı gel işmesinden mut lu ve huzurlu bi r şeki lde “Siz i tanıdığım söylenemez. Ben bi r gezginim. Benimle yaradı l ı ş benzerl iği taş ıyan ender kiş i ler le karş ı laş t ım yolculuklar ım boyunca. Onlar da t ıpkı benim gibi , değiş ik ve al ıml ı b i rer yüze sahipt i ler . Yüz ler ini benim gibi yaşadıklar ı acı o laylardan ve uzun yo lculuklardan aldıklar ını sonradan anladım. Onlar da t ıpkı benim gibi açık , açık olduğu kadar da çok kat l ı ve gizemli konuşuyorlardı . Onlar ın söz ler inden çıkan ikinci , üçüncü anlamlara sonradan ulaş t ım. Onlar da t ıpkı benim gibi hünerl iydi . Hünerler i yle or taya çıkart t ık lar ının arkasında bi r şeyler in sakl ı o lduğunu gene sonradan öğrendim, efendim. Ha! Bir de şu var ki Kat i l ler Komitas ı adını s ize ben yakış t ı rmış t ım. . . Efendim.” dedi . Tuhaf ve gümüş ağız l ığını cebine koydu.

Yedi dudak aynı anda ama ş imdi daha bi r keyi f le gülümsedi . Bu kez çiçek bozuğu surat ındaki minik gölgecikler in mari fet iyle her ân sayfa sayfa ama güçlükle okunan eski b i r k i taba benzeyen yüzüyle, camdan f lüt ler yapan o us ta kıpı rdamadan konuştu , “Peki niye o bütün yo lculuklar ınız boyunca, tanıdığınız Komitacı lar’dan bi r inin deği l de özel l ik le biz im kapımız ı çaldınız , efendim.”

Genç adam, kapağın ı kaldı r ıp kutudan f lütünü çıkardı . Ve insanın içine iş leyen bi r ezgiyi dolaş t ı rdı yedi us tanın kulağında. Kendine duyduğu güvenle, en kal ın ses ten, en ince sese bi r anda üst üs te bi rkaç kez çıkıp inerek ses lendirdiği ezgi l i düşüncesini uzun ve adeta sağlam bir ip gibi uzayan güçlü bi r nefes le noktaladı .

Sorular ın tükendiğini umuyordu ki bu kez , boyu ortanın hayl i a l t ında ayaklar ı yere kök salmış gibi basan ve gözler indeki bi l lûrsu gülümseyiş i h iç eksi lmeyen kız ı l saçl ı us ta bi rden boyu uzuyormuş gibi konuştu ,

“Öldürmekten hoşlanıyor musunuz efendim?” “Hayır , e fendim.” diye yanı t ladı sabır la . “Öyleyse niye bize kat ı las ınız ki?” “Ölümü merak et t iğim, ölümden korktuğum için .” “Ölün o zaman.” “Ölürsem nası l b i lebi l i r im?” “Ölümü öldürerek de, seyrederek de bi lemezsiniz efendim.” “Farkındayım.” “E o zaman?” “Bir yerinden başlamal ıyım.” “Cenaze iş ler ine ne ders iniz?” “Ölüm ânını göremedikten sonra. . . Zihnin sonsuz uykuya

dalmadan önceki ânına tanık olamadıktan sonra. . .” “Ölümü bu şeki lde mi anlamayı umuyorsunuz , efendim?”

Page 45: Katiller Komitası

45

“Şu kadar olsun, evet .” “Ne kadar?” “Anladığımı sandığım şeyler i anladığım kadar .” Sess iz l ik oldu. Sessiz l ik konuştu . Sess iz l ik dağı lan düşünceler i

topladı . “Başka?” diyerek sess iz l iği bozan bu kez i r i gözlü kadın oldu.

“Başka nedenimiz var mı , s iz i seçebi lmemiz için?” dedi , ikna olmamış bi r tavı r la .

“Yok.” dedi karş ı l ık olarak f lütünü kutusuna yerleş t i r i rken, daha ne olsun, der gibi . Cesaret le kadının kara gözler ine dikt i gözler ini , “Ben bu bi rbi r inin takl idi gibi or tal ıkta dolanan kalabal ığın bi r parçası o lamam, lüt fen beni kabul edin . . . Efendim. Ben. . .”

Kadının ödünsüz kat ı l ığı b i rden yumuşadı ve çipi l gözlü olanı giz l i b i r komut almış gibi k ıpı rdayarak “Yarın gece hana gel in . Tezgahtar s ize yo l gösterecek” dedi . Ve beşi aydınl ık , ik is i gölgel i surat ıyla yedi us ta bi rer rüya gibi odadan çıkt ı lar .

5. Tenha sokaklardan yola çıkmak üzereyken bi rden bast ı ran bi r

düşünce sel i yle yavaşladı , “ ‘Gün, yı ldız lar ve ayla gecenin içine akarak kendini hat ı r la tmaya çal ış ı r . Gece ise öylece durur tasalanmadan. Çünkü hiç unutulmayacağını b i l i r . O hep akl ımızdadır . O, biz im ası l akl ımızdır . ’ d iyordu eski b i r yaz ıs ız söz. Birbi r ine benzeyenler bu sözü iş i tmemişt i r , i ş i t seler b i le duymamışlardı r . Korktuklar ı iç in . Suçlanmaktan, kendi ler ini suçlu hissetmekten korktuklar ı iç in . Korku, ama giz l i , ama bast ı r ı lmış , ama önemsenmeyen o korku onlar ı zamanla bi rbi r ler ine benzet i r . Öyle ki b i rbi r l er inden dahi korkarlar . Korkunun verdiği ger i l iml i yüzlere, i l i şki lere , davranış ve tavır la ra , âdet , gelenek, terbiye , tenki t der le r . Gerçekten öğrenmek is teyenler , gecen in içinde gez inebi l i r . Geleneklerden kopabi l i r . Onlar bi r l ik te olmayı b i ldikler i kadar , tek olmayı da sahiden başarı r lar .” diye düşünmeye başladı . Adına bekinmek denen kopmuş kı r ı lmış bi r d ikenl i sarmaşığı b i r araya get i rmeye çal ış ı rken , kafas ındaki bunak bi lgeyi susturmaya çal ış t ı . Bi l iyordu ki gizemli düşünceler in uzun yo l lar ına düştükçe bedeni yavaşl ıyordu. Bir b ıçak kadar kesin karar l ı l ığı bozuldukça hantal laş ıyor , amacına bağl ı as ı l düşünceler i boşlukta as ı l ı kal ıyordu. Sı rf bu yüzden yeni ldiği b i r sürü kavga olduğunu anımsadı ez i lerek. Karmaşık, sorgulayan iç i t i şmeler ini o yüzden az öncede bı rakıp hız lanarak i ler ledi . . .

Meydana çıkan yoldaki tezgahlardan, sa t ıcı lar la şakalaşarak al ışveriş yapıyordu ş imdi . Sorular ını yanı t layamayan kalabal ığın , kalabal ık olarak üzerinde yarat t ığı tüm yı lgınl ığa rağmen, onlara ne kadar benzerse, kalabal ıktan o kadar ayr ı labi leceğini sez inl iyordu. Kabul etmenin, r ıza göstermenin verdiği gücü, tanıdığı hürlüğü yı l lar önce ayrımsamamış mıydı? Uyuşmanın, yabancı b i r bünyeye yerleşmek için en kest i rme yol olduğunu bi lmiyor muydu? Gecenin günle uyuş tuğu ve günü tanıyarak gölgeler in i çoğal t t ığını öğrenmemiş miydi? Đs temeden de olsa, benzemeye çal ış t ığı şeyi kendine benzetmiyor muydu hem? . . Uzlaş ıyla taçlanan yeni bi r savaşın eş iğindeyken, sat ıcı lardan bi rer b i rer mühimmatlar ını toparl ıyordu gülümseyerek. Önce ı t ı r l ı o t lar : Toprağın

Page 46: Katiller Komitası

46

karanl ığından f ışkı ran, b i r ç imdiği b i le z ihin açıkl ığı veren taze nane, b i r demet ; vahşi tekeler i geçi t vermeyen uçurumlarda z ıplatan l imon kekiği , ik i tu tam. . . Sonra, ar ı lar ın çiçek lerden zerre zerre al ıp bi r ikt i rdikler i , o maceraperes t çocuğun maması bal , b i r küçük küp; güneşle beslenen üzümlerin çiğnenerek ış ık geçirmez meşe f ıçı lara hapsedi len ve çok sonra oradan süzülüp tes t i lenen suyu, ik i tes t i . . . Sonra yeşi l l iği akı l la karar t ı lmış zeyt in , küçük bi r torba. Yanında da pamuktan geçir i l ip damla damla bi r ikt i r i lmiş zeyt in yağı , b ir ş işe . Ve f ı r ıncı lar ın hünerl i e l ler inde şeki l lenmiş ekmek, bi r somun. Topu birden topraktan gelen bu cephanel ik le akl ına düzen, duygular ına ayar , bedenine z iyafet çekecekt i . Kalabal ığın içinde, infâz ı kesinleşmiş seçeneksiz bi r mahkûmun alnı açık l ığıyla yürüyordu bu kez . Kendi ayaklar ıyla ölümüne gidiyordu belki .

6. Gün, dün olmuştu. Üçüncü kez , kat i l ler i göstere göstere giz leyen

hanın kapıs ındaydı . Burnunda nane ve kekik kokusu, damağında zeyt inyağının tadı , damarlar ında şarabın kız ı l l ığı , midesinde ekmeğin pekl iği vardı . Aysız yı ldızs ız geceye gözler ini a l ış t ı rarak geçmişt i boş meydanı , meydana ç ıkan yolu. Yürümeyi seven gezgin ayaklar ı , sakin ve açık z ihni , s ı ras ı gelmedikçe kıpı rdamayan hünerl i e l ler i , f lü tü , ağız l ığı b i r de üç dal c igara almış t ı yanına. Handan içer i gi rdi , avluya geçt i . Ardında bi r gümbürtü iş i t t i . Döndü, baktı . Hanın kafes l i kepengi kendi kendine inivermişt i . Umursamamaya çal ış t ı . Gir iş kat ında bir i şaret gibi yanan bi r inci kandi le yürüdü. Durakladı . Đkinci kandi l merd ivenler i ç ıkınca soldaki taş duvarda as ı l ı ydı . Merdivenler i t ı rmandı . Yine durakladı . Đr i gözlü kadın ustaya bakmaktan görmediği b i r koridor uzanıyordu sağında. Üçüncü kandi l koridorun sonundaydı . Koridorun sonuna geldi . Bu kez büsbütün durdu. Çünkü ar t ık uzanan yol bi tmiş t i . Boşluktan çıkıp gelecek yeni bi r i şaret bekledi . Bekleyiş ini e l ler i bozdu. Kandi l in as ı l ı o lduğu duvarda bi r ç ıkınt ı , b i r ç izgi aradı . Bulamadı . Üfleyip kandi l i söndürdü. Iş ığın ör t tüğü koku ve ses ler aydınlandı . Bu kez karş ı duvara kulağını dayadı , or ta parmağının or ta eklemiyle duvara t ık ladı . Đş i t t iği t ın ı , duvarın bi r kapı olduğunu söylüyordu. Kapıyı i terek açt ı . Karanl ık gökyüzüne t ı rmanan bi r merdiveni buldu ayaklar ı . Merdiveni el ler i yle tanıyarak t ı rmanmaya başladı . Her basamakta bi r harf kabartması vardı . Đs t i lacı yurt la r ta raf ından çiğnenip geçi lmiş ve tar ihten s i l inmiş uygar , bar ışçı , tanrı Şavo’ya tapınan bi r yurdun ölü di l in in res imsi harf ler inden bi r ine benziyordu parmaklar ıyla okuduğu. Harf le r i s ı ralayarak tek tek basamaklar ı ç ıkmaya başladı . En son basamağa vardığında s ı ralanmış harf ler in toplamından bi r anlam çıkaramadı . Hemen anladı ki söz ters ten yaz ı lmış t ı . ‘Ş INAMR ITAY IĞAŞA ’ gibi . “Şimdi görebi lmek is terdim.” dedi kendi kendine. “Renkler ini görebi lmek is terdim. Sabah görebi lecek miyim? Sabahı görebi lecek miyim? Aşağıya t ı rmanıyorum demek. Öyle olsun.” Merdivenin bi t iminde neden sonra karanl ık gökyüzünün içinde olduğunu fark et t i . Tam bir dönüş yapt ı , gözünün erebi ldiği kadar bakarak. Merdiven bi t iminin solunda cı l ız b i r kandi l ı ş ığı daha gördü. Iş ığa yürüdü karar l ı adımlarla . Iş ığa yak laş t ığında, kandi l in küçük bi r pencereden güçlükle görünebi len dört duvar aras ında bi r yerde as ı l ı o lduğunu ayrımsadı . Dört

Page 47: Katiller Komitası

47

duvarın kapıs ını aradı , buldu ve açt ı . Karş ıs ında i fadesiz bi r surat bel i rdi . Önce i rki ldi sonra korkmadan cesaret le bakt ı yüze. Tanıdı . Umursamazca nargi les ini tü t türen tezgahtardı karş ıs ına çıkan . Adama gülümsedi . Ama adamın donuk yüzünde en ufak bi r ç izgi b i le değişmedi . Al t ında duran kapağı açt ı . Aşağıdan yukarıya gölgel i b i r ayd ınl ık akt ı . Aşağıya doğru inen ve basamaklar ı aras ından ış ık geçen sarmal merdiveni gördü. Tezgahtara surat ını onun gibi i fadesiz leş t i rerek “Görüşürüz .” dedi ve inmeye başladı . Merdivenin yedinci tu runu indiğinde, yukarıdan kapağın kapanış ın ın ve gal iba tezgahtar ın adımlarının ses i geldi . Aldırmadan inmeyi sürdürdü. Ama uzun bi r süre sonra bi tmek bi lmeyen merdivenlerden kaç tur indiğini sayamaz olduğunu fark et t i . Aşağıya indikçe zamanı da yi t i rdiğini h isset t i . Hiç durmadan, döne döne aşağıya iniyordu. Dönmek ve inmek iç içe geçir i lmiş ik i odak gibi z ihnini boşal t ıyor , tüm dikkat i sadece iniş ve dönüşten ibaret eylemin içinde er iyip gidiyordu. Başlangıçta başı döner gibi o lduysa da sonra al ış t ı , ı s ındı ve eylemine kendi l iğinden sadakât göstermeye başladı . Peşinden gelen tezgahtar ın adımlarını dahi duyamaz oldu. Đçine çeki ldiği durumu anlayamadan bu tek düze eylemin bi r parçası hal ine geldi ine döne. Basamaklar bi t t iğinde çat laklar ında meşâleler i giz leyen taş lar la örülü ucu görünmeyen bir tünel uzanıyordu önünde. Yürümeyi seven ayaklar ı , önce yeni al ışkanl ıklar ına kapı l ıp gene inmek ve dönmek için bi r hamle yapsalar da sonra ayı l ıp devam et t i ler yolculuğa. Tünel in sonuna geldiğinde yolculuğun havası bozulur gibi o ldu. Sonra bütünüyle uyanmanın kaçını lmaz olduğunu anladı . Çünkü bu kez uzanan beş ayrı tünel daha vardı . Kendis ini iz leyen ayak ses ler ini ayrımsadı neden sonra ve bekledi . Tezgahtar önüne geçt i bu kez , o da tezgahtar ı iz ledi . Soldan ikinci tünele daldı lar önce, sonra sayıs ız köşeyi dönüp ve uzunlu kısal ı koridorlarda yürüdüler . Gene sarmal merdivenler in ip çıkt ı lar ve sonunda geniş , yüksek tavanl ı , duvarlar ı s ı r l ı , s ı rs ız , renkl i , saydam, buzlu camlarla kapl ı aydınl ık bi r açıkl ığa geldi ler . Önünde i ler leyen tezgahtar bi rden yok olmuştu. Bi l lûr , eş kenar üçgen büyükçe bi r masanın başında oturuyordu yedi us ta . Masada kuru yemiş ve elden ele dolaşan bi r marpuç vardı . Onu görünce saygıyla toparlandı lar . Yaklaşmasını bekledi ler .

Şaşkınl ıktan başı dönen adam masaya yanaşt ı boş iskemleye oturdu. Tam da s ı ras ı gelmiş ve anca yet işmiş gibi uzat ı lan marpucu ağzına götürdü. Bir f ı r t çekip yanındakine uzat t ı . Gözler i , önündeki bi l lûr masa gibi par ladı . Açıkl ığın or tas ında tehdi tkârca duran, renkl i , renksiz tuz buz olmuş cam parçacıklar ıyla dolu havuza kaydı bakış lar ı çekinmeden ve korkmadan. Tat l ı b i r uyku hal i geldi üs tüne. Omuzlar ına, boynuna, s ı r t ına, be l ine ve bacaklar ına, kafas ındaki , karnındaki , parmak uçlar ındaki cereyanl ı sars ı l ı ş ın tam z ıddı b i r açıkl ık , rahat l ık , ta t l ı l ık yerleş t i . Yedi us tanın, ik is i hâlâ gölgede , yedis i de gülümsedi ler .

Gözler i yüzüne s ığmıyor gibi o lan konuş tu , “Öldürmeye haz ı r mıs ın?”

“Tabi i k i hayı r .” dedi esr ikl ikle . “Ben kat i l deği l im ki .” Sözü cam bezel i duvarlarda çınladı .

“Olacaksın .” dedi yüzü gölgede olanlardan bi r i . Pek ince bi r edayla ve t iz b i r ses le .

Genç adam, daha faz la dayanamadı ve uyudu.

Page 48: Katiller Komitası

48

Aradan uzun, bel i rs iz bi r zaman geçecek , sonra da uyanacakt ı . Üç kat i l karanl ığın içinden, onun Komita’ya meyl ini ikinci kez s ınamak üzere ona üç şey anlatacakt ı .

7. I . Anlat ı

Herkes zorunlu olarak bi r şeye inanır . Her inançsa daima gerçekle çel iş i r . Her çel işkinin çözümü de inancı gerçekle yüzleş t i r i r . Đnanç gerçeğe ne kadar uzak olursa, gerçekle çel işmesi veya yüzleşmesi de o denl i k ı r ıcı ve korkunç olur . Đnançlar ü ret i rken, iş te bu ters orant ı kural ını kul lanır ım. Ben kurbanlar ımı ölümün olmadığına ya da as ı l ö lümün yaşam sandığımız şey olduğuna inandır ı r ım. Böylece kendi i s tençler i yle ölmeler ini veya bi rbi r ler in i ö ldürmeler ini sağlar ım. Đnsanlar gaript i r , a l ı şkanl ıklar ını mut lak düzen sanır lar ve geçmişler ine bağl ı kaldıklar ına inandıklar ı iç in sunduğum hayal i hemen kabul etmezler . Ama ben b i l i r im ki inançlar ın tümü birden çel işki l i o lduğundan, insanlar her ân or taya at ı lan yeni bi r inanca, ne kadar al ışkanl ıklar ına bağl ı kalsalar da, eği l im göstermeye haz ırdı r lar . Birbi r ine benzemekten mut luluk duyan s ığınt ı lar ın dikkat i önce çel işkiyi deği l , ü lküyü yakalar . Bu da iş imi kolaylaş t ı r ı r . Dediğim gibi zorunlu olarak herkes bi r şeye inanır .

II . Anlat ı

Elbet te ölüm, kendi l iğinden gel i r . Ama bazen de bize ölümü bir i ler i tu tar get i r i r . Ölüm, doğan herkes le beraber yeniden doğar . Neşel i , canl ı , tu tkulu ve sancı l ıd ı r doğmak; büyük, kainata s ığamayan ve bi temeyen bi r t rajed inin gi r iş idi r . Ben de kendimce, bu t rajedinin bi r parçası , oyuncusuyum. Ölümü götürdüğüm her canl ıda kendi ölümümü biraz daha yakınıma çekerim. Doğmak gibi tu tkulu, sancı l ı bi r son haz ır lar ım kurbanlar ıma. Nası l yavaş yavaş doğuluyorsa öylece ölünmesi gerekt iğine inanır ım. Farkına vararak, anlayarak, duyarak ölmek is ter im ben de kurbanlar ım gibi .

Örneğin son ölüm ayininde diş ler imi ku l landım. Üst ön diş ler imin tümünü köpek diş ler ime benzeyecek şeki lde tek tek yontup s ivr i l t t im. Bu iki amaca bi rden hizmet ediyordu. Bir incis i , kurbanımı öldürdüğüm yörede daha önce bi rkaç insan kurt lar ta raf ından parçalanıp öldürülmüş yine kurt la r taraf ından bi rkaç hayvan telef edi lmişt i . O yüzden kurbanımın cesedini bulduklar ında, yine bunu kurt lar ın yapt ığına hükmedeceklerdi . Đk incis i , kurbanım benim is tediğim gibi yavaşça, ö lümü duyarak, anlayarak ölecekt i . Günlerce, haf talarca kurbanımı iz ledim. Đş inden evine gidiş gel iş yolunu, zamanlarını ezberledim. Onunla nefes al ıp vermeye, ona benzemeye başladım. Bundan büyük bi r haz duyuyordum, öyle ki görevimi tamamlamak üzere bana tanınan süre dar gelmeye başladığı iç in üzüldüm. Beni ensesinde hissedeceği âna kadar takibim sürsün is tedim. Maalesef , görev sürem dolduğu gün, onu karar laş t ı rdığım kuytuda yakalayıp , yüzükoyun yere yıkt ım. Ağır l ığım al t ında çares iz kıpı rdanıyor , ç ı rpınıyor ama benden kurtulamıyordu. Eği l ip , boynuyla omuzlar ı aras ında geri l ip gevşeyen kas yığınını ağz ıma doldurdum. Ve ıs ı rdım. Çığl ıklar ı ana rahminden kopan bi r bebeğin

Page 49: Katiller Komitası

49

çığl ıklar ına benziyordu. Onu ıs ı r ıyordum ama bana onu öpüyormuşum gibi gel i yordu. Kaslar ının aras ından geçerek bi rbi r ine kenet lenen diş ler imi bi rbi r inden ayırmadan, kas yığınını çekerek kopardım. Omzuyla boynu aras ındaki kanl ı boşluğa bakt ım. Bir süre çığl ık çığl ığa çares iz debeleniş ini seyret t im. Ve boynuna yönel ip , z ihnine hayat veren en kal ın , en mavi , en bel i rgin damarını çekip aldım diş ler imle. Ona benzeme is teğim hâlâ sönmemişt i . Kolumu ağzıma yaklaş t ı r ıp , kol tuk al t ımla di rsek içi aras ındaki adalel i k ıs ımdan kurbanıma yapt ığım gibi , ama ufak b i r parça, kopardım. Gözler imden yaşlar , burnumdan sümükler , kolumdan kanlar akarak ve ardımda kanımı bı rakarak oradan uzaklaş t ım. Sabaha karş ı bas t ı ran kar , her yeri ör tüyordu. Ertes i gün, cesedi bulan yöre ha lkı , kurbanımın ölümünü yine bir kurt saldı r ıs ı o larak değerlendirecekt i . S i lahlar ını a l ıp , yöredeki suçsuz kurt lar ın hepsini ö ldürünceye kadar da rahat lamayacaklardı .

I I I . Anlat ı

Her şey, güçlü bi r b i r ikimin ardından an iden olur . Hiçbir şey yokmuş gibi görünürken bi rden dağ alev ler püskürtür , b i rden yer sars ı l ı r , b i rden f ı r t ına kopar , b i rden insanın damarlar ında kan devrin i durdurur . Ortada hiçbir şey yokken gelen felaket le r , b iz i yine de or tada hiçbir şey yokken endişelenmeye i te r . Endişe, h iç yoktan gelecek bi r felaket i b i r ikt i r i r . Ben kurbanlar ımda bu bi r ikimi yaratarak, b i r boa gibi onlar ı endişeyle s ımsıkı sar ıp boğar ve aniden yaşamlarına son ver i r im.

Örneğin, kasabanın ki tapl ığında çal ışan kütüphanecinin iş ini anlat t ığım yordamla bi t i rdim. Her gün gidip ki tapl ıkta okuyordum. Okuduğum ki taplar ı , kütüphaneciden giz leyerek, d ikkat ini k i taplar ıma çekmeye çal ış ıyordum. Okuduğum ki taplar ın bi r inci ulamı âfet ler üzerineydi . Đkincis i , ağı la r ve ağıkı ranlar üzerineydi . Adamın beni merakla gözet lediğini , giz l i giz l i okuduklar ımı okuduğunu bi l iyordum. Đkinci s ı ra ki tabı okurken, b i r gün yemeğine giz l ice, ona geçici b i r inme yaşatacak ağıdan ka t t ım. Böylece, kütüphaneciye okuduğu konuya denk bi r tecrübe yaşatmış oldum. Okuduğum üçüncü s ı ra ki tap ise kı r ık ve çıkıklar üzerineydi . Adam yine ki taptaki ler in başına gelmemesi iç in , merdivenlere, k i tapl ığın yüksek kat la r ına t ı rmanırken çok dikkat l i davranmaya çal ış ı yordu. O kendine dikkat et t iğini sanıyor bense endişelendiğini b i l iyordum. Kendine karş ı gösterdiği aş ı r ı hassas iyet , kendi l iğinden iş leyen as ı l d ikkat ini dağı t ıyordu. Dördüncü ulamda ise , kendini denet lemek, kendine hakim olmak üzerine yazı lmış , vecizelerden oluşan ki taplar okumaya başladım. Vecizelerden bi r ini e l yaz ımla yaz ıp , kas ı t l ı o larak okuma masamda unut tum. “Korkunuz ve endişeleniniz . Zira felaket ler önce vurdumduymazlara gel i r . ” Kütüphaneciyi es i r a lmış t ım, el ler inin bacaklar ının t i t rediğini , yemeğini yemeden önce uzun uzun kokladığını , aş ı r ı d ikkat l i o lmaya çal ış t ığı iç in dikkat inin sürekl i dağı ldığını açıkça görebi l iyordum. Nihayet , bana tanınan süre henüz tamamlanmamışken, kütüphaneci yüksekçe bi r rafa t ı rmandığı s ı rada düşüp boynunu kırmış t ı .

Hiç uyumamış hep uyanıkmış gibi b i r ayıkl ıkla i s t i f in i bozmadan anlat ı lanlar ı d ikkat le dinledi . Aceleyle düşünüp Kat i l ler Komitas ı ’nda iki t ip kat i l bulunduğunu varsayarak, eğer Komita’ya hâlâ kat ı lmak

Page 50: Katiller Komitası

50

is t iyorsa, ik is inden bi r ini , ya inanan ya da inandırabi len bi r kat i l t ip i o lmayı seçmesi gerekt iğine hükmet t i . Anlat ı lar ı d inlerken ne kadar sakin ve soğukkanl ı o lduğunu fark et t iğindeyse de bu hal inden nef ret e t t i . Sanki alelâde bi r şeyler yaşanmışt ı yahut yaşanıyordu da bu insanl ıktan çıkmış yarat ıklar nefes al ı r ver i r gibi şu ya da bu şeki lde insanlar ı nas ı l ö ldürdükler ini veya öldürecekler ini anla t ıyorlardı . Doğru, onlar ın iz ini süre süre onlara benzemişt i , ama onlardan bi r i o lmayı hiç düşünmemişt i k i . Ama ş imdi onlardan bi r i gibi yüreği taş kesi lmiş t i ve acıma, yadırgama, ürkü, keder gibi duygular ın hayl i uzağındaydı . Kendine duyduğu nefret ân be ân kabarıyor , o nefret in i t i ş iyle geçmişin sonsuzluğunda savrulup yi ten insancı l duygular ını , belki , o r taya çıkarabi lmeyi umuyordu. Akl ının karanl ığına el ini uzat ıyor , orada yi t i rdikler ini ar ı yor ama el i boşluktan başka bi r şeyi yakalayamıyordu. El inin boşlukla buluştuğu her ândaysa kendine karş ı duyduğu nefret b i raz daha kabarıyordu. Akl ıyla anlat ı lanlar ın yanl ış , kötü olduğunu anımsayabi ldiği halde dinledikler ine ka lbi kat lanıyor , teninde en ufak bi r ürpert i , göğsünde en ufak bi r çarpınt ı h issetmiyordu. Akl ının isyan et t iğine, kalbi kayı t s ız kal ıyordu. Ona k ısa gibi gelen bu sürede, neye benzediğini , neye dönüştüğünü bir tür lü ayrımsayamıyordu. El ini göğsüne bast ı rdı , nabzını d inledi . Kalbi , del i gibi göğüs kemiğini dövüyordu. Bir te rs l ik vardı herhalde. Ama ne? Yoksa büyülenmiş miydi? Ölüme kayı t s ız laşmış , aymaz bi r i o lup çıkmış mıydı? Ona ne içi rmiş lerdi? Bu üç yo ldan çıkmıştan bi r i babasının kat i l i o labi l i r miydi? Öyleyse bi le ar t ık ne değiş i rdi? Acıyla gözler ini yumdu. Bi r inci ya da üçüncü anlat ıcı , gerçekten de babasının kendini öldürmesine yol açmış olabi l i r ler miydi? Hiç akl ından çıkmayan, ona doğrul tu , yön , erek veren babasının cesedini , in t ihar süsü veri lmiş ölümünü canlandırmaya çal ış t ı . Bunu da başaramadı . Diş ler ini s ıkarak, kapal ı ağz ının içinde s ıkışan bi r ç ığl ık at t ı .

Onun köpüren sess iz l iğini seyreden üç kat i l , onda kendine karş ı bel i ren nef ret i sez inlemişler ve ona bi r kez daha yakınl ıktan öte bi r hayranl ık duymuşlardı . Görünürde ikinci kez s ınanmış , değer ler ine bağl ı l ığı ve kendiyle çel işme yeğinl iği göz önüne al ınarak üçüncü kez s ınanma hakkı kazanmışt ı . Üçüncü aşamayı da geçerse, h iç kimseyi öldürmemiş dahi olsa, o bi r Komitacı , b i r kat i l o larak kat i l le r i onurlandıran iki şeyle, yakayı ele vermemek ve hayat ta kalmakla ödül lendir i lecekt i belki . Ve üçüncü aşamaya geçmeden önce, yeniden uyandır ı lmak üzere uykuya dalması gerekiyordu. Üç anlat ıcı d iğer dört us ta kat i l in yanında, eş kenar üçgen masada yerler ini a lmış , marpucu elden ele dolaş t ı rarak onu beklemeye başlamışlardı b i le .

8.

Đkinci uykusundan kalkıp kat i l ler in dünyasına gözler ini açt ığında, başında o i r i gözlü kadın duruyordu. Kadın, kendini okşar gibi onun alnını okşuyordu. Endişeyle kadına bakt ı . Alnındaki el i i t t i . Yine ona taş laş ıncaya kadar b i r şeyler mi anlat ı lacakt ı? Gerçekte olab i leceğine as la inanı lmayacak res imli h ikayeler le akl ı baş ından al ınıp , kat l iam ve kıyımlara mı al ış t ı r ı lacakt ı yeral t ına kıs t ı r ı lmış zaval l ı ruhu? Sonra yeniden uykuya dalmak zorunda mı bı rakı lacakt ı? Đki uyku aras ında

Page 51: Katiller Komitası

51

yapt ığı tâ l imlerle , b i r zaman sonra bi r caniye dönüşecek ve iş lediği i lk cinayet le bi r l ik te brövesini mi alacakt ı? Aşağıya indiğinden , kat i l ler in deyiş iyle aşağıya t ı rmandığından beri kendini iç inde bulunduğu dünyayı tanımayan kı rmız ı bi r bal ık gibi cam bir kavanozun içine hapsedi lmiş hissediyordu. Neyi görmesi , ne düşünmesi gerekt iği önceden saptanmışt ı da o yüzden yeral t ından akl ında tüm kalanlar , aşağıya iniş i , karmaşık yo l lardan geçiş i , ı ş ıkl ı , geniş boşluğa varış ı , üç kat i l in konuşması ve az önce alnında dolaşan elden ibaret t i . Olaylar ı ve insanlar ı ancak kendine göster i ld iği kadarıyla görebi l iyordu. Gördükler i , i ş i t t ik ler i o kadar yoğun, o kadar üs t üs te bindir i lmiş t i ki arada ne bunlar ı değerlendireceği bi r vaki t , b i r küçük ân, ne babasını anımsayabi leceği bi r mola, ne de görüp iş i t t ik ler ini unutmasını sağlayacak başka olaylar yaşamasına olanak veri lmiş t i . Üç kanl ı anlat ı yı d inlerken kendine duyduğu nefret i de anımsamıyordu ş imdi . Her uyanış ında, iç inde bin bi r çeş i t o tun usares i , kökler inin rengi ve sözcükler in ve yüzler in gizemi sakl ı b i r iks i rden bi rer damla zerk edi l iyordu sanki damar lar ına. Đkinci uykusundan uyanış ında karş ıs ında o al ıml ı yüzüyle aynı kadın duruyordu iş te . Đlk karş ı laşmalar ında hız la yapıp armağan e t t iği kedi biblosuyla , onun akl ını başından almış t ı . Gene bi r şey veri r gibi yaparken, ş imdi ondan ne almaya haz ır lanıyordu? Birçok ayrınt ı yı unutan akl ı kedi b iblosunu unutmamışt ı .

Kadın, genç adamı kaldı r ıp giydirdi . Đz lemesini i s ter b i r edayla ış ıkl ı açıkl ığa doğru yürüdü. Komita’nın toplandığı ı ş ıkl ı , duvarlar ı renkl i , saydam, buzlu, s ı r l ı , s ı rs ız camlarla kapl ı yeral t ı sarayından bi r l ik te , ç ıkt ı lar . Onlar ı buraya get i ren a lengir l i yolu kat ederek, yeryüzüne uzanan sarmal merdiveni döne döne t ı rmandı lar . Çıkış yo lculuğu boyunca daha önce karş ı laş t ığı ayrınt ı lar ı tanıyordu. Ve sonunda “Cama Can Verenler” hanının teras ına ulaş t ı lar . Yeral t ın ın s ıcakl ığından çıkınca, yukarda ani b i r soğuk çarpt ı yüzüne. Ağzından buhar çıkmaya başladı . Ne kadar süredir yer al t ında olduğunu hesaplamaya çal ış t ı . Aşağıya inerken hava bu kadar soğuk deği ldi . Yoksa bi r mevsim boyunca aşağıda mı kalmışt ı? Kürenmiş ve bi r köşede ser t leşmiş kar yığınlar ı i l i ş t i gözüne. Alacal ı karanl ıkta terasa çıkan merdivenler i inerken, bu kez merdivenlere aynı hanın gi r iş indeki gibi tavus mavis i camlar la hak edi lmiş ölü uygarl ığın harf le r ini düzünden okudu: “AŞAĞ IYAT IRMAN IŞ”. Komita’ya kat ı lanlar ın bu basamaklar ı nas ı l , hangi duygular la çık t ığını hayal etmeye çabaladı ancak üs tüne giydikler i yle kadınl ığı ayır t edi lemeyen ve bi r hayalet gibi önünde, deri t rençkotunun etekler i havalanarak, onu beklemeden süzülen hünerl i cam ustas ını iz lemeye devam et t i . Aynı hız la , handan dışar ı ç ıkar larken, hanın kubbel i gi r iş inin avlu taraf ındaki sütunlar ına nakşedi lmiş ik i peygamber böceğini fark et t i . Ayaklar ı i ler lerken gözler i kalabi ldiğince uzun nakış lar ın üzerinde kaldı . Dünyayı dolaş ı rken karş ı laş t ığı Komitacı ’ lar ın mekanlar ında da aynı nak ışa ras t lamamış mıydı? Tekinsiz ve ıs lak sokaklarda o arkada, Komitacı kat i l önde, buzlu su bi r ikint i ler inin üzerinden at layarak yürümeye devam et t i ler . Öndeki bazen di rsekler inden kıvrı lan kol lar ının hareket i ve i fadesiz kayar gibi dönen başının üzerindeki koca gözler iyle bi r peygamber böceğine benziyordu.

Page 52: Katiller Komitası

52

Çi t ler inin ardında yapraksız ceviz , ayva , v işne ve nar ağaçlar ı , ahşap kameriyesi , kameriyenin önünde kı r menekşeleri , dal uçlar ında mor salkımları p ı r t lamayı bekleyen bi r erguvan ve beyaz çiçekler i kendini kısa bi r süre gösteren güneşe ve göğün kuşandığı a lkıma aldanarak açı lmış aynı hız la da solmuş bi r badem ağacıyla geniş bahçel i , ik i kat l ı metruk bi r evin önünde durdular . Yaklaşan bahar , sokaklardaki karlar ı e r i tmiş saçak lardaki buz sarkı t lar ının s ivri uçlar ını daha da s ivr i l tmiş t i . Genç adam ağzından çıkan buharlar ın aras ından evin ıss ız l ığına karş ın bahçesi canl ı l ık la dolu geniş alana göz gezdir i rken, kat i l in i r i bakış lar ını k i l i t lediği noktayı fark ederek oraya bakt ı . Đk i kat l ı ı ss ız evin iki kanat l ı ahşap kapıs ı aralandı . Ürkek bi r insan suret inin önce başı , sonra bedeni gözüktü. Suret in hareket le r inden orta yaşın hayl i üzerinde bi r i o lduğu anlaş ı labi l iyordu. Kat i l , cebinden, gözler i kadar büyük bir cam bi lye çıkardı . Suret , kapının eş iğinden geçerek sundurmanın al t ına geldi . Hareket ler inden dışar ıda neler olup bi t t iğini denet ler b i r havada olduğu anlaş ı l ı yordu. El inde de güçlükle bi r şey tutuyor gibiydi . Bir bal ta , büyük bir sat ı r , b i r kazma gibi b i r şey. Kat i l , dudaklar ını büzerek bi r yaz kuşu gibi ö t tü . Suret t i t redi , e l indeki ağır şeyi yere düşürdü. Kameriyenin arkasındaki bi r ağacın dal lar ında uyuklayan s ığı rcık sürüsü çığl ık çığl ığa havalandı . Kış kuşlar ından bi r i mis inayla yapı lmış bi r kemende takı ldı . Sürüsüne yet işmek için çı rpındı , ç ı rpındıkça mis ina ince bi leğini daha da s ıkt ı . Sundurmanın al t ındaki suret , yerden düşürdüğünü alarak sundurmanın bi t t iği ik i basamakl ı merdivenin başladığı noktaya hamle et t i . Usta Komitacı , e l indeki cam bi lyeyi sundurmanın saçağından sarkan bi r sarkı t ın köküne f ı r la t t ı aniden. Cam bi lye havada vınladı ve isabet le sarkı t ın köküne çarpt ı . Sarkı t yer inden koptu, suret yukarı bakt ı , kat i l le b i r l ik te dikkat kesi ldi ve konik sarkı t ın s ivr i ucu suret in boynundan gi r ip kalbine ulaş t ı .

“Koş, b i lyemi get i r . ” dedi kadın yanındakine. Başını ik i yana sal layıp “Hayır” diyerek kadına i taats iz l iğini

gösterdi kat i l adayı . Kat i l , b i r hamlede ç i t ler in üzerinden at layıp bahçeye gi rdi ve göz

açıp kapayıncaya kadar bi lyesini a l ıp döndü. Bir süre sess iz bakış t ı lar . “Şimdi nası l uyutacaksınız beni?” diye kadına f ıs ı ldadı yorgun

adam, gözler ini kaçı rarak. “Uyuman gerekmiyor. Çünkü ar t ık f ıs ı ldamayı bi l i yorsun.

Efendim.” dedi kat i l . “Yeral t ına dönmek is temiyorum.” diyerek yeni bi r hamle yap t ı

adam, gözler ini bu kez kaçırmadan. “Dönmen gerekmiyor. Çünkü ar t ık yeral t ındasın . Efendim.” dedi

kat i l tüyler ürperten ses iyle . Ve diğer cebinden onun ağız l ığını ç ıkarıp uzat t ı ve “Dilersen bi r yerde oturup bi r şeyler içel im.” dedi .

Gün doğuyordu. Lapa lapa kar yağıyordu s ıcak ölünün üstüne. 9. Kati l ve cinayet tanığı meydandaki şaraphanede ağaç masalardan

rasgele bi r ine oturup, konuşmasız sohbet ler ine eş l ik eden ka layl ı bakır maşrapalar ının henüz dibine varmamışlardı k i önceden tasar lanmış bi r davete icabet eder gibi d iğerler i de masadaki yerler ini b i rer b i rer almaya başladı lar . Önce han ın gi r iş kat ındaki dört cam ustas ı geldi . Sonra,

Page 53: Katiller Komitası

53

yüzler i hep karanl ık ta kalan diğer ik is i . Onlar ın gel iş iyle bi r l ik te ik inci maşrapalar ı smarlandı . Şaraphanenin boş masalar ını da sabah sabah sanki kötücül bi r p iyesi c ı l ız l ığından kurtarmak, daha zengin göstermek ve de olağanlaş t ı rmak için tutulmuş, yüzler i b i rbi r ine benzeyen f igüranlar , yani o meşhur kalabal ık doldurmaya başladı . Flüt us tas ı sedef kakmal ı , abanoz bi r kutuyu masanın üstüne koyup maşrapalar ın aras ından bi tkin bi r halde gözler i boşluğa bakan genç adaya doğru i tekledi . O ise ağız l ığını ç ıkarıp ucuna güzel b i r c igara takt ı . Cigaras ını yakmadan, “Demek yeral t ındayım, demek ar t ık benim için yeryüzü diye bi r şey yok.” diye konuştu çevre masalar ın da duyabi leceği yüksekl ikte . Ama ne kimse onu sess iz olması iç in uyardı , ne de çevre masalardan söz ler ine i lgi gösteren oldu. Đkinci b i r deneme daha yapmak üzere ayağa kalkt ı , “Kat i l ler Komitas ı ’nın şerefs iz l iğine içiyorum.” ded i . Yine kimsede kıpı r t ı o lmadı .

Gözler i yüzünü güzelce kaplayan kat i l konuştu , “Kalabal ıktan farkl ı o luşumuzun biz i or taya çıkart t ığını , e le verebi leceğin i sanıyorsunuz . Aksine! Farkl ı l ığımız biz i giz l iyor . Çünkü onlar da kendi ler ini , tüm sefi l ve or tak yazgı la r ına rağmen farkl ı sanıyorlar . Đkincis i , şu bi rbi r inin üs tüne yığı lmış kalabal ıktan farkımız , b iz i onlardan ayırmıyor. Gene aksine! Yine aynı gerekçeyle yakınlaş t ı r ıyor . Bi lmel is iniz ki onlar hisset t ik ler i , inandıklar ı şeylere uygun düşen söz ler i i ş i t i r ler . Ötes ini ne iş i tmek ne de bi lmek is ter ler . Bi lmel is iniz ki onlar ın hepsi o las ı b i rer kat i ld i r . Ancak çok masum görünürler . Ta ki düğmelerine bası lana dek. Efendim?”

“Hastas ınız! Hepiniz!” dedi genç adam t iks inerek. “Biz i ş ımart ıyorsunuz efendim” dedi kadın gururla . “O zaman niye giz leniyorsunuz?” diye karş ı l ık verdi değişerek. “Kalabal ıktan giz lenmiyoruz .” dedi çip i l gözlü, cam kaplar yapan

usta kat i l . “Benden yahut benim gibi lerden giz leniyorsanız bi le , bu

kalabal ığa ses imi duyuramadıktan, s iz in gerçek yüzünüzü onlara gösteremedikten sonra ne işe yarar ki giz ler iniz i or taya dökmem.”

Flütçü onun önündeki kutuya bakarak, “Yarardı . Eğer bize kat ı lmasaydın. Bir f lü t us tas ı kalabal ığın nabzını nabzında duyabi len ender kiş i lerdendi r .”

“Size kat ı lmadım ki .” “ Đnkâr , ikrardı r efendim.” dedi bi l lûr bakış l ı us ta. “Benim için uğraşmanıza ne gerek vardı? Öldürseydiniz ya beni

diğerler i gibi?” dedi ağız l ığını s ıvaz larken ve herkese la f ye t iş t i rmenin telaş ıyla .

“Denemedi ler mi sanıyorsun?” dedi s ı rça bahçesindeki camdan bir ağacın al t ından ses lenir gibi mavi gözlü genç usta , “Her sefer inde kurtuldun. Her kurtuluşun biz im için umut oldu. Şans denen şeyin yarat t ığı ras t lant ı lar sayesinde de bize yaklaş t ın .”

“Beni bi r i le r i ö ldürmeye çal ış t ı , ama onlar s iz deği ldiniz . Yanl ış mı anladım.”

“Kesinl ikle doğru. Her kurtuluşunuz s ınanış ınız ın bi r parçasıydı . Şansınız ın büyüklüğü s ınanıyordu böylece efendim. Ama şükür ki aramızdasınız sonunda. Bizden bi r is iniz .”

Page 54: Katiller Komitası

54

“Bir dakika” dedi at ı larak, gecikmiş bi r yanı t ı bulmuşçasına, “En başta aranıza kat ı lmak is tediğimi söyled im evet . Ama ar t ık i s temiyorum. Aranıza kat ı lmayacağım. Vazgeçt im.”

“Çok geç.” dedi yüzü karanl ıkta kalanlardan bi r i . “Yazık ki b i r c inayete or tak bi le oldunuz . Efendim.”

“Ortak mı! . . Beni kime ş ikayet edeceksiniz? Ha!. .” b i r ân sess iz l ik yaşandı “Ortak olduysam bi le ikna olmadım. Beni bi r ini ö ldürmeye ikna edemediniz , edemeyeceksiniz . Hiçbir şey hissetmiyorum: Acımam, kederim, tasam hiçb ir şeyim kalmadı . Kupkuruyum. Tarlalara diki len korkuluklar kadar ruhsuzum. Bana ne içi rdiniz?”

“Hiç.” dedi karanl ık yüzlülerden bi r i . Cevabı umursamadan devam et t i , “Yine de bi ldiğim, inandığım bir

şeyler olduğunu anımsıyorum. O yüzden de as la cinayet i ş lemeyeceğim.” Onun coşkulu konuşmasını sükûnet le dinleyen yedi kanl ı ka t i l ,

hoşnut lukla, b i r ananın çocuğuna bakt ığı gibi bakıyordular ona. O konuştukça içler i s ı cakl ıkla doluyor, sanki bi rer kanl ı kat i l , cani deği l de bi rer i yi l ik peris i gibi gülümsüyorlardı .

“Nası l böyle olabi l iyorsunuz? Đş lediğiniz cinayet ler in basi t , s ı radan şeyler olduğuna inanabi l iyorsunuz? . . Beni beklediğiniz i mi söylediniz az önce? Her şey karmakarış ık! Ah! Anlamıyorum! Nası l bu kadar kötüyken i yi görünebi l iyorsunuz? Kimsiniz siz?”

En son konuşan karanl ık yüzlü kat i l ı ş ığa çıkt ı . “Ben körüm. Ama konuşabi l iyorum.” Yanındaki diğer gölgel i yüz aydınladı a rdından, “O görebi l iyor ama iş i temiyor ve konuşamıyor. Ben herkesten iyi i ş i t ip konuşabi l i rken, o herkesten i yi görebi l iyor . O benim gözler im ben de onun kulaklar ıyım. Biz kardeşiz . Birbi r imiz i büyüt tük. Şimdi sana bi r sorun veriyoruz , d inle: Đnsanlar b i rbi r ine benzemek için başka bi rçok şeyin yanında iki temel duyuya iht i yaç duyarlar . Ama bunlardan bi r i zamanla diğerini körel t i r . Görmek, i ş i tmenin önüne geçer . Đnsanlar b i r zaman sonra ses ler i b ı rakıp , gözler i yle i ş i tmeye, gözler i yle duyduklar ına inanmaya başlar lar . Gözler iyle olmayan ses ler i duyar , o lmayan tat lar ı tadar , o lmayan kokular ı iç ler ine çeker , o lmayan bedenlere dokunurlar . . . Ş imdi düşün, kardeşim görebi l i yor ama iş i temiyor, ben körüm ama insanlar ı ondan daha iyi i ş i tebi l iyorum ve onlara yol gösterebi l iyorum.”

Genç adam, körün söz ler inin bi r tekini b i le dinlemeden kendini yemeye devam ederken, “Ası l soruyu hâ lâ bulamadın. Efendim.” diyerek araya gi rdi gözler i yüzüne s ığmayan kadın.

Bi tkin haldeki genç adam cigaras ını yakmak üzere ağız l ığını dudaklar ının aras ına s ıkış t ı rdı . Vazgeçt i sonra, “Ası l soru, as ı l soru. . . Bana unut turduğunuz soru! . . Niye?”

“Ne niye?” diye at ı ld ı ümits iz l iğinden s ıyr ı l ıp kız ı l saçl ı usta . “Niye öldürüyorsunuz?” Kız ı l saçl ı b i l lûr us tas ı b i r “Oh!” çekt i ve “Sana as ı l soruyu biz

unut turmadık. Senin hı rs ın , der inler ine i t t ikçe güçlenen öfken as ı l soruyu unut turdu sana? Dahası öfken o kadar büyüdü ki b ize benzediğini b i le sandın. Görüyorsun, öfkeden eser yok bizde. Biz güçlü insanlar ız , efendim.”

“O zaman ş imdi soruyorum: Niye!” diyerek cigaras ını yakt ı ve iki soğuk duman çekt i .

Đr i gözlü kadın kat i l “Öldürmemeleri iç in öldürüyoruz .”

Page 55: Katiller Komitası

55

Genç adam birden d i r i l ip kahkaha atmaya başladı . Komitac ı lar b i rbi r ler ine bakt ı lar i lk kez şaşkınl ıkla . Kahkahalar iç inde boğulan konuştu bi raz olsun ya t ışarak, “Nerden bi l iyorsunuz kurbanınız ın bi r ini kendine kurban seçt iğini peki?”

“Bu o kadar önemli mi?” dedi kadın i lk günkü sakinl iğiyle . “Hakl ıs ın . Her şeyi i ş i ten bi r kulağınız , her şeyi de gören bi r

gözünüz var ya, yeter!” dedi bi rden değiş ip ve giderek yüzeye çıkan öfkesini d izginlemeye çal ışarak. “Suçu yok etmek için suç iş l iyorsunuz s iz .”

“Biz güçlenmeye, öğret imiz dünyaya yayı lmaya başladığından beri , c inayet ler in ve kat l iamların ne kadar azaldığını b i l iyor musun?”

“Ya s iz in iş lediğiniz cinayet le r , yapt ığınız kat l iamlar n’olacak?” . . . . . . . . . . Birden ortal ık aydınlandı . O kadar çok aydınlandı ki , aydınl ığın

çokluğundan göz gözü göremez oldu. Sanki iç inde zamanlanmış bi r a l ışkanl ığın nüksediş iyle genç adam, bedenine yerleşen tat l ı uyuşukluğa yeni le rek yeniden uykuya daldı .

10. “Anı lar ını yanık ki taplar , dağınık sayfa lar , harabeye dönmüş

evlerden topladığımız bi r uygarl ık , s ı r f bar ışçı o lduğu için yeryüzünden kısa sürede s i l in ip gi tmiş , insanl ığın uzun yazgıs ında ancak bi r ân kadar yer edinebi lmiş t i . Onlar uygarl ık olduktan sonra ancak on, b i lemedin on beş bahar görmüştü. O uygarl ığın güzel insanlar ı , t ıpkı b iz im gibi her bi r inin as l ında bi rer Şavo olduğu insanlara inanıyordu. Dünyanın bi r gün güzel insanlar la dolacağını ümit ediyorlardı . Bir gün gelecek herkes kendi yüzüne kavuşacak, herkes bi rer Şavo olacakt ı . Onlar da biz im gibi savaşa, k ıyamete, ö lümden sonra yaşama inanmıyor, cennet in bu dünya olduğunu va’z ediyorlardı . Ama çok geçmedi , iç ler inden korkak bi r i ler i bulaş ıcı b i rer ç ıban gibi ç ıkıp yayı lmaya başladı lar . Korkuyu bir salgın gibi yurt lar ına egemen kı ldı lar . Ardından o uygarl ık i lk kez cinayet ler görmeye, cinayet ler in ağır l ığı a l t ında ez i lmeye başladı . Đş burada bi tmedi . Bu daha başlangıçt ı . Korkaklar korosu cinayet ler in peşinden komşu yurt lar ı da korkular ıyla yurt lar ın ın üzerine çekt i ler . Onlar ın korkular ını öğrenen komşular ı , her korku sel inin ardından b i r saldı r ının geleceğini b i l iyorlardı . O yüzden önceden davranıp saldı rdı lar ve o küçük ama güzel uygarl ığı , güzel insanlar ıyla beraber s i ld i l er . Lâkin biz o güzel uygarl ık gib i bütünüyle barışsever kalarak yurdumuzun is t i la edi lmesine göz yummayacağız . Cinayet ler i ş lemeyi sürdüreceğiz . Ne ki c inayet ler imize bazen int ihar süsü vererek, bazen cinayet le r imiz i doğal b i r ö lüme benzeterek, bazen de suçu gel ip geçen uyruğu bel i rs iz yabancı lara yükleyerek insanlar ımız ın bi rbi r inden daha az korkmalarını sağlamaya devam edeceğiz . Huzurla yaşayan yurdumuza saldı r ı ih t imal i azalacak. Diğerler i de bize benzemek is teyecek. Ve gide gide bi r dünya barış ı kuracağız . Art ık anlamal ıs ın , ö ldürmek üzerine ne kadar us talaşmış , ne kadar cinayet i ş lemiş olsak dahi biz ler kötü deği l iz . Đyi l ik adına yapt ığımız kötülükler in yarat t ığı çel işmeyi görmüyoruz sanma. Ve korkuyu küçümseme. Bi l k i önümüzde daha i yi b i r yol açı lana kadar eylemlerimiz i sürdürmek zorundayız .” dedi genç adamın tan ıkl ık et t iği kat l in sorumlusu i r i gözlü kadın.

Page 56: Katiller Komitası

56

Genç adam, yat t ığı yerden başını kaldı rmadan, kaldıramadan karar l ı l ık la konuştu “Evet s iz kat i l deği ls iniz . . . Züppesiniz . Başımı kaldı r ıp yüzünüze tükürebi lmek is terdim.” dedi . Ve bedeninde geçici b i r inme yaratan ağının buruşturduğu ağzını güçlükle oynatarak sürdürdü konuşmasını “Siz in ters inize insanlar la konuşarak, ders vererek, b i r şeyler öğreterek insanl ığın i yi l eş t i r i leceğine, güzel b i r dünyaya kavuşulacağına inanan bi r başka çete tanımışt ım. Ama onlar ın da tek yapt ıklar ı insanlar ı kendi ler ine benzetmekt i . Bir müri t ler ve mürşi t ler ordusuydu gördüğüm. Onlar insanlar ı eği t t ik ler ini sanarak kendi ler ine bağımlı k ı l ıyor , kuru, pasl ı düşünceler ini ezberlet t i r iyorlardı sürekl i . Asl ında t ıpkı s izin gibi b i r züppeler ordusuydu onlar da.”

“ Đnan sana imreniyorum. Gençl iğimi görüyorum sende.” diyerek t ıpkı kendis i gibi yüzünde yaşl ı l ığın iz ler ini taş ımayan adamı alnından öptü.

“Tiksinçsiniz . Çünkü. . . Çünkü. . .” “Zihnin en i yi , en adi l , en dürüst o lanı öz lüyor sürekl i . Gençl iğin

akl ı böyle çal ış ı r i ş te . Ah! Canım benim. Oysa hayat yolu uzaklaş t ığını sandığın her şeye seni b i raz daha yakınlaş t ı r ı r . Ülküne doğru yürüdüğünü sanıyorken bi r bakars ın tam z ıddına varmışs ın . Senin için tasalanıyorum. Gerçekten.”

Damarlar ındaki ağın ın etkis i yavaş yavaş geçiyordu, “Çünkü. . .” diye devam et t i kald ığı yerden kadının söz ler ini h iç duymamış gibi .

“Çünkü?” dedi kadın merakla. “Çünkü t iks inçsiniz .” “Hayır” dedi kadın “Tiksinçiz , çünkü? . .” “Çünkü,” dedi gözler i uzun süreden beri i lk kez dolarak, burun

di reği s ız layarak ve gı r t lağına bast ı ran b i r yumrukla “her şey bi r yana s iz benim babamı öldürdünüz . Sizi as la bağış layamam. Asla hakl ı o lduğunuza inanamam. Ve as la babamın bi r ini ö ldüreceğine inanamam.”

Kadın bi r anne şefkat iyle el ini k ıpı rdayamayan coşkulu genç adamın başının al t ına soktu ve kaldı rdı . Öbür el indeki bardaktaki b i r s ıvıyı içmesi iç in dudaklar ına götürdü. Genç adam önce içmeyi reddet t i . Sonra kabul et t i . Bedenine dinçl ik geldi b i rden. Doğruldu. Oturdu.

“Baban int ihar et t i .” dedi kadın. “ Đs tersen bi r de annem olduğunu söyle.” dedi , göz yaşlar ı iç inde

buruk, gülümsemeye çal ışarak. Gözler inden yaşlar akmasına sevinerek. “Keşke olsaydım. . .” diye karş ı l ık verdi kadın her zamanki inançl ı

ve r iyas ız bakış ıyla . Uzun bir süre onun yat ışmasını bekledikten sonra, “Babanla annen s iz i terk et t ik ten sonra t anış t ım. Onu çok sevdim. Deha dolu akl ına tapt ım. Đnt ihar edinceye kadar da hep onunla oldum. O öldükten sonra da kimsenin ne kalbine ne de koynuna gi rdim. Baban int ihar et t i , yemin ediyorum. Ama büyük bir ih t imal le benim yüzümden yapt ı bunu.” dedi .

“Bi l iyordum. Diş i peygamber böceğinin erkeğine yapt ığını yapt ın babama. O seni döl lerken sen onun kafas ını yiyordun. Sonra da bedenine geldi s ı ra .” dedi .

“Benim Komitacı o lduğumu öğrenmişt i .” diyerek soğukkanl ı l ık la devam et t i kadın, “Tam olarak ne yapt ığımı , görevimi bi lmiyordu. Anlatmamışt ım. . . Sadece komita’dan ayr ı lmamı is t iyordu. Birçok kez bu yüzden kavga et t ik . Birbi r imize kı r ıcı söz ler söyledik. En sonunda onu

Page 57: Katiller Komitası

57

terk et t im. Bütünüyle deği l geçici o larak . Ama o bunu bi lmiyordu. Onu çok seviyordum o yüzden de onu tamamıyla terk et t iğimi düşünmesini i s temişt im. . . Yokluğum gözündeki değer imi ar t t ı racak ve yeniden daha büyük bir aşkla bi r l ik te olacakt ık . . . Kendine bi r şey yapabi leceğini h iç düşünmemişt im. . . Çünkü sahiden de güçlü bi r iydi o .” Bu kez kadının gözler i dolu dolu oldu. Yine hem bir çocuk, hem de bi r kahraman olarak kabul et t iği adamı okşamak is teyen el ini bu kez kendi l iğinden geri çekiverdi . “Sen de baban kadar akı l l ı , deha doluydun. Benden haberin yoktu ama ben senin yapt ığın her hareket i iz leyebi l i yordum. O ağız l ığı da babana ben vermişt im. Ölmeden önce ağız l ığın borular ından bi r ine ‘Kat i l ler Komitas ı ’ i smini kaz ıtmış olmal ı . Ve her zamankinden farkl ı o larak i lk kez bi r i in t iharına cinayet süsü vererek kalabal ığı ve dolayıs ıyla seni yan ı l tmış . Seni yanı l tarak hayat ını bel i r leyen yemin ederim ki b iz deği l iz .”

“Masal! Đnanmıyorum sana!” “Đnanmıyorsun demek.” “Evet!” . . . . . “O zaman öldür ben i .” “Dediğim gibi s ize kat ı lmayacağım.” “O zaman gi t .” “Sizden bi r i o lmuştum hani? Yeryüzü yoktu hani ar t ık bana?” “Gitmen bunu değiş t i rmeyecek ki . Kalsaydın belki

değiş t i rebi l i rdin .” “Sizden bi r i o larak mı?” “Hayır . Bizden bi r i gibi o larak. Ama kapı lar sana açık olacak. Seni

bekleyeceğiz . Hep beklediğimiz gibi . Bize daha üstün, daha güçlü bi r ç ıkar yol sunacak o kiş iyi beklediğimiz gibi . Biz kötü insanlar deği l iz , inan.”

Genç adam düşünceler inin içinden gözler ini çekip çevres ine bakındı . Kadının iş l iğinde olduğunu fark et t i . Buraya i lk ge ldiği günün aksine bu kez gerçekten ser inkanl ıydı . Đş l iğin penceres inden avluya , avlunun gir iş i hem de çıkış ı o lan kemer l i kubbel i geçide bakt ı . Tam o noktada, ensesinde i r i gözler i fa rk edip arkasına bakan kendini gördü. Ona acıdı . Sonra. . . Sonra tereddütsüz , karar l ı adımlarla arkasına bakmadan, a rkasını kol lamadan ve ardında olabi leceklerden korkmadan çıkt ı . . . Yı l lar önce her şeyden vazgeçmek ya da her şeye yen iden başlamak üzere engin denize açı lmayı düşündüğü kıyıya doğru yola koyuldu. Bir ç ıkar yol bulacakt ı . Bir ç ıkar yol vardı . Ama önce uçsuz bucaksız deniz in suyunda yıkanacak, ki rden ve kandan ar ınacakt ı . Yı l larca karaya ayak basmadan denizde olacakt ı .

Page 58: Katiller Komitası

58

VI.

Sığacık ’ lı Mehmet Ali kaptana

Üç Deniz

BĐRĐNCĐ

Bir balıkçı, köyünün en sevilen balıkçısı. Gemisinin ırgatı. Teknesinin alnında güneş, çekilmiş rıhtımdan sessiz. Denizin koynuna çekilmiş. Haftalarca dönmezmiş. Dönmemiş. Beklemiş köy. Kadını, oğlu beklemiş. Ağaçlar, ak evler, serçeler, keçiler beklemiş. Beklemişler, gümüş ekinlerle dönecek kaptanı. Dönmemiş. Aylar geçmiş, günler uzamış. Yıllar geçmiş, günler usanmış. Oğlunun tıraşı gelmiş, balıkçı gelmemiş. Hüzün, bir denizin adıdır, kimse bilmez. Uyumuş köy yıllarca; ne ekilmiş, ne biçilmiş. Kadın, salmamış oğlu açığa. Keçiler sütten, ağaçlar zeytinden kesilmiş. Kurumuş köy beklemekten, örtülmüş yüzyılların kumuyla -Çöl!- Benzemiş koca bir mezarlığa. Aradan bin yıl geçmiş. Dönmüş balıkçı, teknesi yüklü sedeflerle. Beyaz bir ev çatmış kıyıya, kumulların ortasına; ak mı ak, ölümsüz bir aşk yaşadığı denizkızına. “Git artık köyüne. Sedeften bir ev yap. Uzan yatağına ve uyu. Gelip gireceğim, rüyalarının penceresinden içeri.” Ama ne denizkızı gelmiş, ne de denizler şehzadesi uykusundan uyanabilmiş. O günden beri yatar durur, dört beyaz duvar içinde; denizler şehzadesi; bekleyenlerin mezarı üstünde.

Page 59: Katiller Komitası

59

ĐKĐNCĐ

Güneş yeni doğuyordu. Kayaların oradaydılar. Kaptan ve tayfası. Sudan ağ çekiyorlardı. Tayfanın ellerinde kuruyordu ağ. Güneş ağırlaştı. Sanki suyun içine düşecek, sanki balıkçılarla göğüs göğüse gelecekti. Gökyüzüne yıldızlar üşüşecekti. Tayfa eline gelen pulları çıplak bedenine sürüyordu. Güneşin son ışıklarında, bedeni som altından bir balık gibi yanıyordu. Kaptan, gözkapaklarını açtı, kapadı. Zaman yavaşladı. Sesler kalınlaştı. Ağın içinde kıpırdayan barbunlar, mezgitler ve birkaç karagöz, gerilip bırakılan bir yay gibi yavaşça dalgalandılar. Kaptanın gözlerinde deniz bir anı. Kaptanın gözlerinde denizin anısı ân. Hiç bilmiyordu böyle olduğunu. Yaşadığını yaşadığını. Ama biliyordu, ölecekti. “Kaptan! Dümeni bozdun kaptan!” zaman hızlandı. “Bir an dalmışım evlat!” Torr tortorr! Veremli bir adamın hırıltısıyla tekne yeniden burnunu güneşe verdi. Akşam! Đmbat okşadı suratlarını. Serinliği duymak ne güzeldi. Söylemeden, düşünmeden güzeldi. Toprak ya da gurbet? Toprak güzeldi. Söylemeden, düşünmeden, bilmeden... Ağ, tayfanın sırtını geriyordu. O ağı değil, ağ onu çekiyordu. Tayfanın sırtındaki çizgiler kalınlaşıyor, alçalıp yükseliyor, şişip sönüyordu. Sabah oldu, ağ hâlâ bitmemişti. Günler geçti. Aylar. Ağ bitmedi. “Bu ağ bitmeyecek galiba?” dedi kaptan. “Yok yok!” dedi tayfa, “Az kaldı.” Kaptan gözlerini kapadı açtı: “Bizim köye bir masalcı gelmişti! Bildin mi? Yalnız avlanan, denizkızına aşık bir balıkçının masalını anlatmıştı!”, “Evet evet!” diye bağırdı tayfa, tekne gürültüsünün içinde. “Ben inanmadım o masala. Masal da olsa insan bin yıl yaşar mı hiç! Bir kara sevda yüzünden adam, tüm köyü çöle döndürmüş! Olur mu? Ben hiç beğenmedim o adamı. Ben olsam denizkızı filan dinlemem. Kapatırım livarın kapağını, dönerim köyüme. Ama bizim köyün delisi çok inandı o masala. Heh heh! Zaten onun hayatı masal! He? Ben taşlamacıyı daha çok tuttum! Hoş sohbet adamdı!” dedi kaptan. “Aylardır bir şey yemiyoruz. Acıkmadı mı karnın?” dedi tayfa. Tekne sesinden duyulmadı söylenen. Kaptan gözlerini açtı kapadı, “Saatimi çalmış martılar!” diye iç geçirdi kerteriz aldığı kızıllığa bakıp da. Sonra gülerek, “Bu güneş de amma cinas yaptı yav!”

Page 60: Katiller Komitası

60

ÜÇÜNCÜ

Bir yaz sabahı. Ak kireçle boyalı evlerin orda. Bir zeytinin siyaha kesmiş dalları altında bir bebek sıyrılıp anasının bacakları arasından, bakmış uçsuz bucaksız göğe. Demiş ki “Beni salma ana.” Ve dönmüş gerisin geri, anasının karnına. Diller dökmüşler, türküler söylemişler, şerbet kaynatmışlar... Nafile! Demiş ki, “Bırakın, ben rahatım burda. Durursam göğün altında, büyürüm sonra. Ne doğmalıdır, ne de ölmeli. Aksaydım ya, aktığını bilmez bir su gibi. Çıkamam. Çıkmam. Siz gelin içeri.” Bütün köy gözü yaşlı ananın arasından, bu aziz çocuğun yanına girmişler. Bir vakit, böyle beraber yaşamışlar. Balıklar gibi, aynı ananın suyunda. Küçülmüş elleri, küçülmüş başları, küçülmüş bacakları. O aziz çocukla birlikte börülce tohumlarına benzemişler. Karnındaki şişlik gün gün azalan gözü yaşlı ana gencelmiş. Sanırsın on dört yaşında. Dönüp, peykede uyuklayan kadına demiş ki, “A ana! Đnatçı ana! Bir sen kaldın bir de ben. Kimse yok bizi dinleyen. Senin de kulakların örtük, gözlerin perdeli. Konuşup duruyorum bir başıma. Đnat etme al beni bağrına. Denizine göm beni. Ben, böyle kısır ne yaparım kıyıda.” Yaşlı kadın kör gözleriyle bir keten kumaşı katlayıp el alışkanlığıyla bir çocuk deseni kesmiş. Kumaşın katlarını açınca bir sürü çocuk çıkmış ortaya. Ortalık arı kovanındaki vızıltılarla titremeye başlamış. Sanki biçili kumaşın değil, sahiden çocukların sesiymiş işitilen. Demiş ki yaşlı kadın, “Ne görür, ne duyarım a kızım. Lakin dilim kilitli değil hâlâ. Bu çocukları ağın içine koy, önce bir yıka suda. Sonra göğün altına bırak. Onlar alışır. Alışa alışa büyürler. Al kızım bunlar olsun senin ekinin.” Ketenden çocuklar büyümüş ve köy yeniden olmuş. Genç ana, yaşlı kadından aldığı çocuklarla yeniden büyütmüş köyü. Yine de gözü yaşlı kalmış. Çünkü onunla hep alay eder olmuş çocukları, köylüler. Deliye çıkarmışlar adını. Çünkü hep açıp da bacaklarını eğilerek çağırırmış sanki gaibe giden birilerini.

Page 61: Katiller Komitası

61

Tommaso Campanella’nın ‘Civitas Solis’ inden es in le

VII.

Güneş Ülkesi 1.

Sardunya günlerdir uykusuz ve açtı. Çok uzaktan görüp de âni bir kararla geçmeyi kararlaştırdığı, alınlığında “IIII” yazan bir tonozla birleştirilmiş, iki kenarında iki karanlık yüzlü muhafızın nöbet tuttuğu kapıdan geçmekteydi. Yorgunluğun ve açlığın verdiği garip sarhoşlukla beraber tanıdık bir baş ağrısı da onunlaydı. Telâşı her zaman olduğu gibi ağrısını unutturmuştu. Đlk kez Güneş Ülkesi’nin üçüncü halkasından dördüncüsüne giriyordu. Muhafızların yüzlerini gölgeleyen mor sorguçlu miğferlerinin burunluklarının iki yanında iki parlak kehribar gibi yanan gözleri önünden hiç sorgulanmadan geçivermişti. Geçerken sebze taşıyan bir yük arabasına yol vermiş, kapının kenarında yatan Güneş Ülkesi’nin tembel hayvanlarından birkaç insansının üzerinden at lamak zorunda kalmıştı. Kasasındaki taze sebze saplarıyla, önüne koşulmuş tek boynuzlu, kızıl yeleli, tek tırnaklı boz inekleriyle sallana sal lana merkeze yürüyen arabaya karşılık o biraz daha uca, sınıra yaklaşmıştı . Neden sonra fark etti ki sebze arabasını eşya, kumaş ve bira arabaları izliyordu. Sanki ülkenin ağzından geçerek midesine doğru iniyorlardı. Gösterişli kervan bir düş gibi önünde uzuyordu...

Sırtı kapıya yani ülkenin merkezine, yüzü yeni şehrin meydanına, tombul, kıvrımlı bulutların arasından doğan güneşe bakıyordu şimdi. Yarım günlük yürümeyle bir halkadan diğerine gidebileceğini bilerek bir ân, “Acaba hiç durmadan güneşin doğduğu yöne doğru yürürsem beşe, altıya, yediye ve sonunda ülkenin dışına kaç günde varabil irim?” diye akıl yürüttü. Ama sorusunu uyutarak, usul usul sezgisel yoluna devam etmeye, buhulu bakışlarını dördüncü şehirde dolaştırmaya başladı. Bir ân yavaşladı ve elini dördüncü şehrin iç duvarına sürdü. Sonra geri çekilip duvarın örgüsüne baktı gene bir düşteymişçesine. Bu duvar da çemberi ve önceki şehirleri çevreleyen duvarlardan farklı değildi. Biraz bakımsız görünüyordu sadece. Ama olsun. Evinde hissetti kendini. Yabancı bir yerdeyken kendini evinde hissetmek güzeldi. Gövdesine çaprazlama astığı bez torbasını sol dirseği alışkanlıkla kalçasına doğru i tti . Tüniğinin koluyla alnını sildi. Ülkesinde sadece bilgelere ve onların gözetimindeki zenaatkarlara verilen mor kemerinin güneş armalı tokasını ortaladı . Ve ayakları kendiliğinden yürümeye devam ett i .

Dördüncü halkada da sınır kapısından sonra geniş ve boş bir meydan vardı. Meydanın kuzeyi de güneyi de öncekiler gibi bakışıktı. Kuzey de güney de aynı planda ilerliyordu. Sardunya kuzeye doğru yürümeyi seçti. Şehrin planı eğer öncekilerle tıpatıp aynıysa -ki bundan kuşku duyulamazdı ama niye böyle düşündüğünü çıkaramadı- kavisin o noktasında yani kuzeydoğu kuzey ara yönünde bir meydan ve pazar yeri olmalıydı. Aynı güneyle güneydoğu ara yönünde olduğu gibi. Ve batıyla güneybatı , kuzeyle kuzeybatı ara yönlerinde olduğu gibi. Her halkada, halkanın alanıyla orantıl ı dört yerleşim yeri , dört pazar yeri, dört fundalık ve ikişer gölet

Page 62: Katiller Komitası

62

vardı. Meydanı geride bıraktı , birkaç baobap ve sedir karışımı Güneş Ağacı’nın ve sakince otlayan tek tırnaklı , tek boynuzlu boz ineklerin doldurmaya yetmediği geniş, içinden su kanalları geçen bir otlakta ilerledi . Otlak bitince ekin dolu tarlalar, tarlalar bi tince de üzerinden upuzun ahşap bir köprü geçen alabalıklarla dolu gölet gelmişt i; t ıpkı öncekiler gibi, sonra evler, evlerin arasında ekenekler; sonra atalarının utanmasız çıplak elleri ve bedenleriyle her bir şehre toprak taşıyarak yükselttikleri dolgu tepecikler üzerinde sonsuz gibi görünen fundalıklar geldi ve nihayet tahmin ettiği yönde sapma olmaksızın bulduğu meydan ve pazar yeri ; pazar yerinin içinde çemberin gözü kulağı binalar duvarcı birlikleri, sonra işlikler ve üstünden atlanan, üzerine basılan, çevresinden dolanılan tembel hayvanlar ve bütün halkalarda olduğu gibi pazar meydanının en kalabalık yerinde de bir takdim yükseltisi çıkacaktı karşısına.

Pazarın girişinde, sembolik güneş kapısında, iki yangılı ayağı üzerinde dimdik durdu. Sandallarının iplerini gevşetti . Gene tüniğinin koluyla alnını sildi. Ağırlaşan göz kapaklarının arasından çevresine bakındı. Buram buram yiyecek-içecek, insan ve insansı kokan pazar yerinin havasını çekti içine. Ülkesindeki yaşıtlarına benzeyen ince parmakları cebinde gezindi; cebindeki t ıkırtıdan karnını doyurabilecek, hatta isterse onu yedinci halkaya kadar idare edebilecek opali olduğunu kestirerek emin adımlarla yürüdü. Burnuna taze çörek, bira, kahve, bahar, tütün kokularının arasından açıkça sıyr ılabilen kızarmış etin, kekik sosunun ve yanında tatlı olarak verilen bakla püresinin kokusu geldi. Şimdi daha canlı yürüyordu. Bir yandan burnuna gelenleri bir yandan da hayal gibi dolaşan insanları izliyordu. Şöyle bir bakınca dördüncü halkanın halkı da duvarlarına benziyordu: Đlk üç halkanın, özell ikle çemberin insanlarına kıyasla daha bakımsız, biraz daha yorgun görünüyorlardı. Çoğunun tüniği kolsuz ve dizlerini örtemeyecek kadar kısaydı. Giysileri ve saçları daha kirli gibiydi. Suratları yağsız ve kavruktu sanki. Sardunya sanki’ler ve gibi’ler içinde tek ve kesin olan şeye doğru ilerledi . Kokuya yaklaştıkça taze domatesin ve henüz kesilmiş bir hıyarın rayihasını da burun direğinde, ıslanan damağında hissetti . Ağzı tükürüklendi. Adımları sıklaşt ı, çabuklaştı. Gözlerini kapatıp kokuya yöneldi . Derken kokuyla arasına fark etmediği , şehrindekinin tıpatıp aynı, takdim yükselt isi dikiliverdi. Fark etmekte geciktiği yükselt iye tosladı. Umursamadan, toparlanıp yükselt inin çevresinden dolanarak yemeğine ulaşmak için hamle etti . Yükseltinin arkasında tezgah, tezgahın arkasında Duvarcılar Birliği’nin işl i taşlardan, oluklu sütunlardan inşa edilmiş yüksek tavanlı binası vardı. Ne ki ancak göz ucuyla ayrımsadığı yükseltinin üzerindeki hareketsiz duran acemi kıza, kızın mermer bir yontu gibi taşlaşmış ifadesine takılıp kaldı . Şaşkınlığından, yemekle kız arasında bir seçim yapamadı.

Kalabalığın dikkatini çekmek için güzel bir numara göstermesi gerekirken, kız öylece duruyordu. Gözlerini ovuşturdu, kapadı açtı. Yükselt ideki kızın durumu değişmemişti . Akıl yoksunu olduğuna hükmedilecek kadar boştu suratı. Sanki bu ânı daha önce de yaşamıştı Sardunya. Bakışlarını düşüncelerinin içinden çekip, kızın ona dalgalanıyormuş gibi gelen vücuduna baktı. Koyu kumral saçları tüm canlılığıyla uçuşuyor, rüzgâr eteklerini kıpırdatıyor, bal rengi gözleri ufka, olmayan bir şeye baktıkça hüzünleniyor ama kavrulmuş buğday rengine çalan teni her ân biraz daha taş kesil iyordu. Dikkatle izledi kızı. Bedeni ve

Page 63: Katiller Komitası

63

yüzü ülkenin diğer kızlarına benziyordu. Bedeninde ve yüzünde hiçbir bozukluk, fazlalık ya da eksiklik yoktu. Sadece giysileri , saçları ve teni dördüncü halkaya özgü bakımsızlığın izlerini taşıyordu o kadar. Bunun dışında ülkedeki bütün kızlar gibi sıradan bir kızdı. Sıradanlığı kadar da alımlı . Alımı, yükseltideki devinimi kutsal sayan yurttaşlarının tersine devinimsizlik içinde olmasındandı.

Bir yurttaş diğerlerinin dikkatlerini üzerine çekecek cazip bir söz, bir eylem sergilemiyorsa yükseltide ne arar? Aslında bu bile dikkat çekici bir nedendi ya.. . Gel gör, kalabalıkta sayılamayan tekler birbirlerine olduğu kadar yükselt ideki kıza da aynı ilgisizlikle şöyle bir bakıp geçiyorlardı o kadar. Sadece Sardunya, gene açlığını unutur gibi olmuş, kıvranarak kızın boş ifadesinden bir anlam çıkarmaya, boş bir kağıda benzeyen suratına birkaç cümle yazmaya çalışıyordu. Babasından yadigâr masallardan fırlayan cümlecikler seçip yakıştırıyordu kıza, kızın anlamsız durumuna: Kız güçlü bir sarsıntının, yıkımın itişiyle yükselt iye çıkmış olmalıydı . Umutsuz bir aşkın kurbanı olabilir miydi? Bir arkadaşı tarafından aldatılmış ya da ailesinin hışmına mı uğramıştı? Kadim dostlarını mı yitirmişti yoksa? Yahut kötücül ruhlarla iyicil ruhların onun için tutuştuğu kavgada, yenik düşen iyici l ruhlar mı olmuştu? Cinlerle perilerin tatsız bir şakasına mı denk gelmişti? Çocuklarını mı yit irmiş yahut yemişti? Babası ya da kardeşiyle sevişmiş olmanın utancını mı taşıyordu? Ya da ne?.. Sardunya öteden beri çözemediği, çözmek istemediği ya da çözmeyi öğrenmediği benzeri sorunlar karşısında duyduğu hissi duyuyordu. Kafasının bir yerinde böylesi sorunları çözmek için boşta bekleyen bir yer vardı da hiç işlenmediği , sulanmadığı için giderek çölleşiyordu. Đki eliyle ağrıyan başını destekledi . Kıza uzun uzun baktı; baktıkça ifadesi onunkine benzedi. Đyi giyimli, bakımlı ve her halinden merkezden biri olduğu anlaşılan, bu yüzden de küçük sayıdan büyüğüne geçerken sorgulanmayan yabancının yükseltiye ilgisini fark edenler bir ân duraklıyor, onun neye/niye böyle dikkatle baktığına bakıyor, yükseltideki ‘aptal suratlı kızı’ görünce de omuzlarını silkip yollarına devam ediyorlardı .

Birden kafasında bir şimşek çaktı Sardunya’nın. Daha önce yaşadığı benzer şeyin ne olduğunu anımsadı. Tanıklık ettiği ilk iki olay geldi aklına. Az sonra olabileceklerin öngörüsüyle kendiliğinden parmaklarının ucuna kalktı ve yükseltiye doğru koştu. Evet. Korkunç devinim başlamıştı . Artık seyre değer bir şeyler vardı yükseltide. Kalabalığın ilgisi toplanmıştı. Yedekteki son çabayla hızlandı. Aynı anda kız, belinden bir kama çıkardı ve gırtlağına götürdü. Sardunya sıçrayıp yükseltiye çıktı; kıza doğru hamle etti; ancak onun kızla arasındaki mesafe kamanın boyuna uzaklığıyla eşit değildi. Sardunya kıza doğru uzandı.. . Geç kalmıştı. Kız kucağına yıkılıverdi . Genç adamın beyaz boynu ve ak ketenden tüniği önce koyu kırmızı noktacıklarla boyandı ardından bütünüyle kana bulandı. Kız şimdi kalabalığın i lgisini çekmeyi başarmıştı. Yükseltinin çevresi ana baba gününe dönmüştü. Sardunya’nın gözleri karardı , kulakları uğuldadı; kanlı göğsünü döven kalbi duracak gibi oldu ve sanki bir ân durdu da. Đşte o ân nefesi kesilip de ayracının üstüne kapanan kalın bir kitap gibi gövdesi istemsizce kızın üstüne kapanıverdi. Kalabalıktakiler, bir anda başlayıp biten gösterinin ardından sanki gösteri devam ediyormuş gibi seyretmeye devam ettiler.

Page 64: Katiller Komitası

64

Ne kadar örtük kaldığını ayrımsayamadığı gözlerini açtığında, boynunu beline gizlediği kamayla kesen kızın çoktan koparılmış başsız bedeni dört güçlü, güneş dövmeli boğa tarafından dörde bölünüp pazar yerinde sürüklenmeye başlamıştı. Đlgisiz kalabalık, bu kez kocaman açılmış gözlerle intihar eden her insanın ölümünden sonra başına gelenleri, eğer intihar ederlerse kendi başlarına gelebilecekleri ibretle seyrediyordu; infâzın merkezin emriyle gerçekleştiğini ve yasal bir uygulama olduğunu da bilerek. Bu vahşi tantana benliklerini sarıyor, yavan yaşantı larına ve anlatılarına katacakları acı hem de acıktırıcı bir lezzet gibi belleklerine akıyordu. Sardunya’nın gözleri gördükleri karşısında yeniden karardı, kulakları uğuldadı ama bu kez bayılmadı. Bozuk bir düzeneğe indirilen bir yumruk gibi bir yumruk indirdi kafasına, görüşü düzeliverdi. Dört aygırın çektiği parçalanmış gövdenin param parça oluncaya kadar sürüklenişini dördüncü halkaya gelişine içinden sövüp sayarak, herkesle beraber sonuna kadar seyretti .

2.

Kendini vahşi infâzı izlemeye zorlamanın bedelini ödüyordu. Tanık olduğu üçüncü intihar, açlık ve yorgunluk, kafasındaki sözcükleri , cümlecikleri birbirine sokuyordu. Sümükleri gözyaşlarına karışarak dudaklarının kenarından çenesine akıyordu. Birbirine bulanan, renklerini yi t iren karmakarışık düşünceleri tek ve kocaman bir söz yaratmıştı: “Ne bu!!!” Sıradan bir yanıtın asla doyuramayacağı bir soru! “Ne bu!!!” Sardunya bu ayartıcı , şaşkın sözle kalabalığın arasına karışt ı . Önüne gelen ilk kişiyi omuzlarından yakalayıp sarsarak “Ne bu!!!” dedi . Şimdi yüzü ciddiydi. Hayatın anlamını bu cılız görünümlü soruyla sorgular gibi, intiharın anlamını sorguluyordu. . . .sonra diğerine. Sonra bir başkasına yapıştı . Kimseden bir yanıt gelmedi. Omuzlarının sarsı lmasıyla bir iki sallanan tasasız kafalar, Sardunya’ya acıyarak bakıyordu. Kanlar içindeki pahalı gömleğiyle, bu bozguncu haliyle öyle sefil ve acınasıydı ki .. .

Güneş Ülkesi’nde ‘şiddet’ cezalandırılı r. Đntihar edenin kafası muhafızlar tarafından hemen gövdesinden ayrı lıp, intihar edenin kimliği , kişiliği o ânda sil inip, geçmişi ve ailesiyle bağları koparılıp atılır. Đntihar edene, bir âsiye, bir dinsize, bir düşmana karşı ne yapılıyorsa o yapılır. Güneş Ülkesi’nin tam ortasındaki kutsal kulede evlatlarını gözetleyen bilge hükümdar ne der? “Halk kocaman boz bir inektir . . .” Ülke’nin kutsal yasalarını hiç bi lmiyormuşcasına birinin ortaya çıkıp, bu yasaları geveze bir karga gibi sorgulayıp gaklaması doğrusu iç bunalt ıcıydı . Üstelik soluk bir kırmızıya boyanmış, yakası su işlemeli pahalı tüniği genç adamın cukkalı bir aileden geldiğini , merkeze yakın bir halkada yahut merkezde oturduğunu kesinliyordu. Eee, öyleyse bu çocuğun zoru neydi? Şimdi şurda kalabalığın huzuruna, görgüsüne çomak sokan ve aklını yitirmişe benzeyen soylu yabancı “Ne bu! Ne bu!” diyerek, ne demek ist iyordu? Yoksa sahiden aklını mı yitirmişti? Öyleyse, onu da pek hoş bir son beklemiyordu.. . “Şuna bak! Şimdi de insansılardan birinin omuzlarına yapışmış onunla konuşuyor. Kendi kendine konuşuyor! Avanak! Biraz daha sıkıştırırsa insansı onu ısıracak!” Kalabalık aslında, bu varsıl yurttaşın da -tüm varsılların yaptığı gibi- insancıl duyguları , içini çeke çeke abartmasından tiksiniyordu. Bu iyilik, duyarlık gösterileri ne şamataydı ha! Sanki onlar bi lmiyor muydu?

Page 65: Katiller Komitası

65

Sardunya’nın hırlayan tembel hayvanı bırakıp omuzlarını sarst ığı son kişi, çıplak kollarında iki meşin pazıbent taşıyan ak saçlı bir adamdı. O da aynı genç adamın kendisine yaptığı gibi Sardunya’yı omuzlarından yakaladı , sağ kolunu sırt ından geçirip genç gövdeyi sıkı sıkı göğsüne yasladı. Sardunya’yı kenara çekip fısıltıyla bir şeyler anlatmaya başladı. Yaşlı adamın fısıltıl ı söylevinden sonra Sardunya bir iki derin nefes aldı, dağınık kafasını toparlamaya çalışarak kabullenmiş bir i fadeyle adama baktı. Bir süre boş gözlerle güney’e, geldiği yöne doğru dalıp gitti . Sonra yeniden cebini yokladı, opallerinin t ıkırtısını işitti . Önce bir çeşme başına gidip kanlı yüzünü ve boynunu yıkadı. Yüzündeki bulanık ifade suyun verdiği esenlikle duruldu. Tütün kesesinden bir tutam alıp yaprağa sardı. Çeşmenin serinliğinde sarmasını tüttürdü. Başı döndü önce, yine gözleri karardı. Hemen ardından bir rahatlık hissetti . Sonra yeni bir giysi almak ve karnını doyurmak üzere pazarın kalabalığına daldı.

3.

Sardunya pazar yerine tepeden bakan, huzursuz yurttaşların huzur aradığı bir keyifhanede dinlenmiş, tok, dizlerini ve kollarını dışarıda bırakan yeni fakat ucuz giysisiyle bir örme koltuğa oturmuş takdim yükseltisini seyrediyordu. Yükseltide, tenini aslından daha açık bir renge, saçlarını ise vişne aşılı kızılcık rengine boyamış iki takdimci işitilmeyen bir müziğin eşliğinde dans ediyorlardı . Dansları ve boyaları onları olduğundan çok farklı göstermekle kalmıyor, seyircilerde onlara dokunmak hissi uyandırıyordu. Seyircilerin hareketlerinden bu açıkça anlaşılıyordu. Zaten böylesi bir hissi uyandırabildikleri sürece yükselt ide olma hakkına sahiptiler; alımları ne kadar büyük, devinimleri ne kadar çok ve ahenkli olursa o denli değerl i olabilirlerdi. Sardunya tüm dikkatiyle yükseltidekileri izlerken bir ân durup sordu: Bu iki dansçı , dans etmenin verdiği keyiften değil de hayattan bekledikleri başka şeyler için mi dans ediyordu? Eğer öyleyse bu yükseltide bulunmaya hakları yoktu. Dahası, canına kıyan kızın acıklı gösterisinin anısı hâlâ yaşamaktayken, yükseltideki kan kokusu henüz geçmemişken onlar sanki bu anıyı silmek için çırpınıyor gibiydiler. Az önce bir şey olmamış gibi danslarını gururla sürdürüyor, seyircilerini cezbedebilmek için tüm alımlarını kullanıyorlardı. Đnanıyorlardı ki danslarına kendilerini ne kadar çok kaptırırlarsa yükseltiden indiklerinde dahi danslarının ve alımlarının sihirli hatırası sürecekti. Cazibelerinin verdiği gururla, yoo, böbürlenmeyle yürüyeceklerdi yolda da. Birer tanrı gibi. Kalabalığın ilgisini varlıklarına zincirleyeceklerdi . Sardunya bu kez daha da dikkatli baktı. Gerçekten de hafifsenmeyecek bir beceriye sahiplerdi . Bedenleri birbirine uyumlu ve yakışıyordu. Seyredenlerin aklına getirdikleri şeyse çok belliydi.. . Açık renk boya baldırlarına ve kalçalarına ayrı bir zarifl ik katmıştı. “Öyle değişikler ki ; arzu edilmemeleri tuhaf olur.” diye mırıldandı Sardunya. Hıh! Eğer yeterince opal biriktirir ve danslarını ilerletirlerse merkeze yakın bir halkaya geçebilirlerdi. Ve eğer başarıları daha da büyürse, merkezde, bi lgeler şehrinde yaşayabileceklerini umabil irlerdi . Sardunya’ya göreyse bu dansçılar bilgeliğin çemberinden asla giremeyecekti, çünkü danslarına sızan gizlenemez kösnü ve hırs onları tüm alımlarına karşın iğrenç kılıyordu. Sardunya sanki ilk kez topluyor çıkarıyor, bölüyor

Page 66: Katiller Komitası

66

çarpıyordu. Yükseltiden çıkarsadığı tüm olumsuz izlenime rağmen kendini garip bir biçimde iyi , belki güçlü ya da egemen hissediyordu. Güneşin ısıttığı masasının tam ortasına konan kanatlı kertenkeleyi hayatında ilk kez yadırgamasına rağmen sevimli ala zırhlı hayvana dostça gülümsedi. Kertenkele pörtlek gözlerini açıp kapayarak ve yutkunarak Sardunya’ya yanıt verdi.

Cebinde şıngırdayan opallerle çevresindeki masalardan birinde gizlenen iki gammazın onu izlediklerini fark etmesi aynı âna rastladı . Sardunya ilk başta onların farkında değildi ya da değilmiş gibi yapıyordu. Bir süreliğine olsun ne kötü bir şey yaşamak ne de hissetmek istiyordu. Tekrar bakışını yükseltiye çevirdi . Dans bitmiş, dansçılara övgüler başlamıştı. Birazdan o da bitecek, yükselt i bir dahaki takdime kadar seyircilerinin zihinleri gibi amaçsız, boş fakat beklenti içinde kalacaktı. Sardunya bulanık ve yorgun bakışlarını dışarıdan içeriye çevirdi bu kez. Başını iki avucunun içine yerleştirip gözlerini kapadı.

Babası gibi bir masalcı olarak yaşamaya karar vererek ve babasının tersine kendine yeni masallar esinleyecek yolculuğuna çıkmışken iki , üç ve dördüncü halkada birbirini izleyen üç int ihara tanıklık etmenin büyük şanssızlık olduğunu düşündü. Babasının masallarının hayattaki karşılıklarını değil sade, ona yeni masallar esinleyecek başka yaşamlar da ararken, düşsel anlat ılara konu olmayan -belki de görmezden gelinen- üç kanlı intihara toslamıştı. Ürperdi. Yabancı, ürkütücü bir dünyada sevgilinin dizleri aklımızın kağıdına alelacele nası l çiziliverirse, Sardunya da aynı şekilde babasını canlandırmaya çalışt ı . Si lik bir resim oluştu hayalinde. Bu resimden çocukluğuna dönüştü. Babasının masallarını anımsadı. Babasının anlatılarını masal kılan şeyleri düşündü: Daima umutsuz bir aşkın maceralarıyla dolu, içinde cinler, periler, kötücül ruhlar, iyicil hayalet ler, nifak dolu ebeveynler, sadakatsiz arkadaşlar, kadim dostlar, sevgilileri ayıran yüksek duvarlar, kahredici yanlışl ıklar, yanlış anlamalar, akla aykırı ilişkiler, durumlar bulunan ve insanların birbirlerine karşı acımasızlığını ve sonsuz bağlılığını anlatan masallar dinleyenleri öylesine büyüler, öyle içine alırdı ki; kimse onlardan, onları anlatandan ayrı lmak istemezdi. Her anlatı, dinleyenleri zamanın dışına çeker, onların akıllarını kurcalar, karıştırır, canlandırır ve sonunda dinleyenlerini zindeleşmiş zihinleriyle hayata iade ederdi . Şimdi o masallar her yeni int iharla ya da böylesi bir dans takdimiyle çarpıştıkça tuzla buz oluyordu olmasına ya, Sardunya gene de bütünüyle o sırça anlatılardan kopamıyor, dağılmış parçacıkları toplayıp; yeniden bir araya getirmeye çalışıyordu. Masallarla intiharları açıklamaya çalışıyordu. Ne kadar gezse, ne kadar dolaşsa gitt iği her yere ister istemez onları da götürüyordu. Onlar yanında olduğu sürece ne kadar uzağa giderse gitsin evinden fazla uzaklaşmış sayılmazdı. Bu ona iyi geliyordu. “Đnsan tersten bakınca bir bağaya benzer, nereye giderse gitsin evini kafasının içinde taşır.” Bilgeliğin çemberinden niye hiç ayrılmadığını böyle açıklamıştı babası ona. Onun şefkatli gülümseyişi apaçık canlandı kafasında ve zayıf bedeninin içinden göz çanaklarına yürüyen göz yaşlarını tutamadı. Babasını tüm çocuksuluğu ve içtenliğiyle, yükseltideyken gösterişsiz, tafrasız masal anlatırken anımsadı. Elinin tersiyle elmacık kemiklerine akan ıslaklığı si ldi sonra, hayaliyle birlikte. Gözünün hizasındaki puslu, boş yükselti yeniden durulaştı . . .

Page 67: Katiller Komitası

67

Onu pazar yerinde göğsüne bastıran yaşlı adam dikildi bu kez önüne. Đzin istemeden karşısına kuruluverdi. “Hiç denizi gördün mü?” dedi. Masadaki ala zırhlı kertenkele adamın gür sesiyle havalandı.

Şaşkınlıkla yanıtladı Sardunya havada ok hızıyla uçan renkli hayvanın arkasından bakarken, “Bir masalda çalınmıştı kulağıma. Gece gibi korkunç ve sonsuz. .. Ama...”

“Neyse!” dedi adam hınzır bir i fadeyle arkasındaki yükseltiyi işaret ederek, “Bu, kederli ekinimizin en gülünç ve en vazgeçilmez parçası .”

Masalarında içkilerini yudumlayan iki gammaz dikkat kesildi değişen duruma. Maalesef konuşulanı duyamayacak kadar uzaktaydılar. Teklifsiz karşısına oturan ve koltuğuna yayılarak konuşan yapılı adama tuhaf tuhaf baktı Sardunya. Ama adam tınmadı. Pervasız bakışlarla süzdü genç masalcıyı . Takdim yükseltisini baş parmağıyla işaret ederek,

“Ne onunla ne de onsuz olamayız. Şu hızla akıp giden kalabalığın içinde ne kadar anlamsız isek, yükseltiye çıktığımızda o kadar anlamlı oluyoruz. Ne garip! Belki kimsenin birbirini anlayacak zamanı yok artık. Hah! Kalabalık o kadar hızlı akıyor ki. Opaller her şeyle ama her şeyle öyle garip bir hızla yer değiştiriyor ki. Opaller de her şey de o kadar çabuk, o kadar kolay bitip tükeniyor ki. Ve maalesef bu garip hızla her hangi bir şeyi anlamak mümkün değil.” Sardunya, anlamaz bir ifadeyle bakıyordu adama. Birdenbire suratına bir şamar yemiş ufak bir çocuk gibi kalakalmıştı. Adam acı bir iştahla, aldırmadan konuşuyordu. “Kim bilir , boynunu kesen kız anlaşmanın önüne set olan hızı anlatıyordu belki.”

“Nasıl?” diye kesti sözü Sardunya.

“En hızlı , en kesin tükeniş yolunu gösteriyordu bize çünkü. Belki yükseltinin en anlamlı nasıl kullanılacağını anlatmaya çalışıyordu. Yok etmeye çalıştığı şey kendi değil yükselt iydi belki . Ne dersin?”

“Belki. . . De benim babam...” derken gırtlağında kocaman bir yumruk konuşmasını engelledi. Güçlükle yutkunup sürdürdü, “Yaz akşamlarının serinliğinde, çevresinde toplananlara masallar anlatırdı yükseltide.”

“Baban?”

“Nerkis ile Sazlık’ı anlatan masalcı .”

“Büyük usta Ortanca’nın oğlusun sen! Yolculuğa çıkacağını işitmiştim de inanamamıştım.. . Sardunya?” Sardunya, boş boş baktı adama. “Babanın ölümüyle çok şey kaybetti ülkemiz. Ah! Çok üzdüler onu... O bu acımasız hızı sezinleyen ilk kişi lerdendi.. . Onun izinde gidiyorsun bildiğim kadarıyla? Masallarının bazılarını da sanırım biliyorum.”

“Tek bir masal.”

“Ya! Evet. Đyi huylu hayalet in masalı? Hayalet, birbirini çok seven ama birbirlerinin aşkından emin olamayan iki sevgiliye aşkın gücünü göstermek için onları ölümle terbiye ediyordu. Đki âşık birbirlerinin sevisine kuşkuyla baktıkları için bir türlü birleşemiyordu. Güvensizlik ve şüphe ikisini de yiyip bitiriyordu. Derken hayalet ortaya çıkıyor onları bu dayanılmaz hayattan ölümle kurtarıyordu. Yoksa ikisi de çı ldırarak yitecekti . Değil mi?”

“Gibi.” diyerek isteksizce yanıtladı Sardunya.

“En az babanınkiler kadar güzel . Bir o kadar da kendine has.”

Page 68: Katiller Komitası

68

“Kendine has olmak gibi bir hevesim yok.”

“Doğrusu da bu. .. Ama burada ne işin var?”

“Anlayamadım?”

“Çemberdekiler çemberden ayrılmazlar ki.”

“Ben geziyorum işte.”

“Niye? Diyorum ben de.”

“Bilmiyorum... Farklı kahramanlar ve yerler arıyorumdur belki.”

“Nasıl farklı?”

“Daha bilmiyorum. Bulduğumda bileceğim... Babam da , dedem de, dedemin dedesi de benzer masallar anlatmışlar. . . Onları çok seviyorum fakat içimde konuşan başka biri var.. . Daha fazla duramadım o yüzden.”

“Bir masalcının kendini tehlikeye atması inanılmaz bir şey.”

“Kendimi tehlikede hissetmiyorum.”

“Ülkede olup bitenleri merkezdekiler bilmiyor mu yani?”

“Her zamanki isyanlar, hırsızlık, talan olayları. . . Başka?”

Bir hayalpereste, düş içinde yüzen birine bakılması gerektiği gibi -Daha ne olsun! der gibi baktı yaşlı adam. “Neyse hoşça kal , ben duvarcılar birliğinde onarım amiriyim: Zakkum. Bir ihtiyacın olursa.. . Gelirsin. Ha! Bu arada güzleri ya da kışları güçlü sıcak rüzgârlar eser ya bazen şu ân olduğu gibi. O rüzgârlarla birlikte güzel bir koku gelir ya burnuna. Đşte o koku senin ancak masallarda dinlediğin denizin kokusudur.” diyerek ayağa kalktı, uzaktaki masada dikkat kesilen iki gammaza, ‘her şey yolunda’ anlamında bir işaret çaktı. Ve gitti .

Sardunya’nın ufkunda yükselti bu kez boş haliyle yeniden netleşti . Zakkum’un yükselti hakkında söyledikleri ve koku, görüntünün şeklini değiştirmişti . Kısa sohbetin ardından ilk kez evinde olmadığını, bir yabancıya dönüştüğünü fark etti . Đki gammaz da, artık keyifhanede işleri kalmadığına ikna olarak masalarından kalkıp gittiler. Sardunya’nın eli cebinde gezindi . Opalleri şıngırdadı. Zakkum’un sözleri elini şaşırttı . Elinin nasılda öyle kolayca cebine gittiğine, günde kim bilir kaç kez opallerini şıngırdattığına, istediğini nasıl kolayca satın alabildiğine hayatında ilk kez şaşırdı . Da şaşıracak ne vardı? Ya elini cebine attığında, eli sadece cebin kumaşını yakalasaydı? Ya hiçbir şeyi alamayacak durumda olsaydı? Başını yine güneydoğuya çevirdi . Zakkum, ülkede olup bitenler demekle ne demek istemişt i? Beşinci, al tıncı , yedinci halkalarda nasıl yaşıyorlardı? Oralarda elini cebine att ığında, eli sadece boşluğu avuçlayan birileri olabilir miydi? Bu imkansız! dedi kendine güvenerek. Keyifhanenin eşiğinde uyuklayan insansıya takıldı gözü. Öyle olsa onların şu zavall ı , tembel hayvanlardan farkı ne olurdu? Sadece, sadece konuşmak. Sadece konuşmak insanı hayvandan farklı kı lar mı? Kılabilir mi? Ama çok ama az insanın mutlaka şıngırdatacak opali olmalı. Bir ân durup sıkıntıyla üfledi. Hayal gücünün genişliğine yordu bu düşünceleri . Gövdesine çapraz asılı , sapının bir kısmı kanla lekelenmiş heybesinden defterini çıkarıp bir şeyler karalamaya başladı. . .

Zakkum’un anlattıklarını düşündü bir kez daha. “Adına masal denen uyduruk anlatılar, Zakkum’un anlattıkları yanında daha sahici gibi duruyordu. Neler zırvalıyordu o adam öyle! Ama kızların int iharını

Page 69: Katiller Komitası

69

masallar değil , gerçeği zorluyor gibi görünen, insana tepeden bakan ve çok bilmiş öğretmenlerin ağzından çıkma sözleri andıran o zırvalar çok daha iyi mi açıklıyordu acaba? Hadi öyle olsun, ama açıklamak ne işe yarar ki? Gizemin gücü yanında açıklamanın gücü ne kadardır? .. Canına kıyan üç genç kız, kendilerini yok ederken bu hayatı da beraberlerinde yok etmemişler miydi? Kendi elleriyle hayatlarına son vererek lânetlenmemişler miydi? Böylece ruhlarını da yitirmişler ve hayattan sonraki sonsuz hayata ulaşamadan yokluğa karışmamışlar mıydı? Ne varlıklarını ne de yokluklarını bileceklerdi artık. Geride ne bıraktıklarını da, onlardan sonra hayatın nasıl sürdüğünü de asla öğrenemeyeceklerdi. Sanki hiç var olmamış gibi yok olup gitmişlerdi .. . Bu ne cesaret! Bu ne öfke! Bu... Ne bu!!! Yoo! En umutsuz masalda dahi hiç kimse böyle bir sonla yitirmez hayatını. Kimse lânetlenmeyi ve beraberinde ölümü göze alamaz. Ölüme bir sevgilinin kollarına atı lır gibi kolayca atılamaz kimse. Peki benim bildiklerim, akıl yürütmem nasıl açıklayacak bu korkunç sonu? Ya da bana kim açıklayacak bunu? Ama gizem açıklanamaz ki . Açıklanırsa gizem olmaz ki . Gizem olmadan insan yaşayamaz ki. Çok, çok canım yanıyor. Bu acıya katlanmak çok güç. Çok! Bırak sır, s ır olarak kalsın. Kalsın mı?”

Daha fazla dayanamadı, kalktı keyifhaneden çıkıp yürüdü. Kışın sonu yaklaşıyor, sıcaklık ağır bir sis tabakası gibi ülkeye çöküyordu. Uykulu bir uyanıklık hali vardı üzerinde. Kalabalığı arkasında bırakarak fundalığa çıktı . Ağaçların arasında şeker pembesi kireçle boyanmış bir handa oda kiraladı. Odasının penceresinin pervazına yaslanıp ağaçların arasından sıyrı lıp gelen pazar yerinin gürültüsünü dinledi. Yüzlerini ve bedenlerini daha yeni, az önce açık renk bir boyayla sıvamış birkaç yurttaşını izledi kederle. Sandallarını çözmeden ve istemeden kendini yatağa bıraktı. Ona kalsa asla uyuyamaz, düşünceler içinde dönüp dururdu. Fakat öyle olmadı. Kafasını yastığa koyar koymaz, burnunun ucunda gezinen ıhlamur ve karanfil karışımı bir koku yayan yıldız çiçeklerinin kokusuyla uykuya daldı. Ertesi günün aynı vaktine kadar düş görmeden öylece uyudu. Uyandığında her şey yerli yerindeydi. Her şey aynıydı. Kalktı. Hanın hamamında yıkandı. Üstüne çay ve tütün içti . Düşündü, düşündü ve kararlı bir şekilde handan çıkıp Duvarcılar Birliği’nin yolunu tuttu.

4.

Zakkum’un evinde, tüylü kiraz ağaçlarına bakan pencerenin kenarındaydılar. Evcil bir insansı uyukluyordu yanlarında. Sardunya, sokakta yaşayan hayvanlardan birini ilk kez evde, üstel ik kendine dokunulmasına izin verir bir halde görüyordu: Başının altında bir yastık vardı ve sağ kolunu yastığın altından geçirmiş, bi leği hafif kırık, parmakları zarifçe ve çocukça yelpazelenmişti. Đlk bakışta tam bir insana benziyordu. Zakkum, bir yandan insansının başını okşarken bir yandan da Sardunya’nın kazayla yere düşürdüğü defterindeki birkaç söz üzerine düşünüyordu. Zakkum, insansıyı rahatsız etmeden hafifçe doğruldu, pencereden varlığını borçlu olduğu ülkesine baktı, “Birer melezlemeyiz hepimiz.”

Gözü tüylü kiraz ağacının bir yaprağına takılı kaldı . Gözbebekleri görünmeyecek kadar küçük hareketlerle yaprağın kıvrımlarında dolaşırken,

Page 70: Katiller Komitası

70

sanki isteksiz konuşmaya devam etti , “Ülkeyi kuran ulu rahip Çan hiç kimsenin benzeriyle evlenmesine izin vermemişti. Şişman zayıfla, uzun kısayla, beyaz karayla evlenmek zorundaydı. Bu yüzden hepimiz meleziz. Đyi , sağlam bir toplum yaratmak iddiasının ardında görünüşün bir üstünlük sağlayamayacağı bir yaşam biçimi yaratmak istiyordu Çan. Herkesin beti ve benzi birbirine benzerse, yeryüzünden sözü aşan büyük bir sorunu sileceğine inanıyordu. Tek tip giyim kuşamla bu büyük sorunu aşamayacağının farkındaydı. O yüzden dikkatini yaradıl ışa vermişti . Sade insanlara değil yurttaşı saydığı hayvanlara ve bitki lere de aşılamıştı ülküsünü. Đnsanlarla beraber bitki ler ve hayvanlar da melezleştirilmişti. Baobaplar meyve vermeye, kaktüsler yürümeye, sürüngenler uçmaya, bazı kuşlar şakımayı bırakıp tıslamaya başlamıştı. Çan tüm canlıların özünde, canlılığı sağlayan gözle görülmeyen saydam kürecikler olduğuna inanıyordu. Saydam kürecikler başlangıçta birdi ona göre ve zamanla bozulmuşlardı.

Çan’dan sonra çok ama çok mevsim geçti . Ve sonunda Çan’ın kuramını doğrularcasına görünüşte Güneş Ülkesi’nin yurttaşları uzun, acı lı bir melezleme uğraşının ardından, başlangıçta varsayılan kürecikler gibi birbirine benzer oldular. Gel gör, kurucumuzun ardılları yani çemberin yeni yöneticileri kendilerini diğerlerinden ayırmak istediler. Yönetici olduklarını, güçlerini, gizemli yeteneklerini ilk bakışta kavratacak ayırıcı bir görünüşün peşine düştüler. Mesela ayrıcalıklarını gösteren ekler yapmışlardı giysilerine önce. Tıpkı belinde taşıdığın mor kemer gibi. Tıpkı kemerin tokasındaki güneş kabartması gibi. Kalabalık da aynı ekleri giysilerine takıp, aynı alışkanlıkları edinince yöneticilerin hiçbir ayrıcalığı kalmadı. Bu kez yöneticiler, giysilerini pahalı kumaşlarla ve ekleri de zor bulunan taşlarla yapmaya çalıştı . Ne ki kalabalık bunun da çaresini buldu. Kuyumların ve kumaşların hem sahtelerini hem de daha gösterişli olanlarını giyinip kuşandılar. Sahteyle sahiyi ayırmak çok güçtü. Kısacası, bu aşamada yöneticiler tutturamadı. Đlk bakışta herkes gibiydiler ve sıradandılar. Keşke hiç tutturamasaydılar. . . Bir gün yöneticiler sadece kumaşlar ve kuyumlarla oyalanmayı bırakıp ayrıcalıklarını gösterecek ve ilk bakışta kavratacak çok güçlü bir şey keşfet tiler: Takdim Yükselti’sini!”

Konuşmasına ara verip, kendini anlatmak için hiçbir çaba göstermeyen, öylece duran, sadece duran insansıya sevgiyle baktı bir ân ve sanki onun varlığının verdiği esinle konuşmasını sürdürdü yeniden, “Yükseltilerde önce masallar anlatıldı , ş i irler, şarkılar söylendi, oyunlar sergilendi. Hızla akıp giden, dertlerine gömülü yaşayan kalabalığın ilgisi çekildi . Bir anlamda kalabalık gemlendi ve bi’tek odağa kitlendi. Ardından da yöneticiler boy göstermeye başladılar yükseltilerde. Nasıl? Sanatların dilinden ve yönteminden yararlanarak hem konuşurken hem de davranırken ayrıcalıklı olduklarını gösterdiler yavaşlattıkları kalabalığa. Her biri yükseltide başarılı olabilmek için sözüm ona çok karmaşık ve zorlu bir eğitimden geçiyordu. Ah! Ne çileli bir yoldan geçiyorlardı. Hah ha ha ha! Herkes de onların yükselmek için çektiği çileye inanıyordu yazık ki. Şairler, oyuncular, masalcılar, müzisyenler tarafından eğiti liyorlardı. Sanatçılar da yöneticilerin himayesi alt ında ve huzur içinde güzel ülküleri için çalışıyorlardı. Onlar gibi olmak için bu çileli süreci yaşamak, öğrenmek, öğretmenini seçebilmek ve doyurabilmek gerekiyordu. Kısaca onlar gibi olmak eskisi kadar kolay değildi artık. Gene de bu işin görünen

Page 71: Katiller Komitası

71

yüzüydü. Güzel konuşmak, özenli davranmak, gözlerini nereye çevireceğini bilmek, cafcaflı törenlerle yükseltiye çıkmak, karmaşık mizansenler sergilemek hepsi ama hepsi işin görünen yüzüydü.

Bütün bunların ardında ağır bir fikri kalabalığa kabul ettirmek amaçlanıyordu: Yöneticiler kendilerinin sahip olup da kalabalıkta olmayan şeyleri takdim ediyorlardı kalabalığa. Çünkü kalabalığı ayrıcalıklı olduklarına ikna ettikleri günden beri güçlerinin sınırları da genişlemişti . Onlar cesur, kendinden emin, iyi konuşan resimler olarak kendilerini sundukça seyirciler yetersizliklerine biraz daha ikna oluyorlar, seyirci kalmaya alışıyorlardı . Yöneticiler kendilerini ayrıcalıklı kı larak, tekleşt irerek, eşsizleştirerek kalabalığı yaratmışlardı. Tutuşturulmayı ya da savrulmayı bekleyen bir yığın saman, bir avuç buğday, bir küme yapraktı kalabalık. Kutsal sayılarla gösterilmeye, ayıklanıp tek tek ele alınmaya lâyık olmayan bir çokluk ve değersiz bir şeydi kalabalık. Kanun koyucular şiddeti cezalandırır , bilgeler her canlının tanrısal olduğu iyilikçi, bütünlükçü düşünceyi yayarken bile kalabalığı tek bir isim altında toplama amacı güdülüyordu. Böylece kalabalığı oluşturan tekler sözde bir tanrısallık taşısa da, kalabalık yöneticilerin güttüğü bir yığından başka bir şey değildi. Bu melez öğreti , yöneticilerin kalabalığa verdiği anlamı pekiştiriyordu. Ve bir gün Güneş Ülkesi’nin Anakanunu’nu, Çan’ın kanunlarını -destekler gibi gözükürken- çiğneyip, yaşadıkları tapınakları , sarayları ve kamutayları kendilerinin ilan etti ler. Başlangıçta herkese ait olan şeyler art ık herkesin değildi . Artık sadece bilge değil varsıl ve de ulaşılmaz bir yaşantıya sahipti ler. Demek ki onların gösterileri kalabalığa kısaca şöyle diyordu, ‘Siz eksiksiniz, biz tamız! Siz tanrısalsınız ama biz bu tanrısallığın biricik temsilcileriyiz. Temsil hakkına sahip olanlarsa, tanrısallığı eksiksiz tanıyan ve kalabalığın dağınık düşüncelerini bir bütün haline getirip söze dönüştürebilenlerdir. Susunuz, biz ve himayemizdekiler konuşacak.’ Bu durumda onlarla eşitlenmeye çalışmak küstahlık, ukalal ık, bozgunculuk hatta hıyanet kabul edilebilirdi. Onlar ulaşılmaz ve gizemli güçlerle donanmışlardı. Yöneticilerin başlangıçta farkına varmadan başardıkları şeyse olmadıkları bir şeymiş gibi davranabilmelerinden öte kendilerini kalabalığa inandırabilmeleriydi. Ahhh!..

Sadece yükseltiye çıkmak, seyircilerin dikkatini bir ânlığına çekmek yeterli değildi . Biliyorlardı. Yükseltide sık, uzun ve coşku yaratarak durmak ve böylece akılda kalmaktı önemli olan.” Bu kez tek yapraktan kopup, bütüne, ışıkla yeşili değişen tüylü yapraklar yığınına çevirdi bakışlarını Zakkum. Sardunya yaşlı adamın söylediklerini anlamak için varlığını silmiş sanki gövdesi kocaman bir kulağa dönüşmüştü. Ama hâlâ anlayamıyordu ya da inanmak istemiyordu bilgelerin birer oyunbaz olabileceğini. “Gün ve gece nasıl aklımızda sürekli bir yer edinmişse, onları da öyle belledik. Hıh! Çan, tabiatı fikirlerine yani bize benzetmeye çalışıyordu; onlarsa tabiatın saf taklidi oldular, tabiat gibi vahşileştiler. Birbirini yiyen hayvanlara dönüştürdüler bizi. Kısaca, Güneş Ülkesi’nde melezliğin hükmü kalmadı. Aslına bakarsan Çan’ın kanunlarıydı yeni yöneticilere yol açan. Nasıl? Bunu da kendin bul. . Ama yanıt burada değil.

Son zamanlarda gerçekleşen yükseltilerdeki intiharlara gelince, -dikkatle dinle! intiharlar gerçekleştirildikleri andan itibaren yöneticilerin toplayamadığı kadar seyirci topluyor. Akılda kalıyor. . . Ve şunu iyi

Page 72: Katiller Komitası

72

bilmelisin ki yöneticiler de en az senin kadar merak ediyorlar intiharların nedenlerini.”

“Peki sen bil iyor musun?” dedi Sardunya karanlıkta ışık arayan biri gibi.

Zakkum soruyu hiç işitmemiş gibi sürdürdü, “Ama senin ve çember halkının bilmediği çok daha zor bir mesele var. Hatta üçüncü ve dördüncü halkaların bile bilmediği. . . Güneş Ülkesi’nin son iki halkası hatta beşinci de dahil, açlıktan ve salgından kırılıyor. Haberin var mı?”

“Evet, öyle söylenti var. Đşit tim gibi.”

“Đşittin ha!” Zakkum acı dolu, katılaşan bir gülümsemeyle bir ân durdu. Sonra yeniden konuştu, “Şimdi kısa keseceğim. Ülken için bir şey yapmak ister misin?”

“Ne?”

Dizi dibindeki insansıya yeniden şevkatle bakarak, “Sen ne kadar istemesen de gerçekten kendine has bir insansın. Öncelikle bunu bil. Çemberi terk eden ilk masalcısın sen. Anlatmayı değil sade, dinlemeyi de seviyorsun. Ne kadar inkâr etsen de farklı lık peşindesin. Bilmesen de ülkedeki mutsuzluğu sezinliyorsun. Acı çekmeyi ve acıya katlanmayı biliyorsun. Ve senin aradığın asla ayrıcalık değil . Çünkü ona doğuştan sahipsin. Sana –Đyi biri, denilmesini hak ediyorsun.”

“Ne yapmamı istiyorsun?”

“Sen çemberdensin. Biliyorsun, büyük sayıdan küçüğüne geçmek kadar, küçük sayıdan büyüğüne geçmek, küçük sayıdan hele çemberden biri için her zaman bir ayrıcalıktır. . . Ülkene yardımcı olmak istiyorsan yedinci halkaya kadar git . Ve gör! Eğer söylediklerimin doğru olduğuna hükmedersen, ülkeyi terk et . Orada sana ihtiyacı olanlar var. Seni karşılayacaklar. Kim bilir belki dışarda o masallardaki ölümcül denizi de görürsün. Ha!.. Al.. . Küçük bir hediye!.. Bu tünik önceki kadar güzel .” diyerek Sardunya’ya eskisine benzeyen giysiyi uzattı ve eğilip dizi dibindeki insansının yanaklarından öptü. O andan itibaren zaman yine hızlandı.

5.

Aradan on gündüz geçmişti . Đlkyaz’ın bunaltısı sarmıştı halkaları . Sardunya beşinci , alt ıncı halkayı hızla ve kahrolarak dolaşmış yedinci şehrin alınlığında “IIIIIII” yazan çifte muhafızlı kapısına varmıştı çoktan. Bu muhafızların gözleri yoktu sanki. Sanki ayakta uyuyorlardı. Sanki boş zırhlardı ayakta duranlar. Sardunya’nın hayalkeş kişil iği garip bir anlama biçimiyle -tıpkı bir yaranın sarılması gibi- sarmalanmıştı . Gördüğü şeyler umduklarını, bildiklerini ve güvendiklerini kökünden sarsmıştı . Dördüncü halkada fark ettiği görece bakımsızlık, beşinci ve altıncı halkalarda sefalete dönüşmüştü. Şehir planları diğer halkalardaki gibiydi . Ama oralarda dolaşırken kendini evinde hissetmemişti. Bazı göletlerin, kuraklık zamanlarında -küçük halkalar emdiği için- suyu alçalmıştı ya da bazıları birer hastalıklı bataklığa dönüşmüştü. Buralarda yaşayanlar neredeyse susuz, balıksız ve ekinsizdiler. Yağmalar, talanlar sarmışt ı giderek boşalan büyük şehirleri. Tekil intiharların yerini toplu intiharlar, cinayetler, büyük kıyımlar almıştı . Duvarcı birlikleri çemberden destek istemişler,

Page 73: Katiller Komitası

73

muhafızların sayıları iki üç kat arttı rılmıştı. Buralarda halktan çok muhafızlar görülüyordu ortalıkta. Đnsanlara erken gelen yaşlıl ık, salgınlar ve açlık yüzünden, başlangıçta birbirlerine benzemesi istenen ve melezleştiri len Güneş Ülkesi insanlarının beti ve benizleri buralarda çok ama çok farklıydı. Takdim yükseltileri bomboştu. Arada bir yükseltilerde muhafızlar boy gösteriyordu yahut yı lın belirli günlerinde törenler eşliğinde, kanlı dövüş sahneleri olan, ders verici vahşi oyunlar sergileniyordu o kadar. Pazar yerlerinde kalabalık aylak aylak dolaşıyor; insanlar vakitlerini boş tezgahların arkasında sarmalarını tüttürerek geçiriyorlardı. Muhafızlar çeteci kılığına, çeteciler de muhafız kılığına girip yoksul insanların elde kalan son varlıklarını talan ediyorlardı. Çemberin tüm ülkeye yaydığını iddia ettiği bilgelikten eser yoktu yağmalanmış topraklarda. Sardunya, bir ân kimin daha vahşi olduğunu düşünmüştü, “Bilgelik iddiasıyla semirip duranların mı yoksa bu yabanıl hayata terk edilenlerin mi?” Öyle! Beşinci ve altıncı halkaların halkları terk edilmişlerdi. Yoksulluğa, talana ve melezlik dışı bir yaşama.. . Ölmeye, öldürmeye, intihara i tilmişlerdi. Güneş Ülkesi’nin ülküsel güneşi buralarda parlamıyordu.

Adı Nerkis olan bir kadının öyküsü içler acısıydı. Nerkis, bir ozandı. Elinde arpı kuytu bir yerde lirikler söylüyordu: . . .rahatça uyuyabiliriz evimizde / susmadan konuşan birileri var / tanrıların yerine. .. Đğneleyici dizeleri dehşete düşürmüştü Sardunya’yı . Đlk kez böyle bir şarkı duyuyordu. Yanına gitti . O sormadan kadın anlatmaya başladı: “Oğlum bir ressamdı ama kayıp. Kaç tamay geçti onu bulamadım. Çektiğimiz acıların resimlerini yapardı kanıyla. Kızımsa bir güneş rahibesiydi. Her yıl olduğu gibi çembere hacca gitti ama geri dönmedi. Ondan da haber alamaz oldum. Kocamın yoksulluktan beli büküldü. Eskiden sabahları erkenden kalkar, gölete gider altın yaldızlı alabalıklar getirirdi pazara ve eve. Ama göl, bataklığa döndü. Ne balığımız ne tek bir opalimiz kaldı. Duvarcılar Birliği’nden başka bir iş istedi . Ama boşuna oyalandı. Đş bulamadı. Diğerleri gibi tezgahların arasında sarmasını tüt türüp dolaşamazdı o. Sonunda isyan etti . Ve âsiliğinin cezasını asil kanıyla ödedi. Bense duvarın dibinde, kuytularda l irikler mırıldanır oldum. Artık yükselt iye çıkarmıyorlar beni . Korkuyorlar benden. Muhafızlar da halk da korkuyor benden.” Sardunya dehşetle başını önüne eğdi. Yanlarından turuncu bir kaktüs geçerken, iğneli bir şarkı daha mırıldandı acılı ozan, “Halkın yıldızları göktedir / sizinkiler omuzlarınızda / gök bir sözcüktür / bir sözcük sizin için / ama biz anlamayız göğü / biliriz göktedir gök / sözcüklerse bu dünyadadır”. Çaresiz ve şaşkın ayrılmıştı kadının yanından.

Sardunya beşinci ve altıncı halkalarda gördüklerinden, işittiklerinden allak bullak, kapısındaki muhafızların uyukladığı yedinci halkaya girince çok daha vahim bir manzarayla karşılaştı . Gölet burada tamamıyla kurumuştu. Gölün üzerinden geçen köprü, boşluğa asılı kalmışt ı. Tarlaların yerini çöl almışt ı. Ülkenin gururu melez bitki ler ve hayvanlardan hiçbiri görünmüyordu ortalıkta. Bazen ala zırhlı kertenkeleler bir mızrak gibi hınçla vınlayarak geçip gidiyordu, o kadar. Bir de çölleşmiş toprağın şurasında burasında tek t ırnaklı, tek boynuzlu boz ineklerin iskelet leri çıkıyordu karşısına. Đnsanların evlerini içine yaptığı fundalıkların çoğu yanıp kül olmuştu. Pazar yerinden tek bir çıtı rtı çıkmıyordu. Tezgahlar kırılmış, dükkanlar yağmalanmış, işlikler ve iş

Page 74: Katiller Komitası

74

aletleri çürümeye başlamış, duvarcılar ve diğer çembere bağlı birlikler tasfiye edilmişti . Muhafızlara da gerek yoktu burada. Hayalet şehir olmuştu yedinci halka. Zakkum, ya genç masalcının yedinci halkada neyle karşılaşacağını bilmiyordu ya da ondan bunu özellikle gizlemişti. Sardunya, dehşet içinde ahşabı çürümüş takdim yükseltisine oturdu. Ve tütün sarmaya başladı. Sarmasını tam tüttürecekti ki biri hızla uzanıp, dudakları arasından dolmayı kapıverdi. Karşısında duran bir insansıydı. Hırlayarak ona bakıyordu. Bir tembel hayvanın bu kadar hızlı olabildiğini görmemişti Sardunya şimdiye dek. Đnsansı büyük bir iştahla ganimeti mideye indirecekti ki nerden ortaya çıktığı anlaşılamayan ve melezleri andıran bir, iki, üç, dört insansı daha koptu geldi. Kıyasıya kanlı bir kavgaya tutuştular. Onların tırnak tırnağa diş dişe kavgasına başka insansılar dahil oldu. Ama bunlar öncekilerden daha farklıydı, ellerinde ucu sivrilt ilmiş sırıklar, keskinleşt irilmiş bakır palalar vardı. Onlar gelince öncekiler o ân toz oldular. Sardunya inanamadı, gelenler insandı. Ama en az aç insansılar kadar vahşi, acımasız ve korkunç insanlar. Konuşmayı unutmuş insanlar. Çocukluğundan beri insansıların insan gibi konuştuklarını hayal ederdi. Ama insanların insansıya dönüşebilecekleri aklının ucundan geçmemişti. Đçlerinden en güçlü olanı ve elinde kocaman bir pala tutanı sarmayı kapıp, ustalıkla kalabalığın arasından sıyrıldı ve yarısı kül olmuş, insansız evlere doğru ganimetini mideye indirerek uzaklaşmaya başladı. Ötekiler Sardunya’nın taş kesilmiş bedenine aldırmadan liderlerini izlediler. Sardunya, gizli bir oh çekti. Ve hayatında ilk kez korunmak için sivri ve keskin bir şeyler arandı.

Đki seçeneği olduğunu daha iyi anlıyordu şimdi. Ya gerisin geri çembere dönüp rahatlığın ve buruk hayallerinin kucağına kurulacak ya da ülkenin dışına çıkacaktı. Çaresiz kala kalmışken Zakkum’un söylediklerinden garip bir sonuç çıkardı Sardunya: Ülkenin kurucusu Çan, yurt taşları eşit ve hür olsun istemişti. Ne güzel . Ama bütün kurucular gibi o da temsil hakkını kullanmış yurttaşları yerine karar vermişti . O iyi bir insandı. Ama iyi bir liderin sahip olduğu uz görüden yoksundu. Düşmanlara karşı ülkeyi korumak için inşa edilmiş, birbirini çevreleyen yedi şehrin yedi duvarı , sadece düşmanlara karşı değildi. Anladı Sardunya. Şehirler bu yüksek duvarlarla birbirlerinden de korunuyordu. Sırf babası istedi diye sevgilisinden ayrılan ve bir geyiğe dönüşen masaldaki kız gibi burada yaşayanlar da sanki güçlü bir sihirle, açlığın sihriyle uçup gitmişler ve insansılara dönüşmüşlerdi .. . Karar verdi hızla. . . Günlerce ülkenin dışına çıkabileceği kapıyı aradı. Sonunda kurumuş ve sanki bir göktaşının çarpmasıyla çökmüş göletin dibindeki dolaşım kanallarından birinin doğuya, ülkenin dışına uzandığını fark et ti . Zakkum’un sözünü ettiği o deniz kokusu geldi burnuna. Cebindeki opalleri hınçla avuçlayıp yere fırlatt ı . Hazırlandı. Uzun ve karanlık bir yolculuk vardı önünde.

6.

Çok uzun bir yürüyüşten sonra dümdüz uzayıp giden umutsuz ve karanlık kanalın bir yerinden ışık sızdığını gördü. Işığa yaklaştığında kanala yukarıdan bir gedik açılmış olduğunu fark etti . Kulağına insan sesleri geliyordu. Bağırdı. Đpten bir merdiven düştü aşağı. Tırmandı ve gün ışığına yeniden kavuştuğunda gözlerine inanamadı. Ülkenin dışı insan

Page 75: Katiller Komitası

75

kaynıyordu. Geldiği yöne batıya baktı . Güneş Ülkesi’nin yüksek duvarları ufukta zor da olsa seçiliyordu. Kanaldan tek tek geçerek yedinci halkayı boşaltanlar burda mıydı şimdi? Çevresine bakındı yeniden. Bir masalcının hayal edemeyeceği bir yaşam kurulmuştu dışarda. Đnsanların ölünce gittikleri harika yer burası mıydı? Masallarda yedinci halkanın dışı, ‘deni’, ‘dûn’, ‘cehennem dünya’ olarak geçerdi oysa... Hayatında hiç görmediği kadar çok ve değişik yaratık dolanıp duruyordu çevresinde: Her renkten, boydan... Alelusûl yerleştiri lmiş tarhlardan desen desen, renk renk çiçek ve yaprak fışkırıyordu. Melezler yoktu burada. Başka başka soylardan, ailelerden türemiş hayvanlar, bitkiler ve insanlar vardı. Yer yer kümelenmiş ağaçların arasında hamaklar, uzun sıralar ve onların üstünde de söyleşen, şakalaşan, sevişen, dizlerine açtıkları ağır kitapları her satırında yüzleri değişerek, bedenleri kıpırdayarak okuyanlar vardı. Cins cins ispinozlar, çiçek ve ağaçlarla kaplı kocaman bir resmin içinde gözü ve zihni çevikleşt iren küçük ayrıntı lar gibi oradan oraya koşturuyorlar, şakıyorlardı. Şerbetli hava yüzüne yapışıyordu insanın. Sanki durmak bilmeyen bir koşuşturmaca, tatlı bir telaş, âni patlamalarla gelen sessizlikler ve aynı birdenbirelikle yeniden kopan ahenkli bir gürültü sağanağı yorgunluk vermeden, baş döndürmeden, göz kamaştırmadan sürüp duruyordu. Kimi garip insanlar çekti dikkatini sonra. Bunlar el lerinde iğneler, iğler, kasnaklar ve şişlerle ağlar, kazaklar, başl ıklar örüyorlardı . Neden sonra onların çocukluk düşlerinde olduğu gibi insana dönüşen insansılar olduğunu fark etti . Örgüleri ve işleri kaba sabaydı ama gene de örüyor ve işliyorlardı. Tek tük sözcükler çıkıyordu ağızlarından. Cümleler kuramıyor fakat sözcüklerin yalın haliyle birbirleriyle konuşabiliyorlardı. Biri “Xü ver tanrı!” diyor, “Xüm exeyi!” diye ekliyordu öteki. Yağmuru seviyorlardı. Tanrıdan sürekli yağmur istiyor, toprağı sulamasını diliyorlardı. Geride bıraktıkları yedinci , altıncı ve beşinci halka için istiyorlardı belki de yağmuru. Sözcüklerin yalınl ığına elleri ve yüzleriyle ekler getirmeye çalışıyor, garip yabansı bir dille anlaşıyorlardı. Sardunya, hayretle ve saygıyla seyretti insana dönüşmüş insansıları. Uzaktan sevimli lemarların korkunç çığlıklarını işitti . Hiç tanımadığı hayvanların varlığını hissetti , görmeden.

Derken canlı, rengârenk, herkesin diğerinden şaşırtıcı bir kolaylıkla ayrılabildiği kalabalığın arasından birileri koşup geldi. Ona ip merdiveni sarkıtanlar çıktığı gediği ağır bir kapakla sıkıca yeniden örttüler. Gelenler, aç ve yorgun olduğunu anlayıp, önce yedirip içirdiler Sardunya’yı , sonra bir ağaç kümesinin altına oturtup onunla sohbet etmeye başladılar. Sohbet koyuldukça, çevresindekilerin sıcak halleri, hoş tavırları tutarlı bir şekilde tekrarlandıkça Sardunya, “Đçerde sönmekte olan bir güneşe karşılık dışardaki bu canlı patlamalar, sıçramalar, kopuşlar, bu bütünsüz bütünlükler içinde yepyeni bir güneş parl ıyor.” diye düşündü. Aylardır ruhunu kasıp kavuran yılgınlık yerini şimdi taptaze bir umuda bırakıyordu. Burnundan içeri tüm gövdesine güzel çiçeklerin ve hiç göremediği denizin güney rüzgârıyla gelen diri, tuzlu kokusu doluyordu. Beti benzi ülkesindeki insansıları andıran ve konuşmayı şehvetle seven bir genç adam, “Benzer olmak mutsuzluk getirir. . .” diye heyecanla ona bir şeyler anlatmaya çalışırken, yediği yemeğin rehavetine ve burnuna çarpan şerbetli kokuların verdiği huzura yenik düştü Sardunya. Ve bir çocuk gibi uykuya daldı.

Page 76: Katiller Komitası

76

Ertesi sabah, baharın serinliğiyle uyanıp hiç görmediği denizin tuzlu kokusunu yeniden çekti içine. Dışardaki renkli topluluğun yedi lideri onu sabah kahvalt ısına çağırmışlardı . Neşeli , canlı kalabalığın arasından şakalaşarak, gülüşerek, selamlaşarak geçti ve liderlerin geniş çadırına girdi. Biri sonradan yetişen, eli yüzü kirl i bir çocuk olmak üzere yedi kişi vardı çadırda. Birincisi sayılarla, sayıların gizleriyle uğraştığını söyledi. Đkincisi biçimlerle, biçimlerin yorumlanışıyla ilgil i işlerini gösterdi . Üçüncüsü, savaş sanatlarının tarihi üzerine birkaç cümle etti . Dördüncüsü, insan aklının olmayan şeyleri nasıl icat et tiğini araştırdığını ve kendini bedenin nasıl çalıştığını öğrenmeye adadığını anlattı . Beşincisi, l iderlik ve yönetim yordamlarıyla uğraştığını söylemekle yetindi sadece. Altıncısı , yani liderlerin arasına sonradan katılan çocuk, Sardunya’ya bakıp “Çon çôn mu?” diyerek gülümsedi. O gülünce Sardunya da diğer al tısı da güldü. Yedincisi , çocuktan gülümsemeyi devralıp ayağa kalktı. Ve boşalttığı yere Sardunya’yı oturttu. Ve çadırdan çıktı .

Beşincisi konuştu, “Hoş geldin aramıza. Yedi şehirli Güneş Ülkesi’nin yedi masalını yazmaya ne zaman istersen başla. Burdaki alt ı kişi de yardımcı olacak sana.”

Sardunya şaşkınlıkla baktı oturanlara. Yedinci niye yerini ona vermişti? Nerden çıkmıştı yedi masal yazmak? Ses etmedi. Dinledi.

“Ben sayıları anlatacağım, masallarına aradığın yeni kahramanlara eşlik eden.” dedi birincisi.

“Ben biçimlerin gerçekte olmadığını, onların bizim seçilmiş hayallerimiz olduğunu kanıtlayacağım.” dedi ikincisi.

Üçüncüsü, “Ben, bir savaşçının ne kadar güçlü, ne kadar yetenekli olursa olsun aslında hep yenildiğini kanıt layacağım sana.” dedi.

Altıncısı , kendini tutamayıp kıkırdadı arada. “ Çon çôn mu? Exe bekler. Xü gibi. Ha?” Onunla birlikte diğerleri de kıkırdadı.

Dördüncüsü, “Ben işaretlerin bir zamanlar seni nasıl yanılt tığını anlatacağım.” dedi.

Beşinci konuştu yeniden, “Ben de yöneticilerin senin bildiklerinden daha karmaşık yöntemlerini göstereceğim. Ama önce denize gidelim. Yeni masalların için aradığın yeni yerlerden birine.”

Yedi kişi kalktılar ve o güzel, sanki huzur ve neşe dolu bir resmi andıran çocuklar gibi meraklı kalabalığın arasından geçerek denize doğru yürüdüler. Arkalarında tanıdık bir gölge duruyordu. Sardunya’nın her hareketini izleyen bir gölge.

7. “Đyi” dedi Sardunya gökyüzünü andırır denize bakarken, “de

intiharların nedeni hakkında nasıl hiçbir şey bilmediğinizi hâlâ anlamış değilim.”

Ne ki kimse bir yanıt vermedi. Sadece baktılar. Anlamasını ister gibi, tutkuyla baktı lar genç masalcıya.

Sardunya geriye döndü. Uygarlığın merkezi olduğunu iddia eden ülkesinin dışına kurulmuş güzel uygarlığa baktı. Deniz ve duvarın kıyısında yaşayanlar nası l da birbirlerinden farklıydılar. Denizin kokusu

Page 77: Katiller Komitası

77

üzerlerine sinmişti. Deniz gibi canlı ve kıpırtı lıydılar. Tek benzer yanlarıydı bu. Sanki duvarların dışındaki hayatlarını denize bakarak, denizi ezberleyerek kurmuşlardı. Sardunya yeniden denize döndü yüzünü. Büyülü ufukta hayatında ilk kez karşılaşacağı bir şey yaklaşıyordu. Bir tekne...

Tekne giderek yaklaştı. Yaklaştı. Dev deniz atları, saydam, damarlı kanatlarıyla suyu köpürterek tekneyi kıyıya yanaştırdılar. Güvertede tanıdık bir yüz gülümsedi Sardunya’ya: Zakkum. Sardunya’ya gelmesi için işaret et ti . Altı lider, neşeyle ona, “Git!” der gibi baktılar. Atlardan biri onu zarif boynunda gemiye taşıdı. Yaşlı kaptan kucakladı yüzü ilk kez denizin suyuyla tanışan genç masalcıyı ve, “Tayfalık ne, bilir misin?” dedi . “Hayır.” diye yanıtladı Sardunya şaşkınlık içinde. Pazıbentlerinden birini çıkarıp Sardunya’nın koluna taktı gülümseyerek, “Gidelim o zaman.” dedi kaptan. “Yedinci lider olabilmen için bu gerekli . Hem tayfalık edecek hem denize kıyı veren başka ülkeleri göreceksin. Đlk durağımız ortasında o muhteşem kulenin dikili durduğu ülke olacak.”

Sardunya karşılık vermedi önce, dümdüz baktı sadece. Sonra gülümseyerek “Çocuk ne dedi öyle?” diye sordu.

“ ‘Tohum hazır mı?’ diye sordu insansı di liyle. Çünkü onu insansılar emzirdi. Đnsansılarla aramızdaki güçlü bağlardan biri o.” diye karşılık verdi kaptan.

Sardunya gülümsedi yeniden. Ufka baktı. Denizin verdiği çarpıntı her şeye baskın gelmiş, kafasındaki sorular uçup gitmişti. Tekneyi çeken deniz at ları ı lgara kalktı. Sardunya ufuktaki bakışını kıyıya çevirdiğinde Güneş Ülkesi’nin büyük bir adaya kurulmuş olduğunu fark et ti . Đç içe geçmiş al tı halka ve ortada bir çember ve çemberin ortasında bilgelik kulesini seyretti bir süre. Uzaktan ülkenin dışındaki ormanlarda yaşayan sevimli lemarların ürkünç çığlıklarını işit ti gene. Bir gün geri dönecek, arkadaşlarıyla birlikte ülkesini yeniden ve daha az hatayla kurmaya mı çalışacaktı?

Eli kendiliğinden yüzüne gitti . Parmak uçları , yanaklarındaki pütürcükleri hissetti . Parmağına sıvanan tuzlu pütürcüklerin tadına baktı ; aklından ülkesinin en geniş bölgelerinde yaşanan sefalet geçti hızla ve “Bu sonsuz deniz tanrıların göz yaşlarından yaratılmış olmalı.” diye düşündü.. . Titredi , burnu sızladı ve ardından iki yanağından ip gibi ince iki damla aktı dudaklarının iki kenarına; “Ya da tanrılar.. .” diye düşündü göz yaşlarını tadarken “ . . . tanrılar insanların göz yaşlarından yaratılmış olmalı.”

Lir ik ler : Gökçenur Ç.

Page 78: Katiller Komitası

78

Đ ç in d ek i l e r :

I . “SanKiŞot”

I I . Ejderha

III. K u le

IV. Küskün Büyücünün Çırağı

V . K a t i l l e r Kom i t as ı

VI. Üç Deniz

VII. Güneş Ülkesi

Page 79: Katiller Komitası

79

Arka Kapak Önerisi:

. . . Derken üstüme atlayıverdi ve göğsümü parçalamaya başladı. O beni yer, göğsümü keskin dişleriyle kazarken ben onu okşuyordum. Anlıyor ve göğsümde ağırl ıyordum onu. Benden hiç korkmuyordu. Korkusuzca koparıyordu etimi. Ağzındaki parçaları hastalarıma yaptığım gibi yutmuyor tükürüyordu. Sakin ve huzur dolu baktım ona. Göğsümü iyice oyduktan, damarlarımı parçalayıp lime lime et tikten sonra, kazdığı boşluğa kalbim gibi yumruk olup kıvrılıverdi. . . Orada hâlâ.. . Đlk kez göğsümde bir gelinciğin yaşadığını itiraf ediyorum. Uykuya varmadan önce, göğsümü açıp ona bakıyorum. Belki gitmek ister diye. Ama beni terk etmiyor. Çırpınıp duruyor kalbimin yerine...

Cüneyt Uzunlar:

1968’de Đstanbul Süleymaniye’de doğdu. MSÜ Konservatuarı oyunculuk bölümünden mezun oldu. Sadece özel tiyatrolarda çalıştı . Edebiyat ve fikir dergilerinde şiir, hikâye ve denemeleri yayınlandı. Açık Radyo’da bir hikâye programı yaptı . Halen Pera Güzel Sanatlar’da oyunculuk ve hareket dersleri veriyor. Ve Tiyatro Pera’da oyuncu olarak çalışıyor. Katiller Komitası, yazarın ilk kitabı.