hüseyin batuhan uğur felsefe öğreniyor
TRANSCRIPT
UGUR FELSEFE ÖGRENİYOR
Uğur Felsefe Öğreniyor
Hüseyin Batuhan
ISBN: 975-8295-02-9
©Bulut Yayınları, 1998
Birinci Basım: Haziran 1998
İkinci Basım: Eylül 1999
Üçüncü Basım: Eylül 2002
Ofset Hazulık: Bulut Yayınları
Kapak: Bulut Yayınları
Baskı: Maıt Matbaacılık
Bulut Yayın Dağıtım Tic. ve San. Ltd. Şti. Caferağa Mah. Dr. İhsan Ünlüer Sk. 612
Kadıköy-İstanbul
Tel&Faks: (O 216) 330 59 24 - 414 21 75
E-Mail: bulutyayinf ari@ttneı.net. tr
bulut@sistemd. cam
UGUR FEL SEFE ÖGRENİYOR
İÇİNDEKİ LER
Uğur'a Mektup 9 ÖNSÖZ 13 1. BİLGİ TEORİS İ 1 19
1} 'Bilgi'nin Çok Anlamı ılığı 19 2) Bir Kimseye Hangi Şartlar Altında Bilgi Atfederiz? 21 3) Bilimsel Bilgi - Sağduyu Bilgisi 24
il. BİLGİ TEORİSİ 11 31 1) Bilgi, İnanç ve Şüphe 31 2) Bilgi ve Beceri 39 3) Sorular ve Sorunlar 42 4) Büyük Sorular ve Cevapları 45 5) ilk Teori Denemeleri : Mythos'lar 51
111. TEORİK FELSEFENİN BAŞLANGIÇLARI 59 1) Thales 60 2) Anaximandros 65 3) Anaximenes 66 4) Herakleitos 67
���� � 6) Empedokles 70 7) Atomculuk 71 8) Aristoteles 82
iV. PRATİK FELSEFENİN AÇMAZLAR! 85 1) Olgusal Yargılar - Değer Yargıları 85 2) Değer Yargıları Haklı Gösterilebilir mi? 87 3) Pratik Felsefenin Açmazları 89 4) Değer Yargılarının Görevi 112
V. ÖZLEMSEL DÜŞÜNÜŞ VE BAŞLICA ÇEŞİTLERİ 141 A. Özlemse! Düşünüş (Wishful Thinking) 141 8) Özlemse! Düşünüşün Başl ıca Çeşitleri 145
1) Din 145 2)Ahlak 161 3) Hukuk 165
4) Politika 167 5) İdeolojiler 169
a. Ütopik Toplumcuklar 170 b. Totaliter İdeolojiler 1 70 c. Demokratik ideoloji 1 74 d. Totaliter İdeolojiler ve Demokrasi 182
6) İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi 188
VI. BİLİMSEL VE BİLİM-DiŞi DÜŞÜNÜŞ 193 A. Bilimsel Düşünüşün Temel Öğesi: Mantık 195 B. Bilim-dışı Düşünüş Biçimleri 203
1) Dini İnançlar ve Şarlatanlık 218
2) Politik Öğretiler 229
Vll. TEORİLER VE BELGELEME 241
Vlll. ÖGRETİLERİ N DENETLENMESİ 279 A. Ahlak Öğretilerinin Denetlenmesi 282 B. Politik Öğretilerin Denetlenmesi 289
i. Nazizm 290 ii. Komünist İdeoloji 298 iii. Demokratik Öğreti 302
IX. FİLOZOFLARIN UGRAŞTIGI ÖTEKİ SORUNLAR 307
A. Felsefe ve Şüphe 312
B. Felsefe ve İ nanç 323
SON SÖZ 341
Sevgi l i Uğur,
Bilmem hat ır l ıyor musun, bir gün ziyaretime geldiğinde, biraz da kızg ı n bir tonda, "Şu bizim felsefe hocasın ın anlatt ıklarından hiçbir şey anlamıyorum, lütfen bana felsefenin ne olduğunu söyler misin?" demişti n . Ben o anda "Ohoo, felsefe başlı başına bir ummandır, sana neresini anlatayım?" gibi bir şeyler gevelediğimi hatırlıyorum. Doğrusunu istersen , bu soruyu el l i yı ldan fazla bir zamand ır ben de arada bir kendime sorarım, ama açık-seçik,
özellikle kısa bir cevap veremediğimi görürüm. Ancak bu defa soruyu felsefe okumaya yeni başlayan senin gibi o ldukça zeki bir çocuğun sorması beni bu konu üzerinde daha bir ciddiyetle durmaya iteledi. Öyle ya, senin felsefe öğretmenin in yerinde ben olsayd ım, ne yapard ım?
Uzun boylu düşünüp taşınd ıktan sonra şuna karar verdim: Sana felsefenin ne olduğunu deği l , 'folsefe"den ne anladığımı, dolayısıyla ondan ne beklediğimi anlatabi l irim . Asl ında felsefenin ne olduğunu anlamak için baştan sona bütün felsefe tarih ini okumak gerekir, ancak bunun da fazla işe yarayacağın ı sanmıyorum, z i ra 2500 y ı l boyunca filozof denen adamlar birbirinden çok farkl ı sorunlar üzerinde kafa yormuşlar, bu· nedenle onları "filozof" yapan ortak özel l ikler bulmak hemen hemen im
kansız . Ben de onları uğraştıran çeşitli sorunlardan önemli gördüğüm bir ikisi üzerinde durmaya karar· verdim. Bunu yaparken de genellikle onların düşünüş biçimini "taklit" etmeye çal ıştı m ve
o zaman gördüm ki, fi lozoflar arasında bazı ortak yanlar da var. Bunları n başında amaçları geliyor, z i ra istisnasız hepsi bi lg i
üretme iş ine adamışlar hayatların ı . Ben de bunu göz önünde tutarak en çok bu noktayı vurgulamaya çalıştım, göreceğin gibi .
Bu vesile i le bilgi nin elde edilmesi için hangi şartları n gerçekleştiri lmesi gerektiğini vurguladım, bunu yaparken de gördüm ki, pek az insan bu şartlara uyuyor. O zaman "bilimsel" ve "bil im-d ış ı " diyebileceğimiz düşünüş biçimleri olduğunu ve bi rçok insan ın --bazen farkında bile olmadan-- bilgi edinmekten çok, kendi düşünce ve inançları n ı başkalarına aşılamaya çal ıştığ ını tarkettim. Bi lg i-üretme çabas ında ısrarlı olanların daha çok "doğru" olanı meydana çıkarma tutkusuyla hareket ettiklerin i , bu nedenle de kendi (duygusal) tercih lerini elden geldiği nce bir yana bırakmaya çalıştıklarını gördüm. İşte "bilim adamı " diye adlandırılanlar da bu işi büyük ölçüde başaranlar, Uğur'cuğurn, geri kalanlara ise "filozof" veya "fikir adamı" diyoruz. Bunlar bilgi'den çok görüş veya öğreti dediğ imiz türden fikir ürünleri geliştiriyorlar; elbet onların da amacı aynı , yani doğruluğu yeterince belgelenmiş bilgi ler üretmek, ama bazen ele aldı kları sorunların çok karmaşık oluşu , bazen da kendilerini "özlemse! düşünüş"e fazlaca kaptı rmaları amaçlarına ulaşmaları n ı engel l iyor. Everest Tepesine y ı l lar süren çabalar sonunda ilkin 1 953 y ı l ında ulaşı ldığını unutma!
"Everest Tepesi " dedim de akl ıma geldi: Bilmem bu benzetmem yerinde mi , ama ben felsefenin de, bi l imin de zorlu b i r "düşünme serüveni" olduğuna inanıyorum. Burada amaç doğru ve güveni l i r olanı fethetmek, bu nedenle 2500 y ı ld ı r süren bu serüvenin hikayesi bence Kutup kaşiflerin in veya büyük dağcılar ı n giriştikleri serüvenden daha az heyecan verici deği l . Ne yaz ı k ki, oku l lar ım ızda veri len tüm dersler çocuklara heyecan vermek şöyle dursun , "can sıkıcı" olmaktan b ir tür lü kurtulam ıyor. Öğretmenlerin kendileri bu zevki tatmayı öğrenmemişler ki, size tattırs ın lar!
Göreceğ in gibi, ben bu kitabı senin ve yaşıtları n ın "anlayabileceği" bir di l le yazd ım. Asl ında bu benim her zaman kullandığım dil . Kitabı yazarken duyduğum heyecandan sana da b i r miktar aktarabildiysem, ne mutl u bana! B ir de seni n gibi gençloırin ilgi duyacağ ını umduğum konuları seçmeye özen gösterdim. Asıl amacım da sizlerde biraz bilgi-sevgisi (philosophia) uyand ı rmak, bu vesile i le size "bilimsel düşünüş"ün nasıl bir şey olduğunu anlat ıp bu tür al ışkanlı klar kazanmanızı sağlamak. Bunu yaparken bazen ayn ı şeyleri birkaç defa tekrarlamış olabil i rim. O zaman "Bu kadar kusur kadı k ız ı nda da olur!" deyip geçiver, ama anlamakta zorlandığın yerler olursa, umutsuzluğa kapı lma, aynı yeri birkaç defa okuyup anlamaya çal ış , ama gene de anlamad ığ ı n ı görürsen, an la ki , yazar ne demek istediğini bilmiyor! Belki bu kitaptan felsefen in nasıl bir şey olduğu konusunda fazla bir şey öğrenemeyeceksin , ama olsun, içinde felsefeye, daha doğrusu "düşünme"ye karşı birazcık olsun heves uyan ı rsa, bu kitabı boşuna yazmamış olacağ ım. ·
Sana ilk defa çıkt ığ ın bu yeni serüvende başarılar dilerim.
Amcan
Hüseyin Batuhan
ÖN SÖZ
'Felsefe' sözcüğü insanların kafasında çok değişik çağrışımlara yol açar. Özell ikle hiç felsefe okumamış s ı radan insanlar bunun oldukça "garip" bi r z ih i nsel uğ raş o lması gerekeceğ in i düşünürlerse de, bu sözcüğe herhangi bif anlam veremı;ızler. Lisede felsefe dersi görmüş, hatta b i rkaç felsefe kitabı okumuş olanların da felsefenin ne tür b i r uğraş olduğu konusunda açıkseçik bir fikir edi ndiklerini sanmıyorum. Belki farkl ı bir "ad" taşı
dığından ötürü, bunun öteki bil imlerden farklı bir uğraş olması gerektiğ in i düşünürler, ama gene de tam bir ayd ın l ığa kavuşmuş olmaları ihtimali çok az. N itekim, bu konuda neredeyse bütün ömrümü bu işe vermiş olduğum halde, ben bile yapt ığım işin ne o lduğu konusunda kısa bir formülle dile getirilebilecek bir fikir edinmiş deği l im. Korkarı m , bu bi r yerde bütün "felsefec iler"in ortak kaderi.
Ben , sonunda, "Felsefe nedir?" sorusunu sormanın , hele işe böyle bir soruyla girişmenin yararsız, hatta "anlamsız" olduğuna karar vermiş bulunuyorum. B i ryol bu soruya cevap verebilmek
iç in felsefe tarih in i başından sonuna kadar --bütün girdi çıktısıy
la-- izlemek gerekir, bu da değme babayiğidin harcı değildir. (El
bet aynı şey "din", "bi l im", "san'at", "kültür" ve "uygarl ı k" gibi öte
ki geniş kapsamlı kavramlar için de geçerl i . ) Nitekim, "Felsefe Ansiklopedis i" adını taşıyan büyük bir eseri gözden geçirdiği niz zaman, orada yaln ız "filozof" diye bi l inen Platon, Aristoteles, Descartes ve Kant gib i is imlere deği l , Euklides, Copernicus, Einstein gib i daha çok "bi l im adamı" diye tanıdığınız kiş i le re, hatta Origenes, Aziz Augustinus ve Aziz Aquino'l u Thomas gibi büyük din-adamı veya ilahiyatçı diye ün yapmış kişilerle
karş ı laş ı rsın ı z . Demek istediğim, felsefecileri felsefeci yapan,
13
dolayısıyla onları bi li m adam larından ve ilahiyatçı lardan ayırdetmemizi mümkün kılan ortak bazı n i tel ikler yok, bu nedenle "felsefe"yi tanımlayamıyoruz, ama --bir ansiklopediyi karıştırarak-- felsefecilerle tanışmamız gene de mümkün .
Burada akla hemen şöyle b ir soru geliyor: Acaba filozofların özellikle i lg i lenmiş oldu kları bazı sorular var mı? Ne yazık ki , bu da ç ıkar bir yol değil . Bir kere filozoflar akla gelebilecek her soru i le i lgi lenmişler, onlara cevap bulmaya çal ışmışlar. Ancak bu defa da "Felsefeye Giriş" başı ığ ını taşıyan bir kitap yazmaya kalkan kişi bir tür "seçim güçlüğü" ( hani şu Fransızların "embarras du choix" dedikleri şey) i le karşı karşıya kalıyor. Lise öğrenci lerine h iç değilse birazcık "felsefe zevki" tattı rmak amacıy la da yaz ı lm ış olsa, bu tür bir kitapta binlerce soru arasından küçük b i r böl ümünü seçmek zorundasın ız . İ yi de, hangi ler in i seçeceksiniz?
Düşündüm, taşı ndım, sonunda işe soru sorma i le başlaman ın birçok bakımdan yararl ı olabileceğine karar verdim. Öyle ya, soru sorma arzusu nereden doğuyor ve insan akl ı na esen herhangi bir sorunun cevab ın ı bul mak için hangi yollara başvuruyor, çıkmaza saplanınca ne tür taktikler uyguluyor, sözün kısas ı , soruyu cevaplandırmak için akl ı n ı nasıl kul lan ıyor? Bü tün bu sorulara tatmin edici cevaplar bulabi ldiğimiz takdi rde, bi lgi-ü retımi iş inde insan aklının nasıl ça l ıştığı n ı da öğrenmiş olacağ ız.
Burada bence üzerinde i lki n duru lması gereken nokta, soru sorma arzusunun duyul ması. Bunu bir t ü r zih insel açlığa benzetebi l i riz . Bu tür açlığa da gün l ük d i lde "merak" deniyor. Herhangi b i r şeyi merak eden kişi bu açl ığ ı gidermenin yolları n ı arayacaktı r . Merakın , dolay ıs ıyla soru ları n binlerce çeşidi vardı r ve hepsine aynı yoldan cevap verilemeyebilir. Ancak yollar ba-
14
zen çok farklı da olsa, amaç ayn ıdır : Bilgi edinmek! Buna göre, "bi lg i '' , merakı n uyand ırdığı soruya verilecek güvenilir veya doyurucu cevap diye tanı mlanabilir. Ancak, ileride göreceğimiz gibi , insanlar çoğu zaman merakları nı "sözde-bilgi" dediğimiz "güvenilemez" cevaplarla da g iderebiliyorlar. İ şte merakı zih insel bir açlık g ibi yorumlamanın yanlışlığı burada ortaya çı kıyor, z ira "bedeni" b i r açl ık ancak "gerçek" besin maddeleriyle giderildiği halde, insanoğlu çoğu zaman "zih insel açlığı"nı "sözde" besinlerle giderebiliyor, daha doğrusu giderdiğini sanıyor. Bu durumda yanılmadan söz ediyoruz.
Bazı halde insan yanı ld ığ ın ın , yani bulduğu cevabın yanl ış olduğunun kendisi de fark ına varı r ve hemen ardından doğru bir cevap arama işine giriş ir . Buna "araştı rma" diyoruz. (Bu bazen "soruşturma" biçiminde de ortaya çıkar.) Ancak çoğu halde insanlar yan ı ld ı kları n ı başkalarından öğrenirler. Bir insan ın nas ı l veya neden yan ı ld ığ ı n ı ona aç ık lama işlemine ise "eleştiri " diyoruz. Yanı lm ış olduğunu kendi kendine fark eden insan eleştiriyi de kendisi yapar (özeleştiri). Bi l im adamını s ıradan insandan ayırdeden en önemli özellik, onun sadece aşırı derecede "meraklı" oluşu deği l , kendi yanl ış larını kendisinin görebi lmesidir; bu da daha çok kendini başkalarının yerine kolayca koyabi len insanlarda rastlanan bir özel l iktir. Nitekim , ası l görevi ve amacı bilgi üretmek olan bi l im adamı , sorduğu herhangi bi r soruya cevap bulduğunda , kendine hemen i k i nc i bir soru yöneltmeyi al ışkanl ık haline getirmiş kişidir: "Bakal ım senin bu cevabın gerçekten de doğru mu?" İş i gereği , o kendin i yalnız kendi zihinsel açl ığ ın ı gidermekle deği l , ayn ı soruyu soran herkesin zih insel açl ı ğ ı n ı gidermekle yükümlü sayar. On lara sadece açlıkları n ı "yat ıştır ıcı" besinler sunmayı bir "zül" bilir.
15
Bu tür b i r sorumlu luk duyan insanlara bugün daha çok "bi l im adamı" deniyor, oysa başlang ıçta onlara "fi lozof" deniyordu . Böylece 'felsefe' sözcüğünün etimolojisine gelmiş oluyoruz . Bu sözcük Yunanca 'ph i losophia' sözcüğü nün Arapça 'felasefe' üzerinden Türkçeleşmiş b iç imi . 'Phi losophia' ise "bilgi -sevgisi" veya "bilgi-tutkusu" demek. Sevgi veya tutkunun konusu "bilgi" olduğuna göre, burada as ı l ağı rl ı k 'b ilgi ' terimi üzerinde. Biz de bu derslerde en çok bu ter im üzerinde duracak, dolayısıyla nelere bilgi dediğimizi araştı racağ ız.
Tarih boyunca insanlar ın bu s ı fatı birçok değiş ik z ih insel ürünlere layık gördükler ini bi l iyoruz. O zaman "B ilg i nedir?" sorusunun da tek b i r bel i rgin cevabı olmadığı sonucu ç ı kıyor . Ancak biz bu soruyu b i raz değişti r ip, "Nelere bilgi demek caizdır?" veya "Nelere b i lgi demeye hakkımız var?" biçiminde soracağ ız . Burada soru ister istemez bir "ahlak sorusu" k ı l ığ ına bürünüyor. İ lerde bu son türden soru lar ın birden çok cevabı olduğu nu göreceğiz, z i ra burada iş in içine --ister istemez-- insanın duygusal tercihleri karışıyor. Ancak biz gene de elden geld iğ ince kendi duygularımız ı işe karıştı rmadan işin iç inden çıkmaya, bunun için de, b i r yandan bilg i-üretimi iş ine doğrudan doğru ya kat ı lmış o lan büyük bi l im adamları n ı n bu konuda söylediklerine kulak kabartırken, b i r yandan da onlar ın neden bell i bazı iddialardan bu niteliği esirgediklerini anlamaya çal ışacağız. Genellikle bu tür bir çal ışmaya "bi lgi öğ retis i " (epistemoloji) deniyor. Bu ikinci türden araştırmaların da bir bakıma b i r "bilgi edinme" çabası olduğu söylenebi l i r .
Ancak bu rada "dünyada olup biten şeyler" hakkında bi lg i edinmek deği l , daha çok i nsanlar ın bu şeyler (yani olaylar) hak
·k ında nası l bilgi edindiklerin i , dolayısıyla nelere "bilgi" dedikleri-
16
ni araştırmak söz konusu. İsterseniz buna "bilginin bilgisi'', "bi lg i teorisi", hatta "meta-bi lgi" diyebil iriz. İ lerde göreceğimiz gib i , bi
rinci türden bilgi üreten bil im adamları arasında nelere bilgi demeye hakkımız olduğu konusunda i yi-kötü bir birlik, bir uzlaşma
sağlanabildiği halde, bilginin bilgisi veya bilgi-teorisi konusunda bu tür bir uzlaşma her zaman sağlanamıyor. İşte bu gibi
durumlarda işe kişilerin duygusal tercihlerinin veya semantik zevklerinin karıştığın ı görüyoruz.
17
1
BİLGİ TEORİSİ 1
1) 'Bilgi'nin Çok Anlamlılığı
Dildeki hemen her genel terim gibi, 'bilgi' teriminin de bazen değişik anlamlarda (başka bir sözcük yerine) kullanı ldığını görüyoruz. Örneğin , size, "Bil baka lım , ben bugün kime rastlad ı m?" veya, "Bil bakalım, avucumun içinde ne var?" d iye soran bir tanıd ığ ın ız herhalde burada 'bilmek' sözcüğünü daha çok "tahmin etmek" anlamında kullan ıyor. Asl ında size bu soruyu soran kimse sizin bu sorunun cevabın ı bilmediğinizi, hatta bilemeyeceğinizi düşündüğü için sorusunu bu biçimd e soruyordur. Öyle ya, dostunuz sizin de tanıdığ ı n ı z bir isine rastlam ıştır, ama onun rastladığı kişiyi görmemiş olduğunuz için, olsa olsa onun kim olduğunu tahmin edeb i li rsiniz, bunun için de ortak tanıdıklarınız arasından onun rastlamak ihtimali en az olan biri ni düşünüp bu lmanız gerekecektir, bu da hiç kolay bir iş değild i r. İlerde göreceğimiz gibi, bilimde tahmin s ık başvurulan bir yöntemdir ; bu tür tahminlere bazen hipotez, bazen de teori diyoruz.
'Bi lmek' f i i l in in bir başka kullanıl ış ına bir cenaze töreninde imamın törene katılanlara sorduğu "Merhumu nas ıl bilirdiniz?" sorusunda rastl ıyoruz. Aslında o bu sorusunu şöyle de sorabi l ird i : "Merhumu nasıl tanırdınız?" Burada 'tanı mak' asl ında b ir insanı "değerlendirmek" anlamı nda ku l lanıl ıyor. Nitekim, oradaki ler bağlamdan bunu kolayca anladıkları için, adet olduğu üzere, "İyi bilirdik" diye cevap verirler; bu da "Merhumun bizim üzeri-
19
Uğur Felsefe Öğreniyor
mizde b ıraktığı genel izlenim, onun iyi bir insan olduğu biçiminde idi" anlamına gelir. Elbet imamın burada 'bilmek' fi i l ini kullanmasın ın daha derin bir anlamı var: Bu da törende hazır bulunanların merhumu yakından tanımış, yani onun çeşitli söz ve davranışlarına uzun zaman tanık olmuş kişi ler olduğunu varsayması . "Görmek" ve "duymak" bir insanı tan ımanın, dolayısıyla onun hakkında bilgi edinmenin en gözle görülür yolları olduğuna göre, burada imamın sorusu çok yeri nde; ancak verilen cevap genellikle gerçeği yansıtmaktan uzaktır , zira, i lerde göreceğimiz gibi, insanların değerlendirmeleri genellikle birbirinden farkl ıdır.
'Bilgi' sözcüğünün bazen karışıklığa yol açan bir başka kullan ımı daha var: "Bu kitapta yanlış bi lgiler var" veya "Düşmanın haber alma servisleri bize yanlış bilgi vermiş" türünden cümlelerde 'bilgi' sözcüğü "ir ıformation" (Osmanl ıca "malumat") anlamında kullanı ldığı için, en azından Türklerin kafasında kavram kargaşasına yol açabilir. Nitekim, hemen herkesçe kabul edilen anlamına göre 'bilgi' (Fr. 'Connaissarıce', İng. 'knowledge', Alm. 'Erkenntnis') yanlış olamaz, z i ra "doğru" olmak bilginin en te
mel niteliğidir. Buna göre, yukarıdaki cümlenin "Bu kitapta yanlışlar var" ve "Düşmanın haber alma servisleri bizi yanıltmaya çal ışmış" biçiminde yorumlanması gerekir. Ankara'ya Mavi Trenin kaçta kalktığını sorduğunuz memur size, tren 1 4:30'da kalktığı halde, "Saat 1 5:30'da kalkıyor" diye cevap verirse, size yanlış bir bilgi vermiş olmaz, düpedüz sizi yanıltmış o lur, ancak dilimizde 'in formation' sözcüğünün ayrı bir karşı l ığı olmadığı için, bazen 'yanl ış bilgi' terimi ku llanı lmaktadır. Belki b iz de 'informasyon' yerine 'öğreni' g ib i bir terim kullanarak bu tür karışıkl ıkları önleyebi l i riz . Derslerde genel l ik le çocuklara "bilimsel" dediğimiz (doğruluğu bilim adamları nca kabul edilen) türden bilgi-
20
Bilgi Teorisi 1
ler öğreti lmeye çal ışı l ır. Ancak işe öğretme karıştı ğı için, öğretmenin çocuklara bazen "bilimsel " açıdan doğrul uğu saptanmamış, hatta bazen yanlış olduğu saptanmış şeyler öğretme
si mümkündür. Bu bakımdan öğrencilerin ders kitaplarında yazı
lan, dolayısıyla öğretmenin derste anlattığı her şeyin bir "bi lgi"yi dile geti rdiği varsayımından kurtulmaları gerekir . Bilgi, tan ı mı
gereği, yanlış olamaz, ama kitaplar ve öğretmenler çocuklara
yanlış şeyler öğretebilir, daha doğrusu belletebilirler. Bu ne
denle öğretmenler çocuklara öğrettikleri şeylerin doğru oldukla
rını kanıtlamakla yükümlüdürler. Aynı şekilde, öğrenciler de öğ
retmenler karşısında eleştirici bir tavır takınmaya, yani her söylenene i nanmamaya çalışmalıdırlar.
2) Bir Kimseye Hangi Şartlar Altında Bilgi Atfederiz?
Herhangi bir şey bildiğini sanan kişi genellikle bir iddiada bu
lunur. Buna göre, iddiada bulunmak insanın doğru olduğunu varsaydığı bir inancını dile getirmesidir. Bir i nanç doğru da olabilir,
yanlış da, dolayısıyla bir insanı n herhangi bir inancın ın doğru ol
duğunu sanarak bir iddiada bulunması onun gerçekten bir şey
bildiğini göstermez. Bu nedenle, bizim herhangi bir i nsana bilgi atfedebilmemiz (onun bir şey b ildiğini söyleyebilmemiz) için
onun iddiasının doğru olduğunu kanıtlayabilecek durumda ol
ması gerekir. Bir i nsan yanlış bir i nanca saplanmışsa, yanılıyor demektir; inancının doğru olduğunu san ıp bir bilgi iddiası nda bu
lunuyorsa, başkalarını da yanıltıyor demektir. insan bir şey bildi
ğ inden emin olmadıkça bi lgi iddiasında bu lunmamalıdır; bu
özel l ikle öğretmenler için geçerli . Aynı şekilde, öğrenme arzusu ve isteğini duyanlar da yeterince belgelenmemiş iddialara iltifat
etmemek, onları şüphe i le karşılamakla yükümlüdürler, zira an
cak bu şekilde kendilerini yanılmaktan koruyabi lirler.
21
Uğur Felsefe Öğreniyor
Bilgi iddiasında bulunan sıradan insanlar bu konuda her türlü sorumluluk duygusundan yoksundurlar, z i ra bunu ya akıllarına öyle estiği, ya da "bilgiçlik taslamak" iç in yaparlar, hatta bazen düpedüz "işkembeden" attıkları bi le olur. Doğruluğundan emin olmadıkça herhangi bir iddiada bulunmamak, bulununca da iddias ı n ı kanıtlamakla yükümlü olduğunu düşünmek ancak kendilerini bilgi-üretme işine adamış olan kişilerde, yani filozoflarla bil im adamları nda rastlanan bir niteli k. 'Filozof' sözcüğünün "bilgiye tutkun" anlamına geldiğine daha önce değinmiştim . Bugün kendilerini insanlığın bilgi dağarcığ ın ı daha da zenginleştirme tutkusuna kaptı rmış olanlara "bi l im adam ı " diyoruz. Bi l im adamın ı s ı radan i nsandan ayırdeden en öneml i özel l ik onun "doğruluk sevgisi" i le tutuşması, dolayısıyla doğruluğunu kanıtlayamayacağı herhangi bir iddiayla ortaya çı kmaktan dikkatle kaçınmasıdır . Böylece bilgi üretimi son derece meraklı, o ölçüde de üstün zekalı ve başkaları na karşı sorumluluk duyguları son derece gelişmiş küçük bir azın l ığı n iş edindiği bir uğraş. Biz de bi lgi'den her söz edişimizde bu azın l ığ ın gerçekleştirmeye çalıştığı standartları göz önünde tutuyoruz.
Bilgi iddiasında bulunan kişi kim olursa olsun , bu standartlara göre, o kişiye bilgi atfedebilmemiz için şu üç şartın gerçekleşmiş olması gerekli ve yeterl idir: 1 ) İnanma şartı ; 2) Doğruluk şartı; 3) Belgeleme şartı . a herhangi bir iddia sahibinin adı n ı , p, a'n ı n iddiasın ı temsil etsin. O zaman a'nın p'yi bildiğini şöyle di le getirebil iriz:
TANIM : a, p'yi bi l iyor= a, p'nin doğru olduğuna inanıyor + p gerçekten de d oğru 'dur + a'nın el i nde p'nin doğru olduğunu belgelemeye yetecek kadar kanıt vardır.
Birinci şart aslında biraz da sudan bir şart, zi ra insanlar doğru olduğuna inanmadıkları, hatta bazen doğruluğundan emin
22
Bilgi Teorisi 1
olmadıkları bir iddiada bulunmazlar. Bunun tek istisnası yalan söyleme durumudur. Yal n ız bu defa da yalan söyleyen kişi iddiasının yanlış olduğundan emindir, bir deyime bile bile yanlış
bir şey söylemektedir. Bunun dış ında insanlar genellikle doğruluğundan emin oldukları iddialarla ortaya çıkarlar.
Buna göre inanma bil me 'nin onsuz olunamaz bir şartı oluyor. Arıcak daha çok psikolojik bir önemi olan bu şart gerekli olmakla birlikte yeterli değildir, zira bir insanın kesinlikle emin olduğu bir iddia bile yanlış olabilir, yoksa inanma (dolayısıyla
emin olma) i l� bilme arasında hiçbir ayrım kalmazd ı . Bu nedenle sadece inanca dayanarak bi lgi iddiasında bulunmak sorumsuzca bir davranıştı r. ( İlerde ideolojiler'den, bu arada din'den söz ederken, bu tür sorumsuzca davranışların toplumları felakete götürebildiğini göreceğiz.)
Herhangi bir iddiaya muhatap olanlar için bu şart yeterl i ol
mad ığı gibi , gerekli de deği l . Nitekim, reklam ve propaganda
amacıyla öne sürülen iddiaların hemen hiçbirisine iddia sahipleri inanmaz, zira onların amacı, herhangi bir iddianın doğruluğuna
başkalarını inandırarak bir malı beğendirmek veya bir fikri ka
bul ettirmektir. Burada uyan ık olmak, yani iddianın duygusal etkilerine kapılmamak hitap edilen kiş ilere düşüyor. Sorumluluk
duygusu taşıyan, dolayısıyla söylenenlere kolayca kanmayan muhataplar öne sürülen idd ian ın doğru luğunu destekleyen bel
geler aramakla yükümlüdü r.
Doğruluk şartı na gel ince: Bu şart da gerekli, ama gene de yeterli değil , zira büsbütün "işkembeden" atılan bir iddia da ba
zen doğru çıkabilir. Hemen bütün şans oyunlarında bu durumla s ık sık karşılaşırız. Attan hiç anlamayan birisinin bir at yarışında
23
- ---------
Uğur Felsefe Öğreniyor
gelişigüzel oynadığı atı n b i ri nci geldiğini, (daha i lginç bir örnek almak için) bir başkasının bir sayısal lolo kağıdım gelişigüzel doldu rduğu halde büyük ikramiyeyi kazandığı n ı düşünelim: Her ik i durumda da o kişiye "bilgi atfetmeyi" düşünür müyüz? Elbet hayı r , z i ra o kişi n in büsbütün "işkembeden atma" tahmini doğru çıkmışt ı r, ama ne o kimse başta tahminin in doğru ç ıkacağına inanmışt ır (1. şart), ne de elinde onun doğru çıkacağına dair herhangi bir "ipucu" veya belge vard ır, yani 3. şart gerçekleşmemiştir. Biz ancak her üç şartın da gerçekleştiği durumda bir kimseye bilgi atfedebiliriz.
Buna göre, bir kimsenin bir şey bildiği n i iddia etmeye hak kazanması için el i nde iddias ı n ı n doğruluğunu kanıtlamaya yeterli belgeler sunabilecek durumda olması gerekir. Belgeleme (veya kanıtlama) iddia sahibinin bir şeyi nasıl veya nereden bildiğin i açıklayarak iddias ı n ı n doğruluğuna güvenilebileceğini, başka bir deyişle, iddias ın ın doğrul uğundan şüpheye mahal olmadığını göstermesidir. (Örneğin , ben 200 yıl yaşayacağıma veya Bolivya'nın başkentinin Tegucigalpa olduğuna i nanabil irim, ama bunları bildiğimi iddiaya kalkarsam, herkese alay konusu
olurum, z i ra b ir insan ın kaç yı l yaşayacağ ını b i lmesi söz konusu
değil, kaldı ki Bolivya'n ın başkenti Tegucigalpa değil, La Paz.)
3) Bil imsel Bi lgi - Sağduyu Bi lgisi
Çoğu s ıradan adam bi rçok şey bildiğini sanır, ama gerçekte pek az şey bil ir. Bunun nedeni şudur: Sıradan adamı n bi lg i edi nmeye ne fazla ihtiyac ı , ne yeteneği, ne de zamanı vard ı r. O genellikle yaşamını sürdürebilmesi iç in mutlaka gerekli olan b i lg ilerle yet i n i r . Bunlar da beş duyusu i le elde ettiği, bel leği yard ım ı ile akılda tutmak zorunda olduğu bilg i lerd i r . Bunlardan yararlanırken bazen mantığını, yani sağduyusu i le doğru-
24
Bilgi Teorisi 1
dan doğruya elde edip akl ı nda tuttuğu bilgı ler aracı l ığ ıy la dolaylı biçimde başka bi lgiler elde etme yeteneğini kul lan ı r. Örneğ in ,
bir babanın oğlunu belli b ir uçakla Almanya'ya yolcu ettiğ ini , bir süre sonra da o uçağın bir dağa çarpıp parçalandığını ve uçak
takilerden kimsenin kurtulamad ığın ı radyodan duyduğunu düşünel im. İşte baba duyu ları ile elde ettiği bu iki bi lgiden şöy le bir sonuç çıkarmakta gecikmeyecektir: "Benim oğlum da o kazada ölmüş olmalı ! " Gerçekte oğlunun ölenler arasında cesedini görüp bu sonuca varmış deği ldir, ama geçerl i mantık kuralları uyarınca oğlunun da ölmüş olması gereki r . İnsanlar mantı kları yard ım ıyla durmadan bu tür bilgiler edinirler, nitekim sözü geçen babanın oğlunun ölümünü kendi gözleriyle görmüş gibi davranmasında (örneğin ağlamaya başlaması nda) şaşı lacak hiçbir yan yoktur. Nitekim biz bu du rumda ona "Oğlunun öldüğün ü nereden biliyorsun?" diye sorduğumuzda , vereceği cevap genell ik
le şu olacakt ır : "Ben oğlumu kendi ellerimle o uçağa bindirdim; radyo o kazada uçaktakilerden hiçbirinin kurtulmadığını bildirdiğine göre ... " Gerçi bu du rumda insanlar duydukları na ko lay ko
lay inanmak istemezler, ama ger.çek ergeç ortaya ç ı kacaktır.
İlerde sağduyu bi lg isi ile bi limsel bilgi arası ndaki ayr ımlara daha sistematik bir biçimde dokunacağ ım ; ancak bi lginin hangi türü söz konusu olursa olsu n, bilgi iddiasında bulunan kişinin bu iddias ın ın hesabını verebilmesi, bunun için de şu veya bu nedenle iddias ın ın doğruluğundan şüphe eden kişilerin --herkes in kabul edebileceği belgeler göstererek- bu şüphelerin i dağıtabilmesi, bu şekilde iddiasının " inanı lmaya değer" olduğunu kan ıtlaması gerekir. Bu ku ral bi lgi-üretme idd ias ında olanlar iç in haydi haydi geçerli.
Bazı bilg i ler kişilerin özel malı o lduğu , dolayısıyla onlarla birlikte yok oldukları halde, başka bazı bilgiler doğrulukları bi lim
25
Uğur Felsefe Öğreniyor
adamların ı n ezici çoğunluğu tarafından onaylandıktan sonra herkesin her zaman başvurabileceği ortak bir kaynak oluştururlar. Ansiklopedilerin sistematik b i r biçimde derlediği bu bilgiler aynı zamanda ders kitaplarının da belkemiğini oluşturur. Bugün bilgi üretimi işinde küçük büyük milyonlarca kişi çal ışmakta ve bu şekilde insan bilgisi her geçen gün çığ gibi büyümektedir. Başta bu bilgilerin her biri onları i lk üretenlerce birer iddia olarak ortaya atılmışlar, sonradan bu iddialara yöneltilen itirazların haklı olup olmadıkları uzun boylu tartış ı ldıktan ve iddiaya artık yeni itirazlar yönelti lmediği saptandıktan sonra, iddialar bilgi katına yükseltilmişlerdir. Eğer bir iddia itirazlara hedef olmakta devam ediyor, ama gene de bilim adamları tarafından ciddiye al ınıyorsa, o zaman ona hipotez veya teori adı layık görülür. Bu tür h ipotez veya teoriler henüz bilgi-adayı durumundadı rlar, bazen bilgi kat ına yükselmeleri yüzlerce yıl alabil ir . Ancak bilgi katına yükselti l dikten sonra tekrar teoriye dönüşen iddialar da vardır.
Genellikle ansiklopedi lerle ders kitaplarında hem bilgiler, yani doğrulukları ndan artık aklı başında hiçbir bil im adamının şüphe etmediği iddialar; hem de doğru lukları bir çoklarınca yeterince belgelenmemiş sayılan hipotez ve teoriler yer al ır. Bu bakımdan matematikle mantığa ait doğruların d ışında kalan bütün iddiaları gerçekte "bilgi-adayı" saymak mümkün. ancak insan hayatı oldukça kısa, buna karşı l ık öğrenilecek şey neredeyse sın ı rsız olduğu için , insanlar her şeyi bu kadar ince eleyip sık dokumazlar ve oldukça iyi (=yeterince) belgelenmiş iddialara bilgi gözüyle bakmakta bir sakınca görmezler. Buna göre, "bilimsel" bilgiyi kabaca şöyle tanımlamak mümkün :
26
TANIM : P olduğu biliniyor = P doğrudur + elde P'nin doğru olduğunu kanıtlayan yeterli sayıda belge var+ konunun uzmanı hemen hiçbir bilim adamı P'nin doğruluğundan şüpheye gerek görmüyor.
Bilgi Teorisi 1
Ben bu tanımda bil im adamı dediği miz insanlar ın herhangi bir
i dd ia karşısındaki genel tavır ve davran ış larını özetlemeye çalıştım. Gene de tanı mda geçen bazı teri mleri n anlamını açıkla
mam gerektiğini düşünüyorum .
İ l kin 'doğruluk' ('truth') terimi üzerinde duracağım . Daha önce
de dediğim gibi, dürüst bir insan doğru olduğuna inanmadığı bir iddiayla ortaya ç ıkmaz . Birisinin "Tegucigalpa Honduras'ın baş kentidir" dediğini düşünelim: Bu iddianı n doğru olması için Hon
duras'ın başkent ine gerçekten de 'Tegucigalpa' adının verilmiş
olması gerekir. Genellikle bu adı taşıyan şeh ir ya gerçekten de
Honduras' ı n başkent id i r, ya değild i r. İ ddia sahibi Tegucigalpa'n ın gerçekten de Honduras'ın başkenti olduğu na inanıyorsa, yani iddiası gerçek bir durumu dile getiriyorsa, böyle bir iddiada
bulunur; buna karşı l ı k, bir başkas ı Honduras'ın başkentinin başka bir ad taş ıd ığ ı na inanıyorsa, bu iddiaya itiraz eder, yani onun doğru olmadığ ını , gerçeği yansıtmadığını iddia eder. Her iddi
anın doğruluk-değerinin ne olduğunu bi lmek pek kolay olmadığı
gibi , bir iddianın yanlış olduğunu kan ıtlamak da o derece zordur.
Burada son derece basit bir örnek üzerinde durduk, söz konusu iddia (örneğin Darwin'in "E_vrim Teoris i" gibi) çok kapsamlı ve karmaşık bir teoriyi di le getirseydi , teorinin doğru mu, yan l ı ş mı o lduğu bazen yüzlerce yıl süren tartışmalara yol açabilirdi.
Belgeleme şartı'na gelince: Burada en çok tartışmaya yol açabilecek deyim 'yeterli sayıda belge' deyimi olsa gerek. "Kime göre yeterli sayıda?" S ıradan insanlar büyük teori lerin doğru luk
veya yanlışlığını tartışacak durumda deği ldir le r. Ya buna i lg i duymazlar, ya da teori sahibinin dayandığı belgeleri değerlendi
recek ön-bilgiye (background knowledge) sahip değ ildi rler. Bu
nedenle s ı radan insanlar kend i lerine en çekici veya kolay ge-
27
Uğur Felsefe Öğreniyor
len teorileri tercih ederler. Nitekim, "Evrim Teorisi" onlara genellikle fazla karmaşık veya zor gelir, bu nedenle de eğer esasl ı bir "bi l im kültürü" almamış larsa, onlara çok daha kolay ve çekici gelen "yaradıl ış teorisi"ni terci h ederler, z i ra s ı radan insan ın "doğru olan hangisidir?" türü nden b i r kaygıs ı yok gibidir.
Böylece üçüncü şartta 'konunun uzmanı' deyimini niçin kullandığ ım ı da kısmen açıklamış oluyorum. "Uzmanl ık" bi lgi birikimin in tek kişin in öğrenme kapasitesin i aşacak boyutlara vard ığ ı bir dönemde ortaya çıkmış olan bir olay. Bu anlamda uzmanlığ ın uygarlıkla birlikte oluştuğu söylenebilir. İ nsanların çiftçi , zanaatkar, memur, yönetici, d in adamı gibi değişik beceri öbeklerine ayrılmas ın ı uzmanl ığ ın başlang ıcı sayabi liriz . İşin i lginç yan ı , bi lgi-üretme işinde uzmanlaşanların da, kendi alanlarında üretilen bilgi tek kişinin altından kalkamayacağı kadar artınca, ister istemez uzmanlaşmak, yani daha dar bir b i lg i alan ında çalışmak zorunda kalması. Bu nedenle astrofizikle i lg i li bir konuda öne sürülen yeni bir iddianın doğru olup olmadığını ancak bir başka astrofizikçi denetleyebilir.
Yalnız bell i bir alanda öne sürülen yeni bir iddianın yeterince belgelenmiş olup olmad ığ ın ı pratikte ancak o alanda uzman olanların o iddianın doğruluğundan artık şüpheye gerek olmadığ ına karar verip vermemelerinden anlarız. Bunun da en kestirme yolu iddiaya yöneltilen itirazlar ın durup durmadığ ına bakmaktır.
Şu noktayı hatırlatmakta da yarar görürüm: Dünyada olup bitenleri açıklama amacına yönelik hemen h içbir teori yoktur ki, artık eleşti ri lemez olsun ! Gerçekte olan şudur: Eleştiriler bazen insanların fazla ilgisini çekmeyecek kadar azal ır. Hatırlatmakta yarar gördüğüm bir nokta da şu: Neyin b ilgi adına layık olduğu-
28
Bilgi Teorisi 1
na sadece ve sadece konunun uzmanları karar verir, burada sıradan adamın söz hakkı yoktur, zira o sadece bir bilgi tüketicisi olup yalnız kendisine gerekli olan bi lgileri öğrenmek hakkına sahipt ir, hepsi o kadar. işte bu ayrı mın bi l incinde olmay ıp da uzman bil im adamlarının ortaya koymuş oldukları bilgi veya teori-
. leri eleştirmeye kalkanlara "şarlatan" diyoruz.
29
il
BİLGİ TEORİSİ il
1) Bilgi, İnanç ve Şüphe
Bundan önceki bö l ümde hangi şart lar altında herhangi
b i r inanç veya idd ian ın bilg i katına yükseld iğin i gördük. Asl ında her insan sonunda "bilgi"ye ulaşmak, bu şekilde "yanılma" ihtimalini ortadan kaldırmak ister, ancak onun bu arzusu nadir durumlarda gerçekleşir, bu nedenle de çoğu zaman inanmak'la yetinmek zorunda kal ı r . Bu anlamda i nanç i nsanın bi lme açl ığ ın ı gideremediği durumlarda, onu yatıştırmaya yarayan psikolojik bir sözde-besin maddesi sayılabilir. Genellikle insan günlük yaşam ın ı beş duyusu, belleğ i ve bir de mantığı yard ımıyla elde et
tiği dolaysız ve dolaylı bilgilerle sürdürür. Beş duyusu ona çevresindeki nesneleri, bunlar ın çeşitli niteliklerini tanımayı öğ retir. Bu tür bilgi sayesinde ileride nesneleri değişik gruplara ayırmayı ve böylece kavram kurmayı, hatta onlara değişik adlar vermeyi öğrenecektir. Bu yetenek, belli bir ölçüde öteki hayvanlarda da vard ı r ; nitekim bir köpek bir kediyi başka bir köpekten, bir insanı ise bütün öteki hayvanlardan ayırdedebildiğı gibi, bir inek hangi tür otların "yenebilir", hangilerin in yenemez olduğunu bir iki de
nemeden sonra kolayca ayırdedebilir. Bunları hayvanları n davranışlarından anlıyoruz. Nitekim, bazı hayvanlar binlerce i nsan aras ından kendi sahiplerini bulup çıkarmakta yanılmazlar. Onlar en çok birbirine çok benzeyen biri canlı , öteki cansız (yapay)
i ki nesne karşıs ında yanı l ı rlar , bu da onlarda "can l ıl ı k" kavramının fazla gel işmediğini gösteriyor. Ona bakarsanız , bir köpek
31
Uğur Felsefe Öğreniyor
zeki bir insanı aptal olan ından, hatta güzel bi rini çirkin olanından da ayırdedemez. Bu nedenle bazı kavramları sadece insanları n geliştirmiş olduğunu düşü nüyoruz.
Yukarıda hayvanların da bazı nadir durumlarda yanıldıklarını gördük. Hayvanlar ın en zekisi diye kabul edilen bir şempanze bile aynada veya suda gördüğü kendi hayalini bir başka hayvan sanabilir. Aynı şey bebek yaşındaki bir çocuk için de geçerli. Ancak şempanze de, küçük çocuk da uzun deneme ve yanılmalardan sonra aynadaki hayalin kendi hayalleri olduğunu öğrenebilirler. Burada öğrenme eski bir yanı lmayı tekrar etmeme anlamına geliyor. Yanıla yanıla yanılmamayı öğrenme yeteneğine sağduyu (common sense) diyoruz. Bu anlamda sağduyuyu aklın ilk aşaması sayabiliriz. Yanılmalarından ders alamayan, yanılmamayı öğrenemeyen hayvanlar yok olmaya mahkumdur, zira bir hayvan ancak bu öğrenme yeteneği sayesinde alışık olmadığı durumlara ayak uydurabilir. İnsan için bu haydi haydi geçerli, zira son derece gelişmiş olan merak duygusu sayesinde insan durmadan çevresini değiştirdiği için, durmadan yeni yanılma tehlikeleriyle karşı karşıyadır , dolayısıyla bu tehlikeleri atlatabilmesi için durmadan yeni şeyler öğrenmek zorundad ı r, bunun için de yeni denemeler yapacak ve bu deneylerinden herhangi biri başarısızlıkla sonuçlandığında, ondan aynı denemeyi tekrarlamaması gerektiğini öğrenecektir. Böylece yanılmalar da bir yerde öğrenmenin dolaylı bir aracı oluyor.
Duyu-yanılması diye bir şeyin varlığı yanlış, dolayısıyla doğru kavramların ın kaynağını oluşturur. Aynadaki hayalini aynanın arka tarafında başka bir şempanzenin varl ığ ına yoran şempanze gibi, suya batırılmış düz bir çubuğu suda kırık gören insan da bir duyu-aldanması karşıs ındadır, şu farkla ki, şempanze aynanın arkasında gördüğünü sandığı öteki şempanzeyi uzun süre yaka-
32
Bilgi Teorisi il
lamaya çal ışıp da bu işi başaramadığın ı gördükten sonra, yanıldığ ı n ı anlar gibi olduğu halde, zeka düzeyi çok daha yüksek olan insan, çubuğu sudan çıkarınca düz olduğunu, suya sokulduğunda tekrar k ır ık göründüğünü görür ve bundan bir duyu-aldanması karş ıs ında bu lunduğu sonucunu çıkarır. Aslında bundan "suya daldırılan her düz çubuk k ı rıl ır" sonucunu da çıkarabilirdi, ancak bu çıkarımlardan hangisinin gerçeği yansıttığ ını anlamak için suya batırılmış bir çubuk üzerinde parmaklarını gezdirerek de karar
verebilird i , o zaman gerçeği tan ımada dokunma duyusuna görme duyusundan daha fazla güvenmiş olacaktı , oysa başka denemelerinden suya daldırılan bir çubuğun suda kırılmadığı sonucunu çıkarmış olduğu için, buna gerek duymayabi lir.
İnsanoğlunun duyusal deneyleri (experience) arasında sanrı (hallucination) denilen yanı lmalar da yer al ır. Bir i nsanın gerçek
te var olmayan bir şeyi gördüğünü veya duyduğunu sanmasına sanrı diyoruz . ' Bazı ilaçların da bu tür sanrılara yol açt ığı bil iniyor. Bütün bu örneklerden anlaşı lacağ ı gibi , yanılma beklenen bir durumun gerçekleşmemesi veya beklenmeyen bir durumun gerçekleşmesi demek. Örneğin , pencereden dışarı bakarken gökten su taneciklerin in d üşmekte olduğunu görünce, kendi kendime "Yağmur yağ ıyor!" derim . Asl ı nda o s ı rada üst katta oturanların çiçeklerini sulamakta olmaları veya benim bir sanrı görmekte olmam mümkün. Eğer ben yağmur yağdığı na inandığım (yani yağmur yağması n ı beklediğim) halde, gerçekte yağmur yağmıyorsa, yanı lmış olurum. Ayn ı şekilde içerde otururken yağmurun ç ıkardığı seslere benzer sesler duyup "Aaa, yağ-
• 'yan ı l ış ' ı kısaltarak 'yanlış' yapmışız , ancak bu 'sanrı' sözcüğünün "sanmak"tan nasıl iüretildiğini anlamış değilim. Daha uygun bir karşılık bulmaya çalışılmalı bence. Kaldı ki, aynı kökten 'sanı'yı da (fikir. görüş) türeımişiz. Halk dilinde 'hallucination'a sanırım "hayalet görmek" deniyor. Sözcüğün Osmanlıcası 'birsam'dır.
33
Uğur Felsefe Oğreniyor
mur yağ ıyor!" der de, pencereden dışarı bakt ığ ı mda bunun sadece rüzgarın söğüt yaprakları nda çı kard ığ ı sesten ibaret olduğunu görürsem, gene yanılmı!? olurum. Bunun elbet tersi de geçerl i : Yağmur yağd ığı halde, bunu beklemediğım için, rüzgarı n söğüt dal lar ında ç ıkardığ ı seslere benzetip, "Gene rüzgar ç ıktı ! " dersem, gene yanı lmış olurum. Ancak her iki durumda da i şe inançların kar ıştığı şüphe götürmez. Duyu-yan ı lması nda, gördüklerime veya duyduklarıma inanıp (veya güvenip) "Yağmur yağıyor" veya "Gene rüzgar ç ıktı" gibi sözler etmekle yanılma
ihtimal ini yaratm ış oluyorum.
Bu tür yanı lmalardan kaçınmak imkansız gibi, yoksa tümüyle şüpheci bir tavı r takın ıp , "Yağmur damlalarına benzer su damlaları görüyorum !", "Yağmurun çıkardığı sese benzer sesler duyuyorum!" tü ründen cümleler kullanmam gereki rdi. Nitekim , bazen buna benzer sözler ett iğ imiz olur. Ö rneğ in , içerde kitap okurken d ışardan bel l i bir ses duyup "Yoksa yağmur mu yağ ı yor?" veya "Sakın gene yağmur yağıyor olmasın?" diyerek pencereden d ışarı baktığ ım ız çok olur. Bu rada kafamızda beliren bir inancın şüphemizi iyice dağıtamadığı bir durumla karşı karş ıyay ı zdır . Buna yağmur yağ ıp yağmadığından emin olamama
durumu da diyebiliriz. Kul landığ ımız cümlelerin soru biçiminde oluşundan da anlaşılacağı gibi , burada basit bir tahminle yetiniyor, bu şekilde yanı lma riskini de o rtadan kald ı rmış oluyoruz. Günlük hayatım ızda bu tür yan ı lmalara önem vermediğimiz (yan ı lmayı göze alabildiğimiz) için, b i rinci türden kesin cümleler kullanmaktan çekinmeyiz.
Küçük yanı lmaları göze almamızın nedeni. bunların günlük yaşamımız için bir "teh l ike" oluşturmamalarıd ır . Buna karş ı l ı k, yan ı lman ın yaşamsal b i r tehl ike doğurabi leceği durumlarda
34
Bilgi Teorisi i l
"şüphec i" b i r tav ı r a lmamız , kendimızi inançlarım ı za kaptırmamamız gerekir. İşte bu gibi durumlarda bilgin in önemi kendini gösteriyor. Nitekim, trafiğin yoğun olduğu bir yol üzerinde karşıdan karşıya geçmek isteyen bir insan ın şansa hiç yer vermemeye özen göstermesi gerekir, bu da "akı l l ı " insanların harcıd ı r. O
kişi eski deneylerine dayanarak bu durumda şansın pay ı n ı en
aza i ndirmek zorundadır. Önceden görülemeyen olayların ortaya çı kması na şans veya rastlantı diyoruz. Gerçekte doğada rastlantı diye bir şey yoktur, zira her şey belli doğa yasalar ına göre o lup biter. İleriyi görebilmek için bütün bu yasaları bi lmek şartt ı r. Örneğ in uzaktan 1 00 km hızla yaklaşan bir arabayı gö· rüp de karş ıdan karşıya geçmeye kalkmak düpedüz "çı lg ın l ık" say ı l ı r, zira o anda h ızla bir hesap yap ıp siz geçerken araban ı n nerede olacağını tahmin edemezsiniz, dolay ıs ıyla o araba önünüzden gelip geçinceye kadar yerinizde durup beklemeniz gerekir, elbet i ntihar etmeye n iyetiniz yoksa . . .
Sağduyu sahibi insanlar, hatta yüksek zekalı hayvanlar, günlük denemelerinden elde ettikleri bilgiler sayesinde yaşamları n ı oldukça güvenl i bi r biçimde sürdürmeyi başarırlar. Bu başarıda en büyük pay şüphesiz doğada her şeyin belli b ir düzen içinde, yani değişmeyen yasalara uygun biçimde olup bitmesidir. Eğer bu düzen olmasaydı , ne hayvanlar, ne de insan yaşamın ı sürdürebilirdi, z i ra her şey o zaman rastlantılara bağl ı o lurdu .
Ancak i nsan ı n yaşamasını sürdürebilmesi için doğada değişmez bir düzen ol ması yeterli değil , ayrıca bu düzenin nası l iş lediğinin bi l inmesi de gerekl i . Öyle sanıyorum ki , işin baş ı ndan beri i nsan bu düzenin s ı rlar ın ı çözmeye çal ışm ış . İnsan şüphesiz önce duyuları i le bu düzenin farkına varıyor ve böylece "sağduyu" dediğimiz öğ renme yeteneği gelişiyor. İ lk düzen fikrini n
35
Uğu r Felsefe Öğreniyor
gök-cis imlerin in hep ayn ı şekilde tekrarlanan hareketle ri nden çıkmış olması çok mümkün. Herhalde insanoğlu bu hareketferle mevsim değişmeleri arasında bir korelasyon olduğunu iarketmekte gecikmemiş, buna bakarak ne zaman neler o lacağ ını önceden görmeye (tahmin) başlamış. Ayrıca insan ancak her yemek yediğinde karn ın ın doyduğunu, her su içtiğinde veya sulu
bir şey yediğinde susuzluğunun yok olduğunu göre göre, yiyeceklerle doygunluk, su veya sulu şeyler i le susuzluğun giderilmesi arasında da bir nedensell i k (causality) bağı olduğunu farketmiş ve böylece yaşamını yakından i lgi lendiren buna benzer pek çok olayı göre göre doğaya belli bir düzenin egemen olduğu düşüncesi kafası nda yer etmiştir.
"Sağduyu" yoluyla insanın bilgi edinmesi çoğu zaman uzun deneme ve yanı lmalar sonunda mümkün olmuştur. Yaln ız her yan ı lması ona bir daha aynı yan l ış ı tekrarlamamayı da öğretir. Bir meyvayı gördüğünde bunun hem açl ığ ın ı hem susuzluğunu
giderdiğini hatırlayan kişi, onu her yediğinde aynı etkileri doğuracağın ı beklediği gibi, yediği bir başka nesnenin, örneğin zeh i rl i bir mantarın, kendisini hasta ettiğ in i hatırlayarak, onu bir daha yememesi gerekt iğ in i öğrenir. İ nsan ı n eski yan ı lmalar ından "ders alması " onu baz ı hareketleri tekrarlama külfeti nden ku rtar ı r , bu da yeni denemeler yaparken daha dikkatli ve ih tiyatlı olmas ın ı saglar. Yeni bilgiler edinmek isteyen her insan yapacağı yeni denemelerin daima bir yanılma riski taşıdığ ın ı da b i l ir. Kaşiflerin , dağcıların ve bil im adamlar ının giriştikleri işlerin b i r "serüven", yani yanılmalarla, dolayıs ıy la teh l ikelerle dolu bir olaylar dizisi olması bundandır .
Bu noktaya kadar insanlarla yüksek (yani insana yakın) hayvanlar a rasında pek bir ayrım olmadiğı anlaşıl ıyor. Hayvanlar da
36
Bilgi Teorisi i l
i nsanlar g ib i hangi besin maddelerini nerede ve ne zaman bulabilecekleri ni , su ihtiyaçlarını nerede ve nasıl gidereceklerini bilirler. Nitekim, s usuz bölgelerde yaşamını s ü rdü ren bir hayvan bell i b i r bitkin in kökler in i ç ı karıp yemek suretiyle su ihtiyac ın ı karş ı layabil mekted i r. Özel l ik le hayvanlar aras ında "öğrenme" taklit yoluyla olduğu için, yavru hayvanlar ana-babaları n ın su ihtiyac ı n ı nas ı l karş ı lad ık lar ın ı görerek, ayn ı hareketleri takl it ederler. Bu şekilde bilgi-edinmede gözlemin, yani duyu organlarını kullanmanın önemi anlaşılmış o luyor.
"Merak" ın daha çok insanda rastlanan bir özellik olduğunu bil i yoruz. Ancak bunun i l kel biçimler i ne bazı hayvanlarda da rastlandığı bence şüphe götürmez; hatta bir anlamda merak, yani çevrelerinde neler olup bittiğini görüp anlama arzusu (buna "içgüdü" de diyebili rsiniz) yaşamsal bi r önem taş ır. Pek çok hayvanı n başka hayvanlara yem (av) olmamak içgüdüsüyle sürekli tetikte durduklar ın ı birçok belgeselde görmüşsünüzdür. Yaşamın ı sürdürebilmesi için hayvanın buna ihtiyacı vard ır, z ira bir anl ık dikkatsizl ik bile bazen onun hayatına mal olabil i r: Buna, isterseniz, bilgisizl ikten kaçınma davranışı da d iyebil irsiniz, zira kendisine sinsice yaklaşan bir y ı rtıcı hayvan ı görmeyen bir geyik, hatta zebra bu bilgisizliği yüzünden kendini bir aslan ın veya kaplanın pençeleri arasında bulabil i r.
Ne var ki, hayvanların merakı ancak duyularını kul lanarak doyurabilecekleri bir meraktır , bu anla.mda gözlemsel bilgiyle yaşamların ı sürdürebilirler. Ne yazık ki, hayvanlar bazen duyular ın ı gerektiği kadar iyi kul lanamadıkları veya yırt ıc ı hayvanlar kadar çevik veya güçlü olmad ıkları için yaşamları n ı yitirirler. Demek ki, merak ayakta kalabi lmek için gerekli, ama her zaman yeterli değil .
37
Uğur Felsefe Öğreniyor
Şüphe etme yeteneğinin de hayvanlarda bir miktar gelişmiş olduğunu söyleyebil ir iz. Bunu bazen "tereddüt" (duraksama, karar verememe) gibi davranış �arından çı karıyoruz. Yal nız bütün düşünsel yetenekler gibi , şüphenin de en belirgin biçimlerine insanda rastlıyoruz. Biraz yukarıda andığım yağmur hikayesinde bunun en basit örneklerinden birine değindim. İnsanın bir beklentis in in gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinden emi n olmadığı durumdaki z ihinsel yaşantısına "şüphe" diyoruz. Al i s ınava girm iştir, ama sorulara yeterince doğru cevap verip veremediğinden emin deği ldir, yani ne "Ben bu sınavdan geçecek not al ır ım!" , ne de "Ben bu s ınavdan geçecek not alamam !" diyecek durumdadır. i kisi arasında g idip gelmektedir. Nitekim Ali bu durumu, isterse, "Benim bu s ınavdan geçecek not almam biraz şüpheli !" cümlesiyle de di le getirebilir.
Pratik günlük yaşamları nda ergin insanların "bilme", "bilgisizlik", "şüphe" konusunda genel l ik le isabetli kararlar verdikleri n i görüyoruz. Bu durum Descartes' ın ünlü bir sözünü doğrular niteliktedir : "Sağduyu insanlar arasında en iyi böl üşü lmüş olan şeydir!" Nitekim, hemen hiç kimseyi kor haline gelmiş bir sobaya el in i değdirmeye veya 1 o m yükseklikten sert bir zemine atlamaya i kna edemezsiniz, zira bu tür bir davranış ın ölümle değilse bi le, en azından yaralanma ile sonuçlanacağ ını "akl ı -başı nda" herkes b i l ir. Bu nedenle de ana-babalar henüz sağduyu yeteneği kazanmamış çocukları n ı bu tür "çı lg ı nca" davranışlardan korumaya çal ış ı rlar. Ergin insanlar bu türl ü davranışlardan dikkatle kaçarlar, z i ra kaçamadı kları takdirde başlarına büyük işler açılacağından emindirler. Yüksekten suya at l amayı yeni yeni öğrenen çocuklar ilk denemelerini fazla yüksek olmayan bir yerden yaparlar, ancak atlaman ı n kazasız belasız geçtiğini gördükten sonra biraz daha yüksekten atlamayı denerler, derken so-
38
Bilgi Teorisi i l
nunda ---s uyun deri n l iği ni de iy ice hesapladı ktan sonra-- en yüksek noktadan atlamay ı göze al ı rlar. İ nsanlar her hangi b i r spor da l ında rekor denemeleri ne ancak uzun b i r deneme v e ya
nı lma döneminden, yan i bu işi başarabileceklerine iyice kanaat getirdikten sonra katılı rlar. Herhangi bir yaşamsal tehlikenin söz
konusu olduğu yerde "sağduyu" sahibi olan herkes sonucundan emin olmadığı bir işe girişmez.
S ı radan i nsan genellikle vücut sağl ığ ına çok düşkündür , bu
nedenle sağlığa zararlı diye b il i nen yiyecek, içecek ve davra
nış lardan uzak durmaya çal ışır . Bu konuda bilgisizlik gibi yanılma da çok kötü sonuçlar doğurabilir. Herhangi bir riske girmek bilgisiz veya sorumsuz kişilerin i şidir. Bilgi bizi her zaman amacım ıza götürmeyebilir, ama bilgisizlik ve yanı lman ın çoğu zaman zararlı sonuçlar doğuracağ ı apaç ık olsa gerek. Zaten
öy le olmasayd ı , insanoğlu ta baştan beri elden geldiğince çok
bilgi edinmeye çal ış ı r mıydı?
2) Bi lgi ve Beceri
Buraya kadar hep insan ın pratik hayat ı bakım ından bi lginin yer ve önemini belirtmeye çalışt ım. Ayakta kalabi lmek için bazı şeyleri b i lmek ve belki daha da .öneml isi , bazı şeyleri yapabi l mek şart. Dikkat ederseniz burada 'kalabilmek', 'yapabilmek'
gibi içinde ' bi lmek' f i i l in in geçtiğ i deyimler ku l land ı m . Bunların yerine 'yemek pişirmesini bilmek', 'yazı yazmasını bilmek', ' İngilizce konuşmasın ı bilmek' deyim lerini de kullanabilirdim. Bütün bu g ibi bağlamlarda, belli bir i ş i (davran ış ı) tatminkar bir ölçüde yapma yeteneğinde olmak söz konusu. Birisi "Ben piyano
çalmas ı n ı b i lmem" dediği zaman piyanoda kulağa hoş gelen müzik parçaları çalmak yeteneği o lmadığ ı n ı söylemek istiyordur . İşte bütün bu tür pratik bi lgi lere "beceri" diyoruz. Buna göre,
39
Uğur Felsefe Öğreniyor
"Piyano çalmasın ı bilmem" diyen k iş i bu tür bi r becerisi olmad ığ ın ı dile getirmek istiyordur. "Piyano çalmasını bi lmem, ama çok iyi yemek pişiririm!" diyen kişi de kendisin in bjr "piyanist" olmamakla b i rl ikte, iyi bir "aşçı" olduğunu dile getirmek istiyordur. Nitekim insanlar becerileri aç ıs ından çeşitli öbeklere ayrı lmaktadı r. Matematikten iyi anlayan , ayrıca matematik problemlerini h ızla çözebilen insanlara "matematikçi" , hastal ı klardan anlayan, dolay ısıyla hastal ı kları isabetle teşhis ve tedavi edenlere "hek im" diyoruz. Ancak beceri ve yetenekle rin dereceleri var. Bir beceriye herkesi hayran b ı rakacak derecede sahip olanlara ayrıca "usta", "hoca", "virtiöz" gibi vasıflar atfederiz.
Bu becerikl i insanlar arasında filozofların, bitim adamlarının, kaşif ve mucitlerin ayrı bir yeri var. Filozoflar fikir, bi lim adamları bilgi, kaşifler daha önce insan el i ve ayağı değmemiş yerler hakkında enformasyonlar, mucitler ise yeni alet, makine ve yöntemler üretirler. Ancak hepsinin ortak yanı , amaçları n ın bilgi üretmek veya eldeki bilgileri insanların yaşamı n ı kolaylaştıracağ ına i nand ı kları yeni alet, gereç veya yöntemler geliştirmek
için kullanmalarıdır.
Filozof akl ın ı kurcalayan herhangi bir sorun 'a çözüm olarak bir f ikir, görüş veya öğreti (teori ) ü retip onu insanların seçimine sunar, teorisi bazılarınca kabul görür, ama başka bazıları onu yeterince inandırıcı bulmadıkları için kabul etmezler, neden kabul etmediklerini açıklarlar, derken fikrin sahibiyle onu kabul etmeyen ler aras ında bir tartışmadır veya çekişmedir başlar. Teoriyi yadsıyanlar sadece onu niçin kabul etmediklerini belirtmekle yükümlüdürler, yani onun yanlış olduğunu kanıtlamak onların görevi değildir. Buna karşı l ık, f ikri i lk ortaya atan kişi başta olmak üzere, onu kabul edenler onun doğru, dolayıs ıyla gerçek-
40
Bilgi Teorisi i l
t e n de kabule değer o lduğu nu kanıtlamakla yü kümlüdürler (onus probandi). (Bu bakı mdan felsefl teorilerle bi l imsel teoriler arası nda bir fark yoktur . )
Kaşiflere ge l i nce : Bunlar ş imdiye kadar başka bir insanın gir
memiş olduğu bir bölge (bi r çöl, den iz, orman, vs.) veya kimse
n i n ulaşmamış olduğu bir nokta (bir dağ zirvesi , kutup noktas ı , v.s. ) hakkında i lk defa göz lem yapıp bu gözlemleri n i başkalar ına bildiren kişilerdir. Gözlemleri i leride başkaları taraf ından yanlışlansa bile, orayı i lk defa gezip görmüş olma şerefi onlara ait olacakt ı r. Kaşifler genell ik le normal insanların yaşamas ına, hatta
u laşmasına imkan vermeyen yerleri büyük tehlikeleri göze a larak keşfederler. Bunun için çoğu zaman büyük engel leri aşmalar ı , güçlük ve yoks u nluklara katlanmaları gerek i r. Bu kuvvet,
sabı r, dayan ıkl ı l ık, hatta çoklu k büyük özveri ister. Bu davraııışlarıyla kaşifler birçok konuda insanlara yepyeni b i lgiler kazandır
d ıkları i ç i n b i lgiye değer veren kişi lerin övgü ve hayranl ığ ı n ı kazan ırlar. Onu harekete geçiren de merak, yani bilgi açl ığıdır ve bu açl ık bazen öylesine dayanılmaz b ir hal al ır ki , kişi nin gözü tehli keleri görmez olur. Sıradan i nsan genel l ikle meraksız ol
duğu için tehl ikeli serüvenlerden özen le kaçar, onu tek i lgi lendiren şey o küçücük "bi ld ik" dünyası nda ezici çoğunluğunu başkaların ı n ü retmiş olduğu bi lgi lerle gününü gün etmek, yaşamın ı kazasız belasız sürdürmektir . Bu anlamda "sı radan adam" bir bilgi tüketicisi, hatta bir bilgi asalağıdır . Buna karş ı l ık , her türl ü uygarl ıktan uzak bir bö lgede , el değmedik bir orman içinde veya ulaş ı lmas ı güç bir dağ ı n yamacında yaşayan bir ilkel toplumu i lk defa görüp inceleyen, onların dilleri, dinleri ve çeşi tl i adet
l eri üzerinde bilgi toplayan b i r antropolog da, gene bu gibi yerlerde yaşayan çeşitli yaban hayvanları n ın davran ışların ı i nceleyen b i r zoolog da "kaşif" kategorisine sokulabilir. Bütün ömürle-
4 1
Uğur Felsefe Öğrenıyor
rin i maymunların , y ı lanları n , karı ncalar ın , hatta han ım böceklerinin yaşam ve davranış biçimlerini incelemeye adamış kişiler de deri n lemesine araştırma yapan b irer kaşif say ı labi l i r ler. Bu tür kişileri bal arı lar ına benzetebi l irız , zira bunların toplad ıkları bi lg i ler çok titiz, s istemli ve sabı r l ı gözlemlere dayanı r. Bu açıdan bakı ldıkta, gözlemsel astronomi ile uğ raşanları da "Evrenin kaşifleri" saymak mümkün .
"Mucitler"e gel ince: Bunlar sağduyusal (dolayıs ıyla gözlemsel) veya teorik bi lgi lerden yararlanarak yeni alet, makine veya yöntemler gel işti ren insanlard ı r. Aralar ında muhtaç oldukları teorik bilgiyi de kendileri üretenler vardır : Örneğin dinamoyu icat etmiş olan Faraday böyle biridir . Buna karş ı l ı k Edison'u sadece teknoloj iye katkıda bu lun m u ş bir "mucit" saymak m ü mkün . Einstein belki bir alet icat etmemiştir, ama zekası ve kalem kağıt yardımıyla bazı temel teorilere imzas ın ı atarak, i nsan ın düşünme ufkunu alabildiğine genişletmiş, ayrıca bölük pörçük bazı bilgiler arasındaki gizli bağları o rtaya ç ı kararak insan bilgisinde belli bir b i rl ik ve bütünlük sağlamayı başarmıştır . Bu açıdan onu "Fikir kaşifleri " kategorisine sokmak mümkün .
3) Sorular ve Sorunlar
Soru eldeki bi lg i lere dayan ılarak kısa sürede giderilebileceği varsayılan bir merakın dile geti rilmesidir . Buna karş ı l ık, "sorun" bu şekilde cevaplandı ramad ığımız, dolayısıyla cevaplandı rmak için araştı rma yapmak zorunda olduğumuz sorulara verilen addır. Buna göre,
(1 ) Mavi Tren saat kaçta kalkıyor ?
bir soru,
2) Evren nası l oluşmuştur?
42
Bilgi Teorisi i l
türünden b ı r soru ise b i r "sorun"dur.
Sı radan adam genellikle "meraksız"dır, bu nedenle kend i ne çok az soru sorar, o daha çok soru ları n ı başkalarına yönelti r, cevab ın ı "merak" ettiği sorular ise çoğu zaman ( 1 ) türündendir.
Başka bir deyişle , sıradan adam (2) türünden sorunları hemen hiç merak etmez, etse bile bir araşt ı rma yapacak yerde, kendisine en kolay görünen, bir de "en çok iş ine gelen" cevaplarla yetinir. Bir soruna çözüm aramak ancak filozoflarla bil im adamların ı n işidir, zira bunlar hem bu tür soru lar ı soracak kadar zekidir· ler, hem de onlara çözüm arayacak kadar zamanları ve sab ırları vard ı r . Bunlar s ı radan insanlar gibi , sadece kendi g ünlük yaşamları için gerekli olan bilgilere karşı değil, genellikle "bilgi"ye
karşı giderilmez bi r açl ı k duyarlar. Birinci soruyu soran kişin in bu soruyla kendis in i Ankara'ya götü recek treni kaçı rmamak kaygısını di le getirdiği meydanda. Zaten Tü rkçe'deki "merak" sözcüğü de bizim daha çok bu tür pratik kaygı larla soru sordu
ğu muzu belli eden bir sözcük. Şüphes iz her insan günlük yaşa
mında tutulduğu hastal ığ ın ne zaman iyileşeceğini, yarın havan ın nası l olacağ ın ı , kimden borç para alabileceğini, genç k ı z ın ın dün akşam saat kaçta eve döndüğünü, hatta barbunya fasulyesinin düdüklüde kaç dakikada p iştiğini merak edebi l ir ve bu merakın ı gidermenin çarelerini arar. O bunun fazla zaman almayacağ ın ı da bi l ir, ama ikinci tü rden soru lar sormayı ya hiç akı l edemez, ya da onları çözmeye zekası n ın, bilgisinin , hatta za manın ın yetmeyeceğin i düşündüğü için , onları kendine "sorun" yapmaz.
Burada kullandığım 'akı l etme' deyimi n i biraz daha açmak ih
tiyacı n ı duyuyorum. B i rinci türden soruları sormaya insanı bazı
pratik kayg ı lar ın ittiğini gördük. Oysa "Evren nası l oluştu ?" tü-
43
Uğur Felsefe Oğreniyor
ründen bir soru sormayı akıl edebilmek için insanın sı radan insanlarda rastlanmayan bir "zihi nsel açl ık" duyması gerek. Bunun nası l bir şey olduğunu açıklamak zeka-psikolojisi dediğimiz bi l im dal ı n ı n işi olsa gerek. Sıradan insan ın belki hiçbir zaman anlayamayacağı bir sır var burada. Ancak gerçek şu ki, insanlardan bazıları hayatları n ı b i rinci türden sorular sormakla geçirdikleri halde, biraz daha merakl ı ve zeki olanları,
(3) Yağmur neden yağar?
gibi, (2). tür kadar olmasa bi le, gene de çözümü bir hayli güçlük çıkaran sorular sorarlar. Yağmur yağması bir bakıma herkesi i l gilendi ren b ir olaydır, ama bu tür bir sorunun genel l ikle köylü ve çiftçileri daha yakından i lg i lendirdiği şüphe götürmez, z i ra bu olay ın onlar iç in "yaşamsal" b ir önemi vardır. Nitekim, bu insanlar yağmurun en çok ne zamanlar ve ne kadar yağdığ ın ı dikkatle izleyip gözlerler ve bu gözlemlere dayanarak bel l i bir bölgede yağmurun ne zaman yağacağ ın ı tahmin etmeye çal ıştıkları da olur, fakat bu konuda her zaman başar ı l ı olmad ı kları nı görmeleri yağmur yağması denen olayı açıklamaktan uzak olduklarını gösterir. Yaln ız bu onların yağmurun neden yağdığ ın ı merak etmedikleri anlamına gelmez. Tam tersi ne, halk arasında yağmurun neden yağdığ ın ı açıklayan bazı mythos'lar vardır ve bunlar halkın merakın ı fazlasıyla giderdiği için, on lar ayrıca bir açıklama aramaya gerek görmezler. Örneğin eski Yunanl ı lar yağmur yağmas ın ı "Zeus'un işemesi"ne yoruyorlard ı . Tek-tanrı l ı dinler de aynı olayı Tanr ı 'n ın isteğine bağlarlar. Buna göre, kurakl ık, yani yağmurun istenildiği kadar yağmaması , Tanrı ' n ın i nsanların bazı davran ışları na öfkelenip onları cezalandırmak istemesine yoru lur . Bu durumda tek yapı lacak şey, yağmur duasına çıkıp ondan af dilemektir.
44
Bilgi Teorisi i l
Meteoro loji dediğimiz uygu lamal ı bir bi l imi n ortaya çı kması
bu tür açıklamaları tatmin edici bulmayan zeki i nsanlar ın , tanrıları işe karıştı rmayan doğal açıklamalar bu lmaya çalışmalarıyla başlamış, bu çabalar sonunda bugün 24 saat sonraki hava durumunu % 95 isabetle tahmin etmek mümkün olmuştur.
4) Büyük Sorular ve Cevapları
Şimdi irdelemek istediğim as ı l sorurı şu : Neden bazı soruları sorabi lmek zeka den i len özel bir yetenek gerektiriyor?
Tarihe baktığ ım ızda insanoğlunun , en zor olan ları da dahil, her türlü soruyu sorduğunu ve bunlar ın cevab ın ı merak ettiğ in i görüyoruz. Nitekim , bu sorular arasında (2)yi and ıran şu sorular yer alıyor:
(4) İnsan ve öteki hayvanlar nasıl meydana gelmişlerdir?
(5) Maddi cisimlerin kökeni nedir?
(6) Ruh ölümsüz müdür?
(7) Neleri bilebi l ir iz?
(8) Erdem nedir?
İnsanoğlunun bu tür sorulara cevap vermek içirı giriştiği düşün
me denemelerine teori d iyoruz . (Yunanca, theorein : bakmak, seyretmek kökünden gelen bu sözcüğü kabaca "görüş" diye çevirebil iriz . ) Eski ler arasında bu tür soruları ak ı l edenlerin çok zeki kişiler olduğunu unutmamak gerekir. Bunlar gürılük kayg ıları n ı bir yana itip duydukları b i r tür "düşürısel açl ığ ı " gidermeye çal ışmışlardır. Bu sorulardan hemen h içb irin ı n günlük pratik bir ihtiyaçtan doğmadığı apaçık olsa gerek. Öyle ya, evrenin, dünyan ın, insan ve hayvanların nasıl meydana geldiğini öğrenip de ne
olacak? Belki ruhun ölümsüz olup olmad ığ ın ı bi lmek öl ümden
45
Uğur Felsefe Oğreniyor
korkan insanlar için bir anlam taş ır , ama "neleri bilebileceğimiz" konusunda bilgi edinmek insana ne gibi pratik bir yarar sağ layabi l ir?
İşte iş in ası l püf noktası da bu rada: Bazı insanlar salt meraklarını gidermek için bilgi edinme zahmetine katlanabiliyor, hatta bundan büyük bir düşü nsel zevk alabi l iyorlar! Dünyanın en büyük pire uzmanı (Evet, yanl ış okumad ı n ız : "pire uzman ı ") ünlü Rotschild ai lesinden bir hanı m . İçinizden bazı lar ının "Pire de incelenmeye değer mi?" dediğ in i duyar gibiyim. Hani "Renkler ve zevkler tartış ı lmaz" diye bir söz vardır. Anlaşılan bu bayan
pirelerin türler in i ve davranışları n ı bütün ömrü boyunca gözlemeyi, hatta on lar üzeri nde bazı denemeler yapmayı i lg inç , "i lg inç" de laf mı, "heyecan verici" bulmuş! Neden mi? Pire hakkında şimdiye kadar kimsenin farkı nda olmadığı gerçekleri meydana çıkarmak ve böylece insanl ığ ın bilgi dağarc ığ ın ı zenginleştirmek ona doyul maz bir "düşünsel haz" veriyor da, ondan. Oysa, s ı radan adam, başka birçok şeyle olduğu gib i , pirelerle de genell ikle pratik bir amaçla i lgi lenir , bu da çoğu zaman onları en etki l i biçimde nasıl yok edebileceğimiz biçiminde kendini gösterir. Nitekim "haşarat i lacı" üreten b i r firma bu araştı rıcı n ı n üretmiş olduğu bi lgi lerden yararlanarak, p iyasaya çok daha etkil i bir pire ilacı çıkarabilir, ama işin bu yan ı bayan araştırıcıyı hiç mi
hiç i lg i lendirmemektedir. Görüldüğü gibi, "bilgi için bilgi" kaygısıyla hareket eden herkesin yukarıda andığ ım türden "büyük sorunlar"la i lg i lenmesi gerekmiyor. Demek ki, bu da sonunda bi r zevk sorunu !
Ş imdi evrenin nas ı l o luştuğunu merak eden i lk zeki i nsan ın (buna i lk filozof, hatta bil im adamı demek de mümkün) b i r an için siz olduğunuzu varsayı n ve bu tü r bir soruya nasıl cevap
46
Bilgi Teorisi il
vereceğinizi d üşünün . * Bu vesile i le hemen bir noktay ı hatırlat
mak isterim: Her soru bazı varsayımlar içerir . N itekim kendisine
(2) sorusunu yönelten k iş i "evren in baştan beri bugünkü biçi mi nde var olmad ığ ın ı , zaman içinde bugünkü biçimini aldığı
n ı" varsayıyor demekti r. O zaman bu soruyu soran kişi evrenin başlang ıçta nas ı l bir görünüşte olduğunu , sonradan ne tür nedenlerle o gö rünüşünü değiştirip bugünkü b içim in i ald ığ ın ı öğrenmek ist iyor demektir. Ancak kendisi evrenin ne başlang ıçtaki durumunu , ne de sonradan ald ığ ı biçimleri doğ rudan doğruya gözlemiş olamayacağ ına göre, vereceği cevabı n sadece gözlemlere dayanması söz konusu deği ldir. Evi yanan bir kimseye evinin daha önce ne durumda veya görünüşte olduğunu sorarsanız, evini kendisi yaptı rm ı ş ve iç inde y ı l larca oturmuş bir kişi o larak, size o eski gözlemlerini uzun uzun anlatabilir, ama b i r insana hiç gözlememiş olduğu bir o lay ın nas ı l o lup bittiğ ini sorarsanız, yapabi leceğ i tek şey , gözlemlerinden bazı ipuçları bulmaya çalışarak, ama dalıa çok hayal-gücüne dayanarak, olayı kafas ında canl and ı rmaya çal ı şmaktan ibarettir. Buna genel l ikle spekülasyon diyoruz.** Hayal-gücü de malzemesin i gözlemsel
bilg i lerden devşirdiğine göre, spekülasyonun da en az ı ndan bazı benzetme lere dayanması gerekecektir, ne var ki , bu benzetmelerin "isabet şansı" eldeki göz lemse l bi lgin in zenginlik derecesine göre değişir. Akşam i şten döndüğünde evin in yerinde bir enkaz bulan kiş i evin in yanmış olacağın ı düşünür ve çoğu zaman bu düşüncesinde " isabet" vardır. Ama evi bir patlama sa-
* Her f ı rsatta vurgulamaya çal ı şacağım gibi, insanlar bu tür "düşünme denemeleri" yapmadan bilgınin serüvenini anlayamazlar.
** Asl ı nda bu sözcük de Latince "göze:leme" anlamına gelen 'spekulare' fi i l inden türemiş olup '"hayal ederek veya düşünerek bu!ma'" demektir. Bu bakımdan Yunanca "theoria" i le Latince "speculatio" (spekülasyon) arası nda çok yakın bır anlam benzerlıği olsa gerek.
47
Uğur Felsefe Oğreniyo r
nunda da o hale gelmiş olabilir. Bütün bunlar hayal-gücünü s ı n ı rlandıran gözlemsel bi lgi lerdir, ancak evrenın nas ı l ol uşmuş olabileceğini hayal etmeye çal ışan insan ın elinde buna benzer pek az gözlemsel veri vardı r, bu nedenle de üretebileceği hiçbir senaryo gerçeği yansıtmayabilir.
Evrenin oluşumunu aç ı klamaya çal ı şan ilk senaryo lara bugün "mythos" diyoruz. Buna göre, mythos'lar i lk teori denemeleri sayılabilir. Nitekim sonradan 'kozmoloji' ad ını alan bu senaryolar insan kafas ın ın eski çağlarda üretebi lmiş olduğu i l k bilimsel teorilerdir. Bu teorileri üretenlerin hemen hiçbirini ad ıyla tan ım ıyoruz, ama bugün bize çocuksu, hatta bi raz da gü lünç gelen bu teori leri üretenlerin zamanları n ı n en meraklı ve "en zeki" insanları oldukları şüphe götürmez.
Burada birkaç nokta üzerinde önemle durmak gerektiğini düşünüyorum: Bir, herhangi bir teoriye 'bilimsel ' sıfatın ı vermemiz için teorinin ne doğru olması gerekiyor, ne de akla-yak ın olması . Doğru olması gerekmiyor, zira bazı teoriler doğru diye kabul edilirse de, teorinin kesinlikle doğru olduğunu, yani her türlü akla-yakın şüpheyi giderdiğini söyleyemiyoruz.* İ ki, bugün "mythos" diye küçümsediğimiz teoriler yok denecek kadar az bir gözlemsel bilgi te-
* Buna karşı l ık , matematiksel bir iddianın doğru veya yanl ış olduğunu kanıtlayabiliyoruz. Doğru olduğu kanıtlanabilen matematiksel bir iddiaya teorem diyoruz. Yalnız matematikte ne doğruluğu ne yanlışl ığı kanıtlanabilen iddialar da var; bunlara matematik dilinde "'karar verilemez teoriler"' deniyor. Her halde teori denmesinin baş nedeni bunların çözümü son derece güç sorunları andırmas ı . Nitek im , 1 7. yüzyılda Fermat adındaki Fransız matematikçisinin ortaya attığı teorem (adayı) yüzyı l lar boyunca kanıtlanamamış, ou yuzden "'karar verilemez"' teorilerden biri olduğu tahmin edilmiştir. Bundan bir süre önce genç bir İngiliz matematikçisi bu teoremi kanıtladığın ı i dd ia etmişse de, kanıt tam 240 sayfa tuttuğundan iddiasının geçerli olup olmadığı henüz kanıtla namamıştır . (Scientilic American dergis in in 1 997 , 5. sayısında Andrew Miles adındaki bu genç matematikçinin Fermat teoreminı kanıt lamış olduğu iddia edilmektedir. Bkz. s.36 v.d.)
48
Bilgi Teorisi i l
meline dayandı kları için , bize bugün "çocuksu" gibi geliyorlar; onların gerçekten de bilgi açısından insanlığın "çocukluk" döneminde ortaya atı ld ı klarını hatırlarsak, bizde bu tür bir izlenim uyandırmalarının bir tarihi "perspektif değişikliğinden" kaynaklandığ ın ı anlarız. Üç, bilgi -açlığını şu veya bu biçimde gidermek ihtiyacını duyan insanoğlu --başka çaresi olmadığı için-- açl ığını mythos dediğimiz senaryolar uydurarak bastırmaya çalışmıştır. Bu anlamda teoriler i nsan ı n sorduğu soruya b i r an önce cevap vermek iç in neredeyse sabırsızlandığını gösteriyor. Bu sabırsızl ık mythos uyduranların sordukları sorunun cevaplandırılması çok güç bir soru olduğunu farketmernelerinden de kaynaklanmış olabilir. Ancak böyle davran ışları ndan şöyle bir sonuç da çıkarılabil ir: İnsanoğlu z ihnini kurcalayan bu tür bir soruya cevap vermeden edemiyor.
Bu i nsan zekasının bir özelliği olsa gerek. Nıtekim, bazı sorulara cevap vermenın çok güç olduğunu bi len bugünün insanı da, kendi kafas ın ın ürettiği veya bir başkas ın ın ona yönelttiği bir soruyla karş ılaştığı zaman, "Ben buna cevap verecek durumda değil im!" diyecek yerde, ona şu veya bu biçimde bir cevap bulmaya çal ış ır. Bunu yaparken daima daha önceki bilgilerini göz önünde bulundurur, ayrıca cevabın ın akı l ve mantığa ters düşmemesine d ikkat eder. Ne demek istediğimi basit bir örnek üzerinde açıklamak istiyorum.
Gene bir tanıdığın ız ın size "Bil bakayım, bugün ziyaretimize kim geldi?" diye sorduğunu düşünelim. Burada tanıd ığın ız gerçi 'Bi l bakayım' deyimini kullanm ıştır , ama sorusuna doğru cevap veremeyeceğinizden, doğru cevap verseniz bile, bunun rastlantı ürünü olacağ ından emindir. Öyle ya, yüzlerce eşi dostu arasın dan onu kimin ziyaret ettiğini nereden bileceksiniz? (Bir de bunu "Evren nası l o luştu?" sorusuyla karş ılaşt ı r ın !) Bu tür bir soruya
49
Uğur Felsefe Öğreniyor
cevap ararken insan kalasın ın kabaca şöyle çal ıştığ ı n ı tahmin
edebi l ir iz : Önce dostunuzun tanımadığı kişilerin onu ziyaret etmiş olması na pek i htimal vermeyeceksin iz, böylece büyük bir i n san grubunu i htimal dışı b ı rakacaksın ız . Ayrıca onu tan ımayan kişilerin de onu ziyaret etmiş o lmaları pek akla-yakı n görü n m ü
yor. Belki b i r gazeteci veya emlakçı onu ziyaret etmiş olabi l ir, an
cak dostunuzun tan ı nm ış bir kimse olmadığ ın ı ve sat ı l ık veya kiral ı k herhangi b ir mülkü bulunmadığ ı n ı hatırlayarak, bunun da
ihtimal dışı olduğuna karar vereceksi niz. İhtimalleri böyle azalta azalta onu ziyaret etme ihtimali en düşük insanların kim ler olduğunu düşüneceksiniz. Ancak bun ları n sayısı gene de birden çok olacağ ına göre, bunlar aras ı nda bir seçim yapmanız gerekecek. İ şte en büyük güçlükle bu noktada karş ı laşacaksınız. Bu gibi durumlarda i ş i şansa b ı rakmaktan, halk ın deyimiyle "işkembeden atmak"tan başka yapacağın ız bir şey ol masa gerek. Sonunda vereceğiniz cevap basit bir "tahmin"den öteye geçmeyecektir.
Bütün h ipotez ve teorileri "tahmin" kategorisine sokabil i riz . Bu anlamda her tahmini n doğru çı kma şansı vardır , ama o kadar! El
bet tahminde bulunurken, ihtimal dışı olan şeyleri ne kadar iyi dışarda b ırakabilirseniz, tahmininizin doğru çıkma şansı da o derece artar. Örneğin dostunuzun yukarıdaki sorusuna, düşünmeden, "Kraliçe Elizabeth !" diye cevap vermeye kalkarsan ız, tahmininizin neredeyse kesinlikle yanlış çı kacağ ından emin olabili rsiniz, zi ra Kraliçe Elizabeth gibi bir kişinin durup dururken tanımadığı, üstelik tanınmamış bir kişiyi ziyaret etmesi çok az muhtemeldir ama ne mantığa ne de doğa yasalarına aykır ıdı r, z ira bi r gün Kraliçenin akl ına herhangi bir Türk'ü ziyaret etmek "esmiş" olabilir.
Bu örnek üzerinde uzunca durmamın nedeni şu: Gün lük hayatta bile bazen "isabetli" bir tahminde bu lunmak bu kadar güç
50
Bilgi Teorisi i l
olduğuna göre, "Evrenin nasıl oluştuğunu" merak eden i l k zeki insanın doğru bir teori ü retmesinin ne kadar daha güç olacagını tahmin edebilirsin iz ! Bu bizi ister istemez i nsanl ığın çocukluk çağ ında ü retmiş olduğu teorileri değerlendiri rken çok daha alçak gönüllü olmaya götürüyor.
Bu noktada gene "inanma" konusuna döneceğim. Çok zeki olmayan insanların "meraksız" oldukları n ı , dolay ıs ıyla kendileri· ne "büyük soru lar" diye n itelendirdiğim tü rden soru sormayı akı l edemediklerin i gördük. Ancak kendileri soru sormasını beceremeyen insanların başkaları n ı n sorduğu sorulara verdikleri cevaplar (yani teoriler) karş ısındaki tutumları son derece i lginç: S ıradan insanlar genell ikle bu teori lerin doğru olup olmad ıgını bile sorup soruşturmadan , onları dogru diye kabul ederler. Biz buna g ünlük dilde "belleme" diyoruz. Burada "belleme" toplumda bılge diye bi l inen sayg ı n kişilerin söylediklerıni aynen bel leğine kaz ıma anlamına gel iyor. K iş in in bi lgenin sözlerini bellemesi içi n , onun ortaya attıgı teoriye i nanması bile gerekmiyor, zira çoğu zaman s ıradan kişi bellediği sözlerin anlamın ı bile kavramaktan acizdir, o sadece büyük bir sayg ı duyduğu kişinin sözlerine inanmak gerektiğini düşünür.
5) İlk Teori Denemeleri : Mythos'lar
İlerde d in lerden söz ederken bu konuya döneceğiz, ancak i lk teorilerin nasıl bir şey olduğunu anlamak için Sümerli b ir bilgenin uydu rmuş olduğu Enuma Eliş mythos'unu k ısaca i ncelemekte yarar görürüm.* Bu mylhos "Evrenin nası l yaratı lmış ol-
* i lk versiyonları İ .Ö. 1 800 y ı llarında Hammurabi zamanından bu yana bilinen bu mythos i.ö. 700 yıl larında son bıçimıni alm ış, bir tür "Yaradı l ış Masal ı" ; bu bakımdan Tevrat'ın i lk kitab ını hatırlatıyor. (Bkz. S.Toulmin, The Architecture of Matter, s.48-49)
51
Uğur Felsefe Öğreniyor
duğu" sorusuna karş ı l ı k olarak üreti lmiş.* Bir şi ir biçi m inde dile geti ri l miş olan bu mythos'a göre, başlangıçta bel irgi n hiçbi r yanı bu lunmayan uçsuz bucaksız bir su tabakası n ı örten , gene şekilsiz bir gökten o luşan bir kaos varmış:
Yukarıdaki göklerin henüz bir adları yokken, Ve aşağıdaki göklere bir ad takılmamışken, Henüz ortada sadece onları doğuracak olan Apsu varken, Bir de hepsini doğuran, hepsinin anası olan Ti'amat varken ortada, Ve her şey daha sularla karmakarış ı k iken, Ortada hiçbir kara, hatta bir batakl ık bile görünmezken,
Daha Tanrılardan hiçbiri ortaya çıkmamışken, Hatta adları verilip kaderleri belirlenememişken, İşte tam o zaman doğuranlar arasında Tanrı lar yaratı ldı.
Şiirin bundan sonras ında göklerin kurulması buyruğunun verildiği aşamaya geliyoruz. Tanrı ları n hareketleri doğal bir zaman ölçüsü işlevi görüyor ve ayın fazlar ı başlıyor :
O zaman Marduk Büyük Tanrıların yerlerini yarattı. Onların benzerleri olan burçları oluşturdu. Yılı saptayıp onu bölümlere ayırd ı . O n iki ayın her biri için ü ç burç yerleştirdi. Yılın günlerini burçlarla saptadı ktan sonra, Hepsinin ölçüsü olsu n diye Nibiru'yu (Zodyak Şeridi) yerine oturttu, Hiçbiri ne fazla uzun ne fazla kısa olmasın deyCı
Enli! ile Ea'nın (yukarı ve aşağı göklerin) yerlerini saptadı . Her iki yanda açı k kapılar yarattı , Doğuda ve Batıda kuvvetli kilitleriyle,
Tanı orta yere de Zenit'i oturttu.
• Burada 'yaratma' sözcüğünü kullanmamın nedeni, i lk mythos'larda evrenin oluşumunun bir "yaratma" sü reci olarak anlaşılmış olmasından kaynaklan ıyor.
52
Bilgi Teorisi i l
Ay'a ı ş ı k saçtırarak, geceyi kumandası alt ı na aldı .
Onu gökte dolaşıp zaman ı saymakla görevlendirdi,
Ay be ay di skin i durmadan büyüttürd ü . '
"Ayın başında, yerden yükselmeye başladığında
Altı gün boyunca boynuzdan bir hilal gibi parlayacaksın,
Yedinci gün de yarım daire b içim ini alacaksın.
Dolunayda ise, her ay ın ortasında,
tam güneşin karşı tarafında duracaksın .
Doğu ufkunda Güneş h e r seni geçtiğinde,
Küçülüp eski hilal şeklini almaya başlayacaksın.
Görünmezlik yakınd ı r, Güneş'in kaybolduğu yola yaklaşmaya başla ve
Yirmi dokuzuncu gün ikinci defa Güneş'le aynı çizgi üzerinde bulun!'
Daha sonra Marduk, Ea 'ya insanı yaratmas ın ı emreder; amacı
insanların Tanrılara h izmet etmelerini sağlatmaktır. Buna karşı
l ı k, Tanrılar Babil kentini, bu arada Marduk'un evi ve Babil dini
nin merkezi olan Esaglia'y ı , yani Ziggurat denilen basamakl ı ta
p ınağı inşa ederler.
Bilge Ea insanları yaratı p onlara
Tanrılara h izmet görevini yükledikten sonra,"
Tanrıların kralı M arduk Anunnaki'nin (Tanrılar) hem altında
Hem üstündeki bütün ha lk ı öbeklere ay ırd ı ,
• Bazen karışıklığa yol açan Türkçe 'ay' sözcüğ ünün iki anlam: vard ı r : 1 ) B i r gök cismi anlamında 'Ay' (çok luk büyük harfle yazı lır). 2) Bir zaman birimi anlamında 'ay· Bu elbet bir rastlantı değil, zira nasıl 'gün' sözcüğü Güneş'in iki doğuşu (veya batışı) arasında geçen zamanı gösteriyorsa, 'ay' da Ay'ın iki benzer görünüşü aras ı nda geçen zamanı gösterir. ( i ng . 'month" . 'moon' sözcüğünden, Alm. "Monat', 'Mond'tan, Fr. 'mois' ise Lat. 'mesis'den tü reti lmiştir.)
•• Bu yaradış insan anlayı şı nı aşan bir olaydı ve Marduk'un ustaca planlarına göre gerçekleştiri lmişti.
53
Uğur Felsefe Öğreniyor
Onları , buyruklarını yerine getirs in ler diye
Anu'n u n emrine verdi. Üç yüzünü Göklerin bekçiliğine atad ı , Ve Yeryüzü tanrı ları n ın yollarını belirled i .
Gökte ve yerde altı yüz kişiyi yerlerine yerleştirdi.
Gökle yerdeki tanrılar her birine görevinin ne olduğunu söyledikten sonra,
Onlara neler yapacaklarını teker teker bi ldirdi.
Anun naki (Tanrılar) ağızlarını açıp
Efendileri Marduk'a şöyle seslendiler: "Sen ki ş imdi, ey efendimiz, bizi her emekten kurtard ınız, Sana olan şükran borcumuzu eda etmek içi n,
Ne yapal ı m şimdi? Bir tapınak yapıp ad ına "Geceleyi n dinlenme yeri" d iyeceğiz,
Ve yapacağımız bu tap ınakta Geldiğiniz gün (yeni yıl günü) din leneceğiz." Marduk bunları duyunca
Yüzü gün gibi ayd ı nlandı ve şöyle dedi: "Yapmayı kurduğ u nuz Babil var olsu n ! Bir kent kurulsun v e mazbut b i r tapınak yükselsin üzerinde!"
Anunnaki (Tanrılar) küreğe sar ı l ıp hemen Bütün bir yıl boyunca tuğla yaptılar, İkinci yıl gelip çatınca da Esaglia'yı kurup basamak basamak yükselttiler
Apsu'nun üzerinde !
Bu eski Mezopotamya mythos'unu uzun boylu an ı ş ımın as ı l nedeni si zlere bu tür mythos' ların genel çizgileri hakkında bi r f ikir vermekt ı . Bu mythos'larda bir "masal" havası estiği dikkat in ız i çekmiş o lma l ı . Bi ld iğ in iz gib i , masallar gerçek hayatta ol mas ı ih-
54
Bilgi Teorisi i l
!imal d ışı olan, tümüyle hayal-ürünü hikayelerdir. "Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde . . . " gibi k ısmen anlamsız sözlerle
başlayan, "ben annemın beşiğ ini sallar iken" gibi olması imkansız şeyler anlatan veya "bir dudağ ı yerde , bir dudağı gökte" olan devlerden söz eden bu masal lar ın gerçek dünyada gerçekleşmeyen olaylardan bahsettiklerini anlamakta çocuklar bile gecikmezler. Gene de hayal-g ücünün bu hiçbir engel tanımayan uçuşları nedense insanları n çok hoşuna gider.
Ancak mythos'ları uyduranların da, onları di nleyenlerin de bun ları n gerçekten olmuş b i tmiş olaylardan bahsetti k ler ine inandıkları bence şüphe götürmez. Nitekim, yukarıda andığ ım mythos da oldukça "akla-yakı n" bir senaryoyu dile getiriyor. Burada şüphesiz hayal-gücünün rol ü büyük, ama besbelli ki bu senaryoyu düşünmüş olan dahi kişi gerçek bazı olaylardan esinlenmeyi de ihmal etmemiş. Nitekim, yerden, gökten , sulardan söz ediyor. Sonra başlangıçta kaos olduğu , kozmos'un sonradan, zamanla oluştuğu düşüncesi de hiç yabana atılmaz, hatta bugünkü bil im anlayışım ız bakı m ından da yerinde bir düşünce . * Başlang ıçta şekilsizliğin (kaos) egemen olduğu, zamanla şekilli nesnelerin oluştuğu düşüncesi bence harika bir buluş. Bu bakımdan mythos'lar sadece hayal-gücünün değil , bu güçle kanatlanan gözlemlerin ve mantıksal çıkarı mları n ortak ürünü.
Bu senaryolarda modern bilim adamını en çok tedirgin eden şey işe "Tanrılar" den i len gizli , yani hiçbir şeki lde gözlenemeyen varl ıkları n karışt ı r ı lmış olmas ı .
• Modern kozmolojide bugün e n akla-yakın teori "Big Bang" (Büyük Patlama) teorisi, bıli ndiği gib i . Buna göre, başlangıçta rnadde ve enerıi tek bır noktada yoğunlaşmış bulunuyordu; elementer parçacıklar patlamadan çok kısa bir süre sonra oluştu. Zaman ve uzay bile bu süreçle bırlikte ortaya çıktı.
55
Uğur Felsefe Öğreniyor
Enuma Eliş mythos'unda hayal-gücünün gemi iyice azıya almış olduğu düşünülebil i r . Ancak burada bile "Bu gizli varl ıklar sadece hayal-gücünün ürünü mü?" gibi bir soru geliyor hemen akla. Soru nun cevabı ne olursa olsun, evrenin nas ı l oluştuğunu kendine iş edinecek kadar zeki olan ilk i nsanın bunun sıradan bir olay olmadığını düşünebi lm iş olmas ı bile övgüye değer görünüyor. Böyle bir düşünceden kalkan birinin her şeyi ilk defa meydana getiren çok güçlü b i r varl ı k (Tanrı) veya varlıklar (tanrı lar) olması gerektiğini varsayması akla-yak ı n bir görüş bence. Bu "yaratıcı" bir varl ık ; isterse (Tevrat'ın "yaradı l ış" mythos'unda olduğu gibi) her şeyi "hiçten" var edebilir; isterse, çamurdan herhangi bir aygıt ol uşturan çömlekçi veya şekilsiz taştan bir insan şekli yontan bir heykeltraş gibi , var olan amorf bir malzemeye biçim vererek yepyeni bir var l ık meydana getirebi l i r. Demek istediğim, mythos'ları düşünenler de istediği her şeyi yaratabılen bir Tanr ın ın veya tanrılar ın varl ığ ın ı bazı gözlemlerinden esinlenerek ileri sürmüş olmalı lar. Belki Tanrı fikrini yaratan onlar, ama bunu "işkembeden atarak" yaptık lar ın ı düşünmek doğru değil. Sanı rım , yaratıcı bir Tanrı fikri nedensel l ik fikrinin i lkel biç imi .
Yaln ız s ıradan insanların bu mythos'lar karşısı ndaki tutumu genellikle bir aptal l ık örneği sayılabilir. İşin daha da ilginç yan ı , eski zamanlarda yaşam ış o lan s ı radan insanlarla şimdikiler arası nda bu bakı mdan hemen hiçbir fark olmayış ı . Eski Mezopotamyal ı lar nasıl Enuma Eliş mythos'unu gerçek bir hikaye, yani evrenin başlang ıcında olup b itmiş bir olay olarak --sorup sual etmeden-- kabul ediyor idiyse ler, aynı şekilde, günümüzün insanı da ondan bundan öğrendiklerini, özellikle ders kitaplarında yazılanları ve öğretmenleri nin anlatt ıkları nı gerçeğin ta kendisi gibi görüp bel lemekted ir. El bet bir in in belledikleri bir diğerininkine hiç uymayabilir. Örneğin sadece kil isede papaz efendiden duy-
56
Bilgi Teorisi i l
duklarını veya kutsal kitapta okuduklarını bel lem iş olan bir ki mse, lisede astronomi ve f izik dersinde okutulanları bellemiş olan
b i r kimseden - -zih in lerinde yer etmiş olan senaryolar bakım ından-- çok farkl ıdır, hatta bu yüzden birbirleriyle kavga ettikleri bile olur, ama belledikleri şeyler karşısındaki tutumları bakı· mından tıpatıp aynıdırlar, zira kendilerine doğru diye öğ reti len
şeylerden şüphe etmedikleri gibi , on ları eleştirmeyi de düşün
mezler.
işte bilgi-üreticisi i le bilgi-tüketicisi aras ı ndaki ayrım da
burada. Mythos'ları kimlerin uydurduğunu bi lmiyoruz,* ancak o
zaman lar bu nları e leştiren , hiç değilse yeni mythos 'lar öneren başka kişiler ç ıkmadığ ı (ekonom i dil iy le söylersek, "rakipsiz" ol
dukları) için, sıradan i nsanlar bunları doğru diye kabul etmişler
ve bu nlar ağızdan ağ ıza aktarı larak yaşamların ı sürdürmüşler. Burada çok önemli bi r nokta daha var: Bu mythos 'lar öylesine
halk ı n beğenisini kazanmış olmal ı ki , bunları çok değerli bir ha
z ine gibi korumayı üstlenen bir rahipler sınıfı türemiş, onların da yardımıy la ve zaman geçtikçe bunlar bir tür kutsallık, dolay ı
s ıyla "dokunulmazlık" kazanmışlar. Bu durumun değ işmesi için, yeni mythos'lar, yeni görüşler, yeni teoriler üreten başka düşü
nü rlerin ortaya ç ıkmas ı nı , dolay ıs ıyla "fikir rekabeti" d iyebi lece
ğimiz bir sürecin başlamas ın ı beklemek gerekecektir.
Burada üzerinde durulması gereken bir nokta da şu: Gerçi bu myt hos 'larda her şeye karar veren , böylece hem doğan ı n , hem insan ı n kaderini belirleyen tanrılar var, ama Enuma Eliş'te
* Yunan Mitoloıisi hakkı ndaki bilgi lerimizi Homeros adındaki şairin İlyada ve Odisseos başlıklı eserleriyle, Hesiodos'un Günler ve İşler başlıklı eserinden elde ediyoruz. Onlar da yazdıklar ını halk ağzında dolaşan "mythos"Jardan derlemişler. Bu kitaplarda daha çok Olympos tanrılarının başlarından geçenler anlatı lıyor.
57
Uğur Felsefe Öğreniyor
de açı kça görüldüğü gibi , bunlarda i nsanları n o zamana kadar gözlem yoluyla elde etmiş oldukları bazı astronomik bilgiler de yer alıyor. Burada Mezopotamyal ı lar ın bu konuda birçok "sağduyu" bi lgisi elde etmiş oldukları anlaş ı l ıyor. Bu durum insanların bu mythos'larda geçen hayal ürünü olan hikayeleri de ciddiye almaları nda rol oynamış olabi l ir. Yaln ız unutmayal ım ki, kozmoloji bugün de hayal ürü nü ol maktan büsbütün kurtulmuş deği l . Ne var ki , bugün hayfü-gücünün işe karışt ığ ı yerde daha çok spekülasyondan söz ediyoruz. Mythos ile spekülasyon arasındaki en önemli ayrım, ikincisinin biri ncisiyle karş ılaştı rı lamayacak kadar zeng in bir ön-bilgi malzemesine dayanmas ı , ayrıca bu bilgilerden son derece sıkı mantıksal (=matematiksel) işlevlerle sonuçlar ç ıkarılmasıdır. Bu noktaya i lerde döneceğiz.
58
1 1 1
TEORİ K FELSEFENİN BAŞLANGIÇLARI
Birçok kitapta felsefenin dinden ayr ı larak "bağ ımsız" bir di
sipl in haline geldiği söylenir. Bu yan l ış , hiç değilse yanıltıcı bir iddia. Gerçi bazı pratik ihtiyaçlar insanı 'din', 'metafizik', 'felsefe' , 'bi l im' ve san' at' gibi terimler kul lanmaya zorluyor, ama buna bakıp bu adların birbirlerinden kesin çizgilerle ayrı lan değişik zihni uğraşları di le getird iğ in i sanmak yanl ıştır . İ leride bu konuyu daha yakından inceleyeceğiz; hemen şu kadarını söyleyeyim ki ,
felsefenin dinden ayrılması diye bir şey yok, sadece bi lgi üretmeye çal ışan insanlar a ras ı nda önem verdikler i sorunlar ve bun ları çözmek için başvurdukları yöntemler bak ım ı ndan bazı ayrımlar var, o kadar. Bugün herhangi bir konuda bel l i bazı yöntemlerle bi lgi-üretme amac ına yönelik her sistemli çabaya "bi l im" diyoruz. Bu tür çabalar "merak"la başlad ığ ına göre, insanoğlunun baştan beri bu merakın ı gidermek içi n harcadığ ı her düşünsel çabaya 'bilimsel' sıfatın ı takmak mümkün . Ancak bazı felsefe tarihçileri, herhalde "bilgi sevgisi" anlamına gelen 'philosophia' sözcüğünü i lk in Yunanl ı lar ın kul lanmış olduklarını göz önünde tutarak, felsefenin Thales adındaki f i lozofla başlad ığ ın ı söylüyorlar. Tarihçiler her olayı bir tarihle başlatmak al ışkanl ı ğ ı ndadırlar. Yalnız organizmalar gibi din ve felsefenin d e başla
dığı bel l i bir tarih yoktur, dolay ıs ıyla di n i n nerede bittiğ in i , felsefen in ne zaman ve nerede başlad ığ ın ı , felsefenin ne zaman bi l i me dönüştüğünü araştırmak. hele bu konuda kesin kararlar vermek doğru değildir. Nitekim, bu kitap boyunca vurgulamaya çal ışt ığ ım gib i , "dini" dediğimiz d üşünüş biçimi bazen felsefe için-
59
Uğur Felsefe Oğreniyor
de, daha doğrusu, genellikle "filozof" denilen insanların düşünüş biç iminde sürer gider. İ nsan maymundan evrimleşmiştir , ama maymunlar insanla birl ikte varl ık ları n ı sürdürdükleri gibi , bazı insanlar onlar gibi davranmaya devam eder. Bu durum filozoflarla bi l im adamları için haydi haydi geçerlidir, hatta bazı bi l imsel teorilerde dini düşünüşün izlerine rastlamak mümkündür.
1) Thales
Gene ben de bu geleneğe uyarak, Thales'le işe başlayacağım. Thales, her nedense, "Evren nas ıl oluştu?" gibi bir soruyla değil de, "Maddi nesnelerin kaynağı (veya ana-madde) nedir?" sorusuyla başlamış işe. " İnsanların akıllarına sorular nas ı l , nereden gelir?" sorusu da çok i lginç belki, ama anlaşılan şu veya bu nedenle insanın akl ına şu veya bu soru "esebiliyor". Biris in in aklına nası l bir sorunun eseceği ise o kişinin zeka düzeyine, i lgilerine, içinde yaşad ığı top l umun bi lgi düzeyine ve bunlara benzer birçok faktöre bağ l ı . Bugü n Scientific American g ibi bir bil im dergisini açt ığ ın ızda, orada "Evren nasıl oluştu?" gibi sorular yanında, "Gri ağaç ku rbağaları eşlerini nasıl seçer?" veya "Samanl ık baykuşu avı n ı nas ı l yakalar?" türünden sorulara ayrı lmış makalelerle karş ı laşırs ı n ız . Demek ki , insanların "soru sorma zevkleri" de değişebiliyor.
Evet, rastlantı bu ya, Thales'in akl ına "Maddenin i l k yapı taşları nelerdir?" gibi bir soru esmiş. Elbet akl ına gelen tek soru bu değil, zira dendiğine göre Thales "pek merakl ı" b i ri imiş. N itekim, o dönemlerin uygarl ı kta en ileri olan iki ü lkesini , Mezopotamya ve Mıs ı r' ı gezip görmüş, hatta oralarda yı l larca kal ıp i lkinden astronomi, ikincisinden geometri konusunda pek çok şey öğrenmiş, o kadar ki , yurdu Mi letos'a döndüğünde i .ö. 585 yı l ı nda Yunanistan'da Güneş tutulacağını önceden haber vermiş,
60
Teorik Felsefenin Başlangıçları
ayrıca gölgesinin uzun luğundan bir piramidin yüksekl iğini ve bir gemin in k ıyıdan ne kadar uzakta olduğunu hesaplayacak kadar geometri bi l iyormuş.* Ama, onun as ı l ününü yapan yukarıdaki soruyu sorup ona oldukça akla-yakın bir cevap vermeyi başarmış olmas ı .
Bana sorarsa n ı z , Thales'in dehas ın ı ası l ortaya çıkaran onun bu tür bir soruyu akı l edebilmiş olması . Bu deyimin özel l ikle alt ın ı çiziyorum , zira bi r i nsan ı n bu tür bir soruyu sorabilmesi için , önce dünyadaki bütün cisimlerin bir tek ana-maddeden (Thales buna arche d iyor) oluştuğunu, başka bir deyişle, onun değ işik görünüşleri olduğunu düşünebilmiş olması gerekir, bu ise son derece zeki i nsanların harc ıd ı r . S ı radan i nsan çevresinde gördüğü b inbir çeşit nesnenin bir ve aynı maddeden türemiş olabi leceğin i tasavvur edemez, bu nedenle de onun Thales'in sorusunu yadı rgaması normald ir . Hatta bugün üniversitede kimya eğitimi görmüş olanlardan bazıl�rı bu bilimin Thales'in sorusu ile başlamış olduğunun fark ında bile değildi r.
Doğrusunu isterseniz, felsefe öğrenmeye başladığım i lk yı l larda ben de Thales'in sorusunu bir hayli yad ı rgamışt ım. Öyle ya, birbirine hiç benzemeyen iki nesne, örneğin bir taş parçası i le bir demir, hatta demir ile kurşun, nasıl aynı nesneden türemiş olabil i r? Ya su ile ateşe, bu birbiriyle zıt nitelikler gösteren iki nesneye ne buyrulur? D iyelim ki, e lma ile armut ayn ı tür nesneden türemiştir, ama armut veya elma ile hava arasında ne gibi bir ortak
* Thales'in şu geometri teoremlerini bi ld iği anlaşı lıyor:
1 ) Bir dairenin kutru onu iki eşit parçaya ayırır. 2) Eşkenar bir üçgenin taban açıları birbirine eşittir. 3) İki doğru kesiştiğınde karşıl ıkl ı açılar eşittir. 4) Bir yarım daire içine çizilen bir üçgen dik açı lıdır. 5) Bir üçgenin tabanı i le taban açıları belli ise üçgen bellidir. (Bkz. W.K.C. Guthrie: A History of Greek Philosophy, vol. 1 , s. 53)
61
Uğur Felsefe Öğreniyor
yan olabil ir? Hadi maymunla insan ayn ı kökten gelm iş olsun, ama her ikis in in de toprak ve sudan türed iğin i düşünebi l i r misiniz?
Bu örnekler i a lab i ld iğ i nce çoğaltabi l i rs in iz , ama gene de
Thales'in "he r şeyin sudan türed iği" , yani taş, demir, ku rşun , toprak, ateş, elma, armut, maymun ve i nsan, ne varsa hepsinin ,
hava dahi l , ana-maddesin in (arche) "su" olduğu yolundaki iddi
as ı n ı n i ler-tutar yan ı var mı? Hele su nasıl olur da ateşe dönü
şü r? Felsefeye i l k başlayan herkesin akl ına bu v e buna benzer so ru l ar gelmiş olmal ı , zira duyular ı m ızla gözlediğimiz dünya bizde işin başı ndan beri çevremizde taş, toprak, hava, su gibi çe
şitli maddeler, sonra bitki ler , hayvan lar ve insanlar bulunduğu ve bun lardan her birinin hıç değişmeyen bir maddi yapısı olduğu izlenimi uyandırır. Nesne türlerinin baştan beri aynı ka ld ığı fikri bize "sağduyu"nun dayatt ığ ı bir varsay ımdı r, zi ra biz bel l i b ir nesnenin zaman içinde biç im ve renk değişt irdiğin i , hatta bazen maddi yap ıs ın ın değiştiğini gözlerimizle görürüz, ama su diye bi ldiğimiz doğa l bir maddenin havaya veya ateşe dönüştüğü ne
hiç tan ık olmamış ızd ı r, dolayısıyla sağduyumuz bize böyle bir
şeyin olamayacağ ın ı " ima eder".*
İşin i lg inç yanı da burada bence : Hepimiz gibi dünyayı beş duyusuyla tanıyan Thales adı nda bi ri çıkıyor ve bize "Görünüşe a ldanmayı n ! Bütün bu gördüğünüz değişik nesneler bir ve aynı ana-maddenin değişik görünüşlerid i r, bu ana-madde de hep bi l diğimiz sudur!" diyor. İşte tam da "Ne sih i rdir , ne keramet!" de
menin sı ras ı . İyi de, Thales'in buradaki "el çabuklugu" ne gibi bir marifetten kaynaklanıyor?
* İleride göreceğimiz gibi, insanları n her türlü "evrim " fikrine karşı çıkışlar ın ın da
ana nedeni bu olsa gerek. Thales i le onu izleyenlerin en az ı n dan "maddi evrim" fikrini ilk keşfetmiş kişiler olduğunu söyleyebiliriz.
62
Teorik Felsefenin Başlangıçları
İ lk akla gelen ihtimal şu bence: Thales "Her şey bir ve ayn ı maddeden türemiştir" varsayımını bir mantıksal çıkarımın anaöncülü olarak alm ıştı r. Ancak bir tek öncülden "Her şey in anamaddesi sudur" sonucunun ç ı kmayacağı apaç ık . Dolayıs ıy la Thales ' i n --gözlemleri ne dayanarak-- daha başka öncül ler bulması şart. Örneği n şu gözlemlerden yararlanmış olabil i r : Su dü nyada en çok bulunan cisimdi r, zira yaln ız nehirler, göller ve deniz ler değ i l , çöl ler de dahi l , nereyi b i raz kazsanız su çıkar. Ayrıca yaln ız buhar ve bulut biçiminde havada bulunmaz, bazen yağmur, bazen kar biçiminde havadan yere iner. Yeryüzünün pek çok yerler in i , ama özell ikle kutup bölgelerin i kaplayan o muazzam kar ve buz yığ ı nları da suyun katı hal almış biçimlerinden başka b i r şey değildir. Kokusuz, renksiz, tatsız ve biçimsiz oluşu da onun her kıl ığa gi rebi len bir nesne olduğunu göstermektedir . Her kı l ığa g irebilen bu nesne Mitolojilere kadar girmiş , yeryüzünü yukarıdan (gökleri n üstünden) ve aşağıdan (yeryüzünün alt tarafı ndan) sardığ ı tasavvur edi lmiştir. Ana-madde olmaya bundan daha uygun bir "aday" düşünülebi l i r mi?
Şimdi bütün bu gözlemlerin de ikinci öncü l ü oluşturduğunu düşünel im . Bu iki öncülden, "O halde , her şey sudan meydana gelmiştir!" sonucu mantıkça çıkıyor mu? Çıkmıyor. Zaten çıksayd ı , başkalarının da aynı sonucu çoktan çıkarmış olması gerekmez miydi? Kaldı ki , Thales'den sonra gelen filozoflar da bu sonucu çı karmayacak ve yeni teor i ler teklif edeceklerdir. Thales burada sadece şöyle bir savunmada bu lunabil i rdi : "Gerçi ben hiçbir zaman suyun ondan farkl ı b i r cisme dönüştüğünü gözlerimle görmedim, ama esinlendiğim bütün bu örnekler böyle bir dönüşümü çok muhtemel k ı l ıyor".
Doğrusu Thales'in bu cevabına pek bir diyeceğimiz olmazdı , ama gerçek şu ki , ondan sonra gelen Anaximandros da, Anaxi-
63
Uğur Felsefe Öğreniyor
menes de Thales'in bu iddias ın ı yeterince inandırıcı bulmamış, hatta kendilerince daha akla-yakın teoriler uydurmak ihtiyacını duymuşlar.*
Şimdi, isterseniz , bu iki hemşerisinin Thales'in teorisini niçin kabule-değer bulmamış olabileceklerini araşt ıral ım. Önce her üçünün de ana varsayım (ilk öncül) konusunda anlaştıklarını hat ı rlatmak isterim. Bu nokta çok önemli, ama fikir tarihi açısından çok daha önemli bulduğum bir başka noktaya değinmeden geçemeyeceğim: Burada belki de tarihte i lk defa olarak --herhangi bir Tanrıyı işe karıştırmadan-- salt rasyonel gerekçelere dayandı rı lan b i r teori ortaya atan ve bu teoriyi gene rasyonel gerekçeler göstererek çü rütmeye çat ışan insanlarla karş ı laşıyoruz. Niteki m , ne Anaximandros, ne de Anaximenes Thates'in teorisinı dini inançlara aykırı olduğu gerekçesiyle reddediyor. Başka bir deyişte. arkalarını herhangi bir otoriteye dayayacak yerde, Thales'in teorisi ni n ya mantığa, ya deneyimlerimize, ya da her ikisine birden ters düştü
ğünü göstermeye çat ı ş ıyorlar. Buna bugünkü adıyla eleştiri diyoruz. Bu çok yeni bir tavır, zira eskiden kim tarafından üretilmiş olduğu pek bilinmeyen mythos'tar genell ikle insanlar tarafı ndan -
doğru olup ol mad ıkları araştır ı lmadan-- doğru diye kabul edilir, hele bunlar rahip s ın ıfı tarafı ndan s ıkı bir koruma altına al ınd ıktan sonra, binyıl lar boyunca herhangi bir şüphe, dolayısıyla e leştiri konusu yapılmadan varl ıklarını sürdürürlerdi . Şimdi ise hiçbir tanrısal otoriteye tenezzül etmeyen (sonradan "doğa filozofları" d iye
* İleride göreceğimiz gibi, bir teoride öncüller ile sonuç arasındaki boşluğu ka· patmak hemen hemen imkansızdır; hep doğru öncüller seçilmiş olsa bile, on· !arla sonuç arasında dalma bir boşluk kaldığı için, bu tür öncüllerden türetilen sonucun (teorinin) yanlış çıkma iht imal i büsbütün ortadan kalkmaz.
64
Teorik Felsefenin Başlangıçları
anılan) adamlar çı kıyor ortaya ve i lk defa özgür bir tartışma ortamı yaratıyorlar! Bence yarattıkları bu yeni ortam ortaya attıkları teorilerden de önemli, zi ra böylece i lk defa bir "araşt ı rma geleneği" kurulmuş oluyor. İ leride göreceğimiz gibi, teoriler üzerindeki tartışmalar bazen binyıl lar sürebilir, bazen de hiç bitmeyebilir. Bu, bilgiüretmenin bazen ne kadar güç bir iş olduğunu gösteriyor, ama bence burada asıl üzerinde durulması gereken nokta, akı l l ı insan
lar ın bi lgi üretme işinde ne kadar titiz davrandıklarını, ne büyük bir sorumluluk duygusuyla hareket ettiklerini görmektir.
2) Anaximandros
Bu ara-açıklamadan sonra ası l sorumuza dönebı l i ri z : Evet, Anaximandros Thales'in teoris in i neden ötürü kabule değer görmemiş olabil ir? Soruyu bu biçimde soruşumun nedeni şu : Bu i l k filozoflardan el imize yaz ı l ı hiçbir eser geçmediği veya sadece bi rkaç cümle geçtiği içi n , kafalarından geçenleri bir ölçüde bizim tahmin etmeye çalışmamız gerekiyor. Theophrastos'tan öğrendi klerimize göre, onun Thales'in ana-varsayımına bir itirazı olmamakla bir l ikte, gözlemlerimizden onun ç ı kard ığ ı sonucu çıkarmaya hakkımız olmad ığ ı kanısında, z i ra ona göre ana-maddenin gözlediğimiz nesnelerden hiçbirine benzememesi gerekiyor. Kaldı ki, suyun öteki maddelerden herhangi b i rine dönüştüğünü de görmüş deği l iz ! Bu nedenle ana-madde kendisi nin apei ron dediği "bel i rs iz" b i r şey olmak gerek i r , * dolayıs ıy la "su" ana-madde olmaya "aday" olamaz.**
• Bazı yazarlar "apeiron"u "sın ırsız'', hatta "sonsuz" diye çevi rıyorlar, ama bence bu deyım daha uygun .
' * B u konuda Platon d a "Timaios" adlı diyalogunda Anaximandros'un düşüncelerinin h ayali bir reconstructlon'unu yapmayı denemiş, ama bugünkü anlayışı mıza ters düşen bu reconstruction'un ayrı ntılarına girmeyeceğiz. (Bkz. The Architecture of Matter, s 52-53. Ayrıca bkz. Aristoteles, Fizik, Burnet, s.53)
65
Uğur Felsefe Öğreniyor
3) Anaximenes
Onun genç çağdaş ı Anaxi menes 'e gel i nce: O da Anaximandros 'un teoris in i yeterince doyurucu bulmam ı ş olmal ı ki , başka bir ana-madde aramış ve sonunda bunun "hava" olabileceği ne karar vermiş. Bu yen i teori de bugün bizlere ötekiler kadar "çocuksu" gelebi l i r, ama ne zaman bu tür bir duyg uya kap ı lsak, hemen şunu hatırlamaya çal ışmal ıy ız : Onlardan 2500 yıl
kadar sonra yaşayan bizler onlar ın sahip olmad ığ ı pek çok yeni
bi lgiye sahibiz, dolayıs ıyla bize bugün "çocuksu" g ib i görü nen teoriler ortaya attıkları için on ları "aptal" sanmamız , sadece bizde henüz bi r tarih bi l incin in gel işmem iş olduğunu gösterir.
O halde Anax imenes' in "hava"yı , "su" ve "ape i ron "a kıyas la
ana-madde olmaya daha uygun bu lmasın ın gerekçeleri ne olabilir?
"Hava" gözle görü lmeyen ve el le tutulamayan bir madde ol
makla bi rlikte, varl ığ ı başka nitelikleriyle bilinen b i r madde. Bu bak ı rndan kısmen Thales'in "su"yu na benz iyor. Ayrıca onda "su" gibi he r şekle gi rme n itel iği de var. Öte yandan , Anaximandros'un "apei ron"unu hatırlatan bir yan ı da var, zira o da hem belirsiz, hem s ın ı rsız.
Anaximenes'in onu ana-madde olarak seçmesinin bir nedeni de "su"yun "hava"n ın yoğunlaşması sonucu oluştuğuna i nanma
sı. Gerçekten de hava s ı kışıp gen leşebilen bir madde ve Anaximenes'e göre, hava yoğunlaştıkça ilkin rüzgar, sonra bulut, daha yoğunlaşınca su (yağmur ve buz), sonra toprak, en sonunda da
kaya halini al ı r. Bütün öteki nesnele r de bunlardan oluşur.
Aslı nda Anax imenes nesnelerin yoğunlaşma (conde nsati
on) ve seyrekleşme ( rarefact ion) sonucunda o luştuğu f ikrini
66
Teorik Felseienin Başlangıçları
Anaximandros'tan alm ış ve Thales'in "su"yu yerine gene a lgı la
nabilir (somut) bir nesneyi koymakla kendisinden önce gelen bu iki filozofun teori leri ni "uzlaştırma"yı denemiş. Felsefe tarihinde bu tür denemelere sıkça rastlanıyor. Thales "gözlenebilir" bir nesneyi ana-madde sayd ığ ına göre, onu deneysel fizikçilerin i lk i , Anaximandros "apeiron" gib i gözlenemez bir nesneyi anamaddeliğe aday gösterdiği için onu teorik fizikçi lerin ilki sayabil ir iz. Anaximenes ise ikis in in arasında yer aldığı iç in hem teorik hem deneysel f izikçilerin ilki sayılabil i r . Bunu her bilim adam ı n ı n bir çeşit "düşünsel mizac ı " (i ntellectual temperament) olduğunu vurgulamak için beli rtiyorum. Her halde Anaximenes ne idüğü belirsiz bir "apeiron" yerine, varolduğu herkesçe bı l inen "hava"yı geçirmekle daha akla-yakın bir teori geliştirmiş olduğunu düşünmüş o lmal ı .
4) Herakleitos
El l i yıl kadar sonra gelecek olan Efesos'lu Herakleitos da tek ana-madde geleneğin i devam ettirecek, ancak buna en uygun adayın bu defa "ateş" o lduğunu iddia edecektir. Burada gene k ısmen Anaximenes'i n "hava"s ın ı andıran bir elemanla karşılaş ıyoruz. Yaln ız "ateş"i seçerken Herakleitos'un bu defa Anaximandros'un bir düşüncesinden esinlend iği anlaş ı l ıyor. Asl ında "ateş"i bir dördüncü eleman o larak öteki üçüne katan da bu fi lozofmuş, ancak gördüğünüz gibi , o alg ılayabi ldiğimiz h içbir madden i n ana-madde olamayacağı n ı düşündüğü için, "apei ron"u bulmuş. Ona göre, "apeiron"dan oluştuktan sonra s ı rasıyla toprak, su, hava ve ateş katmanları meydana gelmiş. (Bunda onların ağ ır l ı kları göz önünde bulundurulmuş olmal ı .) İşin ası l i lginç yan ı , Anaximandros'un bu dört elemanı n ana-maddeden ç ı kışların ı aç ıklayış tarz ı : Öyle ya, neden "apeiron" apeiron olarak
67
Uğur Felsefe Oğre niyor
kalmıyor da, bu elemanlara dönüş üyor? (Göreceği m iz g ib i , fi lozofla b i l im ad a m ı n ı s ı radan adamdan ay ı rdeden bir özel l ik de ikide bir bu "n için" veya "neden" so rus u nu sormal arı ! )
Burada işe baz ı "ahlaki", hatta "hukuki" diyebi leceği miz kavramların kar ıştığ ı n ı görmek i l k bakı şta şaşırt ıc ı , z i ra Anax imandros, belki de eski bir Babi l mythos'undan esinlendiği içi n , bir
elema n ı n bir başka elemana dönüşmesin i ve on lardan başka
nesneleri n oluşmas ı n ı "suç işleme" ve "cezalandır ı l ma" süreçleri g ib i görüyormuş . Ö rneği n , k ış ın s oğuk s ıcağa haks ız l ı k ettiği için, s ıcakl ı k o ndan öcünü (=işlenen suçun bedel in i ) al ı rmış. Her
şey geçicidi r , n i tekim herhangi yeni bir şey ortaya çı k ı nca , daha önce varolan şey lere karşı haksızl ı k etmiş olur, bunun bedelin i
ödemesi gereki r. *
Bu garip açıklamadan söz etmem i n iki neden i var: Genel l ikle insanoğlu insan -dış ı doğa olayl ar ı ndan söz ederken, bazen işe bugünkü anlay ı ş ı m ız a göre konuyl a i lg is i olmayan kavramlar kar ışt ır ıyor . İ lerıde göreceğ imiz g ib i , bugün bi le bazı teori leri n ter
cih edi lmesinde işe sadelik veya ş ı kl ı k g ib i "estetik" kayg ılar ka
r ışmakta! Bu nedenle değil felsefeni n , b i l im in bi le iy ice yal ıt ı lm ış bir araştı rma havas ında yap ı ld ığ ı n ı sanmak yanl ış. Bu rada da,
ne kadar dikkat ed i l irse edi ls in, işe yabanc ı unsurlar karışıyor. Bunlara --enformasyon teknolojisindeki bir deyi m le -- fikir "gürül tüsü" veya "paraziti" (noise) demek m ümkün .
İkinci neden de şu: "Ateş"i ana -madde olarak seçm iş olan Herakleitos da gerek gök cisi mle ri n i , gerek ele manlar ı n birbirle
rine dönüşmesi n i , gerekse doğal sü reç le ri buna benzer bir i lke-
* Doğal süreçlerde de '"suçun cezasını odeme"' i lkesinin insan toplumlarında ge çerli olan ve Musevılikte "göze göz, dişe diş" sözleriyle dile getiri len ilkel adalet anlayışından kaynaklanmış olma ihtimali bir hayli yüksek.
68
Teorik Felsefe n i n Başlangıçları
nin yönettiğine inan ıyormuş. Buna göre, her değişimin nedeni
bır t ü r öç-alma (=retribution) oluyor. Her şeyin temel i nde ateş vard ı r , dolay ıs ı yla bu kural nedeniyle bir şey nitelik aç ıs ından bir başka şeye dönüşür, ama nicel i k açıs ı ndan hiç değişmeyen b i r şey vard ı r . '
5) Pythagoras
Bu a rada Pythagoras adındaki f i lozofun,'* yepyeni bir anamadde teorisiyle ortaya ç ıkt ığ ın ı görüyoruz. Belki duyunca biraz şaşı racaksın ız , ama ona göre bu ana-madde "say ı lar" imiş ! Her halde say ı ları n aday gösteri lebi leceği hiçbirinizin akl ı ndan geçmemişt i r. Belki her şey "sayı labil ir", ama her şeyi say ı lardan tü
retmek akı l-al ı r gibi değ i l . Ancak, Pythagoras' ın aptal biri olmadığ ı i lk büyük matematikçi olması ndan bel l i ; belki de niç in say ıları ana-maddeliğe aday seçmiş olabileceğ in i de matemat ikç i
olmasından ç ıkarmak mümkün . S ı radan i nsan içi n say ı lar "soyut" kavramlard ı r ; onlar ı nesneleri sayarken , bir de aritmetik işlemleri yaparken kul lan ır ız , ama hiçbir zaman onlar ın , armutlar ve elmalar gibi, zihnimiz veya düşüncemiz d ış ı nda, kendi başlar ı na varolabilecek leri n i düşünmeyiz. O halde nası l o lmuş da, Pythagoras varolan her şey in on lardan t ü rediğ in i düşünebi l
miş?***
En azından bize çok "garip" gelen bu teoriyi pek benimseyen ve gel iştiren olmadığ ına göre, bu s ı rrı çözmeye çal ışman ın pek anlamı yok, ama bu teori nin --h i ç değilse dolaylı olarak-- b i l imi n ,
• Bazı modern fizikçilere (örneğin Heisenberg ve Sclırödingeı"o) göre, Herakleitos'un "ateş"ıni bugünkü anlamda "enerji"ye benzetmek mümkün.
** 'Phi losophia' sözcüğünü de i lk in onun veya öğrencilerinden biri n in kullandığı söylenmektedir.
*** Sayı lar ın i nsanlardan (düşünceden) bağımsız olduğuna inanan modern matematikçiler de var; yaln ız , ikinci teoriyi savunan bir tek Pytl1agorasçılar.
69
Uğur Felsefe Öğreniyor
hatta bil imsel düşüncenin gelişmesinde büyük bir rol oynam ış olduğunu hatırlatmam gerek. Nitekim , burada belki i lk defa olarak, nicelik (quantity) kavramı n ı n öne ç ıkarı ld ığ ın ı , hep nitelik· leri vurgu layan daha önceki teorilerin tersi ne, maddi değişmenin nicel yönüne önem verildiği görüyoruz. Dünya temel birimlerden oluşur, dolayısıy la onun nas ı l bir şey olduğunu tam anlayabilmemiz için , nesnelerin sayısal veya geometrik özelliklerinı i ncelememiz ge reki r . Dü nyada gördüğümüz değişim asl ında gördüğümüzü sandığımız bir şey olup bu sanı (il lusion) duyularımıza fazla güvenmemizden kaynaklanı yor. Şüphesiz renkler, sesler, tat ve kokular du rmadan değişirler, ancak bi lge kişi odur
ki, bu duyusal değ işmelerin gerisindeki hiç değişmeyen matematiksel düzeni görmeye çal ışır . Pythagorasçı lar yaln ız n iceliğe g i ttikçe artan bir önem verilmesine önayak oldukları için deği l,
aynı zamanda atomculuk (atomism) denilen bir teoriye de esi n kaynağı oldukları için saygı i l e anı lması gereken filozoflar.'
6) Empedokles
Onlardan etkilendiği an laşı lan bir başka filozof da Empedokles olduğu içi n , atomculara geçmeden önce, Pythagorasçı larla onlar aras ı nda bir köprü görevi yapmış olan bu filozoftan da bir iki cümleyle söz etmek yerinde olur. Anlaşıld ı ğ ı na göre, Empedokles bir ressam ın dört ana-rengi değişik oranlarda kar ıştır ıp çeşitli renk tonları elde ettiğine bakarak, ateş, su, toprak ve havanın da çeşitli oranlarda birleşmesinden doğada gördüğümüz
* Matematikle başı pek hoş olmadığı anlaşılan Aristoteles onları şu sözlerle küçümsüyor: "Pythagorasçı denilenlerden bazı lar ın ın yaptığı gibi, kimileri tüm evreni sayı lardan oluşturma sevdas ındalarrnış. Oysa maddi cisimler hep ya ağır, ya hafiftirler, oysa sayı bir imlerini ne şekilde bir araya getirirseniz geti rin, (ağırl ıkları olmadığından) herhangi bir cismi veya ağırlığı oluşturamazsınız, öyle değil mi ?"
70
Teorik Felsefenin Başlang ı çl arı
binbir çeşit nesnenin meydana geldiğ in i düşünmüş. Bu benzet
me insana i lk bakışta b i raz ayk ı rı görünüyorsa da, i lerde atomist kimyacıl ara bir esin kaynağı olacaktır. İ leride bu tür benzetmelere s ı kça başvuru lduğunu göreceğiz . Ancak burada bence ası l önemli olan, bazı fikirlerin bir süre unutu lduktan sonra tekrar fil iz verdiğ in i görmek. Dolayıs ıy la b i r fikir garibimize g idiyor diye onun tümden yanlış olduğu sonucunu çıkarmak doğru değil.
7) Atomculuk
Şimdi İ lkçağ'da öne sürülmüş olan en önemli teoriye geliyorum: Atomcu luk! Bugünün en gözde bi l imsel teori lerinden biri ve
şüphesiz en önemlisi olan Atomculuğun ilk biçimine bundan neredeyse 2400 y ı l önce rastlanması gerçekten şaş ı rtıc ı . Elbet o günden bugüne pek çok değişiklikler geçirmiş bir teori bu, ama ana-f ikr in daha o zaman bulunmuş olması i nsan zekasına karşı büyük bir hayranl ık uyandırıyor. Ama gene de bu fikrin birden
bire, gökten düşer gibi bul unduğunu sanmak yanl ış olur. Her yeni fikrin oluşmasında daha önce i leri sürü lmüş olan fikirleri n büyük payı var; yeni fikrin üstünlüğü, daha önceki fikirlerdeki bazı kusurlardan sıyr ı lm ış olmas ı ! Leukippos ile Demokritos'un geliştirmiş olduğu bu yeni teoriye göre, dünyada gördüğümüz her şey "atom" denen gözlenemez parçacıklardan o luşu r. * Leukippos'a göre, "bunların say ıs ı sonsuz o lup , sürekli hareket hal indedirler. Atomların kendileri tümüyle kompak! olup varolan (varl ık) diye adlandı rı labili rler; buna karş ı l ı k, boşluk içindeki (ki , bu-
• Yunanca 'atomos', bölünemez, parçalanamaz, dolayısıyla "en kiiçük parçacık" anlamına geliyor. ('Tomo-grafi' sözcüğü de aynı kaynaktan geliyor.) Bugün bu sözcük yerine 'elemanter parçacık' deyimi kullanı lıyor. Elektron, proton ve nötron yakın zamanlara kadar elemanter parçacık (=atom) sanılıyordu. Elekt
ron için bu hala geçerli, ama protonun bile "quark" denilen daha küçük parçacıklardan oluştuğu anlaşı lmış bulunuyor.
7 1
Uğur Felsefe Öğrenıyor
na da va rol mayan veya yokluk denebi l i r) hareket ler inde tü müy le özgürdürler. B i r araya gelerek maddi cisimleri meydana getirdikleri gibi , b i rb irinden ayrılarak onları n gözden kaybolmalar ına yol açarlar."
İşin i lginç yan ı , Atomcuları n bu nların gözle görü lemeyecek kadar küçük olduklar ın ı söylemelerine rağmen, onlarda s ı ras ı yla şu niteliklerin olduğunu iddia etmeler idir : 1 ) Hiçbir c is im onlardan küçük olamaz ; onlara Yunanca "bölü nemez" (kesi lemez) anlam ında "atom" demelerin in nedeni bu zaten. 2) Atom ları n araları nda --sürekli hareket etmelerin i sağlayan-- b i r boşluk , yani her tür lü özellikten yoksun bir uzay-bölgesi vard ır, bu nedenle b i rbir ler ini ancak di rekt temas, çarpı şma veya kenetlenme yoluy la etki leyebil ir ler. 3) Bütün atomlar aynı malzemeden yapı l mış olmakla b i rl ikte, birb i rlerinden biçim ve büyüklük bakı mından farkl ı atom türleri vard ı r. 4) Her türdeş (homojen) cismin atomları da kendilerine özgü biçimdedir ve bu cisimlerin bize değişik duyusal niteli kte görünmeleri atomların vücudumuz üzer indeki etki lerinin farkl ı o lmas ından kaynaklanı r.
"Bu atomlar sonsuz bir boşlukta, birbirlerinden tümüyle ayrı biçimde hareket edip duru rlar; yaln ız biçimleri , boylar ı , konum ve s ı ralanış veya diz i l im bakımı ndan farkl ıdı rlar. Boşlukta hareket ederken bazen çarpış ı r lar veya birbir ini geçerler. Bazen b i rb i rine çarpıp gelişigüzel dağ ı l ı rlar, bazen de --biçimleri , boylar ı , konum veya tertipleri b i rbirine uyduğu için-- kenetlenirler ve böylece bir arada kalı rlar. İşte bi leşik cisimler böyle meydana gel ir.
Atomların biçim, görünüş ve boy bakımından binbir çeşidi vard ı r. Bazı ların ı n yüzeyi pütürl ü , bazıları da kanca biçimi ndedir; kimi içbükey, kim isi dışbükeydir; daha başka sayısız türleri vard ır ."
72
Teorik Felsefenin Başlangıçları
Sımpl ikios'tan* aktard ığ ım bu met i n üzer inde bu kadar dur
muş o lmam ı n neden i , burada anlat ı lan lar ın f iz iğ in bugün bize
anlatt ı klarına bir hayl i benzemesi ! Elbet Leuk ippos da, Demokritos da bu teoriyi kurarken baz ı gözlemlerinden es in lenm iş olma
l ı lar. "Gözlenemeyecek kadar küçük" madde parçaları olabilece
ğin i ancak güneş ış ığ ı vu ru nca görü leb i len toz zerrelerin in varl ı ğ ı ndan veya kaynayan bir su.yun ç ıkardığı su buharı n ın bir s ü re sonra gözden kaybol mas ı ndan, ya da b i r b ıçağ ı n, köseleni n , mermerin gözle görülemeyecek biçimde aş ı nmasından ç ı karm ış
olabi l i r ler. Asl ı nda bunlar herkesin yaptığı göz lem ler, ama pek az insan bu tür gözlem le rden yola çıkarak, her şeyin gözle görülemez ve artık böl ünemez parçacı klardan ol uşabileceğin i akı l
edebi lm i ş ! Ne d em i ş atalar ımız : "Akıl ak ı ldan üstündür!" Bu filo
zofların "üstün zeka l ı " o lduklar ı da şüphe götürmez .
Bunu anlatmak için , atomcuları n ortaya atm ış olduğu bu teor inin bugünkü fizik b i lgi leri mize ne kadar yakın olduğunu göstermeye çal ışacağ ım :
1 ) Onların "atom"larına 1 7. yüzy ı ldan itibaren en ü n l ü düşünür ve bi lg in leri n de inand ığ ın ı bi l iyoruz. Bunlar arası nda Gassend i , Boyle ve Newton'u sayabi l i riz . 1 9 . yüzy ı l ın baş ında İngi l iz
k imyacıs ı John Dalton da aynı inancı paylaşıyor, hatta "atomcul uğa" bilimsel bir teori niteliği kazandı rıyor. Ne var ki, Dalton'un "atom" ded iği şeyi n sonradan daha küçük parçacıklardan oluştu
ğu anlaş ı l ı nca, bu sözcük de anlam değiştir iyor. Bugün "parçalanamaz" an lamında daha çok 'elemanter .parçacık' dey im i ku l lan ı
l ıyor. Nitekim , "elektron" bu tür (atom-a lt ı ) bir parçacık; yakın za-
* Sim plikios dokuz yüzyı l sonra yaşamış bir Yunar l ı . Atomculuğu n belki en eksıksiz anlatı m ı n ı Latin filozofu Lucreti us'un De Rerum Natura adlı eseri nde bulmak mümkün. O da bu konudaki bi lgi ler in ı daha önce gelmiş olan yazarlardan aktarmış olabilir.
73
Uğur Felsefe Oğreniyor
manlara kadar "proton"un da parçalanamaz olduğu varsay ı l ıyordu, oysa şimdi onların da "quark" (kuvark) deni len daha küçük
parçacıklardan oluştuğu önce teorik olarak düşünülüyordu, ama şimdi deneysel olarak da saptanmış bulunuyor. Ancak elemanter
parçacıkları n sayısı hala bil inmiyor, belki de hiçbir zaman tam olarak bilinemeyecek. Zaten l:>u atom-altı parçacıklardan büyük bir kısmı çok, ama çok kısa bir zaman boyu varl ıkları n ı sürdürebi ldiği için, onların varolduğunu ancak son derece büyük ve karmaşık detektörler arac ı l ığ ıyla saptamak mümkün. Buna karşı l ık, "kimyasal atomlar" ın artık resmi bile çekilebiliyor. Demokritos atomları, yani maddenin en küçük yapı-taşlar ını, hiçbir zaman gözlenemez nesneler olarak düşünmekte gene haklıymış, z i ra bunların varl ığından son derece dolambaçlı bir biçimde haberdar olabiliyoruz. Atomların varolması ge rektiğini bundan 2400 yıl önce iki Yunan filozofu akıl edebi lmişti, bugün ise fizik okumuş hemen herkes onların varlığından emin. Hiçbir teorinin bu kadar iyi belgelenmiş olduğunu söylemek mümkün değil.
2) Atomcuların bu varsayı mı da bi rçok bakımdan kan ıtlanmış durumda. Biryol atomların boşlukta sürekli hareket halinde olduğu bir gerçek. Gaz halindeyken herhangi bir cismin atomları arasında oldukça geniş bir boşluk vardır, ısı düştükçe bu mesafe kısalır, dolayıs ıyla atomlar birbirle rine daha çok yaklaşırlar. Katı hal ise atomlar arasındaki boşluğun en aza i nd iği durum
dur. Ancak atomlar birb i rlerine en çok yaklaşt ıkları zaman da hareket halindedirler. Bi lardo topları gibi birbirlerine çarptıkları ve gelişigüzel savruldukları da olur . Ancak Demokritos atomların birbirlerine kenetlenmelerini açıklamaya kalkınca "saçmal ıyor", zira bu noktada gözlenebilir cisimlerden esinleniyor. 2400
yı l önce fiz ik henüz emekleme çağında iken onun daha isabetli bi r tahminde bulunması beklenemezdi. Nitekim , büyük cisimle-
74
Teorik Felsefenin Başlangıçları
rin birbirlerini çektiği düşüncesi nası l ancak 1 7. yüzyı lda Newton tarafından ortaya atılm ış ve ancak 18 . yüzyılda Cavendish tarafından deneysel olarak doğru lanmışsa, atomları n birbirine yapışmasını (moleküllerin oluşmasını) sağlayan kuvvet 1 9. yüzyı l · da, atom-altı parçacıkları kaynaştı ran kuvvet ise 20. yüzyı l ın ortalarında bulunmuştur. Ancak bu böyledir diye Demokritos'u küçümsemeye hakkımız yok, kaba saba da olsa, atomları kaynaştıran gizli bir mekanizma olduğunu düşünebilmesi bi le onun dehas ın ı kanı tlamaya yeter.
3) Günümüz fiziği ve kimyas ı 92 çeşit (durmuş-oturmuş) atom o lduğunu kabul ediyor . B i rden çok atom t ü rü o lduğu f ikr i Demokritos'ta da var, ancak ona göre dünyada ne kadar değişik
türden maddi nesne varsa, o kadar atom türü olması gerekir.
Bunlar büyüklükleri ve biçimleri bakımından birbirinden ayrı l ırlar.
Demokritos'un atomları bugünün "elemanter parçacıkları"na tekabül ediyor. Gerçi bu sonuncuların büyüklükleri (=kütleleri) birbirinden farkl ı , ama sayıları bi rkaç düzineyi geçmez. Demokritos' un gene de atom la r aras ı ndaki fark ı n nicel (kant itat iv) olduğunu düşünebilmiş olması büyük bir başarı. Ne var ki, ona göre doğada gördüğümüz her türden cisim kendine-öz atomlardan oluşmuştur. Elbet bu doğru deği l , zira bu cisimlerin ezici çoğunluğu birçok değişik kimyasal atomdan oluşuyor. Örneğin bir "su" molekü l ü iki h idrojen atomuyla bir oksijen atomundan oluşur. Oysa Demokritos suyu b ir kimyasal element sand ığı iç in , onun kendine-öz atomlardan oluştuğu inancındayd ı .
4) Demokritos'un dördüncü varsayımın ın eleştirecek bir yanı olmadığ ı n ı sanıyorum. Yaln ız bu atomlardan doğada gözlemlediğimiz büyük cisimler nasıl oluşuyor? Anaximandros i le ondan sonra Anaximenes'in bu süreci yoğunlaşma ve seyrekleşme
75
Uğur Felsefe Öğreniyor
i le açıklad ı ğ ı n ı hatı rlayacaksın ız. İyi de, yoğunlaşma ve seyrekleşme nasıl oluyor? Demokritos bu konuda da daha akla-yakın
bir açıklama getiriyor, üstelık onun açıklaması bugünkü anlayış ı m ıza daha da uygu n.
Atomlar büyüklüklerine göre de birbi rinden farklı o lup boşlukta hareket ederken bir "girdap" oluştururlar, bu hareket i ri (dolay ıs ıyla daha ağ ır) olan atomlar ı merkeze doğru çeker, daha ufak (dolayısıyla daha hafif) olanları da dı şa doğru iter. Merkeze doğru çeki len ağır atomlar kenetlenip daha yavaş hareket etmeye baş
larlar. İşte bunlardan toprak oluşur. Daha ufak olan su, hava ve ateş atomları ise d ışa doğ ru savrulup orada bir burgaç (vortex)
hareketi oluştururlar. Yer'in çevresi nde (dönen) iri atomlar bir araya gelip ıslak kütleleri oluştu rur, bu nlar da dönerken kuruyup ateş al ı rlar. Nitekim gök cis imleri böyle oluşmuştur. Atomların sayıs ı ,
içinde hareket ettikleri uzay (boşluk) gibi sonsuz olduğ undan , bır
çok dünya vardır, bunlardan bi r kısmı meydana gelirken, başka
bir kısmı yok olur (kaybolur) . İçlerinden bazıları n ı n bırçok güneşi ve ayı vardı r, bazılarının ne güneşi vard ı r, ne ay ı , ancak hepsi n in bir başlangıc ı ve bir sonu vard ır. (İnsan bun ları oku rken modern bir astronomi kitabı okuduğu iz lenimine kapı l ıyor!) Yalnız, her nedense, Demokritos --Pythagorasçıl ardan farkl ı olarak-- d ünyayı
küre biçim inde değil de, bir si l ind i r biçiminde düşünmüş. (Ne de
miş atalarım ız : "O kadar kusur kadı kızı nda da bulunur!")
Bence işin daha ilg inç yan ı, atomcular sadece madde dünya
sın ın değil , hayvanlarla bitki l e rin de nasıl oluşmuş olabileceğini merak etm iş ler . Dediklerine göre, canl ı lar bır "ilk çamur"dan oluşmuş. (San ır ım, bu fiki r eski Mezopotamyal ı larda da var.) Bütün atom çeşitlerini içinde bulundurduğu ıç in, insan da küçük bir evren (=mikrokozmos) say ı l ı rm ı ş. Canl ı l ı k (=hayat) ve ruh, min ik
76
Teorik Felsefenin Başlangıçları
küremsi atomlardan oluştuğu için, ateşle akraba imiş. Bunlar ne
fesle vücuttan d ışarı çı kar ve havayla (=solunumla) tekrar vücuda g irer, sol unum duru�ca, yaşam da vücudu terk edermiş.
Burada "mı ş"lı geçmiş kipi kullandığ ı m iç in atomcularla alay ettiğim sanı lmasın. Biryol "evrim" düşüncesini öncelemiş olmaları bence büyük bir başarı ; kald ı ki, canl ı l ı k konusunda söyledikleri ne kadar "çocuksu" olu rsa olsu n , canl ı l ığ ı n , hatta ruhun da "maddi" bi r olay olduğu öyle yabana atı l ı r bir düşünce deği l . Ne yaz ık ki , onlardan sonra gelen birçok f i lozofta bunların maddi olmayan (sui generis) bi r töz (substance) olduğu fikri ağ ı r basacak, hele H ı r istiyanl ıkla bir l ikte b u fikir bi rçoklarının kafas ında iyice yer edecektir . Atomcuların sadece maddeden oluşan bi r evren fikrine ancak 1 9. yüzyılda dönülecekti r. ( İ leride göreceğimiz gib i , 'hayat' ve 'ruh' gibi asl ında di lde b ir kısaltma sağlamak amacıyla ku l lan ı lan sözcükler birçok filozof tarafından bir "nesne türünün adı" san ı ld ığ ı ndan, yüzlerce y ı l boyunca "ruhun ölmez o lup olmad ığı" g ib i sorunlar --boşuna yere-- tartışma konusu yapı lmışt ı r. Bazı modern fi lozoflar bu tür "semantik yanılmalar"ı da gidermeye çal ışacaklard ı r. )
Atomcular, ama özel l ikle Demokritos üzerinde fazlaca durmamın nedeni , bu filozofun yeni zamanlar ın başından itibaren bi l imin gelişmes ine büyük katkısı olmas ıdır . Gerçekten de modern bilim şu üç açıdan onun fiki rlerinden esinlenmiştir:
1. Bunlardan biri madd1 cis imlerin duyusal (beş duyumuzla a lg ı lad ığ ımız) nitelikleri n in bu nesneler in yap ıs ına olduğu kadar bizim vücudumuzun özell ikleri n e bağl ı olduğu f ikr idir. Sı radan adam d ış ım ızdaki nesnelerin renk, koku , sert l ik, vbg. nitelikleri nin biz algılamad ığ ım ız zaman da onlarda var oldugunu sanır. İ lk defa Demokritos bunun boş bir sanı olduğunu ve bu cisimle-
77
Uğur Felsefe Öğreniyor
rin bizden bağ ıms ız olarak sah ip oldukları niteliklerin büyüklük, biçim, hareket ve dizi l im (arrangement) gibi nitel i kler olduğunu , on ların özünü ol uşturan bu n i tel ikleri hiçbi r zaman alg ı layamayacağ ım ız ı , ancak akl ı m ız la (=hayal-g ücümüzle) bilebi leceğimizi söylüyor. Nesnelerin (=atom ların) bu öz n itel iklerini Demokri tos "bir i nci dereceden" nite l ikler , onlar ın b iz im v ücud u
muzla (duyu organlar ı m ız la) te mas ı sonucunda tan ıd ığ ımız (renk, tat. ses. koku gibi) nitel iklerini ise "ikinci dereceden" nite
l ikler diye adland ı rıyor. Biz atom lardan o l uşan doğal nesneleri bu duyusal niteliklerinden tanırız, ama onlar hakkı ndaki ası l bilgimizi düşüne rek (spekülasyon yol uyla) elde ederiz.*
i l . Atomcuların ne kadar "modern" o ldu klar ın ı gösteren bir
buluşlar ı da, atomlar arası nda bi r boşluk, yani hiçbir n ite l iği olmayan bir uzayın bulunduğunu düşünmüş olmaları. Buna göre, bu boşl ukta du rmadan hareket eden atomlar ya çarpışarak, ya
da kenetlenerek birbirleriyle temas ederler. Bugün katı cisimleri o luştu ran atomları n normal şartlarda yanyana ve üstüste dizi le-
• Bu algı layamadığımız (objektif) dünya i le gözlediğimiz (sübjektif) dünya ayrıl ığı fikri yakın zamanlara kadar devam etmiş; gerçekten sadece birinci dünyanın var olduğunu iddia edenlere materyalist, tek gerçekliğin algılarımız ve onlardan tü rettiğimiz fikirler olduğu nu iddia edenlere ise idea list filozoflar deniyor. Bu ayrıma bi l im adamları arasında da rastlıyoruz. Bunlara (örneğin Galileo'ya) göre, tanıyabileceğimiz tek gerçek algı layabi ldiğimiz dünya olduğu içi n , bil i m sadece fenomenlerle uğraşmalıd ı r. Teorik fizikçi ler in gözünde bilim adamın ın asıl tan ımaya çalışması gereken görünü r dünyanın (=fenomenlerin) gerisi ndeki objektif dünyadır. Bugün bu ayrımlar bir ölçüde ortadan kalkmış durumda, zira bütün maddi cisimlerin esas ı n ı oluşturan atomlar bı rer teorık (yani varlıkları birtakım spekülasyonlar sonucunda varsayılan) nesne olmaktan ç ıkmış , tarama tünelleme m ikroskobunun (tunnel l ing scanr,ing microscope) bulun masından sonra, gözlenebilir (�fotoğrafları çeki lebilır) hal almış lardır. Mach ölünceye kadar ( 1 9 1 6) atomların gerçekten de var oldugunu kabul etmemiştir_ Bu da onları ilk defa düşünmüş olan Demokritos'Jn ne kadar büyük bir zeka olduğunu kanıtlamaya yeter_
78
Teorik Felsefenin Başlangıçları
rek b i r kristal oluşturduklar ı bi l i niyor. Ancak bu kimyasal anlamda atomlar iç in söz konusu. Öte yandan, bu tür bir atomun çekirdeği i le çevresinde döndüğü düşünülen elektronlar arası nda muazzam boşluklar olduğuna göre, atomcular ın bu konuda da i sabetli b i r tahminde bulunmuş olduğu söylenebi l i r. Kald ı ki , evrendeki büyü k cisimler (y ı ld ızlar, gezegenler, uydular) arası n da da uçsuz bucaksı z boşluklar olduğu b i l iniyor.
i l i . Atomculara göre, bütün ato mlar aynı t ü r malzemeden meydana geldikleri halde, her bir cismin (suyun , havanın) atomları boy ve biçimce başka cisimlerink inden farkl ıdır. Bu açıdan da görüşleri modern f iziğ i n son buluşlarına çok benziyor, zira 92 çeşit kimyasal atom vard ır , ancak bun ları n hepsi aynı elemanter parçacıklardan (elektron, proton, nötron) oluşur. Elbet bu iki görüş aras ında önemli ay r ı l ıklar var, ama atomcu lar ı n bu ndan 2400 y ı l kadar önce, hemen hiçbir bilimin olmadığ ı bir dönemde yaşad ıklar ın ı da u nutmayal ı m . Hele başka bazı filozofların yapt ığ ı g ib i , cisimler arasındaki birleşme ve ayrı lmaları "sevgi" ve "nefret" gibi psikolojik mekanizmalarla açıklayacak yerde, büsbütün "mekanist" b i r açıklama yapmış olmalar ı , bu şekilde "bil imsel düşünüş"ten her tür "antropomorfizm"i' d ış lamaları ne kadar övgüyle an ı lsa azdır. B i lg i-ü retiminde akla (düşünüp taş ın maya) biri nci derecede yer vermeleri de çok önemli , z ira Gal i leo i le b ir l ikte başlayan bi l imsel gel işmede akl ın başrolü oynad ığ ın ı görüyoruz. Bu özel l ikle fizik, astronomi, astrofizik ve kozmoloji iç in geçerl i . B i l imin gözlemler yaparak olaylar aras ı ndaki nedensell ik bağlar ını (doğa yasalar ın ı ) saptamaktan ibaret olduğu na inanan lar onun sadece bir yüzünü (aspect) görüyorlar demektir.
• Yunanca 'anthropos' insan demekmiş. Buna göre, 'antropomorfizm' sözcüğü, spekülasyonlarda "ınsana benzetrne"lere faz ıa yer vermek anlamına gelıyor.
79
Uğur Felsefe Öğreniyor
Gerçi olgusal (empirik) bil imlerin birçoğu , örneğ in zooloji, bota
nik, jeoloji, hatta gözlemsel astronomi daha çok bunu yaparlar,
ama bi l im ler iç in nesnelerin as ı 1 i lginç yön leri akı l la tan ınan, teorik yön leridir. Nitekim, büyük teoriler aynı zamanda gözlem yo
luyla bulunan yasalar ı n da neden ötürü geçerl i oldu k l ar ı n ı açıklarlar. Gerç i bu teori lerin sonunda gözlemlerle elde ed i lm iş o lan yasalarla be lgelenmesi gerekecektir , ama bi l im i n asıl yaratıcı yanı teorilerdir. Belki onlar da bazı gözlemlerden esinlenerek bulunuyor, ama gene de insan zekasının as ı l yaratıcı yönü teorilerde kendini gösteriyor. Atomcuların bu bakımdan bilimsel d üşünceye büyük bir h ız kazandı rd ığ ı bence şüphe götürmez . Hatta biraz daha ileri g ideceğim: Atomculuğu iyi anlamadan mo
dern bilimi de anlayamayız.
Yalnız, Aristote les 'in de bel irttiğ i gibi, atomcu lar da dahil , bü
tün bu i lk fi lozoflar buldukları n ı sandıkları tek ana-maddeden bü
tün cisimlerin nasıl çıkabileceğini açıklayacak durumda değildi ler.
Bu konuda baz ı isabet l i tahmin lerde bu l unmuş olsalar da, bu bu luşlar ın ı doğ rudan doğruya doğa olaylar ına uygulay ıp hayata
geçiremediler. Ancak, bugüne kadar durmadan gel işen bir dü
şünme geleneğin i onlar kurdu. Burada astronot Nei l Armstrong'un Ay yüzeyine ilk adım ın ı atarken söylediğ i ün lü sözü tekrarlamadan geçemeyeceğim : "Bu i nsan iç in küçük bir adı m , a
ma insanlık için büyük bir adı m!" İyonyal ı doğa filozoflarını, bu
derece kapsamlı sorular sormayı ak ı l edebildikleri, atomcuları ise, bu soru lar ı en başar ı l ı biçimde cevaplandı rabildikleri için öv
gü ve sayg ıyla anmamız gerekir. Belki de ana fi ki rlerin i hayata
geçirememiş olmalar ın ın da asıl nedeni bu. Eğer, örneği n Gali
leo gibi, daha küçük çapl ı , cevabı daha kolay bulunabilir sorular
sormuş olsalard ı , mekanik b i l imin i ku rab i l i rlerd i . İlkçağda bunu
80
Teorik Felsefenin Baş langıçları
yapan Archimedes gibi bilginler çıkacak, ama ne yazık ki, ondan sonra Gal i leo 'ya gel inceye kadar bu geleneği sürdüren pek olmayacaktı r. Galileo da, tıpkı Archi medes g ibi , "Cisımler serbest b ı rakıldıklarında hangi hızla düşerler?" türünden oldukça basit , üstel i k günl ü k yaşamda "işe yarar" sorular sormuş, örneğin cisimler se rbest bırakı ldığı nda niçin düşer?" sorusunu bile fazla "idd ia l ı" bu lmuştur. O öldüğü yıl doğmuş olan Newton bu sonunc u soruyu sormak cesaretini bulmuş, ama "çekirn"in (gravitation) ne tür bir kuvvet olduğunu açı klayacak güçte olmad ığ ın ı itiraf etmiş , hatta bu konuda spekülasyon yapman ı n bir yarar sağlamayacağ ın ı düşündüğünden, o ün l ü "Hypotheses non fingo"
sözünü söylemiştir:
Burada bir noktayı bir defa daha vurgulamak isterim : Ası l amaçları bi lg i üretmek o lan filozoflarla b i l im adamları n ı n bu amacı gerçekleştirmek için kendi gözlem, deney ve akı l ları na başvurmaları gerektiği konusunda "hemfikir" olmaları! Bu tutum
dan şöyle bir fikir-ahlakı kural ı çıkıyor: Herhangi bir b ilgi ürettiğini iddia eden kişi, bu iddiasın ı başkalarına kabul ettirmek isted iğ i zaman, iddias ın ı onların da denetleyebileceği gözlem ve deneylere ve onların da onaylayacağı mantıksal çıkarımlara dayanarak belgelemekle yükümlüdür. Dolayıs ıyla, bu tür bir idd iayla ortaya çıkan kişi, iddias ı n ı , kutsal kitaplar da dahi l , herhangi bir otoriteye dayandıramayacağı gibi, onu özel bir "sezgi" sayesinde elde ettiğini de iddia edemez. Bazı felsefe tarihçileri felsefenin zamanla dinden ayrı l ıp bağımsızl ığ ı n ı kazandıgını söylerken de aynı şeyi
* Literatürde genellikle Latince olarak geçen bu söz kabaca "Hipotezler uydurmuyorum" biçiminde çevri lebilir. Newton'un bu sözle bi limde spekülasyona (ya0i haySl-gücliyle mantığın işbirliğine) fazla i llifat edilmemesi gerektiğini bel i rtmek istediği söylenir, oysa kendisi bu yola s ı k s ı k başvurduğu gibi, 1 9 . yüzyıl sonundan itiba•en bilimde teori-kurmanın (spekülasyon) rolü durmadan artmıştır.
81
Uğur Felsefe Öğreniyor
kastetmiş olmal ı lar. Felsefecilerin ku rmuş olduğu bu "rasyonel düşünme" geleneğini bi l im adamları daha da sıkı kural lara bağlayacaklard ı r. Nitekim, bugün bu gelenek sayesi nde, b ı l im adamları n ı n ezici çoğunluğunun kabul etmediği veya yeterince belgelenmiş saymadığ ı hiçbir iddia bilgi katına yükselt i lmemektedir.
8. ARİSTOTELES
Thales'in dile getird iğ i "Her şeyin t ü rediği ana-madde ne olabi l ir?" sorusuna cevap vermiş olan filozoflardan her birini bu kitap çerçevesinde anmam ı z e lbet mümkün değ i l . Ancak, İ lkçağ ' ı n en büyük bi lgin-fi lozofu diye tan ınan Aristoteles' in bu konudak i tutumunu kısaca an madan geçemeyeceğim. Bu fi lozofun en bel irgin özel l iğ i , her halde bü tün maddeleri bir tek anamaddeden tü retmenin güçlüğünü gördüğü iç i n , toprak, su, hava ve ateşi birer ana-madde saymayı tercih etm iş olmas ıdır. Bu şeki lde , o her şeyi gereks iz spekü lasyonlara kaçmadan, beş duyumuzun bize tan ıtt ığı bu madde lerden türetmenin daha kolay olacağ ın ı düşünmüş olabi l ir . Gerç i bugün atomların resmini b i le çekebi l iyoruz , ama 2400 y ı l önce atomcuları n ortaya atm ış olduğu teori "sağduyu" i le kavranamayacak kadar soyut bir teoriydi . Ona bakarsanız, i .ö. 3 . yüzyı lda yaşamış olan Aristarkhos , Co
pern icus'tan bunca zaman önce güneş-merkezli (helyosantrik) teoriyi ortaya atmışt ı , ama teoris in i baz ı gözlem lerle belgeleye
cek duru mda olmad ığ ı içi n , bu teori akla-yakın bi r tahmin o l maktan öteye geçememişt i . Günümüz fiz iğ inin çok önem l i bir te
oris in i önce lem iş o lan Demokritos 'un "atomcu l uğu" Aristark
hos'un astronomik teorisi nden bile az belgelenmiş du rumdayd ı .
Aristoteles'in, kendinden önce Empedokles adındaki Yunan f i lozofunun da savunmuş olduğu "dört ana-madde" teorisıni tercih etmesinin baş nedeni bu teorinin sağduyu aracı l ığ ıy la daha
82
Teorik Felsefenin Başlangıçları
kolay belgelenebilir o lduğunu düşünmüş olmas ıdır . Bugünkü deyimiyle, Aristoteles'i daha çok "deneysel fizikçi" kategoris ine sokmak ge rek i r . Biyoloji . po l it ika gibi disipli n le rde de onu bir "gözlemci" kisvesi nde görüyoruz. Hocası Platon, Empedokles'i izleyerek, dört ana-madde teoris in ı benimsemiş, ancak atomculardan da esin lenerek, toprak, su , hava ve ateşi bi rbirinden ayırdetmemizi mümkün kılan özel l iğin, bunlardan her bi r ini oluşturan atom lar ın değişik biçimlerde olmaları ndan kaynaklandığ ın ı düşü nmüştü. Aristoteles ise bu ayrı m ı sıcakl ık ve soğukluk,
kuruluk ve yaşl ık ded iğimiz dört temel nitel iğin bu maddi cis imlerde değişik biçimlerde bir araya gel mesi ne dayatıyordu. Örneğin toprak kuru ve soğuk, su ıslak ve soğuk, hava ıslak ve s ı cak, ateş i se kuru ve sıcak o lma niteliklerine sahiptir. Aristoteles bu dört t ü r ana-madde ve dört temel nitelik i le canl ı ların da nası l meydana gel miş olduğunun açıklanabileceğini d üşünüyordu.
Bütün bunlar bugün bize ne kadar "çocuksu" görünüyor, değil mi? Ancak, dikkat ederseniz, dört ana-madde de, dört temel nitel i k de algı lanabil ir nesne ve n itel ikler. Yaln ız Aristoteles' in ana-maddelerinden hiçbiri saf değ i l , zira toprakta, havada, hatta ateşte bir miktar su (= ıslaklık) bulu nduğu gibi , su soğuk olabileceği gibi sıcak da olabili r. Zaten sıcak-soğuk, kuru -yaş gibi b irbir i n i n zıttı i k i nitel ik çift i o lduğunu düş ünmek de saçma, ama Aristoteles ' in - -P laton 'un etkisiyle-- her sözcüğün apayrı bir " idea"n ı n sembolü olduğuna inand ığ ı anlaşı l ıyor.
Bugün Aristoteles gibi bi r dehanın soğuklukla sıcakl ığ ın , yaş
/ ıkla kuruluğun bir derece ayrım ından ibaret olduğunu görememiş olmas ı n ı yadırgı yoruz, ama bu bizim ondan daha akıllı olduğumuzu değil, sadece daha bilgili olduğumuzu gösterir. Yalnız bugün biz im sahip olduğumuz bu birikime bütün bu eski filozofla
r ın da önemli bir katkısı olduğunu hiçbi r zaman unutmamal ıyız.
83
Uğur F el sete Öğreniyor
Gene de birçok konuda atomculardan çok ileri olan Aristoteles'in, teorik açıdan onlardan geride olduğu bence şüphe götürmez.
Bu bölümün başl ığında 'felsefe' sözcüğünü kullan mış olmama bakarak felsefenin bilimden farklı olması gerektiği gibi yanlış bir izlenime kapılanlar olabilir. Oysa, başta da bel irtmeye çalıştığ ım gibi, ben burada 'felsefe' sözcüğünü "her türlü bilgi-edinme çabas ı " anlam ı nda kullan ıyorum, dolayısıyla bu raya kadar andığ ım bütün fi lozoflar ayn ı zamanda bugünkü anlamda da birer bil im adam ı, yani daha "özel" konularda da kafa yormuş insanlar. Nitekim, Thales'in aynı zamanda astronomi ve geometri i le uğraştığ ı n ı , hatta bu konularda bazı buluşları olduğunu belirtmiştim. Öteki hemşeri leri iç in de ayn ı şeyi söylemek mümkün. Nitekim Anaximandros da, Anaximenes de nesnelerin nasıl oluşmuş olabileceği konusunda fikir ü rettikleri gibi , gök-cisimlerini n yapısı ve oluşumu, dünyan ın biçimi, güneş ve ay tutulmaları , bunları n boyutları , gök gürül tüsü i le şimşek çakmas ı , rüzgarın oluşumu ve buna benzer konularda akıl yürütmüşler. Hemen hiçbirı doğru olmayan bu teorilere gi rip de belleği nizi boşuna yormak istemem, ama onların yaşadığ ı dönemde bugünkü b i limsel disiplinlerden (matematik, t ıp ve tarilı gibi) sadece biri veya birkaçıy la uğraşan kişiler bulunduğu gibi, matematik dışında o zaman mevcut olan bütün bilimsel disipl i nlerle uğraşan, Aristote les gibi fi lozoflar da vardı . Ondan sonra, yani İ .Ö. iV. yüzyıldan itibaren , bilimsel uğraşma alanları bir tek kişinin başedemeyeceği boyut lara vardığ ından, "uzmanlaşma" dediğimiz süreç başlayacaktı r . Bunun ilk belirtisine Sokrates'te rastl ı yoruz. Onun çağdaşı olan Demokritos'un her konuda 400'e yakın kitap yazmış olduğu anlaşıl ıyor; ne var ki , ondan elimize sadece birkaç pasaj kalm ış ; dolayısıyla onun bazı konulara ait düşü ncelerin i , başta Aristote les ve Theophrastos olmak üzere, başkaları n ın elimize geçen eserlerinden öğreniyoruz.
84
iV
PRATİK FELSEFENİN AÇMAZLAR!
1) Olg usal Yargılar - Değer Yargıları
Bu bölümde büsbütün değişik sorular ın sorulduğu bir alana geçiyoruz. Bunu belirtmek içi n kul land ığ ım 'pratik felsefe' deyimi insanların birbirlerine karşı nas ı l davranmaları gerektiğ i sorusu ile uğraşan disipl inler in genel adı Ahlak. politika, hukuk ve ekonomi bunlar arası nda yer al ı r. Altı n ı çizdiğım deyimlerden de anlaş ı lacağı gibi, burada yer alan sorular bundan önceki bölümde incelediğimiz sorulardan b i r hayli farkl ı , üstelik cevapland ır ı lması çok daha güç sorulard ı r. Teorik sorular olup bitenle, pratik sorular ise olması gereken (istenen, arzulanan, özlenen) insan davran ışları i le i lg i l i . Niteki m ,
( 1 ) Dün annesi Ali 'yi misafi r leri n önünde fena halde azarladı ,
cümlesi o lup biten bir o lay ı d i le geti ri r , dolayıs ıyla bu cümle ya doğrudur, ya yanlış. Buna karş ı l ı k,
(2) Annes inin dün Ali 'yi misafirlerin önünde azarlaması doğru değildi,
veya,
(2') Annesi n in dün Al i 'y i misafirler in önünde azarlamarnası gerekird i ,
cümles·ine belli b i r doğruluk-değeri vermek kolay, hatta bazen mümkün değild i r.
85
Uğur Felsefe Öğreniyor
Bi ld iğ iniz g ib i , bu t ü r p rati k soru lara peygamber deni len din kurucuları doğruluğuna kesinlikle inandıkları, hatta doğruluğundan şüphe edi lmes in i yasaklad ı kları birtakım cevaplar vermişlerdir. Örneğin Ahdi Atik' i n ilk beş kitabında Musa'ya atfedilen "On Buyruk" yer al ı r : "Yalan söylemeyeceksin !" , "Öldürmeyeceksi n!" ve bunun gibi. Bu tür buyrukları ahlak filozofları "bildiri " kipinden cümlelerle de di le getirirler:
(3) Yalan söylemek doğru deği ldir (kötüdür) , (4) Adam öldürmek doğru değildir (kötüdür)
ve bunun gibi . Aynı cümleleri dini b i r havayla da ifade etmek mümkün:
(3') Yalan söylemek günahtır, (4') Adam öldürmek günahtır
g ibi. Emir kipi, adı üstünde, herhangi bir kimsenin (bu Tanrı da olabilir) istek veya arzusunu dile getirir, bu nedenle de bir buyruğun doğru olup olmaması genel l ikle söz konusu deği ldir, sadece buyruğun muhatabı olan kişi ona uyar veya uymaz. Uymak buyruğu hakl ı veya yerinde bulmak, ona uymamak ise haksız veya yersiz bulmak demektir. Genell ikle insanları arzulanan veya istenen davranışa kolayca yönlendirmek amacıyla, emir kipi yerine (3) veya (4) türünden cümleler kullan ı l ı r. Bunun için (3') ve (4') türünden cümleler, adamına göre, daha da etkil i olabilir. İ nsan davranış lar ın ı "emi r kipi" ku llanarak yönlendirmeye çal ışan lar otoritelerine hiçbir şekilde karşı ç ık ı lamayacağından emin olan kişilerdir. Nitekim, bu kipi askerler astlarına karş ı , ami rler memurları na, ana-babalar çocuklarına, bir de d iktatörler maiyetindekilere karşı kul lanı rlar. Bunlara, i sterseniz, "mutlak emir" de diyebil i r siniz, zira emri veren emrinin hesabını vermekle, yani bu emri n için veya neden ötürü verdiğini açıklamakla "yükümlü" değildir.
86
Pratik Felsefenin Açmazları
Buna karş ı l ı k, (3') ve (4'} cümleleri bu emirleri n daha "yumuşak" bir biçimi olup, 'günah' sözcüğünün ima ettiği gibi , emre uyulmamasın ın Tanrı'yı gücendireceği, kızd ıracağ ı , hatta öfkelendire
ceği anlamın ı taşıyor ve bu durum emre uyulması için bir "ge
rekçe" oluşturuyor. Buna göre, bu cümleleri,
(3") Yalan söylersen Tanrı'yı gücendirmiş olursun, (4") Adam öldü rürsen Tanrı'yı öfkelendirmiş olursun ,
biçimine dönüştürmek mümkün . Bu cümlelerin açıkça söylemedi
ği, ama ima ettiği bir başka şey daha var: Tanrı'nın buyruklarına
boyun eğmeyenler, Tanrı tarafı ndan cezalandırı labilirler. Nitekim,
bütün insan davranışların ın kutsal buyruklarla yönlendirildiği eski dönemlerde "Tanrı korkusu" bu buyruklara uyulmasını sağlayan en etkili psikolojik faktördü. (Bugün bi le bizim toplumumuzda bir
insan bir başkasın ın onaylamadığı bir davran ış ın ı eleştiri rken, "Al
lahtan kork!" deyimini kul lanı r.) Tanrı korkusu insanları bazı dav
ranışlardan caydırabileceği gibi, ami r korkusu, ana-baba korkusu, diktatör korkusu, sözün kı sas ı , onlara ceza verebilecek duru mda
olan herhangi bir "otorite korkusu" da ayn ı işi görebi l i r.
2) Değer Yargıları Haklı Gösterilebilir mi?
Yukarıdaki (3") ve (4") önermeleri ya lan söy lemek veya
adam öldürmek gibi eylemlerin neden kötü olduğunu açıklayan
ifadeler g ibi gözüküyor. Biz bu tür önermelere şartlı-önerme di
yoruz. Tevrat' ı n "on buyruğu" Tan rı n ı n insanlardan isteklerin i dile geti riyordu. Bu isteklerin yerine geti r i lmemesi Tanrı 'yı gücend i rebilir, hatta öfkelendirebil irdi.
Tanr ı 'ya inancı n , dolay ıs ıyla Tanrı korkusunun çok yaygı n olduğu eski zamanlarda emir kipindeki önermelerin veya bunları n yukarıda andığımız yorumlar ın ın insan davran ı şlar ın ı yön lendir-
B7
Uğur Felsefe Öğreniyor
mede etkili olduğu şüphe götürmez. Ancak Tan rı'yı (veya tanr ı lar ı ) işe karıştı rmadan da değer-yargıları n ın temellendirebileceğini, (yani bunlar ın rasyonel bi r gerekçeye dayandırılabileceğin i ) düşünen filozoflar da var. Bi r gerekçenin rasyonel olması onu her normal insan ın sağduyusu veya aklı ile onaylaması demektir. Örneğin bir annenin iştahsız çocuğuna, onu yemek yemeğe teşvik için
(5) Yemek yemezsen hastalan ı rs ın , hatta ölürsün
dediğini düşünün. Anne bu rada yemek yememenin sonunda hastalanmaya, hatta bazen ölüme yol açtığı gerçeğini çocuğuna hat ı rlatarak, onu belli bi r davran ıştan vazgeçirmeye çalışmaktadır. * Bunu yaparken çocuğunun bilmediğini veya unuttuğunu varsaydığı bir gerçeği öğrenince kendil iğinden yemek yemeğe başlayacağ ımı ummaktad ı r. Onun çocuğuna hatı rlatmak istediği gerçeği
(6) Uzun sü re yemek yemeyen bir insan hastalanır , hatta bazen ö lü r
biçiminde d i le getirmek mümkün . (6) bell i b i r bi lgi'yi dile getiren bir doğa yasasıd ır .
Yukarıdaki (3") ve (4") önermelerin in bu anlamda rasyonel o lmadı klar ı , yani bir bilgiye dayanmadıkları apaçık . Ahlak fi lozoflar ın ı en çok uğraşt ı ran soru da her türlü değer yarg ı lar ın ın (5) türünden olgusal yarg ı lara dönüştürülüp dönüştürülemeyeceği sorunu olsa gerek. Ancak i l k ahlak fi lozofları n ı n bu tür bir ayrım ın fark ı nda bile olmadıkları, dolayıs ıyla pratik sorunları tıpkı öteki teorik sorunlar gibi ele aldıkları anlaş ıl ıyor.
* Önce zayıflamak amacıyla perhiz yapan bazı genç k'zların zamanla hiç yemek yiyemez hale geldiklerin i , bu yüz den (açlıktan) öldüklerini biliyoruz. Bu irrasyonel (akıl-dışı) davran ışın yol açtığı hastalığa anoraksiya (Yun. "iştahsızl ık") deniyor. Bunun bir ruh hastalığı olduğu şüphe götürmez.
88
Pratik Felsefenin Açmazları
3) Pratik Felsefenin Açmazları
Bu açıklamalardan sonra, bu bölü mde as ı l konumuz olan
"pratik felsefenin açmazları"na dönebiliriz. D inlerin b üyük ölçüde pratik sorunlara bir çözüm bulmak amacıyla kurulmuş oldukları anlaşılıyor. Ancak peygamberlerin cahil halk yığ ı n larını kendi is tekleri doğrultusunda etkilemek içi n duygu larına hitap ettikleri n i , bütün ahlak kurallarını Tanrı 'n ın koymuş olduğu gerekçesiyle, onları ahlaklı davranmaya yüreklendirdiklerini söyleyebiliriz. Yunan filozoflar ın ın , bu arada özellikle Demokritos i le Sokrates'in bilgiye dayanan bir ahlak felsefesi kurmaya çalıştıkları anlaş ı l ı yor. Yukarıda da bel i rttiğim gibi , onlara göre nasıl doğa hakkın
da bi lgi edinmek mümkünse, bunun iç in de hem gözlemlerimize, hem akl ımıza dayanmamız gerekiyorsa, insanların bi rbirlerine karşı nasıl davranmaları gerektiğinin de bu yoldan bi lgisini elde edebilmemiz gereki r, ama nası l? İşte sorun burada.
Demokritos her konuda, bu arada ahlak konusunda da birçok fikir üretmiş, ama eserlerinden el imize pek az bir şey geçtiği için, bu konudaki düşüncelerini de gene başkalarının yazd ıklarından öğreniyoruz. Sokrates'in durumu biraz daha değişik. O hemen hemen sadece a h lak konularıyla i l g i lenmiş, ama bu konuda da tek sat ı r yazmamış. Ancak değerli öğrencisi Platon onun bu konudaki düşüncelerini tümü el imize geçen "diyaloglar"ında dile getirdiği için, Demokritos'tan çok daha şanslı sayıl ı r, zira Platon o eşsiz üslubuyla hocası için bulunmaz bir sekreter rolü oynamış. Cicero "Sokrates i lk defa felsefeyi gökten yere indirmiştir" der.* Bu retorik ifade yalnız abart ı l ı değil, yan l ış da, zira ahlak felsefesi ile uğraşan bir o değildi. Öyle sanıyorum ki , Demokritos'un eserleri yerine P laton'unkiler kaybolmuş olsayd ı ,
* Bkz. Cicero, Tusculan Disputations, V, 4, 1 O .
89
Uğur Felsefe Öğreniyor
fikir tarihi çok daha olumlu bir yolda gelişirdi. Böyle düşünmemin ana gerekçesi , Platon'un o akı l-almaz idealar teorisi yüzünden, Batı düşüncesini bugün bile yer yer içinden çıkı lamayan yanl ış
bir yola sü rüklem iş olmasıd ı r.
"Sokratik" diyaloglara göz att ığımızda, Sokrates' in orada burada rastlad ığı çeşitli insanlara "Erdem nedir?", "Cesaret nedir?",
"Dostluk nedi r?" türünden soru lar yönelttiğini görürüz. Amacı insanlar ı n bu konularda neler düşündüklerini anlamak , bir başka deyişle, onların bu kavramları tanımlamalarını sağlamaktır. Felsefeciler buna genellikle "kavram analizi" diyorlar. Ben buna "sözcüklerin ne anlamda kullanı ldığ ın ı meydana çıkarma" demeyi ter
cih ediyorum, zira kavramların var olup o lmadığı tartışma götürür, ama herhangi bir dildeki sözcükleri herhangi bir meram ımızı di le getirmek için kullandığı m ız kesin. Anladığ ım kadarıyla , Sokrates de çevresindekilere bazı sözcükleri ne anlamda kullandıkların ı , dolayısıyla bu sözcüklerden ne anladıkların ı soruyor.
Ancak bu soruları sormaya neden gerek gördüğünü iyi anlamakta yarar var. Amac ı , kısaca, bu gib i sözcüklerin geçtiği cüm
lelere, dolayısıyla bu cümlel e rin di le getirmek isted ikleri iddialara bir doğruluk-değeri verilip verilemeyeceğini anlamak. Örneğin,
(7) Sokrates Atina'da doğmuş ve ölmüş bir filozoftur
cümlesine bell i bir doğruluk değeri vermek mümkündü r, ama bunun için bu cüm lede geçen 'Ati na' sözcüğünün bel l i bir şehri, 'Sokrates 'in bel l i bir kişiyi, 'doğmak' ve 'ölmek' fii l lerinin belirli bazı süreçleri, bir de 'filozof' sözcüğünün belli bazı nitelikleri taşıyan insanları gösteren bir s ıfat olduğunun bilinmesi , daha doğrusu, çoğunlukça kabul edi lmiş olması gerek ir . Günlük dilde bazı sözcüklerin anlam ı pek bel irli değildir, ama günlük ihtiyaçlarımızı yeterince karş ıladıkları ölçüde onları n içinde geçtiği önerme ler in çoğu-
90
Pratik Felsefenin Açmazları
na bir doğru luk-değeri verebi l ir iz. Örneğin (7) önermesi de böyle bir önermedir, öyle ki , bir felsefe ansiklopedisi n i açtığ ı n ızda bu tür b i r cümleye rastlamanız neredeyse kaçınılmazdır. Buna karşı l ık,
(8) Sokrates çok çirkin bir adamdı
iddias ı n ı bazıları n ı n kabul etmemesi mu htemel. Neden? Buradaki 'çirkin' s ı fatı bi r değer sözcüğü de ondan. Nitekim, Sokrates'i yakından tanıyan birçokları onu, "güzel" değilse bile, "sempatik" bulabil irler.
Burada sözcükleri "tasvi r-edic i" ve "değerlendirici" sözcükler diye ik i öbeğe ayı rdığ ı m ın farkına varm ış olmal ısı n ız . Gerçi günlük dilde genel l ik le bu tü r b i r ayrım yap ıl ıyor, hatta "güzel-çirkin", " iyi-kötü", "akı l l ı -akı ls ız" gibi doğada mutlak karşıtlıklar olduğu izlenimini uyandı ran "sözcük-çiftleri" de kul lan ı l ıyor, ama bu zıtl ı kların mutlak olmadığı da kesi n . Nitekim, zengi n d il ler "güzelçi rkin" çifti aras ına bir de "sempatik" s ıfatı n ı sokmayı yararlı görmüş. Bu nedenle (8) i yadsıyanlar,
(9) Sokrates ne çok çirki ndi , ne de çok güzel ; çok sempatik bir adamdı
iddias ı n ı öne sürebilirler. Aynı nedenle değer-yargı ları arasında da "karar-verilemez" olanları var. Ama, insan lar gene de sık s ık (8) türünden iddialar öne sü rerler ve bu yüzden bazen "sonuçland ı r ı lamaz" tartışmalar baş göster i r . Ahlak, hukuk, pol itika ,
hatta ekonomi alanında bu tür tartışmalardan bugün de geçil miyor. İ leride göstermeye çalışacağ ım gibi , bu alanların bil imlerinki ne benzer bir statüye bir türlü kavuşamamalar ı n ı n nedeni de bu olsa gerek. Sözcüklerin anlamları üzeri nde uzlaşma sağlanamadığ ı sürece, onların içinde geçtiği cümlelere bir doğru luk-değeri vermek de mümkün deği l . Oysa P laton (8) önermesinin
91
Uğur Felsefe Oğreniyor
( 1 0) Sokrates İ .Ö. 469-399 y ı l ları aras ında yaşad ı
önermesi g ib i denetlenebi lmesin i (yan i doğru l uk-değer in in
saptanabilmesini) istiyordu. S iz in anlayacağınız, ona göre söz
cükleri --bugün yapt ığ ımız gibi-- b i ri ötekini d ışarda bı rakan ik i
öbeğe ay ırmak doğru değ i ldi . Yaln ı z , i nsan lar aras ında bu tür anlaşmazlıklar ç ıktığ ı , iş in daha da kötüsü, çoğu zaman bu anlaşmazl ı kların bir türlü g ideri lemediğ i de bir ge rçek .
Bu durumun asıl kaynağ ı bazı yargılarında işe insan ı n duygularının karışması olsa gerek. Nitekim (8) i d i le getiren kişi, bu
rada 'çok çi rkin ' s ı fat ı n ı kul lanmakla sadece Sokrates'i tasvi r le yetinmiş olmuyor, onun karş ıs ı nda hoşlanmama, hatta biraz da tiksinme duygusunu açığa vuruyor. Eğer amacı sadece Sokra
te0s' in görünümünü dile get i rmek olsayd ı , onun kısa boy lu , şiş
manca, ir i yassı burun lu , yelken kulakl ı , pat lak göz lü , vbg . bir i ol duğunu söylemekle yeti n i rd i . Gerç i bütün bu sayd ığ ı m vücut özell ikleri genel l ikle insanlarda 'çi rki n' sözcüğünün dile geti rdiği bazı duygular ı da uyand ı rı r, hatta bir k ıs ım insan araları nda ne gibi özelliklerin bu tür duygulara yol açtığı konusunda da anlaşabil i r ler, ama bu "duygu" ögesinden kurtulmak her halde mümkün
değ i l . Ancak Platon'u ası l düşündüren (1 O) önermesin in doğ ru
l uk -değer i üzeri nde herkes an laşabi ldiğ i halde, (8) t ü ründen
önermelerde bu tür bir anlaşman ı n bir türlü sağlanamaması idi.
S ı radan insanlar ın bu konudaki tutumları da i lg inçti r. Bunların kültürsüzleri (8) ile (1 O) türünden önermeler aras ı nda hiçbir
ayrı m görmezler , görmedikleri iç in de, (8) türünden b ir iddianın
yol açt ığ ı an laşmazl ı k bazen kanl ı b ıçakl ı kavgalara bi le neden
olabi l i r . N i tek im, bir futbol maç ı nda tak ımlardan b i ri aleyhinde
karar vermiş olan hakem i o tak ım ı tutanlar tartak lamaya kalkar
lar, bu a rada iki takım yandaş lar ı da bı rb i r i ne girer. S ı radan
92
Pratik Felsefenin Açmazları
adamları n davranı şları kültürlü olanlar ı nk inden bi r hayli farkl ı ; bu sonuncular her şeyin relatif olduğu i l kesinden kalkarak, "Zevkler ve renkler tart ış ı lmaz" kural ına uygun olarak kendileri g ibi düşünmeyenleri (yani kendi inançlarını paylaşmayanları) "hoşgörü" ile karş ı larlar. Elbet bun lar gene de bir inci ler in gözünde "zevksiz", "akı lsız" ve "bi lgisiz" kişilerdir.
İ nsanlar yaln ız nesneleri "güzel" , "sağlam" diye deği l , i nsanların fikir, eser ve davranı şları nı da "doğru", "güzel" ve "hakl ı " diye değerlendiri rler. Bunlardan bir kısmı estetik, bir k ısmı etik
( =ahlaki) , bazı ları hukuki, baz ı ları da politi k değerlendirmelerdir. 'Güzel ' ve 'çirkin' sözcükleri bazı şeylerden hoşlandığ ımız ı veya hoşlanmadığ ımız ı , ' iyi ' ve 'kötü' sözcükleri b i r insanı veya davran ış ın ı onaylad ığ ım ız ı veya onaylamad ığ ım ız ı , 'hakl ı ' ve 'haksız' (bazen 'doğru' ve 'yanl ış') sözcükleri bir davran ış ın , bi r kural, yasa, hatta kurumun "adalet" duygumuza uyup uymadığ ı n ı açığa vurmak iç in kul lan ı l ı r. Bazen de bunlar bir rej imi veya hükümeti beğenip beğenmediğ imizi d i le geti rmek istediğimiz zaman başvurduğumuz sözcüklerd i r . Her değe r-yarg ı s ı nda b i r "övme" veya "yerme" öğesi i şe karışı r. Olay veya olgu larla i lg i l i yarg ı lar ımızda ise bu sübjektif öğe ya hiç yoktur, ya da kendin i çok az bel l i eder. Elbet,
( 1 1 ) Çok şükü r yağmur durdu
gibi önermeler hem içim izdeki duygusal durumu , hem d ış ım ızdaki hava durumunu yans ı t ı r . B i lmem, 'doğru-yanl ış ' , 'geçerl igeçersiz', 'mant ıkl ı -mantıks ız ' , vbg . sözcüklerin de bir değerlendirme amacıyla kul lan ı ld ıklarını ayrıca bel i rtmeme gerek var m ı?
Bu açıklamalardan sonra gene Sokrates'e dönebi l i riz . Bizim bugün ... değer-yarg ısı" diye öteki lerden ayı rdettiğimiz yarg ı ların sürekli bir uyuşmaz l ı k kaynağı olması Sokrates'i çok tedirgin et-
93
Uğur Felsefe Öğreniyor
miş olsa gerek.* Bi lgiye susamış bir kimse i çin herhangi bir şeyin güzel mi çirkin mi, haklı mı haksız mı, iyi mi kötü mü olduğu konusunda insanlar aras ında bir anlaşma veya uzlaşma sağlanamaması cesaret kı rıcı b i r durum olsa gerek. Sokrates çeşitli uluslar, hatta daha küçük insan grupları arasında estetik, ahlak, hukuk ve politika anlayışları bakımından büyük ayrı mlar, hatta bağdaşmazlıklar olduğunun farkındaydı elbet Bu onu şöyle bir iki lem (�d i lemma) karşısı nda bırakmış o lmal ı : Ya değer-yarg ı ları alanında relativizm (görecelik) kaç ı n ı lmazd ı r, ya da olgusal yargılar alan ında olduğu g ibi, insanlardan baz ı lar ı bu konuda da yan ı labil iyorlar. 'Sofist' ad ın ı taşıyan bazı filozoflar bi r inci ş ı kkı seçmişlerdi, dolay ıs ıyla onlar için bu yarg ı ları n bir b i l imi olamazd ı . Buna karş ı l ık , eski bir sofist olduğu anlaşı lan Sokrates ik inci şıkkı seçecektir. Yaln ız bir şartla: Böyle bir bi l im henüz mevcut olmayabi lir, ama onu ku rmak mümkün, hatta zorun ludur, yoksa toplum hayat ın ı b i r kaostan kurtaramayız.
Bu nokta bence çok öneml i . Dünyada olup biten ne varsa hepsi hakkında bi lg i-sahibi o lmak zihinsel bir açl ığ ı g idermek bakımından şüphesiz güzel b i r şey. Ancak toplumsal barış, dirlik ve düzenl ik daha mı az önemli? Tam tersine, insan her şeyden önce bunların nas ı l sağlanabileceğini araştırmal ı , zira huzur ve mutluluğu buna bağ l ı . Toplum yaşayışına güven ve düzen getirecek olan her bi lgiyi insan bi r an önce ü retmeye çal ışmalı. Relativizmi kabul eden sofistler bu konuda "sorumsuzca" davranıyorlar. Büyük paralar karşı l ığ ında zengin çocuklarına, pratık sorunları çözmek söz konusu olduğunda, başkalarını nasıl ikna edebileceklerini öğretmek ba!'jışlanmaz b ir "hafiflik'', hatta bir aldatmaca örneğidir. Sok-• Sokrates'i daha çok öğrencisi Platon'un diyaloglarından tanıdığımız için, hangi
düşünceler Sokrates'e aittir, hangileri Platon'a, orası n ı bi lemiyoruz.' Bu konuda tam bir uyuşma yok. Bu nedenle benim Sokrates'e atfettiğim bazı fikirler onun olmayabilir. Zaten bizi kişilerden çok fikirleri ilgilendirıyor.
94
Pratik Felsefenin Açmazları
rates için önemli olan , insan ın başkalarına şu veya bu inancı aşı laması değil, onlara bi lgi i l e doğru yolu göstermesidir.
Sokrates'in neden bir Demokritos gibi evrenin yapıs ı veya doğal olayları yöneten yasalar hakkında araştı rma yapacak yerde ,
sosyal sorun ların çözümü i le uğraşmayı tercih ettiği şimdi daha iyi anlaşı l ıyor olsa gerek. Salt "bilgi içi n b i lgi" edinme çabaları sonuçta bencil bir uğraştır. İnsan kendine ve başkaları na pratik yararı olacak bilgi ler üretmeye çal ışmal ıd ı r. Bunlardan en önemli leri ahlak, hukuk, ama özellikle pol itikayı i lg i lend iren b i lgi lerdir.
Platon'un diyaloglar ından çı karabi ld iğimiz kadarıyla, Sokrates en önemli bulduğu kavramlarla i lgi l i olarak empirik diyebi leceğimiz bir araştırmaya g irişiyor. Bizim bugün soyut genel te
rimler diye adland ı rdığ ımız bu kavramlar arasında " iyi" ve "erdem" kavramları baş köşeyi tutmakla birl ikte, "cesaret", "bi lgi" , "dindarlık", "güzellik", "sevgi" , "dostluk" gibi kavramlara da yer verilmiş . İyi davranabi lmek için "iyi"nin ne olduğunu, erdemli olabilmek için "erdem" in ne olduğunu , aynı şeki lde bir kimseye dindarl ı k ve cesaret atfedebi lmek için "cesaret" i le "dindarl ı k"ı n ne olduğunu bi lmek gerektiği varsayımından hareket eden Sokrates, daha önce de değindiğim g ibi , her önüne gelene bu sözcüklerden ne anladığını soruyor, ancak bu soruşturma sonunda bu kimselerin bu konularda pek bi r şey bilmedikleri ortaya çı kıyor. Sokrates insanların iyi davranmamaları nı veya dindarl ık, cesaret, dostluk g ibi erdemlere sahip olmamaları n ı bu bi lgisizl iğe bağlıyor, z i ra ona göre bi lgi aynı zamanda davran ışlar ımız ın da ana-kaynağıd ı r, dolayısıyla bir insanın bile bile kötü lük yapması mümkün değildir.
Elbet biz onun bu sonuncu varsayımı n ı tartışmayacağız, zira bilgi (dolayıs ıyla bi lgisizl i k) i le insan davran ışları arasında nas ı l
95
Uğur Felsefe Öğreniyor
bi r korelasyon olduğu sorusuna bugün de doyurucu b i r cevap verebilmiş değiliz. Bazılarına göre, bu daha çok insanın doğuştan (genetik olarak) getirdiği bir mizaç (temperament) sorunudur ; başka bazılarına göre ise insan aklını kul lanarak iyi davranması gerektiğini anlar, dolayısıyla i nsanların erdemli olmaların ı istiyorsak, onlara uzun vadede çıkarların ın (dolayısıyla mutlu o l ma şartların ı n) nerede olduğunu anlatmak gerekir, bu da öğretimle olur.
Biz şimdil ik bu tartışmaya g i rmek istemiyoruz, ama Sokrates'in kalktığı varsayım doğruysa, yani iyin in ne olduğunu tam olarak bilmenin iyi bi r insan olmak için hem gerekli, hem yeterli bir şart olduğu geçerli ise, fi lozofun yapacağı ilk işin i nsanlara doğru yolu göstermek, ona doğru ve iyi belgelenmiş inançlar, yani bi lgi i letmek olduğu kendi l iğ inden anlaşı l ı r . O zaman bu tür bir bi lgiyi üretecek kişinin, yani filozofun, örneğin (8) de geçen 'çirkin' sözcüğünün ne gibi bir kavramı dile getirdiğini bi lmesi gerekir. Öyle sofistlerin yaptığı gibi , "Sokrates kimine çirkin, kimine sempatik gelebil ir" diyerek iş i savuşturmak olmaz. Belki estetik açıs ı ndan "Renklerle zevkler tart ış ı lmaz" sözü geçerli olabi l i r , ama insanlar ın toplu msal mutluluğu söz konusu olduğunda, her türlü tartışma, sürtüşme, hatta kavgayı önlemek istiyorsak, 'adalet', 'hak', 'dürüstlük' gibi terimlerin anlamı üzerinde anlaşmak zorundayız.
S ı radan adam günlük ç ıkarlarından başka bir şey düşünmediği için, bu kavramların anlam ı onun umurunda değildir, dolayısıyla da bunlara kafa yormaya ne zamanı , ne isteği , hatta ne de yeteneği vard ır. Her konuda bilgi üretme işine kendilerin i adayanlar f i lozoflar olduğuna göre, bu iş de onlara düşer. Sıradan insanlar her terimi olduğu gibi , ahlak, hukuk ve politika hayat ının da ana terimlerini gelişigüzel ku l lanırlar, oysa bi lg i üretmek iddi-
96
Prati k Felsefenin Açmazları
asında olan fi lozofun böyle sorumsuzca davranması düşünülemez. O ne yap ıp yapmal ı , bu terimlerin doğru anlam ın ı gün ış ı ğ ına çı karmal ıd ır.
İyi de, f i lozof bunu başarmak için ne yapabilir? Burada iki yol akla geliyor: 1 ) Empirik yol, yani i nsanları n bu terimleri nas ı l , hangi şartlar altında kullandıklarını d ikkatle gözledikten sonra, bu gözlemlerden genelleme yaparak sonuçlar ç ı karmak; 2) İnsanlara birtakım sorular sorarak onların bu sözcükleri hangi kavramların karşı l ığı olarak kullandıkların ı meydana çı karmaya çalı7mak.
İ l kel bir toplumun di l ini öğrenmek için di l-bilginleri ile antropologlar birinci yola başvururlar. Ancak P laton'a göre burada yeni bir di l i öğrenmek deği l , b i l inen bir dilde kul lanı lmakta olan bazı deyimleri i nsanlar ı n kafaları ndaki kavramlardan (Platon'un deyimiyle, idea'lardan) hangi lerine karş ı l ık olarak kulland ı klarını bulup meydana çıkarmak söz konusu. Dilci yen i bir d i li öğrenmek içi n o di l i konuşanların di lsel davranışlar ın ı iz ler. Filozof ise bel l i b i r dil i rahatlıkla konuşan bazı kişilere "Adalet nedir?", "Dürüstlük nedir?", "Bilgi nedir?" türünden sorular yönelterek, onların "adalet", "dürüstlük" ve "bilgi"den ne anladıklarını veya bu sözcüklerle ne tür ideaları kastettiklerini öğrenmeye çal ış ı r. Nitekim , Sokrates önüne gelen herkese bu türden sorular sorarak onları bir çeşit "düşünme denemesi" yapmaya zorluyor.*
Platon'un daha çok Sokrates' in kendi fikirler ini yansıtt ığ ı varsayılan (bu yüzden de 'Sokratik' s ı fatı takılan) diyaloglarında bu
* Pek çok şey gibi, dil de tak lit yoluyla öğrenildiğinden, insan l ar genell ikle kullandıkları sözcüklerin anlamı üzerinde durup düşünmezler, öyle olduğu için de başkaları n ı n ay n ı sözcüğü değişik anlamda ku!landı kları n ı görünce. derhal onları bir tür "kavram bi lgisizliği" ile suçlamaya kal kar:ar. Bu yüzden insan ların uzun uzun tartıştıkları, hatta bazen işi kavgaya döktükleri olur. Felsefenin se
mantik veya anlam-bilimi denen bölümüne ş imdili k daha fazla girmeyeceğim.
97
Uğur Felsefe Öğreniyor
tür sorulara cevap verenlerin "adalet", "dürüstlük" ve "bilgi"nin ne olduğu (bugünkü deyişle 'adalet', 'dü rüstl ük' ve 'bi lgi ' sözcüklerin in anlamı) konusunda farklı düşünüşte oldukları meydana çıkar. Şimdiye kadar bu konuda du rup düşünmemiş insanların ,
Sokrates'in soru larıyla belki hayatlarında ilk defa karş ı laştıkları için , baş ta şaşkın l ık geçirip bocalad ıklar ın ı görmek çok i lg inç .
Her birinin adaletten, dürüstlükten, hatta b i lgiden başka şey anlad ıklarını görme leri , en azından onları ağız kavgalarına g irişmekten al ıkoymuş olabilir.
Bu sonuç karş ıs ında Sokrates'in sergilediği bilgece tutum hem çok i lginç, hem çok övgüye değer. İ lg inç, z i ra bekled iğ i
n in tersi b i r sonuç alması na rağmen, hiç i stifini bozmaz. Onun bu tutu mu övgüye değer, z ira kavramsal soruşturmaya tabi tuttuğu i nsanlara "Bre cahil ler ! Adalet şudur, dürüstl ük budu r !" d iyerek b i lg içl ik taslamaya kalkmad ığ ı gibi, onlar ı bu bilgisizl ikleri nden ötürü k ı namaya, h atta küçümsemeye de kalk ışmaz. Onun bu tutumu üzerinde du rmamı n nedeni şu : O, bu tutumu i le bu konularda so ruşturma yapt ığ ı kişilerden daha bilgili olmad ığ ı sonucunu ç ıkarm ış görünüyor. Nitekim, Sokrates' in bu ves i le ile söylediğini sand ığ ım şu sözü tari he geçmiştir: "Ben bir tek şey bil i rim , o da h içbi r şey bi lmed iğ imdir !" B i lg i peş inde koşan birini n bu alçak gönüllü tutumu asl ında birçok büyük filozof ile bi l im adamın ı n da ana tavrına benzemektedir.
Sokrates'in bu konudaki alçak gönül l ü lüğü, s ı radan adamın ters i ne, gerçekten de faz la bir şey b i lmediğ i n i n farkına varmasından kaynaklanıyor . O da sofistler g i b i "B i lg i insandan insana değişir" deyip işin içinden çıkabil i rd i , ama kendisinin bilgisiz olmas ı na rağmen bil gin in var olduğuna inandığ ı
98
Pratik Felsefenin Açmazları
için , ona u laşmaya çal ışmaktan başka yapacak bir şey olmad ığ ın ı düşünüyor. Sofistlerle arasındaki temel fark da bu zaten. Onlar yaln ız adalet veya dürüstlüğü n ne olduğ u nu değil (kavramsal b i lgi) , dünyada nelerin, nas ı l olup bitt iğ in i dahi bilemeyeceğimiz i , dolay ıs ıy la doğrul uğu hiçbir zaman belgelenemeyecek olan san ı larla ( i nanç, f ikir, görüş) yet inmemiz gerektiğini iddia ediyorlard ı . Bu tutuma "şüpheci l ik" (scepticism) deniyor. Öyle olunca, sofistler kendi lerinin doğru bu ldukları f ikir veya görüşleri , para karş ı l ığ ı nda, isteyene satmakta herhangi bir sakı nca görmüyorlard ı . ' Sokrates için ise bir f ikri bize doğru göründüğü iç in değ i l , ancak doğru olduğu iç in başkaları na kabul ettirmeye kalkışabi l i rdik.
Matematikle mant ı k d ış ında hiçbir iddianın doğru olduğunu kanıtlayamayacağımızı daha önce beli rtmiştim . Oysa Sokrates 'i n yaşadığ ı i .ö. V. yüzyılda matematik d ış ında henüz hiçbir b i l im gelişmemişti. Fizik alanı nda bi le herhangi bi r bilgi ortada yokken, Sokrates'in tutup ahlak ve politika gibi istek ve özlemler in işe karıştığ ı alanlarda "bilgi" d iye tutturması sofistlere biraz fazla "aşır ı" bir istek olarak görünmüş olsa gerek. Tekrar hat ırlatmak isterim: Bu konuda bizler P laton'un yalancısıyız. Olabi l i r k i , P laton son diyalogları nda (Devlet, Kanunlar, vs.) kendi düşüncelerini Sokrates'e mal etmiştir.
Hocası bu konularda ne düşünmüş olursa olsun, Platon'un matematiği (daha çok da geometriyi) bilim örneği olarak seçmiş
* İleride göstermeye çalışacağım gibi, asıl amaçları (para kazan ma, devlet yönetme gibi) pratik bazı isteklerini gerçekleştirmek olan i nsanlar (avukatlar, din adam ları, ahlakçı , politikac ı , hatta iktisatçılar) tıpkı sofistler gibi düşünür ve davranırlar. O nlar için önemli olan bir fikri başkalarına kabul ettirmek olup, bu konuda reklam, retorik, propaganda, hatta "beyin yıkama" yöntemlerinden herhangi birine başvurulabi l i r .
99
Uğur Felsefe Öğreniyor
olduğu kesin.* Daha önce de bel i rttiğ im gibi , ona göre ancak hiçbi r şekilde yanl ış lanması mümkün olmayan iddialar gerçek bir bilgiyi d i le get irebi l i r ler, dolayısıyla bilgi sıfatına lay ık olabilmesi için herhangi bir iddian ın kesinlikle belgelenebilmesi (=kan ıtlanabilmesi) şarttır ve bu şartı gerçekleştiremeyen her iddia ancak doxa (san ı-görüş) s ıfatına layıktır. Platon'a göre bir ahlakçı , hukukçu veya politikacı basit bir sofist, yani kendi fikir ve görüşlerini başkalarına satmaya çalışan biri değil de, bilen veya b i lge bir kişi olmak istiyorsa, f ikirlerini belgelemekle yükümlüdür, bunun için de onun adaletin, iyiliğin, dürüstl üğün, vb. ne olduğunu kesinl ikle bi lmesi gerekir , yoksa dediklerine h içbir şekilde g üvenilemez . Sıradan insan doxa'larla yaşamın ı sürdürebilir,
ama fi lozofun, yani bi lg i sevgisi ile tutuşan b i rinin onlarla yeti nmesi mümkün değildi r , z ira en iyi belgelenmiş b i l imsel iddialar da dahil, doğru luğu kesi n l ikle saptanamayan iddialarla ortaya çıkmak daima aldanmaya , dol ayısıyla aldatmaya yol açabil ir , bu da bilge kişiye yakışmaz.
İy i de, adaletin veya iy in in ne olduğunu nas ıl b i lebi l i riz? İşte asıl sorun burada.
Sokrates bu konudaki soruşturmaları n ın "sonuçsuz" kald ığın ı görünce hayal k ı r ık l ığ ına uğramış, ama susmuştu . Gerçi Platon hiçbi r zaman hocasına eleştiride bulunmuyor, ama bütün sonraki diyaloglarından sezdiğim kadarıyla, Platon onun kul land ığı "soruşturma" yönteminin yanlış olduğunu düşünmüş olmal ı .
• Platon'un Akademia'nın kapısına ş u levhayı astırmış olduğunu bütün felsefe tarihi kitapları yazar: "Matematik bilmeyen buraya giremez I " Eğer bugün biri çı kı p felsefe bölümleri nin kapıs ına buna benzer bir yazı asmaya kalksa, tı marhaneye yatırı lmasa bi le , "kafadan noksan" sayı l ı r. Oysa Platon esasta haklı, zi ra: bu levhayla "bil imsel araştırma"nın çok ciddi bir iş olduğunu ima elmiş oluyordu. N e yazık ki, bazıları felsefeyi hala edebiyat gibi bir şey sanıyorlar.
1 00
Pratik Felsefenin Açmazları
Her halde burada s ı radan insanlar ın her konuda "cahil" olduklar ın ı , dolay ıs ıyla bu tür güç soru lara onlar ın doğru cevap vermelerin in düşünülemeyeceğini hesap etmiş olmal ı . "Kendi h immete muhtaç bir dede, rierde kalmış muhtaçlara h immet ede" tekerlemesin in de i ma ett iğ i g ib i , bir bak ı m a Plato n bu rada hak l ı . Ömürlerinde b i r defacık o lsun adalet, iyi l ik, cesaret üzerinde d ü şünmemiş insanlar adaletin, iyi l iğin, cesaretin ne olduğunu nereden bilecekler? Bunları bilse bilse bu konular üzerinde uzun uzun d üşünmüş olan filozof bilebi l ir .
İyi de, filozof bunu nas ı l bilecek?
Gene döndük dolaşt ık, aynı soruya geldik. İşte Platon'un bu soruya verdiği cevap tek kelimeyle "akıl lara seza!" Platon gib i üst ün zekalı birinin nası l " idealar öğretisi" denen bu "düşünce ucCıbesi"ni doğurmuş olabileceğini bi raz sonra açık lamaya, bu vesi le i le bu rada kul lanmış olduğum küçültücü deyimlerin hesab ın ı vermeye çal ı şacağ ım.
Daha önce de söylediğ im gibi , i nsanlar d i l i taklit yoluyla öğrenirler. Küçük b i r çocuk ana-babasından miyavlayan, bell i b i r boy ve biçimde olan b i r hayvana "kedi" dendiğini duya duya, ne tür canl ı lara bu adın veri ld iğini öğrenir. Buna karş ı l ık o çocuk, havlayan ve gerek boyca, gerekse öteki görünü r nitelikleri açıs ından kediden farkl ı başka bir hayvana "köpek" dendiğini d uymuş ve bu şeki lde, görünüş bakımından farklı hayvanlara farklı adlar verilmiş o lduğunu --yarı bil i nç l i b iç imde-- öğrenmiştir. Çocuğun köpeğe "kedi " veya kediye "köpek" demesi veya örneğin bir kuzuya bu adlardan bi rini vermesi d u rumunda, ana-baban ı n onu "Kedi değil , köpek ! " veya "Köpek deği l , kuzu !" diyerek düzeltmesi ona bu sözcükleri kullan ı rken yanıldığını i htar eder ve böylece çocuk zamanla dil i doğru kullanmasını öğ renir.
1 0 1
Uğur Felsefe Öğreniyor
Bu rada bir dil öğrenirken insanı n zihn i nde neler olup bittiği sorusu üzeri nde durmayacağı m . '
Platon'un zihnini kurcalayan soru şuydu : Bir insan 'adalet', ' iy i l ik' , 'dürüstl ük' g ib i daha çok değerlendirici bir i ş l evi olan sözcükleri doğru kullanıp kul lanmad ığ ı n ı nasıl bi lebi l i r?
B i ryol Platon şu varsayımdan kalkıyor: Her sözcüğü n bir tek doğru kul lanım ı vard ır. Oysa Sokrates'in soruşturmaları insanda bunun tam tersi bir izlenim uyand ı rıyor, zira onun yöneltmiş olduğu soru lara herkes değ işik bir biçımde cevap veriyor. Bundan iki sonuç ç ıkabi l i r : 1 ) Anlamı araşt ırı lan terim ler çok-anlaml ıdır: 2) Cevap verenlerden hiçbiri bu terimlerin gerçek anlam ın ı b i lm iyo r .
Platon, birinci şıkkı kabul ettiğimiz takdirde hakl ı olarak sofistlerin yapt ığ ı gibi relativizmi kabul etmem iz gerekeceği ni düşünüyor, oysa kendisi ahlakın da. pol it ikan ın da --matematik gibi-- sıkı bir "bilim" olması gerektiğini akl ına koymuş, dolayısıyla kavramların oluşumunu di l araştırmalarından başka bir temele oturtmam ı z gerekir. Ünlü "idealar teorisi" bunun nas ı l mümkün olduğunu gösterecektir.
Buna bence "idealar mythos'u" demek daha doğru o lur, z i ra burada Platon ancak "mitoloj ik" d iye nitelendirebileceğimiz varsayımlarla işe gi rişiyor. D i lde kullandığı m ız sözcükleri n "kavram" denen zihinsel bazı nesneler in karş ı l ığ ı olduğu inancı o zaman lar çok yayg ınd ı , hatta günümüzde de bu i nanç büsbütün terk edi lmiş değil . Buna genel adıy la "kavramcı l ık" (concep
• Bugün "dil psikolojisi" denen ayrı bir bil im dal ının incelediği bu konuda çok i lginç araştı rmalar yapılmakta, ama ne yazık ki , bizim burada bu konuya daha fazla yer ayırmamız mümkün deği l . Sıradan adam dili kullanır, ondan sürekli yararlanı r, ama dil in görevini nas ı l yerine getirdiğini hiç merak etmez.
1 02
Pratik Felsefenin Açmazları
tual ism) deniyor . * O zaman Platon 'un sorusunu "Adalet kavramı nas ı l oluşmuştu r?" biçiminde d i le getırmek mümkü n . Ona göre, biz im z ihnimizdeki kavramlar daha önceki yaşamı m ızda görm üş olduğumuz ideaların sönük veya bu lan ık kopyalar ından başka bir şey değildi rler. Örneği n , bel l i baz ı niteli kleri olan ve "köpek" dediğ imiz b i r hayvan gördüğümüz zaman, idealar dünyasında görmüş olduğumuz köpek ideası n ı hatırlarız. Elbet bu ideaların nas ı l şeyle r olabilecek ler in i tasavvur edemiyoruz, ama Yunanca ' i dea' sözcüğü "biçim" anlam ı na gelen 'eidos' sözcüğü nden türemiş o lduğuna göre, Platon 'un ideaları bel l i baz ı biçim ler o larak düşünmüş olması mümkün. Bu rada idealara en uygun örnekler olarak Platon'un geometrik biçimleri göz önü nde bulundu rmuş olması akla-yakın görünüyor. Neye "üçgen" denir? Üç doğrudan oluşan, kapal ı , üç köşeli bir şekle, değil mi? Elbet, "üçgen" denince akl ımıza bu tanı ma uyan sonsuz sayıdaki üçgen lerden herhangi b i ri gel i r. Bunlar aras ından bi ri· ne, örneğin "di k-aç ı l ı " veya "eşit-kenarl ı " olan ına "as ı l üçgen" veya "üçgenlerin temsilcisi" diyemeyiz. Herhangi bir somut üçgenin, üçgen olmak bakımından, öteki lerden herhangi b ir farkı yoktur. Buna karş ı l ı k , her üçgen mutlaka üç doğru kenarlı ve üç açı l ı olmak zorundadır. O halde bir geometrik şekl in üçgen sayı lması için bu iki niteliği taş ıması gerekli ve yeterl idir. Her halde Platon "üçgen" ideası ndan bu gerekli ve yeterli nitelikleri taşıyan geometrik şekli kastetmiş o lmal ı . Algıladığımız üçgenlerin sayısı sonsuz o labil ir, biz onların ald ığ ı değişik biçimlere değil , bu niteliklere sahip olup olmadı klarına bakarız, dolayısıy-
* Bu inanç o kadar yaygın ki, bug ü n di lde 'adalet' veya 'demokrasi' sözcüğü veya terimi dıyecek yerde, 'adıl.let kavramı' veya "demokrasi kavramı" deyimleri kullanı lmakta, ayrıca sözcüklerin zihnimizdeki kavramların işaretleri olduğu varsayımı geçerliliğini korumaktad ır.
1 03
Uğur Felsefe Öğreniyor
la kafam ızda b i r "üçgen ideası" o lmas ı , "üçgen" dediğimiz so
mut geomet rik biçimlerden herhangi birin i gözümüzün önüne getirebi lmemiz demekti r. Ayn ı şey bütün öteki geometrik kavramlar, hatta bütün matematik kavramlar için de geçerl i . Örneğin, dai reyi "bir noktadan o noktaya eşit uzaklıktaki noktaların oluşturduğu kapalı geometrik şekil" diye tanımlayabilen i nsan ın zihninde daire kavramı var demektir.
Burada hemen akla "Acaba yeşill ik veya ac ı l ık kavramı nasıl bir şeyd i r?" türünden sorular geliyor, ama bunlara girecek olur
sak, bir daha işin altından kalkamayız. İyisi mi, biz gene Platon'un "idealar öğret isi" ne döne lim. Platon bu öğretiyi --aklınca-" mağara benzetmesi" deni len hayal-ürünü bir masalla açıklamaya çalışıyor. Bu masalı n da ayrıntılar ına girmeyeceğim, zi ra deneme lerim bana şunu öğretti : Mağara tıenzetmesini ciddiye almak için insan ı n daha önce de yaşamış olduğunu* (reincarnati
on) varsaymak gerekiyor, oysa bu varsay ım daha çok kan ı tlan
maya muhtaç .
Daha önce de bel i rtmeye çalıştığım gibi, ahlakla politikayı matematik kadar sıkı bir bilim hal ine getirme gayretkeşliği P laton 'u
hemen hiç kimsenin kabule yanaşmad ığı bir varsayıma itelemiş. Onun bu varsayım ını kabul etmeyen, dolayısıyla idealar teorisini eleştirenlerin başında en yetenekli öğrencisi Aristoteles geliyor.
Daha sağduyulu ve ölçülü bir filozof olan Aristoteles zihnimizde kavramların nası l oluştuğunu anlamak için Platon'un varsayımına ihtiyaç olmad ığını göstermeye çal ış ı r. Gerçi o da kavram ları n var olduğu na inanmaktadır, ama on ların varl ığ ın ı çok daha akla-yakın
bir biçimde açıklamayı başarır. İleri sürdüğü teori oldukça basit.
* Bu tür açıklamalara "'karanlık olanı daha karanlık olanla açıklama"
(Obscuri�m per obscurius) de niyor.
1 04"
Pratik Felsefenin Açmazları
Ona göre, biz miyavlayan bazı hayvanlara 'kedi', havlayan baz ı hayvanlara da 'köpek' adı n ı veririz, ama bunu yaparken sadece bu hayvanları n ç ı kard ığ ı seslere bakmayız . Görünüş özell iklerini , başka hayvanlara karşı davran ışlar ı n ı , i nsan larla olan il işkilerini falan da göz önünde tutarı z. Örneğin, kedi sahibini sevdiğin i kamburunu ç ıkarıp sahibinin ayaklarına sürtünerek, köpek ise kuyruğunu hızla oynatıp sahibi n in üstüne atılarak bel l i eder. Sonra kedi köpekten veya başka b ir hayvandan korktuğunu kaçıp yüksek bir yere t ı rmanarak belli ettiği halde, köpek bambaşka bir davranış sergiler. Ö rnekleri istediğiniz kadar çoğaltabil irsiniz . insan bazı hayvanları kedi , baz ı ları n ı köpek öbeğine ayırırken bu ve buna benzer daha başka nitelikleri göz önünde bulundurur. Ayn ı şekilde, bir türü alt-türleri ne ayır ı rken de hangi nitelikleri n in farklı olduğuna bakarız . Bulldog da terrier de bazı ortak nitel ikleri bakımından "köpek"dir, ama boypos, biçim , zeka derecesi, hatta huy bakım ı ndan aralarında ayr ımlar görünce, onları köpek türünün alt-türü sayarız. Aslı nda bu tür i nce ayrımlar yapmak şart değildir, ama şu veya bu nedenle buna ihtiyaç duyarız. Bir Saint Bernard köpeği ile türdeşleri arasında yaln ız boy-pos bakım ından deği l , onlara gördürülen işler bak ım ından da büyük ayrı mlar vard ır. Örneğin bir Peki;ı köpeğin i , bir Saint Bernard gibi çığ altı nda kalm ış olan insanları bulup ç ıkarma işinde kullanamazsın ız.
Aslında her tü r daha kapsaml ı bir türün alt-türüdür. Köpek ve kedi türleri için de elbet bu geçerl i . Bir türü (örneğin köpeği) başka bir türden (örneğin kediden) ayırdederken onları n ortak n itel ikleri n i göz ardı edip sadece ay ı rdedici n itel ik ler in i göz önünde bulundururuz. Köpeğin "havlaması" , kedinin ise ''mi yavlaması" bu tür nitel iklerdir, o kadar ki , biz dışarıdan gelen bel l i b ir sese bakarak, dışarıdaki hayvan ın bir kedi mi, yoksa
1 05
Uğur Felsefe Öğreniyor
bi r köpek mi olduğunu anlayabil i r iz. Nitekim, kapıyı açıp d ışar ı baktığım ızda "miyavlayan bir köpek" veya "havlayan b i r kedi" görmemiz iht imal d ış ıd ı r. Platon "dört kenarlı bir üçgen" olamayacağ ın ı , z i ra bu tür bir kavram ın z ihnimizdeki "üçgen ideası"na uymadığ ın ı düşünüyordu. Temelde bir "doğa f i lozofu" o lan Aristoteles'e göre, biz doğada hiçbir zaman miyavlayan bir köpeğe veya havlayan bi r kediye rastlamadığımız için, zamanla havlaman ı n sadece "köpek" dediğ im iz , buna karş ı l ı k miyavlamanın sadece "kedi" dediğimiz hayvanlarda rastlanan bir nite l ik olduğunu öğrenir iz ve kavramlar da z ihn imizde bu şekilde oluşur.
"Kavram kurma" dediğimiz olay sadece i nsana özgü bir ayrıcal ık değil elbet. İ nsanın hayvandan farkı bu kavram lara bell i bazı adlar takıp dil dediğimiz olayı meydana getirmesi. Köpeği Türkçe'de 'köpek' sözcüğüyle d i le getiriyoruz. İngil izler ayn ı hayvana "dog" , Fransızlar "chien", A lmanlar ise "Hund" di yorlar, ancak bu değişik sözcükler bir ve aynı hayvan türünü di le getiriyor, yoksa "çeviri" mümkün olmazdı . Aristoteles'e göre, dilin varl ığ ı kavramların varl ığ ını gerektiriyor, kavramların kurulması da doğada algıladığ ım ız bazı nitelikleri belli bir nesnenin öz-nitelikler i olarak seçmemizden kaynaklan ıyor, yoksa bir köpeği bir kedi den ayı rdedemezdik.
Bu tür bir ayı rdetme yeteneğin in i se yaşamsal bir önemi var. Nitekim yaln ız insanlar da deği l , bi l inç sahibi bütün hayvanlarda aynı yeteneğin olduğu kes in. B ir kedi gören bir köpeği n hemen onu kovalamak istemes i ne karş ı l ık, başka bir hayvana, örneğin bir koyuna veya ata sald ı rmamasından anl ıyoruz ki , köpek bu i ki hayvan türünü birbi rinden ayırdetmesini bil iyor. Ayrıca, insanlar gibi , hayvanlarda da tek tek n esnelerin kavramı olduğu kesin
106
Pratik Felsefenın Açmazları
görünüyor, yoksa örneğin bir köpek sahibini veya sah ibinin s ık sık gördüğü dostları n ı başka insanlardan ayırdedemezdi . Bunu, sahibiyle bu eskiden beri tan ıdığ ı kimselere karş ı davranışlar ıy
la, tan ımadığı insanlara karşı davran ış ı arasında bazen tezata varan bir farkl ı l ık olmasından an l ıyoruz . Evlerinde köpek besleyen kişi lerin yabancı lar ı uyarmak için kapı larına astıkları "Köpek var!" levhas ından da anlaşı ldığ ı gibi, sahibi için nerdeyse ölmeye haz ı r o lan bir sevecen köpek tan ımadığ ı kişileri öldürmeye bile kalkabi l i r.
Demek ki, köpekte en az ından iki kavram var: Tanıd ığ ı i n · san ların imaj ları diyebileceğimiz (kişisel) kavramlar; tanımad ığ ı i nsanlarla i lg i l i (soyut veya genel) i nsan kavramı . Gerçi hayvanların dil i yoktur, ama onlara herhangi bir dili anlaması öğretile
bilir. Bir köpek yalnız sahibini ve dostları n ı tanımakla kalmaz, onların adlarını da öğrenir. Buna göre, özel adlar kişisel (veya teki l ) kavraml arın sembolü oluyor. İşin daha ilginç yan ı , köpekler ve en az onlar kadar zeki (beyni gel işmiş) öteki hayvanlar bazı genel kavramların adların ı da öğrenebi l iyorlar. N itekim, sahibi köpeğine "Hadi, gezmeye gidelim!" veya "Bana terliklerimi getir !" dediği zaman, köpek davran ışlarıy la deni lenleri anlad ığ ın ı
hemen be l l i eder.
Bütün bu ayr ıntılara g irmemin ana nedeni şu: Bir i nsan (hele bi r hayvan) için kavramları karıştırmak diye bir şey söz konusu deği l: "Kavram kargaşası" deni len şey de asl ı nda insanların aynı sözcüğü değişik an lamlarda kullanmalar ından kaynaklanıyor.
* Bizde ik•de bir kul lanı lan 'kavram kargaşası' deyimi ya tümüyle anlamsızdır. ya da P latoncu bir kavramcı l ıktan kaynaklanmaktad ı r . Öyle sanı yorum. ki, Platon'un idealar öğretisinden haberi olmayan birçok insan, davranışları y la onunkine benzer bir kavramcı l ı kla malLJI olduklar ın ı açığa vuruyorlar.
107
Uğur Felsefe Öğreniyor
Pratik sorunların neden ötürü çözümlenemediği (veya bu konudaki tartışmaların neden bi r sonuca bağlanamadığ ı ) konusu
na dönmeden önce semantik'le ilgi l i bazı temel bi lg i ler vermek gereğine i nan ıyorum.
insanlar sözcükleri bazı nesne türlerinin (veya bunlar ın z ih in deki kavramlarının) sembolü (veya karş ı l ığ ı) olarak kullanı rlar. Ancak. dediğim gibi, tek tek insan lar arasında bell i b i r sözcüğün ne tür bir nesneyi (dolayıs ıyL:ı n ::ı s ı l bir kavramı) göstermek üzere kul lan ı labileceği konusuncicı ııeı zaman tam bir uzlaşma yoktur. B i r deyime, her insan başkr.ılar ın ınkınden az-çok farklı b i r d il ku l lanır . Ancak s ı radan insanlar genellikle bunun farkında olmad ı klarından, içlerinde fazla egosantrik veya "mütehakkim mizaç-1 ı" olanlar, herhangi bi r sözcüğü kendisinden farkl ı b i r şekilde kullananları dili bi lmemekle veya bile b ile değişik biçimde kul lanmakla suçlarlar. Nitekim , 'kavram kargaşas ı' deyimini ku l lanan kişi her sözcüğün, Platon'un varsaydığ ı g ibi , bi r ve aynı kavramı di le geti rmesi gerektiğine inan ıyor demektir.
Sıradan adam bu inancında büsbütün haksız değildir, zira in
sanlar günlük hayatta kullanı lan sözcüklerden büyücek bir bölümünü hemen hemen aynı şekilde kullanırlar. Hayvan, bitki, alet ve benzeri nesnelerin adları Qzerinde insanları n pek fazla tartışmamaları da bunu gösteriyor. Doğrusu bu ya, bir dili iyi öğrenmiş erg in kişi ler arasında kedıye "köpek", papağana "baykuş", masaya "sandalye" , patlıcana "biber" diyene hemen hemen hiç rastlanmaz. Ayn ı şey gün lük hayatta kullandığ ımız --insan yapısı-her tür lü araç ve gereç iç in de geçerli . Nitekim , kendi si nden "b ıçak" istenen bir kimse tutup da ona bir çekiç uzatmaz. Hayvanlar bile nesneleri birbir inden ay ı rdedebi ldikleri ne göre, insanı n bu gib i durumlarda b i r "kavram kargaşası"na düşmesi mümkün değil .
1 08
Pratik Felsefenin Açmazları
Yalnız ne var kı, sözcükleri n uygulama alan ları her zaman kesin s ı n ı rlarla b i rbirinden ayrı lm ış deği ld ir . Bu nedenle bel l i bi r sözcüğü bell i bir nesneye uygulay ı p uygulamamakta tereddüt ettiğ imiz o lur. Buna "semantik şüphe" durumu d iyebi l ir iz. Örneğin üç ayaklı bir mobilya görüyorum , ama onu hangi adla çağ ırmak gerektiğine karar veremiyorum , acaba bu b ı r. tabure m i , yoksa çiçek vazosu konan b i r sehpa mı ?
Bel irs iz l ikle i lg i l i en i lginç örneği Locke vermiş : Saint Martin Kil isesi papazı doğduğu zaman o kadar biçimsizmiş , i nsana o derece az benziyormuş ki , i lk in i nsan olmadığını düşünerek vaft iz etmem iş le r. Ancak insanlar gibi davranmaya, özel l i kle konuşmaya başlay ınca insan sayı lab i leceğine karar ver ip vaftiz etmiş ler . B iz genel l ikle normal deni len insanlar la içli -d ış! ı olduğumuzdan ' insan' sözcüğünü ne tü r canl ı l ara uygulamak gerektiği konusu nda pek tereddüt etmeyiz, ama anormal (h i l kat garibesi) türden insanlarla karşı laştığ ımızda iş değ iş ir. Antropologlarla b iyologları uğraştı ran en zor sorun lardan bi ri " İ n san ne zaman ortaya çıkmıştı r?" sorunudur. Bu soruya kesin bır cevap vermek mümkün olmadığı içi n , onun yerine " İnsan nas ı l evrim leşmiştir?" türünden sorular sormayı daha aklayakı n bu lmuşlard ı r.
Bilindiği gibi , renkleri n , tatları n , seslerin binbir tonu vardır. Bu durum insanoğlunu şöyle bir güçlükle karşı karşıya b ı rakır: Bel l i b i r renk tonuna "sarı" m ı demek doğrudur, yoksa "pembe" mi? Bu örnekleri istediğimiz kadar çoğaltabi l i rız; ancak bu durumun di ldeki sözcük say ıs ın ın "s ın ı rl ı " olmasından kaynaklandığ ın ı hatırlatmakta yarar var. Sıradan adamın kullanabildiği sözcük sayı sı b i rkaç bini geçmez. Buna karş ı l ık, ressam ı n "rnnk-söz lüğü" b i r hayli zengi ndir, dolayıs ıyla onun sözlüğünde bel l i b i r renk tonunu
1 09
Uğur Felsefe Oğreniyor
dile getiren ayrı bir sözcük bulunabilir, bu nedenle de ressam yu
karıdaki soruya h iç du raksamadan cevap verebi l i r _ Ancak ressamın sözlüğünde bi le bütün renk tonlar ın ın ayrı bir ad ı yoktur. Gene de bel i rsizliği bir dereceye kadar gidermek mümkün . Nicel ik, hatta niteliklerin dereceli olduğu her alanda elden geldiğince kesin bir dil kul lanmak gerektiği zaman, bunları fiziksel deyimlerle d i le getirmek mümkü n . Nitekim, renkleri elektromanyetik
dalgaların boyu veya frekansı (Angstrom veya Hertz) türünden
dile getirebiliyoruz. Gözle görülebilen ış ı k dalgaları 4000 ile 8000 Angstrom (veya onlara tekabül eden kilohertz) arasında değiştiğinden, herhangi bir renk tonu bu di l le ifade edilecek olursa, her türlü karars ızl ı k ortadan kalkacağ ı için, onu di le geti ren cümle de kesin bir doğruluk-değeri kazan ı r. Günlük di lde s ıcakl ık dereceler in i ifade etmek iç in 'soguk-s ıcak' çiftinden başka ' ı l ı k', 'çok s ıcak', 'çok soğuk' gib i kal itatif terimler kul lan ı l ı r , ama bunlar da belirs iz l iğ i gidermeye her zaman yetmediği iç in "s ıcakl ık derecesi"ni ölçen aletler kullanmak zarureti doğabi lir. O zaman birinin s ıcak dediğine bir başkası soğuk veya ılık diyemez, böylece gereksiz bazı sözel tartışmalar önlenmiş olur.
Günlük dilde kul landığımız sözcüklerin bir başka özell iği de hemen hemen hepsinin çok-anlamlı (ambiguous) olmas ı , yani birden fazla anlama gelmeleridir. Örneğin, 'çalmak' sözcüğünün Türkçe'de en az iki değiş ik anlamı vard ı r' : 'Keman çalmak' deyimindeki anlamı , 'para çalmak' deyimindeki anlam ı . Örneğin,
( 1 ) Ahmet kemanım ı çaldı
cümlesi tek baş ına kul lan ı ld ı ğ ı nda, burada geçen 'çalm ak' f i i l in in
( 1 ') Ahmet benim keman ım ı t ıngırdattı
* TDK'nun yayı m ladığı Türkçe Sözlük'te 'çalmak' sözcüğünJn 16 değişik
kul lanımına yer veri lmiş.
1 1 0
Pratik Felsefenin Açmazları
anlamında mı , yoksa
( 1 ") Ahmet ben im keman ımı aşırdı
anlamında m ı kullan ı ld ığ ın ı anlayamayız.Ancak bu tür bir çok
anlam l ı l ığ ı bu cümlenin yer ald ığ ı dilsel bağlamı göz önünde bu
lundurarak kolayl ıkla giderebiliriz. Nitekim ,
(2) Dün akşamki konserde Ahmet benim keman ımı çaldı
cümlesinde 'çalmak' sözcüğünün ''tı ng ı rdatma" anlam ında kulla
n ı ld ığ ı n ı hemen anlarız. Aynı şeki lde
(3) Ahmet benim kemanımı çalmış, parasını da barlarda yemiş
cümlesinde de bir yanl ış-anlama söz konusu değildir. Çok-an
laml ı l ığ ın dilde büyük bir tutumluluk sağlad ı ğ ı n ı , bu şekilde bel
leğ in yükü n ü hafiflett iğ in i kolayca tahmin edebi l i rsiniz. Çok-an
laml ı l ı k bazen anlaşmaz l ı klara yol açmakla birlikte, bu tür anlaş
mazl ıklar genel likle kısa zamanda giderilebilmektedir. Ancak ba
z ı eski metinlerin yorumlanmasında ortaya çıkan anlaşmazlı klar
gide ri lemiyor. Asl ı nda bel irsizl i k, yani bir iddiaya herhang i bi r
doğru luk-değeri verilememesi durumu da, çok-an lamlı l ık , yani
b ir önermeye bazı lar ın ın doğru , bazıların ın yanlış değerini ver
meleri durumu da dilsel araçlarla g ideri lebil ir. Bel i rsizl iğ i gider
mek için sözcük sayısını en küçük bir nüansı dile getirebilecek
kadar art ı rmak, çok-an lam l ı l ı ğ ı g idermek için de her sözcüğü
tek bir anlamda kullanmak yeterlidir*. E lbet bunun için de di l in
sözlüğünü alabildiğince zenginleştirmek gerekecekti r k i bu , söz
cükleri akı lda tutma iş in i imkansız hale geti recektir. Doğal d i l ler,
doğal olarak tutumluluk ilkesine uygun olarak gelişmişler. Bura
da da insan zekas ın ı n ne kadar gerçekçi �lduğu ortaya çık ıyor.
* Arapça'da bizim 'deve' sözcüğümüze karş ı l ı k tam 5 bin sözcuk varmış.
1 1 1
Uğur Felsefe Öğreniyor
Sı radan adamın bu konudaki "sağduyu"sunun kendi leri n i daha ak ı l l ı ve bi lg i l i sanan bazı düşünürlerde yok olduğu nu görmek şaşı rtıc ı . Ki misi P laton , kimisi Aristoteles anlam ında "kavramc ı" olan bu "çok-b i lmişler" bazı sözcüklerin kendilerininkinden farklı bir anlamda kul lan ılmas ına tahammül edemiyor, bunda ayak d i retenleri o sözcü kleri n gerçek anlamın ı bilmemekle suçluyorlar. Örneğin ,
(4) Atatü rk b i r diktatördü
önermesini evetleyen biris i , onu deği l leyen bi ris ini 'diktatör' sözcüğünün gerçek; anlamını bi lmemekle (yani bir tür "kavram ca
hi l l iğ i" i le) suç layabi l ir . Bu da gösteriyor ki, bazı i nsanlar bazı
sözcüklerin gerçek anlamı diye bir şey olduğuna, üstel ik bazı kimselerin bu anlamdan haberdar olmadığ ına inan ıyorlar . (4) ü evetleyenlerle değilleyenler (veya hayı rlayanlar) arasında sonu
gelmez bir tartışman ı n çıkması beklenebilir. N i tekim, (4) ü değilleyen kişi genel l i kle onu evetleyene karş ı ,
(5 ) Hayır, Atatürk sadece biraz otoriter b ir demokrattı
iddias ı n ı öne s ü rebil ir.
Burada aynı kişi , yani Atatürk hakkında iki bağdaşmaz (yani i kis i de aynı zamanda doğru değeri ni alamaz) iddiayla karş ı kar
ş ıyayız. Atatürk' ün tarihi kişi l iği , yani nerede doğup büyüdüğü ,
ne g ib i görevler yüklenmiş olduğu, vbg. konularda pek tartışma çıkmaz, çıksa da tarihsel belgelere dayan ı larak tartı şma bir sonuca bağlan ır . E lbette Atatürk' le i lg i l i bazı b i l inmeyen şeyler de vard ı r. Örneğın, onun 1 880'de mi, yoksa 1 88 1 'de mi doğmuş olduğu kesin olarak bi l inmemektedir, ama birisi çıkıp da,
(6) Atatürk 1 880 'de doğmuş o lamaz, olsa olsa o 1 88 1 'de doğmuştur
1 1 2
Pratik Felsefen in Açmazları
iddiasında bulu nsa ve bu iddiasını belgelemek için,
(7) 1 880'de doğmuş olmak Atatü rk kavramına aykı r ıd ı r
tü ründen iki nci bi r iddiada bul unsa, çoğumuz onu en az ından "z ı p ırl ı k"la suçları z , z ira Atatürk idea' s ın ın (veya imaj ın ın ) doğum tarihi i le bir i l işkis i olamaz. B i r insan ın doğum tarihi biyografisi i le i lg i l i bir olgudur .
O zaman kendimize şu soruyu yöneltmemiz gerekiyor: (4) ü evetleyenle onu değil leyen kişinin al ıp veremedikleri ne?
Araları ndaki tart ışmanın olgusal belge lere dayan ı larak k ı sa zamanda g i de ri lememesi (4) ü n , dolay ı s ı y l a (5) i n Atatürk'ün biyografisine i l işki n bir iddia olmadığını gösterir . Niteki m , onun biyograf is ine i l işkin bütün idd ia lar , tari hi belgelere dayanı larak sonu nda denetlenebil ir, bu nedenle de bu belgeler objektif olgular ı d i le getir ir. Gerçi bu o lgu lar ın bi l inmediği durumlarda,
(8) Bana göre Atatürk 1881 yı l ı nda doğmuştur, (9) Bana göre Atatürk 1 880 y ı l ı nda doğmuştur,
türünden idd ialar da öne sürülür; bu, i ki değişik kişinin değişik belgelere dayandığ ı n ı gösterir, ancak her ikisi de bu iddialardan
birinin gerçeği yansıtt ığ ına ve i leride bunlardan sadece b i ri nin doğruluğunun saptanacağ ı na i nanır . Buna karşı l ık, (4) ve (5) iddialarını öne sürenler i leride bulunacak yeni belgelerle idd iaları
n ı n yan l ışlanabi leceğin i h i çbir zaman kabule yanaşmazlar .
Eğer buna haz ır olsalardı , (4) ve (5) yerine, iddialar ın ı ,
(4') Bana göre Atatürk bir diktatördü, (5') Bana göre Atatü rk sadece otori ter bir demokrattı ,
biçiminde dile getirirlerd i . Bi raz dikkat edi l irse, (4') i le (5') i n bağ-
1 1 3
Uğur Felsefe Oğreniyor
daşmaz olmadıkları görülür. Nitekim, 'bana göre' deyimi kullan ı l ı nca her türlü "tart ışma" i ht imali ortadan kalkm ış olur .
İşte (4') ve (5') biçimine çevrilemeyen (4) ve (5) türünden idd ialara değer-yargıları diyoruz. Gerçekten de (4) ü evetleyen kişiye (5) i evetleyen kişi ne kadar objektif (yani Atatürk'ün biyografisiyle i lg il i ) belgeler gösterirse göstersin, onu iddiasından vazgeçirmeyi başaramayacakt ır . Bundan da anlaşılacağ ı g ib i , bu iddiaları n sahipleri 'diktatör' ve 'otoriter demokrat' s ıfatları n ı n bel l i bi rtakım objektif nitelikleri gösterdiği iddias ındalar; iddialarından bir t ü rlü vazgeçmek istememeleri de bunun böyle olduğuna kesinlikle inandı klarını gösterir. P laton'un d i l iyle, 'di ktatör' deyimi de, 'demokrat' deyimi de belir l i birtakım ideaların adlarıd ı r, öyle olduğu için de, bu iddiaları öne sürenlerden en az biri, ama belki de ikisi yanlış bir iddiada bulunuyorlar!
Şimdi şunu sormamız gerekiyor: (4) ve (5) türünden iddialara bel l i bir doğru luk değeri vermek, yani onları doğrulamak veya yanlışlamak mümkün m ü ?
Eğer b u iddiaları,
(4') Bana göre Atatürk bir diktatördü
ve
(5') Bana göre Atatü rk otoriter bi r demokrattı
biçim inde yorumlarsak, o zaman doğruluğun (dolayısıyla yanl ış l ı ğ ı n) insandan insana değiştiğini kabul ediyoruz demektir. Bu tu-
* İki iddianın "bağdaşmaz" olması en azından birinin yanlış olması demektir. Ancak ikisi de yanlış olabil ir . Buna karş ı l ı k, iki iddiadan birinin doğru olduğu durumda öteki mutlaka yanlış ise. bu tür iddialara "çelişik" diyoruz. (4) ile (51 in bağdaşmaz olmasına karşı l ı k , "Atatürk bir diklatördü" ve "Atatürk bir dikla· tör deği ldi " iddiaları çel i ş iktir. Doğru bulmadığımız bir ıddiaya sadece karşı ç ıkmak onu değillemek. böylece onu kabul etmediğimizı belirtmek dem ektir.
1 1 4
Pratik Felsefenin Açmazları
tumun genel adı "relativizm" ; o zaman Ahmet (4') ü, Mehmet ise (5') i savundukları halde, aralarında bir tartışma baş göstermez. Ancak relativizmi kabul eden kişi "doğruluğun", s ıcakl ık ve soğukluk gibi , relatif bir nitel ik olduğunu kabul ediyor demektir ki, bu durumda (4) i le (5) in b i r bilgiyi değil , sadece b i r sanıyı (görüş, fikir, doxa) dile getirdiğini kabu l ediyoruz demektir. Platon'un di l iyle söylersek, herkesin zihninde aynı olan bir "diktatör" ideası yoktur,
sadece herkesi n kendine göre b i r "diktatör ideası" vard ı r.
Platon sofistlerin öne sürdüğü bu tür bir relativizrni kabule h içbir zaman yanaşmayacaktır, yoksa bir "ahlak bilimi"nin, bir "pol i tika bi l imi"nin kurulamayacağ ın ı kabul etmemiz gerekir. Platon i le Sokrates arasındaki temel ayrım burada ortaya çıkıyor. Platon'un "Sokratik" denen diyaloglarında Sokrates'in yaptığı kavram araştırmaları n ı n başarısızl ık la sonuçland ığ ın ı görmüştük. N iteki m, "matematiksel" kavramlar üzerinde herkes anlaşt ığı halde, s ı ra 'adalet', 'dürüstlük', hatta 'dostluk' ve 'cesaret' gibi terimlerin anlamına gelince, durum değişiyordu . Gerçi Sokrates bu durum karşısı nda, "Demek herkesin adalet, dürüstl ük, hatta dostluk ve cesaret anlay ış ı (doxa) başkaymış, o halde göreceliği (relativizm) kabulden başka yapacak bir şey yok" diyecek yerde, kendisinin bu konularda "bilgisiz" olduğunu söylüyor, ama bu tür bi lginin el de edilebileceğini, dolay ıs ıyla, matematikte olduğu gibi , ahlak ve politika alan ında da bilgisizliğin gideri lebi leceğini ima ediyor. Bu na karşı l ık, Platon, bu konularda da "kesi n" b i lgi ler elde edi lebi leceği inancıyla ü nlü idealar teorisini ortaya atıyor.
4) Değer Yargılar ın ın Görevi
Di ldeki baz ı sözcükleri hoşlanma-hoşlanmama, onaylamaonaylamama g ib i bazı d uygusal tepki lerimizi açığa vurmak için ku l land ığ ımız ı daha önce bel irtmi ştim.
1 1 5
Uğur Felsefe Öğreniyor
(1 O) Dün akşamki konser çok güzeldi
diyen bir in in dün akşamki konserden ne kadar hoşlandığ ı n ı , buna karş ı l ık ,
( 1 1 ) Dün akşamki film berbat mı berbattı
diyen bir inin gördüğü filmden hiç mi hiç hoşlanmadığ ını be l irt
meye çal ışt ığ ı apaç ık olsa gerek. Ancak insan lar bazen ,
(1 2) Beethoven'in 9. senfonisi eşsiz güzell ikte b ir eserdir
veya,
(1 3 ) Necil Kazım Akses' in eserleri hiç de güzel değildir
tü ründen cümleler kul lanarak, sadece bu eserler karş ıs ındaki duygusal tepki leri ni değil , onları nasıl değerlendirdiklerini de di le getirirler. işte ( 1 2) ve ( 1 3) türünden cümlelerin di le getirdikleri yarg ıl ara değer yargı ları diyoruz. Açı kça görü ldüğü g ib i , ( 1 0) i le ( 1 1 ) i dile getirenler sadece kendi iç du rum ları n ın nasıl olduğu nu açı ki ıyorlar, buna karşı l ık ( 12 ) ve (1 3) --hiç deği lse görünüşte-- kişin in d ış ı ndaki b i r nesne veya durum i le i lgi l i b ir yar
g ıyı di le getiriyor.
S ı radan insanlar gene l likle (1 2) i le { 1 3) ün
( 1 4) Yer yuvarlaktır
veya,
(1 5) Atatürk mavi gözlüydü
gibi , herhangi bir nesnenin bizim dış ımızdaki (objektif) bir n itel iğini di le getird iğ in i , dolay ıs ı y l a bu sonuncular gibi bell i bir doğruluk-değeri almas ı gerektiğ in i düşünür ler. Ancak on ları n bu varsayımları geçerl i değildi r. Bunu anlamak iç in şu soruyu sormamız yeter: " İyi de, ( 1 2) i l e ( 1 3) ün doğru luk-değer in i nası l
1 1 6
Pratik Felsefenin Açmazları
saptayacağız?" Burada gene i ki değişik yol izlemek mümkün : i) Empirik bir araştırma yapmak, yani bir anket yard ımıyla kaç kişinin bu iddiaları onayladığına bakmak. Bu da bizi ister istemez relativizme götürecektir, zira klasik müzikten anlayanların belki büyük bir çoğunl uğu (1 2) yi evetleyecek, buna karşı l ık, ayn ı kişi lerden bir kısmı ( 1 3) ü değil leyeceklerdir. i i ) Bir k ıs ım insan Beethoven'in 9 . senfonisinin Platon'un "güzel l ik ideası"nı bütün haşmetiyle yansıtt ı ğ ı n ı , buna karşı l ı k Necil Kaz ım Akses'in eserlerinin bu ideaya pek uymad ığ ın ı söyleyecektir.
S ı radan insanlar arasında Plato ncular bulunduğunu sanmı yorum; onların değer yargıları günün modas ın ı yansıtır. Ancak filozoflar arası nda, çok az da olsa, Platonculara rastlanmaktad ır.* Platon'a göre, değer yargılarının denetlenmesi ile ( 1 4) ve ( 1 5 ) gibi olgulara i l i şkin iddiaları n denetlenmesi aras ı nda bir ayrım yoktur, dolayısıyla Atatü rk'ü n "mavi gözlü" olup olmadığ ın ı nasıl b i l iyorsak, Atatürk'ün b ir "diktatör" o lup olmad ığını da aynı yöntemlerle bi lebi lmemiz gerekir.
Ne var ki, ( 1 4) i le ( 1 5) in doğruluğunu istisnasız herkes evetlediği, dolay ıs ıyla bu konularda bir tartışma ç ı kmad ığ ı halde, ( 12) ile ( 1 3) konularında genellikle neredeyse sonuçlandırı lamayan tartışmalar ç ıktığ ı bir gerçek. P laton'la Platoncular istedikleri kadar bu durumun bazı insanların "kavramsal" bilgisizliğinden kaynaklandığ ı n ı iddia etsinler, onlara daima şu soruyu sorabi l i riz : "Kimin bu tür bir bi lgiden yoksun olduğuna kim karar verecek?" Platon'un bu soruya "Fi lozof ! " d iye cev ap vermesi
• Günümüzde "fenomenolog" ( ing. "phenomenologist") diye anı lan fi lozoflar, Platon'un idealar teorisinin modern psikolojinin verileriyle yen i lenmiş bir versiyonunu savun uyorlar. Ne yaz ı k ki, bu konuya g irmem iz imKansız. Yaln ız feno menolojinin kurucusu olan Edmund Husserl"in, tıpkı Platon gibi, matematiğe çok önem veren bir filozof olduğuna dikkatinizi çekmek isterim.
1 1 7
Uğur Felsefe Öğreniyor
hiçbi r şeyi değ işti rmez , zira o zaman da kendisine şu soruyu yö
neltebilir iz: "Bir i nsanın filozof olup olmadığ ına nas ı l karar vereceğ iz?"
P latoncu h içb ir zaman bu soru nu çözemez, bu nedenle de onun önerisini kabul etmek mümkün değ il . O zaman da şu soruya b ir cevap aramamız gerekecek: "Neden insanlar ( 1 4) i le (1 5) türünden idd ialar ı n doğruluk-değeri üzerinde ko layca anlaşab i ldikleri halde, ( 1 2) i le (1 3) türünden idd iala r sürüp giden tart ışmalara yol aç ıyor?"
B u s o ruya ik i şek i lde cevap veri lebi leceğ in i s a n ı yorum: 1) Bazı insanlarda açık veya g izli bir Platonculuk olduğu için ;
2) Değerlendirici dediğ imiz sözcükler büyük ölçüde i nsanların özlemlerini dile getirdikleri için.
Platon ile onun modern izleyicileri olan fenomenologlar sıradan adamın --her konuda olduğu g ibi-- kavramlar veya idealar konusunda da "bi lgisiz" olduğuna inandıklarına göre, yukarıdaki ( 12) ile ( 13) türünden iddiaların doğru olup olmadığ ına ancak 'güzel ' sözcüğünün hangi kavramı dile getirdiğini bilen "filozof" karar verebilir, dolayısıyla sof istlerin yapt ıkları gibi, bu konuda herkesi yetki l i saymak ve bunun sonucunda relativizme s ığınmak yanl ışt ır. Her işi n bir "ustası" olduğu gibi , kavram bilgisinin de uzmanları vardır , yoksa her önüne gelen öne sürdüğü her iddianın doğru olduğunu iddia etmek hakkına sah ip olacak, tır_ Hakl ıy ı haksızdan demokratik yöntemlerle, yani oyları sayarak ayı rdetmek de mümkün değildir, yoksa bileni bilmeyenden ayırdedemeyiz. Aşçıları bile "usta" ve "çırak" diye ayırd ığ ımız halde bilgi-ustaların ı , yani "b ilgeleri" ötekilerden ayırdetmemek olur mu? Platoncularla fenomenologlar böyle düşünüyor.
1 1 8
Pratik Felsefenin Açmazları
İ lk bakışta akla-yakın görünen bu görüşün püf noktası, Platoncular ın bütün kavramları bir ve aynı türden saymaları , bugünkü deyimle söylersek, dildeki bütün genel terimlerin temelde ayn ı işlevi gördüğüne inanmaları . Eğer 'güzel' sözcüğünün, tıpkı 'yuvarlak' veya 'mavi gözlü' deyimi gibi belli bir niteliği ve sadece o nitel iği dile getirdiğini varsayarsanız, bu sözcüğün içinde geçtiği herhangi bir ( 1 2) türünden iddiayı sıradan adamlar kabul etmese bile, onu klasik müzik konusunda uzman (yani bilgili) olan birinin kabul etmesi yeterlidir, bu konuda bilgisiz olan kişilerin ( 12) yi kabul etmemelerinin hiçbir "kıymeti harbiyesi" yoktur. Fransız düşünürü Renan "Hemfikir olmad ığ ın ız kişilerle tartışmak caiz değildir!" demiş. Çok doğru söylemiş, zira en iyisı bilgililerin bilgisizlerle veya yarım bilgili lerle hiç tartışmaya girmemesidir.
Şimdi işin püf noktasına geliyorum : Bu tür "değerlendirici" terimlerin içinde geçtiği iddiaların doğru olup olmadığ ı konusunda yaln ız filozoflarla s ı radan adamlar değil, filozoflarla başka filozoflar da tartışıyor, hatta ası l tartışma bu sonuncular arasında geçiyor, buna ne buyrulur? Eğer bunlardan biri , örneğin Platon çıkıp da, "Güzel kavram ının nasıl bir şey olduğunu ben bil i ri m" diyecek o lursa, ötekiler onu "kendin i beğenmişlik"le, hatta narsisizmle suçlarlar. Bugüne kadar gelmiş geçmiş yüzlerce filozof arası nda tart ışma sürüp gittiğine göre, bu da bir ç ık ış yolu deği l. Hele P laton 'un yaptığı gibi, idealar dünyasında "güzel" ideasın ı da seyretmiş olduğunuzu (theorein) iddiaya kalkarsanız , sadece "gülünç" olursu nuz.
Bu defa da insanların değer yargıları n ı n doğruluk-değeri konusunda neden bir türlü anlaşamadıklar ını Platonculardan başka bir biçimde açıklamamız gerekecektir. Üstelik bu, her aklı baş ında i nsanın onaylayabileceği türden bir aç ı klama olmal ı .
1 1 9
Uğur Felsefe Öğreniyor
Görebildiğim kadarıyla, bu konudaki tart ışmaları n i ki öneml i kaynağı var: 1 ) Değerlendirici sözcükler, tasvir-edici sözcüklerden fark l ı b i r işlev gördükleri halde, bazı i nsanlar bunun farkı nda deği l ler; 2) Birinci türden sözcüklerin asıl işlevleri onları kul lanan kişilerin özlemlerini yansıtmak, dolayıs ıyla başkalar ının da ayn ı özlemleri duymas ın ı sağlamak. Tartışmaların da ası l amacı b u , yani karş ıs ı ndakin in duygu lar ın ı etkileyerek, onun kendi istekleri doğrultusunda davranmas ın ı sağlamak. '
Burada hemen bir iki hatı rlatmada bulunmam gerekiyor: Yukarıda sözcükleri "tasvir-edici" ve "değerlendirici" diye i ki öbeğe ay ı rd ım . Oysa h içb i r sözcük sadece tasv i r etme veya sadece değerlendirme görevin i yüklenmez , dolayısıyla hemen her sözcüğün hem tasvir etme, hem de değerlendi rme işlevi vardır. Sizin anlayacağın ız , bu sadece bi r derece ayrım ı . Gene de bazı sözcüklerin hemen hemen sadece değerlendirme, bazı lar ının da hemen hemen sadece tasvir etme görevi olduğunu söyleyeb i l i riz. Örneğin , "Aman ne güzel i" cümlesindeki 'gDzel' sözcüğünün b i r i nsanın herhangi bir şey karş ıs ındaki duygusal tepkisini dile geti rdiğ i , "Dün burada kar yağd ı" cümlesinde geçen 'kar' sözcüğünün daha çok bir durumu tasvir etmek amacıyla kul lan ı ld ığ ı açıkt ı r . Buna karş ı l ık, ( 1 2) de geçen 'güzel' sözcüğünün sadece duygusal b i r tepkiyi d i le getirmediği de meydanda. Nitekim, bu iddiayı öne süren kişiye neden Beethoven'in 9. senfonisini "güzel" bulduğunu sorabi l irsin iz. Yal n ız 'iyi-kötü', 'güzel-çirkin' , 'hakl ı -haksız' çiftleri deği l , 'adalet', 'benci l l i k' , 'hayırseverlik', 'dostluk', 'cesaret' gibi sözcükler de bel l i ölçüde insanların duygusal tepkilerini dile getirirler. Buna karş ı l ık, 'üçgen', 'daire', 'h ız',
* İ leride göreceği miz gibi, tartışma yoluyla başkalarını ikna edemeyeceKıerıni anlayan i n sanlar daha sert yöntemlere başvurmaya kalkışıyorlar. Özellikle "hükmetme arzusu" çok kuvvetli olan imanlar bu yola başvururlar.
1 20
Pratik Felsefenin Açmazları
'madde' , 'enerji ' gibi sözcükler hemen hemen hiçb i r zaman herhangi bir duygusal tepkiyi di le getirmek veya başkalar ında herhangi bir duygusal etki uyandı rmak amac ıyla kullanılmazlar.*
Şimdi tasvir etme görevi değerlendirme görevine hemen hemen eşit ağır l ıkta olan bazı önemli sözcüklere geliyoru m : 'Demokrasi ' , 'özgü rlük' , ' i nsan hakları ' , 'komünizm', 'faşizm ' , 'cumhuriyet', ' laik l ik' , 'tolerans', 'din', 'felsefe' ve 'b i l im ' gibi sözcükler i l k akl ıma gelenler. Dikkat ettiyseniz, belki bugün de anlamları üzerinde en çok tartışılan sözcükler bun lar. Şüphesiz 'güzel-çirkin', 'doğru-yanlış' veya 'iyi-kötü' çiftleri gibi hemen hemen sadece i nsan lar ın duygusal tepki leri n i d ışa vu ran sözcük ler değ i l bun lar. Öte yandan, 'üçgen ' , 'kalem ' , 'kap ı ' , 'b ıçak' , 'elma' g ibi büyük ölçüde tasvir-edici sözcükler de değil, z ira ne b i rinci ne de ikinci türden sözcüklerin anlamı üzerinde tart ışma çı kar.
Sıradan insanlar 'faşizm ' , 'komünizm', 'demokrasi' veya 'lak
lik' terimleri ü zerinde sık s ı k tart ış ı ld ığ ına tanık olmuşlard ı r , ama 'felsefe', hele 'bi l im' terimleri n i n de bazen şiddetli tart ışmalara neden olduğunu bu konularla uğraşmayanlar pek bilmezler. Hadi diyelim ki, 'felsefe' tartışma götürür, ama 'bilim' teriminin bi le tartı şma konusu olab ileceğ i pek akla gelmez. Oysa bütün kavramların analizini yapmak amacıyla yazılmış olan ve "Din nedi r?", "Demokrasi nedir?", "Laiklik nedir?", "Felsefe nedir?", hatta "Bi l im nedir?" başl ığ ın ı taşıyan binlerce kitap yayımlanmıştır. Bu tür soru ları cevapland ı rma işi ne genellikle "felsefe" dendiği içi n , ayn ı işi yapmaya çalışan kitaplar çoğu zaman "Din felsefe-
• Bir de dilde hem değerlendirici, hem tasvir-edici bir görev yüklenmiş olduklarını açıkça belli eden sözcükler vardır: 'yuva', 'emek', 'sömürü', 'herif' vb. söz· cükler bunlara örnek gösterilebil ir. Nitekim 'ev' daha çok nötr bir terim , 'yuva' ise mutlu bir ailenin oturduğu ev; 'emek' dilde "iş' karşı l ığ ı kullanı ldığı zaman bile, bu sözcük çalışanlara karşı bir sempati, hatta acıma duyulduğunu açığa vurur. 'Herif' ise "sevilmeyen'', "antipatik adam" yerine kullanıl ır.
1 2 1
Uğur Felsefe Öğ reniyor
si", "Demokrasi felsefesi", "Bi l im felsefesi" gibi başl ıklar da taş ı rlar . H içbir zaman "Kalem nedi r?'', "Üçgen nedir?" gib i sorular sorulup tartışı lmad ığı halde, "Bil im nedir?" sorusunun bir tartışma konusu olabilmesi 'kalem'den farkl ı olarak 'bil im' sözcüğünün anlamı üzerinde anlaşma olmad ığ ın ı , başka bir deyiş le de
ğişik "bilim anlayışlar ı " olduğunu aç ıkça gösteri r.*
Bu söyledi klerim , bu arada "b i lim" in b i le tartışma konusu
yapı ld ığ ın ı belirtmem bazı ları n ızda büyük bi r şaşk ın l ı k doğurmuş olsa gerek. Oysa bil imi ilkokuldan üniversite son sın ıfa kadar okutulan ders kitaplarından tan ıyan biri "bi l im"in hiçbir zaman tartışma konusu olamayacağı i zlenimini edinir. Bu son derece yanlış izlenim b i l im in geçmişi , yani gelişme süreci hakkında hiçbir şey bilmemekten kaynaklanıyor. Ben bu nedenle birkaç yaz ımda "Bizde bi l imler de Kur'an okutulur g ibi okutuluyor" demişt im. Bu iddiamda hak l ı olduğumu sanıyorum, z i ra bi l imin gelişmesini izlemiş olan bir kimse bil im adamlarının da aralarında bazen uzun tartışmalara girmiş oldukların ı görür. Bu nedenle "Bi l im nedir?'', hatta "Felsefe nedi r?" sorusunu soran filozofun bunu zıppır l ık olsun diye yapmadığını belirtmek isterim." Bu soru ları soran kişinin bil im adamlarıyla filozofların uğraştıkları işin nasıl bir iş olduğunu merak ettiği söyleneb i l i r , ne var ki, bu sorulara tek ve kesin bir cevap veri lemeyeceği de bence şüphe götürmez. Bunun bir nedeni, bu soru biçiminde --bazen Platoncu, bazen Aristotelesçi-- bir kavramcılığın yatmakta oluşudur.
* Wolfgang Stegmüller' in '"Bilim Felsefesi'" adlı kitabı 6 büyük ciltten oluşuyor. Stegmüller bilimle ilgili her sorunu --bu konudaki bütün modern l i teratürü ta' rayarak-- incelemiş.
** Bu ikincı tür soruyu irdelemeye "meta-felsefe" deniyor. Asl ında bütün fikir uğraşlarının bir "felsefesi'" olduğu söylenebilir: "Bilim felsefesi '", '"din felsefesi'", '"hukuk felsefesi", vbg.
1 22
Pratik Felsefenin Açmazları
Bu tür bir kavramcı l ığ ın ne kadar sakat bir varsayıma dayand ığını anlamak içi n tarihi gerçekleri göz önü nde tutmak yeterlidir. Sorunların alınlarında "bi l imsel sorunlar" veya "ielsef1 sorunlar" diye yaftalar bul unmadığını daha önce belirtmiştim. N itekim, herhangi bir konuda çalışan bir kişinin ya bir b i l im adamı, ya da bir filozof olması gerekmiyor; hem bi l im adamı , hem filozof olması mümkün. Zaten başta herhangi bir soruna çözüm arayan herkese "filozof" deniyordu , sonradan bunlardan bazılar ının yaptığı bazı işlere "bi l im" denilmesi daha uygun görüldü. Elbet bu, her iki işi de aynı kişinin görmesine engel deği l . Nitekim, bugün her i ki işi b i rden yapanlara "filozof-bilim adamı" veya "bilgin-filozof" denerek kavramcılrğın açtığı uçurumlar kapatı lmaya çal ışıl ıyor.* Durum böyle olunca, "Descartes bir bil im adamı mıydı, yoksa bir filozof mu?" türünden soruların anlam ı kalm ıyor. Descartes bugün daha çok felsefe sorun ları dediğimiz sorunlar üzerinde de kafa yormuştu , gene bugün daha çok b il im sorun ları den i len sorunlar üzerinde de, dolayıs ıy la --kavramcı l ıktan eğer büsbütün kurtulamıyorsak-- Descartes'a b ir "b i lg in filozof" veya "filozof bilgin" diyebiliriz. Eğer kişi daha çok bi l imsel denilen sorunlarla uğraşıyorsa, ona "f i lozof bilgin", yok , daha çok felsefi deni len sorunlara ağı rl ı k veriyorsa, "bilgin filozof" demek uygun olur. Nitekim, Einstein'a 'filozof bi lgin' s ıfatı verilmiş.**
* Buna göre, örneğin Galileo. Newton, Planck ve Einstein gibi "bilgin"leri filozof bilginler öbeğine, buna karş ı l ı k, Bacan. Kani ve Mach'ı bilgin filozoflar öbeğine sokmak müm�ün. Ancak burada da kesin ölçütler olmadığı için, örneğin Descartes'ı "bilgin fi lozoflar" diyebileceğimiz bir üçüncü öbeğe sokabiliriz, zira Descartes her iki türden sorunlarla eşit ölçüde i lgi lenmiştir.
** Arthur Schilpp'in yayımladığı "Modern Fi lozof iar Kitapl ığ ı" başl ığ ın ı taş ıyan dizide yer alan Einstein'a bu alt-başlık verilr:ıiş: "Einstein - Philosopher Scientist".
1 23
Uğur Felsefe Ögreniyor
'Felsefe' ve 'bi l im ' terim le ri n i n anlamlar ı üzerinde yapı lan araştı rmalar çok ilginç bir gerçeği ortaya çıkarmış bulunuyor: Bu sözcükleri felsefeciler de bi l im adamları da aynı anlamda kul
lanmıyorlar; sizin anlayacağın ız , her birinin b i l im ve felsefe anlayış ı bir başkas ın ınkinden farkl ı . Bu durum karş ısında şöyle düşünmek mümkün: "Demek ki , 'felsefe' ve 'bil im ' sözcükleri de t ıpk ı 'çalmak' veya 'dalmak' sözcükleri gibi çok -anlamlı !" Ancak, sözlükleri açtı ğ ı n ız zaman, bu sözcüklerin (ayrı numaralarla belirti lmiş) değişik tanımlarına rastlamıyorsunuz. Bazı sözlü k yazarl arı b u sözcüklerin bi rbirinden b i raz farklı tanı m ları n ı vermiş olsalar b i le , f i lozoflarla bi l im adamlar ına teker teker sorduğumuzda --çok muhtemelen-- bu terimlerin bir tek doğru tanımı
olduğunu iddia edeceklerdir. Her iki grubun da "kavramcı" bır tav ı r aldıklar ı , iş in daha da i lg inç yan ı , bu tavırlarını değişti rmeye yanaşmad ıkları görülecekti r . Be lki felsefe ve bi l im tarihçileri
çok daha esnek bir tutum sergileyerek, çeşitli dönemlerde değişik insanların , değişik felsefe ve bi l im anlayışları olduğunu söyleyeceklerdir. Genell ik le bu tarih kitapları "felsefe tari h i " veya "bi l im tari h i " başl ığ ın ı taş ımalarına rağmen, bunları okuyanlara, insanların ayn ı ad altında oldukça değişik şeylerle uğraşmış olduklarını ima etmekte geci kmezler. Kald ı ki, Oxfo rd' l u fi lozof Rom Harre bilim felsefesi ile ilgili kitabına "Bi l im Felsefeleri" başl ığ ın ı vererek, bir tek bi l im anlayış ı olmad ı ğ ı n ı ima etmeyi gerekl i görmüş. Hele Stegmül ler' in 6 ciltl ik bilim felsefesi kitabında pek değişik, hatta birbi riy le bağdaşmaz bi l im anlayışları n ın sergi lendiğin i görmek i lk bakışta çok şaşı rtı c ı !
işte burada insan ister istemez kendine şu soruyu soruyor: "Nası l oluyor da 'felsefe' veya 'bi l im' diye adlandı rılan bi r düşünme veya araştırma işi , bu işi yapanlar tarafından bile değişik biçimlerde yorumlanabi l iyor?"
1 24
Pratik Felsefen in Açmazları
Filozoflarla bil im adamları arasında --Sokrates'inki ne benzer-bir soruşturma yapı l ıp yapılmadığ ın ı bi lmiyorum. Ancak onlar üzeri nde böyle bir soruşturma yapı lsa, içlerinde kavramcı olanların şu tür bir cevap vermeleri kuvvetle beklenebi l i r : "Bi lg i-üretme amacıy la girişilen ve bu giriş im sonunda güvenilir bilgiler edi nmemizi sağlayan her türlü araştırmaya bilim denir." Bu ilk bakışta akla-yakın bi r tanım, ama o kişiye şöyle bir i kinci soru yönelttiğinizi düşünün: "Size göre, örneği n psikoloji ve sosyoloji de bi lim
kapsamına giriyor mu?" O da şöyle cevap versin: "Hayır, zira bu disiplinler şimdiye kadar "güveni l i r" bilgi sağlayabi lmiş deği l ! " Sorunuza şöyle devam ettiğinizi düşünün : "Sizce hangi d isipl inler 'bilim' adına layık o halde?" Cevap : "Başta matematik olmak üzere, fizik, kimya ve biyoloj i ! " Soru: "Demek siz temel bilimler d ış ındaki uğraşları b i l im saymıyorsunuz?" Cevap: "Evet, öyle!"
Bu konuşmada muhatabı n ız olan bil im adamı gene bazı olgusal (empirik) den ilen araştırmaları 'bil im' terimin in kapsamı içine alıyor, oysa, daha önce de değindiğim gibi, Platon ''matematik" (ve "mantık") d ış ındaki hiçbir fiki r uğraş ıs ını bu ada layık görmüyordu, zira ona göre herhangi bir idd ian ın 'bilgi' sıfatına lay ık olabilmesi için, sadece güvenil ir olması yeterli deği ldi , o iddianın hiçbir zaman "yanl ış lanamaz" olması da gerekiyordu.
Yukarıdaki konuşmada Sokrates pozuna g iren kişi , karş ıs ı ndakin in son cevabı üzerine sorgulamas ına şöyle devam edebil i rdi : "Temel b i l imleri bil im kapsamına alan siz, neden psikoloji ile sosyolojiyi d ışarda bırakıyorsunuz?" Cevap : "Temel bi l imler her önermesi s ıkı biç imde belgelenmiş iddialardan o luşuyor da, ondan. Oysa sizin sayd ığ ın ız disipl inlerde bu n iteliği taşıyan tek bir iddiaya rastlayamazs ın ız." Sor u : "Bir zamanlar fizik, k imya ve biyoloji de ayn ı du rumda değiller miydi? Hem Platon'un bu
1 25
Uğur Felsefe Oğreniyor
dalları da b i l im saymadığ ı n ı unutmay ın ! " Cevap: "Doğru, ama bu sadece şunu kanıtlar: Biz sadece her zaman doğruluğuna güvenebileceğimiz idd ialardan oluşan b ir disipline bilim diyoruz. Yoksa bu "etiket" bazı uğ raşlara iş in başı ndan beri veri lmiyor. İ leride bir gün "psikoloj i " i le "sosyoloj i"n in de bu ada layık bir düzeye gelmesi mümkün. Ama, ne zaman , orasın ı Al lah bi l ir . . . . "
Bu kısa diyaloğu ben uydurdum, ama "hayal-ürü nü" olmad ı ğ ın ı söyleyeb i l i ri m . Niteki m, felsefeciler, hatta b i l im adamları araları nda buna benzer tartışmalara s ık sık gi rmekteler . Sorumu tekrarl ıyorum: Neden 'bıçak' veya 'armut' sözcüğünün anlamı ü zerinde bu tür tartışmalar ç ıkm ıyor da, d i ldeki başka bazı terimlerin anlamları üzerinde ç ık ıyor?
"Bıçak" ('bıçrna' kökünden gel ıyor) insanın herhangi bir şey
bıçmak (=kesmek) amacıyla ü rettiği bir alet, bildiğiniz g ibi . Ancak
insanoğlu , tutmuş, değişik nesneleri kesmek için başka başka aletler icat etmiş ve bunlara 'makas', 'ustura', 'h ızar' gibi değişik adlar verm iş , oysa hepsine b i rden "b ıçak" diyebilirdi! Çok da iyi etmiş, zira her yeni alete başka bir ad vermeseydi, kendis i nden "bıçak" istediğiniz kişi, istenen in kesici bir alet olduğunu düşünerek, s ize ustura veya makas verebi l i rd i . Kıssadan h isse: Eğer işin başından beri , örneğin yeni b i r felsefe yapma tarzına yen i bir ad takılsayd ı , örneğin "melsefe" dense idi , felsefenin ne tü r bir düşünme etkinl iğ i olduğu da tartışma konusu olmayacakt ı .
Aynı şeyi "bi l im" için de söylemek mümkün. Ben zaten 'bi l im' terimini b i lerek seçti m ; düşündüm ki , genel l ikle ı nsanlar h iç deği lse bu terim i n tek bir belir l i an lamı olduğuna inan ıyorlard ı r. Ne • Nitekim. bazı "fakir" dillerde durum böyledir Örneğin. Türkçe"de fikir veya gö
rüş ayrı lıklarından kaynaklanan sözlü kapışmalara 'tartışma' gibi bi rkaç karşılık bulunurken. İngilizce'de 18 değişik sözcük vard ı r. Buna karş ı l ık, akrabal ı k terimleri açısından Tü rkçe kadar zengin bir d i l yok.
1 26
Pratik Felsefenin Açmazları
yaz ık ki , en azından bazı (kavramcı) filozoflar için durum gerçekten de öyle . Ancak doğrudan doğruya kendilerin i bil ime adam ı ş o lanlar, yani herhangi bir konuda güvenil i r bilgi ü retmek için çabalayanlar, kavramcı l ığ ı bir ölçüde terketmişler gibi, nas ı l "kesici alet" denince değişik aletler anlaş ı l ı yorsa, ayn ı şekilde, aynı amaca yönelik olmak şartıyla , çeşitli araştırmalar "bi l im" türünün alt-türleri say ı l ıyor, böylece "Bi l im nedir?" sorusundan çok, "Fiz ik nedir?", "Astronomi nedi r?", "Psikoloji nedir?" gibi sorular soruluyor.* Tek bil im olarak matematiği gören Platon'a bir yerde hak vermek gerekiyor, z ira onun zaman ında tek "güvenil ir" bil im matematikti, do lay ıs ıyla onu bi l im modeli veya "örnek bi l im" olarak seçmiş olmasına fazla şaşmamak gerekir.
Gene de onun ahlak ile po l itikan ı n da matematik derecesinde g üveni l i r b i r bi l im olarak kurulabi leceğin i düşünmesi yan l ış bi r di l anlayışından kaynaklanıyor o lsa gerek.
D i lde ş üphesiz üzerinde en çok tartışı lan genel terimler 'ada
let', ' iyil ik', 'güzell ik' ve bunları n zıtları olan terimlerdir.
( 1 6) Perikles adil bir devlet adamıydı
cümlesinde geçen 'adi l ' sözcüğ ü i le,
( 1 7) Perikles uzun boylu bir adamdı
* Gene de örneğin teorik fizikçilerin deneysel fizikçileri, her ikisinin de "insan bi· l im leri" i le uğraşanları küçü msemeleri, hele "tarih" ve "felsefe" gibi dis iplinleri bilimden saymamaları onlarda da gizli bir Platoncu luğun belirtisi olsa gerek. Bugün de "Psikiyatri bir bilim midir?" sorusunun ciddiyetle tartışıldığını görüyoruz. Bundan da anlaşı labi leceği gibi, "kavramcı l ık virüsü" neredeyse hepimizin kanına g i rmiş. Oysa en gerçekçi tavır bir insanın "güveni l i r bilgi" elde etmek için uğraşıp uğraşmadığ ı n a bakmak olmalıdır. Benim "mythos"ları bil imsel teorilerin ilk biçimleri saymamın da nedeni bu.
1 27
Uğur Felsefe Öğreniyor
cümlesinde geçen 'uzun boylu' sı fatı n ın aynı tür b i r işlevi olmad ığ ın ı , ( 1 6)yı öne süren kişi n i n , 'adi l ' terimiyle sadece Perikles'i tasvir etmediğini , onu ahlaki, hukuki veya siyasi açıdan değerlendirdiğini, yani ona karşı çok olumlu duygular beslediğin i , onun başka insanlara karş ı davran ışların ı onayladığını da anlar ız. Gerçi bu sözcüğün de tasvir-edici bir içeriği vardı r, yoksa ( 1 6)yı kullanan kişi bu cümleyle, "Aslan Perikles, yamansın vallahi!" cümlesinde olduğu gib i , sadece Perikles'e karşı duyduğu hoşlanma duygusunu di le getirmiş olurdu. Oysa, ( 1 6)yı duyan b i ri onu kullanana her zaman Perikles'i neden ötürü adi l bulduğunu sorabi l i r ; o zaman iddia sahib in in , "Hiç kimsenin hakkın ı yemez", "Tan ıdık tanımadık, herkese eşit muamele eder" türünden tasvir-edici cümlelerle iddiasın ı savunması, yani onun herkesçe "denetlenebilir" bir iddia olduğunu ima etmesi gerekir.
Buna göre, ( 1 6) türünden önermelerin asıl bu olgusal içerikler yüzünden tartışmaya yol açtıkları söylenebilir. Sizin anlayacağ ı nız , başka başka i nsanlar 'adil' sözcüğüne değişik anlamlar verdikleri ve (bu nokta çok önemli !) her birin in bu sözcüğün gerçek anlamın ın ona kendisi n in verdiği anlam olduğunu varsaydığ ı içi n tartış ıyorlar. İşte bu 'gerçek anlam' deyim i hepimizde az çok gizli bir Platonculuk (en azından Aristotelesçi bir anlam teorisi) olduğunu gösteriyor.*
Bu tür tartışmaların b i r türlü sona ermemesin in nedenlerine gelince: 'Adil' terimine bel l i bir anlam veren kişi bu terimin bu anlama uygun bir b iç imde kullan ı lması gerektiği konusunda ayak
• John Rawls adındaki İngiliz filozofunun "The Concept of Justice" ("Adalet Kavramı") başl ığ ın ı taşıyan eseri tam 600 sayfa. insanların "adaletin ne olduğu" (bugünkü deyimle, "adalet" genel teriminin ne gibi anlamlarda kullanıldığı) konusunda niçin bir türlü anlaşamadıklarını kolayca tahmin edebilirsiniz.
1 28
Pratik Felsefenin Açmazları
di retir ve bu gereğe uymayan ları "kavramsal bilgisizlik"le suç
lar.* Burada ikinci bir soru sormamız gerekiyor: " İnsanların böy
le davranmalarının nedeni ne olabilir?"**
(1 6) türünden bir iddiayı öne süren kişin in gerekçelerini ka
bul etmeyen veya yeterli bulmayan kişinin onunla tartışmaya gi
recek yerde, "Ha, demek sen adaletten bunları an l ıyorsun, oysa ben senin gibi düşünmüyorum, zira benim adalet anlayışıma
göre . . . " diyerek burada tartışmaya gerek olmadığ ı nı belirtmesi
de mümkündü . Böyle davranmakla, "Renkler ve zevkler tartışıl
maz" tekerlemesine "Kavramlar tart ış ılmaz" diye bir yenisini ek
lemiş olurdu. Nitekim, daha önce de belirttiğim gibi , sofistler bu
yolu tutacaklardır. Genel terimlerin anlamları (veya kavramların
kullanı l ma tarzları) insandan insana değiştiğine göre (=relati
vizm) yapılacak tek bir şey kalıyordu : insanları (bizim anladığı
mız anlamda) Perikles'in 4dil bir insan olduğuna ikna etmek. isterseniz buna, insanlara kendi adalet anlayışımızı aşılamak
ve böylece onları bu anlayış doğrultusunda davranmaya özen
dirmek de diyebiliriz. Zevkler tartışılmaz, ama istenirse, başkalarına aşılanabilir.
Bu konuda Platon'un, dolay ısıy la Platoncu lar.ın tutumu bunun tam tersi : Değerlendirici terimlerin de, tıpkı matematik
terimleri gibi , tek ve belirli bir anlamları vardır, ama bazıları
bunları bilir, bazıları bilmez, dolay ısıyla eğer bunlar bir tartışmaya yol açmışsa, bundan bilgis izler sorumludur. işte "fikir
suçuft diye bir şey olduğu inancı da buradan kaynaklanıyor.
* İleride göreceğimiz gibi, bütün ideolojiler bu tür bir varsayıma dayanmaktadır.
** Bu soruya ancak -davranış psikolojisi" aracılığıyla cevap verilebileceği açık olsa gerek. Benim bu konudaki açıklamalarım da bu amaca yönelik.
1 29
Uğur Felsefe Öğreniyor
İşin i lginç yan ı , Platoncu ları n tasvir-edici kavramlar ı n neden olduğu anlaşmazlı klarda taraflardan birinin sadece yanıld ığ ın ı kabul etmesine karş ı l ık, değerlendirici kavramların söz konusu olduğu anlaşmazlıklarda yanılan tarafı n aynı zamanda suç işlediğini varsaymaları . Buna göre, ( 1 6) yı öne süren kişi "adalet"in ne olduğunu gerçekten bi l iyorsa, ( 1 6) yı yadsıyan kiş i yal n ız b ilgisizliğini serg i lemiyor, aynı zamanda suç işl i yor demektir.
Psikolojik araştırmamıza bi raz daha devam etmek için şu sorunun cevabın ı bulmaya çalışal ım : " ( 1 6) türünden bir iddiayı öne süren kişi onun hiçbir zaman yanlışlanamayacağı konusunda neden ayak diretir?"
Burada şu ihtimaller akla geliyor: 1 ) Kişi 'adi l ' s ıfat ın ı hep be l l i b i r b i ç imde ku l l anmaya a l ı ş ı k o l duğu i ç i n , bu onda neredeyse "şartlı bir refleks" haline gelmiştir ve bu al ı şkanlığından bir türlü sıyrı lamamaktadı r. 2) 'Adi l ' sıfatı onun için hoşland ı ğ ı ve her i nsanda görmeyi özlediği bir n i tel i ğ i d i le getirmektedir; oysa insanın özlemlerinden vazgeçmesi hiç de kolay değildir. 3 ) Kişi "hükmetme içgüdüsü"nün etkisi altındadır, bu nedenle de toplumda herkesi adil davranmaya zorlamak ihtiyacın ı duymaktadı r. Bir inci i htimal daha çok "sıradan i nsan" dediğimiz, kültürsüz kişiler için geçerli olsa gerek. Bunlar 'adil' sözcüğünün daha çok Perikles g ib i i nsanlara uyguland ığ ın ı görmüşler, böylece onu bu t ip i nsanlara uygu lamak alışkanl ığını edinmişlerdir, dolayısıyla bu terimin geçtiği herhangi bir tartışmada bu alışkanl ıkları ndan vazgeçemedikleri için, tartışmanın uzayıp gitmesine yol açarlar. Bu konudaki inatlarını bazen "Gerçek adalet şudur veya budur" gibi etkileyici cümlelerle hakir göstermeye çalışı rlar. İ kinci ihtimale gelince: Bütün değerlen-
1 30
Pratik Felsefenin Açmazları
d i rici terimler (elbet bu arada 'adi l ' terimi) i nsan ı n hoşland ığ ı , dolay ıs ıy la onay lad ı ğ ı b i r n itel iğ i d i le getird ik leri ve i nsanlar hoşlandıkları nitelikler veya onaylad ıkları davran ış lardan kolay kolay vazgeçemedikleri, üstel i k ayn ı duyguları başkaların ı n (hatta herkesin) paylaşmas ını istedikleri için, ( 1 6) gibi bir iddian ın yanlışlanabileceğine gönülleri razı olmaz. İnatçı tartışmalarda üçüncü i htimale daha fazla yer vermek gerektiğin i düşünüyorum. Gerçi "hükmetme içgüdüsü" azıcık da olsa herkeste vardı r, ama bazı i nsanlarda bunun tam bir tutku, hatta "bağ ıml ı l ık" halini ald ığın ı görüyoruz. İnsanları bu bakımdan yumuşak başlılar, otoriter tipler ve mütehakkim insanlar diye üç büyük öbeğe ayırmak mümkün . Çocukları n ı n davranışlarına neredeyse hiç karışmayan , bu konuda onları kararlarında tümüyle özgür sayan ana-babalar olduğu gibi , onları kendi manevi egemenl ikleri altında tutmaya çal ışan, bu nedenle de i kide bir onların davranışlarını eleştiren ana-babalar da vardır. Bir de bütün toplumu kendi istekleri doğrultusunda yönetmeye kalkışan "diktatör ruhlu" (dediğim-dedikçi) i nsanlar var. İşte bu sonuncularda "hükmetme tutkusu" karşı konulmaz bir iti l im hal ini a l ıyor.
Diktatörler bazen başkalarıyla yaptıkları veya yapmak istedikleri şeyler konusunda tartışmaya g i rseler bile, karşılarındakileri ikna edemeyeceklerin i anladı kları an, onları susturma yolunu seçerler. Elbet olgusal sorunlar da insanlar arasında tartışmalara yol açabilir. Bu tür tartışmaları n giderilmesi ancak hangi görüşlerin doğru, hangilerin in yanlış olduğunun saptanması ile mümkündür. Burada konunun uzmanı diye bi l inen kişilerin görüşleri genel l ikle kabul edi l ir ve böylece sorun çözü lmüş o lur. Ancak değerlendirici terim ler in anlamı bazen kişiden kişiye değiştiği için , bu türlü terimlerin geçtiği tartışmaların sonuçlandırı lması çoğu zaman, kendisini "kavram lar" konusunda b i lgiç sa-
1 3 1
Uğur Felsefe Öğreniyor
nan diktatör ruhlu kişin in kendi çözümünü zorla kabul ettirmesiyle gerçekleşmektedir.
Kavramlar konusunda kendini dünyan ın en bilgil i insanı sanan Platon da bugün "diktatörlük" diye adland ı rdığ ı m ız bir yaşam biçimini ideal toplum-düzeni olarak düşünmüş, hatta böyle bir toplumu gerçekleştirmenin yolların ı aramıştı. Böyle bir toplumda yönetici mevkiine --o zamanlar "filozof" denen-- bilge ki· şiler getirilecek, bu bilgelerin alacağı kararlar halk (yani yönetilenler) için "yasa" yerine geçecekt i . Matematik d ış ındaki bütün iddiaları doxa, yani görüş öbeğine atan Platon "cesaret", "adalet'', "dürüstlük" ve "dost luk" gibi erdemlerin --t ıpk ı matematik kavramları gibi-- birer bilgi objesi oldukların ı , dolayıs ıyla (bilmeyenlere) öğretilebileceğini ve oğretmenlerin de "filozof" olacağını iddia ediyordu . Onun düşlediği toplum düzeni belki bir "erdem diktatörlüğü" olacakt ı , ama herkes ancak böyle bir di ktatörlükte güven ve mutluluğa kavuşacağı için, herkesin bu tür bir düzeni benimsemesi şarttı. Bu fikirlere bakarak, Platon'u daha çok "hükmetme" tutkusu nedeniyle kavramcıl ığı seçmiş olanlar öbeğine sokmak mümkün.
'Felsefe' ve 'bilim' de dahil , dildeki pek çok terimin uzun tart ışmalara yol açmas ın ın ilk ve belki de en hafif nedeninin "dilsel" al ışkanlıklar olduğunu gördük. 'Din' , 'san'at', uygarlık' , 'kültür', h atta ilk bakışta sadece tasvir-edici bir işlevi varm ış gibi görünen terimlerin onları kul lananların değişik al ışkanlıkları ndan kaynaklandığ ını , bu terimlerin geçtiği "Din nedir?", "Uygar
l ı k nedir?", "Kültür nedir?" sorular ın ın sorun olmasından da anlayabi l i rsin iz . N itekim, bu ve benzeri konularda binlerce kitap yazı lm ıştır. Çocukluğumda uzun y ı l lar sürmüş olan bir tartışmayı hiç unutmam: O zamanın ünlü bazı şairleri "vezinsiz - kafiye-
1 32
Pratik Felsefenin Açmazları
siz" olduklar ı halde, şiir adı altı nda edeb1 dergilerde piyasaya sürülmüş olan yazıların şiir sayılıp sayılamayacağını tartışıyorlard ı . Yani ış hat ı rlam ıyorsam, daha çok Naz ım Hikmet' i n yazd ığı bu tür "vezinsiz - kafiyesiz " şi irlerin "şii r sayılamayacağ ın ı " iddia edenler çoğun lukta id i , z i ra onlar 'şiir' teriminin o zamana kadar hep vezinli - kafiyel i dizelere uygulandığ ını gördükleri içi n , 'vezinsiz şi ir' deyim i onlara 'tahtadan demir' veya 'şekersiz şurup' deyimi kadar "anlamsız", hatta düpedüz "çelişik"
(contradictio in adjecto) görünüyordu. "Vezinli - kafiyel i " olmayı ş i i ri n ay ı rdedici nitel ikleri saymaya al ışık olduklarından, Naz ım Hikmet'in ş i i rlerinin gerçek şi ir olmad ığ ında ı srar ediyôrlard ı . Ancak adı ne olursa olsun, onun şi irlerinden, vezinl i - kafiyeli ş i i rlerden de çok zevk alanların sayıs ı artt ıkça, tart ışma tavsamaya başladı ve sonunda büsbütün o rtadan kalktı . Oysa bu tart ışmay ı başlatanlar yeni bir ş i i r yazma tarzı ortaya ç ıktığ ı nda, baz ı "vez ins iz - kafiyesiz" yaz ı lar ı n da eski tarz şi ir in uyand ı rd ı ğ ı na benzer duygular uyand ı rd ığ ına bakarak, bunları yeni b ir ş i i r türü sayabi l i rlerdi. Saymamalarının duygusal nedeni, kendi şi i r yazma tarzların ın "eski şiir" öbeğine iti l ip gözden düşeceğinden korkmaları idi. Bu i nsanların bugün yayı lmakta olan "anlamsız" şiir karşıs ında nası l b ir tepki göstereceklerin i kolayl ı kla tahm in edebi lirsiniz. Ayn ı şey bütün öteki san'atlar için de geçerl i . "Atonal" müziğe müzik demek doğru mudur?" sorusu da uzun tartışmalara neden olmamı ş mıd ı r? İşin daha da i lginç yan ı , "empresyonist" ressamları n ilk eserleri salonlara (=sergilere) kabul edi lmemiş, yani resimden say ı lmamış lard ı . Demek k i , insanların gözleri ve kulakları bel l i b i r res im ve müzik biçimine al ış ı nca, onlarda o biçime uymayan şeyleri res im ve müzik saymamak gibi b ir a l ışkanl ık ol uşuyor. Buna genellikle "tutuculuk" diyoruz. Belli bir terimi belli baz ı şeylerin karş ı l ı ğ ı
1 33
Uğur Felsefe Oğreniyor
olarak kullanma al ışkan! ığ ın ı edinen kişi de onun bu şeyl ere pek benzemeyen nesnelere uygulanmas ın ı istemiyor, hatta buna b i r çeşit "soysuzlaşma" gözüyle bakıyor.
Darwin'i n "Evrim Teorisi"ne bu kadar şiddetle karşı ç ık ı lmış olmas ın ı da büyük ölçüde bu kavram tutuculuğuna yormak mümkün. Dini birtakım inançlar ın etkisi al t ında bel l i bir "i nsan kavramı " geliştirmiş olan insanoğlunu n , i nsanın "maymun" denen "aşağıl ık" yaratıktan türemiş olabi leceğini kabul etmesi hemen hemen imkansızdı . Burada Platoncu - Aristotelesçi bir kavramcı l ığ ın önemli bir etkisi o lduğu bence şüphe götürmez, zira bu i ki fi lozof, düşünürlerin kafas ına değişmez kavramlar olduğu inanc ın ı sokmuş bu l u nuyorlard ı , dolayıs ıyla "evrim" teoris i n in kabul edilebi lmesi için , insanları n bu f i lozoflar ın telkin etmiş oldukları kavram teorisinden kurtulmaları gerekiyordu. Ne yazık ki , 19. yüzyı l ı n sonlar ına kadar bu gerçekleşmeyecekti. Bugün şi ir in veya müziğin ne olduğu sorunu bir tartışma konusu olmaktan çıkmış g ibi görün üyor. Gerçi bugü n de "Uygar l ık nedi r?'', "Kültür nedir?" gibi sorunları irdeleyen pek çok kitap yayınlanıyor, ama bu kitapları açıp bakt ığ ın ızda bir tür uygarl ı k veya kültü r "tarihi" i le karşılaşıyorsu nuz. Daha önce de vurguladığ ım gi bi , felsefe, b i l im, san'at, edebiyat, hatta d in gibi yaralıları n , yani kültür ürünler inin tari h boyunca oluşmuş binbir çeşidi var, dolay ıs ıyla bu ürünlerden herhangi birin in "tari h in i" yazmak, onları n zaman boyu nca geçirdikleri çeşitl i değişimleri anlatmak demektir. Durmadan değ işen , yani yeni şeki l ler alan bir şeyin özünü açığa vuran bir tek tanımla yetinemezsin iz . Şiir konusundaki tartışman ın yeni b ir ş i i r tarzı veya türü ortaya çıkınca başlamış olması boşuna değild i r. Herhangi bir kültür etkin l iğ in in nasıl bir şey olduğu konusunda kafa yoracak yerde, onun tarihi gelişmesin i anlatmaya kalkt ığ ın ız an, her türlü kavram tartışmas ın ı
1 34
Pratik Felsefenin Açmazları
önlemiş oluyorsunuz. Bir insanın toleranslı o lab i lmesi , "Benim en çok hoşlandığ ım şi i r türü verimli kafiyeli olanı d ı r" diyebilmesine bağl ıd ı r , bu da o insanda "tari h b i l inci "n in gelişmiş olmasına bağl ıdır. Platon i le Aristoteles kendi zamanlarında pek az şeyin değiştiğ in in farkında id i ler ve belki de bu nedenden ötürü kavramcılığa kap ı ldı lar.
Bugün artık "San'at nedir?", "Gerçik müzik nedir?" veya "Atonal müzik müzik midir?" türünden soru lar tart ış ı lm ıyor, daha çok "san'at" veya "müzik" adları altında neler yapıldığı araşt ı r ı l ıyor , bu da kişisel zevklerin konu-d ış ı bı rakılmasın ı sağlad ığ ı için , bu konu larda neler yap ı ldığı n ı n bilimsel yöntemlerle araştı rı l ıp incelenmesi mümkün oluyor.
Bu söylediklerim estetik kategori s ine sokabileceğimiz alanlar için büyük ölçüde geçerli o lmakla bi rlikte, ahlaki, ama özell ikle politik konular için bugün de her yerde geçerl i deği l . Neden acaba? Herhangi bir davran ı ş ı n ahlaka-uygun olup olmadığı sorusuna iki şekilde cevap verilebil i r :
1 ) Toplumun kabu l ettiğ i, dolay ıs ıyla tartışmaya-kapalı tuttuğu bir ah lak kuralları sistemi vard ır; bu ku ral lardan herhangi birini çiğnemeyen bir davranış ahlaka uygundur, yoksa değild i r. İş bu kadar basit ! Yal n ı z bell i bir topl u mda geçerli olan ahlak ku rallarından hiç değilse bazıları başka toplumlarda geçersiz sayı labi l i r ; o zaman bir ve ayn ı davran ış ın b ir sisteme göre ahlaka uygun, bi r başkas ına göre "uygunsuz" sayı lacağ ı apaç ı kt ı r . Ancak, bir insan herkes iç in geçerli bir ahlak sistemi olduğun u varsayıyor veya olması gerektiğ i ne inanıyorsa, aynı soruya başka yoldan cevap vermek gerekecektir.
135
Uğur Felsefe Öğreniyor
2) Burada mutlak anlamda, yani herkes için ve her zaman geçerli sayılan ahlak kural larının neye dayandığı sorusu çıkı yor karşımıza. Bu kuralların geçerli olduğunu iddia edenlerin başvurabilecekleri gerekçeler şunlard ır : a) Bu kurallar Tanrı taraf ından bi ld iri lmişti r, Tanrı sözünün doğruluğundan şüphe edilemeyeceğine göre, onları geçerli saymamı z gerekir. Buna dini ahlak diyoruz. Bunun en tipik örneği Musa peygamberin ün lü 1 O emrinden oluşan ahlak sistemid ir. (Sonradan bunların bir tek emre indirgenebileceğini Hillel adındaki bir bilge göster· miştir.) b) Bu kuralların geçerli olduğunu insan akl ın ın özel bir yeteneği olduğu iddia edilen sezgi yoluyla bilebiliriz. Tanrı'ya ve sezgi denen özel bir yeteneğin varJ ığ ına inanmayanlara her
i ki yol da kapalıdı r. c) Geriye bir üçüncü yol kalıyor, o da bu sorunun dayand ığı varsayı mı yadsımak, bu şekilde relativist bir ahlak anlay ışını kabul etmek. Birinci veya ikinci varsayımları kabul edenler bu üçüncü yolun çıkar bir yol olmadığı kanısındalar; onlara göre, bir insanın ahlaka uygun bir şekilde dav· ranabil mesi için, ahlak kurallarının geçerli olduğuna ya kesin· likle inanması, ya da bunların doğru olduklarını bilmesi gerekir. Platon'un ahlak anlayışı sezgicilerin görüşüne yakın, nitekim bu görüşe göre, insan, ahlak ın en temel kavram ı olan iyilik kavramın ı , daha önceki bir hayat ında görmüş olduğu iyilik ideasın ı hatırladığı için (anamnesi s) ve hatı rlayabildiği ölçüde bilir. Platon'a göre, ahlakın temel kuralları matematiğin aksiyom ve postulat'larına benzer, dolayısıyla bir davran ışın ahlaka uygun olup olmadığını bu kurallardan türetil ip türetilemediğine bakarak saptayabiliriz.
Sıradan insanların inandıkları ahlak kuralları genellikle bağlı
oldukları din ile kendi toplum ları içinde geçerli olan görgü kural·
far ından devşirmedir, bu nedenle dinlerine ve göreneklerine aşı·
1 36
Pratik Felsefenin Açmazları
rı derecede bağlı olanlar, b i r davranışın ahlaka uygunluğu ve uygunsuzluğu konusunda karar vermekte duraksamazlar ve "uygunsuz" davrand ıkların ı gördükleri, hatta sandıkları kişileri cezalandı rmakta gecikmezler.* Bu bakımdan "sezgiciler"e benzerler; onlardan ayrıldıkları nokta, herhangi bir davranışı n ahlaka uygun olup olmadığı konusu üzerinde kafa yormaya gerek görmemeleridir. Dediğim gibi, onlar işlerin i hep taklit yoluyla görürler. Sezgici filozofların tutumu biraz farklı: Onlar bir davranış ın ahlaka uygunluğunun akılla temellendirilebileceğine inandıkları gibi, fırsat buldukları zaman kendi ahlak anlayışlarını başkalarına da benimsetmek isterler, bu konuda bazen zor kullanılmas ın ı onayladıkları, hatta istedikleri bile olur.
Ahlakta relativizmi kabul edenler olduğu gibi, ahlak terimlerinin hiçbir tasvir-edici anlamları olmad ığını , sadece onaylamaonaylamama, beğenme-beğenmeme gibi duygusal tepki leri dile getirmek amacıyla kullanıldı klarını iddia eden filozoflar da olduğunu bu vesile ile hatırlatmak isterim. Bunlara göre, ahlaki yarg ıların hiçbi r bilgisel içeriği olmadığı için, ahlak sorunları sözde-sorunlardır, dolay ıs ıyla, onlar üzerinde araştırma yapmak da, tartışmak da anlamsızdır. Örneğin (1 6) y ı dile getiren kişi sadece Perikles'den hoşlandığ ın ı açığa vurmakta, onda herhangi bir "objektif" nitel iğin bulunduğunu iddia etmemektedir, dolayıs ıyla ( 1 6) yı yadsıyan biri çıkarsa. yapacağı tek akı l l ıca iş gülüp
* Kültürsüz insanların ahlak konusunda bazen son derece bağnazca hareket ettiklerini görüyoruz. Nitekim, bundan 3-4 yıl kadar önce Fransa'n ı n Colmar kentine yerleşmiş olan bir Türk ailesi, liseye giden genç kızları n ın Fransız erkek arkadaşlarıyla biraz fazlaca sıkı fıkı olduğunu görünce kızı uyarmışlar, ama onun eskisi gibi davranmakta devam ettiğini görünce, toplanıp ölüm cezasına çarptı rılmasına karar vermişler. ancak ceza vermenin sadece hakimlerin yetkisinde olduğunu bile düşünemeyecek kadar "cahil" olduğu an laşı lan aile, kardeşini öldürme görevini kızın ağabeyisine vermişler. Ağabey müebbet hapse, ana ile baba da yirmişer yıl ağır hapis cezasına çarptın lmışlardır.
1 37
Uğur Felsefe Öğreniyor
geçmektir. Bu besbelli ki, relativizmden de aşır ı bir tutum Ancak insanların davran ışları n ı ahlaki açıdan çoğu zaman kınadığı mıza, hatta neden ötürü kınadığ ım ız ı açıklamak i htiyac ı n ı duyduğumuza göre, ahlak yarg ı ları n ın bell i bir bilgisel içeriği olduğunu da varsayıyoruz demektir.
Politik değer-yarg ı lar ında da durumun . üç aşağı beş yukarı ayn ı olması gerekeceğin i düşünebi l i rsi niz, ama burada durum biraz daha ciddi görünüyor, zira pol itika felsefesinde insanların ne tür bir toplum düzeni içinde yaşamak istedikleri veya ne tür bir toplum düzeni içinde "en mutlu" olabileceklerini düşündükleri söz konusu. Burada soru n genellikle "En iyi toplum düzeni hangisidi r?" biçim inde dile getiri l i r. Sorunun soruluş biçiminden de anlaşılacağı gibi, "en iy i " toplum düzeni diye bir şeyin, var olmasa bile, i lerde gerçekleşti rilebi leceği varsayı lmaktad ı r. Ahlak felsefesinde, var olan bir toplum içinde i nsanları n birbirlerine karşı nası l davranmaları gerektiği araştırma konusu olduğu halde, politika felsefesinde gerektiği nde içinde yaşanı lan toplum düzenine son verip herkesin daha mutlu olabileceği yeni bir düzen kurmak söz konusu. Burada gözlemlerden çok özlemlerin öne ç ıkacağı apaçık olsa gerek. Yalnız,
( 1 8) En iyi toplum düzeni hangisidir?
sorusu biçim bak ımından,
( 1 9) En uzun nehir hangisid ir?
sorusuna benzediğinden, tıpkı (1 6) ve ( 1 7) sorularında olduğu gibi, ( 1 8) i le ( 1 9) a da aynı yöntemle cevap verilmesi gerekeceği düşünülebilir. Oysa ( 1 8) de geçen 'iyi' terimiyle, ( 1 9) da geçen 'uzun' teriminin aynı işlevi yerine getirdiğini düşünmek doğru olmasa gerek. Nitekim, burada 'iyi 'nin b i r özlemi, 'uzun'un ise bir gözlemi dile getirdiği apaçık görünüyor.
1 38
Pratik Felsefenin Açmaz ları
Ne var ki, Platon'un hiç de öyle düşünmediğini görüyoruz, zira ona göre idealar dü nyas ında ayrıcal ı k gayrıcal ık yoktur; ancak kimimiz onları açık-seçik bir şekilde hatırlar, kimimiz bulanı k bir şekilde. Bundan şu sonuç çıkıyor: Bir f i lozof hangi toplumsal düzenin en iyisi olduğunu düşünerek, yani idealar dünyası ndaki yaşantı ları n ı hatırlayarak bulabil i r, daha doğrusu bilebil ir. "E rdem" in öğretilebileceğ in i iddia eden Platon'a göre, en iyi toplumun hangisi olduğunu bi lmek, dolayı s ıyla öğretmek ancak filozofun başarabileceği bir iştir.*
Ne var ki , Platon'un düşüne düşüne bulduğu "en iyi" toplum düzeni bugün "diktatörl ü k" dediğimiz rejimlerin belki en berbat ı . Bu konunun ayrıntılarına girmeyeceğim, ancak Platon'un düşlediği toplumda şairlere bile yer verilmediğini, tanrılara inanmayanların da ölümle cezalandırı lacağ ın ı duymak bile bu toplumun ne çekilmez bir toplum olacağını göstermeye yeter. Perikles'in kurduğu Atina demokrasisi Sokrates'i "yeni tanr ı lar getirip gençliği baştan ç ı karıyor" d iye ölüme mahkum etmişti. Platon ise düşlediği ideal toplumda eski tanrıları tanı mayanları n öldürülmesi gerekeceğini savunuyordu. Bu ölçüde demokrasiye düşmanlığı o sı rada iktidarda olan demokratları n , sevgi l i hocası , kusursuz insan Sokrates'i öldürmüş olmalarından kaynaklanmış olsa bile, aristokrat bir aileden gelen Platon'un "mütehakkim yaradı l ış"ta bir
• İleride göstermeye çalışacağım gib i , en iyi toplum düzeninin hangisi olduğunu sadece filozoflar araştırmışlard ı r , zira sı radan adamın bu tür bir sorunu merak etmesi söz konusu değildir. bu nedenle o sadece içinde doğup büyü· düğü toplumda günlük sorunlarını çözmeye çalışmakla vakit geçirir. Bu bakımdan s ı radan adamın genellikle "tutucu" olduğu söylenebilir. P rol eteryanın bir gün kapitalizme baş ka ldıracağı iddiası da Marksçı lar ın ortaya attıkları bir iddiadır, zira köylüler gibi, toplumun en "kültürsüz" katman ın ı oluşturan işçi s ı n ıfı kendisini harekete geçmeye teşvik eden bir l ider, yani fikir adamı olmadan k ı l ın ı bile k ıp ı rdatamaz. Tarihte kölelerin ve köylülerin başkaldırdığı dönemler olmuştur, ancak o zaman bile onları yöneten bir şef vard ı .
1 39
Uğur Felsefe Öğreniyor
insan oldugu ş üphe götürmez. Dediği m-dedikçi bir tek kişinin
yönettiği baskıcı rej imlere "diktatörl ük" diyoruz.* Bu türün belki en korkunç örneklerin i sözde uygar olan üç Batı ü lkesinde , yani Mussolini'nin İtalya's ında, Hitler'in Alrnanya'sında, bir de Lenin ile Stalin'in Rusya'sı nda görüp yaşad ı k. Her üç diktatörlükte de Pla
ton'un düşündeki ideal toplumdan çizgiler bulabi lirsiniz.
Bütün bunlar ı insan ı n düşünceleri ve özlemleri i le mizacı , yani psikolojik yapısı aras ı ndaki i l işkiyi hatırlatmak içi n söylüyo
rum. Platon'un otoriter, dediğirn-dedikçi veya buyurgan bir yara
dı l ışta oluşunun, onun idea lar öğretisine de damgas ı n ı vurmuş olduğu bana çok muhtemel görün üyor. Dolay ıs ıyla, "en iyi" toplum düzeninin nası l bir şey o lacağ ın ı düşünürken m izacı n ı n ona
dayattığı duygusal tercihleri n etkisi a ltında kalmış olmal ı . Hatta kavramcılığ ın Aristotelesçi ve rs iyonunda bile benzer etkilerin işe karı şm ış olması muhtemel.**
* 'Diktatör' sözcüğü Fransızca olup 'dicter', yani 'söylediklerini yazdı rmak' fii l inden tü retil miş bir isimdir; bu bağlamda "diktatör" arz:uları nı dikte ettiren, başka bir deyişle, emirler veren, buyuran anlamına geliyor. (İng. 'dictator' sözcüğü de Fransızca 'dictateur' sözcüğüne benzetilerek uydurulmuş olsa gerek . Alm. 'Diktator' sözcüğü de.)
•• Eğer bu tahminim doğru ise, politikada relativizmin demokratik bir yaşam biçim inin tercih edilmesine yol açacağı n ı düşünmek de akla-yakın bir görüş olacaktı r. Biraz ilerc:Je bu temayı işleyeceğim. O zaman demokras inin "en iyi", yan i insanları "en mutlu eden" değ i l , onların "mutsuzluğuna en az yol açan" bir yaşam biçimi olduğu görülecektir.
1 40
v
ÖZLEMSE L DÜŞÜNÜŞ VE
BAŞLICA ÇEŞİTLERİ A. Özlemse! Düşünüş (Wishful Thinking)
İnsanın fikir, görüş ve i nançların ın umut, kaygı, korku ve özlem gibi güçlü duyguların etkisi altı nda kalmas ına "özlemse! düşünüş" diyoruz: Bu san ı ld ığ ından çok daha yaygın bi r olgu. ama insanların neredeyse kanına işlemiş olan kavramcıl ı k bu gerçeği büyük ölçüde insanların gözünden kaç ı rabiliyor.
Nitekim, daha önce de belirtmeye çal ıştığ ım gib i , özellikle sıradan i nsan ( 1 6) i le (1 7) , (1 8) i le ( 1 9) cümlelerinde geçen bütün sı fatların nesne ve davranışları tasvir etmek amacıyla kul lanıld ığ ın ı san ır. Buna göre, "olgusal yargı - değer yargıs ı" ayrımı diye bir şey yoktur, dolayısıyla bütün iddiaların olgusal iddialar g ib i denetlenmesi gerekir. Oysa, hatı rlayacağın ız gibi, (1 7) i le (1 9) u n b i r tür lü sonuçlandırı lamayış ı ndan, bunlarda geçen bazı terim lerin dilde tasvir etmekten başka bir görevi olmas ı gerektiği sonucunu çıkarmıştık. Bu görüşümü şu şekilde de pekiştirebileceğimi sanıyorum. Örneğin,
(20) Gerçek dostluk karş ı l ıkl ı sevgiye dayan ı r • İngilizce'de buna "wishful th inking" denmesi aslında pek doğru deği l , zira insanların inançlarını sadece umut ve arzuları değil , kaygı ve korku ları da etki liyor. Belki bizim buna "duygusal düşünüş" dememiz daha uygun olurdu, ama yerleşmiş bir geleneğe uymak için Anglo-Sakson ülkelerinde sürekli kullanılan bu deyimi biz de aynen muhafaza etmeyı uygun gördük.
1 4 1
Uğur Felsefe Öğreniyor
(21 ) Gerçek demokrasi bireylere en çok özgürlük sağlayandı r (22) Gerçek felsefe i nsana "bil imsel düşünme" a l ışkanl ık ları
kazand ı rand ı r
cümlelerinde fazladan 'gerçek' sözcüğünün kul lanı lmış olmasına karş ı lık, neredeyse hiç kimsenin,
(23) Gerçek elma sulu ve tatlı olan ıd ır (24) Gerçek masa dört ayaklı ve dikdörtgen biçiminde olanıdır
türünden cümleler kullanmaması (20) - (22) iddialarında geçen 'gerçek' sözcüğünün di lde adı geçen nesneleri d i le getirmekten başka bir görevi olduğu izlenimini uyandı rıyor. Bu da bu cümleleri kullanan kişinin dostluktan en çok neyi beklediğini , en çok hangi tür demokrasiyi beğendiğini, en çok özlediği felsefe türünün hang isi olduğunu vurgulamak istediğ in i gösterir. İ nsanlar genellikle başkaların ı da kerıdi beklenti, beğeni ve özlemleri doğrultusunda etkilemek istedikleri zaman, iddiaları n ın başına bu 'gerçek' sözcüğünü koyarlar ve böylece dostluğun, demokrasinin ve felsefenin (itibar edilmemesi gereken) sözde veya sahte türlerinin de bul unduğunu ima etmeye çalışırlar. Oysa bu iddiaların ı ,
(20') Benim an layışıma göre, dostluk sevgiye dayanmal ıd ır
(21 ') Ben demokrasiden daha çok bireylere elden geldiğince çok özgürlük sağlayan bir yaşam biçimini anl ıyorum
(22') Felsefe her şeyden önce insanlara bil imsel düşünme alışkanlıkları kazandı rmaya çalışmal ıd ı r
biç iminde de d i le getirebilirlerd i , ama genel l ikle kavramcılar buna yanaşmazlar, zira on lara göre felsefeyi felsefe yapan belli bir (veya birkaç) temel özellik vard ı r, bu nedenle kavramcı bir fi lozof 'gerçek' sözcüğünü bile kullanmamaya özen gösterir . Oysa
1 42
Özlemse! Düşünüş ve Başlıca Çeşitleri
herhangi bir "felsefe tari hi"n i açt ığ ın ızda, çeşit çeşit "felsefe anlayış ları"na rastlars ın ız ve çoğu zaman bu anlayışlar arasında ortak çizgiler olmadığı gib ı , zıtl ı klar bile vardır .
Aynı şeyin 'bilim' sözcüğü için de geçerli olduğunu söylersem, iç inizden baz ı ları şaşkınl ık geçi rebi l i r. Öyle ya, 'bilim' sözcüğü "her türlü güveni l i r bi lgi elde etme amacıyla gene güveni l i r yöntemlerle yürütülen sistematik çabalar"ı sembolize eden bir sözcük deği l mi? Ne yazık ki , b i l im felsefecileri bil imi n ne olduğu konusu nda da bir uz laşmaya varm ış değil ler; hatta bil im adamları n ın kendileri de ayn ı durumda.* Nası l bi l im in alt-türleri varsa, bilim felsefelerin in de değişik türleri var. Hepsinin amacı bi r olsa da, kul landı kları ölçütler farklı olabiliyor.
'B il im' gene de insanların anlam ı üzerinde en çok anlaştıkları bir ter im. Gerçi bilim kültür etkin l iklerinden sadece birisi, ama bil im adamları n ı n yapt ıkları işin amacı üzerinde an l aşabi lmeleri bi le san'at, edebiyat, d in , ahlak, politika ve hatta felsefe g ibi öteki kültür etkinl i klerine kıyasla onlar arasında bell i bir bi rlik sağlanmas ı na yetiyor. Daha çok akla dayanan teorik f iz ik, daha
çok gözlem ve deneye dayanan deneysel fizikten oldukça farklı bir uğraş olduğu iç in , her b i r alan ın uzmanları öteki öbekten uz
manları "Onlarınki de bi l im mi?" der gibi , küçümsedikleri olur. Temel bi l imlerle uğraşanların temel olmayan bilimlerle uğraşanları , her ikisin in de "insan bi l imleri" ile uğraşanları küçümsediklerini görüyoruz; aralarında "psikoloji", "sosyoloj i" , hatta "antropoloji"yi henüz proto-bi l im sayanlar olduğu gib i , örneği n "tarih" i le "psikiyatr i "y i hiç bi l i mden saymayanlar da var. Sözün kısası ,
bel l i bir bi l im dal ında uzmanlaşan herkes o dalı bir t ü r "örnek b i -
• Nitekim, bilim felsefecisi R o m Harni bu konuyla ilgil i kitab ına "The Phi losophies of Science" (Bilim Felsefeleri) ad ın ı vermiş.
1 43
Uğur Felsefe Öğreniyor
l im" gibi görüyor ve bu örneğe uymayan bilimsel uğraşları "bilim" adına layık görmüyor.
Burada gizli bir kavramcıhğın iş baş ı nda olduğu bence şüphe götürmez. Kavramcı l ığ ın oluşmasında da "özlemse! düşünüş"ün büyük payı var gibi görünüyor. "Din", "ahlak", "politika" konularında özlemlerin gözlemleri iyice bastırdığı söylenebilir. Nitekim,
(25) Gerçek din İslam dinidir
(26) Gerçek ahlak insanı bir araç değil, bir amaç olarak görenidir
(27) Gerçek demokrasi i nsan özgürlüğünü alabi ldiğince artıranıdır
gibi iddialar insanların dini, ahl�k1 ve politik özlemlerini dile getirir. Bunun böyle olduğunu, başkalarının bunlarla bağdaşmaz, hatta çelişik iddialar öne sürmelerinden de anlayabilirsiniz. Örneğin, (25)e karşı l ık,
(25') Gerçek din Hıristiyanlıktır (Museviliktir, Buddhacıl ıktır)
(26) ya karş ı l ık,
{26') Gerçek ahlak toplumda birlik (güvenlik, kardeşlik, vb.) sağlayanıdır
(27) ye karş ı lık,
(27') Gerçek demokrasi insanlar aras ında dir l ik (ekonomik eşitlik, sosyal adalet, vb.) sağlayanıdır
iddialarını öne sürenler vard ır. Bu yüzden de din, ahlak ve politi · ka konuları sürekli tartışmalara yol açmaktadı r.
1 44
Özlemse! Düşünüş ve Başlıca Çeşitleri
Değer-yargıları insanları n beğenme, onaylama, hoşlan ma g ibi d uygular ın ı d i le getirdiklerine göre bu nları n özlemseldüşünüşle çok yakın bir i l işkisi olacağ ı bellidir. Bu yargı ların insanın sosyal yaşamına kılavuzluk edecek olan bell i bir fikir sistemi oluşturması durumunda "ideoloji"den söz ediyoruz. Bundan sonraki bölümde bu ideolojilerden söz edeceğim.
B. Özlemse! Düşünüşün Başlıca Çeşitleri
Özlemse! düşünüşün dış-dünyada olan bitenle değil, insanın kaygı ve korku duyduğu, dolayısıyla istediği ve özlediği şeylerle ilgili olacağının yukarıda teklif ettiğim tanımdan da çıkarılabileceğini sanıyorum. Bu alanda daha çok değer-yargılarının işe karışacağı da apaçık olsa gerek. Burada her inanç, görüş veya öğreti insanın duyguları nın etkisinde olduğu ve bu duygu alanında bir insan bir başkası na benzemediği için, bu yargı larda, bizim dışı mızda olup bitenle ilgili yargı larımızda olduğu gibi , kendimizi aradan çıkarmamız, dolayısıyla herkes tarafından aynı şekilde denetlenebilen sonuçlara varmamız imkansız görünüyor. Öyle ya, kaygılarla korkular, arzularla özlemler insandan insana değişiyor. Gene de bu durum değer-yargılarında tartışma olmasını önlemiyor; tam tersine, en şiddetli ve sonuçlandırı lamaz tartışmalar bu
alanda oluyor. Bunun her insandaki gizli kavramcı l ıkla hükmetme tutkusundan kaynaklandığını daha önce belirtmiştim. Çoğu insan başkalarının ayn ı şeylerden kaygı veya korku duymasını , ayn ı şeyleri özlemesini istediği için, onları ilkin kendi gibi duymaya, düşünmeye ve davranmaya ikna etmeye çal ışıyor, bunu başaramayınca sinirlenip zor kullanma yoluna sapıyor.
1) Din
Burada ne din psikolojisi yapmaya zamanımız var, ne de din sosyolojisi veya tarihi . Benim amacım, bir felsefeci olarak, dinin
1 45
Uğur Felsefe Öğreniyor
ne tür bir "zihinsel" içeriği olduğunu kısaca açıklamaya çal ışmak.
Görebi ld iğ im kadarıyla, din ler "özlemse! düşünüş"ün en fazla etkin olduğu alan. Burada neredeyse insan ı n bütün i nançları kaygı ları i le korku lar ın ın , istek ve özlemleri n i n etkisi alt ı nda. Çok-tanrı l ı din lerde birçok tanrı n ın , tek-tanrı l ı d inlerde ise bir tek tanrın ın bütün dünyada olup bitenleri yönettiği , bu arada insanoğlunun al ın yaz ıs ın ı bel i rl ediği inancı hakim. Buna bütün dinlerin temel i nancı da diyebil ir iz.* Bu inancın kendisi büyük ölçüde i nsan ın korku ve özlemleri n i n ürünü olsa gerek. Dünyada milyonlarca ateist (tanrı ların varl ığ ı na inanmayan) insan olduğuna göre, tanrı fikri psikolojik bir ihtiyaçtan doğuyor olmal ı . Bir partide Laplace'la karşılaşan Napoleon ünlü fizikçiye şu soruyu yönelti r : "Üstat, kitab ın ızda** hiç Tanrı'dan söz etmiyorsunuz, neden acaba?" Laplace' ı n cevabı da kendisi kadar ünlüdür: "Bu h ipoteze ihtiyacım yok, haşmetmeap !"
Laplace'ı n cevabı genellikle bugünün bil im adamları n ı n tutumunu yansıtıyor, ama eski dönemlerde bi l i m adamları n ı n da büyük çoğun luğu en azından bütün evreni yaratmış olan, hatta onu "doğa yasaları"na göre yöneten bir tanr ın ın var olduğuna inan ıyor, yaratıcı bir tanrıya gerek görmeyen bazı f i lozoflar, örneğin Aristoteles, evrende ilk hareketi başlatan (primum movere) bir varl ık olarak tanrıya inanıyorlardı. Ancak sı radan insanın tanrıs ız edemediği anlaşı l ıyor. Eski bi r Mezopotamya (Sümer) mythos'u olan Enuma Eliş'ten çok-tanr ı l ı dinler hakkında bir l ik ir
* Dünyada herhangi bir tanrı inancına dayanmayan Buddhacı l ı k veya Taoculuk gibi dinler de var; bunlara mistik ahlak felsefeleri demek de mümkün Amaç, insanı manen ve ah lakça "mükemmelliğe" kavuşturacak olan bazı yaşam formül l eri sergi leyip insan ları Buddha'n ı n veya Lao-Tse'nin özlediği biçimde davranmaya yönlendirmek.
• • Napoleon'un o s ı rada yeni çıkmış olan "Systeme du Monde"u karışt ırmış olduğu anlaşıl ıyor.
1 46
Özlernsel Düşünüş ve Başl ıca Çeşitleri
edi nmiş olmal ıs ın ız. Bu d inlerde insan davran ış ları n ı yönlendirmek amacıyla konmuş olan pratik kurallar yanında, evrenin oluşumu ile ilgili bazı teorik f ikirlere de yer verildiğin i gördük. B unları en ilkel bi l imsel teoriler sayabi leceğim izi , yal n ız bu teorilerin üreti lmesinde en büyük rolü hayal-gücünün üstlendiğin i , buna karş ı l ı k, gözlem, deney ve onların bir uzantısı olan "sağduyu"ya çok az yer veri ldiğini gördük.
Musevi l ik , H ı ristiyanl ık, İslam din i gibi tek-tanrıcı (monotheist) d in lerde "yarad ı l ış" mythos' l ar ı yan ında pratik kaygıların daha ağı r bastığı görülüyor. Binbir doğal ve sosyal çalkantı , hatta felaketin insan ları tehdit ettiği dönemlerde üreti lmiş olan bu dinler hem insanoğluna bir umut ve tesell i kaynağ ı olacak, hem de ona toplum iç inde güvenli ve huzurlu bir yaşam sürdürmesini sağlayacak olan sosyal davran ış kurallar ın ın neler olduğunu öğretecekti . N itekim, halk aras ından en zeki ve en duyarlı kişilerin kurmuş olduğu bu din lerde bugü n ahlak, hukuk, hatta siyaset öğretilerine girmiş olan birçok kural bulmak mümkün.
Yaln ız bu dinlerin Kutsal Kitaplar ında, insanların b i rbirlerine karşı nas ı l davranmaları gerektiğinin peygamberlere Tanrı tarafı ndan bi ld i ri ld iği (revelation) , dolayıs ıyla insanların Tanrı sözüne inanmaları ve gönderdiği buyruklara harfi harfine uymaları gerektiği yaz ı l ı d ı r . İ nsanlar ı n benci l oldukları ve davranışlar ını kendi istek ve çıkarlarına uygun biçimde ayarlayacakları meydanda. Ancak o zaman da toplumda huzur, güven ve barış sağlamak mümkün deği l , dolayıs ıyla insanların araları nda bazı or
tak davran ış kurallar ına göre hareket etmeleri şart. Gelin görün ki , her biri başka telden çalan insanların bunu kendi başlar ına sağlamaları imkansız. (Sokrates bi le bu konudaki araştırmaları sonunda bu sonuca varmamış m ı yd ı ?) O halde bunu sağlama-
1 47
Uğur Felsefe Oğreniyor
n ın bi r tek yol u vard ı r: Bu kuralları n Tanrın ın arzu ve dileklerini dile getird iğ ine , dolay ı s ıyla o nlardan şüphe edilemeyeceğine insanları ikna etmek. İşte Kutsal Kitapları n da bunu sağlamaya çal ışt ık lar ı söyleneb il i r_ Böylece din ler in insanlara i nanma zorunluluğu , dolayısıyla şüphe etmeme yükümlülüğü yüklediğini görüyoruz, bu ise bil imsel düşünme kurallarına taban tabana z ıt bir tavı r. Bil im ile d in aras ında temel b i r bağdaşmazlık olduğu inancı da buradan kaynaklanıyor olsa gerek.
Bu inancın bilgi üretmeyi yaşamların ın asıl amacı olarak gören filozoflarla b i l im adamlarından bir kısmın ın görüşü olduğunu kolayl ı kla tahmin edebi l i rsiniz. Değer-yargıları konusunda tümüyle duygucu (=eemotivist), hatta relativist bi r tutum almaya şu veya bu sebeple yanaşmayan bazı f i lozoflarla bi l im adamları , bu konuda dini inançlara yer verilebileceğini, hatta s ıradan insan içi n bunun kaçını lmaz olduğunu düşünüyorlar. Bu düşüncelerinde ne derece haklı olduklarını tartışmanın bir yararı olacağ ın ı sanmıyorum, zi ra b i r insanın herhangi b i r konuda haklı olup olmadığını araştırmak da bizi ister istemez değer-yarg ı larına götürecektir. Oysa ne bugüne kadar bu yarg ı lar üzerinde bir anlaşmaya varılabilmiştir, ne de bundan sonra varı lması mümkündür. Nedeni çok basit: Bu yarg ılar büyük ölçüde duygusal tercihlerimizi dile getirir! Bir rengin sarı mı, yeşil mi o lduğuna (sıkışınca e lektro manyetik dalga boyları n a başvurarak) karar vermek mümkündür, ama bir tablonun güzel mi, çirkin mi olduğu konusunda uzlaşmak her zaman mümkün değildir_ Ayn ı şekilde, davran ışlarımız ı istek, arzu , korku, umut ve özlem duygularımız bel i rler, oysa bu duygu lar insandan i nsana, hatta aynı insanda zamandan zamana değişir. Gözlemlerimiz algılarım ız ın , alg ı larımız da duyularımız ı n ürünüdür. Duyu organları her insanda aynı olduğuna göre (bazı anormal durumlar dışı nda) gözlemlerimi-
1 48
Özlemse! Düşünüş ve Başlıca Çeşitleri
zin de hemen hemen ayn ı olduğunu düşünebil irsiniz, oysa aynı şey duygularımız için geçerli değil. Bazı i nsanlar köpeklerden korkar, bazı ları korkmaz, dolayıs ıy la yaklaşan bir köpek karşıs ında bu iki insan türünün tepkileri de farklı olacakt ır. Bu durumda hang i tepki n in "doğru" olduğunu tart ış ı r mıy ız? Her tart ışma insanlar aras ında ortak ölçütler veya standartlar olduğu varsayımına dayanır.
Şimdi gene dini inançlar konusuna dönebi l i riz. Bu inançların çoğu zaman gözlemse l bir kaynağ ı olmadığı g ibi , rasyonel (akl ın-ürünü) b i r dayanağ ı da yoktur, bu nedenle onlar --dini deyimle-- imanın konusudurlar. Bu düşünceyi iyice vurgu layan (Tertu ll ianus ve Lactantius gibi) imancı (f ide ist) denilen din adamları olduğu gibi , iman ın, dolayısıyla d in! inançların akı l la uyuşabileceğini iddia eden (örneğin , Aquinolu Aziz Thomas gibi) ilahiyatç ı lar da var. Demek ki, din! inançların epistemolojik statüsü konusunda da düşü nürler aras ında bir anlaşma yok. Öyle sanıyorum ki, imancılar bilgiye hiç değer vermeyen, hatta "ruhun kurtuluşu" açıs ı ndan bilgiyi zararl ı ve tehl ikeli gören, dünyada olup biteni anlama arzusu an lamında merakı bir "şeytan dürtüsü" sayan kişiler. Çoğu din adamı olan bu kişiler arasında filozof mizaçl ı , dolayısıyla bi lgiye en azından ruhun ku rtu luşu kadar değer ve önem veren , bu nedenle de, dini inançlar gözlem ve deneylerimize, dolayısıyla sağduyumuza bazen ters düşseler bile, onların akl ı mızla çatışmadığı n ı kanıtlamaya çalışan ilah iyatçı filozoflar da var.
Bi l im adamlar ın ın bu konudaki tutumlar ı na gel ince : Bunlar aras ında "ruhun kurtuluşu" gibi bir kayg ı ları olmayan, olsa bi le bu kayg ıları bilgiye olan düşkünlüklerini unutturmayanlar çoğunlukta gibi . Bi l im adam ları n ı n az bir bölümünün düpedüz ate-
1 49
Uğur Felsefe Oğreniyor
ist olduğunu daha önce belirtmiştim . Bir öteki dünyanın var olduğuna inanmad ıkları için, ruhun ölümsüzlüğünü dert etmeyen bu insanların sayıs ı gitgide artmakla bi rlikte, çocukl ukta edi ndikleri dini i nançlar ını büsbütün terk etmek istemeyen bi l im adamları da var. B i lg in in büyük bir h ızla artt ığ ı çağ ımızda bu bi lgi yalnız merakımızı gidermeye yaramıyor, tekniğe önderlik ederek yaşamımız ı daha rahat, daha güvenilir, hatta daha "mutlu" kı lmaya da yarıyor. Bu nedenle, bu tip bi l im adamı d ini mythos'lara artık itibar etmiyor, z i ra eli nde eskilerin merak ettiği her konuda geliştir i lmiş çok daha güvenil ir teoriler var. Kozmoloj i n i n yeni gelişmelerini izleyebilen b i rin in "Büyük Patlama" teorisi dururken Enuma El iş'teki "yarad ı l ış" mythos'una itibar etmesi mümkün mü? Aynı şekilde, Darwin 'in "Evrim Teorisi" her geçen gün daha da s ık ı b i r biçimde belgelenirken, bu konulara bi raz i lgisi olan biri n in tutup Tevrat'ı n "Yarad ı l ış" kitabı ndaki mythos'a inanması mümkün mü?
Burada çok önemli bulduğum bir noktaya parmak basmak isterim : Henüz hemen hemen hiçbir bilgi b ir ikiminin bulunmadığı çağlarda yaşam ış olan peygamberler bu genel bilgisizlik yüzünden o mythos'ları uydurmak zorunda kalm ışlardı , dolayıs ıyla eğer bugün yaşamış olsalard ı , Tanr ın ın evreni bir "Büyük Patlama" sonucu yaratt ığ ın ı iddia ederlerdi ve belki bu gerçeği kendilerine Tanr ın ın açıklad ığ ın ı söylemeye bile gerek görmezlerd i !
Nitekim, geçmiş dönemlerde yaşamış olan bazı bi l im adamları da sanki bu gerçeği sezmişler gibi , Kutsal Kitaplarda anlatılan "masalların" bi lg is iz halka ahlaki bakımdan çok önemli buldukları bazı davranış kuralları nı kabul ettirebilmek için uydurulmuş masallar olduğunu , dolayıs ıyla bi lg i l i i n sanların bunlara iltifat etmemesi gerektiğini söylemişlerdir. Bunlardan b i ri de Gali-
1 50
Özlemse! Düşünüş ve Başlıca Çeşitleri
leo'dur. Copernicusçu görüşü savunduğu için Engizisyon taraf ından göz hapsine çarpt ı r ı lan Gali leo'nun asl ı nda samimi b i r "dindar" olduğu anlaşı l ıyor. Ancak o ve ondan sonra gelen Beyle, Newton ve Gassendi gibi bi l im adamları "asgari di ndarl ık" (minimal religiosity) diyebileceğimiz bir din anlayışına sahiptiler. Bu bi l im adamları n ı n belirgin ahlaki kaygı veya özlemleri olmadığı içi n, onlar her şeyi yaratan ve yöneten bir Tanrı fikrine içtenl ikle bağl ı idiler. Onlar için bu fikir, her şeyin başlangıcı konusunda kafa patlatmalarını da gereksiz k ı ldıgı gibi, en eski geleneksel kurum olan dinle bir arada yaşamalarını da (coexistence) mümkün kıl ıyordu . Newton bu konuda o derece samimi bir dindar idi ki , Tanr ın ın --gerektiği zaman-- kendi koyduğu doğa yasalar ı n ı çiğneyebi leceğine, yani "mucizeler"in mümkün olduğuna i nanıyordu.
Demek istediğim, bir b i l im adamının il le de ateist olması gerekmiyor. Ancaaak, dediğim g ib i , bil im adamları arasında Laplace gibi Tanrı fikrine ihtiyaç duymayan lar da var. Oysa herhangi b i r insan ın bu tür bir fikre inanmas ı n ı n değişik gerekçeleri olabi l i r . Ge rçi b i r Gal i leo veya N ewton'un , kendis ine i nananları ödüllendirip cennetine alan, inanmayanları veya ahlaki bir suç iş leyen leri cehenneme atan bir Tanr ıya ihtiyaçları yok, hatta bu tür bir Tanrıya inananları küçümseyip "di ndar" adına layık görmemeleri bile çok muhtemel ; onlar ın Tanrıya inanmaları daha çok teorik bir kaygıya dayanıyor. Laplace gibi bu tür teorik bir kayg ıs ı olmayanların Tanrının varl ığ ın ı yads ımaları da çok normal. Fizyoloj i dalında Nobel ödülü almış bir bil im adamı olan Peter Medawar, bir gazetecı nin kendisi ne yönelttiği "Tanrıya inanır m ıs ın ız?" sorusuna şu cevabı vermişti : "Hayır, ben bir bil im adamıyım!" Elbet bundan Medawar' ı n bi l imle din arası nda tam bir bağdaşmazl ık olduğuna inandığ ı sonucu çıkıyor, oysa
1 51
Uğur Felsefe Öğreniyor
ben buna hakk ım ız olmadığ ına inan ıyorum, zira bi l im adamı , Newton gibi, salt bil imsel kaygılarla da Tanrı n ı n varl ığ ına inanabil ir veya Laplace' ın yapt ığ ı gibi , böyle bir kaygısı olmadığı ndan Tanrıya inanmak gereğini duymayabilir.
Herhangi bir felsefe ve bi l im kültürü olmayan kişilerin, bu arada özellikle bilgisiz halkın, çocuklukta ald ığı dini eğitimin etkisi ve ana-babas ın ın baskısı ile içinde doğup büyüdüğü toplumun dini inançları n ı paylaşması çok normal. Herhangi bir kişisel kaygısı olmayan insanların dindarl ığına ben "kimlik cüzdanı dindarl ığ ı" diyorum. "Kimlik cüzdanı" di ndarı olan kişilerin de, tıpkı "asgari dindarlık"tan yana olanlar gibi , Kutsal Kitaplarda yazıl ı olan her şeye inanmaları gerekmiyor. Onlar iç in ası l önemli olan en eski geleneksel manevi kurum olan dine aykır ı bir tavır almamaktır, yoksa din in her dogmasına veya buyruğuna harfi harfine uymak değil. Halkın başka her şeyi olduğu gibi dini de taklit yoluyla öğrendiğini daha önce de belirtmiştim. Eğer halktan herhangi biri şu veya bu nedenle dine inanmak ihtiyacını duymuyorsa, toplumla ters düşmemek için dindar görünmeye önem verebil i r, ama vermeyebilir de, bu onun mizacına bağl ı .
Bu noktada önemli saydığ ım b i r noktaya değinmeden geçemeyeceğim; bu 'boş-inanç' (superstition) terimi ile ilgil i . Daha önce "özlemse! düşünüş"ün dinin ana kaynağı olduğunu belirttim. Dinin insanoğlunun dertlerine çare bulmak umuduyla başvurduğu bir "manevi s ığ ınak" olduğu şüphe götürmez, san ı rım. Öyleyse i lkin "boş-inanç"tan ne anlad ığ ımı belirtmem gerekiyor. Kan ımca, doğruluğu konusunda elimizde (gözlemsel veya aklayakın) hiçbir belge bulunmadığ ı halde, salt duygusal çekiciliğinden ötürü kabul edilen bir iddiaya "boş-inanç" diyebiliriz. Bu tür boş-i nançlara sadece dinlerde rastlanmadığın ı kolayca tahmin
1 52
Özlemse! Düşünüş ve Başlıca Çeşitleri
edebilirsiniz. Nitekim, boş-inanca en çok rastlanılan alan tıp ol
sa gerek, zira sağlığı na çok düşkün olan insanda büyük u mutlar
uyandıran bir iddia ortaya atılır atılmaz saman alevi veya orman yang ını gibi etrafa yayıl ır ve binlerce "inanan" bulur: Bunlardan bazıları gelip geçicidir, bir ara moda olur, ama sonradan unutulur. En kalıcı, en uzun ömürlü boş-inançlar dinle ilgili olanlardı r.
Bilindiği gibi, tek-tanrıl ı dinlerde "mucizeler"den geçilmez: Musa
Kızı ldenizi asasıyla ikiye ay ırm ış , kendi adamları karşı kıyıya geçtikten sonra K ızıldeniz tekrar kapanıp kendilerini takip eden M ıs ır ord usunu boğmuştur. İsa yaln ı z suyu şaraba dönüştür
mekle kalmamış, doğuştan kör olan birinin gözlerin i görür hale
getirmiş, hatta ölmüş olan Lazarus'u diriltmiştir. Mucizeler doğayasalarını altüst eden "sözde" olaylardır, sizin anlayacağınız ne
sağduyu i le bağdaşırlar, ne de akı ll a, dolayısıyla onlara inan
mak için insan ın bu yeteneklerini rafa kaldırması gerekir.
İyi de, günlük yaşamında gözlemlerine, deneylerine, sağdu
yusuna ve aklına güvenen ve bun lar sayesinde yaşamını sürdüren insan nasıl oluyor da mucizelere inanabiliyor? Mucize yaratmak ancak Tanrı sözcüleri olan peygamberlere vergi bir mazh�
riyet olduğundan, onlara inanmak için her şeye gücü yeten bir
Tanrıya inanmak hem gerekli hem yeterlidir. Evreni yoktan, insanı çamurdan yaratabilen bir Tanrı için bir ölüyü diriltme gücü
Tiü peygambere bahşetmek de bir şey mi? Tanrı isterse bu gücü sıradan bir insana, hatta hayvana bahşedebilir. Nitekim, doğar
doğmaz konuşan bebekler, hesap yapmasını bilen atlar görülmemiş midir? Buna benzer örnekler saymakla bitmez. Her şeye gücü yeten bir Tanrı inancı jnsanoğlunu akla gelebilecek her
* örneğin bizde Dr. özel adıııdaki şarlatan kanserin her türünü iyileştiren bir ilaç bulduğunu açıklayınca, yüzlerce kanser hastası başına üşüşmüş, o da bunlar· dan büyücek bir bölümünü güya tedavi etmeye başlamıştı.
1 53
Uğur Fel sefe Öğreniyor
saçmalığa inanmaya neredeyse zorlamaktad ı r. Bu konuda say ı s ız denecek kadar çok kitap �ıazı lmıştır ve iş in asıl i lginç yan ı , bilgisiz ve saf i nsanlar dindar o lmasalar da bun ları büyük b i r zevk, hatta heyecanla okumaktadır.
Öyle sanıyorum ki, en temel boş-inanç her şeye gücü yeten bir Tanrı n ı n var olduğu inancıdı r. Niteki m, sayısız filozof, i lahiyatç ı , hatta bi l im adamı böyle b i r Tanrı n ı n var olduğunu akla-yak ı n gerekçeler göstererek kanıtlamaya çal ışmıçlardır . Voltaire bir yerde 'Tanrı var olmasaydı, onu icat etmek gerekirdi" gibi bir laf eder.* Bunu onun dinsizl iğine yormak yanl ış o lur, z:ira tam tersine, o bu sözle insanın ister teorik, ister pratik açıdan olsun, bi r Tanr ıya muhtaç olduğunu bel i rtmek istemişti r. Örneğin Aristoteles teorik b i r amaçla, Kant ise prat ik bir amaçla Tanrın ın varl ığ ına i htiyaç duyuyorlardı . B irincisine göre, evrende o lup bitenleri n başlang ıc ın ı ( i lk hareketi) açı klamak için, Kant'a göre ise, ahlakı sağlam bir temele oturtabilmek için Tanrıya ihtiyaç vardı. Baz:ı dindarlar da Tanrıy ı mistik yaşantı lar ın ın objesi olarak görüyorlard ı .
Çok-tanrı l ı dinlerin çeşitli tanr ı lar ın serüvenleri konusunda anlatt ıkları hikayeler de tek-tanrı l ı dinleri n mucizelerinden geri kalmaz. N itekim, eski Yunan mitolojisinde baş-tanrı Zeus'un gözüne kestirdiği bir güzelle yatmak için kuğu biçimine gi rmesi, Musa peygamberin asasını kald ı r ıp Kızı ldenizi ikiye ayı rmasından da "inan ı lmaz" bir olayd ı r, o nedenle Museviler de İseviler de bu eski dini Yunan masallar ın ı ciddiye almazlar.
Bana sorarsan ız:, din ile ilgili bütün yazı l ı ve söz:lü hikayelerden pek az:ı "tarihi olaylar" kategorisine sokulabi l i r ; hele bugün
* Voltaire'in sözünün Fransızcası şöyle: "Si Dieu n'existait pas, i l aurait fallu l'inventer!"
1 54
Özlemse! Düşünüş ve Başlıca Çeşitleri
"mucize" diye yorumlad ığ ım ız h içbir olay ı n gerçekle i lgisi olamaz. Elbet ben bunu söylerken sadece sağduyumla akl ım ı konuştu ruyorum, zira gerçek olanla hayali olanı ancak böyle ayırdedebil ir iz. Tanrı n ın ve tanrı lar ın varl ığ ına inanç --çeşitli teorik ve pratik i htiyaçların dürtmesiyle-- hemen tümüyle hayal-gücünün ürünü olsa gerek. Zaten bunun boş bir inanç olduğunu idd ia edebilmemiz için, sadece sağduyumuzla akl ım ıza dayanmamız, dolayısıyla hayal-g ücümüzü eylem-dışı b ı rakmamız gerekiyor. Bunu başarabi len kimsenin şöyle akı l yürütmesi mümkün: Biz tanrı fikrini genel l ikle Kutsal Kitaplardan öğreniyoruz. Oysa bu kitaplar genel l ikle peygamberleri tanımamış olan insanlar tarafından kaleme al ınmış, dolayısıyla bu kitaplarda anlatılanlara i nanmamız için önce onları yazmış olanların sözleri ne güvenmemiz gerekiyor. Ama doğruyu söyledikleri ne mal um? Bu hikayeler kendi hayal güçlerin in ü rünü olamaz m ı? Bu bir. Hadi , d i ye l im ki , bu yazarların sözler ine güveni leb i l i r, yani doğru bildikleri (doğruluğuna inand ıklar ı ) şeyleri yazıyorlar, ama gerçekten de olup bitmiş şeyleri anlatt ık ları ne malum? An lattıkları na göre, peygamberler Tanr ın ın sözcüleri oldukları n ı , dolayıs ıyla onun söylediklerini insanlara ilettiklerini iddia ediyorlarm ış , ancak peygamberlerin doğruyu söyledikleri ne malum? Onlar da kendi hayal güçlerinin ü retmiş olduğu şeyleri "Tanr ı n ı n sözleri" d iye yutturmaya kalkmış olamazlar m ı? Onların Tanrı ile konuştuğunu belgeleyecek başka tanıklar yok el imizde, dolayıs ıyla bu defa da Tanrın ın varl ığ ına i nanabilmemiz için peygamberlerin sözlerine güvenmemiz gerekiyor. Böylece, ne yaparsak yapal ı m , b ı r yerde inanç duvarını aşamıyoruz.
Bugün ateist dediğ imiz insanlar bu ve buna benzer gerekçelerle tanrı d iye h içbir şekilde doğrudan doğruya gözlenemez b i r varl ığa niçin inanmadıklarını açıklayabi l i rler. Yaln ı z, dediğim
155
Uğur Felsete Öğreniyor
gibi , bir insanı n bu tavrı takınabilmesi için Tanrıya inanma ihtiyacını duymaması gerek, dolayısıyla burada asıl üzerinde durulması gereken nokta neden bazı insanların böyle bir ihtiyaç duydukların ı anlamak olsa gerek. Ancak burada konumuz sadece din kaynaklı boş-inançların değil, her çeşit boş-inancın kaynakları na inmek olmal ı .
İ nsanların d i nl i - dinsiz ezici çoğunluğunun eski çağlardan günümüze kadar binbir çeşit boş-inanca kapı ld ığ ı n ı bi l iyoruz. Dikkat edi l i rse, bütün boş-inançların normal-dışı, doğa-üstü, olağan-üstü, "mucizevi" olaylara i l işkin olduğu görülür. Bu nedenle bu inançların genellikle sağduyunun kabul edemeyeceği ve akl ın almayacağı türden i nançlar olduğunu görüyoruz. Normal olarak hiç kimse "doğar doğmaz konuşan" bir bebek veya hesap yapabilen bir at görmemiştir, kanatlı b ir at (Pegasos) görmediği gibi . Sağduyumuzla aklı mız bu tür olaylara "imkansız" damgasın ı vurmakta gecikmez. N itekim bunlar hemen hiçbir insanı n tanık olmadığ ı , sadece bazı insanların anlatt ığı , dolayısıyla görmüş oldukların ı iddia ettikleri olaylardır, bu nedenle onlara i nanmak asl ı nda bu sözde-tanıkların sözlerine güvenmekten başka bir şey değildir.
İnsanlar ın anlat ı lan her şeye öyle kolay kolay inanmadıkların ı biliyoruz. Nitekim, bir tanıdığınız size "Dün Beyoğlu'nda gezerken caddede bir kaplan gördüm!" dese, önce sizin le dalga geçmek istediğini düşünür , onun "Sahi söylüyorum!" demesi üzeri ne, bunun hayvanat bahçesinden kaçmış , bi lemediniz, zengin bir han ım ın evcilleştirmi ş olduğu bir kaplan olabi leceğini düşünürsünüz, öyle değil mi? Sebebi açık: Kentin merkezinde dolaşan bir kaplana daha önce kimse rastlamamışt ı r !
1 56
Özlemse! Düşünüş ve Başlıca Çeşitleri
Ancak günlük hayatta büyük b i r şüphe konusu olan bu tür olaylar tanı mad ığınız b i risi tarafı ndan anlat ı l ı nca, ona inanma eği l iminiz artacak, hele anlat ı lan olay ne kadar " ihtimal-dış ı " olursa, bu eğiliminiz daha da güçlenecek, büsbütün "inan ı lmaz" b i r h i kaye duyduğunuz zaman ise s izde karşı-konulmaz b i r i nanma arzusu baş gösterecektir . Anlatılanların doğru olma şan· sı azaldıkça onlara inanma arzusunun artması insan psikolojisinin çok ilginç bir "garabeti " olsa gerek. Ben bunu şuna yoruyorum : Yaşamın ı tam bir monotonluğun verdiği rehavet içinde sürdüren insanoğ l u , neredeyse h içb ir şeyi "merak etmemeye" al ışmıştır. Onu bu zihni rehavetten ancak hiç beklenmedik bir olayın çık ıp gelivermesi uyandırı r. Olağan-dış ı olayların hikayesi de onda buna benzer bir etkiye yol açar. Bu arada hikaye hayaıgücünü de kanatland ı r ı r. Yen i doğan bir bebeğin hemen konuşması yaln ı z olağanüstü bir olay değil, aynı zamanda "harika" bir olaydı r. Bu onda bir tür "düşünsel" sarhoşluğa yol açar.*
Bu işin psikolojik yanı . Bunun bir de sosyolojik yanı var. Her insan içinde doğup büyüdüğü toplumun dilini öğrendiği gibi, genell i kle dinini de öğrenir. Oysa bütün dinler "mucize" hikayeleri ile doludur. Masalların küçük çocuklar üzerindeki çekiciliğini bilmeyen yoktur. Kutsal Kitaplarda anlatılan olağan-dışı olaylar, üstelik çocuklara gerçek olaylarm ış gibi anlatıldığ ından, bunlardan duydukları haz gerçek masallardakinden de büyük olur. Zamanla çocuk okula gidip, doğada her şeyin genel-geçer yasalara uygun biçimde olup bittiğini öğrendiği zaman bile, bu dini masal ların etkisinden kolay kolay kurtulamaz. Ancak çok zeki, dolayısıyla şüphe etme yeteneği iyice gelişmiş olan çocuklar bu masallara inanmamak gerektiğinin farkına varırlar. Öteki çocuklar, üniversite eği-
* Bu konuda daha geniş bilgi içi n , bkz., H.B. "Bilim ve Şarlatanlık", özellikle Bölüm Vll , s. 507-523.
1 57
Uğur Felsefe Öğreniyor
timi bile görseler, çoğu zaman bunları bilimsel bilgilerle yan yana yaşatmaya devam ederler. Bu nedenle insanları n kafalarından en büyük zorlukla atabildikleri boş-inançlar d in eğitimi ile kafalarına sokulmuş olan bu dini hikayelerdir. Hele doğa-üstü olayları her şeye gücü yeten bir Tanrının isteğine yordular mı , bu boş-inançları kafalarından söküp atmaları daha da zorlaş ı r, hatta böyle bir davranış onlara bir "ihanet" gibi görünür.*
Amerika Birleşik Devletleri'nde yapılan bir araştırmaya göre, 1 3- 1 8 yaşları arasındaki kolej öğrencilerine "Şunlardan hangilerine inan ıyorsunuz?" diye sormuşlar; al ınan cevaplara göre, % 69'u n u n meleklere, % 59'un u n duyu-d ış ı a lg ı lamaya, % 55'inin astrolojiye, % 28'inin uzaktan görmeye, % 24 'ünün Koca-ayaklıya, % 22'sinin büyüye, % 20'sinin hayaletlere, % 1 8' in in Loch Naess canavarına inand ığı anlaşı l ıyor. Düşünün ki bunlar iyi kötü bir bi l im eğitimi almış insanlar!
Burada sözü geçen boş-inançlardan sadece bir tanesi , yani meleklerle i lgi l i olanı doğrudan doğruya din ile i lgi l i ; ancak, dikkat ederseniz, çocuklardan çoğu meleklere inanıyor. Bundan da anlaşılacağı gibi , din eğitimin in etkisi bilim eğitimine rağmen devam ediyor. Biraz daha ileriye giderek şu i nancımı dile getireceğ im: Din eğitimi çocuklardaki inan ıverme eği l im ini büsbütün kamçılamış olabilir!
Bu eğil im, dinleri ne olursa olsun, bütün insanlarda gözlenen bir eğ i l im . N iteki m , astro lojiye veya duyu-dışı alg ı lamaya (ESP) i nananlara dindar olmayan, hatta düpedüz ateist olan insanlar arasında da s ı kça rastlamak mümkün. Bunun elbet ter-• Yerleşmiş inançlardan sıyrılmanın güçlüğünü iyice gözler önüne seren bir
araştırma için, bkz., Barry Singer and Victor A. Benassi : "Fooling Some of the People Ali of the Time", Science Confronts the Paranormal" adlı derlemede, Prometheus Books, 1 986, s .57-64.
1 58
Özlemse! Düşünüş ve Başlıca Çeşitleri
si de geçerl i : Dindar olan b ir i nsan din-dışı boş-inançlardan baz ıların ı , hatta çoğunu dışlayabil i r. Bu da gösteriyor ki , inanıverme insanlığ ı n evrensel bir zihi nsel özürü, bu nedenle de insan l ı ğ ın boş-i nançlardan bir gün tümüyle kurtulabileceğini sanmak bir "ham hayal"! Anlaşı ldığına göre, boş-inançlar insanoğlunun psikolojik bir ihtiyacına cevap veriyor. Astrolojiye inanc ın insanın kendi karakter yapısı ve ilerde başına gelebi lecekler konusunda önceden bilgi edinme arzusundan kaynakland ığı şüphe götürmez. Bu ön-bi lg iyi elde etmekle başına gelebilecek herhangi bir tats ız olayı önlemek istemesi söz konusu burada. Yazın havan ın nasıl olacağ ı n ı önceden görme yeteneğinden yoksun olan bir insan, bunu bile bile, evlenmeye karar vermeden önce, evlenmesi durumunda nelerle karşı laşacağın ı öğrenmek için astroloğa başvurabilir, zira kaderin in daha doğarken yı ldızlar ve gezegenler tarafından belirlenmiş olduğuna inanmaktadı r. Ona bu inanca nası l eriştiğini soracak olsanız, alacağın ız cevap aşağ ı-yukarı şu olacaktı r: " Herkes buna inanıyor da, ondan! Bak, X geçenlerde borsada hangi senetlerin prim yapacağ ın ı öğrenmek için b i r astroloğa başvurdu ve adamın dedikleri aynen çıkt ı ! " Bir parça bil im kültürü olan insanlar her iki durumda da geleceği önceden görmenin kesinlikle "imkansız" olduğunu bi l irler. Nitekim, bir insanın aln ı nda neler yaz ı l ı olduğunu önceden bilmek yarınki hava duru munu tahmin etmekten binlerce defa zordur, oysa çok hızlı çalışan süper kompüterlerle dünyanın her noktas ından aynı anda gelen enformasyonlara dayanarak üç gün sonra bel li bir bö lgede havan ın nasıl olacağın ı doğru tahmin etmek bi le çok zordur. Ama gördüğünüz gibi, insanoğlu özlemlerin in itmesiyle en olmayacak şeylere kolayca inanıveriyor.
Bu vesi le ile bir noktayı bir daha vurgulamak isterim : Bilgisizlik bazan tehlikeli sonuçlar doğurur, ancak en büyük felaketlere
1 59
Uğur Felsefe Öğreniyor
boş-inançlar yol açar. Eskiden kral ve sultanlar önemli bir karar vermeden önce bir astroloğa ( m ü neccimbaşı) dan ışır , onun olumlu fikrini almadan, örneğin düşmanla savaşa tutuşmazlard ı . Bu, işi tamamen rastlantıya bırakmak demekti. Her önemli kararda astroloğa danışmak aslında kararı ona bırakmak anlamına geliyordu, ama bir de astroloğun fikrini almak bu kişilere cesaret veriyor olmalıydı.
Boş-inançların bence en tehlikelisi şüphesiz büyücülükle ilgili olanı idi, zira büyücülüğün etkisine inanmak bir yerde i nsanların hayatıyla oynamak fırsatını veriyordu. Bunun en korkunç örneğine çok büyük yetkilerle donatılmış din adamlarında (kilise büyüklerinde) rastlıyoruz. Çoğu müslümanlar büyünün gücüne inanırlar, onlara göre büyücüler geleceği önceden görebilir, gizli hazineleri ortaya çıkarabilir, sevgi uyandı rabildiği gibi düşmanı perişan edebilir, hastal ığı iyileştirip nazarı engelleyebilirmiş. Birçokları büyücülerin insanı hayvana, hatta bitkiye dönüştürebileceğine inanırlarmış. Hıristiyanlar ise büyücülere kötü gözle bakarlar; güçlerine inanmadıkları için değil, şeytanla işbirliği yapıp onun yolunda gittikleri için. İşte bu sonuncu inanç yüzbinlerce masum insanın büyücü diye yakılmasına yol açmıştır. Gerek katolik, gerekse protestan kiliselerinin büyükleri "sapkın" (heretic) dedikleri --kendi dogmalarından birazcık olsun sapanları veya saptığına inandıkları-- kişileri acımasızca cezalandırmışlar, binlerce insanı bazen ölümlerin belki en korkuncu olan ateşte yakılmaya (auto-da-fe) mahküm etmişlerdir. Ancak kiliselerin "büyücü avı" sonunda yakaladıkları masum insanlara reva gördükleri işkenceler tek sözcükle tüyler ürperticidir. Onları bu derece gaddar yapan da ''büyücülük" diye bir şeyin gerçekten de var olduğuna inanmaları idi. Oysa bir zamandır, tek bir insan bile bu çılgınlık uğruna hayatın ı kaybetmiş değil. Hitler ve Stalin gibi dik-
160
Özlemse! Düşünüş ve Başlıca Çeşitleri
tatörlerin neden bunca insan ın kanına girdiğini yeri geli nce açıklamaya çal ışacağ ım. Bütün bu insanl ı k-d ış ı davranışlarda "özlemsel düşünüş"ün kamçılad ığ ı boş-i nançların rolü olduğunu bir defa daha hatırlat ı rım.
2) Ahlak
Bi l indiğ i gibi , peygamberler genel ahlak kural ları n ı bazen buyruklar biçiminde dile getirmişlerdir. Musa'n ın "On Emri" bunun e n tipik örnekleridir: "Yalan söylemeyeceksin!", "Öldürmeyeceksin !" gibi. Oysa buyruklar i nsanın arzularını dile getirmesin i n en kestirme (kısa) biçimidir. Musa'nın insanlara tebliğ ettiği On Emir, onun demesine göre, Tanr ın ın isteklerin i dile getiriyordu. Oysa, tahmin edilebi leceği gibi , O'nun istekleri "tart ış ı lamaz". (Askerlikte verilen emirlerin tart ış ı lamaması gibi. Bu nedenle komutan emri altındaki i nsanları ölüme bile yollayabi l ir . ) Bazen bu istekler şart kipinde di le getirilir: "Yalan söylersen çarp ı l ı rs ın" g ibi . * Hatta bazen b i ld i ri kip in in kul lan ı ldığı da olur : "Tanrı yalan söyleyeni sevmez" veya "Kötülük edenler yarın ahirette yapt ıklar ının hesabı n ı vereceklerdir" örneklerinde olduğu gibi.
Buna karşı l ık, ah lak filozofları ahlaki değer-yarg ı lar ın ı genell ikle "Yalan söylemek kötüdür", "Fakir fukaraya yardım etmek iyidir" türünden cümlelerle dile getirirler ve --duygucular (emotivist) bir yana bırakı l ı rsa-- bu cümlelerde geçen 'iyi' ve 'kötü' terimlerin in bilgisel bir anlamı olduğunu, dolayıs ıyla "Kar beyazdır" cümlesi gibi denetlenebileceğini düşünürler. Bu şekilde ahlaki önermeleri n övgü ve yergi işlevleri yanında, bir de bilgisel içeriği olduğunu iddia ederler.
• Aynı şey "Yalan söyleme, yoksa çarpı l ırsın" biçiminde de ifade edilir.
161
Uğur Felsefe Öğreniyor
İyi de, bu tür yargıları nasıl denetleyeceğiz? Bu iki şeki lde olabilir: ' İyi ' ve 'kötü' g ibi sıfatlarının da, 'beyaz' ve 'siyah' gibi,
belli davranışlarda var olduğunu "sezgi" dediğimiz özel bir yetenek sayesinde algı layarak veya bu yarg ıları şartlı önermelere dönüştürerek. Bir ve aynı davranışa bazıları n ın 'iyi', başkaları nın
'kötü' sıfatını vermeleri durumunda, kimin haklı olduğunu saptayamadığımız için, ya sezgiye güvenilemeyeceği, ya da insanda bu tür bir yetenek olmadığı sonucunu çıkarmak zorunda kalırız; bu da bu yargıların sezgiyle denetlenemeyeceğini gösterir. İkinci şıkka göre,
( 1 ) Yalan söylemek kötüdür
türünden bir ifadeyi ,
( 1 '} Yalan söylersen insanların güvenini yitirirsin
türünden bir ifadeye çevirmek gerekir; oysa bu cümleyi,
(2) On metre yükseklikten atlarsan bir tarafını kırarsın
cüm lesi gibi denetlemek mümkün değildir, zira (1 ') karşıs ında
baz ı insanlar ,
(3) Ne olmuş, insanların güvenini yitirirsem?
gibi bir soru sorarak (1') iddiası nı önemsemediklerini, başka bir dey işle, yalan söylemenin kötü bir şey olduğuna inanmadıklarını açığa vurabilirler. Bu da yalan söylemenin bazı insanların hoşlanmadıkları veya onaylamadıkları bir davranış olduğunu göstermiyor mu?
Ahlaki iddialar (etik önermeler) konusunda binlerce kitap yazı lm ış olduğu halde, ahlak konusunda bilimdekine benzer bir uzlaşma sağlanabilmiş değil. Bu da insanların ahlak yargıları konusunda duygularından (umut, korku veya özlemlerinden) bir
1 62
Özlemse! Düşünüş ve Başlıca Çeşitleri
türlü kurtulamad ıkları n ı göstermiyor mu? Bu konudaki tartışmaları n bir türlü bitmemesi bana bu yargı lar ın özlemse! düşünüşün bi r başka türü olduğunu i lham ediyor.
Ben bir felsefeci olarak böyle düşü nüyorum, ama sıradan i nsanın bu konudaki tutumu bambaşka. Ahlaki değer-yargı ları taklit yoluyla kuşaktan kuşağa aktarı l ı r, bu nedenle de geleneksel bir güveni l i rl ik, neredeyse bazen kutsal l ık kazanırlar. Nitekim , sı radan ahlak kurallar ını s ık sık çiğnedikleri zaman bile onları n doğru olduğuna, dolay ıs ıyla onlara uyul ması gerektiğine inanırlar. Bu inançları bazen o kadar güçlüdür ki, yanl ış bir hareketin ardı ndan pişmanl ık duyarlar. Halk d i l inde "vicdan azab ı" denilen şey de bu pişmanlık duygusudur. Bazı insanlara 'ahlaksız' , 'vicdansız' gibi sıfatların rahatl ıkla yüklenmesi de ahlak kuralların ın sadece doğru deği l , tartışılamaz olduklarına da inand ıklarını sergilemiyor mu?
Bir insan ne kadar cahil ve bağımsız düşünüp karar verme yeteneğinden yoksunsa, ahlak kural lar ın ın zaman içi nde ve toplumdan topluma değiştiğinin farkında deği ldir, bu nedenle de on lara harfi harfi ne uymaya özen gösterir. Bu tutumun bazen trajik sonuçlar verdiğini görüyoruz. Bizimkisi gibi "şarkl ı/müslüman" toplu mlarda en önemli ahlak kuralları erkekle kad ın arasındaki seksüel ve sosyal ilişkileri düzenlemeye yönelik olanlarıdır. Bunlardan birinin biraz olsun i hlal edilmesi onlara toz kondurmayan cahil insanların şiddetli tepkisine yol açabi l ir. Nitekim, bundan bir süre önce Colmar'da yaşanan aile faciası bunun tipik
. örneğidir. Her Allah ın günü gazetelerde neredeyse bir h iç
yüzünden eşleri ni , nişanl ı lar ın ı öldüren insanlardan söz edildiğin i okumuş olmalıs ı n ız . Dinlerin "Öldürmeyeceksin" emrini bile çiğnemekte sakınca görmeyen bu insanlar --elbet b i rtakım psi-
1 63
Uğur Felsefe Öğreniyor
kolojik nedenlerin de işe karışmasıyla-- boşad ıkları eşleri başka biriyle evlendi, dolayısıyla kendilerine "ihanet" etti diye onları kılları kıpı rdamadan öldürebiliyorlar.
Dini i nançlar gibi ahlak! değer-yarg ı ları da kuşaktan kuşağa devredilirler; böylece her toplumda bi r ahlak geleneği oluşur. Bu geleneğe ayak uyduramayanlar kı namadan cezaland ırmaya kadar çeşitli baskı yöntemlerine maruz kal ırlar. Yaşama şartları değiştikçe insanları n hayat anlayışları da değişmeye başlar. Sı radan insanlar ın çoğunluğu "düşünme tembeli" oldukları için eski değerlere bağl ı l ıkları nı sürdürürler. Bunlara genellikle "tutucu" (muhafazakar) denmektedir. Bu bağ l ı l ı klarından kopup yeni şartlara daha uygun yeni ahlaki değerler üreten ve bunları savunmak için bazen eski kuşakla savaşmak zorunda kalan insanlar da vardır. Bu da yeni arzu, istek, umut ve özlemlerin eskilerinden daha ağı r basmaya başlad ığ ın ın belirtisidir. Bütün bu çeşitli duygular ı n temelinde "mutlu olma" arzusunun yattığ ı n ı bel irtmeme bilmem gerek var m ı ? Aristoteles'in oğlu Nikomakhos için yazdığ ı ahlak kitab ın ın başında şu cümle yer al ır : "Herkes mutlu olmak ister, ama mutlu luktan başka bir şey anlar!" Öyle sanıyorum ki , gerek ahlak gerekse politika konusunda yazılmış o lan hiçbir kitap i nsanoğlunun pratik yaşamı nda karşı laştığı d ilemma'yı bu kadar özlü biçimde dile geti rmemiştir. Nitekim, biraz sonra göreceğimiz gibi , insan-dışı dünyan ın neredeyse bütün s ı r ları çözülebildiği halde, filozofların bunca çabasına rağmen, "mutlul uğun s ı rrı" bugüne kadar b i r türlü çözülememiştir ve öyle sanıyorum ki, hiçbir zaman da çözülemeyeceği anlaşı l d ığ ı içi n , baz ı filozoflar "demokrasi" denen toplumsal düzenin gerçekleştirilebi l ir en mut lu d üzen olduğu sonucuna varmışlard ır.
1 64
Özlemsel Düşünüş ve Başlıca Çeşitleri
3) Hukuk
H ukuk bir top lumda en geçerli olan ah laki değerleri göz önünde tutarak o toplumu o luşturan bi reylerin mutlaka uymaları gerektiği kararlaştı rılan (asgari) kuralların topla m ıdır. Burada hayatın her bir alanında hangi kural lara uyulması gerektiği bazen en i nce ayrıntılarına varı ncaya kadar saptanmış, bu kurallara uyulmaması halinde nas ı l cezalandırı lacakları da gene ayrıntı l ı bir şekilde belirlenmiştir. Ahlaka kıyasla hukukun bir özelliği de, bireyleri n mutlu l uğunu artıracak ahlak kural lar ın ı hesaba katmayıp, sadece insanların mutluluğunu azaltabilecek, hatta bazen büsbütün ortadan kaldıracak davran ışlardan onları caydırmak amacı na yönelik olmasıdır . Bu bakımdan hukuk ahlaki gelenek ve göreneklere de yer vermez ve bunlara uymamak sadece kınama dediğimiz manevi cezaya çarptı r ı l ı r . Sözün kısası , hukuk toplumda "asgari" b i r mutluluk sağlanması amac ın ı güder, asgari mutluluk ise güven ve huzu r g ibi ik i önemli mutluluk faktöründen o luşur. Buna göre, bir toplumda devletin ana görevi bu i ki sosyal şartı sağlamak oluyor.
Bu bakımdan hukukun ahlak kurallarından bir bölümünü, daha objektif kıstaslara bağlad ığ ın ı söyleyeb i l i ri z . Ahlak kuralları n ı başlangıçta din adamlarıyla bilge kişiler koymuştur, ancak bunlar arasında bazı tutarsızl ıklar, hatta keyfe-bağlı l ıklar olabilir. Modern toplumlarda hukuk kuralları uzman kişilerden oluşan bir heyet tarafından hazırlandıktan sonra parlamentoda uzun uzun tartışı l ır , böylece keyfil ikler ve tutarsızl ıklar giderilmeye çal ış ı l ı r. Yaln ız yukarıda sözünü ettiğim objektifliğin bil imdekinden farkl ı bir şey olduğunu da unutmamamız gerek. Burada daha çok toplumun değişik kesimlerinden gelen, dolayısıyla değişik arzu ve istekleri
1 65
Uğur Felsefe Ôğreniyor
olan insanların hiç değilse topl umun asgari mutluluğunu sağlayabilecek hukuk kuralları üzerinde uzlaşmaları söz konusu.
Bu "uzlaşma" faktörü hukuku ahlaktan ayı rdeden önemli bir nitelik olsa gerek. B i l i ndiğ i gibi, ahlak ve h ukuk kural ları başlang ıçta peygamberleri n arzu ları n ı dile getiren Kutsal Ki taplarda yer al ıyordu. Ancak zamanla "asgari mutluluk" için gerekli olanları ötekilerden ayı rdetme ihtiyacı doğdu. "Hırs ızl ık etmek kötüdür" veya "Hırsızl ık etmeyeceksin" biçiminde di le getir i len bir ahlak kural ını "Hırsızlık edenin eli kesilir" gibi b i r hukuk kural ı na dönüştürmek, böylece i nsanları h ı rs ızl ı k etmekten cayd ırmak yolu aranmıştır . Buna karş ı l ık, "Yalan söylemek kötüdür" g ib i b ir ahlak kural ın ın "Yalan söyleyenin dili kesi lsin" kural ına dönüştürüldüğünü görmüyoruz. İslamın dini hukukuna "şeriat" hukuku deniyor. Burada Kur'anla hadis leri n ahlak kural ları ndan gerekli hukuk kuralları n ı tü retmek söz konusu, bu işi ise "fakıh" deni len f ıkı h uzmanları üstleniyor. F ık ıh uzmanları ne kadar d ini ahlak kural ları na bağlı kalmaya çalışsalar da, aralarında yorum değişiklikleri olmaması imkansız, ama gene de en temel hukuk kural lar ı üzerinde "uzlaşmak" gerektiğ in in bi l i ncinde oldukları için, herkes için geçerl i kuralları saptamaya çalış ıyorlar. Elde edilen sistem ister d ine-bağl ı , ister laik olsun, uzlaşmaya çalışma isteğ in in bi l irnlerdekine benzer bir "objektiflik" sağlama özleminden kaynaklandığı bence şüphe götürmez. Burada h erkesin arzu ve isteklerini yansıtma amacına yönelik bir davranışla karşı karşıya olduğumuzu düşünebil i riz, oysa gerçekte "şeriat hukuku"nun gene ya peygamberlerin arzu veya özlemlerin i , ya da hukuk kuralları üzerinde uzlaşmaya çalışan düşünürlerin arzu ve özlemler in i d i l e get irdiği söylenebi l ir. İ nsan davran ışları n ı yönlendi rmeyi amaçlayan değer-yarg ı la r ın ı "özlemse! düşünüş"ün etkisinden kurtarmak mümkün olmasa gerek.
1 66
Özlemse! Düşünüş ve Başlıca Çeşitleri
4) Politika
Politika felsefesinin i nsanları "en mutlu" edecek toplum düzenini arayıp bulma çabası ndan kaynaklandığ ın ı belirtmiştim. Aynı toplumda yaşayan insanların bi rbirlerine karşı ahlak, görgü ve hukuk ku rallarına uygun davranmalar ın ın mutlulukları n ı artıracağ ı şüphe götü rmez , ancak toplumu yönetme biçimi n in de t>unda büyük rolü olduğu apaçık olsa gerek. Filozoflar ın oldum olası "En iyi yönetim biçimi hangisid ir?" sorusuna cevap vermeye çal ışmaları da bu kaygıdan kaynaklanıyor. N itekim, bencil bir zorbanı n veya dediğim-dedikçi b i r d iktatörün toplumu yönetmesiyle, b i lge kişilerden oluşan bir heyetin yönetmesi arasında toplumun mutluluğu bakım ından büyük bir fark olacağı apaçık olsa gerek. Benci l zorba, adı üstünde, sadece kendi keyfi ni ve ç ıkarını d üşünen, dolayısıyla yönetimi altındaki insanların ç ıkarları n ı istediği g ibi çiğneyebilen kişidir . Dediğim-dedikçi b ir diktatör ise halkın gerçek çıkarları n ı n nerede olduğunu bi ldiğine inanan, dolayısıyla onlar ın kendi çıkarları konusunda ne düşündüklerine aldırış etmeden "bi ldiğini okuyan" kişidir. Bir de şu var: Bir toplumu yönetme görevine halkın seçimiyle de gelmiş olsalar, bu yönetici ler bazen bilgisizlikleri, bazen yeteneksizlikleri, bazen de kişisel çıkarları yüzünden, toplumda tam bir kargaşa havası yarat ı lmasına, yurttaşların her türlü güven duyguların ı kaybetmelerine, böylece huzurlar ın ın kaçmasına yol açabil irler. Bir toplumu en çok huzursuz eden faktörlerden biri insanların "güven" duygusunu yitirmeleridir. Bir zorbanın ne yapacağı n ı n önceden bi l inememesi kadar, seçimle iş başına gelmiş devlet adamları n ın , başta ekonomik problemler olmak üzere birçok sosyal sorunun üstesinden gelememeleri de insanlarda güvensizlik duygusunun yerleşmesine yol açabi l i r ve bu durumda herkes "kendi başın ın çaresine bakmak"tan başka bir çıkar yol olmadığını düşünebilir,
1 67
Uğur Felsefe Öğreniyor
bu yüzden toplumsal dengeler altüst olabi l i r . Psikolojik aç ıdan en büyük huzursuzluk duygusu bundan kaynaklanır. Yarı n ın nelere gebe olduğunu tahmin edemeyen i nsanlar bazen büyük bi r karamsarl ığa b ile kapılabilirler. İçeride asayişin, dışarıda barış ın sağlanamaması bu tür b i r karamsarı ığın ana kaynağ ıdır.
D ine-dayalı ahlak sistemleri olduğu gibi , dine-dayal ı politik sistemler de vardır. Bu s istemlerde bazen halife i le kral aynı kişi olabiliyor. Ancak "şeriat"la (yani dini esaslarla) yönetilen İslam ülkelerinde devletin politik başı kim olursa olsun, ülkesi ni "şeriat hukuku" ile yönetmek zorundadır. Bu tür yönetimlerin en kötüsü devletin başında politik zorbal ıkla dini bağnazl ığ ı birleştiren biri (halife/sultan) bu lunanıdır . Ancak Humeyni gibi sadece ü lkesinin "dini" l iderliğini yüklenmiş biri de ülkesin in mutlak hakimi kesi lebilir. Nitekim, günümüzün iranı resmen "İslam Cumhuriyeti " adı nı taşıyor, ama Humeyni 'nin kendisi mutlak b i r diktatördü , dolayısıyla onun sözünden ç ıkmak kesinlikle ölüm cezasını göze almak demekti. Yüzbinlerce aydın bu yüzden hayatını kaybedecekti.
Bunları hatırlatmam ın asıl nedeni şu : Bazı insanlar topluma ille de kendi istek ve arzularını dayatmak istiyorlar, böylece toplum onların "özlemse! düşünüş" biçimini benimsemeye zorlarnyor. Bu tür totaliter denen rej imlerde sadece diktatörlerin de
ğer-yargıları "doğru" sayı ld ığ ı için , onları kabul etmeyenleri ko
vuşturmak bunların doğal hakkı gibi alg ı lanıyor. D inci diktatörlerin i nançlarına göre, dini dogmalar Tanrı tarafından peygamberlere "açıklanmış" olduğu için , onların doğruluklarından şüphe edilemez, dolayı s ıyla buna cesaret edenler şeytana kapı lm ış, kötü ruhl u kişilerdir, bu nedenle cezalandır ı lmayı hak ederler. Diktatörlerin tut umu da bundan pek farklı değildir, zira onlar da
1 68
Özlemsel Düşü nüş ve Başlıca Çeşitleri
savundukları değer-yargı ları n ı üstün sezme yetenekleriyle bulduklarına inan ırlar.
5) İdeoloji ler
'İdeoloji' sözcüğünün günlük di lde pek bel ir l i b i r anlamı olmadığı için, ben bu sözcüğü şu anlamda kullanmayı önereceğim: "Fi lozofları n d üşlediği ve insan mutluluğunu art ıracağ ı na inand ıkları ideal toplum düzen in i d i le getiren sistem li düşüncelerin toplamı."* Bu tanımdan anlaşı lacağ ı gibi , ideolojiler fikir üreten insanların eseri. Ayrıca filozoflar, olan bir düzeni deği l , olması nı özledikleri bir düzeni dile geti riyorlar, üstelik i r:ısan mutluluğunu en çok bu tür bi r düzenin artırabileceğine inan ıyorlar.
S ıradan adamın h içbi r alanda fiki r ü retemediğ in i , buna ne hevesi, ne zamanı , ne de yeteneği olduğunu bi rçok defa vurguladığ ımı hatı rl ıyorum. Bu insanlar içinde yaşad ıkları toplum düzeninden memnun olmad ıklar ı zaman bile daha iyi bir düzen o lup olmayacağ ın ı araşt ırmazlar , ancak d üzen açıkça onları mutsuz ediyorsa, ona karşı ayaklanı rlar. O zaman bile toplumu nası l yönetmeleri gerekeceğini çokluk bi lmezler. "Daha iyi bir toplum" özlemi de filozofların kalas ında uç verir.
İdealler özlemler in en arı biçimlerid i r, dolayıs ıyla en iyi toplum düzeninin nasıl bi r şey olacağ ın ı araştıran filozoflar ister istemez kendilerini hayale kaptı rı rlar . Ş üphesiz bunu yaparken bazı gerçek modellerden esinlendikleri olur, ama gene de burada özlemlerin payı gözlemleri n payı nı kat kat aşar. Ancak ideal bir toplum düzenin i araştı ran i nsan gerçek örneklerden ne kadar
* 'İdeoloji' sözcüğünü i lk de1a 1 796'da Destutt de Tracy adı ndaki Fransız düşünür "ideaların bilimi" anlamında kul lanmış, sözcük ondan sonra özellikle Marx'ın etkisi altında olumsuz bir duygusal içerik kazanmış. Ben yukarıda teklif ettiğim tanımla sözcüğe nötr bir anlam veriyorum.
1 69
Uğur Felsefe Öğreniyor
uzaklaşırsa, özlediği toplum düzeninin gerçekleşme şansı da o derece azalı r . Bü tü n kusurlarına rağmen, gerçek düzenler varılmış olan kültür düzeyinde "insanın doğas ı"na en uygun olanlarıd ır. Ancak kendileri s ı radan adama kıyasla çok daha kültürlü olan filozoflar anlaşılabi l i r bir safdi l l ikle düşledikleri düzenin çok kısa zamanda gerçekleştirilebileceğine i nanır lar.
a. Ütopik Toplumcuklar
Bunlar bazı fikir adamları n ı n öncülüğünde gir iş i lmiş ideal toplum denemeleridir. Bu tür denemelerin çok kısa ömürlü olduğu görülmüştür. 1 9. yüzyı lda Avrupa ile Amerika Birleşik Devletlerinin bazı yörelerinde bu tür denemeler yapılm ış , ancak en kabadayısı 5-10 yı l yaşamıştır. Ayn ı özlemlerle ve kendi özgür istemleriyle bir araya gelm iş insanların bu işi devam ettirememeleri insan doğasın ın sanıld ığ ı ndan da karmaşık olduğunu gösteriyor.
b. Total iter İdeolojiler
Kendi istekleriyle bir araya gelmiş olan, üstel ik sayıları bi rkaç yüzü geçmeyen bu i nsanların ideallerini gerçekleştirememiş olmalarına rağmen, bazı düşünürlerin mi lyonlarca değişik karakterde insandan oluşan bütün bir toplumu ortak bir ideal çevresinde birleştirebileceklerini sanmaları tari hin i lginç cilvelerinden biri olsa gerek. Gerçi 20. yüzyı l ı n ilk çeyreğinde bir i italya'da (Faşizm), öteki Almanya'da (Nazizm), üçüncüsü Rusya'da (Komünizm) olmak üzere Mussol in i , Hitler ve Lenin'in önderliği alt ı nda totaliter rejim le r k u rulmuş, hatta bunlar o ldukça uzun ömürlü olmuşlard ır , ama sonunda onlar da --tıpkı ütopik toplumcuklar gibi-- tarih sahnesinden si l inmişlerdir. Mussol in i mill iyetçi bir i deoloji ile, Hitler ırkçı/milliyetçi bir ideoloji ile yola ç ıkmış lar, ancak her ikisi de "demokratik ideoloji"yi benimsemiş olan ülke-
1 70
Özlemse! Düşünüş ve Başlıca Çeşitleri
ler karşısında yenilip tarihe karışmışlardır. İçlerinden en uzun ömürlü olan komünizm ise bir deyime kendi ağı rl ığ ın ı taşıyamadığ ı için çökmüştür.
Diktatörlüklerin başlangıçta başarı l ı olmaları n ı n nedeni saf ve bilgisiz halkı n öneml i bir bölümünü (bunun çoğunluk olması gerekmiyor) retorik ve propaganda, hatta beyin yıkama yöntemleri ku l lanarak kendi ideal topl um anlayışları n ı n doğru olduğuna ikna edebi lmiş olmalarıdır. Dini ideolojilerde olduğu gibi, politik ideolojilerde de sıradan adamı ikna etmenin en etkili yolu onlara en büyük özlemlerinin gerçekleşeceği konusunda umut vermek
ti r. Mussol ini de, Hitler de konuşmaları ndaki ustal ıkla halkı büyüleyebiliyor, hatta onları "dünya cenneti"nin yakı n olduğuna ikna edebiliyorlard ı . Bu arada halkı pohpohlamak, övmek, hep onun nabzına göre şerbet verir g ib i görünmek onları kendilerine bağlamak açısından çok etki l i oluyordu . Şarlatanlar da aynı yöntemleri kul lanarak saf ve aptal i nsanlara f iki rler ini satm ıyorlar m ı?
Ben gene de konumuz açısından Marxç ı , dolayısıyla onun
uygulanmış bir biçimi olan komünist ideoloji üzerinde uzunca durmayı gerekli görüyorum.
Marx' ı n "ütopik sosyalistler" diye küçümsediği kişi lere yönelttiği eleştiri leri gözden geçirmek "özlemse! düşünüş"ü daha iyi anlamak açısından bize bazı ipuçları verebil i r. Fourier ve Owen gibi düşünürlere yönelttiği eleşt i ri lerin başında Marx bu insanların fazla "hayalperest" (düş-kurucu), yani olmayacak duaya amin diyen kişiler olduğunu önemle bel irtir. Onları "ütopyacı" olmakla suçlamasın ın da sebebi b u . Marx'a göre, şartlar elvermedikçe herhangi bi r düşü hayata geçirmeye kalkmak çı lgınl ık değilse bi le düpedüz aptall ıkt ı r . Ütopik toplumcukların pek k ı -
1 71
Uğur Felsefe Oğreniyor
sa ömürlü olmaları da bunu kanıtlamıyor mu? Peki, öyledir diye iki elimizi kol umuzu bağlayıp olup bitene (tarihin akışına) seyirci mi kalacağ ız? Elbette hayı(, ama şartların olgunlaşmasını beklemek de şart. Biz ne yapsak, ne etsek tarihin gidişini zorla değ iştiremeyiz, bu nedenle "devrim"in kaçını lmaz olacağ ı anı sabırla durup beklemeliyiz. Akıl ve sağduyu bunu emrediyor. Biz ancak tarih in "doğum sancıları n ı " hafifletmeye çalışabi liriz.
Marx'ı n muhtemel devrimcilere yaptığı bu uyarı i lk bakışta akla-yakın görünüyor. Nitekim, bu tavrıyla Marx "ütopik sosyal izm"e karşı kendi "bil imsel sosyalizm"ini ç ıkarttığ ı inanç ve iddiasında. İyi de, ideoloj ilerden biri olan sosyalizm aynı zamanda "bilimsel" olabilir m i? Açıkça görüldüğü gibi , Marx sosyalizmin ne zaman gelip çatacağı n ı önceden bi lebileceğimiz kan ısında; üstelik ona göre insanlar isteseler de, istemeseler de sosyalizm yakı nda gelecektir , dolayısıyla onu zamanından önce gerçekleştirmeye kalkmak, tarihe ve sosyal gerçeklere gözlerin i kapat ı p kendin i düşlere kaptırmaktır, oysa düşünceyi bir yana itip düşlere dalmak d üş-kı r ıkl ığ ın ı bile bile davet etmekti r .
İyi de, Marx geleceğin nelere gebe olduğunu nasıl, nereden biliyor? Kendisi "kehanet"i (prophecy) reddettiğine göre, bunun bilimsel bir örneğ i olması gerekir, öyle değil mi? Evet, Marx da zaten gözlemlerine dayanarak, tarihin gidişine bakarak geleceğ in ne tür sosyal/ekonomik/pol i t ik gelişmelere gebe olduğunu önceden görebildiği iddiasında. Burada onun "diyalektik materyalizm" dediği şeyin nası l bir şey olduğunu açıklamama imkan yok, ancak kapital ist sistemin bu gidişle yakın bir gelecekte kendi mezarın ı kazacağ ından emin. "Proleterya diktatörlüğü" dediği kısa bir dönemden sonra sosyal adaletsizl ik ve ekonomik eşitsizl iklerle birlikte devletin varl ığ ına da gerek kalmayacak, devle-
1 72
Özlemse! Düşünüş ve Başlıca Çeşitleri
tin ortadan kalkmasıyla birlikte insanoğlu tüm özgürlüğüne kavuşacak, böylece bütün insanl ık için çok mutlu bir dönem, hem de artık sonsuza kadar sü recek olan b ir dönem başlayacak. "Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine!" demenin tam sı- .
rasıdır.
Baz ı mythos'larda insanl ığın vaktiyle bir "Altın Çağı" yaşamış olduğu hikaye edil ir. Sanırım, Marx'ın gelecekte olacaklarla i lgil i mythos'u bu eski mythos'dan da çekici, zira birincisi insanı karamsarlığa sürüklediği halde, Marx'ı n anlattığı "düş dünyası" geleceğe i l işkin olduğu için daha bir çekici , hatta heyecan verici.
Nitekim, Marx'tan bu yana geçen bir buçuk yüzyıl l ık süre boyuncc;ı binlerce ayd ı n , filozof ve de b ili m adamı onun anlatt ığ ı mythos'un etkisinden kendilerin i ku rtaramam ışlar, hatta bazıları üzerinde Marxçı l ık entellektüel bir "uyuşturucu" etkisi yapmıştır. Onun bi r uygulaması olan komünizm çöktüğü halde, bu etkiden kurtulamayanlar da var. Onlara sorarsanız, komünizmin Marx' ı n ideoloj isiyle uzaktan yakı ndan bir ilgisi yoktur, hele Stal in ona tamamen i hanet etmiştir. Neden ? İ nsanl ığ ı tam bir özgürlüğe götürmesi beklenen sosyalizm yerine her türlü özgü rl üğü yok eden, Gulag Takımadalarına sürdürdüğü milyonlarca i nsana ha· yatı zindan eden bi�diktatörlük kurduğu için! Komünizme yürekten inanmış insanlara bu acımasız diktatörlüğün Marx'ı n yanlış
bir bi l im anlayışından kaynaklandığ ın ı kabul ettirmek imkansız gibi görünüyor. "Tükürdüğünü yalamamak" totaliter bir ideolojiye
bağlananların ortak davranışı olsa gerek. Marx'ın ş iddetle eleş
tirdiği "ütopyacı sosyalistler" toplumsal denemelerinin başarısızl ığa uğradığ ın ı görünce de belki düşlerin in doğru luğuna olan inançlarını yitirmemişlerdi , ama onlar hiçbir zaman bu düşü zorla devam ettirmeye de kalkmamışlard ı . Stalin ise yaln ız kurduğu
rejime karşı ç ıkanları temizlemekle yetinmeyecek, onu eleştiren-
1 73
Uğur Felsefe Öğreniyor
leri "sapkın l ık"la suçlayıp kovuştu racak, hatta "şüpheci" bir tavır alanları ya Sib i rya'ya sürdürecek, ya da akı l hastanelerine kapatacakt ır. Bi l imde eleştiri ve şüphe yanı lmaya karş ı koruyucu yöntemler olarak yüreklendiril i r, ancak totaliter ideoloj i lerde bunun tam tersi geçerl idir: Onu eleştirmek de, şüphe konusu yapmak da bir suçtur, zira bu kesinl ikle doğru olanı bi le bile reddetmek anlamına gelir. Bu tutumu burada "saplantı" hal i n i alm ış "özlemse! düşünüş"ün "hükmetme tutkusu" ile el ele vermesinden başka bir şekilde açıklamak mümkün mü? Bi l imde bir teori ancak hemen hemen tüm eleştirilerin sustuğu zaman "yeterince belgelenmiş" sayıl ı r, oysa totaliter ideolojilerde Führer'i n , Duce'nin veya Büyük Şef'in ortaya att ığı politik öğreti doğrudur, yanl ışlanamaz, onu yanl ışlamaya kalkmak, hatta yani ış olabileceğini ima etmek suçtur.
c. Demokratik İdeoloji
Marx' ın "ütopyacı sosyalizm" diye küçümsediği yaşam tarz ı , komünizmle kıyasland ığ ı nda insana ne kadar daha sempatik, ne kadar daha gerçekçi görü nüyor, öyle değil mi? Küçük b i r grup i nsan kendi öz istemleriyle bir araya gel i p özledikleri ortak b i r yaşama biçim in i hayata geçirmek istiyorlar, ancak özlemlerinin hiç de sandıkları gibi "ortak" olmadığ ın ı anlayınca, bu sevdadan vazgeçiyorlar. Bence son derece gerçekçi bir davranış bu, üstelik de oldukça "bi l imsel", z i ra deneme başarısızl ıkla son uçlanınca kimse kimseyi "davaya ihanet" ile suçlamıyor. Demek ki, içlerinden "Ben bu i ş i n doğrusunu bil iyordum, ama içimizdeki bazı b i lg is izler, hatta kötü niyetliler işi bu raya getirdi" diyen biri çıkmıyor! Burada demokratik düşünüşün de i lk izler in i görmek mümkün.
1 74
Özlemse! Düşün üş ve Başlıca Çeşitleri
Demokrasi de bir ideolojidir, yani belli bir toplumsal yaşam özlemini dile getirir. Bazı filozoflar uzun süre insanlar ın en çok mutlu olabileceği topl um düzeninin hangisi olabileceğini düşünmüşler, kendi yaşam denemelerini de göz önünde tutarak, bunun bugün "demokrasi" diye adlandırdığımız yaşam biçimi olabileceği sonucuna varmışlar. Yaln ız aynı ağacın iki yaprağı bile t ı pa t ıp birbirin in benzeri olmadığı gibi, başka başka ruhi ve zihinsel yeteneklerle donanmış , değişik çevrelerde, farklı etkiler altında yetişmiş iki insanın ayn ı toplumsal düşü kurmaları da söz konusu olamaz. "Demokrasi"den tıpı tıpına aynı şeyi anlayan bir "semantik ikiz" bulmak da mümkün değildir. Sizin anlayacağınız , insanlar ın "demokrasi anlayışları" da birbiri nden oldukça farkl ı , hatta bazen bu fark bir bağdaşmazl ığa kadar varabiliyor.
Buna da şaşmamal ı , zira yeni bir ideoloji genellikle var olan b i r politik düzenden hoşnutsuzluğun sonunda ortaya çıkar, dolay ısıyla her şeyden önce eleşti r i len düzenin kusurlarını gidermeye önem verir. Örneğin mevcut düzenin baskıcı oluşu dayanı lmaz boyutlara varmışsa, bir filozofun oturup insanları bu baskıdan kurtaracak olan yeni bir düzen arayış ına girmesi doğaldır ; eğer bir toplumda sosyal adaletsiz l ik veya ekonomi k eşits izl ik çoğunluğu rahatsız edici bir hal almışsa, filozofun bu durumdan ku rtu lmanın çarelerin i araması kaçın ı lmazd ı r. Demek istediğim, hiçbir ideoloji filozofun fildişi kulesinde gördüğü "soyut" b i r düş değildir. Ancak gene de her fi lozofun toplumda i lk adımda gideril mesini gerekli gördüğü kusurlar başkaları n ı nkinden farklı olabi l ir . Düşlenen yen i toplum düzenine başka (yeni) bir ad verilmesin in de ana gerekçesi, insanlarda bu düşün gerçekleşebileceği umudunun uyandı rı lmak istenmesi olsa gerek.
Bu söylenenlerden şöyle bir sonuç çı kıyor: Bugün "demokrasi" ad ın ı verdiğimiz ideolojinin tek bir yaşama biçimini di le getir-
1 75
Uğur Felsefe Öğreniyor
diğini, dolayısıyla 'demokrasi ' sözcüğünün tek bir (doğru) anlama geldiğini düşünmek yanl ıştır. Değişik f i lozoflar aynı sözcük altında birbirinden oldukça fark l ı yaşam biçimleri düşünmüşlerdir. Bütün bu değişik demokrasi anlayışları n ı burada bir bir sergilemem söz konusu deği l , ama bun lardan en önemli gördüğüm birkaç ı na, terimin tarih boy�nca geç i rmiş olduğu aşamaları göz önünde tutarak, dokunmaya çal ışacağ ım. Ancak hepsinde özlemsel düşünüşün ağı r bastığ ı n ı bir defa daha hat ı rlatmak isterim .
'Koyun' ve 'keçi ' , ·Çatal' ve 'b ıçak' sözcüklerin in üç aşağı beş yukarı herkesçe aynı nesneleri göstermek amacıyla kullanıld ığ ı na bakarak, 'demokrasi' sözcüğünün de herkes iç in aynı anlama geldiği ni düşünmek daha önce sözünü ettiğim kavramcı lığın bize dayatt ığ ı yanl ış bir varsay ımdı r. İnsanoğlunun bazen korktuğu, ama çoğu zaman düşlediği bir yaşam biçimi olan "demokrasi"nin özlemsel düşünüşten etkilenmemiş olması imkansız görünüyor. Ancak gene de bu sözcüğün,
( 1 ) Perikles dönemi nde At ina demokrasi i le yönetiliyordu
cümlesinde olduğu gibi , salt tasvir-edici bir amaçla kul lanı lması h iç de imkansız değil . N itekim ( 1 ) tarihi bir olguyu dile getiren b i r cümle, bu nedenle de doğru veya yanl ış olduğunu saptamak mümkün . Ama biri çıkıp da,
(2) Perikles'in dönemindeki yönetim biçimi gerçek bir demokrasi değildi
diye itiraz ederse, o zaman o kişinin bu terimi daha çok kendi demokrasi an layış ın ı dile getirmek amacıyla kullandığ ın ı tahmin edebi l i riz.
1 76
Özlemse! Düşünüş ve Başlıca Çeşitleri
'Demokrasi' sözcüğünü i lk in kim in , ne amaçla kullandığ ın ı bi lmiyorum, ama Perikles zaman ı nda Atina'daki yönetim biçimine "demokrasi" dend iğ ini bi l iyoruz .* Ancak daha o günlerde olumsuz bi r anlamda da ku l lanı ld ığını hat ı rlatmak isterim. Her halde kendi zamanları ndaki yönetim şekl in i h iç beğenmemişler ki , özell ikle Platon, ondan sonra Aristoteles bu terime kötü bir anlam yüklemişler. Aristokrat bir ai lenin çocuğu olan Platon hayran olduğu hocası Sokrates'in demokratlar tarafı ndan (hem de halk meclisi üyelerin in çoğu nluğu taraf ından) ölüme mahkum edilmiş olmasın ı b i r türlü içine sindiremediği iç in , çoğu cahil ve sorumsuz i nsanlardan oluşan halk ın oyuna başvurman ı n demokrasini n en zayıf ve bağ ışlanamaz yanı olduğunu düşünmüş ve bu tür bir demokrasiye neredeyse düşman kesilmiş.'* Ancak gerek Platon, gerekse Aristoteles' i n yorumlarına göre, demokraside "özgürlük" neredeyse bu rej imin temel özell iği.
Bütün Ortaçağ boyunca demokrasiden söz eden tek filozof Aqu ino 'lu Aziz Thomas; o da her halde Aristoteles'in hayranı olduğu için onunkine benzer bir politik düzeni savunuyor. Ondan sonra bu konuda yeni zamanlar ın baş ında Hobbes --kendisi mutlak kral l ık taraftar ı o lduğundan-- 'demokrasi' sözcüğünü olumsuz bi r anlamda, buna karş ı l ı k çağdaşı Spinoza olumlu, hatta övücü bi r anlamda kullanıyor. Amerikan ve Fransız devrimlerine gelinceye kadar pek çok filozof, bu arada ö rneğin Alt-
* Yunanca 'demos' (halk) sözcüğü i le 'krate ın ' (yönetmek) sözcüğünün birleştirilmesinden oluşan ve kök anlamı "halk yönetimi" olan bu sözcük besbelli ki daha çok politik bir anlamda kullanı lmış. Nitekim Atina'da devlet yönetiminde görev alanlar özgür (yani köle olmayan) halkın seçimiyle iş başına geliyorlarmış. Bu arada hakim veya idareci l ik gibi görevlerin kur'a veya sı rayla verildiği de anlaşı l ıyor.
•• Kari Popper "Open Society and lts Enemies" adlı kitabında bu temayı uzun boylu işler ve bütün kusurlarına rağmen "en iyi" yaşam biçiminin demokrasi olduğunu savunur.
1 77
Uğur Felsefe Öğreniyor
husi us, Locke, Montesquieu ve Rousseau gibi fi lozoflardan kimi demokrasiyi övüyor, kimisi onu yeriyor. B ir ve aynı sözcükle adland ır ı lan bir politik düzenin bazılarınca övülmesi, başka bazılarınca yeri lmes i size biraz garip görünmüyor mu?
Gerçi 'kedi ' ve 'köpek' gibi "tasvir-edici" sözcükler öbeğine koyduğumuz sözcükler de bazı insanlarda olumlu , bazılarında olumsuz çağrış ımlar uyandı r ı r, ama kimse bu gibi sözcüklerin ne tür nesnelere u ygulanması gerektiği konusunda bir başkası ile tartışmaz. Kedi sevenler iç in 'kedi' sözcüğü her tekrarlanışında hoş duygular uyandırı r, sevmeyenler ise ne zaman bu sözcüğü duysalar bundan rahatsız olurlar. Ayn ı şey elbet 'köpek', hatta 'b ıçak' sözcükleri için de geçerl i . Hiç kimse --çok istisnai durumlar dış ı nda-- kendisine bir köpek gösterildiğinde ,
(3) Bu gerçek bir köpek değil
gibi bir iddiada bulunmaz, ama,
(4) Gerçek demokrasi sosyal adalet ve ekonomik eşitlik sağlayanıd ı r
diyen pek çok insan var. işte bu durumda 'demokrasi' sözcüğünün ideolojik b i r amaçla kullanıldığ ı n ı görüyoruz.
Amerikan ve Fransız devrimleri n in fikir babaları olan fi lozoflar 'demokrasi' sözcüğünü "insan özgürl üğünün s ın ı rlarını olabildiğince genişleten" bir rej imin adı olarak kullan ıyorlard ı . Bil indiği gibi , eski rejim, yani mutlakiyetçi (dediğ im-dedikçi) kral l ık f ikir özgür lüğü bakımından da, ticari i l işki ler bakım ından da kısıtlayıc ı bir rej imdi. Hiçbir kitab ın devlet sansürcüsünün onayını almadan bas ılmadığ ı bir dönemde yaşayan filozofların ası l işleri fikir ve bi lg i ü retmek olduğu için, devletin uyguladığı sansür yöntemlerinden "i l lal lah ! " demişlerdi, dolay ıs ıy la onları n gözünde böyle-
1 78
Özlemse! Düşünüş ve Başlıca Çeşitleri
sine baskıcı b ir rejimin egemen olduğu b i r toplumda insanların mutlu olması düşünülemezdi. Ticaret erbabı da devletin koyduğu gümrük duvarları yüzünden istediği gibi ithalat ve ihracat yapamamaktan şikayetçi idi. "Laissez faire, laissez passeı" sloganı da bu tür kısıtlamalara karşı mücadelenin parolası durumundayd ı . Bu ve benzer gerekçelerle, insan ın kendin i yönetecek olanları kendi seçeceği b i r rejime 'demokrasi' veya 'cumhuriyet' ad ının verilmesi uygun görüldü. Burada "politik özgürlük" hem fikirlerin , hem de malların serbestçe al ı m-sat ım ına imkan verecekti. Zengin fakir, güçlü güçsüz, her insan baskısız, kısınt ısız, özgür bir ömür sürmek ister, bu nedenle özgü rlüğü en temel amaç gibi sunan "demokrasi"nin özlem konusu olmasında garipsenecek bir yan yoktur.
Yaln ız mutlu olmak için özgürlüğün her zaman yeterli olmadığı da bir gerçek. Amerikan, hele Fransız devrimiyle birl ikte gelen özgürlük havası birçok insanın başını döndürmüşse de, haksızl ık, adaletsizlik, eşitsizlik bunu kısa zamanda unutturmuştur. Aristokrasi n in yıkı lmasıyla b i rl ikte, gerek fi kir, g erekse ticaret alanında pek çok kısıtlayıcı duvar yıkılm ış, seçim sistemlerinin yayg ın l ık kazanmasıyla birçok ülkede medeni/politik özgürlük s ın ırları büyük ölçüde genişlemiş, gümrük s ı n ı rların ı n kalkmasıyla ticaret burjuvazisi iyice palazlanmış, bunların önayak olduğu sermaye birikimi büyük sanayinin gelişmesini h ızlandı rmış, bu da sonunda büyük b i r işç i s ın ı f ın ın doğmas ına yol açmışt ı r. Kazançları n ı n büyük bir kısm ın ı yeni yatır ımlar yapmak için sanayie aktaran kapitalistler, çok ve çabuk kazanma hırsıyla işçi s ın ıf ı n ı açl ı k s ın ırında yaşamaya mecbur etmiş, bilgisi ve kül türü olmad ığı için politi kada sesini duyuramayan bu kesim neredeyse "yeni kölelik" diyebileceğimiz bir duruma düşmüştür. Fi lozofların önayak olduğu özgürlük n imetlerinden onlar yararlanama-
1 79
Uğur Felsefe Öğreniyor
yınca, demokratik özgürlüklerin ancak kültürlü ve zengin i nsanların işine yarad ığını iddia eden Marx ve Engels gibi fi lozoflar sökün etmiştir.
Bu filozofların "burjuva demokrasisi" diyerek fakir halk ve işçi kitlelerin in gözünden düşürmeye çalışt ıkları demokratik rejimle
rin aleyhine dönmelerini anlamak güç olmasa gerek. Onların gözünde bu tür rejim ler sosyal adalete ve ekonomik eşitliğe yer vermediklerinden, toplumun mutluluğunu artırmak şöyle dursun , en kalabal ık ha lk kesim leri n in , yani köylülerin , dar-gel irl i ler in , ama özellikle proleteryanın geçmiş dönemleri arayacak duruma düşmelerine neden olmuşlard ı r. Onların gözünde acımasız bir kapitalizmin kültür burjuvazisi ile elele verdiği b i r "demokrasi"nin h iç de özenilecek bir yanı olmadığ ı ndan, 'demokrasi' sözcüğü de başlangıçtaki olumlu anlamın ı yitirmiştir. Bundan böyle pek çok insanı n düşlerini 'sosyal izm' ve 'komünizm' sözcükleri süsleyecektir.
Her insanın , dolayısıyla her toplumun özlemleri, içinde yaşadıkları şartlara göre değiş i r. Gerçi bu son andığ ım terimler bel l i b ir ölçüde 'demokrasi' sözcüğünü sollayacaklardır, ama A.B.D.,
İngiltere , hatta Fransa gibi ü lkeler vahşi kapital izmin açtığı yaraları bir ölçüde sarabildiği için, onlar ı n gözünde 'demokrasi' terimin in eski anlam ından fazla bir şey kaybetmed iğ in i görü rüz. Bu Sözcüğün eski olumlu anlamını hiçbir zaman yitirmediğ i bir ülke var, o da AB.O . . * İki nci Dünya Savaş ından önceki y ı l larda üç total iter ideoloji insanların bağl ı l ığ ı n ı kendilerine çekmek istiyordu : Faş izm, Komünizm ve Nazizm. Bunlardan Faşizm ile Nazizm bir yandan kendileri gibi totaliter b ir ıdeoloji olan Komüniz-
* Bu konuda özellikle bkz. Alexis de Tocque, ille, "De la Democratie en Ameriq ue", 1 832.
1 80
Özlemsel Düşünüş ve Başlıca Çeşitleri
me, öte yandan l iberalist bir hayat anlayış ını kurulduğu günden beri kavgası z ve devrimsiz sürdürmeyi başaran Amerikan demokrasisine düşmand ı . Bil indiği g ib i , Faşizmle Nazizm birleşmiş, bir yandan A.B. D.nin ağırl ığ ın ı koyduğu Batı demokrasileriyle, bir yandan da bu demokrasilerle kader birl iği yapmış olan Sovyetler B i rl iği 'ne karşı savaşmış, ama sonunda yenil ip tarih sahnesinden s i l inmişlerdi. Komünist Rusya ile uyduları olan Doğu Bloku Ülkeleri bundan bir sü re önce ideolojik ağırlıklarını taşıyamaz duruma geldikleri için kendi kendilerine çökmüşlerdir. Bugün dini totaliterizmle yönetilen İslam ülkeleri d ışında demokrasiyi reddeden komünist Çin (Kız ı l Çin) i le Küba g ibi aynı ideolojiyi sürdürmeye çalışan bi rkaç ü lke kalm ış bulunuyor. Askeri diktatörlüklerle yönetilen ülkelerin durumu ise belirsiz. İçlerinde demokrasiye meyledenler de var, komünizme meyledenler de. A.B .D. nin yardı mına muhtaç olanların sonunda demokrasi cephesine geçmeleri ihtimali çok fazla. Sözün kısası , gelişmeler demokrasiden yana gibi görünüyor. Her halde yaşam savaşında en başar ı l ı olanlar "demokrasi"yi seçmiş olanlar. Bunu gören geri-kalm ış ü lkeler in "Amerikanvari" bir demokrasiye özenmemeleri mümkün deği l . Diktatörler daima kestirme yoldan amaçlarına varmak isterler ve onları akılları ndan çok hı rsları yönlend i rdiğinden, bir bakıma kendi kendi lerini başarıs ızl ığa mahkum etmiş oluyorlar.
Burada ası l amacım son politik/ekonomik gelişmeler hakkında "ahkam kesmek" deği l , belli bir yaşam biç imini dile getiren 'demokrasi' terim i n i n tarih içinde nasıl anlam değiştirdiğini vurgulamak. Her üç diktatör lük için de "demokrasi" hiç de heves edilecek bir reı im değildi . Özel l ikle komünist lerin gözünde demokrasiler "özgürlük" aldatmacası altı nda i nsanları sömürmekten başka bir amacı olmayan rejimlerdi. Ama ne zaman ki Rus-
1 8 1
Uğur Felsefe Öğreniyor
ya savaş sonrasında kapitalist dünya ile "barış içinde" yaşamaktan başka çare olmadığ ın ı anlad ı , o zaman eskiden olduğu gibi demokrasileri aşağ ılayacak yerde, asıl kendi sisteminin "gerçek demokrasi" olduğunu iddia etmeye koyuldu. Doğu Bloku Ülkeleri de aynı stratej iyi uygulamaya başladılar. İnsanın ası l mutluluğunu sosyal adaletle ekonomik eşitlik sağlad ığına göre, gerçek demokrasiyi ancak komünist ideoloji gerçekleştirebilirdi.
'Demokrasi' sözcüğünün nasıl içerik değişti rdiğini anlamak için "Soğuk Savaş" yıllarında UNESCO'nun önayak olduğu bir "soruşturma"nı n (anket) sonuçlarını gözden geçirmekte yarar görürüm.* Zaman ın her iki bloğunda yaşayan ünlü filozof, sosyolog, ekonomist ve siyaset bilimcilerine "demokrasiden ne anladıkları" soruluyor. Komünist ideolojiyi benimsemiş olanlar (hangi ülkenin yurttaşları olurlarsa olsunlar), ağız birliği etmiş gibi , (4) önermesini dile getiriyorlar. işin bence en ilginç yanı, eskisi gibi demokrasiyi küçümseyen, hatta düpedüz aşağılayan sözler edecek yerde, asıl (gerçek) demokrasilerin "halk demokrasileri" olduğunu ve bunun tarihte ilk defa olarak komünist Doğu Bloku Ülkeleri tarafından gerçekleştirilmiş bulunduğunu iddia etmeleri!
d. Totaliter İdeolojiler ve Demokrasi
Sosyal isVkomünist yazarların sosyal adaletle ekonomik eşitl iğin insanoğlunun mutluluğunda özgürl ükten daha önemli bir rol oynadığ ına inandıklarını gördük. Eğer insanlara sadece özgürlük veri r de, bu faktörleri ihmal ederseniz, elbette mutlu olamazlar. Ancak bunun tersi de geçerl i : i nsana h iç özgürlük tanı maz da, sadece sosyal adalet ve ekonomik eşitlik sağlarsan ız, onlardan gene mutlu olmaları nı bekleyemezsiniz. Demek ki, insanlara bu nimetleri n her birinden yeterince sağlamanız gerekiyor.
• Bkz. "'Democracy in A World of Tensions", UNESCO, 1 956.
1 82
Özlemse! Düşünüş ve Başlıca Çeşitleri
Ne var ki, özgürlüğü en çok vurgulayanlar fikir-üreticileri id i , zira fiki rlerinin piyasada serbestçe dolaşması onların işine geliyordu. Belki fikir üretmeyen insanların karnını iyice doyurur ve onlara sosyal adaletin nimetlerinden yeterince !att ı rırsanız, mutlu olma şansları n ı büyük ölçüde artırabilirsiniz, ama her insanın gene de belli bir ölçüde özgürlüğe ihtiyacı vardır. Giyeceği elbiseyi, yiyeceği yemeği, oturacağı yeri, yapacağı işi, okuyacağ ı kitabı, dinleyeceği veya izleyeceği istasyonu canı istediği gibi seçebilmesi mutlu olmasın ın asgari şartları olsa gerek. Komünizm bunlardan gerekli gördüğü ilk iki şartı yerine getirmeye çalışm ış, ancak özgürlük şartı n ı alabildiğince kısıtlamak zorunda kalmıştır. Total iter bir s istemle yönetilen bir ülkede özgürlükleri n kıs ıt lanması kaçını lmazdır, zira insanların nasıl duyması , d üşünmesi ve davranması gerekeceği baştakilerin keyfine kalm ıştır.
Buna karş ı l ı k, demokrasilerde bi reyleri bu konu larda elden geldiği nce serbest b ı rakmak sistemin temel ilkesidir. Nitekim, Batı demokrasilerinde bu şart büyük ölçüde gerçekleştirilmiş, ama öteki iki şart bir hayli i hmal edilmiş, daha doğrusu devletin görevleri aras ında yer almamı şt ır. Bunda devletin bi r "polis" devletine dönüşme kaygısı etkil i olduğu gibi, belki kapital istlerin işgücünü istedikleri fiyata satın alma arzusu da rol oynamış olabilir. Kapitalistlerin bu sat ı n alma özgürl üğünün çoğu kapital istlerce kötüye kullanıld ığ ın ı , bu yüzden işçi sınıf ı n ı n çok güç bir duruma düştüğünü gören bazı düşünürler, toplumun toplam mutluluğunu azaltan bu durumu düzeltmek için işçinin de işgücünü istediği fiyata satabilme özgürlüğüne kavuşturulması gerektiğ in i savunmuşlar, bundan da "sosyalizm" dediğimiz pol i tik/ekonomik öğreti doğmuştur. Bu anlamda sosyal izmi demokrasinin "özgürlük" ilkesini çiğnemeden sosyal adaleti ve ekonomik eşitliği gerçekleştirme g i riş imi sayabiliriz.
1 83
Uğur Felsefe Öğreniyor
Sın ıflar-arası çıkar çatışmaların ın giderilmesi bazen Hegel'in diyalektik adın ı verdiği bir süreçle mümkün olmaktad ır. Nitek im, büyük sanayinin doğup gel işmesi bugün "vahşi kapital izm" jenilen, patronları n işçinin emeğini en ucuza sat ın alabildiği sisteme yol açmış, ama bu sistemin çekilmez hale gelmesiyle sendikacılık hareketleri uç vermişt ir; bu şekilde hem özgürlük ideali zedelenmemiş, hem de sosyal adalet ve ekonomik eşitlik i l keleri bir ölçüde yaşama geçiri lebilmiştir. Böylece sosyalist düşünürler i nsanoğlunun bu iki temel özlemini uzlaştırmayı başarmışlardır. Ancak, unutmayalım ki, başlangıçta işgücünü istedikleri fiyata satın almaya al ışmış olan kapitalistler bu şekilde özgürlüklerinin elden gideceği gerekçesiyle sosyalist fikirlere karşı ç ıkmışlar, hatta bu fikirleri yayanların kovuşturul ması nı istemişler, ama sonunda sosyalistler görüşlerini topluma kabul ettirmeyi başarmışlardır.
Nitekim, Mussolini Faşizmi, Hitler ise Nazizmi halka benimsetebilmek için en güçlü gerekçe olarak sosyalizmi öne sürmüşlerdi.* Avrupa'da sosyalizme en çok bu üç diktatörlüğün sahip çıkmış olması üzerinde dikkatle durulması gereken bir olgu. Her üç so:ıyalist ü lkenin de değişik gerekçelerle fikir, dolayısıyla davranış özgürlüğünü neredeyse yok etmesi i nsanların özgür olmadan da mutlu olabileceği varsayımına dayan ır. Faşizmle Nazizmin bu varsayımı pek yanlışlamadıklan anlaşılıyor, nitekim halk sonuna kadar Duce ve Führer'lerinin peşinden gitmiştir. Bu rejimlerden en çok şikayetçi olanlar fikir ve sanat adamları idi. Buna rağmen
* 'Nazizm' sözcüğü 'National·Sozialismus' deyimi nden türeti lmiş bir kısaltma olup daha çok Hi!ler'in uyguladığı sosyalizmi dile getirir. Almanya'ya i lk gittiğim gü nlerde ev sahiplerine Alman milletinin Hitler gibi bir "deli"nin peşinden nasıl gitmiş olduğunu sorduğumda, şu cevabı almıştım: "Hitler halk için çok şeyler yaptı da ondan!"
1 84
Özlemse! Düşünüş ve Başlıca Çeşitleri
onlardan bile bir bölümü seslerini ç ıkarmamayı, hatta gerektiğin de "Heil Hitler!" demeyi tercih ediyorlardı. Eğer bu iki ülke İkinci Dünya Savaşı nda Batı demokrasilerine yenilmeselerdi, belki bu durum daha uzun bir süre aynen devam edecekti. Mussolini ile Hitler'in kendi taraftarlarının yalnız karınlarını değil, kafaların ı da doyurmayı başarm ı ş oldukları anlaşılıyor.
Aynı şey komünist Rusya için haydi haydi geçerl i . Bu ülkenin s avaşı kazanması aynı zamanda "komün izm"in de zaferi sayı l mış, Sta l in neredeyse bir "kahraman", hatta bir "kurtarıcı"
ilan edi lmişti . Halkın nezdinde gittikçe itibarı artan Stalin Marxist öğretinin kendi yorumunu eleştiren, hatta bu öğretin i n doğruluğundan biraz şüphe etme cüretini gösteren kim varsa hapse att ı rm ış , Sibirya'ya sürdürmüş veya düpedüz "temizletmişti . " Kurduğu sistem, özü gereğ i , ne fikir özgürlüğüne, ne onun doğal bir sonucu olan yöneticileri seçme, hatta ne de "sendika kurma" özgürl üğüne izin verebilirdi. Diktatör kendi kendini seçen kişi demektir; hele bir gücünü halka kabul ettirdi mi, onun her arzu ve emirl erine boyun eğmek şartt ı r. Batı demokrasilerinde yurttaşlar yönetici leri ni kendi el leriyle seçmek, beğenmediklerini de gene kendi istekleriyle değiştirmek i mkanı na sahiptirler. Ülkenin yönetimi konusunda ayn ı görüşleri paylaşanlar bir araya gelip bir parti kurabil ir ve iktidar için birbirleriyle yarı şabil irler, oysa Stal i n buna izin vermek şöyle dursun, tek parti içindeki muhaliflerini vatan hainliğiyle suçlatıp temizletecektir.
Her şeyin doğrusunu o b il i r, dolayıs ıyla ondan farklı düşünenler salt hainliklerinden ötürü öyle düşünüyorlard ır, dolayısıy la temizlenmeleri "vacip"tir.
Stalin herhangi bir ciddi muhalefetle karşı laşmadan, hatta herhangi bir suikast girişimine hedef olmadan rahat döşeğinde
1 85
Uğur Felsefe Öğreniyor
öldü, arıcak diktatörlükle yönetilen her ülke yapıs ı gereği çök
meye mahkumdur. Nitekim Rusya'da ve uydularında hiçbir eleştiriye izin verilmediği için yanlışlar çığ gibi büyümüş ve sonunda düzeltilemez boyutlara vardığı için sistem içinden çökmüştür. Özlemlerin aşırı bir hal alması gerçeklerden uzaklaşma tehlikesini birlikte getirir, bu da sonunda sistemin çökmesine yol açar. D ış düşmana karşı üçüncü bir dünya savaş ına girmemek basiretini gösteren komünist diktatörler muhaliflerine karşı gösterdikleri kısa görüşlülükten ötürü rej imin kendiliğinden çökmesini engel leyememişlerdir.
Bütün bunları hatırlatmamın nedeni , özlemse! düşünüşün sü rekli olarak bilimsel düşünüşle denet lenmes i gerektiğirıe dikkatinizi çekmektir. Teknoloji insan arzu ve isteklerinin bi lgi, sağduyu ve akıl aracıl ığ ıyla hayata geçirilmesi demektir. Eğer bir köprü için gerekli bütün hesapları yapmadan işe girişirseniz, yapacağ ın ız köprünün en küçük bir sarsıntıda çökme ihtimali vardır. Bunu önlemek için yapılan hesapların birçok kere, hem de değişik ki şiler tarafı ndan denetlenmesi, hatta işi sağlama bağlamak için, köprünün küçültü lmüş bir modeli üzerinde denemeler yapılması şarttır. İnsanların güven, huzur ve mutluluk içinde yaşamasırıı sağlayacak sosyal bir yapın ın kurulmas ın ın ne kadar güç bir iş olacağın ı varın siz hesap edin! Zaten demokrasi dediğ imiz sistemi n düşünce mimarları, sosyal parametrelerin çokluk ve karmaşı kl ığından ötürü, "en mutlu toplum" ideal in in hiçbir zaman gerçekleştirilemeyeceğini arıladıkları iç in, sosyal şikayet konular ın ı (tıpta olduğu gibi) birer birer e le al ı p çözmek gerektiğini düşünmüşlerd i r. Kari Popper buna "piecemeal engineering" (birer birer düzeltme) diyor. Burada bilimsel bir yaklaşımın işe karıştığı açıkça görülüyor. Buna göre, toplumda fazla şikayet konusu olan herhangi bir sorun çıktığ ında, devleti yöne-
1 86
Özlemse! Düşünüş ve Başlıca Çeşitleri
tenler başbaşa verip onun nas ı l çözülebileceğini araştıracaklar. Elbet toplumun mutluluğundan sorumlu olan kişilerden bu konuda önce değişik çözüm teklifleri gelecek, bunlardan hangisinin başarı şansı n ın yüksek olduğu bunlar aras ında uzunboylu tartış ı lacak, sonunda en akla-yak ın çözümün hangisi olduğu karara bağlanıp uygulamaya konulacak, beklenen başarılı sonuç al ı n ı rsa uygulamaya devam edi lecek, olmazsa bir başkası denenecek, derken en iyi çözüm bulununcaya kadar aramaya devam edilecek. Buna "deneme ve yanılma" yöntemi deniyor.
Gel in görün ki, bir diktatörün genel l ikle "yan ı lmaz" olduğu baştan kabul edildiği için , onun dediğ ini yapmak kaçı n ı lmaz oluyor. Ne demiş ataları mız: "Düşmez kalkmaz bir Allah!". Diktatörler de bal gibi yanı l ı r ve bir yanı ldı lar mı , "ebedi mutluluk" masallarıyla uyuttukları toplumu felakete sürüklerler. Nitekim, İtalya'nın, Almanya'n ın , en sonra Rusya'n ın baş ı na gelen de budur.
Buna karş ı l ık, şimdiye kadar h içb ir demokrasinin içinden çöktüğü görülmemiştir. Gerçi herhangi bir demokratik ülke de çok daha güç lü bi r ülkeye savaşta ye�ilebilir, ama demokrasiler eski yanl ışları n ı hemen düzeltebildikleri (yani yanl ışlar ı ndan ders alabildikleri) için çökmezler. Batı demokrasi leri bunun en güzel örnekleridir. Demokrasilerde de krizler ortaya ç ı kar ama onları doğuran nedenler ortadan kald ı r ı lmak suretiyle bu tür olayların yayılıp büyümesi önlenir. İş in i lginç yanı , bu demokrasilerin faşist ve nazist diktatörlüklerin sald ırı larına karşı da dayanabilmiş, komünizm tehlikesin i de savuşturabilmiş olmalarıdır . Ama bence ası l kuvvetleri, kendi içlerindeki her türlü totaliter fikirlere göz yumabilmelerinde kendini gösteriyor. Bu tutum demokrasilerin i lk gözağrıları olan "fikir ve vicdan özgürlüğü"ne sonuna kadar bağlı kald ıkları n ı kanıtlamıyor mu? Demokratik toplum anlayış ı na göre, bireyler doğrudan doğruya güç kullanarak
1 87
Uğur Felsefe Oğreniyor
veya zorla demokrasiyi y ıkmaya çalışmadıkları sürece, demokrasinin yıkı lması gerektiğ in i savunanlar da dahi l , her öğreti nin hoşgörüyle karşı lanması gerekir. Bence bu demokrasılerin fikir açı sı ndan kendilerine ne kadar güvendiklerin i gösterir.
6) İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi
Daha önce Amerikan ve Fransız devrimlerini n fikir babaları kendi ideal toplum anlayışlarını dile geti rmek amacıyla birer " İnsan Hakları Bildirgesi" yayımlamışlardı. İ kinci Dünya Savaşın ı n ardından kuru lan "Birleşmiş Milletler" örgütü " İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi" başl ığı alt ında benzer bir bildirge yayımladı ( 1 948) . Bildirge ideal toplum düşünün gerçekleşmesi için her ülkenin hangi kural lara uymas ı gerektiğini açıklıyordu. Otuz maddeden oluşan bu bildirgede,
( 1 ) Bütün insanlar özgür doğmuş olup saygın l ık (dignity) ve haklar açıs ı ndan eşittirler,
(2) Herkes, hiçbir ırk, renk, cins, di l , d in , politik veya başka bir fikir ayrı l ı ğ ı gözetmeksizin, bu bildirgede yer alan bütün hak ve özgürlükleri talep etme hakkına sahiptir,
{3) Herkes hayat (yaşama) , özgü rlük ve kişisel güvence hakkına sahiptir,
(6) Herkes her yerde kanun karşısında bir kişi olarak tan ınma hakkına sahiptir,
( 1 8) Herkes düşünce, vicdan ve din özgürlüğü hakkına sah iptir,
{25) Herkes gerek kendi sağl ığı , gerek ailes in in sağl ığ ı açıs ından uygun bir yaşam standardı hakkına sahiptir,
türünden cümleler yer al ır .
1 88
Özlemse! Düşünüş ve Başlıca Çeşitleri
Hep "bildiri" kipinin kullan ı ld ığı bu cümlelerin olan biteni değil , olması istenen, hatta özleneni dile getirdiği açık olsa gerek. Örneğin, ( 1 ) i ,
(1 ') Bütün insanları özgür saymak ve her birine sayg ın bir insan gözüyle bak ıp her konuda eşit haklar tanı mak gerekir
bıçiminde di le getirmek mümkündür. daha doğrusu onu genellikle akl ımızda bu tür bir cümleye çeviririz. Sözün kısası, bütün bu cümleler insanların özlemlerin i dile getirir, ancak basit halkı daha çok etkileyeceği düşünüldüğü nden , "b i ldiri" k ip i tercih ed i l
miştir.
O zaman komünist Rusya'nın da imzalam ış olduğu bu bildir- . gede mutlu bir toplum içi n gerekli o lan bütün şartla r dile getiril
miş olsa gerek. Ancak ahlak kuralları, hukuk yasaları , hatta anayasalar gibi, bu bildirgede sözü geçen hak ve özgürlüklerin zamanla daha da genişletilmesi söz konusu olabilir. Bu bildirgenin o zaman "Birleşmiş Milletler"e üye olan bütün devletlerce imza edilmiş olmasına dayanarak, orada geçen maddelerin bu devletlerin uymaya söz verdikleri genel ahlak kuralları olduğu söylenebilir. En bilge kişilerden seçilen bir komisyonun kaleme aldığı bu bildirge elbet o bilge kişilerin bütün insanl ıkla ilgi l i özlemle
r ini dile getiren değer-yargılarından oluşmaktadı r. Bu bildirge i l erde ku rulması düşlenen, hatta umut edilen tek bir "Düny a Devleti"nin "Ahlak Anayasası" gibi de düşünülmüş olabilir. Şurası apaçık ki, üye devletler bu yasan ı n kuralları n ı gerçekleştirmeye çal ıştık ları ölçüde, ileride böyle b i r "Dünya Devleti" kuru lma şansı da artacaktır. İ nsanlar, dolayıs ıyla devletler, kendi kısa vadeli çıkarlarını uzun vadeli çıkarlar ına tercih ettiklerinden, herkesin en yüksek derecede mutlu olacağ ı bir dünya devleti kurma şansı da, hiç değilse şimdil ik, uzak görünüyor. Ancak b i r
189
Uğur Felsefe Oğreniyor
"Avrupa Birliği"nin kurulmuş olmas ı bile bu konuda fazla karamsar olmamamız gerektiği iz lenimini uyandırıyor. Totaliter sistemlerin en büyük yanı lgısı dünyada zorla bir "Yeryüzü Cenneti" kurulabileceğini sanmaları ve bunu kurmak için hemen işe girişmiş olmaları id i . En mutlu toplum düzenini n demokrasi olacağ ını düşünen filozoflar ise çok daha gerçekçi oldukları ndan, şimdi l i k "daha mutlu" bir toplum yaşam ıyla yeti nmek gerektiğin i düşündüler. insanoğluna fazla güvenilemezd i , onu "insan Hakları Evrensel Bildi rgesi" gibi metinlerle daha mutlu bir toplum düzenini özlemeye yüreklendirmek gerekeceğine inanıyor olmal ıydılar .
Bu bi ldirge asl ı nda büyük bir umudun ve iyi rnserl ig in ifadesidir. Yukarıda andığ ım diktatörlükler ise --tı pkı Platon gibi-- insanın güdülmesi gereken güvenilmez b i r yaratı k olduğuna i nanıyorlard ı . Demokrasiyi düşleyen filozoflar ı n ise, insanlar ın denemelerinden ders alarak, yavaş yavaş kendi kendilerini eğitebilecekleri varsayı m ından kalktı kları anlaş ı l ıyor. Kendi kendi n i eğitmenin en etkili yolu insanın eski yanl ışlar ını tekrarlamamayı öğrenebi lmesidir . Duyguları n ı n sürekli etkisi altında bulunan insan bir yerde zararl ı duyguları yararlı olanlardan ayırdetmeyi de öğrenebiliyor. Bunun bence en çarpıcı örneği , Sovyetler Birl iği 'n in büyük b ir askeri güce sahip olduğu halde bir "atom savaşı"n ı göze almam ış o lmasıdı r. Nitekim Stalin gibi b i r diktatör bile "Soğuk Savaş"ı bu tür b i r savaşa tercih edebilmiştir. işte demokrasi bu anlamda insanoğlunun kendi kendin i eğitebileceği inancından güç alıyor. B i r üçüncü dünya savaşını göze alamam ış olmas ı i nsanoğ lundan büsbütün umut kes i lemeyeceğin in de b i r göstergesi olsa gerek.
Sağduyu ve akı l duyguları m ıza egemen olabi ldiği sürece, daha mutlu bir yaşamı n mümkün olduğuna olan inanc ımız ı kaybetmemize ge rek yok. Bunda da bi l imsel düşünme alışkan-
1 90
Özlemse! Düşünüş ve Başlıca Çeşitleri
l ı kları edinmenin önemi ortaya çıkıyor. Demokrasiyi en çok özleyen filozoflar ın b ilim ve teknolojide en i leri gitmiş ülkelerde yetişmiş olması bir "rastlantı" olmasa gerek. Eskiden bu konuda İngi ltere başı çekiyordu; bugün ise A .B .D . bu konumda. Felsefe ve bilim --teknoloji aracı l ığ ıyla-- sanayi ve ticaret burjuvazisine yol açm ış, onlar da "serbest ticaret"e dayandıkları için özgü rlükçü fikirler i n toplumda saygınl ık kazanmas ına yol açmışlard ı r. Dikkat ederseniz, eskiden olduğu gibi bugün de en demokratik ü lkelerin aynı zamanda bi l im ve teknolojide, dolayısıyla ticarette en i leri gitmiş ülkeler olduğunu görürsünüz. İ şin i lg inç yan ı , bu ülkelerin sosyal adalet ve ekonomik eşitlikte de i leri ü l keler olmasıd ır. Komün izmin çöküşünün ana nedeni, her türlü özgürlüğü, bu arada ticaret ve sanayi özgü rlüğünü tan ımamış olmas ı değil mi?
1 9 1
vı
B İLİMSEL VE BİLİM-DiŞi DÜŞÜNÜŞ
Gerçi bilgi edinme çabalarının çok zaman önce, insanoğlunun kafasını kurcalayan bazı sorunları çözme arzusuyla bi rlikte başladığ ın ı , hatta mythos'ların ilk çözüm denemeleri sayılması gerektiğini gördük, ama bu çabaları n sistemli bir biçimde meyvelerini vermeye başlaması ancak şu son dörtyüz yıl içinde gerçekleşmiştir. Buna göre insanlık tarihinin çok uzun bir dönemi verımsiz çabalarla geçmiştir. Gerçi hiçbir çabayı boşa harcanmış saymak doğru değil, zira her başarısızlık insana başar ıyı başka yerde aramak gerektiğini öğretir, bu da yararsız değ i ld ir. i nsan için ası l zararlı olan şey, bir şeyler bildiğini sanıp artık hiçbir çaba harcamaya gerek görmemesidir. Bu nedenle Sokrates gibi "bir şey bilmediğini bilmek" ileri bir adımdır, zira i nsanı sürekli araştı rmaya iteler. '
Bi l imlerin gelişmesi insana yaln ız g üveni l ir b i lg iler kazandırmakla kalmamış, güveni l i r bilgi edinmenin yol ve yöntemlerini de öğretmiştir. Bi l imlerin gittikçe artan bir h ızla ilerlemelerinin de as ı l nedeni bu olsa gerek. İlkin bilgi edinmede "deneme ve yanı lma" yöntemi uygulanıyordu , zamanla gereksiz denemeler yapmaya l üzum kalmadığı anlaş ı ld ı , böylece az çabayla çok iş yapma yolu açı lmış oldu. Bu, pratik işlerde de geçerlidir. Nitekim b ir insan bell i bir alanda "beceri" veya "ustal ı k" sahib i oldu mu, o iş in yanl ışs ız veya çok az yanlışla nas ı l yapılacağ ın ı da öğrenmiş olur ve o tür iş leri çok daha h ız la yapmaya başlar.*
• Nitekim, buglin sanayi üretiminde olduğu gibi, bilgi üretimi işinde de elde edilen ürün eksponansiyel biçimde artmaktadır , bu belli bir ölçüde üretime katılanların sayısı n ı n artmasıyla da ilg i l i , ama bi lim ordusuna bir kişinin datia katılması üretimin en az birkaç misli artmasına sebep olmaktadır.
1 93
Uğur Felsefe Öğreniyor
Bu sürecin 3-4 yüzyıl önce başladığın ı söyleyebiliriz. Descartes'ı n "Discours de la Methede" adlı eserini, Bacon' ın "Novum Organum"unu 1 7. yüzyıl başlarında yazmış olmaları rastlantısal değildir. Biri matematiğin , öteki doğa bilimlerinin h ızla gelişmekte olduklarına bakarak, bunun sırrını açığa vuran eserler yazmak ihtiyacın ı duymuşlardı r. Amaçları insanların eski düşünüş alışkan l ıklarından vazgeçip boş yere enerji kaybetmelerin i önlemekti .
Yaln ız 'bil imsel düşünüş' deyimi "bi l im adamları gib i düşünmek" anlam ına geliyorsa da, iki değişik biçimde yorum lanabil ir :
( 1 ) Bil im adamların ın bi lgi üretmek için izledikleri yollar; (2) Bil im adam lar ın ın iddialar ı n ı meslektaşlar ına kabul ettirebi imek, dolayıs ıyla bu iddiaların bir bilgiyi di le getirdiğini onlara onaylatmak için başvurdukları yollar. Bunlardan ikincisi çoğu zaman birincisinden de güç, zira iddiayı ortaya atan genel l ikle bir tek kişi olduğu halde, onu kabul edip onaylayacak olanlar bazen binlerce kişi. Genell ikle bilim adamın ın araşt ı rmalar ın ı nasıl yü rüttüğü konusuyla ilg i li olan çal ışmalar metodoloji adını alıyor . Bu konuda yaz ı lan l ar il erde fikir üretimi işi nde çalışacaklara yol gösteren, daha doğrusu herhangi b i r alanda başar ı l ı araştırmalar yapmış o lan bil i m adamlar ın ın deneyimlerini anlatan yaz ı lard ı r. Örneği n Gal i leo'nun serbest düşme yasasın ı nası l bulduğunu anlatan bir yazısı , mekanik alan ında araştırma yapacak olan gençlere bu iş in - nas ı l yapı lması gerekt iğ i konusunda yararl ı bazı ipuçları verebil ir.
Ben burada metodolojiye hiç g i rmeyeceğim, zira herhangi bi r bi l im dal ı nda a raştı rmacı olarak çal ışacakları n sayıs ı pek az; hem onlar araştırma yöntemini nas ıl olsa iş in başında öğreneceklerdir. Buna karş ı l ı k, istisnas ı z hepimiz bilgi tüketicisi du rumundayız, do layıs ı y la iyi bi r tüketici o lmayı öğrenmemiz en
1 94
Bilimsel ve Bilim-Dışı Düşünüş
az ından yararlı olu r. Bu nedenle ben bu bölümde gene belgeleme üzerinde duracağ ım, zira yeterince belgelenmemiş bir iddiayı kabul etmek, dediğim g ibi , bazen insan ı n yaşam ı n ı bile tehl ikeye sokabilir.
Matematikte herhangi b i r iddian ı n bilgi nitel iğini kazanabi lmesi içi n sıkıca belgelenmes i , bir başka deyişle, kanıtlanması , doğa ve insan bil imleri nde ise yeterince belgelenmiş olması gerektiğ in i daha önce de belirtmiş, hatta bi r iddian ı n yeterince belgelenmiş olup o lmad ığ ı n ı anlamak içi n , o iddiaya yönelti len eleşti r i lerin kesi lmesi , hiç değilse çok azalmış olması gerektiğini de vu rgulam ıştım . Tüketici durumu nda olan insanlar her iddiayı kendi leri denetleyemezler, ama doğrul uk sevgis i , dolayısıyla sorumluluk duygusu güçlü olanlar konunun en büyük uzmanlarından gerçek durumun ne olduğunu öğrenebil ir ler, yeter ki aldanmamaya önem versinler.
A. Bi limsel Düşünüşün Temel Ögesi : Mantık
Arapça 'mantık' sözcüğü gene Arapça 'nutuk' (=söz, Yunanca 'logos') sözcüğü nden türetme olup her türlü çelişme veya tutarsızl ıktan nas ı l kaçın ılabileceğini gösteren kurallardan oluşan bir bilgi dal ı n ın adı . Bunlara "doğru düşünme kuralları" da deniyor, ama buradaki 'düşünme' sözcüğünün anlamı pek belirl i olmadığı için yukarıda verdiğim tanım bana daha anlaş ı l ı r görünüyor. Dolayısıyla burada geçen 'çelişme' ve 'tutarsız l ık' terimlerinin anlamı üzerinde anlaşmamız gerekiyor.
( 1 ) Ankara Türkiye'nin başkentid ir
gibi doğruluğundan kimsenin şüphe etmediği bir önermeyi göz önünde tutal ım . ( 1 ) doğru olduğuna veya doğru diye kabul edi ldiğine göre,
1 95
Uğur Felsefe Öğreniyor
(2) Ankara Türkiye'nin başkenti değildır
önermesi yanl ışt ı r veya yan l ış say ı lmak gereki r . Bu durumda (1 ) ile (2) birbirinin çelişiğidir. Bir i nsan önce (1 ) i , sonra (2) yi evetlerse, kendi kendisiyle tutarsızl ığa düşmüş olu r, o nedenle de böyle bi r insanın sözlerine güvenilemez. Buna karş ı l ık,
(3) Tegucigalpa Uruguay ' ın başkentidir
ile
(4) Tegucigalpa Paraguay' ın başkentidir
veya
(5) Teguc igalpa Honduras'ın başkentidir
önermeleri b i rbirin in çe l iş iğ i deği ldi r , zira bunlardan sadece biri, örneği n (5) , doğru o labi leceği gibi , her ikisi b i rden, örneğin (3) i le (4), yanlış olabi l i r . Buna karş ı l ı k, başka başka nesnelerin değ iş ik n itel iklerinden söz eden,
(6) Kar beyazd ı r
ve
(7) Kurşunun özgül ağırl ığı demirinkinden fazladır
önermeleri aras ında "bağdaşmazlık" söz konusu değildir, z i ra her ik i önerme de doğru olabilir.
Bu rada sadece iki veya daha çok önerme aras ındaki "çeliş
ki" veya "bağdaşmazlık" üzerinde durduk. Mantı kta çok daha önemle üzerinde duru lan bir başka konu, çıkarımlarımızda öncüllerle sonuçlar aras ı nda bir tutarsızl ık veya çelişme olup olmadığını saptamak. Daha önce vermiş olduğum bir örneği bu vesile i le hatı r latmak istiyorum. Bi rinci öncülümüz,
1 96
Bilimsel ve Bilim-Dışı Düşünüş
(8) Ali bugün saat 8 uçağıyla Ankara'ya uçtu
ikinci öncülümüz,
(9) Bugün saat 8'de Ankara'ya kalkan uçak bir dağa çarpmış ve içindeki yolculardan hiç kurtulan olmamış
olsun. (8) ile (9) un doğru olduğuna i nanan bir kimsenin bu öncüllerden,
( 10) Ali de bu kazada hayatı n ı kaybetmiş olmalı
sonucunu çıkarmaması imkansızdır, zira (8) ile (9) a inanmak bizi ister istemez (10) a da inanmaya zorlar.
(8), (9) ve ( 1 0) önermelerinden oluşan bu çıkarıma biz "geçerli" bir çıkarım diyoruz. Bunun anlamı şudur: Burada öncüllerin doğru olması durumunda sonucun yanlış olması düşünülemez. isterseniz bir de bu örneği alalım :
( 1 1 ) Dün akşam yağmur yağdıysa her yer ıslanmıştı r ( 1 2) H e r yer gerçekten de ıslak ( 1 3) Demek dün akşam yağmur yağmuş
Bu çıkarım da i lk bakışta geçerli görünüyor, ama gerçekten de geçerli mi? Bunu anlayabi lmek için sezgilerimizle yetinmeyip bazı "düşünme denemeleri" yapmamız, yani aynı biçimde olan bir başka ç ıkarımda doğru öncüller seçtiğimiz halde, yanlış bir sonuç elde edip etmeyeceğimizi araştırmamız lazım. Şimdi bu şartları yerine getiren başka bir çıkarım düşünelim:
(1 1 '.) Ahmet ameliyat olduysa iyileşmiştir ( 1 2') Ahmet gerçekten de iyileşmiş (1 3') Demek Ahmet ameliyat olmuş
Genellikle günlük hayatta buna benzer çıkarımlar yapar, üstelik
197
Uğur Felsefe Oğreniyor
bu tür çıkarı mlar ın geçerli olduğunu düşünürüz, oysa tormel mantık kural ları açıs ından bu biçimdeki bir ç ıkarım geçerli deği ldir* Asl ında bunun böyle olduğunu sezgisel olarak da anlamamız mümkün. Niteki m bu tür ç ı karı m ları n geçersiz olduğu şöyle de anlaşı labi l ir: (1 1 ) ile ( 1 2) önermeleri n in doğru olduğu birçok durumda ( 1 3) yan l ış olabi l i r , zira yerler yağmur yağdığ ı için deği l , oradan bir arazöz geçtiği veya gece k ırağ ı yağd ığı için de ıslanm ış olabilir. Sizin anlayacağı n ız, yağmur yağması yerlerin ıslanması n ın yeterli bir nedenidir, yani her yağmur yağdığında yerler ıs lanır , ama gerekli nedeni deği ldi r, yani yerlerin her ıslak o luşunda yağmur yağmış olması gerekmez, zira yerler başka bir nedenle de ıslanm ış o labil ir. Ayn ı şey ayn ı biçimde olan ( 1 1 ') · ( 1 3') ç ıkarım ı için de geçerli: Doktoru Ahmet'e ameliyat olması halinde iyi leşeceğini söylemiştir, ama bundan ameliyat olmaması hal inde iyileşmeyeceği sonucu ç ıkmaz, zira Ahmet başka bi r nedenden ötürü de iyileşebi l ir. Ancak doktoru Ahmet'e,
( 1 4) Eğer ameliyat olursan iyileşirsin
diyecek yerde,
(1 5) İyileşebilmen için ameliyat olman şart
veya aynı anlamda,
(1 5') Ancak ve ancak ameliyat olursan iyileşirsin
demiş olsaydı , Ahmet de ameliyat olmadığ ı halde iyi leşseydi, o
* Bu tür bir çıkarım formel mantıkla p _, q, q :. p biçiminde di le get iri l ir. Lise son s ı n ı f öğrenci leri sembol ık (form el) mantık okudukları için, bu konuya girmeye gerek görmüyorum. Kaldı ki, insanları n pek az bir bölümü formel mantık bil ir , ama gene de çıkarı mlarının geçerli olup olmadığ ına sezgileriyle karar verirler. Formel mantık öğrenmek bizi sezgilerimızin yanı ltmalarına karşı koruduğu için yararl ıdır .
1 98
Bilimsel ve Bil im-Dışı Düşünüş
zaman doktor yanlış bir idd iada bu lu nmuş olurdu, z ira ( 1 5) cümlesi Ahmet'in. iyileşebilmesi için ameliyat olmas ının hem gerekli, hem yeterli olduğunu dile getirir .
Günlük hayatta bazı çı karımların geçerli, baz ı larının geçersiz olduğunu sezgisel olarak saptayabi l iyoruz. Bir sergiye girmek için bilet almak gerekip gerekmediğini o i lmediğin iz i , ama tam kapıya yaklaştığ ın ızda şöyle bir levhayla karşılaşt ığınızı düşünün: "Bi letsiz girilmez!" Bu cümlenin "Biletiniz yoksa girmeniz yasakt ı r" gibi bir karşı l ıkl ı şart cümlesinin kısaltması olduğunu anlamakta gecikmez ve hemen gişeye yönelirsiniz. Bu davran ışa akl ın ı zda büyük bir h ızla yaptığ ın ız şöyle b i r çıkarı mın yol açmış olduğu kesin:
( 1 6) Bileti olmayan hiç kimse sergiye giremez (büyük-öncül) ( 1 7) Oysa benim biletim yok (küçük-öncül) ( 1 8) O halde ben bu sergiye g i remem (sonuç)
Ancak ille de sergiye girmek istiyorsanız bu ç ı kar ıma şöyle devam etmeniz gerekir :
( 1 9) Bi letim olmadan (biletim yoksa) bu sergiye giremem (20) Oysa ben bu sergiye girmek istiyorum (21 ) O halde önce gidip bilet almam gerekiyor
Burada ( 1 9) u şu biçimde yorumlamak gerekir:
( 19') Ancak ve ancak bi letim olursa bu sergiye girebilirim
( 1 9') a biz mant ıkta karşılıklı şart önermesi diyoruz; bu anlamda ( 1 9') bel l i bir şartın hem gerekli , hem yeterli olduğunu di le getiriyor, bu nedenle ( 1 9) - (21 ) ç ıkarım ı geçerli olmak gerekir.*
* Bu çıkarım formelleştirilir (sembolleştirilir) ise şu biçimi alır: p H q, q . p ; bu da geçerli bir çıkarım şemasıdır.
1 99
Uğur Felsefe Öğreniyor
Geçersiz olan ( 1 1 ) - ( 1 3) ç ıkar ımın ın geçerli biçimi şudur:
( 1 1 ') Dün akşam yağmur yağdıysa her yer ıslanm ışt ır { 1 2') Oysa dün akşam gerçekten de yağmur yağm ış ( 1 3') O halde her yer ıslanmış olmal ı '
Bu ç ıkarım ın geçerl i o lduğunu şundan da anlayabi l i r iz : Diyelim ki ( 1 1 ') öncülünü siz akl ın ızdan geçirdiniz . (!2') yi de radyodan duydunuz, ama dışarı bakt ığ ı n ı zda yerlerin ı slak olmad ığ ın ı gördünüz . Bu durumda ne düşünürsünüz? Ya öncüll erden birin in , bu örnekte muhtemelen (1 2') n in , yanlış olduğunu veya aradan uzun bir süre geçtiğ i için yerlerin ku rumuş olacağın ı , öyle değil mi? Bu da çıkar ımın geçerl i olduğuna sezgisel olarak inand ığ ı nızı gösterir.
Geçerli bir ç ıkarımda sonucu n yanl ış olması bizi öncüllerden birini değil lemeye zorlad ığı için bu tür ç ıkarımlardan en çok bil imsel teorileri denetleme işinde yararlan ı rız . Bunu gerçek bir örnek üzeri nde görebil iriz :
(22) Cisim le r soğutulunca hac im leri küçü lü r
önermesi çoğumuzun genel-geçer doğru d iye kabul ettiği b i r önermedir. Bunu bi r ç ı karım ın b üyük öncülü olarak seçtiğimizi düşünelim . Eğer (22) her zaman doğru ise,
{23) Bardağımdaki suyu soğutursam hacmi küçülecektir
önermesin in de doğru olmas ı gereki r. Nitekim {22) yi bir doğa yasasının ifadesi olarak alırsak, {23) ü ondan çıkarabileceğimiz (veya ona dayanarak elde edebileceğimiz) bir ön-deyi (prediction) sayabil iriz . Ancak (22) nin doğ ru sayılabilmesi için, bu yasan ın hiçbir karş ıt-örneği (counter-instance) olmaması gereki r. Bu-
* Bunu da şöyle sembolleştiririz: p --> q . p : q.
200
Bilimsel ve Bil im-Dışı Düşünüş
nu anlamak için b irçok maddeyi soğutmam ve hacminin küçülüp küçülmediği ni araştırmam gereki r. Denediğim n sayıda maddenin (22)yi pekişti rdiğini (yani doğrulad ığ ın ı ) düşünelim. Burıunla (22) nin kesinl ikle doğru olması gerekeceğini söyleyebi l i r miy im? Söyleyemem , zira henüz denemediğim bir n+ 1 maddesi (22) yi yanlı şlayabi l i r. Diyeli m ki bardağ ımdaki suyu soğuttum, ama su soğuyunca hacmi küçüleceği yerde büyüdü.* Yani (23) yarıl ış çıktı ; işte bu , bir doğa yasasın ı d ile getirdiğini sarıdığı mız (22) öncülünün de yanl ış olduğunu gösterir, z ira (22) ile (23) e,
(24) Bardağımdaki suyu soğuttum ama hacmi küçülmedi
sonucunu eklersem (23) ün, dolayısıyla (22) nin yanlış olduğu meydana çıkar.
Bu nedenle Popper bi l imsel genel lemelerden veya teorilerden hiçbiri nin kesin olarak belgelerıemeyeceğini , ama kesin olarak (mantıkça) yan l ışlanabileceğini iddia etmiştir.
Bi l imde teoriler (veya genellemeler) denetlenirken öncüllerle sonucun tutarlı olup olmadığ ına bakı l ı r ; öncüllerin doğru olmas ı halinde sonuç da hep doğru olursa ç ıkar ı m geçerli demekt i r . Buna bakarak Popper bi l imsel teori lerin yanlışlanabileceğini , ama hiçb ir zaman kesin olarak belgelenemeyeceğini öne sürmüştür, zira ona göre öncüllerin doğru olması sadece sonucun da doğru olabileceğini gösterir. Bundan ç ıkan bir sonuç şudur : Bi l imsel teorilerin kesinlikle doğru olup olmadıklarını bi lemeyiz, do layısıyla onlara doğru olması muhtemel varsayımlar gözüyle bakmam ız gerekir. Eğer bu varsay ımlarla onların mümkün bir sonucunu öncül o larak ald ığ ımızda sonuç da doğru çıkarsa, bu
• Gerçekten de 0° de donan ve buz haline dönüşen suyun hacmi büyür; buzların suyun üstünde yüzmesinin de nedeni budur. Soğuyunca hacmi büyüyen tek cismin su olduğu anlaşılıyor.
201
Uğur Felsefe Öğreniyor
sonucun varsay ımı mızı (teori mizi) pekişti rdiğ in i , yani onun doğru olma ihtimalini artı rd ığ ın ı söyleyebil iriz. Nitekim, öncülleri yanl ış , buna karşıl ık sonucu doğru olan bir çıkarım da geçerli olabilir. Örneğin,
(25) Bütün memeliler iki ayaklıdır (26) Penguenler de memelidir (27) Penguen ler de iki ayakl ıd ı r
çıkarımı, iki öncülünün de yanlış olmasına rağmen geçerlidir.* Bu
da gösteriyor ki, formel (biçimsel) açıdan geçerli b ir çıkarımda sonucun doğru olması öncüllerin de doğru olmasını gerektirmiyor.
K ıssadan hisse: Bi lgi iddiasında bulunan (dolayıs ıyla kendisine bilgi atfedi len) herkesin mant ık kuralları na uyması şart, ama bu şart gerekli olmakla birlikte yeterli değil, ayrıca doğru öncüller seçmiş olması da gerekl i ; yoksa (22) - (24) örneğinde olduğu gibi , doğru olduğu san ılan öncüllerden yanlış bir sonuç ç ıkarmak da mümkün.
Öncülleri doğru seçmenin bildiğim tek yolu gözlem ve dene'yime titizlikle bağlı kalmak, teori uydururken de hayal-gücünün keyfi atı l ım ları n ı sürekli olarak bu n ları n denetimi altında tutmaktır. Eğer hayal-gücünü sezgi , "revelation" türünden sözde bi lme kaynakları n ın emrine verecek olursanız, "işkembeden atma" teh l ikesi baş gösteri r. Burada hatırdan ç ıkarılmaması gereken bir husus da şudur : Bi l im adamı cahil halkı değil, başka bil im adamlarını göz önünde tutmak zorundad ır , bu zorunlu luk onun hareket alan ın ı büyük ölçüde sınırlar. Öncüllerin doğru seçilmesinde bu kısıtlamanın çok olumlu bir etkisi vardır, z i ra bi l im
• Bu tür çıkarımın geçerli olduğunu Niceleme Mantığı (Yüklemler mantı ğı) çerçevesi içinde kanıtlamış olmal ı s ı n ı z.
202
Bilimsel ve Bilim-Dışı Düşünüş
adamı öncüllerini seçerken şimdiye kadar kendi alanında üretilm iş olan tıütün bilgi leri hesaba katmak, elden geld iğince güvenilir oldukları kanıtlanmış olan tıu tıilgilere ters düşen idd ialarla ortaya çıkmamaya çal ışmak zorundadı r. Bütün bu tedtıirlere rağmen bilim adamı gene de yanlış öncüller seçebi l ir; bazı yeni teori lerin sonunda kof çıkmaları n ın nedeni de budur.
B. Bilim-dışı Düşünüş Biçimleri
Daha çok metodoloj iyi ilgi lend iren bu konuda daha fazla bir şey söylemek istemiyorum, zira beni asıl ilgi lend iren fikir-, dola
y ı s ıyla bilgi-tüketicisi durumunda olan insanların tutumu. Asl ı nda her insan bi lgi edinmek ister, ama bilg iyi bilgi-olmayandan
ay ı rdetmeyi beceremediği için, aldatılma tehlikesini kolay kolay atlatamaz. Piyasada onu kendi davalarına kazanmak, yani kendi arzu ve emelleri doğrultusunda davranmaya yöneltmek için f ı rsat gözleyen bin lerce insan vard ı r. Fikirle ri n i satabilmek için reklam ve propagandadan beyin yıkamaya kadar her yola başvuran bu insanları üç ana öbeğe ayırmak mümkün:
1) Şarlatanlar; 2) Peygamberler veya din kurucuları ; 3) Siya
si ideologlar. Her üçünün de amacı birdir: İnsanları dediklerinin doğruluğuna ikna ederek onların davranışlarını etkilemek. Bil imd ışı d üşünüş biçimlerine en çok bu tip insanlarda rastlıyoruz ,
bunun da baş nedeni bu tip insanların asıl amaçlar ın ın bilgi üretmek değ il , bi lgi tüketicilerine fikirleri n i kabul ettirmek, böylece onları kendi davalarına kazanmaktır.
Şarlatanlar ı bi l im adamlarından ayırdeden temel nitelik, onla
rın , doğruluğu hiç de kan ıtlanmam ış iddialarla fikir piyasas ında
boy göstermeleri ve iddialar ın ın tartışılmaz olduğunu sanmalarıd ı r. Gerçek bilim adamları genellikle onları n iddialarını eleştir
meye bile değer bulmazlar; ama şarlatan cahil halk yığınlarına
203
Uğur Felsefe Öğreniyor
hitap ettiğ i ve onların onayı n ı kolaylıkla alabildiği için, iddias ın ı doğrulanmış veya belgelenmiş sanı r, dolayıs ıyla bilim adamları iddiasın ı eleştirmeye tenezzül etmemiş bile olsalar, bunu onlar ın cahil l iğine, dogmacıl ığ ına, hatta düpedüz kıskançl ığına yorar. Kendisin in cahil olabileceğin i akl ın ın ucundan bile geçirmez.
Bu konuya koskoca bir kitap ayırmış olduğumdan, burada sadece şarlatanl ığ ın nas ı l bir şey olduğunu birkaç örnekle anlatmaya çal ışacağım.* Güncel bir konuyu işlediği için teorik bilgi alan ına giren bir şarlatan l ık örneği olarak Erich von Daniken ad ı ndaki şarlatan ı n "uzaydan g elen insanlar" masal ın ı kısaca özetleyecek ve bu iddian ın neden bir şarlatan tarafından "uydurulmuş" olduğunu göstermeye çal ışacağım.
Von Daniken'in "Tanrı ları n Arabaları" adlı i lk eserinde ortaya att ığ ı ana iddia şu: Bundan, onbin yıl önce teknoloji bakımından tıizimkinden daha i leri olan bir uzay ülkesinden i nsanlar gelmiş ve yeryüzünde tıirçok "anıtsal" eser inşa ettikten sonra dÔnyamızı terk edip kendi gezegenlerine dönmüşler. Az kals ın unutuyordum : Geldi klerinde yeryüzündeki bütün insanları öldürmeyi de ihmal etmemişler! Neresinden bakı l ı rsa bakılsın, sadece "çocukça" değil , "gülünç" bir iddia, öyle deği l mi? Hayır, deği l , z i ra bu kitap m ilyonlarca nüsha s at ı ld ığ ına, hatta filmleri yapı ld ığ ına göre, demek bu masalı ciddiye alan milyonlarca insan var dünyada. Bunlar arasında lise ve üniversite öğrenci ler i , hatta öğretmenleri olduğunu söylersem, tıana inan ı r m ıs ın ız? Demek durum sanı ld ığ ından da ciddi, z ira ün iversite hocaları arasından bi le bu masala inananlar çıkabiliyor. İ yi de, o zaman bunca yı l süren bi l im eğitim inin ne anlamı kalıyor?
* Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz . • Hüseyin Batuhan: "Bilim ve Şarlatanlık", Yapı Kredi Yayınları, 4. baskı , 1 997, İstanbul.
204
Bilimsel ve Bilim-Dışı Düşünüş
Bu rada bizdeki bi l im eğitiminin kusurlar ı , hatta yararsızl ı ğ ı üzerinde uzun boylu duracak değilim.• Ancak şuna inanıyorum
ki, eğer doğru dürüst bir bil im eğitimi alm ış olsalardı , ortaokul çocukları arasından bi le bu masala i nanacak tek bir öğrencinin ç ıkmaması gerekirdi. Şimdi, izninizle, iyi eğitilmiş bir ortaokul öğrencisi nin bu masala yöneltebileceği eleştirileri kısaca s ıra
layay ım :
i . Von Daniken uzayl ıların onbin y ı l önce geldi klerini nereden biliyor? (Bu konuda arkaları nda herhangi bir yazılı belge bırakmamışlar.)
ii. Ta uzayın derinliklerinden gelmiş olan bu insanlar ne diye
dünyadaki bütün insanları öldürsünler? Bir an için son derece "vahşi" olduklarını varsaysak bile, bütün i nsanları nasıl öldürmüş olabili rler? Ne gibi bir si lahla?
i i i . Neden durup dururken dünyamız ı terk etmiş olabil irler? Bunu nasıl başarm ışlar? Arkada bir füze rampası falan bı rakmadan uzaya açılmak mümkün mü?
iv. Bu i nsanlar yeryüzündekileri tümüyle öldürdükleri ne gö
re , geriye kendi dölleri nden bir bölümünü b ı rakm ış olmal ı lar. Bunlar da onlar gibi son derece ileri bir uygarlık düzeyinde ola
caklarına göre, onların ahvadı olan eski insanlar neden o de
rece ilkeldi?
v. Bunları n her halde bir yazıları vard ı . Neden arkaları nda herhangi bir yazı l ı belge bı rakmadılar?
* Bu konuda çeşitli vesilelerle yazmış olduğum yazılar için bkz., Hüseyin Batuhan: "Bilim, Din ve Eğitim Üzerine Düşünceler", Yapı Kredi Yayı nları , 1 997, İstanbul.
205
Uğur Felsefe Öğreniyor
Bütün bu soruları bu minval üzerinde daha da sürdürebiliriz, ancak ben lafı uzatmamak için can-al ıcı olduğunu sandığım bir tek soru soracağım:
vi . Bunlar dünyamızı nasıl buldular?
Burada belki bir ortaokul öğrencisinin bi lemeyeceği bir i ki astronomi ve fizik bilgisinin gerekli olduğunu sanıyorum. Bugünkü astronomi bilgilerimize göre evrende sonsuz denebilecek sayıda yı ldız var; Güneş bunlar arası ndan sadece biri, Dünya ise Güneşin uydularından üzerinde hayat olan tek gezegen. Şimdi bu sonsuz uzayı n derinliklerinden bir uzay aracı kalkıyor ve eliyle koymuş gibi Dünyamızı buluyor, bu mümkün mü? İstanbul 'un başka bir semtinde oturan b ir tanıdığınızı bulabilmeniz iç in bile onun nerede, hangi sokakta, kaç numaralı evde oturduğunu bilmeniz gerektiği halde, evrendeki adresimizi bilmeyen uzayl ı ların bizi gelip bulmaları mümkün m ü ? Her halde "imkansız" olan bir şeye bundan daha açık bir örnek bulunamaz, öyle değil mi?
Sadece bu bir tek soru bile von Daniken'in işini bitirmeye yeter, ama ben hiç değilse okurlar aras ında bi raz populer bilim kitabı ve dergisi karışt ırmış o lanların von Daniken'i n masal ına aşağıdaki nedenlerle inanılmaz gözüyle bakacakların ı düşünüyorum :
a) Uzayın derinl iklerindeki bir başka gezegende bize benzer akı l lı canl ılar bulunabileceğini, hatta bunların teknolojide bizden çok daha i leri olduklarını varsaysak bile, uzayda adressiz yola çıkmayacakları kesin. O halde önce uzayın başka bir köşesinde kendileri gibi akıl l ı ve bilgili yaratıklar olup olmadığ ın ı öğrenmeleri gerekir. Yıldızlar-aras ı i letişim ancak evrenin dört bir yanına bel l i bir sinyal göndermekle olur. Üstelik bu sinyalin frekansını (milyonlarca değişik frekans arası ndan) öyle bir seçmiş olmal ılar
206
Bilimsel ve Bilim-Dışı Düşünüş
ki, bu başka bir gezegen taraf ından kolayca alınabilsin; daha olmazsa, her frekanstan mi lyonlarca si nyal birden göndermeleri gerekecektir. Bunu da akıl ettiklerini düşünel im. (Burada ancak bir l ise öğ rencisi n in bi lebi leceği konulara g i rd iğimin farkındayım.) Yaln ız iş bununla da bitmiyor. Bu sinyali alan gezegenler onun şifresini çözüp sinyalin geldiği yerin adresini öğrenmek ve onlara sinyallerin in al ındığ ı n ı ve bu arada kendi yerlerini (adreslerin i ) bildirmek zorundalar. Sözün kısası , uzaylılarla haberleşmeden onların bizi bulmaları mümkün deği l ! Oysa 40 yıla yakın bir süredir evrenin dört bir yan ı n ı d in lediğimiz halde, bugüne kadar beklediğimiz si nyali alabilmiş değil iz , ama ne olur ne olmaz diye biz muazzam radyo-teleskoplarla evren in dört bir yan ına sinyaller göndermeye devam ediyoruz. Von Daniken o kadar cahil b iri ki, uzayl ı ları Beyoğlu'nda gezintiye ç ıkıp da rastlantı sonucu bir ahbabı ile karşı laşan b i ri sanıyor.
b) Akı l l ı bir l ise öğrencisinden Daniken'e şu soruyu yöneltmesi beklenir: "Sayın Daniken, bi ldiğiniz gibi, Güneş Sistemine en yakın yıldız olan Alpha Centauri bizden 4,3 ışık yıl ı uzaklı kta. Bu yı ldızın gezegenlerinden birinde bizim gibi akı l l ı ve teknolojide bizden çok daha ileri "insanımsı" yaratıklar olduğunu ve bunlar arası nda serüvenden hoşlanan bazıların ın Güneş Sisteminin gezegenlerinden birinde kendilerine benzer yaratıklar olup olmadığ ın ı merak ettiklerini düşünelim. Sizce bu yaratıkların oradan kalkıp buraya kadar gelmeleri teknik açıdan mümkün mü?"
Daniken böyle bir soru karş ıs ında kısa bir tereddüt geçirdikten sonra şöyle bir cevap verebi l i r: "Neden olmasın? Siz bana bunun mümkün olup olmad ığ ın ı soruyorsunuz, oysa ben onbin yıl önce uzayl ıların çok daha uzaklardan gelmiş olduklarını bil iyorum !" Ancak, uzayda bizden i leri bir teknoloji geliştirmiş olan akı l l ı yarat ı klar olsa bile, bun lar Daniken gibi bir aptal olmadıkla-
207
Uğur Felsefe Öğreniyor
rı için, böyle bir uzay yolculuğu maceras ına girmeyecekleri bence kesin, zira en "maceraperest" i nsanın bile önce ç ıkacağı maceran ın "mümkün" olup olmadığ ını araşt ırmas ı , bu konuda gerekli her türlü bilgiyi toplaması , olumlu sonuç alabilmek için bir sürü hesap yapması gerekir. Alpha Centauri' li ler, gezegeni olup olmadığını bile bilmedikleri bir y ı ldıza doğru yola çı kmayı göze alamazlar, çünkü en yakın komşuları olan Güneşin herhangi bir gezegeninden "Merhaba komşu!" diye bir mesaj almam ışlardı r.*
Bir an içi n bu engeli unutal ım ; diyel im ki Alpha Centauri'liler salt böyle bir gezegen olup olmadığ ın ı merak ettikleri, başka bir gezegenle daha önce haberleşmiş oldukları için bu yolculuğa çıkmaya karar vermişlerdir. İyi de, bunun nasıl gerçekleştirecekler?
Burada karş ı laşabilecekleri binbir engeli birer birer sayacak değilim. Ancak uyanık bir l ise öğrencisinin ilk anda akl ı na gelebilecek iki önemli engel üzerinde kısaca duracağım: 1 ) Mesafe engeli; 2) Uzay aracın ı yerden kaldırma sorunu. (Görülebileceği gibi, asl ında bunlar birbirine bağl ı .)
1 ) 4,3 ış ık y ı l ı uzakl ık (yanlış hesaplamamışsam) 6,661 o km (yani 6,660,240,000,000 kilometre) ye tekabül ediyor. Bugünün uzay araçları yerçekimi dış ında saatte 60,000 km hız la hareket edebildi kleri ne göre, bu h ız la Alpha Centauri'den kalkan bir uzay gemisi 1 1 1 ,000,000 saatte Dünyamıza ulaşabilir. Bir y ı lda 8760 saat olduğuna göre, bu toplam 1 5,000 yıl etmektedir. Her halde von Daniken uzay yolculuklarının yı l larca sürebileceğini, dolayısıyla insan ömrünün buna yetmeyeceğini düşünmüş ol-
* Başka y ı ldız ların da gezegenleri olup olmadığı hala t>ilinmiyor, zira yı ldızların
güçlü ış ığ ı altında onları en güçlü teleskoplarla bile görmek mümkün değil. Ancak son zamanlarda bazı bilim adamları Leverrier ve Adams'ın yöntemini uygulayarak bazı ikili yıldızların yörüngelerinde küçük sapmalar olduğu gerek· çesiyie bunları n da gezegenleri olmas ı gerektiğini düşünüyorlar.
208
Bilimsel ve Bilim-Dışı Düşünüş
malı ki , uzay gemisinin en azından ış ık h ız ıyla hareket etmesi gerekeceğini hesap etmiş. İyi de, bu h ıza ulaşabilecek bir gemi yapmak mümkün mü? Üstada göre mümkün, zira ış ınlarla hareket edecek bir foton roketi üzerinde çal ış ı ld ığ ını söyleyerek aptalları kandırmaya kalkışıyor. Bunda başarı l ı olduğu da kesin, zira bizim yeryüzü aptallarının böyle bir şeyin olabileceğine inanmaları işten bile değil. Belki onlar hiçbir şeyin ış ıktan daha hızlı gidemeyeceğin i bilmedikleri için bu foton roketi h ikayesini de kolayca yutmuşlardır . Oysa lise fiziği okumuş birisinin 1 gram ağ ırl ığ ındaki bir maddi cismin bi le bu h ıza ulaşamayacağ ını bilmesi gerekirdi.*
2) Hayal bu ya, diyelim ki ışık hızıyla hareket eden bir uzay gemisi yapmayı başardık. İyi de, bunu yerden nasil kaldıracağız? En az 2000 ton ağırl ığ ındaki bir alameti yerden (yani yer çekiminden) kaldırabilmek için dünyanın enerjisini de harcasak, yer çekimi dış ı nda saniyede 300,000 km h ızla hareket edecek bir heyulayı buna yakın bir hızla kald ırmamız gerekir, oysa ağır bir uzay gemis in i bunun yüzde biri hızla kaldı rsak (hava sürtünmesi nedeniyle) dakikas ında buharlaşı r. Ama biz im eski otel memuru Daniken bütün bunları nereden bilecek? Belki bir l iseyi bile bitirmemiş olan bu üstadın böyle önemsiz ayrıntı lara ayıracak vakti olmadığ ı için, o tam 200,000 ton ağırlığı ndaki (bir dev tanker kadar büyük olan) bir uzay gemisini kolayca uzay yolculuğuna ç ıkarıveriyor!
Bir an için gemimiz yola ç ıkt ı , diyel im. Yeryüzüne varabilmesi için gene en azından 4,3 yı la i htiyaç var. Uzay yolcu lukları
• Hiç değilse felsele öğrencilerin in böyle bir hezeyana inanmamaları için şu kısa bilgiyi aktarmayı yararl ı görüyorum: Bugün dünyanın en büyük hızlandırıcılarında, o da binlerce muazzam mı knatıs kullanarak ancak atom-altı parçacıkların h ı zı nı ış ık h ı zına yaklaştırmak mümkün olmaktad ı r.
209
Uğur Felsefe Öğreniyor
Newton'un çekim yasası ile atalet yasas ı uyarınca gerçekleştiği için, bir uzay arac ın ın sadece doğrullu değişlirmek içi n çok az bir yakıta i h tiyacı vard ı r. Daniken 'i n bundan da haberi olmad ığ ı için hayal ett iğ i 200,000 tonluk uzay gemisinin as ı l ağı rl ı ğ ı n ı 1 98,000 ton tutarında yakıt oluşturuyor.
Daniken' in cahillikleri bu kadarla bitse gene iyi; 4,3 yı l sürecek bir yolculukta astronollarrn biyolojik iht iyaçları n ı n ve ruhsal dengeleri nin nas ı l sağlanacağ ı da başlı başına bir sorun. Güneş Sistemi ile Alpha Centauri arası nda milyonlarca meteoritten oluşan Oort Kuşağın ın olduğunu, dolayıs ıyla bunca h ızla hareket eden bir gemiye bunlardan en küçüğünün bile çarpması halinde bir trajedinin yaşanacağ ın ı da bi lmesi gerekirdi.
Çözülmesi gereken bunlara benzer daha bir sürü soru var, ama benim burada amac ım yı ld ızlar-arası bir yolculuğun mümkün o lup o lmadığı değil , Daniken denen kara cahi l in tümüyle işkembeden altığ ı bir palavraya bu kadar "okumuş" insanın nasıl inan abildiğ in i soruşturmak, en azından anlamaya çal ışmak. Okumanın, halta bir ü niversite bitirmenin bu kadar az işe yarad ığ ın ı görmek gerçekten iç-karart ıc ı . Demek bunca yı l l ık bi l im eğit imi i nsanlara birazc ık olsun "bil imsel düşünme" alışkanlığı kazandı ramıyor. Daha önce de dediğ im gibi , b i l imsel düşünme bir "bil im adam ı gibi" düşünebi lme demektir . Bu yeteneği edinebi lmesi iç in i lerde bi l im adamı , yani bi lgi üreticisi olmayacakların bi le yeterli bir "bi l im kültürü" almış olmaları gerekiyor. Bunun da i nsana kazandı rabileceği temel yetenek her iddia karş ısı nda i lk in "şüpheci" bir tav ı r alma al ışkanl ığ ıd ı r. Emin im ki, Daniken'ı okuyanları n % 99'u, onun kitabını okurken lisede bütün öğrendiklerin i rafa kaldır ıp bu büyük al imin hezeyanları n ı büyük bir merak ve i lgi i le izlemiş, halta dediklerine inanmaktan büyük
21 0
Bilimsel ve Bilim-Dışı Düşünüş
bir zevk al mış olmalılar, yoksa böylesine saçmalıklarla dolu bir eserin bugüne kadar "en çok satan kitap" olması n ı nas ı l açıklars ı n ı z?
Benim bütün bun ları anlatmaktan asıl amacım yeni yetişenlere "bi l imsel düşünme" alışkanl ıkları kazandırmak olduğuna göre, önce bir kitabını okuduğunuz kişinin düpedüz bir "şarlatan" olmadığından emin olmaya çalışmanızı sal ık veriri m . Bu hiç de sanı ld ığ ı kadar zor bir iş olmasa gerek. Lisede fizik, kimya, biyoloji, vs. okuyan bir genç Archimedes, Euklides, Galileo, Kepler, Newton , Darwin, Einstein adları dışında hemen hemen hiçbir bil im adamı adı duymaz. Ben bir l isede yaptığım ankette, Planck ve Niels Bohr adlarını kaç kişi n in duymuş olduğunu sordum, hiç kimsenin duymamış olduğu meydana ç ıkt ı . Ancak "Daniken" adını duyup duymadıkların ı sorduğumda 30-40 el birden kalktı . Demek ki, çocuklar bu adını sayd ığım ası l bilgi ü reticisi olan ünlü bil im adamları n ın nası l k iş i ler olduğunu merak etmemişler , buna karş ı l ı k Daniken denen "cahil" i ün lü bir b i l im adamı diye bellemişler.
Bütün bunlara bakarak şarlatanları b i l im adamları ndan şu şekilde ayı rdedebileceğimizi düşünüyorum: 1) Eğer bir adamın adı gazete, derg i , radyo ve televizyonlarda bil im adamı diye çok sık geçiyorsa, hele kitapları halk tarafı ndan kapışıl ıyorsa, o kişinin bir şarlatan olduğundan kuşkulanmanız gereki r.* 2) Söz konusu kişi n in kiml iğ i konusunda bi lgi edi nmek, yani bi l im alan ın -
• Bunun çok a z istisnası vardır, örnegin Einste i n gibi . Ancak halkın nezdinde Einstein' ı n ünü onun Relativite Teorisinin bilımde yen i bir ç ığır açmış olmas ından değ i l , böyle b i r haberin duyulmas ı ndan kaynaklanıyor. Nitekim, lise öğrencisiyken onun bu teorisini dünyada sadece 7 kişinin anlayabildiği söylenirdi. Yoksa ne eser leri kapış ı lmış, ne de bu teoriyi halk arası nda gerçekten merak edenler o lmuştu . O bir tür "bilimin Rudolph Valentino'su" sayıldığı için ün yapmıştı .
2 1 1
Uğur Felsefe Öğreniyor
da tanınmış saygı değer biri olup olmadığını araştı rmak daha da güvenil ir bir yöntemdir. 3) Bunları yapmadan kitab ı n ı sat ın veya ödünç alm ışsanız, o kitapta akl ınızın almadığı veya daha önce öğrenmiş oldukları nıza ters düşen iddialarla karşılaşt ığ ın ız takdirde, derhal şüpheci b ir tavı r takın ı p yazarın nerelerde yanı lmış olacağını araştırmanız, gerekirse ansiklopedilere ve başka güvenilir eserlere başvurup yazarı eleştirmeniz, bunu yapamıyorsanız veya yapmaya vaktiniz yoksa, o zaman konunun uzmanı diye bi l inen kişi lere başvurmanız gerekir. 4) Bir i nsan ı n saçmalad ığ ı daha i lk sayfalarda uyan ık b i r okuyucunun di kkati nden kaçmaz, ama genellikle insanlar bir kitap yazmış, hele o kitabıyla büyük ün yapmış birinin saçmalayabi leceğine pek ihtimal vermezler; bir de onun bir b i l im adamı o lmadığın ı bi lmiyorlarsa, onu neredeyse bir "otorite" g ibi g örmeye yatk ın olurlar. Burada da bir tür "çığ-etkisinden" söz etmek mümkün. Bi l im adamları n ı n h e m gözleri keskin olduğu, hem de adı h iç duyulmamış bir kişiyi genellikle kuşku i le karş ı lamaya eği l iml i oldukları i çin , şarlatanlar ın ne mal oldukları n ı daha i lk bakışta fark ederler. Buna karşılık, s ıradan bir insanın şarlatan karşısı ndaki tepkisi bunun tam tersidir ; o yen i bir şöhret karşısında hemen yelkenleri i ndirir ve şarlatan ın her sözünü "hikmet" sanır. Bu eğilime karşı koymak için şöyle bir kuralı uygulamal ısınız: Yeni bir iddia daha önceki bi lg ilerinize ne kadar ters düşüyorsa, o kadar şüpheci b i r tavır alman ız ve inanmakta güçlük çektiğiniz her noktanın hesabın ı hayalinizde yazardan istemeniz gerekir. Elbet yazar karşınızda değild i r, onun için kendi kendinize şüphe ettiği niz noktaların hesabını verip veremeyeceğin i sormak sizin ahlaki görevinizdir, elbel aldatılmamaya önem veriyorsanız.
21 2
Bilimsel ve Bilim-Dışı Düşünüş
Şarlatanlar insanların genell ikle "olağanüstü", "al ışı lmad ık", "duyulmadık" şeylere inanma eği l imlerinin çok güçlü olduğunu bildikleri için , onlar ın karşıs ına hep "inanılmaz" iddialarla çıkmaya özen gösterirler, b und a etki l i olmak için iddiayı ortaya atma zamanın ı da iyi ayarlamak (timing) gerektiğini çok iyi bil irler. Daniken' in bu konuda büyük bir "usta" olduğu anlaşı l ıyor. Kendisi 1 947 yı l ından sonra A.B .D .'ni b i r çeşit "UFO" histerisi sard ığ ı bir dönemde, tam da insanoğlunun Aya ayak basmas ından kısa bir süre sonra yayımlatıyor kitab ın ı , * üstel i k ne olur ne olmaz diye kitabına bir "science fiction" edası vermeyi de ihmal etmiyor. Binlerce aptal ın , anlatt ığ ı masal ı ciddiye ald ığ ın ı görünce de "zoraki bi lgin" postuna bürünüyor; devrimsel bir teori geliştirmiş olan dahi b ir arkeolog pozuna girip, kendisinin bile "yarı-fantezi" gözüyle baktığı teoris in i destekleyen yeni yeni "gerçekler" keşfetmeye başl ıyor ! Tahmin edeceğiniz gibi, bi rer birer örtüsünü kald ı rd ığı bu gerçekler bunca y ıldır binlerce uzmanın "keşfedememiş" olduğu gerçeklerdir. Art ı k var ın siz hesap edin üstadın ne büyük bir "bi lgin" olduğunu! Ne var ki , h içbir uzman bütün bu gerçekleri reddetmeye b i le tenezzül etmemiştir, zira onlar ın bir "kaç ığ ın" hezeyanları i le kaybedecek vakitleri yoktur. Gel in görün ki , Türkiye'de 'Tanrı ları n Arabaları" gibi görkemli bir adla çevrilen ilk kitabı 200 defadan fazla basılm ı şt ı r. Elbet ben bunu inan ı l maz derecede saf ve aptal oluşumuza ve lisede, hatta üniversitede bi razcık olsun "bilim kültü rü " almamış olmamıza bağl ıyorum. Yalnız, A .B .D . dahil , başka ülkelerde de durum b izdekinden daha iç-aç ıc ı değil. • Adamın kurnazl ığ ına bakın ki , kitab ın ın Almanca asl ın ı sadece "science ficti
on" basan Econ-Verlag'da bastırıyor, orijinal adı da şöyle: "Erinnerungen an die Zukunf" ("Gelecekten Hatıralar"). Bir bilimsel roman olarak beş para etmeyen bu eserin bazı aptallarca ciddiye alınmış olması ("Vay canına, onbin yıl önce uzaylılar dünyamızı ziyaret etmişler de. kimsenin haberi olmamış!") bu derece büyük bir ilgi görmesinin de ana nedeni olsa gerek.
2 1 3
Uğur Felsefe Öğreniyor
Gerçi ben Daniken'in iddialarını çürütmek için bin dereden su getirdim, ama asıl amacım bu tür bir şarlatanl ık şaheserin i okum ak şanss ız l ığ ı na uğrayan herhangi b i r kimsenin konuya nas ı l yaklaşması gerekt iğ ini sergi lemekti. Çoğu i nsan bunu yapmaz, sadece bilg isiz l ik veya ilgisizl ikten değil, "düşünme tembeli" olması ndan. Ön üne iştah açıcı bir yemek getirilmiştir, karnı da aç olduğu için yediği yemeğin yararlı m ı , zararl ı mı olduğunu düşünmeden sald ır ır tabağa ; onu ilgilendiren tek şey yemeğin lezzetli olması ve yedikçe de karnının doymakta olduğunu hissetmesidir . Bu benzetme ne derece geçerl i , bilmiyorum, ama kafa açl ığ ın ı gidermek isteyen pek çok i nsan ın böyle davrandığ ı bence apaçık. Bu durum kafa sağl ığ ına her şeyden çok önem veren biz 1elsefecileri tedirgin ettiğ i , neredeyse estetik duygularım ıza dokunduğu iç in , bu tür 1ikir-obu rlarını bir "gourmet" gibi davranmaya teşvik etmek isteriz. Bana sorarsanız, akıllıca bir ortaokul öğrencisin in daha beşinci sayfada bu kitabı f ı rlatıp atması gerekir. Gelin görün ki , estetik zevkler gibi, düşünsel zevkler de değişiyor.
Şimdiye kadar dünyada, akl ın ıza gelebilecek her konuda o kadar çok şarlatan türemiştir ki, bunları n her biriyle başa ç ıkmak imkans ız. İ lginçtir, en çok şarlatan bil im ve teknolojinin en gelişmiş olduğu ülkelerde türüyor. A .B _D . bu konuda da başı çekiyor. Ben bunların bir kısmından "Bil im ve Şarlatanlık" başl ıkl ı kitabımda söz ettim. Bil imin çok kötü bir taklidi olan şarlatanl ık konusunda son yıl larda bizde de birkaç kişi boy gösterdi. Bunlardan en çok tanınanı da Or. Özel adındaki eski operatör. Bu üstat "Uzman l ık da ne o luyormuş" deyip kanser alan ı nda çok önemli bir keşifte bul u nduğu müjdesiyle tıp arenasına f ı rl ıyor. Her kanser türünü iyileştirdiğini iddia ettiği ve "ilacım" dediği bir
2 1 4
Bilimsel ve Bilim-Dışı Düşünüş
zakkum usaresiyle halk arasında büyük bir ilgi, hatta heyecan uyandırıyor ve haberi duyan bir sürü "iflah olmaz" kanser hastası kap ıs ın ın önünde kuyruğa giriyor. Lafı uzatmayayım : Bildiğiniz gibi, belki yarım yüzyı ldan fazladır dünyan ın dört bir bucağında binlerce bil im adamı bu derdin çaresini arayadursun, bizim pratisyen operatörümüz hiçbir araştırma zahmetine girmeden, sadece "bazı gözlemlerine dayanarak" şıp diye kanser i la
cın ı buluveriyor.
"Ne sihirdir, ne keramet, el çabukluğu marifet !" sözü gözboyacıları n numara larına başlarken söyledikleri bir sözdür, ama bi
zim üstada sorarsanız, yaptığı iş ne e l çabukluğu, ne de sihir, düpedüz "marifet", yani bilg i ve becer i . İyi de, bunu nereden biliyor dersiniz? Anlamayacak ne var: Yüzlerce hastas ın ın her gün kap ıs ın ı aşındırmasından! Öyle ya, bunca hasta kendisine tedavi için başvurduğuna göre, demek bu işi b i l iyor ! Ama kendisin in herhangi bir yay ın ı yokmuş, kanser konusunda her y ı l binlerce kitap ve makale yayımlandığ ı halde, bunlardan hiçbiri onun adı n ı b i le anmıyormuş, ne fark eder? O birçok hastayı iyi leştiriyor
mu, iyileştirmiyor mu, siz ona bakın ! Kendi dediğine göre, iyileş
tiriyor, demek ki o bu işi bi l iyor!. . .
Ne demiştim: Bi l im adamları gene başka bilim adamlarına,
şarlatanlar ise akıls ız ve bilgisiz s ıradan insanlara hitap ederler. Nitekim, bundan on y ı l kadar önce Türkiye'de Dr. Özel ad ı n ı duymayan kal mamışt ı . D r . Özel ' in b i r şarlatan olduğunu bu o laylar yeterince belgeliyorsa da, s ı radan insanların bu t i p şarlatanların dediklerine neden kanıverdiklerini iyi anlamakta yarar
var, yoksa sizler de bir gün Dr. Özel g ibi bir şarlatana yakayı kaptırabi l irs in iz .
2 1 5
Uğur Felsefe Öğreniyor
Her alanda olduğu gib i , tıpta da büyük otoriteler, yani belli bir konuda bi lg i l i o ldukları n ı kan ıtlamış insan lar vard ı r : Pasteur , Koch ve diğerleri g ib i . Bu i nsanlar ın yaşam öykülerini okuduğumuz zaman şu niteliklerle donatı l m ış oldukları n ı görürüz: Üstün bir zeka, inanı lmaz bi r araştırma tutkusu, büyük bi r özeleşl iri yeteneği, ödün vermez bir fikir dürüstlüğü ve o derece büyük bir alçakgönül lülük! Kitabın baş tarafları nda Sokrates' in ün lü b i r sözünü anmışt ım: B i r i nsan ne kadar çok şey bil irse, o kadar az bildiğ ini sanı r; bir insan ne kadar zeki olursa, o kadar yan ı lmaya açık olduğunu fark eder, dolay ıs ıyla durmadan kendi kendini denetlemeye ça l ış ı r. Bir fikri n doğruluğundan emin olmad ı kça onu ortaya atmaktan çekinmek, böylece başkaları n ı da yan ı ltmamaya çalışmak fikir dürüstl üğünün başl ıca bel i rti lerindendir. Bu da insanı ister istemez alçakgönül lü olmaya iteler. Bunla
r ın tersi de geçerlidir : Bir insan ne kadar az şey bi l irse, o kadar çok şey bi ldiğini sanı r; ne kadar aptal ol ursa, kendinden o derece emin o lur ve kendini eleştirmek şöyle dursun, kendi f ikirlerini kabul etmeyenleri , hele kendisini eleşti rmeye kalkışanları bilgisizlik, dogmac ı l ı k, hatta kıskanç l ı kla suçlamaya kalkar; alçakgö
nül l ü olacağına, kasım kas ım kas ı l ı r. İşte şarlatanlarda bütün bu özellikleri görüyoruz. Şarlatan hemen hiçbir şey bi lmed iği halde, hiç kimsenin akıl edemediği yeni doğrular bulmuş, "büyük bi lgin" pozuna bürünen , asl ında zaval l ı , hatta ac ınaq:ı.k bi r i nsandı r. Eğer herhangi bir konuda iyi kötü bir bi lginiz yoksa, şarlatanı gerçek bir b i lg in saymanız işten bile deği ldir , zira o tak ı nd ığı otoriter tavırla ve halkı n "inanıverme" eğil imini hemen harekete geçiren "olmayacak" idd ialar ıy la sizi de "büyüleyebi l i r". Bu nedenle s ı radan adam ın kendini şarlatanların etkisinden koruyabi l mesi için özell ikle aşı rı iddialar karş ıs ında "şüpheci" bir tav ı r tak ı nmas ı şart. Ne yazık ki , bug ü n okullarımızda verilen eğitim ço-
2 1 6
Bilimsel ve Bılim-Dışı Düşünüş
cuklara ders kitaplarında yazı l ı olanlara, dolayıs ıy la öğretmenlerin anlattıklarına körü körüne inanma al ışkanl ığı aş ı lamıştır. Öğretmenlerin bunda büyük sorumlu luğu olduğuna i nan ıyorum. Onlar bu al ışkanl ığı "sı nav tehdidi" i le daha da pekiştirir ler, oysa çocuklara kitaplarda yazılanlara "eleştirici" bir gözle yaklaşmaları nı , kendi anlatt ıkları karşıs ında haydi haydi bu tavrı takınmaları nı telkin etmeye çal ışmal ıdırlar.
Okul d ış ı hayatta kişinin şarlatanlardan kendini koruyabilmesi i ç i n önce on ları "teşh i s" etmeyi öğrenmiş olması gerek i r. Okullarda bu konuda çocuklara hiçbi r şey öğretilmediğine göre, kiş i n in yapacağ ı en akı l l ıca şey, akl ın ın almadığ ı herhangi bir iddia karş ıs ında kal ınca, önce ansiklopedi gibi daha güvenilir kaynaklara başvurmak, daha olmazsa o konuda "uzman" olduğu bilinen bir b i l im adamına dan ışmak olabi l i r. Aslında bi l im adamlanna da burada bir sorumluluk düşüyor. D§.niken veya Or. Özel gibi şarlatanların insanların "düşün me sağl ığı"nı tehdit ettikleri ni sezdikleri an uzmanların h emen kolları sıvayıp bu konuda hal kı "uyarması" gerekir. Ancak, ne yaz ık ki , ü lkemizde ciddi b i l im adamları b i le bu tü r b i r sorumluluk b i l incinden yoksun görünüyorlar ve halkı kaderiyle başbaşa b ı rakıyorlar. Dr . Özel olayında hükümeti n serg i lediği tutum da bağ ış lanamaz. Zaman ı n sağl ık bakanı bu şarlatanı yanına al ıp devlet televizyonuna çı kıyor ve neredeyse adamı n propagandas ı n ı yapıyor, ardından da izin almadan "ilacım" dediği bi r ekstreyi yüzlerce "hastası" üzerinde
denemiş olduğundan ötürü bir sü re meslekten al ıkonmuş olan bir "suçlu "nun devletin gözetimi alt ı nda ilacını ağır kanser hastaları üzerinde denemeye devam etmesine izin veriliyor. Öyle san ıyorum ki , dünya tarihinde h içbir ü lkede böylesine bir skandal yaşanmamışt ı r.
2 1 7
Uğur Felsefe Öğreniyor
Bir felsefe kitabında bütün bunları n ne işi mi var? Söyleyeyim: Felsefe filozof denen b ir "hayalperest"in f i ld iş i kulesinde kendi kendine oynadığı bir "düşünme oyunu" değildir. Elbet felsefenin böylesi de var, ama insan yaşamını yakından ilgilendiren sorunlara bir çözüm bulmak söz konusu olduğunda, filozofun Sokrates gibi sokağa i nmesi kaç ın ılmazd ır. "Kant onu dem iş !" , "Comte bunu söylemiş!" gibi laflarla felsefe yapmak boşuna zaman kaybetmektir. Bild iğimiz gibi , bilimlerin salt teori üretmeye yönelik dalları da var. İ nsanların salt onların mutluluğunu artırmak için nasıl eğiti lmeleri gerektiği de "felsefi" bi r sorundur. Ben de bu çerçevede kafa (düşünme) eğitimine her şeyden çok önem veri lmesi gerektiğine inan ıyorum. Kanımca, "şarlatanlar" ın şerrinden nas ı l korunulabileceği sorununun çözümü bu eğitimin en önemli ödevlerinden biridir. Genellikle "inanma sorumluluğu" veya "şüphe etme yükümlülüğü" dediğim şey bu sorunun çözümünde mihenk taşı durumunda, bu nedenle tipik şarlatanlardan bir iki örnek vermeyi gerekli gördüm.
1) Dini İnançlar ve Şarlatanlık
Şarlatanl ık insanın bazen sadece teorik i nançlarını etkilemek amacını güdebilir. Ancak bu oldukça nadirdir, hatta genellikle asıl veya son amaç insanların davranışlarını etkilemektir. Daniken denen şarlatan görünüşte tarih (dolayısıyla astronomi ve arkeoloji) ile ilgili bazı inançlarımızı değiştirmeyi, hatta bize yeni bilgiler iletmeyi amaçlıyor, ama asıl amac ın ın para, ün ve sosyal prestij kazanmak olduğu bence şüphe götürmez. Aynı şekilde, yeni bir din getiren peygamber de, yeni bir ahlak veya politika öğretisi geliştiren filozof da doğrudan doğruya insanların davranışların ı etkilemeyi amaçlamaktadır. Burada "özlemse! düşünüş"ün büyük ölçüde işe karışacağını daha önce belirtmiş, özlemler ağır bastıkça yan ılma ihtimalinin de yükseldiğini vurgul�mıştım.
21 8
Bilimsel ve Bil im-Dışı Düşünüş
İ nsan davran ışlar ı n ı etkilemeyi amaçlayan en eski ve en güçlü inanç sistemlerinin dinler olduğunu gördük. Burada 'teori' veya 'görüş' gibi deyimler yerine ' i nanç sistemleri' deyimini kullanman ın nedeni, daha önce de belirtmeye çal ıştığım gibi, dinleri n hemen hemen sadece inançlara dayanması , bunların hiçbir gözlemsel, dolayısıyla "sağduyusal" temelleri olmamasıdı r. Nitekim, çok-tanrıl ı dinler halk fantezisinin ortaya koymuş olduğu pratik öğretilerdir . Gerçi bunlarda gene halk fantezisinin uydurduğu mythos dediğimiz teoriler de yer al ır, ama asıl ağ ır l ık insanların toplumda nasıl davranmaları gerektiğini vurgulayan kurallardadı r. Bu kurallar asl ında peygamberlerin ideal toplum düzeniyle ilgili "özlemler"ini di le getirirler, ama peygamberlere sorarsanız, bu kuralları onların ku lağ ına Tanrı f ısı ldamıştır. Bu kurallara boyun eğmek için kişi n in i lkin böyle bir Tanrı n ı n varl ığı na, onun da ardından Tanrı n ın var olduğunu garanti etmek için uydurulmuş olan cennet, cehennem, melekler, şeytan ve benzeri varlıklara i nanmak gerektiğini belirtmiş, ayrıca Tanrıya inanmanın peygamberin sözlerine güvenmek anlamına geldiği ni vurgulamıştım.
Demek ki, burada en önemli sorun şu oluyor: Peygamberlerin sözlerine güvenebilir miyiz, daha doğrusu , güvenmeli miyiz? Birincisi psikolojik bir sorun, ikincisi ise bir ahlak sorunu.
İ lk in psikolojik sorunu ele alal ım . Biz bazı gözlemlerimize dayanarak i nsanları "sözlerine güven i lebi l i r" olanlarla, "sözlerine güveni lemez" olanlar diye iki öbeğe ayı r ı rız. Ancak, d ikkat ederseniz, burada 'bazı gözlemlerimize dayanarak ' d eyimi n i kul land ım, zira insanların b u özell ikleri al ı nlarında yaz ı l ı değildi r, bu nedenle tan ımadığım ız insanları bu tür bi r s ın ı flamaya tabi tutmamız söz konusu olamaz. Eee, peygamberleri de ya-
2 1 9
Uğur Felsefe Öğreniyor
kından tanımadığ ımıza göre? . . . Herhangi b i r insanı ilk gördü ğümüzde uzun boylu mu , kısa boylu mu , şişman m ı , zayıf m ı , hatta güzel mi, çirkin m i olduğuna hemen karar verebi l i riz, ama dürüst veya sözüne güvenil ir olup olmad ığ ı na karar verebilmemiz için , onun davran ışları n ı uzun süre görüp izlemiş olmamız gerekir. Ama öyle olduğu halde o kişiyi iyi tan ıyamadı ğ ım ı z , ahlaki karakteri konusunda "yan ı ld ığ ı m ız" olur . Bunu bildiğ i miz için , yeni tan ıdığ ım ız bir kimseye "şüpheci" bir tav ı rla yaklaşır, onun sözüne "güveni l ir" olduğunu birçok defa kanıt lad ığ ın ı gördükten sonra, karakteri konusunda bell i bir fikir edinmiş olu ruz ve ona olan güvenimizi sarsan bir davranışta bu lunmad ığ ı sürece bu fikrimizi saklarız. Bu tümüyle bi l imsel bir davran ıştı r. Nitekim, bi l imsel teorilere olan inancımızda da b una benzer b ir yol izleriz. Eğer b i r. teoriye olan i nanc ımız ı sarsacak herhangi bir eleştiri yapılmamış veya onun yeri ni tutacak yen i bir teori ortaya at ı lmamışsa, o teoriye bağ l ı l ı ğ ımızı devam ettiririz: yok, bunun tersi söz konusu ise, bu bağ l ı l ığ ımız ın çü rük bir temele dayandığ ı n ı anlayıp ona inanmaktan vazgeçeriz.
Ancak insanoğlu çoğu zaman eski inançlarına bağ l ı l ı ktan kolay kolay kurtulamaz; onun için, bağlanm ış olduğu eski teorinin yanlış (en azı ndan kusurlu) olduğunu ortaya koyan güçlü itirazlar dile getiri ldiği halde, ondan ayrı lmaya gönlü razı olmaz; biraz da bu nca zaman yan l ı ş bir teoriye bağlı kalmış olabileceği n i hazmedemediği iç in , ona ihanet etmekten çekin ir. Buna felsefede dogmacıl ık d iyoruz. Dogmacıy ı "i nandığ ı bir görüş, öğreti veya teori yeterince yanlışlanmış veya çürütülmüş olduğu halde, ona inanmakta ayak direten kişi" diye tan ıml ayabi l i riz . Bir fikre bağlanmak duygusal bir olaydır, oysa insanlar zekaların ın ve bi l imsel kültürlerin in düzeyine göre, b i r 220
Bili msel ve Bil im-Dışı Düşünüş
f ikre daha çabuk veya daha yavaş bağlanırlar. Şüpheci yarad ı l ışta olan insanlar h içbir fikre kes in olarak bağlanmazlar, buna karşı , çabuk inanıveren kişilerde sözünü ett iğim duygusal bağl ı l ı k zamanla bir t i ryakil ik , hatta nikotin, alkol veya uyuşturucu al ışkanl ığ ı g ibi , düpedüz "bağ ım l ı l ık" hal ini a l ı r . Bu durumda bir fikrin, gö rüşün veya inancı n insan ı n akl ı n ı tutsak ettiğ ini söyleyebi l iriz_
Şarlatanlara hemen kapılıveren birçok insan olduğu nu gördük; Dr. Özel' in dediklerine kan ıp da ona tedavi olmak için giden bir kanser hastası istediğ in i , daha doğrusu , umduğunu bulamayınca , onun dediklerine inanmaktan kolayca vazgeçer ve bir daha onu n semtine uğramaz olur. Nitekim, büyük bir umutla onun kapıs ın ı çalmış olan birçok hasta (dediğine göre hastaları n % 80'i) sonradan tedaviyi b ı rakmışlar. Hayatta "umut kır ık l ığ ı "
denen olay ı yaşamamış olan biri n i gösterebi l ir misiniz? Demek istediğ im , insanlar ilkin güven duydukları bir şarlatandan çabuk yüz çevirebi l i rler. Ancak, işin garibi, bazı insanların bir defa bağlandıkları bir inançtan bir daha vazgeçmek istememeleri ! Bu anlamda "dogmacıl ığa" bi l im adamları arasında bile rastlanması çok şaşırtıc ı . Bunlar aras ında teorik bir fikre saplanıp kalanlar olduğu gibi, p ratik önemi olan bir fikre veya öğretiye "kaydı-hayat şartıyla" bağlan ıp kalanlar da var.
Birinciye iki örnek vereceğim: 1 9 . yüzy ı l ın başına gelinceye kadar bi l im adamları "gökten taş düşebileceğine" inanmazlarmış, z i ra bunun dini bir boş -inanç olduğu kanıs ında imişler. Medine 'deki "Haceri Esved" gibi gökten düştüğüne i nanı lan birçok taş kil iselerde de kutsal nesneler arasında yer alıyormuş. Belki de dindar olmayan bil im adamları halk ın bu gök taşların ı tanrının bir "uyarısı" sayd ıkların ı da göz ön ünde tutarak, halk arasın-
221
Uğur Felsefe Öğreniyor
da yayg ın olan bu "boş- inanca" ku lak asmazl arm ı ş . Derken 1 8 1 3 y ı l ı nda, Paris'in yakı nları ndaki L'Aigle kasabası na bir gün gökten yüzlerce taş yağd ığ ı haberi gelir ve bunun üzerine Paris'teki bazı bilim adamları kalk ıp işin asl ı n ı öğrenmeye L'Aigle'e giderler, b ir de ne görsünler: Gerçekten yeryüzündeki taşlara benzemeyen b ir sürü taş vard ı r orada ve yüz lerce kasabal ı bun ları n yağış ına tan ık olmuşlard ı r! O gün bugün bunun boş bir i nanç olmadığı anlaşı lmış bulunuyor, hatta y ı l ı n hangi mevsiminde ve nereye bu meteoritlerin yağacağı artık biliniyor.
Dogmatizme vereceğim ikinci örnek de şu: 1 920'1i yı l lar ın baş ında Alfred Wegener adında bir bil im adamı karaların milyonlarca yıl önce hep bir arada bulundukların ı , bunları n sonradan yavaş yavaş birbirinden ayrı ld ığ ın ı iddia ediyor ve meslektaşların ın alaylar ıy la karşılaşıyor. Oysa bu, bugün çok iyi belgelenmiş bir teori olup, sonradan Alpler ve Himalayalar gibi dizi-dağların da ("plak tektoniği" denen bir teoriyle) iki kara parças ın ın birbirine çarpmasından oluştuğu anlaşılmış bulunuyor. Bil im tarihinden buna benzer yüzlerce "dogmatizm" örneği göstermek mümkün, ancak bil im adamlarından bazıları bazı konularda dogmatik bir tavı r sergileseler de, "bil im" hiçbir zaman dogmatik değil, zira yeni bir teori i leri süren kişi meslektaşların ı n şüphelerini giderebilecek belgeler gösterince, eskiden teoriyi şüpheyle karşılamış olan bi l i m adamları da yeni teoriyi kabul ediyorlar.
Asl ında bil imde de bir miktar dogmatizme gerek var, zira herhangi bir bi l imsel teori çok uzun araştı rma ve fikir alışverişinden sonra bi l im adamları toplu luğu tarafı ndan benimseniyor' ve yıl lar süren bir sı namadan sonra kendini kabul ettirebiliyor. Bu iyice denenmiş ve sınanmış teoriye ters düşen yeni bir teori ortaya atı l ı nca, bi l im adamları n ın bu henüz s ınanmamış teoriye
222
Bilimsel ve Bi l im-Dışı Düşünüş
şüpheyle yaklaşmaları sadece doğal deği l , faydal ı , hatta gerekli de, zi ra bu yapı lmazsa binbir şarlatan ı n ortal ıkta cirit atmas ı n ı önleyemezsin iz . B i r anlamda dogmacı l ı k "bi l imsel t u tuculuk" demek, ama bi l imde geleneğe bağlı kalman ın pratik hayatıakinin tersine, zarardan çok yarar sağlad ığ ı bence şüphe götürmez. Her şey g ib i , b i l imsel görüşler de zamanla gelişip değişir ler; önemli olan bu değişmenin "daha iy i"ye doğru olup olmadığı n ı saptayabilmekte. Örneğin, Ptolemaios'un "yer-merkezci" teorisi aşağı yukarı 1 5 yüzyı l boyunca Batı bi l iminin "sarsılmaz" teorilerinden biri say ı lm ıştı , bu nedenle ona ters düşen Copernicus teorisi --bir i ki i stisnayla-- bütün bi l im adamları n ın protestolarıyla karş ı lanmış, ayrıca Kato l ik kil isesi de yanl ış l ığ ı o zamana kadar belgelenememiş olan eski teoriye bağlanmış olduğu için, Copernicusçu görüşü yaymaya çalışan Galileo'yu göz hapsine mahkum etmişti. Gerçi Galileo Copernicusçu teoriyi destekleyen baz ı yeni belgeler b ulmuşt u , ama Ptolemaios'u n görüşü gerek sağduyuya , gerekse akla daha yak ın bulunduğundan, Gal ileo'nun bu gerekçeleri fazla i l tifat görmemişti. K il isen in bu konuda sergiledigi dogmacı l ığ ın bi l imsel dogmac ı l ı ktan hangi noktalarda ayrı ld ığ ı n ı i leride göstereceğim .
Genell ikle bilim adamların ın her zaman ve her konuda b i r "bil im adamından beklendiği gibi" davrandıkları sanı l ı r, oysa onlar da kendi uzmanl ı k alanlarının dışına ç ı kt ı lar mı, bazen tı pkı bi lgisiz, hatta aptal (sı radan) bir i nsan gibi davrand ı kları olur. En ünlü bilginler arasında inan ı lmayacak kadar "çocuksu" inançlara kapılanlar olduğunu görmek şaş ı rt ıc ı old uğu kadar eğlendirici de. Ben bunlardan sadece ikisini sayacağ ım: Geçen yüzy ı l ın sonlar ında bazı bul uşlarıyla ün yapmış olan fizikçi Sir Oliver Lodge i le Sir Will iam Crooksl İkisin in de ortak hastal ığı o y ı l larda moda ha-
223
Uğur Felsefe Öğreniyor
l ini almış olan spiritizma, yani "ruh çağırma". Bir ,fizikçinin ruh diye "bağı msız", yani bedenin ölümünden sonra tek başına var olmaya devam eden bir töze inanması yeterince garip, hele aynı kişinin ölmüş bir insanın ruhuyla i letişim kurulabileceğine inanması daha da garip. Ama gelin görün ki, bu iki saygı n fizikçi bu işin garipliğine aldırış etmeden, yaşamları n ı n sonuna kadar ruh çağ ırma oturumlarına katılmakta ısrar ediyorlar.
Sir Oliver Lodge'un burada sergilediği "çocuksu" tutum ona gülecek yerde acımam ıza yol açıyor, zira Sir Oliver Birinci Dünya Savaşı n ı n daha i lk gün lerinde ölen sevgil i oğlunun "ölmüş", yani büsbütün yok olmuş olabileceği düşüncesini bir t ü rlü hazmedemediği içi n , bir teselli çaresi arıyor ve aradığı çareyi spiritizma'da buluyor. Sir Wil l iam' ın ise böyle bir derdi yok, ama o da zaman ı n dünyaca ünlü sihirbazı D .D.Home'un akı l almaz marifetleri ni duyunca işin aslı n ı merak ediyor, ama Home'un oturumlarında herhangi bir hile ihtimalini ortadan kald ı rmak için bir bi l g ine yakış ı r bütün tedbirleri ald ığ ı halde, ünlü si hirbazın en küçük b i r hi lesini yakalayamıyor. Adam o kadar i nsan ın önünde yaln ız masaları değil, kendi kendis in i tavana kadar yükseltebi l i yor! Siz olun da, gördüklerin ize inanmayın bakal ım ! Eh, ik i anl ı şan l ı fizikçi işe el atar da b i r şey bulamazsa, s ıradan adam ne yapsı n? N itekim, onlar ın da katkıs ı yla spiritizma "saygıdeğer" bir hüviyet kazanacak, neredeyse "yüzyıl ın buluşu" sayı lacakt ır.
Bu iki üstat kendi laboratuvar denemelerinde "kusursuz" kişilerdir, ama spiritizma oturumlarında normal laboratuvar şartları n ın geçerli olmadığ ın ı unutmuş görünürler, zira bu oturumların yürütülüş şartlar ın ı spiri t izmacı s ih i rbaz d ikte etmektedir. Her şey yarı karanl ıkta, hatta son derece az bir ış ıkta yap ı l ı r ve bizim iki s i lahşörlerin akl ı na bunun nedenini sormak gelmez, sor-
224
Bil imsel ve Bilim-Dışı Düşünüş
salar da sihirbaz ı n "Ruhlar karanl ıkta gelir" açıklaması n ı da bir güzel yutarlar. Haa, ruhlar neden doğrudan doğruya herkesle konuşmuyorlar da, medyum (aracı) denen birisini araya sokmak gerekiyor? Bunlar çok basit insanların da akl ı na gelebilecek sorular, öyle deği l mi? Hayır, bizimkiler bu seanslarda kendi gözleriyle gördükler ine, kendi kulaklarıyla duydukları na i nanmakta ayak diretiyorlar, acaba neden?
Daha önce "duyu aldanması" diye bir şeyden söz ettiğimi hatırlayacaksın ız_ Laboratuvar şartlarında iki gözlerini dört açan bu i ki fizikçi , her nedense "sihirbaz" ve "hokkabaz" denilen gözboyacı ları n varl ığ ın ı unutmuşa benziyorlar. Hepimiz bu tür gözboyacı ların numaraların ı seyretmiş, ama bizim gözümüzü nas ı l boyadıkları n ı bir türlü a nlayamamışızdır ; zaten anlayabilseydik, bu mesleğin devamı mümkün olmazd ı . Bizimkiler kendi gözlerine çok güvend ikle ri için , Home g ib i bir s ih irbazın numarala r ı n ı "gözboyacı l ık" olarak yorumlayacak yerde, onun tanrı verg is i doğaüstü yeteneğine yoruyorlar. İster inan ı n , ister inanmayın! . .
Bu örneklerden aniaşı lacağı g ibi , i nsanoğlunu aldatmaktan daha kolay bir şey yok, ama bunun için "gözboyacı l ığ ın" bazı t rüklerini öğrenmiş olmak gerek. (P iyasada bu konuda birçok kitap var; alıp siz de küçük bir sihirbaz olabilirsiniz!)
İş in ası l i lgi nç yanı ne bi l iyor musunuz? Spiritizma salg ı n ı n ı başlatan Fox kız kardeşler sonradan bütün spiritizma numaralarının s ı rların ı açığa vurdukları halde, b i rçokları ruh ların varlığı na olan inançlar ın ı yitirmemişler, onların "yalan söylediklerini" iddia ederek "ruh çağı rma" oturumları na devam etmişlerdir. Daha da i lg inci , gene geçen yüzyı l ı n ünlü gözboyacı larından Harry Houdini meslekten yoru lunca oturup iki kitap yazıyor ve herkesi hayretten hayrete düşüren numaralar ını nasıl yaptığ ın ı b i r b ir
225
Uğur Felsefe Öğreniyor
açıklıyor; ama gel in görün ki , "Sherlock Hol mes"un çeşitli maceralarını büyük bir "mant ıkç ı" ustal ığıyla anlatan ünlü romancı ve yakın dostu Sir Conan Doyle'u kendisin in de bütün öteki gözboyacılar gibi basit bir gözboyacı olduğuna inand ı ramıyor. İster inan ı n , ister inanmayın !
Sözü oraya getirmek istiyorum: İnsan akl ı n ı n normal i şleyişini en çok engelleyen şey, bu "inanı verme" dediğim zih insel hastalık; dogmatizm ile fanatizm (bağnazlık) ise daha çok bu hastalığ ın sonuçları !
İnanıvermeye de, ondan türeyen öteki hastal ıklara da en çok dinde rastl ıyoruz, z i ra belirttiğ im gibi d ini inançlar hemen tümüyle korku, umut, arzu ve özlem g ibi duygular ımız ın kamç ıladığı hayal-gücünün ürünü ! Halkın di l inde "Aç köpek rüyasında hep kemik görürmüş" diye bir söz vard ı r . Bu benzetmeyi insana uygulayacak olursak, i nsan ın hep "daha mutlu" olacağı bi r ikinci yaşam (cennet) düşü kurduğu, hayatta kendis in in el inden tutmayan, ama özellikle hakk ın ı yiyen veya ona düpedüz kötülük eden, hatta kendi düşüncelerini paylaşmayan i nsanları cezaland ı racağı bir yer (cehennem) düşü gördüğü anlaşı l ıyor. Elbet dini inançlar bunlardan ibaret değ i l , ama hepsinde ö l üm korkusu, dolayısıyla ölümsüzlük özlemi gibi güçlü duyguların işe karıştı9 ı . bana apaçık gibi görünüyor. İnsan bu duygulardan kurtulmadıkça, en azı ndan sağduyusu ve aklıyla onları nötralize etmedikçe, bu gibi inançlardan kurtulması da imkansız gibi görünüyor. Alkol bağ ıml ı l ı ğ ından kurtulabi lmemiz için, o bağ ıml ı l ığa yol açan psikolojik sorunlar ımız ı çözmüş olmamız gerekir. Din de bir tür "zihinse/ uyuşturu" olduğu için, d ini inançların baskı ve tutsakl ığından kurtulmak ancak onlara yol açan duygu ve tutkulardan sıyrı lmakla mümkün. Bu bakımdan akl ını şarlatanlara kaptı ranlarla
226
Bilimsel ve Bil im-Dışı Düşünüş
dini inançlara kapı lanlar aras ında çok yakın bir kader b i rl iğ i olduğu söylenebilir.
Ne yazık ki , pek az i nsan bu durumun farkı ndadır , z i ra insanların çoğu , ama özell ikle "oku mamış" kişi ler, din psikolojisi üzerinde durup düşünme f ı rsatı bulamadıkları, üstelik birtakım dini inançlar onlara çok küçük yaşta aşılandığı için, bu inançlara angaje olurlar, onları kafalar ın ın i lk mobilyası gibi düşüncelerinin bir yerine yerleştiri rler, devamlı onlarla yaşamak onların varlığıyla iyice senli benli olmaları na yol açar, dolayısıyla onların doğru olup olmad ıklarını araştı rmak akı l lar ın ın ucundan bile geçmez. Ancak, insan büyüyüp de yeni yen i şeyler öğrendikçe, hele kendi d ini i nançlarıyla bağdaşmayan başka din lerle tanıştıkça, yavaş yavaş "şüphe etme" gereğini duymaya başlar.
D in1 dogmacı l ığ ın bir insan kafasında yer etmesin in , bu son saydığ ım f ı rsatların el ine geçmemesinden, bir de "tükürdüğünü yalamamak" dediğ imiz kendi n i-beğenmişl ikten kaynakland ığ ı söylenebilir. Böyle b i r dindarl ı k, başka b i r yer, yabancı b i r ülke görmemiş b i r in in kendi doğup büyüdüğü köyü veya kasabayı dünyan ın en güzel yeri sanmas ına benzer. Dogmacı! ığ ın ana kaynağı alışkanlıklardır ve ister san 'atta, ister edebiyatta, hatta i ster b i l imde olsun, insanlar büyük ölçüde alışkanl ıkların ın , görenek ve geleneklerin in tutsağı oldukları için, her yenil iğe --hiç değilse başlangıçta-- karş ıdı rlar. GeniŞ bir kültür sahit:ıi olan, ayr ıca birçok değiş ik ülke gezip görmüş olan insanlar, d indar yarad ı l ış l ı b i le olsalar, dogmatik olmazlar.
Bu vesile ile bir başka hastal ı k olan, üstelik insanlar için bazen çok tehlikeli sonuçlar doğuran fanatizme (=t:ıağnazlık) kısaca dokunmak istiyorum. Bağnazl ık t:ıir dine, ahlak öğretisine veya politik ideolojiye aşırı bağ l ı olan t:ıazı i nsanları n başkaları n ı
227
Uğur Felsefe Oğreniyor
da aynı inanç sistemine bağlamak için karşı konu lamaz bir arzu duymas ıd ı r. Bunu önce y umuşak yöntemlerle ( i kna yoluyla) sağlamaya çal ışı rlar, ancak bir i lg is i z l ik, hele d i renmeyle karşılaşt ıkları nda, sin i r lenip bu defa "sert" yöntemlere başvurur lar.
Bunların öfkesi "inanmayanlar"ı öldürmeye kadar g idebi l i r. Bu bi l imsel düşünüş le taban tabana z ı t bir tavı rdır ve özel likle totaliter ded iğimiz ideoloji lerde kendini gösterir. Ahlak ve politikada asıl ve son amacın insanları kendi özlemlerimiz doğrultusunda davranmaya itelemek olduğunu belirtmiştim. Öyle san ıyorum ki , ideoloj ik bir amaçla öldürülmüş insan sayısın ın savaşta öldürülenlerden daha fazla olması çok muhtemel.
Bağnazl ığ ın bi r ruh hastal ığ ı olduğu bence kesin. Fi lozoflarla bi l im adamları arası nda da bazen fikir anlaşmaz l ığ ı yüzünden şiddetl i tart ışmalar baş gösterir , ama bu tart ışmaları n (bazen Millet Meclisinde olduğu gibi) yum ruklaşmaya, hatta küfürleşmeye vard ığ ı ne görü lmüş , ne iş iti lmiştir. Bu nedenle, nezaket s ı n ı rlarını aşan bir tart ışmada bi le özlemse! düşünüşün işe karışm ış olması ndan kuşkulanabi l i rs in iz, zira teorik (yani salt b i lg i edinmeye yönelik) tart ışmalarda bir tarafın karşı tarafı suçlaması söz konusu deği ld i r, hatta onu ikna etmek için bıle fazla çaba harcamas ı gerekmez.
Bu tavra genel l i k le tolerans d iyoru z . D i k kat ett i ysen iz , san'atta aynı zevki paylaşmayanların bazen b i rb i rlerini zevksizl ikle suçlad ı kları olur, t ıpkı f ikir alan ı nda birbirlerin i "bilgisd{ik", hatta bazen "kafasızl ık"la suçlad ıkları gibi ; ancak buradaki 'suçlamak' f i i l i , ideologların yaptığı g'ıbi, karş ıs ındakini bi r "suç işlemiş saymak" anlam ına gelmiyor, zira huku ki an lamda her suçu n bir de yaptı rı m ı vard ır. Sanatçı larla fiki r adamları n ı n birbirlerini bu anlamda suçlamamaların ı n nedeni, as ı l amacın insan davra-
228
Bilimsel ve Bil im-Dışı Düşünüş
n ışların ı etki lemek, başka bir deyimle onlara "hükmetmek" olmaması ndan kaynaklanıyor. Hepimiz zevk ve f ikirlerimizin paylaş ılmasından şüphesiz hoşlanı rız, ama kendi zevk ve fikirlerimizi başkalarına dayatmayı düşünmeyiz. zira herkesin bu konularda. özgür olması bizim için çok daha önemlidir. Böyle davranmayıp, zora dayanan yöntemlere başvuranlar, güzeli ve doğruyu değil, kendilerini sevenlerdir.
Bütün bunlardan şu sonuç ç ı kıyor: Zeki, duyarlı ve kültürlü olmayan insanlar büyük ölçüde dogmatizmden , bir ölçüde de fanatizmden kendilerini kolay kolay kurtaramazlar. Bu nedenle her ayd ın ın baş görevi , kafalarını n içi karan l ık olanları ayd ınlatmak olmal ıd ı r; o ancak bu şeki lde doğruyu gerçekten de sevdiğin i kanıtlayabi l i r .
2) Politik Öğretiler
Politik öğ reti lerin "en iyi" toplumsal yaşama biçiminin hangisi olduğu konusunda üretilmiş olan fikir s istemleri olduğunu daha önce beli rtmiş , bu düşüncelere büyük ölçüde insan özlemlerinin karıştığ ın ı vurgulamıştım.
Politik öğretilere özlemlerin egemen olduğu ölçüde onları öne sürenlerin bunlara angaje olacakları apaçık görünüyor. Aynı şeyi tüketici durumunda olanlar iç in de söyleyebiliriz. Herkesin kendi ç ıkar ve tercih leri doğrultusunda çeşit l i "izm"lerle anı lan bu öğretilerden birine bağlandığı b ir gerçek. Her bir politik öğretinin bir ideolojiyi, yani düşlenen bir ideal yaşam biçimini dile getirdiğini göz önünde tutarsak, bu bağlanmayı da normal karş ılamak gerekir. Ancak bu öğretileri üretmiş olanlardan bazıları kendi düşledikleri sosyal düzenin tek özlenmeye değer düzen olduğu iddiası ndadırlar; bu gerekçeye dayanarak da ideoloj i lerini
229
Uğur Felsefe Öğreniyor
herkesin kabul etmesi gerektiği konusunda ayak diretir, gerekirse bu ideolojiyi zor ku llanarak gerçekleştirmeye kalkışırlar. Bunlara total iter ideoloj i ler diyoruz.
Total iter ideoloj i ler le tek-tan rıcı d in ler arası nda büyük bir benzerlik o lsa gerek. Hatta bu benzerliğe bakarak örneği n komünizmin politik bir din olduğunu iddia edenler de var, ancak ben bu tartışmaya girmeyeceğim. Elbet böyle bir ideolojiyi her ne pahasına olursa olsun dünyaya yaymak isteyenlerle bir d in i yaymak isteyenler aras ı nda bu bakımdan bir benzerl ik var, ama hepsi o kadar . Demokrasi de b i r ideoloj id i r ve bütün u lusla
rı n bu ideolojiyi kabul etmesi demokrasiye inananların da düşüdür, ama onun totaliter ideoloj i lerden temel farkı, hiçbir demokrat ın bu ideoloj in in zorla yay ı lmas ı n ı istememesidir . Barıştan yana olan fi lozofları n kurduğu bu sistem özgürlügü en temel değer saydığı için, kendine düşman ideolojileri de kendi içinde barınd ır ı r , onlar ın yumuşak yöntemlerle taraftar toplamasına bile göz yumar. Buna karş ı l ı k , tarihe baktığ ım ızda şunu görü rüz : İster d ini , ister politik olsun, totaliter b i r ideoloji başlangıçta -belki başka çıkar bir yol bulamad ığ ı için-- yumuşak yöntem lerle , yani ikna yoluyla yayı lmaya çal ış ı r ; ama ne zaman k i , oldukça güçlü bir yandaş kalabal ığ ı bulmuştur ( İ slam ' ı n Medine döneminde olduğu g ibi) zora başvurmaktan çekinmez , hele (H ı ristiyanlı kta olduğu gibi) devletin resmi dini o lduktan sonra, her f ırsatta "sert" yöntemlere başvurur. Bu hem bir sab ı rs ız l ık bel i rtisidir, hem de öğretiyi kabul etmeyenleri n sayıs ın ı en aza ind i rmedikçe şüphecileri n , yan i muhtemel düşmanların i leride bir tehl ike oluşturması mümkündür. Totaliter ideoloj i ler geleceklerini güvence alt ına almak için şüphecilerin say ıs ın ı elden geldiğince azaltmanı n şart olduğuna inan ı r lar .
230
Bili msel ve Bilim-Dışı Düşünüş
Bil imde ise bunun tersi geçerlidir. Nitekim , herhang i bir yeni bil imsel teori ortaya atıld ığ ında, onun eleştiri lmesi beklenir , hatta isten i r , z ira eleşti r i le eleştiri le kusur ve yanl ışları ndan temizlenecek, böylece daha "güveni l i r" bir hal alacakt ı r. Bir teorin in yanlışlanması teoriyi ortaya atan iç in bir zü l değildir, yanl ışlanamadığı n ı n kan ıtlanması ise bütün insanl ı k için sevindirici b i r olaydır, z i ra doğru olan bir teoriden her isteyen yararlanabi l i r . Buna karş ı l ık, bi r ideolojiye yönelti lecek her eleştiri özellikle ideo loj i n i n sahibi taraf ından b ir "aşağ ı lanma" gibi algı lan ı r, ama onu ası l kızd ıran, her eleştiri n in ideoloji n in güvenil irl iğini sarsmas ı , böylece taraftar sayıs ın ı n azalması iht imalidir. İdeolojiye bağl ı olanlar çoğ1J zaman bu riski göze alamadıkları içi n, yum1Jşak yöntemlerle yola getiremedikler in i h iç değilse sustu rmayı denerler. Bu da sonuç vermeyince, onlar ı "temizlemek", vacip olur. Nitekim, demokrasi dış ındaki bütün ideolojilerde bu durum gözlenmişti r . Faşizm, Nazizm ve Komünizmde insanın insana karşı canavarca davranabilmesinin sırrı burada yatmaktadır. Aynı durumu bütün tek-tanrıcı dinlerde de görüyoruz. Kurucu larının niyeti ne olursa olsun, her total iter ideoloji bir yerden sonra --özell ikle tek geçerli ideoloji olmak sevdası nda ise-- zor kul lan.mak "zorundadır".
Bazen basında " İslam (veya H ı ristiyanl ık) hoşgörülü bir d in mid i r , deği l m i d i r?" türünden tart ışmala ra tanık oluyorum ve içimden gülüyorum. Hoşgörü lü olmak veya olmamak tek tek insanlara a i t b i r nite l iktir. Eğer herhangi b i r dine veya politik ideoloj iye angaje olan bir i nsan, bütün i nsanları n ayn ı ideoloj iy i paylaşmaları gerektiğ ine inan ıyorsa, o insana "bağnaz" diyoruz. Yok, o dini veya ideolojiyi salt kendi duygusal tercihi olduğu için seçmişse ve kimseden ayn ı terci h i yapmasın ı beklemiyorsa,
231
Uğur Felsefe Öğreniyor
ona "hoşgörülü" diyoruz. Ne yazık ki , özellikle yerleşme ve gel işme dönemleri nde din ve ideoloj i lere "hükmetme" tutkunu insanlar el attıkları ndan, bazen en korkunç ve acımasız bir kovuşturma mekanizması n ı uygulamaya koyarlar. Nitekim , yumuşak başlı , hatta sevecen bir insan olduğu anlaşılan isa'n ın kurmuş olduğu "sevgi dini", bu gibilerinin el inde tam bir manevi işkence aracına dönüşmüştür. Aynı şeyi Marx ve onun adı na kuru lmuş olan komün izm için de söylemek mümkün . Marx' ın kendisi oldukça "sevecen" b i r adammış, üstel ik Ferdinand Lassal le gibi devrimcilerden de hiç hazzetmezmiş. O İsa gibi yufka yürekli olduğundan deği l , ama kendi ideolojisin in bilimsel bir temele dayandığ ı na, dolayısıyla ortaya attığ ı ideolojin in "diyalektik materyalizm"in karşı konulmaz yasaları gereği kendi l iğ inden gerçekleşeceğine inanıyormuş. O zaman zora gerek kalmıyor.
Ancak onun öğretisini bir an önce hayata geçirmek için sab ı rs ız lanan Len i n , u stası na ters düşmek pahası na da olsa, "devri m" sorununu kısa yoldan çözmeyi tercih eder. Stalin de
ayn ı yolu --üstelik çok daha sert yöntemler uygu layarak-- izleyecektir . Bana sorarsanız, i kisi de Marx'a kıyasla çok daha ger
çekçi, z i ra Marx "diyalektik materyal izm" yasaları gereği , kısa bir "proleterya diktatörlüğü" dönem inden sonra, yakında devletin bi le ortadan kalkacağ ı b i r mutlu çağ ın gel ip çatacağ ını düşünmekle, vaktiyle eleştirdiği , "ütopyacı sosyalistler"den çok daha "hayalperest" olduğunu kanıtlamıştır. Marx toplum hayatını yöneten yasalar olduğuna, üstelik bu yasaları kendisin in bildiğine
inandığı için, "tarih i n g idişini zorlamak" anlam ında "devrimciliğin" aleyh inde idi . İki sad ık öğrencisi , Lenin i le Stal i n , Marx' ın bu çocuksu "iyimserliğini" onaylamamış olmal ı lar ki , devrim yapmadan hantal tarihi yerinden kıpırdatmanı n mümkün olamayacağı-
232
Bilimsel ve Bilim-Dışı Düşünüş
nı düşünüyorlar, bir an önce ve her ne pahasına olursa olsun, tarihin dizginlerini ellerine geçirmek istiyorlardı.
Ancak onlar da yeterince "gerçekçi" olmadıklarını kanıtladılar. Evet, insan bazen tarihin dizginlerini eline geçirebi l i r, yani olayları istediği istikamete çevirebilir, ama bunu yaparken doğa yasalarına uymak zorundad ı r . Kurakl ık, salg ın hastal ık, hatta tufanlara karşı tedbir almak, bunlar ortaya çıktıklarında da zararlarını en aza indirmek i nsan ın bir ölçüde elindedir. Ancak bunun için belli bir teknolojiye, dolayısıyla bi l imlere ihtiyaç vardı r. İkide bir taşan bir nehri çeşitli teknolojik araçlarla disiplin alt ına alabi l irsi niz, yeni başlayan bulaş ıcı b i r hastal ığ ın yayılmas ın ı önleyebilirsiniz, baş gösteren bir yangın ı kısa sü rede söndürebilirsiniz, ama bütün bunlar bilgi ve beceri ile olur. İdeal bir topl um d üzeni yaratabi lmek için elimizde psikoloji ve sosyoloji i le ilgili güven i l i r bi l g iler var mı? Onlar yeterli mi? İnsan denen bencil, tutkuları n ı n esiri , vurdumduymaz ve saldı rgan yaratığı evcilleştirmenin yol ve yöntemini biliyor muyuz? Hele arzuların, umutların, korku ları n ve özlemlerin sürekli baskısı altında olan ve her biri bir başka telden çalan mi lyonlarca insanı belli bir sosyal ideal çevresinde toplayabilir misiniz? Marx "diyalektik materyalizm" yasaları n ın i nsanları , hatta bütün i nsanlığı bir ideal çevresinde birleşmeye zorlayacağına inanıyordu. Lenin ile Stalin buna pek gerek olmadığ ın ı , zira insanları bu yasaların gerektirdiği biçimde davranmaya zorlayabileceğimizi, hatta burjuva alışkanl ıklarından bir türlü kurtulamayan insanları buna zorlamamız gerektiğini savundular. ( İsa da bir yerde "Onları girmeye zorla!" diye buyurmamış mıyd ı?) Ondan sonra gelsin GPU, gelsin hapisaneler, Sibirya sürgünleri, işkenceler ve idamlar! Stalin eski ideoloji yoldaşları da dahil kendi düşlerini aynen paylaşmayanları "düş-
233
Uğur Felsefe Ôğreniyor
man" ilan edip "temizletecektir". Bilmem, komü n ist sistemin sonunda neden kendiliğinden çöktüğünü daha fazla araştırmaya gerek var m ı ?
Burada benim vurgulamak istediğim nokta şu : Totaliter b i r ideolojide bağnazl ık kaçını lmazdı r. "Totaliter" ideoloji sadece bütün insanların paylaşmas ı istenilen bir yaşam biçim i demek değildir; çünkü herkes kendi ideolojisinin tüm insanlarca paylaşı lmas ın ı ister; nitekim bu demokrasi için de geçerli . Totaliter ideoloji herkesin kabul etmek zorunda olduğu ve kabul etmeye zorlandığı bir yaşam biçimidir. Bu tür ideolojileri teklif edenler, Mussolini , Hitler
ve Stalin'ler, düşledikleri toplum düzeninin en iyi, en adil, en ya
şanmaya değer düzen olduğunu bildikleri kanısındaydılar; bu nedenle onların gözünde böyle bir düzeni kabul etmeyen ler insanların mutlu olmasını istemeyen, kötü niyetli insanlardır, üstelik onların bu tutumu düpedüz suçtur. "Fikir suçu" kavramı ilkin tek-tanrıcı dinler tarafından uydurulmuş, totaliter ideolojiler taraf ından hararetle benimsenmiş bir kavram. Böylece "hükmetme" tutkunu, diktatör ruhlu birisi çıkıp dediklerini dinlemeyenleri suçlu sayarak kendi suçluluğunu kamufle etmeye çalışır.
Demokrasi de bir ideoloji ; ama burada insanları elden geldiğince az zor ku l lanarak, do layıs ıyla onlar ı duyuş (estetik) , düşünüş (felsefe ve bi l im) ve davranışta (ah lak, hukuk ve politika) elden geldiğince serbest bı rakarak birl ik sağlamak güdülen tek amaç. Buna "insanları istedikleri ve bildikl eri gibi mutlu o lmalarında özgü r b ı rakmak" da d iyebi l iriz. Ne demiş Aristoteles, "Herkes mut l u olmak ister, ama herkes m u tl u l uğu başka şeyde arar!'' Bu anlamda demokrasiyi düşlemiş olan filozofları n daha
çok Aristoteles'i n izinden gittikleri söylenebilir. B i r i nsanın kalkıp da " H ayı r, insanlar benim istediğ im gibi mutlu olacaklardır ! " de-
234
Bilimsel ve Bilim-Dışı Düşünüş
diği an, başkalarına her bak ımdan hü kmetmeyi kafası na koymuş demektir.
Elbet biraz duyarl ı olan her insandan toplumdaki binbir bozukluğu, yolsuzluğu, haksızl ı ğ ı ortadan kaldırmak için bel l i bi r katkıda bulunması beklenir, en azından iyi kalpl i , sevecen, barış-sever insanlar böyle düşünürler, ama birinin kalkıp "Ben topl umdaki bütün kötü lükleri bir ç ı rp ıda yok etmenin s ı rrı n ı biliyorum !" der de, herkes için geçerli bir mutluluk plan ın ı yürürlüğe koyarsa, sonucun eskisinden daha da mutsuz bir toplum yaratmak olacağı kesin gibi . "Her bakımdan m utlu b ir toplum" hayali boş bir hayaldir ; bunu anlamak içi n fazla bilge olmaya da gerek yok, z ira sadece "h ı rsızl ı k" dediğ imiz basit bi r o lumsuzluğun giderilmesi i çin harcanan çabaların bi le büyük ölçüde boşa gittiğ i ni görmek yeter. Hadi , diyelim ki , Komünizm, hatta Nazizm gibi bir ideolojiyle yönetilen bir toplumda sosyal adaleti zorla sağlayıp ekonom ik eşitsizlikleri giderdiğiniz iç in , h ı rsızl ığ ı n önemli bir neden in i ortadan kaldırd ı n ı z, ama psi kolojik kaynağı olan açgözlülüğü nas ı l ortadan kald ı racaks ın ı z? Her iki sistemde de devlet memurlar ın ın rüşvet almaları n ı ve yetki lerini kendi kişisel çıkarları için kullanmaları n ı nas ı l önleyeceksin iz? N itekim, komünist sistem işçi s ın ı f ın ın yaşam şartlar ını bir hayli iyileştirmiş, ama devlet memurlarının yetkileri ölçüsünde çeşitli yolsuzluklara başvurmaları nı önleyememişt ir . Hele üst düzey yönetici lere bir sürü ayrıcal ı k tan ınmış, halk saatlerce kuyruklarda bekleşip dururken, her malın, hatta ithal mallar ın ın ucuza satı ld ığ ı özel mağazalar bunlara tahsis edi lmiştir . Di ktatörl ükle yöneti len topl umlarda parti patronların ın yanı başında her türl ü özel haktan yararlanan b i r parazitler s ı n ı f ı n ı n doğmaması imkansızdır. Kald ı ki, işçinin ve büyük devlet memurların ın karn ı doyurulur ve baş-
235
Uğur Felsefe Öğreniyor
takilere dalkavuklukları nedeniyle s ı rtları sıvazlanırken, "merkezi planlama"n ı n doğurduğu aksaklıklar yüzünden her istediğini bu lamad ığ ı için basit halk kuyruklarda ömür tüketmeye mahkum edi lm iştir. Ekonomiyi ve ziraati önceden bel i rlenmiş bir plana göre bir merkezden yönetme sevdası sonunda kıtı ık lara yol açmış ve halk bu yüzden bi rçok yoksunluğa katlanmak zorunda bırakılm ıştı r. Bütün bun ları anlatmaktan amacım ne komünizmi eleştirmek, ne de bu s istemin neden ötü rü çöktüğünü açıklamak. Bunları duymayan ve b i lmeyen kalmadı zaten. Benim ası l amacı m , k ısa sü rede bir "yeryüzü cenneti" yaratma özlemin in her t ü rlü yolsuzluğa yol açmas ın ın "kaç ı n ı lmaz" olduğunu vurgulamak. Bi r insan kendisi ni ne kadar "olmayacak" b i r düşe kapt ı rı rsa , i leride düş k ır ık l ığına uğraması kaç ı n ı lmazdır . Eğer kısa sürede bütün top lumu her bakımdan mutlu kılacak bir sos
yal düzen kurmayı düşleyecek yerde, toplumda en çok şikayet konusu olan sorunları birer birer çözme yolunu tercih ederseniz, başarı sağlama şans ın ız çok daha artacaktır . Nitekim bug ün de
mokrasiyle yöneti len l iberal/kapitalist ülkelerde işçi s ın ı f ı --Sov
yet Rusya'daki ile kıyaslanamayacak kadar- - yüksek bir yaşam düzeyi tutturabi l mişse, bunu büyük ölçüde işgücünü istediği fiyata satmasın ı sağlayan sendikacı l ığa borçludur. Bu sayede işçi b i leğin in h akkı n ı patronun keyfil iğ inden kurtarabi lmiş, bu serbest al ışveriş yüzünden hiçbir şeyin kıtl ığ ı çeki lmemiş, hele bütün bir toplum politik patronların ideolojik inadı yüzünden açl ık tehl ikesiyle karşı karş ıya kalmamışt ır . İ nsanlar ı boş hayallerle uzun süre oyalamak mümkün değildi r. Nitekim , komünist sistem 70 yıl süren di renmeden sonra çü rük temel l i bir bina gibi kend i l iğinden çökmüştür. Sistemler çöker, ama --eski askerler g ibi -eski ideoloj iler kolay kolay ölmez. Marxçı ideoloj iye bağlanmış insan lar ı b üt ü n bu acı denemelerden sonra bugün de eski
236
Bilimsel ve Bil i m-Dışı Düşünüş
i nançlarından caydırmak mümkün değildi r , zira onlar bu gel iş
meyi ideoloj in in yanlış uygu lanm ış olmasına yorarlar. Herhangi bir bi l imsel teorinin i leride yanl ış lan ıp terkedilmesi mümkündür, hatta tari h te bunun bi rçok örneği vard ı r , ancak bir ideoloji kolay ko lay yanlışlanamaz, zira bunun için onlara bağlanm ış olanların ideolojiyi doğuran özlemlerinden vazgeçmesi gerekir, oysa pek az insan buna razı olur.
Demokratik ideolojinin bu tür aşır ı özlemleri olmad ığ ı içi n , onda total iter ideoloji lerde rastlanan zorlama ve cezalandırma yöntemlerine de rastlanmaz . Bilindiği gibi, bazı bağlayıcı ve zorlayıcı kurallara her toplum gibi demokratik bir düzenin de ihtiyacı vard ı r. Bun lar insan ın i nsana zarar vermesini önlemeye yönelik, onun huzur ve güvenini bozucu davran ışların ı yasaklayan hukuk kurallarıdır. Toplumun en bilge sayı lan kişileri kafa kafaya verip bu kuralları saptarlar. Ancak bunlar totaliter toplumlarda olduğu g ibi değişmez kurallar değildir. Önce uygu lamaya konu rlar, ama toplumun "asgari mutlu l uğunu " sağ l ayacak yerde, mutsuz luğunu art ı rd ığı saptandığ ında, bu b i lge kişi ler gene kafa kafaya verip on ları düzeltir veya yerlerine yenilerini koyarlar. Böylece durmadan insan lar ın mutluluğunu artırmanın yolları aranır. Toplumda şartlar du rmadan değiştiği iç in, bu değişen şartlara ayak uydurmak zorunluluğu vard ı r, bu nedenle de hukuk yasaları her ihtiyaç duyu lduğunda yeniden gözden geçiri l i r . Anayasalar bile bu uygulamanın d ış ı nda tutu lamaz .
Bugün toplumları en çok mutsuz eden, dolayısıyla en çok şikayete yol açan sorunların başı nda işsizlik, sosyal adalets izlik, ekonomik eşitsizlik, çevre kirlenmesi, trafik t ı kan ı kl ığ ı gibi sorunlar gel ir. Popper'in de be lirttiği gibi, devlet bütün sorunlara bir doktor veya mühendis gib i yaklaşmal ı , on lar ın en az mutsuzluk
237
Uğur Felsefe Öğreniyor
yaratacak biçimde çözülmesine çal ışmal ıd ı r. Modern toplumlarda en büyük mutsuzluğun davranış özgürl üğünün kıs ıtlanmasından kaynakland ığı kabul edilmektedir. Bilindiği gibi, bu toplumlar her türlü düşünüş ve ifade özgürlüğüne çoktan kavuşmuşlardır. Bu nedenle üzerinde en çok tart ışılan konu bazı insanların ahlaki duyguların ı rencide eden eşcinsel l ik veya dini inançlarına z ıt düşen çocuk aldırma gibi sorunlar ın nasıl çözüleceği hususudur. Bazı uygar toplum lar bu tür davran ışları n pek az kişin in mutsuzluğuna yol açacağı düşüncesiyle bu konu lardaki her türlü hukuki k ısıtlamanın kald ı r ı lmasını yararlı görmüşler, hatta eşcin· sellerin evlenmelerine bile izin vermişlerdir . Ahlak kurallarını n değişmezliğine i nanan insanlar kendileri ni rahatsı z eden bu tür gelişmeleri ahlaki bir "yozlaşma" olarak algı larlar. Ancak eski kuralların değişti ri lmesine inananlar insanın özel yaşamının tümüyle özgür olmas ın ı istediklerinden, toplumun mutlul uğunun azal ıp azalmayacağını hesap ettikten sonra olumlu veya o lumsuz bir karar al ı rlar.
Şimdi bir de herkesi tek bir tip elbise g iymeye mecbur eden Mao Tse Tung'un davranış ın ı göz önüne geti r in : Ona göre, herkes kendisi n in hoşuna g i ttiği b iç imde giyinirse i nsanlar daha mutlu olacaktır. Bunun ne kadar saçma bir inanç olduğunu onun ölümünden sonra herkesin değişik bir tarzda giyinmek için neredeyse birb i r iy le yarışa girmiş ol masından anlayabilirs in iz . Mao'nun insan psikoloj is inden bu kadar az anlamas ına akıl erdirmek güç. Bence bunun ası l nedeni , onun herkesi kendisi gibi g iydirmekle kendi mutl u luğunu artırmak istemesidir. Genel l ikle herkes etrafı nda kendisi gibi duyan , düşünen ve davranan insanlar görmekten hoşlanı r, ama bunu zorla gerçekleştirmeye kalkmak, hele buna hakkı olduğunu sanmak ancak Mao gibi diktatör ruhlu kişi ler in harcıdı r .
23B
Bilimsel ve Bil im-Dışı Düşünüş
Stal in kimsenin giyim kuşamına karışmıyor , ama kompozitörlerin Batılı kompozitörler gibi beste yapmasına, ressamları n Batılı ressamları takl it etmesine, hele entelektüellerin burjuva entelektüelleri g ibi düşünmeleri ne tahammül edem iyordu. Onların kendi müzik, resim ve düşünme zevkini paylaşmaları şarttı; bunu kabul etmeyenlere Gulag takımadaları n ın yolu görünüyordu.
Demokrasilerde her sorun önce konunun uzmanları taraf ından tartışı l ı r, vardı kları sonuç as ı l karar merci i olan parlamentoya sunulur, orada da uzun uzun tartışı l ıp düzeltildikten sonra uygulamaya konur. "Akı l akıldan üstü ndür" i lkesi demokrasileri yanlış karar almaktan koruyan bir "emniyet supabı" gibidir. Görüldüğü gibi , demokrasilerde sorunlar bilimse/ bir yaklaşımla ele al ı n ıp karara bağlanıyor, ancak nası l bilimde eleştiri mekanizması teorilerin yanl ışlardan arındır ı lması na yarıyorsa, demokratik karar alma sürecinde de aynı mekanizma uygu lan ıyor. En iyi işleyen demokrasilere bilim ve teknolojide en ileri gitmiş toplumlarda rastlanması boşuna değil . Total iter ideolojilerin başarısız l ı
ğın ı da bil imsel düşünüşün can damarı o lan "eleşti ri"ye yer veri l memesi i le açıklamak mümkün . Düşünme özgürlüğünü yasaklamakla totaliter rejimler kendi ölüm fermanlarını imzalamışlardır.
239
Vll TEORİLER VE BELGELEME
Önceki bölümde inanıvermenin nası l dogmacılığa yol açt ı ğ ı n ı , aş ı r ı dogmac ı l ığ ı n hükmetme tutkunu insanlarda n as ı l bağnazlığa dönüştüğünü gördük. Dogmacıl ığın da, bağnaz l ı ğ ın da en çok d in , ahlak ve politika gibi daha çok i nsan davran ışlar ını etki lemek amac ına yönel i k pratik düşünüş alanında ortaya ç ıkt ığ ı da başka bir gerçek. Bu alanda herhangi bir öğretinin insanlara benimsetilmesi içi n onun "kabule değer" olduğunun şu veya bu şekilde gösteri lmesi, bir başka deyişle, onun doğru olduğuna i nsanlar ın ikna edi lmesi gerekiyor. İkna etmenin yumuşak yöntemleri arasında insanları n duygularına hitap etmek (retorik) başta olmak üzere, propaganda ve "beyin y ıkama" dediğ imiz yöntemleri saymak mü mkün. Bu rada akla hitap ediyormuş g ib i görünüp daha çok korku , umut ve özlem gibi duygu ları kamç ı lama söz konusu . Bir de b ild iğ in iz g ibi , sert
yöntemler var; bun lar ikna edilemeyen kişileri yola geti rmek için onları susturmayı veya sindirmeyi amaçlayan yöntemler; maksat bu gib i lerin iti raz edip başkaların ı da baştan çıkarmalar ın ı engellemek.
Bu böl ü mde sadece teori ler in doğruluğunu kabul ett i rmek için başvu rulan yöntemler üzerinde durmak istiyorum. Burada sadece i nsanları n inançlarını etkilemek söz konusu. İnsanlara b i r teorinin doğru olduğunu kabul etti rmek basit bir iddianın doğruluğunu kabul ettırmekten çok daha zor ve uzun bir iş. Bazen b in dereden su getirmek gerekiyor. Bu radaki zorluk teori leri n
241
Uğur Felsefe Öğrenıyor
pek çok olayı bi rden açı klamak iddiasında olması ndan kaynaklan ıyor. Niteki m , üç dört büyük teoriyle bütün doğa o laylar ını açıklamak mümkün. Ne yazık ki, oku l larda bu nlara hemen he
, men hiç değin i lmediği, hep tek tek bilg iler verild iği için, çocuklar dünyayı anlamadan okuldan ayrı l ı yor, belledikleri bölük pörçük bi lgi leri de kısa sü rede unutuyorlar.
Daha önce de söylediğim gibi, salt gözleme dayanan idd ialar genel l ik le belgelenmeyi gerektirmezler, daha doğrusu bunlara muhatap olanlar iddia sahibinden herhangi bir belgeleme isteğinde bulunmazlar. Zaten insanlar bu tür basit iddiaları şüphe i le karşı lamaya gerek bi le görmezler. Ankara'dan yeni gelen b i rin in arkadaşı na,
( 1 ) Haberin var mı, d ü n yola ç ıkarken Ankara'ya kar yağıyordu
dediğini düşünel im . Gerçi ( 1 ) de biraz olağand ış ı b i r olaydan bahsedi l iyormuş gibi b i r hava var, ama bu haberi duyan kişi eğer mevsim kış ise, onun d oğru olup olmadığ ı konusunda dostunu sıkışt ırmaz. Buna karşı l ı k, o kimse ( 1 ) yerine,
( 1 ') Sorma, Ankara'da birdenbire kar bastırmaz m ı?
deseydi, arkadaşı mevsimin henüz yaz olduğunu düşünerek, yaz ortasında Ankara'ya kar yağmış olamayacağ ı gerekçesiyle, iddia sahibinin kendisiyle şakalaşmak istediğini zannedebil i r ve bu durumu açığa vurur, ama o kişi iddias ında ısrar ederse, onu şu veya bu şekilde kan ıtlamak zorunda kalabi l i r .* Hatı rlayacağı n ız gib i , b u örneği daha önce de vermiş ve böyle b i r durumda
* Bir gün otomobi l le Saint Bernard geçidini aşarken Temmuz ayının ortasında müthi$ bir kar f ı rt ı nasına yakaland ı ğ ı m ı z ı hatırl ıyorum. Evdekiler böyle bir habere inan mazlar diye otomobilden inip kar altı nda bir fotoğraf çekmek zorunda kalfl' ı şt ık. Bu da gösteriyor ki , insan bazen ( 1 ') türünden iddiaları bi le belgelemek zo'unda kalıyor.
242
Teori ler ve Belgeleme
iddia sahibinin neler yapabileceği n i bel i rtmeye çal ışmıştım. Şimdi bir de
(2) İnsan maymundan türemiştir
türünden bir iddia karşısında kalan i nsan ın durumunu düşünü n ! Eğer bu kişi modern biyolojide uzman biri olup d a "Evrim Teorisi"ni daha önceden kabul etmişse, onun için b i r sorun yok, ama bu kişi s ıradan bir i nsansa, dolay ıs ıyla bu teoriden haberi yoksa, şüpheye değilse bile, büyük bir şaşkınl ığa kapı lacağ ı şüphe götürmez. Bu durumda onu ikna edebi lmek için bütün evrim teoris in i öğretmeniz, ayr ıca bu teorin in b i l im adamları tarafı ndan hangi ge rekçelerle kabul edi ldiğini açı klaman ız gerekecekt i r . Şimdı bir de bu teorinin Darwin tarafından i lk defa ortaya atı l ış ı n ı düşünün ı Herkesin teoriye i lkin şiddetle karşı ç ıkmış olduğundan emin olabil irsin iz . Gerç i böylesine yeni , neredeyse bütün esk i i nançlarım ız ı alt üst eden b ir teoriyi daha ortaya atarken Darwin ona yapı l abilecek itirazları öncelemeye, dolayısıyla onları cevapland ı rmaya çal ışmışt ı r, ama insanlar genell ikle eski inançlarından ve düşünme alışkanlıklarından kolay kolay sıyrılamadıkları içi n , Darwi n 'in kan ıt lar ını yeterli bu lmayacak, hatta teorisi n in yanl ı ş olduğunu göste rmeye çal ışacaklard ı r. Daha önce de bel irttiğim gibi , bir teorin in doğru olduğunu kanıtlamak o teo r iyi ortaya atan ı n görevidi r (onus probandı) , ama teoriyi kabul etmeyenler de sadece "teoriyi kabul etmedikleri n i " bel irtmekle yetınmezler, ona muhatap olan başkalarını da teoriyi kabul etmekten caydı rmak içi n , yanl ış olduğunu (en azı ndan doğru olmadığın ı ) kanıtlamaya çalış ı rlar. -,Bu fikir çekişmesi sonunda teori uzmanların çoğunluğu taraf ı ndan kabul edi l i rse , bir süre içir. belgelenmiş say ı l ı r. Ancak bu da teorinin kesi n l ıkle doğru olduğunu, yani b i r daha yanl ışlanamayacağ ın ı göstermez, zira ilerde
243
Uğur Felsefe Öğreniyor
onu da çürütecek b i ri çıkabi l i r . Bu nedenle en iyi belgelenmiş b i r teoriyi b i le bi r süre iç in doğru sayarız.* Baz ı b i l im adamları, ama özel l ikle b i l im işçi le ri , öğretmen ler, öğrenci ler bu i ncel iğ in farkında olmadıkları içi n , çok iy i belgelenmiş bir ıeori nin artık bi r daha yerinden oynat ı lamayacağ ın ı sanırlar ve h ayat da kısa olduğu için, onu "bilg i " sıfatıyla onurland ı rı rlar.
Buna rağmen, bazen en iy i belgelenmiş bi r teoriyi bi le bilgi sıfatına layı k görmeyen, dolayısıyla onu kabul etmemekte sonuna kadar ayak direten b i l im adamları vard ı r ve her zaman olacaktır. Bu neden le teorilere ağı rl ı k veren bir eğit im sisteminde bu gibilerin teoriyi neden ötürü kabul etmedikleri de mutlaka bel irti lmel idir. Bu hem çocukları n dogmatik bir kafa yapıs ına sahip olmalarını engel ler hem de daha iyi, daha kusursuz bir teori nin araşt ırı lmasına yardım eder. Görüldüğü g ibi, b il i mde dogmatiz
me yer yoktur ve bir i nsan ortaya attığı teoriye kendisi ne kadar kuvvetle inan ırsa inansın, bir gün onun da çürütü lebi leceği ihtimal ini bir an olsun aklından çıkarmamal ıd ı r.
Teorileri belli bir açıdan iki öbeğe ayırmak mümkün : 1 ) Büsbütün yeni bir iddiayı dile getiren ler; 2) Eski b ir teorinin yerine geçmek isteyenler. Bu ikincilere yanlış inançları g idermeye yönelik teoriler de denebilir. Genellikle bu sonuncular çoğunluğu oluşturur, zira insanoğlu birçok olayı açıklamak için daha önce kafası n -
* Belki d e bazı davalarda ş u durum dikkatinizi çekmiştir: Bir suç işlediği sanı lan kişi (sanık) dava sonunda suçsuz bulunmuş ve beraat etmiştir. Birisine suç atmayı bir teori üretmeye benzetirsek, davada yer alan savcı ve yargıcın durumlar ın ı şöyle açıklayabi l ir iz: Burada savcı (iddia makam ı ) bell i bir kiş inin suçlu olduğunu, çeşitli belgelere dayanarak, yargıca kabul ettirmek isteyen taraft ır. (Yargıç iddiayı değerlendiren hakem durumundadır; zaten Osmanlıca 'hakim" ve 'hakem' sözcükleri 'hükmetmek' kökünden geliyor.) Savcı ve onu destekleyen avukatlarla savunma avukatları arasındaki tartışmalar bazen yıllar sürer. Eğer iddia maka m ı tezleri n i yeterince kan ı t layamazsa, yargıç sanığın suçsuzluğuna karar verir. Bu bir teorinin reddine karş ı l ı ktır.
244
Teoriler ve Belgeleme
da bell i bazı teoriler kurmuştur ve onlarla o konudaki merakını g i dermiştir. En eski inanç sistemleri olan dinlerde ahlaki öğütler yan ı nda mythos dediğ imiz ilk teorilerin yer ald ığın ı gördük. Bunlar bazen binlerce yıl insanların büyük çoğunluğunca doğru diye bellenmiş , ama sonunda bir fi lozof veya bil im adamı gel ip ortaya attığı yeni bir teoriyle onların gözden düşmesine neden olmuştur. Öte yandan, ş imdiye kadar hiç kimsenin merakın ı uyand ırmayan bir konuda yapı lan açıklama yeni bi r teori oluşturur. Örneği n , "Gri ağaç kurbağaları eşlerini nası l seçerler?" sorusu pek az kimsenin akl ı na gelmiştir. Bu tür bir soruya akla-yakın bir teoriyle cevap veren bil i m adamının yazdığ ı bir makaleyi okuyan kişi , eğer bu teoriyi yeteri nce doyurucu bulmadıysa, oturup onu eleştirir. Ancak çoğu bi l im adamı ya konuyu fazla ilginç bulmadığ ı , ya da yapacağı daha önemli araştı rmalar olduğu için o teori üzerinde fazla durmaz, böylece teori yeterince kanıtlanmış işlemi görür.
Bir de birçok bil im adamını i lg ilendiren sorunlar vardı r ve genel l ikle birçoklar ı bu konuda düşünmekte veya araşt ırma yapmaktad ı r. İşte o zaman bi l im adamları arasında rekabet başlar. Hem-zaman rekabetler olduğu gibi , uzun yıl lar içine yay ı lan rekabetler de vardır . Her iki durumda da bil im adamları kendi teorilerinin ötekilerden üstün olduğunu kan ıtlayarak i lk bilgi üreticisi ünvanını elde etmek isterler. Burada amaç aynı konuda uzman olan kişiler arasından birinin yarışı birinci olarak bitird iğin i ötekilere kabul ettirebilmesidir. Rekabet daima aynı konunun uzmanları arasında olur, dolayısıyla her teori daima aynı derecede yetkili bilim adamların ın ezici çoğunluğunun onayın ı almad ıkça "bilgi" düzeyine yükselemez. Bir deyime, ortaya atılan yeni bir teorinin "kalite denetimi" o alanda uzman olan bütün bil im adamlarınca yapı l ır. Bu şeki lde teori sahibi yüzlerce meslektaşın ın oluşturduğu bir jüri karş ıs ında s ınav vermek zorundadı r, yoksa s ın ıf ın ı geçemez.
245
Uğur Felsefe Öğreniyor
İş in daha da i lginç yan ı bu s ı navı vermiş olan bir teorinin tarih boyunca aynı s ı navı defalarca vermek zorunda ka lmas ıd ır . Sizin anlayacağ ı n ız, bir teorı başlangıçta herkes tarafı ndan kabul edilmiş olsa bi le, i leride onu kabul etmeyecek başkalar ı çı
kabi l i r. Tarihte bunun pek çok örneği vard ır . Ben bun lardan sadece ikisi üzerinde du racağ ım.
Her halde i nsanlar oldum olası su ları n yukarılardan aşağılara doğru aktığ ın ı veya serbest bırakı lan ağı r bir cismin yere doğru düştüğünü gözlemiş ve kendi lerine bunun nedenini sormuşlard ır . Bu soruya cevap vermeyi (veya bu sorunu çözmeyi) deneyenlerden biri de Aristoteles. O d üşünmüş, taş ınm ış , sonunda şu teoriyi uydurmuş* : "Her maddi cis imde doğal yerini bulma
eğil imi vard ı r." Nasıl bu ldu nuz? (Bu biraz Mol iere' in "Eroin uyutur, Çünkü onda uyutma niteliği veya gücü (vis dormitive) vard ı r" demesini hat ı rlatıyor, öyle değil mi?) Bu teoriye göre, taş, toprak, su gibi ağ ır cisimler doğal yerleri olan dünyan ın merkezine gitmek eğil imindedi rler, buna karş ı l ık hava ve ateş yukarıya, gökyüzüne yükselmek i sterler. Bu teori desteksiz kal ınca (yani bir d irençle karş ı laşmadığ ı sü rece) bi r taş ı n neden yere doğru düştüğünü açıkladığı gibi , sular ın neden yukarılardan aşağılara doğru aktıkları n ı da açıklıyor. Ancak uydumuz olan Ayın neden Dünyaya düşmediğ ini açıklam ıyor. Daha doğrusu onu da açıkl ı yor, ama Newton onun bu aç ıklamas ın ı "yetersiz", hatta "çocukça" buluyor. O ünlü "evrensel çekim gücü" diye bir güç olduğu
nu söyleyecek ve bütün maddi cis imlerin b i rbi rlerini kütleleriyle doğru, araları ndaki mesafenin karesiyle ters orantıl ı olarak çek-
* Tekrar hatırlatmak isterim : Olayların neden leri alı n larında yazı l ı değildir, bu nedenle insan hayill-gücünü kul lanarak on ları açıklayan teoriler uydurmak zoru ndad ı r. (Burada 'uydurma' sözcüğünü "yalan uydurma" veya "işi kitabına uydurma" gibi bağlamlardaki kötü anlamı nda deği l "yaratma" anlamında kullanı l ıyorum.)
246
Teoriler ve Belgeleme
tiklerini iddia edecektir. Bir bakıma "çekim gücü" kavramı "doğal eği l im" kavramı kadar "gizemli" , z i ra onu da gözümüzle göremiyor, el imizle tutamıyoruz, ama öteki bil im adamları burada sayamayacağ ım bir sürü üstün lüklerinden ötürü, Newton'un teorisi ni Aristoteles'inkine terci h edecekler, hatta bu teori tam üçyüz yıl boyunca neredeyse "eleştirilmez" bir teori niteliği kazanacaktır. Ne var ki , bir Einstein çıkıp onda da eleşti rilebilir yanlar bu lacak ve kendi Genel Relativite teorisini "uyduracaktı r".
Gerçi teoriler belli bir alan ı n uzmanları tarafı ndan denetle
nir, ama teoriyi sadece uzmanlar değil, s ı radan insanlar da değerlendirir, dolayısıyla kabul veya reddederler İster uzman, ister s ıradan adam olsun, yeni b i r teoriye ilk karşı ç ıkanlar aynı konuda daha önceki bir teoriye bağlanmış olanlardır. Her insan uzun süre kafasında taşıdığı bir teoriyle öylesine senl i benli, içli d ışlı olur ki , art ık onun yanl ış olabileceğine i htimal bile vermez. Buna " i nanç bağ ıml ı l ığ ı " dediğimi hatırlayacaksınız . Bu bakımdan dini, ahlak! ve politik inançlara bağlanmakla bir bilimsel teoriye bağlanmak arasında --ozellikle s ı radan insanlar içi n-- büyük bir ayrı m yok. Nası l günlük davranış alışkanl ıklarım ızdan kolay kolay s ıyrılam ıyorsak, i nanma ve düşünme al ı şkanl ıklarımızdan da kolay kolay kopam ıyoruz. Burada da bir tür "zi hinsel kireçlenme" söz konusu olsa gerek. İ nsan ın beyninden en zor att ığı inançlar, özellikle çok küçük yaşta edindiği dini ve ahlaki i nançlardır. Bir de galiba şu var : Bir inanç, f ik i r veya teori i n san ı n kafas ına ne kadar kolaylıkla gi rerse (=inan ıverme), oradan o kadar zorlukla ç ıkar. İşin içine bir de "tükürdüğünü yalamamak" arzusu girdiği iç in , kimse yan ı ldığ ı n ı kabule kolay kolay yanaşmaz. Hele iş in içine bir de otoriteler girmeye görsün, onların yanı labileceğin i akl ımız almadığı için, herhangi bir otoriteye dayand ı rd ığ ımız b i r inancımızdan vazgeçmemekte ayak d i reti-
247
Uğur Felsefe Öğreniyor
riz. İ nsanların gözü nde en büyük otorite "düşmez kalkmaz" Tanr ıdır ve onun "hikmetinden sual edilmez ! "
S ı radan adam ın benzerlerine b i l im adam lar ı a rasında da rastl ıyoruz. Zamanlar ın ın en ün lü b i l im adamları diye tanı nanlar yaratıcı olmayan bilim adamları n ı n neredeyse "taptıkları" otoritelerdir . Ustan ın teorisi zaman ı n hemen bütün bi l im adamları tarafından onaylandı m ı , neredeyse bi r "dokunulmaz l ı k" kazanı r. Bunu n en tipik örneği , otoritesi tam binbeşyüz yı l boyunca durmadan artmış olan Ptolemaios id i . Zamanın ı n en büyük astronomu ve coğrafyacısı diye ün yapmış olan bu bi lginin nas ı l bir hayranl ık uyand ı rm ış olduğunu anlamak içi n onun teorisini tarihin çöpl üğüne atacak olan Copernicus'un ondan ne büyük bir sayg ıy la söz ettiğini hatırlatmak yeter. Bugün okul lar ım ızda bir iki satı rla geçişt i ri len Ptolemaios'un , Dünyanı n evrenin merkezi olmadığ ın ı , Güneşin çevresinde dolanan basit b ir gezegenden ibaret olduğunu görmeyecek kadar akılsız ve bilgisiz birisi olduğu iz lenimin i uyandırması çok mümkün . . Oysa Pto lemaios -
Aristoteles' i n kozmoloj isi nden g üç almakla birl ikte-- zamanı ndaki bütün gözlemsel verileri kendi teorisine göre birleştirmeyi başarmış bir matematikçi idi. Dahas ı , bu teori bütün gök cisimlerinin hareketlerini rahatl ıkla açıkl ı yor, Güneş ve Ay tutulması g ibi olayları saati saatine önceden görebilmemize imkan sağlıyordu. Bugün b i le denizcil ikte onun astronomik sistemine göre ön-deyiler (prediction) isabetli bir biçimde yapılabilmektedi r.
O zaman şu soru akla ge liyor : Copernicus bu sistemi nasıl y ıkabild i ?
Bildiğiniz gibi, Copernicus'un e n büyük başarısı , gözlemlerimize dayanan bir "sağduyu" teorisi olan Ptolemaios'un yer-merkezl i (geosantrik) sistemi yerine, "akla" dayanan güneş-merkezli (heli-
248
Teoriler ve Belgeleme
osantrik) astronomi sistemini geçirmek olmuştur. Nitekim, hepimiz Güneşin doğudan doğduğunu, batıdan battığ ı n ı , bütün yıldızları n "gök kubbesi" dediğimiz yarım küre biçimindeki bir tavana çakı l ı olduğunu, bu tavan la birlikte 24 saatte bir döndüğünü görürüz. Copernicus'un yaptığı , bizim bütün bunları gördüğümüzü sandığ ımızı kan ıtlamak olmuştur. Asl ında bu teoriyi, i.ö. 3. yüzyılda Aristarchos ad ındaki Yunan astronomu da öne sürmüştü. Haklı olarak, Aristarchos'a göre, biz bir perspektif yanıl ması nedeniyle, Güneşin, öteki yıldız ve gezegenlerin Dünyanın çevresinde dön
düğünü sanırız, t ıpkı iskeleye bir gemi yanaşırken bazen iskelenin hareket ett iğini sandığım ız gibi. Asl ı nda gerek kendi ekseni çevresi nde dönen, gerek Güneş çevresinde dolanan Dünyad ır, ama biz Dünyan ın olduğu yerde d u rduğunu varsaydığ ımız için, Güneş , yı ld ız ve gezegenlerin çevremizde dolandığ ını sanırız.
Aristarchos gerçeğin bu olmadığ ın ı nası l b i l iyordu? Bilmiyor, sadece yaptığ ı bir "düşünme deneyi"ne dayanarak, tahmin ediyordu. Ş imd i gözlerimize mi inanal ı m , yoksa Aristarchos'un "hayal ürünü" tahmin ine m i ? Göz le r imiz le gördükle rimiz bizi --duyu aldanmaları nda olduğu g ib i-- nadiren yanı lttıklar ı ndan, elbet gözlerimizle gördüklerimizi tahm i n lere tercih etmek çok daha akı l l ıca bir davranı şt ı r. Hem Aristarchos'un eli nde bu teorisin i kan ıtlayacak hiçbir elle tutul ur belge yoktu. Nitekim, dünyanın kendi ekseni çevresinde, saatte yakl aş ık 1 600 km hızla döndüğünü biliyoruz. Bu durumda hiçbir binan ın yıkı lmayış ı n ı , yüksekçe bir kuleden at ı lan cismin kulenin dib ine düşmesin i , daha buna benzer b i rçok olayı nas ı l açı klayab i l i ri z? (O zaman lar Newton'un, hatta Gali leo'nun daha doğmamış olduklar ın ı unutmayın !) Hem sonra Dünya Güneşin çevresinde dolansa, "yı ld ız paralaksı" denen olay ın gözlenmes i gerekmez m iydi ? Böyle b i r olayı da gözleyemediğımize göre . . . Aristarchos'un teorisi hiçbir
249
Uğur Felsefe Öğreniyor
gerçeğe dayanmayan, onun kendi hayal-hanesinde ürettiği bir fanteziden başka b ir şey olamazd ı . Şimdi bir de Ptolemaios'un teoris inin hemen her astronomik olayı açı k layab iidiği n i , hatta ona dayanarak son derece isabetli ön-deyiler yapabildiğini düşünün, bu durumda hangi teoriyi seçersiniz, Aristarchos'unkini mi, Ptolemaios'unkini mi? Elbet bu sonuncuyu, öyle deği l mi? Nitekim, tam onbeş yüzyıl boyunca "sağduyu" sah ib i bütün i nsanlar onu seçeceklerdir. Peki, buna bakarak, ortaokul çocuklar ına yanl ış şeyler öğreti ldiğini mi söyleyeceğiz? Elbette hay ır , ama onlara işin bu kadar basit olmadığ ın ı , yani bu onbeş yüzyıl boyunca Ptolemaios teorisine insanların boşuna inanmamış oldukları nı da açıklamak gerek. İşte o zaman Copernicus'un dile getirmiş o lduğu teorinin neden daha üstün olduğunu onlara açıklamak kolaylaşır. Gerçekten de Copernicus yeni teorisiyle yalnız Ptolemaios'un açıklad ığ ı bütün olayları çok daha basit (yal ınkat) bir biçimde açı klamayı başarmamış, üstelik onun bir tü rlü açı klayamadığ ı bazı o layları da açıklamayı başarmış . Bunlar ın ayrı ntılarına girmem mümkün deği l , ama bütün üstünlüklerine rağmen, Copernicus'un teorisinin ko layl ı kla kabul edilmeyişinin nedenlerini açıklayabileceğimi sanıyoru m.
Burada ünlü "Galileo davası"nı kısaca anlatmam gerekiyor, zira bu dava aynı zamanda en akı l l ı ve bi lg i l i adamların bi le dogmacı l ıktan kendileri ni kurtaramadıkların ı göstermesi açısından ibret alınması gereken tarihi bir olay.
Galileo o günkü italya'n ın bütün filozofları n ı n , bu arada özell i kle Katol ik k i l isesinde neredeyse bi l i min temsilci leri say ı lan Cizvit papazları n ı n sayg ı s ı n ı kazanmış bir b i l im adamı . Hatta sonradan V l l l . U rbanu s ad ı yla papal ı k taht ı na otu racak olan Kardinal Maffeo Barberi n i de Galileo'nun en büyük hayranların-
250
Teoriler ve Belgeleme
dan ve yakın dostlarından bir i . Yalnız Cizvit filozoflar, bi rçok öğretisi ni Katol ik kil isesinin de benimsemiş olduğu Aristoteles'i en büyük otorite diye tanıyorlar. Ptolemaios da sistemin i büyük ölç üde Aristoteles'in fizik ve astronomi konusundaki düşünceleri üzerine kurduğu içi n , Cizvit astronomlar da zaten kimseni n şüphe etmeyi pek akl ı ndan geçirmediği --Ptolemaios'un neredeyse "tart ış ı lmaz" bir teori haline geti rmiş olduğu-- yer-merkezci astronomi sistemini kabul etmiş bulunuyorlar. İ leride Gal i leo'yu Copernicusçu görüşlerinden ötürü o ünlü davada "sigaya çekecek" olan yargıçlar da işte bu Aristotelesçi f i lozof/astronomlar.
Dava şuradan çıkıyor: Kardinal Barberini vaktiyle Galileo i le yapm ış olduğu dostça tartı ş mala r esnas ında, t ıpkı Aristarchos'unki g ibi , Copernicus'un teorisinin de yeterince kanıtlanamamış olduğu gerekçesiyle, Gali leo'dan Copernicus'u n teorisini savunmak ve okutmaktan vazgeçmesi ni rica eder. Gali leo da onun bu ricas ın ı kabul eder. Gali leo asl ında "dindar" bir adamdır , dolayıs ıyla Katol ik kilisesinin otoritesinin şu veya bu biçimde sarsılmasın ı istemez. Ama Gali leo aynı zamanda Copernicus'un teorisinin doğru luğuna i nanmı ş bir adam, zira yeni bulunan teleskopla yaptığ ı birtakım gözlemler, bu arada Jüpıter gezegenin in de dört uydusu olduğunu saptamış olması , onun bu inancını büsbütün güçlendirir. Sonunda Dia logo sopra i due massimi sistemi del mondo, tolemaico e copernicano ( İki Büyük Yer Sistemi, Ptolemaios ve Copernicus Sistemleri Üzerinde Konuşmalar) adl ı eserinde Copernicus teorisinin gerçeği daha iyi yans ı tt ığ ın ı açı klamak zorunda kal ı r . İşte daha önce verdiği söze bağ l ı kalmamış olması Papa'nın sabrı nı taş ırı r ve ona karşı bir f i lozof olarak duyduğu bütün saygıya rağmen, Galileo'nun Engizisyon mahkemesi karş ıs ına ç ıkarı l mas ı n ı emreder.
251
Uğur Felsefe Öğreniyor
Burada b i r noktayı açıklamakta yarar görü r üm : Bizim tarih kitaplar ımızda yazı ld ığ ı gibi Gal i leo'yu sorguya çeken Engiz isyon yarg ıçları yobaz ve bağnaz d i n adamları deği l , zamanlar ın ın bil imsel teori leri n i , bu arada Copernicus'unkini de, yakından tanıyan bi lgi l i insanlar. Zaten dava s ı rasında Galileo'yu "dinsizlik" veya "zındıkl ık"la suçlayacak yerde, ona bu teorin i n hala da ye
terince kanıtlanmamış olduğunu kabul ettirmeye çal ı ş ı rlar. Copernicus' un De Revolutionibus orbium coelestium (Göksel Kürelerin Dönüşleri Üzeri ne) adlı kitabın ı da okuyup hatmetmişlerdir, ama Aristoteles'i n ortaya atm ış olduğu --yukarıda kısaca and ığ ım-- iti raz lar henüz cevapland ır ı lmamış olduğu için, onun teorisinin "gerçeği yansıtt ığ ın ı" kabul etmemiz gerekmez. Copernicus'un kitabına ona haber vermeden bir önsöz yazmış olan öğrencisi Osiander de orada Copernicus teorisinin matematiksel açıdan kusursuz, dolayıs ıy la akla-yakın bir teori olduğunu, ancak "gerçeği yansıtmak" g ib i bir iddiası bulunmad ığ ı n ı söylemiyor muydu? İşte Galileo'dan istenen de buydu : Copernicus teorisinin sadece "akla-yakın , ama belgelenmemiş bir teori" olduğunu kabu l etmek ! Teori n in akla-yakın olmas ı , onun Dünyay ı kendi ekseni çevresinde döndürmesi ve Güneş çevresinde doland ırması için yeterli değild i , dolayısıyla insanlar "sağduyu"lar ın ın da desteklediği Aristotelesçi felsefeye uygun düşen Ptolemaios sistemine bağl ı kal mal ıyd ı . Sonunda Galileo da öyle yapıyor görünecektir ."
Elbet burada Kil isenin her şeyden çok kendi presti j in i düşün-
• Mahkeme salonundan çı karken Galileo'nun "Et pur muove" ("Gene de dönüyor") demiş o lduğu gerçek olmasa da, "iyi yakıştı r ı lmış" bir söz. Kendisini "samimi bir Katolik" olarak algılayan Galıleo için dinin asıl görevi insanın ahlaki açıdan "evcill eştiri lmesi"dir, bilgi üretmek ise bilim adamları n ın işidir. Bu düşünüş dinlerin hoşgörüsüzlüğünü de gidermeye yeter. Bu vesile i le Copernicus'un da bir din adamı (chanoine, cannon) olduğunu hatı rlatmak isterim.
252
Teoriler ve Belgeleme
düğü şüphe götürmez. Kil ise vaktiyle Ptolemaios sistemin in Kutsal Kitabı n öğretilerine daha uygun düştüğüne karar vererek ona angaje olmuştu, dolayıs ıy la hemen Copernicus'un teorisin i kabu l edecek olursa, düşünsel otorites in in sarsı lacağ ın ı hesap ediyordu. Dinin korkulu rüyası , herhangi bir konuda kendisine yönelti lecek olan bir eleştiriye cevap veremeyecek duruma düşmesidir. Katolik kil isesin in Gali leo'yu susturmak veya tükürdüğü
nü yalamaya zorlamak istemesinin de asıl nedeni buydu.
K ıssadan hisse: Özlemse! düşünüşe kend i lerini kapt ırmış olanlar özlemlerinin yıkılmas ına göz yummaya razı olamazlar, z i ra bu onların varl ı k nedenlerini yadsımak anlamına gel ir . Bu nedenle, din kurumları bunu önlemek için dogma sistemlerinde ufak tefek bazı değişiklikler yapmak zorunda kalırlar, ancak bunu pek bell i etmemeye çalışırlar. Bu, savaşta bir yanın düşmana daha iyi karşı koyabi lmek içi n yeni mevzilere çekilmesine benzer. Nitekim, Katolik kilisesi Ptolemaios'a bağl ı l ığ ın ı olabildiğince uzun süre devam ettirmiş, ancak neden sonra daha fazla tutunamayacağ ın ı anlayarak pes ettiğini ilan etmiştir. Bu "yavaş yavaş geri çeki lme" stratej isi d i n ler in neden bu kadar uzun ömürlü olduklar ın ı da açıklıyor. Bil imle aşık atı lamayacağın ı anlayan din adamları sonunda bi l imi n gidişine ayak uydurmaya, hatta yen i teorileri savunan bilim adamları ç ıkarmaya ve böylece dogmatik olmadıkları n ı kanıtlamaya çal ış ırlar. Bütün teorik iddialarından vazgeçtikleri zaman da, ağırl ığı ah laki sorunlara kaydı rarak din kurumunu ayakta tutmaya çabalarlar. Eğer H ı ris
t iyan l ık bu esnekliği göstermeyip dogmalarından hiçbir ödü n vermemekte ayak diretmiş olsayd ı , Batıda bilim ilerleyemez, en azından gelişmesi çok yavaş olurdu. B irçok din adamının aynı zamanda bilime karşı içten bir ilgi duyması, hatta bazıları n ın bir bi l im dal ında uzman l aşmas ı , buna karş ı l ı k pek çok bi l im adamı -
253
Uğur Felsefe Öğreniyor
n ın aynı zamanda dindar yaradı l ış l ı ınsanlar olması bu iki alan arasında çok şiddetli çarpışmalar olmas ın ı engel lemiş, d in i le bılim barış iç inde bir arada yaşamayı başarm ışlard ı r. Böyle bir çatışma ancak tümüyle yobaz ve bağnaz din adamlarıyla, her türlü dini inancı yadsıyan, hatta dini tehl ikel i bir düşman olarak gören ateist bil im adamları arasında olabi l i r . En korku lacak durum, bir toplumda din adamların ın her türlü bil imsel merakı "şeytansı bir dü rtü" say ıp bil i msel fikirlerin çimlenmesine izin vermemeleridir. Bu tür insanlar dini dogmalardan başka bir şey bi lmedikleri için, bu konuda da bağnaz bir tutum sergiler, yani bu dogmaların bile kendi yorumlarından başka bir biçi mde yorumlanmas ına izin vermezler, buna cüret edenleri de şiddetle cezalandırırlar. Osmanlı lar zamanı nda bizdeki durum böyle idi ; "ulema" s ın ıf ı hiçbir felsefi ve bi l imsel fi kre göz yummadığı gibi, " içtihat kapıs ın ın kapandığını " i lan ederek, dini dogmaları n yeni b i r yorumunun yap ı lmas ın ı da yasaklam ışt ı . Altı yüzyı l s ü ren Osman l ı lar döneminde neden bil im ve teknolojiye en küçük bir katkım ız olmadığ ı n ı , din eğitim in in de --manas ı n ı bi le anlamadan-- Kur'an ezberlemekten öteye geçemediğini bilmem anl ıyor musunuz?
Tekrar konumuza dönel im. Önemli bi l imsel teorilerin herkes tarafından kabu l edi l inceye kadar ne büyük zorluklarla karş ı laşt ığ ı n ı n ilk tipik örneğine Copernicus'un güneş-merkezli teorisinde rastladık. İ nsanları bir teorin in doğruluğuna inand ı rmak iç in onlar ın bütün şüphelerini dağ ıtmak gerektiğini gördük, z ira ancak o zaman teori yeterince belgelenmiş sayı l ıyor. B u şart ı n gerçekleşmesi için Newton'u beklemek gerekecektir. Ondan önce Kepler yol u açmış , Gal i leo ise bulmuş olduğu yeni gözlemsel verilerle teoriyi pekişti rmişti , ancak C izvit astronomlar onun bu gözlemlerini de yeterli bulmamışlardı. Asl ına bakarsanız, ç ı plak gözle gök olaylar ın ı en dakik biçimde gözlemesiyle ün yapmış
254
Teoriler ve Belgeleme
olan Danimarkalı astronom Tycho de Brahe, Ptolemaios sistemiyle Copernicus sistemini uz laştırmayı denemişti . Ortaya att ığ ı karma teoriye göre, gene Dünyamız evrenın merkezindeki yerini koruyor, ama öteki gezegenler bu defa doğrudan doğruya yerin çevresinde değil, Güneşin çevresinde dolanıyorlar ve hepsi bir l ikte gene dünyan ın çevresinde dönüyorlard ı . Ancak onun bu teorisi de i lg i görmedi . O da Copernicus gibi paralaks sorununu çözemem i ş ti . Gerçi bu paralaks ancak 1 838 yı l ı nda Bessel ad ı ndaki Alman astronom taraf ı ndan --çok daha gel işti rilmiş teleskoplarla-- gözlenecek, Dü nyan ı n kendi eksen i çevres inde döndüğünü ise ancak 1 9 . yüzy ı l ı n ortalarında Foucault deney
sel olarak kanıtlayacakt ı ; ama 1 7. yüzyı lda Newton'un ortaya koyduğu pek çok yeni belgen in ı şığ ında Copernicus teorisi hiçbir akla-yakı n şüpheye meydan vermeyecek kadar kan ıtlanm ış sayı ld ı ve bu şekilde onbeş yüzy ı l süren mutlak egemenlikten sonra Ptolemaios teorisi yanlışlanmış oldu .
Bu iş in bu kadar gecikmesinde "düşünsel tutucu luk" dediğimiz olgunun büyük rolü olmuştur, ama insanları tutucu (dogmatik) oldukları için kı namaya da pek hakkımız yok, zira insanoğlu doğru diye bellediği bir fikir veya görüşten kolay kolay vazgeçemiyor. Bunun kolay bir şey olduğu izlen imini edi nmemiz bizde öğretimin ezbere dayanmasından kaynaklan ıyor. Nitekim bugün "okumuş" birine Copernicus teorisi n i niçin Ptolemaios'unkine tercih ettiğ in i sorun, dişe gel i r bir cevap alamazsı n ız . Ona okulda Copernicus teorisi doğru, öbürününki ise yanlış diye okutu lmuş, o da bunu böyle bel lemişti r, hepsi bu.
En iyi belgelenmiş teorilere vereceğim ikinci örnek "Evrim teo risi". Bunu seçişimin bi rçok nedeni var. Bunlardan birincisi pek çok yerleşmiş dini ve ahlaki inancı sarstığ ı için, bir tür "manevi
255
Uğur Felsefe Öğreniyor
deprem"e yol açmış olması ; ikincisi birincisiyle tam bir aykır ı l ık oluşturan bi r gel işmeye, yeni sosyal ve politik öğretilerin ortaya çıkmasına yol açmış o lması . Birinci gelişme çok normaldi, zira "Evrim teorisi" neredeyse sağduyuya mal olmuş pek çok inanc ı kökünden sarsıyordu ; bu sarsıntı lar günümüze kadar devam etmiştir, hatta bugün özell ikle A.B .D.de "köktendi nciler"in bitmeyen saldırı lar ına hedef olmaktad ı r . * Gal i leo davası nda Ki l ise Kutsal Kitaba uygunluğundan ötürü Ptolemaios'un "Yer-merkezci" kozmolojisine angaje olduğu ve bu kozmoloji de sağduyuya uygun düştüğü iç in , sı radan insanların benimsediği bir görüşü savunmak durumundaydı. Üstelik Gali leo Copernicusçu görüşü yeterince belgeleyemediği iç in, iddias ın ı geri almak zorunda kalmışt ı . Bu rada Cizvit astronomlar hem bi l imi , hem sağduyuyu savunuyor pozundaydı lar; oysa Darwin'in teoris i Kutsal Kitab ın özellikle savunduğu bir teoriyle çatışıyor, bu arada gene halkın sağduyusuyla ters düşüyordu , zira Darwin'in kendisinin de açıkça beli rttiği gibi , bugüne kadar kimse bir canlı türünün bir başka türe dönüştüğüne tanık olmamıştı.
İş in ilginç yanı , tıpkı Aristarchos örneğinde olduğu gibi , "evrim" fikrini Darwin'den önce birçok düşünür ortaya atmış bulunuyordu. Bunlar arasında daha İ lkçağ ın bazı filozofları olduğu gibi, 1 8 . yüzyı lda Mau pertuis, Montesquieu , D iderot, Buffon, Lamarck, hatta Darwin'i n öz dedesi Erasmus Darwin gibi düşünür ve bilim adamları vardı . Üstelik Lamarck evrimin mekanizmasını, yani nas ı l olup bittiğini açıklayan, oldukça akla-yakın bir teori de geliştirmiş bulunuyordu. Zamanında büyük yankılar uyand ı -• A.B.D.'ndeki baz ı köktendınci tarikat yanlıları biyoloji ders kitaplarından "Evrim
teorisi"nin kald ırı l ıp yerıne "Yarad ılış" mythos'u nun konulması için inatçı bir çaba harcamakta, hatta bazı eyaletlerde kanun-koyuculara bu arzularını kabul ettirmektedirler. Allahtan, Federal Anayasa Mahkemesi bu gibi girişımleri sonradan etkisizleştirebilm iştir.
256
Teoriler ve Belgeleme
ran bu teoriye göre, can l ı lar içinde bu lundukları şartlara göre bazı i htiyaçlar duyarlar ve bu duygular ın itmesiyle yeni organ veya yetenekler gel işti rerek çevrelerine uyum sağlarlar. Yeni kuşaklar bu sayede ayakta kalmayı başarır. Örneği n , ağaçların alt dalları ndaki yapraklar ın başka hayvanlar taraf ından tüketi lmiş olduğunu gören zürafa üst dallardaki yapraklarla geçin mek zorunda kal ır, bu zorunluluk zürafan ın boynunun yavaş yavaş uzamasına neden olur , bu nitel ik (yani daha uzun boyun lu olma) hayvan ın yavru larına da geçer, falan. Buna "kazanı lmış niteliklerin kal ıtı m ı" i l kesi deniyor. Soya çekimin ( i nheritance) nasıl gerçekleştiği konusunda hiçb i r şeyin bi l inmediği bir zamanda yaşamış olan Darwin, bu teoriyi akla-yakın bulacak, hatta "Türleri n Kökeni" adl ı kitabından son raki eserlerinde bu teoriye gittikçe artan bir önem verecekti r. Bugün biz soya çekimin mekanizmas ın ı , hatta yasaların ı ortaokulda öğrendiğimiz iç in , bu teori bize neredeyse "çocuksu" geliyor, oysa zaman ında sağduyu sahibi herkes bu teoriyi akla-yakı n buluyordu.
As l ı nda insanlar o zamana kadar pekala Tevrat' ı n "Yaradı l ış" teorisiyle her şeyin açıklanmış olduğunu düşünüyorlard ı . Yaln ız ilahiyatçılara değil , sıradan adama da çok sempatik görünen bu teoriye göre, bütün canl ı lar bugünkü biçimleriyle birer b i rer Tanrı tarafı ndan "yarat ı lmış"lardı ve o gün bugü n hiç değişmemişlerd i . Gerçi herhangi b i r hayvan türü içinde zamanla --çevrenin etkisiyle-- bazı ufak tefek değişiklikler olabilird i ; örneğin , bir köpeğin dış görünüşü , reng i , boyu posu değişebi l i r, ama onun h içbir zaman değişmeyecek bazı nitelikleri vard ı r ve biz bu niteliklere bakarak onu bir kediden, hatta kurttan ayırdedebil i r iz. Nitekim , köpek havlar, kedi ise miyavlar, birin i n ayakları şu biçimdedi r , oysa kedinin ayrıca yırtıcı t ı rnakları vardı r ; kaldı ki, bu iki hayvan ı n insanlara karşı davranışlar ında da farkl ı l ıklar vard ı r. Bir köpek
257
Uğur Felsefe Öğreniyor
sahibini görünce kuyruğunu sallamaya başladığı ve onun üzerine atlamaya çal ışt ığ ı halde, kedide büsbütün farklı davranı şlarla karş ı laşır ız. S ı radan adamın bu gibi sorunlar ü zerinde bi le kafa yorduğunu sanmıyorum. Ancak onun --dildeki sözcüklerin de etkisiyle-- bütün hayvanları n baştan beri aynı kaldığ ı n ı varsaymış olması çok muhtemel . Dolayıs ıyla kutsal kitapların da üzerinde durduğu "Yaradı l ış" teorisi onları n zaten uyuklamakta olan merakını fazlasıyla tatmin etmiş olmal ı .
Şimdi düşünün : Darwin ad ında biri çıkıyor ve "İş sizin sandığ ın ız gibi değil ; başlangıçta bütün bu gördüğünüz bitki ve hayvanlardan h içbirisi yoktu, derken bir veya birkaç ilkel tek hücreli canl ı ç ıktı ortaya, sonra bunlar kendi kendilerine evrimleşerek, yavaş yavaş, birer birer bu gördüğünüz yüzbinlerce canlıyı meydana get i rdi ler" diyor. Bunun sı radan bir adam üzerinde nas ı l bi r tepkiye yol açtığ ı n ı bilmiyoruz, ama gerek bi l im adamları , gerekse din adamları , özellikle i lahiyatçı lar üzerinde şok etkisi yapmış olduğu şüphe götürmez. Kendisine çok yakın birkaç bil im adamı teoriyi büyük bir coşku i le karşı lamış olsa bi le, geri kalanların, özell ikle i l ahiyatç ı ları n daha teoriyi iyice inceleyip anlamadan ona karşı ç ıktıkları anlaş ı l ıyor.
Bunun başl ıca iki nedeni olsa gerek: Genel l ikle her insan al ışkanl ıklar ın ın tutsağ ıdı r ; dini i nançlara bağıml ı l ı k ise insanın kendini en güç kurtarabileceği bi r tutsakl ıkt ır . Din adamlarıyla i lahiyatç ı ların ana görevi "dini inançları " her türlü şüphe ve eleştiriye karşı korumak olduğuna göre, H ıristiyan dini n i n belki en can-al ıcı inancı olan "Tanrısal Yaratma"yı yadsıyan, dolayısıy la en önemli bir konuda onu aradan çıkarmaya kalkışan bir teorinin olumlu karş ı lanması söz konusu değildir.
İş in i lginç yan ı , Darwi n'in "Beagle" gemisiyle inceleme gezisi-
258
Teoriler ve Belgeleme
ne ç ıkmadan önce, dini inançlar ına neredeyse körü körüne bağlı b i r "d indar" kişi olmas ı . Zaten Cambridge'e "papaz olmak" üzere gitmiş , bu arada jeolojiye ve botaniğe i lgi duymuştu. Ancak, yolculuk esnasında yaptığı dikkatli gözlemler sonunda "evr im" f ikr i kafası nda yer etmeye başlamış , bunun üzerine dini inançlar ın ı sorgulamaya koyul muştu . Anglikan Ki l isesinin 39 temel inanc ına sorgusuz sualsiz i nanmış bir kimsenin, sadece yapt ığ ı gözlemlerle o sı rada yeni yay ımlanmış olan Malthus'un kitabının etkisi altında tam 1 80 derecelik bir dönüş yapıp tümüyle bi l imsel b i r tav ı r alması tarihte eşine az rastlanan bir "manevi dönüşüm" olayıyd ı .
Hiçbir teorin i n tümüyle uydurma olamayacağ ın ı b irkaç defa bel i rttiğimi sanıyorum. "Yarad ı l ış" mythos'unu uyduranların bi le bazı gözlemlerden esinlenmiş olmaları muhtemel . Malthus kitabında insan nüfusunun h ız la artmasına karş ı l ık, yiyecek maddeleri n i n çok yavaş arttığ ı n ı göz önü nde bulundurarak, bu gid işle insanlar ın büyük bir böl ümünün açl ıktan öleceğini tahmin etmişti . Bu gözlem Darwin'e "doğal ayı klanma" f ikri ni i lham ediyor. Aslında Malthus'un insanlar için öngördüğü durum doğada her an gerçekleşmekteydi ; nitekim, yeni doğan canlı lardan çok az bir böl ümü ayakta kalabi l iyordu. Aynı durum "evrim"in nasıl gerçekleştiğini açıklayamaz mıyd ı ?
"Evrim" fikrinin yeni b i r fiki r ol mad ı ğ ı n ı daha önce de belirtmıştim ; ancak Lamarck g ib i , "sonradan kazan ı l mış n itel ikler" (acquired characters) fikriyle olayı aç ıklamak mümkün değildi, zira bu tür n iteliklerin kal ıt ım yoluyla yeni kuşaklara geçtiği iddiasın ın i ler tutar bir yanı yoktu. Kaldı ki , doğada her şeyin önceden yapı lmış bi r plana göre geliştiğini düşünmek de ya bu planı doğa-dış ı b i r gücün (Tanr ın ın) yapt ığ ın ı , ya da organizmaların
259
Uğur Felsefe Öğreniyor
içindeki bi r mekanizmanın (belli bir hedefe yönelmenin) gerçekleştirdiğini varsaymak anlamına gel iyordu ki, her iki alternatif de Darwin'e ters görünüyordu. Plancı olarak Tanr ıy ı araya sokmak ilah iyatç ıların ekmeğine yağ sürmek, aynı işi doğaya gördürmek ise antropomorlik bir metafiziğe kapı ları n ı açmak anlamına gelecekti. Oysa herhangi bir doğa o layın ı gene başka doğal olaylarla açıklamak gerekirdi . Canl ı ların evrimleşmesini de gene doğal , yani hiçbir doğa-üstü veya doğa-dış ı (örneğin insan a ait) ögeyi işe kar ıştırmayan olaylara başvurarak açı klamak gerekirdi . Tıpkı fizik ve kimyada olduğu gibi . Gerçi Newton bazı doğa olaylar ın ı "çekim gücü" adını verdiği gizli, yani gözle görülemeyen, bir güçle açıklamıştı , ama hiçbir zaman bunun "tanrısal" bir güç veya sempati gibi insansı bir güç olduğunu iddia etmemişti . Evrimin de işte buna benzer (bi r deyime "f iz iksel") bir mekanizma ile açıklanması gerekirdi .
Darwin 'in biyoloj ide Tanrıyı ve insanı aradan ç ıkarmasını bu bi lg i dal ı n ı bir bilim düzeyine yükseltmekte bir "devrim" olarak yorumlamak gerekir. Böylece her türl ü "özlemse! düşünüş"ün bu alana s ızması önlenmiş oluyordu. Ancak can l ı ların kendi kendilerine evrimleşmiş olduğunu insanlara anlatmak da kolay olmayacakt ı . Bunun içi n önce doğada birçok ipuçları bulmak gerekiyordu. Ya ln ız burada hemen bir noktay ı hatır latmak ister i m :
Darwin hiçbir zaman "evrim" teorisini kanıtlamış olduğunu iddia etmemiş; ona göre sadece evrim gerçekleşmişse, başka türlü açıklayalJ)ayacağı m ız bir sürü gerçek (fact) de açıklanmış olacaktı. Hiç kimse bir canl ı n ı n bir başka canl ıya dönüştüğünü gözleriyle görmed iğine göre, ancak dolaylı ipuçları na dayanarak evrimin büyük bir ihtimalle gerçekleşmiş olacağı sonucuna varılabilir. Darwin'in de elde edebildiği dolaylı belgeler şunlard ır :
260
Teori ler ve Belgeleme
a) Morfoloj ik ipuçları : Can i ı tür leri aras ında bi rçok yapı benzerlikleri göze çarpar. "Karş ı laştı rmal ı Anatomi"nin ver i leri bu bakımdan çok öğretici olsa gerek. Örneğin dünyada 250,000
kadar çiçek-açan bitki türü vard ır ve hepsinde köklerin, dalları n, klorofil içeren yaprakların ve çiçeklerin temel yapı ları b i rbirine benzer. Gerçi bu türler elbet baz ı bakımlardan farkl ıd ırlar, ama aynı plana göre yapılanmış olup aynı biçimde yaşamları n ı sürdü rürler, yani kökleriyle topraktan su ve çeşitli madenler al ı rlar, yapraklarıy la teneffüs ederler, güneş ış ın ın ı klorofil arac ı l ığ ıy la kimyasal enerjiye dönüştürürler, vbg. Hayvanlar iç in de ayn ı şey geçerl i . E lbet bu benzerlikler "rastlantı sal" olamaz; o halde hepsi bir ve aynı ana-biçimden ü remiş olmal ı lar.
b) Embriyoloji : Bu belli bir organizman ın bir tek h ücreden nas ı l geliştiğini araştıran bi l im dal ıdır. Bu gelişmenin bütün aşamalarına her canl ı türünde rastl ıyoruz. Al ış ı lm ış bir deyimle, "filojeni ontojeniyi tekrar eder", yani bütün canlı tü rleri kendilerinden daha i lkel organizmaların geçmiş olduğu aşamalardan geçer . Bunu daha iyi anlamak için b i rbir ine yakın olan iki ü rün embriyoni k gelişmelerini karşılaştırmak yeterlidi r. Demek ki, bu embriyolar tek bir hücreden türemiştir.
c) Etoloj i : Canl ı lar ın davran ış ları nda gördüğümüz bazı benzerlikler de aynı ortak atadan gelmiş olacaklar ın ı düşündürüyor. Örneğin, arı ların, eşek arıların ın ve karıncaların "içgüdü i le" aynı hareketleri yaptığ ın ı görünce, insan ister istemez bunların ortak bir atadan türemiş olacaklar ı n ı d üşün üyor. C insel içgüdüy le davranan hayvanlar için de ayn ı şeyi söylemek mümkün. Benzer davran ışlarla akrabal ı k arasında bir bağ olduğu şüphe götürmez. Sonra yavru ları n ı canlı doğu rup emziren hayvanların, yavrularını yumurta içinde dünyaya getiren hayvanlardan başka
26"!
Uğur Felsefe Öğreniyor
ataları olmas ı gerektiğini düşünmemiz de benzer gerçeklere dayan ıyor.
d) Parazitoloji: Doğrudan doğruya "evrim" teorisini desteklemese bile, "Yaradı l ış" teorisine karş ı güçlü bir karşıt-kanıt oluşturuyor, zira bu teoriyi kabul ettiğimiz takdirde, i nsan ın sinir hücrelerinde polio virüsüyle, kan ı nda malarya parazitiyle , bağ ı rsak
larında şeritlerle bir l ikte "yarat ı lm ış" olduğunu kabu l etmemiz gerekecekti, oysa bu parazitler her insanda yok, demek ki sonradan bazı insanlara musal lat oluyorlar.
e) Paleontoloji : Oarwin'in en çok dayandığı iki tür ipucu vard ı : Bunlardan i lk i türlerin dü nya coğrafyası üze r i ndeki dağ ı l ım ları i l e i lg i l iyd i . He r yerde her türlü canl ıya rastlam ıyorsunuz, oysa eğer bü tün canl ı ları b ir Tanrı yaratmış olsaydı , bunlara her yerde rastlamam ız gerekirdi . Bunlardan baz ı lar ına da sadece fosil halinde rastlanıyordu; demek canl ı ların b i r bölümü zaman içinde yok olmuştu . Ancak Tevrat ' ı n "Nuh Tufanı"
hikayesinde Nu h'un gemisine her hayvandan bi r çift yüklediği , böylece kendi ai lesi d ı ş ı ndaki bütün insanlar ın yok old uğu bu tufanda şimdiki hayvanlardan b i rkaç ın ın ataları n ı n sağ kald ığ ı anlat ı l ıyorsa da , bu gemin in milyonlarca hayvan türünü nas ı l barı nd ı rd ığ ı ve 40 gün sü ren bu hengamede bun lar ın ne yiyip içtiğ i , bir arada nas ı l geçindikleri gibi i lk akla gelen sorular bi r yana, çeşit l i toprak katmanları nda fosil leri bulunan hayvanlar
dan pek az ın ın bugün yaşamakta olanlara benzeyişini "Yarad ı l ış" teorisiyle açıklamak m ümkün mü? Hele bu fosil ler aras ı nda hiçbir i nsan fosi l ine rastlanmamış o lmas ı bu tür soruları büsbütün art ı r ıyordu.
Ancak ası l önemli olan bu fosillerin "evrim teorisi" için neden bir ipucu oluşturdukları sorunuydu . En alttaki toprak katmanla-
262
Teori ler ve Belgeleme
rında en i lkel canlıların fosillerine rastlanıyor, yukarı doğru çıkıld ıkça bunlar daha "gelişmiş" (daha karmaş ık) bir biçim al ıyorlardı ; en üst katmanlarda ise bugün de yaşamakta olan canl ı l ara benzer yapıda fosil lere rastlanması her halde "rastlantısal" olamazd ı . Demek ki, zaman geçtikçe canl ı lar dünyası nda daha basitten daha karmaşığa doğru b i r "evrim" (gelişme) olmuştu. Bu anlamda fosi l ler zaman içi ndeki gel işmenin el le tutulur, gözle görü lür kal ı ntı l arı idi . Evrim teorisi olmadan bütün bu gözlemsel verileri açıklamak mümkün değildi .
Zaman ı n en büyük paleontoloğu (fosil bilg in i ) diye tanı nan Cuvier bunu da "Yaradı l ış" teorisiyle açı klamayı deneyecekt ir : Evet, gözlemler imiz bize geçmişte bazı tür ler in tümüyle o rtadan kalkt ığ ın ı gösteriyor; demek çok eskiden "Nuh tufanı" g ib i b irçok "felaket" o lmuş , ama bel l i baz ı türler yok olunca, tanrı o n ların yerine yeni leri n i "yaratm ış" ve bu birkaç defa tekrarlanmış; gerçi Tev rat bun lardan hiç söz etmiyor, ama "Tan r ı n ı n hikmeti nden sual olunmaz"m ış , bu nedenle görüldüğü gibi, fosi l kal ınt ı lar ın ı da pekala "Tanr ın ın hikmeti"ne yormak mümkün.
Bu örnek de bize --eski askerler gibi-- eski teorilerin de hiçbir zaman tamamen ölmediğini kanı tl ıyor. Bazen en bilgi l i ve akı l l ı i nsanlar ın bi le eski düşünme al ışkanl ık larından kurtu lamadıklar ı n ı görmek oldukça şaşırtıcı, ama gerçek bu. Bu örnekten bir de şunu anlıyoruz : Ne kadar iy i belge lenmiş o lursa olsun, hiçbir b i l imsel teori bütün bil im adamlarını iknaya yetmiyor.
Darwin Malthus'dan aldığı es in le ve 5 y ı l l ı k araştı rma gezisi boyunca yapm ış o lduğu sü rekl i gözlemler sonunda, "bütün can l ı lar ın bir, bi lemediniz bi rkaç i lkel canl ıdan tü remi ş olacağı " kan ı s ı na varıyor, ondan sonra da bütün çabasın ı bu kanısı n ı
263
Uğur Felsefe Öğreniyor
pekiştirmeye, onu başkaların ı n gözünde şüphe edilemez hale getirmeye harcıyor. "Beagle"la yola ç ıkarken saf b ir H ıristiyan olan Darwin yolcu lugun sonunda bir ateist değil , ama bir ag· nostik olmuştur. (Ben bunu onun "barı şç ı " ve " insancı l" yarad ı l ı ş ı na veriyorum .) Asl ı nda hemen hiçbir bi l im adamı (en aşı rı derecede dindar o lan ı da) "evri m" gerçeğin i yads ımam ıştı r, hatta din adamları ve i lahiyatçılar arasında da bu gerçeği yads ı yan pek azdır , ama iş "evrim" in nas ıl gerçekleşmiş olduğu sorusuna gel i nce yol lar ayrıl ıyor. Din adamları ve di ndar yarad ı l ı ş l ı b i l im adamları b i r yol unu bu lup "evri m" f i krin i her şeyi yaratm ış olan ve yöneten bir Tanrı fikriyle uz laşt ırmaya çal ı ş ı yorlar. Aslı nda buna mantık aç ıs ından h içb i r engel yok. Tanrı daha baştan beri evrimin (bi l im adamlarınca sonradan meydana ç ıkarılan) bütün aşamala r ı n ı kafası nda tasarlamı ş , ondan sonra da ilk canlı hücreyi yaratıp iş in gerisini doğa yasaları na bı rakm ı ş o labi l ir , n iç in olmasın? (Bu konuda yüz lerce kitap yaz ı lm ışt ı r !)
Darwin ise araya h iç Tanrıyı ve i nsan ı kar ıştı rmadan iş in içinden çıkmak ister. Tanrıyı saf-d ış ı b ı rakmak istemesinin psikoloj i k nedeni , Tevrat ' ın Tanrıs ı n ı "ahlaki açıdan" son derece "kusurlu" bulmas ı ; zira ona göre "kindar bir despot"u andı ran bu Tanrı "yarat ıc ı l ı k" şerefine lay ık değildir.* Bu iş in duygusal yan ı . Ama iş in b i r de akı lsal (rasyonel) yan ı var, zira "Ben Tevrat'ı n tanrıs ın ı yaratıcı l ığa lay ık görmüyorum!" demekle "Evrim teorisi"ni insanlara kabul etti rmek mümkün değ i ldir . Din adamları ile i lahiyatçılar "evrim" teorisini buna benzer gerekçelerle reddetmi-
* Bu noktayı hatı rlatm akta yarar görüyorum, zira bazılarının sand ı ğ ı gibi "bilim adamı" her türlü insani duyguyu b ir tarafa bırakıp her şeye sadece akıl açı s ından bakan bir yaratık değildir. Onun da her insan gib i estetik. ahlaki, hatta politik tercihleri vardır ve bu terci h ler bazen onun bilimsel inançları n ı da büyük ölçüde etkileyebi l ir.
264
Teoriler ve Belgeleme
yorlar m ı? Nas ı l o lur da, hiçbir duygusu, düşüncesi (kısaca "ruhu") olmayan bir varl ık, yani doğa, kendi kendine sonu i nsan denen "mükemmel" bir yaratığa varan bir gel işmeyi meydana getirebil ir? Cans ı z maddeden canl ı bir varl ığ ın , canlı bir varlıktan duygu ve düşünce sahibi bir varl ığın türemesi mümkün mü? Hele insan g ib i "vicdan" sahib i , iyiyi kötüden ayırdedebilen b i r varl ığ ın maymu n denen "aşağı l ık" hayvandan türemesi mü mkün mü? Bir Rembrandt ' ı , bir Goethe'yi, hele bir Mozart'ı bu yaratıktan nası l türetebilirsiniz? Cans ız nası l durup dururken canl ı olabi l i r?
Darwin "evrim" ıeorisinin doğruluğundan emin, ama emin olmak evrim i her yönüyle açıklamak bakımından ne yeterl i , hatta belki, ne de gerekl i . Gerçek şu ki , Darwin zamanında ilk canl ı hücrenin cansız maddeden nasıl oluştuğu bi l inmiyordu, hatta bu sır bugün bi le tam çözülmüş deği l , ama canl ı l ık dediğimiz olayı bir "olgu" (gerçek) olarak kabul etsek bile, i lk i lkel canlıdan öteki canl ı lar ın nasıl türediğini açıklayabilmemiz gerekir. Evrim fikrini Darwin'den önce de ileri sürenler o lmuş, hatta bunlardan Lamarck bir evrim çizelgesi bile yapmıştı . Buna göre , evrim ilk tek hücreli cani ıyla başlıyor, sonra zamanla çok hücreliler, derken sonunda bildiğimiz canl ı lar bi r bir sökün ediyor. Ancak, dediğim gibi, Darwin Lamarck' ın "evrim mekanizması" teorisini kabule değer bulmuyor ve kendi "doğal ayıklanma" veya "doğal seçim" teoris ini o rtaya atıyor.
Aslında Darwin "doğal seçim"i de bir olgu olarak görmüyor, onun gerisindeki mekanizmayı da bi lmiyor. Gözlenen gerçek şu : Bell i bir türden birçok az çok değişik bi rey (yavru) ortaya ç ıkıyor (Darwin buna "varıation" diyor) . Bu bireyler büyük ölçüde anababalarına çekiyorlar, ama benzemedikleri yönler de oluyor. Bu
265
Uğur Felsefe Öğreniyor
bireylerden bir kısmı çevre şartlarına ayak uydurabildikleri iç in ayakta kalabiliyorlar, ama bir kısmı da "ayı klanıp" yok oluyor.* Doğada acımasız bir yaşam savaşına tanı k oluyoruz. Çoğu hayvan genellikle başka bir hayvanla beslendiği için, doğan yavrulardan pek azı ergin yaşa kadar hayat ı n ı sürdürebi l iyor, hatta ayakta kalabilen lerden pek az bi r kısmı kendi eceliyle ölüyor.
İşte bu acıması z savaşta yaşamını sürd ü rebilmeye "doğal seçim" (veya "ayı ki anma") diyoruz. Bu süreçte ne hayvanları n içindeki bir "mekanizma"n ın herhangi bir payı var, ne de bir Tanrı n ın . Her şeyi tümüyle rastlantı lar yürütüyor. Eğer rastlantı ürünü bi r can l ı elverişli şartlarla karş ı laşmışsa ne ala, yoksa yok olup gitmeye mahkum.
Bütün bunlar iyi de, doğal ayıklanma "evrim"e nas ı l yol açıyor? Öyle ya, bütün bu çetin yaşama savaşına rağmen hiçbi r evrim gerçekleşmeyebilirdi, öyle değil mi?
Lamarck bunu şöyle açıklıyordu: Acımasız doğa şartları canl ılarda bir çeşit "ayakta kalma" içgüdüsü doğurur. Zürafa örneğinde olduğu gibi , bu içgüdü sayesinde hayvan üst dallara uzanabilmek için boynunu uzat ır , böylece boynu eskisine göre uzayan hayvan ın yavruları daha uzun boyun lu doğar, falan . Lamarck, hatta Darwin zamanında genetik bilimi henüz kurulmam ıştı , dolay ısıyla kalıt ım ın mekanizması bi l inmiyordu. Bu nedenle Darwin bile kal ı t ımda bütün vücut hücrelerin in işe karıştığ ın ı sandığ ı için, sonradan kazan ı lmış niteliklerin ana-babadan yavrulara geçebileceğ in i sanıyordu. Bu bakımdan Darwin de bir
* En çok ayakta kalabilenler "virüsler"; ondan sonra sırasıyla öteki tek-h ücreliler geliyor. Bunlar çevrelerinde yeterince besın maddesi buldukları sürece hızla çoğalıyorlar. Ama böcekler genellikle büyük zayiat veriyor. Kurbağalarla deniz kaplumbağalarının yumurtladıkları yüzlerce, hatta binlerce yumurtadan çıkan yavruların ancak çok az bir bölümü ayakta kalabiliyor.
266
Teoriler ve Belgeleme
Lamarckçıyd ı . Ancak 1 900 y ı l ı ndan sonra işin aslı anlaşılmaya başland ı : Buna göre, kal ı t ım sadece toh u m hücreleri (germ cel ls) arac ı l ığıyla gerçekleşiyor, dolayısıy la sonradan kazan ı l m ış nitel ikler sadece beden hücreleri ni (soma cells) i lg i lendirdiği içi n , onların kalıtımla geçmesi söz konusu o lamaz.
Canlı ları n yavruları büyük ölçüde ana-babaları na çeker, ama gene de aralarında farklar vard ı r. Darwin'in "variation" (çeşitlenme) dediği bu o layı modern genetik çok iyi açıklıyor. Ama Darwin'in ne bunlardan haberi vard ı , ne de "mütasyon" olayından.' Ancak Darwin ortaya ç ıkan yeni çeşitlerin (variety) içinde bazıları n ı n çevre şartlarına daha iyi uyum sağlayabildikleri için (adaptation) ayakta kaldıklar ın ı , sağlayamayanların ise yok oldukları nı gözleriyle görüyordu. Fosil kal ı nt ı larından eski çağlarda baz ı büyük felaketler olduğu, bazen bir zamanlar yaşayan can l ı türlerinin pek çoğunun yok olduğu açıkça anlaşı l ıyordu; bunlardan pek az bir bölümü bugüne kadar gelmeyi başarm ışt ı . Çevreye en kolay uyum sağlayan canlıların en ilkel canlılar (virüs, bakteri gibi tek-h ücreli ler) ile böcekler olduğu açıkça görülüyordu. Bundan da anlaşılabileceği gibi, evrim için çeşitlenme (variation) gerekli, çevreye uyum sağlama (adaptation) ise yeterli idi.
Bütün bu ayr ınt ı lara girmemin nedeni şu : Hiçbir teori başta kusursuz deği ldir ; bi rtakım boşluklar, hatta düpedüz yanl ış varsayımlar i çerir. Önemli olan teorinin temelde sağlam olmasıd ı r. Beagle'la yola çıkarken --belki dedesin in de etkisiyle-- "evrim" teorisinden haberdar olan, ama bu teoriyi ciddiye bile almayan genç Darwin , "inanmış" bir evrimci olarak dönüyor ve 20 yı l boyunca teoris in i destekleyecek çeşitli ipuçları topluyor. Bu arada
• Yeni türlerin oluşmas ını as ı l bu olay açıklar. Bazen dış, bazen iç etkilerle herhangi bir canl ın ın tohum hücrelerinin genlerinden birinde değişiklik olur ve bu tür değişikliklerin belli l:ıir yoğunlukta olması sonunda yeni bir tür ortaya çıkar.
267
Uğur Felsefe Öğreniyor
doğruluğundan pek emin olmadığı bazı varsayımlara da d üşüncesinde yer veriyor. Ancak oil im adamın ın en baş erdemi saydı ğ ımız özeleştiri yeteneği son derece gelişmiş olduğu iç in , fikirlerini hemen açık lamıyor. Onları özel toplantı larda (Lyel l , Hooker ve T .H . Huxley gibi) en çok güvendiği b il im adamlarıyla uzun uzun tartışıyor, sonunda onları ikna etmeyi başarıyor. Ancak ün l ü kitab ın ı '1859 yı l ına kadar yayımlam ıyor. Hemen hemen evrim fikri ne neredeyse aynı gerekçelerle varm ış olan A.
Wallace araya gi rmemiş olsa, daha da yayımlamayacakt ı . * "Evrim teoris i "ne iti raz lar hem b i l im çevreler inden , hem de d in adamlarından geldi.** Bu sonuncular aras ı nda b i le Darwin'i "dinsizl ik" ile suçlayan ve bu nedenle "evrim" teorisinin kabul edilemeyeceğin i iddia edenler yok gibi . Gerçi bunlar daha çok gürültü ediyorlar, ama itiraz lar ı n ı gene bilimsel gerekçelere dayatmak ihtiyacın ı duyuyorlar.
Darwin' in teorisine yapı l an başlıca eleştiri lerle cevapları şunlar:
1 ) Darwin "doğal ayı klanma"n ın etkil i olduğuna dai r herhangi bir d irekt belge gös1erememiştir.
* Bir fikrin veya teorinin birden fazla kişi tarafından aynı zamanda ortaya atılmasının tarihte pek çok örneğine rastlıyoruz. "Atomlar teoris i "n i bundan 2400 yıl önce Leukippos i le Demokritos aynı zamanda öne sürmüşlerdi. "Evrim" teorisine as l ında Darwin/Wa:ıace teorisi de denebılir. Ancak Wallace Dar· win'in kendinden çok zaman önce bu fikri bulmuş olduğunu kabul ettiği için, teoriyi Darwin'e mal etmek adet olmuştur. Bugün pek çok teorik ve teknolojik alanda aynı buluşun bazen birden fazla kişi tarafından yapıldığın ı görüyoruz. 1 7 . yüzyı lda Newton'la Leibniz "diferansiyel ve integral hesabı''n ın keşfi yüzünden kapışmışlardı.
** Burada bir ı ıoktayı aydı nlatmam gerekiyor: ingi ltere'de (özell ikle Oxford ve Cambridge üni versitelerinde) hocalık edenlerin ezici çogunluğu aynı zamanda din adamı (rahip, piskopos, vb.) veya ilahiyatçı idi. Bu nedenle 'bilim çevresi' deyimi birçok din adamın ı da içine alıyor. Sadece din adamı olanların sayısı ise bir hayli az.
268
Teoriler ve Belgeleme
1 ') Darwin buna şöyle cevap verir: Gerçi doğal ayıklanma doğrudan doğruya gözlenemez, ama bu konuda ipuçları (dolaylı belgeler) verilebilir. Nitekim, çoğu paleontolojik belgeler bu türdendir.
2) Darwin bilinen iki tür aras ında ara-tür denebi lecek hiçbir tür gösteremez.
2') Darwin bu itirazı da kabul ediyor. Ö rneğin , maymunla i nsan arası (yarı maymun, yarı insan diyebileceğimiz) bi r tür yok yaşayan türler arasında, ama bu daha önce böyle bir türün yaşamamış olduğunu göstermez. Nitekim, insanların ataları olan (Neanderthal insan ı veya Çin i nsan ı diye adland ı rd ığ ımız) i n
sanlardan bazıları belki de bu ara-türleri ol uşturuyordu. Kald ı ki , yeni türlerin oluşmasına imkan veren bir sürecin sayı s ız örnek
lerini biliyoruz. Galapagos adalar ın ın her birinde gaga yapısı bak ım ından farklı ispinozlarla karş ı laşmış olan Darwin, bunlar ın ortak bir atadan gelen, ancak değişik coğrafi şartlarda yaşadıkları içi n bağ ımsız bir tür halini almış çeşitleri olduğu sonucuna varmıştı . Bu politipik (çok-tipl i) türler henüz evrimleşrnerniş, ama evrimleşmekte olan türler arasında ara-tür durumundadırlar.
3) Omurgalıları n gözleri gibi karmaşık (çok gelişmiş) organlar adım ad ım gel işmiş olamazlar, zira herhangi bir başlang ıç aşaması nda bunlar işi yaramazd ı , dolayıs ıyla sahiplerine herhangi bir "seçim avantajı" sağlayamazlardı.
3') Darwin bu iti raza da cevap vermekte zorlandığının farkında idi , zira tam gelişmemiş bir organ sahibi ne faydal ı olmak şöyle dursun, zararl ı bile olabi l i rd i . Ancak göz gibi yaşamsal önemi olan bir organın yaşam savaşın ın her aşamasında sahibine yararlı olduğunu kabul etmekten başka çare yoktur. Hatta Darwin i nsan ın bugünkü gözüne geli nceye kadar gözün hangi aşama-
269
Uğur Felsefe Öğreniyor
lardan geçmiş olabileceğ in i akla-yakın şemalar göstererek, daha önceki her bir türün sahip o lduğu gözün ona ne gibi bir avantaj sağlamış olduğunu kanıtlamaya çal ı şt ı .
4) Dünyan ın yaşı evr imin gerçekleşmesine imkan vermez. Darwin ' i en çok düşündüren itirazlardan biri buydu. Tek hücreli ilk canlıdan insana kadar gelen evrim sürecinin çok uzun b ir zaman süresine ihtiyaç göstereceği apaç ık . Oysa Ussher adındaki başpiskopos dünyaya 6000 y ı l l ı k bir ömür biçmiş, ardı ndan ünlü f izikçi Lord Kelvin bu süreyi 20 milyon yıla çıkarm ışt ı . Yapmış olduğu son derece ince hesaplar taş çatlasa dünyan ın daha yaşl ı olamayacağı n ı gösteriyordu. Bundan son derece kaygılanan Darwin gene de dünyan ı n çok daha yaşlı olduğu konusundaki umudunu yitirmemiş. Hatta bazı yazarların dediğine göre, Darwi n'in Lamarck'ın "kazanı lmış niteliklerin kal ıt ımı" i lkesine sarı lmas ın ın da nedeni bu imiş.
Bu örnek şu bakımdan çok öneml i : Yeni bir teori ortaya atan kişi bütün itirazları önceden düşünemez; düşünse bi le hepsine cevap verecek durumda deği ld ir . Yapabi leceği üç şey vard ı r : 1 ) İtirazı görmezden gelmek; 2) B i r kaçamak aramak; 3) İtirazın yanlış olduğunu göstermek veya i lerde göster i leceğ in i söylemek. Darwin gibi b i rin in ilk iki yola başvurması beklenemezdi . Yalnız kendisi fizikçi olmadığ ı için, Kelvin karşısı nda susmaktan başka bir şey yapacak durumda d eği ld i .
20. yüzyı l ın ilk yarısı nda (yeni fizik teorilerin in ış ığ ı altında) yapı lan yeni hesaplar dünyan ın yaş ın ın 4,5 mi lyar yı l olduğunu meydana çıkarı nca, "evrimciler" rahat bir nefes ald ı . Darwin her şeye rağmen umudunu yitirmemekte haklıymış !
Kıssadan hisse: Bi r teori (sezgisel olarak) doğru diye kabul edilse bile, onun yeterince belgelenmesi bazen yüzyı l lar alabil ir. 270
Teoriler ve Belgeleme
Nitekim, İ .Ö. 3. yüzyı lda yaşamış olan Aristarchos'un teorisi ancak 1 7. yüzy ı l ı n sonunda iyice belgelenmiş sayılacaktı. Ayn ı şey Darwin için de geçerli. O elindeki gözlemsel verilerin ış ığı nda şu anda yeryüzünde yaşamakta olan bütün canl ıların tek bir hücren in evri m leşmesi sonucu meydana ç ıkm ış olduklarına bütün varlığıyla inanıyordu, ama bu i nancını her türlü şüpheyi ortadan kald ı racak derecede belgeleyememişti. İş in i lg inç yanı şu ki, Darwin tümüyle yanl ış olan bir "kal ıtım" teorisine de inanıyordu. Ama bütün bu eksikl ikler ve yani ış lar onun "evrim" teoris in in doğru çıkmasını engellemedi .
Bunda ik i gelişmenin büyük payı olmuştur: 1 ) Genetik biliminin kurulmas ı ; 2) Moleküler biyolojinin gelişmesi. Evrim teorisin in pekiştirilmesinde ası l bu sonuncunun rolü olduğu için ben kısaca moleküler biyolojinin katkısından söz edeceğim.
Bunu tek bi r örnekle açıklamak mümkün. Bi l indiği gibi , hemoglobin hayvanların kan ı na kırmızı rengi veren bir proteindir. Protein leri ise vücut her hücrede var olan genler aracıl ığ ıy la üretir. Proteinler 20 çeşit amino asitten bazılarının bir makromolekül zi nciri oluşturmasıyla meydana gelir; dolayıs ıyla herhangi bir hemoglobin makromolekülünün hangi amino asitlerin s ı ralanmasından meydana geldiği kimyasal analiz yöntemleriyle saptanabi lmektedir. Şimdi biri insan kanından, ötekisi örneğin şempanze kan ından al ınmış iki hemoglobin molekülünün yapı ların ı karş ı laştı rd ığım ızda, 9 4 amino asitten oluşan bu zi ncirin sadece bir noktası nda amino asitlerin fark! ı olduğu, geri kalan 93 amino asidin ayn ı olduğu gözlenmektedir. Bundan bu iki can l ı türünün çok yakın akraba olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Bunun rastlantı sonucu olmadığı n ı anlamak için iki hayvanı n öteki protei nleri de karş ı laştır ı lmakta ve hepsinde buna benzer bir sonuç elde edil-
271
Uğur Felsefe Öğreniyor
mektir. Aynı şey doğrudan doğruya genleri n yapıs ın ı karşı laşt ı rarak da yap ı l ıyor .* Bu şekilde yalnız canl ı ların akrabal ı k dereceleri deği l , bunların evrim çizgisi ndeki yerleri, hatta ne zaman evrimleştikleri, bir türle başka bir tür aras ındaki zaman aral ığı da saptanabilmektedi r.
Kıssadan hisse: Bugün artık bütün canl ı ların zamanla evri mleştiklerinden şüpheye mahal kalmamıştır , dolayısıyla evrimi yadsımak doğrudan doğruya bil imi yadsı makla aynı anlama gel i r.
Teorilerin Kabulü
Herhangi bir teorinin yeterince belgelenmiş olması onun herkes tarafından kabul edi lmesi iç in gene de yeterli değ i l , zira teoriyi bi l im-dışı gerekçelerle kabul etmeyenler veya kabul etmek istemeyenler ol uyor. Bilim-d ışı dediğimiz gerekçeler ise gene "özlemse! düşünüş" kategorisine sokulabi l i r . S iz in anlayacağın ız , herhangi bir i nsan b ir teoriyi salt din\, ahlaki, hatta politik inanç veya öğretileriyle bağdaşmadığ ı için yadsıyabi l i r ; çoğu zaman da öyle olmaktadı r.
Elbet Darwin'in ası l amacı teorisi n i "bi l im çevresi"ne kabul etti rmekti , zira bilim-d ışı çevrenin teorisin i kabule yanaşmayacağından adı gibi emindi. Bi l im adamları aras ı nda da teoris in i kabule yanaşmayanlar oldu . Örneğin kendisini en çok etkilemiş olduğunu söylediği ün lü jeolog Lyell bile teorisini büyük güçlükle kabul etmişti, oysa onun el inde Darwin'in teorisin i kanıtlamada yararlandığı bütün paleontoloj ik veriler vard ı , ama jeoloj ik zaman ı n kısal ığ ı sorunu onu da uzun zaman düşündürmüş olmal ıydı . * A.B.D. bir insan genomunun (insan hücresindeki bütün gen lerin) haritasını çı-
karmak için 3 milyar dolar para ayı rm ı ştır. Bu proje bitti kten sonra başka canl ı ların da genom haritalarını çıkararak araları ndaki benzerlik ve farkları saptamak, böylece her birinin evrim ağacındaki yerini kesinlikle beli rlemek mümkün olacaktır .
272
Teoriler ve Belgeleme
Cambridge'den hocası , jeolog Adam Sedgwick ise daha çok "ahlaki" gerekçelerle teoriyi kabu l edemıyordu , zira ona göre, Darwin' in yapt ığ ı gibi , Tanrıyı aradan çı karıp, canl ı ları n oluş u munu "doğal ayıklanma" denen büsbütün mekanik bir süreçle aç ı klamaya kalkmak ahlakı temelden yıkmak, dolayıs ıyla i nsan ı "hayvanlaştırmak" anlam ı na gelecekti . Ona göre her şeyi , bu arada i nsanı da "hayvanların en mükemmeli" olarak yaratmış olan b i r Tanrı inancı n ı i nsanları n kalbinden ve kafas ından söküp att ınız m ı , i nsan ın canavarlaşması kaçı n ı lmazdı r . Gerçi bugün artık Katolik Kil isesi bile "Evrim Teorisi"ni benimsemiş bulunuyor, ama buna rağmen insanı bu derece "küçülten" b ir teoriyi kabule yanaşmayan milyonlarca insan var dünyada ve bunların mi litan ruhlu olanları hala biyoloji derslerinde hiç değilse "Evrim Teorisi" ile bir l ikte "Yaradı l ış" teorisinin de okutu lması n ı sağlamak için ç ırp ı n ıyorlar. Bi l im ne kadar ilerlerse i lerlesin, ona ayak uyduramayan, bu nedenle de eski dini inançlarla beslenmeye devam eden i nsanlar her zaman olacakt ır . Üstelik bu insanlar okullarda hiçbi r zaman doğru dürüst bir "bil im kültürü" edinemedikleri için, düşünüş biçimleri hiç okumamış kişileri nkinden pek farklı olmayacaktır.
Evrim Teorisi ve İlahiyat
Herhangi bir bilimsel teorini n b i l im-dış ı öğretileri, bu arada ilahiyat başta olmak üzere, ahlak anlayışların ı , sosyal, hatta politik öğretileri etkilememesi imkansızdır Değişik fikir alanları arasında sürekl i bir "etki leşim" süreci göze çarpar.
Evrim teorisi n in oldum olası "Yaradı l ış" teoris in i "belgelemeye" çalışan i lahiyatla kapışmas ı kaçını lmazdı. Bütün 1 8. yüzyıl boyunca, hatta Darwin'e gelinceye kadar, yüzlerce i lah iyatç ın ı n biyolojideki bütün yeni buluşları tanrısal bilgeliğin belirtileri olarak
273
Uğur Felsefe Öğreniyor
sunmak için birbirleriyle yarıştıklarını görüyoruz.• Bunların başvurdukları en önemli gerekçe, bütün canlıların belli bir amaca yönelik olmaları idi . Doğada bir teleoloji olması ise ancak doğaya düzen veren bir Tanrının varl ığı i le açıklanabil i rdi . Örneğin, Paley'e göre, insan gözü öyle kusursuz bir organdı ki, nasıl bir saati ancak saatçi yapabi l i rse, göz kadar mükemmel bir organı ancak ve ancak bir "yaratıcı'' insana bahşedebi lirdi. Bu o zamana kadar ilahiyatç ı ların bir Tanrının var olduğunu kanıtlamak için öne sürdükleri gerekçeler arası nda --özellikle basit insanlar için-- en ikna edici olanı idi . Oysa, şimdi Darwin diye biri çıkmış , doğada her şeyin belli doğa yasalarınca olup bittiğin i , hiçbir alanda belli bir amaca-yöneliş (teleoloji) diye bir şey olmadığını iddia ediyordu . işte ilahiyatç ıları en çok çileden çı karan da Darwin'in Tanrıya ihti yaç göstermeyen bir teori i le ortaya çıkmış olmasıydı .
Yaln ız , bütün i lah iyatçı ların s ı rf bu neden le onun teoris i n i yadsımaları da mümkün değildi , z i ra bunlar arasında onun öne sürdüğü gerekçeleri hakl ı bulanlar, ama bu yüzden Tanrıya olan bağl ı l ıklarından vazgeçemeyenler de vardı . İyi de, her şeyi planlayan bir Tanrı fikri evrim teorisiyle nasıl uzlaştı r ı labil irdi? Kolayı var: Canl ı lar ı gerçi Tanrı yaratm ıştı r, ama onların nasıl gelişeceklerini doğa yasaları n ın işleyişine bırakmıştır. Hiç de yabana atı lacak bir fikre benzemiyor, öyle değil mi? Hatta, Darwin ' in "Türlerin Kökeni" adl ı eserinin sonlarında söylediği bazı sözler bu fikre sempatiyle baktığı izlenimini uyandırıyor.
Burada "Ne şiş yansın, ne kebap" düşüncesiyle hareket edil-
• Pek çok din adam ı n ı n belki de bu amaçla biyolojiye merak sardıkları düşünülebilir. Nitekim, ister Fransa'da, ister ingi ltere'de olsun jeoloj i , botanik ve zooloji gibı bıyo loji dallarında çalışanların ezici çoğunluğu din adamlarıyla, i lahi· yatçı lardan oluşuyordu. Son amaçları ne olursa olsun, bu insanlar andığımız bu konulara son derece yararlı katkılarda bulunmuşlardır.
274
Teoriler ve Belgeleme
diğin i görüyoruz. Ancak fikirlerin onları ortaya atan insanları n yarad ı l ış ıyla i lgi l i olduğu nu unutmayal ım . Bazı i nsanlar "uzlaşmacı" bir yarad ı l ışta oldukları için, bağdaşmaz gibi görünen bazı fikirleri uzlaştırmaya çal ışı rlar. Çat ışma isteği gibi uzlaşma isteği de çok "i nsanca" bir istek . Ancak zamanla insanlar bazen i ki fikir arası nda uzlaşmaya g itmekten vazgeçip bunlardan birine bağlanmayı terci h ederler. Nitekim, dini duygular ı n zayıf lamasıyla birlikte bazı insanlar yaratıcı ve yönetici bir Tan rın ın varl ığına inanman ın gerekli olmadığına karar vermişler, sonunda "evrim" fikrini kayıtsız şarts ız kabul etmişlerdir. Ama bu gene de ideolojik bir tercih sorunu.
Bunun tersi de geçerl i : Tanrı fikrin i kay ıts ız şarts ız kabul edip her t ü rlü "evrim" fikrini tümüyle yadsıyanlar da var. Bazen bu uyuşmazl ı k , her iki taraf ın da konuya bi r ideoloji havası içinde yak laşması yüzünden , bir "düşman l ı k" hal in i alıyor. Oysa daha önce de vurgulamaya çal ıştığ ım gibi , bi l im adamı n ı n bu konuda tarafsız bir tavı r alması , yani çok doğru da olsa, bir bi l imsel te
oriy i herkesin kabul etmesini beklememesi gerekir.
Bilimsel Teorilerle İdeolojilerin Etki leşmesi
Bundan önce ideolojilerin bazen b i l imsel çabaları nas ı l etkiledikleri ni göstermeye çal ışm ışt ım . Bazen de bi l i msel teoriler ideoloji leri etkileyebil iyor. Bunu Darwi n ' in "Evri m Teorisi"nde açı kça görüyoruz.
Bir teoriye eleştiriler belli bir bi l imin içi nden gelebileceği gibi , çeşitli öğreti ve ideolojilerden de gelebilir. Biraz önce bunun ba
zı örnek lerini gördük. Aynı şekilde, bir teoriyi yeterince belgelenmiş sayan baz ı i nsanlar da ondan dini, ah laki , sosyal, politik , hatta ekonomik olayları açıklamak i ç in yararlanmak isterler; bir başka deyişle, teoriyi kendi öğreti, hatta ideolojileri iç in de açık-
275
Uğur Felsefe Öğreniyor
layıcı bir model gibi kullanırlar. Darwin ne bir filozoftu , ne de bir sosyal bilimci, ama çarpık analojilerin işe yaramayacağın ın farkında olacak kadar mantıklı bir insand ı . Nitekim, daha 1 860 yıl ı nda yaşlı meslektaşı Hooker'a yazdığı bir mektupta bazıların ın evrim teorisinden kendi öğretilerini pekişti rmek için pay çıkarmaya kalk ışmalar ından yak ı n ı r . Ona göre, sayg ı değer hocası Sedgwick'in evrim teorisinin ahlaki bir çöküntüye veya anarşiye yol açacağ ı n ı düşünmesi ne kadar yanl ış idiyse, bazı ları n ı n ayn ı teorinin kendi sosyal öğreti lerini pekiştireceğini sanmaları da ayn ı derecede yanl ıştı , zira kıran kırana bir yaşam savaşının hüküm sürdüğü biyoloji dünyası. i le insan ın başka insanlarla ilişkilerini belirleyen kültür dünyasında ayn ı yasaların geçerli olduğunu düşünmek doğru değildi.' Elbet insan da temelde bir hayvand ı r, bazı davranışları da hayvanınki lere benzer, ama i nsanlar arasında rekabet, kavga, hatta geniş çaplı savaşlar olduğu gibi, dostl uk, sempati, özveri, idealizm gibi duyguların da yeri büyüktür. Üstelik insan hayvanl ığ ından kurtulmak için din, ahlak, hukuk, ekonomi ve politika gibi, insanları aş ı rı l ı kları ndan korumaya, yani başkalar ına zararlı olabilecek davran ışları dizginlemeye, hatta onda özgeci davranışları yüreklendirmeye yönelik kültü r kurumları gel iştirmiştir. Sosyal sorunlar üzerinde düşünürken ve on lara çöz üm ararken bun ları görmezden gelemeyiz . B i r hayvan olarak insan şüphesiz "doğal ayıklanma" yasalar ına tabidi r, yani ne beyninin hacmini büyütebi lir, ne de boyunu uzatabilir, ama bir "kültür varl ığ ı" olarak toplumsal yaşamına özlemleri doğrı,ıltusunda çeki düzen verebilir. İşin belki de ası l ilginç yan ı , i nsanın kültür sayesinde doğal içgüdülerini aşabi leceğidir .
.. Bilimden, daha doğrusu ideal bir bılirn adamından, olup bitenleri araştı rırken duygusal tercihlerini (değer yargılarını) işe karıştırmaması beklenir. Öyle sanıyorum ki, Darwin lıu ideale en çok yaklaşmış olan bilim adamıdır.
276
Teoriler ve Belgeleme
Gelin görün ki, özlemse! düşünüşün egemen olduğu insanlar, Darwin'in "hayvanlar ve bitkiler" dünyas ının gelişi m ini açıklamak amac ıyla ortaya atmış olduğu ve sadece bu dünyada geçerli olduğuna inandığı "Evrim Teorisi"ni kendi ideolojilerini destekleyecek biçimde yorumlamaktan geri durmamışlardır. İşin garibi , bu teoriden medet ummayan hemen hiçbir sosyal öğ reti yoktur. Liberalisti, kapitalisti, Marxisti ve faşisti, kim varsa, bu teorinin kendi öğretilerini desteklediğini i leri sürmüştür. Sağcı ideolojiler de solcu ideolojiler de, liberal düşünürler de, "vahşi kapi
talizm"i savunanlar da, nası lsa onda işleri ne yarayacak bazı ipuçları bulmuşlardır. Burada salt ideolojik nedenlerle "evrim" teorisi ni reddedenler le, ayn ı neden lerle onu kabul eden , hatta hakl ı göstermeye çal ışanlar bulunduğuna tanık o luyoruz. Darwin'in kendisi belki yüksek burjuvazi diyebileceğimiz bir sosyal s ın ı f ı n üyesiyd i , ama onda sevecen, yumuşak huyl u , her türlü kavgadan, hatta tartışmadan kaçan , küçük bir köydeki malikanesinde kendini bütünüyle bil imsel araştı rmaya adamış, tipik bir İngı l iz centilmenine rastlıyoruz. Onu belki gerek yaşayış biçimi, gerekse düşünüş ve davranışları bakı mından ideal bir demokrasinin üyesi sayabil i r iz. Ne var ki , daha hayatta i ken birçok kişi onun "bilimsel" düşünüşünden hiç de bilimsel olmayan sonuçlar türetmeye çalışacaktı r.*
* Darwin'in en hayran olunacak yanı "evrim" teorisinden başkalarının üretmiş olduğu hiçbir öğretiye iltifat etmemiş olmasıdır. Hayatının sonuna kadar bu bil imsel yan-tutmazlığını sürdürecektir. Bu nedenle epistemolojik açıdan onu bil im adamları arasında gerçek bir "aziz" sayabiliriz.
277
vııı
ÖGRETİLERİN DENETLENM ESİ
Önceki bölümde herhang i b i r teorin in nası l belgelendiği ni gördük. Bildiğiniz gibi , teoriler doğa olaylarının nasıl olup bittiklerini açıklamaya yönelik düşünce sistemleri olup, cevap vermeye çal ıştıkları sorular ın türüne göre az veya çok kapsamlı olurlar. Örneğin, "Evrim Teorisi" bütün can l ı ların nas ı l meydana geldiklerini açıklayan bir teori olduğu için , biyolojin in en kapsaml ı , dolayısıyla en temel teorisidir. Canl ı lar i se var olan nesnelerin bir alt-türüdür, zira bir de cansız nesneler vardır. Bu sonuncularl;:ı. fizik ve kimya bilimleri uğraşır. Atomlar teorisi fiziğin, dolayısıyla kimyanın, dolay ı s ıyla biyolojinin en temel teorisid ir ve canlı cansız b üt ün nesneler atomlardan oluştuğuna göre , b iyoloj iyi (dolayısıyla " Evrim Teorisi"ni) , kimyayı (dolayısıyla valence teorisini) iyi anlamak için atomlar, hatta atom-altı parçacıklar teorisini iyi b i lmek gerekmektedir. Nitekim bugünün iyi bir biyoloji ders kitabı önce bu teoriyi anlatmakla işe başlar.
Bugün temel bi l imler dediğimiz bi l imler arasında böylece "organik" bir bağ kurulmuş oluyor. Bu şu bakımdan önemli : En temel bi l im olan fizikte yapılacak her teorik değişiklik hemen kimya ve biyolojiye de yansıyacaktır, dolay ısıyla bu değişikliğin kimya ile biyo loj inin temel teorilerine ters düşmemesi gerekir. Görüldüğü g ib i , temel bil imlerin kendi aralarında bir birlik ve bütünlük sağlamaları gerekiyor. Bunun sağlanmas ı her birine olan güvenimizi art ı rır.
279
Uğur Felsefe Öğreniyor
Özlemse! düşünüşün işe karıştığı alanlarda teoriden değil , ancak öğretiden söz edilebileceğin i gördük. Şimdi karşı mıza şu soru çıkıyor: Acaba öğreti ler de belgelenebil i r mi? Eğer bil imlerdeki duruma benzer bir durum burada da söz konusu olsaydı , bu soruyu sormamıza bi le gerek kalmazd ı ; oysa di n , ahlak, hukuk, politika, hatta ekonomi gibi alanlarda bu zamana kadar giderilememiş olan görüş ayrı l ıklar ına bakınca, bu soruya olumsuz cevap vermemiz gerekiyor. Zaten burada 'teori' yerine 'öğreti' deyimini kullan ış ımızın da ana nedeni bu. "Öğreti"yi değeryarg ı ları n ı n başı çektiği iddialardan oluşan fikir sistemi diye tan ı mlayabi l i ri z . Öğretilerde şüphesiz olgusal yarg ı lar da yer alı r, ancak bunların bel kemiğini değer-yargıları oluşturur, z ira bu rada her şeyden önce i nsanların nasıl davranması gerektiği söz konusudur. Görüldüğü gibi , işe hemen insan arzu ve istekleri karışıyor.
Ancak, fi lozofları n ezici çoğunl uğu ta baştan beri insan davranışlarını i lgi lendiren konu larda da doğru ve yanlış iddialarda bulunulabileceğini, hatta bulunulabilmesi gerektiği n i varsaym ışlard ır. Bu sonuncu gereks inimin top lumda birlik, dolayıs ıyla d ir
l ik sağlamak arzusundan kaynaklandığı apaçık. Ancak bir karınca yuvas ından veya arı kovanından farklı olarak, insan toplumları son derece istikrarsız, yani her bireyin kendi b i ldiği gibi davranma eği l iminde olduğu topluluklardır. Bir arı kovanındaki bireyler birbirlerinin tıpkı-benzeri (klon) oldukları, dolayıs ıyla aynı içgüdülerle davrandıkları içi n, orada şaş ı lacak b i r d i rl ik ve düzen hüküm sürer. Buna karşı l ık, bir insan toplumu (belki en ilkel olanlar hariç) neredeyse rastlantı eseri bir araya gelmiş, bu birl ikteliği büyük bir güçlük le s ürdürmeye çal ı şan bireylerden oluşur. Bu toplulukta sürekli bir çatışma, en azından gerginlik göze çarpar. Hiç değilse "asgari" bir birlik ve d üzen sağlanması için
280
Öğretilerin Denetlenmesi
toplu m üye leri aras ından kişisel h ırs ve kaprislerin i en çok dizg in leyebilenler , toplum yaşamı n ı n tam bir kaosa dönüşmesi ni önlemek iç i n çareler ararlar. Peygamberler, ahlak fi lozofları , hu
kukçular, politi kacılar, hatta ekonomistler hep toplumda bir barış ve b i rl ik sağ lanması n ı n yollarını arayan insanlard ı r. Ele avuca s ığmayan , her an türdeşlerini ezmeye haz ır bireylerin oluşturduğu top lumda, i nsanların arılar veya karıncalar gibi davranmaları
na imkan o lmad ığ ını gören bu insanlar, onları biraz olsun hizaya getirmek umuduy la bir yandan söz lerini d i n leyecek olanlara ödüller vadederken, bir yandan da kendi bildiklerini okuyacak olan ları ceza tehdidi i le yo la getirmeye çal ışmış lardır. Toplum gerçeğini bütün ç ıplaklığı i l e görmeden sosyal öğ retileri n anlaşı lması mümkün değildir. Bütün bu öğretilerin sosyal taşkın l ıkları d is ip l in a l t ına almak amac ıy l a düş ü nü lmüş bir t ü r "manevi
bentler" olduğunu akıldan çı karmamak gerekir. Göreceğimiz gibi , bu bentler hiçbir zaman taşkı nl ıklar ı büsbütün önleyemeyeceklerdir, ama gene de toplum hayatını "katlanı labilir" yapmada büyük payları olacaktır.
Din başta olmak üzere ekonomiye kadar toplumsal yaşama bir çeki düzen vermek için o rtaya atı lm ış olan öğretilerden ben
burada sadece ahlak öğretileri ile politik öğreti ler üzerinde duracağım. Gerekçelerim şunlar: D in ler (özellikle tek-tanr ı l ı olan lar) neredeyse tümüyle inanmaya dayan ı rl ar, dolay ıs ıy la kendilerin i Tanrı buyruğu olmakla hakl ı göstermeye çal ış ı rlar; herhangi bi r akla-dayal ı tartışmaya izin vermedikleri için onları konu d ış ında b ı rakıyoruz. Kaldı k i , i nsanları doğru yola sokmak iç in ortaya koydukları buyrukların bi rçoğu , akla uygun bul undukları ölçüde ahlak ve hukuk sistemlerinde yer aldığ ı iç in , onları ayrıca tartışmaya zaten gerek yok. Hukuk ise teorik açıdan ahlakın bir alt· disipl in i sayılabilir . Ahlak ku ralları aras ından her toplumun ken-
281
Uğur Felsefe Öğreniyor
disi için mutlaka gerekli gördükleri n i al ı p çok bel ir l i yaptı rı mlara bağlamasına pratik hukuk diyebi l iriz. Bu da daha çok bir tür ahlak teknolojisi sayılabi leceği için, hukuku da araştı rmamızın dışında b ı rakmayı uygun gördüm. Ekonomi de bel l i bir ölçüde bi r öğreti karakterinde olmakla birl i kte, bir homo economicus olarak insanlar arasında çok büyük ortak yönler bu lunduğu içi n , ekonominin sosyal-bi l im yönü ağır basmaktadı r. Bu nedenle, ben öğretiler arasında daha çok da filozofları n uğraşma alanların ı oluşturan ahlakla politikaya yer vermeyi uygun gördüm.
A) Ahlak Öğretilerinin Denetlenmesi
Daha önce de bel i rttiğim gibi , bazı fi lozoflar ahlak öğretilerinin de teori ler g ib i belgelenebileceğ in i varsaymışlard ır . Öte yandan, gerçekte birçok değişik ahlak öğretisi n in yan yana varl ıkların ı sürdürdüklerine tan ık oluyoruz. Bu da bizde onların bil imsel teori lerinden farkl ı bir yapıda olması gerekeceği kuşkusunu uyand ı rı yor.
Bu öğretileri ortaya atanların kendileri öğreti lerin in doğru olduğuna inand ık lar ına göre, bunu nereden bi ldikleri sorusuna ancak iki şekilde cevap verebilirler: 1 ) Sezgimizle; 2) Sağduyumuz, dolayısıyla akl ım ızla. Ne demek istediğimi basit bir örnek üzerinde açıklamaya çalışacağım .
Ahlak yarg ı larını genel l ikle,
(1) Yalan söylemek (h ı rsızl ık etmek, vs.) kötüdür
b iç imindeki önermelerle dile getiri riz . Sezgicilere göre, nas ı l matematikte postülat ve aksiyom dediğimiz önermelerin doğru, mantıksal çı karım kural lar ı n ı n da geçerli olduğunu doğrudan doğruya bi l iyorsak, aynı şekilde ( 1 ) i n doğru olduğunu onu anlar anlamaz sezeriz. Bunun için herhangi bir araştı rma veya soruş-
282
Öğretilerin Denetlenmesi
turma yapmamıza gerek yoktur. Örneğin, 1 8. yüzyı lda Kant böyle düşünüyordu; günümüzde İng i l iz f i lozofu Moore da böyle düşünüyor .
Bu rada hemen karş ım ıza şu soru lar ç ıkıyor: "Sezg i" diye apayrı bi r bi lme yeteneği var mı insanda? Varsa, ahlak alan ı n
daki görüş ayrı l ıkları n ı nas ı l açıklayacağız?
Sezgici lere göre, i l k sorunun cevabı "Evet!" Onlar estetik ala
n ında da böyle bir yeteneğ in insanları bilenler ve bilmeyenler d iye iki öbeğe ayırd ığ ı kan ıs ı ndalar, yoksa Beethoven'in müziğini anlayan , dolayısıyla beğenen i le anlamayan , dolayıs ıyla beğenmeyen arasında hiçbir ayrım kalmazdı. Nasıl "usta" ile "çırak" arasında bir ayrım yapıyorsak, ahlaktan "anlayan" ile "anlamayan" aras ında da bi r ayr ım yaparı z . Eğer bir i nsan ( 1 ) i yadsıyor veya onun doğru olup olmadığ ı konusunda "çekimser" kalıyorsa, "ahlaktan anlamıyor" demektir.
İ ki nci sorunu n cevabı kend i l iğ i nden o rtaya ç ık ıyor: Ah lak sezg is i o lan bir kişi ( 1 ) i n doğru olduğunu i lk bak ışta görür, bu sezgiden yoksun olan kişi ise bunu göremez, dolayısıyla ahlak alan ındaki görüş ayrı l ı kları da buradan kaynaklanır . "Sezgi aldanmas ı " diyebileceğimiz bir olay da söz konusu değil ; bazı insanlar sadece "sezg i körü" olabil iyor, hepsi bu. Dolay ı s ıyla burada bir ahlaki relativizme gitmeye de gerek yok. Nasıl bazı in
sanlar aksiyomlarla postülatları n doğ ru olduğunu görebi l iyor ve
geçerli ç ıkarım kuralları n ı geçers iz olanlardan hemen ayırdedebiliyorsa, ayn ı şekilde ahlaki değer yargı ları konusunda da "us
ta" insanlar var ve biz böy lelerine "bilge" diyoruz.
Sezgicilere göre hangi tür hareketlerin ahlaka uygun , hangilerinin aykırı olduğunu bilmek için tek tek bütün ahlak kuralları n ı bilmek gerekmiyor. Bu kuralları bi rkaç , hatta b i r tek temel ahlak
283
Uğur Felsefe Öğreniyor
kural ından türetmek mümkün. Hikaye edildiğine göre, eskiden İsrail'de Hi l lel ad ında bir "bilge" varmış, zamanın Yahudi kral ı bu bilgeyi çağ ı rıp toplumda geçerli b i r sürü ah lak kural ın ı elden geldiği kadar aza indirmesini rica etmiş. Hi l lel bi rkaç yıl düşünüp taşındıktan sonra, bütün bu kural ların bir tek kurala indirgenebileceği sonucuna varmış. Elde ettiği temel kural şu:
(2) Başkasın ın sana yapmasın ı istemediğin bi r şeyi sen de başkasına yapma!
Emir kipindeki bu temel kural ı örneğin "yalan söylemek" dediğimiz davranışa uygularsak,
(2') Başkaları n ı n sana yalan söylemesini istemiyorsan, sen de başkalarına yalan söyleme
cümlesini elde ederiz. (2') nin (2) nin özel bir hfüi olduğu apaçık.
İyi, güzel de, psikolojik olarak böyle bir kural insanları ahlaklı davranmaya iteler mi ? Ben başkaları n ı n bana yalan söylemesinden hoşlanmam, ama işime geldiği zaman bal gibi yalan söylerim. Oysa bir ahlak kural ı n ı n doğru olmasın ın gerekli şartı onun insanları ahlaklı davranmaya yöneltmesidir. Buna göre (2) , dolayısıyla (2') türünden kural lar ın doğru olduğunu sezgisel olarak bildiğimizi söylemenin hiçbir pratik yararı yoktur. Kaldı ki , bu "sezgi"nin ne menem bir şey olduğunu saptayamıyoruz.*
Bir başka bilgici ahlak anlay ış ına göre, ahlak yargı l ar ı n ı n bi lg isel b i r içeriği olması için , sağduyu veya akıl la denetlenebi l ir
* Sezgici l iğin gizli veya açık bir Platonculuktan kaynaklanması bana çok muhtemel görünüyor. Platon'a göre, herhangi bir davranışı "iyi" veya "kötü" diye nitelendirebilmemiz, onun zihnimizdeki "iyi" veya "kötü" ideasına uyup uymadığ ı n ı doğrudan doğruya saptayabilmemize bağlıdır. Elbet bu, karın beyaz olduğunu görmemizden biraz farklı bir şey, ama gene de direkt algı lamaya benzer bir yanı var.
284
Öğretilerin Denetlenmesi
olmalar ı gerekir ; bu bakımdan bu yarg ı larla olgusal yarg ı lar ara
s ında bir ayrım yoktur. Burada da biraz farklı iki görüş söz konu
su: 1 ) Ahlak kuralları toplum ları n pratik yaşam ından çıkarı labi l ir; 2) Bu kural ları temel bir ilkeye bağlamak gerekir.
Her toplum hangi tür davranışları "ahlaka uygun", hangilerini "ahlaka ayk ı rı" sayd ığ ını yüzyıllar süren deneme ve yan ılmalar
sonunda bu davran ışları "erdem" ve "erdemsizlik" diye iki ana
öbeğe ayırmak suretiyle açığa vurmuştur. Buna göre, genellikle bütün toplum larda yalan söylemek, h ırsızl ık etmek, başkas ının malına göz dikmek, çekememezlik, vbg. davranışlar ikinci öbeğe, doğruluk, dürüstlük, yardım severlik ve fedakarl ık, vbg. davranışlar ise birinci öbeğe konmuştur. Yaln ız bu sınıflama top
lumdan topluma bazen değişmekte, örneğin kurnazlık birinde bir öbeğe, bir başkas ında öbür öbeğe girmektedir. (Eski Ispartal ı larda --yakalanmamak şart ıy la-- hırsızlık etmek bir erdems izl ik say ı lmıyormuş !) Kimi düşü nürler ahlak anlayışlarındaki bazı ayr ımlara bakarak, relativizme s ığ ın maktan başka çare olmadığ ı
sonucunu ç ıkar ıyorlar. Ancak nası l "bi lim" relativizme yüz vermiyor, dolayısıyla herkesin doğru bulacağı bilgiler üretmeye çal ışıyorsa, "bi l imsel" olmak iddiasında olan bir ahlak öğretisinin de aynı amac ı gerçekleştirmeye çal ışması , dolayısıyla herkesin kabul edeceğ i ahlak kuralları veya kuralı bulması gerekir. işte bunun mümkün olduğunu düşünen, hatta bu düşünce lerin i kanıtlamaya çalışan ütilitarist (faydacı ) denen düşünürler var. Onlara göre, herhangi bir davranış ın ahlakça iyi mi, kötü mü olduğunu anlamak için davranışın sonuçlarına bakmak gerekir. Eğer dav
ranış toplumun mutlu luğunu art ı r ıyorsa iyidir, azaltıyorsa kötüdür. Bu da sezgicilerin (2) numaralı kuralı gibi , davranışların ah
laki "mihenk taşı" sayı labilir.
285
Uğur Felsefe Öğreniyor
H ı rsızl ık veya yalan söylemek g ibi bir davranışı göz önüne alal ım. H ı rs ız l ık yapanın da, yalan söyleyeni n de kendi kişisel mutluluğunu artırmak (kaba deyimle, "çıkar sağlamak") için böyle davrand ığ ı şüphe götürmez. Dolay ıs ıyla bir i nsan ın kend i davranışları hakkı nda ne düşündüğü ahlakı i lgi lendirmez. B i r davran ış ın ahlaka uygun olup olmadığ ına öteki toplum üyeleri karar verir. Nası l herhangi bir teorik iddian ı n doğru olup olmadığ ı iddiaya muhatap olan toplum üyeleri nin onayına bağlı ise, aynı şekilde, bir davranış ın ahlak açıs ından değerini saptamaya öteki toplun ı üyeleri yetki l id i r.
Gelel im faydac ı lar ın ah laki "mihenk taş ı " konusunda öne sürdükleri genel kurala; bunu şöyle di le getirebileceğimizi sanıyorum:
(3) P hareketi ahlaka uygundur, ancak ve ancak bu hareket toplum üyelerin in toplam mutluluğunu artı r ıyorsa; yoksa ahlaka aykı r ıdı r
Gene h ırs ız l ık ve yalan söyleme örneklerine dönersek, bu iki hareketin de topl umun mutlu luğunun azalmas ına yol açtığ ın ı olgusal olarak saptamak mümkündür. Sezgicil i kten söz ederken de, h ı rsızl ık ve yalan söylemenin genel l ikle bi rer "erdemsizlik" sayıld ığ ın ı söylemişti m. Faydacıya göre bunun nedeni açıkt ır : Kimse bu tür hareketlerden hoşlanmaz da, ondan ! Bir hareketten hoşlanma onun mutluluğumuzu a rt ı rd ığ ın ı görmekten kaynaklan ı r; aynı şey "onaylama" için de geçerli elbet. Mutluluğumuzu artıran hareketleri onaylamak onların devamın ı veya tekrar ın ı istemek demektir. Hırs ız l ık eden kişi --başka çare bulamad ığ ı için-- kendi mutluluğunu artırmak amacıyla bu yola başvurduğu zaman bile, hareketinin başkaları tarafı ndan onaylanmayacağ ı n ı bilir; hatta kendi mal ı n ı n veya paras ın ın çal ınmasından
286
Oğretilerin Denetlenmesi
mutsuz olduğu gibi , kendi h ı rsı z l ığ ından pişmanl ık bi le duyabilir. Öyle san ıyorum ki , "Kimse mecbur kalmadıkça h ı rsızlık etmez" demek bi le mü mkün. O zaman ah lakın öteki bi l imlerden ne farkı kalıyor?
İ nsanların bazen faydacı ( ütilitarist) bir ahlak anlayış ın ı kabul ettikleri , hatta bazen bu anlayışa uygun bir şeki lde davranmaya çal ışt ıkları şüphe götü rmez, ama her zaman böyle davranmad ıkları da bir gerçek. Oysa herhangi bir öğreti n in as ı l görevi olan biteni tasvir etmek değil , insanlar ı n nas ı l davranmaları gerektiğini dile getirmekti,-. Faydacı filozofları n --çok iyi kalpli ve iyi l iksever insanlar oldukları için-- "en büyük mutlu l uk" i lkesini bütün insanların uyması gereken genel bir ahlak kuralı olarak seçmiş olmaları çok mümkün , ama iş uygulamaya gel ince, bu kurala uygun hareket eden pek az insan çıkıyor, zira insanlar yaln ı z he r şeyden önce kendi kişisel ç ıkarlar ın ı düşünmüyorlar, üste l ik çoğu zaman kendi uzun vadeli çıkarların ı k ısa vadeli ç ıkarlar ına
feda etmekten çekinmiyorlar.* Sözün kısası , Platon i le Sokrates'in düşündüğünün aks ine, i nsan davranışlar ın ı b i lg i lerinden çok duyguları, hatta bazen tutkuları bel irliyor.
Kıssadan hisse: Sıradan adam davranışları nı içinde yaşadığı toplumun ahlak ve görgü kurallarına kısmen olsun uydurmaya çal ış ı r. Kı nanma, hatta cezalandırı lma korkusu da bunda rol oynar. Ancak bu kuralları çiğneyebi leceği f ı rsatları da kaçı rmamaya bakar. Bu nedenle insan toplumlarında sürekli bir gerginlik, hatta çıkar çat ışması yaşanır. Karınca ve arı lardan farklı olarak
* Faydacılığı "rasyonel çıkarcıl ık" yoluyla kurtarmaya çalışan Ann Rand gibi filozoflar da var, ama bu ahlak anlayışı da, klasik ütilitarizmin karşılaştığı engeli aşamıyor, zira insanları "toplumun mutluluğu"nu artıracak biçimde davranmaya ikna etmek ne kadar güçse, onları uzun vadeli çıkarlarına göre davranmaya ikna etmek de o derece zor.
287
Uğur Felsefe Öğreniyor
i nsan toplumlar ı devaml ı bir isti krarsız l ı k , hatta bazen kaosa benzer düzensizlik içi ndedir, zıra i nsan davranışlarını as ı l belirleyen akı l ları değil. duygu, tutku, hatta bazen kaprisleridir.
Bazı modern fi lozoflara göre, ahlaki yarg ı l ar ın (onlar bun lara etik önermeler diyorlar) herhangi bir bilgi iletme görevleri yoktur, bunlar sadece insanlar ın baz ı davran ışlar karşıs ı ndaki duygusal tepkilerini di le getirirler. Örneğin bir insan,
(1) Yalan söylemek kötüdür
cümlesi i le anlatmak istediğini ,
( 1 ') Yalan mı, aman aman!
g ib i bir cümle i le de d i le getirebi l irdi , ancak ( 1 ) i kul lanan bununla başkaları nda da kendi duygularına benzer duygular uyand ı rmak, dolayısıyla onları kendisi n in hoşlanmad ığ ı veya nefret ettiği bu türlü davran ışlardan vazgeçirmek istediği için , ( 1 ) i kullanmayı tercih eder. Nasıl çevremizde bizimle aynı i nanç veya fikirleri paylaşan "kafadaş" insanlar görmek istersek, bizimle aynı duyguları paylaşan "duygudaş" insanlar da görmek isteriz. Yoksa yalan söylemenin a ln ı nda ne sezgici lerin sandığ ı gibi "kötü" olduğu yaz ı l ıd ı r, ne de ( 1 ) önermesi 1oplumun yapmış olduğu uzun boylu "mut lu luk hesapları "nı n bir ifadesidir. Yalnız çoğu insan, özell ikle işine gelmediği zaman, yalandan hoşlanmaz ve hem bu duygusunu açığa vurmak, hem de çevresinde duygudaş insanlar bulmak için ( 1 ) i kul lan ı r. Dolayıs ıy la bu tür cümlelerin doğru mu, yanl ış mı olduğunu araştırmak anlamsızdır . Ahlak yarg ı lar ı konusunda relativizmden söz etmek de yersizdir. Böylece ahlakla i lg i l i değer-yarg ı ları n ı n , bütün değer-yargı ları gibi, herhangi bir bi l imin konusu olamayacağı görüşü ile karşı karş ıya bulunuyoruz.
288
Oğretilerin Denetlenmesi
Fi lozof lar ı n bu konuda anlaşamamalar ına karşı l ı k , s ı radan adamın, ahlak yarg ı ları n ı n bir "doğruluk değeri" varmış gibi davrandığı görü lüyor. Bu yarg ı lar ı n k ınamadan bazen öldürme· ye kadar varan cezalandırmalara neden olması , hatta ahlak ala· n ı nda relativizmin hoş karşı lanmaması top lumda bu yarg ı ları n doğru luğuna kuvvetle inan ı ld ı ğ ı n ı belgelemiyor mu? Duygucu (emotivist) filozofların bu türlü iti razlara karnı tok, zira onlara göre s ıradan i nsanlar her şeye i nanabi l i rler; ancak inandıkları şeylerin büyük bir bölümünün boş veya yanlış olduğu da apaçık. Yaln ız bu da top lumda dirl ik ve düzenin nasıl sağlanacağı sorununu havada bırakıyor.
8) Politik Öğretilerin Denetlenmesi
"Politik öğreti" yerine bazen "ideoloji" dendiğini gördük. İdeoloji arzulanan, özlenen, en iyi olduğuna i nan ılan yaşama biçimi demek olduğuna göre, burada ahlak felsefesinde gördüğümüzden de büyük güçlüklerle karş ı laşmamız bana kaçı n ı lmaz gibi görünüyor. Gerçekten de en iyi veya "ideal" toplumun hangisi olduğu konusunda birçok birbiriyle bağdaşmaz görüş (öğreti) atı lmış ortaya. Her görüşün sahibi de kendi öğretisinin bir icik "doğru" öğreti olduğu kan ıs ında. Bu öğretileri ortaya atanlar da "filozof" dediğimiz düşünü rler. Bunlar arasında sadece evrende olup biteni araştıranlara "bi l im adamı" diyoruz. Politik öğretiler olması özlenen veya gerekeni araştırdıklarına göre, bunları da tıpkı bi l imsel teoriler gibi belgeleyebilir miyiz? Sözün kısası, "özlemlerin bi l imi o labi l i r mi?"
Bugüne kadar ortaya at ı lan politik öğretiler l iberal izm, sosyal izm, komünizm, faşizm, nasyonal sosyalizm (Nazizm) gibi adlar taşıyor. Platon'dan bu yana bu konuda pek çok filozof "en ideal"
289
Uğur Felsefe Öğreniyor
toplumun hangisi olacağın ı düşünmüş ve bunlardan bazı ları 20. yüzyı lda uygulamaya bi le konmuş. İş in i lginç yan ı , her biri n i n uygulandıkları ülkede halkın çoğunluğunun beğenis in i kazanmış olması , hatta bu ülkelerin insanlarında "ideal" yaşama düzenine kavuştukları inanc ı n ı n doğmas ına yol açmış o lmalar ı . Yaln ı z hiçbirinde bütün i nsanların kendi ideolojilerinden memnun kal· mad ı kları , hatta bazen ona baş kald ı rd ıkları görülüyor. Bu da "en ideal toplum"un b ir "düş" olabileceği ihtimalini güçlendiriyor. Yalnız bu saydığ ı m ideoloj i lerden her b i rini gözden geçirmem mümkün değil, onun için ben bunlardan üçünü, Nazizm, komünizm ve demokrasiyi (l ibera l izm) incelemekle yetineceğim. Nazizm "mi l l iyetçi" yönüyle faşizmi , "sosyalist" yönüyle de komünizmi andırıyor.
i . Nazizm veya Nasyonal Sosyal izm: 1 . Dünya Savaşı sonunda Hitler'in öncülük ettiği , Alfred Rosenberg adı ndaki filozofun belgelemeye çal ıştığı bu öğretiyi --etimoloj is in i göz önünde tutarak-- mil l iyetçiliği sosyalizmle birleştiren bir ideoloji sayabili riz. İdeolojinin "mil l iyetçi" ögesi , onun bel l i bir toplumu, Alman mi l let in i her bakımdan yüceltmeyi amaçlad ı ğ ı n ı , "sosyal izm" öğesi ise , bu toplumda yaşayan insanların hepsine bel l i b i r sosyal adalet ve ekonomik eşitl ik sağlamak amacın ı güttüğünü gösteriyor. Gerçekten de Hitler'in 1 . Dünya Savaşı son rası Almanya'sı ndaki korkunç işsizliğe bir çare bulmak, bu şekilde toplumun çok önemli bir katman ı n ı n yaşam şartlar ı n ı iy i leşti rmek amacı güttüğü şüphe götürmez. Ülkede çok iyi işleyen, herkese açık bir sigorta sistemi kurulmuş olması , ayrıca ülke ekonomisin i kalk ınd ı rmak için yeni yol lar bulması, işçi s ın ıf ın ı patron lara, serbest meslek sahiplerini de d evlete ezdirmemek için tedbirler a lması onun gerçekten de "sosyalist" denebilecek bir s istem
290
Öğretilerin Denetlenmesi
kurmuş olduğunu belgeliyor.* Hitler' in halk tarafından tutulması , hatta baz ı lar ı nca bi r "kurtar ıc ı" olarak tanı nması da buradan kaynaklanıyor. Gerçi 'diktatör' deyimi genel l ikle hoş çağrışımlar uyand ı rmaz, ama ona "diktatör" diyenler onu sevmeyenlerdi; kendi halk ın ın gözünde Hitler sadece bir "Führer"d i , herkes onun buyruklar ın ı hemen yerine g etirecek kadar iyi bir yol gösterici olduğuna inanıyordu. Bu i nanç olmasaydı, daha i lk yenilgiden sonra başta komutanlar olmak üzere, halk ondan yüz çevirirdi. Profesörler bile derslerine başlamadan önce "Hei l Hitler!" demeyi ihmal etmiyorlardı .
E lbet benim amacım burada Hitler'i övmek veya özelliklerini an latmak değil, onun Alman halkını kendine bağlamak için ona ne gibi b ir polit ik öğreti sunmuş olduğunu beli rtmek. Özlemse! düşünüşün i nsan davran ışlar ın ı yönlendirme amacı güttüğünü daha önce de vurgulamıştı m. Nazi ideolojisinde bu özel l ik açı kça ortaya çı k ı yor. Bir mil leti kendine bağlaman ın en etkil i yolu onu pohpohlamakt ı r ! Onu çok ak ı l l ı , çalışkan, dürüst, g üçlü kuvvetl i , cesur, fedakar olduğuna inandı rmak için en etkili ve kestirme yol onun gerçekten de bu niteliklere sahip olduğunu her f ı rsatta, bıkmadan usanmadan tekrarlamakt ı r. Hitler daha da i leri giderek, Alman mi lletinPn arı bir ırk olduğunu. bi l imde, teknolojide, sanatta, edebiyatta, özetle bütün manevi alanlarda en üstün ı rk olduğuna onu inand ı rmayı da başarm ıştır . Bir milletin gururunu okşamak onu kendine bendetmenin en kesti rme yo ludur . Gerçi Alman ulusu 1 . Dünya Savaş ında yenilmiş ve son derece alçalt ıcı bi rtak ım "andlaşma şartları n ı " kabul etmeye zorlanmış , hatta açl ığa b i le mahkum edi lm işt i , ama bunlar onun bütün öteki uluslardan çok üstün bir ı rk olduğu gerçeğini unutturamazd ı . * İlk Almanya'ya gittiğimde ev sahibime nasıl olup d a Hitler'e bunca zaman
bağlı kaldıkları nı sorduğumda ilk cevabı şu oldu: "O fakirleri gözetirdi."
291
Uğur Felsefe Öğreniyor
Ona göre Almanya'yı d ıştan düşmanları , içten ise dünyanı n en aşağı ı rkı saydığ ı Yahudiler yıkmıştı , dolay ıs ıyla ilk fı rsatta bu mikropları temizlemeliydi . Bu proje yavaş yavaş uygulamaya geçirilmeden önce Al manları buna da i nandı rmak gerekirdi. Bunu da en çok filozof Rosenberg gerçekleştirecekti.
Rosenberg'in baş amac ı Almanları n en üstün ı rk olduğunu kanıtlamak olduğuna göre, toplumların değişik ırklardan meydana geldiğini , dolayıs ıy la bunlar aras ında nitelik bakımından bazı önemli ayrımlar bulunduğunu varsayıyor demektir. Önemli olan bu varsayımın doğru olduğunu belgelemek. Bu sadece "özlemse! düşünüş"ün yol açt ığ ı b i r ideoloji de olabi l i r, bil imsel bir te· ori de. Acaba hangis i? lrkçıl ıkta giz l i veya örtük biçimde bazı ı rkları aşağ ı , bazıları n ı üstün görmek eğil imi işe karışt ığ ı için , ' ı rk' sözcüğünün bir ölçüde "değerlendirici" b i r terim olduğu apaçık. Bu nedenle 'üstün ı rk' veya 'efendi ı rk' gibi deyimlerin kullan ı ldığı bir teorinin bil imsell iğinden şüphe etmek gerekir.
Nitekim, bu kavram ı ilk defa ortaya atmış olan Fichte başta olmak üzere, onun ardından gelen Gobineau, Chamberlain ve Hans Günther g ibi yazarların hep bell i bir ı rk ın "üstünlüğü"nü kanıtlama kayg ıs ıyla yola çıkt ıkları anlaşı l ıyor. Naziler döneminde Alman milliyetçi l iği n i en "bil imsel belgeler"le ( ! ) destekleyenlerin başında bu Günther geliyor. üstada göre her tür "ırk karış ı m ı " kötüymüş, dolayıs ıyla en üstün ı rk o lan "Kuzey ı rkı" bu tehl i keye karş ı korunmal ıymış. (Yahudileri niçin temizlemek gerektiğ i şimdi daha iyi anlaşıl ıyorl) Bir başka sözde antropolog olan Hermann Gauch'a göre, "Kuzey ırkı ndan olmayan bir kimse Kuzeyli ile maymun arasında yer al ır"m ış! Ünlü Streicher daha da i leri gidiyor: "Bir Yahudin in kanı bir Kuzeylininkinden tamamiyle farkl ıdır!" Nazilerin " ı rk mitolojisi" Hitler'in "Mein Kampf"ıyla Ro-
292
Öğretilerin Denetlenmesi
senberg ' in "20. Yüzyı l ın Mitosu" adl ı eserinde en tepe noktasına ulaşıyor. Her iki k itapta da öne sürülen iddialar o derece abuk sabuk ki , bunları an maya bi le değmez, ancak insanl ığa verdikleri zarar da saçmalıklarıyla doğru orantı l ı . Şu kadarını söyleyeyim ki, hınç, k ıskançl ık, çekememezlik, tatm ins izl ik ve aşağ ı l ı k kompleksi gibi faktörlerden kaynaklanan ırkç ı teorileri denetlemek için yapı lan yüzlerce kontrol l ü araşt ı rma ı rklar arasında "üstünlük" aç ıs ından hiçbir geneti k ayrım olmadığını göstermiş. Sizin anlayacağınız, bütün farkl ı l ı klar kültürel diyebi leceğimiz faktörlerden kaynaklan ıyor.
Avrupa'da Yahudilere, AB .D . nde zencilere karşı olumsuz, hatta "düşmanca" bir tutum sergilendiğini bil iyoruz. Asl ında et
n ik, politik, dini, hatta sosyal gruplar arası nda da karş ı l ı kl ı küçümseme ve düşmanl ı k duyguları n ın patlak verdiğine tan ık oluyoruz. Karikatürize etmek için söylemiyorum: Bir gün "mavi gözlüler" göz renkleri başka olan insanların daha aşağı bir ı rktan olduklarını iddia ederlerse, h iç şaşmam. Nitekim zencilerin --salt derilerinin rengi siyah olduğu için-- "maymunlarla aynı ayarda olduğunu" kanıtlamak için "The Negro A Beast" (1 900) başl ığını taşıyan kitaplar yazanlar olduğu gibi , "Is the Negro A Beast?" adlı bir kitapla "zencin in bir hayvan olup olmadığı" sorusuna cevap verenler var. Meğer zencilerin insandan aşağı bir yaratık olmaları beyinlerinin beyazların beyninden daha küçük olmasından kaynaklanıyormuş! Bu da sözüm ona "bil imsel" açıklama! Oysa beyaz ların da beyni Eskimoların, Polinezyal ı ları n, Amerikan yerl i lerin in ve Japonların beyn inden bir parça daha küçük. Ona bakarsanız, Neanderthal insan ın ın beyni de modern insan ı nki nden daha büyükmüş!
insan ın fiziksel yapıs ıyla "manevi" nitel ikleri arasında her-
293
Uğur Felsefe Öğreniyor
hangi bir "nedensell ik i l işkisi" olmadığı yapı lan binlerce deney sonucunda kesinleşmiş bu lunuyor. Kald ı ki, dünyada "arı ı rk" bulmak hemen hemen imkansız. Ancak, inanı lmayacak kadar çok sayıda "sözde bil imsel" kitap ı rkçı l ığ ı kanı tl amaya kalkmış. Bunlardan biri de F. Crookshank adındaki b ir hekimin yazdığı "The Mongol in Our Midst" (Aramızdaki Mongol) başl ı kl ı kitap. Üstat birçok defa bası lan bu hacimli kitabında i nsan ı rkını üçe ayır ıyormuş: "Beyaz ırk şempanze ile, doğulu ı rk orangutanla, zenciler ise gor i l le akraba imiş. " Carroll adındaki bir başka ırk uzmanı "zencilerin yüksek bir maymun olarak yarat ı ldığın ı , dolayısıyla bir ruhları o lmadığ ın ı " iddia ediyormuş. Bir başkası da "Euklides'in bir problemini çözebilecek tek bir zenci gösterin bana, insan olduğunu kabul edeyim!" diyormuş.
Modern biyoloji veya antropoloj iyle hiçbir i lgisi olmayan bu tür saçmal ıkların ortak kaynağı belli k i kendini yüceltme (dolayısıyla kendinden olmayanları küçültme) tutkusu . Bi l im ancak her tü r duygusal dü rtüden kendini kurtarabilmiş kişilerin harc ıdır. Ne yazık ki , bu tür dürtülere karşı koymak, özellikle sosyal bil imlerde pek kolay olmuyor. Fiziksel, kimyasal, hatta --bir yere kadar-biyolojik olayları inceleyen bir b i l im adamı --laboratuvarına girerken-- duygu ve özlemlerini, palto ve şemsiyes iy le birlikte kapının dış ında bırakabiliyor, ama inceleme konusu insanın kendisi olunca, bilim adamı bazen duygusal (hatta hayvansal) yönlerini işe karıştı rmadan edemiyor. Grant ad ındaki amatör zoolog ile Stoddard adı ndaki Harvard'l ı hukuk doktoru bunun en tipik örnekleri . İ kisi de Kuzeyli (Nord ic) ı rkı n üstün lüğünden eminler , dolayısıyla bu ırkın başkalarıyla karışması çok tehlikeliymiş, zira "iki ırkı n karış ım ı , sonunda daha eski ve aşağ ı ı rka geri dönen yeni bir ı rkın doğması na yol açar"mış . Örneğin , "bir beyazla bir zencinin melezi zenci olur"muş. Avrupa ırklarından herhangi bi-
294
Öğretilerin Denet lenmesi
r in in b i r Yahudi i le kaynaşmasından bir Yahudi ç ıkarmış.* İster inanın, ister inanmayın , ama bu tür saçmal ıkları "bilimsel" diye yutturmaya kalkanlar y ığ ın la, yutanların da sürüsüne bereket.
l rkçı teorilerin "b i l i m-dışı " motiflerden kaynakland ığ ın ı şuradan da anlayabilirsiniz: Bu teori ler bazı insan grupları n ı dört köşe ederken, başkalarını öfkelendirmektedir. Oysa bilimsel doğrular herkesin --herhangi bir olumlu ya da olumsuz duyguya kapı lmadan-- kabul edebileceği önermelerden oluşur. Hiçbir normal i n san, örneğin kan grubuna itiraz etmez, zira bir insanın kan g rubunun ne olduğu tümüyle deneysel yöntemlerle belirlenir. Aynı şeyi zeka testleri için de --bir dereceye kadar-- söylemek mümkün. Zaten doğru "bir" olduğuna göre, bi limsel bir teorinin de "birleştirici" olması beklenir. Gerçi bu birlik her zaman kolaylıkla sağlanamaz, ama bilim in amacı i nsanları ortak bilgilerin çatısı alt ında birleştirmektir, birbirlerine düşman etmek değil. Bil imlerle "ideoloj i ler" in farkı da buradad ır . Eğer b i r fikir i nsanların düşman gruplara ayrılmasına neden oluyorsa, o fikrin bil imsel bir doğru değil, bir "ideoloji" olduğundan emin olabilirsiniz. Nitekim, ırkçıl ı ğ ın Hitler tarafından Yahudileri ortadan kald ı rmak için ideolojik bir silah olarak kullanıld ığ ı n ı bi l iyoruz. Hemen bütün müstemlekecilik (colonialism) girişimlerinde ve birçok savaş ilanlarında ırkçılığın bir "hakl ıl ı k gerekçesi" gibi kullan ı ldığı da bir başka gerçek. Emperyal izmin geri kalmış veya ilkel toplumlara "uygarlık götürme" bahanesiyle aynı temayı iş lediği de oluyor.
Böylece "mil l iyetçi-sosyal izm" ideolojisinin nası l bir "sözdebi l imsel" temele dayat ı lmak istendiğin i görüyoruz. Bu rada ideoloj i n in duygusal boyutu örtbas edilerek, ona objektif bir görü-
• Bu konuda en çok yararlandığım eser Martin Gardner'ın "Fads and Fallacies in the Name of Science" adlı kitabı (Dover, 1 952). Ayrıca bkz. Hüseyin Batuhan: "Bilim ve Şarlatanlık", (YKY, 1 997. s. 187-1 90)
295
Uğur Felsefe Öğreniyor
nüş verilmek istendiğine tanık oluyoruz. Ancak bu tür ideolojileri savunmak isteyenlerin nefret veya hayranl ı k duygularını yazılar ında bi le saklayamadıkları n ı görüyoruz . Kaldı ki, ı rkç ı l ı k tezini savunanlar ın davranışları ndan da ası 1 amaçları n ın insanların inançları n ı etkileyerek davranışların ı kontrol etmek olduğu derhal anlaş ı l ıyor. Nazilerin 6 milyon Yahudiyi "temizlemek" için en insan l ık-dışı yöntemlere başvurmuş olmaları bunun en aç ık kanıt ı . Yahudilerin dünyanı n "en aşağ ı l ı k ı rkı" (?) olduğunun bilimsel bir biçimde kanıtlanmış olduğunu kabul etsek bile, bu onları yok etmeye kalkışmamız ı hakl ı gösterir mi? Burada da Hume'un iddias ın ın hakl ı l ığ ı açıkça görülüyor: Olan bitenden olması gerekeni !üretemeyiz! Bundan da anlaşı lacağı gibi, bazı sözde-bil imsel teoriler bazı (duygusal) davranışları mız ı hakl ı göstermek için gerekçe olarak kullan ı l ıyor, oysa teori doğru bile olsa davranışlarımızı haklı göstermek için kullanılamaz.
E lbet teorilere dayanarak sadece ö ndeyilerde bulunmayız , onlardan pratik uygulama alanı nda da yararlanır ız. Ancak teori bizi hiçbir zaman buna zorlamaz. Örneğin,
(4) Verem bulaşıcı bir hastal ıkt ır
önermesinden,
(5) O halde verem mikrobuna karşı korunmamız gerekir
sonucu çıkmaz, bu nedenle (4) den prat ik bir sonuç ç ıkarmak istiyorsak,
(6) Vereme yakalanmak istemiyorsak, verem mikrobuna karşı korunmamız gerekir
türünden bir şartl ı önerme kullanmamız gerekir. Her halde Naziler şöyle bir ç ıkarıma dayanıyorlard ı :
296
Öğreti lerin Denetlenmesi
(7a) Yahudiler çok aşağı l ık bir ı rkt ı r (bil imsel öncül)
(7b) Oysa aşağı l ık ı rkları temizlemek gerekir (ahlaki öncül)
(7c) O halde Yahud ileri temizlemek gerekir (ahlaki sonuç)
Bu ç ıkarım şüphesiz geçerlidir, ancak sonucun doğru sayılabil
mesi için mutlaka (a) ve (b) öncül ler ini de doğru saymamız ge
rekir; oysa ne (a) doğrudur, ne de herkes (b) yi onaylar. Birinci
öncül doğru değildir, z ira ' ı rk' sözcüğünü nasıl yorumlarsak yo
rumlayal ım, Yahudilerin aşağı l ık bir ı rk olduğunu kanıtlayan hiçbi r olgusal belge yok el imizde. Tam tersine, Yahudilerin nüfusla
r ına kıyasla dünyada en çok sayıda fi lozof, bilim adam ı , kompo
zitör ve müzisyen (virtioz) ç ıkarmış olduğuna bakarak, Yahudile
r in "üstün" bir ı rk olduğu sonucunu bi le ç ıkarmamız mümkün.
Ancak "manevi/kültürel" hayatta üstünlüğün ırklarla hiçbir il işiği
olmad ığ ın ı en "mi l l iyetçi" Yahudi bile kabul eder. (b) öncülüne
gel ince: Bu ahlakf öncülü b iraz duygu ve düşünce sahib i hiç
kimsenin kabul etmeyeceği şüphe götürmez. Hoşlanmadığ ımız,
hatta nefret ettiğimiz pek çok insan vardır, ama onların "temiz
lenmesini" istememiz, hatta onaylamam ız pek mümkün deği ld i r .
Büyük bir öfke hal i nde bazen insanlara karşı haşin davrandığı
m ız, hatta onlar ı öldürmeyi bile akl ımızdan geçirdiğimiz olur, ama
bütün bir ı rk ı ortadan kaldı rmayı istemesi, hele bu isteği n i uygu
lamaya koyması için insan ı n Hitler ve çevresindeki ler gibi düpe
düz "psikopat" (ruh hastası) olması gerekir, zira normal bir insan
çok iyi bilir ki , şu veya bu ı rktan, şu veya bu etnik g ruptan olmak
hem insan ı n eli nde deği ldir, hem de onun ahlaki karakteri bakı
mı ndan bel irleyici bir rol oynamaz. Her ırkta, etni k grupta veya
u lusta her tür i nsan bulunması da bundandı r. Nazi öğretisinin
temel i nde de gizli bir Platonculuğun rol oynamış olması çok
muhtemel Buradaki her Yahudin in kötü olması gerektiği genel-
297
Uğur Felsefe Öğreniyor
lemesini başka türlü açıklamak mümkü n deği l .
i i . Komünist İdeoloj i : Marxçı öğretinin bir yorumu v e uy
gulaması olan komünist ideoloji --sosyalist içeriğine rağrnen-
nasyonal sosyal izmden birçok bakımdan farklı bir ideoloj i . Bu
da hem duygusal kaynağın ı n , hem de amac ı n ı n farklı olmas ıy
la açıklanabi l i r. Alman ulusunun savaştan yenik ç ı kt ığ ı için
aşağılanmış olmas ı , hatta ekonomik açıdan çok güç duruma
düşmesi Hitler'de galip ülkelere karşı m üth iş b ir h ı nç d uygusu
nun, dolay ıs ıyla öç alma arzusu nu n uyanmas ına yol açm ış,
d ış düşman gözüyle bakt ığ ı ü l keler le savaşa tutuşurken, i ç
d üşman saydığı Yahudileri temizlemeye g i rişm iştir. Nazizm
den çok daha önce kurulmuş olan komünizm ise çok daha de
ğ iş ik duygusal kaynaklardan besleniyor. Gerçi ası l i lham kay
nağı olan Marxçı öğretide de benzer bir h ınç duygusu iş ba
ş ında, ancak bu duygu bir ırka veya u lusa değil, "kapital izm"
denilen bir ideolojiye, dolayısıyla bu ideolojiyi uygulayan bir
sosyal s ın ıfa, kapitalistlere yönelik. Onlara karşı duyulan hın
c ın da kaynağ ı nda kendi kişisel çıkarları uğruna sefalete mah
kum ettikleri bir başka s ınıfa, işçi s ı n ı f ına karşı duyulan "ac ı
ma" duygusu yatıyor olsa gerek. Nitekim, Marx'ı as ı l öfkelendi
ren, kapitalistler in işçi s ı n ı f ın ı bile bile sefalete mahküm ettik
leri inancıyd ı ; böyle davranmakla da ona göre bir " insanl ı k su
çu" işlemiş oluyorlardı. Ancak Marx bu suçun cezasını insanla
rın değil, tarih in vermesi gerektiği düşüncesinde idi. Daha doğ
rusu, s ın ırsız açgözlülüklerinden ötü rü kapitalistler kendi ken
di lerini cezalandı racaklard ı .
Nitekim, Marx hümanist bir ahlak anlay ışıyla hareket ederse
de, ona ası l teselli veren, ekonomik yasaları n ergeç kapital izmin
kendi kendine çökmesini sağlayacakları na olan inancı idi, o ka-
298
Öğretilerin Denetlenmesi
dar ki, i nsanlar istese de, istemese de, "Dünya Cenneti" gel ip
çalacakt ı!
Tarihin hümanist düşünürlerin özlemleri doğrultusunda geli
şeceğine i nanc ın çok çekici bi r yanı olduğu apaç ık . Marx'ı n
uzun süre pek çok Batı l ı entel lektüeli neredeyse büyülemiş ol
ması n ın s ı r rı da burada olsa gerek. Komünizmin zaferine kesin
gözüyle bakan bu entellektüellerden bir bölümü yanıltılmış ol
dukları n ı neden sonra anladılar. Marx çok güçlü özlemleri n in et
kisi alt ında, tarihin doğal gelişmesi sonucu, üstelik burjuva kapitalistlerin direnmesine rağmen, "Dünya Cenneti"nin gerçekleş
mesi n in yakın olduğ u na inanmışt ı . Onu n en büyük yan ı lg ıs ı ,
Ay' ı n ne zaman tutulacağ ın ı önceden görebileceğimiz gibi , tarihi
gelişmenin ne yönde olacağ ın ı doğru tahmin edebileceğimize
inanması idi. Oysa milyonlarca kişi nin karar ve seçim lerinin işe
karışt ığ ı sosyal olayların nas ı l gel i şeceğini --bazen kaba çizgile
riyle bile-- önceden görmek mümkün değildir. N itekım , Marx
proleterya devriminin kapitalist s i stemin çok gelişmiş olduğu,
dolayısıyla güçlü ve kalabal ık bir işçi s ın ı f ın ın bulunduğu, iyice
endüstrileşmiş (örneğin Almanya g ibi) bir ü lkede gerçekleşece
ğini tahmin ettiği halde, devrim bu açıdan "geri kalmış" (Rusya
gibi) bir ülkede ortaya çıkm ıştı . Marx'ın önceden göremediği ge
l işmelerden biri de, işçi s ı n ı f ı n ı n sendikac ı l ı k yoluyla bileğinin
hakkını kapi talistlerden söke söke alabileceği idi . Hele sigorta
sisteminin kurulmasıyla işçinin geleceği daha da güvence altına
al ınmış oluyordu. Bu ve buna benzer gelişmeler demokrasi i le
yöneti len Batı ülkelerinde "proleterya" devrimini "gereksiz" kı la
cak, kapitalistler zenginleşe dursun, işçi s ın ıf ı da bu zenginl ikten
* O bunun nasıl gerçekleşeceğini "diyalektik materyalizm" adını verdiği (sözde) bilımsel bir teoriyle açıklar. ama ne yazık ki, benim bu ayrıntı lara girmem mümkün değil. Merak eden ler bu konuda yazılmış olan kitaplara başvurabil irler.
299
Uğur Felsefe Öğreniyor
payını alacaktı . Böylece tarihi gel işme Marx'ı yanlışlamış o ld u .
Popper'a göre, yanlışlanabilirlik bil imsel teorilerin en belirgi n n itel iğ idir . Buna göre , Marx'ın teoris in i de bil imsel saymak zorundayız. Gerçi o öğretisine "bil imsel sosyali zm" adını vermişti, bu deyimi kullanmaktan amacı ütopist değ i l , gerçekçi olduğunu vurgulamaktı. Ne yazık ki, tarihi gel işme Marx'ın en büyük ütopyacı olduğunu kanıtlad ı . Her halde Lenin i le Stal in de bunu farketmiş olmalı lar ki , Marx'ın teorisine göre davranacak yerde,
tepeden inme bi r proleterya devrim i tezgahlad ı lar ve devlet ka·
pitalizmi diyebileceğimiz sistemi kurarak, özel sermaye sah ipl erini temizlediler. Bu şeki lde kapi ta l ist sömürüye son verm iş olacaklarını umuyorlardı . Devlet gene hümanist ahlaka uygun olarak y ığ ın ların mutluluğunu art ı rmaya çal ışacakt ı , z i ra ancak bu şeki lde her türlü sömürü ön leneb i l irdi . Oysa devlet yönetic i denen insanlardan oluşur; sistemi kuranlar ne kadar akı l l ıca ve
soylu duygu larla hareket etmiş olurlarsa olsunlar, devletin çeş itl i sorumluluk mevki lerine geti rilmiş olan bu yöneticilerden hepsinin aynı düşünce ve duygula r la hareket edeceklerinden emin
olamazsı n ız . Nitekim Rusya'da komü n ist sistem kuru lduktan
sonra, özell ikle parti ileri gelenleri arasında bir çekişme başlam ış ve Lenin' in ölümünden k ısa süre sonra iktidarın d izg inlerin i
ele geçiren Stalin söz geçiremeyeceğini anlad ığı ilk devrimci ku
şağ ın ın l iderlerin i bir b ir temizleme işine gir işmiştir. Bunu Sta
l in' in kişisel kapris leri ne veya kötü kalpl i l iğine vermek yanlıştır,
zira bu, diktatörlüklerin özünde vard ı r . Bu tür bir sistemde iki kişinin aynı özlemleri paylaşması --tesadüfen-- mümkün olsa bile,
on ları gerçekleşt irme yöntemleri konusunda anlaşmazl ı klar ç ık
ması , bu yüzden de kuvvetl i ve kurnaz olan taraf ın muhalifleri n i saf d ış ı bırakması kaç ı n ı lmazdır.
300
Öğretilerin Denetlenmesi
Büyük bir iyimserlikle başlayan Sovyet devrimin in acımasız bir diktatörlükle sonuçlanması kaç ın ı lmazd ı , zira fikir ve yöntem ayr ı l ıkları yaln ız devrimi yönetenler arası nda deği l , yönetilenler arasında da baş gösterecekt i ; devrim "Gulag"sız gerçekleşemezdi . Bu nedenle Marx devletsiz bir "Dünya Cenneti" düşlemişken, onun fikirlerini uygulamaya koyanlar dünyayı cehenneme çevireceklerdi.
Marx' ı n öğretisi --Popper'in dediği g ib i -- "yanl ışlanmış" oldu, ama bunun nedeni Marx'ın öğretisini bir özlemse! düşünüş ürünü saymaması, onu tarihi bir öndeyi olarak sunmasıdır. Öğretiler gerçekleşirler veya gerçekleşmezler, ama onları n doğrulanması veya yanl ı şlanmas ı söz konusu o lamaz . Bu neden le Marx' ı n öğretisin i gerçekleştirmek umuduyla kurulan komünizm bu umudu yaln ız çökmesiyle deği l , 70 yıl süren egemenliği esnasındaki uygulamalar ıyla da boşa çıkarmıştır. Kaldı ki, Marx'ın düşlediği top lum biçim i gerçekleşmiş olsayd ı , bu Marx' ın hakl ı çıkt ığ ın ı değil, sadece ona gönül vermiş olan i nsanlar ın akı l l ı , çalışkan ve özverili olduğunu kan ı tlardı. Ne yazık k i , insanoğlunun hiçbir özleminin tümüyle gerçekleşme şansı yoktur, zira özlemler bütün insanlar tarafından benimsenmez, benimsense bile bilgisizlik veya ihmalkarl ı k onun gerçekleşmesine izin vermez.
B i r pol itik öğreti n in belgelenmesin in pratikte mümkün olmad ığ ın ı Sovyet örneği yeterince gözlerimizin önüne seriyor. B i l imde herhangi bir tekil iddian ın doğru olup ol mad ığını gözlem ve deneyimlere başvu rarak saptayabil iyoruz . Herhangi bir teorin in belgelenmesi de, teoriden ç ı ka n sonuçlar ın doğrulanmasıyla oluyor. Politik öğretilerde durum bir hayli farkl ı . B i r defa öğretini n kendisi genellikle birçok belirsizliklere maruz. Marxçı l ığ ı gene en belirgin politik öğretilerden biri sayabi l i riz, ancak sonradan orta-
3()1
Uğur Felsefe Öğreniyor
ya çıkan tarihi gelişmelerin onu yanl ışlad ığ ın ı söylemek de zor,
zira komünist sistemin çökmüş olmasına rağmen, bu öğretiye
bağl ı l ıkları sarsı l mamış olan Marxçı ları n iddia ettikleri gib i , çö
ken Marx'ın görüşleri değil, onun son derece kötü bir uygulama
sı olan komünizm, daha doğrusu Stalin Rusya's ında insan ları
in im in im in letmiş olan komünist uygu lamad ı r . G e rçek şu ki,
eğer Stal in'in uygulad ığı kom ünizm çökmemiş de olsayd ı , aynı
iddiayı öne sürecek Marxçı lar bulunacakt ı . Her hal ve karda to
taliter dediğimiz türden politik öğreti leri n belgelenmesi mümkün deği l , burada olsa olsa öğretinin az veya çok başarılı olmasın
dan söz edilebi l i r.
i i i . Demokratik Öğreti : Totaliter olmayan pol it ik öğreti lerin
bugüne kadar en başarı l ıs ı demokratik ideoloji olsa gerek. Bunu
i ki şeyden ç ıkarabi l iri z : 1) Gerek bil im, gerekse teknoloji açıs ın
dan en i ler i ülkelerin bu ideolojiyi benimsemiş ü lkeler olmas ın
dan; 2) Her ik i bakımdan da "geri" kalmış ülkelerden birçoğunun
da aynı ideolojiyi benimsemeye çalışmasından.
Önce şu noktayı bir daha vurgulamam gerekiyor: Demokrasi
anlayışı da bilimsel bir teori değ il , bir ideolojidir. Ancak bu ide
oloj inin bilimsel açıdan gelişmiş, dolayısıyla bil imsel düşünüşü benimsemiş ü lke lerde doğmuş ve en çok bu ü lkelerde gelişip
kökleşmiş bir öğreti olması da rastlantı olmasa gerek. Bu bağı
şöyle açıklamak mümkün: Bi l imin gelişmesi ancak düşünme özgürlüğü i le mümkün, bu nedenle de bu özgürlüğün tad ın ı almış
ve önemini kavramış ülkelerde diktatörlüklere kuşku i le bak ı lma
sı çok doğal . B i r de şu var: Bi l imsel düşünme al ışkan l ıkları edin
miş i nsanlar pol i t ika gibi i nsan davran ışlar ı n ı i lgi l end iren bir
alanda işe büyük ölçüde "özlemse! düşünüş" ü n kar ışt ığ ın ı bi l
d ikleri ve her insanın kendi özlemlerini özgürce di le getirebilme-
302
Öğretilerin Denetlenmesi
si gerektiğ in i düşü ndükleri için , buna imkan veren yaşam biçimi
nin insanları en çok mutlu edecek rejim olduğuna inan ırlar. Bilgi
nin ancak çeşitli görüşlerin özgürce tart ışı labildiği bir ortamda
elde edilebileceğini çeşitli denemeler sonunda bizzat görüp an
lam ı ş olan insanları n, özlemler konusunda da aynı yöntemi uy
gulamak istemeleri çok doğaldır, zira ancak böylelikle topl umun
en çok neleri istediğin i veya nelere değer verdiğini saptamak
mümkündür. "En iyi"nin ne olduğunu sezgi veya vahiy yoluyla
bildiklerini iddia eden filozof veya peygamberlere güvenilemez,
zira "en iyi" diye bir şey yoktur, sadece tek tek insanların iyi say
d ı kları şeyler vard ı r.
Bu, neden değişik demokrasi anlayışları (değişik toplumsal
yaşam özlemleri) olduğunu da aç ı kl ıyor. Nitekim 'demokratia'
sözcüğünün ilk kullan ı ld ığ ı Perikles'in Ati na'sından bugüne ka
dar, insanlar ın "özlem özgürlüğü"nü temel değer olarak algıla
yan düşünürler bu ad altı nda bazen değişik yaşam senaryoları
geliştirmişlerd i r; bu i nsanların ilk planda seçecekleri değerlerle
ilgi l i . (Bu nokta üzerinde daha önce durduğum için burada sade
ce hatırlatmakla yetineceğim.) Bütün demokrasi taraftarları n ı n
gene de "diktatörlüklere" karşı olmakta birleştikleri şüphe götür
mez. Bunların karşı olduğu temel fiki r şudur: Devlet işlerini bu
işlerden (yani insanların ne istediklerinden) en iyi anlayan bilge kişi(ler) yönetmelidir. Devlet adamı toplum gemisinin kaptanıd ı r, dolayıs ıy la onu f ı rt ı nalı havalarda --kayal ı klara çarpma
dan-- limana ancak böyle bilgili bir kaptan götürebilir.
Platon'un andığı bu benzetme bence de yan l ış , zira toplum
cansız ve bil i nçsiz olan bir gemiye benzetilemez, dolayısıyla
toplumun bi r tek kaptan ı o lması gerektiği düşüncesi tümüyle da
yanaksız. Toplum gemisindeki her üye bu gemiyi yönetmeye ta-
303
Uğur Felsefe Öğreniyor
l ip olabi l i r, ama onu kendi istediği doğrultuda değil, çoğunluğun
istediği yöne doğru yöneltmek şartıyla!
Demokrasilerin dayandığ ı temel fikir şudur: Toplumu oluştu
ran kişilerden hangilerin in toplum gemisini yönetmeye layık ol
duğunu serbest oylarıyla gemideki ler belirlemeli, bu şeki lde yö
netime getiri lenlerin bu işe layık olup olmadıkları iş başında sap
tanmal ı , başarıs ız görülenler atılıp yerlerine başkaları getirilmel i ,
falan. Herkesin bildiği şeyleri tekrarlaman ı n b i r yararı yok, bura
da üzerinde en çok durulmas ı gereken noktalar şunlar: Önce
gemin in hangi doğrultuda gitmesinin iyi olacağına bir bilge de
ğil , gemidekilerin çoğunluğu karar vermeli ve doğrultu değişiklik
leri de gene onların kararı ile yapı lmal ı .
Büyük b i r toplumu oluşturan bireylerin değişik özlemleri var
dır, bunların hepsini teker teker gerçekleştirmek müm kün olma
dığına göre, gemiyi en güçlü eği l im doğrultusunda yü rütmekten
başka çıkar yol yoktur. Bazen pek çok değişik eğilim ortaya çı
kar ve bunlardan her biri gemiyi bir başka yöne doğru yürütme
ye çal ışır. Her parti aşağı yukarı aynı eğilimi paylaşan kişilerden
oluştuğu iç in, gemiyi kend i özlemleri doğrultusunda yürütmeye
çal ış ı rlar. Demokrasin in düşünsel temelini "ifade özgürlüğü" i l
kesi oluşturur, zira insanlar ancak bu özgürlük sayesinde eğilim
lerin i , yani mutlu olabilmeleri için en çok neleri arzulad ıkları n ı
aç ığa vurabilirler. Buna göre, demokrasinin fikir babaları herke
sin kendi arzu ve özlemlerini özgürce dile getirebi lmesin in toplu
mun mutluluğu için şart olduğunu düşünmüş olmal ı lar. Bu her
kese istediği gibi duyma, düşünme ve davranma özgürlüğü tanı
mak demektir.
Demek ki, kafa yapıları açıs ı ndan rasyonel düşünebilen, gö
nü lleri bakımından da bar ış yanl ısı bazı filozoflar insanların mut-
304
Öğretilerin Denetlenmesi
luluğunu en çok artırabilecek toplum düzeninin hangisi o labi le
ceğ i konusu nda uzu n boylu düşünüp taşı n ıyorlar ve sonunda bazı özel l iklerini bel irttiğ im sistem üzerinde karar k ı l ıyorlar. Ancak --i nsanları n özlemlerinin değişmesi nedeniyle-· düşündükle
ri bu sistem in gerçekten de kendisi nden beklenen sonucu verip
veremeyeceğinden emin değ i l ler , dolayıs ıyla öğreti lerin in doğru olduğunu iddia etmiyorlar. Sistem denenip de beklenen sonucu verirse, ne ala. Yani öğreti yararl ı olup olmad ığ ın ı iş başında
kanıtlamak zorunda, bu neden le ona aykı r ı öğreti lere de yer
vermesi gerek. Nitekim, daha önce de bel irttiğ im gibi , oyu nu kural larına göre oynamak şartıyla, demokrasi lerde total iter partile
re yer verilmesi de bundan.
Ne var ki, kendilerine güvenmeyen demokrasilerde iktidarda
ki parti "çarpık" diye nitelendirdiği başka öğretilere fı rsat verme
ye yanaşmadığı için, örneğin "komünist" partis i ni n bazı ü lkeler
de kurulmasına izin ver i lmiyor . Uygulamaların h içbi r zaman fi lo
zofları n düşlediğ i ideal biçime uymad ığı bi r gerçek. Hele uzun
b i r felsefe geleneğinin bu lunmadığ ı genç demokrasi lerde dü
şünme özgürlüğünün bazen keyfi biçimde kısı tland ığın ı görüyo
ruz. Halk yığınların ın bil imse l düşünme al ışkanlı klarından yoksun olduğu demokrasi heveslisi toplumlarda "totaliter" öğret i lerin
çabuk yay ı lma tehl ikesi olduğu iç in , bu tür ideoloj i leri n - -t ı pkı
şarlatanl ıklar g ibi -- halkı kolayca elde etme ihtimali var ve bu ih
timal ne kadar fazla ise, demokras i taraftarı kesimler daha b i r
korkak ve çekingen oluyorlar, bu nedenle de ifade özgürlüğü g i
bi parti kurma özgürlüğünü de kıs ıtlama yoluna gidiyorlar. Böy
lece demokrasiyi benimsemiş olduğunu iddia eden bir rejim anti-demokratik, yani özgürlükleri k ısıtlayıcı bir biçim alabiliyor.
İşte Türkiye bugün bu durumda. S ı r felsefe ve bi l im geleneği-
305
Uğur Felsefe Öğreniyor
miz olmadığı için anti-demokratik partilere izin vermiyoruz. Bi
l imsel düşünme al ışkanl ığ ımız olmad ığı iç in, iktidar h ı rs ıyla hal ·
kın oylar ın ı retorik , propaganda, hatta bazen para ile sat ın alma
yollarına başvuruyoruz. Böylece "benim istediğim en doğrusu
dur" düşünces in i cahil halk yığ ınlarına benimsetmeye çal ış ıyo
ruz ve diktatörce eğilimlerimizi belli etmeden gerçekleştirmeye kalkıyoruz. Bu arada unuttuğumuz son derece öneml i bir nokta var, o da şu : Demokrasi yolunda yüzlere� y ı l l ık deneyimi olan
uluslar insanoğlunu en fazla mutl u edeceğini saptad ıkları baz ı temel değerleri " İ nsan Hakları Evrensel Bi ldirgesi" başl ığı n ı taş ı
yan bir metinle dile getirmişler. Bunlar arasında bazı ları "özlem"
aşamasında, ama onları kaleme alanlar bu özlemle r gerçekleşti
ri ldikçe i nsan ları n mutlu luğunun daha artacağı na inan ıyorlar.
Görü ldüğü gibi, öğret i ler a lan ında " i nançl ar"dan kurtu lmak
mümkün deği l . Bu da onlar ın hiçbir zaman teori ler gibi belgele
nemeyeceğini kan ıtl ıyor, ama gene de bu onların sonunda ba
şarı l ı olmaları na engel değil.
306
IX FİLOZOFLARIN UGRAŞTIGI
ÖTE Kİ SORUNLAR
Ben bu kitapta şimdiye kadar en önemli gördüğüm ve en çok
akl ım ı n erdiği konuları gözden geçird im. En çok da bi lgi i le
inanç ayrıl ığ ın ı vurgulamaya çalıştım; bu arada bilgi ü retim inde
belgelemenin üzeri nde uzun boylu durdum. Gerekçem de şuy
du: "Bi lgi sevgisi" anlam ı na gelen felsefenin asıl işi bilgi üretmek
olmal ıd ı r·. Gerçekten de filozoflar başlangıçta çevremizde olup
bitenle i lgi l i b i lg i üretmeyi amaçlıyorlard ı . Hatırlayacağı nız gibi ,
Miletoslu i lk filozoflar bi nbir çeşitl i l i k sergileyen cisimlerin bir ve
aynı ana-maddenin değişik görünümleri olabi leceği varsay ı mın
dan hareket ederek, bunun ne olabileceği sorusuna bir cevap
arıyorlardı . Sıradan adamın sormayı bile akı l edemediği bu so
ruyu, onlar, üzerinde düşünülmesi ve bir çözüm bulunması ge
reken bir "sorun" haline getirecekler, bu sorunun kesin çözümü
için de aradan 2500 y ı l geçmesini beklemek gerekecekti. Ondan
sonra filozoflar yeni yen i "sorun"lar üretecekler ve onları çözme
ye çalışacaklardır.
Miletoslulardan sonra felsefede i lgi alan ın ın ahlak ve politika
sorun lar ına kayd ığ ı n ı görüyoruz . Bu dönüşe önayak olan da
Platon 'un hocası Sokrates. Pratik yaşamla i lg i l i sorunların fi lo
zoflara ik i büyük güçlük ç ıkard ığ ın ı gördük. Gün lük dilde kullan ı
lan sözcüklerin çok-anlaml ı l ık, bel i rsizl ik ve kaypakl ık gibi hasta
l ıklar la malul olduğunu Sokrates'in anlam-araştı rmaları ortaya
ç ıkardığı halde, Platon --matematikte kullanılan kavramların tek-
307
Uğur Felsefe Öğreniyor
an laml ı o luşuna bakarak-- yaln ız nesneleri tasvir amacıyla kul
lan ı lan terim lerin değ i l , değerlendirme amacıyla kullanı lan ah
lak terimlerinin de bi r tek doğru anlamları olduğu varsayım ından
(kavramcı l ı k) kalkarak, pratik felsefeyi bir çıkmaza sokmuştu. Olgusal yargılar ve değer-yargıları ayrımın ı belirttikten sonra,
değer-yarg ılarında "özlemse! düşünüş"ün, yani korku , umut ve
özlem gibi güçlü duyguların oynadığ ı rolü özellikle vurgulamaya
çal ıştım . Ayrıca bu düşünüşün bazen insanı n hiç beklemediği yerde , örneğin bi lg i , dolayısıyla bilim i le ilgi l i görüşlerimizde de
rol oynad ığına işaret ettim. Bu da gösteriyor ki , olgusal yargılar - değer-yargıları ayr ım ı da mutlak bir an lam taşım ıyor, yoksa örneğin "bilim"den herkesin ayn ı şeyi anlaması gerekird i . Estetik ve pratik zevk lerim iz gibi , teorik zevklerimiz de değişiyor.
Pek çok "felsefeler" olduğunu daha önce de beli rtm iştim . Ba
zen sadece "filozof", bazen de "bi lg i n-fi lozof" veya "filozof-bilg in"
adın ı taş ıyan ve ilgileri de, zevkle ri de değişik olan bu i nsanların
yüzle rce sorunu çözmek için kafa patlattıklar ın ı görüyoruz. Bun
ların bir bir hepsini anmak mümkün değ i l . Sadece i lginç bir ör
nek verm iş olmak için , i lk basımı 1 9 1 2'de yap ı lan ve o gün bu
gün pek çok defa basılan ve (Türkçe de dahil) hemen her di le
çevri len bir eserin, Bertrand Russel l ' ı n "Fe lsefe Sorunları" (Problems of Philosophy) adl ı eserinin inceled iği konuları n baş
l ıklar ı n ı vermek istiyorum:*
1 . Görünüş ve Gerçek; 2. Maddenin Varoluşu ; 3 . Maddenin Özü ; 4. İdeali z m ; 5. Tanı yarak B i lme , Tasvir Yoluyla Bi lme;
6. Endüksiyon Üzerine ; 7 . Genel Kurallar Hakkındaki Bi lgimiz;
8. A Pri o ri B i l g i Nas ı l Mümkü ndü r; 9. Tümel ler in D ü nyas ı ;
* Bu kitap ikinci defa Vehbi Hacıkadiroğlu tarafından çevrilmiş ve Alaz Yayın ları tarafından 1 980'de basılmıştır.
308
Filozofların Uğraştığı Oteki Sorunlar
1 O. Tüme ller Hakkındaki B i lgimiz ; 1 1 . Sezgisel Bi lgi ; 1 2. Doğru
luk ve Yanlışlık; 1 3 . Bi lgi , Yan ı lma ve Muhtemel Görüş; 1 4. Felsefi Bi lginin S ı n ır lar ı ; 1 5 . Felsefen in Değeri.
Russell üniversitede matematik okumuş, en çok da matema
tiksel mant ı k konusunda ün yapmış bir filozof ve mantıkç ı . Ama
sonradan el atmadığı hemen hemen hiçbir soru n bırakmamış ,
hatta bi r de "Felsefe Tari hi" yazmış. "Felsefe Sorunları" adl ı ki
tab ı 1 91 O'lu y ı l larda İngiliz f ilozoflar ın ın en çok tart ıştıkları so
runlar ı kapsıyor.* Ni tekim o yı l larda İngi ltere'de filozoflar ın en
çok önem verdikl eri sorunların başında Russel l ' ın bi rinci s ı rada
işlediği "sorun" geliyor. Ontoloji (=Varl ı k Bi lgisi) ta eski Yunan
dan bu yana "gerçek" ile "görünüş" dünyası diye iki farklı varlık
alanı ayırdetmiş; görünüşler (phainomena) beş duyumuzla tan ı
d ığ ımız dünya, gerçek d ünya ise (noumena) bu görünüşlerin ar
kası ndaki , onların kaynağ ı olan, hiçbir zaman gözleyemediği
miz, ama varl ığ ından da hiçbir zaman şüphe etmediğimiz ası l
dünya. Zaten birinci böl ümün başl ığ ında geçen "gerçek" sözcü
ğü as ı l varl ığın bu gizli dünya olduğu inanc ın ı dile getiriyor.
Kant'ta da bu ayr ım iş baş ı nda, hatta bilimlerin görünüş dün
yasında olup bitenlerle (olaylarla), buna karşı l ık "fefsefe"nin da
ha çok "noumen" dünyasıyla uğraştığı düşüncesi egemen. Ko
layca tahmin edebileceğiniz gibi, s ı radan adam için bu tür b i r
ayr ım söz konusu değ i l , zira onu göre gerçek dünya beş duyu
muzla alg ı lad ığ ımız dünyadı r ve biz doğrudan doğruya bu dün
yayı algı larız. Ancak ta Miletoslulardan bu yana naif (safd i l ) gerçekçiler denilen ve sı radan adamın ontofojik anlayışın ı yansıtan
• 1 927'de yayımlanan "An Outline ot Philosophy" (Felsefenin Ana Çizgileri) başl ı klı eserinde ise başta "Felsefi Şüpheler" ad l ı bir böl üm, onun ardından daha çok zamanın fizik bil imiyle psikoloji biliminin işlediği konular ele alınıyor. En son bölüm ise "Evren" baş lığını taşıyor.
309
Uğur Felsefe Öğreniyor
filozofların d ış ındaki bütün f i lozoflar bu ikili (dualist) dünya anla
yış ın ı benimsemişler. İşin ilginç yönü , bu iki l iğin ortaya yeni so
runlar ç ıkarmış olmasıd ı r. Elbet duyuları mızla sadece fenomen
ler dünyasın ı tan ıyabildiğimize göre, bu bilgiye ne derece güve
nebileceğimiz sorunu ortaya çıkm ış, eski çağda Parmenides gi
bi f i lozoflar her türlü görüntünün, değişimin ve hareketin aldatıcı
olduğunu iddia etmişler (yani fenomenlerin varl ığı n ı yadsı m ış
lar), buna karş ı l ı k fenomenalist denil en filozoflar da duyuları
mızla sadece görüntüleri bi lebi leceğimize göre, sadece bu du
yu verilerinin gerçekte var olduğunu, bunun dış ı nda bağımsız
bir "var l ık" aramanın boşuna bi r çaba (bir tür sanr ı) olduğunu id
dia etmişlerdir.
Bu tartışmanın 20. yüzyı l ın başlar ı na kadar sürdüğünü görü
yoruz. Kant' ı n "noumen" veya "Ding-an-sich" (yani bizim alg ı ları
m ızdan bağı msız o larak, "kendi başına var o lan şey") dediği
asıl varl ık, onun zaman ında bil imin hiçbir zaman tan ıyamaya
cağ ı , dolayısıyla nitelikleri hakkında hiçbir şey söyleyemeyece
ğimiz bir şey olarak kabul ediliyordu. Ama mikroskobun icadıyla dÜyularımız ın algılama kapasitesi arım ış , hele tarayıcı tünel leme m ikroskobunun icad ıyla ( 1 986) atomlar bi le görünür hale
gelmiş, hatta tek bir elektronu manyetik alanlar içine hapsedip
davran ışlarını gözlemek mümkün olmuştur. Bu şekilde "gerçek
dünya" - "görünüşler dünyası" ayrı m ı art ık o rtadan kal km ış bulu
nuyor. Kaldı ki , daha önce de d ış ımızdaki cisimlerin birçok fiziksel ve kimyasal nitelikleri --bu cisimlerin gözlenebi l i r nitel ikleri
sayesinde-- bi l inebiliyordu. Sözen kısası, bugün art ık "gerçeklik
görünüş" ayrım ı ortadan kalkmış, yüzyı l lar süren bir felsefi so
run bu şekilde çözümlenmiş bulunuyor.
Keşke filozofların tartışageldikleri bütün sorunlar aynı şekilde
3 1 0
Filozofları n Uğraşt ığ ı Öteki Sorunlar
çözülebi lse! Russell' ın "tümeller dünyası " dediği ve kitab ın ı n 9 .
bölümünde incelediği sorun asl ı nda bug ün b i r anlam sorunu
olarak ele al ın ıyor ve semantikle uğraşan felsefecilerce de çö
zümü bu lunmuş bir sorun, ancak gelin görün ki, her felsefeci bu
çözümden pek hoşnut deği l .
Daha önce de belirttiğ im g ib i , fi lozoflar aras ında nelerin "bil
g i" ad ına lay ık olduğu konusunda da bir anlaşma yok; demek ki ,
filozofların "bi lgi zevkleri" de pek birbirine uymuyor. Hele "bi
l im"in nas ı l bir uğraş olduğu, neleri bil im kapsamına almak, ne
leri d ış ı nda bı rakmak gerektiği konusunda da ciddi görüş ayrı l ı kları var. Buna da pek şaşmamal ı , zira filozof da olsalar, insanlar
--biraz da "kavramcı" olmalarından ötürü-- sadece bazı bi l imleri
tanıyor ve onlara bakarak kafaları nda bel l i b i r "bi l im model i"
oluşturuyorlar. Bazen bütün b u anlaşmazlıklar öyle bir karmaşa
ya yol açıyor ki, insanın "Bu filozoflar her şeyi anlamak ve açık
lamak istedikçe her şeyi büsbütün karıştırıyorlar!" diyesi geliyor.
S ı radan adam bu bakımdan çok rahat; günlük pratik yaşamı d ı
şı nda hiçbi r şeyi sorun yapmaması onu her türlü düşünsel so
rumluluktan kurtarıyor.
Bu son bölümde filozofların "şüphe" karşısındaki değişik tav ı rları n ı bel irtmeye çal ışacağ ı m . "Felsefe ve Şüphe" başl ığ ın ı
taşıyan i l k alt-bölümde bazı filozofları n şüpheye "aş ırı" denebi le
cek bir yer verdiğini , "Felsefe ve İ nanç" başlığ ın ı taşıyan sonra·
ki alt-bö lümde ise başka bazı filozofların dini inançların rasyonel
bir temele dayandırı larak her tü rlü şüpheye karşı korunabilece
ğine inandıklarını göstermeye çalışacağım. Daha çok "i lahiyat·
çı" dediğimiz bu sonuncu öbekten olan fi lozoflar, kan ımca imkans ız olan bir işe, "akıl" i le "iman"ı uzlaştırma işine girişiyorlar.
31 1
Uğur Felsefe Oğreniyor
A) Felsefe ve Şüphe
Bilgi edinme arzusunun bir tür "düşünsel açlık" demek olan
meraktan kaynaklandı ğ ı n ı birkaç defa bel irtmiş olduğumu hatır
l ı yorum. G ü n l ü k yaşamda bunun sayı s ı z örneği vard ır : Yarın ha
vanı n nası l olacağ ı n ı , g i rdiğim sınavı kazanıp kazanamad ığı m ı ,
hastal ı ğ ı m ı n n e o lduğunu, vbg. , merak edebil i ri m . Pratik hayatta
merak bir miktar kayg ı , hatta korku ile birlikte ortaya çı kar. Bir soru şeklinde kendin i d ışa vuran merak sorunun cevabı bulu
nuncaya kadar devam eder. Bu cevap doğru veya yanl ış olabi
l ir, dolay ıs ıyla veri len cevabı n doğru olup o l madığını da merak
edebilirim. Genel l ikle bir sorunun cevabı her zaman doğru olma
dığ ından, onun doğru olup olmadığı n ı merak etme duru m u n a
şüphe diyoruz. Bu anlamda ş üphe i nsanı n yanı lma kaygısından
veya yanı l mama, yani verilen bir cevabın doğruluğundan emin
olma arzusundan kaynaklan ır.
S ıradan insan daha çok pratik yaşamı n ı i lg i lendiren soruları
merak eder, dolayısıyla bunlara cevap verilebildiği ölçüde kendi
ni güvenl ikte hisseder. Gözlemleri arac ı l ığ ıyla gerek kendisi , ge
rekse yaşadığı d ünya hakk ında pek çok bilgi edi nmiştir; buna
sağduyu bilgisi diyoruz. Karnı acıkt ığ ında b i r şeyler yemesi, su
sadığında bir şeyler içmesi, çok kızg ı n bir sobaya elini değdir
memesi gerektiğin i daha önceki deneylerden veya başkaların ı n
söylediklerinden öğrenmiştir. Bazen başkaları n ı n söylediklerinin
doğru olup olmadı ğ ı ndan şüphe ederse de, bir bedeni , bir beni ,
etrafında görüp konuştuğu başka benler, b i r d ış dünya, onun al
g ı lamadığı zaman da var olmaya devam eden nesneler oldu
ğundan ş üphe etmeyi akl ı n ı n ucundan geçirmez. Bazen "duyu
aldanması" veya "sanr ı " (hallucination) deni len olaylarla karşı
laşt ığ ı da olur, ama duyuları n ı n onu hangi durumlarda aldattığı-
3 1 2
Filozofların Uğraştığı Öteki Sorunlar
nı b i l i r, böylece duyuların ın ona b ildirdiklerinden genellikle şüp
he etmemeyi öğrenir.
Sı radan adamın şüphe etmeyi düşünmediği şeyler arası nda
gerek iç, gerek dış dünyayla i lgi l i pek çok olgu vardır : Bir insan
aç mı , tok mu, hüzün l ü mü, neşeli mi, keyifl i mi, keyifsiz mi, has
ta mı , sağl ıkl ı m ı , hatta mutlu mu, mutsuz mu olduğunu, çevre
sindeki i nsan, eşya ve manzaraların hangisinden hoşlan ıp , han
gisinden hoşlanmadığı n ı doğrudan doğruya bil i r. Başkalarının
ve içinde yaşadığı dünyanın da kendi hayal gücünün ürünü olmadıklarını bi l i r , hayali gerçekten, rüyayı uyanık l ık durumundan
ayırdedebil ir . Hatta, ona sorarsan ız , genellikle özgür o lduğunu,
yani herhangi b i r arzusunu yerine getirmek iç in vücudunu istedi
ği gibi hareket etti rebild iğini de bi l i r.
Sözü uzatman ın anlamı yok : S ı radan adamı n bi ldiğinden
emin olduğu şeyler saymakla bitmez. Bunlar onu ayakta tutan
temel bilgi lerdir. Onlardan şüphe etmeyi aklından geçi rmemesi
de onların doğruluğundan kesinlikle emin olduğunu gösterir.
Gel i n görün ki, bazı filozoflar sı radan adamın emin olduğu ve
bi lgi sayd ığ ı şeyle rden de şüphe edi lebileceğin i , d olayısıyla
bunları da şüphe edilebilir inançlar kategorisine sokmamız
gerektiğ in i idd ia etmişlerdir. Hepimiz değişmeyen bir "ben"imiz
olduğuna, ayrıca dışımızda başka "ben"ler ve nesneler bu lundu
ğuna kesinlikle inan ır ız . Ama Berkeley diye bir fi lozof çıkıp bizim
düşüncemizden bağımsız, biz algılamadığ ımız zaman da var ol
makta devam eden bir d ış dünyan ın var olduğunu bilemeyece
ğimizi iddia ediyor! Böyle bir iddiayı s ı radan adamın ciddiye bile
almayacağı apaçık. Onu bu konuda bi raz daha sıkı ştı racak olur
san ız, size alaylı bir yüz ifadesiyle, "Eğer biz bir d ış dünyanın
var olduğunu bilemezsek, başka neyi bilebiliriz?" diye sorabi lir.
3 1 3
Uğur Felsefe Öğreniyor
Ancak Berkeley gibi akı l l ı bir adamın bu "acayip" soruyu sorabil
mesi, kafasında sı radan adamı n akl ına gelmeyen bir "düğüm"
olduğunu göstermez mi? O halde filozofu d ış dü nyan ın b i le var
l ığ ından şüphe etmeye götüren "sorun"un nereden kaynakland ı
ğ ın ı araşt ı rmamız gerekiyor.
Hepimiz genel l ikle bir ev veya ağaç gördüğümüzden , bi r el
ma yediğimizden, bir bardak su içtiğimizden, kedimizi okşadığ ı
m ızdan, b i r otomobil gürültüsü duyduğumuzdan, vbg., bahsede
riz. Bütün bu alg ı lad ığ ım ız nesneler biz im d ış ım ızdadır, daha
doğrusu onlardan söz ederken ku l land ığ ımız dil de bu nların bi
zim d ış ım ızda olduğunu varsaydığ ımız ı gösterir. işte Berkeley
bu tür bir varsayımdan nas ı l emin olabi ldiğimizi merak ediyor.
Ona göre,
( 1 ) Yuvarl ık bir masa görüyorum
dediğim zaman, gördüğüm sadece birtakı m renkler ve bell i bir
biçimdir; masaya yaklaşıp e l imi değdirdiğim zaman da bell i bir
sertlik ve bell i bir s ıcakl ık algı larım; masa çam tahtasından yeni
yap ı lmışsa bell i b ir koku duymam da mümkün . Ancak bütün
bunlar benim bi l incimde olup biten psikolojik olaylar. Bun lardan
benden bağımsız bir nesnenin varl ığ ın ı nasıl çı karıyorum? Böy
le bir ç ıkarım yapmaya hakkım var mı ?
"Buna hakkı m yok, bizim masa dediğimiz şey benim bazı al
gı lar ım ın bell i bir şekilde bir araya gelmesi nden başka bir şey
değildir" diyen filozoflar "fenomenalist" diye adland ır ı l ıyorlar.
Bu tür bir görüşü yalnız s ı radan adamın değil, bil im adamı
n ı n da ciddiye almayacağ ı şüphe götürmez. Onlara göre, dış ı
mızdaki nesnelerin varl ığ ından "şüphe" etmek bir tü r "patolojik"
(veya "anormal") durum, dolay ıs ıyla yersiz bir şey. Gerçi filozof-
314
Filozofları n Uğraştığı Öteki Sorunlar
lar eskiden beri "gerçek" dünya ile "görünüş" dünyası arasında
bi r ayrım yapmak ihtiyac ı n ı duymuşlard ı r. Nitek im zifi ri karanl ık
ta hiçbir şey göremem, d ış ımda masa, sanda lye g i bi cisimler veya başka insanlar veya hayvan lar olduğunu ya onlara doku
narak, ya da onların ses veya kokularını alarak fark edebilirim. Bir kör bu du rumdadı r ama o bi le d ış ında bi rçok nesnenin var olduğunu fark eder. Ancak hepimiz bu nesnelerin biz onları hiç
algı layamadığımız zaman da var o lmaya devam ettiklerini düşü
nürüz. Buna "gerçekçil ik" den iyor. Ne var ki , s ı radan insan alg ı ladığı nesne leri n on ları algı lamadığı zaman da algıladığı gibi var o ldukları n ı san ır . Buna "naif gerçekçi l ik" den iyor. Bi l im adamları
ise bu kadar saf değildirler; onlara göre nesnelerin algı lanma
dıkl arı zaman var olmakta devam ların ı sağlayan , maddi yanları
ve uzayda yer kaplamalarıdır. Bir elmayı ı s ı rd ığ ım ız zaman ondan belli bir tat al ı rız , bu tat duyusu elmayı oluşturan molekülle
rin damaktaki sinir uçları nda yo l açtığı bazı uyar ı lar ın beynim iz
deki tat alma merkezinde iş lenmes i sonucu elde ettiğ im iz bir al
g ıd ı r, dolay ıs ıyla elmanın kimyasal yapısı tat duyumun kaynağı (neden i) oluyor, ama elmay ı ısırmadıkça böyle bir a lg ı almam
söz konusu değ i l . Buna göre, tat algısı açıs ından elmanın be
nim dışımdaki (benden bağ ıms ız) var olan yanını fiziko-şimik yap ıs ı oluşturur. Belli bir tat duyusuna yol açan da elmayı mey
dana getiren molekül lerin özel l iğ idir . İstersem kimyasal analiz yöntemi i le bu yapın ın nasıl bir şey olduğunu meydana çıkarabi
l ir im. Elbet bu anal izi yaparken gene gözlemlerime dayanmak zorundayım . Belli b ir tat duyusunun ancak belli bir yapıdaki bazı moleküllerin damağımdaki bazı sinir hücrelerini uyarmaları ve
bu uyarıların beynimdeki tat merkezinde işlenmesi sonucunda
bel l i bi r tat duyumu ald ığ ımı da b irçok denemeler sonunda, ama gene gözlemlerime dayanarak öğrenirim. Ancak bütün bu iş lem-
3 1 5
Uğur Felsefe Öğreniyor
ler o lup biterken dış ımdaki bir nesneyi ıs ı rd ığ ımı ve gene bütün
algı larımın kaynağı olan bir beynimin olduğunu bil irim .
Şüphesiz algı olmayan yerde hiçbir şeyin varl ığ ından haber
dar olamam, dolayıs ıyla h erhangi b i r şey hakkında bilgi edin
mem mümkün olmaz, ama bir alg ılama olay ın ın olabilmesi için
de algı layanın dış ında alg ılanan bir şeylerin var olmas ı şart. Bi
l im adamı işe bu nesnelerden başlar ve gözlem yoluyla onlar
hakkında bilgi edinmeye çal ış ı r. Berkeley'in iddia ettiği gibi, es· se est percipi (var olmak algılamak demektir) sözü doğru ol
saydı , psikoloji de dahil, hiçbir bilim kurulamazd ı , zira bütün bi
l imler bir algılayan i le bir a lgılananın var olduğu varsayımına
dayanır. B i l imin ilerlemesi d e alg ılayan ın sadece görünüşlerle
yetinmeyip, algı lananın derinliklerine nüfuz etmeye çal ı şması ile
gerçekleşir. Yakın zamanlara kadar, fizik ve kimya da dahi l , bi
l imler hemen hemen sadece nesnelerin doğrudan doğruya, yani
beş duyumuzla algı lanabil ir yanlar ıy la (görünüşleriyle) i lgi len
mişlerdi. Hatta Mach adı ndaki fizikçi i le Oswald adındaki kimya
cı bi l ime Berkeleyci bir empirizm anlayışıyla yaklaşt ıklarından,
bil imlerin sadece bu görünüşler arasındaki nedensel l ik bağlarını
araştı rmakla yetinmesi gerektiğini iddia edeceklerdir, z i ra onlara
göre tek bilebileceğimiz alg ı layabileceğ imiz şeylerdir . Bunu ba
zen bilim adamların ı n da felsefe teori lerinden etkilendikleri n i be
l i rtmek amacıyla yazıyorum.
1 9. yüzyı l ı n başından itibaren (John Dalton' la) kimyanın eski
atomlar teorisine bilimsel bir hüviyet kazand ı rmaya başlad ığ ın ı
daha önce de bel irtmiştim. Gerçi maddi nesnelerin yap ı taşları
olduğu Demokritos zaman ından beri iddia edilen atomlar yakın
zamana kadar teorik nesneler o lma niteliğini koruyacaklardır.
Ancak kimyasal yapı ları ne olursa olsun, maddi cisimlerin biz-
3 1 6
Filozofları n Uğraştığı Öteki Sorunlar
den bağ ıms ız olarak var oldukları hemen hemen h içbi r bi l im
adamı tarafı ndan şüphe konusu yapılmamış, tam tersine, mik
roskop ve teleskop gibi beş duyumuzun algılama gücünü artıran
aletlerle maddi nesnelerin iç yapıları görülebilir duruma gelmiş,
hatta tarayıcı tünelleme mikroskobu sayesinde tek tek atomları
gözlem lemek m ümkün o lmuştur. Bugün art ık Mach' ı n teorik
nesneler olduğu için h içbir zaman var olduklarını saptayamaya
cağı mız ı düşündüğü atomlar deneysel fiziğin araştı rma objeleri
haline gelmiş bulunuyor. B il im atomlar dünyasın ı n daha da der inl ikleri ne nüfuz etmiş, muazzam hızlandır ıc ı ve çarpıştı rıcılar
içine konan detektörler yardımıyla atom-altı parçacıkları bile a lgılanabilir hale getirmiştir.
Bugün bir deyime Kant' ın "noumen" ve "phenomen" ayrı l ığ ı
ortadan kalkmış bulunuyor, ama bi risi n i n kalk ıp gene de Berke
leyci bir fenomenalizmi savunması , yani bi l im in noumen dünya
s ın ın bütün derinl iklerine nüfuz etmiş olmasına rağmen, bütün
bunların algılayan insan ın bi l incinde olup bittiğini, dolayısıyla bir
dış dünyan ın , onu alg ı layamadığ ı m ız zaman da var olmakta devam ettiğini bilemeyeceğimizi iddia etmesi mümkün. Bu bir "düşünsel zevk" sorunu . S ı radan insan ın bu tür bir soruyu şaşkın
l ıkla karşı lamas ı , hatta ona bir anlam vermekte güçlük çekmesi
çok normal. Kendisini "sı radan adam" yerine koyan, dolay ıs ıyla
soruya sı radan bakış açısı ndan cevap veren "filozoflar" da var;
bunlara "naif gerçekçiler" deniyor. Bu filozofları n amacı bu tür
soruları h asl ı nda sorulmaması gerektiğ in i belirtmek. Onlara gö
re, insan ın prati k yaşam ı n ı s ü rd ü rebi lmesi iç i n bazı temel inançları vardı r, bunların şüphe konusu yapılmaması gerekir,
z i ra onlar olmadan insan varl ığ ın ı sürdüremez. Hatta bu soruyu
ortaya atan filozof da pratik yaşamında bir "dış dünya" varmış gibi davranmak zorundad ır.
31 7
Uğur Felsefe Oğreniyor
Aynı şey bi l im adamı iç in de geçerli. Belki bil im adamları n ı n
b i r bölümü sıradan adam kadar "safdil" (naif) değildir, yani onlara
göre de bir dış dünya vard ı r, ama bu dünya algıladığ ı mız dış
dünyadan bir hayl i farkl ıdır. Gerçi astronomlar, zoologlar, bota
nistler gibi daha çok gözlemsel bi l im dallarında çal ışanlar için dış
dünya onu sadece beş duyusuyla tanıyan sıradan adamı nkinden
pek fark l ı değildir, ama bir teorik fizikçi, hatta deneysel fizikçi
için algıladığımız dünyanın gerisinde doğrudan doğruya algılaya
madığımız bir başka dünya daha vardı r; bu, atomların, atom-altı
parçacıklar ın , çeşitli kuvvetlerin dünyasıdır; bilimin çok önemli bir
görevi de bu gözle görülmez dünyan ın yapısını meydana çıkar
mak, onu akı l gözümüzle "görülebilir" hale getirmektir.
Hatırlayacağ ın ız gibi , atomlar ın varl ığ ından ilk defa Demokri
tos ad ındaki fi lozof söz etmişti. Bu nlar gözle göremediğimiz ve
hiçbir zaman da göremeyeceği miz ( teorik) nesnelerdi. Ondan
sonra aynı teoriyi devam ettiren başkaları da ç ıkt ı ; 1 9 . yüzyıl
başlarında John Dalton bu teori yard ı mıyla bi rçok kimyasal olay
ların açıklanabi leceğini gösterdi. Atomları algılayamıyorduk, a
ma bazı b i l im adamları na göre, algı ladığımız dünya onlardan
oluştuğu için, asıl gerçeklik onlard ı ; Berkeley'in bi l inç verileri
ise bu gerçek dünyanın görünüşlerinden başka bir şey değildi.
Teorik f izikle iş birl iği eden deneysel f iz ik atomların ağı rl ık ve
büyüklüklerini ölçebiliyor, onları yöneten kuvvetler hakkında bilgi
ü retebi l iyordu. Hatta deneysel fizik tarayıc ı tünelleme m ikrosko
bu arac ı l ı ğ ıy la atomları "gözle görülebi l i r" hale getirdi. Bugün
yalnız atomlar değ i l , atom-altı parçacık lar b i le - -b i r anlamda-
"gözlenebil ir" duruma gelmiş bulunuyor. Bu nedenle, nasıl s ı ra
dan adam için as ı l gerçeklik beş duyusu i le algı ladığı dünya ise,
bir elemanter parçac ıklar f izi kçisi için gerçek dünya atom-altı
3 1 8
Filozofların Uğraştığı Öteki Sorunlar
parçacıkları n oluşturduğu dünyadır. Bugün artık bir b iyolog da
(do layıs ıyla bir botanist ve zoolog da) en az ından molekül ler
dünyasın ı tanı mak zorunda. N iteki m, art ık geliştir i lmiş mikros
koplar ve ki myasal analiz yöntemleri ona bu d ünyanın derinl ikle
rin i açan yardımcı duyu organları gibidir .
Bu aletler yap ılmadan önce, hatta bu aletler duyular ım ız ın
gücü nü pek fazla artı rmadıkları sü rece, atomları n oluşturduğu
gerçek dünyanın derinliklerine nüfuz edilemeyeceği, dolay ıs ıyla
varl ığın bütün s ı rlar ın ın çözülemeyeceği düşünülüyord u . Bugün
bu düşünce terkedilmiş bulunuyor, dolayıs ıyla "noumen" ve "fe· namen" ayrı l ı ğ ı da ortadan kalkmış durumda. Bu nedenle Ber·
keley'in ortaya attığı soru da bir "sorun" olmaktan çıkmış sayıla·
b i l i r. Berkeley'den sonra Hume, bir dış dünyan ı n varl ığ ı ndan
şüphe edebileceğimiz gibi, bi r "ben"in varl ığından da şüphe edi·
lebileceğini iddia etmişti r , zira ona göre insan dış dünyadan da,
iç dünyadan da bazı "impression"lar ("izlenimler") alı r, ama her
iki durumda da bu " impression"lar d ış ında, onları alg ı layan bir
"ben" yoktur.* Gerçi dilde 'ben', 'sen' gibi sözcükleri kullan ır ız ; a
ma ona göre 'ben' bu izlenimlerin toplam ı n ı ifade eden bir söz
cüktür. Ayr ıca bir "ben" iz lenimine sahip deği l im , dolay ıs ıyla
'ben' sözcüğ ü ne karş ı l ı k o l an bir "zi h in" in varl ığ ı ndan şüphe edebilirim.
Hume'un bu şüphecil iği s ı radan adama da, bilim adamı na
da, hatta f i lozofları n pek çoğuna da "aşır ı" görünür. Descartes
b i le her şeyden şüphe edebileceğimizi, ancak algı layan, düşü
nen, dolayısıyla "şüphe eden" bir benden şüphe edemeyeceği
mizi söylememiş miydi ? Gerçi Hu me'un bu şüphesini de pek
• "Ben' yerine 'zihin' ('mind') veya 'bilinç' ('consciousness') sözcüğünü de kullanabiliriz.
31 9
Uğur Felsefe Öğreniyor
ciddiye alan olmamıştır, ama şüphecilik bakımından filozof dediğimiz insanların ne kadar kılı kırk yaran insanlar olduğunu hatırlatmayı gerekli gördüm.
Ben burada "ontolojik" i nançlarımızla ilgili bir şüphecilik konusu üzerinde durdum. Oysa Hume epistemolojik inançlarımızı ilgilendiren ve bugün de üzerinde ciddiyetle durmamız gereken bir şüpheyi de gündeme getirmiş. Bilgi üretme iddiası nda olan herkesi, bu arada en çok da "bilim adamları"nı ilgilendirmesi gereken bu şüphe endüksiyon sorunu ile i lgili. Sağduyusal bilgilerimizin tümü, bilimsel bilgilerimizin de önemli bir çoğunluğu endüktif dediğimiz çıkarımlarımıza dayanıyor. Her gün güneşin doğudan doğup, batıdan battığına tanık olmuşuzdur. Hume'a göre bu, insanda yarın da bu o layın tekrarlanacağı inancını doğurur. Bu inanç daha genel (dolayısıyla daha temel) bir varsayıma dayan ır:
(1) Bell i nedenler hep bell i sonuçlar doğurur
Gerçi insan genel l ikle bu tür bir varsayımın bi l incinde değildir, ama yediği ekmeğin açl ığ ın ı, içtiği suyun susuzluğunu giderdiğini deneye deneye insanoğlu ( 1 ) ile dile getirebi leceğimiz bir alışkanlık edinmiştir. ( 1 ) i le onun özel bi r hali olan ,
(2) Güneş her gün doğudan doğup batıdan batar
genel önermesi, insanoğlunun yüzyıllar boyunca yapmış olduğu tek tek gözlemlerden bir genelleme sonucu elde ettiği bir öner· medir. Hume'un sorduğu soru şu: Belli sayıdaki gözlemlerden onların s ın ı rları n ı kat kat aşan bu tür bir genelleme yapmaya hakkımız var mı?
320
Filozofların Uğraştığı Öteki Sorunlar
Elbet Hume'un bu sorusu bi r bakıma yerinde, çünkü bazı ge
nellemelerin insanı yanıltt ığ ın ı biliyoruz. Ahmet bugüne kadarki
davran ışlarıyla sizde "güvenilir" bir insan olduğu izlenimini uyan
d ı rmış olabi l ir ; şimdiye kadar hiç yalan söylememiştir, hiçbir za
man sözünde durmamazl ık etmemiştir ve siz bu ve bunun gibi
davran ışları na bakarak,
(3) Ahmet hiç yalan söylemez, hep sözünde durur
gibi b ir genelleme yapabilirsiniz, ama bir gün Ahmet'in güvenini
z i sarsacak bir davran ışta bu lunmayacağ ın ı garanti edebi l i r mi
siniz? Hume'a göre, (3) önermesini evetlerl<en kişi kendini belli
bir şüpheden kurtaramaz.
Ancak Hume, i nsanlarla i lg i l i olarak duyduğumuz bu şüpheyi
(2)nin di le getirdiği türden en düzenli (hiçbir zaman şaşmayan)
doğa olaylar ına da uygulayabileceğ imiz kan ıs ında. Gerekçesi
de şu: Burada da alışkanlık eseri elde ettiğ ımiz genel b i r öner
menin her zaman geçerli oldugunu düşünmek bizi bir gün yanı l
tabi l ir . Buna göre, gözlemlerden genelleme yoluyla elde ettiği
miz ve "doğa yasası" d iye ayr ıcal ı k tanıd ığ ımız (2) türünden
önermeler de yanlış çıkabi l ir , dolayısıyla onlara kesin l ikle i nanmamamız gerekir. Elbet sıradan insanı n "Ya yarın güneş doğ
mazsa?" gibi bir kaygısı yoktur, zira bugüne kadar bunun tersi
h iç olmamışt ı r, dolayıs ıyla bundan sonra olabileceğinden şüphe
etmek gereğin i duymaz.
Burada sı radan adam ile filozof arası ndaki ayr ım ortaya çı
k ıyor. S ı radan adam, belki de al ışkanl ı kları n ın tutsağı olduğu
için , (2) nin doğru luğundan şüphe etmeyebilir, ama bi l im adamı
n ın , hele filozofun böyle davranmaya hakkı var m ı? Bu soruya
b i l im adamları da değişik cevaplar verebi l i rler. Eğer b i r bi l im
321
Uğur Felsefe Öğreniyor
adamı basit bir bilim işçisi ise s ıradan adam gibi davranabi l i r . Ancak onlar arasında da Hume kadar titiz olanlar bulunabilir. İşe
pratik veya pragmatik açıdan yaklaşan bir bilim adam ı hep doğ
ru ön-deyilerde bulunmam ıza imkan veren (2) gibi bir doğa yasasın ı n doğruluğundan şüphe etmeye gerek görmeyebi lir. Ancak İŞİ daha sıkı tutmaya özen gösteren bi l im adamları (2) yİ
açıklayan daha kapsam l ı bilimsel teorilere i htiyaç duyabil i rler. Gene de çok zor-beğenir bir filozof bu teorilerin de geçerli olup
olmad ığın ı şüphe konusu yapabilir.
Aslında Hume'un sorusundan büsbütün kurtulmak mümkün
deği l . Soru nun çözümü konusunda ortaya at ılan teklifleri burada
inceleyecek değil im. Sorunu "çözecek" yerde, "dağıtmaya" yel
tenenler bi le var. Yaln ız bir noktayı saptamakta yarar görüyo
rum: "Dış dünyan ın varl ığ ı ", "Ben i n varl ığı" sorularında olduğu
gibi, endüksiyon sorununda da bazı temel inanç veya varsayım
larımız, yani bize apaçık görünen , bu nedenle de şüphe konusu
yapmayı düşünmediğimiz şeyler filozof tarafından masaya yatı
rı l ı p d id ikleniyor. Hume'un sorusuna nas ı l cevap vereceği miz
nasıl bir i nsan olduğumuza bağl ı . Eğer hayat ın ı sağduyusu yar
d ımıyla sürdüren sıradan bir insan isek, bu soruyu bir "sorun"
bile yapmayız. Eğer sadece olaylar arasında değişmez neden
sellik i l işkileri araştıran bir b i l im adamı isek, bu tür ilişkiler bu ldu
ğumuz zaman sevin i r ve bu il işkilerin her zaman, her yerde de
vam edeceğine olan inancım ıza Hume'un gölge düşürmesine
izin vermeyiz. Daha çok teorik bilim lerle uğraşanlar bu konuda
b i raz daha "temki n l i " davranmak gerektiğ i n i , dolay ı s ıy la Hu
me'un şüphesinin onları acele karar vermekten, böylece yan ı l
maktan kurtaracağ ı n ı düşünürler. Ben kendi hesabıma Hume'un
ortaya attığı bu "soru n"u n daha güvenilir bilgiler edinmemize
yard ım edebileceğine inanıyorum.
322
Filozofları n Uğraşt ığ ı Öteki Sorunlar
8) Felsefe ve İnanç
B i r önceki bölümde baz ı fil ozoflar ı n en temel i nançlarımız ı
bile şüphe konusu yaptı klarını gördük. Bunlar sıradan insanın
apaçık gerçekler gibi gördüğü, dolayıs ıyla şüphe konusu yap
mayı aklından bi le geç irmed iğ i , dolay ıs ıyla tartış ı lması n ı yadırgadığı inançlar. Felsefe okumaya ilk başlayan öğrenciler bi le bu
i nançların bir şüphe konusu yapılabilmiş olduğuna pek bir an ·
lam veremezler ve filozofların sergilediği bu tür bir şüpheci l iğ i
"aş ı rı ", hatta "gereksiz" bulurlar.
İşin ilginç yönü, filozofların bazen bunun tam tersi bir şeki lde davranmala r ı , yani çoğ u insan ı n ş üphe konusu yapığ ı baz ı
i nançların "inanmaya değer" olduğunu kan ıtlamak için kırk dere
den su getirmeleri. Bunlar arasında bir Tanrı n ın varl ığ ı na inanç
başta geliyor. Descartes gibi metodik bir şüpheyi her türlü yanı l
maya karş ı koruyucu bir yöntem olarak herkese sal ık veren bir fi
lozof bi le tutup Tanrıya inanman ı n bizi bi rçok gereksiz şüpheden kurtarabileceğini kanıtlamaya kalkıyor. Fi lozofların Tanrı n ı n varl ı
ğ ı nı kan ıtlamak için başvurdukları gerekçeler, her b irin in mizacı
na ve amacına göre farkl ı olabi l iyor. Bunlar arasında Tanrıyı ev
rendeki i lk hareketi başlatan varl ı k olarak gören Ar istoteles 'in ya
n ında, onu ahlakın onsuz olunamaz temeli olarak gören Kant gi
bi bir filozof yer alıyor. İş in daha da i lginci, rah iplerin "iflah olmaz" ·bir ateist, yeminl i bir d in dü şman ı gözüyle baktıkları Voltaire,
"Tanrı olmasayd ı , onu icat etmek gereki rdi ! " diyerek akı l l ı bi r
adamın tanrıs ız edemeyeceğini dile getirmiş olmas ı . Sözün kısa
sı, Tanr ıya inanmanın gerekl i l iğ i ne inanan pek çok fi lozof ve bi
l im adamı var. Bu arada "ilahiyatçı" dediğ im iz kişiler ayrı bir yer tutuyor, z i ra, adı üstünde, i lahiyatçının (theologian) baş görevi
Tan rıya inancı şüphecilerin saldı r ı larına karşı korumak! İster filo·
323
Uğu r Felsefe Öğreniyor
zof, ister ilahiyatçı , isterse bilim adamı olsun, bir sürü insan Tan
r ının varl ığ ın ı kanıtlamak için bin dereden su geti riyor. İ ş in garibi,
Berkeley gibi en temel inançlarımızdan şüphe etmemiz gerektiği
ni söyleyen bir filozof, s ı ra Tanrıya gel ince, onun baş savunucu
su kesiliyor. Ona sorarsanız, gerek d ış dünya, gerekse "ben"in
varl ığ ına inanç Tanrının zihnimize koyduğu birtakım fikirler. Yal
nız bu Tanrı f ikrin in nereden ç ıktığı sorusunu üstad cevapsız bı
rakıyor. Filozoflar arasında ateist denebilecek nadir i nsanlardan
biri Hume. Doğa yasalarırı ın bile her zaman geçerli olduğundan
emin olamayacağ ı m ızı söyleyen H ume, e l imizde bir Tanrıya
inanmam ız için hiçbir akla-yakın gerekçe olmadığı karı ı s ı nda.
Empirizmi son kertesir.e kadar götüren Hume'un gözünde Tanrı
ya inanç halkın kolaylıkla kapı ldığı boş inançlardan biriydi, dola
yısıyla durup onun var olduğunu kanıt lamaya kalkmak akl ı ba
ş ında insanlara yakıştıramadığı bi r davran ıştı.
B u rada vurgu lanması gereken i l g inç bir nokta, çok-tanr ı l ı
dinlerde kimsen in çıkıp da tanrıların var olduğunu kanıtlamaya
kalkmamı ş olmas ı . Hatta Anaxagoras cahil hal kı n tanrı lara inan
masıyla alay ettiği zaman da, bu i nanc ın sağlam olduğunu ka
nıtlamaya kalkan olmamış, sadece Yunan dininin koruyucuları
onu "dinsizlik" ile suçlayıp Atina'dan kaçmas ına yol açmış lar.
Aynı şey Sokrates için de geçerli; yaln ız Sokrates mevcut tanrı
ları yadsıd ığ ı için değ i l , "yeni tanrılar getirdiği" ve böylece genç
liğin ahlakını bozduğu için suçlan ıp ölüme mahkum edi lmiş. Hı
ristiyanlıkta ise bunun tam tersi b ir duru mla karşı laşıyoruz. Ger
çi iş in başları nda, Tertul l ianus ve Lactantius gibi , tanrıya inan
manın salt iman iş i olduğunu savunanlar var, ama ortaya bazı
şüpheciler çıkı nca H ıristiyanl ığ ı savunmak ihtiyacı duyuluyor ve
bu arada Aziz Augustinus gibi iman ile akl ın uzlaştı r ı labileceğini, dolayısıyla tan r ı n ı n varl ığ ın ın akı l la kan ıtlanabi leceğin i iddia e-
324
Filozofların Uğraştığı Öteki Sorunlar
den filozoflar çıkıyor ortaya. * Ancak akıl i le imanı uzlaştırmaya
kalkmanın boşuna ve gereksiz b i r iş olduğunu iddia edenler de var.
İ .S . 2. yüzy ı lda yaşam ış olan Tertullianus o ünlü "Credo, quia absurdum est" ( İnan ıyorum. zira saçmad ır) sözü ile bütün
din1 inançlar ın akıl-dışı ( i rrasyonel) olduğunu , her türlü bi lginin
kaynağı olan akıl la, insanl ığ ı günahtan kurtarmak için oğlu İsa
nın bedeninde tenleşen ve çarm ıha gerilip öldürüldükten sonra
göğe çıkan bi r Tanrıya inanman ı n mümkün o lmadığ ın ı vurgula
mıştır . İmanın (tanrıya inanman ın) akla rağmen ve akla karş ı
gerçekleşebileceğin i öne süren i lahiyatçılara imancı (fideist) ,
on ları n ilahiyatına da olumsuz ilahiyat (negative theology) de
n iyor. Buna göre, Tanrıyı akı l la kan ıtlamaya kalkmak b i r zül ,
hatta temeldeki bir şüphecilik belirtisidir, zira "inanma" fiil in i ger
çekleştirebilen bir insan ın bu tür akil bir kan ıta ihtiyacı yoktur.
"Ne mutlu onlara ki, büyük bir saf-yürekli l ik le İ nci l ' in Tanrıs ına
inanırlar!"
Ne varki, sı radan adam Tanrıya saf yüreklil ikle inansa bile,
onu bu inancından saptırmak isteyecekler bulunabilir. Bunlar da
çoğunlukla "şüpheci" yaradı l ışta olan filozoflardır. Bu gibi leri n şüpheleriyle s ı radan adam ı baştan ç ıkarmak isteme giriş imleri
ne karş ı din1 inançları koruma görevi ilahiyatçılara düşecektir.
• As lında teoloji (tanrı-bilgisi) adı verilen düşünsel uğraşın doğmasına daha önce (ama özellikle İ.S. 3. yüzyı lda) Atanasius i le Arminius arasındaki tartışma yol açmış sayı labilir. zira bu din adamları H ı ristiyan öğretisinin birbiriyle bağdaşmaz gibi görünen iki değişik yorumunu yapmışlar, bunun üzerine imparator Konstantinus İ .S. 325'de Kilise büyüklerini, bu sorunu çözmek üzere İznik'te toplantıya çağırmıştı. Bu dini toplantıda Atanasius'un yorumu Kilisenin yasal görüşü olarak benimsenecektir. Böylece "ortodoks" görüş ve "sapkın" (heretical) görüş ayrımı yapılıyor ve bundan böyle sapkın olduğu saptanan görüşlerin sah ipleri kovuşturulu�or. Sapkın görüşlüler "fikir suçu" (veya " inanç suçu") işlemiş sayı l ıyorlar.
325
Uğur Felsefe Öğreniyor
Böyle davranmalarında kendi kendilerini ikna etmek, yani Tanrı
konusunda başları na üşüşen şüpheleri dağıtarak i manları n ı
güçlendirmek istemelerinin de büyük payı olabilir. İ lahiyatçı filo
zof böylece kendi kafasındaki ikincilliği ortadan kaldırıp düşün
sel bir huzura kavuşmayı amaçlıyor olabilir. Her hal ve karda,
burada en çok şüpheye açık olan bi r konuda, şüphe edilmeme
si gerektiğini , şüpheye yer olmad ığını belgelemek gibi bir çaba
ile karşı karşıya olduğumuz söylenebilir.
Dediğim gibi , bir Tanr ın ın varl ığ ına inanç insanın kafasına
genellikle başkaları tarafından sokulur. Nitekim bir insana hiçbir
zaman Tanrıdan veya tanrılardan söz etmezseniz, onun Tanrı
fikrine kendiliğinden varması i htimali yok denecek kadar azdır.
Bu da gösteriyor ki, bu fikri bize çevremizde gözlediğimiz nesne
ve olaylar i lham etmiyor. Ayn ı şekilde, ölümsüzlük fikrini göz
lemlerimizden edi nmemiz, hele cennet ve cehennem fikrine bu
yoldan u laşmamız ihtimal dışı . Bu fikirlerin insanların kafasında
ilkin nası l yer ettiğini belki hiçbi r zaman bi lemeyeceğiz. Bu ko
nuda ancak bazı tahminlerde bulunabiliriz. Ancak bu fikirler bir
defa i nsanın kafasına girdikten sonra, onların bir daha çıkma
masını sağlamak için neden bunca çaba harcand ığın ı kolayca
tahmin edebiliriz: Alışkanl ık ve ç ıkarcı l ık . S ı radan adam bir defa
al ışmış olduğu fikirleri bir daha söküp atmak istemez, z ira bu
bell i bir araştırma ve soruşturma yapmay ı , dolayıs ıyla zaman ve
çaba harcamayı gerekti rir. Ancak toplumda al ışı lmış zevk, fikir
ve davranışların devamından yarar uman insanlar vardır, bun
lar ın da baş ında din adamları gel i r. On lara göre temel d ini
i nançların devamı hem kişi ni n iç-h uzu ru için gereklid i r , hem
toplumun di rl ik ve düzenliği için.
326
Filozofların Uğraştığı Öteki Sorunlar
Daha önce de parmak bastığım bu nokta üzerinde bir defa
daha durmak isteyişimin nedeni, ilahiyatın "bilgi ü retme" ye yö
nelik bir düşünsel uğraş olmadığını, bu nedenle ne felsefeye,
ne de bil ime benzemediğini vurgulamaktır. Bilgi yeterince belge
lenmiş doğru i nançlardan oluşur. Oysa teolojide hiçbir gözlemin i lham etmediği inançlar söz konusu olduğu iç in, bunları sonunda
gözlemlere dayanarak belgelemek de mümkün değil. Dolayısıy
la burada belgelemenin hep mantı ksal bazı çıkarımlara, en çok
da benzetme (analoji) lere dayanacağı apaçık. Herhangi bil imsel
bir iddiayı herkes denetleyebilir, yani doğru olup olmadığın ı kendisi saptayabilir, ama teolojik argümanlar iç in bu mümkün değil
dir. Nitekim, bu argümanlar dini mizaçl ı kişileri ikna etse bile, bu
mizaçta olmayanları hiç de tatmin etmeyebilir. Okullarımızda ço
cuklara ha bire din dersi veriliyor, ama onlara bir Tanrı 'n ın varlığ ına neden ötürü inanmam ız gerektiği öğreti lm iyor. Oysa Ba
t ı 'da Tanrı'ya inanmanın boşuna olmadığın ı , hatta akli bir ihti
yaçtan doğduğunu göstermeye çalışan yüzlerce ilahiyatçı-filozof
yetişmiş, ve bunlar iman'ın akla aykırı olmadığın ı kan ıtlamak için bin lerce kitap yazmışlar. Ben bütün bu gayretlerin sonuçta boşa gittiğini, zira hiçbir rasyonel argümanın Tanrı 'n ın varl ığ ın ı
kanıtlamaya yetmediği ni göstermeye çalı şacağım . Ama bu tür
temellendirme denemelerinden bile öğrenebileceğimiz çok şey
var. Herhangi bir girişim her zaman başarıyla sonuçlanmayabi
l i r, ancak bu türlü başarıs ız denemelerden bile insanoğlu ders
alabilir, onlar ın neden başarısız o lduğunu araştırıp öğrenerek,
bir daha o tür denemelere gi rişmez. Nitekim, bugün artık kimse
Tanrı 'nın varl ığını kanıtlamaya kalkmıyor.
Varlığı kanıtlanmaya çal ışı lan Tanrı herhalde sıradan adamın
kutsal kitaplar aracı l ığ ıyla tanıdığı Tanrı'dan bir hayli farklı olsa
gerek. Sıradan adamın Tanrı'sı bir çeşit "süper-baba" olup insan-
327
Uğur Felsefe Öğ reniyor
ları n davranışlar ın ı sü rekli gözetleyip "iyi" veya "kötü" diye değer
lendiren, güç durumunda kendisinden yardım, kötü bir davranış
ardından af dilenen , i nsan gibi öfkelenen, sevinen, üzülen, ba
zen mükafat, bazen ceza veren, her zaman korkulması gereken,
bazen şefkatine sığın ı lan süper bir baba. Kutsal Kitapta Tanrı'nın
insanı "kendine benzer" yarattığı yaz ı l ı değil mi?
Biraz felsefe yalamış, dolayısı yla herhangi bir gerekçe ol ma
dan hiçbir şeye i nanmama al ışkanl ığ ı edinmiş olan ilahiyatçı lar
ise Tanrı'ya biraz daha değişik bir gözle bakarlar, daha doğrusu
onun daha başka niteliklerini vurgularlar. Nitekim, on ları n gö
zünde Tanrı her şeye gücü yeten (omnipotent) , her şeyi bi len
(omniscient), her şeyi yaratm ış olan, ama kendisi yaratı lmamış
olup ezelden beri var olan, ebediyete kadar var olacak olan, her
bakımdan "mükemmel" bir varlıktır. Bu açıdan o hiçb i r başka
varlığa benzemez, h içbi r varl ıkla karşılaştı rılamaz. Her şeyi o
yönetir, dolayıs ıyla esasta her şeyden sorumlu odur. ( İ lahiyatçı
lar onun bu nitel ikİer ini var olması iç in b i r gerekçe olarak da
göstereceklerdir . ) i nsanlar arasında da türdeşleri nden daha
güçl ü , daha bi lg i l i , daha yarat ıc ı olanlar vard ı r, ama hiçbiri bu
konularda Tanrı i le aşı k atamaz. O halde bu var olduğu ancak
akılla bili nebilen bir varl ıktır.
Elbet burada karşımıza hemen şu soru çıkıyor: O halde neden
her akı l l ı insan kendiliğinden bu tür bi r Tanrı düşüncesine varmı
yor da, onun varlığı ndan ancak kutsal kitapları n, dolayısıyla din
adamların ın yazdıkları veya söyledikleri i le haberdar oluyor?
İlahiyatçılara göre, her akıl sahibi insan ın bir Tanrı n ın var ol
duğunu anlayacak kadar akl ın ın çalıştı ğ ın ı söyleyemeyiz, dola
y ıs ıyla onun akl ı n ı bu yolda çal ıştı rmasına yard ım edecek in
sanlara ihtiyacı var; işte ilahiyatçılar ın da baş görevi bu konuda
328
Filozofların Uğraştığı Öteki Sorunlar
ona k ı lavuz luk etmekti r _ Nas ı l bebelerin yü rümesin i öğrenebil
meleri için i lkin ellerinden tutup yürütmeye çal ışmak gerekiyor
sa, ayn ı şekilde, henüz bu konuda akı l lar ı n ı çal ışt ı rmayı öğrene
memiş kişi lere neden ötürü bir Tanrın ı n var l ığ ına i nanmak zorunda olduklarını öğretmek gerekir_
O halde Tanrıya inanmam ız içi n el imizde ne g ibi akla uygun
(rasyonel) gerekçeler olabi l i r?
İ lahiyatçı lar bu konuda bir sürü gerekçe öne sürmüşler, yal
n ız bizim bunlardan her b i rin i incelememiz ne mümkün , ne de gerekl i . Bu neden le ben bunlardan en çok başvurulan, en
öneml i bu lduğum bi rkaç ı na değineceğim _ İnsanoğlunu n daha
çok kendi inançlar ını pekiştirmek, daha doğrusu , dindar çevre
lerde bir "şeytan dürtüsü" say ı lan şüpheci l i kten kurtulmak iç in
ürettiğine i nandığ ım bu gerekçelerin de insan zekas ın ın p ı rı lt ı la
r ın ı taş ıd ığ ı şüphe götürmez. Bi l imde kolay inanmama ana ta·
v ı rd ı r , zira insanoğlunun burada en çok korktuğu şey aldanmak,
yani yanl ı ş bi r i nanca kapı lmaktı r. Bu , i nsan ı doğruluğundan iy i
ce emin olmadığı bir fikre inanmamaya zorluyor. Ayn ı tav ı r bir bakıma i lahiyat için de geçerl i , zi ra burada da Tanr ın ın varl ığına
inanmak için i nsanın el inde akla-yakın, hiç değilse ikna edici ka
n ıtlar bulunması şart koşuluyor. Bu yaklaş ım nedeniyle i lahiyat
ç ı ları da filozof kategorisi ne sokuyoruz_
Bütün bu gerekçeler inanmakta tereddüt edenleri veya düpe
düz inançsızları imana getirmek umut ve amac ıyla i leri sürülmüş
olduğu için, gerekçeleri n kısa b ı r açıklamasından sonra, onlar ın
neden doyu rucu olmad ığın ı göstermeye çalışacağ ım_ Benim bu
rada öne süreceğim it irazlar çeşitl i f ilozoflar tarafından daha ön
ce de d i le getirilmiştir.
329
Uğur Felsefe Öğreniyor
1 . Ontolojik Gerekçe: İ lk defa Aziz Anselm tarafı ndan öne
sürülen bu gerekçeye göre Tanr ı , tan ım ı gereği , "en mükemmel
varl ı k"tı r. Oysa "var olma" niteliği de "en mükemmel " varl ı ğ ı n onsuz olunamaz bir nitel iğid i r , dolayı s ıyla Tanrının var ol ması
gerekir. İ lk bakışta bu gerekçe, şapkasın ın içinden bir tavşan ç ı
karıveren gözboyacın ın marifeti kadar şaşı rtıc ı . Nitekim, Kant' ı n
d a bel irttiği g ib i , ben her bakımdan mükemmel bir varl ı k tasavvur edebi l ir im, ama benim böyle bir varl ığ ı düşünebilmem , onun
var olmasını gerektirmez. (Onun deyimiyle, "var oluş bir yüklem
değildir".) B i r tan ımdan, tan ım lanan şeyin varl ığ ı türeti lemez.
Ben üç baş l ı , el l i metre boyunda b ir Herkül de düşünebi l irim , an
cak bu hayal-gücünün ü rettiği yarat ığın var olduğunu ayrıca ka
n ıt layamadıkça, onun var olduğunu iddia edemem. Ontolojik ge
rekçe sadece görünürde bir gerekçe olup, ancak zaten "en mü
kemmel" b i r var l ığ ı n gerçekten de var olduğuna inananları tat
min edebilir. Her halde, bu rada da "mant ıksal" b i r gözboyacı l ık
karş ıs ında olduğ u m uz bence apaç ı k . Kaldı ki , b i rçok felsefe
ders kitabında sayfalar boyunca tart ış ı lan bu gerekçenin s ı ra
dan bir dindar ı uzaktan yakından i lg i lendi rmeyeceğini kolayca
tahmin edebi l i rs in iz .
2. Mistik Gerekçe: Bu rada yukarıda anı lanın tam tersi b ir
gerekçeyle karşı karş ıyayız. Ontoloj ik gerekçede Tanrı n ı n var
olduğu mantı ksal bir el çabukluğu ile kanıtlanmaya çal ış ı l ı rken,
burada onun var oluşu mist ik bir y�şant ıya dayat ı lmaya çal ış ı l ı
yor . Genell ikle bir şeyin varlığı n ı bize haber veren duyuları m ız
d ı r. Eğer "kedi" dediğ imiz bir hayvan ı göz leri m le görür, ellerimle
dokunursam, onun gerçekten de var olduğuna inan ı rım . Bu hay
van kucağıma ç ıkıp m ır ı l t ı lar ç ıkarmaya baş lay ı nca bu inancım
daha da g üçlen i r ; he le onu okşarken el imi t ı rmalarsa var l ığ ı
şüphe götü rmez bir hal a l ı r. Sözün kısas ı , herhangi b i r nesneni n
330
Filozofların Uğraştı ğ ı Öteki Sorunlar
varl ığ ından haberdar ol manın en kestirme ve en g üvenilir yol u
onu algılamaktır. İşte bazı i nsanlar Tanrı n ı n var l ığın ı da böyle
alg ı ladıklar ın ı , onunla doğrudan doğruya temasa geçtiklerini,
bütün varl ıklar ıyla onun yakın l ığ ını duydukları n ı iddia ediyorlar.
Buna "mistik yaşantı " den iyor.
Elbet bunu bizzat yaşamayan b i r kimse bunun nası l bir ruh
hali olduğunu anlayamaz. Büyük bir coşku, bir kendinden geç
me, manevl bir sarhoşluk diye tasvir edebileceğim iz bu hali ya
şayanlar Tanrı i le bir olduklarını söylüyor ve Tanrıya i nanmak
için bundan daha el le tutulur bir gerekçe olamayacağ ı n ı iddia
ediyorlar.
Ne yazı k k i , bu tür b i r gerekçenin başka larını Tanr ın ın varlı
ğına inand ı rmak bakımı ndan işe yaramayacağı apaçık. Kaldı ki, hemen akla şu itiraz gel iyor: Bu tü r bir yaşant ın ın bir sanrı (hall ucination) o lmad ığ ı ne m al um? Öyle ya, kişi Tanrı düşüncesiyle
fazla meşgul olduğu içi n , herhangi bir derin ruh hal ini Tanrı i l e
birleşme sanabilir. Bu yaşant ın ın ayrınt ı larıyla anlatılması baş
kaları n ı da aynı hali yaşamaya sürüklese bile, bunun Tanrı n ın
kendi varl ığı n ı doğrudan doğruya insanlara ayan-beyan ettiğ in i
söyleyebi l i r m iyiz? Kişinin kendi kend i n i aldatmadığından hiçbi r
zaman emin olamayacağımıza göre, bu gerekçeyi de ciddiye al
mamız mümkün deği l .
3. Mucizeler: İnsanları b i r Tanrın ın var olduğuna inandırmak
için en sık başvurulan gerekçeler arasında mucizeleri sayabil i
riz. Hemen bütü n kutsal kitap l a rda Tanr ın ın bazen doğrudan
doğruya yapt ığ ı , bazen peygamberlerine yapt ırd ığ ı b inbir "muci
ze"den söz edilir. Bunlar "olağanüstü", normal olarak rastlanma
yan, b i l i nen doğa yasaları na ters düşen, hatta düpedüz bu ya
saları çiğneyen olaylard ı r : Musa'n ın adamlarıyla birl ikte geçmesi
331
Uğur Felsefe Oğreniyor
için Kızı l Denizin ikiye ayrı l mas ı , İsrai l l i ler bir başka u lus ile sa
vaş ı rken G üneş in gökte uzun s üre aynı noktada d u rmas ı , İsa'n ın suyu şaraba dönüştürmesi, bi r körü iyileşti rmesi, Laza
rus adındaki ölüyü dirı ltmesi g ibi . . . Bunlar "doğal" olarak meyda
na gelmesi imkansız olaylardı r, dolayıs ıyla bunlar ancak Tanrı
n ın isteği üzerine meydana gelmiş olabilirler.
Sı radan insanın bu tür m ucizelere inandığını ve onları Tan
rı n ın varl ığ ına yorduğunu bi l iyoruz. Ancak s ı radan insan gözbo
yac ı lar ın nu maralar ın ı da çoğu zaman onlarda "o lağanüstü"
güçlerin varl ı ğ ı na yorar. Bu nedenle kutsal kitaplarda anlat ı lan
mucizelerin gerçekten de olduğuna inanmamız için bunları an
latanların sözleri ne güvenmemiz gerekecektir. Oysa bun ları
anlatanlar sözlerine güveni l ir (yalan söylemeyen) insanlar olsa
bi le, onların yanı lmadıklarını garanti edemeyiz. Kaldı ki, kutsal
kitapları yazan, dolay ıs ıyla bu mucizeleri anlatanlar genell ikle
peygamberleri doğrudan tan ımamış insanlar olup, onlar da bu
hikayeleri başkalarından duymuşlard ı r. Onların doğruyu söyle
d ik leri ne malum? Bu hikayeleri peygamberlere onlar yakışt ı r
mış olamazlar m ı? Hem ne diye Tanrı bir yandan doğa yasaları
koysun, öte yandan --canı isteyince-- onları çiğnes in? "En mü
kemmel varl ık" d iye bi l inen Tanrıyı "kapris l i " , "keyfine göre" ka
rar değiştiren bir varl ık olarak görmeye hakkımız var m ı ? Tanr ı
n ı n "kudret in in" sonsuz olduğunu belgeleyen mucizeler onun
"bilge"liğine leke sürmüyor mu?
Sağduyumuzla akl ım ıza te rs düşen mucizelere inanabi lme
miz iç in bu yetenekleri mizi rafa kald ı rmamız gerekiyor. İşte bu
rada "akı l" i le "iman" ın çatışmasına tan ık o luyoruz. Ayakta kala
bi lmemiz için sağduyumuzla akl ım ıza güvenmemiz gerekiyor; oysa akl ımız bize mucizelere inanmamamızı emrediyor. Bu iki-
332
Filozofların Uğraştığı Öteki Sorunlar
lemi nasıl çözeceğiz? S ı radan adam için böyle bir ikilem yoktur,
zira o hem bir yandan akl ı ile yaşamını sürdürmeye çal ı ş ır, hem
de --gözboyacılara olduğu gibi-- mucizelere " inanır". Ona göre
"Tanrı her şeye kadirdir'' , dolay ıs ıy la "Onu n h ikmetinden sual
olunmaz". İnanma söz konusu olduğunda çoğu s ı radan adam
sağduyusunu da, akl ı n ı da mant ığ ın ı da rafa kald ı rmaya hazır
d ı r. İ lahiyatç ı lar arasında akl ın "iman"a karşı olduğunu vurgula
yanlar da en çok halkın bu saflığ ı n ı sömürmek isterler. Onlara
göre, insan, akl ı n ı n dürtülerine rağmen Tanrın ın varl ığ ına inan
mal ıd ı r . Ancak ilahiyatçılar arası nda böyle düşünmeyenler, do
layısıy la " iman" i le "akl ı " uz laştı rmaya çal ışanlar çoğunluğu
oluşturuyor. Bunların daha çok "filozof" mizaçlı i lahiyatçılar ara
s ından ç ıktığını söyleyebiliriz. Bu g ibilerine göre i nsan bilerek
i nanmal ıd ı r.
4. Kozmolojik Gerekçe: İ nsanlar genellikle her şeyin bir ne
deni olduğunu varsayarlar. A n ı n nedeni B olsun ; genel varsayı
mımıza g öre B n i n de C gibi bir nedeni, C nin de D gibi . . . bir ne
deni olacakt ır. Bu nedenler zinciri sonunda bi r ilk nedene daya
nacakt ı r; işte bu i lk neden Tanrıd ır .
Daha çok fi lozoflarla bilim adamları evrenin nasıl oluştuğunu
(veya nereden geldiğini) merak etmişler ve çeşitli biçimlerde bu
meraklarını gidermeye çalışmışlardır. En son kozmolojik teoriye
göre başlangıçta bütün madde ve enerji bir noktada yoğunlaşmı ş
bulunuyordu, ancak b u yoğunluk o derece arttı ki, sonunda büyük
bir patlama ile sonradan evreni oluşturan maddi parçacı klar olu
şup büyük bir h ızla her doğrultuda etrafa saçıld ı lar, derken galak
siler, yıld ızlar, gezegenler meydana gelmeye başlad ı . Yaln ız, tek
rar başa dönüp Büyük Patlamadan önceki sonsuz yoğunluktaki
madde-enerji karışım ı n ın da nereden geldiğini sorabil ir iz.
333
Uğur Felsefe Öğreniyor
İşte bi l im adamın ın daha geriye gidemediği bu noktada ilahi
yatçı işe karış ı p bu i lk nedenin Tanrı olduğunu öne sürüyor. Kut
sal kitaplarda evrenin Tanrı tarafından yoktan yaratı ldığı yazı l ı
d ı r. S ı radan dindar da bunun böyle olduğuna inan ır. Yunan dü
şünürlerine göre ise evren yaratı lmamışt ı r, ezelden beri vard ır,
dolayısıyla onu yaratan bir Tanrıya inanmamız için rasyonel bir
neden yoktur. Asl ında işe Tanrıyı karışt ırmakla h içbir şeyi açık
lamış olmuyoruz, daha çok zihnimizi soru sormaya devam etme
külfetinden ku rtarmış oluyoruz. Zaten "yok"tan yaratılmanın na
sıl bir şey olduğunu anlamam ıza imkan yok, zira bütün gözlem
ve deneylerimiz bize her şeyin var olan başka bir şeyden oluştu
ğunu gösteriyor. Kaldı ki, eğer şüpheci bir yaradı l ışta isek, soru
sormaya devam eder ve "Peki , Tanrı nasıl oluştu?" diyebiliriz.
Zaten her şeyin bir nedeni varsa, Tanrın ı n da bir nedeni olmak
gerekmez mi ? Tanrıyı "her şeyi yaratan, ancak kendisi yaratı l
mamış bir varl ık" diye tanı mlayarak da işin içinden ç ıkamayız,
zira bu defa da "Bu tanıma uygun bir Tanrın ın var olduğu ne
malum?" sorusunu sormaktan hiçbir kuvvet bizi alı koyamaz.
5. İlk Hareket Teorisi : Görüldüğü gibi , bi r insanın hangi
aşamada soru sormaktan vazgeçeceği kişisel bir zevk sorunu.
H ı ristiyan ilahiyatçı lar ancak her şeyin i lk nedeni olan bir Tanrı
h ipotezini kabul ederek soru sormaktan vazgeçebileceğimiz i , daha doğrusu vazgeçmeye hakk ımız olduğunu düşünmüşler,
ama bu onların "hüsnü ku ru ntusu", zira insan i lgi lerine göre, ne
densel l ik zincir in in herhangi bir noktasında soru sormaya de
vam etmekten vazgeçebil ir. Eğer sadece durup dururken balkon
kapıs ı n ı n neden açıld ığ ın ı merak ediyorsam, bunun mümkün
olan nedenlerinden hangisinin söz konusu olduğunu araşt ır ı r ım.
Eğer kap ıy ı bir insan veya hayvan (örneğin evin kedisi) arkadan
itelemem işse, açı lmas ı n ı n gene l l i kle o sırada ç ıkan rüzgardan
334
Filozofların Uğraştığ ı Öteki Sorunlar
kaynaklanm ı ş olabileceğini düşünürüm ve bu düşünce merakı
mı gidermeye yetebilir. Ancak biraz daha ileri (daha doğrusu ge
ri) giderek rüzgarın çıkmas ına nelerin neden olduğu nu sorabilirim ve bu merakımı giderebilmek için rüzgarın çıkmasına neden olan hava şartlarını incelemem gerekebilir. Eğer bir meteoroloj i uzmanı isem araştırmalarım ı daha da derinleştirmem gerekebilir. Ancak en genel doğa yasalar ın ı elde ettiğim zaman da, bu yasaların neden geçerl i oldukları n ı sormak zorunda değili m .
Sorsam bile, bu yasaları Tanrı n ın koymuş olduğu sonucuna var
mam gerekmez , z i ra evren in baştan beri bu yasalarla bi rlikte var
olduğunu düşünebilirim.
Bu son söylediklerim genel l ikle bilim adamları n ı n tutum unu yans ıt ıyor. Laplace Napoleon'a ne demişti : "Benim bu tür bir hipoteze (Tanrının varl ığı hipotezine) i htiyacım yok, yüce efendim!"
Bütün tek-tan rıc ı dinlerde her şeyi (evreni) Tanrı n ı n yaratt ığ ı
yazı l ıd ır. Buna karş ı l ık, Yunan fi lozof ları bir "yaratı c ı tanrı"ya ih
tiyaç duymam ışlar. Platon'a göre Tanrı (o buna Demiyurgos diyor) evreni sadece yönet ir, yaratmaz. Aristoteles de her hareketi
başlatan --i lk hareket ett irici-- an lam ı nda b ir Tanrıy ı gerek li gör
müş nedense . Aslında "ilk neden" ile "ilk hareket ettirici" arasın
da pek bir fark yok, dolayısıyla bir ilk hareket ettiriciye i nanma
mız içi n de rasyonel bir neden yok, ama i lahiyatçı lar bu tür gerekçelere dayanarak, her bil im adamının bir tanrıya inanmak zorunda o lduğunu belge lemeye çal ışıyorlar. "Büyük Patlama" teorisinin b i le bir tanr ı n ı n varl ığ ın ı zorunlu kı ld ığ ın ı kanıtlamaya
kalkışmad ı lar m ı?
Bütün bunlar kan ımca yarı dindarları ikna etmek içi n uydurulmuş ge rekçe ler. Eğer bu gerekçeler geçerl i olsaydı , ilahiyatçılar gibi b i l im adamlar ı n ı n da onları ortaya atıp savunması gerek-
335
Uğur Felsefe Öğreniyor
mez miydi? Oysa durum hiç de öyle değil. Gerçi bi l im adamları
arasında da dindar olanlar var, ama bu insanlardan hemen hiç
biri Tanrıya olan inançları n ı bu tür gerekçelere dayandırmaya
kalkmıyor. Örneğin , Newton çok saf ve samimi bir dindar olma
sına rağmen, bu tü r gerekçelere iltifat etmemiştir. Nitekim, ev
rensel çekim yasasın ı bulduktan sonra, bu çekim kuvvetin in na
sıl bir şey olduğunu bilmediğ in i iti raf etmiş, bu konuda hipotezler uydurmak istemediğinı (hypotheses non fingo) söylemiş, eli ne
iyi bir f ı rsat geçmiş olduğu halde, bunun "tanrısal" bir güç oldu
ğu gibi laflar etmemiştir.
6. Teleolojik Gerekçe: Yunanca 'telos' erek (gaye) demek.
Evrenin rastlantı ürünü olduğunu ve evrendeki bütün olayların
doğa yasaları na göre, kendi l iğinden olup bittiğini kabul etmek
biraz düşünen i nsana zor gelir. Bu nedenle insan en az ı ndan bu
yasaları koyan bir gücü n var olduğuna inanma eği l imindedir. i ş
te bu "düzen"i yaratan gizl i güç Tanrıd ı r; onun evreni "yaratm ış"
olduğunu kabul etmesek bile, koyduğu yasalarla ona bir "düzen"
verdiğ in i düşünebil iriz. Dünyada rastladığımız bazı olaylar (ani
bast ı ran bi r f ı rtı na, deprem, vbg.) bizde dünyanın kaotik bir ya
pıda olduğu izlenimini uyand ı rsalar bile, bunlar istisnai olaylardır ve gel ip geçtikten sonra her şey "normal" gidişine döner Kaldı
ki, bu tü r istisnai olaylar devam ederken de temeldeki düzen bo
zulmaz . Su lar gene yükseklerden alçaklara doğru akmaya, Gü
neş, y ı ldızlar ve gezegenler h içbir şey olmamış gibi gökteki ha
reketlerine devam ederler, eskisi gibi karn ımız acıkı r, vbg . . Ku
rulmuş bir saatmiş g ibi, evren saatinin düzenli tik-taklarını duy
maya devam ederiz. Bu düzen canl ı lar dünyasında daha da be
l i rg i ndi r. Her cani ı n ın doğuşu, büyüyüşü , öl üşü belli bir zaman
s ı rasına göre olur. Hele canl ı lar ın yapıs ın ı i ncelediğimizde, or
ganlar aras ında inan ılmaz bir düzen, bir ah'enk göze çarpar. Or-
336
Filozofların Uğraştığı Öteki Sorunlar
ganizma, büt ü n parçaları birbiriyle h iç şaşmaz bir uyum içinde
işleyen, son derece karmaş ık bir saat gibidir. Bu saat bazen bo
zulur (hastal ı k, vs.) gibi olur, ama sanki gizli bir güçten emir al
m ış gibi, kendi kendini tamir etmeye başlar. Bu örnekleri alabil
diği nce çoğaltabil i rsiniz.
Bütün bu nl arı n "kendi kendi ne" o lduğunu düşünmek, Dar
win 'e gel inceye kadar, yal n ız i lah iyatç ı lara deği l , birçok bi l im
adamı na çok zor geliyordu . Doğan ı n işleyışi, hele can l ı ları n ya
p ıs ı bütün bunların insarı ı nkinden de üstün bir zekanın eseri ol
duğu izlenimini uyand ı r ıyordu . Tevrat ' ın yarad ı l ış masal ı n ı ço
cukça bulan filozof ve bi l im adamları bi le her şeye düzen veren,
onu bel l i bir amaca yönelten bir zekanın varl ığ ın ı yadsıyamıyor
lardı. Bir saat, zamanı göstermek amacıyla insan zekas ın ı n or
taya koyduğu bi r gereçtir; ayn ı şekilde göz de canl ı n ın görmesi
ni sağlamak için tanrısal zekanın ürettiği, saatten bin defa daha
karmaş ık bir organd ı r ve bu derece dakik ve duyarl ı , bu derece
"mükemmel" bir organı ancak i nsan-üstü bir zeka üretebilir.
1 8 . yüzyı l genell ikle "Akıl Çağ ı" diye anı l ı r. Aydınlanma slo
ganı da bu yüzyı lda ortaya çıkm ıştı r. Yal n ız bu çağ ı n filozoflarıy
la bi l im adamların ın dini yadsıd ıkları n ı düşünmek yanlıştır. Bun
lar kutsal kitapların d i le getirdiği "halk dini" yerine bir tür "akıl di
n i " diyebi l eceğimiz bir din anlay ış ın ı getirmişlerd i r Buna "the
ism" veya "deism" ("tanrıcı l ık") deniyor. Halk dini çocuksu bi rta
k ım inançlara dayan ıyordu ; akıl dini ise gözlemlerimize, dolayı
sıyla "bilgi"ye dayanacaktır . Nitekim, bu akı l dinini savu nanlar ı n
başında botanistlerle zoologlar geliyor. Bunlar "doğan ın harika
lar ı "n ı öve öve bitiremeyen binlerce cilt kitap yazıyorlar. Onlara
göre, neredeyse bütün canl ı lar Tanrı n ın zekas ın ı övmek için ya
rat ı lmışlar. Nereye baksalar Tanrısal zekanın izlerini görüyorlar.
337
Uğur Felsefe Öğreniyor
Bazı canl ı ların düşmanlarından gizlenmek için geliştirdikleri ka
muflaj teknikleri kadar, onlardan kaçmak için sergi ledikleri kur
naz l ık ve akrobatik yetenekler de on lara ancak çok zeki bir Tan
rı tarafından bağışlanmış olabilir.* Hele can l ı ların çeşitli organ
ları aras ı ndaki harika uyum, ayakta kalabilmek için sergiledikleri
i nan ı lmaz ustal ı k , hastaland ıkları veya yaraland ıkları zaman
tekrar iyi leşmek için geliştirdikleri yöntemler ancak üstün bir ze
kan ın varl ığ ıyla açıklanabilirdi.
Burada şöyle bir çıkarım söz konusu olsa gerek:
(i) Her alet belli bir amaca hizmet için zeki bir yarat ık o lan in
san taraf ından üreti l ir
( i i ) Oysa doğada rastlad ığ ım ız insan yap ı s ı olmayan bazı
nesneler, organizmalar, belli bir amaca hizmet ediyorlar
(ili) O halde bunları n da zeki bir varl ı k tarafından yaratı lmış
olması gerekir
Çıkarımın temelinde aletlerle organizmalar arası nda yapılan bir
benzetme yatıyor olsa gerek. Dürbün i nsan taraf ından cisimleri
yaklaşt ırmak, dolayıs ıyla daha büyük göstermek amacıyla üretil
miş bir alettir. Göz de görmeyi sağlayan bir alettir. Dolayısıyla
dürbün gibi gözün de bell i bir amaçla birisi taraf ından düşünül
müş olması gerekir.
Daha çok biraz o lsun bil im le i lg i lenmiş dindar kişi leri n di le
getirdiği ve gene daha çok aydınları bir Tanrı n ın varl ığına inan
d ırmayı amaçlayan bu argümanın ilk bakışta çekici olduğu şüp-
* Voltaire'in insan burnu nun Tanrı tarafı ndan gözlüklere desteklik etmek üzere yaradılmış o lduğunu söylemesi bu argümanı alaya alma amacına yönelik olabilir, ancak öne sürülen örneklerin ezici çoğun luğu biraz aklı başında olan i nsanları gülümsetecek türdendi.
338
Filozofların Uğraştığı Öteki Sorunlar
he götürmez. 1 8 . yüzyılda insanlar bağışıkl ık sistemi hakkında
bir şey b i lmiyorlard ı ; eğer bilselerd i , bu s istemi ancak hasta
lanan canlı ları iyileştirmeye kararl ı , üstün bir zekanın düşünebi
leceğini öne sürerler ve sadece bu sistemin varl ığ ın ın bir Tanr ı
ya inanmamız iç in yeterli bir gerekçe olduğunu kan ıtlamaya çal ış ırlard ı .
Darwin'in "Evrim Teorisi" b u argümanı yerle bir eden e n güçlü silah olmuştu r. Aslında dindar yarad ı l ış l ı bir insan olan, hatta
rahip olmak iç in Cambridge Üniversitesinde i lah iyat okuyan Dar
win'i dini inançlarından vazgeçiren en güçlü argüman bütün or
ganizmaları, bu arada en mükemmel yaratık diye bilinen insanı
yaratmış olan çok zeki bir Tanrı n ı n , dünyada bu derece acımasız bir yaşam savaşına göz yumamayacağı düşüncesi olmuş.
Başka bir deyiş le, Darwin insani ve ahlaki kaygı larından ötürü Tanrıya olan inancın ı yitirmişti, zira ona göre bir Tanrı her şey
den önce "iyi" olmak zorundaydı , oysa canl ı lar dünyasına acı
masız bir yaşam savaşı egemendi .
İş in i lg inç yan ı , bu savaşın Darwin'in eline sonradan neden
Tanrıya inanılmaması gerektiğ i konusunda bil imsel gerekçeler
vermesidir. "Evrim Teorisi"ne göre, canlılar dünyasında olup bi
ten her şeyi --Tanrıyı hiç işe karıştırmadan-- doğa yasalarıyla
açıklamak mümkündür. Nitekim , daha önce de belirtmeye çalış
tığ ım gibi, bu dünyada her şey doğal ayıklanma sürecine göre olur biter. Her can l ı yaşamın ı sürdürmek iç in bazen b in lerce
yavru üretir, bunlardan çevre şartlar ına uyabilenler ayakta kal ı r , uyamayanlar elenir. Bütün bunlar gözlerimizin önünde o lup bi
ten olaylardır. Bu anlamda "evrimleşme" tümüyle doğal bir sü
reçtir. Yapay ayı klanmada hangi bireylerin yaşamaya devam
edeceğine biz karar veririz, yani yaşamasın ı istediğimiz bireyleri
339
Uğur Felsefe Öğreniyor
biz seçeriz. Bizim işe karışmad ığ ımız durumlarda seçim "ra�lan
t ı "ya kalmıştır, ama gene de canl ı n ı n çevre şartlar ına uyum sağ
laması esastır. Ona dışarıdan müdahale edecek, olayları önce
den planlayan bir güce ihtiyaç yoktur. Zürafan ın boynu uzamış
sa, bu doğuştan uzun boyunlu zürafa yavruları n ı n doğa şartlar ı
na daha iyi uyum sağlayıp ayakta kalmış olmas ındandır. Bunun
aksini düşünmek hem sağduyuya aykır ıd ır, hem de kişiyi sorula
rına devam etmekten al ı koyamaz. Nitekim, her şeyi önceden
bel l i bir plana göre düzenleyen bir Tanrıya mı inan ıyorsunuz,
eğer biraz daha meraklı biriyseniz, "Bu üstün zekalı plancı Tanrı
nası l meydana geldi?" diye sormaya devam edebi l i rs iniz.
Bütün bu söylediklerimden şöyle bir sonuç çıkt ığın ı sanıyo
rum : İlahiyatçıların yapmak istedikleri i lk bakışta şüpheci yara
d ı l ışta olan i nsanları bir Tanrı n ı n var olduğuna inanmaya ikna
etmek. Ancak her insan akıl sahibi olduğu, dolayısıyla en kutsal
inançları bile zaman zaman sorgulayabildiği , ama çoğu zaman
bundan rahatsız l ık , hatta huzursuzluk duyduğu için, kendi iç-hu
zurunu da yeniden kurmak u muduyla bu tür görünüşte rasyonel
argümanlara başvurabi l i r . "Görünüşte rasyonel" diyorum , z i ra
insan konuya sıkı bir mant ıkç ı veya titiz bir bi l im adamı gibi yak
laştığ ında, bu gibi argümanların i ler tutar bir tarafı olmad ığ ın ı
görebi l i r. Ancak ilah iyatçı dediğ imiz i nsanlar bazı inançlara an
gaje olmuş bulundukları ve kendi lerini onları herkese, bu arada
özellikle aydın lara kabul etti rmekle yükümlü saydı kları için, bu
tür argümanlara başvurmaktan geri durmazlar.
340
SON SÖZ
Geleneksel felsefede en çok tartışı lan sorunlara verdiğim son
iki örnek genellikle "metafiziksel sorunlar" diye anıl ır. Burada 'me
tafizik' deyiminin ne anlama geldiğini açıklamaya kalkmayacağım,
zira böyle bir girişimin herhangi bir yarar sağlayacağın ı sanm ıyo
rum. Ancak her iki örnekten de anlaşılacağı gibi , bu tür sorunlar
üzerinde yürütülen tartışmaların herkesin "doğru" diyebileceği bir
çözüme bağlanmadığı meydanda. Bu anlamda bu sorunlara --bi
l imsel sorunlardan farklı olarak-· "kıs ı r sorunlar" d iyebiliriz. Bu ,
soru sormanın b i r "mantığı" o lmadığ ın ı gösteriyor. İnsan aklı dur
madan soru ü retiyor, ama bunlardan bir k ısmına doğruluğu veya
yanl ış l ığ ı üzerinde "karar verilebilir" bir çözüm ü retemiyor. Bu tür
bir ç ıkmaza "özlemse! düşünüş"ün yol açtığını gördük. Galiba in
sanoğlu sandığ ı ndan fazla duyguların ın etkisinde olan bir yarat ık,
ama bunun pek farkı nda deği l . Bir bakıyorsunuz , b ir "dış-dün
ya"nın, bir "ben" in , dolay ıs ıy la "başka benler"in varl ığını şüphe
konusu yapabilecek kadar aşı r ı l ığa kaçabiliyor, bir bakıyorsunuz,
hiçbir şekilde algı layamadığımız , tümüyle "hayal-ürünü" sayabile
ceğimiz bir Tanrı n ın varl ığ ına i nanıyor, hatta inanmakla da yeti n
meyip, bu inanc ın ın akla-yakın olduğunu kanıtlamaya kalkıyor.
Bütün bunlara bakınca, i nsan ın pratik yaşam ın ı sürdürmesinde
olumlu bir rolü olan "akı l " dediğimiz yeteneğin bazen duygusal ya
şam ın ın etkisinden kurtulamadığı anlaşıl ıyor.
Felsefede uzun süre tart ışı l ıp da bir sonuca bağlanamayan
"sorun" lara kal ıc ı (perennial) sorunlar deniyor. Ben bunlara "fosi l sorunlar" demeyi teklif ediyorum. Son olarak incelediğim iki
sorun bunun bence en "tipik" örnekleri . Bunlara "fosil sorunlar"
341
Uğur Felsefe Öğreniyor
dememin iki gerekçesi var: Bunlardan biri kişisel bir gerekçe,
sizin anlayacağın ız , ben kendi hesab ıma bu sorunları tart ışı lma
ya layık bu lmuyorum . Dış dünyan ı n varl ığ ın ı yadsıyan Berke
ley'e karşı Dr. Johnson ayağını bir taşa çarpmış ve böylece Ber
keley'in saçmaladığını kanı tladığ ın ı göstermek istemiş. Ben Dr.
Johnson'un "sağduyusal" yöntemlerini uygulamayacağ ım, an
cak bazı sorunlar üzerindeki tartı şmalardan insana bir yerde "gı
na geldiğini" düşünüyorum.
İkinci gerekçem de şu : Bi l im adamları da bu tür sorunları tar
tışmaya layık görmüyorlar. Anlaşılan onlar da bu tür tartışmalar
sonunda herhangi bir "bilgi" ü retilemeyeceği kan ısı ndalar, dola
yısıyla insanın düşünsel enerj isin i "üretken " sorunlara yöneltme
si gerektiğini düşünüyorlar. Bu bakımdan "kısır" sorun lar üzerinde ayak diretmenin bir anlamı yok.
Ben de bu nedenle bu kitapta daha çok bilgi üretmen in nasıl
bir şey olduğunu vurgulamaya, bu arada bilim adamın ın elden
geldiğince kendisini duyguları n ı n etkisinden kurtarmak zorunda
olduğunu belirtmeye çalışt ım. Baş amacım, yeni yetişenlere bir
bilgi üreticisi olabilmek için nelere dikkat etmeleri, dolayısıyla ne gibi tuzaklardan kaçınmaları gerektiğini göstermekti. Bu anlamda
"bilim adamı" gibi düşünebilmenin demokratik bir yaşam düzeni
ne ayak uydurmak için de gerekli olduğunu anlatmaya çal ıştım.
Toplumda en çok huzursuzluğa yol açan, bazı insanların yobaz
ve bağnaz olmasıdır, dolayısıyla bilimsel düşünme alışkanl ıkları
edinmek bu tür zihinsel hastal ıklara yakalanmamak için şart. Demokrasi ise bu tür alışkanl ı kların toplumun hiç değilse yönetici
kadrosunda yerleşmiş olmas ın ı gerektiriyor. Bu anlamda felsefe
öğrenmek, benim gözümde, "aydın", dolayısıyla "uygar" bir i nsan
olmayı öğrenmek anlamına geliyor. Bu kitap bu tür insanlar yetişmesine katkıda bulunabilirse, ne mutlu bana!
342
BisLiYOGAAFiK Nor
Bu kitabın sonuna ayrıca b i r "Bibliyografya" ekle
memiş o lmamın başl ı iki nedeni var: 1 ) Bu kitap
meslekten felsefecilere değil, yabancı-dil bi lmediğin i
varsaydığım lise öğrencileriyle, s ıradan okuyucuya
h itap ed iyor; bu g ibi i nsanlara b i r s ü rü yabancı
dilden kitap adı saymak bana gereksiz bir gösteriş
gibi geldi ; 2) Hemen tümüyle daha önce edinmiş
olduğum bilgi-birikimine dayanarak yazdığ ım bu kitapta alıntı yaptığ ım yerleri dip-notlarında göstermiş
bulunuyorum.
Okuyucularım arasında benden herhangi bir bilgi al
mak isteyenler olursa, bana, "Dr. Hüseyin Batuhan, Refah Şehitleri 97, 81 340 - Heybeliada" adresine
yazabil irler.
343