gezi notlarım: sırt Çantalı bir gezgin olarak türkiye

5
Enis Karaarslan – Anadolu Seyahatı Notları 2004 Sırt Çantalı Bir Gezgin Olarak Türkiye Enis Karaarslan [email protected] Sırt çantalı bir gezgin (backpacker) olarak dünyayı gezmek ... Her ne kadar biz Türk’lerin pek yaptığı birşey olmasa da aslında dünya çapında hiç de azımsanmayacak sayıda kişinin yaptığı bir gezi türü. Ama nedense bu tür gezenler, kendi ülkelerini gezmektense farklı coğrafyaları keşfetmeye çıkıyorlar. Oysa ki insan önce kendini, kendi memleketini tanımalı, diye düşünüyorum. Üniversitedeyken, arkadaşlardan edindiğimiz çantalarla kamp yapmaya gider veya otostopla Türkiye’nin daha çok batı kısımlarını gezerdik. Öğrencilik yıllarımdan kalan bir hevesle gidip kendime büyük bir sırt çantası alıyorum. Haritada gideceğim yerleri planlıyorum, Internetten o yerler hakkında bilgi toplayıp notlar alıyorum. Biraz acemilikten olsa gerek çantamı hazırlamaya geç başlıyorum ve yanıma gereğinden fazla eşya alıyorum. Otobüsün kalkmasına az bir süre kala, çantayı sırtıma aldığımda hatamı hissediyorum. Hissetmemek mümkün değil çünkü çanta haddinden ağır. Gülmeye başlıyorum, kendi halime gülüyorum. Düzenleyecek zamanım kalmadığı için bu ağırlıkla yola çıkıyorum. Aslında gezilere hep çoğul çıkma taraftarıydım bu seneye kadar. Arkadaşsız, muhabbetsiz gezi nasıl olurdu ki? Oysa gezginler hep tekildi. Hürriyet ve gezginlik tek başına olur, diyorlardı. Zaten ilerleyen yaşımla beraber geziler için arkadaş grubu toplamak iyice zorlaşştı ve bir de herkes ayrı yerlere gitmek istiyordu, çoğunlukla deniz kenarı yerler ve mümkün olduğunca çok yatıp dinlenmek. Oysa ki ben keşfetmek istiyordum; yeni yerler, yeni insanlar görmek istiyordum. Nasıl oldu, nasıl kendimi kandırdım hatırlamıyorum. 2004 senesinin eylül ayında tek başıma çıktığım bu yolculukta hep tek başıma kalacağımı sanmıştım. Oysa ki bu hiç böyle olmadı. Yola tek başına çıkmanın yeni insanlarla tanışmayı kolaylaştırdığını bu yolculukta öğrendim. Kendi ülkemi yabancı gezginlerle dolaşma fırsatını yaşadım. Olayları hem bir Türkiye’li gözünden hem de yabancı gözünden görme fırsatım oldu. Size anlatmak istediğim işte bunlar ... Aslında ilk etapta Türkiye’nin batısını gezmeyi hedeflenmiştim ama kendimi orta Anadolu’dan başlayan güneydoğu, doğu ve kuzeyi içeren bir yolculukta buldum. Kanadalı yol arkadaşımın da dediği gibi “When God gives you a lemon, make lemonade.” – Tanrı sana bir limon verdiğinde limonata yap. Sırt çantalı gezginlerin birçoğu derslerine çalışarak geliyorlar Türkiye’ye (bu onların da tabiri). Hemen hemen hepsinde bir harita ve kalın bir Türkiye rehberi var. Bu genellikle “LonelyPlanet Turkey” kitabı ve bu kitaba “gezgin incili” diyorlar. Bu kitapta şehirlerin detaylı tanıtımları bulunmakta; neresi gezilir, nerde kalınır, nerde yenir, ne yapılır ... vb birçok bilgi bulunmakta. Türkçe kelimeler, Türk’lerin analizi, siyasi tutumlar nispeten tarafsız bir şekilde yazılmış. Aslında bir fikir edinmek için güzel bir rehber, en azından bizdeki Türkçe benzerlerinden daha iyi. Ama gezerken bir kitaba fazla bağımlı kalmamak gerektiğini şünüyorum, insan kendi keşifleri için kendisine şans tanımalı. Otobüslerde, minibüslerde karşılaşıyoruz birbirimizle. Bir selam etmek yetiyor. Bir süre sonra nerelere gidildiği ve nerelerin görüldüğü soruluyor. Bir bakıyorsunuz ki sonraki duraklar planlanmakta ve birden yol arkadaşı oluyorsunuz. Yol arkadaşğı da çok bağlayıcı değil. İsteyen, istediği yerde farklı bir rotaya gidebiliyor. Harita ve gezgin ruhun, sana yol gösteriyor.

Upload: dr-enis-karaarslan

Post on 26-Jun-2015

439 views

Category:

Documents


8 download

DESCRIPTION

Sırt çantalı gezgin (backpacker) olarak dünyadan önce kendi ülkemi gezmek. Hiçbir plan olmadan, elimde harita yollara düştüm. Yola tek başına çıkmanın, yeni insanlarla tanışmayı kolaylaştırdığını bu yolculukta hatırladım. Kendi ülkemi yabancı gezginlerle dolaşma fırsatını yaşadım. Olayları hem bir Türkiye’li gözünden hem de yabancı gözünden görme fırsatım oldu. Size anlatmak istediğim işte bunlar ..http://www.karaarslan.net/seyahat/

TRANSCRIPT

Page 1: Gezi Notlarım: Sırt Çantalı Bir Gezgin Olarak Türkiye

Enis Karaarslan – Anadolu Seyahatı Notları 2004

Sırt Çantalı Bir Gezgin Olarak Türkiye Enis Karaarslan

[email protected]

Sırt çantalı bir gezgin (backpacker) olarak dünyayı gezmek ... Her ne kadar biz Türk’lerin pek yaptığı birşey olmasa da aslında dünya çapında hiç de azımsanmayacak sayıda kişinin yaptığı bir gezi türü. Ama nedense bu tür gezenler, kendi ülkelerini gezmektense farklı coğrafyaları keşfetmeye çıkıyorlar. Oysa ki insan önce kendini, kendi memleketini tanımalı, diye düşünüyorum. Üniversitedeyken, arkadaşlardan edindiğimiz çantalarla kamp yapmaya gider veya otostopla Türkiye’nin daha çok batı kısımlarını gezerdik. Öğrencilik yıllarımdan kalan bir hevesle gidip kendime büyük bir sırt çantası alıyorum. Haritada gideceğim yerleri planlıyorum, Internetten o yerler hakkında bilgi toplayıp notlar alıyorum. Biraz acemilikten olsa gerek çantamı hazırlamaya geç başlıyorum ve yanıma gereğinden fazla eşya alıyorum. Otobüsün kalkmasına az bir süre kala, çantayı sırtıma aldığımda hatamı hissediyorum. Hissetmemek mümkün değil çünkü çanta haddinden ağır. Gülmeye başlıyorum, kendi halime gülüyorum. Düzenleyecek zamanım kalmadığı için bu ağırlıkla yola çıkıyorum.

Aslında gezilere hep çoğul çıkma taraftarıydım bu seneye kadar. Arkadaşsız, muhabbetsiz gezi nasıl olurdu ki? Oysa gezginler hep tekildi. Hürriyet ve gezginlik tek başına olur, diyorlardı. Zaten ilerleyen yaşımla beraber geziler için arkadaş grubu toplamak iyice zorlaşmıştı ve bir de herkes ayrı yerlere gitmek istiyordu, çoğunlukla deniz kenarı yerler ve mümkün olduğunca çok yatıp dinlenmek. Oysa ki ben keşfetmek istiyordum; yeni yerler, yeni insanlar görmek istiyordum.

Nasıl oldu, nasıl kendimi kandırdım hatırlamıyorum. 2004 senesinin eylül ayında tek başıma çıktığım bu yolculukta hep tek başıma kalacağımı sanmıştım. Oysa ki bu hiç böyle olmadı. Yola tek başına çıkmanın yeni insanlarla tanışmayı kolaylaştırdığını bu yolculukta öğrendim. Kendi ülkemi yabancı gezginlerle dolaşma fırsatını yaşadım. Olayları hem bir Türkiye’li gözünden hem de yabancı gözünden görme fırsatım oldu. Size anlatmak istediğim işte bunlar ...

Aslında ilk etapta Türkiye’nin batısını gezmeyi hedeflenmiştim ama kendimi orta Anadolu’dan başlayan güneydoğu, doğu ve kuzeyi içeren bir yolculukta buldum. Kanadalı yol arkadaşımın da dediği gibi “When God gives you a lemon, make lemonade.” – Tanrı sana bir limon verdiğinde limonata yap.

Sırt çantalı gezginlerin birçoğu derslerine çalışarak geliyorlar Türkiye’ye (bu onların da tabiri). Hemen hemen hepsinde bir harita ve kalın bir Türkiye rehberi var. Bu genellikle “LonelyPlanet Turkey” kitabı ve bu kitaba “gezgin incili” diyorlar. Bu kitapta şehirlerin detaylı tanıtımları bulunmakta; neresi gezilir, nerde kalınır, nerde yenir, ne yapılır ... vb birçok bilgi bulunmakta. Türkçe kelimeler, Türk’lerin analizi, siyasi tutumlar nispeten tarafsız bir şekilde yazılmış. Aslında bir fikir edinmek için güzel bir rehber, en azından bizdeki Türkçe benzerlerinden daha iyi. Ama gezerken bir kitaba fazla bağımlı kalmamak gerektiğini düşünüyorum, insan kendi keşifleri için kendisine şans tanımalı.

Otobüslerde, minibüslerde karşılaşıyoruz birbirimizle. Bir selam etmek yetiyor. Bir süre sonra nerelere gidildiği ve nerelerin görüldüğü soruluyor. Bir bakıyorsunuz ki sonraki duraklar planlanmakta ve birden yol arkadaşı oluyorsunuz. Yol arkadaşlığı da çok bağlayıcı değil. İsteyen, istediği yerde farklı bir rotaya gidebiliyor. Harita ve gezgin ruhun, sana yol gösteriyor.

Page 2: Gezi Notlarım: Sırt Çantalı Bir Gezgin Olarak Türkiye

Enis Karaarslan – Anadolu Seyahatı Notları 2004

İster Türk olun isterse yabancı, otobüs firmaları veya minibüslerde turist imajıyla bakıldığı için fazla para ödediğimiz ve yanlış yerlerde indirildiğimiz çok oldu. Doğu Beyazıt’a minibüsle giderken çantalarımız için ek ücret alınması, gecenin köründe Amasya’nın girişinde otobüsten nerdeyse yaka paça atılmamız, otogara yakın ineceğimi söylememe rağmen Tokat’ta minibüslerin son durağında indirilmek gibi ...

Fazla koltuk satma olaylarına rastlıyoruz doğuda. Van otobüsünü beklerken, bilet satıcısının telefonda yaptığı konuşmasını duyuyorum. “Koridorün kendisini bile sattım” diyor pişkince. Piyangonun bana ve Kanadalı yol arkadaşıma patlayacağından korkuyorum. Sağ salim yerime oturduğumda rahat bir nefes alıyorum ve gece yolculuğuna başlarken otobüste İbrahim Tatlıses’in eski bir filmi gösteriliyor. Gece yarısı Urfa-Van arasında bir yerde duruyoruz ve bir itişip kakışma sesleri duyuyorum. Elinde bilet iki gezgin otobüse girmeye çalışıyor ama otobüs dolu. İngilizce bilmeyen muavinler, umutsuzca bu saçma durumu anlatmaya çalışıyorlar. Otobüste İngilizce bildiği varsayılan yegane kişi olarak yerimden çağrılıyorum ama anlatılacak birşey yok. Bu durumdan otobüsteki kimsenin suçu olmadığını, ona bilet satanın suçlu olduğunu ve ondan hesap sorması gerektiğini söylüyorum. Gerekirse durumu polise iletmesi gerektiğini ve üzgün olduğumu belirtiyorum. Sonra Van’da tekrar karşılaşacağımız ve bir sonraki rotada yol arkadaşı olacağımız çılgın Hollandalı (ki kendisi bu lakabı kullanıyor) pek de sakinleşeceğe benzemiyor. Zorla onları bir minibüse bindirmeye çalışıyorlar ama onlar kabul etmiyor. Niye etsinler ki zaten?

Bazen de bir Türk olmanın bana bir indirim yapacağını sanıyor, katıldığım bir günlük turda bazı turist arkadaşların benden daha ucuz fiyatla katıldıklarına şaşırıyorum. Bazen de şu tür konuşmalar oluyor: “Abi Türk olduğun için poşu sana indirimli. 5 milyon.” Yabancı arkadaşım da poşunun fiyatını sorduğunda “5 million Turkish lira” cevabını alıyor. Diğer arkadaşlara bunu anlatıyorum ve hep birlikte gülüyoruz.

Bütün Türkiye’de duble yol projelerinin aktif olduğunu şaşırarak izliyorum. Nereye gitsem her yerede hummalı bir yol çalışması var. Birçok yerde yollar iki şerit ve geliş gidiş yolları birbirinden ayrılmış. Yolların iyi olması ve otobüslerdeki servislerin kalitesi yabancı arkadaşları olduğu kadar beni de şaşırtıyor.

Konaklamak için mümkün olduğunca hesaplı ama yine de idare edecek kadar temiz yerler seçiyoruz. Sırt çantalı gezginler, dışardan bakanların bilinçaltları tarafından dağınık ve kirli olarak algılanırlar. Oysa ki her kaldıkları yerlerde sıcak su bulunmasına özen gösterdiklerine ve düzenli banyo yaptıklarına tanık oluyorum.

Bu arada hemen hemen her yerde (Göreme gibi turistik yerlerde bile) beş milyon liraya da kalınabilecek makul yerler olduğunu da şaşırarak öğreniyorum (2004 fiyatı – yaklaşık 3,5 $ civarı). Bu tür yerlere hostel deniyor ve bir odada genellikle dört kişi kalıyor. Sonuçta geceyi geçirecek temiz bir yatak bekliyoruz (temiz görünmesi yeterli – çok derinden incelememek lazım).

Kahvehanelerde çay ve simitle kahvaltımızı yapıyor, ahaliyle konuşma fırsatı yakalıyoruz. Şehirde nerelerin ziyaret edilmeye değer olduğunu soruyoruz mesela. Her kafadan ayrı sesler çıkıyor. Aslında çoğunun da gitmediği yerler anlattıkları. Güzel olduğu söyleniyor, diyorlar. Amasya’da bir yaşlı amca “Oğul 70 yaşına geldim, ben daha çıkmadım kaleye. Ne yapçan orda?” diyor. Hep beraber gülüyoruz, “Bence en kısa zamanda çıkmalısın.” diyorum.

Page 3: Gezi Notlarım: Sırt Çantalı Bir Gezgin Olarak Türkiye

Enis Karaarslan – Anadolu Seyahatı Notları 2004

Şehirleri ve yaşanan hayatı algılamak için akıp geçen yaşamı pür dikkat inceliyoruz. Fotoğraf makinalarıyla ilginç bulduğumuz anları pozluyoruz. O bölgeye has yemekleri tadıyor, bazen bu yüzden midemizi bozuyoruz. O yeri diğer yerlerden farklı kılan neyse onu kendi başımıza keşfetmek bizi mutlu ediyor.

Kenti yürüyerek ve ara sokaklarına dalarak yaşıyoruz. Bu insanlar, birçoğumuzun gitmekten çekineceği doğu illerinde, ara sokaklarda insanlarla iletişim içerisine giriyorlar. Dillerini bilmedikleri bir coğrafyada korkusuzca ara sokaklara daldıklarını ve neredeyse kuş dili diye tabir edilebilecek bir ingilizce ile kendilerine yaklaşanlarla bir iletişim içerisine girdiklerine tanık oluyorum. Genellikle “Hello, what is your name?” diye başlayan sorulara sıkılmadan cevap veriyorlar, “Where are you from?” sorusunun cevabını da verdikten sonra kesilen ingilizce sorular, vücut dili ve tarzanca konuşmalarla devam ediliyor. Çoğunlukla karışmak istemediğim bu iletişime, eğer isterlerse tercümanlık ediyorum. Ahali beni genellikle rehber zannediyor. Ender olarak yabancı bir turist sanıldığımda, hiç bozmadan bunun keyfini sürüyor ve bir miktar eğlendikten sonra gerçeği söylüyorum.

Bazen bir okulun çıkışına denk geldiğimiz oluyor. Çocuklar uzaktan bağırarak aynı soruları defalarca tekrarlıyorlar. Yüzüncü kez sorulara cevap veren İngiliz yol arkadaşım artık “Where are you from?” sorusuna “Mars” diye cevaplamaya başlıyor. Evet gerçekten bu insanlar birçoğumuz için Mars’tan gelen kişiler gibi. Sırtlarında bunca yükü taşıdıklarına göre de normal insanlar olmasa gerek.

Nereye gitsek etrafımızı insanlar sarıyor. Daha çok meraktan, nereli olduğumuzu ve nereleri gezdiğimizi soruyorlar. Genellikle gençler ingilizce konuşup pratik yapmak istiyorlar. Benim Türk olduğumu öğrendiklerinde genellikle “Ne işin var burda? Antalya gibi yerler varken.” cümleleriyle karşılaşıyorum. “-Nerdensin?” “-İzmir”. “İzmir’in neresi?” diye başlayan konuşmalardan sonra bir iki semt adı söyleniyor ve Doğu’dan birçok kişinin askerliğini İzmir’de yapmış veya en azından Ege Üniversitesi hastanesine gelmiş olduğunu öğreniyorum.

Özellikle ufak yerleşim birimlerinde küçük çocuklar etrafımızı sarıyorlar. Onlara vermek için yanımızda şeker taşıyoruz. Yanında şekeri olmayan Amerika’lı arkadaş vitamin dağıtmaya kalkıyor. Bir akıllı küçük, “ilaç o, içmeyin” diye diğerlerini uyarıyor ve gelip bana dağıtılanın ne olduğunu soruyorlar. Hollanda’lı arkadaş ise yanında getirdiği balonları dağıtınca küçüklerin gözdesi oluyor ve baloncu amcaları oluyor.

Benim gözlemim, misafirperverliğin yerini ticarete bıraktığı. Turizmden gelen gelirlerle ekonomimizi düze çıkartacağız ya... İyi bir yer için birilerinin önerisini sorduğunuzda muhtemelen kendi tanıdığına veya avantasını alabileceği bir yere sizi yönlendirecek ve kendisinin selamını iletmenizi isteyecektir. Tabii ki bu ticaret oyunları sadece şehir merkezlerinde böyle, kırsal alanda hala eski misafirperverlik devam etmekte. Yani hala bozulmadan devam eden birkaç son kale kaldı.

Her ne kadar pek siyasi tartışmalara girmesek de bir anda İngiliz yol arkadaşımla Avrupa birliği tartışması yaparken buluyorum kendimi. Oysa o İngiltere’den birçok ülkeye medeniyet götüren bir ülke olarak söz ediyor. Bu “cesur yürek” filmi de zaten Hollywood abartması canım. Bir de müzeler konusu var. İyi ki kurtardık sizin eserleri, diyor pişkince. Tartışma alevlenirken çılgın Hollandalı bir kahkaha patlatarak birasını şerefe kaldırıyor. Evet diyor biz de sömürdük Endonezya’yı, yoksa bu hallere gelemezdik. Ülkeler yaptıkları hataları saklamamalılar. Bir vatandaş olarak, ülkelerimizin hatalarını savunan değil, o hataları düzelten veya tekrarlamayan biz olmalıyız bence.

Page 4: Gezi Notlarım: Sırt Çantalı Bir Gezgin Olarak Türkiye

Enis Karaarslan – Anadolu Seyahatı Notları 2004

Avrupa birliği standartları konusunda İngiliz arkadaşımın anlattıkları gerçekten de çok ilginçti. Bunlardan biri şöyleydi: “Oturduğum semtteki parkta on yıllardır duran bir oyuncak vardı. Çocuklar, o çocukların babaları ve dedeleri kullanmıştı ve hiç sorun çıkarmamıştı. Ama şimdi bir iki kişi geldi, ölçümleri yaptılar ve Avrupa Birliği standartlarına uymadığı için söktüler götürdüler. Bu nasıl iştir!”

Tarihi eserlerin birçoğunu tahrip etmişiz, isimlerimizi kazımışız eserlere. Müzelerin çoğu iyi durumda değil. Bütün Türkiye’de müzelerin pazartesi hariç açık olmaları gerekirken, Urfa Müzesi’nin haftasonu kapalı olmasına bir anlam veremiyorum. Hem de o kadar saat ulaşmak için çaba harcadıktan sonra kapalı görmek gerçekten de sinir bozucu. Turizm enformasyon bürolarını bulmak gerçekten çok zor ve çoğunda bulunan kişilerin İngilizce’leri de yeterli değil. Birçoğunda İngilizce büroşür bile yok.

Bazı çocukların hareket eden cisimlere taş atma merakı da takdire şayan değerlerimizden olsa gerek. Trenlere atıldığını görmüştüm ama motorsikletlere atıldığına ilk kez şahit oldum. Motorsikletle dünya turu yapan İtalyan arkadaşlardan biri yolda kendisine atılan taş yüzünden neredeyse ölümün eşiğinden döndü. Motorsikletinde ufak bir hasar ve ufak bir sıyrıkla kurtuldu ve bizim elimizden bu cahilliğe isyan etmekten başka bir şey gelmedi.

Yabancı arkadaşların bir milyon lira indirim için bile pazarlık yapmalarına ilk önceleri ben de şaşırıyordum, hatta bir bakkal benden onlara şu soruyu sormamı rica etti: “Bütün dünyayı dolaşıyorsunuz, böyle küçük hesaplara niçin giriyorsunuz?”. Değil mi ya, paranız da değerli, niçin böyle ufak hesapları problem ediyorsunuz? Etyopya’da BM’de çalışan İtalyan’ın cevabı basitti “Böyle küçük hesaplar yapmazsak bütün dünyayı dolaşamayız!”

Erzurum’da yol arkadaşım bana not aldığı bir şarkı listesini gösteriyor. Türkiye’yi gezerken dinlediği ve beğendiği şarkılar bunlar. Özellikle “Bulgur’unan Tarhana”yı çok beğendiğini belirtiyor. Bir müzik dükkanına girip Selda Bağcan’ın alevi şarkılarından oluşan son CD’sini buluyoruz. Dinlememizin mümkün olup olmadığını soruyorum ve hep beraber şarkıyı dinliyoruz. İngiliz arkadaşım büyük bir zevkle şarkıyı dinlerken bir yandan da tempo tutuyor. Ben de onun tavırlarını zevkle ve dikkatle izliyorum. Sonra çıkıp Oltu’dan çıkarılan siyah taşlardan (kehribar) yapılan aksesuarları inceliyoruz, çifte minaredeki kermeste el işi ürünlere bakıyoruz. Bir milyon lira için kıyasıya pazarlık yapan arkadaşım, vakıf yararına olduğunu öğrenince pazarlık yapmadan bir patik alıyor annesine.

Aslında bütün gezginlerin farklı hikayeleri var. Genellikle iş değiştirmek istediklerinde hayatlarında bir mola vermek ve bunu bir fırsat bilip dünyayı tanımak istiyorlar. Dünya sadece pencerelerinden gördükleri veya her gün yaşam telaşında kat ettikleri yol değil. Dünyada görülecek birçok şehir, birçok kültür ve dinlenecek birçok hikaye var. Bize dayatılan yaşam perdesini aralayıp birçokları için bir macera sayılacak bir geziye çıkıyorlar. Gezileri aylar, bazen yıllar sürebiliyor. Para ne kadar yeterse o kadar sürüyor anlayacağınız. Bazen bir ülkede İngilizce veya Fransızca hocası olarak veya herhangi bir işte çalışarak tekrar para topluyorlar. Yüzlerine bir gülümseme, hayatı bir nefes olarak içlerine kadar çekiyorlar.

Page 5: Gezi Notlarım: Sırt Çantalı Bir Gezgin Olarak Türkiye

Enis Karaarslan – Anadolu Seyahatı Notları 2004

Neredeyse bütün Asya ülkelerinin vizelerini pasaportunda görebileceğiniz çılgın Hollanda’lı, İsrailli evli bir kadına aşık ve ne yapacağını bilmiyor. Alman Rebecca, haritasız ve kitapsız çıktığı bu gezide benden Türkçe kelimeler öğrenmeye çalışıyor. Daha otantik olduğunu öğrendiği için, bir Kürt köyüne gitmek istiyor. Bizim Amerikalı artık dönüş yoluna başlamış ve Afrika’dan yapacağı bu dönüş yaklaşık 6 ay sürecek. Yaklaşık 2,5 senedir yollarda ve Bush’u hiç sevmiyor. Avrupa’dan geçmeyi hiç düşünmüyor çünkü orda hayat çok pahalı. İngiliz dostumun bana verdiği en büyük öğüt, bir Filipinli ile evlenmemem gerektiği. Kanadalı dostum, bir zamanlar İran’da bir Kanadalı’nın idam edilmesine ramak kaldığı için İran’ı hiç sevmiyor. İran sınırında fotoğraf çektiriyor ve “Bu kadar doğuya gitmek yeter.” diyor. Başka bir Kanadalı gezgin ise İran sınırından gelerek Doğu Beyazıt’ta bize anılarını anlatıyor. Bir binanın fotoğrafını çektiği için sivil polisler tarafından götürülmesine ramak kalmış. Ama yine de İran’un güzelliklerini anlata anlata bitiremiyor. Ve daha birçok yol hikayesi, uzun süren otobüs yolculuklarında ve yürüyüşlerde anlatılan yaşam hikayeleri. Kendi ülkemde yol arkadaşlarımla İngilizce konuşmaktan, bakkalla bile İngilizce konuşurken buluyorum kendimi.

Doğu’da yolculuk yaparken otobüs mutlaka durdurulup kimlik kontrolü yapılıyor. Kimlikler toplanıyor ve götürülüyor. Bazen uyku mahmurluğuyla ne olduğunu bile tam anlıyamıyoruz. Ne kadar doğuya gidilirse yoldaki panzer sayısı o kadar artıyor. Özelikle Doğu Beyazıt’taki kışlanın çitlerinin özellikle kamufle edilmediğini ve tankların gövde gösterisi yaptığını görüyoruz. Gezgin arkadaşlar kahkahayı patlatıyor, Alman arkadaş “Bu Türkler de sahip oldukları herşeyi göstermeyi çok seviyorlar” diyor. Ben her ne kadar buralardaki durumun hassasiyetini onlara anlatmaya çalışsam da pek anladıklarını sanmıyorum, kendimin de ne kadar anladığımdan emin değilim.

Erzurum’da ana caddede dolaşırken etraftaki modern giyimli kızlar, İngiliz arkadaşımın olduğu kadar benim de ilgimi çekiyor. Bu değişimin nedenini ilk önce anlayamıyorum. Bu bölgenin batı kesimlere göre daha tutucu olduğunu ben de biliyorum ama buralarda bir değişim var. Sonradan bunun, şehirdeki üniversiteden kaynaklandığını ve bir üniversitenin bir bölgede nasıl değişikliklere yol açabileceğini anlıyorum.

Yol insanı değiştiriyor, yol insanın kafasında çözemediği soruların cevaplanmasını sağlıyor. Soruların cevaplarını bulmak için değil bu yolculuk, insanın kendisini bulması için. Ne güzel bir sözdür: “Hayat bir hedef değil, yolculuktur.” Öyleyse yaşamın her anının kıymetini bilmek ve anı yakalamak gerekir. Carpe diem. Acelesiz, plansız, haritanın ve ruhunun yönlendirdiği bir seyahat, insan için bir uyanıştır. Artık sen, eski sen değilsin. Birçok şeyi daha farklı algıladığının farkına varıyorsun. Önce dinlemenin ama daha çok kendini dinlemenin önemini bir daha fark ediyorsun. Aslında belki de farkına vardığın şeyler senin daha önceden de bildiğin şeyler, ama şimdi daha iyi algılayabiliyorsun.

Urfa kalesinde sırtımı tarihi bir sütuna dayamış yukarıdan şehri seyrediyorum. Turistlere mekanı tanıtıp bahşiş toplayan küçük çocuklardan biri geliyor yanıma ve Urfa’yı beğenip beğenmediğimi soruyor. Beğendiğimi ve güzel bulduğumu söylüyorum. Bilgece bana şunları söylüyor: “Evet Urfa güzel şehir ama çirkin yerleri de var. Çok kötü yerleri de var. Oraları görmedin değil mi? İnsan görmek istemediği şeyleri görmez, değil mi?” Evet insan görmek istemediği şeyleri görmez, değil mi? Enis Karaarslan Ekim 2004