gencay dergisi - sayı: 12 - ocak 2013
DESCRIPTION
Gencay Dergisi - Sayı: 12 - Ocak 2013 http://www.gencaydergisi.comTRANSCRIPT
www.millidusunce.org
Adres: GMK Bulvarı, Özveren Sokağı Nu: 2/2 Demirtepe Metro Durağı
Kızılay/ANKARA
Telefon: 0 (312) 231 31 94
Belgeç: 0 (312) 231 31 22
GENCAY
GENCAY Aylık Fikir - Kültür ve Gençlik Dergisi
Yıl 2 Sayı 12 - Ocak 2013
Ücretsiz e-dergi
www.gencaydergisi.com
CİHAN TARİHİNİN EN BÜYÜK KAHRAMANI KÜR ŞAD / Hüseyin Nihal ATSIZ
GÜLEN ÇEHRELER KALMADI SANKİ! / Alperen KIZIKLI
KÜÇÜK KARANFİLİN AĞLADIĞI GECE SAVAŞTA ÇOCUK OLMAK / Dilek AKILLIOĞLU
NEDEN BOŞ DEĞİL DE HOŞ GELİYORLAR? / Burçin ÖNER
SAĞLIKTA BİZLERE YALAN SÖYLEDİNİZ, YALAN... / Berat ASA
TERÖRLE MÜCADELEDE IRA MODELİ VE AÇILIM ÇIKMAZI / Sertaç EKEMEN
YENİLENEBİLİR ENERJİ KAPSAMINDA GÜNEŞ ENERJİSİ / Fatma Özge ÖZDEMİR
HASTANE KANTİNİ VE SOĞUYAN UMUTLAR / Ruh Adam’ın Köşesi Yalçın Selim PUSAT
GENCAY
1
CİHAN TARİHİNİN EN BÜYÜK
KAHRAMANI KÜR ŞAD Hüseyin Nihal ATSIZ, Kopuz Dergisi, 1934, Sayfa: 3
Yedinci asrın ilk yarısından Gök Türk
Kağan sülâlesi arasında şahsî ihtiras ve
entrikalar yüzünden devlet parçalanmak
tehlikesine maruz kalmış ve nihayet işe
Çinin fesadı da karışarak Gök Türk
ülkesinin şark kısımları 630’da Çinin eline
geçmişti. Bu arada Kieli Han da Çinliler
için bulunmaz bir nimet olduğundan Kieli
Han ile ona tâbi olan bütün Türkleri Çine
getirdiler. Parça parça Çine dağıtılarak
milliyetlerini unutturmak, Çinlileştirmek
siyasetini takip ettiler. Kieli Han esareti
izzetinefsine yediremeyerek kederinden
634 de öldü. Bunun üzerine esir
Türklerden birkaçı da teessürlerinin
şiddetinden intihar ettiler.
Çinlilerin Türk ırkını kökünden kurutmak
üzere aldıkları tedbirleri gören Gök Türk
hükümdar sülâlesinden Kür Şad Türk
devletini yeniden diriltmek için 639’da
gizli bir ihtilâl cemiyeti kurdu. 40 Türk bu
cemiyete girdi. Türk devletini yeniden
kurmak için Çin İmparatorunu öldürmeyi
ve Çin sarayında esir bulunan Türk
prenslerinden Holuku’yu Türkeline Kağan
ilân etmeyi kararlaştırdılar. Geceleri şehri
gezmek âdeti olan Çin İmparatorunu
sokakta öldüreceklerdi. Fakat ihtilâlin
yapılacağı gece hava bozulduğundan
İmparator Tay-tsung sarayından dışarı
çıkmadı. Kür Şad, ihtilâl gecikirse farkına
varılacağından çekinerek geceleyin
İmparatorun muhafızlarına saldırdı. Gayet
kahramanca ve çok sert bir çarpışma oldu.
Türkler azlık olduklarından çekilmeğe
mecbur kaldılar. İmparatorun ahırına
hücum ederek en iyi atlara binip kaçtılar.
Kür Şad bir ırmağı geçerken yakalandı ve
öldürüldü. Bu işte dahil olamayan Holuku
cenup vilayetlerine sürüldü. Fakat
İmparatorluğun merkezindeki bu hareket
Çinlileri o kadar korkuttu ki Türkleri
Çinlileştirmekten filan vazgeçerek onları
Sarı Irmağının şimaline nakledip yalnız
ismen kendilerine tâbi olmalarıyla iktifaya
mecbur kaldılar. Bu suretle 681”deki Türk
istiklâlinin tohumu atılmış oldu.
Tarih, Kür Şad hakkında işte bu kadar
söylüyor.
Cihan tarihinde, bilhassa Türk tarihinde
birçok kahraman görülmüştür. Bunlardan
bazılarının ünü dünyayı tutmuş, kimi
büyük fütuhat yapmış, kimi şanlı bir
müdafaanın kahramanı olmuştur. Fakat
bununla beraber tarih en büyük
kahramanların bile çok defa ufak tefek
kusurlarını kaydetmiştir. Meselâ son
GENCAY
2
asırlarımızın kahramanlarından Fatih,
Yavuz ve Kanunî o kadar büyük oldukları
halde ne kadar küçüklükler yapmışlardır.
Şanlı Fatih’in sırf şehvet için yaptığı
ahlaksızlıklar, kahraman Yavuzun şahsî
ikbal için işlediği cinayetler ve büyük
Kanunî’nin kadınlara âlet olarak düştüğü
büyük yanlışlıklar olmasaydı hiç şüphesiz
bizim gözümüzde daha büyük insanlar
olacaklardı. Yine bazı kahramanlar da
gelmiştir ki önceleri büyük yararlılık
gösterip milleti yükselttikleri halde sonları
fenalığa, sefahate dalmışlar ve iyi
namlarıyla birlikte hayatlarını da vererek
bunu ödemişlerdir. Kapağan Kağan buna
iyi bir örnektir. Kür Şad’a gelince o
bunların hiçbirine benzemez. Kür Şad ne
büyük ülkeler almış, ne yüksek kanunlar
koymuş, ne de yoksul milleti zengin
etmiştir. Fakat bununla beraber o cihan
tarihinin, hiç şüphesiz birinci
kahramanıdır. Tarihin herhangi bir
yaprağına sıkışmış birkaç satırlık
malûmattan Kür Şad’ın büyük rolünü
çıkarabilmek güçtür. Bunun için, büyük
şöhretlilerin yanında bazen ünsüzlerin de
pek büyük fedakârlıklar yapabileceğini
düşünmek lazımdır.
Tarih, adını bile bilmediğimiz birçok
kahramanlar yetiştirmiş olabilir. Irak
cephesinde, tek başına bir İngiliz süvari
alayıyla çarpışmak cesaretini gönlünde
bulan topal bir Türk piyade neferi gibi bir
millete şan verecek erler bulunur. Fakat
zaman ve mekân şartlarını da nazarı
dikkate alınca bunlardan hiçbirinin Kür
Şad’a yetişemeyeceği teslim olunur.
Arkasını kendi ordusuna veya ülkesine
dayayınca, birkaç misli düşmanla
çarpışmak, herkes için olmasa bile,
yapılabilecek bir kahramanlıktır. Kendi
menfaatini millî menfaatle birleştirerek
mevki ve şeref için kabadayılık edecek
insanlar da çoktur. Fakat ne mevki ne de
şerefi düşünmeden, sırf millet için ve
kendi kanı pahasına başkasını tahta
çıkarmak üzere çekilen kılıcın sahibine
saygı ile baş eğmek lâzımdır. Kür Şad,
Kağan sülâlesindendi. Bu büyük
kahramanlığı yaptıktan sonra kendisini
Kağan oturtmak isteyebilir, kahramanlığa
meftun olan Türk milleti de bunu ondan
esirgemezdi. Fakat kahramanlık gibi
feragatin de timsali olan Kür Şad bunu
düşünmedi bile…
40 kişiyle, esir bulundukları kuvvetli bir
memleketin hükümdarına saldırmak her
kahramanın yapacağı işlerden değildir.
Düşmanlarla çevrili olan esirlerin kuvvei
mâneviyesi hürlerinki gibi sağlam değildir.
Böyle olduğu halde bu büyük işe teşebbüs
edebilmekle Kür Şad ve onun temsil ettiği
40 Türk, cihan tarihinin en büyük
kahramanları olmak hakkını
kazanmışlardır. Onların bu hareketine
çılgınlık diyecek zavallılar bulunabilir.
Çünkü kahramanlıktan nasibi
bulunmayanlar ve hiç olmazsa
kahramanlığı takdir edecek kadar asil
seciyeli olmayanlar için kahramanlık
budalalıktır. Fakat mensup bulunduğu
milleti kurtarmak için hayatını harcayıp
toprağa düşmek, kartal gibi göğe
yükselmek demektir ki zahife gibi yerde
sürünenler bunun manasını anlayamazlar.
Millet yolunda ölen Namık Kemal bir
kahramandır. Şahsiyetini millî varlık
içinde eriten Gök Alp da öyledir.
Türkistan’da millî şuuru uyandırmak için
ölmek kararını veren ve Rus makinelisine
yürüyen Enver Paşa da belki onlardan
GENCAY
3
daha büyük bir kahramandır. Fakat
bunların hiçbiri Kür Şad gibi büyük bir
maksatla ve onunki kadar güç şartlar
içinde olarak çarpışmamışlardır.
Hükümdarlara sokakta suikast yapan
anarşistler görülmüştür. Fakat esir
oldukları memleketin sarayına saldıracak
fedaîler hiçbir yerde çıkmamıştır. Kür
Şad’ın bu hareketi hiçbir netice vermeden
sönseydi bile yine o en büyük kahraman
sıfatına lâyık olacak ve bu hareketiyle
torunları olan biz, bugün Türklere edebî
bir şan ve şeref kazandırmış bulunacaktı.
Hâlbuki bu misli görülmeyen kahramanlık
Çinlileri o kadar korkuttu ki onlar Çin’de
esir bulunan bütün Türkleri bir an önce
Türkeline göndermekten başka bir şey
düşünmediler. Bu suretle, denilebilir ki,
Türkleri esaretten kurtaran, Kür Şad’ın
kahramanca saldırışı olmasaydı Çinliler,
tabii, Türkleri Çin’de alıkoyarak
Çinlileştirme siyasetinde muvaffak
olacaklardı. Ve belki de bugün yeryüzünde
büyük Türk milleti bulunmayacaktı. Bir
millete ileri atılış gücünü verebilmek için
Kür Şad gibi serden geçti yiğitler gerektir.
Bu türlü gözünü daldan budaktan
sakınmayan erler boşu boşuna ölseler bile
milletlerinin ruhuna soktukları duygu ile
en müspet neticeyi almış sayılabilir. Çünkü
bunlar millet için birer örnek ve birer
remiz olurlar.
Büyük geçmişinden ilham alan yüksek
tahsil gençliğinin, büyüklerimiz için günler
yapmasını bütün samimiyetimle
alkışlarken, büyük Namık Kemal’le büyük
Gök Alp’ın ruhlarına, kendindeki
büyüklükten yalnız bir parçasını tevarüs
ettirmiş olan en büyük Kür Şad için de ayrı
bir gün yapmalarını, biraz daha yaşlı bir
arkadaş sıfatıyla, diler ve beklerim. Yüksek
tahsil gençliği gibi Namık Kemal ve Gök
Alp’ın ruhunu pek çok ve Kür Şad’ın
ruhunu biraz sevindiren yüksek duygulu
bir kütleden bunu beklemek hakkımızdır.
Kür Şad 639’da öldü. Beş yıl sonra yani
1939 da, onun ölümünün 1300, yılında
büyük bir Kür Şad günü için şimdiden
hazırlık yapılsa, onun hayatı için bir piyes
yazılsa ve büyük adına Üniversite
meydanda tek parçalı sade bir taş kırık bir
kılıçtan ibaret bir abide dikilse nasıl olur?
Üniversite bir bilim ocağıdır. Fakat şunu
unutmamalıdır ki bir millette önce
kahramanlar yetişir, ondan sonra şâirler
gelir, âlimlerse daha sonra meydana çıkar.
Üniversite bir bilim yeri, Kür Şad’da
ömründe ok ve kılıçtan başka bir şey
kullanmamış bir asker olabilir. Lâkin şunu
da kabul etmek lâzımdır ki arkadaşım
Orhan Şaik’in dediği gibi:
En yüksek eserler kılıçla ve düşman
kanıyla yazılmış olanlardır.
GENCAY
4
GÜLEN ÇEHRELER KALMADI SANKİ! Alperen KIZIKLI
Kıymetli okuyucu, gönlün aydın olsun!
Eleştirilerimle hiç bir şeyin değişmediğini,
memleketin siyasi gündeminde olanları
benim gördüğüm kadar az çok senin de
gördüğünü fark ettiğim günden bu yana
siyaset meseleleriyle ilgili yazılar yazarak
seninle dertleşmekten vazgeçtim.
Kendi meslek dalımdaki meseleleri sana
anlatmak, gördüklerimden ve
gözlemlediklerimden çıkardıklarımı
seninle paylaşmak derdine düştüm artık.
Çünkü yazdıklarım sürekli bir öfke, bir
endişe, bir gelecek kaygısı taşıyordu.
“Lider ülke Türkiye” diyenlerin, kendi
ülkelerini nasıl peşkeş çektiklerini
yazarak, Uğur Dündar’ın Bally çeken
çocukların bu işi nasıl yaptıklarını madde
madde anlattığı, bir nesile Bally çekmeyi
öğreten “özel” haberleri gibi kendi
okuyucularıma zarar vermekten korktum.
Hem bana ne oluyor? Tıp fakültesinde
okuyan bir doktor adayı gençten çok daha
iyi siyaset meseleleri üzerine analiz ve
yorum yapabilecek memlekette onlarca
insan varken, benim yazdıklarımın ne
ehemmiyeti olacak?
İnsanlar İİBF’lerde, Siyasal Bilgiler
Fakülteleri’nde boşuna mı lisans eğitimi
alıyor, bununla yetinmeyip üzerine boşuna
mı yüksek lisans ve doktora yapıyorlar?
Onlar ellerine neşter veya reçete alıp
doktorluk yapmadıklarına göre, benim de
yazılarımda siyaset meseleleriyle ilgili
akademik bir değerlendirme yapmam hoş
olmayacaktır.
Kısaca son yazılarımdaki halet-i ruhiye
içinde meydana gelen değişiklerin
sebeplerinden sana bahsettiğime göre
dertleşmek istediğim asıl noktaya
geliyorum. Lafı uzatmanın âlemi yok, değil
mi?
Efendim, ben bu aralar minderde oturup
torununa nasihat eden, geçmişin
güzelliğini anlatan dedelerin ninelerin ruh
hali içerisindeyim… “Bizim
çocukluğumuzda, ülkede imkânların
az olduğu zamanlarda insanlar daha
mutluydu.” diye başlayan nice
konuşmalar yapıyorum kendimle.
Başlıyorum anlatmaya çocukluğumu şu
cümlelerle:
Evlerimiz küçüktü, birçoğu da sobalıydı.
Babalarımız doğalgaz faturasıyla
dertlenmez, kömür çok pahalı olmadığı
GENCAY
5
için kıt kanaat da olsa alınır, kış gelince
sobalar kurulur, bahar gelince sobaların
kaldırılması şerefine ev temizliği ve halı
yıkama festivalleri yapılırdı.
Sokaklarda çocuklar oyun oynamaktan
başka bir meseleye kafa yormazlardı.
Oturup karşısında saatlerce vakit
geçirebilecekleri bir bilgisayar ekranıyla
henüz tanışmamışlardı. Sapan, topaç,
saklambaç, kör ebe, yakar top ve nice oyun
daha unutulmamış, mahalle arası maçların
yerini henüz pleysteyşın salonlarında
yapılan sanal futbol müsabakaları
almamıştı. Sanal olan her şey henüz o
kadar da kıymetli değildi.
Yazları, bahçelerde semt pazarlarından
hevesle alınan rengârenk civcivler olur
fakat her ne hikmetse hiçbirisi sonbahara
tavuk veya horoz olarak giremez, 1-2 hafta
içinde ölürdü. Çocuk yürekler civcivin
neden sarı değil de kırmızı, yeşil, mor
olduğuna çok kafayı takmazdı ama
civcivini törenle kara toprağa vermeyi
metanetle yapardı.
Sanal bebek diye bir çılgınlığa
kapılmamıştı çocuklar. Hayvanını kendisi
besler ve büyütür, hayvanın ölmesine
sebep de çoğu zaman kendisi olurdu.
Mahalle kavgalarına giden çocuklar da
vardı. Evet, kavga etmek güzel bir şey
değildir, fakat arkadaşı dayak
yerken Tatar Ramazan misali “Ben bu
oyunu bozarım arkadaş!” diyen çocuklar
henüz tükenmemişti.
İnternet kafeler yavaş yavaş açılmaya
başlıyordu. Hiç tanımadığı insanlarla
saatlerce Çet (chat) yapan bir avuç insan
yeni yeni ortaya çıkıyordu. Bir ailenin
evinde bilgisayar varsa zengin sayılmasına
yettiği zamanlardı o zamanlar.
Çoğu ailenin arabası yoktu ama evi olanın
hali vakti yerinde demekti. Parklarda,
bahçelerde arabalar günümüzdeki kadar
çok değildi ve İstanbul hariç hiçbir şehirde
trafik yoğunluğu bir problem haline
gelmemişti.
Dolar 250 bin lira olduğunda ana haber
bültenlerinde yer yerinden oynuyordu.
Asgari ücret 150 milyon lira, ekmek 30 bin
lira olabiliyordu. Altı sıfır hayatımızda her
daim bulunuyor, milyon kelimesi esnaf
tarafından “Melyon” diye telaffuz
edildiğine sık şahit olunuyordu.
Memleket elden gidiyor, ülke bölünüyor,
etnik gruplar özerklik istiyor gibi haberler
gazete ve televizyonlarda rağbet
görmüyordu. Evet, Reha Muhtar’ın
sunduğu ana haber bülteninde ara sıra
bizlere işkence çektiren sorulara maruz
kalıyorduk fakat hiç değilse
izlerken eğleniyorduk.
GENCAY
6
Tansu Çiller ilk kadın başbakanımız
oluyordu. Bölücülerin Toros marka polis
arabalarına bindirilip apar topar meclisten
cezaevine götürülmesi kimse tarafından
yadırganmıyordu. Çiller, kendine has
üslubuyla erkek bildiğimiz birçok
siyasetçiden daha mert bir şekilde “ Ne
dokunulmazlığı, başlarım
dokunulmazlıklarına” diyebiliyordu.
Ne olacak bu memleketin hali diyorduk,
lakin “Acaba ülkemiz bölünecek mi?”
diye bir soru aklımızdan dahi geçmiyordu.
Ülkeyi yönetenler daha haysiyetli, ülkesini
peşkeş çekmeyen ve sınır komşularını
bölmek istemeyen insanlardı.
Teröristbaşı yakalanıp yargı huzuruna
çıkarılıyor ve yalvararak mahkemeye ifade
veriyordu. Artık terör örgütünü uzaktan
yönetemiyor, PKK dağda ve şehirde
etkinliğini günden güne kaybediyor,
tükenme noktasına geliyordu.
Askere güle oynaya gidiliyor, anaların
yüreklerini oğlunun şehit düşebilme
ihtimalinin hüznü değil, daha ziyade
vatana millete vazifesini yerine getiriyor
olmasının sevinci kaplıyordu. Erkekler
“Veririm 30.000 lirayı, bastırırım
parayı, niye gideyim askere!” diye bir
düşünceyi kendine yediremiyor, askerlik
yapmamayı bir eksiklik sayıyordu. Adam
gibi askerlik yapmayana kız bile
verilmiyordu.
Memleket feysbukta değil evlerimizde,
kahvelerde ve dost meclislerinde
kurtarılıyordu.
İnsanlar cumartesi ve pazar günlerinde
birbirlerine misafirliğe gidiyordu. Eşin,
dostun ayağı birbirine daha çok
uğruyordu.
Hafta sonunu feysbuk başında geçiren bir
insan türü henüz doğmamıştı. Ya işinde
gücündeydi herkes ya da ailesiyle
dostlarıyla vakit geçirmekteydi.
Bayramlar dışında da büyükler ziyaret
ediliyor, ceplerde az para olmasına
rağmen gönüllerde büyük sevgi ve
muhabbet bulunuyordu.
Bayramlar 10 günlük resmi tatil ilanından
sonra yurtdışında veyahut bir otelde
geçirecek günler olarak değil, eş ile dostla
birlikte geçirilecek günlerdi. Ramazanda
iftar çadırları kuruluyor fakat ekmek
poşetinin üzerine asla herhangi bir parti
amblemi basılmıyordu. İnsanlar birbirine
yardım ediyor, sağ elin neler yaptığından
sol elinin haberi dahi olmuyordu.
Din adamları din adamlıklarını yapıyordu.
Cuma hutbelerinde alttan alta iktidar
partisinin propagandası işlenmiyordu.
Camiler çocuklar için yazları Kuran-ı
Kerim kursu oluyor ve bu kurslar insanları
belli bir gruba dâhil etme amacı
GENCAY
7
taşımıyordu. Camiler, cemaatlere adam
toplama yeri haline gelmemişti henüz.
Müslüman riyasız, Müslüman inanan
hakkıyla inanan, seven adam gibi
sevendi.
Kalabalık şehirlerde yalnız değildik,
komşularımızı bilir, onların iyi ve kötü
günlerinde yanında olur, bir tas sıcak
yemeği paylaşırdık. Çocuksanız hele de
evin küçüğüyseniz, konu komşuya yemek
götürmek asli vazifelerinizden bir tanesi
olurdu muhakkak.
Herkes ayağını yorganına göre uzatırdı.
Yastık altında paralar ev alabilmek için
ilmek ilmek biriktirilir, bankaya kredi
almak için başvurmak kimsenin aklına
gelmezdi. İpotek, haciz, kredi borcu,
tebligat gibi hukuki mevzular bizleri çok
da ilgilendirmiyordu.
Şehirler daha yaşanılır, ilişkiler daha
samimi, birlikte hareket etme duygusu
daha güçlü, birlikte olabilmek daha
önemli; insanlık daha temiz idi.
Sokaklarda yüzünüz soğuk çehrelere
çarpmıyor, gözleri ışıldayan daha fazla
insan görüyordunuz.
Başlıkta da dediğim gibi “Gülen çehreler
kalmadı” efendim!
Evet, memlekette insanın ayak bastığı her
yerde gülen çehreler tükendi sanki!
GENCAY
8
GENCAY
9
“KÜÇÜK KARANFİLİN AĞLADIĞI GECE
SAVAŞTA ÇOCUK OLMAK” Dilek AKILLIOĞLU
Ülkede yaşanan çatışmalar, ölümler,
haberler, büyüklerin dillerindeki
sözcükler, isimler bizlerin gözünden yanlış
veya doğru şekilde yorumlanabilmektedir.
Tıp literatüründe savaş yerine çatışma
sözcüğünün tercih edildiği
gözlenmektedir. Yine Dünya Sağlık Örgütü
(DSÖ) çalışmalarında savaş/çatışma
olgusunu, karmaşık, olağan dışı durumlar
başlığı altında incelemektedir .(1) Buna
göre, karmaşık olağan dışı durumlar,
neden olan olgunun ve yardımların
ağırlıklı olarak politik etmenlere bağlı
olduğu durumlardır. Karmaşık, olağan dışı
durumların başlıca özelliklerinden biri,
genel bir şiddeti içermesidir ve bu
şiddetin, insanlara, çevreye, alt yapıya ve
mülkiyete yönelik olabilmesidir. Şu an
içinde olduğumuz durumların tanımını
savaş olarak isimlendirmek kesin ve doğru
olmayacaktır. Fakat yukarıda tıp
literatüründe, savaş yerine çatışma anlamı
kullanıldığını düşündüğümüz takdirde
çeşitli çatışmalar içinde olduğumuzu
söyleyebiliriz. Artan ekonomik
eşitsizlikler, uluslararası ve içinde artan
gerilimlere neden olmuştur. Bu gerilimler,
hızlı ekonomik değişimler, politik
belirsizlikler ve dünyanın birçok
bölgesindeki şiddetli çatışmalarla
etkileşim içindedir. Endonezya, Balkanlar
ve Kafkaslar medyada yer almış bazı
örneklerdir. BM İnsani İlişkiler Ofisinin
(UN-OCHA) Mayıs 1999 verilerine göre ise,
1.8 milyar kişi bu gerilimlerden
etkilenmektedir. Bunların çoğunu da
kadınlar ve çocuklar oluşturmaktadır.(2)
UNICEF özellikle savaş mağduru çocuklara
yönelik olarak, kimsesiz kalan çocuklara
sahip çıkılması; askere alınan çocukların
sivilleştirilmeleri; savaşın zihinlerde
yarattığı etkilerin silinmesi; okul
yaşamının yeniden başlatılması; barış için
eğitim seferberliğinin başlatılması olarak
beş temel strateji belirlemiştir.(3)
Çatışmaları çocukların psikolojinden
değerlendirecek olursak, bunu onların
zevkle beyinlerinde çizdikleri resimlerden
örnek vererek yapabiliriz; kırları, çiçekleri
veya hayallerini, ailelerini, evine çizen
çocuğun kafasında oluşan fotoğraf
bambaşka olacaktır. Buna devamla olacak
olan ise, hayatı boyunca hissedeceği
öğrenilmiş yalnızlık duygusu, reaptik
depresyondur. İkilemler, belirsizlikler,
huzursuzluklar hayatla ilgili, içinde
yaşadığı toplumla ilgili düşüncelerini
etkileyecektir. Yukarıda belirttiğimiz gibi
onlar hayatlarının ilk dönemlerini fotoğraf
GENCAY
10
albümü haline getiriler. Çekilen kareler…
Cümlelerin içinden seçilen sözcükler...
Aileler, onların farkında olmadığını
düşündüklerinde onların hayatı
çözümlüyor olmaları...
Savaş daha fazla çocuğa dokunur ve daha
az tedavi edilir. Savaşla birlikte norm ve
değerleri altüst olmuş bir toplumda
büyümek kendini birçok yolla gösteren
arızalara neden olur. Savaşın yarattığı
ahlaki çöküntüden tavır ve değerler de
etkilenir. Çocukların savaş gibi bir olay
karşısında anlamlandırmalarının daha
yüzeysel olması nedeniyle bu olayla başa
çıkabilme yetileri de değişkenlik gösterir.
Çocuk beyni ile hissedip
düşündüğümüzde, hani herkesin dilinde
çocukların öldürmesi savaş değil cinayet
olur türünden cümleler vardır; 19 Ocak’ı
20 Ocak’a bağlayan gecede ve diğer
yaşamının devamında bir çocuğun gözüyle
savaşı yaşamak nedir? Kara Ocak
(Azerbaycan Türkçesiyle: Qara Yanvar)
Kara Cumartesi veya 20 Ocak faciası, 1990
Ocağında 19′unu 20′sine bağlayan gece
Sovyet Ordusu’nun Bakü’ye girmesiyle
gerçekleştirilen katliamda yaşadığı
toprakta, bahçesinde oynadığı evinde,
annesinin babasının yanında uyuyan bir
çocuğun tanıklık ettiği çatışmadan
bahsetmek istiyorum sizlere; hani UNICEF
“savaşın zihinlerde yarattığı etkilerin
silinmesi; okul yaşamının yeniden
başlatılması; barış için eğitim
seferberliğinin başlatılması olarak beş
temel strateji belirlemiştir.” İlkesini
belirlemiştir ya; bu facia sonrasında
ilkenin bu çocuklara ne kadar fayda
sağladığını kendime soruyorum. Hürriyet
şiirlerini okuduğum, büyüdüğüm
toprakları düşünüyorum o çocuğun
gözünden.
KAYNAKLAR
(1) Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) (Galli
G.;1997)
(2) (WHO/EHA-1998) BM İnsani İlişkiler
Ofisi (UN-OCHA)
(3) (UNİCEF-1996)
GENCAY
11
NEDEN BOŞ DEĞİL DE HOŞ
GELİYORLAR? Burçin ÖNER
Ulusalcılık ve milliyetçi camiada algılanan
ve de algılanması gereken ulusalcılık
kavramı ile ilgili bir yazı yazacağım,
doğrusu hiç aklıma gelmezdi. Sadece dost
meclislerinde yaptığımız hasbihallerde bu
konu hakkındaki fikirlerimi beyan
ederdim ve çok da üzerine düşmezdim.
Ancak son zamanlarda karşılaştığım bir
takım yorumlar beni bu konu üzerinde
daha da derin düşünmeye itti ve ben de
düşündüklerimi sadece ufak tefek görüşler
olarak değil de kalıcılığı olacak bir yazı
haline getirmeye karar verdim.
Esasen bugün belki de yalnızca ulusalcı
olmayanların değil; aynı zamanda
ulusalcıların da farkında olmadığı bir
gerçek var. O da ulusalcılığın siyasi
anlamdan çok ekonomik bir anlam
taşmasıdır. KORKMAZ, bu ayrımı şöyle
açıklamaktadır: ”Ekonomik anlamda,
bugünkü küreselleşme sürecinde ülkenin
ulusal çıkarlarını savunan bir yaklaşımdır.
Sağ veya sol bir sistem değildir. Piyasa
ekonomisine veya devletçiliğe aynı
mesafededir. Bu anlamda önyargı yoktur.
Önemli olan ülkenin ve toplumun refah ve
zenginliğidir. Siyasi anlamda Atatürk
milliyetçiliği ulusçulukla/ulusalcılıkla aynı
anlamdadır.”
İlk olarak ekonomik açıdan bir inceleme
yapmak binanın temelini sağlamlaştırmak
açısından daha verimli olacaktır
kanaatindeyim.
Bilindiği gibi Türkiye’de 1968-1980
dönemlerini incelediğimizde ekonomik
anlamda belki de tek tez, Komünizm
taraftarlarına aitti. Hatta o dönemde de
keza, bu dönemde de herkes buna böyle
inanır. Tabi ki bizi ilgilendiren, milliyetçi
camianın düşündükleri… Maalesef,
milliyetçiliğin bir ekonomik modeli yoktu.
Ancak, milliyetçiler bu noktada bir duruş
sergilemişlerdir. Ne olması gerektiği
konusunda bir fikir oluşturamasalar da ne
olmaması gerektiğini gayet iyi bilmişlerdir.
Örneğin; ekonomi, Kapitalist olmamalıydı,
Komünist olmamalıydı. Fakat muhakkak ki
geliştirilmesi gereken bir milli ekonomi
doktrinine ihtiyaç vardı.
Prof. Dr. İskender ÖKSÜZ, bir yazısında
özellikle sosyal bilimlere (İstatistik, Kalite,
Sosyoloji, Ekonomi vb.) katkısı önemli
düzeyde olan Vilfredo Pareto’nun şu
sözünü kullanmıştır: “Ekonomide
doktrinler yoktur; ekonomi bilenlerle
bilmeyenler vardır.” Buradan doğruluğu ya
da yanlışlığı tartışılacak olan şu çıkarımı
GENCAY
12
yapabiliriz: Milliyetçiler, Pareto’nun
ifadesine göre ekonomiyi bilmeyen bir
gruptur. Yalnız, burada şu gerçeği de
belirtmemiz; hatalı bir yorum yapmamız
açısından önem arz etmektedir.
Milliyetçilik, ekonomik temelli bir ideoloji
değildir. Dolayısıyla bir ekonomik doktrin
geliştirmeye de ihtiyaç duymaz. Bununla
birlikte, eğer amaç, Türk milletinin bekası
ve güçlenmesi ise –ki tam da böyledir-
ekonomiyi bilmek ve doğru kullanmak çok
önemlidir. Çünkü ekonominin bir milletin
güçlenmesi için gerekliliği su götürmez bir
gerçektir. Zira bir milletin bekası da
güçlülüğü ile doğru orantılıdır.
Bu düşünceyi biraz daha derinleştirelim.
Yine ÖKSÜZ, bilimler arasında çok önemli
bir sıralama ve bu bilimlerin ilgi alanları
arasında basit bir orantı kurmuştur. Der ki;
“Fizik birkaç taneciği incelerken; Fizik gibi
birkaç taneciği değil, çok sayıda taneciğin
bir biriyle ilişkisini inceleyen kimya; kimya
ve fiziğin birlikte çözmeye çalıştığı biyoloji
ve tıp; biyolojinin en karmaşık
konularından psikoloji ve milyarlarca
psikolojinin karşılıklı etkileşmesiyle ortaya
çıkan toplum bilimi. Ekonomi de toplum
biliminin bir alt dalı sayılabilir. Her bir
dalın gelişmişlik seviyesini sıralarsak, az
önceki sıranın tersini buluruz. Tabiatı
açıklama, olacakları önceden tahmin
açısından en başarılı bilim fizik, en
başarısızları da sosyoloji ve ekonomidir.”
Son cümlelerini dönemlerinin (20. Yy.
sonları) en ünlü ekonomicilerinin sorulan
ekonomik soruların neredeyse tamamına
“Bilmiyorum” cevabını verdikleri
örneklerle kanıtlamaktadır. Belki de bu
sebeple kendilerinden 100-150 sene önce
tek ve kesin çözümü bulduklarını iddia
eden Karl Marx ve diğerlerine olan ilgi
canlanmıştır.
Bilindiği gibi bu düşüncelerin yeniden
canlanmasıyla bir komünist dünya
kuruldu. Ekonomiye dayandığını iddia
eden fakat temelde maddeye dayalı, dinin
bir afyon olduğunu savunan bir dünya…
Fakat yaklaşık 80 küsur yılın sonunda,
Sovyetler Birliği'nden Çin'e,
Arnavutluk'tan Küba'ya tek bir komünist
ülkenin refaha kavuşamadığı görüldü ve
birer birer bu düzen çöktü. Hem de savaş
ya da kültürel bir erozyonla değil
ekonomileri ile çöktü. Açıkçası ben bunun
sebebini inanmadıkları, afyon olarak kabul
ettikleri o dinin sahibinin eşsiz eseri
olarak değerlendiriyorum. Kur’an-ı
Kerim’in Hacc Sûresi’nin 48. Ayeti de
bunun kanıtı olsa gerek… Ayette şöyle
buyrulmaktadır: “Zulmedip dururlarken
kendilerine mühlet verdiğim nice memleket
halkı vardı ki sonunda onları
yakalayıvermiştim. Dönüş ancak banadır.”
Evet. O dönemlerde ekonomiye dair fikir
sahibi iki kutuptan biri olan komünizm
maceraları bu şekilde son bulmuştur. Peki,
komünizmin bilimsel, gerçek, mutlak
doğru olduğu tezinin tam karşısında ne
vardı? ABD, dolayısıyla da “Emperyalizm”.
GENCAY
13
Dünyayı paylaşmayı beceremeyen
zihniyetlerin ego tatmini için kıyasıya
yarış yaptıkları bu düzenin içinde en güzel
tavrı yine milliyetçiler almıştı. Bazen
eleştirmekten, kimi zaman da
gülümsemekten kendimi alamadığım
uranlarımız burada da imdadımıza
yetişiyordu. Ancak şunu da göz ardı
etmemek gerekir ki döneminin halkla
ilişkileri açısından değerlendirildiğinde
sloganların hiç de azımsanamayacak kadar
büyük yeri ve değeri vardı. Bizim
eleştirilerimiz, sadece günümüzde de
bunları kullanarak kendilerini ispatlamaya
çalışan kurşun asker milliyetçileredir.
Peki, bahsi geçen ekonomik tavırlara karşı
milliyetçilerin aldığı etkili ve korumacı
tavır neydi? “Ne ABD, ne Rusya ne de Çin.
Her şey Türk’e göre, Türk tarafından, Türk
için…”
Oldukça önemli, savunulan değerlere karşı
kalkan oluşturacak bir urandan
bahsediyoruz. Ancak, ABD’nin, Rusya’nın
uyguladığı ekonomik modelleri
benimsemediğimizi belirttiğimiz bu
söylem içinde geçen ‘Türk için’
vurgusunun içini doldurmak adına ne(ler)
yapmalıyız?
Milliyetçiler, bunun için bir takım arayışlar
içinde olmuşturlar. Örneğin; Karma
ekonomi modeline yakın bir görüşü
savunmuşlardı. Daha sonra bazı
ekonomistlerimiz, herkesin gelirlerinin
%10’unu devlete vereceği ve devletin de
bunu milletine hizmet olarak
dönüştüreceği bir sistem geliştirmişlerdi.
Fakat bu da çok tutarlı bir model
olmamıştı. Belki de faydalarından çok
zararları olacaktı.
Öyleyse yapılması gereken neydi?
Sorusuna bir cevap aramaktansa
Milliyetçiliğin ekonomik teorisi diye bir
kavramın olmadığı doğrusunu
benimsemek daha akılcı olacaktır.
Bahsetsek bahsetsek, milliyetçiliğin
ekonomiden beklentisinden
bahsedebiliriz. Bu beklentiler, milletin
bekâsı için daha verimli bir üretim, dünya
piyasaları ile yüksek rekabet edebilme
yetisi, mutlu bir toplum ve güçlü bir milli
devlet olabilir.
ÖKSÜZ, makalelerinden birinde şunu öne
sürmektedir: “Her şeyi bilmiyoruz ama bazı
şeyleri artık biliyoruz. Yaptığımızda refaha
ulaşacağımız, yapmadığımızda
fakirleşeceğimiz en az iki şeyi çok iyi
biliyoruz:
1. Sahipliğin üretime müthiş etkisini;
2. Piyasanın ekonomiyi verime yönlendirme
gücünü”
Burada, mülkiyet yerine sahiplik ifadesini
kullanması “sahip çıkma/olma” kavramını
hatırlatması açısındandır ve bir nevi akıl
kontrolü olarak algılanabilir. Tıpkı, aileye
sahip çıkma, vatana sahip çıkma gibi…
Ancak sahiplik kavramına iki noktada
sınırlama getirmiştir. “Birincisi Sahip, sahip
olunanı dilediği gibi tasarlar, üzerinde
dilediği gibi riske girebilir. Yaptığı doğruysa
bunun meyvelerinden yararlanır; yanlışsa
zararı sineye çeker. Başarılının büyümesi
kadar başarısızın batması da ekonominin
tamamı için yararlıdır. Ancak, sahip, sahip
olduğu şeyler üzerinde tasarruf yaparken
başkalarının sahip olduğu şeyleri riske
sokamaz, onlara zarar veremez. İkincisi
Herkesin ve ekonominin tamamının
yararlanacağı açık olan hallerde sahiplik
sınırlanabilir. Ancak hem birinci hem de
GENCAY
14
ikinci maddenin şartlarının önceden
kanunlarla belirtilmiş olması gerekir.”
Piyasayı incelediğimizde ise şunları
görüyoruz: Hangi ürünün (mal veya
hizmet), ne miktarda üretileceğinin, kaça
satılacağının en sağlıklı belirleyicisi
serbest piyasadır. Piyasanın, ülke
ekonomisini en üst verim düzeyine
çıkardığı matematik modellerle ispat
edilebilmektedir. Burada bahsedilen ‘en
üst’ kavramı, serbest piyasanın ekonomiyi
ulaştırdığı azami verim noktasında, güç
kullanarak bir değişiklik yaparsanız, bazı
birimlerin lehine bir sonuç elde
edebilirsiniz, anlamını taşımaktadır. Fakat
böyle bir tutum, ekonominin tümünü,
dolayısıyla toplumu daha düşük bir verime
mahkûm eder.
Bu noktada milliyetçiler olarak bizlerin
yukarıda bahsedilen iki maddeyi
sorgulamamız gerekmektedir. “Ben
bunlara karşıyım” derken, ekonominin her
an batmaya mahkûm olduğu gerçeğini
kabul etmeli; “karşı değilim” derken de
kendisiyle birlikte ülke ve hatta dünya
refahını da sabote eden kontrolsüz risk
saldırganlığına açılmadığımızdan da emin
olmalıyız.
Bu açıklamalardan hareketle söyleyebiliriz
ki milliyetçiler ekonomik anlamda
Liberalizm’den yana olmalıdırlar. Ne
tamamen devletleşmek ne de tamamen
özelleşmek… Hatta bunu Öksüz’ün şöyle
bir hatırası ile de pekiştirebiliriz: “Yılmaz
Öztuna’dan dinlediğime göre: Sene 1952.
Yer, İstanbul’da rahmetli İsmail Hami
Danişmend’in evi. Hazır bulunanlar: İsmail
Hami Danişmend, Nihal Atsız ve iki genç,
Yılmaz Öztuna ile Sait Bilgiç. Danişmend ve
Atsız, liberal ekonominin, İngiltere’yi nasıl
dünyanın bir numaralı devleti yaptığını
anlatıyorlar ve bizim de bunu yapmamız
gerektiği konusunda fikir birliğine
varıyorlar.”
Yalnız, burada karıştırılmaması gereken
nokta şudur: Bahsi geçen Liberalizm
kabulü, sadece ekonomi için geçerlidir.
Ekonomi dışındaki Liberalizm algısı,
apayrı bir tartışma konusudur.
Gelelim ekonomi haricindeki algılarımıza,
aynılarımıza ve farklarımıza…
Fahri ATASOY, Milliyetçilik, Ulusalcılık,
Dindarlık başlıklı yazısında ulusalcılığı şu
şekilde tanımlamıştır:” Türkiye’de marjinal
bazı kişilerin dışında ırkçılık ve kafatasçılık
hastalığına kapılan olmamıştır. Buna
ulusalcılar da dâhildir. Ulusalcıların
kendilerini milliyetçilikten farklı
tanımlamalarının psikolojik ve tarihsel
sebepleri vardır. Osmanlı döneminde
başlayan Batılılaşma hareketinin bir
yansıması olarak yeni kurulan Türkiye
Cumhuriyeti devleti içinde modern bir ulus
yaratmak kaygısı bugünkü ulusalcılığın
temelini oluşturmuştur. En büyük hatası
milletin tarihi ve kültürel derinliğini
görmezden gelmesi olmuştur. Bunun genel
değerlendirmesini ayrıca yapmak gerekir.”
Selcan TAŞÇI’nın yaptığı başka bir
açıklamaya göre ise ulusalcılık; ulusal milli
egemenlik ilkesine sahip çıkmaktır;
ulusalcıların amacı da ülke içindeki halkı
dili, dini, ırkı, mezhebi ne olursa olsun bir
araya getirmek, ulusu korumaktır.
Görüldüğü gibi ulusalcılık kavramı
Cumhuriyet ile hemen hemen aynı
yaştadır ve Milliyetçilikten temel olarak bu
noktada ayrılmaktadır. Çünkü milliyetçilik
sınırlarını yalnızca başbakanın(!) söylediği
GENCAY
15
gibi 814.578 km2’den ibaret saymaz,
yalnızca Misak-ı Milli (gerçi burada Musul
ve Kerkük faktörünü de göz ardı etmiş
oluyoruz.) ile kısıtlamaz kendini;
Türkiye’nin dışında da ilgilenilmesi
gereken öz kardeşlerin olduğunu
unutmadan hareket eder.
Ulusalcılık, sol bir gelenekten gelmiş
olmasına rağmen özellikle AB sürecinde
Türkiye’nin milli çıkarlarını tartışmasız
düşünen bir fikir yapısına sahiptirler.
Yukarıda bahsedilenin yanında başka
ayrılıklarımız yok mudur? Elbette vardır.
Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ, bu farkları şu
şekilde maddelemektedir:
1) Ulusalcılık akımını savunan çevrelerin
tarihsel/ideolojik kökeninin merkez
soldan marksizme kadar uzanan geniş
bir yelpazeye konumlanmış olduğu
görülür. Oysa Türk milliyetçiliğinin ve
Ülkücü Hareketin kökeninde sol yoktur.
Türk milliyetçiliği fikri kökenini Bilge
Kağana ve modern ideolojik kökenini
Gaspıralı’ya dayandıran bir düşünce
sistemidir. Toplumsal kökende ise Türk
milliyetçiliğinin kaynakları sağ diye
tanımlanabilecek zeminden
kaynaklanmaktadır.
2) Ulusalcılık yaklaşımının tarih anlayışı
çok dardır. Türk tarihinin İslam öncesi
dönemini önemsemez, Osmanlı tarihini
ise dışlar. Ulusalcılık Türk tarihini sanki
İstiklal Harbi ve Cumhuriyet ile
başlatır. İstiklal Savaşı ulusalcılar için
sanki tarihsel bir travmadır.
Türk milliyetçileri ise Türk tarihini
olanca bütünlüğü içinde kavrarlar.
İslam öncesi tarihimize de İslam
sonrası tarihimize de sahip çıkarlar.
Türk milletinin İslam dini ile
şereflenmeden önce de tek tanrı
düşüncesine inandığını bilirler. Arvasi
Hocanın ifadesi ile “Türkler, Kur’an’da
bahsi geçen Zülkarneyn’den maksat
Oğuz Han olduğunu söylerler ki bu
konuda tereddüdü mucip olacak hiçbir
nokta yoktur.” Türk İstiklal Savaşı,
Türk milliyetçileri için bir travma değil,
5000 senelik Türk tarihi içinde bir
ikinci Ergenekon’dur.
3) Ulusalcılar, İstiklal Harbimizin önderi
Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü tarihsel
bağlamından kopararak sanki bir
başlangıç ve sonuç imiş gibi ele alırlar.
Türk milliyetçileri ise Mustafa Kemal
Atatürk’ü, Allah’ın Türk milletine bir
lütfu olarak görürler. Ancak Gazi
Paşa’yı tarihsel süreklilik içerisinde
Türk tarihinin başı veya sonu değil, çok
önemli bir parçası olarak
değerlendirirler.
4) Ulusalcıların din anlayışı
pozitivist/laikçi bir zemine oturur.
Genellikle dinin sosyal yaşamdaki
rolünü küçümseyen bir yaklaşımı temsil
ederler. Din ile ilişkileri henüz sağlıklı
olarak tanımlanmamıştır. Bir yandan
misyonerlik faaliyetlerine sert tepki
gösterirler öte yandan Kuran
Kurslarından rahatsızlık duyarlar.
Oysa Türk milliyetçileri/Ülkücüler
İslam dinini Türk milletinin ayrılmaz
bir parçası, karakterini oluşturan en
önemli etkenlerden birisi olarak
görürler. Türk milliyetçileri için İslam
dini pozitivist/laikçi gözle bakılabilecek
ve sosyal yaşamdan dışlanabilecek bir
olgu değil, uygarlığımızın, “bizi biz
yapan” başat unsurlardan birisidir.
GENCAY
16
Türk milliyetçileri Türk-İslam
ülkücüleridir.
5) Ulusalcılar çağdaşlaşmayı batı tarzı
yaşam olarak görürler. Türk
milliyetçileri ise çağdaşlaşmayı Türk-
İslam uygarlığı içinde gelişme,
zenginleşme, üretimin artması, çağı
şekillendiren bir özgünlüğü üretebilme
olarak görürler.
6) Ulusalcılarda tepeden inmeci, halka
rağmen bir yaklaşım hakimdir. Türk
milliyetçileri/Ülkücü Hareket ise
tabandan, halkın içinden gelen ve
halkla birlikte bir yaklaşımı temsil
etmektedir.
7) Ulusalcılar açısından nihai hedef
Türkiye Cumhuriyetinin gelişmiş,
demokratik ve zengin bir milli-üniter
devlet olarak Batı dünyasının bir
parçası olarak yaşamasıdır.
Ulusalcıların büyük projeleri yoktur.
Türk milliyetçileri/Ülkücü Hareket için
ise nihai hedef Türk birliğidir. (Bana
göre buradaki Türk Birliği’nden kasıt,
kan bağı olan Türkler ve kendini kan
bağı varmışçasına Türk hissedenler
için tanımlanan bir birlikteliktir.)
8) Ulusalcılar, tarihin mağlup ettiği bir
ideolojik zeminin takipçileridir. Türk
milliyetçileri/ülkücüler ise tarihin
HAKLI ÇIKARDIĞI bir düşüncenin
takipçileridir. Ülkücüler, komünizm
yıkılacak demişlerdir. Ülkücüler Türk
ülkeleri bağımsızlığa kavuşacak
demişlerdir. Ve ülkücüler haklı
çıkmışlardır. Tarih ülkücüleri nasıl
haklı çıkardı ise gelecek de öyle haklı
çıkaracaktır.
Tüm bunlara rağmen Ulusalcılar ile
Milliyetçiler arasında özellikle de büyük
bir buhran içinde nefes almaya çalıştığımız
şu son günlerde, devletimizin ve
milletimizin refah ve mutluluğunun
yeniden, daha da artan bir şekilde
sağlanması, memleketi Atatürk’ün ifadesi
ile ‘muhasır medeniyetler seviyesine
çıkarma’ ortak amacı doğrultusunda çok
önemli bir ortak nokta bulunmaktadır. Bu,
içinden geçtiğimiz ve milletimiz ve
ülkemizin bütünlüğünün emperyalist
saldırılar ve iç ihanet odaklarının ortak
saldırısı altında olduğu bir dönemde, yani
dahili ve harici bedhahlarımıza karşı
Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk
milletinin varlığı konusunda Türk
milliyetçilerinin ve Ulusalcıların aynı
fikirde olmalarıdır. Yalnızca bu bile
hasımlığı bir kenara bırakıp ortak
noktalarımız üzerinden bir mutabakat
sağlamak için yeterlidir. Elbette her
konuda aynı düşün(e)meyiz,
düşünmemeliyiz de zaten. Çünkü fikir
çeşmelerimizin pınarları, beslendiğimiz
odaklar farklıdır. Ancak, günümüzde bir
öyle bir böyle söylemler içinde bulunan,
tabir-i caizse ‘kendini arayan adam’ rolüne
bürünmüş nice insanların, bir yandan
zinayı suç olmaktan kaldırıp öte yandan da
millete din satanların, tek millet-tek
devlet-tek bayrak diyerek dillerini bu
necip millete yüreklerini ezeli ebedi
meçhul başka milletlere(!)
verenlerin/adayanların olduğu bir
dönemde dostu düşmanı iyi ayırt etmek
gerekir. En azından Başbuğ’un ‘Sol'un
ihanete varan davranışları yüzünden sağ ile
olan kavgamızı erteledik.’ sözünü
Efendimiz, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in
‘Yaşadığınız zamana uyum gösterin’ hadis-
i şerifi ile sentez etmeyi becerebilmeliyiz.
GENCAY
17
Ayrıca, farkındalık yaşamamız gereken şu
tespiti de belirtmeliyiz:1970’li yıllar, solu
milliyetçilikten; sağı da inkılapçılıktan
uzaklaştırmıştır. 1980 ihtilali ve SSCB’nin
yıkılması tüm zihinlerde bir aydınlanma
yaratmış olmalı ki o zamanlar unutulanlar
ya da arka plana itilen kavramlar
zihinlerde yeniden canlanmaya başladı.
Elbette ki eski alışkanlıklar bir günde
terkedilemez; birilerinin deyimiyle bu
devrim olur ki devrim de silahla
yapılabilecek bir eylemdir. Belki de bu eski
alışkanlıklar sebebiyle ulusalcılar
kendilerini ‘milliyetçi’ olarak
tanımlayamayıp kendilerine yeni bir
kimlik aramışlardır. Esasen kendilerine ne
dedikleri de beni de -öyle zannediyorum
ki- benim gibi düşünen pek çok kişiyi de
ilgilendirmemektedir. Aslolan, ‘Kimin için
çaba sarf ediliyor?’ sorusuna verilen
cevaptır. İnanıyorum ki bu cevap “Türk
Milleti” olacaktır. Dünyadaki tüm Türk
kardeşlerimizin derdiyle dertlenemeseler
bile bir yerden başlamak gerektiğinin
farkında olmaları bile onlara boş değil de
“HOŞGELDİNİZ” demek için yeterlidir.
Atasoy’un deyimiyle ‘Milliyetçilik milletin
bütünü için ortak kaygılar ve sorumluluklar
üstlenmektir. Milliyetçiler bu anlamda
ulusalcıları da, dindarları da, farklı
toplumsal kesimleri de kucaklamak
durumundadır. Özellikle Türk milliyetçileri
bu basireti her zaman göstermiştir.’
Sözlerimi Haberiniz.com internet sitesinde
Afşin SELİM Beyefendi’nin Prof. Dr.
İskender ÖKSÜZ Hocamızla yaptığı bir
röportajın bir bölümü ile sonlandırmak
istiyorum.
“A.S. : Bu ülkede Milliyetçiliğin çeşitli
fraksiyonları olduğu kanısında mısınız? Ve
ayrıca, Ulusalcılık diye bir akım söz
konusu… Hatta bu akımın Milliyetçiliğin
metafiziğini zedelediği belirtiliyor. Bu
konuda neler söyleyeceksiniz?
İ.Ö. : İnsanlar aynı anda iç içe mensup
oldukları toplum birimlerinden milleti
tercih ediyorlarsa milliyetçidirler.
Milliyetçiler, her konuda tıpa tıp aynı
şeyleri düşünmek zorunda değillerdir.
Bence ulusalcılar da bal gibi Türk
Milliyetçisidir. Ancak, eski sol alışkanlıkla
‘millet’ demekten gocunuyorlar; ‘ulus’
diyorlar. Bu yönlerinin de zaman içinde
tedavi olacağı kanaatindeyim. Şu anda
milletin ve milliyetin kendisine, yani bir
anlamda fiziğine saldırılırken
metafiziğinden ne kastedildiğini
bilmiyorum. Fiziğini kurtaralım önce olur
mu?”
KAYNAKLAR
İskender ÖKSÜZ, Milliyetçiliğin
Ekonomisi, 04.07.2010
İskender ÖKSÜZ, Milliyetçiliğin Ekonomisi
Ekonominin Milliyetçisi, 18.02.2008
Esfender KORKMAZ, Ulusalcılığı Doğru
Tercüme Etmeliyiz, Yeniçağ Gazetesi,
22.04.2011
Fahri ATASOY, Milliyetçilik Ulusalcılık
Dindarlık, Türk Yurdu Dergisi, 23.11.2009
Selcan TAŞÇI, Şaibeli Ulusalcılık, Yeniçağ
Gazetesi, 07.03.2008
Ümit ÖZDAĞ, Milliyetçilik ve Ulusalcılık
Arasındaki Farklar, Yeniçağ Gazetesi,
24.02.2011
İskender ÖKSÜZ, Milliyetçilik
Nasyonalizm ve Ulusalcılık, 30.06.2006
GENCAY
18
GENCAY
19
SAĞLIKTA BİZLERE YALAN
SÖYLEDİNİZ, YALAN... Berat ASA
Sayın Sağlık Bakanı bu güne kadar
poliklinik önlerinde sıra olmaması ile
yapılan ameliyat sayıları ile övündü
sürekli. Hiç bir zaman koruyucu
hekimlikle ilgili bir kampanyada
övünürken kendilerini nedense ekranlarda
göremedik. Gördüğümüz zamanlarda ise
obezite gibi insanların kişisel olarak
alabileceği önlemlerde gördük, işittik.
Bunları yaparken de insanların gözlerinin
içine bakarak yalanlar söylediler. Acil
hastalardan para almayacağız, kendilerine
hiç bir sorgulama yapılmayacaktır dediler,
arkasına başbakanlık genelgesi yayınlayıp,
belli kriterlere uymayan hastaların
faturalarını ödemeyeceklerini söylediler.
Çıktılar fark almayacağız dediler,
hastanelerde alınan paraları eczanelere
kaydırdılar. Hem de “güncellenmiş”
fiyatlarla…
Çıktılar yeni hastaneler yapacağız, devasa
şehir hastanelerimiz olacak dediler,
arazileri kamulaştırdılar. Sonra bu
arazileri İTALYA BAŞBAKANI
BERLİSKONİ’ye ve EMİNE ERDOĞAN’IN
ORTAĞI OLDUĞU MEDİKAL PARK SAĞLIK
GRUBUNA Yap-İşlet-Devret modeli ile
peşkeş çektiler.
Çıktılar, şiddet yok sadece farkındalık arttı
dediler ama gelin görün ki kendi
istatistikleri bile kendilerini yalanladı, son
yıllarda olayları %200, %300 arttığı
görüldü. Doktorlar öldürüldü, hemşireler
yerlerde sürüklendi…
Çıktılar, sağlık personeli mutludur dediler.
Anketler yapıldı sağlık personelinin %68′i
şu an imkânım olsa iş değiştirirdim demesi
ile sarsıldılar…
Çıktılar, yönetimleri daha iyi hale
getireceğiz, bunun için Kamu Hastane
birliklerini kuruyoruz dediler ama ilk
icraat olarak işlerini iyi bilen 7000
personelin tayinini bir gecede çıkardılar.
Çıktılar, personel eksiğimiz var dediler,
lâkin ellerinde olanları yönetemediler.
Bilgisayar başına hemşire koydular,
santral memuru olarak sağlık memurlarını
kullandılar…
Hekimleri itibarsızlaştırdılar, paragöz ilan
ettiler.
Sağlık personelini itibarsızlaştırdılar, el işi
yapan teyzeler topluluğu ilan ettiler.
Hizmetlileri yok sayıp yıllarca görevde
yükselme sınavı yapmayıp, insanların
maddi kayıplarına sebep oldular.
Gereksiz yetki devirleri yapıp bir meslek
kolunu çevre sağlığı teknisyenliğini
öldürdüler… Kısacası mutsuz bir toplum
yarattıkları gibi ona hizmet edenleri de
mutsuzlaştırdılar…
Yaşasın mutsuz Türkiye, yaşasın mutsuz
çalışanlar!
GENCAY
20
TERÖRLE MÜCADELEDE IRA MODELİ
VE AÇILIM ÇIKMAZI Sertaç EKEMEN
Açılımı Irish Republican Army olan ve
yüzyıllardan beri iç içe geçmiş İrlandalı ve
İngilizlerin arasında bir etnik savaş
çıkarma fikrinde örgütlenen İrlanda
Cumhuriyet Ordususun temel mücadele
başlangıcı, dünyadaki milliyetçi fikriyatın
doğuşundan çok daha öte bir durumdadır.
1200’lü yıllarda İrlanda ana adasını işgale
girişen Anglosakson hegemonya bütün
adada hâkimiyet kurması ve İngiliz kralı
Henry’nin biraz politik biraz şahsi
hayatının gerekliliğinden İngiltere
içerisinde bir Millet-Mezhep kurgulayıp
Katolikliği Ada Avrupası’ndan men etme
girişimi ile Katolik İrlanda Ulusal
bağımsızlık hareketi ortaya çıkar. Dikkat
edilecek olunursa eğer, İrlanda’da vuku
bulmuş olan bu etnisite sorunsalı
başlangıç ve gelişim safhaları nezdinde
Bölücü Kürt hareketi ile aynı temelde
olmayacaktır. PKK kuruluşundan
gelişimine kadar sınıf siyasetinde
temellenmiştir ve toplum içerisinde var
olan sosyolojik somut bir sorunsalı değil,
Marksist terminolojiden hayat bulmuş bir
bölücülük güdecektir.
IRA ‘Irish Republican Army’ gün geçtikçe
Katolik toplumsal soyutlamasının yarattığı
problemler içerisinde hayat bulmuştur.
Katoliklerin devlet memuru olamaması ve
sürekli bir Protestan asimilasyonuna
maruz kalıp İrlandalı kimliğinin
İngilizlerce soyutlanmaya çalışılması,
IRA’nın İrlanda toplumu içinde
yükselişinin temel nedenleri arasındadır.
Pekâla, ortaya çıkan bu durum 1. Dünya
savaşı öncesi güneş batmayan
imparatorluğun anakarada tekbir millet
gütmesi anlayışının bir göstergesidir. Bu
tarihsel yok sayma güdüsü ve bunun
ötesinde var olan İrlandalı kavramını
toplumsal yönetimden uzak tutmaya
çalışma gayesi, PKK’yı oluşturan tarihsel
süreç içerisinde gözlemlenememektedir.
Osmanlı döneminde, Kürtçe konuşan
halkın Müslüm bireyler içerisine dâhil
olması ve herhangi yerel bazdaki devlet
örgütlenmesi dışında bırakılmaması,
IRA’nın ve PKK’nın aynı tarihsel koşullar
içerisinde çerçevelenmediğini bizlere
göstermektedir. Osmanlı Devletinde bir
Kürt asimilasyonunun gerçekleşmediğini
ve tarihsel olarak bu etnisiteye sistematik
bir sindirme girişiminin olmadığını Birinci
Dünya Savaşının ardından kurulan Kürt
Teali Cemiyetinden anlayabilmekteyiz.
IRA’yı ortaya çıkaran ve sağlıklı bir
mücadele gütmesinin sebeplerinden bir
diğeri de genel bir halk kitlesi yaratmayı
başarmış olmalarıdır. IRA Birinci Dünya
Savaşından sonra ilk kez ortaya çıkmasıyla
GENCAY
21
beraber, topyekûn bir biçimde İrlanda
toplumundan destek görmüştür. Özellikle
büyük İrlanda kıtlığının baş göstermesine
müteakip, Merkezi İngiliz yönetiminin bu
hususa dayalı bir yaptırım ve yardım
uygulamaması ve İrlanda’nın bu buhran
dönemini Amerika İrlandalı Diasporadan
aldığı yardımla atlatması İrlanda
toplumunun Merkez’e olan sağduyusunu
kaybetmesine neden olmuştur. Burada
önemli olan İrlanda ile Kuzey İrlanda’nın
bir bütün içerisinde hareket edip Büyük
İrlanda bağımsızlığını 1920’li yıllarda
beraber sağlamış olmasıdır. PKK terörüne
baktığımızda ise bir bütün olarak Anadolu
ve Mezopotamya’da hiçbir zaman
Kurmançi ve Zaza toplumundan tam
destek görememiştir. PKK ile mücadele
içerisinde IRA modelinde bir politikanın
yaratacağı en büyük yanılgılardan bir
tanesi; genel halk kitlesinden destek
bulabilmiş olan bir oluşuma karşı, tabanda
desteğini genele indirgeyememiş olan bir
örgüte uygulanacak benzer bir mücadele
mekanizmasıdır.
IRA ile PKK’nın analizi yapılırken, göz ardı
edilmemesi gereken koşullardan biri de
bölgelerin içerisinde bulunan coğrafi
koşullarının birbirine olan
uyumsuzluğudur. PKK hareketi, 1978
yılında kurulmasının ardından şehir
gerillacılığı hareketinde başarılı olamayıp,
12 Eylül darbesinin ardından kadrolarını
yerleşim dışına çekip dağda militanlığa
başlamıştır. Bunun yanında IRA, şehir
savaşı teziyle hareket edip
mücadelesindeki başarıyı şehir teröründe
gerçekleştirmiştir. Britanya hükümetinin
ilk dönem sonrası, ‘IRA Kuzey İrlanda
Bağımsızlık Mücadelesiyle’ müzakere
masasının içine oturmasının sebebi de bu
durumda gizlidir. Fakat PKK daha
öncesinde girişmiş olduğu şehir
savaşımında başarılı olamamış ve dağ
militarizminde yoğunlaşıp kent
merkezlerinden kendini soyutlamıştır.
Metropollerde olan bu durum bölgesel
terörde de kendini gösterememiştir.
Nitekim Güneydoğu Anadolu bölgesinde
şehir merkezlerinde terör olayları
gözlenmemekte bölge halkı terörü kent
merkezlerine sokmamaktadır.
IRA’nın mücadelesini topyekûn bir hale
getirebilmesinin en büyük
göstergelerinden birisi, 10.00.000 nüfusun
içerisinde vermiş olduğu 325.000 kişilik
kayıp bilançosudur. Buna karşın PKK
hiçbir zaman yaratmak istediği büyük halk
isyanını ‘serhildan’ gerçekleştirememiştir.
12.000.000’luk bir topluma hitap ettiğinin
iddiasına bağlı olarak 15.000 civarında
kayıp vermesi bu duruma en bariz
örnektir.
Büyük Britanya’nın, IRA ile yapmış olduğu
müzakerenin aslında IRA’dan ziyade
Kuzey İrlanda topluluğu ile yaptığı
yukarıdaki örnekler ile karşımıza çıkar.
Buna alternatif Türkiye’de uygulanıyor
olan benzer müzakere ‘açılım’ modelinin,
sadece bölücü bir örgütlenme ile sınırlı
kalması sorunlar zincirini beraberinde
getirecektir. Türkiye’deki bu açılım
sığlığının genel bir halkı kapsayıcı nitelik
kazandırılması Anadolu iç istikrarını
baltalayacak ve ileriki vadede kimlik
kargaşasının bir patlaması olarak reel iç
savaş ortamına sebebiyet verecektir.
GENCAY
22
YENİLENEBİLİR ENERJİ KAPSAMINDA
GÜNEŞ ENERJİSİ Fatma Özge ÖZDEMİR
Enerji, bugün sahip olduğumuz
medeniyetin temel taşlarından birini
oluşturmaktadır. Kalkınmanın ve
gelişmişliğin bir göstergesidir. Son
dönemdeki enerji ihtiyacımızın fazla
olması ve bu fazlalığın sebep olduğu
kirlilik, çevre tahribatına sebep olarak geri
dönüşümü zor olan tabiat facialarına yol
açmaktadır. Yenilenebilir enerji, doğanın
kendi dengesi içinde, bir sonraki gün aynen
mevcut olabilen enerji kaynağıdır. İnsan
müdahalesi olmadan, doğal bir şekilde
oluşan veya dönüşebilen enerjilere doğal
enerji kaynakları denilmektedir.
Yenilenebilir enerji doğadan sürekli ve
tekrarlamalı olarak ulaşılabilen, herhangi
bir mevcut rezerv azalması söz konusu
olmayan enerji biçimidir. Dünyanın en
değerli kaynakları potansiyel olarak
yenilenebilir enerji kaynaklarıdır.
Yenilenemeyen enerji kaynaklarının
zaman içinde tamamen tükenmesi bizleri
daha çok yenilenebilir enerji kaynaklarına
sevk edecektir. Yenilenebilir enerji
kaynaklarından en popüler olanı güneş
enerjisidir. Ayrıca, güneş enerjisi
yenilenebilir enerji kaynakları arasında
geliştirilmeyi bekleyen bir doğal hazinedir.
Dünyanın en önemli enerji kaynağı
güneştir. Güneşin ışınım enerjisi, yer ve
atmosfer sistemindeki fiziksel oluşumları
etkileyen başlıca enerji kaynağıdır. Rüzgâr,
deniz dalgası, okyanusta sıcaklık farkı ve
biyokütle enerjileri, güneş enerjisinin
değişim geçirmiş yenilenebilir enerji
kaynaklarıdır. Yapılan araştırmalara göre
fosil yakıtların da biyokütle niteliğindeki
metaryallerde birikmiş güneş enerji
sistemi olarak kabul edilmektedir.
Güneşin ışınım enerjisi, yer ve atmosfer
sistemindeki fiziksel oluşumları etkileyen
başlıca enerji kaynağıdır. Dünyadan
ortalama 1.496x108 km. uzaklıkta,
1.392x108 km. çapında ve 1.99x1030 kg.
kütlesinde sıcak bir gaz küresi olan
güneşin yüzey sıcaklığı yaklaşık 6.000 °K
olup, iç bölgesindeki sıcaklığın 8x106 °K ile
40x106 °K arasında değiştiği tahmin
edilmektedir. Sürekli bir füzyon reaktörü
olan güneşin enerji kaynağı, hidrojenin
helyuma dönüşmesi esnasında saniyede 4
milyon ton kütle enerjiye dönüşerek,
yaklaşık 3.5x1026 değerindeki enerjinin
ışınım şeklinde uzaya yayılmasıdır. Güneş
enerjisi geniş bir coğrafi yayılıma sahiptir.
Ülkemiz coğrafi olarak 36-42° kuzey
GENCAY
23
enlemleri arasında bulunarak, güneş
kuşağı içine girmiştir.
Bölgelerimize göre güneş enerjisi
potansiyelinin dağılımını incelersek yıllık
ortalama güneş ışınım şiddetinin Güney
Doğu Anadolu Bölgesi’nde 1491.2 kWh/m²,
Akdeniz Bölgesi’nde 1452.7 kWh/m², İç
Anadolu Bölgesi’nde 1432.6 kWh/m², Ege
Bölgesi’nde 1406.6 kWh/m², Doğu Anadolu
Bölgesi’nde 1398.4 kWh/m², Marmara
Bölgesi’nde 1144.2 kWh/m² olduğu
gözlenmektedir. Yıllık ortalama güneş
ışınım şiddetinin en düşük (1086.3
kWh/m²) olduğu bölgemiz ise Karadeniz
Bölgesi’dir.(1)
Güneşlenme süreleri dikkate alındığında
Güney Anadolu Bölgesi’nin yılda 3015.8
saat ile en zengin bölgemiz olduğu
görülmektedir. Akdeniz Bölgesi’nde 2923.2
saat, Ege Bölgesi’nde 2726.1 saat, İç
Anadolu Bölgesi’nde 2711.5 saat
güneşlenme süresi görülürken, Doğu
Anadolu Bölgesi’nde 2692.5 saat, Marmara
Bölgesi’nde 2525.7 saat, Karadeniz
Bölgesi’nde ise 1965.9 saat olarak
saptanmıştır.(1)
Güneş enerjisinin dünyaya gelen küçük bir
bölümü dahi insanlığın mevcut
gereksinimden kat kat fazlasını
karşılamaktadır. Ülkemizin yıllık
güneşlenme süresi yıllık 26-40 saat
(günlük toplam 7.2 saat) ortalama toplam
ışınım şiddeti ise, 1311 kWh/m2 yıl (
günlük toplam 3,6 kWh/m2 ) olarak tespit
edilmiştir. Verilerden gördüğümüz
kadarıyla, yenilenebilir enerji
kaynaklarına yönelmeli ve bu konuda
devlet desteğini de alarak daha fazla güneş
enerjisinden faydalanmalıyız. Ülkemiz
güneş enerjisi kuşağında olmasına rağmen
sahip olduğu potansiyeli yeterli derecede
kullanamamaktadır. Yurdumuzun en fazla
güneş enerjisi alan bölgesi Güneydoğu
Anadolu Bölgesi olup, bunu Akdeniz
Bölgesi izlemektedir.
Yeryüzüne her yıl düşen güneş ışınım
enerjisi, fosil yakıtların verdiği enerjinin
yaklaşık 160 katı kadardır. Ayrıca,
yeryüzünde bulunan fosil, nükleer ve
hidroelektrik tesislerinin bir yılda
üreteceği enerjiden, güneş enerjisi 15.000
kat daha fazladır. Bu bakımdan güneş
enerjisinin kullanımı zor değildir. Sadece
güneş ışınlarının kullanılabilir enerji
türüne dönüştürülüp, depolanması
maliyetlidir.
Her alternatif enerji kaynağında olduğu
gibi güneş enerjisinin de avantaj ve
dezavantajları vardır.
Güneş enerjisinin avantajlarını
sıralayacak olursak;
Bol ve tükenmeyen yenilenebilir enerji
kaynağıdır,
Temizdir, çevreyi kirletici, duman, gaz,
karbon monoksit, kükürt ve
radyasyon vb atıkları yoktur,
Yerel uygulamalar için elverişlidir.
Enerjiye ihtiyaç duyulan, hemen her
yerde güneş enerjisinden yararlanmak
mümkündür. Bir çakmağın, bir saatin,
bir hesap makinesinin veya bir deniz
fenerinin, bir orman gözetleme
GENCAY
24
kulesinin enerji ihtiyacı yerinde güneş
enerjisiyle rahatlıkla karşılanabilir.
Dışa bağımlı olmadığından,
doğabilecek ekonomik bunalımlardan
bağımsızdır,
Birçok uygulamasında karmaşık
teknolojilere gerek
duyulmamaktadır.(2)
Güneş enerjisinin dezavantajları ise;
Birim yüzeye gelen güneş ışınımı az
olduğundan geniş toplayıcı yüzeylere
ihtiyaç vardır,
Sürekli olmadığından ısı depolama
gerekmekte olup, depolama imkânları
ise yüksek maliyetli ve sınırlıdır,
Enerji ihtiyacının çok olduğu kış
aylarında güneş ışınımı az, geceleri ise
hiç yoktur,
Güneş ışınımından faydalanılan
sistemlerin, güneş ışığını sürekli
alabilmesi için çevrenin açık olması,
gölgelenmemesi gerekmektedir,
Güneş ışınımından yararlanılan birçok
sistem yüksek ilk yatırım maliyetleri
nedeniyle uzun amortisman
sürelerine sahiptir.(2)
Güneş enerjisi sistemleri ‘’Termodinamik
Sistemler’’ ve ‘’Fotovoltaik Sistemler’’
olarak ikiye ayrılmaktadır. Termodinamik
sistemler; ‘’Pasif Güneş Sistemleri’’ ve
‘’Aktif Güneş Sistemleri’’ olarak ikiye
ayrılmaktadır.
PASİF GÜNEŞ SİSTEMLERİ
Pasif güneş sistemleri, güneş enerjisi
sistemlerini kullanımı için geliştirilen en
eski sistemlerdir. Başlıca binaların ısıtma,
soğutma ve dizayn gibi işlemlerinde
kullanılmaktadırlar. Tarımda da kullanılan
sistem, zirai ürünlerin kurutulmasında ve
seraları ısıtmada kullanılan ekonomik bir
çözümdür.
Pasif güneş sistemleri fonksiyonlarına
göre:
Direk Toplama,
Termal Depolama,
Güneş Uzayı
olarak 3’e ayrılmaktadır.
Direk Toplayıcı: Bu sistemlerde, güneş
enerjisi kuzey yarım küre için, güneye
bakan yönde düşey bir pencere yardımıyla
toplanır. Toplanan ısı yüzey tarafından
emilerek, gece kullanılır. Güneş ışınlarının
daha fazla düştüğü yerlerde faydalanılması
gereken bir sistemdir. Şehir
planlamasında ve inşaat sektöründe göz
önünde bulundurulması gereken önemli
bir faktördür.
TERMAL DEPOLAMA: Bu sistemlerde
güneye bakan bir pencerenin arkasına
yerleştirilen ısı kolektörü vazifesi gören
bir duvar vardır. bu sistem ekstrem
koşullardan fazla etkilenmemekle beraber,
soğuk kışların yaşandığı iklim şartlarında
uygulanması daha ekonomik olmaktadır.
GENCAY
25
GÜNEŞ UZAYI: Bu sisteme direk toplayan
ve termal depolama sistemlerinin bir
kombinasyonu gibidir. Evin güneye bakan
penceresi ile duvarı arasında bir sera
sisteminin kurulmasıyla gerçekleştirilir.
Pasif güneş sistemlerinin kullanımında en
önemli özellik binaların inşasında
pencerelerin güneye bakıyor olması ve
güneş alan merkezlerde evoporasyon,
rüzgâr yönü, sıcaklık şiddeti ve nem
hesapları yapılarak sistem performansı
göz önüne alınmalıdır.
AKTİF GÜNEŞ SİSTEMLERİ
Güneş radyasyonunu ısıya dönüştüren
sistemlere aktif güneş sistemleri
denilmektedir. Pek çok uygulama alanında
etkili olup, farklı sıcaklıkta bulunabilme
özelliğine sahiptirler. En basit güneş
kolektörleriyle >100 Watt enerji elde
edilebilirken, güneş güç istasyonlarıyla
>100 Megawatt enerji elde
edilebilmektedir. Aktif sistemlerde ısıtma,
soğutma amaçlı kullanılmanın yanında
elektrik üretiminde de büyük pay
sahibidirler.
Aktif güneş sistemleri fonksiyonlarına
göre;
Termal Stasyoner (durağan)
Sistemler,
Termal Güneş Tarayıcı Sistemler
olarak 2’ye ayrılmaktadır.
TERMAL STASYONER (DURAĞAN)
SİSTEMLER: Bu sistemlerde güneş enerjisi
stasyoner bir toplayıcı (kollektör) ile
toplanır, daha sonra ısıya dönüştürülerek
bir akışkana transfer edilir. Bunlar
kollektör tiplerine göre sınıflandırılır.
Bunlar; flat-plate kollektör (Düz plakalı
kollektörler), tubular kollektör (Boru
şeklindeki kollektörler), concentrating
kollektör , solar ponds (güneş
havuzları)’dır. Bu tip kolektörler en yaygın
olarak kullanılan ve teknik olarak en
gelişmiş kolektörlerdir.
FOTOVOLTAİK SİSTEMLER
Bu sistemlerdeki voltaik toplayıcılarda,
güneş enerjisini doğrudan elektrik
enerjisine dönüştürmek için Cd S ya da
silikon maddelerinden güneş pili imal
edilir bu maddeler üzerine gelen güneş
ışınları anında elektrik enerjisine
dönüştürülerek kullanılır. Bu sistemlerde
güneş izleme düzeni ile her an mümkün
olan en yüksek güneş enerjisinden
yararlanılır. Güneş izleme düzeni pahalı
olduğundan bu tip toplayıcılardan, izleme
düzeni olmadan da yararlanılmaktadır.
Ülkemizde güneş enerjisi kullanımında
kaynak anlamında bir sorun olmamakla
beraber elektrik üretiminde uygulanacak
yöntem açısından bazı bölgesel farklılıklar
bulunmaktadır. Fotovoltaik sistemler ile
bulutlu veya açık her türlü hava
şartlarında elektrik üretilebilirken,
yoğunlaştırıcı sistemlerde (termik ve
mekanik dönüşüm) direk ışınım, yani açık
hava, gerekli olmaktadır. Bu nedenle,
GENCAY
26
termik ve mekanik dönüşümlü üreteçler
için Güneydoğu Anadolu ve Akdeniz
bölgelerinin tercih edilmesi gerekirken,
fotovoltaik üreteçler için Doğu Karadeniz
Bölgesi dışındaki tüm bölgeler uygun
olmaktadır.(3)
SONUÇ VE ÖNERİLER
Ülkemiz güneş enerjisi potansiyeli
bakımından iyi durumda olmasına rağmen
ne yazık ki bu potansiyeli yeterince etkin
ve yaygın kullanamamaktadır. Bunun
sebebi olarak kurumlar arası
koordinasyon eksikliği ve şimdiye kadar
devletin bu konuda bir teşvik
uygulamamış olması gösterilebilir.
Avantajlarının yanında dezavantajlarının
maliyetli olması ve devlet desteğinin
sadece sıcak su üzerine uygulanması,
güneş enerjisinin diğer alanlardaki
uygulamalarını kısıtlamış ve gelişimine
engel olmuştur. Güneş enerjisi
malzemelerinin elde edilmesi dışa bağımlı
bir politika izlediği için, normal
maliyetinin çok üzerinde bir fiyata denk
gelmektedir. Bu durum güneş enerjisi
sisteminin yurdumuzda kullanımını
engellemektedir. Şimdiye kadar ki
deneyimlerimizden yola çıkarak, güneş
enerjisi projelerini dışa bağımlı bir
politikadan kurtarmak ve yeni iş
istihdamları sağlamak adına, belirli bir
düzen çerçevesinde bağımsız bir üst
koordinasyon kurulu kurularak, gerekli
kanuni düzenlemelerin getirilmesi
gereklidir. İlk yatırım giderleri yüksek
olan, ancak yakıt masraflarının olmaması
nedeniyle işletme masrafları bulunmayan
çevre ile uyumlu, güneş kaynaklı enerji
üretim sistemlerinin gerçekleştirilmesi
için gerekli uzun vadeli finansman imkânı
sağlandığında bu teknolojiler gelişecek ve
enerji darboğazlarının konuşulduğu
ülkemizde bu kaynaktan en üst seviyede
faydalanmanın yolu açılmış olacaktır.
Güneş enerjisini kullanırken
yaygınlaştırmak adına:
Üniversitelerin mimarlık, mühendislik,
şehir planlaması bölümlerinde
zorunlu ders olarak güneş mimarisini
içeren dersler okutulmalıdır.
Yurdun çeşitli yerlerinde güneş
mimarisinin kullanımını teşvik edecek
örnek konutlar yapılmalıdır.
Kitle iletişim araçları kullanılarak,
tanıtım filmleri çekilmeli ve el
broşürleri bastırılarak halk
bilinçlendirilmelidir.
Okullarda çocukları bilinçlendirecek
seminerler verilmelidir.
Yeni yerleşim bölgesindeki konutlarda
güneş mimarisi kullanımını sağlayacak
yasal düzenlemeler getirilmelidir.
Güneş enerjisi sistemlerinin
kullanıldığı ev ve iş yerlerine vergi
indirimi uygulanmalıdır.
Güneş enerjisi için teşvik primleri
verilmeli ve primlerle yapılan
uygulamalar devlet gözetiminde
incelenmelidir.
Güneş enerjisi uygulamaları ile
standartlar gözden geçirilmeli ve
ihtiyaç duyulan alanlarda yenilenmeye
gidilmelidir.
GENCAY
27
Güneş enerjisiyle çalışan insansız hava
aracı
Güneş enerjisi pişirim sobası
KAYNAKLAR
(1) http://www.belgeler.com/blg/a7y
/gne-enerjisi-potansiyeli-ve-
uygulamalar
(2) http://www.dektmk.org.tr/pdf/en
erji_kongresi_11/81.pdf
(3) http://www.yildiz.edu.tr/~tanriov
/RG6.pdf
(4) Tsoutsos, T. vd. “Environmental
Impacts From The Solar Energy
Technologies”,Energy Policy, 33,
289-296, 2005.
(5) Binark, A. K. “Ülkemizdeki Güneş
Enerjisi Uygulamaları için
Öneriler”, Mimar ve Mühendis
Dergisi, Sayı: 33, Nisan-Mayıs-
Haziran, 80-82, 2004.
GENCAY
28
GENCAY
29
HASTANE KANTİNİ VE
SOĞUYAN UMUTLAR Ruh Adam’ın Köşesi - Yalçın Selim PUSAT
Havasız sayılabilecek, tavanı basık bir
kantin, Ankara’nın iyi denilen
hastanelerinden birisinin kantini. Havanın
soğuk olduğunu hatırlatırcasına, dışarısı
gibi soğuk, metal, gri renkli masalar, cam
kenarındaki masaların birinde ben, elimde
kalem, önümde kâğıt ve bir bardak demli
çay. Çevremde ise umutla bekleyen,
umudu bekleyen insanlar. Gecenin
mahmurluğu çökmüş yüzlerine, yorgunlar,
yılgınlar daha doğrusu, besbelli.
Diğer tarafta ise...
Diğer tarafta ise umutla bekleyenlere
karşıymışçasına, iyi ve kötü her olayı
kanıksamış bir kantinci. Artık hiç tepki
vermiyor, ne ölene üzülüyor ne doğana
seviniyor. Ona kızmanız için
söylemiyorum yanlış anlamayın, o da
haklı. Çünkü buradakilerden kat be kat
daha fazla yaşamış umudu, buradakilerden
kat be kat daha fazla görmüş umutsuzluğu,
umutsuzluktan yıkılan kişileri. O yüzden
kızamıyorum ona.
İçeri giren ve çay, poğaca vs alıp çıkan
insanlar... Kim bilir, ne hastalıkla /
hastalılarla uğraşıyor yakınları, hastanenin
o ilaç kokulu bilmem kaçıncı kattaki
odasında. Aslında bir şey yemek istemiyor
canları lakin ne yapsınlar, vakit
geçirebilmenin derdinde onlar da. Bazıları
çıkmıyor kantinden dışarı, oturuyorlar boş
bir masaya, ellerini çenelerine dayıyor ve
boş boş bakıyorlar duvara. Kafalarında ise
cevabı olmayan, karşılığını bulamadıkları,
belki de karşılığını hiç bulmak
istemedikleri, iç sıkıntılarını daha da
arttırmaktan başka bir işe yaramayan
onlarca soru.
Sorularla boğuşurken unutuyorlar
çaylarını.
Unutuyorlar çaylarını, soğuyor çay. Sonra
nedense akıllarına geliyor ve bir yudum
alıyorlar çaylarından. Çayın soğumuş
olmasına tepkilerini yüzlerini
buluşturarak veriyorlar.
En azından birkaç saniye o soğumuş çayla
meşgul oluyor zihinleri.
Sonra tekrar sabitliyorlar bakışlarını
duvara.
GENCAY
30
Ve daha da soğuyor çay.
Tıpkı onların umutları gibi
Tıpkı Ankara’nın havası gibi.
Ve An Gelir Aldanır İnsan
Ve an gelir aldanır insan, “ben” demeye
başlar: “Ben yaptım, ben ettim, benim
sayemde…” Unutur aciz bir kul olduğunu,
Allah yerine koymaya(!) başlar kendini.
“Küçük dağları ben yarattım” edasıyla
basmaya başlar artık toprağa, haddini
aşarak, haddinin sınırlarını bilmeyerek.
Ve an gelir aldanır insan, ”Bunların hepsi
benim” demeye başlar. Unutur düne kadar
hiçbir şeyinin olmadığını ve unutur büyük
bir imtihandan geçmekte olduğunu. “Bu
malların hepsi benim. Ben çalıştım, ben
kazandım” demeye başlar. “Ben, ben, ben,
ben...”
Ve an gelir aldanır insan, “Sağ elin
verdiğini sol el görmeyecek” düsturunu
unutur. Büyük bir kibre düşmüş
olduğundan, zekâtını verirken bile “Ben
veriyorum” demeye başlar. Bir süre sonra
öyle bir noktaya gelir ki geldiği noktada
“vereni” unutmuş, kendisini “verenin”
yerine koymuştur artık.
“Ve iyi biliniz ki mallarınız ve evlatlarınız
birer imtihan aracından başka bir şey
değildir.” (Enfal Suresi-28.Ayet)
Ve an gelir imtihanı kaybettiğinin farkına
varır insan ama artık çok geçtir. Ne o
benim dediği malları ne de o çok sevdiği
yakınları vardır etrafında. Başladığı yere,
benliğine, geri dönmüştür.
Ve bundan sonra beynini kemirecek o soru
gelir aklına: ”Ben nerede yanlış yaptım?”
Aldanmamak dileğiyle.
Saygı ve dua ile…
GENCAY
MİLLİ DÜŞÜNCE MERKEZİ’NİN SON KİTABINI
MERKEZİMİZDEN TEMİN EDEBİLİRSİNİZ.