fransiz basini alman İŞgalİnİ nasil hazirladi?

12
İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com 1 FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI? Demokratik bir rejimde basın yalan söylerse rejim de ölüme mahkûm olur. Pierre Lazareff, Fransa’da Basın Rezaletleri (1942) Fransa’da İşgal Yılları adlı kitabı yayınlama nedenim İkinci Dünya Savaşı öncesinde Fransa‟nın iç siyasi çekişmelerinin, Türkiye‟ nin 2000‟li yıllardaki siyaset iklimi ile olan paralelliğini stermekti. Diğer yandan, Türkiye‟de, epeyce etkin tepeden inmeci zihniyetli bir entelektüel zümre, eline geçen her fırsatta Fransa‟yı övüyordu. Söz konusu övgüler kendimi bildim bileli sürmekteydi. Bu çevrelerin Türkiye‟yi küçümseyen ve Fransa‟yı yücelten yazıları, benim de, kendi halkıyla birlik olamamış, bunun ne demek olduğunu ve ne kadar önemli olduğunu kavrayamamış olan bu gibileri küçümsememe yol açıyordu. Elbette ki biz Türkler, uzun zamandır büyük büyük hatalar yapmasaydık, Avrupa karşısında bu kadar gerilere düşmezdik. Ama konu üzerindeki vurguların ortaya atılış biçimi ve öteki toplumları Batı karşısında küçük gören toptancı üslup, söz konusu entelektüellerin ısrarla öne sürdüğü Batının üstünlüğü iddialarının ne ölçüde gerçeklik payı taşıdığını sorgulamama neden oldu. Böylece Fransa‟yı ve tarihini incelemeye başladım. Dört beş kez de Paris seyahatim oldu. Ayrıca 1979-82 yılları arasında çalıştığım Kerkük Ovası Sulama Projesi‟nde denetim şirketi dünya çapında ünlü bir Fransız mühendislik firmasıydı. Söz konusu firmanın mühendisleriyle iş gereği olan yakın temaslarımız sayesinde, onlardan daha ileri düzeyde mesleki temel eğitim aldığımızı, onların 3-5 uzmanla ancak karara bağlayabildikleri konuları bizim mühendislerimizin tek başına çok daha çabuk sonuca götürebildiklerini gördük. Onlar dar alanlarda belki daha derin uzmanlık kazandıran bir eğitim anlayışının ürünüydüler ama hayat, problemlerini üzerimize bütüncül nitelikte, uzmanlığımıza hiç aldırış etmeden gönderiyordu. Onlara da bize de. Bizler farklı farklı alanlarda karşımıza çıkan sorunlara hemen bir çözüm üretme eğilimi taşırken, -çünkü esas işimiz zamana karşı yarıştı- onlar önlerine çıkan soruna elini sürmeden uzmanına havale etmek eğilimine giriyor, böylece sorunlar uzun süre çözümsüz vaziyette askıda kalıyordu. İşi kucaklayış tarzına dair aramızdaki farkı onlar da anladılar. Ama Türk mühendislerinin sergilediği kapasiteyi gizli gizli kabullenmelerine karşılık, bize karşı dozu giderek artan bir üstünlük havasıyla konuşuyorlardı. Üslup, denetim şirketi olmalarının onlara sağladığı avantajın ve müteahhit firma üzerinde sahip oldukları yaptırım gücünün çok ötesindeydi ve zaman içerisinde bu tutumlarını tırmandırdıklarını da görüyorduk. Onlarla İran- Irak Savaşı ortamında siyaset konuştuğumuz da oluyordu. Savaş başlamadan önce bu gibi siyasi içerikli konuşmalar katiyen olmazdı. Bizden savaş ortamında Kerkük‟te olup bitenler hakkında bir

Upload: ibrahimokur

Post on 08-Jul-2015

896 views

Category:

Documents


2 download

TRANSCRIPT

Page 1: FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI?

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

1 1 1 1

FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI? Demokratik bir rejimde basın yalan

söylerse rejim de ölüme mahkûm olur.

Pierre Lazareff, Fransa’da Basın Rezaletleri (1942)

Fransa’da İşgal Yılları adlı kitabı yayınlama nedenim İkinci

Dünya Savaşı öncesinde Fransa‟nın iç siyasi çekişmelerinin, Türkiye‟

nin 2000‟li yıllardaki siyaset iklimi ile olan paralelliğini göstermekti.

Diğer yandan, Türkiye‟de, epeyce etkin tepeden inmeci zihniyetli bir

entelektüel zümre, eline geçen her fırsatta Fransa‟yı övüyordu. Söz

konusu övgüler kendimi bildim bileli sürmekteydi. Bu çevrelerin

Türkiye‟yi küçümseyen ve Fransa‟yı yücelten yazıları, benim de, kendi

halkıyla birlik olamamış, bunun ne demek olduğunu ve ne kadar

önemli olduğunu kavrayamamış olan bu gibileri küçümsememe yol

açıyordu. Elbette ki biz Türkler, uzun zamandır büyük büyük hatalar

yapmasaydık, Avrupa karşısında bu kadar gerilere düşmezdik. Ama

konu üzerindeki vurguların ortaya atılış biçimi ve öteki toplumları

Batı karşısında küçük gören toptancı üslup, söz konusu

entelektüellerin ısrarla öne sürdüğü Batının üstünlüğü iddialarının ne

ölçüde gerçeklik payı taşıdığını sorgulamama neden oldu. Böylece

Fransa‟yı ve tarihini incelemeye başladım. Dört beş kez de Paris

seyahatim oldu. Ayrıca 1979-82 yılları arasında çalıştığım Kerkük

Ovası Sulama Projesi‟nde denetim şirketi dünya çapında ünlü bir

Fransız mühendislik firmasıydı. Söz konusu firmanın mühendisleriyle

iş gereği olan yakın temaslarımız sayesinde, onlardan daha ileri

düzeyde mesleki temel eğitim aldığımızı, onların 3-5 uzmanla ancak

karara bağlayabildikleri konuları bizim mühendislerimizin tek başına

çok daha çabuk sonuca götürebildiklerini gördük. Onlar dar

alanlarda belki daha derin uzmanlık kazandıran bir eğitim anlayışının

ürünüydüler ama hayat, problemlerini üzerimize bütüncül nitelikte,

uzmanlığımıza hiç aldırış etmeden gönderiyordu. Onlara da bize de.

Bizler farklı farklı alanlarda karşımıza çıkan sorunlara hemen bir

çözüm üretme eğilimi taşırken, -çünkü esas işimiz zamana karşı yarıştı-

onlar önlerine çıkan soruna elini sürmeden uzmanına havale etmek

eğilimine giriyor, böylece sorunlar uzun süre çözümsüz vaziyette

askıda kalıyordu. İşi kucaklayış tarzına dair aramızdaki farkı onlar da

anladılar. Ama Türk mühendislerinin sergilediği kapasiteyi gizli gizli

kabullenmelerine karşılık, bize karşı dozu giderek artan bir üstünlük

havasıyla konuşuyorlardı. Üslup, denetim şirketi olmalarının onlara

sağladığı avantajın ve müteahhit firma üzerinde sahip oldukları

yaptırım gücünün çok ötesindeydi ve zaman içerisinde bu tutumlarını

tırmandırdıklarını da görüyorduk.

Onlarla İran-Irak Savaşı ortamında siyaset konuştuğumuz da

oluyordu. Savaş başlamadan önce bu gibi siyasi içerikli konuşmalar katiyen

olmazdı. Bizden savaş ortamında Kerkük‟te olup bitenler hakkında bir

Page 2: FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI?

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

2 2 2 2

şeyler öğrenmeye çalışırlardı. Saddam Hüseyin‟e toz kondurmuyorlardı.

Ortada Saddam‟ı övmeyi gerektirecek bir durumu olmasa bile, bir yolunu

bulup onu yere göğe koyamıyorlardı. (Meğerse Bağdat yakınlarındaki Osirak’ta

Fransa’nın katkılarıyla bir nükleer santral inşa ediyorlarmış. Bu santral İsrail

tarafından bombalanınca Saddam’la Fransa’nın neden sıkı fıkı olduğunu anladık.)

Fransız mesai arkadaşlarımızın ağır bir dille eleştirdikleri sadece Humeyni

idi. Oysa Humeyni İran‟a Fransa‟dan gönderilmişti ve onun İran halkıyla

haberleşmesini düpedüz Fransa örgütlemişti. Humeyni‟nin İran şahını

kovmasının Fransa tarafından mümkün hale getirildiğini bilmeyen de

yoktu. Buna rağmen bizim ahbaplar her fırsatta İslam fundamantalist

İslam‟dan dem vuruyorlardı. Fransa‟nın bu gibilerle Cezayir‟de çok

mücadele ettiğini söylüyorlar, kendilerini muharip gazi gibi

görüyorlardı. Deşelediğimizde, Cezayir‟de meydana gelen olayları

Cezayir halkını uygarlaştırmak için katlanmak zorunda kaldıkları bir

fedakârlık örneği olarak anlatıyorlar, orada yaptıkları sistematik

katliamları ağızlarına almıyorlardı. Cezayir‟den ve Humeyni‟den

örnekler vererek İslamcı fundamantalistlerin “Batı uygarlığını

kuşatmak”,“uygarlığın altını oymak” istediklerini söylüyorlardı.

Kısacası, tanıdığım Fransızların siyasi fikirleri vıcık vıcıktı, tepeden

tırnağa tutarsızdı, gerçeklerle örtüşen bir yanı yoktu.

Aynı havayı, yıllar sonra, Soğuk Savaş‟ın sona ermesi

dolayısıyla bozulan uluslararası dengeler yüzünden güç duruma

düşen Fransa‟nın stratejik sıkıntılarını, kuşku ve korkularını anlatan

Alain Minc‟in Yeni Ortaçağ adlı kitabında ve daha sonra Samuel

Huntington‟un Medeniyetler Çatışması adlı zırvasında da gördüm.

Huntington‟un kitabında, ABD‟yi ziyarete giden Fransa başbakanı

Eduard Balladur (1993-1995), Fransa‟nın ötekine bakış açısını masaya

resmen şöyle koyuyor: “Bugünkü mesele, farklı değerleriyle bizim

altımızı oymaya muktedir olan ülkelerden kendimizi korumak için nasıl

organize olacağımızdır?” Demek ki yeni dönemde Fransa‟yı korkutan

temel sorun, dünyanın yeniden yapılan(dırıl)ması sırasında

Fransa‟nın konu mankeni durumuna düşmesi. Özellikle Afrika‟daki

sömürgelerinden ayrılık vakti gelirse Fransa çöker çünkü. Çöküşü

önleyemez de; çünkü Katolisizm olarak ifade edilen bir ideolojik bakış

açısıyla ötekine her zaman zalim davrana gelmiştir. Egemenliği

altındaki ülkelerde yaşamakta olan insanların gönlünde bir yeri

yoktur. Neden böyle olduğunu Afrika/Zengin Ama Yoksul adlı

kitabımızda büyüteç altına aldık.

Dünya kamuoyunun önünde cereyan eden olanca gerçeğe

rağmen, Kerkük‟te görüştüğümüz Fransızlar kendilerini insanlığı

kurtaracak öğretmenler olarak görüyorlardı. Cezayir‟de eşi benzeri

görülmemiş ölçüde soykırım yaptıklarını reddediyorlardı. Hatta

konuşmaları zaman zaman sadece kendilerini insan gören bir üsluba

kadar gidiyordu. Fundamantalistlerden dem vuruyorlardı ama

yeryüzünün bütün insanlarını aşağılamadan sözü bırakmıyorlardı.

Fundamantalist olan düpedüz kendileriydi oysa. İşin ilginci, bizdeki,

Page 3: FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI?

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

3 3 3 3

Fransa‟nın yargısını benimsemiş kimselerin söyledikleri de benzer

şeylerdi. Söylem belki biraz farklıydı ama satır aralarına dikkatli

baktığımızda, bizimkilerin Batılılaşmacı ideolojik kalıba dökerek

söylediklerinin, Irak‟ın inşaat şantiyelerinde tanıdığım Fransızların öne

sürdüklerinden ve Eduard Balladur ile Samuel Huntington‟un

kitaplarında ifade edilenlerden hiç bir farkı yoktu. Mesela kamuoyunda

namı iyi bilinen zirzop bir devşirme, Frankfurt‟ta verdiği bir

konferansta “Ben kendimi Fransız hissediyorum. Türk erkekleri

sarımsak kokuyor”, diyebilmiştir. Böylelerine orada burada konferans

verdiren ve ceplerine zarf koyan da AB Lobisidir. –Aşağıdaki

tebliğimizde Fransa’nın Almanlar tarafından işgalini hazırlayan benzer

tezgâhlardan söz edeceğiz.-

Bize karşı kendilerini dev aynasında gören denetim bürosu

mühendislerinin itici davranışlarının etkisiyle Fransa‟yı tanıma

arzumuz şiddetlendi. Bu sayede kütüphanemizde epey sayıda Fransa‟

yı tanıtan kitabımız oldu. Yayınladığımız çeşitli kitaplarda yeri

geldikçe Fransa‟nın tarih sahnesine nasıl çıktığından tutun da

uygarlaşma sürecine nasıl girdiğine kadar pek çok konuya el attık ve

Fransa ile ilgili arşivimizde bulunan, yararlandığımız kitapları yeri

geldikçe tanıttık. Özel olarak Fransa üzerine yayınladığımız Fransa’da

İşgal Yılları adlı kitabımız, bu çalışmalarımızın son ürünü oldu. Ne

var ki, bunca çalışma sırasında aslında ele geçirmemiz fazla zor

olmayan bir kitap daha varmış, ki bunu, bir okuyucumuzun söz konusu

kitabımızı okuduktan sonra gönderdiği bir mektup sayesinde öğrendik.

Önce kısaca bu kitabın künyesinden bahsetmeliyim.

Kitap 1942 yılında, Alman işgali günlerinde Paris‟ten

Amerika‟ya kaçan Pierre Lazareff adlı bir üst düzey gazeteci

tarafından Amerika‟da kaleme alınmış ve 1945 yılında Şevket Rado

tarafından Türkçeye tercüme edilmiş. Daha sonra Tarık Dursun K.,

kitabın dilini sadeleştirerek yayına hazırlamış ve kitap Türkiye

Gazeteciler Cemiyeti tarafından 1995 yılında yeniden yayınlanmış.

Bu tebliğimizde, esas olarak, işte bu kitabın özetini vereceğiz

ve bunun yanında söz konusu kitapta yer alan olayların kısa kısa

yorumunu da yapacağız. Kitabın adı içeriğini bir çırpıda özetliyor:

FRANSA’DA BASIN REZALETLERİ ya da FRANSA’YI ÇÖKERTEN

DÖRDÜNCÜ KUVVET.

Tarık Dursun K., önsözde, kitap 1945’de ilk kez yayınlandığı zaman, içinde yer alan olayların

Türk gazetecileri tarafından şaşkınlıkla karşılandığını, çünkü o yıllarda Türk basınının henüz büyük

sermaye guruplarının eline geçmediğini, gazetelerin patronlarının da meslekten gazeteci olan

kimseler olduğunu söylüyor ve şöyle bir değerlendirme yapıyor: “Bu kitap aracılığında tanığı olacağınız

olaylar ve örnekler meslek adına, elbette utanç vericidir. Ama basının kamuya karşı „şövalyelik dönemi‟nin

daha o yıllarda son bulduğunun da bir kanıtıdır. İlerleyen teknoloji, toplumların tüketime koşullandırılmaları,

sermayenin küreselleşmesi, bugün basını salt „haber veren‟, yanı sıra toplumu uyarıp yönlendiren bir organ

olmaktan uzaklaştırmıştır, uzaklaştırmaktadır. Türkiye‟de de basın bir dönem, üstelik uzunca bir dönem,

Page 4: FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI?

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

4 4 4 4

„şövalyelik‟ini yaşamıştır. O dönemler, haber verme, haberci olma ve haberin kutsal sayıldığı bir dönemdi.

Geldi ve geçti. Tıpkı çay-simit gazeteciliğinin bugün Boğaz‟da yalılara, Amerika ve İsviçre‟de villalara,

altlarında Jaguarlara sahip gazetecilikle yer değiştirmesi gibi.”

Kitabın yazarı Pierre Lazareff, İkinci Dünya Savaşı’ndan önce Paris’te yayınlanan ve tirajı 3

milyonu aşan Paris-Soir gazetesinin yazı işleri müdürüdür. Kitabında Fransa’nın işgal ortamına girişini,

bizzat yaşadığı olaylarla örnekleyerek adım adım anlatmaktadır. Kitap 1942 yılında Amerika’da

yayınlanırken ülkesi işgal altındaydı. Yazarın hoşumuza giden tarafı, kitabın “Kahrolsun Almanya,

Kahrolsun Hitler” gibi bir üsluptan son derece uzak olması ve işgalin suçunu kendilerinde araması. Kitap

şöyle bir paragrafla başlıyor: “Bugünkü Fransa [1942], benim bildiğim Fransa‟nın bir negatif fotoğrafını

andırıyor. Orada bir zamanlar beyaz olan her şey şimdi kara, bir zamanlar kara olan her şey şimdi

beyaz. Savaşa devam edene kaçak, savaşın başından beri düşman değiştirmeyenlere hain, bozgunculara

iyi vatandaş, Almanya‟ya hizmet etmek istemeyenlere ise kötü vatandaş deniyor artık.”

Fransa’nın nasıl olup da kolayca işgal edildiğinin hikâyesini kitabın çerçevesinin dışına

çıkmadan anlatmaya çalışalım. Hatıra gelen mukayeseleri okuyucumuz kendisi yapacaktır. Size tanıdık

gelen durumlarla karşılaşırsanız, bu satırların, ülkesinin işgal ediliş biçimini şaşkınlıkla izleyen bir yazar

tarafından 1942 yılında yazıldığını akıldan çıkarmayın. Bir örnek olmak üzere, kendisini sosyalist

olarak tanımlayan yazarın kitabından bir paragrafı daha verelim: “1918‟e kadar Fransızlar cumhuriyete

inanıyorlardı. 1918‟den sonra onları cumhuriyetten iğrendirmek, uzaklaştırmak ve yerine bir dokunuşta

dağılıverecek bir demokrasi hayali koymak oyununa girişildi. Dışarıdan düşmanların yönettikleri oyun

ince ve şeytancaydı. Fakat bu oyuna içeriden paraları üzerine titreyenler, iktidara susayanlar, bütün

çekememezler, kıskançlar, yeteneksizler ve alçaklar kapıldılar. … Ülke yıkıcılarının kullandığı başlıca

silah basın oldu… Paris‟in günlük gazetelerinin dörtte üçü, satın alanlardan birinin deyimiyle, „çok bayağı

şekilde‟ satılmıştı. Dörtte biri ise… zaaf, para kazanmak ya da anlayışlık yüzünden işlerini yapmadı.”

Lazareff, babası Birinci Dünya Savaşı’nda silâhaltına alındığı için, hayatın ağır yükünü tek

başına omuzlayan annesine yardım etmek isterken, Paris’te, ağır bombardıman altında çocuk

yaşlarda olgunlaşmış, hayatın sillesini çok sert şekilde erkenden yemiş bir kişidir. Kendi ifadesiyle

hayatın yükü omuzlarına çok erken binmiş. Savaşın başlangıcında 7 yaşındaymış. O yaşta uzaklardan

el arabasıyla evlerine kömür taşıdığını, annesinin yükünün bir kısmını almaya çalıştığını anlatıyor.

Sonunda savaşın kazanıldığını, ağabeyini ve onu okuldan almaya gelen annelerinden öğrenirler.

Birlikte Paris sokaklarında coşkun kalabalığa karışırlar ve zaferlerini kutlarlar. Birbirini tanımayan

insanlar sevinçle kucaklaşmakta, asker elbisesiyle karşılarına çıkan herkesi omuzlara almaktadır.

Fakat bir zaman sonra gerçekle yüz yüze gelirler ve zaferin onlara bir şey kazandırmadığını

kavrarlar. Mağlup Almanya’da da, galip Fransa’da da yokluk ve yoksulluk alabildiğine hüküm

sürmektedir. Bunun yanında, savaştan sağ dönenler, hep bir ağızdan savaşın kendilerine öğretildiği

gibi kahramanlık edebiyatı şeklinde anlatılamayacağını, sadece “top tüccarlarının” çıkarı için

savaşıldığını söylemektedir. Yazar acı gerçeği tasvir edebilmek için şöyle de bir örnek verir: Savaş boyunca

sivil hedefler bombalanmıştır ama her iki tarafın demir cevheri çıkarılan sahaları düşman tarafından

hiç bombalanmamıştır. Meğerse her iki ülkenin genelkurmayı bu konuda gizlice anlaşmışlardır. Sivil

hedefleri bombalamamak için anlaşma yapmamışlar ama silah yapabilmek için gerekli maden

sahalarının bombalanmaması için söz birliği etmişlerdir. Bir başka gün, savaştan dönen bir asker,

Lazareff’e, taarruz emrini alır almaz emri sorgusuz sualsiz yerine getirebilmelerini sağlamak için

komutanları tarafından önceden zil zurna sarhoş edildiklerini anlatmıştır.

Savaştan dönen askerlerin savaş ortamında yaşadıkları olaylarla ilgili olarak anlattıkları, halkın,

silahsızlanmayı savunan sol partilere doğru kaymasına, bu tür partilerin için için güçlenmesine yol

açmaktadır. Zafer kazanmış görünen Fransa’nın halkı da nesi var nesi yoksa kaybetmiştir çünkü. Lazareff

de bu gibi etkilerle sosyalist partiye meyleder. Çünkü sol partiler milletlere barış tavsiye etmekte,

Page 5: FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI?

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

5 5 5 5

“sürekli barışın kurulabilmesi için” kararlılıkla görüş açıklamaktadır. Ayrıca halk, savaşın sömürgelerin

paylaşılması yüzünden çıktığını bilmektedir. Oysa sömürgelerdeki uçsuz bucaksız planktonlar, sadece

son derece sınırlı sayıda sözde asilzadenin servetine servet katmaktadır. Sömürgeler uğruna girişilen

savaşlardan, Fransız halkının payına kurşun yemekten başka düşen bir şey yoktur.

Lazareff, özellikle gençlerde görülen savaş karşıtı eğilimi açıklarken, “bizler, Fransız gençleri hemen

hepimiz duygulara dayanan bir barışın kurulmasından yanaydık”, demektedir. Yazar bu idealleri

benimsediğini, hayallerini gerçekleştirmek için de 14 yaşında gazetecilik mesleğine atıldığını söylüyor.

Gazeteciliğin hemen her dalında gösterdiği üstün gayretle meslekte hızla yükseldiğini ve zamanla

Paris’in “perde arkası hayatını” yakından nasıl tanıdığını anlatıyor. Barışçılık söylemlerinin ve savaş

karşıtlığının, hayatın tadını çıkarmaya odaklanmış bir nesil ortaya çıkardığını, insanların kendilerini

eğlenceye verdiğini, “koca bir materyalizm dalgasının ahlâk değerlerini silip süpürdüğünü”, söylüyor ve

şöyle ekliyor: “Ahlak kuralları diye bir şey kalmamıştı, mümkün olduğu kadar çabuk para yapmaktan ve

köşe dönmekten başka bir şey konuşulmuyordu”. Günün birinde, bir arkadaşının kendisine, “hayatta

ezenler ve ezilenler vardır, bunlardan birini seçmek gerek” dediğini, bu bakış açısının ve bu gibi

densizliklerin toplumu ideolojik çatışmaya sürüklediğini ve vatandaşlar arasında birbirlerine karşı nefret

tohumları ektiğini söylüyor. Söz konusu sol oluşumların, toplumun içine düştüğü materyalist ortamın da

etkisiyle, Almanlarla barışçıl ilişkiler kurmak istediklerini, bu yoldaki çabalara özellikle gençlerin geniş ilgi

gösterdiğini belirtiyor. Kendisinin de bu gençlerin arasına karıştığını söylüyor. Çünkü o günlerde

Almanya’da da sosyalizm, savaş karşıtlığı ve sosyal demokrasi yükselen değerdi. Hitler sessiz sessiz

çalışarak, bu yönelimleri kendi planları doğrultusuna çekmeye çalışırken, hiç olmazsa başlangıç

aşamasında, ne aydınlar ne de halk, ne ile karşı karşıya olduklarının farkında değildi. Çobanın kavalını

dinleyen koyunlar gibiydiler.

Lazareff, söz konusu siyasi eğilimi dolayısıyla günün birinde kendini bir Fransız-Alman gençlik

tatil kampında bulmuş ve orada Otto Abetz adlı bir Alman genciyle tanışmıştır. Otto, 11 yaşındayken,

babasının Fransızlar tarafından öldürüldüğünü söyleyen bir gençtir. Bu gerçeğin, kendisini Fransız

düşmanı yapmadığını, Fransızcayı bu kederli günlerinde öğrenmeye başladığını, Fransız düşünürlerin

eserlerini okuduğunu, bu sayede Fransızlara yakınlaştığını, onları anladığını, yine bu sayede barışın iki

tarafın birbirini anlamasının tek çıkar yolu olduğunu keşfettiğini söylemektedir. Kampta öyle bir hava

eser ki, katılan gençler, kendilerini Fransa ile Almanya’yı birbirine yaklaştıracak, kalıcı barışı kuracak

tek güç olarak görmeye başlarlar. O kadar tozpembe bir barışçılık söylemine kapılmışlardır ki, ileride

başlarına gelecekleri söyleyen biri çıksaydı bile ona deli derler, belki de hırpalarlardı.

İşte bu Otto, Paris’in Almanlar tarafından işgal edildiği gün, Hitler tarafından Almanya’nın

Fransa Büyükelçisi olarak ilan edilmiştir. Otto’nun yıllarca barış adına Paris’te aldattığı ve pek de

zorlanmadan kullandığı Fransızlar, onun bir ajan olduğunu sonunda anlamışlardır ama artık çok geçtir.

Fransız gençliği, 1. Dünya Savaşı’nın olağanüstü barbar ortamı ve bezgin muhariplerin anlattıkları öne

sürülerek barışçılık edebiyatı ile kandırılmış ve ülke, 20 yıl sonra, daha önce yendikleri ve kayıtsız

şartsız teslim aldıkları Almanya tarafından, bir uçtan diğerine kurşun atmadan işgal edilmiştir.

Lazareff’in Alman ordusunun Paris’i işgalinin ilk günleri hakkında söyledikleri çok çok ilginçtir ve

derin dersler içermektedir. İnanılır gibi değil ama Hitler, Paris’e önce bir fahişe ordusu göndermiş. Bunlar

ellerini kollarını sallaya sallaya kente girmişler ve eğlenceye düşkün, hayatın tadını çıkarmayı benimsemiş

Paris erkeklerini baştan çıkarma ve istihbarat toplama işine başlamışlar. Halk penceresinin önünde, önde

zırhlı araçlar ve arkada tam teçhizatlı, eğile eğile yürüyen sıra sıra askerleri ve direnişçilerle girecekleri

çatışmayı beklemektedir. Oysa kenti terk etmeyen bütün Parislilerin pencerede olduğu ve olayları perdeyi

azıcık aralayarak kendilerini fark ettirmeden tribünden izlemeye çalıştıkları, direniş ödevini herkesin

başkasından beklediği birkaç saatin içinde anlaşılır. Bir yazar, Paris garında trenlere önce binebilmek için

birbiriyle itişip kakışan ve son hızla kaçarken yalancıktan mazeretler sıralayan insanları tasvir ederken

Page 6: FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI?

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

6 6 6 6

durumu şöyle özetleyiveriyor: “Benim durumum onlarınkinden farklıydı, ben korktuğum için kaçıyordum.”

Ne var ki kaçmaya pek gerek yoktur; çünkü Berlin, Parislilerin nasıl davranacağını sanki önceden

biliyormuş gibi, fahişelerin ardından kente propaganda ordusunun görevlilerini göndermiştir. Yani işgali

dünyaya naklen yayınlayacak olan ekibi. Fotoğrafçılar, sinemacılar, radyo yayıncıları, muhabirler vs. Bunlar

Concorde meydanında işe başlamışlar ve film seti hazırlar gibi, alet edevatlarıyla yayılarak çalışmaya

koyulmuşlar. Ortada kendilerini saldırıdan koruyacak hiç Alman asker yoktur ama kimse de onlara kurşun

atmaz. Hiç endişe taşımadan, rahat rahat kameralarını kurarlar ve daha sonra gelecek olanları beklemeye

başlarlar. Hem fahişeler hem de propaganda görevlileri, kendilerine en küçük bir saldırının

olmayacağından gayet emin, sanki Berlin’de çalışıyorlarmış gibi davranmaktadırlar.

Nihayet, işgal ordusu hava karardıktan sonra harekete geçer. Kente girerler. Onları önceden

gelen fahişe ordusu sanki Parisli kadınlarmış gibi coşkuyla karşılar. Propaganda ordusunun

fotoğrafçıları bu coşkulu karşılama manzarasının fotoğraflarını bol bol çeker, sinemacılar mendilli

karşılama sahnelerini, Alman askerleriyle kol kola giren sözde Fransız kadınlarını kayda alır. Bütün

bunlar, hem Fransa’nın diğer kentlerinin direncini kırmak, hem Almanya’da halkın coşkusuna coşku

katmak, hem de dünyanın geri kalan yerlerinde Almanların ve Hitlerin korkulacak kimseler olmadığını,

uygarlaştırıcı ve kurtarıcı olduklarını anlatmak için propaganda malzemesi olarak kullanılacaktır.

Lazareff, o günleri tasvir ederken, motosikletli bir Alman askerinin aracının lastiğinin patladığını,

askerin aracı kenara çekerek tamir işiyle meşgul olduğunu, bunu gören Fransızların, mahallenin

çocukları gibi, onun etrafını sararak meraklı bakışlarla kendisini izlediklerini, ondan savaş hakkında bir

şeyler öğrenmeye çalıştıklarını anlatır.

Alman ordusu harekete geçtikten sadece iki saat sonra Eyfel kulesine gelmiş ve üç renkli bayrağı

indirerek gamalı haçı asmıştır. Tabii, sözde Parisli kadınların kameralar önündeki alkış tufanı altında.

Alman askerlerinin kentte tutacakları görev yerlerine gitmeleri için adres verilmiştir. Yollarını bulmak

için karşılarına çıkan Parislilere adres sora sora, ellerini kollarını sallaya sallaya görevli oldukları yerlere

tek başlarına giderler. Alman işgal kuvvetlerinin ön cephesinde Fransızca bilen ve güler yüz eğitiminden

geçmiş kimselere görev verilmiştir. Bunlar, yeni egemenleriyle uzlaşmaya eğilimli, önceden zihinleri

barışçılık öğütleriyle çarpıtılmış Parislilerin, yeni durumu kabullenmelerini kolaylaştırmakla görevlidir.

İşgal kuvvetlerinin vitrininde görev alanlar, Paris halkıyla hemen samimi oluvermişlerdir; çünkü

Parislilerin, kendilerini yönetecek yeni güce yanaşmaya çalışacaklarını önceden bilmektedirler. Bu ortam

uzun yılardan beri sürdürülen propagandalarla sağlanmıştır ve başkentin işgali için kendilerine bilgi

sağlayan, yol gösteren işbirlikçiler, ufak tefek menfaatler karşılığında yıllarca onlara çalışmışlardır.

Lazareff, kitabında işgali kolaylaştıran en büyük etkenin işbirlikçi basın olduğunu anlatmaya

çalışmaktadır ama işbirlikçi olmayan basın organlarının olup olmadığından hiç söz etmez. Kendisi en

kahramanlardan biridir ama bulduğu ilk gemiyle Amerika’ya kaçmıştır. Bildiği ve bizzat şahit olduğu

gerçekleri yazmasının nedeni de Fransa’nın işgalinde basınının ağır sorumluluğunu ortaya koymaktır.

Şöyle yazmış: “Merkezden bütün ülkeye dağılan Paris basını uzun yıllar boyunca işlerini yapmadı…

halkı bile bile aldattı.”

Bu satırları yazan Paris-Soir gazetesinin en üst düzey yöneticisi olduğuna göre, bu cümlesinde

öne sürdüğü yüz kızartıcı suçlama, gelişmeleri dışarıdan izleyen birinin kızgınlıkla söylediği, gerçeği

yansıtmayan abartılı sözler olarak değerlendirilemez. Yazarın yüz kızartıcı suçlamaları bununla sınırlı

değil. Gazeteler, halk için çalışıyormuş gibi izlenim vererek kendi çirkin işlerini yürütenler tarafından

yönetiliyordu, diyor. Zaman zaman durumu açığa vuran yüksek sesle ithamların duyulduğunu, fakat

çıkarından başka bir şey düşünmeyen yönetici ve patronların, iddia sahibi vatanseverin sözlerini

küçümseyen ve namustan, şereften, vatana hizmetten dem vuran konuşmalar yaparak gerçeklerin

üstünü ustalıkla bir güzel örttüklerini anlatıyor. Birkaç gün sonra ortalık yine sessizliğe bürünüyor ve

gerçeği kimse yaz(a)madığı için halk da nasıl aldatıldıklarını anlayamıyor, barış, demokrasi, özgürlük vs

Page 7: FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI?

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

7 7 7 7

gibi yüksek değerlere hitap eden süslü sözlerin büyüsünden kendini kurtaramıyor. Halkın durumu

aslında şöyle olsa gerek: Eve hırsız giriyor, ev sahibi olayın farkında ama korkuyor, başını yorganın

altına iyice çekiyor ve hırsızın alacağını alıp gittiğinden emin olduktan sonra, hemen fırlıyor ve

pencereyi açıp başlıyor bağırmaya, “hırsız var, devlet nerede”, diye.

Aslında ünlü yazar Honore de Balzac, 1840’larda kaleme aldığı bir yazısında Fransız halkını

basına karşı uyarmıştır. Uyarı şöyledir: “Halk, birçok gazete olduğuna inanabilir, fakat aslında bir tek

gazete vardır.” Lazareff, Paris basınının ihanetini Balzac’ın işte bu sözlerinden yola çıkarak anlatmaya

başlar. Söz konusu olan “tek gazete” M. Havas adlı bir banker tarafından yönetilmektedir. Havas,

ilkelere pek az saygı duyduğunu saklamayan biridir, birçok hükümet görmüştür, “iş önünde saygıyla

eğilmiş” ve gelip geçen bütün iktidarlara aynı sadakatle hizmet etmiştir. İktidarların değişmesine

rağmen “halka verilmesi gereken istikametin” hep aynı kaldığını öne sürerek kendini savunmaktadır.

Bizde de her taraftan görünmeye çalışarak gemisini yürütenler böyle konuşmuyor mu?

Havas, hem ilan ve reklam verenleri, hem gazeteleri hem de gazete bayilerini kendine

bağlamış bir kimsedir. Bir ahtapot gibi, sektörü her köşesinden denetimi altına almıştı ve kendi

istediği dışında hiçbir şeye izin vermiyordu. Bir ajansı vardı. Dünyanın her tarafıyla sıkı ilişkiler

kurmuştu. Her memleketin gazetesini herkesten önce o, ya da onun tayin ettiği adamları okurdu.

Habere kavuşmakta zamana o kadar önem verirdi ki, bürosunu Paris’in postane binasının hemen

karşısında kurmuştu. Habere en hızlı erişebilen kişi unvanını kazandığı için bütün gazeteler haberi

ondan satın alırdı. O dönemde Paris’te çıkan 20 kadar gazete ona bağlanmıştı ve karşılığında her biri

ayda 4000 frank ödüyordu. Başka türlü hareket ederlerse çok daha pahalıya mal olmaktaydı. Verimli

bir işbölümü söz konusuydu. Kimse Havas’ın karşısına çık(a)mazdı. Bütün gazete patronları onunla iyi

geçinmek istiyordu. Telgraf icat olmadan önce, kurduğu posta güvercini şebekesiyle Londra’dan 10

saatte, Brüksel’den 4 saatte haber alabilirdi. Her memlekette muhabirleri vardı. Telgraf icat edilince

güvercin şebekesini bırakıp telgrafla haberleşmeye başladı. Bu icat onun daha da güçlenmesine

yaradı. Onun habere hızlı erişmesi ve haberlerle oynayabilmesi, hükümeti hep endişelendiriyordu.

Küçücük bir haber borsayı alt üst edebilir, hükümeti düşürebilir, bir savaşa bile neden olabilirdi. Bu

yüzden hükümet de onunla anlaşmak zorunda kalmıştı ve Havas’a 30 milyon franka varan miktarlarda

ödemeler yapıyorlardı. Eh bunların yanına bir de Rus hükümetinin Fransa kamuoyunu Osmanlı

karşısında kendi yanına çekmek için ödediği paraları, daha genel olarak ifade edecek olursak, Fransa

kamuoyunu etkilemek isteyen bütün dış güçlerin onun kapısını aşındırdığını da hesaba katmalıyız.

Bu konuda başka bildiklerimiz -ki bu gibi konulara Kurtla Yiyip Çobanla Ağlaşanlar adlı kitabımızda yer

verdik- banker Havas’ın Yahudi Rothschild’lerin bir kolu olduğunu akla getiriyor. Sırf bu kuşkudan yola

çıkarak, internette konuyla ilgili ipucu araştırdık. Ajans Havas adlı bir kuruluşla karşılaştık. Kurucusu

olarak Charles Louis Havas (1783-1858) adı geçiyor. Kitabın başkahramanlarından M. Havas’a

ulaşamadık. Ama onu ararken Ajans Havas’ın 1944’de Agence Frans-Press’e dönüştüğünü, adını

neredeyse her gün duyduğumuz bu ajansın kurucusunun da Havas ailesi olduğunu anladık. Bu arada

Reuters Ajansı’nın kurucusu olan Yahudi Paul Reuters(1816-1899)’in de Bay Havas’ın çırağını olduğunu

öğrendik. Havas’ın bir çırağı daha var. O da Yahudi. Adı Bernhard Wolff (1811-1879). Almanya’da

National Zeitung’un kurucusu. İnternette onun kısa hayat hikâyesini anlatan sayfada, 2. Dünya Savaşı

ortamında Avrupa’da üç büyük haber ajansı bulunduğunu, bunların Fransa’da Havas (Agence France

Press), İngiltere’de Reuters ve Almanya’da National Zeitung olduğunu öğreniyoruz. Bu kısa araştırma

dünya medyasının Yahudi temelli bir yapılanma altında olduğunu gösterdi. Pierre Lazareff’in M. Havas’

ın hayat hikâyesinden hiç söz etmemesini onun büyük bir eksiği olarak değerlendiriyoruz. Yukarıda adı

geçen Charles Havas’ın oğlu olsa gerek. Lazareff, önsözünde de biraz itiraf ettiği gibi, olayın bazı önemli

noktalarını tam olarak aydınlatmamış. Onun kimliğini de merak ettik ve yine internette araştırdık.

Fransızca yazılmış bir hayat hikâyesini bulduk ve Google’un tercüme programı yardımıyla tercümesini

Page 8: FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI?

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

8 8 8 8

yaptırdık. Meğerse o da Rusya göçmeni bir Yahudi’nin oğluymuş. 1907’de Paris’te dünyaya gelmiş ve

1972’de yine Fransa’da ölmüş. Küçük araştırmamız bizi, bugünkü küresel medyanın 60 yıl önceki Yahudi

patronlarıyla karşılaştırdı. Adı geçen bu kişilerin savaştan sonra hep birlikte televizyon sektörüne

atladıklarını da yine internette karşımıza çıkan dosyalardan öğreniyoruz. Patronlar değişmemiş, üstelik

konumlarını iyiden iyiye güçlendirmişler.

Lazareff, basının nasıl yapılandığını, kimlerin değirmenine su taşıdığını yeterli açıklıkla

anlatıyor. Verdiği ipuçlarından yararlanarak araştırmayı derinleştirmek bizim elimizde. Yazdıklarına

kısa bir değerlendirme yapmaya kalkışacak olursak, önce, anlattıklarını okudukça ürktüğümü itiraf

etmeliyim. Çünkü 21. yüzyılda bizim medyamız da haberleri Fransa’nın, Amerika’nın ve İngiltere’nin,

Havasların çırakları tarafından kurulmuş olan yukarıda adları geçen ajanslarından satın alıyor. Onların

iyi dediğine iyi diyor, kötü dediğine de kötü diyoruz. İstesek de sorgulayamıyoruz; çünkü haber

bombardımanı altında yaşıyoruz. Eğer haberleri tek tek sorgulamak için duraklayacak olursak, öbür

haberlerin sağanağı altında kalıyoruz.

Lazareff, etkin bir haber ajansının başında oturanların kendilerini dünyanın da gayri resmi

önderleri gibi gördüklerini anlatıyor. Anlıyoruz ki, Fransız basını gerçekte, 2. Dünya Savaşı öncesinde

ticari kuruluşlardan gelen ilan ve reklam gelirleriyle değil, “görünmez elin” verdiği paralarla, halkın

yüksek çıkarı adına görülmesi ve gösterilmesi gerekenleri görmeyerek ve göstermeyerek, kamuoyunun

dikkatini dağıtarak, ilgisiz noktalara çekerek para kazanıyordu. Basında bütün dalavereciler, mesleğin

havarisi pozu takınarak, yüksek perdeden konuşarak işini yürütüyordu. Yabancı elçiler, sık sık Bay

Havas’ın kapısını çalıyor ve istenen haberlerin çıkması karşılığında para vaat ediyorlardı. Gazete

patronlarından biri böyle bir ithamla karşılaştığında kendini şöyle savunmuştu: “Ben ancak, izlediği

politikayı beğendiğim hükümetlerden para alırım.” Lazareff, söz konusu patronun herkesin içinde böyle

söylemesi üzerine orada bulunanların kendisine hak verdiğini de sözlerine eklemeyi ihmal etmemiş.

Bazı gazete patronları o kadar pervasızdı ki, “rezaletten korkuları yoktu”, “yüzlerinde bir

erdem maskesi tutabilmek için” “inanılmaz derecede kıvrak” davranıyorlardı. Patron, borsadaki rakip

guruplardan birinden para alır ve adamları birilerini yüceltici ya da çökertici haberler yaparlardı.

Böylece geleceğini düşünen diğer rakip gurup da anlaşmaya zorlanmış olurdu. Kısacası Fransa basını,

her türlü alçakça oyunu oynamasını bilen uzmanlar tarafından yönetiliyordu. Söz konusu uzmanlar

sözleri gayet ustalıkla kullanıyorlardı ve kolay kolay kendilerini ele vermeyecek kadar zeki insanlardı.

Sadece zeki mi? Zeki ve pişkin, demek daha doğru olur.

Bütün bunların farkında olan insanlar yok değildi. Mücadele etmiyor da değildiler. Zaman zaman bu

gibi dürüst insanlar bir punduna getirilip zindana tıkılıyor, zaman zaman da gerçek suçlular fazla açık

verdikleri için mecburen hâkim önüne çıkartılıyordu. Lazareff, bu noktada ülkesindeki hukuk rezaletini de

anlatıyor. Herkesin zenginleşmek uğruna birbirini çiğnediği ülkede oluşan ortam, “kuvvet önünde eğilmesini

bilen” hâkimleri de etkilemiştir. Onlar da davaları uzun yıllar sürüncemede bırakarak servet sahibi suçluları

sağmaktaydı. Anlaşıldığı üzere, herkes zenginleşmek için şöyle ya da böyle bir yol bulmuştu.

Fransa sokakları, Almanya karşısında savaşmış işsiz güçsüz muharipten geçilmiyordu. Bunların

hepsi politikadan dışlanmışlardı. Apaçık görünen bu durumdan yüksek sesle şikâyetçiydiler. Haklarının

yendiğini söylüyorlardı. Terhis edilince, yavrusu elinden çekip alınmış anne gibi, Fransalarının ellerinden

alınmış olduğunu hissediyorlardı. İçin için ağlıyorlardı belki ama kimsenin onlara aldırış ettiği yoktu.

Alman istihbaratı bu hoşnutsuzluğu öğrendi. Hitler damardan girdi. Onlardan büyük bir gurubu

Almanya’ya davet etti. Geldiklerinde onları görkemli törenlerle karşıladı. Onları gayet gereksiz bir savaş

yüzünden bu halde olduklarına ikna etti. Gördükleri yakın ilgiye kanan muharipler geri dönünce

Almanya’nın iyi niyetinden söze başladılar, Hitler’in barış yanlısı olduğunu, dostluğundan emin

olduklarını anlatmaya koyuldular. Davetin verimli geçtiğini gören Almanlar yeni geziler düzenledi.

Muhariplerin yanına yazarları, akademisyenleri ve gazetecileri de eklediler. Gezileri yeni geziler izledi.

Page 9: FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI?

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

9 9 9 9

Hitler, Fransa’daki bütün etkin güçleri fazla zorlanmadan kafeslemiş, beyinlerine nüfuz

etmişti. Buna GÜMÜŞ KURŞUN deniyor. Kan akıtmadan, yaşarken öldürmeyi ifade eden bu deyimi

kitabımıza ikinci isim olarak koyduk. Kişisel çıkarına odaklanmış toplumların, bir tavşan gibi, havuçla

kapana çekilmeleri her zaman mümkündür, diye düşünüyorum. Nitekim Berlin seyahatinden dönen

devşirilmiş Fransız strateji uzmanları(!), Hitlerin Sovyet yayılması karşısında Fransa’nın önünde kalkan

olduğunu anlatıyor, her geçen gün daha fazla insan bu düşünce seline kapılıyordu. Eğer biri

Almanların Paris’i işgal hazırlığı yaptığını söylerse –çünkü bu, ucu açıkça görünen bir gerçekti- eski

muharipler hemen ortaya atılıyor ve bunun mümkün olmadığını, Almanların dersini yeteri kadar

aldığını, bir daha buna cesaret edemeyeceklerini, 1. Dünya Savaşı’nda nasıl onları püskürtüp zafere

ulaştılarsa aynı işi yine başaracaklarını böbürlene böbürlene anlatıyorlardı. “Cafe” sohbetlerinin

merkezine Hitler’i yerleştirmişlerdi. O olmazsa Almanya Sovyetler karşısında ölürdü. Almanya ölürse

Fransa da ölür, bütün Avrupa Rus boyunduruğu altına girerdi. Fransa’nın güvenliği açısından “tek

ciddi kalkan” Almanya’ydı. Onun lideri Hitler çok büyük adamdı vs.

Konunun bu yönlerini Fransa’nın İşgal Yılları/Gümüş Kurşun adlı kitabımızda ele aldık. Orada

Alman desteğiyle Fransa’nın başına getirilen Mareşal Petain var. Fransa’nın başına geçmeye çalışan

“çakma Führerler” var. Bir de politikacı örneği olarak Pierre Laval var. Bu adam, Bay Lazareff gibi,

önceleri sosyalist, pasifist, keskin bir barışçı ve savaş karşıtı. Politikadan dışlanmış bir kişi. Öyle bir gün

geliyor ki, kendi siyasi ikbali için kendi halkının düşmanı olduğu açık seçik belli olan Hitler’e sokuluyor

ve onun desteğini alarak işgal altında Fransa’ya başbakan oluyor. Onu Hitler’le bir trende

karşılaştırıyorlar. Görüşmeden sonra basın karşısında havaya giriyor ve şöyle diyor: “İkimiz de aynı

şeyleri hissediyorduk; sonunda yepyeni bir dil, Avrupa‟ca konuşmaya başlamıştık.” Bu sözler bizdeki

BOP eşbaşkanı tartışmalarını çağrıştıran sözler, değil mi?

Savaş karşıtı-barışçı idealist görünümlü Nazi ajanı Otto Abetz, işgalden önce bütün günlerini

gazetecilerin arasında ve sosyete partilerinde gazetecilerle birlikte geçirmeye bakardı. Satılık olanları,

fesatları veya sadece saftirik olanları tespit etmeye çalışırdı. Eğer bir yazar kitaplarının ilgi görmediğini

ve kadir bilmez bir ülkede yaşadığını söyleyecek olursa, onu hemen üstlerine rapor ederdi. Adamın eseri

pek iyi olmasa bile biraz para teklif eden bir Alman yayıncı hemen karşısına çıkarılırdı. Parayla ve şöhret

vaadiyle hormonlanan yazar, bundan sonra Almanya’nın aymaz bir övücüsü kesilirdi. Uyandırmak

isteseniz bile uyandıramazdınız. Paris işgal edilince, kitapçı dükkânlarındaki bütün kitaplara el konmuş,

vitrinlere ve boşaltılan raflara bu gibi işbirlikçi yazarların kitapları dizilmiştir. Fransızlar nasıl düşünmeleri

gerektiğini onlardan öğrensinler diye. Bir milletin beyinlerine bu tarz Gümüş Kurşun atmanın 2. Dünya

Savaşı’ndan sonra aldığı sistematik biçimi ve yöntemin ne kadar geliştirildiğini ve ne kadar başarılı

olduğunu Kurtla Yiyip Çobanla Ağlaşanlar /Genleriyle Oynanmış Entelektüeller adlı kitabımızda daha

geniş olarak inceledik.

Alman ajanları, devşirmeyi hedefledikleri sanayicilere yeni kurulacak bir Fransız Alman

şirketine ortak olmalarını önerirdi. Seçilmiş gazeteciler Hitler’in başarılarını görmeleri için Berlin’e

davet edilir, onlara prens muamelesi yapılırdı. Bilim adamlarını devşirmek için konferanslar tertip

ederlerdi. Bu yöntemlerin ne kadar başarılı olduğu o zamanlar o kadar iyi görülmüştür ki, İkinci Dünya

Savaşı’ndan sonra ABD, bu sayede dünyayı işbirlikçilerle ördüğü bir ağ yardımıyla kafese almıştır.

Savaş sonrası gelişmelerin bu boyutunu da Kurtla Yiyip Çobanla Ağlaşanlar adlı kitabımızda inceledik.

Dikkatimizi çeken tezgâhlardan biri, politikada başarılı olamamış ve dışlanmış kimselere kanca

atma yöntemleridir. İşgal altında başbakanlığa kadar yükselen Pierre Laval, bunlardan biridir. Bu

gibilerin çevresinde beliren ajanlar, politikada başarılı olamamalarının nedeninin “Fransa’nın

kokuşmuş rejimi” olduğunu söylerlerdi ve eğer kendilerini ispat etmek için yeni bir parti kurmak

isterlerse, onlara her türlü maddi ve manevi desteği vereceklerini vaat ederlerdi. Lazareff, “bu yol

daima başarılı oluyordu… Nazi zehiri Almanya’ya bu yolla akılıyordu”, diyor. Fikirleri bir kenara, -çünkü

Page 10: FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI?

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

10 10 10 10

çıkarcı ortamlarda fikirlere bakan bulunmaz, herkes de birbirinin yalan söylediğini bilir-, aldığı gizli destekle

güçlü imajı verilmiş kişilerin etrafı politikada yükselmeye hevesli zayıf kişilikli insanlar tarafından

hemen kuşatılıyordu. Böyle bir çevre kurabilmiş sözde liderin sırtı kolay kolay yere gelmezdi. Ne kadar

zırvalarsa zırvalasın, ondan politik geleceği adına menfaat beklentisi olan kalabalıklar durumu tevil

edecek bir şeyler bulur söylerdi. Parti bolluğunun nedeni de bu olmalı.

Lazareff’in şu cümlesinden çok etkilendik doğrusu:

“Eğer alçaklık olduğunu bile bile yaptığı bir hizmet karşılığı olarak doğrudan doğruya para

alan kimselere hain deniyorsa, Fransızlar arasında bu türlü hainler pek azdı. Otto Abetz‟in suç

ortaklarından biri bile vatanlarını satmak için “tahsisatlı casus” olmuş değildiler, hatta çoğu tam

tersine, Fransa‟nın iyiliği için çalıştıklarına inandırılıyorlardı. Zaten bir politikadan şahsen edilecek

yararlarla, o politikadan vatanın sağlayacağı yararları karıştırmaktan daha kolay bir şey yoktur.”

Lazareff, bu sözlerinin hemen ardından, Pastör Enstitüsü’nde biyoloji laboratuarını yöneten

Prof. Fourneau’yu Alman ajanlarının nasıl devşirdiklerini şöyle anlatıyor:

Ajanlar onunla yaptıkları bir sohbet sırasında, takdir edilmediği duygusunu çok yoğun bir

şekilde yaşadığını anlarlar. Profesör, onlara bilim adamlarının Fransa’da takdir edilmediğini anlatmak

isterken çarpıcı bir örnek vermiştir. Şarkıcı Maurice Chevalier ve radyoaktiviteyi keşfeden Madam

Curie, Fransa’yı aynı gün terk ederek Amerika’ya gitmişlerdir. Basın şarkıcı Chevalier’e sayfalarının

dörtte üçünü ayırmış, Madam Curie’yi ise sadece birkaç satırla geçiştirmişlerdir. Profesörün içine

düştüğü yoğun duygusal bunalımı çözümleyen ajanlar hemen harekete geçerler. Ona ünlü bir Alman

kimyagerler derneğinden davet gönderilir. “Değerli çalışmalarını yakından bildikleri ünlü Fransız

meslektaşlarını” Berlin’de bilimsel bir toplantıya davet etmektedirler. Profesör daveti kabul eder.

Nihayet onun “dehasını” takdir eden birileri çıkmıştır. Berlin garında trenden iner inmez, üst düzey

yetkililer tarafından son model ve gamalı haç taşıyan muhteşem bir otomobille karşılanır ve kentin en

lüks oteline götürülür. İhtişamlı bir daireye yerleştirilir ve emrine hizmetçiler verilir. Kapısında

bekleyen bir gazeteci ordusu onun fotoğraflarını çekmiş ve hakkında övgü dolu makaleler yazılmış,

bütün bu çekilenler-yazılanlar getirilip onun önüne konmuştur. Bir zaman sonra profesör Paris’e

döner. İlk demecinde Almanların Fransa’ya karşı çok iyi niyetler beslediğini, Almanların büyük millet

olduğunu, bu rejimle işbirliği yapmanın Fransa’nın yararına olacağını anlatmaya başlar. Almanların ön

ayak olmasıyla Avrupa’da birlik kurulacağını –buna işbirlikçi Fransız basını Yeni Düzen diyordu- ve burada

Fransa’nın yerini şimdiden hazırlamak gerektiğini savunmaktadır. Almanların savaşın sonuna kadar

Fransa’da paravan olarak kullandığı profesör işte bu profesördür. Onlardan sağladığı çıkarı savaş

bittikten sonra koruyabildi mi, bilemiyoruz. Lazareff soruyor: “Kim onun bir hain olduğunu

söyleyebilir?” Bu soruya yetmiş yıl sonra biz cevap vermek istiyoruz: Tarih söyler Bay Lazareff, tarihin

vurduğu damgayı kimse silemez.

Fransız basınını kendilerine bağlamak isteyen Alman istihbaratı, gazete patronlarının ve

yöneticilerinin karşısına Alman ecza ve kimya şirketlerinin ilan ve reklam görevlilerini çıkartıyordu.

Mesela Bayer bunlardan biriydi. Gazete patronları yüklü ilanlarla elde edilirdi. Rüşvet, çok yüksek ilan

geliri şeklinde ödenirdi. Hitler bu işler için özel olarak bir bankeri görevlendirmişti. Bu banker bir

Yahudi idi. Adı Hirsch olan bu adam Paris’e özel görevle gönderilmişti. Alın size başrolde bir Yahudi

daha! Paraları Fransız gazetelerine bu adam dağıtırdı. Havada uçuşan paraların Alman parası

olduğuna dair ortalıkta bir parmak izi bırakılmazdı. Bay Hirsch, kendini sıkı bir Nazi düşmanı gibi

gösterir, barış havarisi liberal bir entelektüel pozuyla yüksek perdeden atıp tutarak gemisini

yürütürdü. Lafla peynir gemisi yürümez derler ama örnekte görüldüğü şekilde yürür.

Lazareff, Le Temps gazetesinden özellikle söz ediyor. Bu gazetenin patron ve yöneticilerinin

rezalet çıkmasından korkusu olmadığını, çıkar ilişkilerini son derece pervasızca yürüttüklerini

Page 11: FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI?

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

11 11 11 11

söylüyor. Bu satırları okuduğumda Osmanlı devletinin son yıllarında bu gazetenin ve benzer Avrupa

gazetelerinin çevirdiği dolaplar aklıma geldi. Demek ki gazeteler yalan dolanla Osmanlı devletinin

yıkılmasına katkıda bulunmakla kalmamış, sonunda kudurmuş ve Fransa’nın Almanya karşısında diz

çökmesinde de rol oynamış.

Osmanlının yıkılışında Avrupa basınının rolü konusunda yapılmış çeşitli araştırmalar vardır.

Bunlardan anladığımıza göre, Avrupa’nın büyük gazeteleri padişaha resmen başvurur ve tehditle,

aleyhte yazı yazmamak karşılığında para isterlerdi. Bu şekilde çuvallar dolusu para gönderilmiştir.

Aynı şekilde sadrazamlardan, kabineye girebilmek için uğraşan öteki paşalardan da övgü dolu yazılar

döşenmek için para alırlardı. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce de “Parayı Veren Düdüğü Çalar”dı.

Mesela 1830’larda, yani Honore de Balzac’ın uyarıcı yazısını yayınlamasından birkaç yıl önce Mehmet

Ali Paşa Avrupa basınının velinimetiydi. İstanbul’a karşı kendi lehine kamuoyu oluşturmak için

Avrupa’da çok para saçtığı bilinmektedir. Eğer para gecikirse, “barbar Türkler” diye başlık atarlardı.

Osmanlı elçileri kendilerine koşa koşa para getirsin diye, “Türkler Avrupa’dan kovulmalı”, diye yazarlardı.

Bugün dillerde dolaşan Türklere yönelik hakaretlerin arkasında, büyük ölçüde Osmanlı yönetiminden haraç

kesmek isteyen Avrupa basını vardır. Önce ürkütürler, sonra da para alarak bir zaman için susarlardı. Bu kez,

rakip gazeteye para verildiğini öğrenen öteki gazete saldırıya geçerdi. Avrupa basın patronları işin kolayını

bulmuştu. Osmanlı’da halkı soyanları soyarlardı. O sıralar Rus çarları da Avrupa basınının velinimetiydi. Türk

yurtlarından topladığı altınları Avrupa’da bozdurur, karşılığında son sistem silahlar alır, Avrupa basınına bol

keseden para dağıtarak Rusya’nın Türk yurtlarının meşru varisi olduğu şeklinde kamuoyu oluşturmaya

çalışırdı. Sonunda Avrasya kıtasının kuzey yarısı, Rus çarlarının ve ardından da Sovyetlerin egemenliği altına

girdi. Artık sıra Batı Avrupa’ya gelmişti.

Avrupa basınının Rusya’nın güçlenmesinde rüşvet karşılığında çok önemli rolü olmuştur. Son

olarak da Lazareff’den, Fransa’nın Almanya tarafından işgalinde Fransız basınının oynadığı rolü

öğreniyoruz. Yazar, bu konuda en çok Le Temps gazetesinden örnekler veriyor. Gazetenin patronunun,

Panama Kanalı’yla ilgili bir rezaletin kovuşturulduğu günlerde bu olaydan 1 milyon franktan fazla çıkar

sağladığı ortaya çıkmış. Aynı zamanda Le Temps, Rus çarlarından en çok para sızdıran gazete. Gazete, 12

yıllık bir antlaşma yaparak, her yıl ödenecek 150 bin frank karşılığında, Petrograd hükümetinden her yıl

gönderilecek 70 telgrafı gazetesinde yazacak ve kamuoyunu Rusların lehine yönlendirecekti. Gazetenin,

sadece Osmanlı-Rus gerginliğinden değil, Bulgar-Yunan gerginliğinden de her iki taraftan para sızdırarak

yararlandığı anlaşılıyor. Le Temps’in müşterilerinden biri İspanya’nın diktatörü General Riviera idi.

Riviera bir nutkunda Le Temps gazetesiyle olan ilişkisini ve onlara istedikleri gibi yazı yazdırabildiklerini

övünmekle karışık itiraf etti. Rezaletin ortaya çıkması üzerine gazete soğukkanlılığını hiç bozmadı.

Sadece bu ilişkiyi yalanlayan kısa bir yazı yayınladı. Diğer gazeteler, kendileri de aynı yolun yolcusu

olduklarından konuyu deşelemediler. Kapandı gitti. Aslında İspanya, Fransa’nın komşusuydu ve

aralarında özellikle sömürgelerden doğan sorunlar vardı. Gazetenin suçu resmen vatana ihanet

mertebesindeydi. Fakat konunun üzerine giden olmadı. Sonunda Fransız basını Hitler’den para

sızdırmaya koyuldu. Bu kez satılan Fransa idi. Osmanlı yıkılmıştı, çarlar öldürülmüştü. Sovyetlerin onlara

metelik koklattığı yoktu. Ortada para sızdırabilecek Alman, İngiliz ve Amerikan basınından başka kimse

görülmüyordu. Lazareff, kitabını Amerika’da bastığı için ondan İngilizlerden ve Amerikalılardan nasıl

para sızdırdıklarına dair bir bilgi alamıyoruz. Ama başka kaynaklardan Amerikan ve İngiliz basınının da

aynı yolun yolcusu olduğunu bildiğimize göre, Fransız hükümeti kendi basınının ülke aleyhine aldığı

rüşvetlerin kat kat fazlasını ülke menfaatleri doğrultusunda yazılar yazdırabilmek için İngiliz ve Amerikan

gazetelerine ödediğini düşünüyoruz. Bu şu demek oluyor: Basın, her türlü siyasal gerginliğin genellikle

tek kazananı olmaktadır.

Bu hikâyede anlatılanlardan şu sonuç çıkıyor: Medyanın uluslararası siyasi ve ekonomik krizlerdeki

rolü ve sorumluluğu, dünya çapında ciddiyetle ve derinden araştırılması gereken bir konudur. Bir insanlık

Page 12: FRANSIZ BASINI ALMAN İŞGALİNİ NASIL HAZIRLADI?

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR İBRAHİM OKUR www.ibrahimokur.com www.facebook.com/ibrahimokurkitaplari www.ibrahimokur.com

12 12 12 12

suçuyla, silahı kalem olan ve hep birlikte kamuoyunun gözü önünde pervasızca duran kravatlı bir suç

örgütüyle karşı karşıya olduğumuzu düşünüyoruz. Bu kapsamlı araştırmanın finansmanını mesela Türkiye

Gazeteciler Cemiyeti üstlenebilir. Söz konusu araştırmanın sağlıklı bir şekilde yürütülüp yürütülemediği

konusu, sponsorluğunu kimlerin yaptığı konusuyla çok yakından ilişkilidir. TGS’nin gazete patronlarının

cemiyeti olmadığını düşünerek, meslekten gazetecileri bu araştırmaya el atmaya davet ediyoruz.

Gün geçmiyor ki, basın özgürlüğüne dair nutuk dinlemeyelim. Mesela bu satırların yazıldığı

2011’in son günlerinde Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI), Türkiye’yi basın özgürlüğü düşmanı olan on

ülkeden biri olarak ilan etti. Listedeki ülkeler arasında Batılı ülkelerden hiçbiri yok. Oysa artık iyice

biliniyor ki, küresel egemenler dünyaya işlerine gelen bir yapı kazandırmak istiyor ve küresel medya

bu yolda en güçlü manipülasyon aracı. Barış ve basın özgürlüğü gibi şirin söylemlerin arkasında

kimlerin olduğunu merak ediyoruz doğrusu. Gerçekten bir barış ve demokrasi ortamı doğması için

hilekârların teşhir edilmesi, uyandırma servisi görevinin layıkıyla yapılması gerekmiyor mu?

Dikkatimizi çeken diğer bir husus, cumhuriyet tarihi boyunca görülmemiş düzeyde cari açığa

rağmen Batı medyasında Türkiye ekonomisinin iyi yolda olduğunun yazılıp çizilmesi. Hükümet

çevreleri bu haberleri büyük puntolarla bize ulaştırıyor. Günlerce övünüyorlar. Bir başka gün, bir

bakıyorsunuz, Türkiye’yi yerden yere vuran bir başka gazete ortaya çıkıyor. Yazıyı okuduğunuzda dış

politikada onların istediği mecralara çekilmemiz için kaleme alındığını anlıyorsunuz. Ama bu ikinci

gurup haberler yandaş medyada yer bulamıyor. Ülkemizde öyle gazeteler var ki, yıllardan beri ABD

aleyhine tek bir yazı yayınlamadı.

Fransa’nın yakasını kurtaramadığı, işgale kadar varan tecavüzüne uğradığı, halkı aldatarak

servet yapmayı gözüne koymuş medya güruhundan biz yakamızı nasıl kurtardık? Kurtardık mı? Bir

bilen çıkar diye soralım: Doğru söyleyin bize bizi kimler yönetiyor? Dünyayı kimler yönetiyor? Obama

mı? Sarkozy mi? Merkel mi? Yoksa halktan oy istemeye tenezzül etmeyen çeteler mi? Yoksa sadece

maşaları mı seçiyoruz?