et ve kısımları ehliyetin kısımları - cu.edu.tr...ehliyetin kısımları edâ (fiil) ehliyeti...
TRANSCRIPT
ehliyyet ve kısımları
kavramsal çerçeve
vücûb (hak) ehliyeti
ehliyetin kısımları
edâ (fiil) ehliyeti
arapça’da ehl kökünden türetilmiş yapma bir masdar olan ehliyyet sözlükte “yetki, elverişlilik, liyakat, yeterlilik” gibi anlamlara gelir. islâm hukuk doktrininin oluşumuyla birlikte ehliyet kelimesi kişinin dinî ve hukukî hükme konu olmaya elverişli oluşunu ifade eden bir terim olarak kullanılmaya başlanmıştır. insanın ise şer‘î hitaba ehil ve muhatap oluşu, kısaca akıl denilen anlama, düşünme ve ona göre davranma kabiliyetine sahip bulunması sebebiyle emanet ona yüklenmiştir. insanın bu anlamdaki ehliyet ve sorumluluğuna usulcüler ehliyyetü’l-hitâb adını verirler. bundan da maksat, insanın dinin davetini anlayacak konum ve kıvamda olmasıdır. ehliyet, islâm hukuk usulü açısından kişinin şer‘î hükümle olan bağını, fürû açısından ise dinî ve hukukî hükmün doğmasının veya geçerliliğinin ön şartını ifade ettiğinden fıkhın her iki ilim dalını da yakından ilgilendirir. islâm hukuk usulünde konunun, mütekellimîn (şâfiî) metoduyla yazılan eserlerde şer‘î hüküm bölümünde ve “mükellef (el-mahkûmü aleyh)” başlığı altında, fukaha (hanefî) metoduyla kaleme alınanlarda ise usulün son bahsi olarak ayrı bir başlık altında konu bütünlüğü içinde ve daha ayrıntılı bir şekilde ele alındığı görülür. ehliyet konusu, başta ibadetler ve özel borç ilişkileri olmak üzere fürûun hemen hemen bütün alt bölümlerini de yakından ilgilendirdiğinden klasik fıkıh kitaplarında ele alınan her konu kişi ehliyetinin tür ve devrelerine, ehliyeti daraltan veya ortadan kaldıran sebeplere göre de ayrıca incelenir. ehliyet kişinin haklardan faydalanmaya, bu hakları kullanmaya ve borçlanmaya elverişliliği demek olduğundan, cenin safhasından itibaren aklî ve bedenî gelişim seyrine paralel olarak parça parça bu ehliyeti kazandığı ve rüşd ile bunun tamamlandığı görülür. nitekim önce bazı haklardan faydalanma şeklinde başlayan bu ehliyeti bütün haklardan faydalanma, bazı konularda borçlanabilme ve malî sorumluluk altına girme takip eder. bunun ardından da kişinin dinen ve hukuken geçerli söz ve davranışta bulunabilme yetki ve sorumluluğu, yani hakları bizzat kullanabilme ehliyeti gelir. bu sebeple islâm hukukunda insan hayatı, hukukî kişiliğin başlamasından itibaren ehliyet açısından çeşitli dönemlere ayrılmaya, her bir dönem için farklı kurallar belirlenmeye, ehliyet de bu dönemlere uygun adlandırma ve ayırımlara tâbi tutulmaya çalışılır. öte yandan ehliyetin belirlenmesinde kişinin konumu kadar karşılaşılan hak ve borcun, dinî ve hukukî fiil ve işlemin mahiyeti de önem arzeder. bunun sonucu olarak islâm hukuk doktrininde ehliyet “vücûb ehliyeti” ve “edâ ehliyeti” şeklinde iki ana safhaya, insan hayatı da cenin, çocukluk, temyiz, bulûğ ve rüşd şeklinde beş devreye ayrılır. kişinin dinî ve hukukî bir hükme muhatap oluşu, söz ve davranışlarının sonuçları, hangi tür dinî ve hukukî işleme ne ölçüde ehil olduğu da bu devreler içinde ayrı ayrı incelenir.
Usulcüler vücûb ehliyetini kişinin haklara sahip olabilme ve borç altına girebilme ehliyeti, şeklinde tanımlar. Klasik literatürde bu “ilzâm” ve “iltizâm” kelimeleriyle ifade edilir. Tariften vücûb ehliyetinin, kişi lehine hakların sabit olması ile (ilzâm); borçlanmaya ehil oluş (iltizâm) şeklinde iki unsurunun bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu hak ve borçlar arasında kişinin miras, vasiyet veya satın alma yoluyla mülkiyet sahibi olmaya, uğradığı zararın tazminine veya yakınlarından nafaka almaya hak kazanması, ayrıca nesep, hidâne, vakıftan faydalanma hakkı ile vergi ödeme, haksız fiilinin yol açtığı zararı tazmin etme gibi borçlara muhatap olması sayılabilir. Ancak vücûb ehliyetinin özünü kişilerin haklardan faydalanması teşkil ettiği, borçlanma yönü ise daha çok üçüncü şahısların haklarını korumaya yönelik bir önlem olduğu içindir ki vücûb ehliyeti pozitif hukukta hak veya faydalanma bir başka ifadeyle medeni haklardan istifade ehliyeti olarak adlandırılır. vücûb ehliyetinin temelini insan olma vasfı teşkil eder; aklî ve bedenî gelişimi ne durumda olursa olsun yaşayan her insanın bu tür ehliyete sahip olduğu kabul edilir. şahsı "borçlanmaya ehil kılan" vücub ehliyetinin ikinci unsuru, insanın şahsiyetinde şer'in takdir ettiği bir mahalli (yeri, kabı, kapasiteyi) gerektirir ki buna "zimmef' adı verilir. zimmet itibari ve takdiri bir varlıktır, var kabul edilen bir kap gibidir. birisi için filanın zimmetinde şu kadar meblağ var denilince bu kabın o kadar borç ile dolu (meşgul) bulunduğu anlaşılır. fukahadan bazılan zimmet ile vücub ehliyetini bir tutmuşlar ise de bu doğru değildir. vücub ehliyeti bir vasıf ve kabiliyet, zimmet ise vücub ehliyetinin borçlanma unsuruna ait itibari bir mahal ve kaptır. "filanın zimmeti meşgul" sözü kabiliyeti meşgul manasına gelmez. yaşayan her insanın vücûb ehliyetinin bulunduğunun kabul edilmesi, amaç itibariyle hem onun haklarını hem de insan olma vasıf ve onurunu koruyucu bir rol üstlendiğinden toplum ve hukuk düzeninin de tabii gerekleri arasında yer alır. sağ doğması şartıyla anne karnındaki ceninin kısmen de olsa vücûb ehliyetine sahip olduğunun benimsenmesi, hatta bazı islâm hukukçularının, ölümden sonra da belli alanlarda bir süre için kişinin vücûb ehliyetinin devam edeceği görüşünde olması esasen kişinin ve üçüncü şahısların haklarını korumayı amaçlar. Vücûb ehliyeti açısından insan hayatı cenin dönemi - doğum sonrası dönem, buna bağlı olarak vücûb ehliyeti de eksik ve tam şeklinde ikiye ayrılarak incelenir. Anne karnındaki çocuğa (cenin), doğum sonrasında müstakil bir kişilik kazanacak olması göz önünde bulundurularak teşekkül anından itibaren eksik bir kişilik ve vücûb ehliyeti tanınmıştır. Bu ehliyetin eksik oluşu ceninin sadece lehindeki bazı haklara sahip olması, herhangi bir şekilde borç altına girmeye ehil sayılmaması anlamındadır. Cenin, müstakil bir varlığa sahip bulunmayıp annesinin hayatına bağlı olarak yaşadığı, doğuma kadar yaşamasının da şüpheli olduğu göz önüne alınarak tam bir kişi muamelesine tâbi tutulmamış, sadece doğuma kadar beklendiğinde zayi olabilecek lehindeki bazı haklar saklı tutulmuş ve sağ olarak doğduğunda bunlara kendiliğinden sahip olması benimsenmiştir. Klasik literatürde cenin için miras, vasiyet, vakıf ve nesep şeklinde dört haktan söz edilir ve ceninin bu haklardan faydalanmaya ehil oluşu, bu hakların doğması için ilgili tarafın kabulünün gerekmediği gerekçesine dayandırılarak açıklanır. Bunun dışındaki haklardan faydalanması ise kural olarak kabul edilmez. Usulcüler bunu, ceninin zimmetinin ve tam vücûb ehliyetinin bulunmayışıyla açıklamaktadır. Bu anlayışın da temelinde, yukarıda sayılan dört hak dışındaki haklardan faydalanmanın cenin için ihtiyaç teşkil etmediği görüşü yatar. Ceninin borçlanmasına gelince, kişinin borçlanması ya kendi hukukî işlem, söz ve davranışı veya kanunî temsilcisinin adına yapacağı hukukî işlem sebebiyle mümkün olur. Cenin için her iki durum da söz konusu olmadığından herhangi bir borçla yükümlü tutulmaz. Doğumla tam bir hukukî ve gerçek kişilik başlar ve kişi yaşadığı sürece zimmete ve tam vücûb ehliyetine sahip olur. Kişinin haklardan faydalanabilmesini ve borçlanabilmesini ifade eden vücûb ehliyeti kişi ehliyetinin de özünü ve vazgeçilmez alt sınırını teşkil eder. Temyiz çağına ulaşmamış (gayri mümeyyiz) küçükler, deli ve bunaklar sadece vücûb ehliyetine sahip olduklarından bu grubun tipik örneğini oluşturur ve klasik literatürde vücûb ehliyetinin mahiyet ve kapsamı özellikle gayri mümeyyiz çocuk örneği üzerinde açıklanır. Özetle belirtmek gerekirse kişi doğumdan itibaren malî haklardan faydalanmaya ve malî borçlar altına girmeye tam ehil olur. Satım, kira, miras, vasiyet, hibe gibi akid ve hukukî işlemler sonucu kendisine intikal eden her türlü hakkı kazanabildiği gibi kendisi adına yapılan hukukî işlemlerden doğan borçlara, akrabalık nafakası, haksız fiilden doğan tazmin, öşür ve haraç gibi kamu düzenini ve sosyal yardımlaşmayı gerçekleştirmeye yönelik malî borçlara muhatap olur. Bunlar kişinin vücûb ehliyetine sahip olmasının tabii sonuçlarıdır. Zekât ve sadaka-i fıtırda malî yönü ağırlıklı gören fakihler bunların gerekmesi için de vücûb ehliyetini yeterli kabul ederler. Evlilik akdi de bir yönüyle malî ve ivazlı akidler grubunda sayıldığından kişilerin akid olarak evlendirilebilmesi için vücûb ehliyetine sahip olmaları İslâm hukukçularının çoğunluğu tarafından yeterli görülür. Kişilerin hakları bizzat kullanma yetkileri (edâ ehliyeti) bulunmadığı sürece hak ve borç doğurucu hukukî işlemlerin onlar adına kanunî temsilcileri tarafından yapılacağı açıktır. Kanunî temsilcilerin, temsil ettikleri kişinin sırf zararına olan bağış ve vakıf gibi hukukî işlemlere yetkili kılınmaması da vücûb ehliyetinin özünün hak ehliyeti olması, borçlanma yönünün ise daha sınırlı bir çerçevede, gerek üçüncü şahısların hakkını gerekse kamu düzenini koruma ihtiyacına binaen ve ihtiyaç oranınca tanınmış bulunmasının tabii sonucudur.
Edâ Ehliyeti. Kişi başlangıçta sadece vücûb ehliyetine ve bunun sağladığı birtakım haklara sahipken şâri‘ veya hukuk düzeni, aklî ve bedenî gelişimine paralel olarak kişiye
giderek hakları bizzat kullanma yahut bizzat kendi işlemiyle borç altına girme yönünde ilâve haklar tanır ve ehliyetin kapsamını genişletir. Kişinin hayatının hangi devresinde ve
hangi durumda ne tür hak ve ehliyete sahip olacağını konu alan bu düzenlemeler, esasen hem ilgili şahısların haklarını korumaya hem de hukukî hayatta güven ve istikrarı
sağlamaya yöneliktir. Vücûb ehliyetine ilâve olarak kişiye tanınmaya başlanan bu ehliyet literatürde “edâ ehliyeti” başlığı altında incelenir. Bu sebeple vücûb ve edâ ehliyetlerini
ehliyetin iki ayrı kısmı değil iki safhası şeklinde telakki etmek doğru olur. Edâ ehliyeti vücûb ehliyetinin daha kapsamlı hale gelmiş ikinci safhası sayılabilir.
Usulcüler edâ ehliyetini, “kişinin dinen ve hukuken muteber olacak tarzda davranmaya ve hukukî işlem yapmaya elverişliliği” olarak tanımlar. Edâ ehliyeti, kişinin vücûb
ehliyeti sebebiyle faydalanmaya ehil olduğu hakları bizzat kullanmasını, hak ve borçlar doğurabilecek şekilde hukukî işlem yapabilmesini ifade ettiğinden “muamele, mübâşeret,
tasarruf, fiil ehliyeti/medeni hakları kullanma ehliyeti” diye de anılır. Vücûb ehliyeti zimmete ve hukukî kişiliğe, edâ ehliyeti ise akıl ve temyiz gücüne dayanır. Kişinin geçerli
hukukî işlem yapabilmesi, dinî ve hukukî hükme şahsen muhatap olabilmesi için belli seviyede anlama ve muhakeme etme gücünün bulunması gerekir. Hem bu kişiyi hem de
üçüncü şahısları koruyabilmek için böyle bir önleme ihtiyaç vardır. Ancak insan başlangıçta akıl ve temyiz gücünden yoksun iken gerek ruhî gerekse bedenî kabiliyetleri itibariyle
tedrîcî bir gelişme seyri izlediğinden ehliyet de kişinin bu gelişimini bir gölge gibi takip ederek onunla uyumlu bir kapsam kazanır. Bunun için de edâ ehliyeti başlangıçta hiç
bulunmazken insanın iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ana hatlarıyla olsun ayırabilmesi demek olan temyiz döneminde eksik olarak başlar. Birçok alanda bulûğ ile, bazı
alanlarda ise rüşd ile tamamlanır. Bu sebeple kişilerin edâ ehliyetini kazanması temyiz, bulûğ ve rüşd şeklinde ifade edilen üç kademede gerçekleşir. Temyiz - bulûğ arası
dönemde kişiye aklî melekelerini kullanmadaki noksanlığı sebebiyle eksik edâ ehliyeti, bulûğdan sonra ise bu melekelerin yeteri derecede olgunlaşacağı kabul edilerek kural
olarak tam edâ ehliyeti tanınır. Bununla birlikte bazı alanlarda tam edâ ehliyeti için gerçek aklî yetişkinlik demek olan rüşdün aranması da edâ ehliyetinde temel ölçünün bedenî
değil aklî yetişkinlik olması esasından kaynaklanır. Bazı usulcülerin edâ ehliyetini, anlama ve yapabilme gücü veya akıl ve beden gücü şeklinde iki esasa bağlayarak
açıklamasında, edâ ehliyetinin bir yönüyle bulûğa yani bedenî ve biyolojik ergenliğe bağlanmasının önemli etkisi vardır. Ancak kişinin karar verdiği yönde davranabilecek maddî
güce ve bedenî yetişkinliğe sahip bulunması edâ ehliyetinin esası değil gerçekleşme şartı olarak görülmelidir.
Edâ ehliyeti açısından insanlar, hayatın tabii seyrine göre yapılan ayırıma bağlı olarak gayri mümeyyiz küçük, mümeyyiz çocuk, bâliğ ve reşîd şeklinde dört gruba ayrılarak
incelenir. Kişinin akıl, irade ve şuurunu yok eden veya zayıflatan hastalık ve ârızî durumların edâ ehliyetine etkisi de bu dörtlü ayırım içinde açıklanır.
temyiz öncesi dönem (çocukluk)
bu devre çocuğun doğumundan temyiz çağına [şahısta basit de olsa bir şuur ve anlayışm başlaması, hareketlerinin neticesini idrak etmesi] gelmesine kadar devam eder. şüphesiz çocuk doğmakla istiklal kazanmış, daha önce sahip bulunmadığı farklı sıfatlarla bezenmiştir. şu halde ehliyetinin vücup sahasında biraz daha genişlemesi gerekecektir; fakat idrak ve muhakeme teşekkül etmediği için henüz eda ehliyeti yoktur. vücup ehliyetine gelince bu, her iki unsuruyle vardır; şu halde hem lehinde hem de aleyhinde hukuk sabit olur. başka bir deyişle hem alacaklı ve hem de borçlu olabilir. 1. çocuk (deli de böyledir) doğumundan itibaren kendisi için bağışlanan veya satın alınan şeye malik olur, veli veya vasisi onun namına bey'i, karz, rehin, icare gibi akitleri yapar; bunların semere ve neticesi çocuğa ait olur. 2. bunların dinen ve hukuken geçerli niyet ve iradeleri bulunmadığından imanla ve ibadetlerle mükellef tutulmadıkları gibi iman ve ibadetleri nazarı itibara alınmaz ve şer‘î hükme dayanak teşkil etmez. çocuğun ehil sayıldığı borçlara gelince
1. başkasına ait bir hakkın temellük veya ihlalinden doğan "malî bedeller". çocuk için alınan bir malın bedeli veya kiralanan şeyin ücreti onun borcu olduğu gibi başkasının malını itlaf ettiği takdirde onu tazmin de borcudur. keza bir kimseyi öldürür veya yaralarsa bunun da diyet ve erş gibi bedelini ödemek onun borcudur. çocuğun temyiz kabiliyeti olmadığından "bedeni ceza ehliyeti" de yoktur. sözleri, işlemleri, kabz ve teslim gibi hukukî fiilleri hukuken geçersiz olup yok hükmündedir. bu işlemlerden niyâbet kabul edenler onlar adına kanunî temsilcileri tarafından yapılır. zira hacr, fiiller için değil kaviller içindir.
2. mal üzerine konan vergiler; öşür, haraç, bina, gelir, gümrük vergileri gibi. bu vergilere malı olan çocuk da tabidir.
3. zenginlerin fakir akrabalarına borçlu bulundukları nafakalar gibi zenginliğe bağlı içtimai mükellefiyetler (meunetler).
4. cumhura göre zekât ve sadaka-i fıtır gibi malî mükellefiyetlere muhataptır. bu, onların niyet ve iradelerinin geçerlili olduğu anlamına gelmeyip üçüncü şahısların haklarının korunması ilkesine dayandığından bunlar için edâ ehliyetinin bulunması şartı aranmaz.
bu devre çocuğun ana rahmine düşmesinden doğuma kadar
devam eder. bu devre içinde ceninin eksik vücub ehliyeti
vardır; yani lehine olan haklar sabit olur, fakat aleyhine hakkın
sübutuna ehil değildir. fukaha ceninin, lehinde olan zarorı
hakların sübutunu şu esasa bağlamışlardır: ceninin istiklali
olmayışı ve her cihetten anasına tabi oluşu bakımından onun
bir uzvu, bir parçası gibidir; binaenaleyh hiçbir ehliyeti
olmaması gerekir. fakat bir müddet sonra anadan ayrılacağı
ve kendine mahsus bir hayata sahip oluşu bakımından ele
alınınca da ceninin hak sahibi olması zaruridir. diğer taraftan
canlı olarak doğmaması ihtimali mevcut olduğu için bu
hakların zaruret hududunu aşmaması gerekir.
ceninin hakları
a- baba, ana ve bunların vasıta olduğu kimseler ile soy irtibatı
(neseb).
b- miras: varis olması gereken birisinin ölümü halinde
doğacak çocuğa, düşmesi muhtemel olan en büyük pay ayrılır
ve muhafaza edilir.
c- kendisine vasiyyet edilen şeye hak sahibi olması.
d- keza kendisine vakfedilen şey üzerinde hak sahibi olması.
Hariçten bir müdahale ile düşen çocuk -takdiren- sağ doğmuş
ve müdahale eden tarafından öldürülmüş sayılır ve beş yüz
dirhem tutan kan bedelini (gurre) ceninin veresesine
ödemeğe mecbur olur.
cenin dönemi
henüz bulûğa ermemiş fakat ana hatlarıyla da olsa iyiyi kötüden, kârı zarardan ayırma gücü bulunan çocuk,
aklî gelişimi henüz tamamlanmadığı için eksik edâ ehliyetliler grubunun modelini oluşturur. kısmen temyiz
ve muhakeme gücü bulunmakla birlikte aklî melekeleri tam gelişmemiş (ma‘tûh) veya harcamalarında aşırı
derecede tedbirsizlik gösteren (sefih) kimseler de bazı yönlerden bu grupta mütalaa edilir. islâm hukukunda
çocuğun genelde yedi yaşında temyiz gücü kazandığı görüşü hâkimse de bu genel ve objektif bir ölçü
getirmeyi amaçlayan bir yaklaşım olup her olayın mahiyetine göre çocuğun temyiz gücünün bulunup
bulunmadığı ayrıca değerlendirilebilir. kişiler yedi yaşından bulûğa kadar süren dönemde kural olarak
mümeyyiz sayılır ve eksik edâ ehliyetine sahip olduğu kabul edilir. burada edâ ehliyetinin eksikliği, kişinin her
tür hukukî işlem karşısındaki genel konumunu gösteren bir değerlendirme olmayıp onun sadece belli tür fiil
ve hukukî işlemleri yapmaya ehil sayılıp bazıları için ehliyetsiz, bazıları için de sınırlı ehliyetli sayılması
anlamındadır. hukukî işlemler açısından her bir işlemin, ancak o alanda yeteri derecede edâ ehliyetine sahip
kimseler tarafından yapıldığında geçerli olacağı açıktır.
mümeyyiz küçüklerin edâ ehliyeti, hukukî işlemler alanı ile ibadet alanında farklı kapsamlara sahip
bulunduğundan hukukî (medenî) edâ ehliyeti ve dinî edâ ehliyeti şeklinde ikiye ayrılarak incelenebilir.
hukukî edâ ehliyeti kişinin hukukî işlem yapabilme ehliyetidir. malî sonucu bulunan hukukî işlemler bu açıdan
üçlü bir ayırıma tâbi tutulur.
1. mümeyyiz küçük, mahiyeti itibariyle sadece fayda yönü bulunan ve mal varlığında artışa yol açan hibeyi,
vasiyet ve sadakayı kabul gibi işlemleri tek başına yapabilir. bu nevi hukukî işlemleri kimsenin izin ve
onayına bağlı olmaksızın geçerli olur. başkasına vekil olması da kendisi açısından hiçbir risk taşımadığı için
yani bir zarar olması durumunda müvekkil ödeyeceğinden bu grupta mütalaa edilir.
2. mahiyeti itibariyle hem kâr hem de zarar yönü bulunan alım satım, kira, selem, şirket, evlenme, müzaraa,
mudarabe gibi ivazlı akidler daha yoğun bir dikkat ve özen gerektirdiğinden mümeyyiz küçük bu tür hukukî
işlemleri ancak kanunî temsilcisinin izin veya onayı ile yapabilir. Bu izin önceden umumi olarak verilebileceği
gibi, tasarruftan sonra muvafakat etmekle de tahakkuk eder. Muvafakata kadar tasarruf sahih fakat "mevkuf'
sayılır. İzin verilmemiş olanlar "hacr" altındadır, bunlara "mahcur", izin verilmiş olanlara da "melzun" denir.
3. hibe, borç ikrarı veya ibrâsı, kefalet, vakıf yapma, boşama, iare gibi hukukî işlemler, kişinin mal varlığında
azalma meydana getirdiği için mümeyyiz küçüğe de kanunî temsilcisine de bu tür işlemleri yapma veya
onaylama yetkisi verilmez.
mümeyyiz küçüğün dini mükellefiyet ehliyeti yoktur. iman, namaz, oruç, hac, kefâret gibi dinî ödevlerle ve
bedenî ibadetlerle mükellef değildir. kişinin cezaî ehliyet ve sorumluluğu, hatta cihad, iyiliği emredip kötülüğü
önleme gibi dinî ve toplumsal karakterdeki ödevler karşısındaki durumu da böyledir.
Biyolojik ergenlik demek olan bulûğ, kişinin çocukluk döneminden çıkıp yetişkin insanlar grubuna katıldığı hayatının önemli bir dönüm noktasıdır. Bulûğ, sübjektif bir karakter taşıyan aklî yetişkinlik için de objektif bir ölçü olarak benimsenir ve bu dönemden itibaren kişinin yeteri derecede aklî ve bedenî yetişkinliğe sahip olduğu kabul edilir. Diğer bir ifadeyle, tıpkı illet-hikmet ilişkisinde olduğu gibi bedenî gelişme demek olan bulûğ aklî yetişkinliğin de kuvvetli göstergesi (mazınne) durumundadır. Yoksa bulûğun edâ ehliyetini kazanmada tek başına yeterli hatta etkili olmayacağı açıktır. Bulûğla birlikte yeteri derecede aklî yetişkinlik kazandığı var sayıldığı içindir ki aksini gösteren bir delil olmadıkça kişi akıl ve bulûğ ile kural olarak tam edâ ehliyeti kazanır. Dinî terminolojide buna “âkıl ve bâliğ olmak” tabir edilir. Bunun anlamı kişinin hakları kullanmaya, sözlü, yazılı ve fiilî hukukî işlemleri bizzat yapmaya, dinî ve içtimaî mükellefiyetlere muhatap olmaya ve cezaî sorumluluk taşımaya ehil hale gelmesidir. Malî konularda kişinin tam edâ ehliyeti kazanması için bulûğun yeterli olmayıp rüşdün aranması onun hak ve özgürlüklerini kısıtlamaktan çok öncelikli olarak kendisinin, dolaylı olarak da toplumun haklarını korumayı amaçlar. Diğer bazı alanlarda ve akid türlerinde de kişinin tam edâ ehliyeti için tabii bulûğ esas alınmayıp belli bir yaş sınırlaması getirilebilir. Nitekim Tanzimat’tan sonra hazırlanan Emvâl-i Eytâm Nizamnâmesi yetimlerin rüşd yaşı olarak yirmi yaşı belirlemiş ve ancak bu yaşa ulaştığında mallarının teslim edileceği esasını getirmiştir. Mecelle’de, bulûğ yaşının sonu yani hükmî bulûğ konusunda Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed’in görüşüne uyularak on beş yaş ölçüsü getirilmişken (md. 986) 1917 tarihli Hukūk-ı Âile Kararnâmesi’nde evlenme ehliyeti için Ebû Hanîfe’nin görüşüne uyularak erkeklerin on sekiz, kızların on yedi yaşını bitirmiş olmaları şartı aranmıştır (md. 4). Kararnâmede bu yaşa ulaşmamış kızlar için velisinin izni aranmış (md. 6), kızların dokuz, erkeklerin ise on iki yaşından önce evlendirilemeyeceği hükme bağlanarak (md. 7) evlenme ehliyeti için bir de alt sınır getirilmiştir. On yedi yaşını tamamlamış kızların evlenebilmesi için denklik (kefâet) açısından velisinin görüşünün alınması (md. 8), edâ ehliyetini kısıtlamadan çok ailenin sağlıklı temeller üzerine kurulması ve özellikle evlenecek kızın haklarının korunması düşüncesine dayanır. Türk Medeni Kanunu rüşd yaşını 18, Suriye (1953 tarihli ahval-I şahsıyye kanunu) 18, Mısır 21, İngiltere, Almanya ve Fransa keza 21 olarak kabul etmiştir.
bülûğ ve rüşd dönemleri temyiz dönemi
ehliyeti etkileyen ârızî durumlar (avârız-ı ehliyyet)
kavramsal çerçeve
semavî
avârız-ı ehliyyetin kısımları
müktesep
vücûb ehliyeti zimmete ve insan olma vasfına dayandığından hayatta olduğu sürece her insan kural olarak tam vücûb ehliyetine sahiptir. ancak gerek uygulamada görülen ihtiyaçlar, gerekse toplumun ortak kültür ve geleneği sebebiyle zaman zaman belli sınıf, cins ve grup şahısların haklardan faydalanma ehliyetine bazı sınırlamalar getirildiği olmuştur. meselâ bugün için tarihe mal olmuş bulunan kölelerin hak ve ehliyetindeki kısıtlamalar, sosyal ve siyasî haklardan faydalanmada belli gruplar için getirilen kısıntılar veya ayrıcalıklar dinî olmaktan çok sosyal ve geleneksel telakkiler, toplumsal şart ve ihtiyaçlarla ilgili bir konu görünümündedir. bu tür istisnaî durumlar hariç vücûb ehliyetinin kısıtlanmaksızın veya yok olmaksızın hayat boyu devam etmesi ve tabii bir son olan ölümle ortadan kalkması genel ilkedir. bu sebeple ehliyetin etkilenmesi, daralması veya yok olması vücûb değil edâ ehliyeti için söz konusudur. çünkü edâ ehliyeti kişinin akıl ve temyiz kabiliyetine dayandığı, muhakeme, irade ve yapabilme gücünü yakından ilgilendirdiği için bunları zayıflatan veya ortadan kaldıran her yeni durum tabii olarak edâ ehliyetini de aynı oranda etkileyecektir. insan ehliyeti tamamlandıktan sonra onu daraltan, yok eden veya ehliyeti etkilemeksizin ilgili kişiye nisbetle bazı hükümlerin değişmesine yol açan durumlar islâm hukukunda “ehliyet ârızaları” olarak anılır. burada ehliyet tabiriyle edâ ehliyeti, ârıza ile de insanın tabii ve aslî özelliği olmayıp edâ ehliyetini olumsuz yönde etkileyen durumlar kastedilir. usul bilginleri, ehliyet ârızalarını “semavî” ve “müktesep” olmak üzere iki kısma ayırarak incelerler. ancak bu ayırımın önemli hukukî sonuçları yoktur. literatürde her bir ehliyet ârızası ayrı bir başlık altında ele alınarak ayrıntılı şekilde incelenir. bu durum ve sebeplerin edâ ehliyetine etkileri de hayatın tabii seyrini teşkil eden temyiz öncesi dönem, temyiz dönemi ve bulûğ-rüşd sonrası dönem şeklindeki üçlü ayırım modeline göre ele alınır. meselâ tam delilik, tam bunaklık, baygınlık gibi ehliyeti tamamıyla kaldıran durumlarda kişinin gayri mümeyyiz çocuk hükmünde, edâ ehliyetini kısmen etkileyen durumlarda ise mümeyyiz çocuk hükmünde olduğu kabul edilir. her bir ârızî durumun kaynağı ve mahiyeti farklı olduğundan bunların her birinin dinî ve hukukî sonuçları da allah hakkı - kul hakkı, ibadetlerhukukî işlemler, sözlü - fiilî tasarruflar, inşaî - ihbarî tasarruflar gibi birtakım ayırımlar yapılarak incelenir. bu konuda hâkim olan ortak temayül, allah hakları konusunda akıl ve temyiz gücü bulunmadığı sürece muaf tutmak, kul ve toplum hakları konusunda ise kişiyi farkında olarak işlediği söz ve davranışlarından dolayı mümkün olduğunca sorumlu tutmak, ehliyetini etkileyen bu durumları bahane ederek başkasının haklarını ihlâl etmesine imkân vermemek, üçüncü şahısların haklarının korunması ilkesine öncelik tanımak yönündedir
semavî ârızalarla, meydana gelmesinde kişinin çaba ve seçiminin bulunmadığı durumlar kastedilir. -delilik/akıl hastalığı (cunun) -bunaklık (ateh) -baygınlık (iğma) -uyku -ölümle sonuçlanan hastalık (maraz-ı mevt) -kölelik (rikk) -yaş küçüklüğü (sığar) -unutma (nisyan) -ölüm (mevt) -ay hali (hayız) -lohusalık (nifas)
müktesep ârızalar ise meydana gelmesinde mükellefin veya üçüncü şahısların irade ve seçiminin etkili olduğu sonradan kazanılmış durumları ifade eder. -sarhoşluk (sekr) -harcamalarda tedbirsizlik (sefeh) -yolculuk (sefer) -bilgisizlik (cehl) -yanılma (hata) -zor ve tehdit altında olma (ikrah) -ciddiyetsizlik (hezl) -iflâs
ARIZA MAHİYETİNDE OLMAYANLAR her ne kadar adet haline geldiği için bu arızalar sayılagelmişse de dikkat edilince bunlardan "küçüklük, unutma, ölüm, ayhali, lohusalık, bilememek, yanılma ve hezl"in
arıza mahiyetinde olmadığı görülmektedir.
a) küçüklük: bu insanın tabii olan ilk hayat devrelerinden. biri olup, sonradan arız olarak mevcut ehliyetine tesir etmiş değildir.
b) unutma: hafızaya arız olan geçici bir durum olup insanın bedenine; aklına veya hukuki vaziyetine arız olan bir hastalık ve bozukluk değildir. bu sebeple ve bazı şartlar
ile yalnız ibadetlerin yapılamamasında mazeret olarak kabul edilmiştir, ehliyetlere tesir etmez.
c) kadın için hayız ve nifas, ehliyetleri ortadan kaldıran birer arıza olmayıp, taharetin şart olduğu bazı ibadetlerin farziyet veya edasına mani olan iki haldir. hayat,
temyiz ve akıl tam olduğu için ehliyetlere dokunmaz.
d) sefer: yolculukta güçlükler bulunduğu için din bunu bazı ruhsatlara sebep kılmıştır; ehliyetlere dokunmaz.
e) bilmemek: vekilin azledildiğinden haberdar olamaması, islam memleketinden uzakta müslüman olan bir şahsın bazı dini vazifeleri bilernemesi onların ehliyetini yok
etmez, ancak öğreninceye kadar mazur sayılırlar.
f) hata: "bir şeyin, onu yapanın isteğine uygun olmayan bir şekilde vukubulması" diye tarif edilen hata da -ehliyetlere temel teşkil eden kabiliyet ve vasıflara
dokunmadığı için- arızalardan değildir.
g) hezl: yapılan fiil veya söylenen sözün ciddi olmaması, neticelerinin husülünün istenmemiş olması, şaka veya başka bir maksatla sadece şeklin icrası -bunlara tealluk
eden tasarrufların batıl veya fâsid olmasını icabederse de- ehliyetlere dokunmaz.
h) ölüm: şahsı ve şahsiyeti ortadan kaldırır. şahıs olmadığı için ehliyetin olmaması başka, mevcud şahsa arız olan bir durumun ehliyeti kaldırması veya daraltması
başkadır. bu bakımdan ölümü, ehliyeti değil, şahsiyeti ortadan kaldıran bir sebep olarak kabul etmek gerekir.
ARIZALARIN EHLİYETE TESİRİ
ehliyet arazılarından birisini taşıyan şahıs "insan olarak vardır". şu halde bu arızalar vücub ehliyetine dokunmaz. eda ehliyetine gelince bunun dayanağı akıldır; bu
sebeple de temyiz bulunmadan eda ehliyeti bulunmaz. buna göre arızalar eda ehliyetine dokunmakta ve arızalı şahısların tasarrufları için -her kese şamil hükümlere
nisbetle- istisni hükümleri icab ettirmektedir. bunlardan bazıları eda ehliyetini tamamen ortadan kaldım; akıl hastalığı böyledir. bazıları ise eda ehliyetini tamamen
ortadan kaldırmayıp, sadece daraltır; ölümle neticelenen hastalık da buna örnektir. burada umumi kaide şudur: eda ehliyetini ortadan kaldıran arıza şahsı çocukluk
çağına iade etmiş sayılır, daraltan arıza ise temyiz çağına indirir.
cünun
edâ ehliyetinin dayanağı olan akıl ve
temyiz kabiliyeti arızalanınca mezkur ehliyet de ortadan
kalkar; şahıs çocuk gibi telakki edilir. akıl hastaları itlaftan -şahsen değilse de-
malen sorumludurlar. ika ettikleri zarar
mallarından tazmin edilir.
ibadetler mevzuunda: arıza yirmi dört saati
geçince namaz, bir ayı geçince oruc, bir yılı
geçince hacc sakıt olur.
ateh
bu da bir akil bozukluğudur. zekanin ve akli
durumun yeteri kadar gelişmemesinden
olduğu gibi, sonradan da meydana
gelmektedir. bunaklar gel-git akilli
kimselerdir; bazan akilli, bazan deli gibi
hareket ederler. bunlar, ehliyet
bakimindan mümeyyiz çocuklar
gibidir.
sarhoşluk (sekr)
tahavi, kerbi, ebu yusuf, züfer, müzeni, ibnü'l-kayyım gibi fukaha
sarhoşluğun sebeb ve amiline değil, bizzat kendisine bakarak, akıl ve iradeye halel verdiği için eda ehliyetini ortadan
kaldırdığına hükmetmişlerdir. kavli ve fi'li bütün
tasarrufların muteber olmamasına sebep teşkil eden bir arızadır. sarhoşun
evlenmesi, boşanması" alış-verişi, muteber değildir. ancak ika ettiği zararlar malından tanzim ettirilir.
diğer fukaha ise sarhoşluk isteyerek ve haram bir vasıta ile meydana
gelmişse -bu sebeb ve vasıtaya bakarak- sarhoşu tecziye maksadıyla bütün
tasarruflarım muteber kabul etmişlerdir.
uyku (nevm)
şahsın akıl ve iradesini
kullanmasını geçici olarak engelleyen
tabii bir anzadır. eda
ehliyetini -devam ettiği müddetçe- ortadan kaldırır.
muamelata ait tasarrufların
muteber olmaması sonucunu doğurur.
ibadetleri ıskat etmez, fakat eda vaktini geciktirir.
bayılma (iğma)
uykudan daha ağır, daha nadir ve
gayr-i tabii bir arızadır. ehliyete
tesiri uyku gibidir.
Sefahet (sefeh)
Aklı başında, temyiz kabiliyeti tam olmasına
rağmen malı üzerinde akıl, mantık ve iktisadın icaplarına göre
tasarrufta bulunmayan kimsenin halidir; bu hale mübtela şah sa "sefih" denir. Sefihler iki
nev'idir: a) Sefiholarak büluğa erenler; b) sonradan sefih
olanlar. a) "Allah’ın geçiminize medar kıldığı mallarınızı
sefihlere vermeyin .. ." ayetinin açık delaleti icabı sefih olarak büluğa eren şahıslara mallarının teslim
edilmeyeceği ittifakla kabul edilmiştir. Reşid oluncaya kadar bu gibi şahısların
tasarruflarının da -ekseriyete göre- ancak "sırf faydalı" olanlan muteberdir.
"Sefih-i mahcfir muamelatda sağir-i mümeyyiz gibidir." Mecelle Mad. 990.
b) Sonradan sefih olanlar, Ebu Hanife'ye göre hacr altına alınamazlar; bu onların insaniyet ve hürriyetlerine aykırıdır. Aklı başında bir şahsın mahcur olması, malının zayi olmasından daha
kötüdür. Ebu Yusuf ve Muhammed'e göre, sefihin şahsi
ve mali menfeatı ile amme menfeati, reşid oluncaya kadar onun
hacr altına alınmasını gerektirir. Ancak İmam Muhammed'e göre hacr için sefahetin
başlaması yeterli iken ebu yusufa göre sefih ancak hakimin hükmüyle hacr altına
alınabilir. Zayıf akıllı (zu'l-gafleh), kolayca aldatılabilen şahıslar da hacr mevzuunda sefihler gibidir
Borçluluk veya iflas
İslam hukuk bilginlerinin çoğuna göre borç, kişinin
malına değil,
zimmetine bağlı bulunduğu için borçlu malında
istediği gibi tasarruf edebilir. Bu arada bazen
şahsın borcu malını aşar, fakat başanh bir işletme
ile malını arttırarak tekrar borcundan fazla servete
sahip olabilir; iflastan
servete intikal eder. Fakat zamanla insanlar bu
serbest tasarruf hakkım kötüye kullanmışlar; borçlu
olan kişiler servetlerini alacaklıların elinden
kurtarmak ve kaçırmak için hayra veya çocuklanna
vakfetmiş, itimad ettiği akraba veya dostlarına hibe
etmiş, diğerinden çok aşağı beddeller karşılığında –
muvazaalı olarak- başkalarına satmışlar ... bütün bu
yollarla mallanm kendi mülkiyetlerinden çıkarmış,
istifade edebilecekleri kişilerin mülkiyetine intikal
ettirmiş ve alacaklıların haklarını tahsil etme
imkanlanm ortadan kaldırmışlardır. İşte bu durumu
gören sonraki fıkıh alimleri (müteahhirin-i fukaha) ,
borcu servetini aşmış kişiler mahcur olmasalar
dahi, mallarını alacaklılardan
kaçırma ihtimali taşıyan hibe, vakıf gibi
tasarruflarının, alacaklılar razı olmadıkça nafiz
olmayacağına fetva vermişlerdir. Bunun manası
şudur: Borç, bazı durumlarda kişinin eda ehliyetini
daraltmakta, yani bir "ehliyet arızası" olmaktadır.
Ölümle sonuçlanan hastalık (rnaradu'l-mevt)
Bu hastalığın tarifinde çeşitli formüller ileri
sürülmüş ise de bunlarda önemli iki unsurun
bulunduğu görülmüştür:
a) Hastalığın ekseriyetle ölüme götüren neviden
olması.
b) Ölümün bu hastalığa bağlı olarak -araya sıhhat
girmeden- vuku
bulması.
Böyle bir hastalığa musab olan ve öleceğini
hisseden şahsın, verese
ve alacakların zararına bazı tasarruflarda
bulunabileceği gözönüne alınarak
tasarruflanna bazı tahditler konmuştur.
1. Borçlu olduğu takdirde eğer borcu servetine
denk veya daha fazla
ise her nevi teberru ve vakıf mevzuunda mahcur
sayılır. Alacaklılar razı
olmadıkça bu tasarrufları nafız olmaz.
2. Borcu malından az ise artan malı üzerindeki
teberruları -kalan malın üçte
birini geçmediği takdirde muteber olur, geçerse
varislerin rızasına
bağlı kalır.
3. Borcu yoksa keza malının üçte birinden fazlasını
teberru edemez;
bir de varislerinden birine teberruda bulunamaz.
Yani bu tasarrufları
varislerin rızası olmadıkça nafiz olmaz.
Hukuki Temsil
velayet
vesayet
şahısların ehliyetlerinin eksikliği onları "kasır" durumuna sokmaktadır. bu eksiklik ya kuçuklukte olduğu
gibi tabii yahut da akıl hastalığı, bunama, sefahel. de olduğu gibi sonradan olmadır (arızi). işte bu ehliyet
noksanlıkları, kasırların haklarının korunması ve işlerinin yurutulmesi için velayet ve vesayet (hukuki
temsil) muesseselerinin doğmasını gerekli kılmıştır.
velayet kelimesinin luğat manası "yardım, sulta, selahiyet, işi uslenip yurutmek"tir.
velayet aslında hukuki temsilin yani "tasarrufta bir kimsenin, diğerinin yerini tutmasımn"
bir nev'idir. çunku temsil ihtiyari ve icbari olmak uzere ikiye ayrılır. ihtiyari olan
vekaıettir. icbari olan ise velayettir; bu da şöyle tarif edilmiştir: "reşit bir şahsın, şahsi
ve mali işlerini gözetip yurutme hususunda kasır olan bir şahsın yerini tutmasıdır.
cebri temsilde kasırın işlerini din veya hakim muayyen bir şahsa ısmarladığı, onu
mumessil tayin ettiği için veli ve vasinin, şartlarını haiz butun tasurrufları kasır namma
nafiz olur; kasır buyuyup reşid olunca bunları bozamaz.
kasırm iş ve ihtiyaçlarını ikiye ayırmak mumkundur. bunlardan birincisi evlendirrnek,
okutmak, tedavi ettirmek, işe verip san'at öğretmek gibi kasırın bizzat şaıısı ile ilgili
olanlardır; ikincisi ise akitler, tasarruflar, muhafaza ve harcama gibi mali olan işlerdir.
işte birinci nev'iden işlerde temsile "velayet", mumessile "veli" ikinci neviden işlerde
temsile "vesayet" mumessile de "vasi" denilmiştir.
VELAYET VE VESAYET HAKKI
1- kasırın babası ve babadan dedesi bulunursa her iki temsil hakkı da bunlara aittir. eğer bunlar yoksa velayet ile vesayet yekdiğerinden aynlrr. Velayet hakkı kasırın
binefsihi asabeden olan akrabasına aittir; bunlardan hangisi daha yakın ise veli odur. asabeden kimse yoksa velayet anaya intikal eder.
2- vesayete (mali tasarrufta temsile) gelince islam hukuku prensip olarak vasıyi tayin hakkını babaya vermiştir. vefatından önce onun seçtiği kimse vası olur. baba
vası tayin etmemiş ise bu hak dedeye (babanın babasına) intikal eder. bunlann tayin ettiği bir vası de yoksa vası tayini selahiyeti hâkime geçer. onun tayin ettiği
vasiye "vasiyyu'l-qadi" denir. aile hukuku kısmında daha genişçe ele alacağımız velayet ve vaseyete dair hukumler fıkıh kitaplannın ilgili bahislerinden başka kadri
paşa'nın "el-ahvalu'ş-şahsiyye"si (mad. 420-499) ve 1953 tarihli suriye ahval-i şahsiyye kanunu'nda (mad. 1 62-206) ve benzeri kanunlarda daha muntazam bir
şekilde tanzim edilmiştir.
Şahsın Akraba ve Soyu ile Münasebeti
nesebin sübutu mevzuun sistem içindeki yeri şahsın ailesiyle hısımlık münasebeti, aile hukukunda incelenmiş, ahvali-şahsiyye kanunlarının bu bölümünde tanzim
edilmiştir. ancak her şahıs evlenemeyeceğine yahut evlenmemiş şahısların da bulunacağına göre, şahsın karı-koca
münasebetleri dışındaki hısımlarıyle münasebeti "şahsın hukuku"nda bahis mevzuu olmuştur.
şahsın neseb (kan rabıtası, soy) ile bağlı bulunduğu akrabalarıyle kendi arasındaki bu bağdan üç önemli
mesele ve hüküm grubu doğmaktadır: miras, nafaka ve aile reisiiği ve veıayeti. her insanın, kendisini
ana-babasına ve onlar vasıtasiyle de diğer akrabalarına bağlıyan bir nesebi vardır. nesep bir kerre sabit
olunca yani bir kimsenin, babası tesbit edilince artık bu hüküm değişmez ve diğer alakalı şahıslara da
sirayet eder. yani baba vasıtasıyle onlar da şahsın akrabası olurlar; bu husus onların irade ve kabullerine
bağlı değildir.
nesebin sübutunda kaide "çocuğun firaşa (kadının nikahlısı veya sahibi olan erkeğe) ait olduğudur."[el-
veledu li’l-firâş] buna göre doğan çocuk, kadının kocasının sulhünden gelmiş sayılır. şayet erkek
çocuğun başkasından olduğuna kani ise lian usulüyle hakim boşanmaya hükmeder, çocuğun da koca
ile nesep alakası kesilerek anaya bağlanır. çocuk zina eden erkeğe bağlanamaz. bununla beraber hanefi
mezhebine göre zina hürmet-i musahareyi gerektirir; yani mesela zina mahsulü kız, bu zinayı yapana
haram olur. diğer hakların iktisab ve tahakkuku için muteber olmayan zina burada, yalnız evliliğe mani
bir nevi akrabalık tesis etmektedir. çocuğun bulunduğu yerde veya başka bir yerde meşru nesebi
bilinmiyorsa bu çocuğa "mechülü'n-neseb: soyu bilinmeyen" denir. soyu bilinmeyen çocuk için herkes
babalık iddiasında bulunabilir. bu iddianın kabulü için üç şart vardır:
1- iddia muhtemel olacak; aynı yaşta veya daha büyük bir kimse için diğeri bu iddiada bulunamaz.
2- çocuk bu iddiayı kabul edecek.
3- iddia eden nesebi başkasına değil, kendisine izafe edecek.
yukandaki durum daha çok terkedilmiş çocuklar (lakitler) için bahis
mevzuudur. fıkıh kitaplarında el-lakit için hususi bölümler vardır.
ayrıca kadri paşa'nın, el-ahvalu’ş-şahsiyye'sinin 356-364. maddeleri
bu hükümleri tanzim etmiştir. umumiyetle neseb hükümleri de fıkhım
nikah bölümünde incelenmiştir. islam hukukunda evlat edinme
müessesi mevcud değildir. neseb ancak meşru ve tabi kan
rabıtasının semeresi olmaktadır.
Şahsın Yer ile Münasebeti
kişinin oturduğu yer (şehir, kasaba vb.)
her insanın bir yer ile alakası vardır. bir memleketin mensubudur, burası onun vatanıdır. bir yerde
doğmuştur, bir yerde ikamet eder, ticaret yapar; kazancı, malı, mülkü, ailesi bir yerdedir. vatandaşlık
münasebetini ve bundan doğan neticeleri anayasa, devletler hususi gibi hukuk dalları inceler. şahsın
oturduğu, ticaret yaptığı ve nüfusta kayıtlı bulunduğu yerlerin hususi hukuk ile de sıkı bir alakası vardır.
idare ve kaza ile ahikalı usul kanunlarının vaz'ından önce kişinin yer ile münasebetinin önemli hukuki
neticeleri bulunmadığı için islam hukuku, kişinin yer ile münasebetine fazla bir yer ayırmamıştır. mezkür
kanunların şer'î usulüne uygun olarak vaz'ından sonra bunların icabı olan ve "şahsın yer ile münasebetlerini
düzenleyen" hükümleri de bünyesine alması tabiidir. fıkıhta ikametgah, hükümlere tesiri bakımından ikiye
ayrılır: 1 - kişinin oturduğu ev (mesken) 2- kişinin oturduğu yer (şehir, kasaba vb.)
a) boşanmış veya kocası ölmüş kadın, iddetini kocasının evinde bekler ve bir
zaruret bulunmadıkça evi terkedip gitmez. bunun hikmeti, bilahare kadının hamile
olduğu ortaya çıkarsa boşayan kocanın veya ölenin veresesinin, hamlin
başkasından olduğunu iddia etme ihtimalini ortadan kaldırmak, çocuğun nesebini
ve kadının iffetini korumaktır.
b) koca karısına muaccel mehrini ödediği takdirde kadın kocasının meskenine
gitmeye mecburdur. mazeretsiz olarak gitmez veya gittikten sonra meskeni
terkederse itaatsiz (naşize) sayılır ve bu durum devam ettiği müddetçe kocanın
nafaka borcu düşer.
a) hanefi mezhebine göre mueccel mehri ödenmiş kadın, kocası hangi şehre giderse onu
takibe mecburdur. bu, zamanla kötüye kullanıldığı için müteahlıiriln (sonraki fıkıh
bilginleri) kadınların evlenme akdi icra edilen yerden (kadının memleketinden) başka
yere mecburen götürülemeyeceği hükmünü benimsemişlerdir. ancak sonradan hukuk-u
aile kanununun 71. maddesiyle yine eski hükme dönülmüştür.
b) boşanmış kadın, terbiyesine bırakılan çocuğunu, boşayan ve çocuğun babası olan
kocasının izni olmadan başka bir şehre götüremez. yerin ibadet mükellefiyeti ile de
alakası vardır. bu husus fıkıh kitaplarının sefer ile ilgili bölümlerinde bahis mevzuu
olmuştur.
kişinin oturduğu ev
(mesken)