ege sarialtin- kolu kirik kahraman
DESCRIPTION
egeTRANSCRIPT
EGE SARIALTIN
Kolu Kırık Kahraman
2014 Eskişehir
Önsöz
Güneşimiz ve ayımız aynı bizim, ellerimizle dokunduğumuz hücreler üç aşağı beş yukarı
aynı...
Farklı bir şeyler söylemek istedim sana...
Cebimde biriktirdiğim tüm hikayeler bu kitapta olmasa da
Ben varım içinde...
Harcadığım zaman, sevdiğim kadın, nefretlerim, tutkularım vesaire
Benden bir şeyler duy istedim...
Ege Sarıaltın
2014 Eskişehir
Kapak Foto: Hans Braxmeier
Günaydın
Bazen siktiredilmişsinizdir, ya da sıradasınızdır siktiredilmemişlerin arasından...
Tercih etmeyi hiç beceremedim, seçeneklerim çoktu ve hiç yoktum.
Hiç şarkı söylemedim, bir kadının gözlerinin içine bakarak bir şiiri bağırmadım,
torna atölyesinde kolum kopmadı, bir kedim bile olmadı,
İkimiz diye birşeyler uydurdum, kuytularında kayboldum...
Ateşi çalan bendim,
Suyu bulan da...
Ateş ederken ilk ben vuruldum,
Bir dil konuşurken diğerini unuttum,
Karın ağrısıyla küçük bir kız çocuğunu kucağımda uyuttum...
En çok sevdiklerimi en güzel kuruttum.
Bir şey olmayı hiç beceremedim,
Çok şarkı söyledim ve bağırdım insanlara
torna atölyesinde kolum kopmadı ama
O şehir metrosunda ilk ben uyudum,
İlk ben gördüm balıkçı tezgahlarını balıklardan bile önce,
İkimiz diye birşeyler uydurdum, kuytularında kayboldum
Bazen siktiredilmişsinizdir,ya da sıradasınızdır siktiredilmemişlerin arasından
Bazılarına inanasım geliyor uydurduklarımdan...
Köprü ve Yıldızlar...
Parmaklarının ucuyla sundu ona küçücüktü kalbi
kimse dokunmamıştı
Görmemiş, içindekileri tahmin etmemişti...
Parlak bir şeyler yağdı gökyüzünden
Gülüşünü sevdi..
Yanağının kenarında
kendi dilini konuşan, özgür bir devlet kuruluydu sanki
Su, yol ve aşk bedavaydı burada,
Tuttu iki yakasından
Kendine doğru çekti ve öptü ...
Artık dünyanın hiçbir derdi kalmamış,
kölelik, açlık, savaşlar ve diğer milyonlarcası birden bitivermişti.
O gece Evin yolunu omuriliği sayesinde bulabildi...
Bunun bir salgın olmasını diledi
Parmaklarının ucunda yarattığı köprünün kenarında
Vazgeçti atlamaktan...
Gücü Gölgelere Yeten Kolu Kırık Kahraman
Gücü bir tek gölgelere yetiyordu
Elindeki kılıcı kaldırdı ve haykırdı boşluğa
Sövüp saydı,
kızamadığı kayınpederi geldi aklına
Vurdu tüm hızıyla önündeki kayaya
Kırıldı kılıcı...
Kimsenin izlemediği fark etti ve rahatladı....
Halinden bir tek delileri anlıyordu şehrin
Anılarını doldurdu cebine ve atladı boşluğa
Boğulmanın bir sanat olduğunu, o an anladı
Ayakları bastı yumuşacık kuma
Kırıldı umudu
Kimsenin izlemediğini fark etti, sessizdi...
15 yıldır askıdaydı sol kolu
En küçük bir harekette kırmızı kart isterdi hayattan
Yapa yalnız bir serseriydi kolu kırık kahraman...
Tanrının Cazı
Gölgesi düşüyordu parmaklarının,
Sedirdeki beyaz kadın teninin üstüne...
Okşarcasına iniyordu güneş, inletiyorlardı beraber yeri göğü
Erotik bir şeyler fısıldıyorlardı birbirlerinin kulaklarına,
Sonra bir gürültü kızılca kıyamet,
Onca yalan ve insanın uydurduğu onca hikmet,
Dilediği merhamete karışıyor,
Küçük sinsi bir köpek yavrusu gibi
İlk iklim değişiminde uzaklaşıyordu doğduğu kasabadan,
Tanıdık kasap bakkal olmayan, bir maceraydı bu
İster hayatta kalma güdüsü deyin
İsterse koca bir yalan
Gölgesi düşüyordu parmaklarının, ben saymadım kaç adet idiler
Sedirde Beyaz bir kadın vardı, Ona ben dokunmadım
Birileri tecavüz ettiler.
Sonra bir sürü iş çıktı işte, gömeceksin dediler, gömdüm...
Aslına bakarsanız ben hep hikayelerdeki kahramanlara öykündüm
Bir bok olmadı benden...
YAŞAMAK
Parmaklarının ucuyla bir sandala dokunuyordu
Batıp, çıkıyordu gölgelerinde,
İpleri kendi saldı, suyu aniden hissetti gövdesinde
Sığları ve tenhaları, en dip kuytuları ezberliyordu tekrar, tekrar...
Elbisesi yırtıldı defalarca, yelkenleri sarındı üzerine
Göğüs uçları gittikçe büyüyordu sanki,
Balıkları saydı tek, tek...
Tek mi çift mi Bilmiyor, Umursamıyordu
Ayağına batan dikenlerleydi onun işi,
Küçük bir cımbız yetiyordu tüm dertlerine...
Yelken
Yaşıyordu bir zamanlar,
Tüm teknelerini bir gecede yaptı misal.
İpleri düzdü, ağaçları yonttu, evimin perdelerindendi yelkenler,
Taş merdivenlerinden inerken yamacın ,
Gözlerini koyun limanına sıkışmış yelkenlerinden alamıyordu...
Yüzdürmeye hiç cesareti olmadı,
Küçük cesaret kıvılcımları canını acıtıyordu artık...
Defalarca yakmaya çalışsa da yanmıyorlar,
gaddar baltalar işlemiyordu ağacına ,
Bir gün ışıklarını gördü adanın çok uzakta
rüzgar kulağına bir şarkıyı üfürdü
Deli denizci işte o günden sonra uzakları gördü...
Yırtılmıyor evinin perdeleri,
Durmuyordu doldukça yelkenleri...
Datça
Akdeniz sarılıyor, sarmalıyor
Avuçlarına alıyor Ege'yi
Ne zaman dönsem yüzümü denize
Oralarda bir yerlerde,
tanrı doğuruyor denizin sırtını yasladığı ulu dağlar,
Deliler ellerinde meşaleler ile süslüyorlar ormanları
Başında şarap içiyor, dans ediyor,
Kokularında sevişiyorlar Karanfillerin, Bademlerin, Kekiklerin ve elbette yüce zeytin
ağaçlarının
Güneş bile görmek istiyor bu güzel insanları,
Bu yüzden Büyümüyor Datça'nın mis kokan çalıları...
Titrek Çamın Yağmur Düşleri
Dalları titrer, içi bir hoş olurdu her düşüşünde yağmurun
Çünkü dikenli Ellerinin ucundan kayıp giderdi yaşamak tılsımı,
Hiç üzülmedi ve solmadı toprakla arasındaki bu kovalamaca nedeni ile
, yorulmayı beceremedi bile,
Beceremedi fazla su tutmayı
Hörgücü yoktu misal, yahut bir matarası
Göklere değiyordu artık başı, bu aşkla büyüttü kendini
İçinde yağmur ve özgülüğün geçtiği Marşları haykırdı rüzgarlara
Karışırdı şarkılarla, ciğerlerine doluyordu tüm devrimci tutkuların...
Dalları titrer, her fırsatını yakaladığında kana kana içerdi yağmuru
Sarılsa yapamazdı;
Kucağı ve yarını yoktu onun,
Bugün tek gerçeğiydi...
Umutsuzlar Bulvarı
Umutsuzlar Bulvarı burası
Yürürken hissedersin;
en ıslağı buradadır taşların,
En pis ağızlı fahişeler,
Cüce travestiler, Tek kollu lubunyalar...
Bunların Peçete tutan küçük çocukları,
Geleceklerini kolonyayla tutuştururlar kimi zaman...
Elleri yanmaz,
gözleri yanmaz,
dilleri yanmaz ...
Atom bombası sessizliği kaplar geceyi...
İmparatorluk Sevdası
Her büyük kral gibi kurt emzirmişti onu da
Kurdun ininden koşarak çıktı
eline aldığı taşı hızlıca fırlattı kurt'a
Özgürlüğe ilk adımıydı bu eylem.
Arkasında bırakırken tutsaklığını,
Şiir okudu,
Karnının ortasındaki büyük çizgi şiddetle kanıyordu...
Başkent Roma'da çalgılar ve çengiler ile karşıladılar onu,
Mor kumaşlara Sarıp sarmaladılar,
Kadim hikayeleri anlatıyordu kopçalarının üstündeki kabartmalar...
İmparator diye bağırdı bir başıbozuk...
Bir diğeri ona eşlik etti...
Akdeniz de onlarca gemi battı sonra
Kocaman kubbeler inşa edildi sonra
Limanlar yakıldı, insanlar öldü, insanlar doğdu,
insanlar bu gün gibi aklımda...
Çoğunu yaktık,
Zengin ölenler gömüldü toprağa...
En büyük Gerçek Acıdır
En büyük Gerçek Acıdır
Var olanın yok oluşu,
Sahiplendiğin her şeyin kayboluşu,
İnandığın tüm olguların yanlış olduğunu fark edip öyle bulur insan karanlığı,
Son bozukluğunu kanalizasyon ızgarasına düşürdüğünde çektiğin değil,
Paran var iken,dostunun olmamasıdır acı
Elinde yüzlerce paralel evren varken, birinde bile mutlu olmayı becerememek
Kendi gerçeğinin olmamasıdır
Yüz karası her şeye muhalif olman değil,
Sonrasında becerdiğin koskoca yalnızlığındır...
İpek kumaşlarda seviştiğin gecelerin ardından
Tonla gölgeden ve anıdan sonra,
Yüzleştiğinde kendin ile;
Yaşamın sana sunduğu biricik süreçte,
Bir kadını Gerçekten sevememendir...
En büyük Gerçek Acıdır
Ellerindeki kumların okyanusa karışması değil,
Ellerin varken tutmayı becerememendir ...
Biraz Sakinleş Şimdi
Gözlerini dinlendir...
Geçecek hepsi...
Yüz Bin Hare
Yüz binlerce haresi vardı güneşin
Yüzüne siniyordu her biri,
Tüm cenaze törenleri ötelemiş,
Yeniden bir bahar gelene kadar aynı mevsimde yaşamaya ant içmişti,
İtler uludu,
Su aktı,
yolunu aradı,
Her asılan nazar boncuğu geleceğine ekleniyordu ...
Kendini kandırıyordu kendiyle,
Zamanı oyuncak eyliyordu...
elektrikler kesildiğinde fark etti insan olduğunu
ve gökyüzündeki tanrıları aradı,
Yüz binlerce haresi vardı güneşin
Her biri eriyordu...
Fareler Ve Gecekondular
Ufacık bir evimiz olmalı ; bir gecekondu İstanbul'un orta yerinde
Kapıları postacılar çalacak, faturalar için,
sonrası demir parmaklık yolları...
Bahçesinde ; tavuklar ,horozlar ,civcivler besleyeceğiz ,
Ama civcivlere sen bakacaksın,
Kırmızı, dört gün yaşayan civcivlerimiz olacak,
Sonrasında tavuklara arabalar çarpacak ve bu sevdada burada bitecek.
Kendimizden başka kimsemiz yok ;
Sen ben için,
Ben sen için sadece
Simit falan satarsın
Mafya izin verirse …
Benim Yalnız Ve Güzel Ülkem'e
Tabelaların ardından göründü şehir
Bulutları beyaz, denizi mavi
Elbisesi tertemizdi
Örgülü saçlarına hayatının amacı gibi değer verirdi tüm insanları
Dar sokaklarında şehrin bir sürü fare eşlik etti kayboluşumuza
Mezarları yetersiz kalıyor, gömemedikleri ölülerini yiyorlardı
Bu yüzdendir her halde
Ölüler konuşuyorlardı her yerde...
Misafir olduğumuz evde önümüze bulgur pilavı ve ayran koydular
Her yılın ilk sağanağında sel basıyor buraları diye bir yalan uydurdular
İnanmadım,
Bu şehirde
örgülü saçları kirlenmesin diye yağmura suç atarlar
Bulutları siyaha boyamaya çalışırlardı
Yağmurla yıkanan şehirler görmüştüm daha önceleri,
Kaybetmeyi bile onurlu bulurdu oralarda birileri
İskele
Güz düşleri görüyorum,
Yaprakların döküldüğü yollarda, yavaşça ayrılıyor el ele tutuşanlar,
aşkları toprağa karışmış çoktan
Sahilde gitar çalan çocuğu öldürmüş birileri
Ki o hiç adını söylemedi,
Gömmüşler kimsesizler mezarlığına.
Savruluyor bir o yana bir bu yana kağıttan lambası İskelenin
Sürekli ıslak tahtaları,
bir güvensizlik sarıyor çocukları,
Sıf bu yüzden
kimse atlamıyor üstünden
Gölgeler
Çam ağacının gölgeleri düşüyordu saçlarının üzerine,
Çiçekli elbisesinden küçük göğüs uçları belli oluyordu.
Eli gidiyordu anlına terini siliyordu,
Belinin üzerindeki benini kaşıdı sonra,
İzliyordum onu sessiz ve çocukça.
Küçük kız, kumarbazıydı şehrin,
Orospular ve çiçekçiler ile arkadaştı,
Gündüzleri uyanır, akşamları ise bira içerdi midye tava eşliğinde,
Çok konuştuğu için hep sustururlardı onu.
Bir gün tamamen kırdılar şevkini...
Ağaç diplerine gözlerini diktiler,
Büyüdü gözleri, göğsünün üzerinde iki el vardı artık
Biri tam tımarhanelikti,
Ötekisi ise zar atıyordu...
Akşamları çok içti çam ağacı
Gündüzleri hep uyurdu.
Onun gece bile gölgeleri vardı
Kaçışı ateşte bulurdu...
Kör'ün Hikayesi
Gurur duyuyordu kendi ile
ilk kör canbazıydı evrenin
tutkuyla yürüyordu çizgi üstünde
Yüreğindeki heyecan, ipleri en büyük yaşam amacı yapmıştı artık,
Avuçları gökyüzünde, kafası dimdik
Şimdilik bu küçük kasabadayım diyordu...
Toplandı meydan, başladı ritimler
Dizildi, klişe mucize posterleri, hokkabazlar, orospular, eşcinseller ve polisler...
Alkışlar arasında çıktı iki minare arasına gerilmiş ortasında bayrak asılı ipin başına
İlk adımını attı ve düştü aşağıya ...
Çıkan ses ürküttü
Dağıldı kalabalık...
Işığın Hikayesi
Geliyordu;
kadın çırılçıplak ayakları ile
Vücudu ne ipek görmüştü , ne hint kumaşları
balıkçının karısıydı,
Balıkçı yağız bir aşıktı, …
Güneş doğuyordu ayırırken ağları balıkçı,
Işıkları gördü.
Karşıdan ,
Mavi elbisesiyle gelen kadının üstüne vuruyordu…
Çırılçıplak ayakları;
Önce turuncu , sonra maviydi ,
‘’Bunu gören her aşık delirmeliydi’’ diye geçirdim içimden…
Sessizliği dinledim sonra,
Işığı izledim…
Limanı döven tuzlu suyun ve mavili kadının elbisesinin oynadığı bu OYUN
Balıkçının yanında da devam etti
Sarıldılar birbirlerine,
Zamanı durdurmak istercesine ,
çektim fotoğraflarını,
Aklımın en kuytu derinliklerine
Kuru Taş
Rengarenk arabaların geçtiği bir boğaz köprüsü ayağında
tüm gece bekledim seni...
Ellerim tutmuyordu soğuktan, saat kadranlarıyla yarışıyordum titrerken,
Hali hazırla insandım, erimezdim, şeker falan sayılmazdım...
Durdum, durdukça kurudum,
Birileri geçti, hızlı ve tehlikeliydiler, durları, çüşleri yoktu, alıyorlar, çalıyorlar ve
gidiyorlardı,
İki iklim geçiyordu, ben battaniye ile aramda bir köprü kuruyordum,
Bekliyordum seni...
Çocuklar taş attı sonra, birileri başlattı yangını ben görmedim,
itleri öldürdü birileri bilmiyorum ama
öldürmeselerdi, evlenecekti tinercilerden biri paris ile...
Ki o paris ki güzelliği dillere destan,
ve insan o kadar hayvandı...
Bir idi iki idi üç idi, tanıması güç idi ...
Fark etmeden,
Gördüğüm tüm köprü ayaklarını sana parselliyordum
Aklıma hep sen geliyor, Çoğalıyordun...
Toz, Ses, İs
Gökyüzündeki yıldız tozlarına ses olsun buradan,
Tanıdık tanımadık kim varsa aranızdan
eşit bir dünyada yaşamadığımızı haykırıyorum...
Eller kirlendi, ağıtlar duvarda,
düşün efendisi olmak için,
nefret ve hırs dolana kadar ben
tüm tanrılar yer yüzüne indi...
Geçmişte yaşanmıyordu,
Hayat Şu an idi, Şimdi...
Aşk dediğin yerde matematik ve tanrılar ölüdür,
İnsanlar sevişerek çoğalır ve bölünür.
Gökyüzündeki Issız gezegenlere ses olsun buradan;
İnsanı tanrı yarattıysa çamurdan
Nasıl erimiyoruz geçerken yağmurların altından...?
Ya biz toprak değiliz,
Ya da taşlaşmış insan denilen bu hamur.
Onlardansın sen de,
Beni tutsak ediyorsun,
ve gidiyorsun El Ruha'ya
Kosmosda bir ben sensizim
bu nasıl adalet Allah aşkına...
Soğan
Her gün soğanın cücüğünü yerdi Kübra Hanım
Kimseyi dinlemez, kokmazdı ya da dert etmezdi.
Eli erdi bir gelinliğe içine sindi,
Durdu iki gram didindi
Tamamdı yaşamın gerçeği, ellerinde elleri,
kim diyorsa deli; artık düşman idi,
Yaşamının tek emeli o kıllı erkek elleri...
Kimseye aldırış etmedi ve bırakırken kendini
Yaşamın akışına,
kınasıyla bir çocuk gelindi...
O gece işte gök delindi...
Kadın olma hevesi ve tüm düşleri göz yaşlarıyla karıştı kanalizasyona,
Oysa ki tüm tanrılar bayılıyordu pedofili kokan cinsel organizasyona.
İki dua edip,
Delirttiler Kübra Gelini...
O ise hergün soğanın cücüğünü yerdi
Bir gün öldü kocası bir trafik kazasında
Takdiri ilahi dediklerinde bu yanlız kadına, henüz 30 idi
Artık vaz geçmeliydi soğanın cücüğünden
Acıttı biraz...
Sakat Oğlan
Benim etlerim tel tel dökülür biraz fazla kaynarsam
İlk top atışında savaş çıktı sanırım,
Elime sıcak su değse hastaneye koşarım,
İlk ben yorulurum koşanların arasından,
Kış gelmeden kalınları çıkarırım gardoptan,
Naftalin kokar herşeyim, ,
Eskiyenleri yenileriyle değiştiririm...
Adam olamam ben,
Bir battaniyle beş kışı geçiremem
Bir kadına inanamam,
Bir gram büyümem...
Kızar ve kınarım...
Köprünün ayağındayım şu an
Hadi it beni ...
YEDİ
Hepinizi sayamam,
Bilmediğim bir dille kurduğunuz düşleri de kuramam...
Güneşi biliyorum, denizime doğan
Sense ırmağa değen başka bir şeyi biliyor olmalısın mesela,
İklimler oluyoruz, sanki bahar gelecekmiş sanıyoruz titreyerek.
Düşler bedava, bedavaydılar hepsi,
Kimimiz biraz daha karanfil,
Kimimiz biraz daha gizemli...
Masallar sonunda ebcet hesaplarımız da tutmuyor çocukluktan miras
Geriye büyümek düşüyor, olduğumuz topraklarda çürüyerek, tasmalarla büyümeyi
beklemek.
Olmuyor oralarda yaşama faslı,
Gitmek gerekiyor...
Bir baba yeniden bir çocuk olmaya,
Cebindeyken korkusuz aslın...
Satırla ayrılıyor zaman,
Şu an
Bir satıra sığdırıyorum 7 kere inandığım her şeyi, her birinizi
İt, an, çelik, çomak, kin, nefret, hediyeli cikleti,
Öpüp başıma koyuyorum zamanı, titrek, 14’lük fahişe gözleri...
Bugüne kadar öldürmediler diye sadece...
Nereye düşeceğini bilmeyen ve yoldaşı olmayan,
Tecavüzler ve tehditlerle kurduğu hikâyesinde,
Annenin işe yaramaz duası gibi...
Yedinizin de ölüsünün adı yok,
Ne de ölülerinizi ailelerinize postalayacak pulumuz...
Biz, insanlık abidesi köleler, sizleri uyuttuk yanlışlıkla, ucuz kömürle, kaçak elektirik
ve pahallı gazla...
İyi geceler bebeğim,
Hiç uyanmasan da...
Bir düş gör gittiğine dair o ümitli topraklara.
Dilimden bir ağıt yansın,
Ölün bile anlamasın,
Kimsesizler mezarlığında…
Ege Sarıaltın
2011’de ölen 7 mültecinin anısına…
Kahramansallaştırma Beni
kahraman onlar
ve sundukları gelecek hayalleri .
ben kapak biriktiriken kaybettim yuvarlak çemberleri,
kahramanların öğrettiği oyunların hepsi gerçekten oyundu ,
küçücük çocukları
masallara boğuldu...
kimse kahraman değildir
kendinden sonrasını düşünmedikçe
ve iki elinde tuttuğu dünyanın
ne tarafa döndüğünü öğrenmedikçe
kahramanıyız bu dünyanın
biz kayıp nesiller...
kaybolmayanlar adlarını,
bizlerden öğrendiler...
KARDAN ADAM
Rüzgarla sürüklenen adamın kurtuluş hikayesi ;
İncecik;
durup düşünmüyor düşerken ,dumanların içinden..........
İçerden üşüyor düşen su taneleri
Renkleri tercih edemiyor asla
Ve rüzgarı.
Sürükleniyor üşüyen;
Çatıları boyuyor ,sokakları boyuyor
Birşeyleri geri alıyor ,Kahramanca :
BU bir savaş olmalı , topsuz , tüfeksiz
ve renklerle oynayan
Bir kardan adam bir kadını arıyor ;
Sokakta ve tam savaşın ortasında
Rüzgara soruyor adresini
-Bizimle gel
diyorlar,
incecik kar taneleri
Düşünmüyor bile kardan adam
Havuçtan burnu üşümüyor artık
Rüzgara dönüyor sırtını , sürükleniyor ;
İçinden mırıldanıyor sonrasını
Unutacaksın diyor kardan adamlığını
Her gün eridiğini
ve iğrendiğini İRONİLERDEN
sen bugun yaşamayı tekrar öğrendin ;
İnceciklerden