Download - Yol Eylül Ekim 2006 Sayı 12
EMPERYALİST SALDIRGANLIĞIN GÖLGESİNDE
YENİ1 ORTADOĞU VE TÜRKİYE✓ Gerilimlerin Ortasındaki TürkiyeM ehm et Yılmazer
✓ Hizbullah Şamarı ve Siyasi SonuçlarıAyşe Tansever
✓ Empeıyal Nükleer DüzenAijaz Ahmed
Kriz kapıyı kaç kere çalar?
Fransa, Şili, Yunanistan...
Bakü-Tiflis-Ceyhan...Fay hattı
L
i ç indeki ler
Gerilimlerin Ortasındaki Türkiye Mehmet Vılmazer / s.2
Hizbullah Şamarı ve Siyasi Sonuçları Ayşe Tcınsever / s.6
Empeıyal Nükleer DüzenAijoz Ahmed / s. 16
ABD-Ortadoğu-Türkiye Helin Araş / s.23
Fransa, Şili, Yunanistan... / s.43
Kriz Kapıyı Kaç Kere Çalar?M. Sinan / s.25
Küresel Ekonomik FırtınaGabriel Kolko / s.29
IMF-Dünya Bankası Krizi Derinleşirken Muhalefetin Saldırı Planları
UJalden Bello / s.32
Yetki Kaybı: Neden? Mert Büyükkarobacok / s .35
Bakü-Tiflis-Ceyhan Fay Hattı Ayşe Tansever / s.50
Sınıf Mücadelesinin Sorunları-11Hasan Oğuz / s.62
ABD’de Göçmen Ayaklanması Mehmet Akyol / s.55
Teşkilat ı Mahsusa’dan Derin Devlete Sürekliliği Görebilmek
M. Sinan / s.46
Merhaba;Yol’un bir önceki sayısının üzerinden dört aylık bir süre geçti. Mali ne
denlerle iki aylık periyodumuzda geçici bir aksama yaşadık. Bundan sonra dergimiz iki aylık periyotlarla çıkmaya devam edecek.
Yaz ayları boyunca Ortadoğu’da önemli gelişmeler yaşandı. Irak’taki direniş devam ederken işgalci güçlerin kışkırttığı Şii ve Sünni gruplar arasındaki gerilim yükselmeye başladı. Irak’ta artık bir iç savaş yaşandığı bizzat ABD’li generaller tarafından ifade edilmiş durumda. İşgale karşı direnişin yer yer iç savaşla iç içe geçtiği karmaşık bir tablo söz konusu. Ülkede genel olarak Şiilerin etkinliği artarken Kuzey’de Kürtlerin kazandığı ö- zerklik devletleşmeye doğru ilerliyor. Irak’taki genel durum ABD açısından her gün daha da zorlaşıyor.
Irak’ta bataklığa saplanan ABD Büyük Ortadoğu Proje’sinden vazgeçmiş değil. Aksine yeni saldırılarla anti Amerikan güçleri zayıflatmaya çalışıyor. Temmuz ayında İsrail’in Lübnan’a saldırısı ABD’nin bölge politikasının bir uzantısıydı. İran’ın başını çektiği anti Amerikan cephe Hizbul- lah’ın geriletilmesiyle bir adım geriye çekilmeye zorlandı. Ancak Lübnan Savaşı’ndan güçlenerek çıkan taraf ABD-İsrail ekseni değil, Hizbullah olmuştur. Hizbullah’ın etkin direnişi İsrail ordusuna hiç de alışık olmadığı ölçüde kayıplar verdirmiştir.
Ateşkes sonrasında BM Güvenlik Konseyi, İsrail’in etrafında bir güvenlik şeridi oluşturmak üzere Lübnan’a “barış gücü” gönderme kararı aldı. Bu karar çerçevesinde Lübnan’a asker gönderecek ülkeler arasında Türkiye de yerini almış durumda. Türk devleti görev tanımı hala belirsiz olan bu güce destek vererek Kürt meselesinde ABD’yle yürüttüğü pazarlıkta elini güçlendirmeyi hedefliyor. ABD’nin asıl gündemi ise bölgede etkinliği artan İran. Türk devletinin ABD ile yürüttüğü pazarlıkların ne gibi sonuçlar doğuracağını önümüzdeki günlerde göreceğiz. İran’ın “nükleer silah” gündemiyle daha fazla kuşatılması ve PKK’yi tasfiye etme girişimleri önümüzdeki günlerin ana başlıkları olacak gibi görünüyor.
Bu koşullar altında Kürt Ulusal Hareketi, Türk devletine bir kez daha ateşkes çağrısı yaptı. Ancak devletin ateşkes için öne sürülen şartlara yanıtı Diyarbakır’da patlayan bomba oldu. Türk devleti ulusal hareketi tasfiye etmek dışında bir politika geliştirmiş değil. Bu yüzden kısa vadeli “çözüm” beklentileri gerçekçi olmaktan uzak. Kürt halkının özgürlüğünün garantisi, emperyalist devletlerin güncel-pragmatist politikaları değil Ortadoğu halklarının birleşik mücadelesi olacaktır. Türkiyeli sosyalistlere düşense anti-emperyalist mücadeleyi Kürt halkının özgürlük talebiyle birlikte yükseltmektir. Emperyalizme karşı Ortadoğu’da halkların kardeşliğini inşa etmek ve neo-liberal yıkıma karşı sınıf mücadelesini örgütlemek dönemin sosyalistlere yüklediği temel görevlerdir.
Yeni sayıda buluşmak dileğiyle...
YOL Siyasi Dergi - Uyanış Kültür Sanat İletişim Tanıtım Film Yayıncılık ve Organizasyon Hizmetleri San. ve Tic. Ltd. Şti. Sahibi: Edip Bal, Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Alaattin Erdoğan
Adres: Keçihatun Mah. Cerrahpaşa Cad. Endican İş Merkezi No: 14/32 Aksaray/İstanbul Tel/Faks: (0212) 584 31 05 E-posta: [email protected]
Baskı: Ser Matbaacılık - Merkezefendi Mah. Fazılpaşa Cad. 4. Zer San. Sit. No:16/26 İstanbul Tel: 0212 565 17 74
GERİLİ MLERIN ORTASINDAKİ
TÜRKİYE
Mehmet Vılmcızer
AB, lA/ashington'un güçle Kuracağı yeni dengeleri barışçı girişimlerle aşındırma yoluna çıKacaktır. Türkiye'yi de böyle bir çizgide görmek isteyecektir. ABD ise I- rak ve bölgedeki ağırlığın bir bölümünün Türkiye'nin üzerine aktarılmasını hedeflemektedir. hangi yollardan? Ve bugünkü Türkiye böyle bir görev paylaşımına
ne ölçüde uygundur?
Danıştay baskınıyla zirveye çıkan iç politikadaki gerilim bir soluklanma sürecine girmiş, bu arada dış politikada önemli gelişmeler yaşanmıştır. Ancak genelkurmay başkanlığı işi tamamlanır tamamlanmaz, Diyarbakır’da büyük bir patlama ile sanki kesintiye uğrayan süreç yeniden hız almıştır. îç politikadaki gerilime gelmeden son süreçte yaşanan dış politika olaylarına göz atmak gereklidir. Bu gelişmeler Türkiye’nin konumunu ve bölgede nasıl bir gerilim altında olduğunu çok iyi yansıtmaktadır. Rusya ile ilişkiler, AB ile “ek protokol” sancısı ve ABD ile imzalanan “ortak vizyon belgesi”, yakın dönemin hangi geri- limlere gebe olduğunun en iyi göstergeleri oldu. Daha “vizyon belges in in mürekkebi kurumadan “sınır ötesi operasyon” tartışmaları yükseldi, ardından İsrail, Lübnan’ı 82’deki gibi büyük bir işgale girişerek bölgedeki ateşi körüklemiş oldu. Gerilim sadece iç politikadaki çekişmeler nedeniyle değil, aynı zamanda bölgedeki olası kritik gelişmeler nedeniyle daha yüksek noktalara tırmanışa geçebilir. Irak ve İran gerilimine Lübnan’ın işgali eklenirken, aslında bunlarla bağlantılı, Merkez Asya’daki enerji kaynaklarının paylaşımı konusunda adeta proje yarışı, yaşanan gerilimin kapsamını açığa vurmaktadır.
IRusya ile ilişkiler: Sezer’in ge
zisi ikili ilişkilerin çok sınırlı da olsa bir tempo kazanması olarak yorumlanabilir. Bu gezi Türkiye’deki AB ve ABD aşıklarını fazlasıyla rahatsız etmiştir. Rusya ile Türkiye ilişkisinde anahtar konu enerjidir. Türkiye, hem Rusya’dan gelen ve gelecek e- nerji hatlarına, hem de AB ve ABD destekli enerji hatlarına sahip olarak, kendi konumunu güçlendirmek istiyor. Ancak bu konuların çok hassas olduğu ve Türkiye’nin kendi gücünü çok aştığı bellidir. Böyle bir konuda aktör olma şansından çok önüne dayatılanlarla yetinmek zorundadır. Rusya ile diğer paralellik sağlanan konular; Karadeniz, Ortadoğu ve ticarettir. Karadeniz’de Ukrayna-Kı- rım üzerinden yeni oyunlara girişen ve “Karadeniz’deki Rus egemenliğini kırma” hedefini güden ABD girişimlerine karşı Türk devleti sıcak bakmamış, bu konuda Rusya ile paralel tavırlar benimsemiştir. Ancak bu konudaki gerilim henüz yeni başlıyor ve ABD ile Rusya arasındaki genel güç kapışmasına göre şekillenecektir. Şimdilik en kritik alan Ukrayna’dır. Fakat ABD, Bulgaristan, Romanya üzerinden de Karadeniz’e sarkmaya hazırlanıyor. Olaylar daha yüksek boyutlara tırmanınca Türkiye’nin tavrının ne olacağını kestirmek zordur.
Ortadoğu’da İran ve Filistin konularında Türk hükümetinin tavırları ABD’de sürekli sıkıntı yaratırken, Rusya ile uzaktan da olsa bir benzerlik taşımaktadır. Eğer ABD ve İsrail’in tavırları daha sertleşirse, Türkiye kendisini Rusya’ya daha yakın hissetmeye başlayabilir. Bunu sezen Rusya, Türkiye’ye “bölgede işbirliği yapmayı” önerdi. Türkiye’nin Lübnan’a asker yollamasının nelere malolacağı henüz belli değildir.
Son konu ticaret, çok yavaş ilerliyor ve inişli çıkışlı bir gelişme gösteriyor. Ancak çok büyük gelişme potansiyeline sahiptir. Burada sadece Rusya değil, Şanghay örgütlenmesi önem kazanıyor. Asya’da yavaş yavaş çok büyük bir pazar ve güç merkezi şekillenmektedir. Türkiye, bu gelişmelerin etkisini üzerinde yaşayacaktır.
AB ile Türkiye arasında gerilim artıyor. Rumlara liman ve hava alanlarının açılmasını kapsayan “ek protokol” yüzünden tırmanan gerilim karşılıklı rest çekmelere kadar vardı. Bu gerilim ortamında Türkiye’nin yeniden “özel üyeliği”nden söz edilmeye başlandı. Gerilimin e- sas zemininde ise, Türkiye’deki bir türlü değişmeyen güç dengeleri yatıyor. Ordu hala istediği zaman politikanın merkezine oturabiliyor ve AB’ye Türkiye’nin “kendi özel ko-
2
EYLÜLDEKİ M 2006 CjOİ
şullarmı” dayatmaya soyunuyor.
Şu ana kadar yaşanan gerilimden ortaya çıkan sonuç çok açıktır. Eğer AB içindeki aktif Türkiye karşıtı güçler, Ankara’nın yolunu tümüyle kapatmak istiyorsa, tam seçim öncesi AK Parti hükümetine ek protokolün uygulanmasını dayatmaları, bu hedefe varmak için en uygun zaman gibi görünüyor. Hükümet siyasal intihara kalkışmayacaksa seçim öncesi ek protokolün uygulanmasını kabul etmeyecektir. E- ğer son yaşanan gerilim, AB ve Türkiye açısından bir karşılıklı pozisyon kontrolü rolü oynadıysa, “ipler koparılmadan” seçim öncesi bir ara çözüm bulunacaktır. Bunun AK Parti’yi siyasal olarak güçlendireceği ve derin devletin siyasal girişimlerini zayıflatacağı yeterince açıktır. E- ğer AB, AK Parti hükümetine böyle bir tolerans gösterirse, bu kez seçim öncesi derin devlet iç politik ortamı çok daha fazla germek zorunda kalacaktır. Dolayısıyla AB sorunu, bugünün Türkiye dengelerinde aynı zamanda bir iç politika sorunu haline de gelmiştir.
Bu konuda, Türkiye’nin AB’ye girmesinden yana bir tavra sahip o- lan İngiltere’de, son gelişmeler nedeniyle basında Washington’u göreve çağıran değerlendirmeler çıkmaktadır:
“Washington Türkiye’ye yönelik olarak daha olumlu bir yaklaşımda bulunmaları için Avrupa’daki kuşkucuları ikna etme konusunu diplomatik bir öncelik haline getirmelidir. Geleceğe bakmak ve problemsiz bir Türkiye’nin stratejik sonuçlarını düşünmek veya geleneksel ortaklarından yüz çevirip Şam, Moskova veya Tahran ile daha yakın ilişkiler kurmuş bir Türkiye’yi düşünmek kesinlikle öğretici olmalıdır. Washington’un Avrupalı müttefiklerine, Türkiye’nin AB’ye katılımını geciktirmenin kendi güvenliklerine zarar vereceğini anlatması gerekir. Üyelik ne kadar uzun bir sjimy.', alır «İL. TürJöjyt’uin» AS. kitniL- sunda hayal kırıklığına uğrayıp fırsatlar için başka taraflara bakma ih
timali de o kadar artar. Ayrıca Türkiye’de 2002 yılında başlayan etkileyici reform süreci de büyük bir ihtimalle duracaktır.” (International Herald Tribüne- 3 Tem.06)
AB-Türkiye ilişkilerinin tümüyle kapanması durumunda, Ankara i- çin artık farklı bir alternatifin doğabileceğini Batı da görmezden gelemiyor. “Şam, Moskova veya Tahran” ile daha yakın ilişkiler konusu Türkiye için de, özellikle Irak savaşı sonrası bir stratejik olasılık olarak yedekte durmaktadır. Mevcut dengeler keskin kopmalara izin vermeyen konumlanmaları dayatıyor. Sonuç olarak, son zamanlarda yaşanan AB ve Türkiye gerilimi “uzun AB yolu”ndaki yılan hikayelerinden
farklı bir noktaya varmamıştır. Ancak konunun ikide bir nüksetmesi mümkündür. Çok kritik bir dönemde ise istenmeyen bazı sınırlara da varabilir. Bugün böyle bir sonuç ortaya çıkmamıştır.
Son önemli gelişme, Washington ile Ankara arasında imzalanan “Türk-Amerikan Ortak Vizyon Belgesi” ve hemen arkasından patlayan Lübnan savaşıdır. Vizyon belgesi konusunda en iyi yorumu Cengiz Çandar yapmıştır:
“Böyle bir ‘belge ’ ihtiyacı bile, Türk-Amerikan ilişkilerinin Irak Savaşı ’ndan bu yana ciddi tahribat gördüğünün ve ‘yeni bir sayfa ’ açma ihtiyacının bir belgesi. Yani as-
Eğer son yaşanan gerilim, AB ve Türkiye açısından bir karşılıklı pozisyon kontrolü rolü oynadıysa, "ipler koparılmadan" seçim öncesi bir ara çözüm bulunacaktır. Bunun
AK Parti'yi siyasal olarak güçlendireceği ve derin devletin siyasai girişimlerini zayıflatacağı yeterince açıktır.
5
CJOİ EYLÜL'EKİM 2006
Türkiye ile ABD arasında bir stratejik ortaklık yoktur. Bu konu soğuk savaş döneminin kapanmasıyla erozyona uğramaya başlamıştı, Irak Savaşı ile kırılma noktasına geldi. "Ortak vizyon bel
gesi" bozulan ilişkilere bir çerçeve çizme amacı taşıyor.
lında hayli zedelenen ilişkileri ‘tamir ’ çabası. Buradan kalkarak, Türkiye ile Amerika ilişkilerinin ‘stratejik ortaklık’ olduğunu ve bunun Washington ’da ‘belgelendiği ’nikimse ileriye sürmemelidir. (...) İlişkiler ‘ilerletilmek’ ihtiyacında. Ortada bir ‘stratejik ortaklık’ söz konusu değil.
Olamaz da. Türkiye ile Amerika, çok temel ‘stratejik ’ anlam içeren u- luslararası sorunlarda birbirlerinden hayli uzakta, farklı konumlarda mevzilenmiş dürümdalar.” (Bugün, 5/7/06)
Bu farklı mevzilenmeleri ise söyle sıralıyor: Karadeniz, Filistin- İsrail sorunu, Şam’a yaklaşım, Kerkük sorunu ve PKK sorunu.
Evet, ortada bir stratejik ortaklık yoktur. Bu konu soğuk savaş döneminin kapanmasıyla erozyona'uğ- ramaya başlamıştı, Irak savaşı ile kırılma noktasına geldi. “Ortak viz
yon belgesi” bozulan ilişkilere bir çerçeve çizme amacı taşıyor. Abdullah Gül, belgenin imzalanmasının hemen arkasından bu “bir pratik uygulama belgesi değildir” açıklamasını yapmak gereğini duydu. Yani ABD ile hemen uygulamaya geçilecek pratik konularda henüz bir anlaşma yoktur. Bu konuda görüşme ve pazarlıklar devam ediyor. Büyük bir olasılıkla Erdoğan’ın Washington ziyaretine kadar bazı pratik uzlaşmalara varmak hedefleniyor olmalıdır.
Irak savaşı sonrası ilişkilerdeki bozulma, ABD, Irak’ta hedeflediklerine varamayacağını anlamaya başladıkça, yeniden onarılma çabasına girilmiştir. “Vizyon belgesi” son yedi sekiz aydır ABD tarafından yapılan “tezkereyi unuttuk” açıklamalarının bir sonucudur. Fakat belge görüşülürken ABD’de bulunan bir Türk diplomatı, Ankara’ya karşı “hava hala sert” gözlemini aktarı
yor, “daha yumuşamış fır hava bekliyordum” diyerek "vizyon belges in in arka zemininin hala sorunlu olduğunu belirtmiş oluyor.
IIÖnümüzdeki yakın dönemde en
çetin pazarlıklar AB’den çok, ABD ile Türkiye arasında yapılacaktır. Lübnan savaşı bunu açıkça ortaya koymuştur. Temmuz’un ortalarında artan “şehitler” aracılığıyla Kürt sorununda gerilim yeniden tırmandırılarak, bu kez “sınır ötesi operasyon” gündeme getirildi. Türk devletinin bu tavrına karşı hem ABD hem AB olumsuz yaklaşarak, böyle bir operasyonun ilişkileri daha da kötüleştireceği konusunda Türkiye’yi uyardılar. Türkiye, tıpkı AB pazarlıklarında olduğu gibi burada da, “operasyona elçiler değil biz karar veririz” diyerek “rest” çekti. İsrail’in Lübnan’a saldırısının ilk günlerinde kendi durumuyla benzerlik kurarak, bu gelişmenin müdahale hakkını güçlendirdiğini ileri süren Türk devleti, sonra bazı pazarlıklar sonucu birdenbire “sınır ötesi operasyon” laflarını geriye çekti. ABD, PKK konusunda “sorunun vehame- tini kavradık” açıklaması yaptıktan sonra bu konudaki gerilim düştü, ancak onun yerini Lübnan’a gönderilecek barış gücüne katılma pazarlıkları aldı.
Bu noktada olayların seyrinde ö- nemli bir değişimin izlerini bulmak mümkündür. “Sınır ötesi” operasyon gürültülerinin ana hedefi iç politika dengelerinin değiştirilmesiydi. Bu konuda, AK Parti hükümetini destekleyen köşe yazarları, konuya çok kuşkulu yaklaşarak, operasyonun risklerini saymaya başlamışlardı. Tam bu noktada ABD, kendisi için önemli bir fırsat yakaladığını düşünüyor. Bölgede kendi stratejik hedeflerine Türk Devletini çekemeyen ABD, Lübnan savaşının içine çekerek bu yönde bir adım atabileceğini düşünerek, barış gücüne Türkiye’yi önermiştir. Daha çok iç politika dengelerine yönelik PKK pazarlığı sırasında, Türkiye, birdenbire kendisini bölgedeki savaşın içinde bulacak bir
4
EYLÜ L' EKİ M 2006 CJOİ
ABD Irak batağından biraz soluk alsa Merkez Asya, Karadeniz ve hatta Latin Amerika'da daha saldırganlaşma
hazırlıklarına girişecektir. Bunun için tayin edici nokta, Irak ve bölgedeki ağırlığın bir bölümünün
"dostları" tarafından paylaşılmasıdır.
durumla karşı karşıya gelmiştir. ABD, “vizyon belgesi” ardından Türkiye’yi sınayabileceği ve kendi hedeflerine sürükleyebileceği bir fırsat yakalamıştır. “Barış” misyonu, aslında bölgede ABD’nin yürüttüğü savaşa önce dolaylı yoldan, sonra da gerçekleşebilecek herhangi bir oldu bitti ile de doğrudan katılmanın yolunu döşeyebilir.
Türk devleti tezkere olayından beri bölgede aktif savaşın dışında kalmış, bununla da kalmayıp hükümetin bazı politikalarıyla ABD’nin bölgedeki adımlarıyla çelişen tavırlara girmiştir. Şimdi Lübnan’ın işgaliyle bölgedeki savaş bir basamak daha tırmanmıştır. Nereye kadar tırmanacağı tamamen bölge dengelerine bağlıdır. İlk aşamayı dikkate alırsak, İsrail’in Lübnan’ı işgali, ABD’nin hedeflerine ulaşmasında yeterli rolü oynayamamıştır. Hizbullah’m işgale verdiği karşilık tarihinde ilk kez İsrail’i zorlamıştır. Bu nedenle, savaşın ilk raundunun sona erdiğini, ancak ikinci raunda hazır- lanıldığmı söylemek hatalı olmaz. Tam bu noktada Türkiye’nin Lübnan’a asker yollaması, “orada bulunmak gereği”nden öteye sonuçlar yaratmaya gebedir.
Türkiye konumu nedeniyle üç güç merkezinin gerilim alanında bulunmanın gittikçe artan ölçüde etkilerini yaşamaya başlamıştır. Rusya, Merkez Asya’da “ABD uzlaşmacı davranmazsa çatışmamız kaçınılmazdır” açıklamasını yapmıştı. AB, tarihin tekerrür edişini bir kez daha yaşayacaktır. Washington’un güçle kuracağı yeni dengeleri barışçı girişimlerle aşındırma yoluna çıkacaktır. Bu noktada Türkiye’yi böyle bir çizgide görmek isteyecektir. ABD i- se, Irak batağından biraz soluk alsa Merkez Asya. Karadeniz ve hatta Latin Amerika'da daha saldırganlaşma hazırlıklarına girişecektir. Bunun için tayin edici nokta, Irak ve bölgedeki ağırlığın bir bölümünün “dostlan" tarafından paylaşılmasıdır. Lübnan savaşı, ABD’nin istediği sonuçlan tam olarak yaratmadığı için, bölgede gerilimin daha fazla artması kaçınılmaz görünüyor.
Böyle bir ortamda, Türk devletinin nasıl risklerle yüz yüze gelebileceğini kestirmek zor değildir.
III
Bölgedeki gerilimlerle iç politikadaki gerilimler gittikçe daha fazla iç içe girmektedir. PKK üzerine pazarlıkların yapılacağı ABD, Türkiye ve Irak’ın bulunacağı “üçlü komi- te”nin oluşma aşamasında provokasyonlar yeniden tırmandırılıyor. Diyarbakır’daki patlama,' derin devletin PKK’nin yaptığı barış çağrısına cevabıdır. Bu konuda ABD ile pazarlıklar yoğunlaşmadan önce Türk devleti elini güçlendirmek istiyor. Bölge ve Türkiye dengelerinden bakıldığında “PKK sorunu” bir dönüm noktasına yaklaşıyor. ABD ilk kez PKK’nin silahsızlanmasından söz etti. Buna karşılık PKK yönetimi tarafından altı başlıkta özetlenen barış koşulları açıklandı. Çok
geçmeden Diyarbakır’daki provokasyonla derin devlet bu girişime cevabını vermiş oldu. Buradan çok açık bir sonuç çıkmaktadır. Bölgeyle ilgili pazarlıkların sadece masa başı görüşmeleriyle yürümesi işin doğasına aykırıdır. Pazarlıklar aynı zamanda yaratılacak fiili durumlarla birlikte yürütülecektir. Bütün bu olanlardan “Kürt sorunu” ile ilgili küçük de olsa olumlu bir adımın çıkması hemen hemen imkansızdır. Çünkü sorunun ekseninde duran Kürt sorunundan çok, Türk devleti ile ABD arasında bölgedeki rolle ilgili pazarlıktır. Sadece bu da değil, aynı zamanda bu rolü yürütmede daha uygun bir siyasal alternatifin yaratılması kavgasıdır. Bütün bu konularda kritik bir zaman eşiğine dayanılmıştır. Yakın gelecek gerilim yüklü olduğu kadar, beklenmedik gelişmelere de gebedir.
15.09.06
?
HİZBULLAH ŞAMARI VE
SİYASİ SONUÇLARIRyşe Tcınsever
Lübnan'da örgütlü Şii güç Hlzbullah açıkçası İsrail'e öyle bir şamar attı Ki İsrail ve ABD ne olduklarını şaşırdılar. Mala da ne olduğunu anlamaya çalışıyorlar. Şaşkın dürümdalar. Bir avuç Şii sivil milis Lübnan halkı ile bütünleşerek askeri başarısı
dünyaca ünlü düzenli, eğitimli İsrail ordusunu yendi.
Ortadoğu’da yaz aylarında bir destan yazıldı. Yıllardır yenilmez denilen, son teknik silahlı güç İsrail yenildi. Askeri olarak yenildi. Siyasi o- larak yenildi. Hem de daha da önemlisi arkasında dünyanın bir numaralı süper gücü, dünyanın en yüksek silah teknikli gücü Amerika Birleşik Devletleri olmasına rağmen yenildi. Onun siyasi, askeri, istihbarat, ekonomik gibi her türden maddi, manevi yardımına rağmen yenildi. Bu işi en fazla bir hafta sürer diye düşünmüşler, ama bir ay sürekli olarak Lübnan’ı bombaladılar, taş üstünde taş bırakmadılar ve bütün bunlara rağmen yenildiler. Beyrut’ta tüm insanlığın gözü önünde bir katliam yapmalarına, şiddetin, vahşetin en alasını kullanmalarına karşılık yenildiler.
O güne kadar hep aşağılanan, hor görülen, akılsız, miskin olduğu söylenen Araplar zafer kazandılar. Lübnan’da örgütlü Şii güç Hizbullah açıkçası İsrail’e öyle bir şamar attı ki İsrail ve ABD ne olduklarım şaşırdılar. Hala da ne olduğunu anlamaya çalışıyorlar. Şaşkın dürümdalar. Bir avuç Şii sivil milis Lübnan halkı ile bütünleşerek askeri başarısı dünyaca ünlü düzenli, eğitimli İsrail ordusunu yendi. Bu Ortadoğu’da tarih yazmak, destanlaşmak demektir. Ortadoğu güçler dengesini tamamen değiştirecektir. Nasıl 11 Eylül ABD dış politikasını değiştirdi ise Hizbullah zaferi de Arap dünyasını kökünden değiştirecektir.
Savaş bitti mi? Kimse bitti demiyor. Devam edecektir. Yenilen pehlivan dövüşe doymazmış. İsrail kendisini toparlayıp bir daha, bir daha sal- dırabilir. Belki başarı da kazanabilir. Ama artık bu kalıcı değil, geçici bir başarı olacaktır.
Hizbullah’m attığı şamarın bölgede yarattığı değişiklikleri daha iyi anlamak için zaferin nedenlerini kavramak gerekmektedir. Çünkü olaya bir şans, bir rastlantı, bir mucize ya da isterseniz Allah diyenler olabilir. Böyle bir perspektif bölgede yaşanacak değişiklikleri görmekte de yanlışlıklar yapabilir.
Zaferin temelleriHizbullah zaferinin nedenleri el
bette Allah mallah değildir. Yani “Al- lahüekber” denilerek bu zafer kazanılmamıştır. Bu zafer teknik, bilgi, eğitim, istihbarat ve çok iyi hazırlık ve örgütlenme sonucunda kazanılmıştır. Hizbullah’m bu savaştaki deneyleri çok önemlidir ve üzerinde çalışılıp, dersler çıkarılmalıdır.
En başta kullandıkları teknik ile düşmanlarını şaşırtmışlardır. İsrail tüm çabalarına rağmen Hizbullah TV’nin yayınlarını sonuna kadar engelleyemedi. Onun Hizbullah askeri kanadı ile olan bağlantısını koparamadı. Askeri kanadın kendi içindeki haberleşmesini tahrip edemedi. Dolayısıyla gerek moral gerekse haberleşme açısından Hizbullah’a darbe vurama
dı. Alıcılar, vericiler çok iyi saklanmışlar, teknik donanım bilgi üstünlüğü ile korunabilmiştir. İsrail ve ABD’nin karşı süper tekniğine rağmen...
İran Beyrut konsolosluğunda üstlenmiş olduğu söylenen radarlar ile İsrail deniz kuvvetlerine bağlı gemilerin füze sistemi tamamen çökertildi. En başında gemiye saldırı yapılıp Beyrut’un denizden bombalanması önlendi. İsrail askeri gemilerini kullanamadı. Sırf hava bombardımanına kaldı.
Yine bu sistem ile İsrail ordu haberleşmesi bozuldu. İsrail ve ABD şaşırıp kaldılar. Oysa onlar tüm çabalarına karşılık Hizbullah’m sistemini çökertemediler. İran’ın Suriye ile işbirliği içinde bu sistemi geliştirdiği söyleniyor. Öte yandan Hizbullah sürekli olarak İsrail yedek askerlerinin aileleri ile yaptığı telefon görüşmelerini dinleyip altın değerde istihbarat a- lıyor, bunları değerlendiriyor, askeri planlarını bu istihbarata göre yapıp İsrail saldırılarını boşa çıkarıyordu.
Araplar arasında İsrail tankları bir kabus gibidir. Son model bu tanklar İsrail’in en güvendiği silahıydı. Ancak Hizbullah bu savaşta tam 18 tane tank tahrip etti. Hem de bilgisayarlı son teknik ile. Günlerce süren hava bombardımanının enkazlarının altına gizlenmiş dehlizlerde bilgisayarlar, radarlardan gölen tank koordinat verilerine göre füzelerin ateşlenmesini yön-
6
EYLÜL'E Kİ M 2006 t | O İ
lendirdiler. Ya da çoğu tank bu dehlizlerden iki üç kişinin sırtlarında taşıdıkları tank savarlarla tahrip edildi. Bu tank savarlar çok kısa süreli çıkıp ateş edip hedefi vurduktan sonra tekrar saklanıyorlardı. Bombardımandan korunuyorlardı. Bu gelişkin teknik ile bir avuç Hizbullah militanı tepeden bombalanmalarda canlı kaldı, günlerce yerlerinde sabırla beklediler ve İsrail tanklarına ve komandolarına meydan okuyup, şaşkına çevirdiler. Destanlar yazıldı.
İsrail ordusunu moral olarak çökerten bu teknik gelişmişlik oldu. İsrail ölçülerine göre büyük kayıp verildi. İsrail’in en yetişkin komandoları bile yaptıkları baskınlarda pusulara düşürüldüler. İsrail ve ABD bunları hiç beklemiyorlardı. Hizbullah tekniği ve istihbaratı çok başarılı oldu.
İkinci en önemli özellik bilgileri ve deneyleriydi. Söylendiğine göre Hizbullah güçleri Vietnam’dan Latin Amerika’ya kadar ABD ve İsrail güçleriyle yapılan savaşların, gerilla mücadelelerin tarihlerini okumuşlar. Onların savaş tekniklerini çok iyi öğrenmişler ve de İran’da olduğu söylenen kamplarda eğitilmişler. İsrail’in daha önceki savaşlarım, kullandıkları teknikleri ve stratejilerini çok yakından izlemişler. Bu bilgi onları daha cesur, dayanıklı ve dirençli yaptı.
Üçüncü özellik inançlarıdır. Hizbullah militanları belki de aynı İran Şahını yenen halk gibi kefenlerinden başka kaybedecek şeyleri olmadığım biliyorlardı. İsrail’in yıllardır Filistin ve Arap halklarının üzerinde estirdiği terör bu halkların korkularım silmiştir. Sonunda ölüm yok mudur? İsrail işgali altında yaşamak bir çeşit ölüm değil midir? Korku duvarı diye bir şey varsa bu insanlar işte bu duvarın ötesine geçmişlerdir. İsrail’e karşı direnme tek yaşam yoludur. Kaybedecek başka şeyleri yoktur.
Dördüncü özellik çok iyi bir örgütlenme yaratmış olmalarında yatar. Gizlilik baş koşuldur. Çoğu kardeşler bile birbirlerinin ne olduğunu bilmezler. Hizbullah militanı kimdir, ne yapar, bilinmez. Yıllarca İsrail işgali altında yaşamış bu topraklarda yoksul
luk ajanlaşmayı da yaygınlaştırmıştır. O nedenle gizlilik baş koşuldur. Bu kural savaşta meyvesini vermiştir. Kaç Hizbullah militanı öldü bilinmiyor ve bunun İsrail askeri ölümlerinden daha az olduğu savunuluyor.
Son olarak halk ile bütünleşme becerileri çok önemlidir. Gerek savaş öncesi, gerek savaş sırası ve de savaş sonrası Hizbullah militanları hep halk ile iç içe oldular. Savaş öncesi okullar açan, sağlık hizmetleri, ekonomik yardım veren Hizbullah örgütü savaş sırasında göçmen kamplarını ilk kurandı. Parklara, okullara, spor tesislerine ya da yatağı olan tüm evlere savaşta e- vi bombalanmış insanları yerleştirdiler. Yemekhaneler kurdular. Yersiz yurtsuz insanlara bedava 3 öğün yiyecek ve içecek dağıttılar. Yaralılar, hastalar için yeni hastane ve klinikler açtılar. Doktorlar ve hemşireleri düzenli bir şekilde halkın hizmetinde tuttular. Savaş sonrası yıkılmış köprüler, yollara rağmen halkın arabalarla geri dönmeleri için yeni yollar ayarlamaya çalıştılar. Gerektiğinde trafik polisliği yaptılar. 1 milyon göçmen insanın çok kısa zamanda evlerine dönmelerini
sağlayacak olanakları yarattılar. Evi yıkılan kimsesiz kalanlara 12 bin dolara kadar maddi yardım yaptılar. Büyük bir kolektivizm ve dayanışma örneği sergilediler. Bunlarla günümüzde Batı’nm Afganistan ve Irak için sık sık lafını ettiği “halkların kalplerini ve akıllarını kazanma” işini başarıyla becerdiler. Bütün bunlar Hizbullah’m ne kadar düzenli bir örgütlenme kurduğunun belki de ufak örnekleridir.
Özünde bunlar devletin işidir. A- ma Hizbullah kendi bölgesinde iktidardır. Önemli bir ayrıntı da bu işleri yaparken Şii ya da Sünni diye bir ayırım yapmamaları. Bu özellikleri nedeniyle Lübnan’ın Hıristiyan ve Sünni yoksul haklarının da sempatisini kazandılar. Tabanlarını genişlettiler.
Bütün bu özellikler ile Hizbullah yalnız İsrail’e karşı zafer kazanmadı, aynı zamanda ülkesinde halkların gönlünü de kazandı. Savaş öncesi 1000 kadar olduğu söylenen militanının savaş sonrası 3 katma çıktığı söyleniyor. Yalnız Lübnan’da mı, tüm Arap dünyasında Hizbullah yürekleri fethetti. Hizbullah bayrakları, liderleri Hasan Nasrallah’ın posterleri tüm Ortadoğu’ya yayıldı.
Hizbullah kendi bölgesinde iktidardır. Önemli bir ayrıntı da bu işleri yaparken Şii ya da Sünni diye bir ayırım
yapmamaları. Bu özellikleri nedeniyle Lübnan'ın Hıristiyan ve Sünni yoksul haklarının da sempatisini
kazandılar. Tabanlarını genişlettiler.
7
CjOİ EYLÜL-EKİ M 2006
Zaferin sonuçlanZaferin sonuçları dalga dalga Or
tadoğu ve dünyaya yayıldığı için bunu ülke başlıkları altında almak uygundur. Bölgede güçler dengesinin nasıl değiştiğini kavramak daha kolay olacaktır.
a. Lübnan
İsrail ve ABD’nin Lübnan saldırısından beklentileri büyüktü. O nedenle de yenilgiden gördükleri zarar da büyüktür. Lübnan saldırısı aslında çok daha önceleri başlamıştır. Bilindiği gibi artık arkasında ABD ve İsrail’in olduğu kesinleşmiş olan güçlerce Hari- ri’nin öldürülmesi ile saldırı zaten başlamıştı. Suriye’yi Lübnan’dan çıkardılar. Sıra yavaş yavaş Şi- i Hizbullah güçlerine gelmişti. Hizbullah son seçimlerde parlamentoya girmekle kalmamış, kabineye birkaç bakan vermişti. Gelecek seçimlerde Hamas gibi Lübnan iktidar koltuğuna oturabilirdi. Bütün bunlar engellenmeliydi. Ayrıca Hizbullah’a indirilecek darbe bölgedeki Şii yükselişine bir darbe olacaktı.
İran’a saldırı gündemde. Bu saldırı ABD ve İsrail işbirliği içinde yapılacak deniliyor. Saldırı öncesi İsrail kuzeyini güvenlik altına almak istiyordu. Sonra sıra bir gün Suriye’ye de gelecekti. Sonuçta Lübnan’a saldırı
hem Hizbullah’ı sindirecek hem de ülke daha bir İsrail ve ABD denetimine girecekti. Ortadoğu’da bunca başarısızlıktan sonra böyle bir başarı “harika” olacaktı. İsrail’in kendisine güveni sonsuzdu. Hele hele arkasında ABD olduktan sonra sırtının yere gelmeyeceğini düşündü. Geçmişte tüm Arap ülkelerini bir haftada yenmişti. Elinde hava gücü bile olmayan Hizbullah’ı yoğun bir hava bombardımanı ve arkasından korkunç tankları ile bitirecekti.
Bombalamaların diğer hedefi Lübnan’ı bölmekti. Bombalama gerekçesi Hizbullah gösterilerek sıradan halkın ona düşman olması ve kopuş- ması beklendi. Ama istediği olmadı. Bombalamaların sonucunda halk Hiz- bullah’m karşısına geçip İsrail’in peşine takılmadı. Aksine Hariri olayından sonra bölünmüş gibi olan ülke Hizbullah’m arkasında bütünleşmeye başladı. Halk şunu çok iyi gördü. Kendisini Lübnan devleti ve ordusu değil Hizbullah silahlı gücü korumaktadır. Hizbullah hiçte İsrail ve ABD’nin istediği gibi silahsızlandırıl- mamalıdır. Aksine silahlı Hizbullah Lübnan halklarının İsrail’e karşı güvencesidir. Yoksa Lübnan’ın sonu Filistin gibi olmaktır. İster Şi- i olsun ister Sünni olsun ister Hıristiyan hepsi bunun ne kadar gerekli olduğunu bir aylık bombardıman sonra
sı anladılar. Hizbullah’a olan güvenleri ve destekleri arttı. İsrail Lübnan’ı bölme emeline ulaşamadığı gibi aksine Hizbullah’m silahları halkça kabul gördü ve halk Hizbullah etrafında kenetlendi.
Gene İsrail’in istediğinin aksine Hasan Nasrallah halk gözünde bir terörist değil, bir kahraman seviyesine yükseldi. İsrail’in 87 saldırısı Hizbullah’ı doğurmuştu, şimdiki saldırısı da Lübnan iktidarına onu oturtacak. İran lideri Ahmedinecad ya da Hamas sandıktan çıktılar, ama Nasrallah’ı İsrail iktidara tırmandırtıyor.
Hariri’nin öldürülmesi ile Ba- tı’dan yana denge değiştiren Lübnan bu saldırı ile eskisinden daha çok Batı karşıtı cepheye doğru savruldu. Halktaki İsrail ve ABD karşıtlığı yükseldi. İngiltere lideri Tony Blair’in Lübnan’a ziyaretini halk protesto etti ve gezi tam bir fiyasko ile sonuçlandı. Blairlarm artık bu ülkelerde işi yok.
Silah geri tepti. Lübnan değil, aksine İsrail karıştı ve bölündü. İsrail hükümeti sallandı. Savaşın bedeli olarak başbakan Olmert’in kellesi istenmeye başlandı. Genelkurmay başkanı top ateşine tutuldu. Savaşın bedelinin 3 milyar dolar olduğu söyleniyor. Bu zaten açık olan İsrail bütçesini zorlayacak. Halk savaş bedelinin kendi cebinden çıkacağını iyi biliyor. Ve çok öfkeleniyor. Ayrıca sıradan halkın Hizbullah roketleri ile yıkılan evlerinin devlet tarafından tazmin edilmesi isteniyor.
İsrail halkı ilk kez yeni bir duygu ile karşı karşıya: Arap korkusu. İsrail halkı böyle ne kadar yaşayabileceğini tartışmaya başladı. Kalıcı bir barış yapmanın gerekli olduğu, yoksa kesinlikle Arapların onları bu topraklardan kovacağı korkusu başladı. Askerin morali bozuk. Artık yenilme psikolojisi herkesi sarmış durumda.
Yeni politika arayışları başladı. Şimdiki aşırı sağ hükümet politikalarına karşı hoşnutsuzluk çok arttı. Sol muhalefet güçlendi. Bu savaşın ABD desteği ile olmasından kalkarak İsrail içinde ABD düşmanlığı yükseldi. Savaş karşıtlığı yükseldi. Yani İsrail hal-
8
EYLÜLDEKİ M 2006 t p l
Suriye Hizbullah7! daha rahat bir şekilde destekleyebilecektir. Daha cesur ve güven içinde bunu yapabilecekler.
Suriye tüm baskılara karşın Lübnan ile arasına da barış gücü yerleştirilmesi ve Hizbullah ile bağının
kesilmesine karşı koyuyor.
kı bir ay içinde yeni bir şekilde düşünmeye başladı ve yeni arayışlara girdi. Kendi devletine, ordusuna olan güveni sarsıldı. Gelecek korkusu başladı.
İsrail’in Lübnan’da olmasını istediği şeyler fazlasıyla kendi başına geldi. Hizbullah’ı tüm dünyada terörist olarak lanse ediyordu. Ama bir ay boyunca Beyrut’u bombalarken Batı’nm sıradan halkları asıl teröristin İsrail olduğunu gördüler. Hizbullah ise halkların kurtarmışıydı. İsrail kendi imajını lekeledi. II. Dünya Savaşı’nm “ah vah zavallı holokost” çocuğu bir canavar olmuştu. İsrail hakkmdaki düşünceler aksi yönde değişme yoluna girdi. Papa’nm Müslümanlığa saldırısı belki İsrail’in Hıristiyan imajını lekelemesini temizleme ihtiyacıdır.
Sonuçta İsrail ve destek gücü ABD, Lübnan’ın güneyi ve Beyrut’ta taş üstünde taş bırakmadılar. On bine yakın insan öldü. 1 milyon insan göç etti. On binlerce insan evsiz barksız kaldı. Yollar, alt yapı tesisleri, elektrik santralleri, su depoları tahrip oldu a- ma Hizbullah bu yıkıntının altından daha güçlenerek, kahramanlaşarak çıktı. Lübnan’a damgalannı vurdular. İsrail’in düşmanlan arttı. İsrail kuzeyini güvence altına almak bir yana daha tehlikeli hale getirdi. ABD ve İsrail düşmanlığı dalga dalga tüm bölgeye yayıldı. İsrail’in yenilmez imajı silindi.
b. Filistin
Hizbullah’m Lübnan’daki zaferi Filistin de Hamas’m zaferine bir ivme kazandırdı. Hamas seçim sandığından çıkmasına rağmen o demokrasi tellallığı yapan Batı güçleri onun iktidara oturmasını sürekli olarak engellemeye çalışıyorlar. İsrail’in günlük bombalamaları, Hamas liderlerini, milletvekillerini, bakanlarını tutuklamasına rağmen Hamas Batı’mn İsrail’i tanı, şimdiye kadar yapılan barış anlaşmalarını tanı ve de şiddetten vazgeç baskılarına direnmeye çalışıyor.
Lübnan’da başlayan denge değişikliği buraya da yansıdı. Savaş sonrası Batı maddi yardımın önünü tekrar açma kararı aldı. Nelerin pazarlık e- dildiği belli değil, ama Batı eski sert
tutumundan vazgeçmiş gibi görünüyor. Fetih ile ulusal birlik hükümetinden söz ediliyor. AB’de böyle bir hükümete sıcak bakacağını açıkladı. Başbakan yine Haniye olacak. Fe- tih’ten birkaç bakan alınacak. Ancak Abbas bir Bush’u ziyaret edecek. Ha- mas ise eski duruşundan vazgeçmiyor. Batı yeni tavizlerle geliyor. Ancak hepsi Lübnan’da barış gücü kurma pazarlıklarında belli olacağa benzer. O- rada şekillenecek yeni denge Filistin’de de yankısını bulacak. Bu iş yakın zamanda son bulmayacağa benzer.
c. Suriye
ABD ve İsrail Lübnan’a saldırırken Hizbullah’m arkasında Suriye ve İran’ın olduğunu söyleyerek ‘terörist besliyorlar, onları silahlandırıyorlar’ diyorlardı. Saldırı ile söz konusu ülkelerin bu kolu kesilmeye çalışıldı. Bağ koparılmak istendi. Hizbullah’m zaferi bu durumda İran ve Suriye’nin de zaferi olmaktadır. İsrail ve ABD, Suriye ve İran karşısında da yenilmiştir. Zaten yukarıda zaferin nedenlerini anlatırken kullanılan tekniğin büyük ço
ğunlukla bu iki ülkede geliştirildiğini anlatmıştık.
Savaş sırasında Lübnan halkı Suriye’nin gidişinin ne kadar yanlış olduğunu anlamaya başladı. Suriye ülkelerinde olsa İsrail’in saldıramayaca- ğını düşünenlerin sayısı arttı. Lübnan içindeki Suriye etkisi ve gücü ABD ve İsrail’in isteklerinin aksine savaş ile birlikte azalmadı arttı.
Suriye uzun zamandır ABD’nin saldırı tehdidi altındaydı. Irak direnişçilerine destek vermekle, İran ile işbirliği yapmakla, bölgede kendi karşıtı rejimleri desteklemek ve bir direnç kalesi olmakla suçlanıyordu. İsrail Suriye’yi bahaneler bulup bombalıyordu. Suriye korkunç bir baskı altına alınıyor, bölgede destek kurması engellenmeye çalışılıyordu.
Hizbullah zaferi sonrası işler tersine döndü. Artık Suriye Hizbullah’ı daha rahat bir şekilde destekleyebilecektir. Daha cesur ve güven içinde bunu yapabilecekler. Suriye tüm baskılara karşın Lübnan ile arasına da barış
9
gücü yerleştirilmesi ve Hizbullah ile bağının kesilmesine karşı koyuyor. Bu da İsrail ve ABD karşıtı güçlerin bağının eskisinden daha güçlü olmasını getirecektir.
ABD ve İsrail, baskıları ile Suriye’yi bir ölçüde sindirmişlerdir. Lübnan’dan "hemen çekilişi buna bir işarettir. Ama artık Suriye eski temkinli- liğinden nefes almaya başladı ve sertleşti. İsrail’i açık açık, yüksek tonla bölgedeki düşmanı ilan etti. İran ile teknik ve ekonomik ilişkileri daha bir güçlenecektir. Aynı şekilde Rusya ile olan bağlantı arttı. Rusya Suriye’ye bir deniz üssü kuracak. Eskiden böyle bir şey müthiş bir ABD ve İsrail yaygarası koparırdı. Başka pazarlıklara yol açardı. Şimdi daha bir cesaretle i- ki ülke böyle bir ilişkiyi ve projeyi a- çıklayabiliyorlar. Rusya’nın bölgede eski sosyalizm politikasına döneceği ve eski ilişkilerini kuracağı haberleri geliyor.
Suriye ileriki dönemde daha da tonunu sertleştirebilir, İsrail işgalinde olan topraklarını geri istemeye hazır
C|Oİ EYLÜL'E Kİ M 2006
lanıyor. Bundan sonra ABD ve İsrail baskılama karşı Suriye daha dirençli olacaktır.
Son günlerde Suriye’de ABD Şam Konsolosluğu’na başarısız bir saldın yaşandı. Hiçbir örgütün üstlenmediği bu saldın büyük bir olasılıkla ABD provokasyonudur. ABD içinde Irak başarısızlığından yola çıkarak Suriye ile iyi i- lişkiler kurulması gerekliliğini savunanlar vardır. Zaten ülkede birkaç çok uluslu şirketin yatınım vardır. Bu güçler çoktandır ABD-Suriye politikasının değişmesi, yani yumuşamasını istemekteydiler. Bu saldın sonrası ABD Dışişleri Bakanı C. Rice Suriye’ye teşekkür etti. Saldın iki ülke ilişkilerinin yumuşamasına bir araç olarak kullanılabilir. Zaten Suriye’nin baskı taşımayan böyle bir ilişkiye itirazı olmayacağı düşünülürse değişiklik isteğinin ABD’den geleceğini düşünmek doğrudur. ABD böyle bir saldmdan yararlanıp Suriye politikasını yeni bir rotaya oturtmayı hedeflemiş olabilir. ABD’nin Suriye politikası yumuşayabilir. Suriye bu kez hangi tonda yanıt verir göreceğiz.
d. İran
Hizbullah zaferinden en kazançlı çıkan ülke İran’dır. Lübnan’da bölgede yükselen Şii gücüne saldırıydı. Zafer Şii gücünün ve İran etkisinin artması sonucunu doğurdu. Ahmetinecad bölgede İsrail düşmanlığının baş temsilcisiydi. İsrail’i Hitler’e benzetiyordu, onun haritadan silinmesi gerektiğini savunuyordu. Aslında bunları söylerken bölge halklarının düşüncesini dile getiriyordu. İsrail’in Lübnan’a saldırısı bu düşüncesinde ne kadar haklı olduğunu bir kez daha doğrulamış oldu. Halklar onun ve Nasral- lah’m posterlerini Che ile birlikte evlerine asar oldular. İran politik, ekonomik, kültürel ve dini bir güç haline geldi. Bölgede ABD’den daha etkin ve önemli bir güçtür.
Lübnan saldırısının başladığı Temmuz ayının ilk haftasında Batı liderleri G8 toplantısını yapıyorlardı. Bu toplantının en baş konusu İran yaptırımlarıydı. ABD yaptırımı çok dayatamayacağım gördü. Bölgede bir zafer kazanmadan, gücünü göstermeden kimse İran’a yaptırım koyma konusunda arkasına gelmeyecekti. Dolayısıyla Hizbullah’a saldırı direkt olarak İran’a yaptırım koyma, onu ablukaya almak ile bağlıdır. Hizbullah’ı yenmek İran’a savaş açmanın, onu bombalamanın, yaptırım uygulamanın yolunu açacaktı.
Şimdi tersi mi doğrudur? Hizbul- lah’ı yenemeyen ABD İran’a yaptırım için arkasına herhalde birilerini almakta zorlanacaktır. İran sonuçta yeni yaptırım tehditlerini hiç ciddiye almadı. Ahmetinecad daha korkusuz bir şekilde “nükleer programımızdan vazgeçemeyiz.” diye diretiyor. Rusya ve Çin daha yürekli bir şekilde diyalog yanlısı olduklarım ortaya koyuyorlar. Batı basını sus pus oldu. İran’m önerileri reddetmesi karşısında çığlıklar atmıyor. AB ülkeleri bir 15 gün süre daha verdiler. Yeni bir takım önerilerden söz ediliyor, ama asıl gerçek olan AB ve İran sessiz bir şekilde pazarlık yapıyorlar. Hiç şüphe yok ki İran nükleer paketine devam edecek ve eskisinden daha güçlü bir şekilde AB ile pazarlık yapacaktır.
Hizbuiiah'ı yenemeyen Ktytf İran'a yaptırım îçin arkasına herhalde birilerini almakta zorlanacaktır. İran sonuçta
yeni yaptırım tehditlerini hiç ciddiye almadı. Ahmetinecad daha korkusuz bir şekilde
"nükleer programımızdan vazgeçemeyiz." diye diretiyor.
10
EYLÜL'EKİ M 2006 C ]O İ
ABD ise AB-3’lerinin yani Almanya, İngiltere ve Fransa’nın uzlaşmacı tavrına hala karşı duruyor, ama elinde artık bir yaptırım gücü yok. Kolu kanadı kırıktır. Şimdi tam bir i- kilem içinde. Ya yenilgilerine rağmen sertliğini sürdürecek ya da yumuşayacak İran ile anlaşmaya çalışacak. Sertleşir İran’a İsrail yardımı ile saldırırsa yeni başarısızlıklarla yüz yüze kalabilir. Yumuşarsa İran ile pazarlık yapmakta kozu kalmayacak. Öte yandan AB’nin uzlaşmacı tavrının her geçen gün aleyhine işlediğinin farkında.
İki şeyi bir arada yürütüyor. Hala yaptırımda diretiyor. Ama öte yandan el altından çeşitli görüşmeler yapılıyor. Eski İran başbakanlarından Hate- mi Amerika’da turlar atıyor. Üniversitelerde paneller düzenliyor. Eski ABD devlet başkanlarmdan Carter İran’a gitti geldi. Ama bunlar hepsi çok fazla propaganda yapılmadan yürütülüyor.
Bunları nasıl yorumlamak? Hiz- bullah’a yenilen İsrail ve ABD planladıkları, tehdit ettikleri gibi İran’a saldırmaya artık cesaret ederler mi, edemezler mi? ABD yeni tutucuları ne pahasına olursa olsun İran’a saldırı diyorlar. Yenilmek dışında bu büyük bir silah pazarıdır. En azından İsrail ve ABD uçakları ile uranyum geliştirildiği söylenen santrallere saldırı yapılabilir. Böyle bir saldırı hiç şüphesiz bir intihar anlamına gelir. Yani ABD’nin bölgedeki ömrünü daha da azaltır. Dünya ölçüsünde yalnızlığını arttırır. Böyle bir şeyi göze alırlar mı? Mantık “hayır” diyor. Bu gerçekten bir intihar olur.
Ünlü politik uzmanlar ABD’nin öğrenme, ders çıkarma yeteneğini yitirdiğinden söz ediyorlar. Aradan bir süre geçsin Hizbullah’ı yendim bile diyebileceğini söyleyenler var. Hiz- bullah’ı yendiğine inanan bir ülke elbette İran’a saldırı cesaretini elde edebilir. Ancak bize göre ABD ders alma yeteneğini yitirmekten çok seçenek- sizdir. İran’a boyun eğip pazarlık masasına oturmak onun açısından yenilgidir. Eğer İran pazarında dişine değer bazı petrol ve doğal gaz projeleri kazanırsa bu olabilir. Suriye’de yukarıda
sözünü ettiğimiz türden bir dönüşle pragmatizm yapabilir. Bu pazarı AB’ye kaptırır ve pazara girme umudunu yitirirse başka. Ortadoğu petrolüne hakim olarak tüm dünyayı önünde secde durdurmak isteği ile yola çıkan ABD tersinden AB’nin önünde secde durmaktansa III. Dünya Savaşı’na yol açabilecek bir nükleer bombayı atmaktan kaçınmayabilir. Ölümlerden ölüm beğenmekte bir seçenek sorunu değil mi?
Sonuçta Lübnan savaşı ABD’nin İran politikasında artık seçeneklerinin sonuna gelmesine yol açmış onu bölgede yükselen Şii gücüne karşı yalnızlaştırmış, süper güçlüğünü tüm dünya da daha bir tartışılır yapmıştır. İran teknik olarak gizli bir güç olduğunu kanıtlamıştır. Elinde nükleer silah olan bir İsrail’e karşı İ- ran’m nükleer güç haline gelmesi bölge halklarında daha bir hak kazanmış, ABD yaptırım politikaları bu anlamda da içini boşaltmıştır. Bölge ülkeleri ve dünya ülkelerinin İran’a olan saygısı ve desteği artmıştır. ABD karşısında onun arkasına geçmek bir seçenek haline gelmiştir. İran’ın saygınlığı Hizbullah zaferi i- le artmıştır.
e. Irak
Lübnan’a saldırının perde arkası Irak’ta oynandı. İsrail Hizbullah’a sal
dırdığı günlerde ABD’de Irak’ta Hizbullah’m benzeri bir örgüt olan Muk- teda al Sadr güçleri ve İran yanlısı Şi- iler saldırıyı şiddetlendirdi. Dikkat e- dilirse Irak’ta o günden geri 100’ün üstünde insan ölmeye başladı. Müthiş bir savaş yaşanıyor. ABD Irak’ta gene bir yenilgiden korktuğu için son saldırısını İsrail’in Beyrut bombaları arkasına gizlemeye çalıştı. Irak’ta şiddetlenen savaşın perde arkası budur.
Ancak Irak’ta savaşın aynı şiddetle devam etmesi ABD’nin burada da başarı kazanamadığının bir göstergesidir. Lübnan bombalanmasına en büyük tepki hiç beklenmedik bir şekilde Irak parlamentosundan geldi. Bir Şi- i milletvekili ABD’nin ülkeyi derhal terk etmesini bile isteyebildi. Çok yaygarası yapılmasa bile ABD’nin kukla hükümet kurma çabası işte ancak bu kadar başarılı olabilmiştir.
ABD, Sünnilerin ağırlıkta olduğu Anbar eyaletindçki Felluce gibi ünlü kasabalarda denetimini artırmaya çalıştı, ama başarı sağlayamadı. Oradan çıktı. Irak hükümeti de yerel hiç bir kurumda yok gibidir. İkili iktidar yaşanıyor.
Hizbullah’m zaferi onun benzeri bir örgüt olan Mukteda al Sadr gücünü artırdı. ABD’nin bu örgüte yaptığı saldırıları Irak devlet başkanı Maliki bile protesto etmek zorunda kaldı.
CjjOİ EYLÜL'E Kİ M 2006
İraktaki İran etkisi Hizbuiiah zaferi sonrası arttı. Maliki İran'ı ziyarete gitti. Irak'ın İran ile tüm bağlarım koparmak isteyen ABD bu ziyareti engelieyemediği gibi
İran'ın Irak'tan çekilmesi değil, ABD'nin Irak'tan çekilmesi talebi daha bir destekçi bulmaya başladı.
Kendi haberi olmadan saldırı yapıl-/ masını kınadı. Maliki sonuçta Irak ordu komutanlığının hükümete devrini istedi. Bir iki sallamadan sonra bu gerçekleşti.
İran etkisi Hizbullah zaferi sonrası arttı. Maliki İran’ı ziyarete gitti. I- rak’m İran ile tüm bağlarını koparmak isteyen ABD bu ziyareti engelleyeme- diği gibi İran’ın Irak’tan çekilmesi değil, ABD’nin Irak’tan çekilmesi talebi daha bir destekçi bulmaya başladı.
İslam Aydınları Konseyi İran yanlısı olarak bilinir. Irak hükümeti içinde etkinlikleri arttı. Bunlar Irak’m federe bir devlet olması için anayasada değişiklikler yapmaya başladılar. Yıl sonuna kadar bu değişiklikleri meclise getirmeyi planlıyorlar. Yani ABD’nin isteklerinin aksine Irak parçalanıp güneyde İran yanlısı bir federe devlet kurulabilir. Lübnan’da İran destekli Hizbullah zafer kazanmasa idi acaba Irak’ta bu türden sesler yükselebilir miydi?
Mukteda güçleri hala yenilmedi
ler. Son çare olarak Bağdat kentinin etrafına hendek açılarak bir sonuç a- lmma düşünülüyor. Bu ABD’nin bölgede başarı gösteremediğinin artık son olarak bu çarenin deneneceğinin işaretidir.
Hizbuiiah zaferi sonrasının en ö- nemli gelişmelerinden bir tanesi de A- yetullah Sistani’nin siyasetten çekildiğini açıklamasıdır. Sistani savaş yanlısı değildi. Seçimler yapıldıktan sonra ABD’nin kendi isteğiyle Irak’tan çekileceğini savunuyordu. Mukteda al Sadr politikaları ile çelişiyordu. ABD onu Mukteda’ya karşı bir seçenek olarak tutuyordu. Mukteda’yı iki kez yenemedi ve araya Sistani sokularak yenilgi gizlendi. ABD destekli İsrail’in Lübnan’a .saldırısı onun ne kadar vahşi olduğu ve Irak ve bölgeden hiçte kolayca çekilemeyeceğini gösterdi. Sistani politikalarının yanlışlığı böy- lece ortaya çıktı. Sistani artık Irak hükümet yetkilileri tarafından ziyaret e- dilemez oldu. Siyasi öngörüleri yenilmişti. O da böylece siyasi ortamdan çekildi. Mukteda politikaları daha bir'
taraftar bulmaya başladı. Mukteda öne çıktı. Hükümet ve ülke içindeki gücü bu anlamda arttı. ABD bu anlamda bir destekçisini yitirmiş oldu.
Basra’da bilindiği gibi İngiliz askerleri işgali altındadır. Çoktandır kent içinde dolaşamaz olmuşlardı. Mukteda’nm Mehdi Ordusu burada örgütlenmeye başlamıştı. İngilizler de bölgedeki üslerine çekilmişlerdi. Hiz- bullah zaferi sonrası bu üslerinde de barınamaz oldular. Orayı terk ettiler ve İran sınırı yakınlarında gerilla savaşı verme hazırlığına giriştiler. Ağır top ve araçlarını satıp yerine hareket yeteneği üstün gerilla eylemlerine uygun silahla donanmaya başladılar.
İsrail saldırısı Irak güçler dengesini ABD’den yana değil, aksine İran ve Mukteda’dan yana çevirmiştir. ABD’nin isteğinin dışında ülke parçalanabilir. Güney tamamen İran etkisine girebilir.
f. Afganistan ve Pakistan
Lübnan saldırısının AB’ye düşen kısmı ise Afganistan’da Taliban güçlerine saldırıdır. ABD ve İsrail yenildi, ama AB ve NATO acaba ne yapabilecek? Taliban, Irak direnişinden aldığı taktikler ve Batı politikalarının çökmesinin etkisiyle bir yıldır bölgede güçlendi. Küçük küçük işgallerden tüm güneyi denetlemeye başladı. NATO güçleri saldırdılar. Bu yazıyı kaleme aldığımız sıralar savaş sürüyor. Taliban güçleri yenilemiyor. NATO, üyelerinden yeni yardım istiyor ama süper güç ABD ve İsrail Hizbuiiah T yenemedikten sonra buraya asker vermeye cesaret edecek ülke bulmak zor.
İlginç bir gelişme daha oldu. Pakistan lideri Müşerref 11 Eylül sonrasında uluslararası terör şiarının baş destekçisi olmuş, ülkenin kuzeyinde Pakistan Taliban güçlerine savaş açmıştı. Taliban aşireti'Afganistan ve Pakistan’da yerleşiktirler. Pakistan i- çinde de Taliban yanlıları vardı. Pakistan ordusu yıllardır ABD’ye yaranmak için Pakistan Talibanları ile savaşıyorlardı.
Hizbuiiah zaferi sonrasında Müşerref, Pakistan’ın Talibanları ile barış anlaşması imzaladı. Ordusunu bura
12
EYLÜLDEKİ M 2006 C|Oİ
dan çekti. Taliban tutuklularını serbest bıraktı. Hizbullah’ı yenemeyenler Müşerref’ten Taliban’ı yenmesini -nasıl beklesinler. Gelişen Batı karşıtlığının önünde durmak akıntıya kürek çekmekten başka bir şey olmasa gerektir. Pakistan ülkesindeki bu uluslararası terörist denilen güçlerle savaşmaktan vazgeçmiş ve çark etmiştir.
Böylece Afganistan’da NATO Taliban ile dövüşürken güneyde Pakistan Talibanları bölgelerinde iktidar oldular. Afgan Talibanlarına herhalde bundan iyi bir destek verilemezdi. Müşerref’in bu dönüşü özünde ABD’nin ve AB’nin yediği bir şamardır. Herhalde Hizbullah’a karşı bir zafer kazansalardı Müşerref bu barış anlaşmasını imzalayamazdı. Bundan böyle Keşmir olaylarının tekrar yükselmesini beklemek yanlış olmayabilir. '
Ancak bu Hindistan’ın aldığı derslerle de bağlantılıdır. Hindistan’da bir dönüş yapmış İran ile petrol ve gaz anlaşmasını askıya alıp ABD’nin nükleer santral vaatlerine kanmıştı. İran, Çin ve Rusya’ya karşı ABD müttefikliğini seçmişti. Şimdi Hindistan yetkili ağızlan tarihlerinde yaptıkları en büyük politik yanlışm altından nasıl kalkabileceklerini tartışıyorlar.
Tsunami dalgası gibi Hizbullah’m zaferi yayılmaktadır. Sudan’nın Dar- fur barış anlaşmasını reddetmesi ya da Somali’de İslam Mahkemeleri’nin iktidara yürümeleri güçler dengesinin Afrika kıtasına yansımasmdan başka bir şey değildir. Birçok İslam ülkesinde çeşitli dini örgütler bir birleşme içine girdiler. Kimisi Cezayir dini örgütleri gibi El Kaide ile birliğini açıkladı. Kimisi Hizbullah ile aynı düşündüğünü açıkladı.
Zaferin etkisi Latin Amerika’da da yankı buldu. Venezüella lideri Cha- ves’in İsrail’i kınaması, hiçbir ülkenin göze alamadığı şeyi yapıp İsrail ile diplomatik ilişkilerini kesmesi ve bölge ülkelerinin İsrail ile imzalayacağı ticaret anlaşmasını askıya alması Arap halklarının üstünde büyük bir moral etki yarattı. Herkes Arap Chaves’i olma sevdasına kapıldı. Olay daha da
gelişti. Ukrayna’da renkli devrim hükümeti görevden alındı ve Rusya yanlısı parti adayı başbakan olarak göreve başladı. Bunun dışında bizim ülkemiz gibi çeşitli üçüncü dünya ülkelerinde Amerika politikalarına itiraz edenlerin sesi yükseldi. Her ülke Ortadoğu’daki bu güçler dengesi değişikliğine göre yeni bir şekillenme yoluna çıktı. Bla- ir’in istifa edeceğini açıklaması da herhalde bu yenilginin bardağı taşıran son damlasıdır.
g. Sünni gerici rejimler
Hizbullah aynı zamanda bölgedeki Sünni gerici rejimlerine karşı da zafer kazandı. Bu rejimler İsrail’in saldırısını savaşın en başında haklı gördüklerini açıkladılar ve Hizbullah’ı suçladılar. Oysa her gün sokaklarda binlerce insan Sünni’si, Şii’si el ele, Hizbullah bayrakları, Nasrallah, Ahmedinecad, Che posterleri ile yürüyüp İsrail saldırılarını lanetlemeye başlayınca bu gerici iktidarlar seslerini kesmek zorunda kaldılar. Mısır’da Müslüman Kardeşler örgütü Hizbullah’a 10 bin mü
cahit yollayabileceğini söyledi. Tüm anti Amerikan ve İsrail güçleri bu gösterilere katıldılar. Karşı cephe birleşti. Mübarek’in istifasını istediler. Hatta Mısır Sanayi ve Ticaret O- daları Hizbullah güçlerine yardım i- çin geceler düzenlediler.. Yani ABD ve İsrail karşıtlığı yaban burjuvalardan yükseklere doğru tırmanmaya başladı. Mısır’ın İsrail ile imzaladığı barış anlaşmasının iptali için bir imza kampanyası başlatıldı.
Halkların bu hareketliliğine karşılık gerici rejimler ne İslam Örgütü o- larak ne Arap Birliği olarak bir kişilik gösteremediler. Toplantı bile yapamadılar. Beyrut İsrail hava ablukası altındaydı. İsrail izin verdi de bir araya gelebildiler. Ondan da dişe gelir bir sonuç çıkmadı. İsrail’i suçlayamadılar bile. Bu örgütlerin zaten Arap halklarına getirdiği bir şey yoktu. Şimdi tamamen gözden düştüler.
Elbette Hizbullah’m zaferinden kendilerine pay biçeceklerdir. ABD ve İsrail politikalarına karşı daha bir direnç gösterme gücüne sahip olacaklar-
Tsunami dalgası gibi Hizbullah'ın zaferi yayılmaktadır. Sudandın Darfur barış anlaşmasını reddetmesi ya da Somali'de İslam Mahkemeleridir! iktidara yürümeleri güçler dengesinin
Afrika kıtasına yansımasından başka bir şey değildir. Birçok İslam ülkesinde çeşitli dini örgütler bir birleşme içine girdiler.
v
CJOİ EYLÜL-EKİM 2006
dır. Bölgede güçlenen İran, Suriye ve Hizbullah ittifakına karşı ABD, İsrail ve Batı arasında daha solda bir dengeye oturacaklardır.
ABD bilindiği gibi Büyük Ortadoğu Projesi’nde Suudi Arabistan ve Mısır’da demokrasi lafları ediyordu. Bu ülkelerde kendisine daha yakın burjuva demokratik güçleri örgütlemeye çalışıyordu. Sanırız artık bu projeler de suya düşecek ABD bu rejimlerle tavizler vermek, onlarla uzlaşmak yoluna zorlanacaktır.
Sonuçta görüldüğü gibi Hizbul- lah’ın zaferi bölge güçler dengesini tek tek ülkelerde halktan, dini güçlerden yana çevirmiştir. İran bölgenin en saygın ve güçlü ülkesi olmuştur. Gerici Sünni rejimlerinin aleyhine Suriye etkinliği artmaktadır. Batı karşıtları güçlenmekte, sesleri yükselmektedir. ABD ve Batı Ortadoğu projelerinde geri adım atmak zorunda kalmakta ve bölge politikalarında daha uzlaşmacı yola kaymaktadırlar.
h. “Soft Power” cephesi ve barış gücü
Rusya dahil tüm Batı güçleri ABD ve İsrail’in Hizbullah’a saldırısına göz yumdular. Ona Irak sonrası bir şans daha verdiler. Bu şans elbette ABD’nin istediği gibi topyekun onun arkasına dizilmek olmadı, ama deve kuşu gibi kafalarını gömdüler ve ABD’ye haydi dene dediler. Bölgede yükselen Şii gücüne karşı savaş açılması gerektiğini kabul ediyorlardı. Bu özünde İran’a karşı nasıl tavır alacaklarını da gösterecekti.
Olaylar gösterdi ki Ortadoğu’da yükselen Şii hareketi bastırılamaz. Bölgede cepheler daha net hale gelmiştir. ABD İsrail bir yandadır. İran, Suriye, Hizbullah, Hamas diğer yandadırlar. Arkalarında birçok dini örgüt vardır. Halk güçleri vardır. Peki, AB kurnazı şimdi bu dizilişte nasıl bir yer edinecektir kendine? Elbette yüreği ABD ve İsrail’den yanadır, ama maddi olarak ortaya girmek işine gelecektir. Lübnan’da barış gücü yerleştirme görüşmeleri işte AB’nin bu güçler
dengesi içindeki yerini belirleme işlevi görmektedir. AB soft powen şekillenmektedir.
Yazmaya bile gerek yoktur ki ABD ve İsrail barış gücünün kendilerine hizmet etmesini isterler. Hizbullah’ ı silahsızlandıramadılar. Barış gücü bunu yapmalıdır. İsrail ve Batı çıkarlarını korumalıdır. AB’nin de elbette çıkarı bundan yanadır.
Savaş öncesi hiçbir güç Hizbul- ' lah’ı silahsızlandıramadı, şimdi savaş sonrası bu iş daha da zordur. Fransa barış anlaşmasının mürekkebi kurumadan ortaya atıldı ancak silahsızlandırma lafı ortada gezinmeye başlayınca geri adım attı. Sonra BM yetkili a- ğızlarmdan böyle bir şeyin söz konusu olmadığı, sadece gözlemci olarak bulunulacağı söylendi. Ancak ondan sonra Fransa tekrar öne çıktı. İtalya’da izledi. Başka katılacak birkaç ülke daha belirlendikten sonra ancak yine silahsızlandırma lafları dolaşmaya başladı. Anlaşılıyor ki ABD ve İsrail baskı yapmaktadırlar. Hizbullah bunun söz konusu olamayacağını a- çıkladı. Elbette silahsızlandırma demek Hizbullah’m İsrail’e teslim edilmesi demek. Bütün bunlar daha barış gücü oluşturma işinin ne kadar uzun süreceğinin göstergesidirler.
Dikkat edilmesi gereken nokta barış gücüne AB olarak değil tek tek ülkeler olarak katılmadır. Bunun çeşitli nedenleri olsa gerektir. En başta AB i- çindeki bazı ülkeler ABD ve İsrail yanlısı olarak bilinmektedir. İngiltere, Almanya, Polonya gibi. İkinci olarak bu işe girmek riskli olduğu kadar da kazançlı bir iş olsa gerektir. Bir itibardır. Bir pazara girmektir. Ancak risklidir.
Barış görüşmeleri yeni değişen dengede bu ülkelerin kendilerine nasıl bir misyon seçecekleriyle ilgilidir. Kimse bu iki kutup arasında ezilip kalmak istemeyecektir. Biliniyor ki bu savaş bitmemiştir. Devam edecektir. İsrail çeşitli şekillerde gene saldıracaktır. Belki İran’a saldıracaktır, ama bu Lübnan ve Hizbullah’ta yankısını bulacaktır.
Fransa ve İtalya bölgede önlerine
Olaylar gösterdi İd Ortadoğu'da yükselen Şii hareketi bastınlamıyor. Cepheler daha net hale gelmiştir. ABD-İsrail bir
yandadır. İran, Suriye, Hizbullah, Hamas diğer yandadırlar. Arkalarında birçok dini örgüt vardır. Halk güçleri vardır. Peki, AB kurnazı şimdi bu dizilişte nasıl bir yer edinecektir kendine?
14
Sonuçta görüldüğü gibi Hizbuiiah'ın zaferi bölge güçler dengesini tek tek ülkelerde halktan, dini güçlerden yana
çevirmiştir. İran bölgenin en saygın ve güçlü ülkesi olmuştur. Gerici Sünni rejimlerinin aleyhine Suriye etkinliği artmaktadır.
Batı karşıtlan güçlenmekte, sesleri yükselmektedir.
yeni olanaklar açıldığına inanıyorlar. Genel olarak Batı’nm aldığı yenilgiden kendilerine bir çıkış yolu arıyorlar. Ancak riskleri de mümkün olduğu kadar törpülemeye çalışıyorlar. ABD hiç şüphe yok ki onların bu araya girmelerinin sağlayacağı yararları sürekli baltalamaya çalışacaktır. ABD’nin top ateşi altında olunacaktır.
Hizbullah ile 82 yıllarında başka barış gücü deneyleri yaşanmıştır. Eğer tarafsız davranmazlarsa o günlerdeki gibi Hizbuiiah’ın saldırısı ile karşı karşıya kalacaklarını görmektedirler. Ayrıca unutmamak gerekir ki barış gücü sosyalizmin yıkılmasından sonra ömrünü dolduran bir kurumdur. Bu güçler iki ayrı sistem varken bir anlam ifâde ediyordu ancak şimdi tamamen Batı yanlısı oldukları ortaya çıkıyor. Fransa ve İtalya herhalde bütün bunların bilincinde bir şans denemek istemektedir.
İşte bu iki gücün arasında yeni bir AB soft powerı oluşturmaya, onun ilkelerini belirlemeye çalışıyorlar. ABD baskılarına karşı AB kaynaklarından karşı baskılar geliyor. BM genel başkanı Kofı Annan’m ABD’nin Irak’ı bir felakete sürüklediği açıklamaları buna bir örnektir. Ya da Af Örgütü İsrail’i Lübnan’da savaş suçu işlemek ve sivil insanların üstüne bomba atmakla suçlaması daha bir yayınlanıyor. İsrail özünde aynı Irak’m Kuveyt işgali sonrası tazminat ödemeye mahkum edilmesi gibi bir cezalandırılması uluslararası hukukun gereğidir. Hatta bu durumda barış gücüne katılmak bile İsrail suçuna ortak olmak anlamına gelmektedir. Geçtiğimiz günlerde en sonunda Uluslararası Enerji Ajansı bir açıklama yaptı. Buna göre İran hiçte Batı’nm sâvunduğu gibi uranyumu nükleer silah yapacak derecede geliştirmemektedir. Ajansın bu açıklaması çok ilginçtir. Çünkü ABD korkusundan şimdiye kadar bu türden gerçekler açıklanamıyordu. Açıklansa dünya kamuoyuna duyurulmuyordu. Bu türden ABD ve İsrail’in işine yaramayacak açıklamalar elbette AB’nin yeni çıktığı yolda kendisine destek a- rayışlarmın göstergesidir. Hizbul- lah’m zaferi bizi yeni bir dünya düzeninin eşiğine doğru götürüyor.
Sonuç yerineOrtadoğu’da dini güçler ABD, İs
rail ve genel olarak Batı’ya karşı zafer kazanıyorlar. Bu bizler açısından halkların gerçek kurtuluşundan çok o- na doğru giden çok önemli adımlardır. Bunun bilincinde olarak sol güçler Hizbullah ve Mukteda gibi güçlerin direnişlerine destek veriyorlar. Lübnan sosyalistleri Hizbullah ile omuz omuza dövüştüler. Mısır’da Müslüman Kardeşler örgütünün düzenlediği gösterilerde Mısır sosyalistleri de vardı. İsrail komünistleri savaşa karşı sürekli gösteri yaptılar. Yani dinci ya da değil tüm Batı ve ABD-İsrail karşıtı güçler birleştiler. Ya da anti-Batı ile anti- emperyalist cephe ortak davrandılar. Bu elbette olumludur.
Öte yandan dinci cephelerin için- 'de de bir radikalleşmeden uzaklaşma yaşandı. Örneğin Hizbullah başta İslam Lübnan’ından söz ediyordu, şimdi böyle bir talebi yok. Ya da Müslüman kardeşlerin eskisi gibi kadınları örtmek yada bazı kitapları yasakla
mak gibi aşırı uç davranışlarından vazgeçtikleri söyleniyor. Ayrıca çoğu yürüyüş ve gösteride Che ve Chaves posterlerinin taşındığı görüldü. Dini örgütler bunlara karşı çıkmadılar. Kim bilir belki kendi içlerinde böyle eğilimler gelişiyor. Belki kendileri dinin yanında böyle sol bir çıkış açısını gerekli görüyorlar. Ne olursa olsun ö- nemli olan sol ve dini güçlerin belirli ölçülerde bir ortak davranışa girdikleridir. Hizbullah zaferi bir hesap, bilim, teknik ve inanç işidir. Dediğimiz gibi Allah işi değildir. Akıl ve bilek işidir. Ancak tabii ki olaya sosyal bilim açısından da bakmak, bölgedeki sınıflar dizilişini irdelemek gerekmektedir. Dini güçlerin böyle bir öngörüsü yoktur. Böyle olduğu sürece de ittifak güçlerini ayarlamak ve belirli politik kararlar almada yanılgılara düşebilirler. Ayrıca çeşitli konularda dini güçlerle anlaşmak olanaksızdır. Ancak bu savaş işbirliğinin yapılabileceğini göstermiştir. Bu kanalları açmıştır. Bu açıdan da büyük önem taşımaktadır.
18.09.2006
15
DUZEN*Em peryal n ü k le er
flijciz Rhmed
Amerika'nın İran'a Karşı nükleer silahlar kullanma olasılığının kesin bir mantığı var. Batı Asya'daki mevcut savaşta gerçek ödül İran'dır. Amerika'nın cebinde Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün gibi ülkeler varken, büyük ölçüde zayıflatılmış Suriye ve yenilmiş Afganistan ve Irak'la, İran, bölgede baş kaldırılamayan ve kaldırılama
yacak olan bir ABD-İsrail hegemonyasının önünde kalan tek engel.
Amerika’nın İran’a karşı olası nükleer müdahalesi ABD politik çevrelerinde en çok konuşulan olay haline geldi. Bu olaya şu perspektiflerden bakmak gerekir:
* Amerika İran’a saldırmakta kararlı ancak nükleer silah kullanmadan tüm amaçlarını başaramaması gibi bir gerçeklik var;
* Bush yönetiminin en üst kademesini oluşturan insanlar, küresel bir savaşın ve ardından gelecek gerilimin, - azalan değil daha da tırmandırılacak olan- mini-nükleer saldırılar yoluyla çözümlenebileceğine ve çözümlenmesi gerektiğine inanıyorlar;
* ABD’nin Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından bu yana elinde tuttuğu büyük nükleer üstünlük ve bunun sonucu olan “kullanılabilir nükleerler” doktrini, Bush başkanlığı sırasında gelişti.
Nükleer silah kullanmak düşünülebilir bir seçenek haline geldi, çünkü ABD, kurbanlarından örneğin İran’ın veya askeri gücü azaltılmış Rusya’nın ve çok başlangıçtaki bir kapasiteye sahip Çin’in kendisine yöneltebileceği herhangi bir misilleme korkusu olmaksızın, bunu yapmak için eşsiz bir kapasiteye sahip.
New Yorker tarafından 17 Nisan 2006 tarihinde basılan Seymour M. Hersh’ün “İran Planları” makalesi, büyük bir uluslararası ilgi topladı. Bu şaşırtıcı değil ve hatta yararlı. Hersh, Amerika’da savaş karşıtı düşünceyi tetikleyen ve kendisine de bir Pulitzer Ödülü kazandıran Vietnam’daki My
Lai katliamı öyküsünü yazmasından bu yana, Amerika’nın başta gelen muhabirlerinden biri olageldi. ABD işgalindeki Irak’m Ebu Garip Cezaevi ile ilgili Beyaz Saray yalanlarını ilk belgeleyen de oydu. The Chain of Command: The Road from 9\11 to A- bu Ghraib (Komuta Zinciri: 11 Eylül’den Ebu Garip’e Giden Yol) adlı kitabı, Bush yönetiminin emperyal kabahatlerini ortaya dökmektedir. Ve ayrıca New Yorker, ABD’nin “Cesur ve Güzel” takımının, zengin ve güç- lülerinin, okumuş kaymak tabakasının takip ettiği cilalı bir gazetesidir.
Gazetenin 24\31 Ocak 2005 tarihli “The Coming War: What the Pentagon Can Do in Secret” (Yaklaşan Savaş: Pentagon Gizlice Neler Yapabilir) adlı daha önceki bir makalesinde, Hersh, İran’ın işgal edilmesi planının ilerlemiş bir aşamada olduğunu ve Savunma Bakanı Donald Rumsfeld’in hazırlıkların kapsamını ABD senatosundan dahi gizli tutmanın yollarını tertiplediğini doğruladı.
Bu yeni makale ile ilgili en belirgin şey, tekrar, onu yazanın kendisi ve yayınlandığı gazetedir. Görünürde Hersh’ün koyduğu her mim, aslında çok iyi biliniyor ancak, esas nokta bunları yüksek makamların ağzından aktarması ve asıl kaynaklarım ifşa etmeyi reddetse dahi (çoğu zaman yaptığı gibi), kaynaklarının ve muhabirliğinin doğruluğunun sorgulanamayacağı noktasında yeterli otoriteyi temsil etmesi. Hersh bir solcu değil. Son dönem I.F. Stone’u kalıbında ama ondan daha az radikal, sözünü esirge
meyen, dobra bir Amerikan vatanseveri. “Özgür dünyanın” lideri olan hükümetinin bu kadar çok yalan söylemesi, dünyanın dört bir yanında bu denli çok vahşete imza atması gerçekliği karşısında tam da vaktinde isyan ediyor. Ve bu nedenle, yalanların ve acımasızlıkların peşine düşüyor. Onun düşüncesine göre, Ebu Garip’te ortaya çıkan sistematik işkence rejimi, Bush yönetiminin, tüm uluslararası yasaların ve insana yakışan medeni davranışların ihlali pahasına yürüttüğü “teröre karşı küresel savaş”ı- nm kaçınılmaz bir sonucu. Muhtemelen nükleer silahların da kullanılacağı, İran’a dönük yaklaşan bir saldırı, inancına göre bu merhametsiz mantığın bir parçası. Rumsfeld, onun gözünde tehlikeli bir egomanyak, güç ve iktidar bağımlısı bir deli.
Hersh’ün ana tespitlerinden biri, doğrudan Başkan Yardımcısı Dick Cheney’e kadar ABD’nin en üst politik liderlerinin, İran’a dönük bir saldırıda, yeraltı sığmaklarını vurabilen çaptakiler de dâhil, sözde “taktiksel” nükleer silahların kullanımını ciddi ciddi düşünüyor olması. Bu bana, yaklaşık bir yıl önce Washington Post gazetesine verdiği bir röportajında, i- tibarlı askeri analist William Arkin tarafından yapılan benzer bir tespiti hatırlatıyor. Bunlar da bir kenara, e- limde eski p lA görevlisi Philip Giral- di tarafmpan yazılmış ve Ağustos 2005 ’te American Conservative tarafından yayınlanmış olan “Attack on I- ran: Pre-emptive Nuclear War” (î- ran’a Saldın: Önleyici Nükleer Savaş) başlıklı bir makale var. Giraldi
16
EYLÜL'E Kİ M 2006 CJOİ
bu makalede, Cheney’in Pentagon’a İran’daki 450 noktayı hedef alacak kitlesel bir saldırıya hazırlanma ve a- sıl gerçek ne olursa olsun, ABD’de i- kinci bir 11 Eylül’ün gerçekleşmesi durumunda sözde “kullanılabilir nük- leerler”i kullanmaya hazır olma ve 1- ran’ı işgal etme talimatı verdiğini söylüyor. San Diego’daki California Üniversitesi’nde Fizik Profesörü olan İran doğumlu Foaad Khosmood, E- kim 2005’te çok açık bir şekilde, yeni nükleer politikaların ve ortaya konulan operasyonel planların, “İran’a dönük nükleer saldırı için stratejik kararın çok daha önceden alınmış olduğunu” ortaya koyduğunu yazdı. Ottowa Üniversitesi’nde Ekonomi Profesörü olan Michel Chossudovsky, GlobalResearch web sitesinden erişilebilecek bir dizi makalesinde [“Nuclear War against Iran” (İran’a Karşı Nükleer Savaş), Ocak 2006; “The Dangers of a Middle East Nuclear War” (Bir Ortadoğu Nükleer Sava- şı’nm Tehlikeleri), Şubat 17, 2006; “Is the Bush Administratiön Planning a Nuclear Holocaust?” (Bush Yönetimi Nükleer Bir Facia mı Planlıyor?], Şubat 22, 2006), böylesi bir planın 2005 Haziranından bu yana “el altında bekletildiğini” ve kullanımı düşünülen silahlardan biri olan B61’in, Clinton başkanlığı sırasında özellikle Batı Asya’da kullanılmak üzere geliştirildiğini enine boyuna yazdı. Bu yazının sonuç bölümünde yazdıklarım, bu gibi yazarların değerlendirmelerini içermektedir.
Hersh, bu bilgilerin tümünü bir a- raya getirmiş ve yüksek mevkilerdeki resmi görevlileri, cevaplarının ne olduğunu açığa çıkaracak şekilde bu bilgilerle yüzleştirmiş görünüyor. Bu görevliler neden samimi bir şekilde konuştular ve bilgileri doğruladılar? Öncelikle, Hersh tam da bu işin adamı, Amerikan kamuoyunca tanınan zorlu bir figür ve kaynaklarının kimliğini koruma konusunda tam güvenilirliğe sahip. Ancak tüm bunlar bir yana, daha derin bir neden de söz konusu olabilir. Giraldi de zaten buna i- şaret etmekte. “Planlamada yer alan birçok kıdemli hava kuvvetleri görevlisi, söylenene göre yaptıklarının so-
nuçlarmın ne olacağı konusunda - 1- ran’ın bir nükleer savaşın hedefi olması - dehşete düşmüş durumda ancak hiçbiri itiraz ederek kariyerine zarar vermeye hazır değil.” Şimdi Hersh, askeri erkânın bu nükleer planlardan şüphe ettiğini ve yüksek mevkideki bilgi kaynağının ona “Genelkurmay başkanlığının (Joint Chi- efs) Başkan Bush’a İran için nükleer seçeneği düşünmeye kesinlikle karşı olduklarını bildiren bir resmi tavsiye vermeye karar verdiklerini” söylediğini aktarıyor. Bazı yüksek mevkideki görevlilerin HershTe konuşma ve görüşlerinin kamuoyunca bilinmesini sağlama kararı, bu ayrılığın bir ifadesi olabilir.
Bu görüş ayrılığı hikâyenin bir yüzü. Ancak, Genelkurmay’m görüş ayrılığı ile ilgili bilgiyi aktaran aynı Pentagon danışmanı, Hersh’e, bu gibi durumlarda nükleer silahlar kullanma fikrinin, İran nükleer laboratuarlarını geniş bir alana dağıtmış ve böylece bunların birkaçını konvansiyonel saldırılara karşı kuvvetlendirmişken, “ü- yeleri Savunma Bakanı Donald Rumsfeld tarafından seçilen bir danışma kurulu” olan Savunma Bilimi Kurulu’nun desteğini kazandığını da söylüyor. Hersh’ün bu konudaki kendi yorumu, olduğu gibi aktarılmaya değer:
“Savunma Bilimi Kurulu başkanı,
Reagan hükümetinde Bakan Yardımcısı olan William Schneider, Jr.dır. O- cak 2001 ’de Başkan Bush, ofisi almaya hazırlanırken, Schneider, tutucu bir düşünce kuruluşu olan Kamu Politikası için Ulusal Enstitüsü’nün sponsorluğunda yapılan nükleer güçler üzerine bir brifingde hizmet verdi. Brifingde, ‘yüksek öncelikli hedeflerin, konvansiyonel silahların tehdidini de arkasına alan kesin ve hemen tahribinin önemli olduğu durumlarda’ taktik nükleer silahların ABD askeri gücünün önemli bir parçası olarak ele alınması gerektiğini bildirmiştir. Ulusal Güvenlik Danışmanı Stephen Hadley, Haber Almadan Sorumlu Savunma Bakanı Yardımcısı Stephen Cambone ve Silah Kontrolü ve Uluslararası Güvenlikten Sorumlu Devlet Bakanı Yardımcısı da dâhil, bu raporun birçok imzacısı şimdi Bush Yönetiminin önemli üyeleridirler.”
Khosmood’un belirttiği gibi, bu listenin en başına, ta 1992’lerde nükleere sahip olmayan devletleri hedefleyecek yeni nükleer silahlar politikasının mimarı olan Dick Cheney’i ve yoğun şekilde belli kategorideki nükleer silahların bilinçli şekilde kullanımı içeren' ve bugünkü yüksek insan gücü gereksinimine dayalı ordunun yerine yüksek teknolojiye dayanan daha küçük bir ordu konseptinin sahibi olan Donald Rumsfeld’i koymak gerekir. Danışmanın Hersh’e yaptığı
17
C j O İ EYLÜL E Kİ M 2006
yoramlarm en ürkütücü yanı ise şu; askeri yetkililer, nükleer silah kullanımının İran ve bölgenin tümünde yol açacağı insani ve ekolojik kayıplara karşı çok daha duyarlı ve farkında i- ken, sivil ideologlar ve yetki sahipleri bu silahların askeri etkililiğinden hipnotize olmuş bir halde, bunların yaratacağı insani felaketlere karşı son derece ilgisizdir. Bu bağlamda şunu hatırlayabiliriz: ABD’deki bugünkü nükleer emir-komuta zincirinde, bu 'gibi silahları kullanma yetkisi, Başkan’m elindedir, ancak karar bir kez verildiğinde, Genelkurmay’dan değil fakat sivil liderlikten saha komutanlarına gidiyor. Bush dahi General A- bizaid’i sahada arayarak ve ona “Nuke Them” (Bombala şunları) diyebilir.
‘Kullanılabilir Nükleer’Amerika’nın İran’a karşı nükleer
silahlar kullanma olasılığının kesin bir mantığı var. Zamanında ve şimdi de vurguladığımız gibi [bkz. “Imperialism’s second strike” (Emperyalizmin İkinci Darbesi) ve “Iran: What’s at stake” (İran: Hedefte); Frontline, 21 Ekim ve 4 Kasım, 2005], Batı Asya’daki mevcut savaşta gerçek ödül İ- ran’dır. Amerika’nın cebinde Suudi Arabistan, Mısır ve Ürdün gibi, ülkeler varken, büyük ölçüde zayıflatılmış Suriye ve yenilmiş Afganistan ve Irak’la, İran, bölgede baş kaldırıla
mayan ve kaldırılamayacak olan bir ABD-İsrail hegemonyasının önünde kalan tek engel. ABD Irak’ta giderek batağa saplanırken İran’ın nüfuz kazanması, Beyaz Saray ve çevresinde, ABD’nin Irak’taki konumunu stabilize etmesi için dahi, İran’ın doğrudan bir saldırı ile güçten düşürülmesi gerektiğine dair güçlü bir kanı oluşturdu. Ve elbette İsrail tarafından da ABD’nin harekete geçmesine - kararlı olduğu kadar hızlı da harekete geçmesine - dönük bir baskı mevcut. Suudi Arabistan ve Ürdün’den Mısır ve Cezayir’e kadar Sünni Arap rejimlerinden oluşan korkunç bir bileşim de benzer bir yakınmada bulundu: Ürdün Kralı’mn “Şii hilalinin yükselişi” olarak adlandırdığı, İran öncülüğündeki yeni güç birikmesi karşı, İran’ı Taş Devrine geri döndürecek bir bombalamanın tek çözüm olduğu konusunda ABD’yi uyarmak için seslerini yükselttiler. Bu “Şii hilali” I- rak’taki İran müttefiklerinin yanı sıra Lübnan, Bahreyn, Kuveyt, Suudi A- rabistan’m doğu eyaletleri ve diğer yerlerdeki çetin ceviz pro-İran Şii nüfuslarından oluşmakta. Ancak neden nükleer silahlar? Neden, Irak’ta olduğu gibi, tanık olduğumuz bir “Şok ve Dehşet” tarzı değil?
İran’a karşı sözde “taktik” nükleer silahların kullanımını ilgilendiren politik kararları eden, esasen Hiroşima ve Nagasaki bombalamalarındaki
ile aynıdır: Halen güçlü olan ama vahşi, kuvvetli ve cevap verilemez bir güçle yüzleşen bir düşmanın hızla teslim alınması. ABD, bir milyon yaşama mal olan 8 yıllık bir savaşın sonunda, kendisi bu saldırıya cevap verme imkânına sahip olmayan İ- ran’m, ancak Saddam Hüseyin İran kara kuvvetlerine havadan rasgele kimyasal ve biyolojik silahlar sıkmaya başladığında barış talep ettiğini biliyor. Bu geçmiş deneyim, nükleer yükseliş için daha fazla şiddet sağlıyor. Silahçılar tarafından yarış atı gibi koşturulan bu acil tartışma (kanıt olsun olmasın ve hatta çok büyük karşı kanıtlara rağmen), (a) İran’ın en güçlü konvansiyonel bombaların dahi erişemeyeceği kadar derine gömülü nükleer tesislere sahip olduğu ve (b) modem-çağ, yeni-nesil mini-nükleer- lerin “sivil nüfus için güvenli” olduğu fikirlerine dayanmaktadır. Bu “siviller için güvenli nükleerler” kon- septi, bugün, zamanında Başkan Harry Truman’m Hiroşima ve Nagasaki’de kullanmadan hemen önce, nükleer bombaların güvenli olduğu yollu iddialarından esasen daha güvenli değildir:
“Dünya tarihin en dehşetli bombasını keşfettik. Nuh ve onun muhteşem gemisi Ark’m ardından, Fırat Vadisi Çağı’nda müjdelediği ateş silahı olabilir... Bu silah Japonlara karşı kullanılacak... Bu silahı kullandığımızda, askeri hedefler ve askerler ile denizciler hedef olacak, kadınlar ve çocuklar değil. Japonlar vahşi, merhametsiz ve fanatik olsalar da ortak huzur için dünya lideri olarak biz, bu dehşetli bombayı eski veya yeni başkentin üzerine bırakamayız. ... Hedef tam olarak askerî olacaktır.”
Truman’m günlüğünden yapılan bu alıntıyı onu aldığım raporun sahibi olan Profesör Chossudovsky’ye borçluyum. Retorik her durumda ürkütücü: Silahların korkutuculuğuna karşı bir tam bir umursamazlık; ABD’nin “ortak huzur için dünya lideri” saydığı kendi imajına olan hayranlığı; mücadelenin Uygar Batı ile “vahşi ve merhametsiz” Doğu arasında olduğuna dair faşist inanış ve günlükten aktarılan, “hedeflerin tama-
18
EYLÜL-E Kİ M 2006 C |O İ
men askerî olduğu” ve kadın ve çocukların zarar görmeyeceği iddiası. Hiroşima’da aslında ne olduğunu gayet iyi biliyoruz ve bu sözde “mini- nükleerlerin” Hiroşima’ya atılanların üçte ikisi kapasiteye sahip olduğunu yinelemek gerek. “Kullanılabilir”? “Siviller için güvenli”?
İran’ın kapasitesiAma neden sözde “konvansiyo-
nel” silahlarla çok daha büyük bir “Şok ve Dehşet” operasyonu değil? Ve neden İran? Bunun cevabı iki sorunun daha cevabına bakıyor: Neden öncelikle bir işgal zorunlu? Ve neden işgal ancak nükleer seçenek tabloda yerini alırsa ve hatta kullanılırsa başarılı olma şansına sahip? ABD’yi İ- ran’m işgaline sevk eden faktörlerin bazılarını belirttik. Bunların yanı sıra, Irak’m tersine İran, kararlar yoluyla yumuşatılıp kınlamaz. 1979’dan bu yana şu veya bu biçimde yürürlükte olan ABD’nin empoze ettiği bu tek taraflı kararlar, çok açık şekilde işe yaramamıştır; karşı konulamaz ABD baskısı ile Çin ve Rusya, Güvenlik Konseyi tarafından empoze edilen kimi sınırlı kararlara katılabilirler ancak bu gibi kararlar İran’a hiçbir şekilde büyük bir zarar veremez çünkü pek çok devlet bunları bypass etmenin bir yolunu bulacaktır.
İran petrol ve gaz bakımından çok zengin, dünya hükümetleri ve şirketleri açısından dev ölçekli kârlar i- çin göz alıcı yatırımlar yapmaktan isteyerek kaçınamayacakları kadar çekici bir bölge. Aslında, Güvenlik Konseyi’nin bu sorunu çözmede başarısız olması ABD’nin de işine gelecek bir durum, çünkü “uluslararası toplumun etkin şekilde hareket etmedeki başarısızlığı” olarak adlandıracağı bu durumda, kendi tek taraflı işgal kararlarını kolaylıkla uygulamaya koyabilecektir. Böylece ABD İran’ın nükleer tesislerini bombalayabilir ancak sorun şu ki, bu tesisler çok yaygın şekilde dağınık durumda bulunuyor, bunların bazılan çok iyi şekilde güçlendirilmiş, özellikle İsfahan’daki ana şehre çok yakın; bu sınırlı hedefte tam bir başarı bile garanti değil ve İran, Irak’ta ve en dar noktasında
yaklaşık 9,5 kilometre genişliğinde ve tamamen İran füzelerinin menzili içinde olan Hürmüz Boğazı’nı kapatmaya çalışarak, bölgedeki ABD savaş gemilerine misilleme yapabilir.
Bu noktada, ABD, savaşta pata kalma ile daha da şiddetlendirme arasında bir karar vermek zorunda. Ülke liderleri arasındaki en popüler Amerikan askeri olasılık planları, limanların, güç hatlarının, ulaşım ağının, rafinelerin vb.nin yanı sıra, İran’da bulunan askeri değere sahip 450 hedefin yıkımını gerekli görmektedir. ABD, Irak’m coğrafî ve demografik olarak üç katı olan ve ondan çok daha müreffeh, istikrarlı ve bağlılık içindeki bir ülkeyi işgal etmek için, tüm askerleri, ufukta herhangi bir mutlu son o- lasılığı olmaksızın Irak’a saplanmış durumda. Eğer demokrasiyi Hindistan’daki gibi algılıyorsak, İran demokratik bir ülke değil, ama Ekber Haşimi Rafsancani’ye üstün gelerek başkanlığı alan, seçimde her köşe yazarının favorisi olan, hiçbir politik yorumcunun beklemediği bir zafer kazanan Tahran’m eski belediye başkanı genç Mahmut Ahmedinejad için yeterince demokratik. Ülke nefes aldırmaz bir sosyal tutuculukla yönetiliyor ancak aynı koşullar altındaki modem eğitim son derece gelişkin ve İran yüksek öğrenimde kadınların erkekleri geçtiği tek ülke.
CIA, İran’ın, Irak’ta Amerikan güllerine karşı savaştığı söylenen 50 bin kişiden çok daha fazlası olan 12 milyonluk bir savaş gücünü mobilize edebileceğini bildiriyor. İran’daki muhafazakâr yönetime karşı çok güçlü bir muhalefet var ancak yapılan her araştırma İranlılarm en az %80’inin ABD’nin olası bir saldırısı karşısında hükümetlerini desteklediklerini söylüyor. Benzer şekilde, İran’daki yönetim kademesi derin şekilde fraksiyonlara ayrılmış durumda ama hepsi ulusal güvenlik, bağımsızlık, nükleer politika ve hatta dış politikanın ana ö- zellikleri konusunda görüş birliği i- çinde; reformcuların ılımlılığı, İran dış bir tehdide maruz kalır kalmaz buharlaşmakta.
Şunu da eklemem gerekir ki, İran Saddam Hüseyin tarafından başlatılan ve 8 yıl süren savaşın travmatize ettiği bir ülke; Başkan Ahmedinejad savaş yıllarında büyümüş olan nesilden geliyor. Bu adamlar, silah arkadaşları ölümcül gazlara maruz kalırken cephede idi. Hükümetleri, kitle imha silahlarının (KİS) bu denli açıktan kullanılmasının önlenmesi için Birleşmiş Milletlere ve ABD’ye yalvarırken aşağılandılar ve sözde “uluslararası toplumun”, Saddam Batı’nm yardımıyla geliştirdiği KİS’lerle gününü gün ederken pasif kalmasına şahit oldular. ABD’nin Saddam’m nükleer silahlarına karşı kampanyası çok
19
CJOİ EYLÜL-E Kİ M 2006
daha sonra geldi. Bu arada, İran acı bir ders aldı: hiçbir zaman başkalarının kitle imha silahlarının çaresiz kurbanı olma! Kendi nükleer silah programı (eğer varsa), bu travmadan ileri gelmektedir. Buradaki paradoks şudur: Nükleer silahların nükleersiz bir ülkeye karşı kullanılması, hiç sahip olmayabileceği bir silahlanma programı ile gelecekteki bir tarihte nükleer kapasite elde edebileceği bahanesiyle meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır.
ABD tarihsel bir ikilemle karşı karşıya. Batı Asya’daki ana rakibine, Irak ve bölgedeki diğer yerlerdeki a- maçlarmı takip etme, Çin ve Rusya i- le olan anlaşmalarını güçlendirme, askeri güçlerini inşa etme, doların petrol ticaretindeki üstünlüğüne meydan okumak için Tahran’da alternatif bir petrol borsası oluşturma, planlanan Asya Enerji Güvenlik Ağı’nın kilit öğesi olarak ortaya çıkma, Batı Asya’da İsrail’e eş değer bir güç olarak yükselme ve muhtemelen nükleer silah kapasitesi elde etme şansı tanıyabilir. Ya da bunların tümünü engellemek üzere hızla ve tahripkâr bir biçimde harekete geçebilir. İsrailliler, uranyum zenginleştirmenin temel a- şamalarmın İran’ın artık bir yıl ya da daha yakın bir süre içinde uranyum}/ silah aşamasına kadar gelişti rme/yo- lunda olduğunu tartışıyorlar. Bunların tümünü yok etmek için doğru zaman tam ŞİMDİ. Uluslararası Atom Enerjisi Kurulu’nun (UAEK) İran’ı BM Güvenlik Konseyi’ne rapor vermede başarısız olması nedeniyle sonuçsuz kalan Eylül oylamasından sonra, İsrail bir ültimatom yayınladı: İran ya Güvenlik Konseyi’nin 31 Mart 2006’ya kadar alacağı zorlayıcı karardan önce geri çekilecek, ya da İsrail askeri saldırılar yapmakta serbest kalacaktı. UAEK, sözde “uluslararası toplum”un yaptığı gibi, itaatkâr bir şekilde bu ültimatoma boyun eğdi.
ABD’nin verdiği ipucunu alan küresel elektronik medya, İran’dan her türlü uranyum zenginleştirme ça- jışmasını durdurmasını ve buna benzer tüm taleplere uymasını isteyen bir Güvenlik Konseyi çözümü varmış gibi davranıyor. Gerçekte, ortaya çıkan
şey hiçbir şekilde bağlayıcılığı olmayan bir “başkanlık beyanı”dır, çözüm değil. Çünkü İran’ın tüm zenginleştirme faaliyetlerini sonsuza dek durdurması için yapılacak bir talebin hiçbir yasal dayanağı bulunmamaktadır. İran talebi geri çevirmiştir ve ABD, bağlaşıkları ve medyadaki a- ğızları ve hatta İran’ın var olmayan bir Güvenlik Konseyi çözümü ile karşı karşıya olduğunu onaylayabilecek olan UAEK Başkanı Muhammed Ba- radey bile, bunu Güvenlik Konseyi Çözümü’nün ihlali gibi göstermekle meşgul. O zaman? İran’ın birçok nükleer tesisinin çalıştırılmasında kilit role sahip olan Rusya, kendi petrolünün bir kısmını Hürmüz Boğazı’ndan rakip piyasalara nakledilmek üzere rafine eden ittifakına böyle bir yaptırımın dayatılmasma rıza gösterecek mi? Çin ve Rusya milyar dolarlık yatırımlarını heba etmek pahasına bu yaptırımları onaylayacaklar mı? Ve eğer onaylamazlarsa, Güvenlik Konseyi’nin böyle bir “çözümü” karar olarak geçirmedeki başarısızlığı ABD’ye “uluslararası toplumun” ataletini ortaya atarak işgal bahanesi verecek mi? Bunu görme zamanı tam ö- nümüzde, ama tahminde bulunmak i- çin hala çok erken.
Şunu da eklemek gerekir yakın bir gelecekte İran’a karşı bir Amerikan, İsrail veya bu ikisinin ortak bir saldırısı gerçekleşmeyebilir ya da böyle bir operasyonda nükleer silah kullanımına gerek kalmaz. İran için daha zor bir senaryo, Amerikan kuvvetleri İran’ı karadan ve denizden kuşatmışken hava üstünlüğü tartışılmaz olan İsrail tarafından bombalanması olabilir. Bu durumda İran kendini nasıl savunur ve misilleme yapar? Ve kime karşı? Birçok uzmana göre eğer nükleer silahlar kullanılırsa, bu ilk hava saldırısından ve İran’ın bunlara cevabının ardından kullanılacaktır. Böyle bir saldırıyı engellemek için İ- ran’m yapabileceği bir şey var mı? Bu sorunun cevabına dair Hersh’ün yazdıkları dikkat çekici: “Eski bir U- AEK yöneticisi Mart sonunda bana bu noktada şunu söyledi: ‘İranlılarm olumlu bir sonuç alabilmek için yapabilecekleri bir şey yok. Amerikan
diplomasisi buna izin vermez. Uranyum zenginleştirmesini durdurduklarını açıklasalar bile kimse onlara i- nanmaz. Bu çıkmaz sokak.’”
İnanca dayalı suçlamaİran’ın bir nükleer silah programı
var mı? “Güzellik” kavramında herkesçe bilinen görecelilik gibi; bu biraz da gözlemcinin bakış açısıyla ilgili. Aynı Hersh’ün yazısında söz ettiği gibi: “Bush’un ilk döneminde Dışişleri Bakan Yardımcılığı yapan Richard Armitage bana ‘Sanırım İran’ın bir nükleer silah programı var, bunu bilmiyorum ama buna inanıyorum’ dedi”. Bu inanç temelli politikalar - bilmemek ama inanmak - en saf haliyle bile mantıksızlık aynı bu örnekte olduğu gibi. “Ajans yöneticileri İ- ran’m nükleer silah yapabilecek kapasiteye erişmeye çalıştığına inanıyorlar ama İran’ın böyle bir programa sahip olduğuna dair en küçük bir kanıt yok’ diye anlattı bana üst düzey bir yönetici.” UAEK yetkileri İran’ın nükleer bir silah yapmaktan en yakın ihtimalle beş yıl uzak olduğunu tahmin ediyorlar.
Diğer bir deyişle; hakkında hiçbir delil olmayan ve tamamen sizin kendi sübjektif varsayımlarınıza dayanan bir şeye inanıyorsunuz. Bir zaman çizelgesi çıkarıyorsunuz ve beş yıl içinde bir bombanın bir şekilde ortaya çıkacağım iddia ediyorsunuz. İsrail gizli servisi MOSSAD, İran’ın bir yıl i- çinde nükleer bombaya sahip olacağını ve mutlaka bunu yapmadan önce bombalanması gerektiğini iddia ediyor. Diğerleri çok daha karmaşık: “A- ğustos ayında The Washington Post Ulusal İstihbarat’m raporlarında İ- ran’ın nükleer bir bomba yapmaktan en az on yıl uzak olduğunun tahmin edildiğini duyurdu” diyor Hersh Birleşik Devletler istihbarat raporlarına dayanarak. Ve ekliyor: “Şu anda Georgetown Üniversitesi Uluslararası İ- lişkiler Bölümü Dekanı olan eski hükümet uzmanı Robert Gallucci bana ‘Bildiğim kadarıyla İran’ın kullanılabilir bir nükleer silah yapması için sekiz ila on yıl gibi bir süre gerekli’ dedi.”
2 0
EYLÜL'EKİM 2006 C|Oİ
Hikâyenin İran kanadında ise Cumhurbaşkanı Ahmedinejad, Aye- tullah Humeyni’nin son dönemlerinde KİS ilgili fetvasından bir cümleye atıf yaparak İran’ın bir nükleer silah programı olmadığını söyledi. Aynı cümle şimdiki İran dini lideri Ayetul- lah Hamaney’in yeni yayınladığı bir fetvada da yer alıyordu. Şunu eklemeliyim ki molla özentisi bir Müslüman toplumuna sahip Hindistan’da fetvalar çok daha fazladır ama hiçbirinin gerçek bir değeri yoktur ancak İran’da dini lider tarafından verilen bir fetva, yazılı yasalar ve kanunlardan çok daha etkilidir. Herkes tahminlerde bulunduğu için ben de kendi tahminimi söylemek istiyorum. İ- ran nükleer silah yapabilecek kapasiteye varmak istiyor çünkü düşmanları buna sahip, ama en büyük otoriteleri böyle bir şeyin gerçekten üretilmesini ve bu yönde bir politika uygulanmasını yasaklıyor; aynı eski günlerde Hindistan’da Jawaharlal Nehru ve Homi Jehangir Bhabba’nın yaptığı gibi.
Rakipsiz ABDBush yönetiminin halka anlattığı
basit bir hikâyesi var. Cumhurbaşkanı Ahmedinejad Adolf Hitler’dir (aynı şey Saddam Hüseyin için de söylenmişti) ve bu silahları yapmak için her şeyi yapabilir ve bunu gerçekleştirdiği zaman Üçüncü Dünya Savaşı’nı
başlatacak ve bu teknolojiyi kullanmaları için büyük teröristlere verecektir, nükleer silahlar (sivil dostu nükleerler) kullanma pahasına bunu durdurmalıyız. Eğer bir Amerikalıysanız ve başkanmıza inanıyorsanız Bush’a istediği gücü verirsiniz. Yakın zamanda yapılan bir ankette Amerikalıların %48’i Birleşik Devletler’in İran’a saldırması fikrine destek veriyordu. Nükleer silahların kullanılmasına dair bir soru sorulmadı. -
Ama anahtar soru şu: Yakın gelecekte Amerikan gücünün ve politikasının her türlü nükleer silahı kullanmasını olasılık dahiline getiren yeni tarihsel ve jeopolitik konjonktür nedir? Burada Hersb’ün yazısıyla hemen aynı dönemde Forign Affairs’de -yine önemli bir dergi- daha az tanınmış yazarlar tarafından yazılan makalelerden alıntılar yapmak istiyorum. Sözünü ettiğim derginin Mart/Nisan 2006 sayısında Keir A. Lieber ve Daryl G. Pres tarafından yazılan “ABD’nin Nükleer Öncülüğünün Yükselişi” adlı yazıya değinmek istiyorum. Yazının ana ekseni “Terör Dengesi” çağının sona erdiğini ve Sovyetler Birliği’nin çöküşüne ve silah gücünü yitirmesine ve ABD ile nükleer alanda yarışı devam ettirememesine ve yazarların “Çin’in nükleer silah alanında donmuş modernizasyon hızı” olarak adlandırdıkları duruma teşekkürlerle, ABD’nin kesin
nükleer üstünlük çağının başladığı yönündeydi. Sonuç şu: “Yakın zamanda Birleşik Devletler için Rusya ve Çin’in uzun menzilli nükleer silah gücünü ilk saldırıda yok etmek mümkün hale gelecek.”
Doğru şekilde ortaya koymak gerekirse bu, ABD’nin 1950’lerde nükleer üstünlüğü yoluyla, “Rusya’ya, o- nun Doğu Avrupalı ortaklarına ve müttefiki Çin’e ani ve yoğun bir nükleer saldırıyla Üçüncü Dünya Sava- şı’m kazanacağı” tehdidi ile Rusya’yı kendi şartlarına dayalı şekilde Avrupa’nın bölünmesine ikna etmesinden bu yana beklenmedik bir durum. Bu planlar orta seviyedeki Pentagon bürokratlarının planları değil, bunlar ABD hükümetinin en üst düzeyindeki yöneticiler tarafından destekleniyor. Bundan sonra Sovyetler Birliği’nin termonükleer alanda ABD ile yarışacak bir seviyeye gelmesi ve her iki ülkenin de ilk saldırıda birbirlerinin tüm nükleer gücünü yok edemeyecek duruma gelmeleri sonucunda nükleer silah kullanmak tam bir yıkıma neden olacaktı. Bu yüzden iki süper güç sadece birbirlerine değil birbirlerinin müttefiklerine de nükleer silahla saldırmaktan vazgeçtiler. Şimdi 21. yüzyılın başında bu geri çekilme artık yok, çünkü tek nükleer süper güç eskiden olduğundan çok daha güçlü, ö- lümcül ve rakipsiz olduğu için nükleer silahları istediği gibi kullanabilir.
Tarihi kayıtlar bunu doğruluyor. Küba füze krizinde geri adım atan Sovyetler Birliği olduğu ve durum çok uzun süre propaganda malzemesi olarak kullanıldığı için herkesçe iyi bilinir ama daha bilineni Vietnam Savaşı’nm son günlerinde yaşanandır. Başkan Henry Kissinger sözde “taktik” nükleer silahlar kullanmak istiyordu ama Sovyetlerden gelen misilleme uyarıları sonunda, tüm planlarından vazgeçmek zorunda kaldı. Sadece bu kadar da değil. Amerika’nın Batı Asya’da ve bölgede Cemal Ab- dül Nasır’a ve diğerlerine karşı defalarca nükleer silah kullanma girişiminde bulunmasına rağmen bunu engelleyen hep Sovyetlerin misilleme yapması korkusu olmuştu. Ama şimdi böyle bir korku yok, İran’ın yaptığı
21
CJOİ EYLÜL'E Kİ M 2006
gibi nükleer silah kullanma tehdidini “Psikolojik Savaş” olarak bertaraf e- debilirsiniz ama ABD nükleer silah kullanmaya karar verirse onu durdurabilecek bir güç yok.
Nesnel durumdaki bu radikal değişim, ABD savaş doktrininde bir de- niz-değişimi ile birlikte geldi. Sov- yetler Birliği’nin yıkılmasının hemen ardından, Reagan yönetiminin kilit noktadaki bir üyesi olarak Dick Che- ney, “kullanılabilir” nükleer silahların üretimi için araştırmaları yoğunlaştırma ve nükleer silahların konvan- siyonellerle birlikte kullanıldığı bir “karma saldırı kapasitesi”ne dayalı askeri stratejiyi içeren bir doktrin değişimini yürütmeye başladı. 2001 Nükleer Durum Gözden Geçirme raporu, Batı Asya’da ABD’yi ve/veya stratejik çıkarlarını tehdit eden “meşru müdafaa” hareketleri yaşanması gibi bazı olası senaryolarda, hâlihazırda bölgede böylesi bir “karma”yı öngörmektedir. 2002 yılı itibariyle Bush yönetimi, “önleyici darbe” olarak adlandırdığı yeni doktrinini açıklayarak, ABD’nin kendisine karşı gelecekte olası tehdit oluşturabilecek herhangi bir ülkeye herhangi bir ölçüde saldırmaya hakkı olduğunu öne sürüyordu. Noam Chomsky’nin belirttiği gibi, bu, bilinen bir düşmandan gelecek kanıtlanabilir bir yakın saldırı ihtimaline dayanan daha önceki tüm önleyici konseptlerden ayrılı
yordu. ABD’nin burada gerçekte iddia ettiği “önleyici darbe” hakkı, herhangi bir gelecekte Amsrika’ya karşı tehdit oluşturduğundan şüphelendiği herhangi bir ülkeye saldırma hakkıdır. Irak KİS ürettiğinden ve Usame Bin Ladin’le bağlantılı olduğundan “şüphelenildiği” için saldırıya uğradı. ABD birinden “şüphelendiği” zaman, gerçekten başka bir kanıta ihtiyaç yoktur.
“Önleyici darbe” doktrini hızla nükleer alana da yaygınlaştı, “coğrafi savaş komutanlıkları tehdit tanımı yapmak ve nükleer planlar geliştirmek konusunda yetkili” kılınırken, 2005 tarihli Birleşik Nükleer Operasyonlar Doktrini “konvansiyonel ve nükleer saldırıların birleştirilmesini” içermektedir. Diğer bir deyişle, İran’a karşı savaş yürüten ve o bölge için nükleer dışı ve nükleer silahlar konusunda karar yetkisine sahip bölgesel komutanlıklar “birleşik” bir komutadan sorumlu olacak ve resmi onay i- çin Başkan’a sunulacak planlar geliştirebileceklerdir. “Stratejik” nükleer silah teçhizatı halen katı kurallar altındadır, ancak “taktik silahlar” üzerindeki komuta “mini nükleerlerin “çevreleyen nüfus için güvenli” olduğunu iddia eden yeni bir sınıflandırmaya göre gevşetilmiş ve dağıtılmıştır. Salt bu yeniden sınıflandırma dahi yeterince korkutucu. Dahası, bölgesel komutanlıklar üzerinden bu o
torite dağılması, savaşın yakıcılığı altında ve kısmen zorlu düşmanlarla karşı karşıya iken, sahadaki komutanın, nükleer silah için karar verebilmesine ve bilen adam kendisi olduğa müddetçe, Savaş-sever Başkan’m da ona gerekli izni seve seve bahşetmesine yol açacaktır. Philip Giraldi’ye göre, Cheney, doktrinsel değişimin yarattığı bu mayın tarlasında “İran’a karşı hem konvansiyonel hem de taktik nükleer silahların kullanıldığı geniş çaplı bir hava saldırısını içeren bir acil durum planı” hazırlanması emrini verdi.
Nükleersiz ülkelere nükleer saldırılar yapmayı açıktan planlayan yalnızca ABD değil, dünya üzerinde nükleer silah geliştiren diğer ülkeler de bu yolda. İsrail’le olan yaygın nükleer işbirliği herkesin malumu ancak ABD. Kuzey Atlantik Paktı’nm (NATO) bazı nükleersiz üyelerine, başta Almanya olmak üzere Belçika, İtalya ve Hollanda ile Türkiye’ye de nükleer silahlar sağlamaktadır. Toprakları üzerinde nükleer silah bulundurmayan neredeyse belirgin hiçbir NATO ülkesi yoktur ve bunların olası kullanımı NATO’nun saldın planlarının bir parçasıdır. Bu nedenle, nükleer silahların kullanımına ilişkin genel eşik, Avrupa’da da düşmektedir. Fransa Başkanı Jacques Chirac’m yakın tarihte terörist tehditlere ve KİS geliştirdiği bilinen ülkelere karşı nükleer silah kullanacağım söylemesi bu nedenledir.
Bu emperyal nükleer düzen - ki ABD tarafından nükleer silah kullanma niyetinin açığa vurulması; bu gibi silahların NATO üzerinden büyük çapta yaygınlaşması; nükleer meselesinde Avrupa’nın giderek ABD ile aynı yola girmesi; Rus devletinin rütbesi düşürülmüş askeri gücü ve Çin’in pratik olarak ilgisizliğiyle deklare e- dilmiştir - İran gibi ülkeleri avcılar i- çin kolay bir av haline getirmektedir. Bu belki gerçekleşecek, belki de gerçekleşmeyecek. Yalnızca Bush & Cheney Şirketi bunu bilebilir.
* Bu yazı Hindistan’da yayınlanan Frontli-ne dergisinin Vot. 23, No. 09, 06-/9
Mayıs 2006 sayısından çevrilmiştir.
2 2
Haluk Gerger'den geçmişten bugüne uzanan bir anahtar kitap:
AB D-o r ta d o ğ u -t ü r k İ ye
Helin flrcıs
Haluk Gerger son kitabında, ABD'nin Ortadoğu'yu hedef alan saldırılarını İncelerken, hangi koşullarda hangi yöntemleri kullandığını çoğu Türkiye'de yayınlanma
mış resmi belgelerle ortaya koyuyor. Kitap aynı zamanda Ortadoğu ülkelerinin, rejimlerinin, halklarının Amerikan saldırılarını nasıl karşıladıklarını, hangi yöntemleri,
ideolojik kalıpları kullanarak direndiklerini ve sonuçlarının ne olduğunu açıklıyor.
ABD emperyalizminin işbirlikçileriyle yürüttüğü savaş politikaları Ortadoğu’yu cehenneme çevirirken, bu saldırganlık soğuk savaştan günümüze bir süreklilik içerisinde devam ediyor. Haluk Gerger’in, soğuk savaştan bugüne ABD emperyalizminin saldırganlığım işleyen ABD-Or- tadoğu-Türkiye adlı son kitabı bu sürecin anlaşılmasında çok önemli bir kaynak olarak geçtiğimiz Nisan ayında Ceylan yayınları tarafından yayınlandı. Gerger kitabında, 50 -60 yıldır ABD’nin Ortadoğu’yu hedef alan saldırılarının nedenlerini incelerken, hangi koşullarda hangi yöntemleri kullandığını çoğu Türkiye’de yayınlanmamış resmi belgelerle ortaya koyuyor. Kitap aynı zamanda Ortadoğu ülkelerinin, rejimlerinin, halklarının Amerikan saldırılarını nasıl karşıladıklarını, hangi yöntemleri, ideolojik kalıpları kullanarak direndiklerini ve sonuçlarının ne olduğunu açıklıyor.
Üç bölümden oluşan kitabın I. Bölümü’nde 2. Dünya Savaşı sonrasında ABD, Ortadoğu, Arap Dünyası, İran ve Türkiye’nin tablosu çiziliyor. Soğuk savaş döneminde emperyalist saldırı ve ulusalcı direnişlerin yer aldığı bu bölümde Ortadoğu NATO’su kurma girişimlerinden doğmadan ö- len Bağdat Paktı’nın kuruluşuna, Eisenhower Doktrini’nden Mısır Devrimi’ne çok sayıda gelişme ele almıyor.
ABD saldırılarım biçimlendiren etkenler kitap'ta birincil kaynaklar
dan şöyle aktarılıyor: Soğuk savaş başlatmada özel görevler üstlenecek Dean Acheson 1944 yılında bakanlık müsteşarıyken yaptığı bir konuşmada “Bu bir pazar meselesidir... Kabul etmeliyiz ki, ülkenin ürettikleri, üretimi mümkün kılan mali düzenlemelerle kullanılmakta ve satılmaktadır. (Oysa başka bir düzen altında) ülkenin bütün üretimini ABD içinde kullanabilirsiniz. (Ama kapitalist sistemde hükümet) yabancı pazarlar a- ramak zorundadır. Aksi halde ekonomik ve sosyal sistemimiz üzerinde çok kapsamlı etkileri olabilecek... kötü durumlara düşebiliriz” demektedir. “Kuşatma siyaseti”nin akıl babası ünlü diplomat George Kenan, 1948’de kaleme aldığı Dışişleri Bakanlığı Siyaset Planlama Çalışmacında şunları söylemektedir: “ABD, dünya zenginliğinin yüzde 50’sine sahiptir, ama dünya nüfusunun da sadece yüzde 6.3’üne. Bu durumda kıskançlık ve hınç hedefi olmaktan kurtulamayız. Önümüzdeki dönemde asıl görevimiz, ulusal güvenliğimize kesin zararlar vermeksizin bu eşitsizlik durumunu sürdürmemizi sağlayacak ilişki biçimlerini o- luşturmaktır. Bunu yapmak için, bütün duygusallıkları ve boş hayalleri bir tarafa bırakmalıyız ve her yerde dikkatimiz acil ulusal hedeflerimiz üzerinde odaklanmalıdır. Diğerkamlık ve dünya hayırseverliği lüksüne sahip olduğumuz konusunda kendimizi aldatmamalıyız. Demokratikleşme, yaşam standartlarını yükseltme
ve insan hakları gibi soyut gerçekçi olmayan hedefler üzerinde konuşmayı bırakmalıyız. Doğrudan güç kavramlarıyla hareket etmek zorunda kalacağımız günler çok uzak değildir.”
Kitabın II. bölümünde Ortadoğu’da ulusal solun (Arap sosyalizmi) emperyalizme karşı direnişi ve bu direnişin zaafları ortaya konuluyor. Arap sosyalizmi irdelenirken, ABD’nin kuşatma ve çürütme politikaları detaylı bir şekilde açıklanıyor. Gerger, ulusal solun çıkmazlarını ve çelişkilerini irdelerken bölgedeki komünist hareketlerin tarihsel yanlışlarının da altım çiziyor. Komünist partilerin anti-emperyalist mücadelede burjuvazinin çeşitli kesimleriyle ittifak yaparken bağımsız duruşlarını gölgeledikleri ve ulusalcı iktidarlara eklemlenerek geniş halk yığınlarına yabancılaştıkları belirtiliyor. Gerger’e göre; “Marx’tan Le- nin’e, ondan da devrimci sosyalist geleneğe bırakılan miras, ‘bağımsızlık, ulusal kurtuluş mücadeleleri’yle burjuva karakterli ‘ilerici demokratik’ atılımları desteklemek politikası; dengesini ve perspektifleri yitirip milliyetçiliğe, küçük burjuva radikalizmine, kapitalist yönelimli devletçiliğe tabii olmaya, hatta sadece sınıf önderliği ilkesinin unutulmasına değil, bağımsız örgütlenme hakkından vazgeçilmesine, yani likidasyona yol açınca sonuç sadece sosyalizm ve işçi sınıfı ve emek açısından değil, bağımsızlık, demokrasi ve ilerici kazanımlar bakımından da fela-
25
CJOİ EYLÜL'E Kİ M 2006
nükleer silahlar yerleştirerek, ardından yardım edip ve göz yumup İsrail’in nükleer silahlar yapmasını teşvik ederek, sonra da Körfez’de tetikçi olarak tayin ettiği Şah’ın İran’ına nükleer teknoloji aktararak bölgeye kitle kırım silahlarını sokmanın tek sorumlusu olan ABD, bugün de İ- ran’ı nükleer silah üretiyor bahanesiyle tehdit ediyor” denilerek teşhir ediliyor.
ket oldu.” (sf. 352)
III. bölümde ise birinci körfez krizinden Büyük Ortadoğu Projesine (BOPj, '11 Eylül saldırısından Afganistan’a ve Irak’a yönelen işgal ve direniş süreci inceleniyor. 11 Eylül sonrasında ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik saldırganlığını meşrulaştırmak için kullandığı söylemlerin aslında hiç de yeni olmadığı, aslında soğuk savaşın başladığı yıllardan bu yana sürekli yeniden ü-
retildiği birinci şahısların aktarımlarıyla ortaya konuluyor. ABD her seferinde kendi hukuksuzluğunu meşrulaştıracak tipte bir hayali düşman
yaratmaya ihtiyaç 'duyuyor. ABD’nin nükleer silahlanma konusundaki ikiyüzlülüğü ise, “ 1950’lerin ikinci yarısından başlayarak önce Türkiye’ye
Gerger’e göre Ortadoğu’da ABD emperyalizminin saldırganlığı asıl o- larak bölge halklarının direnişleri ve emperyalist hegemonyaya boyun eğ- meyişleriyle ilgilidir. Sadece Sovyet- ler Birliği ile rekabet ya da petrolün varlığı bu saldırganlığı açıklamada yetersiz kalmaktadır. Emperyalizm tüm çabalarına rağmen bölgede hegemonya tesis edememiş halkların çeşitli kılıklara (milliyetçi ya da İslamcı) giren direnişleri her seferinde kurulmak istenen emperyalist hegemonyayı dağıtmıştır. Kitapta Ortadoğu’nun yakın tarihini şekillendiren a- sıl büyük güç olarak “halkların direnişi” öne çıkarılmaktadır. Gerger’in bu yaklaşımı günümüzde çok revaçta olan uluslararası ilişkiler disiplininin genel yaklaşımının tam zıddıdır. TV kanallarında sıkça rastladığımız “uzmanlar” çoğu zaman Ortadoğu’yu halkların sadece piyon rolü oynadığı bir satranç tahtası olarak gösterirken, Gerger, aksine halkların direnişlerinin büyük güçlerin politikalarını nasıl işlemez hale getirerek tarihin çöplüğüne attığını anlatıyor.
Kitap sadece ABD-Ortadoğu- Türkiye ilişkilerini anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda okuyucuya em
peryalizm, milliyetçilik, devrimci demokrasi, ulusal sol gibi kavramları tarihsel bir perspektifle yeniden gözden geçirme imkânı da sunuyor. Kitap; Gerger’in deyimiyle
“bugünün karanlığını anlamak ve bu tünelden geleceğin ışığına bakabilmek için geçmişin düğümlerini” çözmek isteyenlere sesleniyor.
Gerger'e göre O rtadoğu'da ABD emperyalizminin saldırganlığı asıl olarak bölge halklarının direnişleri ve
emperyalist hegemonyaya boyun eğmeyişleriyle ilgilidir. Sadece Sovyetler Birliği ile rekabet ya da petrolün varlığı
bu saldırganlığı açıklamada yetersiz kalmaktadır.
2 4
KRİZ KAPIYI KAÇ KERE ÇALAR?M. Sinan
Bugün yeni bir Krizin kapısındayız. Kimse bu Krize AKK Cumhurbaşkanlığı seçimi, Amerikan Merkez Bankası gibi kulplar takmaya çalışmasın. Bu basbaya kapitalizmin krizidir. Kapitalist mantığın ve güç ilişkilerinin sınırları içinde bu krizlere kalıcı çözümler bulabilme imkânı yoktur. Borun, kolektif üretimin kişicil çıkarlara göre
tasarlanıyor olmasından kaynaklanmaktadır.
Türkiye Mayıs ayının sonundan itibaren yeniden bir finansal krizin kucağına düştü. Uzunca bir süredir neredeyse sabitlenen döviz kurları a- ni bir yükselmeyle neredeyse %25 değer kazandı, %20’lerin altına düşen faizler yukarı doğru hareketlendi ve %22’lere ulaştı. Merkez Banka- sı’nın müdahaleleri sonrasında yeni bir denge durumu ortaya çıksa da yaşananları daha büyük bir krizin ön sarsıntısı olarak değerlendirenler sayıca az değil.1
Küreselleşme ve sıcak para hareketleri
Dünya kapitalizminin özellikle 1980’ler sonrasında girdiği ve adına sık sık küreselleşme denilen dönemin en belirgin özelliklerinden bir tanesi finansal hareketlerin önceki dönemle kıyaslanmayacak şekilde etkinlik kazanmış olması. Çok büyük miktarlarda finansal sermaye, ü- retim süreçlerinden koparak, enformasyon teknolojisindeki gelişmelerden ve neredeyse tüm dünya ülkelerinin piyasalarının liberalleştirilmiş olmasının yarattığı olanaklarla dünya üzerinde seyahat edip duruyor.
“ 1998’de dünya çapındaki döviz piyasalarının günlük geliri 1.5 trilyon ABD dolarını bulmuştu; Britanya’nın 1998’deki gayri safi yurtiçi hâsılasının %110’una denkti... Bu o- lağandışı artışın, uluslararası ticaretle pek ilgisi yoktur. Yıllık döviz gelirlerinin dünya ticaret hacmine oranı 1979’da 12:1 iken 1996’da 60 :l’e yükselmiştir, ki bu da döviz kurunun
spekülatif doğasını ortaya koyuyordu.”2
Reel getirinin dönemsel olarak yüksek göründüğü ülkelere yüklü miktarda finansal sermaye akın ediyor. Bu hareketler genel olarak sıcak para hareketleri olarak niteleniyor. Çok hareketli ve anlık değişmelere anında yanıt veriyor olması bu sermayenin sıcaklığının işaretleri olarak görülüyor. Gelişmiş ülkeler dışında, finansal merkezlerde emerging markets (yükselen piyasalar) diye isimlendirilen bizimki gibi kimi ülkelerde bu sıcak para hareketleri i- le önemli oranda içli dışlı olmuş durumda.
Kapitalizmin bu seviyede sıcak para ve finansal sermaye üretiyor o- luşu aslında onun gelişimindeki çarpıklığın önemli bir belirtisi. Sıcak para bir yönüyle tefeci-bezirgân sermayeye benziyor. Doğrudan üretimi genişleten, istihdam yaratan, artı değer üretimini teşvik eden bir yapıya sahip değil. Tam tersine üretilen artı değere ortak olan, ancak kanlı canlı, kendisini besleyebilecek bünyelere yapışan bir sermaye türü, insanlığın ortak emeğinin tezahürü ve birikimi olan sermaye bir kez daha insanlığı yoksulluğa, işsizliğe ve yıkıma sürükleyen bir karaktere bürünerek karşımıza çıkıyor, işsizlik oranlarının tüm dünyada yükseldiği, açlığın kol gezdiği dünyamızda sermaye ortak çıkarlar adına işe yarayabileceği bir sürü alana girmektense bir avuç finans imparatorunun servetlerini büyütmek üzere iş görmeye devam
ediyor.
“Yatırım Bankası Merili Lynch ve Capgemini Danışmanlık, Dünya Zenginler Raporu’nu açıkladı. Rapora göre, dünyadaki milyonerlerin sayısı geçtiğimiz yıl 500 bin kişi daha artarak 8.7 milyon kişi oldu. Milyonerlerin toplam varlığı ise 2004’e göre %8.5’lik artışla 33.3 trilyon dolara ulaştı. Rapora göre 2005’te malvarlığı 30 milyon doların üzerinde zengin sayısı bir önceki yıla göre %10.2 artarak 77.500’den 85.400’e çıktı.”3
Bugün dünya üzerinde dönmekte olan günlük sıcak para hareketlerinin, meta ticareti miktarını kat be kat aştığı hesaplanmakta. Kapitalizm bir yandan geniş toplumsal kesimleri bir safra gibi üretimin ve yaşamın dışına iterken, bir yandan da sermayenin daha büyük bir kısmını asalaklaştırarak talan ekonomisinin zeminini güçlendiriyor.
Sıcak para ekonomisi talan ekonomisidirSıcak para bir ülkeye verdiğin
den daha çoğunu almak hedefiyle girer. Eğer böylesi bir imkânı görmezse zaten o ülkeye girmez. Dolayısıyla sıcak paradan beslenmenin bir toplum açısından çok ağır bedelleri vardır. Son günlerin ölümcül Kırım Kongo kenesi bile kan emicilikte sıcak para ile boy ölçüşemez. Kene bir insanın kanını emip zehirlerken sıcak para koca bir toplumun geleceğini karartacak sonuçlara yol açabilir.
2 ?
CjOİ EYLÜL-E Kİ M 2006
lanmıştır. Ailenin ekonomik durumunda en küçük bir sı
kıntı ortaya çıktığı anda, örneğin ailenin küçük kızı yatağa düşüp ekstra hastane masrafları ortaya çıktığında, hesaplardaki ek kaynak da bir anda uçup yok olacaktır. Hem de kendi kazancını da yutup giderek. Ailenin karşılaşabileceği yıkımın ne kadar büyük olabileceğini düşünebiliyor musunuz?
Türkiye, bir eroinman bağımlısı gibi sıcak paraya bağlanmış durumda. Son harekette Merkez Bankası ve hükümet, sıcak parayı kaçma fikrinden vazgeçirmek için ekstra tavizler vermek zorunda kaldı. Faizler yükseltildi ve yabancı fmansal sermayeden alınacak stopaj vergisi kaldırıldı. Sıcak para, daha büyük bir getiri önerilerek içeride tutulabildi. Yani sıcak parayı içeride tutabilmek için bizi daha çok sömürmesini sağlayacak önlemler alındı. Bunun faturasını hep beraber ödeyeceğiz. Maliye Bakanlığı’nm devletin .yapacağı sağlık harcamalarında kısıntı öngören genelgesi bu bedelin bir parçası. Gün geçtikçe bakımsızlaşan hastanelerimizde ölen bebeklerimiz de yine bu büyük bedelin bir parçası olarak değerlendirilebilir. “Ankara Ticaret O- dası’nın (ATO) hazırladığı ‘Borç Dalgası’ raporuna göre, dolardaki artış Türkiye’ye 33.8 milyar dolarlık ek yük getirdi.” 6
Daha büyük bir krizin ön sarsıntısı hissedildi
Aslında bu durumu en iyi ülkemiz insanın bilmesi gerekir. 1994, 1999 ve 2001 krizleri sıcak para ile birlikte yaşamanın ne büyük tehlikeler barındırdığını açık bir şekilde ortaya koymuştur. Özellikle 2001 krizi halkımız açısından tam bir yıkıma yol açmıştır. Doruklara çıkan işsizlik, azalan ücretler, kriz koşullarından dolayı insanların daha fazla çalışmaya ikna olması sonrasında 3 kişinin işini 1 kişinin yapar hale gelmesi, gün geçtikçe özelleşen ve ticarileşen kamusal hizmetler 2001 krizinin bilindik sonuçları olarak tarihe geçti. 2001 krizi sonrasında yaşanan ilk seçimlerde halkımız krizden sorumlu gördüğü tüm siyasi partileri meclis dışında bıraktı. Yerine de yeni bir umut olarak AKP’yi iktidara taşıdı. Fakat AKP’de ülkemizi sıcak para talanına açarak suni bir ekonomik cennet yaratma dışında bir ekonomi politikası geliştiremedi.
G e r çekten de AKP’nin 4 yıllık icraatında en övündüğü işler hep ekonomi ile ilgili olanlar. Enflasyon düşmüş, faizler azalmış, döviz neredeyse sabitlenmiş, büyüme rekorları üst üste kırılmış İlk bakışta AKP’nin büyük bir ekonomik başarıya imza attığını düşünmemizi sağlayacak çok sebep varmış gibi gözüküyor.
Oysa tarihsel gelişmeleri biraz takip etmiş ve ekonomik göstergelerin tümünü dikkatli bir şekilde inceleyen bir kişi için bu iyileşmenin hormonlu ve arkası getirilemeyecek gelişmelerin bir ürünü olduğunu rahatlıkla görür.
Sıcak para girdiği ülkelerde suni bir zenginlik havası yaratır. Örneğin ülkemizin yıllık toplam geliri 360 milyar dolar civarında. Şu anda Türkiye’de çeşitli fmansal araçlara yatırılmış olduğu düşünülen sıcak para miktarı ise yaklaşık 63 milyar dolar civarında.5 Bir aile düşünün ki buna yıllık gelirinin yaklaşık %20’si kadar bir ek kaynak sağlanmış olsun. Görüntüde bu ailenin tüketimi artacak, borçlan azalacak, banka hesapları büyüyecektir. Hatta zenginleştim diye aile normal kapasitesinden daha fazla ve kimi zaman gereksiz harcamalara da kalkışacaktır. Oysa ek kaynak belli şartlarda
Dolayısıyla bir ülkenin sıcak parayı ekonomisinde ö- nemli bir bileşen olarak değerlendiriyor olması er veya geç kayaya toslamasının kaçınılmaz olduğu anlamına da gelir. “Türkiye’nin problemi cari açık değil, olağanüstü dramatik boyutlu sermaye girişidir. Bu sermaye girişinin yavaşlaması bile dengeleri bozmaya başlayacaktır.” 4
2 6
EYLÜL'E Kİ M 2006 C^Oİ
Gelişi şanlı, gidişi kanlıSıcak para bir ülkeye döviz ola
rak girer, yerli paraya dönüşür ve banka, borsa, devlet bonosu vs. gibi çeşitli araçlarla ülke içi mali piyasalara dâhil olur. Büyük miktarlarda döviz girişi yaşandığından görece bollaşan döviz ucuzlar, yerli para değer kazanır. Yerli paranın değer kazanması ithalatı teşvik eder, çünkü artık kendi paranızla daha çok ürün ithal edebilirsiniz. Bu bizimki gibi birçok açıdan ithal ürünlere bağımlı olan ülkelerde görece bir ucuzlama ve bolluk ortamı oluşmasına yol a- çar. Ama mallarınız pahalandığı için dışarıya mal satmakta da aynı oranda zorlanmaya başlarsınız. Hatta yerli girdi kullanan üreticiler, yabancı ara mallar artık daha ucuza geldiği için onları tercih etmeye başlarlar, böyle- ce yerli ara malı üreticilerinin büyük bir kısmı mallarını satamazlar ve ü- retimi bırakmak zorunda kalırlar. İthalatınız ihracatınızın çok üzerinde artacağı için büyük bir dış ticaret a- çığı vermeye başlarsınız. Türkiye i- çin durum tam da anlatıldığı gibidir. 2006 Haziran ayında dış ticaret açığı bir ayda 6 milyar doları aşarak tarihi bir rekora imza atmıştır. Dolayısıyla sıcak paranın etkin olması dolayısıyla üretim altyapınızın bir kısmı da tahrip olur. Sıcak para dalgası çekilip geriye kumlar kaldığında ise ülke ekonomisinin yabancı üretime bağımlılığı birçok alanda artmış olur, işsizlik de bu durumda artmaya devam edecektir.
Fakat sıcak para hiçbir yerde kalıcı değildir. Onun kalıcı olduğunu düşünenler her zaman büyük hüsrana uğramaya mahkûmdurlar. Cari açık ve dış ticaret açığının devasa boyutlara çıkması, genellikle sıcak paranın veda vaktinin geldiğinin işaretidir. Bir ülkenin mali yükümlülüklerini karşılamakta zorlanacağı fikrine varan sıcak paracılar hızla kendilerine yeni tatlı kar alanları arama amacıyla yollara düşerler. Tabii geride ciddi bir kriz, işsizlik ve pahalılık bırakarak.
AKP’ye yakın ekonomistler ve kurumlar bu krizin tamamen dış etkenler
den kaynaklandığını vurgulayıp durdular. Kendilerinin hiçbir suçu yoktu, tüm suç faizleri sürekli yükselterek fi- nansal sermayeyi ülkesine geri çağıran ABD Merkez Bankasfnm idi. Hem gelişmekte olan ülkelerin tümü bu geri çekilmeden olumsuz etkilenmişti.
Fakat bu beylerin hiçbiri bu geri çekilmeden en çok etkilenenin neden Türkiye olduğunu açıklayamadılar. “Mayıs başında Türkiye’nin kredi riski 164, Brezilya’nın ise 214 puan düzeyindeydi. 20 Haziran verilerine göre bu değer Türkiye için 259, Brezilya için ise 254 puan. Her ikisinde de önemli miktarda artış var. Türkiye’nin kredi riski uzun bir süredir Brezilya’nın kredi riskinin altında seyrediyordu, son çalkantı ile birlikte bizimki Brezilya’nın üzerine çıktı.”7 Ya da sebep ne olursa olsun bir ülke ekonomisinin dış sarsıntıların yıkıcı etkilerine bu kadar açık olması nasıl bir başarı ile izah edilebilir sorusunun cevabına da akla yatkın bir cevap vermekte başarılı olamadılar. 2000 Terin ilk yılları büyük bir yükseliş yaşayan petrol fiyatları ve gelişmiş ülkelerdeki düşük faizler dolayısıyla dünya üzerinde paranın en ucuza kullanılabileceği yıllar olarak anılacak. AKP böylesi bir dönemde %12’ler seviyesinde reel faiz
ödeyerek ülkeye çektiği sermaye ile hepimize sahte bir bolluk masalı anlattı. Ülkenin hiçbir temel meselesine çözüm bulamadı. Üretim yapısındaki zaafları aşacak hiçbir politika geliştirilmedi. Finans kapital, devlet tekellerini özelleştirme adı altında e- le geçirme dışında hiçbir ciddi yatırıma ön ayak olmadı. Bankalar dış piyasalardan edindikleri düşük faizli dövizle; devlete, sermayedarlara ve bireylere borç vererek altın bir yıl yaşadı, karları o kadar yükseldiki bankalar kapış kapış uluslararası bankalar tarafından satın alındı. Tüketici kredileri ile şişirilen piyasa ö- zellikîe inşaat sektörünün, kentsel dönüşüm projeleri eşliğinde cilalan- ması ile yaşadığı büyümenin sınırlarına dayandı.8 Oysa bunca büyüme rekoruna rağmen işsizlik hala rekor seviyelerde, reel ücretler ise hem büyüme hem de verimlilik artışları rakamlarının tam tersine geriye doğru hareket ediyor.
Şimdi şelaleleye iyice yaklaşıldığını işaret eden artan akıntı hızı i- le sürüklendiğimiz şu günlerde herkesin bu işlerin bir alternatifi olamaz mı sorusu üzerine kafa patlatmak zorunda olduğunu düşünüyoruz. Her kriz sonrasında en ağır bedelleri ö- deyenler emekçiler olmasına rağ-
Ekonomik krizin en çok vurduğu kesim yine yoksuüar!.,
27
q O İ EYLÜL'EKİM 2006
men, sanki bir doğa olayı karşısındaymışız gibi krizi büyük bir metanet ve soğukkanlılıkla karşılamanın mantıklı bir şey olmadığım düşünüyoruz. Eylül-Mart arasında herkes Türkiye’de çok daha ciddi bir mali kriz yaşanma olasılığı üzerine konuşurken emekçilerin en çok kendilerini ilgilendiren bir konuda aktiFtaraf olamamalarının bedelinin çok ağır o- lacağım düşünüyoruz.
Peki ne yapılması gerek?
Öncelikle yapılması gereken IMF’nin ekonomik boyunduruğundan bir an önce kurtulmaktır. Ülkenin zenginlik kaynaklarının uluslararası finans kapitale (yerli finans kapitali de unutmadan) aktarılmasını süreklileştiren politikaları dayatan, oluşan her krizin faturasını emekçilere çıkarmaya çalışan bu boyunduruktan kurtulmak gerekmektedir. f980’den bu yana kayıtsız-şartsız uygulanagelen ve ülkenin başının krizlerden bir türlü kurtulamaz hale gelmesine yol açan neo-liberal politikalar terk edilmelidir.
Ülkenin sıcak paraya olan bağımlılığı tedavi edilmelidir. Finans hareketlerinin bütünüyle liberalleştirilmiş olması, ülkemizi sıcak paranın
yağmasına açık hale getiriyor. Fi- nansal hareketler ciddi miktarlarda vergilendirilmelidir. Yüksek teknolojili üretim imkânları barındıran sabit sermaye yatırımları dışındaki yabancı yatırımlar engellenmelidir. Kur üzerindeki spekülasyonlara son verilmelidir.
Birikmiş olan iç ve dış borçların, yıllardır yapılan ödemeler göz önünde bulundurularak geri ödenmesine bir son verilmelidir. Yıllardır yemeyip içmeyip borç ödüyoruz, fakat borçlarımız katlanarak artmaya devam ediyor. Buna artık dur denilmesi gerekmektedir.
IMF’nin ve finans kapitalin güdümü dışında, toplumun gerçek ihtiyaçlarına uygun bir planlama hayata geçirilmeli, toplumsal kaynakların bu plana uygun değerlendirilmesi için gerekli önlemler alınmalıdır. Plana uygun hareket etmeyen sermayeler i- se derhal kamulaştırılmalıdır. Sermaye toplum tarafından üretilen bir kaynaktır, nasıl değerlendirileceğine toplumun tamamı tarafından karar verilmedikçe içine düşmüş olduğumuz karanlık kuyulardan çıkabilmemiz de mümkün görünmemektedir.
Kamusal hizmetlerin nicelik ve nitelik açısından gelişimi için gerekli önlemler alınmalı, özellikle eğitimin so
runlarına derhal çözüm bulunmalıdır. Politeknik eğitim aracılığı ile toplumun tüm kesimlerinin üretkenliğini artıracak önlemler hayata geçirilmelidir.
Sonuç olarak, bugün yeni bir krizin kapısındayız. Kimse bu krize AKP, Cumhurbaşkanlığı seçimi, Amerikan Merkez Bankası gibi kulplar takmaya çalışmasın. Bu basbaya kapitalizmin krizidir. Kapitalist mantığın ve güç ilişkilerinin sınırlan içinde bu krizlere kalıcı çözümler bulabilme imkânı yoktur. Sorun, kolektif üretimin kişicil çıkarlara göre tasarlanıyor olmasından kaynaklanmaktadır. Krizin alternatifi, hatalarından öğrenmiş ve halkın günlük ihtiyaç- lan ile katılım aracılığı ile doğru bağlar kurabilmeyi başarmış sosyalizmdir.
Bu gerçeği geniş kitlelelere anlatabilmenin yollannı bulma ve uygulanabileceğine dair güven vjerme noktasında yaratıcı yöntemler geliş- tiremezsek burjuva demokrasisinin kayıkçı dövüşünde 3. sınıf bir figüran olmaktan kurtulamayacağız.
Dipnotlar1. İzzettin Önder, “ Çöküş Kriz Olarak Tanımlanamaz!” , Evrensel, 25 Haziran 2006 ; Erinç Yeldan, “ Ekonomide ‘Ben Demiştim’ Dönemi” , Cumhuriyet, 6 Temmuz 20062. Manuel Castells, “ Enformasyon Çağı: Ekonomi, Toplum ve Kültür- Ağ Toplumunun Yükselişi ( I .C ilt)” , İstanbul Bilgi üniversitesi Yayınları, İstanbul, Nisan 2005, s. 13 13. “ Zenginler Servetine Servet Kattı” , Radikal, 18 Haziran4. Korkut Boratav’ın ANKA Haber A- jansı’na verdiği demeçten, Evrensel, 10 Haziran 20065. Uğur Civelek, Perşembenin Gelişi, Radikal, 2 Haziran 20066. “ 33.8 milyar dolarlık ek yük” , Evrensel, 2 Temmuz 20067. Fatih Özatay, Çözüm, Radikal, 22 Haziran8. İlk üç ayda %6.4 büyüyen Türkiye ekonomisinin en hızlı büyüyen sektörü %25.9 ile inşaat sektörü oldu. Büyüme kalemlerinde en çok artan ikinci gelir kaynağı ise % 14.7 ile ithalat vergisi oldu. Tarım ve sanayi ise sırasıyla %0.6 ve %4.5 büyüyebildiler. (Radikal, I Temmuz 2006)
2 8
Açgözlülüğün şeytanları artık serbest
Kü r e s e l e k d n d m îk f ir t in a *Gabriel Kolko
Finansal liberalizasyon bir canavar yarattı ve dünya finansal sisteminin çelişkileri gün yüzüne çıkıyor. Kapitalizmi savunma konusunda en önde gelen kişi ve ku-
rumların telaşına inanacak olursak ciddi bir krizin kıyısındayız.
Dünya finansal sistemi üzerine en çok bilgisi olanlar bugünlerde çok endişeliler ve endişeli olmak için iyi sebepleri var. Çok “saygın” kaynaklardan önemli uyarılar geliyor. Gerçeklik kontrolden çıktı ve açgözlülüğün şeytanı artık serbest.
Bu gerçekliğin birkaç bileşeni var. Tek tek çok ciddi sonuçlar doğurabilecek bileşenler bir araya gelirlerse büyük olasılıkla ölümcül olabilirler.
Birincisi IMF hem yapısal hem de entelektüel bir kriz içinde. Yapısal olarak verdiği devasa kredi ve borçlar 2003’ten beri 70 milyardan 20 milyar dolara düşmüş durumda. Böylece gelişmekte olan ülkeler için çok daha az etkili bir ekonomik destek sunabildiği gibi, gelirleri de pahalı IMF operasyonlarının gerektirdiğinden daha az durumda. IMF şu anda açık veriyor.1
EMF’nin problemlerinin önemli kısmı 2003’ten beri dünyada gelişmekte o- lan ülkelerin geleneksel ihraç ürünleri fiyatlarının iki katma çıkmasından, ö- zellikle petrol, bakır, gümüş, çinko, nikel gibi ürünlerin fiyatlarının artışından kaynaklanıyor. Tabi bu fiyatlarda dalgalanmalar olacaktır, ama bu yükselme e- ğilimi geçici değildir, çünkü eskinin tersine yani ticaret dengesinin zengin ülkeler lehine olduğu dönemlerin tersine Çin, Hindistan ve diğer başkalarının yarattığı artan bir talep var ve bu ciddi talep artışı fiyatlara yansımaktadır.
ABD’nin elinde tuttuğu net yabancı varlıklar, son 10 yılda Japonya’nın,
gelişen Asya’nın ve petrol ihraç eden ülkelerin gittikçe artan ekonomik gücü karşısında geriliyor ve bu ülkeler ABD’ye kredi açan dürümdalar.2 ABD’nin açıkları arttıkça; yani ihraç ettiğinden çok daha fazlasını ithal ettikçe, sattığından çok aldıkça doların değeri 2001 - 2005 arası sadece Euro karşısında %28 azaldı.
Yukarıdaki ile aynı önemde bir şey daha var; 1997-2000 arası Doğu Asya, Rusya ve diğer bazı bölgelerde ortaya çıkan finansal krizler IMF’yi ve DB’yi ciddi olarak etkiledi ve bu kuruluşların anahtar konumdaki liderleri “bırakınız yapsınlar” liberal felsefesinden kaynaklanan temel politikalarına olan i- nancı kaybetmeye başladılar. “Ekonomik büyüme üzerine bilgilerimiz ciddi oranda eksik” görüşünü çoğu paylaşmakta ve bu konularda artık daha alçak gönüllü olmaları gerektiğini düşünüyorlar.3
Daha da önemlisi, IMF tavsiyelerini uygulayan hükümetlerin “yapay” u- lusal politikalarından bağımsız olarak küresel finansal sistemin doğasında ö- nemli değişiklikler meydana gelmiş durumda. Bu gelişmeler IMF’nin kontrol edemeyeceği gelişmeler. Özel hisse senedi fonlarının yatırım yöneticileri ve belli başlı bankalar, ulusal bankaların ve IMF gibi uluslararası bedenlerin -mevcut düzenleyici yapıların çok ötesine geçerek- yerlerine geçtiler ve kendilerini, ulusal, bireysel ve piyasalar düzeyinde yeniden oluşturdular. Dünya finans yapışım deregüle edip onu
çok daha belirsiz ve krizlere açık hale getirdiler. Yatırımlarına yüksek getiriler arıyorlar ve bunun için gittikçe artan riskler alıyorlar.
Küresel finansal yapıda bir “Cesur Yeni Dünya” ortaya çıkmış durumda ve bu dünya hiç de şeffaf değil, çünkü dünya finansal sisteminin oyuncularına ne yaptıklarını soran öyle az ki. Finansal “maceracılar” devletlere ve u- luslararası bankalara kafa tutan yeni finansal “ürünler” üretmekteler. IMF’nin idari yöneticisi Rodrigo de Rato 2005 Mayıs Tnda bu risklerden yakmmıştı ki bu riskler ABD’nin cari açığı ve ABD dolarının zayıflığı göz ö- nüne alındığında çok daha büyük bir tehlike anlamına geliyor.4
Bu yıl ise, Mart ayında, Garry J. Schinasi’nin “Finansal İstikrarı Korumak” isimli kitabı IMF tarafından yayınlandı ve kitap büyük ün yaptı. Schi- nasi “alarm zillerinin çaldığını” ifade ediyor ve IMF’nin büyük endişelerini ayrıntılı bir şekilde ortaya döküyor. Kitaba göre temelde IMF ve Washington Uzlaşması [serbest piyasa reformlarının ilkelerini içeren 1989’da oluşturulan ilkeler] taraftarlarının on yıllardır savunduğu “deregülasyon ve liberali- zasyon” artık bir kâbusa dönüştü. Bir yandan, yazara göre, “özel ve toplumsal faydalar” sağlamaktayken, “kırılganlık, istikrarsızlık, sistemik risk ve beklenenin tam tersi ekonomik sonuçlar” doğurma potansiyelini de (bu onun için çok büyük bir olasılık olmak zorunda olmasa bile) barındırıyor.
2 9
q o l EYLÜL'EKİM 2006
Küresel fınansal yapıda bir "Cesur Yeni Dünya" ortaya çıkmış durumda ve bu dünya hiç de şeffaf değii çünkü dünya fınansal sisteminin oyuncularına ne yaptıklarım soran öyle
az ki. Finansal "maceracılar" devletlere ve uluslararası bankalara kafa tutan yeni finansal "ürünler" üretmekteier.
İyi bir araştırma ürünü olan bu kitabı okuyan herkes yazarla aynı sonucu çıkaracaktır. Küresel imansın akıldışı, gelişimi, “deregülasyon ve liberalizas-; yon politikaları” ile yani piyasa düzenlemelerinin kaldırılması ve serbestleştirme politikaları ile birleştiğinde “finansal yeniliklerin alanını genişletip, risklerin hareketliliğini arttırdı”. Yazar ve IMF, tüm bu problemleri izlemek ve önlemek için yeni ve köklü bir çerçeve öneriyorlar. Fakat başarı “piyasaların izlenmesi ve politikalar geliştirilmesi” kadar şansa da bağlı.5 Ekonomi bilimi geleceği şansa bırakmayı öngörmez. Fakat IMF umutsuz ve bu umutsuzluk konusunda hiç de yalnız değil.
Arjantin’deki fınansal çözülmenin gösterdiği gibi, bankacıların ve IMF’nin baskılarına boyun eğmek istemeyen ülkeler IMF üyeliği içindeki bölünmelerden faydalanabilirler. Özellikle bankerlerin oluşturduğu ABD sermayesi ve diğer üyeler arasındaki bölünmelere oynayabilirler. 2001’de Arjantin’in tarihteki en büyük ulusal borç batağı 140 milyar dolarlık bir bataktı ve bu borcun sadece bir kısmı IMF’ye
idi. 1990’larda Arjantin’e borç veren bankalar bedelini ağır ödediler zira borçlarını geri alamadılar. [Arjantin IMF’ye borcunu ise önce uzattı, sonra da ödedi.] O zamandan bu yana mal fiyatları dünya piyasalarında arttı ve gelişmekte olan ülkelerin 2004, 2005 büyüme oranları gelişmiş ülkelerin iki katıydı. Bu durumun 2008’e kadar devam edeceği tahmin ediliyor, böylece artık borca eskisi kadar ihtiyaçları yok.
2003’te bile gelişmekte olan ülkelerdeki Doğrudan Yabancı Yatırımların %37’si, ileri ülkelerden değil başka gelişmekte olan ülkelerdendi. Çin bu hızlı artışın önemli kısmını karşılıyor. Son on yılda dünya ekonomisinde ortaya çıkan karmaşıklık, daha büyük istikrarsızlık yaratıyor ve zenginler için ciddi tehlikeler içeriyor. IMF’ye üye ABD gibi gelişmiş ülkelerin eli- bu anlamda zayıflıyor.
Küresel ekonominin yüksek hızı
Oluşmakta olan küresel fınansal problem Amerika’nın hızla artan bütçe
açığı ve ticaret açığı ile bağlantılı. Bush yönetime geldiğinden beri ABD borçlanma limitlerine 3 trilyon dolar daha kattı ve borçlar şimdi 9 trilyon dolar. Böylece dolarda sürekli bir değer kaybı görülmekte ve bu değer kaybı, banka ve fînansçılan dünyada daha riskli yatırımlara gitmeye yönlendiriyor. Tüm bu faktörler “Washington Uzlaşması’nm” taraflarının tahmin e- debileceğinden çok daha büyük riskler yaratıyor.
Kredi türevleri denen işlemler ve çok çeşitli fınansal enstrümanlar, şimdiye kadar bildiğimiz “Hedge” fonlarından (fınansal riskten korunma a- maçlı karmaşık fonlar) daha farklı finansal araçlar. 2001 yılında Kredi Türevi piyasası hiç yokken ve 2004’e kadar çok kısıtlı gelişim göstermişken, 2005 sonunda bu piyasadaki para 17.3 trilyon dolardı.
Peki, Kredi Türevleri ne demek? Financial Times’m sermaye piyasaları başyazarı Gillian Tett ne anlama geldiğini bulamadığını söylüyor. 10 yıl önce bazı J.P. Morgan bankerleri Flori- da’daki Boca Raton’da içki içip birbirlerini havuza itip şakalaşırken, kopya çekilemeyecek kadar karmaşık (finansal işlemlerin patenti alınamaz) ama kendilerine kesin olarak para kazandıracak yeni bir fınansal araç geliştirdiler. Fakat bu metot, bu işe yatırılacak finansal riskten korunma amaçlı “Hedge” fonlarının zincirleme bir reaksiyonla büyük kayıplara dönüşmesi riski taşıdığı için eleştirilmekteydi.6 Bu ve bundan daha az bilinebilen pek çok nedenle (teminatlı borç yükümlülükleri, kredi ödenmeme riskine karşı geliştirilen takas araçları, “split” sermaye ortaklıkları gibi değişik araçlardan) çıkabilecek krizler için IMF ve fînans otoriteleri oldukça endişeliler.
Bankalar kayıp zincirlerini ve genelde kimin neye sahip olduğunu anlayamıyorlar. 1998’deki Uzun Dönemli Sermaye Yönetimi Hedge fonu çöküşü, 5 milyar dolarlık bir hisse senedini içeriyordu ve bu sorunu ciddi olarak orada gördük. Finansal yapı şimdi sonsuz kere daha karmaşık ve çok daha geniş. Mart 2006’da en büyük 10 Hedge fonu 157 milyar dolarlık bir varlığa sahip.
? 0
EYLÜL'E Kİ M 2006 CjjOİ
Şimdi tüm bunlar ve başka riskler ciddi tehlikeler yaratmış durumda. Zengin uluslardan gelişmekte olan piyasalardaki hisse senetlerine giden paralar son aylarda kötü vuruldular ve e- ğer geri kaçmazlarsa çok daha kötü etkilenecekler. Yani çöküş tehlikesi oralarda da var.
Karşı karşıya olunan problemler yapısal problemler. Örneğin şirketlerin borç yüklerinin kazançlarına oram 2004’ten sonra 4’ten 6’ya çıkmış durumda. Buna rağmen bugün yatırımcıları kayıplardan koruyacak ve şirketleri iflas etmekten kurtaracak daha az yasal zorunluluk var. Faiz oranları düşükken hisse senedi karşılık gösterilerek a- lınan borçlar [leveraged fiınds] bir çözümdü. Oysa şimdi Hedge fonları ve diğer yeni fınansal enstrümanlar ile rekabet gücü olmayan ve borçla yönetilen firmalar için yeni pazarlar [borç a- lınacak fınansal piyasalar] ortaya çıkmış durumda. Yanlış bir şekilde kapitalizm ile özdeşleştirilmiş olan “dürüstlük” gibi kavramlar artık kâğıt üstünde bile geçerli değil, kimin “batık” olduğunu anlamak imkânsız.
Problemler hız ve karmaşıklığın doğasında var. Çok çeşitli ve neredeyse gerçeküstü problemler bunlar. Kredi Türevleri zaten ciddi belirsizlik yaratan araçlarken diğer yandan dünya ticaretinin artmasının kayıtlardaki hataları da artırdığı açıklanıyor. Uluslararası Takas ve Türevler Kurulu’nun açıklamasına göre her 5 alım satımdan 1 tanesi büyük hatalar içeriyor ve bu 20.04’ten sonra ikiye katlanmış durumda. Amerikan Merkez Bankası [eski] başkanı Alan Greenspan bu gerçekler karşısında “açıkça söyleyeyim, şok oldum” demekten kendini alamıyor. Öte yandan ticaret hesapları yapabilmek i- çin “haeime göre ağırlıklandmlmış göreli fiyat” uygulamaları gibi uygulamaları çözümleyebilmek için sayısal konularda doktora yapmış elemanlar çalıştırılıyor. 7 Bu büyük karmaşanın çözümü için çalışmalar Haziran 2006’da başlasa da bu ciddi ve birikmiş sorunun çözümü çok uzakta.
Morgan Stanley şirketi baş ekonomisti Stephen Roach, 24 Nisan 2006 tarihli yazısında, büyük bir fınansal
krizin kapıda olduğunu ve IMF, Dünya Bankası ve fınansal yapının diğer mekanizmalarının krizden önce davranıp onu engelleme yeteneklerinin son derece yetersiz olduğunu ifade etmişti. Haziran ayında Hong Kong baş yöneticisi Hedge fonlarının risk ve tehlikelerinden yakınmaktaydı. Son olarak IMF’nin “aykırı” baş ekonomisti Rag- huram Rajan , Hedge fonlarının telafi yapılarının, fonlardan sorumlu olanları gittikçe daha büyük riskler almak konusunda cesaretlendirdiğini ve bunun tüm finansal sistemi tehlikeye attığı u- yarısmı yaptı.
Tüm küresel fınansal sistem, onun görünürdeki liderlerinin hiç de tahmin edemediği biçimde can alıcı noktalardan kontrol dışına çıkıyor. İstikrarsızlık gittikçe artan ölçüde bunu gösteriyor. Finansal liberaliza'syon bir canavar yarattı ve bu işe bir kontrol getirmek isteyenlerin, piyasalarda para kazanmak isteyenler üzerinde hangi yöntemi denerlerse denesinler başarı şansları çok zayıf. Dünya fınansal sisteminin çelişkileri gün yüzüne çıkıyor ve kapitalizmi savunma konusunda en önde gelen kişi
ve kuramların telaşına inanacak olursak ciddi bir krizin kıyısmdayız.* Gabriel Kolko’nun “ The Demons of Greed are Loose’ Why a Global Economic Deluge Looms” isimli www.counter- punch.org sitesindeki yazısından çevrilmiştir. Kolko, Kanada’da York Üniversitesi emekli tarih profesörlerinden. Amerikan politika tarihi ve savaş tarihi uzmanı. Dipnotlar1. IMF Survey, Mart 13, 2006, s. 66.2. Philip R. Lane, G. M. Milesi-Ferretti, “ Küresel Dengesizlikler Üzerine” , Finance & Development, March 2006, s. 38- 41.3. Roberto Zagha, “ Büyümeyi Yeniden Düşünmek,” Finance & Development, March 2006, s. 11.4. Raghuram Rajan, Finance & Development içinde, Eylül 2005, s. 54, 58; IMF Survey, Mayıs 29, 2006, s. 147.5. Garry J. Schinasi, Finansal İstikrarı Korumak: Teori ve Pratik, s. 8, 14, 17.6. Gillian Tett, “ Rüya Makinesi” , Financial Times dergisi, Mart 25/26, 2006, s. 20- 26. Ayrıca Financial Times, Mart 20, 2006.7. Financial Times, Mayıs 31, 2006; Haz.8. 2006.
Kredi Türevleri denen işlemler ve çok çeşitli fınansal enstrümanlar, şimdiye kadar bildiğimiz "Hedge" fonlarından (finansal riskten korunma amaçlı karmaşık foniar) daha farklı
fınansal araçlar. 2001 yılında Kredi Türevi piyasası hiç yokken ve 2 0 0 4 'e kadar çok kısıtlı gelişim göstermişken, 2005
sonunda bu piyasadaki para 17.3 trilyon dolardı.
51
IMF-DUNYA BANKASI KRİZİ
DERİNLEŞİRKEN MUHALEFETİN
SALDIRI PLANLARIUUalden Bello*Çev. €bru Aykut
IMF'nin en büyüK müşterilerinden bazılarının boykotu, aslında bir bütçe krizi yaratıyor. Bunun nedeni ise son yirmi yıldır IMF operasyonlarının büyük ölçüde, kurumun idamesinin yükünü bilinçli olarak borçlu ülkelere yükleyen zengin Kuzey ülkelerinin katkıları yerine gelişmekte olan ülkelerden oluşan müşterilerin borç geri
ödemeleriyle karşılanması.
Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu’nun bahar buluşması, Washington DC’nin göbeğinde iki kurumun etrafını çevreleyen polis barikatlarıyla bu hafta sonu gerçekleştirildi. Görünüşte neredeyse hiç protestocu yoktu.
Eylemler birkaç blok ötede Politika Çalışmaları Enstitüsü’nde kapalı kapılar ardmdaydı. Muhalefet orada iki kurumu “güçsüzleştirmek” i- çin organize edilen küresel bir kampanyanın son rötuşlarını yapıyordu. İki günlük strateji toplantısına katılan dünyanın farklı köşelerinden 70 aktivist için, sokak göstericilerinin görece az oluşu aldatıcıydı. Biliyorlardı ki aslında her iki kurum da yıllar içinde yaşamış oldukları en ciddi krizin tam ortasında idiler ki bu, kumruların dünya ekonomisi üzerindeki egemenliğini sarsma fırsatı anlamına geliyordu.
IMF’nin meşruiyet krizi
Kriz, Uluslararası Para Fonu’nda daha da aşikârdı. Eski IMF ve Dünya Bankası görevlilerinden, Küresel Kalkınma Merkezi Başkanı Dennis de Tray’e göre IMF 1997’deki Asya krizinden bu yana belini doğrultamadı. De Tray, Uluslararası Barış için
Carnegie Yardımı tarafından sponsorluğu yapılan bir öğle yemeği forumunda “IMF o zamandan beri meşruiyetini yitirdi” demişti. Krizden bu yana, Tailand, Filipinler, Çin ve Hindistan gibi önemli Asya ülkeleri 1990’larm başında Fon’un iradesi altında uyguladıkları yıkıcı mali liberalizasyon programlarının sonuçlarını akıllarında tutarak IMF’ye yeniden borçlanmaya çekindiler.
IMF’ye daha fazla borçlanma konusunda çekinceli davranan Asya ülkelerine şimdi Brezilya ve Arjantin’in başını çektiği Latin Amerika ülkeleri de eklendi. Bu ülkeler, bölgede nefret edilen bu kurumdan bağımsızlıklarını ilan edebilmek için borçlarını tamamen kapamak yolunda harekete geçmiş dürümdalar.
IMF’nin en büyük müşterilerinden bazılarının bu boykotu, aslında bir bütçe krizi yaratıyor. Bunun nedeni ise son yirmi yıldır IMF operasyonlarının büyük ölçüde, kurumun i- damesinin yükünü bilinçli olarak borçlu ülkelere yükleyen zengin Kuzey ülkelerinin katkıları yerine gelişmekte olan ülkelerden oluşan müşterilerin borç geri ödemeleriyle karşılanması. Peki, şimdi bu önemli müşteri ülkelerin kurumla tüm mali bağlarını kesmesi karşısında, IMF
kaynaklarını nereden karşılayacak?
De Tray’le aynı oturumda bir konuşma yapan Oxford Üniversitesi IMF ve Dünya Bankası uzmanlarından Ngaire Woods’un gösterdiği gibi IMF kuruma yapılacak harç ve faiz ödemelerinin 2005 yılında 3.19 milyar dolardan 2006’da 1.39 milyar dolara düşerek yarı yarıya azalacağını, 2009’da ise 635 milyon dolara düşerek yeniden yarılanacağını tahmin ediyor. Bu durum Woods’un tabiriyle “kurumun bütçesinde büyük bir daralma” yaratacak.
Bankanın sorunlarıHer ne kadar IMF’yi çevreleyen
ihtilaf ve başarısızlık aurasına sahip olmasa da, konudan haberdar gözlemciler Dünya Bankası’nm da krizde olduğunu söylüyorlar. Woods’a göre Banka bir bütçe kriziyle yüz yüze: Borçluların ödediği ücret ve harçlardan gelen gelir 2001’de 8.1 milyar dolarken bu rakam 2004’te 4.4 milyar dolara düştü. Buna paralel olarak Banka’nın yatırımlarından kaynaklanan gelir de 2001’de 1.5 milyar dolar iken, 2004’te 304 milyon dolara geriledi. Çin, Endonezya, Meksika, Brezilya ve diğer pek çok gelişmekte olan ülke artık borç için başka kaynaklara başvuruyor.
52
EYLÜL'EKİM 2006 CJOİ
Bununla beraber bütçe krizi yine de kurumu saran genel kriz havasının sadece bir veçhesini oluşturuyor. IMF’nin Hanoi’deki daimi görevlisi ve Dünya Bankası’nm Jakarta’daki temsilcisi olarak görev yapan de Tray, Banka’nın ekonomistleri tarafından önerilen siyaset reçetelerinin, gelişmekte olan ülkelerin karşı karşıya olduğu sorunlarla büyük ölçüde alakasız olduğunu söylüyor. De Tray’e göre asıl sorun Banka’mn a- raştırma departmanının somut, pratik politika önerilerini destekleyen bir bilgi üretiminden ziyade, batı a- kademik dünyasıyla eklemlenmiş üst düzey teknik-ekonomik çalışmalara yönelmesi. Bankada şu anda 10.000 profesyonel çalışan mevcut ki bunların pek çoğu ekonomistlerden oluşuyor. De Tray’m iddiasına göre “Dünya Bankası’nda aslında öyle çözülmeyecek bir sorun yok. Çalışanların % 40’ı işten çıkartıldığı takdirde her şey yoluna girer.”
Yakın zaman içinde yayımlanmış bir raporda Woods, Tray’i şu sözleriyle destekliyor: “Bu alanda en çok şikâyet edilen mesele Fon’un ve Banka çalışanlarının hiç politika tecrübelerinin olmaması. Ekonomi veya fınans alanında doktoralarını tamamlamış bu personel, içinde çalıştıkları sistemin karmaşası karşısında yetersiz bir donanıma sahip.”
Gelişmekte olan ülkeler üzerine yapılan çalışmalarda personelin pek çoğunu aciz bırakan bir konu siyaseti küçümsemek. Bunu kat- merleyen bir başka konu ise Dünya Bankası ve IMF’nin çözüm reçetelerinin, gelişmekte olan ülkelerdeki politik yapı tarafından ne ölçüde etkilendiği gerçeğine olan duyarsızlık. Woods “siyaset her zaman IMF ve Dünya Bankası’mn tavsiyelerini etkilemiştir” diyor. “Güney Kore’nin 1997’de IMF’yle ilk stand-by anlaşması ABD’nin buyruğu altında anlaşmaya ilave edilen koşullarla süslenmişti.
G7 ülkeleri üzerindeki siyasi baskı Banka’yı bir yandan 1990’lar boyunca Rusya’da asla kullanılmayacak krediler yaratmaya zorlarken (ancak Rusya bunların karşılığını ö- deyecekti) diğer yandan da IMF’yi belirlediği hedeflere varma uğruna kendi basiretsizliğini göz ardı etmeye zorladı. Dünya Bankası projeleri bazen üstü örtük biçimde daha evvel yapılmış anlaşmalarla şekillendiriliyor. Bu anlaşmalar güçlü hükümetler tarafından desteklenen büyük firma
lar ile borçlular arasında yapılan sözleşmeleri kapsıyor.
Kriz nasıl kamufle edilir?
Sivil toplum kuruluşları konusunda enstitüde yapılan toplantıda hazır bulunanlardan biri de Ameri
can Üniversitesi profesörü Robin Broad idi. Broad uzun süre Dünya Bankası bünyesinde eğitimini sürdürmüş ve “Eşitsiz İttifak: Dünya Bankası ve Filipinler” adlı kitabı, kurumun üye ülkeler ile ilişkileri konusunda klasik bir vaka çalışması o- larak yerini almıştır. Broad kitabında, Dünya Bankası’nın esasında IMF’den daha derin bir kriz içinde olduğunu, ancak bunun kamuoyuna daha az yansıdığını iddia ediyor.
Broad “IMF’nin tepkisi dört duvar arasına çekilerek kamuoyunda sıkışmış olduğu izlenimini yaratmıştır” diyor. “Dünya Banka- sı’nın tepkisi ise tam tersine, büyüyen krizi örtmek adına dünyayla daha fazla ilgilen
mek olmuştur”.
Broad Dünya Bankası’nm saldırganlığı konusunda üç unsuru öne çıkarıyor: “İlk olarak bağışta bulunanlara kendisinin yoksulluk karşıtı, çevreci, HIV-AIDS ile mücadelede borç verebilecek en doğru kurum olduğunu söyler ki tüm belgeler bunun
Broad "IM F'nin tepkisi dö rt duvar arasına çekilerek kamuoyunda sıkışmış olduğu izlenimini yaratm ıştır" diyor. "Dünya Bankası'nın tepkisi ise tam tersine,
büyüyen krizi örtm ek adına dünyayla daha fazla ilgilenmek olm uştur".
55
CJOİ EYLÜL-EKİM 2006
tersini gösterir. İkincisi dünyanın en geniş ölçekli ‘kalkınma’ araştırmaları bölümüne sahip olmasıdır. 50 milyon dolara varan bütçesiyle esasında varoluş sebebi sadece önceden belirlenmiş sonuçları doğrulamaktır. Ü- çüncüsü de 30 milyon dolar bütçesiyle devasa dış işler bölümüdür - bir Halkla İlişkiler birimi sözde objektif olan bu araştırma bulgularıyla medyayı sürekli besler ve böylece Banka’nm her şeyi bilen imajı canlı tutulur...”
Broad son olarak şunu belirtiyor: “Bu böyle devam edemez. Banka ciddi bir kriz ve karmaşa içinde olduğunu biliyor. Biz er geç üzerimize düşeni yaptığımızda gerçekler ortaya çıkacak.”
Yeni girişimlere tepkiSTK toplantısında Dünya Ban
kası Başkanı Paul Wolfowitz’in fazlaca reklâmı yapılan yolsuzluk karşıtı kampanyası; Banka’nm zedelenmiş meşruiyetini kurtarmaya çalışan bir Halkla İlişkiler hamlesi olarak dikkate alınmadı “İkiyüzlülükten bahsediliyor. Kendisi ‘80’lerin ortasında Endonezya’da ABD Büyükelçisi idi ve yolsuzluklar Dünya Bankası projelerinde dahi ayyuka çıkmışken tek kelime etmedi” sözleri de Bangkok’dan Focus on the Global South temsilcisi Shal- mali Guttal’a a- itti. “ ‘60’ların ortalarından ‘90’larm ortalarına kadar 30 yıllık dö-.. nemde Ban- ka’nın Suharto Hükümeti’ne verdiği her 3 dolardan biri Suharto’nun kendi adamlarının cebine girmiştir. Bu, Banka’nın borç programındaki 30 milyar doların 10 milyarlık bölümü demektir. Esasında Wolfowitz Suharto rejiminin sadık dostu olarak bilinmiştir hep.”
ve onlar PRSP (Yoksulluğun Azaltılması Strateji Çalışmaları) ile çıktılar ortaya. Borç iptali istedik ve HIPC öne çıktı. Başarısızlığa batmış bu girişimlerden sonra başka bir yaklaşımın zamanı gelmedi mi?”
İki kurumdaki krizin derinleşmesiyle daha radikal bir strateji yaratmak için uygun bir fırsat olduğu düşüncesi öne çıkıyor. İki günlük toplantının sonunda “IMF ve Dünya Bankası’nm yetkisizleştirilmesi stratejisi etrafında bir araya geliyoruz” sözleriyse borçların iptali talebiyle öne çıkan küresel Jubilee South koalisyonundan Lidy Nacpil’e aitti. O- lumsuz etkilerin azaltılması yönünde IMF ve Dünya Bankası’na koşullar dayatmak yerine oluşturulan yeni yaklaşımlar şunu içerecekti: İki kurumun en zayıf bölüm ve birimlerini açığa çıkarmak, küresel kampanyalar ile güç ve etkilerinin azaltılması stratejisi üzerinden kapanmalarını sağlamak.
“Bir ahtapotun dokunaçlarını kesmek gibi” dedi Dossani. “En zayıf yer ile başlar ve devam edersiniz.”
Yeni kampanya dâhilinde düşünülen iki girişim
şunlar: Eylülün üçüncü haftası boyunca Singapur’da yapılacak olan Dünya Banka- sı-IMF buluşması ile aynı zamana denk gelecek şekilde örgütlene
cek uluslararası kitlesel hare
ketler ve Eylül toplantısına denk ge
lecek biçimde yapılacak “Dünya Bankası ve
IMF’ye Alternatifler” başlıklı uluslararası bir konferans.
Washington DC, 24.04.2006
* Walden Bello, Filipinler Üniversite- si’nde Sosyoloji Profesörü ve merkezi Bangkok’da bulunan Focus on the Global South’un yetkili direktörüdür.
Bu şüpheci yaklaşım iki konuda daha öne çıktı: Birincisi Çin ve Brezilya gibi büyük ama gelişmekte o- lan ülkelerin oy yetkisini artırma, i- kincisi ise Banka’nm yürüttüğü “A- şın Ölçüde Borçlandırılmış Yoksul Ülkeler Girişimi” (HIPC) dâhilinde bazı yoksul ülkelerin borçlarında indirime gidileceği duyurusuydu. Bunlardan İkincisi sendeleyen bir programı desteklemeye yönelik bir Halkla İlişkiler atağı iken, ilki bu iki kuruma bağımlılıktan kurtulmaya çalışan birçok gelişmiş ülkenin bu yöneliminin önünü kesme amaçlı umutsuz bir çabaydı.
Reformun Sonu mu?‘90’lardaki birçok büyük ve u-
luslararası STK’nm tercih ettiği yaklaşım olan IMF ve Dünya Banka- sı’nın borç ve proje politikalarında reform yapılması konusu toplantıda kısaca ele alındı. “50 Yıl Yeter!” kampanyasının sorumlusu Sameer Dossani, bu reformcu anlayışın hayatta kalabilme gücüne yönelik toplantıdaki kuşkuları dile getirdi. “Yapısal uyum programlarını eleştirdik
M
Eğitim-Sen ülke genelindeki yetkisini kaybetti
YETKİ KAYBI! NEDEN?Mert Büyükkarabcıcok
Dış etkenler bu süreçte Eğltlm-ben'in kendi mecalsizliği ile birleşince ortaya ciddi bir kayıp çıkmıştır. Yetkili sendika olma, her ne kadar çok büyük pozitif katkı sağlamamış olsa da moral etki anlamında işyerlerinde güçlü bir destek sağlıyordu. Önümüzdeki yıl, sağlam bir duruş sergileyemezsek milliyetçi dalganın daha da yükselmesi sonrasında
işyerlerinde meşruiyetimizin sorgulandığı daha ciddi saldırılarla karşılaşabiliriz.
Eğitim-Sen Türkiye genelinde yetkiyi kaybetti. Geçtiğimiz yıldan bu yana yaklaşık 17 bin kişilik bir tiye kaybı gerçekleşti. Ve sonuçta kontr-sendika Türk Eğitim-Sen, Türkiye’nin en büyük eğitimci sendikası haline geldi.
Aslında sonucun bu şekilde olacağı büyük ölçüde beklenmekteydi. Özellikle kapatma davası ve Eğitim- İş’in yeniden kurulmasının ardından yaşanan istifalar sonrasında üye kaybının ciddi seviyelere ulaştığı anlaşılmaktaydı. Her ne kadar sendikanın kendi gerçek üye sayısını anında takip edebilmesine imkân tanıyan bir altyapıya sahip olmaması yüzünden acı gerçek net bir şekilde ifade edile- mese de beklentinin bu yönde olduğu, yetki kaybının aslında sendika i- çinde çok da büyük bir gürültü ko- parmayışından anlaşılabiliyor. En garip nokta da bu olsa gerek: Artık Eğitim-Sen’in içinde hiçbir şey üzeride ciddi, canlı, yapıcı, ön açıcı bir tartışma yapılamıyor oluşu. Dedikodu ve “laf koyma” mekanizmaları bu ihtiyacı şimdilik birçokları için gide- riyormuş gibi görünüyor.
Oysa ortada çok ciddi sorunlar var. Sendikamız, freni boşalmış kamyon gibi yokuş aşağı yuvarlanıyor. Kendisini bu hale getiren etkenleri doğru dürüst kavrayabilmiş, bunlara karşı adımlar atmaya çalışan bir irade ortada yok. “Normal” bir ruh haliyle ve enerjiyle aşılamayacak bir sorun birikimi söz konusu.
Ama sükûnet devam ediyor.
Kadrolaşmaya karşı mücadele yetersiz
kaldı!AKP’nin kadrolaşma faaliyetle
rinin geniş bir kesim üzerinde ciddi - bir baskı yarattığı ortada. Ortalama devlet memuru, A sendikasına üye olduğu zaman işlerinin daha zor yürüyeceğini hissettiği anda örgütüne sırt çevirebilecek bir ruh haline sahip. Hele de A sendikası, üyelerinin yaşadığı hak kayıplarını telafi edebilecek bir cengâverlik ve işbitiricilik karakterine sahip değilse bu ruh hali daha da güçlenebiliyor. Son 4 yıldır
bu süreci çok ağır bir şekilde yaşıyoruz. İstifa edenlerin büyük bir kısmı ne gerekçe göstermiş olurlarsa olsunlar aslında Eğitim-SenTi olmanın yarattığı dezavantajlardan etkilenmemek ya da diğer sendikalarda olmanın avantajlarından yararlanmak için ayrıldılar. Tabii kapatma davası ve yükselen milliyetçilik birçok isti- facı için çok “meşru” bir sebep yaratmış oldu, onlar da bunu rahatlıkla kullandılar.
Buradan şu sonucu çıkarmak lazım. Eğitim-Sen üyelerinin mağdur edilmesine karşı çok daha sert çıkışlar yapabilmeli, özellikle Milli Eğitim Müdürlükleri üzerinde çok ciddi bir baskı unsuru yaratabilmeliydi.
55
C jO İ EYLÜL'EKİM 2006
Oysa biz çoğu zaman bu süreçlerin oldukça dışında kaldık. Kimi göstermelik çıkışlar, ateşin düştüğü yeri yaktığı gerçeğini ortadan kaldıramadı. Hukuki alandaki zayıflığımız bu açıdan ciddi bir zaaf oluşturdu. Örneğin yaklaşık 16 bin üyeye sahip İstanbul’da Eğitim-Sen şu anda hukuki çalışmalarını tek bir avukatla sürdürüyor. Şubelerde yeterince bir hukuki birikim söz konusu değil, ki temsilciler çoğunlukla birçok şeyden bihaber. Şimdi böyle bir durumda siz en rahat sonuç alabileceğiniz ve üyelerinize en rahat güven verebileceğiniz bir alanda kendinizi güçsüzleştir- miş oluyorsunuz. Bütün şubelerin bir hukuki danışman istihdam etmesi artık bir zorunluluk haline gelmiştir.
İşverenle ilişkiler yeniden yapılanmalı!
Milli Eğitim Müdürlüklerinde yaşananların düzenli teşhirine dayanan bir mekanizma derhal kurulmalıdır. Bunlarla gerçek bir sendika gibi hesaplaşılabilmelidir. O kadar ciddi usulsüzlükler herkesin gözü ö- nünde o kadar rahatlıkla gerçekleşti- rilebilmektedir ki çalışanlar ya bu tür uygulamalardan yararlanabilmek ya da bunlardan olumsuz etkilenmemek için kontr sendikalara yakın durmaya çalışmaktadırlar. ''Eğitim- Sen işveren ile nasıl ilişkileneceği
konusunda yeni bir kurgu geliştirmek zorundadır. Yapıcı ve olgun tavırlar çok bir şey katmıyor. Sürekli bir teşhir mekanizması ve baskılama, işverene nefes aldırmama, alanda yaprak kıpırdasa bunun haberini ilk olarak alabilme gibi yetenekler e- dinemeden şubelerimizin hedef kitleye güven verme şansı yoktur.
Genç eğitimciler nasıl örgütlenecek?
Ağır sorunlarımızdan biri de gençlerin örgütlenmesi meselesidir. Herkesin malumu olduğu gibi Eği- tim-Sen’in üye kitlesi ağırlıklı olarak 40 yaşın üzerindedir. 30 yaşın al- tmdakilerin toplam üye sayısına oranı %12 seviyesindedir. Neredeyse tamamen bireyci kültürle yetişmiş, sokakta verilen hak mücadelesine i- nanmayan, özellikle sağcı ve dinci görüşlerin etkisi altında geniş bir genç öğretmen yığını var. Bunlar mesleğe de oldukça güç ve badireli yollardan girdikleri için devlet memurluğu zihniyetini çok daha rahatlıkla kabullenebiliyorlar. Olağanüstü pragmatik düşünüyorlar. Kurucu kadrolarımız emekli oldukça bunların yerini yenileriyle doldurmakta dolayısıyla oldukça zorlanıyoruz. Sol hareketin üniversitelerdeki zayıflaması da Eğitim-Sen’in bu sıkıntısını büyütmekte. Bu sorunu çözme
den üye sayısını artırmak mümkün değil gibi görünüyor.
Bu sorunu aşmak büyük oranda bu kesimlerin gerçek, yaşamsal sorunları ile enerjik bir şekilde ilgile- nen, sorunları ile başa çıkabilmeleri ? için çok yönlü katkı sunabilen, onların hayatlarına girebilen bir sendikal anlayış ile mümkün olacaktır. Aslında bu kesim bizleri büyük oranda ; gerçek sendikalar olmaya itecek bir etki de yapabilir. Dolayısıyla bunların örgütlenmesi için harcanacak mesainin sendikaya ciddi bir katkı sunma olasılığı da mevcuttur. Çünkü bu kesimleri’" politik ahbaplık ilişkileri üzerinden etkilenebilmesi pek kolay görünmemektedir. Eğitim-Sen daha hala eğitim fakültesi öğrencileri ile nasıl ilişkileneceğine bir karar verebilmiş değil. Mühendis odalarındaki öğrenci meclisi çalışmalarının sendikamıza yansımaları çok zayıftır. Eğitim fakültesi öğrencilerinin belası olan KPSS sınavı, mücadele gündemi dışındadır. Yine sözleşmeli öğretmenlikle ilgili ne yapılacağı belirsizdir. Yeni öğretmen olan meslektaşlarımızla karşılaştıkları sorunlarla ilgili nasıl dayanışma içinde olabileceğimize dair hiçbir öngörü bulunmamaktadır. Bu kesim örneğin “me- murlar.net” adı verilen bir internet sitesi üzerinden yığım yığım bir araya gelmekte, binlerce kişi birbiri ile iletişim kurmakta, sorunlarını paylaşmaktadırlar, ama bizim sendikamız bu insanlara böylesi bir platform -sanal ya da gerçek- sunamamaktadır. Herkes birbirinin gözünü oymaya devam edeselsin ve yukarıdan nutuklarını büyük bir şevkle sürdürsün, gençler kendilerine, kendi bildikleri yordamlarca örgütlenme merkezleri : yaratıyorlar. Bizde bu sosyolojik I gerçekliği anlamaya, onu etkilemeye yönelik hiçbir ciddi hazırlık göze j çarpmamaktadır. Tam tersine ME- DER (Mağdur Öğretmenler ve Eğitim Emekçileri Derneği) örneğinde olduğu gibi gençlerin kimi arayışları, sırf “birilerinin” kanatları altında kendini ifade etmek istemediği için “birileri” tarafından rahatlıkla yalnızlaştırılmak istenebilmektedir. Oysa böylesi bir deneyimin -sözleşmeli
56
EYLÜL-EKİM 2006 C|Oİ
ve atanamayan öğretmenlerin örgütlenmesi- güçlenebilmesi, kendisini bir hak arama aracı haline dönüştürebilmesi en çok Eğitim-Sen’i güçlendirecek sonuçlar ortaya çıkartır.
Milliyetçi kabarış:En işlevsel bahaneMilliyetçi dalga da muhakkak ki
işleri zorlaştırdı. Fakat şunun altını açıkça çizmek gerekir ki Kürt eleştirisi üzerinden el açmaya çalışan kimi çevreler, ki buna DSD’de dâhildir, bu yakıcı milliyetçilik rüzgârlarının bizlere bu oranda zarar verebileceği ortamı zaten yaratmışlardı. Günübirlik pragmatik arayışlar içinde, ne yaptığını bilmeyen, bir sağa bir sola yalpalayan tavırlar ideolojik direngenliği oldukça zayıflatmıştır. Susarak, konuşmayarak, kendini gerçekten ifade etmeyerek bu sürecin atlatılabileceğini düşünmek ham bir hayaldi, bunun böyle olduğu bugün daha açık görünüyor. Çok yüzlü bir görüntü vermeye çalışmak, ne şiş yansın ne kebap politikaları geliştirmeye çalışmak doğal olarak tabandaki güvensizliği pekiştirdi. Özellikle anadil meselesi ekseninde hep bir idare etme yaklaşımı, açık bir ideolojik mücadelenin tercih edilmeyişi işleri büyük oranda bu noktaya getiren temel etkendir. Pedagojik açıdan ele alındığında da en temel insan hakkı olarak nitelebilenecek bir konu, sanki ulusların kendi kaderini tayin hakkı tartışılıyormuş gibi bir ruh haliyle değerlendirilince, kitlelere gidişte ortak bir ruh hali yaratılamaymca işler çığırından çıkmıştır. Geçenlerde UNICEF bile Türkiye’ye anadilde eğitim hakkı ile ilgili gerekli düzenlemeleri yapması için çağrıda bulunmuştur. Her yıl ÖSS’de Güneydoğu illerinin diplerde oluşu bile anadilde eğitim talebinin meşruiyeti ile ilişkilendiri- lebilirdi. Ama bu alanda yeterince etkin bir politika geliştirilememiştir.
Bir yere kadar dış etkenler,
ama ya gerisi?Sonuç olarak dış etkenler bu sü
reçte Eğitim-Sen’in kendi mecalsiz
liği ile birleşince ortaya ciddi bir kayıp çıkmıştır. Yetkili sendika olma, her ne kadar çok büyük pozitif katkı sağlamamış olsa da moral etki anlamında işyerlerinde güçlü bir destek sağlıyordu. Önümüzdeki yıl, sağlam bir duruş sergileyemezsek milliyetçi dalganın daha da yükselmesi sonrasında işyerlerinde meşruiyetimizin sorgulandığı daha ciddi saldırılarla karşılaşabiliriz. Buna hazırlıklı olmak gerekiyor.
Bence bu gerileme sürecinin en büyük etkeni yukarıda sayılanlardan hiçbiri değildir. Eğitim-Sen’in kurulduğu yıllarda da benzeri birçok o- lumsuz dış faktör bulunmaktaydı. Kamu çalışanları hareketi uzun yıllar boyunca sınıf hareketinin yalnız, ama direngen dinamiği olarak yürümeye devam etti. Özellikle 90Tı yıllar böyle geçildi. Açıkçası 4688 sayılı Kamu Çalışanları Sendikaları Yasası bile bu yönüyle aşılmaz bir engel oluşturmuyordu. Gerçek, kitlelerin günlük talepleriyle bütünleşmiş, inatçı ve direngen bir mücadele süreci, dönemin tüm olumsuzluklarını aşabilirdi. Bu olanak hala da mevcuttur.
Sorunu sadece Eğitim-Sen çerçevesinde kalarak tanımlayanlayız. Bugün Eğitim-Sen’in, KESK’in yaşadığı sorunları solun, sosyalist hareketin kitlelerle bağ kurmakta, ör-
gütlenmekte yaşadığı sıkıntılardan bağımsız olarak ele alamayız. Bugün potansiyel olarak solun örgütlenmesinin mümkün olduğu birçok sorun başlığı ile ilgili olarak maalesef kitleselleşebilme imkânlarının yeterince değerlendirilemediğini, solun re- formist/devrimci tüm bileşenleri için söyleyebiliriz. İşsizlik, yoksulluk, savaş, Ortadoğu, asgari ücret, konut, eğitim, sağlık gibi meseleler sola büyük kitleselleşebilme zeminleri yaratmaya hala devam ediyor. Fakat sosyalist hareket bütün bu olanaklara rağmen kendi kendine konuşmaya, toplumdan kopuk kalmaya, yalnızlaşmaya devam ediyor. Bugün E- ğitim-Sen’in yönetim kademesindeki dinamikleri yerden yere vurabiliriz, ki bu eleştirilerimizin büyük kısmında da haklı oluruz, çünkü proto- bürokratik bir yapılanma uzunca bir süredir kök salmıştır ve mevcut yapı bu durumu sürekli yeniden üretmektedir, ama bu eleştiriler yıllardır yapılıp buza yazılmaya devam ediyor, alternatif bir odak bir türlü yaratıla- mıyor. Çünkü yönetimleri eleştirenler de aslında temel mantık olarak onlardan çok farklı bir birikime sahip değiller. Sosyalizmi, kitle ile bağ kurma biçimlerini ve genel olarak politikayı algılamada çok ciddi bir farklılık söz konusu değildir. Eğer durum aksi olsaydı böylesi bir anlayış, mutlaka kendini hem sendika i
57
C |O İ EYLÜLDEKİ M 2006
çinde hem de dışında örgütler, bunun basıncıyla biz de genel merkez yönetimlerini sadece eleştirmekle kalmaz, alaşağı edebilirdik. Şu anda kimi çevreler tarafından yapılan “istifa edin” çağrılarının çok ciddi bir karşılığının olmayacağı açıktır.
Temel sebep: Solun krizi
Eğitim-S en’in bu daralmayı ve zayıflamayı yaşamasına yol açan temel sebep Türkiye solunun yaşadığı krizdir. Türkiye solu bugün ezilenlerin, emekçilerin ihtiyaçlarına genel olarak bir yanıt üretebilir durumda değildir. Yükselen, sürekli olarak kendim geliştiren, emekçilerin gözeneklerine sirayet edebilen bir dinamik olamamıştır. 95 Terden bu yana yaşanan geriye gidiş hızlanarak devam etmektedir. Devrimci zeminde kalmaya çalışan yapılar sorunlara çözüm bulacak taktik açılımlar ge
liştirememekte, kitlelerle buluşacak araçlar bulunamamaktadır. Bulunan araçların ise mantıki sonuçlarına u- laşabilmesine yetecek enerji ve ısrar ortaya konamamaktadır. Kitlelerin gerçek talepleriyle sendikalarına akmalarını sağlayacak, ortamın havasını değiştirecek yeni bir ruh hali yaratacak araçlar geliştirilemezse bizler Eğitim-Sen’de kayıkçı dövüşü yapmaya devam ederiz, ama sendika bir bütün olarak emekçilerden uzaklaşmaya devam eder. Sendikayı yeni dinamiklerle buluşturacak araçlar üretmek, yılmış kadrolarda işlerin nasıl çözülebileceğine dair yeni bir umut üretmek, idare etmeci/kendinden başka hiçbir şeyi düşünmeyen bi- rey/dinamikleri bu yeni enerjiyle sarsmak, bu dalgaya ayak uyduramayanları bertaraf etmek.-'Böylesi devasa bir görev ortada durmaktadır. Bu görevi yerine getirebileceğine dair kitlelelere güven verecek deneyimler yaratamazsak kimsenin sırf
devrimciliğimiz için bizleri bir yere getirmeyeceği açıktır. Kitlelerin ruh halini anlamadan atılacak adımlar, boş yere söylenmiş sözler olmaktan ileriye gidemeyecektir. Bugün binlerini istifaya davet etmekle kolayca halledebileceğimiz bir sorunla karşı karşıya değiliz. Sorunun kökleri çok daha derindedir. Bu tespit, merkez siyasetlerinin işlerin buraya kadar taşınmasındaki öncelikli vebalini görmezden gelmeyi gerektirmiyor. Ama sürekli birbiriyle didişmekten başka bir motivasyon üretemeyen gruplarımız artık gerçekten kitleleri örgütleyebilmenin yollarını aramak ve bulmak durumundadırlar. Yıllardır merkezleri eleştiren ama bir türlü Eğitim-Sen’in güçler dengesinde kalıcı bir dönüşüm gerçekleştiremeyen dinamiklerin, neden bu kadar yalnız- laştıkları ve etkisizleştikleri üzerine söyleyecek bir sözleri var mıdır? “Fiili meşru mücadele” ilkesini sürekli tekrarlamak, bu çizginin her so-
Yetki kaybı ile ilgili yapılan değerlendirmelere genel bir bakışEğitim-Sen’in yetki kaybı birçok çevre tarafından çe
şitli yayın organlarında değerlendirildi. Bu değerlendirmeler yetki kaybını büyük oranda Genel Merkez’in hataları i- le açıklamayı tercih etmekte ve geniş bir bakış açısına ulaşamamakta.
TKP Genel Başkanı Aydemir Güler, Sendika ve Siyaset başlıklı yazısında yetki kaybını çok fazla sendika olmakla, siyasete yeterince alan açmamakla açıklamaya çalışıyor. “Emekçileri ya sınıf bilinci ekseninde harekete geçireceksin ya da yerinde sayacaksın, ya siyasal iktidar perspektifiyle örgütleneceksin ya da sendikaya üye yazamayacaksın, ya memleket meselelerini gündeme alacaksın ya da en basit gündelik sorunlarda bile etkili olamayacaksın.
Sınıf siyasetinden kaçanlar ülkenin en çok üyeye sahip emekçi sendikasını maıjinalleştirmişlerdir. (Komünist - 2 Haziran 2006)” TKP, “fiili meşru” mücadele dışında yeni bir her derde deva parola bulmuş durumda. Onlara göre “siyasileşme” bütün kapılan açacak bir çerçeve sunuyor. Bu argüman, aslında bir totoloji oluşturuyor. Kitleleri sınıf bilinci ile buluşturabilirsek, sendikanın çok daha sağlam zeminlere oturacağı açıktır. Fakat bunun nasıl başarılabileceği ile ilgili bir şey söylenmemektedir. Ülkede genel anlamda bir sınıf mücadelesi yükselişi yaşanmadan, sınıfın tek bir örgütünden beslenerek “bilinçlenme” sorununu nasıl a- şabileceği sorusunun cevabı boşlukta asılı durmaktadır. “Sürekli eğitim çalışmaları” yapmak gibi bir öneri oldukça naiftir. Sınıf bilinci, sınıfın kendi talepleri için yürüttüğü
mücadele içinde gelişir. Bizim somnumuz ise sendikamızı yeniden mücadele eden bir çizgiye nasıl taşıyabileceğimiz- dir. Dolayısıyla siyasileşmeden yola çıktığımızda fasit bir daire içine düşmüş oluyoruz.
Üniversiteli gençler ile sınıfın örgütlenme dinamiklerinin aynı çerçevede ele alınamayacağını TKP önderliği ne zaman kavrayacaktır? TKP, bu bilinç seviyesiyle bir aydınlar topluluğu olmaktan çıkıp sınıf örgütü seviyesine sıçrayabilmek konusunda pek de umut vermemektedir. Gerçek TKP’nin deneyimleri üzerine biraz daha kafa patlatsalar kendileri için daha anlamlı sonuçlar çıkarabilirler belki!
Sendika siyaset ilişkisi Eğitim-Sen’in problemli olduğu alanlardan biridir. Özellikle kadrolar içinde politik kavrayışın oldukça üst seviyede olduğu tespit edilebilir. Hatta yanlış anlamda bir siyasileşme, zaman zaman örgütün sendikal işlevlerini yerine getirmesinin önüne ikame edilebilmektedir. Belki de yapılması gereken öncelikle adamakıllı bir sendika olabilmenin becerilebilmesidir. Dolayısıyla Aydemir Güler’in yaptığı tespit gerçekliği oldukça ciddi biçimde ıskalıyor görünmektedir. Sendika ve sınıf hareketi i- çinde yeterince mesai harcamayınca zaten bu alanla ilgili doğru bir bilinç geliştirebilmekte pek mümkün olamamaktadır. Türkiye solunun sınıf hareketi karşısındaki genel yabancılaşması, TKP’nin yaptığı bu genel değerlendirmede en karikatürize haline ulaşmış durumdadır.
İçinden Eğitim-İş’i çıkararak bugünkü noktaya sürüklenmemizde en önemli pay sahibi yapılardan biri olan ng=
58
EYLÜLLERİM 2006 C |O İ
runu aşacağını düşünmek ve reformistleri bu çizginin kitlelerde kök salmasının önünü kesen tek etken güç olarak görmek hem gerçekçi bir analiz değildir hem de reformistlere kendi gerçekliklerinden çok daha büyük bir anlam yüklemektedir. Bazı sözler genel bir ajitasyon içeriği olarak zaman zaman kullanılabilir a- ma en kritik momentlerde, politik tartışmalarda bile dahi ajitasyon içeriğiyle konuşmak acaba politik yetmezliğin açık bir belirtisi değil midir? “Reformistler gidecek, dertler bitecek” içeriği artık ne gerçekliğe tam tekabül etmektedir ne de uygulanması mümkün bir projeye işaret etmektedir.
Kitlelerle buluşmanın yollarından çözümler
üretmek!Çözüm dışında kalanı zayıflata
cak, etkisizleştirecek düzeyde bir ta
ban dalgasının yaratılması ile ilgilidir. Bu dalgayı yaratma sorumluluğu ise salt KESK içindeki devrimcilerin başarabileceği bir yük olmanın çok ötesindedir. Nasıl 89 bahar eylemlerindeki işçi hareketleri kamu emekçileri açısından ön açıcı bir rol oynamıştı, bugün de kitle hareketinin farklı alanlarındaki bir çıkış bizlerin yapacağı devrimci eleştirilerden çok daha olumlu etkiler yaratmaya gebedir.
Bugün kamu emekçileri hareketindeki devrimci dinamiklerin görevi, sendikamızı kitlelerle yeniden buluşturacak deneyimleri o veya bu ölçekte örgütlemek, bu deneyimler üzerinden kurucu eleştiriler geliştirebilmektir. Maalesef bu kavrayışı bugün söz konusu dinamiklerde pek de gözlemleyemiyoruz. Sendikaya iktidar olmaktan ziyade hareketin i- çinde iktidarlaşmayı seçmek, etkileri çok daha kalıcı ve kökten olacak sonuçlar yaratabilir.
KESK ve Eğitim-Sen, 80 sonrasında Türkiye Sosyalist Hareketi’nin sınıfla en ciddi buluşma noktası olmuştur. Sosyalist hareket, bugün kitle hareketinin tüm mevzilerinde yaşadığı geri çekilmenin ve zayıflamanın bir benzerini de kamu emekçileri hareketi içinde yaşıyor. Bu genel kan kaybı, bireyler/gruplâr ile açık- lanamayacak kadar kapsamlı bir seviyededir ve aşılması için öncelikle sosyalist hareketin kendini aşması zorunluluğu mevcuttur. Kitlelerin örgütlerimize yabancılaşmasının sebeplerini doğru tespit edemeden, kendimizi eksiklerimizi yok edecek tarzda yeniden yapılandırmadan, bu sayede örgütlerimizi kitlelerin öz örgütleri haline sıçratmadan başarıla- mayacak kadar kapsamlı bir görevle karşı karşıyayız. Umarım ki bu arayışın zorunluluğunu kavrayacak ve onu güçlendirecek dinamiklerin sayısı gün geçtikçe artar.
Sendikal Birlik (grubun eski geniş halinden Eğitim-Sen’de kalmaya devam edenler) ise çıkışı anti-emperyalist mücadelenin yükseltilmesinde bulmakta, sendikacılık yapmanın kitlelerle bağları kurmanın tek yolu olduğunu vurgulamaktadır. Grup yürütmesi 7 Haziran 2006’da yayınladığı “Eği- tim-Sen’i yeniden yetkili sendika yapma planı”nda ayrıca sendikayı olağanüstü genel kurul toplamaya çağırmaktadır, îlk bakışta mantıklı görünen bu önermeler biraz dikkatle incelendiğinde etliye sütlüye dokunmayan, kendisini sendikacılık ile sınırlı tutan bir çizgi görünmektedir. Türkiye’nin demokratikleşme meselelerini görmezden gelen bir anti- emperyalizm malum güç odaklarına yakın siyasetin parolası olabilir. Sendikacılığın da ne tür bir sendikacılık olduğu açımlanmadıkça ya da 4688’i aşma perspektifi ifade edilmedikçe, Sendikal Birlik’in geleneksel duruşları da akılda tutulunca ortaya çok da ön açıcı bir öneri demetinin çıkmadığı rahatlıkla anlaşılabilmededir.
“Zira emekçilerin pazarlık masalarına değil, kurulu düzene ve devlete karşı fıili-meşru-militan bir mücadeleye ve bu mücadeleye önderlik yapacak önderliklere-örgütlülükle- re ihtiyacı var. İcazetçi sendikacılık anlayışı teşhir ve mahkûm edilerek, devrimci bir çıkış yolunu örgütleyecek, emekçileri düzene karşı mücadele bayrağı altında toplayacak bir ileri inisiyatife ihtiyaç var. Başta devrimci kamu e- mekçileri olmak üzere tüm ilerici devrimci güçleri bu yolda seferber olmaya, sınıf mücadelesinin kazanımlarım ve değerlerini korumak uğruna harekete geçmeye çağırıyoruz. Kızıl Bayrak 3 Haziran 2006” Bu değerlendirme ise devrimci hareketin Eğitim-Sen’e bakışındaki tüm zaafları içe
riyor. Burada geleneksel sendikal/siyaset tarzları ile hiçbir şekilde hesaplaşmayan, sorunu devrimci önderlik sorunu.o- larak sınırlı bir biçimde ele alan, bunu da devrimcilerin bir araya gelerek inşa etmelerini düşünen bir yaklaşım-söz konusu. Bu devrimci önderliğin şimdiye kadar neden (oluşamadığı, bu devrimci önderliğin kitlelerle nasıl bağ kuracağı, fiili meşru mücadeleye kitlelerin nasıl seferber edilebileceği ile ilgili değerlendirmeler olmadan Lapaliş’in doğrusu gibi her fırsatta yukarıdaki içeriğin tekrarlanması artık pek bir şey ifade etmiyor, bu çağrılar hiçbir yankı bulamadan boşlukta kayboluyor. İşler bu kadar kolay olmadığı için şimdiye kadar bu gibi çağrılar ve ardından ortaya konan e- mekler etkisiz kaldı. Devrimciler kendi duruşlarını yeniden yapılandırmadan, kendi kitlesel tabanlarını büyütecek araçlar geliştiremeden ( bkz. taban ve üye inisiyatifleri) ve kitlelerin taleplerinin somut taşıyıcı haline gelmeden, sırf kendi kafalarındaki kitle çizgisine uygun söylemler ürettikleri müddetçe bu gibi çağrıların kaderinde hiçbir yenilik olmayacağı açıktır.
“Bu da kendi bencilliklerimizi bir yana koyan, tüm dinamiklerin iradelerini ortaya çıkaran devrimci bir örgütlenme ve mücadele anlayışını hayata geçirmekte yatıyor” Devrimci Öğretmen tarafından yapılan 3 Haziran tarihli “Eğitim-Sen’de yetki kaybının dayanılmaz hafifliği!” isimli değerlendirme meseleyi Eğitim-Sen ve KESK çerçevesinde ele almakla kendini sınırlama zaafından kurtulamasa da yukarıda alıntılanan gibi önemli tespitler içeriyor. (Değerlendirmeler www.sendika.org sitesinden derlenmiştir.)
39
ALEVİ HAREKETİ ÜZERİNEFikret Hızıltcın
Bugün Aleviliğin öz değerlerine bağlı kalarak özgürleşmesi, haklı taleplerinin hayata geçmesi Türkiye'de köklü bir dönüşüm gerçekleştirilmesine bağlıdır. Mevcut siyasi
denklem İçersinde Alevilik için bir çözüm yok. AB yolu ile taleplerin karşılanacağını düşünmek İse fazla iyimser bir beklenti olacaktır. Türkiye'deki mevcut iktidar yapısı kökünden sarsılmadan Alevi kimliği üzerindeki baskı yeni yöntemlerle sürdürülecektir.
2 Temmuz Sivas Katliamı bu yıl başta Sivas, İstanbul ve Ankara olmak üzere çok sayıda ilde kitlesel mitinglerle anıldı. Anma etkinliklerinin hemen ertesindeki günlerde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin, Türkiye’de zorunlu din derslerinin kaldırılması için başvuran bir Alevi velinin davasını görüşmeyi kabul etmesi Alevilik meselesini bir kez daha gündemin ön sıralama taşıdı. Son olarak Milli Eğitim din kitaplarında Alevi-Bektaşi inancına birkaç satır yer vererek - o da kendi yorumuna göre - Alevilerin ağzına bir parmak bal çalmaya çalıştı.
1993 yılında gerçekleşen Sivas Katliamı’nm ardından ivme kazanıp Mart 1995’deki Gazi Direnişi ile tepe noktasına varan Alevi hareketi 2000Terin başmda bir durgunluk içine girmişti. Genel olarak solun ve demokrasi güçlerinin gerilediği 1999-2002 yıllarında A- levi hareketi de daralmaya yüz tutmuştu. Son birkaç yılda Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinin getirdiği kimi imkânları da değerlendiren Alevi örgütleri federasyonlaşmaya başladı.
Muhafazakâr-devletçi e- ğilim
Bugün Alevi örgütleri arasında iki ana eğilim olduğu söylenebilir. Birisi, misyonu Alevileri soldan uzaklaştırmak olan devletçi eğilim diğeri ise kendi i- çinde çeşitlilikler barındırmakla beraber demokratik nitelikteki Alevi hareketi. Siyasal İslam’m Alevilere dönük uzanımı olarak görülebilecek olan Eyl-i Beyt Vakfı ise artık bir üçüncü eğilim olarak söz edilmeyecek kadar etkisizleşmiş du
rumda. Devletçi/muhafazakâr eğilim İzzettin Doğan’m başmda olduğu Cumhuriyetçi Eğitim Vakfı (Cem Vakfı) ve bu örgütün çizgisine yakın olan birkaç vakfın daha katılımıyla geçtiğimiz günlerde oluşturulan Alevi Vakıfları Federasyonu çatısı altında toplanmış durumda. Öncülüğünü Cem Vakfi’nm yaptığı muhafazakâr çizgi, Aleviliği “hakiki Türk İslâmî” olarak görüyor. Diyanette Alevilere de yer verilmesi gerektiğini ve zorunlu din derslerinin müfredatına Alevilik bilgisinin de eklenmesini talep ediyor. Bu eğilim mevcut sistemi değiştirmek yerine Alevileri bu sisteme uyumlu hale getirmeyi amaçlıyor. Böylece Alevilere de sistem içinde bir yer lütfedilecektir, tabi- i Alevilik solla ve tüm “aşın” ideolojilerle bağını bütünüyle kopardıktan ve devletin sadık bir hizmetçisi olduktan sonra. Kürt düşmanlığını da bayrak edinen bu kesimler Alevileri MGK çizgisine çekerek kendilerine alan açmaya çalışıyorlar. Alevileri bir cemaate indirgeyip kendilerini de bu cemaatin lideri ilan etmiş olan bu vakıflann yöneticileri A- levi oyları üzerinden yapacakları pazarlıklarla kendilerine mevcut düzen içinde bir pozisyon yaratma çabasındalar.
Cem Vakfi’nm temsil ettiği çizgi devletin Alevilere dönük yaklaşımı ile örtüşmektedir. Alevi hareketinin radikalizmini törpülemek için Alevilerin tarihsel önderlerinin devlet tarafından sahip- lenilmesi, kimi demeklere cüzi de olsa maddi yardımların yapılması, Aleviliğin Diyanet tarafından yeniden tanımlanması vb. bu politikanm çeşitli ayaklarındır. Devletin Alevileri içerme siyasetinin açık bir ifadesi, Hacıbektaş şenliklerine Demirel’in cumhurbaşkanlığı sıra
sında ilk kez cumhurbaşkanı düzeyinde katılım gösterilmesiydi. Alevileri resmi anlamda yok sayıp, yasal taleplerini görmezden gelip fiilen meşruluklarını tanıyıp kimi vaatlerle oyalamak Türkiye’de devletin ve tüm düzen partilerinin genel tutumudur.
Demokratik Alevi Hareketi
Bizi burada asıl ilgilendiren demokratik Alevi hareketinin durumudur. Demokratik Alevi hareketi yurt içinde ve dışında iki büyük federasyon oluşturmuş durumda. Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu ve Türkiye’de 2002 yılında oluşturulan Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) hareketin iki ana ayağını o- luşturuyor. Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Hacı Bektaşi-ı Veli Vakfı gibi örgütler bu platform içinde yer alıyorlar. ABF Kumluş Sürecinde amaçlarını şöyle belirlemişti:
“Diyanet’e olan devlet desteğinin kaldırılması.
Mecburi din derslerinin kaldırılması.
Etnik köken ve inanç hâkimiyetine son verilerek, vatandaşlık hukukunun genişletilmesi.
Laikliğin eksiksiz olarak tatbik e- dilmesi.
Yasalarda eşitlik ilkesine ve Anaya- sa’nm amir hükümlerine aykırı olan yasaların yürürlükten kaldırılması.
Devletin yönetim kadrolarında Ale- vi-Sünni ayrımının yapılmaması.
Alevi yerleşim yerlerine yapılan
4 0
EYLÜL-EKİM 2006 C jo l
baskılann kaldınlması.”
2001 yılında ifade edilen bu talepler bütünüyle demokratik niteliktedir. Çünkü sorunu Alevi cemaatinin sistem içinde yer edinmesi perspektifinden değil genel olarak demokrasinin geliştirilmesi açısmdan ele almaktadır. ABF, kuruluş ilkeleri itibariyle kendisini Türkiye’deki genel demokrasi mücadelesinin bir bileşeni olarak tanımlamıştır. Ancak siyaset sadece genel ilkelerin ya da taleplerin belirlenmesinden ibaret değildir. Demokratik Alevi hareketi içersinde yapılan kimi ideolojik/teleolojik ve siyasi tartışmalar onu çeşitli düzen içi güçlere yedekleme riski de taşımaktadır.
1990’h yıllarda gelişirken devletin Alevi hareketine yönelik iki yönden müdahalesi oldu. Birincisi Kürt hareketine karşı Aleviliği Türk milliyetçiliği zeminine çekmek; İkincisi ise yükselen Siyasal İslam’a karşı Aleviliği MGK çizgisinin kitle tabanı haline getirmek. Özellikle 28 Şubat sürecinden sonra Siyasal İslam’la ordu arasındaki iktidar çekişmesi laik-şeriatçı çekişmesi görünümüne büründürülerek çeşitli halk kesimleri MGK’nm arkasmda hizaya geçirilmeye çalışıldı. Aleviler, bu süreçte ordu ve çeperindeki siyasi güçlerin üzerine oynadığı toplumsal grupların başında geliyordu. Ancak ordunun ve başta CHP olmak üzere sözde laiklik ekseninde hizaya gelmiş partilerin Alevileri kendi çizgisine çekme politikası Alevi- lere yasal haklarının tanınması yönünde bir tavize değil, sadece “biz olmazsak şeriatçılar gelir” gibi bir korku politikasına dayanıyordu. Sivas Katliamı’mn a- nısı ve İslami grupların faşizan eğilimleri bu korku politikasının hayat bulması için uygun bir zemin oluşturuyordu. Oysa 2 Temmuz Sivas katliamında kışkırtılmış İslamcı kitleyi saatlerce izleyen devletin kolluk güçleriydi. Hangi o- daklann ne ölçüde rol aldığı henüz tam olarak aydınlatıl(a)mamış olan 2 Temmuz Katliamı’nda asıl sorumluluğu devlete yüklemek gerekirken sadece tetikçiler öne çıkarıldı. 1980 öncesinde yaşanan Alevi kıyımlarının faili çok netti, devletin kontrgerilla birimleri ve MHP. Bu yüzden Aleviler de her zaman güçlü bir anti-faşist bilinç var olmuştur. 2 Temmuz’un arkasından ise anti-faşist bilinç görece belirsizleşirken anti-Îs-
lamcı bir duruş öne çıkmaya başladı.
Bugün gelmen aşamada laik-şeriatçı gerilimi AKP ile ordu ve onun çizgisindeki siyasi partilerin arasındaki iktidar kapışmasının çarpıtılmış bir görüntüsünden ibarettir. Ne AKP iddia edildiği gibi “şeriatçı” bir partidir ne de ordu ya da CHP gerçek anlamda laiktir. Alevile- rin iktidar odaklarından birine yanaşarak kendi varlığım güvenceye alması mümkün değildir, Aleviliği bir “sorun” haline getiren kuruluşundan itibaren devletin kendisidir. Aleviler ancak gerçek demokrasinin hayata geçtiği bir ülkede kendi inançlannı özgürce yaşayabilir ve kendilerini güvende hissedebilirler. Ordu’nun ya da düzen partilerinin hiç birinin böyle bir hedefi olmadığına ve olamayacağına göre Alevilerin bu güçlere yanaşarak özgürleşmeye çalışmalarından daha büyük bir yanılsama olamaz.
Son yılların başka bir yanılsaması i- se Avrupa Birliği’ne bağlanan büyük u- mutlardır. Önemli bir kısmı yurt dışındaki demeklerde etkinlik gösteren ABF yöneticileri AB bürokratları ile yakın i- lişkiler kurarak hükümet üzerinde baskı oluşturmaya çalışıyorlar. Kuşkusuz AB’ye üyelik sürecinin yaratmış olduğu kimi imkânları Alevi örgütlerinin değerlendirmesi son derece meşradur. Ancak buradaki problem hak ve özgürlüklerin asıl olarak Alevilerin kendi örgütlü gücüne ve diğer demokratik güçlerle yapa
cakları ittifaklara bağlı olduğunun zaman zaman göz ardı edilmesidir. Bütünüyle AB sürecine endeksli bir hak ve özgürlük beklentisi yeni hayal kırıklıkları yaratmaktan başka bir işe yaramayacaktır. Son 2 Temmuz mitingleri, ABF’nin örgütlenmesinde belli ölçüde bir toparlanma olduğunu ortaya koysa da bunun henüz milyonlarca Alevinin varlığı hesaba katıldığında cılız bir örgütlenme olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Aleviler ve İslam2000Ti yıllarda gündeme gelen tar
tışmalardan birisi de Aleviliğin İslam dini içinde olup olmadığı meselesidir. Muhafazakâr çizgide olan kurumlar, kesin olarak İslam içi bir duruşu savunmakta, hatta Aleviliği “İslam’ın özü” ya da “Türk İslam’ı” olarak tanımlamaktadır. Demokratik Alevi Hareketi içersinde ise farklı görüşler söz konusu olmakla beraber en azmdan ABF yönetiminde ağır basan görüşün Aleviliği İslam dışı ya da İslam’ı aşan enginlikte bir inanış olarak görmektir. Alevi teolojisini ilgilendiren bu tartışmayı burada derinleştirecek değiliz. Bu asıl olarak Alevi inancına sahip insanların karar vereceği bir konudur. Bizim açımızdan önemli olan Alevi teolojisiyle ilgili görülen bu tartışmanın hangi siyasi koşular altmda ortaya çıktığı ve ne gibi siyasi sonuçları o- labileceğidir.
41
C J O İ EYLÜL-EKİM 2006
Aleviliği İslam’dan bağımsız bir din olarak tanımlamanın Türkiye için son derece radikal bir yaklaşım olduğu açıktır. 20 yüzyıl boyunca ülkedeki tüm gayri Müslimleri tehcir, mübadele, katliam vb. yöntemlerle ortadan kaldırıp nihayet nüfusun yüzde 98’inin Müslüman olduğunun gururla ilan edilebildiği bir dönemde önemli bir nüfus kesiminin “biz Müslüman değiliz” diye ortaya çıkması resmi ideoloji açısından büyük sıkıntı yaratacak bir gelişme. Bunun devletin asli ideolojisi olan Türk-îslam sentezine indirilen bir darbe olduğu düşünülebilir. Ancak bu, işin sadece bir yüzüdür. İslam dışı Alevilik anlayışı asıl o- larak Avrupa’daki Alevi demeklerinde yaygınlaşmış bir görüştür. Ve Batı ülkelerinde İslam düşmanlığının yükselişe geçtiği koşullarda yüksek sesle dile getirilmeye başlanmıştır. Tam da dünya ü- zerinde İslam’ın emperyalizme karşı direnişin dili olmaya başladığı bir dönemde Aleviler İslam’ın dışında olduklarını yüksek sesle dile getirme ihtiyacı duymaktadırlar. Dünya ölçeğinden baktığımızda zamanlama açısından bu çıkış siyasi olarak büyük handikaplar barındırmaktadır. Ülke içindeki Alevi nüfusun duyarlılıkları ve çekinceleri açısından da politik olarak dikkat edilmesi gereken bir konudur. Aslında asıl amaç Ale- vilerin hak ve özgürlüklerinin elde edilmesi olduğuna göre, Alevi inancının İslam'ın içinde ya da dışında olmasının çok fazla bir önemi de yoktur.Mesele somut taleplerin elde edilmesidir. İnançlarını nasıl yorumlayacakları Alevilerin kendi iç meseleleridir.
Aleviler ve Türk milliyetçiliği
Son olarak Türkiye’de son bir buçuk yıldır kışkırtılan şovenizm Alevi kitlesinde de belli ölçüde etkili olmuştur. Kemalizm’in Aleviler içindeki etkisi daha önceki dönemlere kadar u- zansa da son zamanlarda kışkırtılan şovenizm Mustafa Kemal sevgisinin çok ötesinde bir milliyetçilik anlamına gelmektedir. Barış Radyo’nun gecesinde
Toplumsal Barış Ödülü’nün “Çılgın Türkler” kitabının yazarına verilmesi, bazı Alevi demeklerinin Aleviliği Türk Müslümanlığı olarak tanımlaması Aleviler içinde milliyetçi eğilimin göstergeleridir.
Aleviliği bir Türk inancı olarak yorumlamak Alevilerin Kürt hareketine mesafeli durmasını sağlamak amacıyla 1990Tı yıllarda geliştirilen bir tezdir. MHP gibi Alevi katliamlarında başrol oynamış bir partinin bu tezin üretilmesinde özel bir çaba sarf etmiş olduğunu unutmamak gerekir. İslam’ın içine sığ- dırılamayan Aleviliğin Türklüğe sığdırılması çok daha zor olsa gerek.
MHP gibi tescilli faşist partilerin Aleviler içinde güçlü etkiler yaratması mümkün gözükmese de Alevileri Türk milliyetçiliğine çeken asıl kanal CHP’dir. 1970’li yıllarda popülist politikalarıyla ve “sol” imajıyla emekçi kesimlerin oylarını toplayan CHP Alevi- lerden de büyük destek görmüştü. Bugün de Alevilerin büyük bir kesimi sağ partilere karşı oylarını CHP’ye ya da DSP’ye vermektedir. Ancak bu partiler zorunlu din derslerine son verilmesi ya da Diyanet’in kaldırılması gibi taleplerin yakınından bile geçmeye niyetli gö
rünmemektedirler. Ne sosyal devletle ne de demokrasi ile alakası olmayan bu düzen partilerinin Alevilere verebileceği hiçbir şey yok. Yıllardır Alevi oylarını sömüren bu partileri sağa karşı desteklemek de artık geçerli bir politika olamaz, çünkü CHP Türkiye’nin en sağcı partilerinden birisi durumuna gelmiştir. Sol, eğer insanlığın evrensel değerleri olan eşitlik ve özgürlük ideallerinin gerçekleştirilmesinin siyaseti i- se ne artık MHP çizgisine gelmiş olan bir CHP’nin ne de diğer düzen partilerinin solla bir ilgisi yoktur.
Son sözAlevilik düzen içi güçlerin dönem
sel politikalarına bağlı olarak kimi zaman “gerçek İslam” denilerek Sünnileş- tirilmeye çalışıldı; kimi zaman “laikliğin sigortası” denilerek İslamcılara karşı generallerin arkasmda saf tutması istendi; kimi zaman “Türk dini” ilan edilerek Kürt hareketine karşı Türk milliyetçiliğine çekilmek istendi. Bütün bu mani- pülasyonlar sırasında Alevilerin demokratik talepleri ise devlet ve düzen partileri tarafından görmezden gelindi.
Bugün Aleviliğin öz değerlerine bağlı kalarak özgürleşmesi, haklı taleplerinin hayata geçmesi Türkiye’de köklü bir dönüşüm gerçekleştirilmesine bağlıdır. Mevcut siyasi denklem içersinde A- levilik için bir çözüm yok. AB yolu ile taleplerin karşılanacağını düşünmek ise fazla iyimser bir beklenti olacaktır. Türkiye’deki mevcut iktidar yapısı kökünden sarsılmadan Alevi kimliği üzerindeki baskı yeni yöntemlerle sürdürülecektir. Aleviliğin özgürleşmesi Türkiye’nin özgürleşmesinden geçiyor. Aleviler ancak demokrasi mücadelesinin tutarlı bir bileşeni olarak kendi hak ve özgürlüklerini kazanabileceklerdir. Tüm ezilen gruplarla (Kürt hareketi, smıf hareketi,
kadın hareketi, sosyalist örgütler) gösterilecek demokratik dayanışma Aleviliğin özgürleşmesi açısından düzen içi güçlerle yapılan kötü pazarlıklardan bin kat daha fazla değerli olacaktır.
Bugün Kürt hare* ketine düşmanlık ya
da anti-lslamcı bir duruşla mevcut düzen içinde yer kapmaya çalışmak devletin böl-parçala yönet politikalarına alet olmak anlamma gelecektir. Bu gün devletin hiçbir kurumu ya da hiçbir düzen partisi Alevilerin taleplerini karşılayacak bir programa sahip değildir. Ancak gerçek özünden koparılmış bir Alevilik devlet katlarında kabul görebilir. Bu ise Hızır paşalann gittiği yol değil midir?
Pir Sultanların yolu ise 72 milletten ezilenlerin zalimlere ve zulme karşı birlik ve dayanışmasından geçiyor.
Aleviliği bir Türk inancı olarak yorumlamak Alevilerin Kürt hareketine mesafeli durmasını sağlamak amacıyla 1990 'iı yıllarda geliştirilen bir tezdir. MHP gibi Alevi
katliamlarında başrol oynamış bir partinin bu tezin üretilmesinde öze| bir çaba sarf etmiş olduğunu unutmamak gerekir. İslam'ın içine sığdırılamayan Aleviliğin
Türklüğe sığdırılması çok daha zor olsa gerek.
4 2
Fr a n s a , ş il i , Yu n a n is t a n ...
Neoliberalizmi değerlendirirken Anne Gray "Sermaye, emeği musluktan akan su gibi istiyor" diyor. İstediği zaman açacak, istediği zaman kapatacak.
Ancak Şili'de, Yunanistan'da, Fransa'da milyonlarca genç geleceğine sahip çıkacağını gösterdi. Belki her ülkenin kendi yolları var, ama her biri
sonunda hedefi vurmayı biliyor.
Hakları için sokağa çıkan, polisle çatışan, üniversiteleri işgal eden, ülkelerinin gündemini belirleyen milyonları uzun zamandır unutmuştuk. Ancak bu yıl içinde üç ayrı ülkede peşi sıra gelişen öğrenci eylemleri, ‘68 yeniden mi?’ dedirten bir güçle, dünyanın gündemine Oturdu.
Başını Şili’de ortaokul-liselilerin, Fransa’da liselilerin, Yunanistan’da i- se üniversitelerinin çektiği milyonlarca genç, ailelerinin, öğretmenlerinin, işçi sendikalarının desteğini peşlerine takarak en zorlu tasarılarımızdaki eylemleri hayata taşıdılar.
Televizyondan doğru dürüst bir şey öğrenme şansımız olmadığı için hepimizin internetten takip etmeye çalıştığı bu sürecin belki de en önemli yanı neoliberal saldırıya karşı üç farklı ülkede birden yükselen bir ses olması. Her ülkede öğrencileri sokağa taşıyan asıl neden eğitim-çalışma haklarına saldırı niteliğindeki yasaları ya kaldırtmak ya da bu yasaların çıkmasını engellemekti. Eylemler, doğallığında her ülkenin kendi tarihsel koşullarının etkisini taşısa da asıl olarak ‘Sermayenin kölesi olun!’ diyenlere bir cevap.
“Bizimle misin?” / Şili1990’da faşist diktatör Pinochet
iktidarı bırakmadan 1 gün önce Şiirinin eğitim yasasını tümüyle değiştirdi. Pinochet’nin iktidarı bırakmak zorunda kalmasına 1 gün varken, halkına atacağı bu son kazığa bu kadar değer vermesi bile, yoksulları eğitimden tümüyle dışlayan bu yasa hakkında bir fikir verebilir sanırız.
Voucher Sistemi olarak bilinen ve
neoliberal politikaların eğitimdeki ilk uygulamalarından birini oluşturan bu sistemin fikir babalığı, neoliberal politikaların ideolojisinin oluşturulmasında da önemli bir rol oynayan Fried- man’a ait. Özetle devlet okullarının yerel yönetimlere devredilmesine ve ardından özel okullarla rekabete sokulmasına dayanan sistem aslında devlet okullarının da özelleştirilmesinin yolunu açıyordu. Bu sürecin sonunda Şili’de devlet okullarının %80’i özelleştirilmiş, devletin eğitime ayırdığı pay hızla düşürülmüştür. Bugün Şili’de yoksul öğrenci başına 73 dolar harcanırken, bu rakam zenginlerin okullarında 385 dolara çıkmaktadır. İşte Şili’de milyonlarca öğrenciyi sokaklara döken yasanın böyle bir tarihi var. Zaten öğrencilerin temel talebi de bu yasanın kaldırılması ve eğitime ayrılan payın artırılmasıy- dı. Yani neoliberal saldırının ellerinden aldığı, herkesin yararlanabildiği nitelikli eğitimi öğrenciler geri istedi.
16 milyonluk Şili’de bu süreç boyunca 600 binden fazla ortaokul- lise öğrencisi ve 300 binden fazla ü- niversite öğrencisi sokağa çıktı, o- kulları işgal etti, polisle çatıştı. İktidara gelirken “Sizinleyim!” sloganını kullanan hükümet başkanı Bache- let’e “Bizimle misin?” diye sordu gençler, “öyleyse bu yasayı kaldır, taleplerimizi kabul et...” Öğrencilerin eylemlerine destek için yapılan grevlere Şili’de 1 milyondan fazla kişi destek verdi. Yani Şilili öğrenciler son 40 yılın en büyük eylemlerini gerçekleştirerek haklarını aradılar. Ve şimdi talepleri kabul edilmiş durumda.
Zito Katalipsi: “Yaşasın İşgal” / Yunanistan
ABD’nin sosyalist hareketlerin güçlenmesini önlemek için darbe yapılmasına destek verdiği birçok ülke vardır. Şili ve Türkiye gibi, Yunanistan da bu durumdan nasibini almış ülkelerden biri. Ancak bizden farklı olarak Yunanistan tarihinde bu darbe süreci halk ayaklanmasıyla son buldu, bu yüzden sosyal hakların hala yasal zeminlerde de karşılığı var. Yunan burjuvazisinin özellikle sosyal hakları tırpanlamaya dönük geç kalmışlığı halkın geçmişinden getirdiği bilinçle yakından ilgili. Yine faşist diktatörlükten çıkış sürecinde öğrencilerin ö- nemli bir rol oynamış olması, öğrencilerin sosyal haklarını korumasının hala geniş bir meşruiyet zemini olmasını sağlıyor.
Yunan burjuvazisi özellikle sosyal devleti tırpanlama konusunda diğer ülkelerdeki adımlara ağzı sulanarak bakıyor (özellikle de bizdeki en geniş saldırıların bu kadar sessiz sedasız geçirilmesine gıpta ediyor olsa gerek!). İşte Yunanistan’da on binlerce öğrenciyi sokağa döken yasa tasarısı aslında Yunan burjuvazisinin eğitimdeki talepleri şeklinde okunabilir. Bize şaşırtıcı gelse bile Yunanistan’da özel ü- niversitelerin kurulması yasak (1990’a kadar bizde de geçerliydi) ve polis üniversitelere giremiyor.
Ders kitaplarının ücretsiz olmaktan çıkarılmasını, okullarını 2 seneden fazla uzatan öğrencilerin okuldan atılmasını, polisin üniversitelere girebilmesini ve en önemlisi özel üniversite kurulmasına izin verilmesini içeren
C jO İ EYLÜL'EKİM 2006
taslak, neoliberal saldırıyı Yunanistan’da kurumsallaştırmaya dönük ö- nemli adımlar içeriyor. Ancak eğitim haklarına dönük bu saldırıya yunanlı arkadaşlarımız, ülke çapındaki üniversitelerin %80’ini işgal ederek cevap verdiler. Atina, Selanik, Ionna, Patras, Girit gibi önemli şehirlerde, e- ğitimin %90’lara varan bir oranda durması sağlandı. 11 milyonluk Yunanistan’da birçok işçi ve öğretmen sendikası öğrencilere destek için greve çıktı. Haziran başında yapılan mitingde 100 binden fazla üniversite öğrencisi Atina sokaklarını salladı. Avrupa Sosyal Forumu sırasında hepimizi şaşkına çeviren Yunan polisinin saldırmazlığı bu kez bizim çevik kuvveti aratmıyordu. Yüzlerce öğrenci ağır biçimde yaralandı. Ancak öğrenciler yasa tamamen geri çekilene kadar eylemlerine son vermeyeceklerine dile getirdiler. Herkesin nitelikli ve ücretsiz eğitim almasını, herkes için çalışma koşullarında iyileştirme ve iş güvencesi isteyen komşularımız, Yunanistan hükümetinin yasayı geri çekmesini sağladı.
Sorbonne yeniden... / Fransa
Şili ve Yunanistan’dan farklı olarak, Fransa’da neoliberal saldırılar bu kez gençleri çalışma yaşamında hedef tahtasına oturtmuş durumda. Avrupa genelinde işsizlik oranının en yüksek olduğu ülkelerinden biri olan Fransa’da, işsizlik özellikle gençler arasında çok yaygın, (yüksek okul bitirdikten sonra hala işsiz olanların oranı %23). Fransız burjuvazisinin uluslararası rekabette daha iyi bir yer edinmek için öne sürdüğü temel talepse çalışma yaşamının daha fazla esnekleştirilmesi. İşte Fransa’da milyonlarca öğrenciyi sokağa döken CPE (İlk İş Sözleşmesi) burjuvazinin bu talebini yerine getirmeye dönük bir adımdı.
CPE, 26 yaşından küçük olan gençlere ve yirmiden fazla çalışanı o- lan şirketlere dönük bir düzenleme. Bu sözleşmeye göre 26 yaş altındaki çalışanlar için normalde 2 ay olan deneme süresi 2 yıla çıkarılıyor ve bü i- ki senelik dönemde işveren çalışanla
rı hiçbir sebep göstermeksizin işten çıkarılabilecek. Yani CPE iş güvencesini tamamen yok ediyor. Hükümetin adeta çocuk kandırırcasma “iş bulma olanağını artıracağını” iddia ettiği bu yasaya öğrenciler Paris’te 1 milyonu, ülke genelindeyse 3 milyonu aşkın kişinin katıldığı eylemlerle cevap verdiler. Ünlü Sorbonne Üniversitesi, 1968’den beri ilk kez yeniden işgal e- dildi. Şili ve Yunanistan’daki gibi işçi sendikalarının, öğretim üyelerinin ve ailelerin desteğini alan öğrenciler, sadece CPE’nin geri çekilmesinin sağlamadı, Fransa’da hayatı durdurdu denebilir.
Üstte eylemlerin gelişimini verirken de anlatmaya çalıştığımız gibi bu eylemlerin çok temel bir ortak noktası var, her biri neoliberal saldırıya karşı bir ortak duruşun ifadesi. Ancak tarihsel süreçler açısından farklı zeminleri ifade ediyorlar. Bu açıdan özellikle Şili ve Fransa arasındaki süreçlerin farklılığını kavramak anlamlı olur sanırız. İlk olarak, süreci en ağır biçimiyle yaşamış olan Şili’de eylemcilerin yaşının ortaokul seviyesine dek inmesi bir tesadüf değil, çünkü Şili ö- zelleştirmeleri en dip noktasına kadar yaşamış, neoliberal politikaların adeta laboratuarı olarak kullanılmış bir ülke. Benzer durumlar birçok Latin A
merika ülkesi için de geçerli, zaten .Latin Amerika’da esen sol rüzgârın bu tarihle de doğrudan bağı var.
Tersinden, açık ki, Fransa’nın yakın tarihinde Şili halkının yaşadığı gibi bir yoksulluk süreci yok, tersine u- zunca bir dönemi sosyal devletin ku- rumsallaştırıldığı bir ülke olarak geçiren Fransa, halkına en azından ekonomik anlamda, güçlü bir sosyal hak yelpazesi sundu. Bu Fransız burjuvazisinin iyi niyetiyle bağlantılı bir durum olmasa da sonuçta Fransız halkı uzunca bir dönemi bu biçimde geçirdi. Ancak bugün, burjuvazinin CPE i- çin orta koyduğu şiddetli talep, sürecin kapitalist merkezler açısından da nasıl bir noktaya evrildiği konusunda iyi bir örnek oluşturuyor. Zira Fransa’da gençler arasındaki işsizliğin bu derecede yüksek rakamlara ulaşmasının temel nedeni, uluslararası sermayenin yatırım alanı olarak sürekli u- cuz iş gücünün olduğu alanlara yönelmesi. Bunun yanında, artık sermaye kapitalist anayurtlardaki işgücünün de bu çerçevede biçimlenmesini istiyor, yani Fransız halkına da “Rahat günler geride kaldı, iş gücünün ucuzlayacağı, iş güvencesinin ortadan kalkacağı bir sisteme hazırlanın” diyor. Ancak güçlü bir sosyal hak geleneği olan Avrupa halkları bunu o kadar da kolay
4 4
EYLÜL'EKİM 2006 CJOİ
kabul etmeyeceğe benziyor.
* * *
Eylemlerin arka planını bir yana koyarsak, gerçekleştiriliş tarzı ile ilgili dikkat çeken birkaç noktaya da değinmek gerekli. Bu konuda özellikle Türkçe’ye çevrilen bilgiler oldukça sınırlı. Yani öğrencilerin nasıl bir örgütlülük oluşturduğuna dair bütünsel bir tablo sunabilmek zor. Ancak özellikle Fransa’da öğrenci sendikalarının işin örgütlenmesinde-yürütümünde ö- nemli bir rol üstlendiği görülüyor. Benzer bir durum Şili Ulusal Lise Öğrencileri Konseyi için de geçerli. Yunanistan’da ise koordinasyonu Ulusal İşgal Komiteleri sağladı.
Bu yapıların oluşumunda yine her ülkenin kendi mücadele geleneği etkisini gösteriyor, Fransa ve Şili’de yasal bir zemini de bulunan, belli ölçüde yasal olarak öğrencilerin temsil kuruluşları olan yapılar ön plana çıkarken Yunanistan’da daha çok sol ve anarşist örgütlerin öncülük ettiği bir ittifak zeminin oluştuğu söylenebilir.
Geniş öğrenci kitlesi işin doğası gereği amfi-okul vb çapta düzenlenen toplantılarla sürecin yürütümüne dahil oldular. Öğrencilerin kendi hakları konusunda sözlerini söyledikleri bu zemin, süreci birebir oluşturan yeni bir örgütlenme biçiminden çok, sürecin doğal bir ürünü olarak oluşsa da, her ülkenin kendi sürecini anlattığı çeşitli röportajlarda özellikle vurgulanan noktayı oluşturuyor. Bir reçete gibi algılanmaya açık yönleri olsa da, bu vurgu, kitle hareketinin doğasına ve yürütümüne dair sadece Fransa, Şili ve Yunanistan’a değil, tüm dünyadaki öğrenci hareketine önemli bir deneyim sunabilecek nitelikte.
* * *
Neoliberalizmi değerlendirirken Anne Gray “Sermaye, emeği musluktan akan su gibi istiyor” diyor. İstediği zaman açacak, istediği zaman kapatacak. Ancak Şili’de, Yunanistan’da, Fransa’da milyonlarca genç geleceğine sahip çıkacağım gösterdi. Belki her ülkenin kendi yollan var, ama her biri sonunda hedefi vurmayı biliyor.
Bu 6 Kasım kaç kişi oluruz? / Türkiye
Eylemler, doğru düzgün haber alamamanın ve sanırız kendi öğrenci hareketimizin, tarihinin en kötü dönemlerinden birini yaşıyor oluşunun getirdiği psikolojiden kaynaklı olarak bizde asıl olarak iki biçimde yankı buldu. İlki, bize bir şey öğretir mi ile reçete bulma sevdası arasında gidip geliyordu, i- kincisi ise uzaklığı (hem km. olarak hem de şartlar olarak) içselleştirilmiş bir haber okumaydı. Samimiyetle düşünüldüğünde ikisinin de çok yadırganacak bir yönü yok sanırız.
İlk çaba elbette daha değerli, yani bu süreçten kendimiz adına özellikle yeni dönemin örgüt/örgütlenme sorunlarına dönük olarak bir şeyler öğrenip öğrenemeyeceğimizi anlamaya çalışmak önemli bir yerde duruyor. Ancak üstte belirttiğimiz kısıtlı ve vurguların ötesine geçmeyen, bu yüzden de öğrenmeye de çok açık olmayan bilgiler, süreci ancak karikatürize edebilecek yorumlara neden oldu. “Öğrenci sendikacılığı” ve “kitle toplantısı” vurguları böyle bir zeminde, genel doğruları tekrarlamaktan öte bir ufuk açmayan çabalar olarak sürecin yansıması oldu. İkinci yaklaşım ise
süreci daha çok propagandif tarzda haberleştirerek ajitasyon nammabiraz olsun sebeplenebilmekti. Kendimizin de tamamen dışında olmadığı bu iki durum, aslında asıl sorunla, yani Türkiye’deki öğrenci hareketinin sorunlarıyla bağlantılı bir sonuç.
Hareketin sorunları oldukça uzun bir yazının konusu olsa da sadece dikkat çekmek için şu vurguyla tamamlamak yerinde olur sanırız. Belki kitlesellik olarak bu kadar geniş bir kapsam taşımasa da, bizim yakın tarihimizdeki en geniş ve kazanımla biten süreç olan 96 ’nın üzerinden 10 yıl geçtiğini hatırlamakta yarar var. Hareketin meşruiyetini tüm kesimlere yaydığı bir süreci nasıl bu kadar kolay harcadığımız, sanırız Fransa, Şili ve Yunanistan’daki kurumsallaşma düzeylerine bakarak yanıt vermemiz gereken bir soru arz ediyor. Bugün, aslında temeline dair bir şey bırakmadığımız bu sürecin varsayımları üzerinden bir yere varamayacağımız açık, ancak 96 sürecini, nerede kaybedildiğine ve nasıl harcandığına dair çıkarılan dersleri öne çıkararak değil, salt a- jitasyon malzemesi olarak algılayan bilinci bugün dahi taşıyor oluşumuz, önemli bir sorun olarak halen karşımızda.
45
Te ş k İlat-i m a h s u s a ’d a n
DERİN DEVLETE
SÜREKLİLİĞİ GÖREBİLMEKM. Sinan
Milliyetçi şahlanışın ve sola da sirayet etmeye başlayan ulusalcı faşizan yaklaşımların karşısına daha sağlam ideolojik argümanlarla çıkabilmek için İttihat ve Terakki, Teşkilat-ı Mahsusa gibi Türkiye cumhuriyetinin öncüsü olmuş örgütlerin tarihlerini daha iyi bilmek ve anlamak durumundayız. Enver ve Talat Paşaların yeniden ulusal kahraman seviyesi
ne sıçratılmaya çalışıldığı şu günlerde buna daha çok ihtiyacımız var.
bir bakmak ve bu çerçevede derin devletin öncüsü Teşkilat-ı Mahsusa i- le bugünkü kontrgerillamn farklılık ve benzerliklerine bir göz atmak istiyoruz. Belki yeni okumaları tetikle- yen bir başlangıç yapmayı başarabiliriz.
Gerçekten de Teşkilat-ı Mahsu- sa’nın doğasından ve birikiminden yola çıkarak bugüne dair kimi akıl yürütmeler yapabilmek mümkün.
Teşkilat-ı Mahsusa, 1913 yılında Babıâli baskınıyla Osmanlı iktidarı tam olarak İttihat Terakki’nin eline geçtikten sonra Enver Paşa tarafından kurulan bir örgüt. Özellikle 1911 Trablusgarp Savaşı’nda yürütülen çeteci, gerillacı pratiklerde pişen, daha sonra bu deneyimlerini Balkan Sava- şı’nda da yoğun olarak kullanan kadroların yönetim kademelerinde bulunduğu bir örgüt. Silahşor, maceraperest ve milliyetçi/lslamcı kadrolardan oluşmakta. Fakat o kadar büyük bir hızla büyüyor ki sadece militarist kadrolarla da sınırlı kalmıyor. İçinde doktorlardan, yazar çizerlerden (örn. Mehmet Akif) din adamlarına (Fetul- lah Gülen’in bağlı bulunduğu Said-i Nursi) mühendislere kadar toplumun birçok kesiminden insanı barındırıyor ve teşkilat hakkında en kapsamlı çalışmayı yapan Philip H. Stod-
Ülkemizin bir geleneği var. Politik atmosferde gerilim artmaya başlar başlamaz “derin devlef’in varlığı ve etkinliği olaylar üzerine rengini vermeye başlıyor. Siyasi tarihin neredeyse tüm dönüm noktalarında resmi olmayan, fakat devletin tam da merkezinde sayılması gereken kimi oluşumların bir anda aktive olduğunu ve süreçlere müdahale etmeye başladı
ğını görüyoruz. Bu genellikle Şemdinli bombası ve Danıştay suikastı örneklerinde olduğu gibi kanlı ve ses getirecek askeri müdahaleler şeklinde olabildiği gibi son dönemde ortaya pıtrak gibi dökülen “ulusalcı, Kemalist, paramiliter” sivil (!) toplum kuruluşlarının örgütlenmesinde olduğu gibi farklı biçimler de alabiliyor. Eylül sonrasında Ortadoğu tam hız
karışmaya devam e- derken, Türkiye’de Cum hurbaşkanlığı seçimleri yaklaşırken ve Kürt sorunu daha da kızışırken herhalde derin devletin daha birçok icraatı ile karşılaşacağımızı düşünebiliriz.
Bu yazıdaki a- macımız kapsamlı devlet/derin devlet tartışmalarına girmek değil. Zaten konu üzerinde yeterli bir birikimimiz olduğu da söylenemez, ancak kimi güncel olgulardan/inanışlar- dan yola çıkarak geçmişe, OsmanlI’nın son günlerine
46
EYLÜL'E Kİ M 2006 CJOİ
dard’ın verdiği bilgilere göre üye sayısı 1916’da 30 bin kişiye ulaşmış durumda. Dolayısıyla OsmanlI’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçilirken bu örgütün oldukça etkin bir güç olduğunu düşünmemizi sağlayacak oldukça fazla veriye sahibiz. “Doç. Dr. Zekeriya Kurşun’un arşivde bulduğu el değmemiş belgeler sayesinde İttihatçıların, Teşkilat-ı Mahsusa’ya paralel bir sivil örgüt kurduğu belirlendi. Cemiyeti Hayriye-i İslamiye adıyla oluşturulan bu sivil cemiyet Medine’de bir İslam Üniversitesi kurmayı bile başarmıştı. Teşkilatın en önemli prensiplerinden biri de, sivil ve askeri örgütlerin birbiri ile koordineli bir şekilde çalışmalarını sağlamaktı.” Teşkilat-ı Mahsusa’mn görünürdeki amacı İmparatorluğun bekasını sağlamak. Osmanlı aydınları bu işi nasıl başarabileceklerini neredeyse bir 50 yıldır düşünüp tartışmaktaydılar. Osmanlıcılık ile başlayan arayışlar Ab- dülhamit devrinde İslamcılığa, İttihat ve Terakki devrinde ise Türkçülüğe ulaşmış durumdaydı. Teşkilat-ı Mahsusa İslamcılığı da en az Türkçülük kadar yoğun olarak kullanan bir ideolojik arka plana sahip. O kadar ki halkı Müslüman olan bölgedeki neredeyse tüm ülkelerde teşkilatçılar faaliyet yürütmüşler. Hatta savaş sonrasında kurulan yeni ülkelerin bir kısmının başına geçenler bir dönem teşkilatın içinde yer alan unsurlardan çıkmış. “Teşkilat-ı Mahsusa içinde çeşitli etnik kökenlere sahip idealist subayların yanı sıra yüzlerce aydın, şeyh ve din adamı yer alıyordu. Bedi- üzzaman Said Nursi’den Mehmet A- kif’e, Dürzi prens Emir Şekip Ars- lan’dan Mısırlı Şeyh Abdulaziz Ça- viş’e, Tunuslu Şeyh Salih Şerif et- Tunusi’den Libyalı Şeyh Ahmet es- Sunusi’ye, Hintli Muhammed Bere- ketullah Efendi’den Ebul Kelam A- zad’a, Pakistan’ın ilk devlet başkanı Muhammed Ali’den kardeşi Şevket Ali’ye, İbnürreşid’den Şeyh Meh- di’ye pek çok ünlü isim TeşkilatTa bir şekilde ilişkiliydi.” Dolayısıyla İslamcılar da teşkilatı sahiplenme noktasında ırkçı faşistler kadar yoğun bir çaba içerisindeler. Bu kesimlerde teşkilatı, İslam birliğini sağlamak i-
çin uğraşan insanlar topluluğu gibi görme eğilimi mevcut. Buradan da ülkemiz İslamcılarının, devletle henüz ideolojik anlamda dahi hesaplaşma noktasında olamadıkları gibi bir sonuca varabiliriz.
Teşkilatın çok öne çıkan bazı i- simleri var. Kuşçubaşı Eşref, Yakup Cemil, Süleyman Askeri bunların başta gelenleri. Bu adamlar gerçekten de çok yoğun bir askeri mücadelenin
içinde olmuşlar. Devletlerine müthiş bir bağlılık içindeler. Devletleri söz konusu olduğu zaman gözleri hiçbir şey görmüyor. “Komitacılık bazılarının sandığı gibi, soygunculuk, çapulculuk değildir. Aksine, vatanseverliğin en müfridine komitacılık denir. Komitacı, vatan davası karşısında her şeyini feda eden; gözünü budaktan a- yırmayan adamdır. Memleket ve milleti için, gerekirse, acımadan yakar, yıkar, öldürür. Biz de gerektikçe,
4 7
CjOİ EYLÜL-EKİM 2006
böyle hareket ettik. Kaç defa böyle vaziyetler karşısında kaldık, yapılması lazım olanı yaptık. Şimdi bakıyorum da, şu veya bu işte, cezri hareket etmemiş olsa idik, memleket kim bilir kimlerin ayakları altında kalacak ve bu şerefli millet kimlerin esiri kalmaya mahkûm olacaktı.” Bu sözleri sonradan Beşiktaş futbol kulübünün başkanlığını da yapmış olan eski teşkilat üyesi Fuat Balkan hatıratında söylemiş. Kendilerini politika üstü görürlerdi, onlara göre vatanı savunmak ile politikanın bir alakası yoktu. Vatanı savunma adına yapılanlara politik bir anlam yüklenemezdi, yaptıkları tüm vatan evlatları için en iyisini istemek anlamına geliyordu. “Bu lalettayin bir hürriyet mücadelesi de değildir. En tehlikeli sahalarda ve anlarda icap eden tedbirleri kendi şuuru ile benimseyen, mutlak müsavatın hâkim olduğu, politikadan uzak bir vatan hareketidir. Bence ona en uygun isim Teşkilat-ı Mahsusa’dır.” Teşkilat’ın ismini öneren Veteriner Rasim Bey, görüşlerini böyle destekliyor. Bu hedeflerine ulaşmak, devletlerini korumak için de kullanabile
cekleri herkesi kullanıyorlar. “Teşki- lat-ı Mahsusa hemen harekete geçti. Kuşçubaşı Sami, hapishanelerde yüz kızartıcı suçlar dışında kalan deneyimli silahşorlara af çıkartarak gönüllü müfrezelere dâhil etti. Enver Paşa, muzaffer bir komutan olarak E- dirne’ye girmesini Kuşçubaşı Eşref ve Süleyman Askeri’nin çetelerine borçluydu.” Danıştay saldırısıyla gündeme gelen Alparslan Aslan’a Cumhuriyet gazetesine bomba atılması olayında yardımcı olan kişilerin de böylesi yüz kızartıcı suçlardan sabıkalı olduklarını rahatlıkla hatırlayabiliriz. Ya da itirafçıların birçok o- perasyonda yoğun olarak kullanılması da hapishaneden yararlanma geleneğinin bir devamı olarak değerlendirilebilir. Kurtlar Vadisi dizisinin de benzeri bir senaryo ekseninde döndüğünü de unutmayalım. Derin devlet/ gayri meşru ekonomik faaliyetlerin iç içe geçmesinin daha derin sebepleri varmış gibi gözüküyor. Ama en azından şimdilik bunun tarihsel bir arka planı olduğunu hatırlamış olalım.
Peki, bu “vatanseverler” teşkilatı
ne gibi icraatlara imza atmış? Malum, teşkilatın bütün çabalarına rağmen savaştan yenik ayrılıyor OsmanlI ve parçalanıyor. İslam Birliği gibi ütopyaların da hayalden ibaret olduğu özellikle Ortadoğu’da yaşanan ko- puşmalardan sonra netleşiyor. OsmanlI Devleti yok oluyor, İslam Birliği kurulamıyor. Teşkilat’ın yaptıkları böylece buza mı yazılmış oluyor? Cevabı rahatlıkla “hayır” diye verebiliriz.
Birileri bu gün Teşkilat-ı Mahsu- sa’yı aynı günümüzdeki derin devlet için yapmaya çalıştıkları gibi, bir idealist kahramanlar birliği olarak göstermeye çalışsa da aslında bu yapılar bir nevi iç savaş örgütü gibi işlev görmüşler, görmektedirler. Devlet iktidarını elinde tutan sosyal tabakanın günün koşulları ve dengelerinde doğal yollardan, hukuk içerisinde, kısa zamanda karşılanamayacağı durumlarda bu gibi teşkilatlar bu politik hedeflerin sağlanması amacıyla aktif o- larak kullanılıyorlar. O gün için iktidarı İttihat ve Terakki içinde örgütlenmiş asker-bürokrat tabakası ile paylaşan ve yeni semirmekte olan milli burjuvazi, salt ekonominin sınırları içinde kalarak çok geç kalmış olduğu sermaye birikimi basamaklarını aşabilecek durumda değildi. Bu basamakları hızla aşabilmesi, ülke i- çinde hazır birikmiş bulunan kaynakları cebren, zorla kendi mülkiyetine geçirmesi ile mümkün olabilirdi. Bu bir nevi iç savaş anlamına gelmekteydi. Teşkilatın en aktif olarak yürüttüğü faaliyetin başında işte bu sermaye aktarımının sağlayıcısı olma gelmektedir. Sermayenin tedarik edileceği iki büyük kaynak bulunuyordu: Rumlar ve Ermeniler. İki kesimin de başına az çok neler geldiğini çok iyi biliyoruz. 1900 Terin başında 1.5 milyon Ermeni’nin yaşadığı Anadolu, büyük oranda mahsusacı çetelerin de yardımıyla yürütülen tehcir ve kırım sonucunda Ermenisiz hale getirildi. Bunların geniş servetleri, yeni palazlanmakta olan milli-Müslüman zenginleri beslemekte kullanıldı. Kuşçubaşı Eşref’in yani teşkilatın en önemli militanlarından başta geleninin tarihçi Cemal Kutay’a şişine şişi-
4 8
EYLÜLDEKİ M 2006 <_|Oİ
ne kendisini ‘Ermeni tehciriyle alakadar... Hadiselerin iç yüzünde vazife almış bir insan olarak’ takdim etmesi bu savı desteklemektedir. Yine sonradan Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı da yapmış olan Celal Ba- yar’ın İzmir bölgesinde Teşkilat-ı Mahsusa’nm aktif üyelerinden biri olduğu, amaçlarını “İzmir ekonomisini Türkleştirmek” olarak lanse ettiği bilinmektedir.Kara Kemal ise bu işin aynısını İstanbul’da savaş esnasında yapmıştı. Bu ikili Teşki- lat’ın Ticariye koluna bağlı olarak çalışmaktaydılar.Örgütün, böylesi bir biriminin bulunması dahi, sermaye birikimi sürecindeki aktif rolünü göstermesi açısından anlamlıdır.
Gelelim teşkilatın faaliyetlerinin ikinci niteliğine. “İslam Birliği” arayışının altı biraz kazınınca işin içinde başka hesaplar olduğu görünmekte. Malum, İttihat ve Terakki’nin en ö- nemli uluslararası desteği Almanya’dan gelmekte. Almanya ise dünya çapında İngilizlerle büyük bir sömürge savaşma girmiş durumda. Rusya’yı da kendisinin Doğu’ya doğru genişlemesinin önündeki önemli engellerden biri olarak görüyor. Dolayısıyla dönemin emperyalistler arası hesaplaşmalarında Almanya açısından İngiltere ve Rusya’nın zayıflatılması çok önemli bir rol oynuyor. İngiltere’nin Hindistan başta olmak ü- zere doğu sömürgeleri ile Rusya’nın hâkim olduğu Orta Asya’nın sömürgecilere karşı harekete geçirilmesi Almanya için çok önemli. Bu hareketlenmenin dayanabileceği en ö- nemli ideolojik hareket noktasının ise İslam olacağı düşünülürse, Teşki- lat’ın Anadolu dışındaki faaliyetlerinin hareket noktası da daha rahat anlaşılabilir. “İttihatçıların ittifakları doğrultusunda Teşkilat-ı Mahsusa, Almanya ile hem fınans, hem de teo- rik-pratik eylem birliği içindeydi. Kafkasya, İran, Ortadoğu, Hindistan ve Afganistan bölgelerinde önceleri
Almanlarla birliktelik sağlanmış, ancak daha somaları baş. gösteren bazı sorunlar nedeniyle bu dayanışma çözülmeye başlamıştı. Almanlar maddi gücü, Teşkilat-ı Mahsusa ise milis a- j anları sayesinde bölge halkının desteğini sağlamışlardı. Genel planlama Enver Paşa’nın Alman Genelkurmayı ile koordinasyonu sonucu gerçekleştirilmişti. Uygulama alanında ise Eş
ref Sencer’in başkanlığında Zübeyde Saplı, Ahmet Salih Harb, Hilmi Mu- sallimi ve Hamza Osman Erkan gibi serdengeçtiler yer alıyordu... Buna karşı onların Teşkilat-ı Mahsusa’dan bekledikleri şey, İslam ülkelerine saldıran Ruslara ve İngilizlere karşı beşinci kol faaliyetlerini sürdürebilmekti.” Hatta bazen İslam Birliği’nin bile ötesine geçilen durumlar yaşanmış gibi görünüyor, abartı olduğu ihtimali bulunsa da , “Hindistan’daki gizli teşkilatımız, büyük muvaffakiyetler kaydetti. Din farkı olmaksızın Müslüman-Budist-Brahman topluluklarını Müstakil Hindistan ideali etrafına toplayan teşebbüsümüze,
Gandi, Mevlana Mehmet Ali, Said Han/Mevlana Mahmut Hüseyin, Ali Şevket, Muhammed Ali Cinnah, şair İkbal, Nehru gibi mücahitler toplandı.” Küçük devletin gizli teşkilatının, son kertede emperyalist devletin çıkarlarına çalışmak zorunda olduğunun tarihsel bir ifadesi.
Sonuç olarak, Teşkilat-ı Mahsusa’nm kimi yönlerinden yola çıkarak bugünkü derin devlet icraatları hakkında düşünmek mümkün. Bugün de derin devlet, ulvi devlet çıkarlarını savunmak adına egemen sınıfın çıkar
ları adına bir iç savaş örgütü gibi çalışıyor. Bugün de ulusalcılarımızın kahraman seviyesine sıçrattıkları derin devletçiler son kertede ABD emperyalizminin tetikçiliğini yürütüyor.
Milliyetçi şahlanışın ve sola da sirayet etmeye başlayan ulusalcı faşizan yaklaşımların karşısına daha sağlam ideolojik argümanlarla çıkabilmek için İttihat ve Terakki, Teşkilat-ı Mahsusa gibi Türkiye cumhuriyetinin öncüsü olmuş örgütlerin tarihlerini daha iyi bilmek ve anlamak durumundayız. Enver ve Talat Paşaların yeniden ulusal kahraman seviyesine sıçratılmaya çalışıldığı şu günlerde buna daha çok ihtiyacımız var.
Teşkilat-ı Mahsusa'nın kimi yönlerinden yola çıkarak bugünkü derin devlet icraatları hakkında düşünmek
mümkün. Bugün de derin devlet, ulvi devlet çıkarlarını savunmak adına egemen sınıfın çıkarları adına bir iç savaş örgütü gibi çalışıyor. Bugün de ulusalcılarımızın kahraman seviyesine sıçrattıkları derin devletçiler son kertede ABD
emperyalizminin tetikçiliğini yürütüyor.
4 9
Bakü-Tiflis-Ceyhan
FAY HATTIflyş© Tcınsever
Kimi uzmanlara göre BTC eKonomiK olmaktan çok stratejik hesaplarla yapılmıştır. Boru hattından Ceyhan'a akacak petrol miktarı özünde dünya tüketim inin ancak %1'ini oluşturmaktadır. Bu anlamı İle bu petrolün böyle
kilometrelerce akıtılması İçin bunca masrafa, bunca çevre altüstlüğüne gerek var mıydı, diye bir soru sorulabilir.
Ülkemizde bir boru hattı daha a- çıldı: Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) petrol boru hattı. Azerbaycan’ın başkenti Bakü’den yola çıkan petrol, A- zerbaycan’m Ermenistan’la sınır boyunda 400 km’nin üstünde yol kat ettikten sonra, Gürcistan’ın başkenti Tiflis’e gelip oradan ülkemize giriyor. Kürt bölgelerini kuzeyden çevreledikten sonra Akdeniz’de Ceyhan limanından özellikle Avrupa’ya dağıtılmak üzere tankerlere yükleniyor.
Çeşitli yönlerden tartışmalı bir boru hattı. Ekonomik olarak, politik olarak, çevresel olarak tartışmalı. Biz bu tartışmalara girmeden önce BTC ile ilgili kaba birkaç bilgi verelim.
Dünyanın ikinci uzun boru hattı. En büyüğü Rusya’dan Baltık denizini geçerek Avrupa’ya uzanan petrol boru hattı. Cumhurbaşkanı Ahmet Sezer “21. Yüzyılın İpek Yolu” dese bile özünde ipek gibi narin değil, kaba bir ham petrol kitlesi. 1760 km boyunca güvenlik nedeni ile toprağın altına gömülmüş bir yeraltı canavarı. Dağ tepe geçerken birçok doğa güzelliklerini de tahrip etmiş durumda. Ayrıca gelecekte bir arıza veya bir sabotaj dorumunda çevreye verebileceği olası zararların neler olabileceği konusu düşündürücü. Ayrıca yol açabileceği sosyal çalkantılar cabası. Bakü’den akmaya başlayan petrol ancak 15 gün içinde bu mesafeyi kat ediyor.
BTC’nin maliyeti çok yüksek,
3.6 milyar dolar. Dünya Bankası, Avrupa Kalkınma Bankası kredi vermişler. Mülkiyeti ise çok ortaklı. A- na girişimci İngiliz dev petrol şirketi British Petrol (BP), %30.1 hissesi var. İşletimin ana sorumluluğu da o- na ait. Azerbaycan %25 hisse ile i- kinci durumda. Arkasından %8.9 ile ABD dev şirketi Unocal geliyor. ABD’nin başka iki şirketi daha var. Hepsinin hisselerini toplarsak ABD boru hattında 3. büyük hissedar oluyor. Sonra Norveç, TPAO, İtalya A- gip, Fransa Total, Itochu ve Inpex gibi iki Japon hissedarı var.
Finansman kaynağı ve hissedarlara baktığımız zaman boru hattında çıkarı olanları anlamak mümkün. Bu boru hattı tamamen Batı güçlerinin mülkiyetinde. İşin içinde Rusya yok. Ya da son zamanlarda pek çok yerde petrol alma durumunda olan Çin ya da Hindistan yok. Kanada da yok.
Boru hattının geleceğinin çok parlak olduğu söyleniyor. BTC’ye bağlanacak iki tane daha petrol alanı var. Birincisi Kazakistan’ın dev rezervleri olduğu söylenen Kaşgan yatakları Hazar denizinin dibinden Ba- kü’ye akıtılacak. Sonra gene Hazar Denizi’nin doğusunda Türkmenistan petrolleri gene denizin dibinden Ba- kü’ye ulaştırılacak. Böylece BTC ö- zünde yalnız Hazar Denizi değil, tüm Orta Asya petrollerinin Batı’ya akıtılmasınm bir yolu olacak. Orta Asya petrolü sadece Çin gibi, Hindistan gibi Asya ülkelerinin yarar
landığı bir enerji kaynağı olmaktan çıkıyor ve Avrupa insanının yada e- konomisinin yararına sunuluyor.
Bütün bunlar BTC’nin öneminin ancak bir parçası. Elbette Azerbaycan’ın petrollerini pazarlaması ülke ekonomisinin kalkınması anlamına geliyor. Batı ile bağları artıyor. Gürcistan’ın topraklarından geçen boru hattından aldığı vergiler ulusal gelirinin %1.5’unu oluşturacak. Bizim ülkemiz de boru hattından 200-300 milyon dolar yılda gelir sağlayacak. Ayrıca şimdiye kadar on binlerce insana işgücü alanı açmış olması da cabası. Bundan sonra da elbette birçok kişi istihdam edilecek. Ayrıca topraklarımızdan bir kara altın akmış oluyor.
Son olarak bir de bizim uzmanlarımız İstanbul boğazını olası tehlikelerden koruduklarını savunuyorlar. Çünkü petrolün Gürcistan’ın Karadeniz’de bir limandan gemilerle boğazlar yolu ile Batı’ya açılması planı vardı. Ancak şimdi boğaz trafiği bu dertten kurtarılmış olmaktadır. Doğu topraklarının kirlenmesi pahasına.
BTC’nin ekonomik olarak yararlarını böylesine sıralamak mümkün.
Ekonomik olmaktan çok stratejik
Kimi uzmanlara göre BTC ekonomik olmaktan çok stratejik hesaplarla yapılmıştır. Boru hattından Ceyhan’a akacak petrol miktarı ö-
5 0
EYLÜL-E Kİ M 2006 C |O İ
BTC özünde Hazar petrollerinin Rusya ve İran d en etim inden alınması için atılan bir adım dır. V e de bu
anlamıyla Batı'nm açtığı bir fay alanıdır.
zünde dünya tüketiminin ancak %1’ini oluşturmaktadır. Bu anlamı i- le bu petrolün böyle kilometrelerce akıtılması için bunca masrafa, bunca çevre altüstlüğüne gerek var mıydı, diye bir soru sorulabilir.
Hazar havzasının dünyanın bilinen ve bilinmeyen petrol rezervleri açısından Ortadoğu’dan sonra dünyanın ikinci ya da üçüncü büyük alanı olduğu düşünülüyor. Ve bu alan İ- ran dışında eski Sovyetler Birliği ülkelerinin sınırları içindedir. Sosyalizm çöktükten sonra bölge Batı güçlerinin gözlerini diktikleri bir yer oldu. Clinton öncülüğünde bu proje çok hızlı bir şekilde hayata geçirildi. Bush bölgeyi Çin’den korumak için Afganistan’a girdi ise Clinton daha “barışçıl” sayılabilecek bir şekilde bölge petrolünü Batı’ya akıtma, onu kuzeydeki Rusya denetiminden kurtarmaya hizmet etti.
Hazar havzası petrollerini Rusya kendi toprakları üzerinden, Kafkas- lar yolu ile Avrupa’ya akıtmak der- dindeydi. Ancak İran ise bu işte kendi konumunun daha uygun olduğunu savunuyordu. Haritaya baktığımız zaman gerçekten İran’ın konumunun BTC’den daha uygun olduğunu kabul etmemek elde değildir. İran projesine göre Hazar Denizi üzerinden İran limanına gelecek petroller daha kısa bir boru hattı ile istenirse Kör- fez’e ya da başka bir yolla Irak ve Suriye üzerinden Akdeniz’e akıtıla- bilecekti. Maliyet açısından bakıldığı zaman hem Rusya hem de İran projeleri çok daha akılcı bir çözümdür.
Ancak stratejik açıdan bakıldığında bu iki yolda Batı güçlerinin i- şine gelmemektedir. En başta Batı’nm enerji kaynakları açısından Rusya’ya bağımlı olmaktan tüyleri diken diken olmaktadır. İran ile de i- lişkilerin ne olduğunu yazmaya gerek yok. Günümüzde Batı enerji kaynakları üstünde bir Putin, Ahmedine- jat ya da bir Chaves görmekten çok rahatsız. Ancak bu sorunlar hep kendi politikalarının yol açtığı sorunlardır.
Sonuç olarak BTC özünde Hazar
petrollerinin Rusya ve İran denetiminden alınması için atılan bir adımdır. Ve de bu anlamıyla Batı’nm açtığı bir fay alanıdır. Zaten karmaşık bir yapısı olan Hazar havzasının petrol ve doğalgazı daha da karmaşık ve sorunlu bir alan haline gelmiştir. BTC ile bölgeye Batı burnunu sokmuştur. Bu anlamı ile ekonomik olmaktan çok kesinlikle stratejik bir boru hattıdır. Sonuçta bölge ülkeleri ve halkları böyle bir stratejik yapının gerektirdiği bedelleri ödemek zorundadırlar.
Kapitalist dünya düzeni böyle işliyor. Dünya güçler dengesi böyle şekilleniyor. İran baştan beri petrol ve doğal gazını ABD, Çin, Rusya ve AB gibi dünya güçleri arasında pazarlamaya çalışıyor. Onların kendi petrolleri üstündeki çıkar sürtüşmeleri ortasında ayakta durmak için kan ter döküyor. Başına örülen çorapları görüyoruz. Bizim gibi öyle büyük stratejik doğal kaynakları olmayan ülkelerde bu kaynakların akış yolları üstünde kendilerine bir yer, stratejik çıkarlar edinmeye çalışıyorlar ama böylece de büyük risklerin içine atı
yorlar kendilerini.
Projenin hayata geçirilme dönemlerinde Rusya kendine gelme, kendi ayakları üstünde durma, bu konuda “Batı yardım’Y alacağı hayalleri içinde dünyayı tozpembe görüyordu ya da görmek zorundaydı. Ayrı bir tartışma konusu. Ancak BTC’nin gerçekleşmesini istemediği kesindi. Eski Sovyetler Birliği üyesi Azerbaycan lideri Haydat Aliyev, Gorbaçov döneminde Sovyetler Birliği politbürosuna atanmış, sonra da fazla reformist olduğu için atılmıştı. Sovyetler Birliği parçalanınca KP ü- yelerinin gözden düşmesine rağmen mafya ile işbirliği yaparak Azerbaycan devlet başkanı oldu. Belki de bu Batı’nm daha sonra yaşayacağımız “renkli devrimlerinin” bir ilki sayılabilecek ABD destekli bir “mafya devrimi” olarak algılanabilir. Haydar Aliyev ülkesini Rusya etkisinden “kurtarıp” Batı yörüngesine soktu. Petrolünü Batı çıkarlarına sundu.
Durum Gürcistan’da da çok farklı olmadı. Zamanın Şevarnadzesi de Rusya uyduluğu yerine kurtuluşu
51
BTC boru hattı AB ve ABD'nin Kafkaslarda "çıkarlarını koruma" adı altında NATO'Iarım buraya yerleştirme ba
hanesidir. Bölgede Rusya ile hır çıkarma alanıdır. Onu baskı altına alma, ondan tavizler koparma alanıdır.
Batı’da buldu ve ülkesinden Rus askerlerinin çekilmesi ve NATO güçlerinin girmesinin yolunu açtı. Böyle- ce iki tane ülke Rusya’ya karşı Batı saflarına boylu boyunca uzanmışlardı. Bizim ülkemizin de Batı’ya yaranmak için bu İkiliye eşlik etmemesi zaten düşünülemezdi. Bizde ABD ve AB aşkı ile bu üçlüye katıldık.
Sözü geçen ülkelerin her birinin kendi komşuları ile sorunları vardır. Azerbaycan Nagorna Karâbağ nedeniyle Ermenistan ile hala savaş durumundadır. Henüz barış anlaşması imzalanmamıştır. Gürcistan ise A- bazya gibi çeşitli ayrılıkçı etnik sürtüşmelerin içindedir. Kafkaslar zaten etnik bir karmaşanın içindedir. Yeni bir Balkan olma yolundadır. Böylece Batı BTC ile yalnız Hazar petrollerine bizzat girmiş olmuyor, aynı zamanda karışık Kafkas bölgesine de yerleşiyordu. Rusya’yı güneyden kuşatıyordu. Çeçen sorununu da bu sırada aklımızın köşesinde tutalım. BE zim ülkemizde de BTC’nin çizdiği rota Kürt halkının yaşadığı bir alandır ve her an sürtüşmeye hazır bir bölgedir. Buradan kalkarak bu ülke
halklarının 'BTC' ile elde edeceği maddi çıkarların yaratacağı huzursuzluklara deyip değmeyeceği tartışmalıdır.
Sonuç olarak; BTC özünde Hazar ve Orta Asya petrollerini Rusya ve İran denetiminden kaçırmak, Rusya’yı güneyden kuşatmak ve bölge ülkelerini Rusya denetiminden “özgürleştirmek” stratejik amacını gütmektedir. BTC boru hattı AB ve ABD’nin Kafkaslarda “çıkarlarını koruma” adı altında NATO’Iarım buraya yerleştirme bahanesidir. Bölgede Rusya ile hır çıkarma alanıdır. O- nu baskı altına alma, ondan tavizler koparma alanıdır. Gürcistan şimdilerde sık sık Rusya ile bir savaşa girebileceği kabadayılığını yapıyor. Topraklarına yerleşen ABD askerleri ve ABD bütçesinden aldığı yardım i- le ayakta duruyor. Aldığı yardım miktarı ülkenin GSMH ile karşılaştırıldığında İsrail’den sonra neredeyse ikici sıraya oturmaktadır. Bu ABD ve Batı’nm Rusya’yı kuşatmaya verdiği önemi gösterir. BTC Azerbaycan ve Gürcistan’ı Rusya’dan koparıp onları Batı ajanı yapmıştır. Dola
yısıyla Kafkasların patlamaya hazır bir bomba haline gelmesinin temelleri atılmıştır.
AB ayrıca ekonomik olarak eski sistem ülkelerini kendi topluluğuna alma sözü veriyor. Gürcistan, Ukrayna, Azerbaycan ve Moldavya ile GUAM ülkeleri topluluğunu kurdu. Özbekistan geçen yıl bu topluluktan ayrıldı. Böylece ekonomik olarak da buraya girmeye çalışıyor.
Türkiye’nin hesapları BTC planlandığında Avrasya Türki halklarına açılmanın bir yolu olarak düşünülüyordu. Buralardaki TC etkisi artırılacaktı. TC burada kendisine pazar a- çacaktı. Rusya’ya karşı böyle bir hedef konuluyordu. Politik uzmanlarımız bunun gerisinin getirilemediğini savunsalar bile özünde Rusya ve Batı kapışmasından bizim burjuvazimize pek bir şey düşmeyeceği açıktı. Türkiye de arada bazı ticaret ve inşaat işleri aldı. O kadar. Bölge genel o- larak süper güçlerin rekabet alanı o- larak kaldı. Ve Türk devleti Rusya’ya ve İran’a karşı bir Batı ajanı durumunda kaldı. İki ülke ile olan i- lişkileri soğudu.
Yeni şekillenmelerIrak Savaşı bir dönüm noktası
dır. ABD ve Batı güçleri burada istedikleri başarıyı elde edemediler. O- lay sadece Irak ile sınırlı kalmadı, etkisi tüm Ortadoğu’ya yayıldı. Bölge petrolünün tamamen Batı denetimine girmesi olası değil. Batı enerji ihtiyacını garantiye alamıyor. Petrol fiyatları bu güvensiz ortamda tırmandıkça tırmanıyor. Bölgede giderek anti-Batı yanlıları güçleniyor. Bu tüm dünyaya yansıyor. Özellikle ABD ve AB çıkarlarına karşı güçlerin sesi yükseliyor.
Bunun en tipik örneği Rusya’dır. Rusya Putin ile daha Batı’ya karşı durabilen, kendi çıkarlarını savunmada daha dirençli bir ülke olma yolunda. Tam da Batı’nm yokluğunu çektiği enerji alanında bir dev. Çoğu devlet hisseli Gazprom 270 milyar dolarlık varlığı ile dünya’nın 3. büyük Çok Uluslu Şirketi (ÇUŞ) Mic- rosoft’u geride bıraktı. En büyük şir-
52
EYLÜL-EKİM 2006 CJOİ
ketler Exxon Mobil ve General Motors ile başa güreşiyor. Doğalgaz rezervleri konusunda dünyada bir numara. Batı petrol şirketleri yakında Gazprom’un yanında cüceleşecekler. Bunlar Rusya’yı ekonomik olarak güçlendirdi. Şu anda bütçesi sürekli fazlalık verdiği gibi 170 milyar dolarlık döviz rezervi var. Ekonomik o- larak güçlenen Rusya bunun karşılığı olan siyasi gücünü kurmaya çalışıyor.
Rusya enerjisine sahip çıkma ve bununla ABD ve AB’ye karşı kendi çıkarlarını savunma yolunda başarılar kazanıyor. Şimdilik direkt bir çatışmadan ustaca kaçınsa bile gerektiğinde Batı’ya muhalefet ediyor. Ortadoğu’da ABD karşıtı güçlerle bağlantısı var ve onları destekliyor. ABD başkan yardımcısı Dick Che- ney Mayıs ayında Litvanya’da yaptığı konuşmada Rusya ile yeni bir soğuk savaş dönemine girilebileceği u- yarısında bulundu. Artık Bush ve Putin eskisi gibi dost değiller.
Rusya AB’yi yanına almaya çalışıyor. Enerjisinin kapısını açıyor ve onun eskisi gibi ABD ile arasında i- kili oynamasına izin vermeyeceğini ima ediyor. Ona güvenilir enerji anlaşması yapmayı ve politik ve ekonomik işbirliği öneriyor. Karşılığında kendi çıkarlarına ve güvenliğine saygı istiyor.
Çoktan beri kaybettiği eski sistem ülkelerine daha dayatıcı bir şekilde sahip çıkmaya çalışıyor. Kış aylarında yaşadığımız Ukrayna gaz olayları bu gelişimin dönüm noktası oldu. Ukrayna Batı’ya bu kadar bitişik davranma aptallığının bedelini e- nerjisine eskisinden 2.5 milyar dolar fazla ödemekle çekecek. Batı’nm ne kadar arkasında durduğu, diğer benzer ülkelere güzel bir ders olmuştur.
Rusya Batı’nın kendisini kuşatmasına karşı oda aktif politika yürütüyor. Onların kurduklarına karşı kendi örgütlenmelerini geliştiriyor. Kolektif İşbirliği ve Savunma Örgü- tü'nü kurdu. Buna Beyaz Rusya, Ermenistan, Kazakistan, Özbekistan, Kırgızistan girmiş durumda. Bunlarla NATO’ya karşı bir askeri örgüt o
luşturma çabasında. Bunu Asya’daki daha büyük birlikteliği ile bağlamaya çalışıyor.
Bilindiği gibi Rusya Asya’da Çin ile sıkı bir işbirliği içinde. Şanghay örgütünün temelleri iyice sağlamlaşıyor. Geçen sene içinde çok u-
. zun süren bir ortak askeri tatbikat yaptılar. Kazakistan, Özbekistan, Tacikistan, bu örgütün içindeler. Hindistan ve İran’ı gözlemci statüsünden asil üye seviyesine çıkarmaya çalışıyorlar. Şanghay ülkeleri ile bu Kolektif İşbirliği ve Savunma Örgütü bir şekilde birbirine eklenmeye çalışılıyor. Rusya böylece eski sistem ülkelerini ekonomik ve askeri o- larak birleştirip sınırlarını ve de e- nerji kaynaklarını güvenceye almaya uğraşıyor. Irak başarısızlığı sonucunda keli görünen ABD ve ittifakı AB’ye karşı 3. bir güç merkezi oluşturulmaya çalışıyor. Rusya ve Çin böyle bir oluşumun merkezine oturacaklar. Dünya güçler dengesi böyle bir yeni şekillenmeye gidiyor.
Bizim ülkemizde bu oluşumdan nasibini elbette alıyor. Son zamanlarda Ortadoğu’da Hamas ile kuru
lan bağlantılar, İslam Örgütü ve A- rap Ligi içinde hükümetin daha aktif olması bu gidişe ayak uydurma çabalarıdır. Hele hele İran ve Batı arasında Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün arabuluculuğu Türkiye’nin de bu denge içinde kendine yeni bir yer edinme arayışında olduğunun i- şaretleridir. BTC’nin yol açtığı soğukluğu bir derece giderme çabalarıdır. Aynı zamanda AB hayallerinin suya düşmeye başladığı bir döneme denk gelmesi hiçte rastlantı olmasa gerektir.
Rusya’nın başını çektiği yeni bir üçüncü güç ABD ve AB karşısında kurulma aşamasındadır. Irak başarısızlığı böyle bir oluşumun başarı şansını yükseltmektedir. Türkiye de bu oluşumda kendine bir yer edinmeye çalışıyor. TC, BTC ile Rusya ve İran’a karşı bir eylem yapmasını başka bir şekilde telafi etmeye uğraşıyor. Batı hayalleri söndükçe yeni oluşum içine girmekten başka çıkar görmüyor olsa gerektir burjuvalarımız.
Karadeniz’e ABD’yi sokmamış olması Rusya ile olan ilişkileri dü-
Rusya'nm başını çektiği yeni bir üçüncü güç ABD ve AB karşısında kurulma aşamasındadır. Irak başarısızlığı böyle bir oluşumun başarı şansım yükseltmektedir. Türkiye de
bu oluşumda kendine bir yer edinmeye çalışıyor.
53
CJOİ EYLÜLLERİM 2006
zeltmiştir. Ayrıca Samsun üzerinden Ankara’ya uzanacak Mavi Akım doğal baz boru hattı iki ülke ilişkilerini daha da geliştiriyor. Balkanlardan gelen doğalgaz Rusya ile bağları sağlamlaştırıyor ve petrol yerine giderek daha çok kullanılmaya başlanan doğalgazdan yararlanma olanağını artırmakta, Türkiye’ye ABD ve AB merkezleri dışında yeni bir yer vermektedir. Ayrıca gene Balkanlardan geçecek ve Yunanistan’a akıtılacak başka bir boru hattı planı vardır. Bunlar BTC yanında Erzurum’a uzanan doğal gaz boru hattını affettirmek anlamına gelebilir.
Son olarak Cumhurbaşkanı Ahmet Sezer’in Rusya ziyareti bütün bu gelişmeleri daha bir perçinlemeye çalışan bir sonuç doğurabilir.
SonuçBTC, Sovyetlerin yıkılmasından
sonra Batı’nın Rusya’yı güneyden kuşatma, Hazar ve Orta Asya petrollerini Rusya ve İran’ın elinden “kurtarma” planlarının bir parçasıdır. E- konomik olmaktan çok siyasi bir ö- zellik taşımaktadır. Batı BTC ile yalnız bu bölgelere girmemiş, aynı zamanda Kafkaslara da burnunu sokmuştur. Burada hızlı bir şekilde askeri, siyasi ve ekonomik olarak ör-
54
gütlenmektedir. Gürcistan ve Azerbaycan sistemden Batı’ya yamanan ilk ülkelerdir. BTC böyle bir değişimin baş etmeni olmuştur.
Gerek Hazar Denizi’nde böyle bir fay açılması, gerekse Batı’nın güneyine silahlarını taşımasından Rusya elbette çok rahatsız olmuş ve Türkiye’yi karşısında bir saffa atmıştır. BTC ekonomik olarak Rusya’nın petrol üzerindeki hakimiyetini yıkmaya yetmez, ama Kafkaslar- daki yabancı varlığı elbette gelecekte büyük çatışmalara gebe olarak kalacaktır. Rusya Savunma Bakanı Sergei Ivanov Wall Street Journal’da yayınlanan bir yazısında “Eğer Avrasya’da büyük pazarlıkta anlaşmaya varılmazsa Rusya ve ABD’nin burada çatışmasının şiddetlenmesi kaçınılmazdır” diye yazıyordu. Rusya bölgede taviz vermeyeceğini açıklıyor. Gerekirse sıcak çatışmaya hazırdır. Zaten Çeçenler konusunda Batı’nm tüm eleştirilerine karşılık sertliklerini sürdürmeleri bunun işaretlerini veriyor.
Öte yandan Dick Cheney Haziran başında Kazakistan’a yaptığı ziyarette “Bu ülke liderlerini bol petrollerini Avrupa’ya Rus güdümündeki boru hattı yerine ABD güdümündeki boru hattı ile Türkiye üzerinden
Akdeniz’e akıtmaya çağırdı.” (Ati- mes, 17 Haziran 2006 Michael T Klare’in yazısı) Açık açık bunu söyleyerek Rusya ile aralarının giderek sertleşeceğinin sinyallerini vermiş oldu. AB’nin enerji konusunda Rusya’ya bağlanmasından duyduğu rahatsızlığı dile getirdi. İleride bunların her biri iki ülkenin sıcak bir sürtüşmeye girebileceğinin işaretidir. I- rak’ta başarısızlık, Ortadoğu’da karşı güçlerin güçlenmesi, petrol fiyatlarının artması, dünyanın bir numaralı enerji tüketicisi ABD’yi hangi çılgınlıklara sürükler belli olmaz. BTC bu anlamda iki ülke arasındaki sürtüşmede stratejik konumunun gerektirdiği tehlikeler ile karşı karşıyadır. Türkiye de olası bu sürtüşmenin bir taraf olarak yakınında bulunmaktadır.
Rüzgar artık Batı’dan yana esmiyor. Batı yoksul halklara bir umut olmaktan çıkıyor. Ülkemizde bu durumun farkında olsa gerek. ABD ile u- mutlar ölmektedir. AB’ye girebilme umutları sönmektedir. Yeni kurulmaya çalışılan Rusya ve Çin merkezli bir oluşumdan çok fazla uzak durmamak yerindedir. O nedenle burjuvalarımız Cumhurbaşkanı Ahmet. Se- zer’i Rusya’ya gönderirken, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül ile İran arasında bir diplomasiye soyundular.
Petrolün en çok bulunduğu Ortadoğu cayır cayır yanıyor. Halkları petrol zenginliğinden Allah için hiçbir gün yüzü görmediler. Yakın gelecekte de göreceğe benzemiyorlar. Hazar bölgesi ve Orta Asya geleceğin yeni Ortadoğu’su olmaya adaydır. BTC borularının geçtiği tüm ülkeler ve üstünde yaşayan halklar böyle bir durumun yeni acı çekenleri olmaya adaydırlar. Rekabete ve kara dayalı kapitalist sistemin politikaları insanlara refah ve zenginlikten çok acılar vaat etmektedir. Yavaşta olsa halklar bunların bilincine varıyorlar ama kendi alternatiflerini hayata geçirmede ne yazık ki henüz hem cesaretli değiller hem de kendilerine güvenleri yok. Belki de ders a- lacak kadar acı çekmediler.
06.07.2006
A B D ’d e g ö ç m en
AYAKLAN MAS IMehmet flkyol
ABD'de patlayan göçmen protestosunun sınıf mücadelesi açısından ayrı bir öneme sahip olduğu söylenebilir, daha doğrusu bu ayaklanmanın esas olarak bir
sınıf ayaklanması olduğu söylenmelidir. Yasal oturma İzni isteyen göçmenler mevcut ekonomik sistem için adeta bir saatli bomba haline gelmiştir.
Bu yılın Mart ile Mayıs ayları i- çinde ABD’de Göçmen Yasası’na karşı yapılan gösterilere 5 mil- yon’dan fazla insanın katılması, göçmen sorununu bir kaz daha gündemimize getirdi. 11 Eylül sonrası toplum üzerinde estirilen baskı rüzgarlarına karşın milyonlar sokaklara nasıl dö- külebildi? Bu gösterilerde açık bir şekilde başı çeken göçmenlerin toplum ve üretim sürecinde ne gibi rol oynamaktadırlar sorusu pek çok çevre tarafından dile getirildi. Örneğin James Petras veya Immanuel Wal- lerstein’in olayı yorumlayan yazıları yayınlandı, konu tartışmaya açıldı. 1
Bu arada başka bir yazı ‘Türkiyeli “Sol” Göçmen Örgütlerinin Tarihine Eleştirel Bir Bakış’ (http://www.sendi- ka.org/yazi.php?yazi_no=6368) adı altında göçmen sorununu değişik bir açıdan irdelemeyi de gündeme getirdi. Her iki tartışmada yer alan şaşırtıcı benzerlikler göçmen konusunu yeniden derinlikli gözden geçirmeyi zorunlu kılıyor.
Her üç yazıda, göç nedeni göçmenlerin geldikleri ülkelerde aranılıyor, göçmenler geldikleri ülkelerde iş bulmadıkları için başka ülkelerde iş aramaya gidenler olarak algılanılıyor. Oysa tam tersi, göçmenler işgücüne ihtiyacı olan ülkeler onları çağırdıkları için göç etmektedirler. Başka türlü söyleyecek olursak göçmen sorununda belirleyici olan gelinen ülkelerden çok, bulunulan ülke
lerdeki nedenlerdir. Kitlesel işgücü göçünün yaşandığı 60 Tı yıllar için bu gerçeklik ne kadar doğru ise bugün içinde o kadar doğrudur.
Her ne kadar bugün göçmenlerin gittikleri ülkeler, göçmenlerin kendi ülkelerine gelmelerine engel olmak için her türden önlemi alır gibi görünüyorsa da göçün nedeni bu ülkelerde göçmen işgücüne duyulan ihtiyaçtır. Ancak ihtiyaç duyulan işgücünün karakteri bugün değişmiştir. 40 yıl önce kitlesel üretim için akar- bantlarda çalışacaklara ihtiyaç duyulurken bugün ihtiyaç duyulan işgücü gerek ‘yalın üretim’ için gerekse de hizmet işkolunda ucuz işgücüdür. A- ma öncelikle ABD’deki göçmen grevinden başlayarak olayı derinleştirmeye çalışalım. Hemen belirtmekte yarar var, bu hareketin, sınıf mücadelesi açısından sonuçlarının ayrıca değerlendirilmesi gerekir, bu yazı yalnızca hareketin karakterini irdelemeyi amaçlamaktadır.
Göçmen grevi1 Mayıs kavramı ABD’de yaşa
yan insanlar için her yıldan farklı bir anlam taşıdı, hükümet tarafından değiştirilmek istenen Göçmen Yasa- sı’na karşı sokaklara dökülen özellikle Latin Amerikalı göçmenler, ilk göçmen grevini gerçekleştirdiler ve tüm ülkede bir gün boyunca hayatı durdurdular.
Los Angeles’teki greve katılan300.000 işçi, “Silikon, Se puede”, artık eylemin zamanı sloganları ile yürürken Chicago’da katılım400.000 civarında oldu. 75.000 işçinin katıldığı Denver şehrindeki gösteriye katılanlar kadar Houston ve San Diego’daki grev ve yürüyüşlere katılım oldu.
Bush hükümetinin göçmen politikasına karşı 25 Mart’ta Los Angeles’te yapılan “La Gran Marcha” büyük yürüyüşüne katılan 750.000 gösterici aslında 1 Mayıs’ta planlanan Göçmen Grevinin başarılı geçeceğinin bir işareti olmuştu.' Bunu takiben 10 Nisan’da tüm ülke çapında 94 ayrı şehirde aynı doğrultuda eylemler yapıldı. Bu kez gösterilerin merkezi500.000 kişinin katılımı ile Dallas oldu. Salt Lake Madison gibi göçmenlerin az yaşadığı şehirlerde bile katılım 40.000’lere kadar çıktı. Bu eylemlere öğrencilerin kendi yöntemleri ile verdikleri destekte ayrı bir öneme sahipti.
Gösteriler HR 4437 adı altında göçmen yasasında hükümetin getirmek istediği değişikliklere ve artan ırkçılığa karşı yapıldı. Bu yasa değişikliği oturma izinsiz yaşayan göçmenlere verilen cezaların artırılması doğrultusundaydı ve yalnızca göçmenler değil, onlara yardım edenlerin de cezalandırılması öngörülmekteydi. Aralık ayında mecliste görüşülmeye başlanan yasa değişikliği i-
55
CJOİ EYLÜL-E Kİ M 2006
le öngörülen cezaların artırılması gündemden çıkarken, örneğin altı yıldan fazla ABD’de yaşadığını ispat eden göçmenlere oturma izni verilmesi de yasaya eklendi.
ABD’de bugün 11 milyonun üstünde oturma izni olmadan yaşayan göçmen olduğu dikkate alınırsa bu sorunun boyutu ve buna bağlı olarak yapılan gösterilen neden bu düzeylere ulaştığı daha kolay anlaşılır. 1 Mayıs’ta yapılan göçmen grevi ise 24 saat boyunca göçmenler çalışmazlarsa toplumsal hayat ne hale gelir sorusunu toplumun gündemine yerleştirmeyi amaçlamaktaydı ve bu başarılı bir şekilde gerçekleştirilmiş oldu. Savaş karşıtı güçlerinde etkin olarak katıldığı bu gösteriler, elektronik imkanların desteklenmesi ile amacına ulaşmış oldu.
2004 yılında Sergio Arau tarafından yapılan “A Day Without a Mexican” adlı filmden esinlenerek yapılan bu eylemler, ABD toplumu içinde biriken sorunların özellikle işçi ve göçmenlerin sorunlarının ne ölçülere ulaştığını dünya kamuoyuna gösterdi. Öte yandan dünyanın süper gücü olarak görülen ABD’nin bu imkanlara göçmen işçilerin ucuz emek gücünü kullanarak da ulaştığı bir kez daha gözler önüne serildi. Tarım, hizmet, temizlik sektörlerinin ucuz göçmen işgücü olmadan çalışmayacağı, bu sektörler olmadan da ne kadar büyük imkan ve teknolojiye sa
hip olursa olsun bir toplumun yaşayamayacağı bu göçmen grevinin biz- lere gösterdiği önemli bir ders oldu.
Göçmen grevi sonrası1 Mayıs’ta 1.5 milyon göçmen iş
çinin katılımı ile ABD’de gerçekleştirilen “genel grev” kağıtsızların hakları konusunda Avrupa ülkelerinde yapılan eylemleri bile gölgede bırakan bir boyuta yükseldi. ABD Başkanı G. Bush tarafından parlamentoya sunulan yeni Göçmen Yasası’m protesto eylemleri bu grevle en yüksek noktasına ulaştı ve parlamentodaki tartışmalara yeni bir boyut kazandırdı.
Geçen yıl başlayan protesto eylemlerinde ana konu, ABD’de çalışma izni olmadan yaşayan 12 milyon göçmenin durumlarının yasallaştırılmasını talep etmekteydi. “Kağıtsız” olarak adlandırılan bu göçmenler, düzenin ihtiyaç duyduğu ucuz işgücünü sağlamaktaydı. Son yılların en büyük işçi eylemi olarak değerlendirilen göçmen işçilerin sendikalarla birlikte düzenlediği grev çalışanların dayanışması, birlikte mücadelesinin mümkün olduğunu da gösterdi.
ABD’de parlamentolarında görüşülen iki ayrı yasa önerisine karşı Bush yönetimi tarafından getirilen öneriler, her iki yasanın belli konularını birleştirmeyi amaçlıyor. Bir yandan göçmenler üzerinde baskılar artırılırken bir yandan kağıtsız göçmenlerin bir kısmına oturma izni ve
rilmesi öngörülmekte. Her yıl ABD’de bulunan 400.000 göçmene belli şartlarda oturma izni vermeyi öngörmekte, ancak asgari ücret garanti edilmemektedir.
Bunun yanı sıra ABD ile Meksika arasına 3100 kilometre uzunluğunda bir duvar örülmesi de öngörülüyor. Yeni dönemin Çin Şeddi olarak adlandırılan bu duvarın amacı i- se, ABD’ye kaçak yollardan girmeye çalışan göçmenlere set çekmek. Milyarlarca dolara mal olacak bu duvar pahalı teknik donanımlara da sahip olacak.
Parlamento seçimlerinin yaklaştığı bugünlerde ABD’de bu çerçevede tartışmalar giderek alevlenmekte. Göçmenlerin giderek daha fazla insanlık dışı davranışlara karşı seslerini yükseltmeleri, gerici çevreler tarafından ırkçılığı kışkırtma vesilesi yapılmak isteniyor. Tüm toplumu baskı altına almak isteyen bu çevreler kendilerine ilk hedef olarak göçmenleri alıyor, onların yaşam haklarını gasp ederek toplum içinde bir korku ortamı yaratmak istiyorlar. Böylece toplum içinde düzene karşı yükselen muhalefet ortadan kaldırılmak isteniyor.
Sermayenin bu amaçlarını boşa çıkarmak aynı zamanda sendikal hareketin de bir görevi. ABD’de sendikal hareketin göçmenlerin bu haklı taleplerine sahip çıkması bu anlamda önemli, sendikal hareket içindeki yeni yönelimlerin doğru yolda olduklarının da bir göstergesi.
Hareketin örgütleri5 milyonu sokaklara döken hare
ketin içinde sendikalardan göçmen kurumlarına, politik partilerden yardım kuramlarına kadar örgütler yer almakta. Gerek merkezi gerekse de yerelde oluşan geniş birliktelikler bu başarının hazırlayıcıları oldular. Ancak bu örgütlenme içinde İşçi Merkezleri (Workcenter) adı verilen kuramların ayrı bir yeri var. Başlangıçta klasik bir göçmen örgütü olarak kurulan bu kuramlar aşağıda ayrıntılı olarak tanımlanan ekonomik süreç içinde yapısal bir değişim geçirdiler.
56
EYLÜL-EKİM 2006 CJOİ
Bu yapısal değişim konusunda eldeki veriler oldukça az, şu anda 200 civarında bu tipten örgütler bulunduğu tahmin ediliyor. Genel karakterleri ise bu yazının sonunda tanımlanan ‘yeni tip göçmen örgütlerine’ denk düşüyor; hem sendika, hem siyasi parti, hem göçmen demeği ö- zellikleri taşıyorlar. Hareketin temel direkleri oldukları, esas ivmenin bu merkezlerden geldiği herkes tarafından kabul ediliyor. Bu anlamda ayrı bir inceleme konusu olmak zorunda. Şimdiden söylenecek tek şey var, göçmen hareketinin, dolaylı olarak işçi hareketinin ihtiyaç duyduğu yeni örgütlenme modelleri yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlıyor.
Hareketin özellikleriToplum dışına itilmiş gibi gözüken
kağıtsız göçmenler için bardağı taşıran damla, önce yasal oturma izni vaadi sonra bunun geriye alınması. Yıllar boyu daha iyi şartlarda yaşamak için mücadele eden göçmenler tam bir umut ı- şığı görünmeye başlarken tekrar karanlığa itilmenin öfkesi ile harekete geçtiler, öfke sele dönüştü ve milyonlan peşinden sürükledi.
Bu aynı zamanda düzen tarafından kendilerine verilen role isyandı. İlk göçmen dalgası ile gelenler çalışma hayatında kısa zamanda “yerli” işçiler kadar hakka sahip oldular, tek eksikleri vatandaşlık hakları, yani politik haklardı. Başlangıçta ucuza çalıştırıldılar, zamanla toplumla kaynaşarak ücret ayrımcılığını en aza indirmeyi başardılar. Bunda sendikaların önemsenmeyecek önemli bir payları vardı.
Oysa ekonomik düzenin ucuz işgücüne ihtiyacı vardı,, başlangıçta bu işgücünün istenilenden ucuz olması işverenlerin iştahını kabartıyordu. Belli bir süre akarbantlarda çalışacak işçilerin tekrar ülkelerine geri dönmeleri ve yerlerine yeniden ucuz işgücü gelmesi sermayenin göçmen politikasının temel direğini oluşturuyordu. Oysa gelenlerin çok az bir kısmı geri döndü, büyük bir kısmı toplumun bir parçası haline geldi.
Tam bu süreçte Fordist üretim
modelinden “yalın üretim” modeline geçiş süreci başladı ve bu model i- çinde göçmenlerin özel bir yeri vardı, aşağıda görüleceği gibi göçmen işgücünün yalnızca ucuz olması yeterli değildi, aynı zamanda insancıl karakterinin de yontulması gerekliydi. Böylesine bir işgücü olmadan yaldızlı “yalın üretim” modellerinin hiç bir şansı olmayacaktı. Göçmen işgücünü buna razı edebilmek, onların yasal yollardan kapitalist metropollere gelişine engel olmak, yasal olmayan yollardan gelen/getirilecek işgücünün istenilen biçime sokulmasını sağlamak içinde bir yandan göçmen yasaları değiştirilmeye bir yandan da yeni Çin duvarları örülmeye başlandı. Üretim sürecinde göçmen işgücüne biçilen bu rolü biraz daha yakından inceleyelim.
Fordizm sonrası dönemde kapitalist
metropollerde göçmen işçilerin üretim süreci
içindeki konumlan70’lerin ortasında kapitalist met
ropollerde ortaya çıkan ekonomik krizle birlikte gerek sosyal, gerekse de ekonomik politikalarda önceliklerin değişmesi gündeme geldi. Buna bağlı olarak yeni bir kapitalist-biri- kim tipi ortaya çıktı. Ford tipi üretim organizasyonunda endüstriyel tüketim malları kitlesel olarak üretilirken, üretimin rasyonelleştirilmesi, ü- retim sürecinin uluslararasılaşması- nın hızlanması ile yeni türden bir ü- retim organizasyonu giderek zorunlu hale geldi. Bu gelişmelerin ilk belirtileri, Fordizmle ortaya çıkmış olan “hali vakti yerinde” işçi tipinin kaybolmaya başlaması, işçilerin tek tek toplum içindeki konumlarının düşüşe geçmesi, işsizliğin artarak üst bir düzeyde sürekli hale gelmesi, işçi haklarının sürekli budanması oldu. Bunlara paralel olarak hizmet sektörü adı altında bir dizi alanlarda çalışanların sayısı sürekli bir artış yaşadı. ABD metropollerinde başlayan bu gelişme diğer merkezlerde de gözlemlendi.
Azgelişmiş ülkelerde ihracata yönelik bir ekonomik gelişmeyi sürekli izafi bir yoksullaşma izliyor. Dünya ekonomisinin içinde bulunduğu krizle birlikte sosyal sistemlerin yenilenmesi de kendini dayatıyor. Sosyal devlet anlayışları giderek tarihin çöplüğüne atılıyor.
Bu değişim süreci içinde göçmen işçilerin konumlarında da önemli kaymalar ortaya çıkıyor. Kapitalist metropollerde 20. yüzyılın başından itibaren uygulanmaya konan Fordist üretim mantığına göre, işgücü ihtiyacını karşılamaya yönelik göçmen işçi politikaları iki ihtiyaca cevap vermekteydi, ihtiyaç duyulduğunda hazır olan ve ucuz olan işgücü. 60’h yıllarda kapitalist metropollerde yaşanan hızlı endüstrileşmeye bağlı olarak buralara göçmen işçi akışı başladı. 75 krizi sonrası ise ö- zellikle hizmet sektöründe işgücü ihtiyacı ortaya çıktı. Göçmen işçilere artık bu sektörde çalışmaya yönelen yerli endüstri işçilerinin ortaya çıkardığı a- çığı kapatmak için ihtiyaç vardı. Bu e- konomik kriz aynı zamanda işverenler tarafından tüm göçmen işçilere “uygun” ucuz işyerleri açtırmak içinde bir vesile oldu.
Bu süreç içinde artık üçüncü dünyadan aktif olarak işçi getirme dönemi de sona erdi. Metropollerdeki göçmenlerin kendi aile ve yakınlarını getirmeye başlamaları ile bu a- kış “doğal” bir hale geldi.
Fordist üretim organizasyonu ile ortaya çıkan işgücü ihtiyacı özellikle düşük ücreti gerektirir. Akarbantta daha derin bir işbölümü ve vardiyalı çalışma ihtiyacı göçmen işçilerle karşılandı. İlk aşamada aktif bir arayışla, kontrollü bir şekilde getirilen göçmen işçi akışı, özellikle 70’li yıllarda göçmenlerin kendi aile ve yakınlarını getirmeye başlaması ile pasif ve kontrolsüz bir şekle dönüştü. Böylece, sürekli “taze işgücü” sağlamaya yönelik “misafir işçi” mekanizması da artık tarihe karışmaya başladı. Bu sistemin en optimal işlediği yıllardan 1973 yılında batı Avrupa metropollerinde çalışan 6.5 milyon göçmen işçi aynı zamanda bu ülkelerde çalışan nüfusun % 7.5’nu oluşturmaktaydılar.
57
CJOİ EYLÜL'EKİ M 2006
Göçmen işçiler özellikle kalifiye işçilik gerektirmeyen, düşük ücretli kitlesel üretim yapan endüstriyel işyerlerinde çalıştılar. Çalıştıkları ülkenin işçi sınıfı ile bütünleşerek, düşük ücret konumuna son vermemeleri için, her türlü sosyal ve politik haklardan yoksun bırakıldılar. Böylelikle sürekli olarak düşük ücretli a- ğır, pis işlerde çalışma göçmenlerin kaderi oldu.
70’li yılların ortasında yaşanan e- konomik kriz bu sistemin sınırlarını a- çıkça ortaya koydu. İlk işten çıkarılanlar göçmenler oldu ve önemli bir bölümü ülkelerine geri dönmek zorunda kaldılar. Kalanlar daha kötü koşullarda çalışarak sermaye birikiminin hızlanmasına, böylelikle ekonomik krizin atlatılmasına belli bir katkıda bulundular. Bu kriz aynı zamanda Fordizmin krizi oldu ve yeni çıkış yolları arayışı bu dönemde başladı.
Giderek düşen kar oranlarını artırmak için belli başlı dört alanda çabalar yoğunlaştırıldı:
1. Yeni tekniklerin üretim sürecinde kullanılmasının yoğunlaştırılması,
2. Hammadde temini, üretim ve tüketimin uluslararasılaştırılmasına hız verilmesi,
3. İşgücü kullanımının daha optimal hale getirilmesi,
4. Yeni üretim alanlarının açılması.
Bunun için,
1. Üretim sürecinin yeniden organizasyonu,
2. Sermaye ile işgücü arasındaki ilişkinin yeniden düzenlenmesi (sosyal devlete son!),
3. İşgücünün Fordist sistemdeki konumundan çözümlenmesi.
70’li yılların sonunda başlayan bu arayışlar özellikle 80’li yılların sonunda sosyalist sistemin çözülmesi ile gerekli olan son imkanları da bularak uygulamaya konuldu.
Bu arada uluslararası planda üretimin yeniden paylaşımı yaşandı.
Metropollerdeki üretim “gelişmekte olan” ülkelere kaydırıldı. 1960 ile 1987 arasında dış ülkelerde yatırım 15 misli arttı. (66 milyar dolardan 962 milyar dolara...) İşgücünün u- cuz olduğu bu ülkelere yapılan yatırımlarla en uygun yerde üretim yapma imkanı yaratıldı. Her ne kadar gelişen teknik, metropollerde üretim yapımını karlı hale getirmeye, böy- lece üretim metropollere geri dönmeye başladıysa da bu çoğu durumda önemsiz boyutlarda kaldı.
Böylece metropollerde endüstriyel üretim azalırken, göçmen işgücünün yoğun olarak kullanılabildiği alanlarda önemli artışlar görüldü. Bir yandan tekniğin son gelişiminin kullanıldığı, öncelikle “yerli” işgücünün çalıştığı “high tech” işkolları- nın yanı sıra, ucuz göçmen işgünün kullanıldığı “sweatshop”larm (ter dükkanları) yaygın olduğu iş alanları da ortaya çıktı. Böylece yeni üretim tekniklerinin kullanılabilmesi i- çin gerekli ön şartlar, “esnekleşme” ihtiyacına cevap verme ve “ekonomi dışı” (sweatshop) alanlar yaratıldı.
Genelde kapitalist metropollerde endüstriyel alandan hizmet sektörüne doğru ortaya çıkan bu kaymalar i- zafidir, hizmet sektörü olarak adlandırılan bu alanlar esas olarak endüstriyel üretim içinde olması gerekir. Örneğin Lean Produktion esaslarına göre üretimini yeniden organize e- den bir otomobil fabrikası, karlı olmayan motor bloğunun temizlenmesi işini bir küçük isletmeye (taşerona) vererek, ondan belli zamanda belli miktarda temizlenmiş motorları geri ister. (“Just in Time”) Bu taşeronun yaptığı “üretime bağlı hizmettir”. Taşeron için bu işin kar getirmesi onun aynı zamanda kaçak olarak düşük ücretle göçmen işçi çalıştırması ile mümkün olmaktadır.
Gene aynı işyerinin büro ve benzeri temizlik işleri başka bir taşeron tarafından yapılmakta ve çoğu zaman bu “işverenler” yanlarında çalıştırdıkları işçiler için herhangi bir sigorta vs. ödeme “zorunluluğundan” kendilerini kurtarmak için kağıt üzerinde firmalar kurmaktadırlar.
Zaten düşük ücretle çalışan göçmen işçi bazı sigorta primlerinin ücretinden kesilmemesini de “şükranla” karşılamaktadır. Sendikaların pek giremedikleri bu alanlarda herhangi bir toplu iş sözleşmesi de bulunmamaktadır. Bu anlamda tam günlük işlerden çok, istenildiği zamanda istenildiği kadar çalışmayı gerektiren “kısmi işlerin” çığ gibi büyümesi de tesadüf değildir.
“Ekonomi dışı” alanların en belirgin özelliği, “olağan” ekonomik a- lanlarla olan sıkı bağıdır. Kanun ve sözleşmelerle işçilerin kazandıkları hakların geçerli olmadığı “ekonomi dışı” alanlarda kar oranı bu nedenle olağanüstü yüksektir ve böylelikle işverenlerin elde ettikleri “ekstra karlar” dolaylı veya doğrudan “olağan” ekonomiye aktarılmış olmaktadır.
“Ekonomi dışı” alanlar aynı zamanda “yalın üretim” için en uygun koşulları yaratır. Büyük tekeller, ü- retim sürecini Fordist modelde başlangıcından sonuna kadar üstlenirken, yalın üretimle, kar oranı yüksek olmayan, devasa işletmeler için “angarya” sayılabilecek işler, küçük işletmelere devredilir. Özel işleri yapmada uzmanlaşmış, katı bir hiyerarşi ile üretim yapmak, böylece işgücü sömürüsünü artırarak “angarya” işi karlı hale getiren bu işletmelerin bir bölümü “ekonomi dışı” alanların ö- nemli bir parçasıdır. Bu da ancak buralarda ucuz işgücünün, başka bir deyişle göçmen ve kadın işgücünün yoğun kullanılması ile mümkün olmaktadır. Böylece “ekonomi dışı” a- lanlar “modern” üretim süreçlerinin giderek ayrılmaz bir parçası haline gelmektedirler. Üretime bağlı hizmet alanlarının bu anlamda birdenbire çoğalması da bunun bir başka göstergesidir.
Yukarıda belirtildiği gibi toplum içinde bir yandan “sürünmeden yaşatacak” düzeyin altında ücretle çalışan işçiler ortaya çıkarken bir yandan da kendine “belli lüksleri” edinebilecek çalışanlar da ortaya çıkmaktadır. Bu lükslerin kitlesel üretimi olanaklı olmadığından, yoğun e- mek kullanımı kaçınılmazdır. Bu da
58
EYLÜL-EKİM 2006 C jO İ
ister istemez ucuz işgünü gündeme getirir. Göçmenlerin giderek bu yeni ekonomik düzen içinde yer aldıkları alanların içinde bu tür hizmet sektörü de bulunmaktadır.
Bu gelişmelerin sonucu metropollere işgücü akını, alman tüm önlemlere karşın giderek artmaya devam etmektedir. Zaten bu “önlemlerin” amacı gelişi durdurmak değil, gelenleri “boğaz tokluğuna” çalışmaya zorlamaktır. Geliş “resmen” durdurulduğundan, “yasadışı” yollardan olmakta, bu şartlarda gelenler de kendilerine dayatılan her türlü şartı kabul etmektedirler. “Ekonomi dışı” ekonomilerin en fazla önem kazandığı ABD’de bulunan “kaçak işçilerin” sayısının 12 milyona vardığı tahminleri olayın boyutlarını zaten kendiliğinden göstermektedir. Göçmen yasalarını sürekli değiştiren batı Avrupa ülkelerinin, amaçları yasal gelişi önleyip, metropolleri “kaçak işçi cennetine” çevirmektir diyenlere hak vermemek elde değil.
Gerek kaçak işçiler, gerekse de kötü çalışma koşullarına razı olan göçmenler, kendi içine kapalı etnik topluluklar oluşturmaktadırlar. Kendi ihtiyaçlarını “ekonomi dışı” yollarla gidermek bu kesimler için ucuza gelmekte, böylece üretimden tüketime kendi içinde kapalı yeni “e- konomi dışı” alanlar oluşmaktadır.
İ Yaşam için gerekli ihtiyaçları daha da ucuza sağlayan bu kapalı devreler sayesinde, ucuz işgücünün daha da ucuzlaması mümkün hale gelmektedir.
Göçmen işgücü kullanımının belli başlı
özellikleri- Göçmen işçi kullanımı artışı, e-
konomik büyümeden daha hızlı olmaktadır. Bunun en önemli nedeni, göçmen işçilerin endüstri yerine hizmet sektöründe çalışmaya yönelme- ieridir/yöneltilmeleridir. Pek çok metropolde hizmet sektöründe çalışan göçmenlerin sayısı, endüstride çalışanların üzerindedir.
- Göçmenlerin, krizlerden en
fazla etkilenen sektörlerde çalışmaları, işsizlikten daha fazla etkilenmeleri sonucunu çıkarmaktadır. Göçmen işçiler arasında işsizlik ortalamanın üzerindedir.
- Pek çok işkolu için göçmen işgücü kullanımı kaçınılmaz kalmaya devam etmektedir. “Yerli işgücünün” çalışmayı kabul etmediği alanlar, göçmenlere kalmaya devam etmektedir.
- Göçmen kadınlar önce giderek artan bir şekilde çalışma hayatına girmişken, 80’lerin sonundan itibaren, çalışan göçmen kadınların oranı düşmeye başlamıştır. Ancak “resmi” verilerdeki bu gelişmeye izafi olarak bakmak gerekmektedir. Göçmen kadınların, temizlik ve benzeri “ekonomi dışı” “kayda geçmeyen” alanlarda yoğun olarak çalıştıkları ve bunun yaygınlaştığı bilinmektedir. Hem göçmen hem de kadın olarak en önce işsiz kalan göçmen kadınlar, bu alanlara yönelmesi en kolay olan kesimdir.
- Göçmen işçilerin kalifiye düzeyleri düşmektedir. Meslek eğitiminden en az nasiplerini alanlar göçmen işçilerdir.
- İlk göçmen kuşağından olanların bir kısmı geri dönmeye başlarken, onların yerini çocukları doldurmaktadır. İlk göçmen kuşağı gelişmekte olan ülkelerden gelmişken, giderek ekonomik olarak daha geri ülkelerden göçmen a- kışı ortaya çıkmıştır.
- Tek başına çalışmaya gelen göçmen' işçinin yerini, ailesi ile metropollere yerleşmeye başlayan göçmenler almıştır.
Sınıf ayaklanmasıABD’de patlayan göçmen pro
testosuna bu çerçeveden bakıldığında sınıf mücadelesi açısından ayrı bir öneme sahip olduğu söylenebilir, daha doğrusu bu ayaklanmanın esas olarak bir sınıf ayaklanması olduğu söylenmelidir. Yasal oturma izni isteyen göçmenler mevcut ekonomik sistem için adeta bir saatli bomba haline gelmiştir.
Oysa Petras bize “ABD’deki göçmen emek hareketinin dinamik gelişimini ve militanlığını anlamak için, Meksika ve Orta Amerika’da 1980’ler ve 1990’ların derin yapısal değişimini çözümlemek gereklidir” diyerek olayın başka bir boyutu olduğunu anlatmaya çalışıyor. Elbette doğrudur, ama olayın kendisini anlamaktan çok ötededir bu açıklama biçimi. Hele hareketin militanlığının bir tek göçmenlerin geldikleri ülkeden taşıdıklarını söylemek olayı a- çıklamaktan çok uzaktır. Evet, söz konusu militanlık bir “tohumdur”. Bu tohumu yeşertense yukarıda çizilen çerçevedir. En iyi tohum bile i- çinde yeşereceği ortamı bulmayınca çürüyüp gider.
Nitekim başlangıçta sözünü ettiğimiz eleştirel bakış açısı yazısı bu-
£ |O İ EYLÜL-E Kİ M 2006
nu yapıyor, ne güzel bir tohumumuz var, niye yeşermiyor diye hayıflanıp duruyor. En güzel tohumu gelişi güzel bir yere ekerseniz, şansınız varsa yeşerir, genelde onu yeşertecek ortamı bulamadığı için çürüyüp gider. E- leştirel yazının amacının da bu olması gerekir, çürümüş güzel tohuma ağıt yakmak değil. Tohum nasıl yeşerir sorusuna ise yeni tip göçmen örgütlenmesi başlığı altında irdelemekte yarar var.
I. Wallerstein ise “Duvarlar ve Dünya” üzerine burjuvazinin “moral değerlerini” gözden geçirmeyi denerken “Birleşik Devletler - Meksika sınırındaki duvarların, insanları dışarıda tutmaya yarayan” duvarlar olduğunu, amacının “göçmen sayısını sınırlamak” olduğunu belirtiyor. Ne demek gerek bilmiyorum doğrusu.
Yeni tip göçmen örgütlenmesi
, “Ak koyun kara koyun iş üzerinde belli olur. ”
Hz. Muhammed
Metropol ülkelerde çalışan göçmen işçilerin gerek toplumsal yaşamdaki, gerekse de çalışma hayatında karşılaştıkları ayrımcılık, onların bu toplum içinde, kendilerine biçilen konumlarından kaynaklanmakta ve biri diğerinin tamamlayıcısı olmaktadır. Bu durumu yalnız başına “ekonominin ihtiyaç duyduğu ucuz işgücü” olgusu ile
açıklamaya çalışma, bizi oldukça yüzeysel sonuçlara vardırmaktadır.
Fordizm sonrası üretim organizasyonlarında göçmen işçilere duyulan ihtiyaç yalnızca ucuz işgücü ile sınırlı değildir, örneğin aynı zamanda bu işgücünün gerekli olduğunda kullanılacak kadar “esnek” ve “istekli”, başka bir deyişle “taşeronlaş- manın ihtiyaçlarına cevap verecek nitelikte” olması da zorunluluktur. Bu anlamda yeni tip üretim organizasyonları eskiden daha da fazla, daha da doğrudan, üretim sürecinin günlük hayatı (sosyal yaşamı) etkilemesini de beraberinde getiriyor. (Marksist anlamda işçinin kendi ü- rettiği ürüne yabancılaşmasının yeni bir boyutu!) Göçmen işçilerde bu gelişim daha da çarpıcı bir biçimde göze batmakta! Sonuç, bütün “iyi niyetli” veya “kötü niyetli” entegrasyon (toplumla bütünleşme) çabalarına karşın yerli olmayan işgücünün yerli toplumdan uzaklaşması, adeta “kastlaşması”, başlı başına bir toplumsal kategori oluşturmasıdır.
İşte karşımızda örgütlenmesi gereken böylesine bir yapı var. Klasik örgütlenme modellerinin bu yapıyı örgütlemede yeterince başarı göste- rememesini de bu perspektifle daha iyi anlayabiliriz. Sorun bu yapıya uygun örgütlenme modelleri geliştirmeye talip olmaktır. Hiç kuşkusuz klasik .örgütlenme modelleri (politik örgütlenme, sendikal örgütlenme ve
kültürel vs. örgütlenme = dernekler, demokratik kitle örgütleri) “demode oldu” diyerek onları tarihin çöplüğüne atma dönemine daha gelmedik. Bu ekonomik düzen sürdükçe onlar da tarihsel görevlerini yerine getirmekle yükümlüdürler. Sorun belli bir toplumsal kategori ile bu klasik örgütlenmelerin arasında köprü kurmadır. Gerekçesi ise klasik anlamda demokratik kitle örgütleri ile bu a- landa adım atılamamasıdır.
Yukarıda belirtilen ekonomik gelişme, göçmen işgücünü örgütlemeye talip olan bir yapının üçayak üzerinde oturmasını zorunlu kılıyor; e- konomik, sendikal ve politik ayaklar. Daha doğrusu yeni tip örgütlenme bu üç alanda aynı zamanda aktif olmayı bir yerde zorunlu kılıyor. Verili dönemlere göre bu üç alan değişik ağırlıklar taşıyacaktır, hatta birisi ihmal edilecek düzeyde de kalabilir - olmayabilir -. Başka bir deyişle bunlar dinamik - değişen- bir yapıya sahip olmalıdır. Sırası ile irdeleyelim. Belirtmekte yarar var, irdeleme ağırlıkla sendikal alanda yoğunlaşacak. Nedeni özellikle bu alanda davranış gerekliliğinin en yoğun olarak kendisini hissettirmesidir. Aynı zamanda diğer alanlarda belli bir akti- vitenin, tartışmanın yetersiz de olsa varlığı, konuyu öncelikle bu alanda tartışmayı gerekli kılıyor.
1. S e n d ik a l a la n
Belirtildi, göçmen işgücü giderek artan oranda, hizmet sektörü denilen işkollarında yoğunlaşıyor. Sektörün özelliği “garanti altına alınmamış çalışma koşullarıdır”. Toplu iş sözleşmelerinin olmadığı veya uygulamaların kontrol edilme imkanlarının hemen hemen olmadığı alanlardır. Sendikalar için bu alanların örgütlenmesi ise hem zor hem de külfetlidir. Yıllardır bu konunun önemine vurgu yapılmasına karşın, henüz başlangıç adımları bile atılamamış- tır, daha doğrusu adım atmakta sendikalar istekli davranmamışlardır.
Bu durum özellikle hizmet sektörünün tam da göçmen işgücünün çalıştığı alt tabakaları için geçerlidir. Sürekli olarak çalışma sürecinde
6 0
EYLÜL-EKİ M 2006 CJOİ
hakları gasp edilen hizmet sektörünün alt tabakalarında çalışan göçmen işçiler, sorunlarının çözümü için sendikaya başvurduklarında, ilgi görmüyorlar. Nedeni, sendikalar bu sorunların çözümü için, diğer alanlarda çalışan işçilere ayrılan zamandan daha fazla süre ayırmak zorunda kalmaları. Bu alanda sendika aidatları ile elde edilen “gelirle”, bu sorunların çözümünün “maliyetini” hesap eden “klasik sendikal mantık” bunun “karlı” bir alan olmadığını hemen görmekte. İsteksizliğin ardında yatan çıplak gerçeklik budur.
Dahası, yeni- tip üretim organizasyonları sendikaların klasik mücadele anlayışını da yetersizleştirmek- te. Bir taşeron işyerinde başlayacak bir grevi, taşeron işvereni hemen işyerini kapatarak -veya kağıt üzerinde iflas ettirerek- yambaşında “yeni” bir işyeri kurma esnekliği ile etkisiz- leştirebilmekte. Veya taşerona işveren ana işyeri bu işi hemen başka bir taşerona hiç sıkıntı çekmeden aktarabilmekte. Klasik sendikaların hala “yalınlaşmayan” hantal yapıları bu tür işveren manevralarına karşı etkin bir tavır geliştirmemekteler. Başka bir deyişle işyeri, üretim “yalınlaşıyorsa” ona karşı mücadele edecek örgütlenme de yalınlaşmak zorunda.
Aynı gerekçeler “yasallık” konusu içinde geçerli. Kanunlardaki boşlukları giderek kıvraklaşan yöntemlerle işçiler aleyhine kullanan bu işyerlerine karşı mücadele, yasal sınırları zorlamayı gerekli kılıyor. Yasalara sıkı sıkıya sarılan -belki de biraz haklı olarak- sendikal hareketten, yasal sınırları zorlamayı beklemek için daha epey yol kat etmek gerekli. (Hileli bir iflasla işyerini kapatan bir taşeron işverene en güzel cevap, en hafifinden işyeri işgali gibi yasaları zorlayan bir eylemlilik olmalı.)
Kısacası, karlı bulmadıkları bir alanda hantal kaldıklarını fark eden sendikalar, biraz da çaresizce yasalarla kör dövüşüne girmektedirler. O zaman, sendikaların yambaşında, bu göreve talip olacak bir örgütlenme ihtiyacı ortaya çıkmaktadır. Hemen belirtmekte yarar var, sadece sendi
kal çerçevede bu sorunları çözmeye talip olacak bir yapı, başarısızlığa mahkumdur, tıpkı sendikalar gibi. Onu başarıya götürecek olan diğer a- lanlardaki etkinlikleri olacaktır. Örneğin bir kültür programı ile sosyal yaşamdan kopuş önlenirken, bu aynı zamanda bir işyeri işgali için gerekli maddi ve manevi ortamı da hazırlayacaktır. Veya tam tersi. Bir demek çalışması içinde ücret almadan sosyal bir çalışma yapmaya hazır insanlar, bir sendikacı görevine soyunacaklardır.
2 . K ü l tü r e l a la n
Göçmen işçilerin iki kültür arasında bocaladıkları haklı olarak çok vurgu yapılan bir olay. Ancak vurgu çoğu zaman gelinilen ülke kültürüne yapılmakta, toplumsal bir kategori haline gelmenin kültürü, çalışılan ülkenin kültürü unutulmaktadır. Kültürel etkinliklerin en temel eksikliği budur, yüzeysel kalmakta, çekim a- lanı olamamaktadır.
Oysa yukarıda belirtildiği gibi yeni üretim organizasyonları giderek artan ölçüde günlük hayatı belirlemekte, hayatın akışını değiştirmektedir. Başka bir deyişle kültürel etkinlikler bu yeni akışa kendini uydurmak, bu akışın da kültürü olmak zorundadır. Bu çerçevede ortaya çıkacak kültürel etkinlikler bir çekim merkezi oluşturacağı gibi, diğer a- lanlarm finansmanına da katkıda bulunabilecektir.
3. P o l i t i k a la n
Politik alan konusu epey tartışma yaratacak bir sorundur. Göçmenlerin ülkelerine yönelik politik örgütlenmelerinin gerekliliği tartışma götürmediği gibi, bu örgütlenmelerin işlevleri de nettir. (Buranın ülkede yürütülen mücadelenin cephe gerisi olması.) Tartışma noktası, yaşanan ülkedeki politik mücadeleye bu tür örgütlenmelerin ne ölçüde katılacağı -veya katılabileceğidir-. Her şeyden önce bu tartışmaların sonuçlandırılması zorunluluktur. Yaşanan gerçeklik ise bu tür göçmen politik örgütlenmelerinin bu alanda ya olmaması veya çok sınırlı düzeyde ol
masıdır.
Buna ek olarak yaşanan ülkelerdeki politik örgütlenmelerin - özellikle işçi partilerinin - bu yöndeki çalışmalarının, yani göçmen işçi kitlesinin politik sorunlarına cevap vermesinin yetersizliği de unutulmamalıdır.
Bu gerçeklikler göçmenlerin politik alandaki örgütlenme konusunda belli eksiklerinin olduğunu göstermekte ve oluşturulacak yeni tip göçmen örgütlenmesinin verili durumundan hareketle politik alanda da etkinlik göstermesini gerekli kılmaktadır. Bunun ölçüsü ise verili durumla belirlenmelidir.
Amatörlük - profesyonellik
Göçmen örgütlenmelerinin genel karakteri amatör nitelikte olmalarıdır. Oysa yukarıda belirtilen sorunlar yalnızca amatör bir temelde çözülemez. Belli alanlarda başarı belli bir profesyonelliği de gerektirmekte. Buna karşılık, olayın tek yönlü profesyonelce çözümü zaten mümkün değildir. (Mümkün olsaydı sendikalar bunu zaten yaparlardı.) Geriye her ikisinin karışımı bir çözüm kalır, yani kısmen profesyonel kısmen a- matör çalışma. Oluşturulacak yapı bu gerçeklikten hareket etmeli, buna denk düşen tüzük ve örgütlenme modelleri geliştirilmelidir, profesyonelliğin sosyal hizmet esnaflığına varmaması için gerekli önlemler alınmalıdır. (“Ekmeğimi bu projeden çıkarırım” diyenlere burada soluk al- dırılmamalıdır.)Not: “ Yeni Tip Göçmen Örgütlenmesi” ve “ Fordizm Sonrası Dönemde Kapitalist Metropollerde Göçmen İşçilerin Üretim Süreci İçindeki Konumlan” başlıklı bölümler 1995 yılında yazdığım bir yazının yeniden gözden geçirilmiş i- ki bölümüdür.I. James Petras, “ Mezo-Amerika Kuzey Amerika’ya geliyor: Göçmen işçiler hareketinin diyalektiği, www.sendika.org, 10.06.2006 İmmanuel VVallerstein, Duvarlar ve Dünya, www.sendika.org, 02.06.2006
61
SINIF MÜCADELESİNİN
SORUNLARI - IIHaşan Oğuz
Sınıf çıkarları dediğimiz toplumsal olgular ye bu olguların bütünü, eğer bunları yok saymayacaksak, politik güçleri doğurma, esin kaynağı olma ve onları yeniden yaratma e- ğilimleri taşırlar mı? Yani sınıfın maddi çıkarları dediğimiz talepler bütünü, politik alan
yaratmanın temel unsurları olarak görülebilir mi? Başka bir deyişle politik yapılar ile sınıf çıkarları arasında karşılıklı bir bağımlılık var mıdır, varsa bu nasıl bir bağımlılıktır?
1. Sınıf’ın yerine ikame edilen değişik toplumsal özneler, sınıf mücadelesini neden bozmuştur?
Bu yazının ikinci bölümüne teorik bir tartışma ile başlayacağım. Bu tartışmanın sınıf mücadelesi sorununda önemli noktalardan biri olduğuna inanıyorum.
Yazının ilk bölümü yayınlandıktan sonra bazı arkadaşlardan bir konuda uyarı aldım. Bu uyarının özü şuydu; politika mı sınıf çıkarlarından, sınıf çıkarları mı politikadan önce gelir? Arkadaşlar haklı olarak benim ilk yazımda bu soruya gereken cevabı vermediğimi düşünmüşler. Haklı olabilirler. Belli ki bu konuda Ernesto Laclau’nun eserinde i- fade edilen argümanlar önemli oranda etkili olmuşa benziyor. Bu nedenle uyarıyı da dikkate alarak tartışma konumuz olan ekonomi ile politika arasındaki ilişkiye sınıf mücadelesi bağlamında yeniden döneceğim. Bu artık zorunlu hale gelmiştir.
Bazı liberal sol teorisyenler (mesela Mouffe, Laclau, Hindens, Hirst vb.) şunu sıklıkla iddia ediyorlar; sınıf çıkarları, ancak ideolojik/politik olarak ifade edildikten sonra bir anlam ifade eder! Dolayısıyla sınıf çıkarlarını politikadan önce tasarlamak doğru değildir! Sınıf çıkarlarının ortaya çıkması daha çok politika sofrasına aittir vb! Mesela liberal sol teo- risyenlerden Laclau’nun düşüncesi
böyledir.1 Bu tartışmada Laclau gibi yazarların ortak düşüncesi genellikle iki ana nedene dayandırılır; ilk önermede maddi sınıf çıkarlarının, ba- ğımsız/özerk bir varlığa sahip olmadığı ifade edilmektedir. İkincisi de sınıf çıkarlarının, aslında politika ve ideolojiler tarafından oluşturulmuş olduğudur. Yani maddi sınıf çıkarlarını belirleyen özne esas olarak sınıfın var oluş biçimi değil, politika ve ideolojilerdir! Nitekim savunulan düşünce daha sonra oluşturulan ’demokratik strateji’ kuramı açısından önemli bir savunu noktasını oluşturacaktır.
Gerçekte sınıf çıkarları postulatı (sınıfın var oluşu ile ortaya çıkan re- el gerçeklik olarak), politikadan ve i- deolojiden önce var olan temel bir olgu iken, bu tez yazarlarca neden tersine çevrilmiştir? Çünkü tümüyle politik varsayımlardan proletaryayı kovmak ve sınıf temeline dayanan bir kurtuluş mücadelesinin (sınıf mücadelesinin) yükünden kurtulmak a- maçlanmıştır. Başka bir deyişle sınıf mücadelesini sistem içi bir soruna dönüştürerek kapitalizmi aklamak, sınıflararası uyumu öngörmek ve böylece devrimci bir dönüşüm sürecinden kurtulmak hedeflenmiştir.
Bu savunuların yanıltıcı olduğunu uzun uzadıya eleştirel bir süzgeçten geçirmenin çok fazla anlamlı olacağını sanmıyorum. Bunu bir yönüy
le zâten “Demokrasi, Sosyalizm ve İşçi Sınıfı“ adlı eserde yapmıştım. Bu yazının ana konusu değil. Ancak kanımca bu düşüncelerin evrileceği doğal sonuç önemlidir. Bunun iki temel sonucu vardır; ilki işçi sınıfının toplumsal devrim sürecinde değiştir- me/dönüştürme rolünün yok sayılmasıdır. Hatta sınıfların giderek ö- nemsiz bir olgu olarak tanımlanmasına yol açan argümanların gündeme gelmesidir. İkincisi ve daha önemlisi, bu yazının da konusu olan sınıf mücadelesi alanına ilişkin olan değerlendirmelerdir. Yani fiili olarak sınıf mücadelesinin revize edilmesi olarak... Dolayısıyla bu düşünüş tarzı, sınıf çıkarları ekseninde büyümeye yönelik eğilimleri geliştiren sınıf mücadelesi diyalektiğinin, gerek ideoloji ve politika alanında gerekse e- konomi alanında rolünün yadsınmasına ya da hafife alınmasına yol açan sonuçlar da açığa çıkarmıştır. Demek ki sorun, proletaryanın kendi sınıf çıkarından hareket etmesi ya da bu mücadelenin politik/ideolojik hedeflere dönüşmediği veya dönüşemeye- ceği sorunu değildir. Oysa tarih kanıtlamıştır ki, bu, her zaman olanaklı olan bir gerçekliği ifade eder. Ekonomik çıkarların veya sınıfın diğer çıkarlarının politik mücadelede ö- nemsiz bir yer teşkil ettiğinin ileri sürülmesinin esas amacı, sınıf mücadelesi kuramını çarpıtmak ve revize etmektir. Bu mantığın daha genel a-
6 2
EYLÜL'EKİM 2006 CJOİ
maçı ise devrimin yerine evrimci/re- formcu bir sürecin öngörülmesidir. Böylece politik ve ideolojik mücadele alanında, sınıfların ve sınıf mücadelesinin belirleyici rolünün olamayacağını, dolayısıyla bu mücadelenin ekonomik-nesnel bir temele dayanamayacağını kanıtlama uğraşısı, bu teorisyenlerin temel bir duruşu anlamına gelmektedir. Bu açıkça gerici ve revizyonist bir teoridir.
Bu tartışmanın ‘sınıf mücadelesi sorunları’ açısından önemli olduğunu düşünüyorum.
O halde meseleyi bazı sorularla ilerletelim; önce şu soru ile başlayalım; sınıf çıkarları dediğimiz toplumsal olgular ve bu olguların bütünü, eğer bunları yok saymayacaksak, politik güçleri doğurma, esin kaynağı olma ve onları yeniden yaratma e- ğilimleri taşırlar mı? Yani sınıfın maddi çıkarları dediğimiz talepler bütünü, politik alan yaratmanın temel unsurları olarak görülebilir mi? Başka bir deyişle politik yapılar ile sınıf çıkarları arasında karşılıklı bir bağımlılık var mıdır, varsa bu nasıl bir bağımlılıktır? Bunu bir zorunluluk olarak görebilir miyiz?
Bu sorular tartışmanın kritik noktasıdır. Ancak bu sorulara verilen cevaplar liberal teorisyenlerce genellikle olumsuz karşılanmıştır. Liberal sol tezlere göre böyle zorunlu bir bağımlılık öngörülemez. Olsa olsa bu bağımlılık ancak ’konjonktürel’ olarak varsayılabilir. Bu durumda kaçınılmaz olarak karşımıza başka bir temel sorun daha çıkar; kapitalizmin devrimci yoldan dönüşümü ve giderek sınıfların ortadan kaldırılması hedefine dayanan sosyalizm mücadelesi, asla sınıfın maddi çıkarlarına, dolayısıyla sınıfın politika ile bağlantısına dayanan bir mücadeleyi gerekli kılmaz! Çünkü ikisi arasında zorunlu bir bağlantı yoktur! Böylece sosyalizm, kurtuluş imgesini ifade eden
bir sistemden çok, soyut anlamda politik varsayım düzeyine indirgenen bir sistem anlamına gelir. Nitekim geçmişte sosyalizmin mücadele tarihinde benzer tartışmaların olduğunu biliyoruz.
Günümüzde de liberal solun ortak söylemi hemen hemen aynıdır. Yani politika ile sınıf bağının reddedilmesine dayanan söylemdir bu. O- luşan politik yapılar ile sınıf yapıları arasındaki bağlantının koparıldığı, dolayısıyla sınıf mücadelesi ile ilişkisinin yok sayıldığı bir paradoksla karşı karşıya bulunmakta olduğumuz artık yadsınamaz bir gerçekliktir. Onlara göre böyle bir ilişki / bağlantı öngörülemez. Böyle bir bağlantı olmadığı gibi yansıtıcısı da değildir. Bu yazarların dilinden anlaşılması gereken bağlantı, olsa olsa sadece fabrikada işçi ile işveren arasındaki ilişki ile sınırlıdır. Dolayısıyla liberal sol söyleme göre sınıf çatışması fabrikadaki çatışma gibi bir anlam taşımadığı için (sınıf mücadelesinden anlaşılan olsa olsa fabrikada baş gösteren bir grev hareketi ile sınırlıdır) politik mücadelenin kendisi bu nedenle sınıflararası çatışmanın bir
yansıtıcısı değildir. Mesela ister yasal düzeyde sosyalist örgütlenmeler olsun, isterse burjuva parti örgütlenmeleri olsun, bu örgütlenmeler arasındaki mücadele, başka bir deyişle politik mücadele, bu anlayışa göre sınıf çatışmalarını fabrika düzeyinde olduğu gibi bire bir yaşamadıkları i- çin, bu mücadelelerin esin kaynağının sınıf çıkarları olmadığı, hatta maddi ekonomik sınıf çıkarlarının mücadele üzerinde belirleyici bir rolü olmadığı gibi bir sonucu varsaymaktadır.
Bunun doğal ve kaçınılmaz so
nucu, sınıf mücadelesi kuramının re- vize edilmesi olmuştur. Artık sınıf mücadelesi bu yazarların dilinde, işçi sınıfının olmadığı veya en iyi ihtimalle belirleyici olmadığı, yerine sınıf dışı öznelerin devreye girdiği, dolayısıyla süreci bu sınıf dışı öznelerin belirlediği yeni bir mücadele biçimi almıştır! İşçi sınıfının merkezi konumunun kaybolduğu, buna karşın sınıf dışı öznelerin belirleyici olduğu iddia edilen bir mücadele anlayışı, nasıl olurda sınıf mücadelesi olarak kabul edilebilir? Aslında bu söylem, yani ‘sınıf mücadelesi’ ifadesi, yazarların dilinde kapsadığı sınırla tanımlıdır. Yani şunu demek istiyorum; ‘sınıf mücadelesi’ olarak e- le aldıkları kavram, ekonomik, politik ve ideolojik hedefleri olan bir mücadele değil, olsa olsa salt ‘demokratik mücadele’ alanı ile sınırlanan bir kavrama dayanır. Yani sınıf mücadelesi hem sistem içi düzeltme hareketi ile sınırlı bir harekettir hem de bu hareketin önderliği sınıf dışı kesimlere bırakılmıştır. Böylece işçi sınıfı, merkezi konumdan uzaklaştırılmış ve sınıf hegemonyası reddedilmiştir. Onlara göre sınıf mücade
lesi stratejisinin oturacağı ' temel bu nedenle demokratik mücadele alanıdır! Başka bir deyişle sınıf mücadelesini sınıfın ’ dışındaki güçlere havale e- den, dolayısıyla işçi sınıfının he
gemonyasını reddeden, başka bir deyişle sınıflararası koalisyon anlamına gelen (bunun kaçınılmaz zorunluluğu sınıflararası uzlaşma politikasıdır) ve sistem içinde düzeltmelerle malul bir tasarım, nasıl olurda devrimci bir sınıf mücadelesi kuramı yerine ikame edilebilir? Şaşırmamak elde değil. Ama adı üzerinde, artık bu sınıf mücadelesinden başka her şeydir, ama asla kavramın gerçek anlamı ile sınıf mücadelesinin kendisi değildir.
Bu tartışmalardan, somut durumda var olan gerçeklikten ya da yanıl-
İşçi sınıfının merkezi konumunun kaybolduğu, buna karşın sınıf dışı öznelerin belirleyici olduğu iddia edilen bir mücadele anlayışı, nasıl olurda sınıf mücadelesi olarak kabul edilebilir? Aslında bu söylem, yani 'sınıf mücadelesi' ifa
desi, yazarların dilinde kapsadığı sınırla tanımlıdır.
65
C jO İ EYLÜL E Kİ M 2006
tıcı sonuçlardan elbette bir doğru yaratılamaz. Bugün politik yapıların çoğunun program metinleri dışında sınıf ile bağlarının olmaması, tartışmanın özünü karartmaya neden olamaz. Tartışma böyle de sürdürülemez. Sınıfı iyi ya da kötü düzeyde de olsa temsil etme, daha kötüsünü söyleyelim, en azından sınıfın ileri kesimlerini bile bağrında birleştirme yeteneği gösterememiş marjinal / grup yapıların dahi, bu koşullarda politikanın sınıf çıkarlarından ayrı bir mecrası olduğu düşünülemez. Bir düşünce etrafında iki kişinin yan yana gelmesi ve sosyalist politika için kavgaya atılması bile sınıf çıkarlarından ayrı düşünülemez. Yoksa şöyle bir var oluş tarzı olamazdı herhalde; o zaman sınıf çıkarlarının varlığı bağımsız varlık değildir ve biz de bu nedenle onunla ilişkilenemeyiz. Oysa bizim dışımızda, yani politik mücadelenin dışında, ondan önce oluşmuş olan bir sınıf çıkarlarını varsaymamış olurduk. Ya da tersinden bu teorisyenlerce öngörülen sınıf çıkarları politik mücadelenin varlığı ile o- luşmuş, dolayısıyla maddi bir olguyu sübjektif etkenlere bağlayan bir mantığı egemen kılmış oluruz ki, bunun anlaşılır bir yanı olacağını öngörenleyiz. Bunun Marksizm ile uzaktan yakından bir ilişkisi olduğunu sanmıyorum. Sonuçta böyle bir anla
yış sosyalist politikayı, asli özne o- lan proletaryadan kopartan bir anlatımı ifade eder ki, bu bütünüyle Marksizm’den kopmak demektir. Sınıfsız bir var oluş ve öznesiz bir politika, asla sınıf mücadelesi kuramı ile bağdaşır değildir. Önerilen ise tam da budur; ‘sınıfsız bir var oluş, öznesiz bir politika!’Yani politika sınıfsız kalacak, sınıf da politikasız... Bu olsa olsa ancak kapitalist sistem içinde konumlanan bir arayışın ürünü olabilirdi. Daha ötesi değil.
Kuşkusuz böyle bir tasarı, doğal olarak politik örgütlerin olması gerektiği hal ile olan arasındaki ayrımı da silikleştirir. Dahası yaşadığımız koşullarda olduğu gibi, politik alanda sınıf çıkarlarını temsil edemeyen ve tarihi rolünü yerine getiremeyen bir yapının oluşumu ile karşı karşıya kalabiliriz. Sorun böyle konulunca aslında yapılan, sınıf ve sınıf çıkarları ile politik yapılar arasındaki ilişkinin başarısızlığının (nedensellikler) sorgulanması değil, politik yapı ile sınıf yapıları arasındaki diyalektik bağın ‘bağdaşmazlığının’ sorgulanmasıdır. Başka bir deyişle politik yapıların, sınıf ile bağlarının kopuşuna neden olan sorunların sorgulanmasından çok (mesela bilinç, strateji, taktik, çalışma veya politika yapma biçimleri, örgüt formu vs. gibi sübjektif olgular olarak), sorun hem sı
nıf kuramına hem de ideolojik var o- luşa (yani Marksist teoriye) karşı saldırı amacına dönük bir çabayı ifade eder. Bunu da sözde Marksizm’e dönük bir eleştiri (ya da Marksizm’i aşma!) olarak sunabilirler. Kuşkusuz gerçek bu değil. Beyhude bir çaba. Marksizm elbette eleştirilebilirler. Hatta aşılabilir de. Kimse Marksizm’i birer dogmalar yığını olarak görmüyor, görmemelidir. Ancak böyle bir iddia da bulunan herkes laf etmeden önce düşünmeli, hem de çok düşünmeli ve ondan sonra laf etmelidir. Bu teorisyenler Marksizm’i nasıl eleştirdiklerini ve nasıl aştıklarını kanıtlarıyla göstermelidirler ki, bizde buna inanalım ve onların arkasından gidelim. Böyle bir iddiada bulunmak için herkes biraz boyunun ölçüsüne göre davranmalıdır. Kuşkusuz bu derece ölçüsüz atanlar biraz da hadlerini bilmelidirler. Elbette yapılanlar başkadır. Sırtlarında yumurta küfesi olmayan batı aydınlarının, ‘cam fanus Tarda oturdukları yerden eleştiri yapmaları elbette haklarıdır, ama bu asla doğruya tekabül eden bir eleştiri anlamına gelmez. Zira ilerletici eleştirinin mekanı her zaman pratik olmuştur. Bu nedenle teori asla mekansız ve tarihsiz bırakılamaz. Marksizm pratik üzerinden doğmuştur ve pratik üzerinden gelişmiştir. Marksizm’i eleştirme, hatta aşma a- dına yola çıkanlar, genellikle Marksizm’i sistem içine çekme amacı taşıyanlardır. ‘Bugüne kadar Marksizm ne çekmişse kendi düşmanlarından değil, yalancı dostlarından çekmiştir’ sözü bu nedenle yabana a- tılamaz.
Böyle bir anlatıma dayananlar, yani politikadan önce sınıf çıkarları olmadığını ifade edenler, rüyalarını masa başında görenlerdir. Düşüncelerini hayattan kopuk ve uyduruk teorik kırıntılara dayandıranlardır. Bunlar genellikle yaldızlı köşklerde yaşayan tatlı su solcularıdır.
Bu yargı sözde bir teori haline getirilince, doğal olarak politika sınıfsız kalmış, sosyalizm de amaçsız bir soyutlamaya dönüşmüştür. Olan da budur. Peki, ama buradan nasıl bir iktidar ufku, özel mülkiyetin kaldı-
64
EYLÜL'E Kİ M 2006 t | O İ
rılması ve sınıfsız bir toplum öngörüsü çıkarılabilir? Açıktır ki bu düşüncenin sahipleri, bizlere, kapitalizm koşullarında ‘demokratizm’den öteye gerek olmadığını salık vermektedirler. Yani ‘yıkamıyorsak insancıl kapitalizmde yaşayalım’ diyenlerin esinlendikleri teorik cephe buydu. Bu batının sözde Marksist aydınlarının yıkılan hayallerinin kırılma noktasıydı. Yalnız batının değil, batı tezlerinin kıl kuyruğuna takılan Türkiye’nin liberal aydınlarının da yıkılan hayallerinin rüyalarıydı. Şimdi biraz medyanın yalakalıklarını yaparak para kazanıyorlar, biraz da ‘mürekkep yaladıkları’ için ü- niversitelerin aydın kılıklı profesörleri, hocaları olarak vaazlar veriyorlar. Burjuvazi şimdi onları allayıp pulluyor ve devrimci sosyalistlere karşı huruç hareketinde birer piyon olarak kullanıyor. Öyle geldiler, ama öyle de gidiyorlar.
Her neyse, yeniden konumuza dönersek:
Gerek ekonomi ile politika arasında, gerekse ideoloji ve politika ile sınıf yapıları arasında ortaya çıkan i- lişki basit ve tekdüze bir ilişki değildir. Bütün mesele bu ilişkiyi reddetmek değil, tersine onu çözümlemek ve anlamaktır. Esas olan da budur. Bu ilişkiyi reddedenler, doğal olarak işçi sınıfının sınıf mücadelesi aracılığı ile sosyalizm yolunda ilerlemesi ve kendi kendini sönümlendirmesi hareketini de reddetmek zorunda kalmışlardır.İşte size bir örnek. Bakınız bu noktada Laclau ne diyor; “Kendi başına ele alman ideolojik öğelerin hiçbir zorunlu sınıf ifadesi (çağrışım) olmadığını ve sınıfsal ifadenin, ancak bu öğelerin somut bir ideolojik söylem halinde eklemlenmesi sonucu oluşacağını kabul etmek. Bu da bir ideolojinin sınıfsal içeriğini analiz etmek için önkoşulun, soruşturmayı baştan sona ideolojik söylemin özgül birliğini kurarak yürütmek ol
duğu anlamına gelir.“2
En iyi yorumla bize söylenen şudur; toplumsal dönüşümü hedefleyen ideolojik temelli politik bir hareketin, ekonomik/sınıfsal koşullardan kaynağını almasına gerek yoktur! Çünkü bu teorisyenlere göre ekonomik alanla ideolojik-siyasal alan arasında zorunlu hiçbir bağ yoktur! Doğal olarak bu düşüncenin sonucu e- mek ile sermaye arasındaki ilişkinin reddedilmesi, en azından görünmez kılman bir mantığın açığa çıkması olmuştur. Böylece sosyalizm tasarısı da anlaşılmaz bir kaotik duruma yol açmıştır. Gerçekten sosyalizm, bu te- orisyenlerin dilinde sömürü ilişkilerinin tasfiye edilmesinden ve sınıfların ortadan kaldırılmasından çok, bir insan hakları veya birey hakları düzeyinde ele alman bir tasarım olarak ortaya çıkmıştır.
Böyle bir yaklaşım tarzı doğaldır ki, kapitalizmin niteliğini tümden değiştirme anlamına gelir. Bu mantığın doğal sonucu; kapitalizmde kaba sömürüye hayır, ama ‘demokratik sömürüye’ evet demektir. Böylece kapitalizmi tasfiye etmek değil, onu ‘insancıl-demokrat’ kılmak esas haline dönüşmüştür. Bu da açık cepheden Marksizm’in reddi olmuştur.
Kuşkusuz kapitalizmi devrimci bir dönüşüme uğratmak, dolayısıyla
sınıf çıkarları temelinde politik hareketi örgütlemek ve sınıfla olan bağını güçlendirmek her zaman zorlu bir süreci gerektirmiştir. Bu yolda sorunlar yaşanmış, hatta politik hareketler içinde bölünmeler dahi gerçekleşmiştir. Gerek işçi sınıfı hareketi içinde sınıf içi ittifaklar sorununda, gerekse örgüt ve bilinç sorunlarında, dahası proletarya ile diğer
toplymsal hareketler arasında belirgin olarak ortaya çıkan bu ve benzer sorunlar hep yaşana gelmiş sorunlar olmuştur. İçinde yaşadığımız dönemde bu kırılmalar daha da ağır seyretmektedir. Gerçekte bu sorunlar tartışma götürür sorunlar olmuştur, bundan böyle de olacaktır. Ancak bu sınıfın rolünü yok saymayı asla gerektirecek bir tartışma düzeyi olamaz. Bu ilerletici bir tartışma da değildir. Burjuvazinin soldan Marksist teoriye karşı açmış olduğu bir haçlı savaşıdır.
Bu hareketlerin kendi aralarındaki ilişkilerde dahi hedefleri karmaşık ve bulanıktır. Bir bütünlüğü ifade etmezler. Hem kendi içlerinde toplumsal çıkarlarla neyi temsil ettikleri belli değildir hem de ciddiye alınacak bir siyasal temsiliyet gücüne sahip değildirler. Her şeyden önce bu güçlerin toplumsal çıkarları, ideolojik ve politik alandan özerk kurulmuş oldukları için (kendileri öyle tanımlıyorlar) sınıfsal çıkarlar yerine ağırlıklı olarak kolay bir yönelime, söylemsel yönelime dönük bir çabayı temsil ederler. Bu çevreler sınıfın dönemsel gerilemelerinden hareketle Marksizm’i sorgularken, kendileri bu ‘söylemsel bağ’ ötesinde hem sı- nıfsızlığı hem de şekilsiz bir ’halkı’ hedef almışlardır. Bu ne toplumsal bir dönüşüme ne de sosyalizm hede
fine hizmet etmiştir. Bu olsa olsa kapitalizmin yaşamını uzatmaya dönük bir çabayı ifade etmiştir. Daha ötesi değil.
Proletaryanın yerine sınıf dışı toplumsal özneleri geçirenler ve bu
hareketlerin özgül hedeflerini izah e- denler, tümüyle sosyalizm projesinden kopmuş olduklarını böylece göstermiş oldular.
2. Türkiye’de sınıf mücadelesinin sorunları ve teorinin önemi ü- zerine
Bu tartışmalardan sonra Türkiye için çıkarılan sonuçlara bakmak ge-
Gerek ekonomi ile politika arasında, gerekse ideoloji ve politika ile sınıf yapılan arasında ortaya çıkan ilişki basit ve tekdüze bir ilişki
değildir. Bütün mesele bu ilişkiyi reddetmek değil, tersine onu çözümlemek ve anlamaktır. Esas oian da budur. Bu ilişkiyi reddedenler, doğal olarak işçi sınıfının sınıf mücadelesi aracılığı ile sosyalizm yolunda ilerlemesi ve kendi kendini sönümlendirmesi hareketini de
reddetmek zorunda kalmışlardır.
65
C |O İ EYLÜLEKİM 2006
rekir. İlk bakışta ekonomik temelli sınıf çıkarları ile politik çıkarlar arasında herhangi bir ilişki yokmuş gibi gelmektedir çoğumuza. İlk algılama bu belki. Ama gerçekten bu büyük bir yanılgıdır. Şunu elbette biliyoruz; ilk başta sınıf çıkarları dediğimiz maddi ekonomik çıkarlar, mekanik bir tarzda politik alana aktarılamaz. Bunu yukarıda kısaca izah ettik. Böylece motomot bir tarzda her ekonomik durum için politik bir biçimden bahsedilemez. Türkiye’de ekonominin oluşum biçimi ile politik biçimi arasında eşit ve paralel bir ilişki yoktur. Dolayısıyla her zaman kolayca ekonomik duruma uygun, ona denk düşen bir politik biçimden bahsetmek zordur. Yine de durumun böyle olması her iki alan arasındaki bağlantının olmadığını söylememizi kuşkusuz gerektirmez. Bu nokta yeterince tartışıldı. İşin bir yanı bu. Diğer yanı da Türkiye’de oluşmuş yapıların sınıfla olan bağlantısı ve ilişkisi sorunudur. Zaten bu nokta sürekli sorunlu olagelmiştir. Aslında bu mesele uluslararası komünist hareket için de geçerli bir söylemdir. Ancak bizde ister liberal sol olsun, isterse Marksist sol olsun, ilkinde bu sorun teorik düzeyde, İkincisinde ağırlıklı olarak pratik düzeyde hep krizsel bir durumu ifade etmiştir. Liberal sol i- çin zaten çoktan beri proletarya kavramı dama atılmıştır ve bu nedenle bu sorun onlar açısından teorik düzeyde çözümlenmiştir. Şimdilik bu yaklaşımı geçiyorum. Marksist sola gelince; burada en büyük problem i- kilidir; bir yandan teorik metinler a- deta Kur’an metinleri gibi sağdan sola doğru okunmuştur, diğer yandan ise bu okumanın pratik yaşam içindeki karşılığı büyük bir boşluk olmuştur. Başka bir deyişle teoriye i- lişkin kurgulamalar toplamından çıkan sonuçlarda görülmüştür. Bunun sonucu toplumsal koşulların değişim sürecinden bağımsız olarak “ezberle
nen metinler“ gibi algılanan bir okumanın pratikteki karşılığı yıkım olmuştur. Oysa teori hem kendi zemininde yenilenmeyi ve üretkenliği gerektirir hem de onun ışığında pra- tik/politik yaşamın yenilenmesini şart koşar. Burada en büyük sorun, sınıf kavramını dogmatik/popülist düzeyde sıkça tekrarlamak değildir, onu değişim koşulları içinde yeniden ele almak ve sınıf çıkarları ile politika arasındaki bağı gerçekçi bir tarzda ortaya koyabilmektir. Ne proletarya eski proletaryadır ne de sınıf çıkarları fabrikanın dört duvarı arasında sıkıştırılıp kalınacak kadar küçültülmüş bir alanı ifade eder.
Liberal sola dönersek; bu çevrelerin teorik çizgisine göre sosyalizm, sınıf ve sınıf mücadelesine gerek kalmadan kurulabilir. Bu doğru bir kurgu değildir. Aslında burada hem sınıf dışlanmıştır hem de sınıf mücadelesi sınıf dışı toplumsal kesimlere havale edilmiştir. Bu düşünce biçimi elbette kaba bir biçimde ifade edilmiyor. İnceltilmiş şekilde sürdürülüyor. Fakat işçi sınıfını politikadan
kovan öz asla değişmiyor. Zira liberal hareketlerin hemen hemen hepsi, gerek düşünce anlamında gerekse kadronun pratik konumu anlamında, düzen içi çalışma biçimine göre ko- numlanmışlardır. Son derece keskin bir şekilde işçi popülizmi yapan ve sıklıkla ‘işçi havzalan’ndan bahseden bazı yasal partiler bile, koyu bir liberalizm / reformizm bataklığına sürüklenmekten kurtulabilmiş değillerdir. Bunların sayısız örneklerini vermek mümkün. Ama aynı şeyi başka bir düzeyde ülkemizin radikal Marksist solu içinde söyleyebiliriz; bazılarında sınıf söylemi ne kadar güçlü olursa olsun, “üretimsiz var o
luş“ biçimi, liberal sol ile ayrımı sadece ve sadece söylem düzeyinde tutmuştur. Oysa pratikte bu ayrım belirgin değildir. Silikleşmiştir adeta. Üretimsiz var oluş kendini hem düşünsel boyut da hem de pratik / politik boyut da göstermiştir. İlkinde devrim reformlara kurban edilmiştir. Sistem içi reformlarla sosyalizm kuruculuğu sınıf ve sınıf mücadelesine gerek kalmadan “çoğul kitle“ ile başarılacak bir söyleme dönüşmüştür. İkincisinde ise dar pratikçiliğin, politik şovenizm biçiminin ve “değişmez teori“ tutuculuğunun sonucunda, olması gereken durumu olan ile açıklayan veya onunla yetinen bir kavrayışı ortaya çıkarmıştır. Bu da ister istemez kendisini sınıfsız politikaya mahkum etmesi demektir. Bugün sınıf çıkarları arasındaki çelişki en keskin bir dönemden geçmesine rağmen, olanla yetinen Marksist bir sol (ne yazık ki bugün buna ‘kendi dünyasında mutlu olan bir sol’ demek çok da yanıltıcı olmasa gerek), doğal olarak değişimin öncüsü de o- lamaz. Bu durum onun temel krizine yol açmıştır. Böylece sınıf çatışmala
rına yaklaşım düzeyi, sınıfın oluşumlarına denk düşen politik yapıları yaratamamış, dolayısıyla bu da yeni bir krize yol açmıştır. Yaşanan süreç böyle bir kırılgan dönemin anlatı
mından çıkmıştır.
Bütün bunların bir nedeni de, ‘sınıf mücadelesi’ sorununun doğru bir tarzda ele alınamamış olmasıdır. Elbette bütün sorunların tek nedeni bu değildir. Oldukça değişik faktörler vardır. Ancak yanlış bir sınıf mücadelesi kuramı, devrimci sınıf hareketinin yıkım nedenlerinin başında sayılmalıdır. Kuşkusuz bu salt bir biçimi ifade etmez, ama Marksist teori ve pratiğe ilişkin ortak bir bütünlüğü ifade eder.
İçinden geçtiğimiz dönem önemli veriler sunuyor bize; bugün sınıf mücadelesi tarihinin karakteristik ö-
Liberal sola dönersek; bu çevrelerin teorik çizgisine göre, sosyalizm, sınıf ve sınıf mücadelesine gerek kalmadan ku
rulabilir. Bu doğru bir kurgu değildir. Aslında burada hem sınıf dışlanmıştır hem de sınıf mücadelesi sınıf dışı
toplumsal kesimlere havale edilmiştir.
66
EYLÜL-EKİM 2006 CJOİ
zelliğinden çıkarılacak sonuçlar ö- nemlidir; sömürünün alabildiğine yoğunlaşmış olması, sömürüye dayanan sistemin ortadan kaldırılmasını gündemimizin acil hedefi haline getirmiştir. Sömüren ile sömürülenler arasındaki çatışma, tarihte birçok ö- nemli mücadelenin temeli olduğunu, bunun ise hem politik-ideolojik alanı hem de politik örgütleri belirlediğini hepimiz biliriz. Oysa bugün iki alan arasındaki çatışmanın temeli oldukça büyümüş olduğu halde, yani sınıflar arası çatışmanın nesnel temeli alabildiğine derin bir açılım gösterdiği halde, ne yazık ki bu, ne politik alanda ne de politik örgütler yapısında o- lumsal bir dönüşüme henüz yol açmamıştır. Bugün Marksist hareket, bu sınıfsal gerçekliğe karşın değişik güç merkezlerinin (etnik, ulusal, cinsiyetçi vb.) etkisi altında kalmıştır. Bütün mesele bunun nasıl aşılacağını öngörmek ve bu öngörüye uygun bir pratiği örgütlemektir. Ancak durum böyle değildir. Yine de ısrar etme noktamız anlaşılmalıdır; ne bu etkinin kendisi ne de işçilerin büyük gövdesinin burjuva partilerine oy vermeleri, hatta daha değişik nedenler, ne sınıf gerçeğini ne de sınıfsal çıkar ve oluşum gerçeğini değiştiremez, üstünü örtemez. Özellikle şunu bir kez daha hatırlatmak gerekir; politik yapının krizi ne olursa olsun, bugün işçilerin oy verme davranışlarına ya da seçimlere katılan partilere destek vererek, ekonomi ile politika arasındaki ilişki hakkında, özellikle sosyalist mücadelenin koşulları hakkında olumsuz genellemelerde bulunmak son derece hatalı bir yaklaşımı gösterir. Sorunun arkasındaki gerçekliği kavramamak demektir bu.
Sanırım tartışmalı olan bu konulardan sonra şunu hatırlatmak yerinde olur; konjonktürel koşullar ne o- lursa olsun aşağıda ileri süreceğimiz şu önermeler sorunun teorik çözümünde hala temel göstergeler olmaya devam etmektedir;
1. Kapitalizm üzerine kurulan temel ilişki, hala sermaye ile emek a- rasındaki ilişkide anlam bulmaktadır. Sistem olarak kapitalizm yıkılmadıkça bu geçerli bir söylem olarak kala
caktır. Bu bizim ana duruşumuzdur.
2. Sömürüye ve kölelik koşullarına son verecek yegane sınıf, yapısal olarak değişime uğramış ve kültürel değerlerde ciddi gerilemeler yaşamış olsa bile, yine de dönüşümün öncüsü olan işçi sınıfıdır. Bugün bu olumsuzluklara karşın işçi sınıfı genişleyen ve büyüyen bir profil çizmektedir. Bu sınıfın yeni bir evrimini gösterir. Çünkü halk güçlerinin var oluş biçimi hızla sınıfsal evrime doğru büyüme eğilimine işaret etmektedir. Küresel kapitalizm adeta ara sınıfları artan oranda tasfiye etmektedir. Dolayısıyla işçi sınıfının sömürüye son verecek maddi koşulları, diğer tüm çıkarların da temel belirleyicisi olmaya devam etmektedir. Proletarya bu nedenle toplumsal hareketin hala belirleyici merkez noktasıdır.
3. Bugün işçi sınıfının sırtında kolektif sınıf kimliğinden başka değişik kimliklerinin bulunması veya bu kimlikleri taşıması (dinsel, etnik, cinsiyetçi vb.) ve dönemsel nedenlerle bu kimliklerin ağırlık taşıması, sınıfsal kimliklerin ve sınıfsal koşulların (çıkarların) ortadan kalktığını göstermeyeceği gibi, tersine sınıf kimliğini daha da derinleştirme eğilimine işaret eder. Ufkunu geleceğe dönmüş her politik ve toplumsal oluşum, kendine ait bir zaferi elde etmek ve buradan ilerlemek zorunda kalacaksa bunun tek bir yolu vardır; politik yapıların yeniden sınıf kimliklerine dönmesi ve sınıf ile anlamlı bir bağın kurulmasıdır. Bu, sınıfın da kendi sınıf kimliğine dönüşünün etkin yollarından birisi olacaktır. Ancak bunun nasıl elde edileceği hala tartışmalı noktalarm başında gelir.
4. Birlik, dayanışma, örgüt, kolektif eylemler vb... bütün bunların i- tici gücü, proletaryadan başka hiçbir sınıfta bu derece belirgin, açık ve anlaşılır değildir. Kırılmaların varlığı onun yeniden yapılandırılmasını olanaklı olmaktan çıkarmaz. Nesnel var oluş bu kırılmaları yeniden tesis edecek temeli kendi eline vermiştir. Bu nedenle proletarya, gerek demokratik devrimin gerekse sosyalist devri
min öncü ve temel gücü olmaya de-» vam etmektedir. Bu sadece teoride değil politik pratikte de böyledir.
5. Sosyalizmle ilişkilenmesinde işçi sınıfından başka hiçbir sınıf, bu derece içkin bir konum kazanmamıştır. Bu nedenle sosyalizmin var oluşu işçi sınıfına, işçi sınıfının kurtuluşu da sosyalizme bağlıdır. Adeta etle kemik gibidir. Şimdiki kırılma veya kopuş tümüyle dönemsel ve geçicidir. Bu nedenle proletarya sosyalizmin kurucu temel öznesidir. Ayrıca kendi varlığına da son verecek sınıf, yine işçi sınıfından başka bir sınıf olmayacaktır. Bu nedenle işçi sınıfının kendi kurtuluşu özünde bütün toplumun da kurtuluşu demektir.
6. Sınıfsal çıkarlara tekabül eden politik güç merkezlerinin inşası, e- mekle sermaye arasındaki karşıtlığa tekabül eden belirleyici bir gücü ifade eder. Bu nedenle sınıfsal temele dayanan siyasal güçlerin politik sistemle çatışması olmaksızın sosyalizm kurulamaz. O halde proletaryanın çözüme kavuşturacağı sorunlardan birisi de, devlete ilişkin tutumundaki açıklık ve berraklıkta aranacak olmasıdır. Burada ne ırkçıla- şan bir ‘ulusal sol’un seslendirdiği “ulusal devlet” savunuculuğu ne de liberal solun iddia ettiği, devleti sermayeden ayıran ve “küresel yoldan aşınarak yok edilen bir devlet” söyleminin aldatmacasına pirim verilemeyeceğidir. Sermaye devletsiz olamaz, devlet de sermayesiz. Bu da proletaryaya ait merkezsel düşüncenin kendisidir.
3. Kültürel kimliklerin sınıf kimlikleri üzerindeki baskısının a- şılmasına ilişkin bir öneri
‘Birleşik sınıf stratejisi’ üzerine bir kez daha...
Türkiye de ‘işçi sınıfı ve sınıf mücadelesi’ tartışmalarında karşımıza temel olarak iki sorun çıkmaktadır; ilki Türkiye’de genişlemiş olan işçi sınıfının gücü neden toplumsal ve siyasal bir güce dönüşememekte- dir? Proletarya neden dönüşümün belirleyici gücü olamamaktadır? Î- kincisi de sayısız çevre ve grupların
67
CjOİ EYLÜL-E Kİ M 2006
sınıf ile olan ilişkisi nasıl bir ilişkidir? Bu ilişkileri sınıf stratejisi açısından nasıl tanımlamak gerekir?
Kuşkusuz bu soruları önemsemek gerekiyor. Bu noktalarda ciddi sorunlar olduğu çok açık. Öncelikle ikinci sorudan başlayalım; ister politik ister demokratik-ekonomik ya da kültürel kurumlar olsun, bu kuramların temsil ettiği insanların toplumsal kimliği, o grubun politikası ya da söylem dilinden önce, belirli bir toplumsal sınıfın ve toplumsal çevrenin öncelikle varlığına bağlıdır. Yine de bu grupların kendi varlığı doğrudan o sınıfın veya sınıfların temsiliyetini içermese bile, onun siyasal dilini ve ilişkilerini temsil ettiğini söylemek mümkündür. Bu yapıların iddiaları ya da eylemleri, temsil ettiğine inandığı sınıfın özlemlerini dile getirmiş olmasını dışlamaz. Yapıya kitlesel bir yönelim veya yapının sloganlarına karşın bir bağımlılık olmasa da, toplumsal ve siyasal temele dayanan ve dayandığını iddia eden her politik grup, bu eylemsellik süreci içinde savunduğu sınıfın toplumsal karakterinden kopuk olmadığını ve onun politik ve demokratik bir ifadesi olduğunu gösterir. Burada o yapının temel karakterini belirleyen söylemi değil, o söyleme uygun pratik tutumudur aslında. Yani eylemi... Az ya da çok oluşan kolektif grupların kimlikleri de bu anlamda sınıf konumundan bağımsız değildir. Sınıf dışı kimlikler ve bu kimliklerin dışa dönük temsil ettiğini ifade eden gruplar, hem az ya da çok bir toplumsal karşılığa dayanırlar hem de oluşturulan yapıların politik dili olarak karşılıklı bir bağımlılığı ifade ederler. Zira ileri sürülen istekler, o toplumsal yapının politik bir dili olduğuna göre, bu dil ile bu dilin seslendirdiği insanlar a- rasında yakın bir ilişki olduğunu rahatlıkla söylemek mümkündür.
Buradan çıkaracağımız sonuçlardan birisi şudur; demek ki toplumsal
ve politik istekler ile toplumsal koşullar veya o toplumun var oluşundan kaynaklanan konumlar arasındaki yakın bir ilişki, Marksizm’in dikkate aldığı veya alması gereken temel öğretilerin başında gelir. Burada hem sınıf dışı yapıların sınıf kimlikleri ile ilişki biçimini hem de toplumsal bir güce sahip olduğu halde işçi sınıfının neden politik bir güce dönüşemediği sorusunun ipuçlarını bulmaya yaramaktadır.
Bu nedenle yukarıda sorduğumuz birinci sorunun cevabı aslında i- kinci sorunun cevabı içinde bulunmaktadır. Çünkü nedenlerini çok tartıştığımız sınıf kimliklerinin ikincil konuma kaymış olmasından dolayı sınıfın toplumsal güç dağılımı, kendileri de birer sınıf üyeleri olduğu halde bu toplumsal ve politik güç temsiliyeti, aslında bu sınıf dışı kimlikler arasında dağılmıştır. Bu sorunu başka bir bağlamda yukarıda izah etmiştik. Şimdi bu güç ilişkilerinin dağılım biçimlerini değişik kültürel kimlikler boyutunda yeniden irdelemek birkaç nokta açısından gerekiyor.
işçi sınıfı sınıfsal konumundan i- leri gelen gücünü, değişik kimliklere aktararak aslında kendi güçsüzlüğünün yolunu açmıştır. Sınıfsal enerji, özünde sınıf dışı talepler tarafından
emilmekte ve bu anlamda sınıf kendi hedefleri bakımından güçsüz bırakılarak sistem içine çekilebilmektedir. Mesela burada bir işçiyi alalım; bu en başta üreten bir bireydir. Yani çalışan bir işçi. Onun ilk kimliği aslında bu sınıf kimliğidir. Çünkü o mal veya hizmet üretiyor. Ancak işçimizin kadın olması, Kürt olması ya da herhangi bir dine mensup olması, o- nun değişik toplumsal kimliklerinin
yok sayılmasını gerektirmez. Ancak eskiden emek gücünün sınıf kimliği diğer kültürel kimliklerin üstünde bir güç merkezini oluşturmuş iken, şimdi diğer kimlikler sınıf kimlikleri ü- zerinde oluşan bir gücü ifade etmektedir. Sınıfın gücü, toplumu ve kendi kurtuluşunu da öngören bir güç potansiyelini ifade ederken, bu potansiyel, sömürü ve baskı sistemi ile hiçbir alışverişi olmayan değişik kimliklerin güçlenmesine ve yeni bir güç merkezi olmasına yol açmıştır. Böy- lece sınıfsal enerji boşaltılmakta ya da en iyi ihtimalle değişik kimliklerin güçlenmesine yol açan bir enerjiye dönüşmektedir. Burada bunun nedenlerini tartışmayacağım. Zira bu oldukça fazla tartışıldı, önemli olan bunun nasıl tersine dönüştürüleceğinin tartışılmasıdır. Burada bildiğimiz iki nokta var; ilki dönemsel eğilimlerin bu sınıf dışı kimlikleri öne çıkardığıdır. Nedenleri değişik. Önce bu gerçeği yalın bir şekilde kabul edelim. İkinci nokta bu sınıf dışı kimliklerin toplumsal sınıf mücadelesinde oynamış olduğu tarihsel rol ile ilgili olanıdır. Başka bir deyişle tarihsel bağlamda bu kimliklerin pratik süreçte hızla miadını doldurup doldurmadığı sorunu tartışmalı bir sorun haline gelmiştir. Sanırım bu nokta ö- nemli. Miattan kastım bu kimliklerin
ortadan kalktığı veya kalkacağı değildir. Kürtkimliğinin, Müslüman ya da feminist olma kimliğinin, o bireyin kendisinin, ailesinin, çocuklarının, kısacası insantopluluklarının i-
radelerinden bağımsız elde edilmiş kimlikler olduklarını az çok herkes bilir. Burada önemli olan bu kimliklere sahip olan emekçi sınıfların, salt bu kültürel var oluş biçimi ile hareket etmeleri halinde, bu hareket tarzının onları, özlemini duyduğu özgür ve mutlu, sömürüşüz ve baskısız bir geleceğe taşıyıp taşıyamayacağı sorununda düğümlenir, en azından taşıdığı iddia edilse bile bunu nasıl taşı-
Sömürüye ve kölelik koşullarına son verecek yegane sınıf, yapısal olarak değişime uğramış ve kültürel değerlerde ciddi gerilemeler yaşamış olsa bile, yine de dönüşümün
öncüsü olan işçi sınıfıdır. Bugün bu olumsuzluklara karşın işçi sınıfı genişleyen ve büyüyen bir profil çizmektedir. Bu
sınıfın yeni bir evrimini gösterir.
6 8
EYLÜL'EKİM 2006 CjOİ
nik kimliklere göre belirgin bir role sahip olmadığı açık. Nesnel yapıdaki belirginlik, politik yaşamdaki belirginliği açığa çıkarmadı. O nedenle salt söylemsel aktivite çubuğun sınıfsallık lehine bükülmesini zorlaştırdı. O halde artık yapılması gereken ikinci nedeni düşünmektir; sınıfın içinde etkin olan bu kültürel kimlikler ile (çünkü bu kimliklerin savunucuları olan toplumsal kesimler aynı zamanda işçi sınıfının bireyleridir) anlaşılır temelde demokratik bir ilişkinin kurulmasının zorunluluğudur. Hem sınıf çıkarlarında hem de öznesinde yapışık olan farklı kültürel sınıf yapıları, aynı sınıfın içinde var olan yoğunlaşmış paralel yapılardır. Çünkü sınıf içinde oluşan iki ayrı kültürel yapı, yani dinsel, cinsiyetçi veya ulusal kültürel oluşumlar ile sınıf çıkarları, sınıfın kendi içinde oluşan düalist yapılar olduğunu gösterir. Bugünün tek farkı birinin diğeri üzerindeki baskısı ve egemen rolüdür. Burada bu nedenle demokratik ilişki biçimi önem taşır. Yani iki kültürel yapı arasında (sınıf kimliği ile sınıf dışı kimlikler-yani etnik, cinsiyetçi, ekolojik, dinsel vb. kimlikler olarak) sağlıklı bir ilişkiden bahsediyorum. Bunun yolu gerçek anlamda demokratik bir ilişkidir. Ancak sınıf dışı kimliklerle demokratik ilişkiden anlaşılması gereken, sınıf kimliğinin
icağı sorununda açığa çıkaı: a Pır sınır olduğu açık;. Çünkü etnik,'
cinsiyetçi ya da dinsel olan her kimlik baştan kendi içinde tanımlı bir kimliktir. Evrensel değil, yereldir. Birleştirici değil, parçalayıcıdır. Burada belirgin iki kimlikten, dinsel ve nilliyetçi karaktere sahip olan bu iki rimlikten özellikle bahsetmek gere- dr; bilindiğini varsaydığımız şeyi ekrarlayalım; tarihsel olarak bu iki imlik, yani kültürel olarak milliyet- :i veya dinsel kimlikler, insanlığa ve oplumlara özgürlük ve refah yerine ıaskı ve yıkım getirmiştir. Dinler sa- aşınm beş yüz yıldan bu yana arka- a bıraktığı sonuç kan ve gözyaşı ol- luştur. Onun için bu kimlik doğası ereği bütünleştirici değil parçalayı- dır. Milliyetçilik ise kapitalizmle irlikte bir dönem ilerlemeyi temsil len bir süreci yaratmış olsa dahi, rauçta üstün ulus söylemleri ile ön-
milliyetçiliği, sonra da ırkçılığı ığurarak etnik temizlik savaşlarına >1 açmıştır. Bu da doğası gereği ırçalayıcı ve yıkıcı olmuştur. Her i- kimliğin körüklenmesinde elbette
uslararası emperyalist burjuvazinin lünü özellikle hatırlatmak gerekir, bette bu kimliklerin bir zamanlar ¿anlık tarihinde ilerici rolünü yad- nak değildir amacımız. Bu daha rklı bir tartışmadır. Biz burada iki pınm 21. yüzyıldaki rolünü ve sı- ‘ kimliği açısından ortaya çıkardığı runları ele almağa çalışıyoruz. Ge- : dinsel gerekse etnik temele dayarı bu iki kimliğin kendisi, insanlığa a özgür ve mutlu bir gelecek vaat
nekten bu nedenle uzaktır ve yine nedenle tarihsel olarak miatlarını durmuş kimliklerdir.
Şimdi çözümlenmesi gereken sosudur; Marksist politik yapılar,
ııf kimliğinin yeniden inşası için, rel olarak bu kimliklerin ileri sür- ra talepler her ne ise, o taleplerin ■şılanmasım ya da yerine getiril- sini mi bekleyeceklerdir veya ön- ıkle bu grupların taleplerini mi iilayacaklardır? (Ya da beklese kendiliğinden toplumlar yeniden
i kimliğine geçişi sağlayabilirler Yoksa doğru bir politik dil ve
i: modeli ile bu iki süreci prole-
B,
taryanm lehine çevirebilecek yaratıcılığı gösterebilecekler midir? Yani şunu demek istiyorum; yerel olan bu kimlik taleplerinin destekleyicisi konumunda olan emekçi özneler (çünkü adını nasıl koyarsak koyalım e- mekçi kitleler ne yazık ki bu dönem kendi yerel kimliklerinin savunucusu konumunda olduklarını hepimiz biliriz), başka bir deyişle dinsel veya u- lusal kimlikler için savaşa atılmış o- lan emekçiler, kendi sınıf konumlarından dolayı mutlak surette sınıf kimlikleri ile zorunlu bir iç ilişki i- çinde bulunacağıdır. Yani bu kimliklerin savunucularının nesnel olarak hayatla bağlarını, doğrudan sınıf kimliği belirlemektedir. O halde bu talepleri sınıf kimliği içinde ve ona bağlı olarak ele almak ve sınıfsal taleplerin belirleyici önermesi içinde çözüme doğru adım atmak... Herhalde olması gereken budur. Aslında sınıfsallık bu emekçi güçlerin zaten baştan itibaren kendi içsel bir var o- luşudur. Ya da var oluşunun temel bir kriteridir. Sorun bu kimliğin bireyin yaşamını belirleyen yapı ile ilişkiyi nasıl kuracağıdır. Burada yine iki nokta öne çıkıyor; ilki sınıf için anlaşılması güç olan cansız ve hayattan kopuk olan politik bir sınıf söylemi ve ona uygun grup örgütlenmesi yoludur. Ancak bu yol özellikle dönemsel nedenlerden dolayı dinsel ve et
6 9
CJOİ EYLÜL'EKİM 2006
bu kimlikler içinde erimesi değildir. Elbette bunun için geçerli bir kural yoktur. Bu anlamda kendi içinde tehlikeleri de barındırır. Kuşkusuz bunun tek koşulu, taşıyıcı öznelerin (taşıyıcı ajanlar denilen yetişmiş kadroların) yeteneğinde ortaya çıkan yaratıcı çalışmada belirginleşeceğidir. O nedenle bu dönemde kadroların özel yeteneği ve yaratıcılığı belirleyici o- lacaktır derken bunu anlatmış oluruz. Burada anlatılan öncü yapının, gerçek manada devrimci rolünün içselleştirilmiş olmasının önem taşımasıdır.
Hiç kuşku yok ki yapılması gereken sınıfsallık ile dinsel kimlikler a- rasındaki ilişkinin hedeflerini doğru belirleyebilmektir. Başka bir deyişle dinsel veya etnik kimliklerin sınıf hareketi içinde baskı altına alınması veya kültürel var oluş olarak yok e- dilmesi değil (geçmişte bu biraz böy- leydi), her iki yapının da, yani hem sömürünün nedenlerinin hem de sınıf dışı bu kimliklerin baskı altına alınmasının nedenlerini sorgulamaktır. Başka bir deyişle bu baskının otoriter egemenlik yapısından kaynaklanan sorunlar olduğunu gösterebilmek veya anlatabilmektir. Bunun ilk yolu sınıfsal yapı içinde demokratik ilişkinin doğru bir kurgusunu gerçekleş- tirebilmektir demiştim. Ancak sınıfsal yapı içinde ortaya çıkan bu ilişki
eşdeğer bir ilişki değildir. Bunu anlamak önemlidir. Sınıf kimliği içinde varlığını koruyan, ama zamanla kendi içinde sınıfsallık lehine dönüşüme uğrayan veya uğraması gereken bir süreci kavramak önem taşır. Bu da doğru bir sınıf mücadelesi sürecinde ortaya çıkar. Doğru bir süreci açığa çıkaracak olmasının tek garantisi de, başka bir deyişle sınıf dışı kültürel talepleri savunan sınıf üyelerini sınıf savaşında seferber edecek olan gerçekliğin kendisi de, esnek ve yaratıcı çalışmayı başarabilen ve demokratik ilişkileri doğru kurgulayan sınıfın öncü politik yapısının becerisi ile tanımlanacak olmasıdır. Burada başarısızlığın nerede olduğu tarihsel deneylerimiz içinde rahatlıkla okunabilir sanırım.
Demek ki çözümün temel yollarından birisi sınıf içi ittifakların nasıl kurulacağı sorununda düğümlenmektedir. Burada sınıf içi ittifaklardan anlaşılması gereken, hem nesnel temelde ortaya çıkan sınıf bölünmesinde (kafa gücü ile kol gücü gibi) hem de sınıfın değişik kültürel biçimlenişlerindeki bölünmede ortaya çıkan öznel ikili yapıların aynı hedefler doğrultusunda ortak vuruşları sağlayabilme iradesinde kendini göstermesidir. Yani dövüş sanatında. Yani yaratıcı çalışmada. Yani birleştirici kıvraklıkta vs.
Birleşik sınıf mücadelesi stratejisinden anlaşılması gereken budur kanımca.
4. Sınıf mücadelesinin olanakları artıyor
Burada hemen başka bir soruyla devam edelim. Aynı üretim sürecinin içinde parçalanmış olan sınıf güçlerinin (her iki parçalanış anlamında) birleşme zemini düne göre daha çok olanak haline gelmiştir diyebilir miyiz? Buna açıkça evet diyorum. Peki, ama bunu nereden çıkarıyorum?
Bunun nedenini küresel kapitalizmin ana mantığının yol açtığı sonuçlardan çıkarıyorum. Yıkımın özneleri sınıf mücadelesi koşullarını oldukça güçlendirmiştir. Küresel kapitalizm krizi öyle bir aşamaya getirmiştir ki, yapıların ve toplumların bütün dokularını sınıfsallaşma lehine dağıtmıştır. Sadece ezilen sınıf dışı dediğimiz kimlikleri baskı altına almakla kalmıyor, ekonomi politikadan kaynağını alan yaşamın bütün yönlerini de çekilmez hale getiriyor. Hem değişik kültürel kimlikleri hem de sınıfın nesnel anlamdaki bölünmesinde ortaya çıkan süreçleri, baskı ve tahakküm ile dağıtan ve görülmemiş bir sömürü ve talana açık hale getiren bu süreci iyi tanımlamak gerekir. Yani stratejik anlamda esas hedefi belirlemek son derece önemlidir. Bir tek örnek bile ne demek istediğimizi anlamlı kılar sanırım; mesela ABD ve Bush’un ağzından İslam Dünyası ’nın emekçi halklarına (Ortadoğu halklarına) karşı açılan yeni haçlı seferlerini göstermek önemli bir kanıttır. Demek ki burada sadece sınıf kimlikleri baskı altında değildir, diğer kimliklerin de (yani dinsel bir kimlik olan İslami kimliğin ve o- nun temsil ettiği güçlerin), aynı düzeyde baskı altında bulunduğudur. Doğru bir denklem kurulabilirse (yani emperyalist burjuvazi ile yerel ve bağımlı burjuvazinin her iki yapıya yönelik baskı ve zor yoluna karşı ortak bir hareket hattı) sınıf kimliğinin ana yörüngesinde yeni bir devrimci stratejinin inşasını ve birleşik bir sınıf içi direniş cephesini kurmak bir hayal olmaktan çıkar, bir gerçeklik
7 0
EYLÜL'E Kİ M 2006 CJOİ
haline dönüşebilir.
Elbette kapitalist sistem sınıf dışı kimlikleri, yani milliyetçi, dinsel vb. söylemleri kışkırtarak bu yapıları oldukça içe çekmekte ve proletaryanın karşısına çıkarmakta maharetlidir. Bize ait geçmişimizden gelen yanlış kurgulamalar ya da sosyal şoven söylemler bu karşı girişime dolaylı olarak yardımcı olmuştur. Israrla üzerinde durulması gereken noktaların başında hareketi bozan temel engellerden birisi şovenizmdir ve asla bunu unutmamak gerekir. O zaman devrimci yapıların yapması gereken bu stratejiye karşı geliştirecekleri politikaların doğru kurgulanmasıdır. Yukarıda bu doğrunun bir yanını gösterdiğimi sanıyorum. Burada başarısızlığımızın değişik nedenlerini şimdilik tartışmayacağım.
Bu noktada Türkiye kapitalizminin (ki bu kozmopolit-tetikçi kapitalizmdir) dönüşüm süreçlerinin ve o- luşan sistemsel yapının nesnel rolüne yakından bakmak gerekir; burada dönüşüm sürecinin iki karakteri var; ilki bağımlı ve talana dayanan kapi- talistleşme sürecinin karakterinde ortaya çıkan özelliklerdir. Bunun sonucu gelir dağılımının uçurumunda, işsizlikte ve yaşamın çekilmez oluşu gibi iç nedenlere dayanan süreçler toplamında görülebilir. Aynı şey dinsel, ulusal, cinsiyetçi veya e- kolojik kimlikler üzerindeki baskılar içinde söylenebilir. İkincisi de ülkenin coğrafyasından gelen, u- luslararası dalaşmanın orta yerinde duran ve stratejik konumu nedeniyle küresel saldırının merkezi konumunu ifade eden özellikler taşımasından kaynaklanan dışsal etkenlerdin Bu iki neden ülke içi sınıf çatışmasını, kendi zemininde daha da büyütme eğilimini yaratmaktadır. Öncelikle emek gücünün sermayeye olan bağımlılık biçimi o- nu adeta ilkel tarzda kölesi haline getirdiğini gösterdi. Mesela asgari ücretle çalışma bir kölelik durumunu
gösterse bile, sermaye o kadar dizginsiz hareket etmektedir ki dışarı da işsiz milyonları bildiği için ve iş talebinin yoğunluğundan dolayı işçiyi asgari ücretin altında ve hiçbir güvenceye sahip olmadan dahi çalıştırabilmektedir. Bir akşam yemeğinde ödediği parayı aylık olarak bir işçiye ödemektedir. Bu ne korkunç bir durumdur. Bu nedenle emek gücü alabildiğine sahipsizdir. Dolayısıyla ücretli emeğin sermayeye olan gerçek bağımlılığı, yani emek sürecinin dönüştürülmesi ve sermaye denetim mekanizmalarının ağırlaşmış olması, sınıf çatışmasının nesnel zeminlerini daha da büyüttüğünü gösterir. Ama emek gücünün bilinç geriliği, öncü bir yapıya kavuşamamış olması, kolektif hareket yeteneğini yitirmesi gibi zaafları, bu sürecin engelleri olmaya devam etmektedir.
Emek sürecinin bu dönüşümü, sınıf mücadelesinin lehine olan gelişmeyi en aşağıda tutuyor. Bunu biliyoruz artık. Ama yine de olumlu olarak görebileceğimiz çok önemli iki unsur devreye giriyor; ilki, emek gücü düne göre çok daha büyümüş ve genişlemiş durumundadır. Bu büyüme (aşırı nüfus) sistemin göbeğinde büyük bir gedik açacak potansiyeli taşıyor. Bu aynı zamanda derin bir kriz halidir, t- kinci nokta, uzun bir tarihi süreç so
nucunda sınıfın sadece ileri kesimlerinde değil orta kesimlerinde (dahi) ve aynı şekilde politik yapılarda büyük bir deneysel birikime yol açıyor. Uygun bir yol ve uygun bir araç ile bu patlamalar her an merkezleri vuracak bir noktaya taşınabilir.
Türkiye önemli bir değişim süreci yaşıyor. Sınıf hareketinin dönüşüme uğraması, ekonomik alandaki istikrarı yok ediyor ve krizi derinleş
tirme eğilimini taşıyor. Bu doğaldır ki politik alandaki değişime olan gereksinmeyi tetikleyecektir. Böylece ekonomik alan ile politik alan arasındaki bağlantının dolayımsızlığmı öngörmek mümkün hale gelmektedir. Dolaylı bir bağlantı açıklaması yerinde olsa bile, hızla süreç dolayım- sızlığa yol açan nedenleri büyütüyor. Bu koşullar elbette politik dönüşümleri özendiriyor, onun koşullarını etkin kılıyor ve mümkün hale getiriyor. Bu politik alanın özerkleşmesini de aynı şekilde olası kılar.
Ancak tipik bazı engeller var; genişleyen sınıf güçleri sınıf dışı kimlikler düzeyinde paralize edilmiştir. Devrimci sınıf hareketi yal- nızlaştırılmıştır. Yalnızlaştırmanın artmasında politik bir yapının parçalanışı başta gelir. İkinci nokta ticarileşen bir yaşamın alabildiğine özendirilmiş olmasıdır. Bu emekçi sınıfların kültürel var oluşunu da olumsuz etkilemektedir. Üçüncü nokta korkunç bir medya bombardımanıdır. Bu da sistemin ağır baskısı ve milliyetçi-şoven temelde beyaz Türk propagandasının sonuçlarında görülmüştür. Buna ilave daha başka nedenler de sayılabilir. O halde öncü yapının ilk yönelimleri sınıf içinde soyut bir propaganda değil, bu noktaları etkisiz kılacak pratikleri ger
çekleşt irebilme yeteneğindeki atı- lımıdır.
Artık dönem mızmızcı bir propaganda yerine, ‘yap ve göster’ özdeyişinde anlam bulan devrimci pratiği ege
men kılmaktır. Bu nedenle geri kalmış ülkelerde ‘zor’un rolü asla ihmal edilemez. Bu asla devrimci pratiğin esin kaynağı olan teorinin yeniden ü- retimini dışlamak anlamına gelmez, gelmemelidir.
29 Eylül 2005 hasanogı/z@hotmail. com
1. E. Laclau. ‘İdeoloji ve Politika’, 2. Baskı. Belge Yay. 1998. s. 1062. E. Laclau. age. s. 106
Israrla üzerinde durulması gereken noktaların başında hareketi bozan temel engellerden birisi şovenizmdir ve asla bunu unutmamak gerekir. O zaman devrimci yapıların
yapması gereken bu stratejiye karşı geliştirecekleri politikaların doğru kurgulanmasıdır.
71
Televizyon ekranlarından, gazete sayfalarından, para sahiplerinin oyuncaklarından yaygınlaştırılan " resmi görüşe" , ulusal çıkar diye sunulan " sınıfsal çıkara", “ tek sesliliğe", " bireyciliğe" , " toplumsal çürümeye" inat emekçilerin, yoksulların, her alanda ezilenlerin, yok sayılanların, halkların kardeşliğinin sesi...
Hep bir ağızdan, hep beraber aynı türküyü söyler gibi haykırmanın sesi...
Dayanışma AYLIK HALK GAZETESİ
( . . . )
YİTİK ÜLKE Ey YİTİK ÜLKENe kadar çok gençoğul vuruldu sende Adlarıyla kimlikleri birbirine karıştı- Hiçbir dağa konduramam, hiçbir suda arayamam eşgallerini -
Hiçbirinin yeri dolmuyor yüreğimde Kuşak dedimse gökkuşağı değil öyle Sen bakarsın, o görünmeden boyverip süzülür Dile kolay, bir çocuk çeyrek asırda ancak büyür
Bütün dağlar düzlensin istiyorum şimdi Kesilsin kafaları bütün başıboş suların Ve özgürlük rüzgarıyla gelen devrim dalgalarından öte
kanatları bütün fırtınaların
( ...)
Fırat yönünü değiştiTutamıyor kendini azgın suların sivri kayalardan seyirip
dökülen memeleriAyaklanmanın kutsal gücüne bakıyor dağdaki partizanın gözleri ÖLENLERİ GÖMMEYİN AĞITSIZVE ŞARKISIZ BIRAKMAYIN DAĞDA DİRENENLERİ diyor...
Soysal Ekinci