ULUSLARARASI FINANSAL KRIZLER
Dr. Ömer Veysel Çalışkan*
Değişik ülkelerdeki sermaye piyasaları aracılığıyla menkul kıymetiere yatırım
yapan yatırımcılar, göreli olarak yüksek bir risk düzeyinde yüksek kazançlar elde
edebilme olasılığını arttırmaya çalışmaktadırlar. Yüksek riskin nedenleri, egemen
devletlerin kaynak dağılımı, teknolojik deneyim, işgücü ve yönetim biçimlerinden
kaynaklanmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerde, sistematik olmayan risk (non-syste
matic risk) grubuna giren siyasi istikrarsızlık ve ekonomik dengesizlikler gibi risk
ler ağırlık taşırken, bu riskler sistematik risk (systematic risk) grubuna giren sektör
ve firma riski gibi mikroekonomik riskleri de olumsuz etkileyerek piyasalara olan
güvenin sağlanmasını zorlaştırmaktadır.
Gelişmekte olan bir ülkede siyasal riske açıklığın derecesi ülkedeki makro eko
nomik dengelere bağlıdır. Ekonominin temel göstergeleri (enflasyon, dış ticaret den
gesi, bütçe açıklan, büyüme oranları vs.) olumlu ise, siyasal istikrarsızlık yabancı
yatırımcılar için kullanılmamış kar olanaklan anlamına gelmektedir. Temel göster
gelerin bozulmaya başlaması ise, piyasaların ilgili ülkede siyasal baskı altına girece
ğini işaret edeceğinden sermaye çıkışı ya da maliyetinin yükselmesi sonuçlanna yol
açmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerde siyasal istikrarla birlikte, makro ekonomik
istikrar ile yatırım yapılan sanayinin ve firmaların koşulları da değerlendirmeye alınmaktadır.
Likidite (bankacılık ve finansal sistem) krizine düşen bir ülkenin, tüm yükümlü
lüklerinde olduğu gibi, dış borç geri ödemelerinde de aksama oluşabilir. Bu nokta,
likidite krizleri ile dış borç krizleri arasındaki tek gerçek ve bilinen ilişkidir. Dış borç
krizlerini, likidite krizlerinden ayıran pekçok unsur bulunmaktadır: Bir dış borç kri-
* Gazi Üniversitesi, İ.İ.B.F. İktisat Bölümü
226 1 ÖMER VEYSEL ÇALlŞKAN
zi, bir ülkenin, dış borç geri ödeme, miktar ya da vadelerindeki yükümlülüklerini
tam ve eksiksiz bir şekilde yerine getir(e)meyeceği beyanı ile başlamış kabul edil
mektedir. Bu tanıma göre, aksama, sürekli değil geçici ve bir döneme ait olabilir. Ancak yine de alacaklılar açısından bu durum "kriz" olarak algılanacaktır.
İkinci olarak, ülke geri ödemeye "muktedir" olduğu halde yükümlülüğünden ka
çınmakta olabilir. Ülke kıt kaynaklarını yatırım ve üretim gibi alanlara tahsis ede
rek, cezai yaptırırnma da katlanmak üzere, dış borç geri ödemelerini askıya alabilir
ve bu durumdan ironik bir şekilde, ilerleyen dönemlerdeki artan çıktıdan yararlanan
alacaklılar da kazançlı çıkabilmektedir. Dış borç geri ödemelerini aksatan ve dış
borç krizini başlatan bir ülke, bunu her zaman zorunluluktan başlatmamakta, bazı
durumlarda "kıt kaynakların öncelikli alanlara tahsis ve tercih sorunu" olarak da de
ğerlendirmektedir.
Üçüncü olarak, bir dış borç krizi, borçlu ülkenin "beyanı" ile başlamaktadır. Ala
caklı uluslararası finans kuruluşları ve devletler, gelişmekte olan ülkelerin, ödeme
yükümlülüklerindeki eksiklikler ve gecikmelerle sıkça karşılaşmaktadırlar. Ancak
bu sorunlar çoğu zaman üçüncü tarafiara duyurulmadan, yeniden vadelendirme ve
bir miktar cezai yaptırımlada geç iştirilmektedir.
Bir dış borç krizinin başladığı kabul edilen noktada ise, (herhangi bir yükümlü
lüğün vadesinde gerçekleştirilememesi değil), borçlu ülkenin, en azından bir süre
için, yükümlülüklerinin tümünü ya da önemli bir kısmını yerine getirmeyeceğinin
ilanı bulunmaktadır. Dördüncü nokta ise, tek bir ülkedeki likidite krizi bile, tüm
dünya finansal sistemine önemli derecede olumsuz etkide bulunurken, dış borç kri
zine düşen bir ülkenin olumsuz etkilerinin yalnızca alacaklı taraf(lar)la sınırlı kaldı
ğıdır. Bu durum, aksayan ödemenin miktarı önemli derecede büyük olsa da geçerli
dir.
Dış borçların, diğer tüm borçlanma türlerine göre, kendisine ait belirgin bir nite
liği bulunmaktadır: Borçlu (ya da borca kefil) taraf, egemenlik hakları olan bir dev
lettir. Diğer tüm borç sözleşmeleri için geçerli olan, "yükümlülüklerin yerine geti
rilmemesi durumundaki yaptırımlar", egemen bir devlete uygulanamayacak türden
dir. Borçlarını ödemediği gerekçesi ile savaş ilanı ya da ülke mülklerine el konulma
sı, doğal olarak günümüz dünyasında uygulanamayacak yöntemlerdir.
1982'de Meksika'da yaşanan borç krizinden sonra, 1990'ların başından itibaren tüm uluslararası finansal göstergeler, gelişen piyasalara artan oranda bir fon akışının başladığını göstermektedir. Bu eğilim geleceğe ilişkin bir takım belirsizliklerle birlikte bugün de devam etmektedir. Gelişmiş piyasalardaki arbitraj fırsatlarının gittikçe düşmesi, yabancı yatırımcıları yeni pazarlar aramaya itmiştir. Bu duruma gelişmiş ülkelerin büyüme hızının yavaşlaması da eklenince, yatırımcılar daha dinamik
EKONOMiK YAKLAŞ~ 227
ekonomilere ve daha yüksek büyüme oranlarına sahip olan gelişmekte olan piyasalara yönelmişlerdir.
Ticari bankaların ödeme güçlüğü çeken ülkelere kredi akışını kesmeleri ve bu ülkelere "Brady Planı" çerçevesinde uluslararası sermaye piyasalarına açılma yönünde yükümlülükleringetirilmesi de, sözkonusu ülkelerde sermaye piyasalarını büyük ölçüde canlandırmıştır. Brady Planı, ABD Hazine Bakanı Nicolas Brady'nin
önerisiyle morataryum ilan eden ülkelerin borçlarının "menkul kıymetleştirilmesi"dir. Plana dahil ülkelerin borçları IMF'nin reformlarını uygulayacakları taahhüdü sonucunda, ABD Hazine bonoları teminat gösterilerek menkul kıymetleştirilmiştir. 1980 yılında ticari banka kredileri Latin Amerika ülkelerine verilen kredilerin yaklaşık yarısını oluştururken, bu oran 1991 yılı sonunda %17.4'e düşmüştür. Fon yaratmak üzere yeni finansal araçların devreye sokulması yabancı sermaye girişini hızlandırarak ticari banka ağırlıklı borçlanma eğilimini banka dışı kaynaklara yönlendirmiştir. Özelleştirme uygulamalarının hız kazanması da portföy yatırımlarının kompozisyonunu bu yönde değiştirmiştir. Bu şekilde portföy yatırımları 1989 yılında 0,4 milyar Usd'den, 1995 yılında 15 kat artarak 6 milyar Usd'ye ulaşmıştır. Öte yandan gelişen piyasaların büyümesinin ve bu piyasalara yönelik portföy yatırımlarındaki artışın diğer önemli bir nedeni, uluslararası sermaye piyasalarında kısa
ve uzun vadeli faiz hadlerinde büyük düşüşler yaşanmasıdır. Özellikle ABD'de kısa vadeli faiz hadlerinin 1960'lı yıllardan bu yana en düşük düzeye inmesi, yatırımcıları yüksek risk ve düşük getiri içeren iç piyasadan uzaklaştırmıştır. Buna paralel olarak özellikle Latin Amerika'nın gelişen piyasalarındaki faiz hadleri, yabancı yatırımcıların ilgisini çekecek ölçüde artış göstermiştir. Bu gelişme, ağırlıklı olarak ABD kaynaklı olmak üzere uluslararası fonların ve kısa vadede işlem yapan spekülatörlerin söz konusu piyasalara yönelmelerini sağlamıştır.
Dış borçların aksaması konusu son dönemde özellikle iki uluslararası kurumu, Dünya Bankası ve IMF'yi ön plana çıkartmıştır. Bu kurumlardan Dünya Banka
sı'nın dış borç kavramına bakış açısı bazı farklılıklar taşımaktadır.
Dünya Bankası kaynaklarında toplam dış borç stoku kavramı, kamu tarafından doğrudan veya kamu garantisiyle alınmış uzun vadeli dış borçlanmayı, özel kesimin kamu garantisi olmayan uzun vadeli dış borçlanmasını, kullanılan IMF kredilerini ve kısa vadeli tüm dış borçlanmaları kapsamaktadır. Uzun vadeli borç, bir yıldan daha uzun vade ile alınmış ya da geri ödemesi daha sonradan bir yıldan uzun bir vadeye yayılmış ve yerleşik olmayan kişilere yabancı para cinsinden yapılan bir borç türüdür. Üç kısımdan oluşmaktadır: Kamu kesimince alınan, kamu garantisi ile alınan ve kamu garantisi olmadan özel sektörce alınan.
Borç sorunlarının olası kaynaklarına yönelik modelleri basit Harrod-Domar modellerindeki borç sorunlarının kaynakları ile karşılaştırmak ilginç sonuçlar vermek-
228 1 ÖMER VEYSEL ÇALlŞKAN
tedir. İlk geliştirilen modellerde, gelirden sürekli olarak daha yüksek gerçekleşen bir tüketim olasılığı ve bunu arttıran bir (çıktı düzeyi tarafından belirlenen) toplam tüketim davranışı vardır. Daha sonraki modellerde ise, sorun aynı fakat daha belirgindir ve devlet harcamaları ile ilişkilendirilmiştir. Açıktır ki, yüksek borçlanma ile aşırı devlet harcamaları arasında da belirgin bir bağ vardır.
Bir dış borç krizi, borçlu devletin eksiksiz bir geri ödeme gerçekleştirmeyip, tek taraflı olarak ödeme yap(a)mayacağını ilan etmesidir. Bunun gerçek bir temele dayanıp dayanmadığından bağımsız olarak "dış borç krizi" borçlunun bu yöndeki beyanından itibaren başlamış sayılmaktadır. Borç krizi için borçlunun iflas etmesi şart da değildir.
Ülkeler dış borç krizleri ile karşılaştıkları zaman ilk soru, durumun geçici mi kalıcı mı olduğunun, bir diğer ifadeyle ülkenin likidite kısıtı (illiquidity) ile mi yoksa çözümsüzlükle (insolvency) ile mi karşılaştığının tesbitidir. Borçlular için yanıt ilki
dir ve likidite sağlanması ile sorun aşılacaktır ancak alacaklılar için yanıt koşullara bağlıdır. Alacaklıların tepkisi kayıpları kesrnek için yeni borçlanmaları durdurmak şeklinde belirlenebilir. Borçlular gerçekten, kısa dönemli bir likidite sıkışıklığından kaynaklanan krizlerde, bu tavır nedeniyle uzun dönemde çok ağır maliyetlerle kar
şılaşmaktadır.
Bir diğer kötümser öngörü, alacaklıların ülkenin likidite sıkışıklığına girdiği 1 gi
receği durumda, geri ödemeleri aksatmamak için yurtiçi yatırımlardan fedakarlık edeceğini, bunun da ulusal geliri düşüreceğinden, gelecek geri ödemeleri aksatacağına dair beklentisidir. Bu durumda borçlu ülke, tahvil ihraçlarını belirlediği bir fiyatın altına düşmesi durumunda askıya alacağını ilan edebilir. Bu politika önermes i, dış borçlanmanın ancak merkezi hükümet eliyle yapıldığı ve özel girişimcilerin yurtdışı piyasalara giremediği durumda etkin olarak uygulanabilecektir.
Bu türden "kötümser beklentilerden kaynaklanan borç krizlerinde" (pessimistic self-fullfilling debt crises) borç yönetim teknikleri ince ayarla uygulanmalıdır. Ül
kenin bir kriz sürecine girmeden tahvil ihraçları ile ortamı gerginleştirmemesi ise
çözümsüzlüğe kayma tehlikesine yol açacaktır.
Borçlu ülkenin böyle bir ortamda dış piyasalara güven vermesinin ikinci yolu ise, yapısal reformları hızlandıran politikalar geliştirmesidir. Diamond'ın modelinde özellikle geçmişleri, aksamalada ve kötü bir itibar ile kayıtlı ülkeler için yapısal re
formların bir ön koşul olarak öne sürülmesi de gündeme gelebilecektir.
Dış borç piyasasındaki büyük paya sahip bir bankanın iflası, başka bir büyük borçlanıcı ülkenin konkordata ilanı ya da bir şekilde ikincil piyasalardaki fiyatların düşmesi nedeniyle likidite sıkışıklığı gibi dışsal sorunların borçlu ülkeye etkisi, ül-
EKONOMiK YAKLAŞlM 1 229
ke içinden kaynaklanan bir krizden daha az olmayacaktır. Bu durumda kredibilitesi yüksek bir borçlanıcı için bile finansman kaynakları daralmaktadır.
Kriz sırasında alacaklıları bekleyen en önemli sorun alacaklıların birbirlerinden bağımsız hareketleri ya da panik riskidir. 1982 Meksika dış borç krizinin ardından Brezilya, Arjantin, Bolivya, Venezuella, Filipinler ve Sudan başta olmak üzere bir dizi az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkeden, dış borç servisini artık sağlayamayacakları yönünde açıklamalar gelmiştir.
1970' li yılların başında gelişmekte olan ülkelerin dış borç yükümlülükleri 100 milyar doların altında idi. ı973-74 petrol krizi ile başlayarak ı980'lere gelindiğinde ise bu rakam 565 milyar dolara ulaşmıştır. 1980 ile ı983 yılları arasındaki dönemde ise 800 milyar doları aşmıştır. Ülkelerin bu şekilde dış borç stoklannın arttığı söz konusu yıllarda gözlenen genel eğilim, borç vadelerinin kısalmakta oluşudur. ı 979-1982 yılları arasında azgelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin borç stokları
içindeki kısa vadeli sermaye hareketleri yoluyla sağlanan fonların oranı yüzde 100'ün üzerinde artış göstermiştir. ı 982-1986 yılları haricinde günümüze kadar bu eğilim devam etmiş ve kısa vadeli dış borçların toplam döviz kompozisyonu içindeki payı sürekli bir şekilde artmıştır. Pekçok gözlemci krizierin altında kısa vadeli sermaye hareketlerindeki bu artışın olduğunu öne sürmektedir.
Ostry global bir krize giden süreci 9 ana aşamada tanımlamaktadır: Birinci aşamada, (ı971-1973) gelişmiş ülkelerdeki bankalar azgelişmiş ülkelere borç açma çabasındadırlar. İkinci aşamada (197 4- ı 975), verilen kredilerin geri dönmesi noktasında ilgili ülkelerde yaşanan yerel düzeyli resesyonlar meydana gelmektedir. Bu dönemde gerçek bir krizi Zaire yaşamıştır.
Üçüncü aşamada (1976-1979), sanayi ürünleri ihraç eden ve petrol üretmeyen ülkelerdeki dış açıkların azalmaya başladığı gözlenmektedir. Ayrıca bu dönem europiyasaların tekrar önem kazandıkları ve OPEC üyelerinin ise daralma yaşadıkları bir dönemdir. İkinci petrol şokunun yaşandığı 1979 Haziran'ının ardından dördüncü aşama (1979-1981) 'de başlamış ve pekçok petrol ithalatçısı ülke ciddi ekonomik darboğazlada karşılaşmaya başlamıştır. 1979'da US Federal Reserve Bank'ın açıkladığı yeni para politikası sonucunda ise, faizlerin yükselmesi ile dış borç yükümlüsü ülkelerin borç stoklarındaki genişlernelerin önü açılmaya başlanmıştır.
Beşinci aşamada (198ı-1982), gelişmekte olan ülkelere açılan kredilerdeki risk artışı libor faiz oranına ekler yapılarak telafi edilmeye başlanmıştır. Altıncı aşamada (1982-1986) borç servis krizlerine tepki olarak uluslararası bankalar kredilerini kısmaya başlamışlardır. Bu dönemde IMF istikrar politikalarının uygulanması, yeni kredi açılması için bir ön koşul olarak gündeme gelmiştir. Dış borçların yeniden yapılandırılmasında ilk uygulamalar devreye girmeye başlamış ancak söz konusu dönemde bu politika uygulamalarında etkinlik sağlanamamıştır.
230 1 ÖMER VEYSEL ÇALlŞKAN
Yedinci aşama (1985-1987) Baker planının devreye girmesidir. Plan, bankaları krizdeki ülkelere yönelik kredilerini yükseltıneye teşvik etmeye ve Dünya Bankası
ile IMF'nin desteğini artırmasını sağlamaya yöneliktir. Karşılığında da, söz konusu ülkelerin arz yönlü politikaları uygulaması ve yabancı yatırım ile özel sektörün ge
nişlemesi sağlanacaktır. Bu aşama Brezilya'nın morataryum ilanı ile sona ermiştir. Sekizinci aşamada (1987-1989) ülkelerin dış borçlarının iskontolu değerleri üzerinden el değiştirdiği ve ikincil piyasalardaki fiyatların keskin biçimde düştüğü görülmüştür. Dokuzuncu aşamada (1989'dan günümüze) revize edilen Brady planı, bağışlamasız bir dış borç indirgemesini hedeflemiştir. Bu yolla borcun servis edilebilecek bir düzeye inmesi sağlanırsa (ki bu oran ulusal gelirin yüzde 20'si olarak ön
görülmüştür) bunun gelecekteki ödemeleri garanti altına alacak yöntem olduğunun üzerinde durulmuştur.
Gelişmekte olan ülkelerin dış borçlarındaki artış, 1973 yılındaki petrol fiyatlarındaki yükselme ile birlikte hızlı bir genişleme trendine girmiş, ı 97 4-7 5 yıllarında dünya ekonomisinde yaşanan ekonomik durgunluk ve 1978 yılındaki yeni petrol şoku, 1980-1982 döneminde dış borç faiz oranlarının ve Amerikan dolarının değerinin yükselmesi ile birlikte dış borç krizleri sürecini başlatmıştır. "Libor + spread" şeklinde uygulanan dalgalı faiz oranlarının oldukça yükselmesi ile birlikte krizler derin
leşmiştir. 1973 yılında azgelişmiş ve gelişmekte olan ülke borçları toplamının
GSYİH'larına oranı yüzde 22'den 29'a çıkmış, dış borçların ihracata oranı ise yüzde llS'den 128'e yükselmiştir. Gerçekte 1975 yılında başlamış olan dış borç erteleme talepleri, ı 982 ve sonrasında, gerek miktar gerekse de başvuran ülke sayısı açısından, dış borç krizlerini dünya gündemine getirmiştir.
İktisat literatüründe 'dış borcun on yılı' (debt decade) olarak adlandırılan sürecin
miladı olarak Ağustos 1982'deki Meksika morataryum ilanı gösterilmektedir. 1983'te Brezilya'nın dış borç erteleme talebi zorunlu olarak uygulamaya alınmış, 1985 Mayıs'ında ise Şili dış borçlarını konversiyona tabi tutmuştur. Brezilya 1987 Şubat'ında morataryum ilan etmiştir. Aynı yıl Arjantin görüşmeler yoluyla dış borç
larında indirim sağlamış ve 1988 Toronto G-7 zirvesinde Afrika ülkelerinin iki yönlü resmi kredi geri ödemeleri ertelenmiştir.
1980'li yıllarda yaşanan dünya dış borç krizinin nedenlerini iki ayrı grupta değerlendirmek yararlı olacaktır. Bunları dünya ekonomisine bağlı nedenler ve azgelişmiş ülkelerin kendi politikalarından kaynaklanan nedenler olarak sıralayabiliriz.
Krizin, dünya ekonomisine bağlı nedenleri; 1973 birinci petrol şoku, 1975 resesyonu, özellikle ABD'nin uyguladığı sıkı para politikası sonucu dolar faiz haddinin yük
selmesi olarak öncelikle belirtilebilir.
EKONOMiK YAKLAŞlM 1 231
Faiz oranlarının yükselmesiyle, değişken faiz haddinden alınan eski borçların fa
iz yükü artmıştır. Ulusal parayla ifade edilen borç yükü artarken, borç erteleme an
laşmaları yeni faiz oranları üzerinden yapılmıştır. Uzun vadeli kredi sağlanması güç
leşmiş ve maliyeti artmıştır.
İlk petrol şokunun ardından OPEC ülkelerinin döviz fazlaları uluslararası banka
sistemine yönelirken, İran-Irak savaşının etkisiyle gündeme gelen ikinci petrol şo
kunun etkisiyle, OPEC ülkelerinin likidite tercihleri oldukça yüksek düzeyde ger
çekleşmiştir. Birbirinin tersi bu iki gelişme, uluslararası borç krizinin diğer nedenle
ri olarak ifade edilebilir.
Diğer taraftan dış kredilerin uluslararası banka sisteminden sağlanması, krizin
bir başka nedeni olarak ifade edilebilir. Uluslararası banka sisteminden azgelişmiş
ülkelere verilen krediler 1971-1982 döneminde yirmi kat artarak 210 milyar dolara
ulaşmış, uygulanan faiz oranı 1980'lerde % lO'dan %20'ye yükselmiştir. 1979-
1982 aralığında gelişmiş ülkelerdeki ortalama enflasyon, 1980'de % 13.5'den; 1982'de% 6.2'ye gerilemiştir. Tüm bu gelişmeler, ister dünya ekonomisinden, is
ter az gelişmiş ülkelerden kaynaklansın, dış borç krizinin on yılını ortaya çıkarmış
ve moratoryumlarla sonuçlanmıştır.
Azgelişmiş ülkelerin dış borçları, 1984-1987 yılları arasında bir duraklama dö
nemine girmiş, bu süre içerisinde % 8'lik bir tempoda artan dış borçlar 1988'de sa
dece % 1 oranında artış göstermiştir. 1992 yılında, bir önceki yıla göre % 2.2 ora
nında artış gösteren dış borç stoklarının GSYİH'ya oranı da 1992 yılında % 28 .6'ya
düşmüştür. Bu dönem içerisinde, birçok ülkenin borç ödeme güçlüğü yaşamasına rağmen, dış borç yükünde azalma eğilimi söz konusudur. Bu eğilimin oluşmasında,
dış borç krizine önerilen çözüm planlarının etkisi büyüktür.
Borç birikiminin en önemli nedenlerinden bir diğeri, hiç kuşkusuz petrol fiyatla
rındaki yükselmedir. Daha sonra borç krizine giren ülkelerden yalnızca Meksika,
Endonezya, Venezuella ve Ekvador petrol ihracatçısıydı. Cline tarafından petrol it
hal eden ülkelerdeki petrol fiyat artışlarının dış borç stokuna etkileri hesaplanmıştır.
Buna göre, petrol krizinin gelişen ülke ekonomilerine getirdiği ek maliyet artışı
1973- ı 982 yılları arası itibarıyla 260 milyar dolar düzeyindedir. ı 982 yılına kadar
borç birikimi dikkat çekmemiştir ancak bu yıldan sonra yükselen faiz oranları ve
borç-ihracat oranındaki yükselmeler, ülkelerin borçlarını geri ödemek için kendi
varlıklarından da eklemek zorunda olmalarına yol açmıştır.
Aynı dönemde dikkat çeken bir diğer olgu ise kısa vadeli sermaye hareketlerinin
kazandığı ivmedir. Pekçok ülke, sadece bu kısa vadeli fonları ülkesine yöneltebil
mek için, az değerlenmiş döviz kurları, kredibilitenin uluslararası kuruluşlarca de
ğerlendirilmesi, düşük vergi oranları ya da vergi istisnaları gibi pekçok aracı devre-
232 1 ÖMER VEYSEL ÇALlŞKAN
ye sokmuştur. Bu fonların, yeni düzenlemeleri en geniş kapsamda gerçekleştiren,
özellikle Latin Amerika ülkelerine yönelmeleri bu açıdan dikkat çekicidir.
Yedi başat Amerikan bankasının uluslararası borç krizlerinin yaygınlaşmasında çok önemli etkileri olmuştur ve bu bankaların yabancı devletlerin risklerinin analiz ve değerlendirmesindeki hatalarma da dikkat çekilmektedir. Aynı çalışmada 1978-1982 yılları arasında Amerikan bankalarının yüzde 75'inin gelişmekte olan ülke hükümetlerine kredi açtığı ve bu kredilerin risk analizlerindeki hatalar da yer almaktadır.
Dış borç krizleri değişik ülkelerde cari açıklarını dahi kapatmaya yetecek derecede yeni borçlanma sağlayamama, döviz rezervlerindeki erime, borç geri ödemelerinde gecikme ya da durma, süreli ya da süresi belirsiz morataryum ilanları ve sonuç olarak alacaklılarla dış borçların yeniden yapılandırılması görüşmeleri gibi benzer etkiler ortaya çıkarmıştır.
Bu dönemde 'Paris Klübü' resmi borçlanma görüşmelerinin yeri olurken, özel kesim borç yapılandırmaları ise çoğunlukla Londra'da gerçekleşmiştir. Paris Klübü, resmi bir kimliğe sahip olmamakla birlikte, operasyonlarda önemli bir yer edinmiş ve yerleştirdİğİ ilkeleri ilerleyen süreç içerisinde pekçok ülke ile görüşmelerde temel alınmıştır. Paris Klübünün borçlu ile görüşmedeki ilk koşulu, IMF ile bir uyum programı üzerinde anlaşacağını taahhüt etmesidir. Yalnızca borçlu hükümetleri muhatap kabul etmiştir ve yalnızca devlet tarafından doğrudan alınmış kredilerle dev
let garantisinde alınmış kredileri görüşme kapsamında tutmuştur. Ancak borç krizlerinin birbiri ardına sökün etmesi ve değerlerinin yüzlerce milyar doları bulması ile ilkelerde bazı değişiklikler de yapılmıştır. Önceki görüşmelerde alacaklı bankaların alacaklı devletlere göre daha zayıf kalmaları nedeniyle, bankaların görüşmelerdeki temsil güçleri yeniden düzenlenmiştir.
Latin Amerika ülkelerinin Quito Bildirisini yayınlamasından sonra, borç krizine çözüm bulmak amacıyla girişimler de yoğunlaşmıştır: 1984 Mayıs ayındaki bildiride Meksika, Brezilya, Arjantin ve Kolombiya devlet başkanları yedi sanayileşmiş
ülkenin Londra zirvesine gönderdikleri mektupta, borç sorununa çözüm bulmak üzere Kortegana konferansına katılmalarını talep etmekteydiler. 21-22 Haziran
1984'de on bir Latin Amerika ülkesi Kolombiya'nın Kortegana kentinde toplanmışlardı. Bu oturumda borçların uzun vadeye ertelenmesi ve hatta silinmesi gibi konular ortaya atılmıştır. Kortegana konferansını takib eden 13-14 Eylül 1984'de Arjantin'de Mar Del Platc kentinde bir konferans daha yapılmıştır, bu toplantının
hemen sonrasında Meksika'nın borçlarının bir bölümü 14 yıl süre ile ertelenmiş ve altı yıl ödemesiz süre tanınmış ve faiz oranları düşürülmüştür. Ayrıca Meksika'nın faiz yükünde 5 milyar dolarlık indirim sağlanmıştır. Meksika'ya tanınan bu kolay-
f
t ~
l 1
ı
EKONOMiK YAKLAŞlM 1 233
lıklar, borçlular karteli oluşmasını engelleme niyetini taşıyordu. Latin Amerika ül
keleri 1985 yılının ilk yarısında düzenleyecekleri Kortegana konferansına sanayi
leşmiş batılı ülkeleri siyasal diyalog için davet ettiler, ancak batılı ülkeler bu
konferansa katılmanın, borçluların oluşturdukları karteli onaylamak anlamına ge
leceğini öne sürerek katılmadılar.
1980 'I erin başında, dış borç kriz yönetimi ile ilgili olarak oluşturulan çerçevenin
genel özellikleri şunlardır: Banka borçlarının kriz yönetimi, gelişmiş ülkelerin Merkez
Bankalan kadar uluslararası resmi organizasyonlan da ön plana çıkartmıştır. IMF,
1974 Eylül'ünde yapısal nitelikteki geri ödeme aksamalarının giderilmesi amacıyla
orta vadeli kredilere olanak tanıyan Genişletilmiş Fon Kolaylığı (Extended Fund Fa
cility) adında bir fon oluşturmuş ve ek kredilere performans kriteri getirmişti.
Performans kriteri, kredi politikalarını, hükümet ve kamu sektörü borçlanma ta
lebini, ticaret ve ödemelerin kısılmasına yönelik politika uygulamalarını kapsamak
tadır. Bu kritere göre ilerideki aşamalarda kaynakların serbest bırakılması, üye ülkelerin istikrar programlarını sağlamadaki başaniarına endekslenmiştir. Politikalar da
ha çok gelir ve harcama dengesinin sağlanabilmesi amacıyla harcamalann kısılma
sına yöneliktir. Sıkı para ve maliye politikaları, IMF destekli programlarda dış den
genin sağlanmasına yönelik en önemli araçlardan biriydi.
IMF bu politikalannda bazı nedenlerden dolayı başarı sağlayamamıştır. Ülkeler
IMF'nin koşulllarını egemenliklerine müdahale olarak algılamışlardır. Birçok ala
caklı ülke, planı de~klemek amacıyla faiz ödemelerini erteleyip kesinti yaparken,
IMF sert bir kemer sıkma politikasında ısrar etmiş, piyasa değeri üzerinden faiz öde
melerinin yapılmasını istemiştir. Baker Planı, bu nedenle Dünya Bankasının etkinli
ğinin sağlanması ve IMF'nin kemer sıkma politikalarının yerini arz yönlü mikro
ekonomik politikaların alması yönünde görüş bildirmiştir.
Kreditörler, borçlu Latin Amerika ülkelerinin moratoryuma gitmelerini engelle
mek amacıyla yeniden borç verilmesini tercih etmişlerdir. Ancak sorun iki farklı
tavra sahip banka olması nedeniyle karmaşık hale gelmiştir. Toplam aktiflerinin bü
yük bir payını belli başlı borçlu ülkelere ödünç veren bankaların temel amacı, bu
borçlu ülkelerin borçlarını ödememe olasılıklarını ortadan kaldırmaktı. Diğer grup
ise verdikleri borçlar toplam kaynaklarının ve sermayelerinin küçük bir bölümünü
oluşturan bankaların yeni borç vermek yerine risklerini azaltınayı tercih etmeleri ile
oluşmuştu.
Dış borç krizindeki ülkelerin tüm bu girişimleri, alacaklı ülkeleri daha geniş kap
samlı ve ortak bir plan üzerinde hareket etmeye yöneltmiştir ve süreç Baker ve
Brady adı verilen, hazırlandığı dönemdeki ABD Hazine Genel Sekreterlerinin isimc.--,.krHle anılan iki plan ile sürmüştür.
234 1 ÖMER VEYSEL ÇALlŞKAN
Baker planı 1985 yılında Seul'de toplanan Dünya Bankası ve IMF ortak toplantısında kabul edilmiştir. Baker planında büyüme stratejileri ile dış dengenin sağlanması arasındaki ilişkiler üzerinde durulmakta ve borçlu ülkeler kadar alacaklı ülkelerin de işbirliğinin gerekliliği vurgulanmıştır. Bu plana göre gerek resmi, gerekse özel kaynaklardan az gelişmiş ülkelere yeni krediler sağlanacaktır ve özel bankalar mevcut borçlarını erteleyerek yeni finansman vereceklerdir. Bu amaçla IMF bünyesinde yapısal uyum hesabı kurulmuş ve bu hesaptan az gelişmiş ülkelere makro denge ve yapısal uyum amacıyla kredi verilmesi sağlanmıştır. Baker planının temel hedefleri, ticaretin liberalleştirilmesi, kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi ve yabancı doğrudan yatırımın ülkeye transferinin hızlandırılmasıdır.
ABD Hazine Genel Sekreteri James Bakertarafından kendi adını taşıyan Plan, 1985 yılının Ekim ayında Seul'de toplanan Dünya Bankası ve IMF ortak toplantısında sunulmuş ve bankaların onayını almıştır. Bu planda, ağır dış borç yükü altındaki ülkelerin, borçlarını ödeyeceklerini garanti etmeleri durumunda kendilerine ödeme kolaylıklarının sağlanması ilke olarak benimsenmiştir.
Baker planı genel olarak; kamu kesiminin ekonomideki ağırlığı ve etkinliğini azaltırken, özel kesiminkini arttırmaya ve yatırım artışını sağlayacak vergi ve iş gücü piyasası reformları ile finans kurumlarının geliştirilmesini, doğrudan yabancı yatırımları ve sermaye girişini özendirecek dış ticaretin liberalize edilmesini ve kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi gibi önlemlerin alınmasını içermiştir.
Görüldüğü gibi Baker Planı, temelde IMF istikrar programları ile çelişınedi
ği gibi adeta bu programları tamamlayıcı bir görev de üstlenmiştir. Baker Planına dahil olan ülkelerin, 1985 yılındaki toplam borçları 431 milyar dolardır. En çok borçlu on beş ülkeyi kapsayan Plan içerisinde borçların %80'ine sahip Latin Amerika ülkeleri ve %20'sine sahip diğer beş ülke yer almıştır. Ayrıca Baker Planına dahil ülkelerin toplam borçlarının %63'ü ticari bankalara ait bulunmaktadır.
Ticari bankaların alacakları Latin Amerika ülkelerinde oldukça yüksektir. 1985'de bu oran Arjantin'de %65, Brezilya'da %71, Meksika'da %74 gibi yüksek oranlarda seyretmiştir. Baker planını izleyen 3 yıl içinde Dünya Bankası kaynakları ile birlikte otuz milyar dolarlık yeni kredi Latin Amerika ülkelerine yönelmiştir. Ancak 3 yılda açılan yeni kredi toplamı, yalnızca Meksika'nın 198l'de gereksinim duyduğu krediye eşit bulunmaktadır. Yine Meksika'nın sadece 1986'da dış
borcunu ödemesi için 10 milyar dolara gereksinimi vardı. Diğer taraftan borçlu ülkelerin 3 yılda ödemeleri gereken faiz borcunun 130 milyar dolar olduğu tahmin edilmiştir. Böylece, bu kurtarma operasyonu sağlanan yeni kredilerin yetersizliği nedeniyle borç krizini çözmekten uzak kalmıştır. Zaten uzun vade - düşük faiz formülü, uluslararası bankalar açısından bankacılık gerekleri ile uyuşmaz görülmüştür. Bu konuda uluslararası bankaların ikna edilmesi mümkün olmamıştır.
EKONOMiK YAKLAŞlM 1 235
IMF yerine Dünya Bankasının rolünü ön plana çıkaran Baker Planı, IMF'nin is
tikrar programlarıyla büyük ölçüde çelişmeyen hükümler de getirmiştir. Getir
diği yükümlülüklerle borçlu ülkelerin daha çok dışa açılmasını, yabancı sermaye girişini özendirecek önlemlerin artırılınasını ve halk kitlelerinin daha çok özveri
de bulunmasını öngörmüştür. Borçlu ülkelerin ekonomik gerçeklerinin ve toplum
sal kesimlerin taleplerini dikkate almadan hazırladığı gibi, Plan, borçlu ülkele
rin borçlarına karşılık olarak sağlanacak ek kaynağın büyüklüğünü de oldukça
sınırlı bir düzeyde tutmuştur. Bu nedenle Baker Planının genel olarak kabul edil
diği gibi, oyalama ve zaman kazanma işlevini yerine getirmekten başka hiçbir
fonksiyonu olmadığı kabul edilmektedir.
Baker planının bir çok bakımdan yetersiz olması ve uluslararası borç krizine ka
lıcı bir çözüm getiremernesi sonucu yeni bir plan gereksinimi doğmuştur. Bu neden
le, 1989 yılında ABD Maliye Bakanı Nicholas Brady tarafından, borç sorunu
nu çözmek için yeni bir plan teklif edilmiş ve Brady planı adıyla uygulamaya konul
muştur: Planın en önemli maddesini, borçların bir bölümünün silinmesine ilişkin
karar oluşturmaktadır. Plana göre IMF, Dünya Bankası ve Japonya'ya ait kaynakların kullanılarak borçların bir bölümünün silinmesi önerilmektedir. Böyle
ce borç yükünün hafifteyeceği ve borçlu ülkelerin borç ödeme güçlerinin göreli ola
rak düzeleceği öne sürülmüştür. Planda borçların silinmesinde esas yükün azge
lişmiş ülkelerin borçlarının içinde %37'lik bir paya sahip olan ticari bankaların üze
rinde olması öngörülmüştür.
Baker planından 4 yıl sonra 1989'da yeni ABD Hazine Bakanı Nicholas Brady
Planı olarak literatüre geçen programda dört uygulama önerilmektedir. Borçların bir
kısmının alacaklı bankalar tarafından silinmesi ve borcun geri kalanının aksatılma
dan ödenmesi bu önerilerin ilk ikisidir. Üçüncü olarak, döviz gelirlerinin bir bölü
münün gelecek yılların borç ödemelerine tahsis edilmesi öngörülmektedir. Brady
Planına göre son olarak önerilen uygulama, IMF ve Dünya Bankası'nın verdiği
uyum kredierinin bir bölümünün borç yükünü hafifletmek amacıyla kullanılması
dır.
Tıpkı Baker Planında olduğu gibi IMF ve Dünya Bankasının uluslararası
borç sorununda etkin bir rol aynaması gerektiği, Brady planında da ortaya konmuştur. Plana göre borçların silinmesinde IMF, Dünya Bankası ve Japonya'ya ait kay
naklar kullanılacaktır. Bu şekilde Brady Planında en önemli maddeyi, borçların bir
bölümünün silinmesi ve bu yolla borçlu ülkelerin borç ödeme güçlerinin göreli olarak düzeleceği oluşturmaktadır. Borçların silinmesinde ticari bankaların tutumları
oldukça önemlidir.
236 1 ÖMER VEYSEL ÇALlŞKAN
Brady Planı uyarınca borçların azaltılmasında iki ayrı yöntem uygulanacaktır. Bu yöntemler; borçların itibari değerleri eşit ancak düşük faizli devlet tahvilleriyle değiştirilmesi ve borçların sözkonusu borçlu ülkeye ait kamu ortaklığı niteliğin
deki işletmelerin hisse senetleriyle değiştirilmesi olarak özetlenebilir. Borçlu ülke Brady fonları ile borcun bir bölümünü ikincil piyasalardaki değeri üzerinden satın alabilecektir. Diğer bölümünün karşılığında ise ihracatını ve doğayı verebilecek veya KİT hisseleri ile değiştirilebilecektir.
Bazı Latin Amerika ülkelerinin 1988 yılındaki dış borç toplamı ve 1987 yılına ait bazı dış borç göstergeleri verilmiştir. Brady Planı öncelikle Latin Amerika ülkeleri
nin dış borçlarının % 20 azaltılmasını öngörmektedir. Bu nedenle Brady Planı ABD'nin yalnızca komşusu olan borçlu ülkelerin ticari borçlarına çözüm getirmeye çalışmasıyla eleştirilmektedir. Diğer taraftan Brady Planı; kaynaklarının sınırlılığı ve bütün ticari bankalarca kabul görmeyişi gibi konularda da eleştirilmektedir.
Brady Planı 'nın uygulamasında da bazı aksaklıklar görülmektedir. Özellikle bazı ticari bankaların, Planı finanse etmek istemeyişi, müzakereterin zor olması gibi etkenler de uygulamayı zorlaştırmıştır. Planın başarısı faiz hadleri ile yakından ilişki
lidir. Faiz hadlerinin yükselmesi borç azaltına çabalarını başarısızlığa uğratacaktır. Bu nedenle Planın hazırlayıcısı N. Brady; IMF ve Dünya Bankasının faiz desteğinin
başarı için ön koşul olduğunu öne sürmüştür.
Plan IMF ve Dünya Bankası tarafından oluşturulan bir havuzun, borçlu ülkeler için finansman olanağı sağlamasım ve alacaklı bankalar ile borçlu ülkeler arasında yapılacak borç erteleme görüşmelerinde bu havuzun borçlu ülkelerin geri kalan borçları için garanti oluşturmasını da önermiştir.
10 Mart 1989 tarihli Brady planı ile borçların askıya alınması ile gelişmekte olan ülkelerin yeniden piyasaya girmelerinin yolu açılmaya çalışılmıştır. Yükselen ikincil piyasa fiyatları (düşen getiri), borçlu ülkelerin yeni senet (ya da hisse) ihracı ya
pabileceğini ve bunun koşullarının da daha iyi olabileceğini göstermektedir.
Dış borç reform planları olarak adlandırılan bu çözüm arayışları, dış borç soru
nuna kalıcı bir çözüm amacını gütmektedirler. Bu planların en önemlileri Rohatyn,
Zombanakis, Weinert ve Lever Planı olarak ifade edilebilir.
Weinert Planına göre, Dünya Bankası azgelişmiş ülkelerin borç yükünü azaitabilecek tek kurumdur. Dünya Bankası bu amaçla, ticari bankaların azgelişmiş ülkelerden olan alacaklarını ihraç edeceği tahvillerle değiştirecektir. Tahviiierin faiz oranı borçlu ülkelerin ödeme kapasiteleri dikkate alınarak belirlenecektir ve faiz ödemeleri, borçlunun ihracat hacmine göre değişecektir. Bankaların faaliyetlerini is
tikrarlı bir şekilde sürdürebilmeleri için uygulanan minimum faiz oranı, borçlu ülke-
EKONOMiK YAKLAŞlM 1 237
nin ödeme kapasitesini aştığı takdirde aradaki fark, Dünya Bankası tarafından karşılanacaktır. Yatırım bankacılı ğı uzmanı Leslie Weinert'in önerileri bazı sakıncalar da taşımaktadır. Öncelikle banka alacaklarının daha düşük faizli tahviller karşılığı uluslararası bir kuruluşa transferi, azgelişmiş ülkelerin gelecekteki borçlanma olanaklarını olumsuz etkileyecektir. Dolayısıyla borç yükünde indirim sağlansa bile, azge
lişmiş ülkelerden kaynak transferi devam edecektir.
Rohatyn Planı ise, kısa vadeli ve değişken faizli banka alacaklarını 15-30 yıl vadeli % 6 faizli tahvillerle değiştirecek uluslararası bir kurumun oluşturulmasını öngörmektedir. IMF ve Dünya Bankası'da bu görevi üstlenecektir. Rohatyn'a göre 300
milyar $'lık dış borcun belirtilen özelliklere uygun tahvillerle değiştirilmesi ile yıllık faiz tasarrufu 15-20 milyar$ düzeyinde olacaktır.
Zombanakis Planı; dış borç ödeme güçlüğü çeken ülkelerin, IMF ile işbirliği yaparak 11-13 yıllık bir ekonomik uyum programı önermektedir. Uyum programı konusunda bankaların onayı alındıktan sonra, IMF ticari bankalara borçlu ülkelerin borçlarının ertelenmesini önerecektir. Borçlu ülke uyum programının gereklerini yerine getirdiği halde borç servisini gerçekleştiremezse, IMF sözkonusu ülkenin borç servisini kendisi yerine getirecektir. Mevcut borç düzeyinden herhangi bir indirim söz konusu olmayan planda, IMF'ye de yerine getirmekte zorlanacağı bir fonksiyon
yüklenmektedir. Ayrıca IMF programlarının uygulanabilirliği konusunda da bazı
şüpheler oluşmaktadır.
Son olarak Harold - Lever tarafından hazırlanan planda; negatif kaynak transferinin önlenebilmesi ve batık kredilerin kurtarılabilmesi için yeni borçların verilmesi öngörülmektedir. İngiltere eski Maliye Bakanı Lever, gelişmiş ülkelerin yeni krediler garanti etmesi gerektiğini öne sürmüştür. Bu amaca yönelik olarak, ihracat kredisi kurumlarının azgelişmiş ülkelere yönelik ticari akımlarla birlikte, bu akımların sonucu oluşan cari işlemler açıklarını finanse etmeye yönelik bir fonksiyonları
olmalıdır.
1985 yılından itibaren dış borç krizinin aşılmasına yönelik tüm planlar, genelde IMF ve ticari bankaların tutumlarını ön plana alarak, gelişmiş ülkelere önemli
görevler yüklemiştir. Bu nedenle bu planların uygulamada birçok aksaklık gösterdiği ve tam anlamıyla başarılı olamadığı açıktır.
Son dönem başarılı dış borç yeniden yapılandırma politikalarından birini Meksika uygulamıştır. Uyguladığı yöntemde alacaklılara üç seçenek sunulmuştur: (i) Ellerindeki borcun iskontolu yeni borçla, libor artı 13, yani yaklaşık önceki değerinin yüzde 65 iskonto oranı üzerinden değiştirilmesi, (ii) eşit itibari değere sahip ancak yüzde 6.25 sabit faizli bir borçla değiştirilmesi, (iskontolu ya da aynı itibari değerli yeni ihraçlar FED'in garantisini taşımaktaydı) ve (iii) exit bond kanalıyla önceki
238 1 ÖMER VEYSEL ÇALlŞKAN
borcun yüzde 25'i kadar yeni kaynak da üzerine eklenmesi koşuluyla (ancak garantisiz şekilde) eski borcun yenilenmesi idi.
Faiz ödemeleri bütün seçeneklerde ilk 18 ay için askıya alınmıştı. Alacaklıların yaklaşık yarısı eşit itibari değerli seçeneği, yüzde 40'ı iskontolu senedi, yüzde lO'u ise yenileme seçeneğini tercih etti. Ülkeye 7 milyar dolar nakit gerekiyordu. IMF ve Dünya Bankası biri 2.05, diğeri 1.8 olmak üzere iki kredi ve Japonya 2.02 milyar dolarlık kısmını sağladı. Wijnbergen (199l)'e göre bu uygulama son dönemlerin en başarılı dış borç yapılandırmasıdır.
Son döneme ilişkin bir diğer uygulamada ise 700 milyon dolarlık bağış sonrası İsviçre, ihracatçılarının tahsil edilemeyen ticari kredilerine karşılık 58 milyon SFr harcamıştır. Ticari kredilerin yüzde 95'i bu yolla geri alınmıştır. 0.15 fiyatı işlem sonrası 0.19'a yükselmiştir. İsviçre hükümeti aynı uygulamayı İsviçre bankaları içinde yapmayı denemiş ancak fiyattaki artış beklentisi nedeniyle bankaların hiçbiri uygulamaya yanaşmamıştır. İsviçre ayrıca 199l'de 700. yıl kutlamaları çerçevesinde değişik ülkelere ait 700 milyon dolar alacağını bağışlamıştır.
Uluslararası borç krizinin çözümü için ileri sürülen öneriler arasında en çok popularite kazananlardan biri de resmi kreditörlerin gelişmekte olan ülkelerin dış borç yüklerinin azaltılmasına genel olarak katkıda bulunacakları Uluslararası Dış Borç Kurumu'nun (IDF- International Debt Facility) kurulmasıdır.
Önerilere göre IDF aracılığıyla gelişmekte olan ülkelerin dış borç yüklerinin azaltılmasında başlıca iki yöntem kullanılabilir: (i) IDF gelişmekte olan ülkelerin bankalara olan borçlarını ikincil piyasa fiyatları üzerinden kendi ihraç edeceği daha düşük faizli ya da daha uzun vadeli tahvillerle değiştirebilir ve (ii) gelişmekte olan ülkelerin bankalara olan borçları karşılığında ihraç ettikleri tahviller IDF tarafından garanti edilebilir.
Fakat IDF'nin uygulamada bazı olumsuz sonuçlara neden olacağı da ileri sürülmüştür. IDF'nin kurulması gelişmiş ülkelerdeki kamu kuruluşlarına ve vergi ödeyicilerine önemli yük yükleyecektir. Bankaların alacaklarını nominal değerinin altında bir fiyattan satmaktan dolayı uğrayacakları zarar, beyan edecekleri gelir miktarını düşürerek gelişmiş ülkelerin vergi gelirlerini azaltacağından, gelişmiş ülkelerin katlanacakları yük, taahhüt ettikleri sermaye miktarı ile sınırlı kalmayacaktır. IDF'nin borç konversiyonu işlemi ile borçlu ülkelerin borç yükleri azalıp geriye kalan borçlarını ödeme olasılığı artacağından, her bir banka diğer bankaların katılıp kendi alacağının tamamının ödenmesini beklemeyi tercih edecektir.
Ayrıca IDF'nin kurulmasıyla bankalar alacaklarını batık kredi haline getirmekten kurtarmak için yeni krediler vermek zorunda kalmayacaklarından dolayı, borçlu ülkelere yönelik yeni kredi akımları da azalacaktır.
ı
EKONOMiK YAKLAŞlM 1 239
Bu eleştirilere karşı olarak ise aşağıdaki görüşler ileri sürülmüştür: (i) IDF kurul
sa da kurulmasa da, bankalar gelişmekte olan ülkelere verdikleri borçlardan dolayı
zarara uğrayacaklar ve beyan ettikleri gelir miktarı azalacaktır. (ii) IDF'nin ban
kalardan borçları satınalma fiyatı ikincil piyasadaki fiyatına eşit ya da onunla yakın
dan bağlantılıysa, borçlu ülkeler piyasa fiyatını aşağıya doğru indirmeye çalışacak
lardır. Eğer satınalma fiyatının belirlenmesinde IDF'nin kuruluş dönemindeki piyasa fiyatları baz alınırsa bu sorun da ortadan kalkacaktır. (iii) IDF tarafından
borçların yeniden düzenlenmesi borçluların geri kalan borçlarını ödeme gücünü art
tırıp kredibilitelerini yükselteceğinden, yeniden borçlanmalarını kolaylaştıracaktır. (iv) Ayrıca gelişmiş ülkelerce yeni krediler için garanti sağlamak ve yeni kredi ver
mekten kaçınan bankaların borçlarını işleme tabi tutmamak gibi ek önlemler de
alınabilecektir.
IDF kurumu dış borçların yeniden yapılandırılması fonksiyonu ile değil ama gelişmekte olan ülkelere yönelik kalkınma politikaları geliştiren bir organizasyon
olarak Dünya Bankası bünyesinde faaliyet göstermeye 1990 yılında başlamıştır.
Bir borç krizinin çözüldüğünün en önemli işareti, ülkenin uluslararası piyasalara,
diğerleri ile aynı koşullarda girebilmesidir. Alacaklıların aksama riskini üstlenecek
bir ek faiz talepleri bile, tek başına aksama olasılığının kendisini artırmaktadır. İkin
ci olumlu işaret, ülke kaynaklarının önemli kısmının dışarıya transferinin önüne
geçilmesidir. Bunu sağlayacak olan ise yüksek büyüme oranları ve gelişmiş ülkelere
yaklaşan yaşam standartları olacaktır. Böylece IMF ve Dünya Bankası da ana ilgi
konuları olan uluslararası parasal istikrar ve ekonomik kalkınma konularına, borç
geri ödemelerinden daha fazla zaman ayırabileceklerdir.
Bir dış borç sorununun gelişmekte olan bir ülke için çözüldüğünün en önemli
işareti, söz konusu ülkenin, uluslararası piyasalara "diğer borçlanıcılar"la aynı
koşullarda girebilmesidir. Bu koşullar, en başta vade ve faiz olarak kendisini göster
mektedir. Borçlanıcı ülke, yeni borç edinmelerinde, (piyasada oluşmuş vade ve faiz
yapısı ile sözleşme koşullarına göre) "ek" bir maliyet yüklenmiyorsa, ülkenin
yeniden yapılandırma gereği sona ermiş kabul edilebilecek ve süreç tamamlanacak
tır.
240 1 ÖMER VEYSEL ÇALlŞKAN
KAYNAKÇA
B ARDHAN, Pranab K :,"Optimum Foreign Borrowing" Essays on the Theory of
Optimal Economic Growth içinde (M.I.T. Press 1967),pp.ll7-128.
BEN-BASSAT, Avraham: "The Optimal Composition of Foreign Exchange
Reserves," Journal of International Economics, Vol. 10, pp. 285-95, 1980.
EA TON, Jonathan and Mark Gersovitz.: "De bt w ith Potential Repudiation: Theoretical and Empirical Analysis", Review of Economic Studies, vol. 48: 289- 309, 1981.
FISCHER, Stanley ."On the Need for an International Lender of Last Resort." Mimeo, Washington, D.C.: IMF (January), 1999.
FISCHER, Stanley. "Resolving the International Debt Crisis", Mc Graw-Hill Book Company, 1990.
FISCHER,Stanley and Jacob A.Frenkel. "Investment, the Two Seetar Model and Trade in Debt and Capital Goods" Journal oflnternational Economics,Vol.2 (August 1972),pp.211-233, 1972.
OBSTFELD, Maurice.:"Macroeconomic Policy,Exchange Rate Dynamics and
Optimal Asset Accumulation" Journal of Political Economy, Vol 89 (December 1981) pp1142-1161, 1981.
SACHS,Jeffrey D. :"LDC Debt in the 1980s:Risk and Reforms," Crisis in .the Economic anf Financial Structure, içinde, (Lexington, Massachusetts.1
982,)pp 197-243, 1982.
EKONOMiK YAKLAŞlM 1 241
SORU-CEVAP PROF. DR. OKTAR TÜREL (Oturum Başkanı)- Soruların muhtemelen tümünü
cevaplama imkanımız olmayabilir. Ben konuşma sırası içinde bazılarını bir araya getirerek ya da toplayarak bir seçme yapmak durumunda olursam beni lütfen bağışlayın.
Soruların önemli bir bölümü Profesör Sönmez' e yöneltilmiş.
Bayan Yıldız, "Merkez Bankası'nın yabancı sermaye giriş-çıkışiarına bağlı olarak para arzını kontrol etmesi ve faiz oranlarının belirlenmesinde yabancı sermaye giriş-çıkışının rolünü açıklayabilir misiniz" der.
Doktor Togay, "32 sayılı kararda yapılması gereken değişiklikler sizce neler olmalıdır" sorusunu yöneltir.
Adını belirtmeyen bir arkadaşımız, "sermaye hareketlerinin sınırlanması gerektiğini söylediniz, gelişmiş ülkelerin finansal entegrasyonlarını gerçekleştirdiği bir dönemde bu gelişmelerle sermaye hareketlerinin sınırlanması uzlaşır mı" der.
Yine adını belirtmeyen bir arkadaşımız, "yabancı sermaye hareketleriyle ilgili olarak Türkiye için önerdiğiniz çözüm nedir" sorusunu yöneltir.
Sayın Demir Türkiye Kalkınma Bankası'ndan, "sermaye hareketlerinin kontrol altında olduğu bir ülkede döviz kuru rejimi ne olmalıdır" sorusunu yöneltir.
Sayın Tunalı Türk Eximbank'tan, "vade bazında sınırlama getirilse, bu olumlu sonuçlar doğurmaz mı? Örneğin vadeleri uzatmaya çalışan Şili bu açıdan başarılı olmuş sayılmaz mı"diye sorar.
Sayın Dikme n, "1 980 sonrası liberasyon uygulamasının başarısızlığıyla ilgili olarak yapısal sorunlar ön plana çıkmaktadır" der ve 32 sayılı kararının revizyonuyla ilgili olarak biraz daha tamamlayıcı bilgi sorar.
Adını belirtmeyen bir öğrencimiz, "spekülatif para girişini önlemek amacıyla sermaye girişinin belirli bir oranda vergilendirilmesi ya da reel faizin belirli bir oranda vergilendirilmesi mümkün olabilir mi" der.
Bir öğrencimiz, Sayın Ünal, "finans kapitalizminin son aşaması finansal serbestleşmeden geçmektedir, bu bir yerde aynı zamanda kapitalizmin de bir başarısızlık aşaması mıdır" sorusunu yöneltir ...
PROF. DR. SiNAN SÖNMEZ- Şimdi, Sayın Başkan, kaç dakika sürem var, bana ne kadar süre vereceksiniz?
OTURUM BAŞKANI- Büyük çoğunluğu örtüşen sorulan toplayarak cevap verebilir. Yani tek tek alması mümkün değil.
PROF. DR. SiNAN SÖNMEZ- Kaç dakika? Hayır, tek tek alınam mümkün değil.
OTURUM BAŞKANI- Yani maksimum 5 dakika içerisinde.
242 1 EKONOMiK YAKLAŞlM
PROF. DR. SİNAN SÖNMEZ- Maksimum 5 dakika içinde ancak değinebileceğim, kusura bakmayın, yani Oktar Hocamızın söylediklerinden aklımda kalanları söyleyebileceğim çünkü. Bayağı soru var ve panelde yer alan meslektaşlanma, arkadaşlarıma havaleediyorum bunları, onlar tartışabilirler en azından. Korktuğumda başıma geldi alsında, bu kadar soruyla.
Şimdi efendim, bağdaştırmaya çalıştırayım. Yani sırayla gitmeyeceğim belki ama, 32 sayılı kararın, yani burada ben tabii ne uygulayıcıyım, açıkça bir akademisyenim. Akademisyen olduğum için de serbestçe görüşlerimi açıklama gayet tabii olanağım var, muhalefet etme olanağım da var. Ancak bana, adaylığımı koyar, seçimlerde oy verirseniz, beni cesaretlendirdi, iktidara gelirsem bağımsız olarak, o zaman uygulanm ekibimle birlikte bütün bu söylediklerimi. Yoksa hiçbir zaman uygulama olanağım olmayacaktır.
Şimdi bir defa şunu söyleyeyim: 32 sayılı karar konusunda radikal bir dönüşüm olabilir; yani tümüyle kaldırabilirsiniz birinci seçenek. Bunun karşılığında, karşısında da, bunu şöyle söyleyelim: Gözden geçirilmesi gerekebilir, bir tür revizyon olabilir. Şimdi, bu revizyon çerçevesinde çeşitli öneriler, çeşitli çözümler ortaya çıkabilir. Bir arkadaşımız, zannediyorum Sayın Tunaboylu, söylediği Şili örneğini vererek, vadenin uzatılınası konusunda mı demişti? Yani, sadece 32 sayılı kararla birlikte, yani nasıl olabilir? Bu kararı gözden geçirirken, Merkez Bankası'nın alacağı birtakım önlemler ile bu sermaye hareketleri, özellikle çıkma noktasında birtakım kısıtlamalar getirilebilir; bu mümkündür, bundan korkmamak lazım yani, hiçbir şeyde korkmamak lazım. Bunun ciddi ciddi planının yapılması lazım. Bunu 2-3 dakikada ben anlatamam yalnız yani, mümkün değil.
Diğer bir nokta, Hazine, Sayın Emi! burada, Hazine'nin de devreye girmesi gerektiği kanısındayım; artı vergi sistemini, vergi sistemini gözden geçirirseniz, bence vergi sistemi, bir de maliyeci olarak onu da söyleyeyim, çok üzerinde hassasiyetle duruyorum ve bu bağlamda topu atmak değil, 4369 Sayılı Yasa, AKP henüz iktidara gelmeden, iktidara gelmişti de, Hükümet programında, acil eylem planında ne vardı? İlk yapılacak şey 4369'u ortadan kaldırınaktı ve yaptılar, ilk icraatlarıdır. Daha önceki Hükümetin de gücü yetmedi. Neden? Finansal serbestçilik var, 32 sayılı karar var. Bakın, ne oluyor? Sermaye giriyor-çıkıyor, hareket ediyor, vergileyemiyorsunuz arkadaşlarım, vergi alamıyorsunuz. Çok net bir olay vardır, vergilendiremiyorsunuz. Neden vergilendiremiyorsunuz? Çünkü yakalamak zor. Yani, mevcut vergi sistemiyle o dönemdeki, 98'deki vergi sistemiyle de bu hareketleri yakalamak ve vergilendirmek finansal olanaklan mümkün değildir. Hem onu vergilendiremezsiniz, kayıt dışını engelleyemezsiniz. Ne yapmak lazım? İşte 4369 Sayılı Yasa gibi bir yasa lazımdı. Bir yasa lazımdı; kayda almak gerekiyordu ve finansal rantlan da, bu sıcak para hareketleriyle elde edilen rantlan da vergilendirmek lazımdı. 32 sayılı kararın bu şekilde tabii törpülenmesi söz konusuydu. Şimdi, buna uygun iktisat politikaları uygulamak lazım. Sıcak para girişine yönelik bir spekülatif büyürneyi
EKONOMiK YAKLAŞlM 1 243
yakalamaya çalışırsanız, faiz-kur arbitrajını gayet tabii devreye sokarsınız o zaman. Mal hareketleriyle parasal hareketler tamamıyla birbirinden koptu, kopartıldı. Bir bütün olarak düşünmemiz lazım. Yoksa, 32 sayılı kararda ısrar etmenin anlamı şu değil: Efendim, bu bir sihirli değnektir. 32 sayılı kararı törpülersek, büyük ölçüde o zaman biz bu faiz-kur arbitrajı meselesini de çözeriz o zaman. O zaman ne yaparız? Özerklik kazanan Merkez Bankası'nın bence, şahsen, o zaman açıkçası, bir arkadaşımızın sorduğu soru vardı, nasıl oluyor diye, nasıl oluyor, nasıl bağımlı oluyor? Çok açık olan bir şey vardır; kur politikasını belirlemekte, faiz politikasını belirlemekte otonom şekilde hareket edemiyor. Nedir şey? İşte spekülatif hareketlere yeşil ışık yakmak, bu çerçevede giren sermayenin esiri olmaktır. Çok net olarak görmek lazım. Bu politikalarla Merkez Bankası'nı atalete yönlendirmiş oluyorsunuz.
Dolayısıyla, 32 sayılı karardan, bence gözden geçirilmesi, -bitiriyorum Sayın Başkan- bu bağlamda bence iktisat politikalarının değişmesine yol açacak çok önemli bir adımdır diye düşünüyorum.
Tabii kusura bakmayın, bütün soruları yanıtlamarn mümkün değil. Sayın Başkan bıraksadaha çok söyleyeceğim şeyler var ama ...
OTURUM BAŞKANI- Soruların bir kısmı tabii çay-kahve molası sırasında da konuşmacımıza yöneltİlebilir.
PROF. DR. OGUZ ESEN- Bana Sayın Suat Özeren'den bir soru gelmiş, "yakın gelecekte dalgalı kur altında sermaye hareketlerinin hacmi nasıl olacak ve nasıl gelişecektir" diye.
Yani ben, bugünkü izlenen politikalarla, bu 89'dan beri izlenen politikalarının sürdürülme çabası içinde olunduğunu düşünüyorum, yani uygun bir ortam yaratılmaya çalışılıyor tekrar sıcak para girişine.
Profesör Tuba Ongun da, "madem tarihsel örnekler iyi yönetişim ve iyi politikaların geçerli olmadığını gösteriyor, o zaman neden koşulluk içinde var" deniyor, "borçların geri ödenmesini sağlamak için mi" deniyor.
Büyük ölçüde öyle olduğunu düşünüyorum ben de.
"Etkin yönetim ve kurumsal düzenlemeleri kalkınınayı yeterince sağlamıyorsa, gelişmiş ülke deneyimleri nelerdir?"
Bu bir, gelişmeyi sağlayacak bir politika olarak, bir kalkınma politikası olarak sunulmadığını düşünüyorum, bütün bu IMF ve Dünya Bankası politikalarının.
Ben kısaca bu kadar söyleyeceğim.
OTURUM BAŞKANI-Teşekkür ederim Sayın Esen.
Sayın Çalışkan; buyurun efendim.
DR. ÖMER VEYSEL ÇALlŞKAN- Bana gelen soruda, Anne Krueger'ın üzerinde çalıştığı, borçlu ülkelerin iflası programıyla ilgili bilgi isteniyor.
244 1 EKONOMiK YAKLAŞlM
Şimdi, bu, dış borç yeniden yapılandırılması, değişik ve birbirinden kopuk teknikleri içeren bir üst başlık. Bu dış borçların yeniden yapılandırılmasında borç öz sermaye değişimi adı verilen, özelleştirmeyi borç ödemeleriyle tek bir havuzda toplayarak, tek bir teknik olarak uygulamayı öne süren bir teknik var. Borç doğa değişimi var bazı Güney Amerika ülkelerinde, doğayı, çevreyi korumaları karşılığında borç ödemelerinde kolaylık ya da borç silinmesi gibi yöntemleri birleştiren. Çok yaygın bir şekilde kullanılan çıkış senetleri var, itibarlı alacaklı gibi bir statü kuran. Şimdi, bunların her birini tek tek ayrıntılı olarak tabii ki açıklamayacağım ama, bu tekniklerin hem hepsi bir yönüyle işe yaradı, hem hiçbiri soruna çözüm olamadı. Şimdi, konuşmanın son kısmında, son dakikalarında anlatmaya çalıştığım gibi, bu birbirinden bağımsız teknikleri öncelikle uygulayacak bir üst kurul arayışı var ve IMF de, Dünya Bankası da bugünkü görev ve yükümlülükleri itibarıyla bunu gerçekleştirmekten uzak görünüyorlar. Birinci arayış çabası, bu üst kurul çabası dünya çapında.
İkincisi, biraz önce yine söz konusu edildiği gibi, borçlunun tek, fakat alacaklının neredeyse sonsuz denecek sayıda dağınık olmasından gelen bir sorun.
Bu tekniklerde şöyle bir durum ortaya çıkıyor: Borç yapılandırmasına önce giren alacaklı zararlı çıkıyor, çünkü kalan borçların değeri yükseliyor. Dolayısıyla, bu değişik ve parçalanmış alacaklılan da bir arada toplamak bir mesele. Dolayısıyla, A. Krueger aslında biraz, basma sık yansıdığı için, adı çok sık duyulduğu için, sanki bu işle özel olarak böyle bir çözüm öneriyormuş gibi. Fakat, onunla birlikte pek çok dünya çapında iktisatçının bu değişik ve dağınık teknikleri toplayıp, tek bir çözüm önerisi hiUine, bir program haline getirmeye çalıştıklarını özellikle IMF bünyesinde takip ediyoruz.
OTURUM BAŞKAN!- Teşekkür ederim.
FERHAT EMİL- Ben çok kısa olarak bana yöneltilmiş iki soruya yanıt vermeye çalışayım.
Sayın Fuat Yılmaz'ın sorusu, "Türkiye' nin iç borç ödemesini emisyona giderek gerçekleştirmesi ve daha sonra hızlı bir özelleştirme sürecine giderek bu parayı geri çekmesi mümkün müdür" diye sormuş.
Bence bu ortamda mümkün değildir. Birincisi pratik değildir; çünkü Merkez Bankası artık böyle emisyon yapmıyor. İkincisi de, zaten böyle bir ortamda Merkez Bankası emisyon yapsa, bizim özelleştirme sürecindeki sicilimize bakacak olsa bunu öyle hızlı falan yapabilecek bir halimiz ve durumumuz yok. O anlamda da pratik değil.
"Sizce Türkiye'nin iç borcunu bugünkü politikalarla halletmesi mümkün müdür? Bu tabii herkese göre değişir. Ama bana göre, şu andaki politikalarımızla, borcun sürdürülebilirliğin i ve borcun gayrisafi milli hasıla içindeki oranını giderek düşürebileceğimizi düşünüyoruz. Bu anlamda bugünkü politikalarla bunun halledilmesi
.. 1
•
r
(
EKONOMiK YAKLAŞlM 1 245
mümkün gibi gözüküyor. Nedir bu? İşte faiz dışı fazla meselesi var, güvenin sağlanması meselesi var. Bence, bunlarla birlikte bir de harcama politikalarının kalitesi meselesine de bakmamız lazım. Sanırım bir tek orada eksiğimiz var. Yani, kaliteli bir mali uyum ve intibak yapabilme konusunda sorunumuz var, onu gidermemiz lazım. Ama, onu da giderdiğİrniz anda, şu andaki politikalarla borcun sürdürülebilirliğini, eğer bir yanlışlık yapılmazsa geçmişte olduğu gibi, sürdürülebilirliğinin
mümkün olduğunu düşünüyorum.
Sayın Doktor Kadir Eser, "yeni uluslararası finansal mimari yapıda sermaye kontrollerine nasıl bir rol biçilmektedir" demişti.
Yani biçilen rol, artık bunun, evet olabilir şeklinde düşünülüyor, ama bir kriz ortaya çıktığı anda. Geçici olması söz konusu. Hangi araçlar olabilir? İşte sermaye çıkışına idari kontrollerin geçici olarak getirilmesi söz konusu olabilir. Yine kamu borcunun, dışarıya ödenecek kamu borcunun askıya alınması yeni bir görüşme ortamına geçilenekadar olabilir. Tabii yine bunların daha bir bütüncül, uluslararası hukukla bağdaştırılmış bir biçimde sürdürülmesi, biraz önce Sayın Veysel Çalışkan Hocanın da belirttiği gibi, işte ülke borcunun yeniden yapılandırılması mekanizmalan içinde de tartışılıyor. Yani burada bunlar söz ediliyor. Prensip olarak G7 ülkelerinin belgelerine girmiş, tartışmalarına girmiş, ama üzerinde çok da tartışılan hususlar var. UNCTAD'ın karşı olduğu birtakım meseleler var. Fakat sonuç olarak G7 uluslararası finansal mimaride başka uluslararası kuruluşlan ya da iktisatçılan bir noktada bir kenara bırakıp, yine bu işin IMF, Dünya Bankası patronajında gitmesi yönünde de bir tercihleri var. Ama, olay sermaye kontrolleri olabilir. Kriz anında mümkündür, fakat geçici olmak koşuluyla şeklinde özetlenebilir.
OTURUM BAŞKAN!- Çok teşekkür ederim.
Toplantıyı kapatmadan önce izninizle Sayın Emil'e ufak bir gönderme yapmayı düşünüyorum.
Ben son 20 yılı aşkın sürede IMF ve Dünya Bankası'nın yoğun ideolojik bombardımanı altında Hazine'de kambiyo kontrolü nedir ne değildir diyebilen kişinin kalmadığı inancındaydım. Ama, Ferhat Emil'in 17 sayılı kararı nedir ne değildir, nasıl uygulanır; o dönemi yaşadığı ortaya çıktı. En azından bu ileride şu veya bu şekilde bir kambiyo kontrolü gerektiğinde bu işi yapabilecek insanlarımızın olduğuna bir işarettir. Yani bu en azından benimkuşağım için ve benim düşüneerne sahip iktisatçılar için sevindirici bir husustur.
Teşekkür ediyoruz.Y ani şöyle bir şey yok: Biz dışanya açalım, onlar gelsinler, biz onların sermayesini de, parasını da kullanalım. Hayır, onlar sizi kullanmaya çalışacaktır. Bunu dikkate almak gerekir. Yahut bu sermaye girişinin, özellikle uzun vadeli sermaye girişinin birtakım koşulları var; bir ortam istiyor o sermaye. Onlar sağlanamadıysa küreselleşme sürecinden yararlanmak zordur. Dünya Bankası çalışmasının bulgusu da budur.
Tekrar teşekkür ederim.