Download - Seyyid Ahmed Hüsameddin Hayat ve hatıratı
İÇİNDEKİLER GİRİŞ ....................................................................................... 11
SEVYID AHMED HÜSAMEDDİN HAZRETLERİNİN DÜNYÂYA
GELİŞLERİ ................................................................................ 14
-MEKKE VE MEDİNE DÖNEMİ- ................................................ 18
KAF DAĞININ ARDINDA KALANLAR ........................................ 21
MEDİNE'DEN TÜRKİYE’YE DÖNÜŞ .......................................... 34
Sivrihisar'a geliş ...................................................................... 36
Bursa'ya yerleşme .................................................................. 43
TRABLUSGARP YILLARI ........................................................... 48
İSTANBUL’A YERLEŞME ........................................................... 64
Seyyid Cevâd’ın vefatı............................................................. 69
1913 yılı .................................................................................. 70
Seyyide Fatma Zehra .............................................................. 74
İşgal Yılları ............................................................................... 75
Fatih Yangını ........................................................................... 79
BURSA’YA DÖNÜŞ ................................................................... 82
Bursa’nın Yunanlılar tarafından işgali ..................................... 84
Bandırma 'ya gidiş .................................................................. 89
VE YİNE İSTANBUL .................................................................. 91
Çınar Karakolu'ndakı eski konak ............................................. 91
4 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
Eserlerin yeniden kaleme alınması ......................................... 97
Beşiktaş’a taşınma .................................................................. 99
MUSTAFA KEMAL PAŞA'YA MEKTUPLAR .............................. 104
“H. 1339 tarihinde Cenâb-ı Seyyid Ahmed Hüsameddin
Hazretleri’nin Kemal Paşa’ya irsâl ettiği mühim mektubu: .. 105
Cerrahpaşa’daki evin alınışı .................................................. 107
Cumhuriyet'in ilânı ............................................................... 113
Güneş Yılı .............................................................................. 115
Zekât ..................................................................................... 118
SEYYİD HAZRETLERİ’NİN GÜNLÜK HAYATI ........................... 121
SEYYİD HAZRETLERİ’NİN HAKK’A YÜRÜMESİ ........................ 123
Seyyid Hazretleri’nin evlâdları .............................................. 127
Evlâdları: ............................................................................... 127
S. AHMED HÜSAMEDDİN HAZRETLERİ’ NİN ESERLERİ.......... 129
ŞİİRLERİ ................................................................................. 153
NA’T ...................................................................................... 154
MESNEVİ VE AÇIKLAMASI ..................................................... 167
SALAVÂT-I CAFERİYE ............................................................. 172
SONSÖZ ................................................................................ 175
SEYYİD MÛSÂ KÂZIM ÖZTÜRK'ÜN BASILI ESERLERİ .............. 177
7 Seyyid Ahmed Hüsameddin
حي حن الر بســـم هللا الر
امحلد هلل رب العاملني والصالة والسالم عىل رسولنا محمد
وعىل اهل وحصبه وسمل امجعني
ÖNSÖZ
Sevgili evlâdlarım!
Evvelce bastırmış olduğum “İslâm Felsefesine Işık Veren
Seyyidler” ile “Kur’ân’ın 20. Asra göre Anlamı” (cilt I)
isimli kitaplarımda babam, Seyyid Ahmed Hüsameddin
Hazretleri’nin hayatı hakkında kısaca bilgi vermiştim Bu
kitabı yazmamın sebebi ise, bu yüce zâtın hayatının ve
düşüncelerinin gelecek nesillere geniş şekilde intikalini
sağlamaktır. Zira, bu gün ile geçmiş arasında kurulu tek
köprü ben kaldığım için her şeyi sizlere aktarmayı
kendime görev bildim.
Babamın vefatına kadar geçen çağım, hayatımın en
parlak sahifeleri, gönül kitabımın dibâcesi idi. Daha
sonraları yalnızlık yıllarımda hayatıma renk veren,
yaşama gücümü artıran hep bu sahifeler, bu renkli
dibâce oldu. Gömüldüğüm iç âlemimde tek parlak
kurtuluş noktasını bu hâtıralar arasında buluyordum
Babamın “Kâzım, babaya lâzım” sözü kuru ve boş değildi.
Bir gün babama hakikaten lâzım olacağım hakkındaki
inancım beni hayata bağladı ve bu güne kadar yaşattı.
8 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
Ben hâlâ geçmişteki o güzel oniki senemi yaşıyorum;
dünyâya geldikten sonra geçen oniki yılı. Ruhumun
derinliklerine, düşüncemin en kuytu köşelerine kadar
nüfuz etmiş bu hâtıralardan sıyrılamam ben. Bir an
koptuğumu hissetsem, gövdesinden kırılıp ayrılan bir dal
gibi olurum.
Bu inanış ve bağlanışın bana çok şeyler kazandırdığım
daima idrâk ettim. En zor anlarımda bu büyük gücün
benimle beraber olduğuna inandığım içindir ki, her
zorluğu yendim. Böyle zamanlarımda gücümün yettiği
yere kadar çaba gösterdim. Ancak bundan sonrası için
“Medet yâ Ehl-i Beyt, yetiş bana babacığım!” diye feryad
ettim. Beni, mahcûb ve mahzun etmemesi için her
zaman O’na yalvardım.
Hayatımın ıztırablı geçen her sahifesine, inandığım yüce
varlığın bir sözü, bir hâtırası renk verdi de ıztırabı
neşeye dönüştürebildim.
İrfan sahibi olanların kıblesi, İslâm’ın kendisine uyulan
imâmı, âşıkların sığmağı, ilmin kaynağı, Peygamber’in
vârisi, Kur’ân’ın mânâsı, ledün ilminin anahtarı, Allah’ın
“Gafur” (Merhamet eden) isminin göründüğü yer, garip
ve kimsesizlerin koruyucusu olan böyle bir zâtın hayatını
ancak gördüklerim ve bildiklerim, yakınında olan inanılır
kişilerden duyduklarım belgelerden aldığını bilgiler
doğrultusunda iktidarım kadar yazmaya gayret sarfettim.
Bu ulu Seyyid’ın hayatını tam olarak yansıtmak bu kitabın
hacmi içinde mümkün değildir. Hele İlmî bakımdan
9 Seyyid Ahmed Hüsameddin
O’nun vasıflarını anlatmaya bu konulara aşina
olmayanların gücünün yetmeyeceğine eminim Elimizde
bulunan eserlerinin mânâsına nüfuz ettiğimiz zaman
O’nun İlmî yönü ile açtığı medeniyet asrının eşsiz dâhisi
ve sahibi olduğu anlaşılacaktır.
Kitabımızın Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin
eserlerine ayrılan bölümünde sözü edilen “Menâr-ül
Muhkemât ve Menâtık-ıl Müteşabihât” adlı kitabından
elimizde bulunan tek bir makale, Kur’ân’ın bâzı
sûrelerinin başında yer alan ve bugüne kadar hiç bir
gerçek açıklama getirilememiş olan Mukattaa harflerini
aydınlatan fevkalâde önemli bir ışıktır.
Günlük hayat hikâyesi içinde yüce Seyyid’in, asrın
yeniliklerini takibi, yurt sevgisi ve memleketin gelişmesi
için tavsiye ve teşvikleri anlatılmaya çalışılmıştır.
"Mühendislerimiz, susuz ovalarımıza artezyen açsalar ve
neticede su bulamasalar bile, o yörenin jeolojik haritasını
çıkarmış olurlar ki, bu da gelecek için büyük faydalar
sağlar.” düşüncesi, O’nun ileri görüşünü yansıtan küçük
bir örnektir. Bu sözün takriben bir asır evvel söylenmiş
olduğu gözardı edilmemelidir.
Seyyid Hazretlerinin hayatı ile ilgili belgelerde kullanılan
tarihlerin hicri veya mâlî (rûmi) olduğu
belirtilmediğinden, bugüne kadar tarihlerin milâdî tarihe
dönüştürülmesinde farklılıklar doğmuştur. Meselâ, Fatih
yangını, bâzı kitaplarda 1916 olarak gösterildiği halde
doğrusu 1918 dir ki, bu da mâlî (rûmî) takvim ile hicri
takvim arasındaki o yıllarda görülen iki yıllık farktan ileri
10 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
gelmektedir. Bu gibi yanlışlıklara yol vermemek için
olaylar, kronolojik sıra içinde ve milâdî takvim esas
alınarak yazılmıştır.
Bu kitabın ön çalışmalardan basımına kadar kitabın
hazırlanışının her safhasında bana candan yardıma olan
sevgili kızım F.Aymelek Öztürk’e teşekkür etmeyi vazife
bilirim.
Kusurlarımız olduysa, yüce Seyyid’in affına sığınırız.
Mûsâ Kâzım Öztürk
İzmir, 1996
11 Seyyid Ahmed Hüsameddin
GİRİŞ
Ata yurdu Dağıstan’ı çocukluğumdan beri merak
ederdim. Beni, bu ülkenin ne coğrafyası, ne asırlar boyu
türlü kavimlerin akın ve istilâlarına sahne oluşu, ne iç
savaşları, ne de Rus işgal ordularına karşı koyan ve
sırasında düşmanlarını bozguna uğratarak sınırlarından
kovan bir avuç Türk’ün kahramanlık destanları
ilgilendiriyordu Zira bu gibi olaylar, her milletin tarihinde
yaşanmış ve yazılı olarak kitaplara yansımış olaylardır.
“Kaf Dağının ardında Zümrüt-ü Anka denilen bir kuş
varmış...” diye başlayan masalları dinlerken, insanların
ulaşamayacağı ve zirvesine erişemeyeceği bu ülke, her
halde Kafkas dağlarının ardındaki “Dağıstan” olsa
gerektir, der ve babamın bu dağların ötesinden nasıl
geldiğini merak eder, oradaki yaşantıyı düşünürdüm.
Dile kolay, atalarımız bin seneyi aşkın bir zaman bu
dağların ardında hayatlarını sürdürmüşlerdi.
Burası nasıl bir yerdi? Erişilmesi imkansız ve tepeleri
bembeyaz bulutların içinde kaybolmuş bir masal ülkesi
mi idi gerçekten Dağıstan? Bazen okul atlaslarını
karıştırır, babamın kutlu isimlerine ek olmuş
“Rükâlizâde” sözcüğüne bakarak Rükâl kasabasını bu
haritalarda arar, bulamayınca da üzüntü duyardım. “Bâb-
ül Ebvab” (kapıların kapısı) denilen yerin Derbend
olduğunu sonraları öğrendim; buraya, dağlarla Hazer
Deniz’i arasındaki tek geçit olduğu için bu isim verilmiş.
Aslında şehrin her iki ismi de aynı anlama geliyor. Bir de,
12 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
Ban vilâyetinden bahsediliyordu. Neresi idi bu Ban
vilâyeti? Hâlen Dağıstan hudutları içinde mi idi? Meğer
Derbend 1vilâyetinin eski ismi imiş.
Bâzı şeylerin hayâli hakikatlerinden çok daha güzel!
Masal ülkesi gibi hayâl ediyordum Rükâli. Atalarımın
rûhâniyeti sinmiş toprağına taşına. Âlimlerin ve güler
yüzlü, birbirine saygılı insanların yaşadığı, yaşlı
çınarların gölgelediği çayırlar üzerinde koşup oynayan
çocukların neşeli çığlıkları ile dolup taşan bir diyar. Evet,
köy değil bir diyar düşünüyordum. Kaf Dağı’nın
zirvelerindeki karların eriyerek dik yamaçlı vadilerden
köpük köpük aktığı, küçük çağlayanlardan dökülen
suların ormanlar arasından süzülerek tatlı nağmeler
hâlinde yansıdığı bir diyar vardı hayâlimde
Atalarımızın mezarlarını, itina ile inşa edilmiş ve küçük
bir kubbesi bulunan bir türbe içinde görür gibi
oluyordum. Lâkin gerçek hiç de böyle değilmiş. 1980
sonrası elime geçen fotoğraflarda seyyidlerin
mezarlarının bulunduğu kabristanın, etrafı biriketle
çevrilmiş toprak parçasından başka bir yer olmadığını
gördüm. İşin acı tarafı bu mezarların kimlere ait olduğu
dahi bilinmiyordu.
Babamın, bir zamanlar İstanbul’da, Edirnekapısı
1 Derbend: Serhat üzerinde bulunan küçük kale; dağ üzerindeki
geçitlerde ve boğazlarda bulunan karakol. Konumu dolayısı ile
şehre bu isim verilmiştir.
13 Seyyid Ahmed Hüsameddin
kabristanındaki2 mezarı da baş ucunda taşı bile
bulunmayan bir toprak yığınından farksızdı. Ancak,
taşsız da olsa, bu makamı her gün bir kaç gönül ehli âşık
ziyaret eder, kurumuş topraklarım samimî göz yaşlan ile
sulayarak rahmet ve şefaatini niyaz ederdi. Halbuki,
Rükâl’de kalan büyüklerimizin bir “Fâtiha”dan dahi
mahrum bulunduklarını tahmin ediyorum.
2 “Bursa’da Yeşil cami yoktur, Yeşil Camii vardır. Silivri Kapı
değil Silivri Kapısı, Edirne Kapı değil Edirne Kapısı olacak. Esası
böyle. 200-300 sene önceki kayıtlarda böyle yazılı. Dilimizi
bozuyoruz. Kutlular olacak, kutlar diyoruz”. [Kaynak: Süheyl
Ünver Hoca’dan Notlar (Menâkıbı Süheyl Bey) hzl: Yrd.Doç.Dr.
Zuhal ÖZAYDIN Türk Tıp Tarihi Kurumu Yayınları No : 5 , 1997,
İSTANBUL]
14 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
SEVYID AHMED HÜSAMEDDİN HAZRETLERİNİN
DÜNYÂYA GELİŞLERİ
Kaf Dağının ardında, Dağıstan’ın Derbend vilâyetinin
Rükâl kasabasında 1848 yılının Şubat ayının soğuk bir
gününde Seyyid Said-i Rükâli Hazretleri’nin ilk çocuğu
dünyâya geldi. Hazreti Hüseyin soyundan gelen bu nûr
topu gibi çocuk, Peygamberimizin kırkıncı torunu idi.
Babası, oğluna kendi babasının adı olan Sefer ismini
verdi. Ancak O, her zaman soylarının en yüce ismine
uygun olarak “Ahmed” ismi ile anıldı. Annesi, muhitin
ileri gelen ailelerinden Abdülâlâ bin Abdullah soyundan
Ferhat oğlu Abdullah’ın kızı Şerife idi.
Yakınları arasında en güzel ve yakışıklı olmasının yanı
sıra zekâ ve bilgi bakımından da muhitinin en üstün bir
kişisi olan Seyyid Ahmed’in babası, arpa unundan
ekmeğini kendi pişirir, çoğu zamanını ibadetle geçirir ve
her zaman oruçlu olurmuş.
Annesinin gösterdiği ihtimamla büyüyüp yetişen Seyyid
Ahmed, akranları ile oynayacağı yerde şerefli babasının
yanından ayrılmaz hep onunla beraber olmayı arzu
ederdi Babasına hizmeti daha o yaşta kendisine vazife
bilen Seyyid Ahmed, ilk bilgilerini babasından almaya ve
onunla beraber oruç tutup ibadet etmeye başlıyor.
Rusya ile İran arasında imzalanan Gülistan Antlaşması
uyarınca Dağıstan, 1813 yılında Rusya tarafından ilhak
edilmişti. Said-i Rükâli, Rus hükümetinin idaresini hiç bir
15 Seyyid Ahmed Hüsameddin
zaman içine sindirememişti. 12 yaşına girmiş olan
oğluna, kendisinin vereceği bilgiden daha geniş ölçüde
ve müslüman bir ülkede eğitim yaptırmayı düşünüyordu.
62 yaşındaki Seyyid Said-i Rükâli’nin, Seyyid Ahmed’den
başka hayatta sadece Fatma adında bir kızı vardı; şimdi
onu arkasında bırakarak ülkesinden ayrılacaktı. Diğer
evlâdları çocuk yaşlarında vefat etmiş olduklarından
Peygamber torunlarının yâni seyyidlerin imâmeti ve
temsil görevi şerefi, bu soydan yalnız Seyyid Ahmed
Hüsameddin Hazretleri’ne nasip olmuştur.
Said-i Rükâli Hazretleri, her şeyini ailesine devrederek
oğlu Seyyid Ahmed ile birlikte 1860 yılında yollara
düşüyor, Kafkas’ın sert yamaçlarını aşarak Gürcistan’da,
Rioni Irmağının Karadeniz’e ulaştığı yerdeki Puti limanına
geliyor. Baba oğul 1829 dan beri Rus hâkimiyetinde
bulunan bu küçük limandan Türk bandralı bir gemi ile
Karadeniz’in engin sularına açılıyorlar. Baba artık
hayatından memnundur, ilk tahsilini vererek gayet güzel
şekilde yetiştirdiği biricik oğlu Ahmed’ini, İslâm
dünyasının yegâne merkezi olan İstanbul’da okutacaktır.
O tarihlerde Osmanlı İmparatorluğu tahtında Abdülmecid
(1839-1861) bulunuyordu. Said-i Rükâlı Hazretleri, genç
padişahın reformcu kişiliği ile Osmanlılara yeni bir çehre
kazandırmaya çalıştığını duymuştu. Ancak olaylar
insanların düşündüğü gibi gelişmiyor.
Türlü güzel ümitlerle İstanbul’a gelen baba oğul, Fatih
semtinde bir dostlarına misafir oluyorlar. Genç Ahmed,
16 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
babasının arzusu üzerine İslâm âleminin en büyük
üniversitesi kabul edilen Fatih Medresesinin
mensuplarından ve Padişah’ın huzur hocalarından Abbas
Fevzi efendinin derslerine devam etmeye başlıyor. Seyyid
Ahmed Hüsameddin Hazretleri bu olay için. “Abbas Fevzi
efendi, Dağıstan 'da amcamız Seyyid Hasan efendi ile
Allâme-i zaman nâmıyle tanınmış Mirza Hasan efendinin
babası Şeyh Abdullah Alkadâri efendiden ilim tahsil
ettikleri için babam beni onun dersine oturttu”
demişlerdir.
Bir gün oğlu Ahmed’i görmek için medreseye uğrayan
babası, kıymetli oğlu hakkında bilgi almak ve biraz da
hasbihal etmek üzere dershanelerin çevrelediği geniş
meydandaki büyük çınar ağaçlarının gölgelerinde oturan
hocaların yanma gidiyor. Ancak, gördüğü hâli
beğenmiyor, zira, gençleri yetiştirecek hocaların, nargile
içerek başkaları hakkında dedikodu yapmalarını hoş
karşılamıyor, ayrıca bazılarının bilgilerini de az buluyor.
“Kendisini yetiştirmemiş bir kimsenin başkasını
yetiştirmesi mümkün değildir.” diyerek oğlunu
medreseden alıyor.
Zamanın sadrazamı Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa’nın 1860
daki üçüncü sadâret döneminde, onun beş ay için
Rumeli’de görevli bulunması sebebi ile Sadrazam
vekilliğini üstlenen Meclis Başkanı Mehmet Emin Âli
Paşa’nın, Said-i Rükâlî Hazretlerinin sadâttan olmaları
dolayısı ile maaş ve arazi vererek Türkiye’ye
yerleşmelerini istemesine rağmen, Seyyid Hazretleri
17 Seyyid Ahmed Hüsameddin
bunların hiç birini kabul etmeyerek aynı yıl oğlu ile
beraber Mekke’ye gitmek üzere İstanbul’dan ayrılıyorlar.
18 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
-MEKKE VE MEDİNE DÖNEMİ-
Seyyid Said-i Rükâlî Hazretleri ve oğlu Seyyid Ahmed,
Mekke’ye geldikten sonra, burada yüce soylarına
mensup Mahmud Africuy, Kırımlı Abdullah Mekkî, Ömer
Rabbânî ve Dağıstanlı Kud Kaşını Yahyâ beyle
buluşuyorlar.
Baba ile oğulun buradaki ikametleri onbir sene devam
ediyor. 187İ yılında, Hacc’dan sonra hastalanan Seyyid
Said-i Rükâlî Hazretleri, üç gün içinde sonsuzluk âlemine
göç ederek Muallâ’da ebedî uykusuna terk ediliyor.
Vefatlarında 83 yaşındaydılar.
Seyyid Ahmed büyümüş, 23 yaşına gelmiştir. Beyaz tenli,
orta boylu, geniş omuzlu olan bu ulu Seyyid’in saadetli
başlan büyük, derin anlamlar taşıyan iri gözleri şahane
güzellikteydi.
Mekke’de bulunduğu bu onbir yıl içinde zamanını
değerlendirmesini bilmiş, Arapça ve Farsçayı anadili gibi
öğrenmiştir. Ancak, babasının vefatından sonra
Mekke’de fazla kalmayarak uzun zamandan beri
hasretini çektiği Medine’ye yaya olarak gidiyor.
İçinde O’nu Medine’ye çeken büyük bir arzu vardı Orada,
yüce soyunun yaşadığı yerde yaşamak, onların gezip
dolaştığı yerlerde bulunmak, teneffüs ettikleri havayı
koklamak istiyordu Medine’de yalnız kalmayacaktı. Zira,
ilmin şehrini (el medine-tül ilm) bulmuştu. İslâmın en
yücesi Muhammed’e (sallallâhü aleyhi ve sellem)
sığınmıştır artık. Uzun yıllar üzerinde çalıştığı zahir
19 Seyyid Ahmed Hüsameddin
ilmini, tahminen 3-4 yıl kaldığı Medine’de manevî ilimle
ziynetlendirmiştir. Sonraları: "Ben manevî ilmi
Peygamberimizden ahz-ı feyz ettim.” derlerdi.
Bu mânevi aşk denizi içinde yüzerken, maddî sıkıntı
peşim bırakmıyordu. Ancak halinden kimseye bir
şikâyette bulunmadan, içine kapanık zor bir hayat
yaşıyordu Yalnız, bilinen bir şey varsa bu da O’nun gerek
müsbet ilimlerde, gerekse ilâhî sırlan bildiren ledün
ilminde nihayetsiz bir umman olduğudur. Bir noksanı
kalmıştı, sahip olduğu bunca ilmi yaymak ve insanları
irşad etmek için gerekli mânevî iznin işaretini almak.
Babasının vasiyeti aklına geliyor, bir gün ona: “Oğlum,
Türkiye’ye gideceksin. Denizli’de Şeyh Hacı Hasan Fevzi
efendi adında bir zât var, onu bulup emanetini
alacaksın.” demişti. Şu halde buradan ayrılacaktı.
Ecdâdından Muhammed Tayyib Hazretleri ne diyordu
evlâdlarına: “Çocuklarım! Kendilerine müracaata en
ziyade elverişli olanlar, yerleştikleri yerler itibariyle
Türklerdir.” Bu sözler kendisi için bir işaretti. Lâkin
Türkiye’ye nasıl ve hangi para ile gidecekti?
Nihayet beklediği mânevi işaret geliyor. Bunun üzerine
kendisini uzun zamandan beri konuk etmek isteyen
Yanbu Kaymakamı Halil Paşa’nın davetine uyarak
Kızıldeniz sahilindeki en önemli şehirlerden biri olup
Medine’nin limanı sayılan Yanbu’a gidiyor. Bir müddet
sonra da Paşa’nın yardımı ile bir imkân bulup Türkiye’ye
doğru hareket eden bir gemiye binerek Hicaz’dan
ayrılıyor. Seyyid Ahmed’in Medine’de ne kadar kaldığı,
20 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
hangi tarihte Türkiye’ye döndüğü kesin olarak
bilinmemektedir.
**
21 Seyyid Ahmed Hüsameddin
KAF DAĞININ ARDINDA KALANLAR
Genç Seyyid Ahmed, artık yalnızdı, babası Said-i Rükâlî
Hazretleri’ni Mekke’de, Muallâ kabristanına bırakmış
olması acısını hafifletiyordu Zira babasının, yüce ataları
ile beraber olduğunu ve yüzlerce yıllık hasretin bittiğini
biliyordu. Çocukluğunda, dedelerinin mübarek
ayaklarının bastığı bu topraklar yerine niye Dağıstan’da
yaşadıklarını hep düşünmüştü. Bu yüzden Dağıstan ile
ailesinin bağının ne zaman ve ne şekilde kurulmuş
olduğunu babası ona defalarca anlatmıştı.
Hazreti Muhammed’e bağlı yüce seyyidlerin Kaf dağının
ardındaki hikâyesini öğrenmek için Derbend’in
Dağıstan’ın başkenti olduğu zamanlara kadar inmemiz
gerekiyor.
Derbend, Emevî hükümdarlarından Hişam (724-743)
zamanında, Sasanî devletiyle yapılan bir savaş sonucu
728 yılında arapların eline geçiyor ve uzun yıllar İslâm
dünyasının önemli bir sınır kalesi oluyor. Hişam’ın
kardeşi Maslama, Derbend’de devamlı bir Arap
hakimiyetini ve kültürünü kurmayı başarıyor, işte, bizim
hikayemiz bundan sonra başlıyor.
Ecdadımızdan Seyyid Muhammed Cevâd Hazretleri (810-
835), Derbend’den hacc görevini yerine getirmek için
Mekke’ye gelen hacılar arasında bulunan “Şemâmet-ül
Mağribî” lakabıyla anılan Şemame adlı bir hanımla
evleniyor. Acem esirlerinden olduğu söylenen
Şemame’nin “Ümmü Veled” adıyla da anıldığını
22 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
görüyoruz.
Bu evlilikten 829 yılında Ali Hâdi adında bir oğulları
dünyâya geliyor. Aradan yıllar geçiyor, Seyyid Ali Hâdi
Naki (Askerî)’nin de 849 da bir oğlu oluyor. Bu yavruya
Cafer el Hasan adını veriyorlar. Cafer el Hasan
Hazretleri*nin lakabları “Mehdî” ve “Zeki” olduğu için
kendisi Cafer Mehdî Zeki adıyla şöhret buluyor.
Olaylara açıklık kazandırmak için burada bâzı rivayetlere
değinmek istiyorum.
Muhammed bin Ammar’dan nakledildiğine göre Seyyid
Cafer Mehdî, babası Seyyid Ali Hâdi’ye ait aşağıdaki
hikâyeyi anlatmıştır:
Onuncu Abbasî hükümdarı Cafer-el Mütevekkil Alellah
(847), savaş zamanlarında başkent Bağdat’tan
uzaklaştığı zaman, yerini vekâleten Abdullah hin
Muhammed e bırakırdı Bu kimse, hükümdara Alı Hâdi
Naki Hazretlerini, çekiştiren haberler yollayarak, yüce
Seyyidi yok etme fikrindeydi
İmam Hazretleri bu durumdan haberdar olunca
Mutevekkil’e yumuşak bir mektup yazarak Abdullah’ın
kendisine karşı olan kütu niyetini haber verdi Hükümdar,
bu mektup üzerine özür dilediğini bildiren ve kendilerini
yanına davet eden bir cevap gönderdi. İmam Hazretleri,
Yahya bin Herseme ile beraber yola çıkarak Samerra’ya
geldi Burada Hân-ı Saâlik (Yoksullar Ham) denilen bir
hana yerleştirildi
Bir başka rivayete göre Onuncu imam Ali Hâdi Naki
23 Seyyid Ahmed Hüsameddin
Hazretleri’ne hürmet ederek imâmetini kabul eden ve
onu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin torunu ve
vârisi olarak tanıyanların sayısının artması, Medine valisi
Abdullah bin Muhammed Haşimî’nin dikkatini çekti. Vali,
hilâfet merkezinde hatırının biraz daha sayılması,
nüfuzunun biraz daha artması, dileklerinin öncelikle
kabul edilmesi düşüncesiyle, Halife Mütevekkil’e İmam
Hazretlerinin güçlenen durumunun yarattığı tehlikeyi
bildirmiş ve hükümdara yazdığı mektupta: “Mekke ve
Medine’yi kaybetmek istemiyorsan Ali Hâdi’yi buradan
aldırt .” demişti.
Valinin yazısı üzerine Mütevekkil, İmam Ali Hâdi Naki’nin
evinde araştırma yaparak, neler olduğunu anlamak
üzere. Yahya bin Herseme’yi kimseye duyurmadan
gizlice Medine’ye gönderdi Yahya, Medine’ye varır
varmaz geceleyin adamları ile imam Hazretlerinin evini
bastı. Çoluk çocuk korkup feryad edince Yahya,
korkulacak bir şey olmadığını, aldığı emre göre bir
arama yapacağını söyleyip ev halkını yatıştırdı; İmam
Hazretlerinin de yardımı ile ev arandı. Kur’ân
nüshalarından ve duâ kitaplarından başka bir şey
bulunmadı. Yahya olayı bir mektupla hükümdara bildirdi.
Mütevekkil, İmam Hazretleri’ni, devamlı göz altında
bulundurmak amacı ile Irak’a davet etti. Gönderdiği
mektupta Alioğullarının, Abbasoğulları ile yakınlığından
söz ediyor, kendilerine karşı dâima saygı duyduğunu ve
gelirlerse pek memnun olacağım bildiriyordu. Bu arada
Medine valisini, kötü ve yalan haber vermesi yüzünden
24 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
azlettiğini, yerine Muhammed bin Fazl’ı tayin ettiğini
haber veriyordu. Bağdat’a gelmeleri için istiharede
bulunmalarım; karar verirlerse Yahyâ bin Herseme ile
yola çıkmalarım rica ediyordu.
İmam Ali Hâdi Naki Hazretleri, görünüşte pek saygılı
olan bu mektuptaki isteğe uymazlarsa zorla
götürüleceklerini anlamışlardı. Yol hazırlıklarım
tamamlayıp, aynı yıl, ev halkı ile birlikte Irak’a hareket
ettiler.
Olayların bundan sonrasını, hâdisenin içinde bulunan
Yahyâ bin Herseme’den nakledelim.
Herseme diyor ki “Bağdat'a vardığımız zaman, önce vali
Ishak bin İbrahim’in yanma gittim Bana “Yahyâ, sen
Mütevekkil i tanırsın, buraya getirdiğin imam Hazretleri
Peygamberin torunudur, Halife'yi O’nu öldürtmeye
kışkırtırsan, bil ki, düşmanın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi
ve sellem olacaktır.” dedi Ben de cevaben “Vallahi ondan
iyilikten başka bir şey görmedim, böyle bir şey yapmama
imkân yok ” dedim Daha sonra Bağdat yakınlarındaki
Samerra’ya gittim Maiyetinde bulunduğum Türk
kumandan Vâsıl’ın yanma vardım O da bana vâli
İbrahim’in dediklerinin hemen hemen aynını söyledi, onu
da yatıştırdım. Fakat ikisinin de aynı fikirde oluşları beni
şaşırttı.”
İmam Ali Hâdi Hazretleri, Bağdat’ta büyük bir törenle
karşılandı. Fakat konaklamaları için kendilerine bir yer
hazırlanmamıştı. Seyyid Hazretleri’ni ve ailesini
25 Seyyid Ahmed Hüsameddin
Samerra’da Hân-ı Saâlik (Yoksullar Hanı) denilen bir
hana indirdiler. Bu hareket Ali Hâdi Hazretlerine
gösterilen ilk saygısızlık ve adetâ ilk ihtardı.
İmam Ali Hâdi ve oğlu Cafer el Hasan, Mutasım’ın
Samerra’da Türk ordugâhını yerleştirmiş olduğu Asker
mahallesinde ikamet ettiklerinden “Askerî” lakabı ile
anılırlar veya bu iki seyyidin ikisine birden “Askereyn”
denilir.
Yahyâ bin Herseme’den sonra olayların devamını bu defa
Salih ibni Saad dan dinleyelim, bu .
zât diyor ki.” Seyyid Ali Hadi Hazretlerini çok sıkıcı ve
tehlikeli bir yer olan Hân-ı Saâlik’te gördüğüm zaman
“Ey ulu Seyyid! Bu adamlar sizin yüksek kadrinizi
bilmediler ve burada tutarak hapsettiler. Bu aşağılık
kişilerin istedikleri, Peygamber soyundan gelenleri yok
etmekten başka bir şey değildir. Keşke izin verseniz de
tertemiz oğlunuz Cafer Mehdi Zekiyi dayıları Muhammed
bin Ammar’a benimle gönderseniz. O zaman hiç
olmazsa aileniz de korunmuş olur.” dedim. Bu sözümle
Seyyid Ali Hâdi Hazretlerinin iznini alarak Yezid bin Esad,
İbrahim bin Âdef, Haşim bin Şu’be ile birlikte Seyyid
Cafer Mehdi Hazretleri’ni, Derbend’de bulunan dayıları
Muhammed bin Ammar’a götürerek kendilerine teslime
muvaffak olduk.”
Anlatılan olaylarda adı geçen Muhammed bin Ammar’ın
kimliği ve ne suretle Seyyid Cafer Mehdinin dayısı
olduğuna dair kısaca bilgi vermek istiyorum. Bu hususta
26 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
mümkün olduğu kadar gerçeğe yakın bir araştırma
yaptığımı tahmin ediyorum.
Evvelce de açıkladığım gibi Derbend, Emevî
hükümdarlarından Abdülmelik’in (720-724) oğlu Hişam
(724-743) taralından işgal edildikten sonra, hükümdar,
kızkardeşinin oğlunu (bu kimse aynı zamanda
kumandanlardan biri olabilir) Derbend emiri tayin ediyor.
Bu zâtın, Muhammed bin Ammar isminde bir oğlu.
Hâdise isminde bir de kızı vardır. Hâdise, Derbend’den
Medine’ye gelerek, Şemame ile Seyyid Muhammed Cevâd
Taki Hazretleri ’nin oğlu olan Ali Hâdi Naki ile evleniyor
Hu evlilikten 849 yılında Mekke’de, Cafer Mehdi dünyâya
geliyor. Bu suretle Muhammed bin Ammar da Seyyid
Cafer Mehdi Hazretleri’nin öz dayısı oluyor
Bence, Şemame ile Derbend emirinin bir yakınlığı olması
da ihtimal dahilinde. Şemame, araplarca kullanılan bir
isim olduğuna göre, onun Derbend’in yerli halkından
olmasını mümkün görmüyorum.
İşte seyyidlerin Dağıstan’a yerleşmeleri bu suretle
başlamış oluyor. Cafer Mehdî Hazretleri 933 yılında, o
sırada bulundukları, Senebat şehrinde vefat etmişlerdir
ki burası o zaman Horasan’a bağlı olup halen İran’ın
doğu hududu içinde kalan Tus şehri civarındadır.
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri “Menâzil-in
Nücûm” adlı eserinde: Bu kasabanın doğru isminin
“Seyyid Âbâd” olup Abbasî hükümdarları, Peygamber
soyundan gelenleri gizli tutmaya şan ve şereflerini yok
27 Seyyid Ahmed Hüsameddin
etmeye fırsat gözlediklerinden kasabanın ismini
değiştirerek “Senebat” yapmışlardır, buyuruyor.
Bugün, Tus şehri, Meşhed’in hemen kuzeyinde tamamen
harap olmuş, antik bir şehir haline dönmüştür. Burada
ayakta kalan ve hâlâ canlı
ihtişamını sürdüren tek eser, Seyyid Ali Rıza
Hazretlerinin (760-818) türbeleridir. Bu türbe, halen
bütün İran halkının en önemli ziyaretgâhlarından biridir.
Cafer Mehdi Hazretlerinin Senebat’ta vefatlarından sonra
seyyidler Horasan, Mısır ve Medine’de hayatlarını
sürdürmüşler, ancak Seyyid İsâ Ahrar Hazretleri (1285-
1348) tekrar Derbend’e yerleşmiştir. Bundan sonra
Dağıstan ile bağlantıları uzun süre kesilmeden devam
etmiştir.
Halife ünvanı ile kendilerini Yüce Rasulullâh’ın yerine
lâyık gören hükümdarların halktan kopmuş bir halde,
muazzam saraylarda debdebe ve dârât içinde
yaşayışlarına, içki ve sefahat âlemlerine burada
değinmek isterdim. Ancak, bu konuda yüzlerce cilt eser
yazılmış olduğundan merak edenlerin bu kitaplara
müracaat etmelerini tavsiye ederek ecdâdımıza revâ
görülen zulüm üzerine Kaf Dağlarının ardına göçün ilk
basamağı olan Samerra hakkında kısaca bilgi vermekle
iktifa edeceğim.
Hârun Reşid’den itibaren Bağdat, Abbasî hükümdarları
için tehlikeli bir muhit olduğundan Mu’tasım (833-844)
Bağdat’ın 100 km kadar kuzeyinde Samerra ismi verilen
28 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
bir şehir kurdurdu. Hükümdarın Türklerden meydana
gelen hassa ordusuna tahsis ettiği ve hükümet merkezi
yaptığı bu şehirde yüzbinden fazla Türk vardı.
Şehrin bulunduğu yer, aslında tarih öncesi devirlerden
beri yerleşim merkezi olarak kullanılmaktaydı
Müslümanlık öncesinden kalma Samerra adını,
hükümdarlar bastırdıkları madenî paraların üzerinde dc
kullanmışlar ve bunu “Surre men rea” (Gören hayran
kalır) şeklinde yorumlamışlardır. Samerra’da 836-892
yılları arasında sekiz Abbasî hükümdarı yaşamıştır.
Müslümanların kurduğu en büyük şehirlerden biri olan
Samerra’da pek çok saray vardı. Yalnız Mutevekkil’in 24
saray yaptırdığı söylenir. Ayrıca şehirde birçok konak,
hamam, cami, dükkan, cezaevi, askerî tesisler ve hanlar
varmış İmam Ali Hâdi Hazretlerinin ve ailesinin bir nevî
hapis gibi misafir edildiği yoksullar evi olan Hân-ı Saâlik,
bunlardan biridir.
***
İktidar hırsı ve hevesi ile doğruluktan ayrılarak etrafına
yaptığı zulüm ve haksızlıklar zamanla tarih sahifelerine
geçince, o kimse ister şah ister padişah olsun hayırla
anılmıyor. Saltanat tahtını çevreleyen riyâkârların iltifatı,
iktidar ile kayıtlı olduğundan bir gün geliyor yapılan
hareketler gerçek yüzü ile ortaya çıkıyor.
Bir zamanlar, Şam’ı kendilerine hükümet merkezi seçen
Emevî hükümdarlarının Peygamber soyuna reva
gördükleri muamele onların yıkılmasından sonra bu defa
29 Seyyid Ahmed Hüsameddin
Abbasoğulları devrinde de azalmadan aynen devam etti.
Peygamberimizin şerefli yolundan ayrılarak içki ve
sefahat âlemine dalan zalim Abbasî hükümdarları,
seleflerinden farklı olarak yaşamlarını gerçek
müslümanların nazarlarından gizlemek ve herhangi bir
ayaklanmaya karşı emniyetlerini sağlamak için yeniden
inşa ettirdikleri Samerra’nın muhteşem saray ve
konaklarında yaşamayı tercih etmişlerdi. Ama bu
ihtişamdan, bugün toprak altında kalmış kalıntılardan
başka bir şey görülmez. Ancak ortadan kaldırmak
istedikleri Peygamber soyunun iki yüce imamı Ali Hâdi
Naki ile Cafer Mehdî Zeki Hazretleri’nin türbeleri 3,
bugün bir harabe halinde olan Samerra’nın yakınındaki
Samiriye kentinde, İlâhî adaletin yüce bir tecellisi olarak
bütün ihtişamı ile ayakta durmaktadırlar.
İbret almak için tarih ne güzel bir ölçü, ne parlak bir
ayardır insanlara. Ama, şair Mehmet Akif Ersoy’un dediği
gibi şayet ibret alınsaydı, tarih tekerrür eder mi idi?
Tarih boyu enbiyalardan ailemize kadar sürüp gidiyor
haksızlıklar. Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin
Trablusgarp’a sürülmesi de aynı dramın bir başka
sahifesi, bir başka bolumu değil midir?
İlim ile saltanatın, kalem ile kılıçın, haklı ile haksızın bu
sinsi mücadelesi bundan böyledir kıyamete kadar devam
3 Bu türbeler. İran’daki Kaçar hanedanından Nasreddin Şah
zamanında yapılmaya başlanmış ancak 1905 de oğlu
Muzaffereddin tarafından tamamlanmıştır.
30 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
edip gidecek Yalnız şu var ki “Doğruların yardımcısıdır
Hazreti Allah”
***
XI. yüzyılda Büyük Selçuklu Devleti’nin hâkimiyetinde
bulunan Dağıstan, asırlar boyu Moğol ve Tatarların
saldırılarına uğramış ve nihayet İran’ın eline geçmişti. Bu
dönemde şamhallık denilen küçük prenslikler kuruldu.
XVI. yüzyılın ikinci yansında bunların bâzıları Rus
koruması altına girdi. Dağıstan üzerinde sürüp giden
İran, Rus ve Osmanlı çekişmeleri, 1813 de Rusya’nın bu
toprakları ilhak etmesi ile neticelendi.
İşte böyle bir ortamda, Seyyidler Dağıstan’ın kartal
yuvası dağlarını kendilerine vatan saydılar ve XV.
yüzyıldan itibaren devamlı olarak Derbent’te yaşamaya
başladılar. Daha sonraları Hazer Denizi’nden aşağı
yukarı 10 km. mesafede, ovanın dağlarla birleştiği yerde
Rükân köyünü kurdular. Ancak burası, Hazer’in kuzey-
güney yolu üzerinde olduğu için güvenli değildi. Seyyid
Mehmed Zâhid Hazretleri zamanında (1463-1538)
Rükân yakınlarında, üç tarafı geçit vermeyen yüksek
kayaların üstündeki düzlüklere yerleşmeyi tercih ettiler.
Denizden 800 metre yükseklikte, bütün ovaya hâkim
olan bu yeni yerlerine Rükâl adını verdiler Köyün
kurulduğu düzlük, tahminen 400-500 metre batıdaki
yüksek dağların ormanlarla kaplı dik yamaçlarına kadar
uzanıyordu.
“Susmakta ve gizlenmekte hayat yoktur. Bilgi ve edep
31 Seyyid Ahmed Hüsameddin
ancak halk ile ilişkide olup gizlenmekte değildir.” diyen
Seyyid Mehmed Zâhid Hazretleri’nden itibaren, seyyidler
bilgiye susamış olan halkı irşad için suskunluklarına son
vermişlerdir Bilgi bakımından devirlerinin her zaman en
üstünü olan seyyidler bazan vaazları ve nasihatları,
bazan da - eserleri ile daima halkı irşad ve terbiye
etmeye çalışmışlardır. Gençler, yalçın kayalıklarda av
yaparlarken büyükleri halkı eğitir, bu suretle bir taraftan
cengâverlik, bir taraftan da ilim yollarında örnek
olurlarmış ora insanlarına.
Bu soylu kişilerin geçimlerini sağlamak için Hazar
kıyılarında, Bâb-ül Ebvab yâni Derbend dolaylarında
geniş düzlüklerde mer’alar ve memlahalar edindiklerini
biliyoruz, insanlar ne kadar kolaylıkla hayâl
kurabiliyorlar! Ben, ailemize ait olan tuz memlahalarını,
İzmir’in Foça ilçesinde olduğu gibi, Hazer sahilinde
deniz suyunun havuzlarda buharlaşmasından tuz elde
edilen bir memlaha [Tuzla] gibi tahayyül ederdim
Gerçeği seneler sonra öğrendim. Anlatılanlara göre
Rukâl’de tuz, kasabanın birkaç kilometre güneyindeki bir
tepenin eteklerinden çıkan yarım değirmen arkı
miktarındaki sudan elde ediliyormuş Bu suyu “Lak” tabir
ettikleri havuzlara alıyorlarmış ve kısa bir zaman içinde
buharlaşan suyun altında, 30 santimatre kalınlığında, tuz
kalıyormuş Bu tuzu Derbend’den ve civar köylerden
gelenlere satıyorlarmış
****
32 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
Hazreti Muhammed’in soyundan gelen ve Ehl-i Beyt unvanı
ile anılan seyyidlerin, Hazreti Fâtıma’dan 40. torun olan
Seyyid Ahmed Hüsameddin -Hazretleri’ne kadar olan soy
ağacı, doğum ve ölüm tarihleri ile birlikte, aşağıda
gösterilmiştir.
Hazreti Fatma aleyhisselâm (608- 632)
Hazreti Hüseyin aleyhisselâm (625- 682)
Seyyid Ali Zeynelâbidin (658-712)
Seyyid Muhammed Bakır (676- 732)
Seyyid Cafer Sadık 1 (699- 765)
Seyyid Mûsâ Kâzım 1 ( 745- 799)
Seyyid Ali Rıza ( 760-S IS)
Seyyid Muhammed Cevâd (SI0- S35)
Seyyid Ebû Cafer ALi Hâdi (829- 867)
Seyyid Cafer Mehdi ( 849-933)
Seyyid Ebülkasım Muhammed (867- 940)
Seyyid Abdülhâlik 1 (883-965)
Seyyid Abdullah El Katim (952-1004)
Seyyid Muhammed Ebû Tayyib (975-1018)
Seyyid Abdûlhâlik 2 (1010-1084)
Seyyid AJi Zeynelâbidin (1033-1075)
Seyyid Ebünnecâ Hasan (1055-1116)
Seyyid Ebû Abdullah Mûsâddık (1095-1153)
Seyyid Kureyş Bin Muhammed (1141-1209)
33 Seyyid Ahmed Hüsameddin
Seyyid Ebülmecd Abdullah (1182-1249)
Seyyid Ebû Tahir İbrahim (1235-1277)
Seyyid Ebül Abbas Abdullah (1257-1330)
Seyyid İsâ Ahrâr (1285-1348)
Seyyid Ebülhâşim Süleyman (1307-1370)
Seyyid Ebû Ali Ahmed Bağdadî (1354-1409)
Seyyid Ebül Avn Mustafa Ahrâr (1369-1443)
Seyyid İsmail (1398-1452)
Seyyid İbrahim (1423-1501)
Seyyid Mûsa Kazım 2 (1442-1502)
Seyyid Muhammed Zâhid (1463-1538)
Seyyid Cafer Zeki 2 (1490-1535)
Seyyid Dâvud (1519-1606)
Seyyid Ebû Hamza (1558-1597)
Seyyid Kasım (1589-1643)
Seyyid Ebû Hâmid Hasan (1611-1688)
Seyyid Ali Haydar
Sey’yid Muhammed Müştak (1694-1775)
Seyyid Sefer (1754-1824)
Seyyid Said Rükâlî (1788-1871)
Seyyid Ahmed Hüsameddin (1848-1925)
Seyyid Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK (1913-25 Mayıs 1996
34 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
MEDİNE'DEN TÜRKİYE’YE DÖNÜŞ
Eğitimi için, 1860 yılında, babası ile beraber gelip bir
süre kaldığı Türkiye’ye, bu defa kendine vatan edinmek
üzere ikinci kez gelen Seyyid Ahmed Hüsameddin
Hazretleri, Hicaz’da kaldığı yıllar içinde, bir araptan daha
güzel Arapça, mesnevi yazıp şerh edecek kadar Farsça
öğrenmiş, ünlü âlimlerin eserlerini okumuştu.
O, artık yüce isimlerin ve birçok lakapların sahibi
olmuştu. Bunlar Sefer, Hüsameddin, Tevfik, Hamdi,
Abdülgafur idi. Yüce ecdadından gelen şerefli seyyidlik
mühründe: “Ni’merrefik Ahmed Tevfik” yazılı idi. Hakk
kapısı fakirlerinin hizmetinde bir seyyid olduğunu
bildiren “Hâdim’ül ilıkara min âl-i abâ” ifadesini
genellikle mektuplarında kullanırlardı. Bazen de
yazışmalarını sadece “Hamdi” ismi ile imza ederlerdi.
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin Medine’nin
Kızıldeniz sahilindeki liman şehri olan Yanbu’da
başlayan yolculuğu İzmir’de son buluyor.
Babasının vasiyeti üzerine Denizli'ye giderek devrin unlu
sımalarından Hasan Fevzi efendiyi bulup kendini
tanıtıyor Bu görüşmeden sonra Şeyh Hasan Fevzi efendi,
müridlerinin yanında, büyük bir hürmet ile ayağa
kalkarak yerini bu kerim Seyyid’e bırakıyor.
Seyyid Hazretleri bundan sonra Denizli’de fazla
kalmayarak İsparta’nın ilçesi olan Uluborlu’ya gidiyor.
Burada babasının dostlarından Şeyh Hacı Mustafa
35 Seyyid Ahmed Hüsameddin
efendiye misafir oluyor.
Aradan aylar geçiyor... Hakikat ilmine hevesli kimseler
bu kerim Seyyid’in etrafında pervane misali toplanıyorlar.
O, bir taraftan onları eğitirken bir taraftan da ilim ve
fennin değişik kollarına ait eserler yazmaya başlıyor.
Hacı Mustafa efendi, kendisini bir öğrenci heyecanı ile
izliyor. Bu ilim deryasından o da nasibi kadar bir şeyler
almaya çalışıyor.
Hacı Mustafa efendi, bu genç âlimi misafir etmek şerefi
ile yetinmiyor, onu baldızı Ayşe Sıdıka' hanımla
evlendirerek yüce Seyyid’e yakın olma şerefini de
kazanıyor
Seyyid Hazretleri, Ebul Haydar ismi ile de anılırdı. Zira
dünyâya ilk gelen evlâdına Ali Haydar ismini vermişti.
Bebek yaşında vefat eden bu ilk oğlunun ne zaman
doğduğu vc ne zaman vefat ettiği kesin olarak
bilinmemektir.
Hicaz ellerinde senelerce mücavir kalan ulu Seyyid,
Uluborlu’da onbir sene ikamet ettikten sonra, mübarek
cedleri Hazreti Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden
aldıkları mânevî bir emir üzerine, Ankara vilâyetine bağlı
bulunan Sivrihisar’a gitmeye karar veriyor.
Bir rivayete göre Sivrihisar’a gitmeden önce Akşehir’e
uğrayarak burada bir müddet kalıyor Ancak, Akşehir’e
hangi tarihte gittiği ve orada ne kadar kaldığı belli değil.
Bu ikameti bir de hikâye ile süsleniyor:
36 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
Bir gün hizmetinde bulunan kimseye “Üç kişi gelip beni
arayacaklar; onlara rahlenin üzerindeki yazılı kâğıdı
verirsin istirahate çekiliyorum, beni rahatsız etme.”
diyor. Hakikaten bir müddet sonra üç kişi gelerek
mübarek Seyyid’i soruyorlar. Yardımcısı olan kişi aldığı
emri yerine getirerek biraz evvel kendisine gösterilen
kâğıdı bu gelenlere veriyor.
Bu kimseler ellerindeki kâğıdı okudukça hayıflanıp
dövünüyorlar bir yandan da “Biz çelebilerdeniz. Buraya
âlim bir zâtın geldiğini işittik. Kendisini imtihan
düşüncesi ile bir takım sualler hazırlamıştık. Ama şimdi
senin verdiğin şu kâğıtla Seyyid Hazretlerine sormayı
tasarladığımız soruların hepsinin cevaplarını
bulduğumuz için utancımızdan yanıp yakınıyoruz ”
diyorlar.
Sivrihisar'a geliş
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, hayatının önemli
bir dönüm noktasını teşkil edecek olan Sivrihisar’a 1882
(H.1300) yılında gidiyor. Aynı yıl dünyâya gelen ikinci
oğluna Mehmet İsmetullah adını koyuyor. Sivrihisar’da
bulundukları sırada Seyyid Hazretlerinin iki oğlu daha
dünyâya geliyor. 1885 de Hasan Tahsin’in ve 1888 de
Hüseyin Hüsnü’nün doğumları ile aile genişliyor.
O güne kadar hadis ilmi ile ilgilenen yüce Seyyid, Hazreti
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemden: “Hadis ile
ilgilenmeyi bırak, Biz sana Kur’ân’ı tevdi kılıyoruz; bu
37 Seyyid Ahmed Hüsameddin
kitaptaki ledün ilmini4 açığa çıkararak halkı bu ilme
bilgili kıl.” meâlınde mânevî bir emir alıyor ve bundan
sonra ledün ilmi üzerinde çalışmaya başlıyor.
Asırlar boyu, Ankara’da Hacı Bayram-ı Velî, Konya’da
Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî ve Nevşehir’de Hacı Bektaş-ı
Velî, Orta Anadolu’da bir sacayağı gibi ilim ve irfan
üçgeni teşkil etmişlerdi Bunların aydınlattığı İlmiye
merkezlerinden biri de Sivrihisar idi. Bu itibarla
yerleşmek üzere bu ufak kasabayı seçmiş olan Seyyid
Hazretleri bir müddet sonra müftü Hasan efendiyi ziyaret
ederek camide den vermek için mu sadesini istiyor. "Beni
burada tanıyan kimse bulunmaz, şayet siz teşrif
ederseniz halk da rağbet eder” diyor.
Müftünün genç bir zâtın dersinde bulunması ilmiye
mensuplarının dikkatinden kaçmıyor. Kısa zamanda bu
dersleri büyük bir meraklı kitlesi izlemeye başlıyor
Hayret! Tevhid ilmini şimdiye dek bu kadar genişliğine
ve derinliğine hiç bir yerde okumamış ve işitmemişlerdi.
Kimdi bu genç zât?
Nerede eğitim görmüştü?
Nereden geliyordu?
Bu sorulan müftü de kendi kendine soruyordu. Bu
merakım gidermek için müftü bir gün kerim Seyyid’i
evinde ziyaret ediyor, fakat bu defa daha büyük bir
hayrete düşüyor. Zira, bu genç zâta yüce soya mensup,
4 İlm-i Ledün Allah'ın sırlarına ait manevî bilgi, gayb ilmi
38 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
şânlı büyük bir seyyid olduğunu öğreniyor. “Bunu daha
önce de hissetmeli idim" diyor. Çünkü bu zâttan o kadar
güzel bir rayiha alıyor ki, bu kokunun hiç bir çiçekte
olacağım zannetmiyor Ama ne de olsa müftü de insan
İnsanoğlunun mayası zan ve şüphe ile yoğurulmuş İkinci
ziyaretinde de aynı kokuyu alınca, bunun Rasûlullâh
sallallâhü aleyhi ve sellemden akis ve intikal eden
seyâdet rayihası olduğunu anlayarak kendisine inanıp
bağlanıyor.
Bu hâdise Sivrihisar’da kısa zamanda duyuluyor
Derslerinde bulunmak için herkes can atıyor Ancak, ilk
zamanlar dersleri takip edenlerden özellikle İlmiyeye
mensup kişiler arasında bu ilme karşı koyanlar oluyor.
Çünkü evvelden işitmedikleri bir ilimdi bu. Bilmedikleri
fen ve sanayie ait mânâlar vardı Kur’ân âyetleri içinde.
Hattâ Allah Teâlâ’nın birliğini dahi anlayamadıkları bir
tarzda ifade ediyordu bu zât. Camide Seyyid
Hazretleri’nin anlattıklarına itiraz eden Sivrihisar'ın ileri
gelenlerinden biri yıllar sonra, “Hakikatleri öğrenince
önceki bilgilerimizin safsatadan ibaret olduğunu
anladık.” itirafında bulunmuştur.
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri Sivrihisar’da
bulundukları süre içinde en mühim eserlerinden biri olan
“Hakayık-ı Tecrid fi Menâzil-üt- Tevhid” adlı eserim
Arapça olarak tamamlamışlardır.
Yüce Seyyid’in ünü Sivrihisar’ın sınırlarını aşmış,
memleketin münevverleri bu yeni bilgileri almak için
etrafını sarmıştı. İlmin şöhreti etrafa yayılır da cehaletin
39 Seyyid Ahmed Hüsameddin
kin ve nefreti boş durur mu? Fesat sahibi bâzı kimseler,
nefislerinin tahriki ile bu âlim ve fâzıl zâtı İstanbul’da
Saray’a jurnal ediyorlar. İlim ve dinden habersiz bir
şeyhin İstanbul’daki müridlerinden biri Yıldız Câmiindeki
cuma hutbesinden sonra, Padişah’a hitaben ”Hilafet
elden gidiyor.” diye bağırıyor. Daha sonra sorguya
çekilen bu zavallı gafil “Bu zâtı tanıyor musun?” sorusuna
karşı, “Tanımıyorum, yalnız işittim.” diye cevap veriyor
“Bilmediğin kimseyi nasıl jurnal ediyorsun?” denilerek
eline o devrin 20 kuruş değerindeki gümüş sikkelerinden
üç tane veriliyor. İşi uzatmaması için, “Git hoca efendi,
biz çaresine bakarız.” denilirse de vesveseli ve evhamlı
bir padişah olan II. Abdülhamid, bu sözlerden şüpheye
düştüğünden ihbar edilen bu zât hakkında bilgi
toplaması için Ankara Vâlisine emir veriliyor.
Bunun üzerine işin tahkiki için Ceza Reisi Tayyib bey,
Sivrihisar’a gönderiliyor. Tayyib bey etraftan soruyor,
soruşturuyor, derslerine gidiyor; neticede bu Seyyid’in
kendini ilme vakfetmiş olduğunu, hilafet gibi dünyâ işleri
ile ilgisi olmadığım görüp öğreniyor. Kendisi ile tanışıp
konuşmayı arzu ettiği için evine ziyarete gidiyor.
Muhterem Seyyid misafirini güler yüz ve anlayışla kabul
ediyor. Tayyib bey, nasıl yapsam da söylesem, diye
düşünürken Seyyid Hazretleri "Tayyib bey oğlumuz, ben
de Ankara'ya gitmek istiyorum, acaba size refakat
edebilir miyim?” diyerek onun işini kolaylaştırıyor.
Tayyib beyin gelişi, soruşturması ve hele Seyyid
Hazretlerinin Ankara’ya gideceği etrafta çabucak
40 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
duyuluyor. Sivrihisarlılar ve civar köyler halkı onların
geçecekleri yol boyuna çıkarak göz yaşlan içinde
Seyyid’lerini, üstadlarını uğurluyorlar.
Tayyib bey ile birlikte Ankara’ya gelişlerinde Vâli Abidin
Paşa tarafından Abdi Paşa nâmında bir zâtın evinde
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin misafirden
ikameti sağlanıyor. Arif bir zât olan Abidin Paşa, Tayyib
bey ile yaptığı konuşmadan sonra kendisini daha iyi
tanıyabilmek için Ankara eşrafından olup Hacı Bayram-ı
Velî Hazretleri’ne mensup bulunan o zamanın âlim ve
şairlerinden Galip beyi, Seyyid Hazretleri’ni ziyaretine
yollar. Görüşme sırasında Seyyid Hazretleri “Galip bey
oğlumuz! Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri sizi bize mânen
emanet etti.” buyuruyor. Ziyaret sonrası Abidin Paşa’nın
“Bu zâtı nasıl buldun?” sualine Galip bey, “Büyük bir âlim.
İlim , mantık ve hikmeti kuvvetli, mübarek yüzlerinde
seyyidlik nurunun parlaklığım gördüm.” demiştir.
Bundan sonra, Abidin Paşa5 hürmette kusur
göstermeyerek kerîm Seyyid’i kendi konağında misafir
ediyor. Çeşitli konularda risaleler ve yasa taşanları
kaleme almış olmasına rağmen Paşa’nın esas merakı
tasavvuftu. Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerini evine
5 Arnavut hanedanından Ahmed Dino'nun oğlu olan Abidin
Paşa (Preveze 1842-İstanbuI 1908) vezirlik ve birçok
valiliklerde bulunmuştur. Paşa, Arnavutça ve Türkçeden başka
Arapça, Farsça ve Fransızca’yı mükemmel bilir ve anadili gibi
konuşurdu. Yunancaya öyle hâkimdi ki bu dilde yazdığı şiirleri
İstanbul ve Paris’te yayınlanmıştı.
41 Seyyid Ahmed Hüsameddin
davet ettiği günlerde Mevlânâ’nın Mesnevisini açıklama
notları ile Türkçeye çevirme çalışmaları ile meşguldü. Bu
büyük eseri açıklamada karşılaştığı güçlükleri Seyyid
Hazretlerinden soruyordu. Abidin Paşa’nın “Ankaravî”
nâmı ile yaptığı Mesnevi şerhinin üçüncü cildinde Seyyid
Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin tercümeleri geniş yer
tutar.
Aradan aylar geçiyor, Seyyid Hazretleri bütün bu
meşgalelere rağmen evinden uzak olmanın sıkıntısını
yaşıyor.
Karanlık yolda olanlar, karanlık işleri meslek edinenler
aydınlığın nurundan her zaman korkmuşlardır. Zira bu
nur, onların karanlık işlerinin bütün ayıplarını ortaya
çıkarmaya ve karanlık fikirlerinin zehirlerini yok etmeye
başlamıştır. Şu halde ortalığı kaplamış olan cehalet ve
taassubun karanlığını aydınlatan bu ilim ve irfan
güneşinin örtülmesi, bu kötü fikirli kimselerin at
oynattığı meydandan çekilmesi gerekliydi. İlk
teşebbüslerinin Ankara’da kırıldığını gören bu soysuzlar
bu defa Abidin Paşa’yı da içine alan bir jurnal ile yüce
Seyyid’i, Saray’a yine gammazlıyorlar. Ne tarzda bir iftira
ve suçlama ile jurnal ediyorlar ki “Ölü veya diri İstanbul’a
gönderilmesi” meâlinde gelen şifreli telgraftan Paşa çok
üzülerek telaşa kapılıyor. Ancak Seyyid Hazretlerinin
gösterdiği anlayış ve olgunluk karşısında teselli buluyor.
Zira, Paşa yüce soya mensubiyeti sahih senetlerle tesbit
ve tevsik edilmiş bulunan ve ilimden başka hiç bir
meşgalesi olmayan bu kerim Seyyid’i, Emevî ve Abbasî
42 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
hukümdarların yaptığı gibi kişisel çıkar ve mevki hırsı ile
incitecek şekilde, Saray yardakçılarının emrine uyarak,
İstanbul’a sevk etmek istemiyordu.
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin teklifi bu
müşkül duruma bir çözüm yolu gösterir. Paşa’ya “Uzun
zamandır sizin misafiriniz bulunuyorum. Bu müddet
içinde evden de uzak kaldım. Şayet müsaade
buyuruyorsa evvelâ Sivrihisar'a gider, çocukları görür,
oradan da İstanbul'a geçerim. Oraya varışımı
Haydarpaşa’dan telgrafla size bildiririm” diyor.
Seyyid Hazretleri’nin konaktan ayrıldığını, fakat aradan
bir kaç gün geçmesine rağmen İstanbul’a jandarma
nezaretinde gönderilmediğini gören fesat ehli jurnalciler
bu defa Abidin Paşa’nın makamına giderek hesap
soruyorlar. Kaçmasına sebebiyet verdiği için bunun
neticesinden sorumlu olacağını, kendisinin de bu
hareketinden dolayı Saray’a hesap vereceğini söylemeleri
karşısında Paşa öfkelenerek biraz önce eline geçen
“Salimen İstanbul ’a geldim.” cümlesi yazılı telgrafı bu
ahlâksızların yüzlerine vurarak onları makamından
kovuyor.
Ulu Seyyid, İstanbul’da doğruca Zaptiye Nezaretine
[Osmanlı Devletinde bütün toplum güvenlik kuvvetlerinin
bağlı olduğu bakanlık] müracaat ederek geldiğini haber
veriyor. Kendilerinin Cağaloğlu yokuşu üzerindeki bir
misafirhanede kalmaları sağlanıyor. Birkaç gün sonra da
Padişah’ın emri bildiriliyor: “Selâm-ı şâhânelerimi
kendilerine tebliğ ediniz. Bursa’da ikametlerini uygun
43 Seyyid Ahmed Hüsameddin
buluyorum.”
Bursa'ya yerleşme
1889 (H. 1305) yılı, Seyyid Hazretleri için hareketli bir
dönem olmuştu. Şimdi de kısa bir süre kaldığı
İstanbul’dan ayrılarak Bursa’ya gidiyordu. Ailesini de
Sivrihisar’dan getirtmek için teşebbüste bulunmuştu.
Bursa’da, Maksem semtinde Pınarbaşı caddesi üzerindeki
Çukurcami civarında üç dönüm kadar bir yer alıyor.
Evvelce Sivrihisar’da yapılması düşünülen ev ve bir
mescit ile bir toplantı salonu ahşap olarak inşa ediliyor.
Seyyid Hazretlerinin ünü kısa zamanda etrafa yayılıyor.
Bursa’nın ileri gelen ulemasından Hacı Kara Yusuf,
Dağıstânî Hacı Mustafa, İçelli Mustafa ve Bagavizade Hacı
Sadık efendiler gibi birçok ilim adamı zahir ve batın
ilimlerini artırmak ve bu ilimleri manevî feyz ile
ziynetlendirmek için pervânenin ışığa iştiyakı misâli
etrafında toplanıyorlar.
Dağıstan mücahitlerinden Şeyh Şâmil soyuna yakınlığı
olup Bandırma’ya göç etmiş bulunan ve Nâfia
Nezareti’nde (Bayındırlık Bakanlığı) köprü ve yol
mühendisi olan Abdullah Hilmi efendinin büyük kızı
Ümmü Gülsüm hanımı6 ikinci eş olarak seçiyor ve bu
kararını iletmesi için Balıkesir ayanından7 Kırımlı Halil
6 Ümmü Gülsüm hanım (1870 -3 Eylül 1961)
7 Osmanlılarda taşra idaresinde vâli, mutasarrıf gibi yüksek
memurlar merkezden tayin edilirdi Merkezî hükümete karşı
44 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
efendiyi görevlendiriyor. 1890 yılı baharında Gülsüm
hanıma eşi olma şerefli pâyesini veriyor.
Gülsüm hanım, Seyyid Hazretlerinin kendisine, “Beni
dünyâ işleri ile meşgul edin" dediğini söyleyerek bir
lâtifesini hikâye ederdi. Günlerden bir gün kendini
beğenmiş azametli bir hoca eve gelerek şeyh efendi ile
görüşmek istediğini o sırada bahçede istirahat hâlinde
olan Seyyid Hazretlerinin kendisine söylüyor. Yüce Seyyid
hiç bozmadan “Bugün için hiç imkân yok, ancak yarın
filân saatte gelirseniz kendisini ziyaret edebilirsiniz.
Yalnız fazla konuşup rahatsız etmemek şartı ile." der.
Seyyid Hazretleri’nin evinin bitişiğinde kerpiçten yapılmış
iki katlı ufak bir evi olan ve kendi hâlinde yaşayan bir
komşusu varmış. Bu evin giriş katı karanlık ve zemini
toprak imiş. Ertesi gün Seyyid Hazretleri buraya bir yağ
kandili astırıp, yere bir koyun postu serdirerek İçelli
Mustafa efendiyi bu posta oturtuyor ve şeyhi görmek
isteyen yobaz hoca gelince onu "Fazla rahatsız etmeyin”
diye tekrar uyararak içeri alıyor. Biraz sonra Mustafa
efendinin yanından çıkarken Seyyid Hazretleri’nin “Nasıl
buldunuz?' sorusuna gerçek nuru göremeyecek kadar
nasipsiz hoca “Hazâ şeyh, görmüyor musun dünyâsını
terk etmiş.” cevabını vererek evden ayrılıyor.
halkın ve halka karşı da merkezî hükümetin temsilcisi
durumunda bulunan ve halk ile devlet arasındaki işleri yürüten
meclis üyelerine Ayân denilirdi. Ayanlar memleketin
zenginlerinden ve nüfuz sahiplerinden olup halk tarafından
seçilirlerdi.
45 Seyyid Ahmed Hüsameddin
Aradan aylar yıllar geçiyor; Seyyid Hazretleri etrafını ilim
nuru ile aydınlatırken ev halkı da bu yeni muhit içinde
daha mesut ve daha huzurlu bir hayat sürerek
yavrularının yetişmesine gayret ediyorlar.
Burada Seyyid Hazretlerinin dünyâ görüşü ile ilgili
kıymetli bir düşüncesine yer vermekte yarar var Ulu
Seyyid’in ismini duyan üç kişi bir gün kendisini ziyarete
gelirler ve sülûka girmek için izin isterler. Bir şeyhin yönetimi altında insanın Tanrı’ya ulaşmak için gerekli
aşamalardan geçmesine sülük denilir. Bunun için,
manevî âlemde, kalbde Tanrı nurunu görene kadar, 40
gün bir hücrede yalnız kalarak ibadet edilir Seyyid
Hazretleri dört gün sonra, bu konuklarını yanına
aldırarak kendilerine gitmeleri için izin verir.
İçlerinden birinin sülük süresinin 40 gün olduğunu, daha
bu müddetin dolmadığını söylemesi üzerine Seyyid
Hazretleri “Zamanımızda bir gün eski devrin on gününe eşittir. Evlerinize gidiniz, ailenizin nafakasını temin için çalışınız. Bu size 40 günden daha büyük sevab sağlar ”
buyururlar Toplum için çalışmanın insanın kendisi için
yapacağı ibadetten daha hayırlı olduğunun bir ifadesidir
bu.
Bir söz vardır “Su uyur düşman uyumaz” diye. İşte,
yurdun her yanını sarmış bulunan örümcek kafalı, zavallı
yobaz ve fesat sahibi hocalar burada da şanı yüce bu ulu
Seyyid’i rahat bırakmıyorlar Saray’a yeniden jurnal
46 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
ediyorlar. Bir gün Bursa Valisi Münir Paşa8, Seyyid
Hazretleri’nin evine gelerek Padişah’ın acele İstanbul’a
gelmeleri husûsundaki emrini bizzat bildiriyor. Sonra
makam arabası ile evden alarak istasyona kadar kendine
refakat edip İstanbul’a uğurluyor.
Kerîm Seyyid artık bu işlere alışmış, nereye baş
vuracağını ve ne yapacağım biliyor. Müracaat ettiği
Zaptiye Nâzın Şefik Paşa kendi odasının yanındaki odada
bir müddet dinlenmelerini sağladıktan sonra Padişah’ın
irâdesini bildiriyor. “Seyyid Hazretleri Trablusşam, Mekke
ve Trablusgarp’tan hangisini arzu ederlerse oraya
gidebilirler.” Bu tebliğata cevaben Trablusşam’ı
istemediğini, Mekke’nin çok sıcak olması nedeni ile
küçük çocukları olduğu için elverişli olmadığını ileri
sürerek Trablusgarb’ı kabul ettiğini bildiriyor.
Bu olaydan kısa bir müddet önce yeni eşi Gülsüm hanım
ile Seyyid Hazretleri arasında şöyle bir görüşme geçiyor:
"Ceddim Hazreti Muhammed (sallallâhü aleyhi ve
sellem), Kur'ân'ın mânâsını açığa çıkarmamı bana mânen
emrettiler. Bunu bir arap ülkesinde yapacağım. Sen de
benimle gelir misin?" diyorlar. Genç eşinin “Efendim, siz
nereye giderseniz ben de ‘ orada sizin hizmetinizde
olacağım.” samimî cevabı üzerine “Orada sana bir de
arap kızı alırım”. şeklinde latife ediyorlar.
Yukarıdaki görüşmeden de anlaşılacağı üzere kerîm
Seyyid’in Kur’ân çalışmalarının bir arap ülkesinde olacağı
8 1895-1897 yılları arasında Bursa valiliği yapmıştır.
47 Seyyid Ahmed Hüsameddin
mânen kararlaştırılmıştı. Padişah’ın iradesi mânen
verilmiş olan bu karan zahire çıkardı, Cenâb-ı Hakk, bâzı
kimselere gönül üzüntüsü çektirmek ve günaha sokmak
için böyle olayları vesile eder.
Seyyid Hazretleri, 1897 (H.1313) yılında ailesini Bursa’da
bırakarak Canik vapuru ile Trablusgarb’a doğru
İstanbul’dan hareket ediyor.
Seyyid Hazretlerini oradaki makama teslim etmek üzere
refakatçi olarak bir memur görevlendirilmişti. Gemi,
İzmir limanındayken cuma namazı için ezan
okunduğunu duyan Seyyid Hazretleri refakatcısına
namaza gitmek üzere gemiden ayrılmak istediğini
söylerse de buna izin verilmez. Ancak, Trablusgarp'a
gidinceye kadar geçen sürede görevli bu kimse, Seyyid
Hazretleri’ni yakînen tanımak fırsatını bulur; gördüğü
fevkalâdelikler karşısında kendisine bağlanır ve
hizmetlerinde bulunmak için daha sonra görevinden
ayrılarak Trablusgarp’da kalır.
48 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
TRABLUSGARP YILLARI
Turgut Reis’in 1551 yılında feth ederek Kanunî Sultan
Süleyman’ın saltanat döneminde Osmanlı
İmparatorluğu’na bağladığı Trablusgarp, Akdeniz’in
önemli bir liman kenti idi. Seyyid Ahmed Hüsameddin
Hazretleri 1897 de Trablusgarp’a ayak bastığında
evvelce muhtar bir yönetimi olan bu bölge son 45 yıldır
doğrudan İstanbul tarafından idare ediliyordu. Gözden
ırak ve Saray’ın tam kontrolü altında olduğundan sürgün
için en uygun yerlerden biri idi.
Seyyid Hazretleri deniz kenarında bulunan ve şehrin en
mutena semtinde olan Mizran caddesi üzerinde ve
Fransız Konsolosluğunu yakın bir eve yerleşti. Bu cadde,
bugün şehir merkezi kabul edilen Yeşil Meydan’a açılan
yollardan biridir. Eve devlet tarafından tahsis edilmiş bir
lojman mıydı yoksa kira ile mi tutulmuştu bilmiyoruz.
O tarihlerde Trablusgarp Valiliğinde, vekâleten Recep
Paşa (Debre 1842-İstanbul 1908) bulunuyordu. Ancak o
da bir sene önce Trablusgarp Fırkası Kumandanlığı ve
vali vekilliği görevi ile buraya sürgün olarak
gönderilmişti. Bu bakımdan Seyyid Hazretleri’ni büyük
bir anlayışla karşılamış, kendilerine hürmette kusur
göstermemiş ve çok yardımcı olmuştur. Zira, fazla
vatanperver veya ilim, fazilet ve erdemi ile toplum
üzerinde etkisi olan kimseler o devirde, sürgün ediliyor,
yaltaklanarak jurnalcilik edenler ile etliye sütlüye
karışmayanlar da memlekette kalıyorlardı. Bu itibarla
49 Seyyid Ahmed Hüsameddin
sürgündeki biri için, peşin yargı ile “Vatanperver”
denilebilirdi.
Seyyid Hazretleri’nin eşine yazdığı ilk mektubuna ilâve
ettiği ve:
“İftirâkın mezceder mektuba gözyaşım benim”
“Şimdi firkat derd-i gamdır yâr-ı yoldaşım benim”9
mısraları ile başlayan şiiri, eşi Gülsüm hanımın biran
önce Trablusgarp’a gitmesi için karar almasına sebep
oldu.
Seyyid Hazretleri’nin 15-16 yaşlarında olan büyük oğlu
Mehmet İsmetullah, Türkiye’de kalmayı tercih ederken
kardeşleri Hasan Tahsin ve Hüseyin Hüsnü babalarının
yanına gitmeyi arzuladılar. Gülsüm hanım, 6 yaşındaki
oğlu Ali Rıza ile henüz iki yaşında olan küçük oğlu
İbrahim Hakkı’yı yanma alarak dört çocuk ile
İstanbul’dan ayrıldı. Aileyi bu uzun yolculukta yalnız
bırakmak istemeyen, Seyyid Hazretleri’nin muhiplerinden
ve Balıkesir ayanından Halil efendi de kendilerine refakat
etti.
O günlerde Trablusgarp’a hareket edecek bir İtalyan
şilebi olduğu öğrenilince, bu seyahat için acentaya
müracaat ediliyor. Ancak yük gemisi olduğundan kadın
ve çocuk yolcu almak istemeyen kaptan, durum
kendisine anlatılınca bu özel yolcuları kabul ederek
9 Kitabın “Eserler” bölümünde şiirin tamamı yazılmıştır.
50 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
kendi kamarasını da onlara tahsis ediyor. Ayan Halil
efendi, bu kıymetli ailenin güvenliği bakımından geceleri
şiltesini kamaranın kapısının önüne serermiş.
Gemi iş icabı Malta limanına uğrayarak bir kaç gün
kalıyor. Bu arada, bir defa da, Gülsüm hanım, çocuklarla
karaya çıkıyor. Bu onlar için büyük bir değişiklik oluyor.
Sonraları bu kıraç adadaki izlenimlerinden en ilginci
olarak sütçülerin önlerine kattığı üç beş keçiden,
isteyenlere sağarak hemen süt sattıklarını anlatırlardı.
Gülsüm hanımla çocukların Trablusgarp’a varmalarından
bir müddet sonra İstanbul’da bulunan Mehmet
İsmetullah da Saray tarafından mecburî görevle Bitlis’e
gönderiliyor.
Hani bir söz vardır, âşıka Bağdat sorulmaz, diye;
sonraları, Türkiye ile Trablusgarp’ın arası komşu kapısı
oluyor dostlar için. İlmin nuruna koşuyor aşıklar.
Günlerce süren deniz yolculuğunun yorgunluğu,
kavuşmanın özlemi içinde eriyip gidiyor. Maşukunun
potasında yok olmaktan daha tatlı bir şey düşünülebilinir
mi hakikî âşık için? Vuslatın bir ânı, bin gecenin
niyazından evlâ idi aşk ehline.
Bu muhabbet kapısının eşiğine yüz süremeyen âşıklar da
kalplerinin feryadım gönüllerinin ahenkli ifadeleri ile
belirtmeye çalışıyorlardı. Bunun güzel bir örneği olarak,
Said efendinin Trablusgarp’a gönderdiği manzum bir
mektubu aynen alınmıştır.
Tebessümle serâser kâinatı busitan eyle
51 Seyyid Ahmed Hüsameddin
Teveccühle dil-i gam perverânı gülistan eyle
Mübarek payini mes eylesin vechim şereflensin
Beni lütfen der-i devlet medare asitan eyle
Sebat etsin yolunda kat kat olsun cism-i bî tâbım
Beni irfan saray-ı hazretinde nerdüban eyle
Kabulü tair-i kutsî aşkına kabiliyet ver
Dil-i zân o murg-i nazenine aşiyan eyle
Veli nimetim, pirim, efendim, kân-ı irfanım
Bu mağmumu, husul-ü nisbetinle kâmran eyle
Ölürsen de tebaüd etme pirin asitamndan
İkametgâhı piri kendine dâr-ül emân eyle
Öpüp destin açık güller gibi çâk-ı giriban et
Huzûr-u pirde ey nâme nâmım dermeyan et.
Şiirin günümüz Türkçesine çevrilmiş şekli şöyledir:
Gülümseyişinle kâinatı baştan başa çiçek bahçesi yap
Yüzünü çevirip bakarak gamlı gönülleri gül bahçesi yap
Yüzüm uğurlu ayağına dokunsun şereflensin
Beni lütfen mutlu evinin kapıcısı yap
Kuvveti kalmayan bedenim senin yolunda sebat etsin de
Onu, yüce bilgi sarayında merdiven yap
Kutsal aşkına doğru uçanı kabul et ona yetenek ver
Ağlayan gönlümü o nazlı kuşa yuva yap
Sahibim, pîrim, efendim, bilginin pınarı
Bu gamlı kişiyi yakınlığınla mûradına eriştir
Ölürsen de pîrin kapısından uzaklaşma
Pîrin oturduğu evi kendine kurtuluş evi yap
52 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
Elini öpüp, açmış güller gibi yakam yırt parçala
Ey mektubum, pîrin yanında adımı hatırlat.
***
Hislerini böyle güzel dizelerle ifade edemeyen, henüz
tanışmak mutluluğuna ve şerefine bile erişememiş olan
bâzı muhipleri ise bu yüce Seyyid’e mektup yazarak
kendilerini hatırlatıyorlar veya sorunları hakkında O’na
danışıyorlardı.
Bunlardan biri de Hasan Basri efendidir. Subay olarak
görevli bulunduğu Gelibolu’da, Seyyid Hazretleri’nden
aldığı feyz ile çevresindekileri aydınlatmayı kendine
vazife bilmiş olan Gelibolu müftüsü vasıtası ile bu ulu
Seyyid’i tanımak şerefine erişmişti. Bir gün Ayıntab’a
(Gaziantep’e) tâyini çıkınca, bu hususta izinlerini almak
üzere Trablusgarp’a bir mektup gönderir. Aldığı cevapta
gitmesi tasvip ediliyor ve "Oraya gidip bizi temsil edeceksiniz. Sizi Kavaklı mevkiinde karşılayacaklar”
buyuruluyordu. Bunun üzerine Hasan Basri bey ve ailesi
vapurla İskenderun’a ve oradan da at arabası ile Antep’e
hareket ederler. Şehre 3-4 km. kala arabalarının önüne
çıkan iki kişi onlara “Hoşgeldiniz” diyerek karşılar. Hasan
Basri efendi bu yabancılardan bulundukları yerin adının
“Kavaklı” olduğunu öğrendiğinde, Seyyid Hazretlerinin
mektubu aklıma geliyor ve bu büyük mânevi güç
karşısında bir kere daha hayrete düşüyor.
O iki kişi aileyi şehre götürerek yerleşmelerine
yardımcı oluyorlar.
53 Seyyid Ahmed Hüsameddin
Antep’de 7 sene kalan Hasan Basri efendi, bu süre içinde
büyük bir topluluğa Seyyid Hazretleri’ni tanıtmak
fırsatını buluyor. Kendileri ile tanışmaları ise ancak 1908
yılından sonra gerçekleşiyor.
***
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, Resulullah’dan
aldığı mânevî emir ile bütün çalışmasını Kur’ân üzerinde
yoğunlaştırdı. Hz. Ali kerremallâhü veçhe tertibi üzerine
Amme cüzünden başlayarak Kur’ân’ı tevil sûreti ile
kaleme almaya başladı. Trablusgarp’da bulundukları 11
sene içinde on cilt olan bu büyük eserden başka
“Lem’at-ül Âfak fi Zuhur-u vel İşrak”, “Müşahhasât-ı Süveri Kur’âniye”, “Edvâr-ı Âlem Maaz-ı Cismânî”,
“Zübdet-ül Makal fî Kevnî vel Hayâl” gibi isimleri tesbit
edilen kitapları yazmıştır. Adlarını, maalesef bugün
bilmediğimiz diğer el yazması kitapları ile birlikte bu
mühim eserlerin hemen tamamı, Fatih yangınında
yanmıştır.
Seyyid Hazretleri daha önce olduğu gibi Trablusgarp’da
bulundukları yıllarda da kendisine mânen tevdî edilmiş
olan bu yüce ilmin, bütün İslâm Alemi’ne yayılması
emeliyle, münevver zâtları kendi fikir ve düşünceleri
yönünde eğitmiş ve bu şekilde bu ilmin geniş halk
kitlelerine ulaşmasına gayret etmiştir.
Gerçek ilmi arayan faziletli kimseler Sivrihisar, Ankara ve
Bursa’da olduğu gibi burada da Seyyid Hazretleri’nin
derslerine ve sohbetlerine devam ederek bilgilerini
olgunlaştırma imkânı buluyorlardı. Bu erdemli
54 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
kimselerden kerîm Seyyid’in teveccühlerini kazanan
bâzıları, kendisini temsil görevi ile şereflendirilmişlerdir
ki bunların isimleri “Mevâlid-i Ehl-i Beyt” adlı eserde yer
almaktadır.
Yurt içindekiler hariç, bu ilmi İslâm Alemi’nde yaymakla
görevlendirilmiş olanların isimlerini, Seyyid Hazretleri’nin
geniş çevrelerine bir örnek olarak vermek istiyoruz:
Mekke: Reis-i müderrisin Şeyh Seyyid Abdülkerim efendi
Medine: Kelâm ilmi konusunda birçok telif eser sahibi
olan Dağıstanlı Abdülkerim efendi
Dağıstan: Tabasaran’da, Zerdek nahiyesinde meşhur
ulemâdan olup “Beyt-ül ilim” adı ile tanınan Hacı Said
efendi; Müderris ve kadı Seyyid Kâzım efendi; Abdülkadir
efendi; Müderris Hacı Muhammed-ül Kerûkî, Kadı
Muhammed-ül Mihrâkî; Hacı Mikâil Makâtırî; Kadı Seyyid
Pir Mehemmet; meşhur ulemâdan Necmeddin Avârî, Şeyh
Ali Segûrî, Hacı Nasrullah Kubavî; Hacı Abdurrahman
Ejderham, Türkistan: Ulemâdan Abdükkadir Kaşgarî, Çin
vaizi Seyyid Tahir
Çin Türkistanı: Abdüllatif el Tarkânî, Said Niyazi Ahunda
Semerkent: Şeyh Hacı Şakir efendi
Lokçin: Hacı Abdülbârî ve Sadık Hatatî efendiler,
Harbin, Mançurya: Şeyh Abdurrahman Mukden,
Mançurya: Şeyh Ahmed efendi
Hindistan: Rampur hâkimi Seyyid Mücteba Han
55 Seyyid Ahmed Hüsameddin
Tunus: Meşhur âlimlerden Tunus kadısı Şeyh İsmail
Safahihî
Trablusgarp: Şeyh Hasan-ül Üveyda
Fas: Şeyh Ahmed, Şeyh Hacı Muhammed Şenikıytî
Seyyid Hazretleri irşad görevini, bu seçkin kimselere ya
şahsen sözlü olarak ya da bir mektup göndererek
veriyorlardı. Örnek vermek üzere bu mektuplardan
bugün elimizde mevcut olan birini, günümüz Türkçesi ile
sadeleştirerek kitabımıza ilâve ettik.
“Ruhlar âleminden inen yüce ruhlar, ruhların ve meleklerin
âlemi olan gayb âlemi göklerinde Allah’ın istediği kadar
bekler ve ilâhı kudret ile bezenirler. Cenâb-ı Hakk onlara
zerrelerden teşekkül eden bir vücııd ile belirir. Onlar
kulluk ve rablık zevkini tadarlar. Ezelî ilim ve akl-ı kül
(Hakikat-ı Muhammediye) dediğimiz o âlemdir.
O âlemde Cenâb-ı Hakk Hazretleri hitab etti; “Elestü bi
rabbikiim” (Allah’ın rûhları yarattıktan sonra “Ben sizin
Rabb’iniz değil miyim?” dediği zaman insanların yaradılış
başlangıcı oldu. işte bu tek seslenişten melekûtî vücud
âlemi sarsıldı ve ayrıldı Kimisi isbat kimisi nefi yâni cemal
ve celâl yollarını aydınlattılar. Bunlar Allah’ın melekûtî bir
fiiline ulaşıncaya kadar bu dehşet kendilerini var veya yok
etti ki ölü gibi o âlemden bu imkân âlemine indiler ve
burada yetişme ve olaylarla karşılaştılar. Bu dünyâya ait
sebeplerle insanlık âleminde vücûda geldiler. Bu iniş ve bu
geliş şefkatli annenin terbiyesi altına kadar sürdü. Buraya
kadar kendi seçimimiz elimize verilmediğinden mâsum
56 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
idik. Cenâb-ı Hakk’ın ezelde istidadımıza vermiş olduğu
bilgi ve ahlâk güzelliği bakımından olgunluğa ve Rabbani
sıfatlarına eriştiğimiz zaman, bu erişme bizi akıl ve idrâk
ile mahkûm ve mükellef kıldı. Bu mükellefiyet de Hakk’a
dair bilgi elde etmektir. Cenâb-ı Hakk, İlâhî isimler ve
sıfatların tekazası ile elimize, bu kudretin tasarrufuna güç
verdi. Bize nisbetle- (yukarıda sözü edilen,) bu takdir,
meydana çıkarma ve biraz düşünerek anlama yeteneğinin
kullanılması bizim cüz'ı irâdemize havale olmuştur. Bunlar
için Cenâb-ı Hakk, akıl ve İlâhi isimlerin analılarını da cüz'i
irâdemize vermiştir. Biz eşyada ilâhî isimler He Cenâb-ı
Hakk’ın sıfatlarını müşahede ve bu sıfatlarla Zât’ına
ulaşmak ve Cenâb-ı Hakk'ın birliğini, bütün yaratılmış
olanlarda görerek “Eşhedü en lâ ilâhe illallah" yüce
kelimesi ile Cenâb-ı Hakk'ı isbat ettik. Eşyada bu işin elde
edilmeye uğraşılan neticesi olan Külliye-i
Muhammediyye’yi "Levlâke levlâk lemâ halak-tül eflâk”
(Ya Muhammed sen olmasaydın sen, felekleri yaratmazdım
ben) kurtarıcı cümlesinin aynasında gördük. "Ve eşhedü
enne Muhammeden Rasûlullah " dedik. Asıl kastedilen de
İlâhî isimlerden ve eşyadan Cenâb-ı Hakk'ı müşahede
ederek insanın kendini görmesidir
Seyyid Ahmed Hüsameddin"
Trablusgarp; 18 Nisan 1320 (M.1902/1903)
** *
Seyyid Hazretlerinin Trablusgarp’a geldiklerinden bir
sene sonra 1898 de bir kızları dünyâya geliyor. Evlâdları
arasında biricik kızı Fatma Zehra’nın tahsil ve terbiyesi
57 Seyyid Ahmed Hüsameddin
ile bizzat kendisi meşgul oluyor. Ona, Türkçe ve
Arapçayı en güzel örnekleri ile öğretiyor. Seyyide Fatma
Zehra, İstanbul’a döndükten sonra 11-12 yaşlarında iken
babalarının “Hakayık-üt Tecrid fî Menazil-üt Tevhid”
adındaki tevhid ilmi ile ilgili ve ağır bir ifade ile yazılmış
Arapça eserinden yaptığı güzel tercüme ile her iki lisana
olan bilgisini kanıtlamıştır.10
1902 senesinde aileye bir ferd daha katılıyor. Seyyid
Hazretleri, yeni doğan oğluna Mehmet Cevat adını
veriyorlar.
Ailenin gençleri tahsillerine evde devam ederlerken,
Trablusgarp’a geldiği zaman 12 yaşında olan Hasan
Tahsin eğitimini tamamlamış aradan geçen 5 sene içinde
yetişip delikanlı olmuştur artık. “Baba ekmeği sonsuza
kadar yenmez, çalışmak lâzım.” diyerek bir gün Posta
İdaresinde bir iş buluyor. Babasının iznini aldıktan sonra
göreve başlıyor. Kısa bir süre Bingazi’de Sirte körfezi
civarında çölün ortasındaki bir telgraf ara istasyonuna
bile gönderiliyor.
Seyyid Hazretleri, Bursa’da iken eşi Gülsüm hanıma vaad
ettiği gibi çocuklara bakmak üzere Fatma adında, 13-14
yaşlarında Sudanlı bir kız alınmasına izin veriyor. Gülsüm
hanım bir gün Fatma’nın Arapça bir şeyler mırıldanarak
10 Babasının ders olarak verdiği bu tercüme, Seyyide Fatma
Zehra’nın Bursa’da vefatından sonra ağabeyi Seyyid Ali Rıza
tarafından, biricik kız kardeşinin hatırasını yaşatmak
düşüncesiyle “Zübde-tül Merâtib” adı altında yayınlanmıştır
58 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
namaz kıldığını görüyor. Ancak söylediği sözlerin Kur’ân
olmadığını fark ediyor. Dikkatle dinleyince Fatma’nın
şöyle dediğini işitiyor: ’Fatma Allah’ı sever, Allah
Fatma’yı sever.” Durumu anlattığında Seyyid Hazretleri
"Bir şey demeyin ona, bırakın istediğini söylesin. Onun içten gelen bu niyazı Allah'ın indinde makbuldur.”
buyuruyor. Türkiye’ye dönerlerken Fatma’nın ailesi
kızlarını yollamak istemediklerinden, Gülsüm hanım
Sadâkat adlı başka bir Sudanlı kızı yanında getiriyor.
**
Vâli Recep Paşa her fırsatta Seyyid Hazretleri’ni ziyarete
geliyor, ilme ve fenne dair uzun uzun görüşmeler
yapıyorlar. Ziyarete gelenler arasında Fransız Konsolosu
da vardır. Bir gün eşyanın tabiatta dengesi konusu
görüşülürken Seyyid Hazretleri, hareket eden her cismin,
bir nokta üzerinde bulunsa dahi, denge sağlamasının
mümkün olacağını bildiriyor ve dönen bir topacı örnek
gösteriyor. Konsolos ise en az üç noktadan temas
etmeden bunun mümkün olamayacağını savunuyor.
Aradan zaman geçiyor, bu yabancı dost senelik iznini
geçirmek üzere memleketine gidiyor. Döndükten sonra
yaptıkları bir görüşme sırasında, Seyyid Hazretlerine
“Hakkınız varmış, denge üzerindeki fikirlerinizin
bisikletlere tatbik edilmekte olduğunu gördüm;
olabiliyormuş.” diyerek geliştirilmiş olan bisikletlerin iki
tekerlek üzerinde denge sağladığını anlatmış. Bir gün
Konsolos, Recep Paşa’ya “Bizim memlekette olsa bu
zâtın heykelini dikerdik. Sizin nasıl bir hükümetiniz var
ki, ilim ve faziletinden yararlanmayı düşünmeyerek
59 Seyyid Ahmed Hüsameddin
kendilerini buraya sürgüne yollamışlar.” sözleri ile hayret
ve üzüntüsünü bildiriyor.
Recep Paşa bir gün Seyyid Hazretleri ni ziyarete gelerek,
gizleyemediği bir heyecanla, yaklaşmakta olan bir
kuyruklu yıldızın dünyâya çarpmasının gün meselesi
hâline geldiğini ve halkın büyük bir panik içinde
olduğunu söylüyor. Bu işin aslını, çarpma olayının dünyâ
ve insanlar üzerindeki tesirinin ne olabileceğinin
açıklamasını rica ediyor.
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, Recep Paşa’ya,
konuyu çok ilginç bir şekilde açıklayarak şu cevabı
veriyor: "Kuyruklu yıldızın dünyâya yaklaşmakta olduğu doğrudur. Ancak neticesi Avrupalıların korktuğu gibi olmayacaktır. Dünyâmız müdebbirdir. Yâni kendisine gelecek kötülükleri defedecek kadar güce sahiptir. Arzın iiç11 hareketinden biri olan "Câzibe ” (çekme) kuvveti gibi "Dafıa " (uzaklaştırma) kuvveti dc vardır. Hu felâket korkusu yersizdir. Yalnız, bu olaydan kısa bir müddet sonra fırtına, yağmur, sel gibi olaylar olabilir. Dikkatli bulunulması lâzımdır
İkna edici bu açıklama karşısında Recep Paşa, münâdiler
yâni tellâllar ile halka kuyruklu yıldızın dünyâya
dokunmayacağının anlaşıldığını, hiç kimsenin heyecana
kapılmamasını, işleri ile meşgul olmalarını ilân ettiriyor.
Aradan zaman geçiyor nihayet 8 Eylül -25 Kasım 1908
11 Seyyid Hazretleri, “Tedahrucî” tâbir ettiği üçüncü özellik
olarak dünyânın içindeki zararlıları dışarı çıkarma
(Yanardağlarda olduğu gibi) hassasından bahseder.
60 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
tarihleri arasında dünyâya yaklaşan kuyruklu yıldızın
geçmesinden 48 saat sonra büyük mal ve can kayıplarına
sebep olan meşhur Trablusgarp seylabı oluyor.
Bu olay sonraları nakledilirken sözü edilen kuyruklu
yıldızın “Halley” kuyruklu yıldızı ile karıştırıldığı
görülmüştür. Ancak 76 yılda bir dünyâya yaklaşan
Halley, 1910 da dünyâya çok yakın seyretmiş ve halk
arasında korku ve panik yaratmıştır.
Seyyid Hazretleri'nin o günlerde yazdığı ve gelecekteki
olaylara işaret eden şiiri çok ilgi çekicidir
İçeri gel anlar isen söylenen irfana bak Hal diliyle bana bir bir nutk eden hayvana bak Zâhir efrenç görünür, gizlidir a’dâ-i din Hakk yolunda dembedem zebholan kurbana bak Rumeli etmez itaât böyledir encâm-ı kâr Anadolu cânibinde hem olan isyâna bak Hazret-i Kur’ân-ı şer’in gayri bir fetvâ kamu Her biri bir zulmü müntıc emrolan fermana bak Ehl-i diller hep sükût üzre kamusu münzevî Başım hırkaya çekmiş şol yatan aslana bak “Mim-i gavrâ”da zuhûr eyler o zât-ı muhterem Dikkat eyle, “iftâh aynek” görünen seyrâna bak Gayretullah zâhir olmakda zuhûr ile heman Hazret-i Kur’ân yüzünden şol yatan aslana bak Ey Ahmed Hüsameddin! Hazret-i hallâk dergâhı
Hüdâ Hâlik-i kevnü mekân kudret-i yezdâna bak
Şiirin bugünkü Türkçemiz ile sadeleştirilmiş şekli aşağıya
alınmıştır. Bu şiirde “Mim-i gavrâ” ifadesi, ebced
61 Seyyid Ahmed Hüsameddin
hesabına 12göre, Mâlî yâni Rûmî takvimde 1297 tarihini
gösterir ki bunun Milâdî takvimde karşılığı 1881 dir.13
Şiirin Türkçesi de şöyledir:
Eğer anlarsan içeriye gel söylenen gerçeğe bak
Bana kendi hâlince nutuk atan hayvana bak
Avrupalı görünürse de, din düşmanı gizlidir
Allah yolunda boğazlanan kurbana bak
Rumeli boyun eğmez, işin sonu böyledir
Anadolu tarafinda çıkacak olan isyâna bak
Kur’ân-ı Kerim’in İlâhî emirlerinden başka bir emir
Ki her biri haksızlık ve kötülükle sonuçlanan
Pâdişâh emrine bak
Gönül ehli olanların hepsi susmuş ve bir tarafa çekilmiş
Ancak başım hırkasına çekmiş şu yatan aslana bak
“Mim-i gavrâ”da meydana çıkar, o saygıdeğer insan
Dikkat et, gözünü aç, görünene bak
O zâtın zuhûru ile Allah'ın gayreti görünecektir
Hz. Kur’ân yüzünden şu çıkan isyâna bak
Ey Ahmed Hüsameddin, yüce Yaratan’a, Allah katına
Bütün varlıkları yaratana, Allah’ın yüce kudretine bak
***
Yüce Seyyid bir gün eşi Gülsüm hanıma "Bu günlerde memlekette büyük bir olay patlamak üzere. Bu yüzden seni Cevâd ile birlikte Priştine'ye babanın yanına
12 Ebced hesabına göre: M40+Y(ı)
10+M40+G1000+V6+R200+Elif(A) 1=1297
13 1881. Mustafa Kemal Atatürk'ün doğduğu yıldır.
62 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
yollayacağım. İsmet, Bitlis’te; Cevâd, Rumeli ’de; ben de Trablusgarp 'da olacağım; bir sacayağı gibi. Bu olay ya Anadolu'nun doğusunda olacak ki İsmet oradadır, yahut da Rumeli'de; Cevâd’ın orada bulunması lâzım.
Geç kalmadan bir an evvel hareket edin." buyuruyorlar.
1907 yılının sonlarına doğru, henüz beş yaşındaki küçük
Seyyid Mehmet Cevâd, annesi ile birlikte Kosova’nın
güzel bir kenti olan Priştine’de görevli bulunan dedesi
Abdullah Hilmi efendinin yanına gidiyor. Nitekim birkaç
ay sonra Rumeli’de çıkan olaylar büyüyerek yayılmaya
başlıyor ve nihayet 23 Temmuz 1908 de II.Meşrutiyet’in
ilânı ile imparatorluk yeni bir döneme giriyor. Padişah
sürgündekileri affetmek zorunda kalıyor.
Recep Paşa’yı getirmek üzere gönderilen özel gemi ile
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri de evlâdlarıyla
birlikte 11 sene sonra İstanbul’a dönüyor. Kendisini
sevenlere kavuşmanın sevinci, kısa bir müddet sonra, iki
üzücü olay ile gölgeleniyor. Ankara’da tanışıp evinde
misafir olduğu Abidin Paşa’nın vefat haberini
öğrendikten kısa bir zaman sonra Trablusgarp’daki
yakın dostu Recep Paşa Harbiye Nâzırı olduktan üç gün
sonra vefat ediyor.
Recep Paşa’nın memlekette müsbet ilmin yayılması;
halkın cahil hocaların elinden kurtarılarak İslâmiyetin
gerçekleriyle aydınlatılması ve hurafelerden
temizlenmesi konularındaki düşünceleri, Trablusgarp’da
Seyyid Hazretleri ile yaptığı uzun sohbetlerde, O’nun
görüşleri doğrultusunda şekillenmişti. Ne yazık ki
63 Seyyid Ahmed Hüsameddin
bunları gerçekleştirecek ortamı bulmasına kader fırsat
tanımadı.
Seyyid Hazretleri'nin hayatında yeni bir dönem
başlıyordu. Trablusgarp’da büyük emeklerle yazdığı
eserlerini, şimdi kendi halkına sunacaktı.
***
64 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
İSTANBUL’A YERLEŞME
Bâzı işlerini düzenlemek üzere İstanbul’da üç hafta kalan
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, daha sonra 11
sene ayrı kaldığı evinin onarımını yaptırmak için Bursa’ya
gidiyor. Seyyid Hazretlerinin özenle yaptırdığı evine ayrı
bir güzellik katan ve burcu burcu şimşir kokan bahçe, bir
lüleden içine Pınarbaşı suyu akan küçük havuz, küçük
avluda sahanlığına merdivenle inilen kuyu ve arka
bahçedeki ağaçlar. Şimdi bunların hepsini elden
geçirmek gerekiyordu.
Seyyid Hazretlerinin evini tamir ettirmesi Bursa’da
kendini seven dostları tarafından buraya yerleşeceği
hususunda bir müjde olarak kabul edilmişti. Ancak O,
Bursa’da kendine geniş bir muhit yapmış olmasına
rağmen hiç bir zaman burayı devamlı kalmak üzere yurd
edinmemişti. “Efendim, Bursa’ya yerleştiğinize çok
memnun olduk; bizi mutlu ettiniz.” diyen bir yakınına,
"Oğlum, Bursa ’ya Emir Sultan Hazretleri'nin 14 daveti üzerine geldim. Burada misafir olarak kalıyorum”
buyurmuşlardır.
O yaz, Seyyid İbrahim Hakkı, hava değişikliği olsun diye,
Ayaş’ta yaşayan teyzesi Fatma hanımın yanma gitti.
Burayı çok sevince devamlı kalmak üzere babasının
14 Emir Sultan Hz.’nin asıl adı Şemseddin Muhammed (Buhara
1369?-Bursa 1429?) olup, İmam Mûsâ Kâzım Hz.’nin oğlu
İbrahim’in soyundandır. Osmanlı padişahlarından Yıldırım
Bayezıd’ın damadıdır.
65 Seyyid Ahmed Hüsameddin
iznini istedi. Bir müddet sonra da evlenerek Ayaş’a bağlı
Çanıllı köyüne yerleşti. Seyyid İbrahim Hakkı’nın köydeki
yaşamı kolaylaştırmak ve halkı eğitmek gibi bir takım
projeleri varken, ömrü vefa etmedi. Çok genç bir yaşta,
daha ondokuz yaşında iken, hayata gözlerini yumdu. Bu
kısa evlilikten Mehmet Zâhid adında bir oğlu dünyâya
geldi.
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, 1910 yılının
sonbaharında, yerleşmek üzere İstanbul’a giderek
Topkapı caddesi üzerinde, Çapa mevkiinde ve
Fındıkzâde tekkesi sokağında, eski Konya vâlisi Ârifî
Paşa’nın konağım satın aldılar.
Seyyid Hazretleri’nin İstanbul’a yerleşmek istemelerinin
başlıca sebebi, eserlerini neşretmek idi. Nitekim
Uluborlu’da ve Trablusgarp’ta kaleme aldığı Arapça
eserlerden “Hakâyık-üt Tecrit fî Menâzil-üt Tevhid”,
1912 yılında basılan ilk kitap oldu. Bundan sonra diğer
eserlerini de sırayla bastırmayı düşünüyordu.15
Bir ramazan Seyyid Hazretleri, teravihten sahur vaktine
kadar 30 gece müddetle “Ikra kelimesinin anlamını
açıklamış ve sonunda “’Kızım ilmimiz Cenâb-ı Hakk'ın ilim deryasında bir zerredir. Benim size anlattıklarım da bendeki ilim deryasından bir zerredir”
buyurmuşlardır. Seyyid Hazretlerinin eserleri
okunulduğu zaman bu husus daha açık şekilde
15 Kitabımızın, Seyyid Hazretlerinin eserlerine ayrılan kısmında
bunlara temas edilecektir.
66 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
görülmektedir.
Seyyid Hazretleri, bir gün sohbetlerinde
Peygamberimizin “Ben ilmin şehriyim, Ali de onun
kapısıdır.” (Ene medinet-ül ilmî ve Aliyyün bâbuhâ) kutlu
hadislerini okuduktan sonra “Ve diyorum ki ben de o
şehrin kapısının anahtarıyım." anlamına gelen (Ve ene
ekûlü ve ene miftâhühâ) cümlesini eklemiş ve “Kur'ân ilmi manen bize verilmiştir. Bu ilmi neşretmeye ve
yaymaya memur edildim." demişlerdir. Zira buyurdukları
gibi “İlim kalbe gelen mânevi bir feyzdir. Bu feyz Allah tarafından seçilmiş kimselere verilir.”
Seyyid Hazretleri buyuruyorlar ki:
“Bir gün, tayy-i zaman ve tayy-ı mekân ile
Peygamberimizin huzurunda bulunuyordum. Bütün
eshap da oradaydı.
Peygamberimiz,
"Ey esbabım Benden 1300 sene sonra bir zât gelecek. O,
bizim evlâdımızdır. Kendisi bana benzer. O'nun adı da
Ahmed’dir." dedikten sonra "Onu tanıyor musunuz?”
diye sordu. Eshap:
"Ya Resulullah! Biz 1300 sene sonra gelecek olan bir
kimseyi nasıl tanıyabiliriz? " derler. Bunun üzerine
Peygamberimiz esbaba beni tanıtarak
"İşte Ahmed budıır ” dedi ve sonra elini kaldırarak
işaret parmağını gösterdi "Bu bensem, Ahmed de budıır
” deyip bu kez orta parmağını gösterdi. ”
67 Seyyid Ahmed Hüsameddin
Seyyid Hazretleri bunu şu şekilde açıklamışlardır:
“Saadet asrından bu yana geçen 1300 sene içinde
Kur’ân’ın zahir mânâsı ile hükmolundu. Ben, 1300
senesinde Kur'ân âyetlerinin müteşabihât kısımlarını
tevil suretiyle mânâlandırdım. Âyetlerin harf, kelime ve
cümlelerinin altında gizli bulunan fen ve sanayie ait
İlâhî sırları meydana çıkarttım. Bu mânâ, güneşin ziyası
gibidir. İstidatlı kalplere akseder. Bu yeni bir devir, yeni
bir medeniyet çağıdır ki 1400 ilâ 1500 sene devam
edecektir. Etrafınıza bakınız, biz bu ilmi neşretmeden
önce (1882) bu trenler, bu uçaklar, bu telsiz telefonlar
var mıydı? Olamazdı zira bu çağ bizimle açılmıştır
Seyyid Hazretleri, bu yeni çağı güneş sisteminin tabiatına
benzer bir elektrik devri olarak nitelendirmektedir.
Yaratılmış olan canlı veya cansız her şeyin “Bahr-i
Mescûr” tâbir ettiği fezada meydana geldiğini, çünki
fezanın buna müsait olduğunu zira burada elektrik
enerjisinin denizler gibi aktığını; Allah’ın zâtından inen
emirlerin oluşum mahallinin burası olduğunu, isim ve
sıfatların özelliklerine göre Bahr-i Mescûr’daki serbest
enerjinin toplanarak yoğunlaşması ve zamanla maddeye
dönüşerek şekillendiğini bildirmektedir.
Nitekim, Hz. Mûsâ, Sinâ dağında Allah’ı görmek istediği
zaman, Allah O’na dağa bakmasını söylemişti. Hz. Mûsâ
dağa baktığında, dağ yerinde sakin iken, dağın her
zerresinin hareket hâlinde olduğunu gördü. Kendisine
baktığı zaman da, bedeninin aynı durumda olduğunu
fark etti. Hazreti Ali şöyle buyurmuşlardır: ”Siz kendinizi
68 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
küçük bir cisim zannedersiniz, halbuki âlem-i ekber
sizde dürülmüştür. Siz, kâinâtı kendinde toplamış bir
kitapsınız.” Bunun anlamı kâinâttaki varlıklarla insanın
aynı oluşudur. İnsanın esası, eşyanın hakikatini
bilmektir.
Bu arada Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin
hikmet dolu birkaç düşüncesine de yer vermekte yarar
vardır.
“Cenâb-ı Hakk’ın yalnız insanlara İlâhî bir bağışı olan
akıl ve olgunluğun eşya üzerindeki tasarrufu ve
çalışması sonucudur ki, her gün akıllara şaşkınlık
verecek araç ve gereçlerle insanın sesini muhafaza
ederek tekrar yansıtmak ve uzak yerlere nakletmek
mümkün olmuştur. İleride bu hususun çok
olgunlaşacağı, bugünkü hâlinden ispatlanmıştır. Sesi
uzun zaman yansıdığı yerde muhafaza edecek ve
lüzumu hâlinde aynı titreşimleri vücuda getirerek
yansıtacak âletler yapılacaktır.
Kamçı biçiminde yahut nalınların tasmasına benzer bir
şekilde yapılacak araç ve gereçler, bir kimsenin evine
gelip gidenleri sesi ve yüzü ile gösterecek ve
bildirecektir."
"Satürn hakkındaki bilgimiz rasat âletleri ile yapılan
görüye dayanan bilgiden ibârettir. Bugün, deniz içine
dalanın, hava boşluğunda seyredenine hayat ve
hareketini sağlayan âletler ve sebeplere mevcut olduğu
gibi, ileride, feza ile ve güneşin ziyasıyla ilgili olan
69 Seyyid Ahmed Hüsameddin
ilimler de keşfolunup hava tabakaları delinerek uzayda
istinadı mümkün kılacak araçlar icad olununca o
zaman yıldızların hakikatine ulaşmak kolaylaşır. ”
Seyyid Hazretleri aşağıdaki kısa paragrafta aya
gidilebilineceğini ancak orada insanların barınma imkânı
bulanamayacağına işaret ediyor.
“Geceleri gökte dünyâmızı aydınlatan ayı görüyoruz.
Ama orada, yerleşmek mümkün olacak şekilde, yiyecek
ve içecek şeyler ve oturacak yer var mıdır, yok mudur?
Oraya bir insan yükselip giderse ne zevk bulur?
Mihnet ve meşakkatten başka bir şeye ki tesadüf
edebilir mi? "
Seyyid Cevâd’ın vefatı
1911 yılında Seyyid Hazretleri’nin, adını Mahmud
Mücteba koyduğu bir oğlu daha dünyâya geldi. Küçük
Seyyid’in doğumu aileye yeni bir sevinç ve saadet yaşattı.
Ancak Çapa’daki bu konak yine hayatın akışı içinde acı
ve tatlı bir çok olaylara sahne oldu.
Aile içinde bu mutlu olay kutlanırken Trablus ve
Bingazi’yi İtalyanlar işgal etmiş, Balkanlar kaynamaya
başlamıştı. 1912 de ise bütün Balkanların Osmanlıların
elinden çıkmasına sebep olacak savaş nihayet patlak
verdi. Arka arkaya yaşanan bu savaşlarda bir çok vatan
evlâdı şehit oldu.
Aynı yıl bir akşam, Seyyid Hazretleri, kendilerine iyi
70 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
geceler dilemek için yanlarına gelen evlâdlarına, Cevâd
hariç, fındık verdi. Cevâd’ın istemesi üzerine "Oğlum,
senin fındığını yarın vereceğim dedi. Henüz on
yaşındaki Seyyid Cevâd, o gece, âniden ateşlenerek
yatağa düştü ve sabah gün ağarırken vefat etti. Bu hazin
olaya çok üzülen Seyyid Hazretleri, “Oğlum Cevâd,
şehitlerin alemdarı olarak ahire te göçtü buyurdular.
600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde,
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, kıymetli oğlunu
Trablusgarp’tan Balkanlara yollarken, yıllar sonra çıkacak
savaşlarda hayatlarını kaybedecek olanlarla, onun aynı
kaderi paylaşmasının İlâhî bir takdir olduğunu görmüştü.
Seyyid Hazretleri, oğlu Cevâd’ın vefatından sonra her
cuma günü onun, Edirnekapısı Mezarlığındaki kabrini
ziyarete gider, götürdüğü fındıkları oradaki çocuklara
verir veya mezarının üzerine bırakırdı.
O günlerde üzüntülü bir olay daha oldu. Seyyid
Hazretleri’nin, evli olup Bursa’da oturan, 22 yaşındaki
oğlu Seyyid Hüseyin Hüsnü vefat etti. Arkasında
Nureddin adlı bir evlâd bıraktı.
1913 yılı
1913 yılı Avrupasında, devletlerin birbirleri ile olan
anlaşmazlıkları son haddini bulmuş, aralarındaki
münasebet tamamı ile bozulmuş, herbiri yaklaşmakta
olan ve sonraları bütün dünyâya yayılacak savaşın
kaçınılmazlığım sezerek hazırlığa girişmiş, ekonomik
düzen. altüst olmuş, hattâ aralarında yer yer çatışmalar
bile başlamış durumdaydı.
71 Seyyid Ahmed Hüsameddin
Bu arada Osmanlı İmparatorluğu, girdiği Balkan
savaşlarından yenik çıkmış, Bulgaristan, Yunanistan ve
Makedonya’yı kaybetmişti. 1908 yılından sonra devlet
idaresindeki huzursuzluk artmış; particilik şiddetlenerek
halk arasında hoşnutsuzluklar yaratmaya başlamıştı.
Harp zengini küçük bir azınlığın dışında kalan büyük bir
topluluk açlık ve yoksulluk içindeydi; memur üç ayda bir
maaş aldığından gayrıya muhtaç bir duruma düşmüştü
ve yarınından emin değildi. Çok zaman maaş yerine
verilen aynî yardımı satarak ihtiyaçlarını gidermeye
çalışıyordu.
Sık sık değişen hükümetler, süregelen yenilgiler ve
halkın bezgin hâli, diğer milletlerle olan münasebetleri
etkilemişti. Büyük Osmanlı İmparatorluğu, sona ermek
üzere olan hasta bir devlet durumundaydı ve bundan
dolayı Avrupalı büyük ve kuvvetli devletler, hükümetin
idaresinde kendilerini söz sahibi saymaya hattâ
aralarında İmparatorluğu paylaşmaya başlamışlardı bile.
Dış âlemin karanlık hâline uygun olarak Osmanlı
İmparatorluğunun hükümet merkezi İstanbul da bir
taraftan salgın hastalık âfetinin, bir taraftan yangın
felâketlerinin altında günden güne eriyip yok oluyor; bu
ıztıraplı hâli yaşayan aileler hergün biraz daha artan
yokluk ve pahalılığın kemirici etkisi altında eriyerek
dağılıp gidiyorlardı.
Dünyâyı sarsmakta ve hergün şiddetini artırmakta olan
böyle felâketli bir dönemde bile Allah, isterse insanları
mutlu kılacak olaylar yaratır. Bu olayın, ne dünyânın
72 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
barışa kavuşacağını ne de ıztırapların biteceğini
müjdeleyen ilâhı bir emir olmasına gerek yok. Seyyid
Cevâd’ın ve Seyyid Hüsnü’nün vefatı ile hüzünlü bir
sessizliğe gömülen konakla, tıpkı karanlık bulutlar
arasında bulduğu bir aralıktan sızan güneş hüzmesi gibi,
düştüğü yeri aydınlatıp parlatan ve gamlı gönüllere bir
zerre de olsa neşe veren bir olay yaşandı. Seyyid
Hazretlerinin, 23 Ekim 1913 de bir oğlu dünyâya geldi
.Ona, Mûsâ Kâzım adı verildi. Bu isim, soylu ailelerinde
üçüncü kez kullanılıyordu. Ne Seyyid Cevâd, kendi vefatı
ile hâsıl olan üzüntü ve ıztırabı ne de Seyyid Mûsâ
Kâzım, dünyâya gelişiyle ailesi içinde doğan mutluluğa
şahit oldular. İnsanoğlu için tabiî bir hâl olan bu iki olay,
doğum ve ölüm, Seyyid Hazretlerinin evinde peşpeşe
yaşandı.
***
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin, Medine’den
Türkiye’ye gelişinden sonra ve henüz Sivrihisar’a
yerleşmesinden önce, 1870 ‘li yıllarda Arapça olarak
yazdıkları “Mir’ât-ış Şuun vel Garâib” adlı eserinde
bildirdikleri bir istihraç 40 yıl sonra gerçekleşiyordu:
‘1331 yılı bütün hıristiyanların mebde-i hüsranı
olacaktır.” sözü yerine gelmiş oluyordu.
Yukarıdaki istihraçta I.Dünyâ Savaşı’na işaret vardı. 1913
(H.1331) yılında, Avrupa devletleri arasındaki
münasebetler son derece bozulmuş ve nihayet 1914
yılında sudan bir bahane ile silahlar patlamış, hudutlar
aşılmış, Alman toplan Fransa topraklarını dövmeye
73 Seyyid Ahmed Hüsameddin
başlamıştı. Dört yıl süren savaş sonucu Avrupa’nın
bayındır olan büyük şehirleri bir harabeye dönmüştü.
Gerçekten Avusturya. Macaristan İmparatorluğu
veliahtının Saraybosna’da öldürülmesine sebep olan o
kurşunun patlaması, Hıristiyan Âlemi’nin büyük zarar ve
ziyanının başlangıcı olmuştur.
Almanların Akdeniz’de İngilizlerden kaçan Goben ve
Breslav isimli zırhlı gemilerinin karasularımızdan
çıkarılması hususunda İtilâf devletlerinin yaptıkları baskı
nedeni ile bu iki gemiyi satın aldığını ilân etmesinden
sonra Osmanlı hükümetinin İngiltere, Fransa ve Rusya ile
arası tamamen bozuldu. Donanmamızın, Alman zırhlıları
ile birlikte Karadeniz’deki Rus limanlarını bombalaması
ile Osmanlı Devleti, kendini savaşın içinde buldu (3
Kasım 1914). İlân edilen seferberlik ile esasen perişan
olan halk, büsbütün fakirlik ve yoksulluk çukuruna
yuvarlandı.
Osmanlı İmparatorluğu zamanında Peygamber soyundan
gelen zâtlar, askere alınmıyorlardı. Dâvâları da ayrı bir
mahkemede Nakib-ül Eşraf tarafından görülüyordu.
Seyyid Hazretleri o tarihlerde Sivrihisar’da bulunan oğlu
Seyyid İsmetullah’dan, Ankara’ya giderek askere
kaydolmasını istiyor ve “EHL-İ BEYT'TEN BİR ZÂTIN ASKERDE OLMASI O ASKERÎ GÜÇ İÇİN ZAFER
MÜJDESİDİR ” buyuruyordu.
O yıl, yâni 1914 de, İstanbul Sanayi-i Nefise Mekteb-i
74 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
Alisi’nden16 mezun olan oğlu Seyyid Ali Rıza’ya ise
“Oğlum, askerlik bize ecdad mesleğidir. Sen de
askerlik görevini yerine getir” demişti.
Babasından aldığı bu emir üzerine askerlik şubesine
müracaat eden Seyyid Ali Rıza, Beykoz Kundura
Fabrikası’nda yedek subay olarak göreve başladı.
1915 yılında, Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri,
Bursa’da bulundukları bir sırada, kendini seven
Sivrihisarlıların ricası ve daveti üzerine, uzun süredir ayrı
kaldığı Sivrihisar’a, ailesi ile beraber gitti. Eskiden
olduğu gibi civar kasabalarda bulunan muhipleri akın
akın Sivrihisar’a gelerek Seyyid Hazretleri’nden feyz
aldılar. Bu yüzden buradaki ikametleri düşünülenden
uzun sürdü. Ancak 1917 de İstanbul’a döndüler. Böylece
savaş yıllarının zor günlerini Anadolu’nun bu sâkin
köşesinde geçirmiş oldular.
Seyyide Fatma Zehra
Seyyid Hazretlerinin özel bir itînâ ile yetiştirdiği kızı
Seyyide Fatma Zehra, İstanbul yerleşildikten sonra
eğitimine devam etmiş ve Çapa’daki evlerine çok yakın
olan Dâr-ül Mâlûmat' (Kız Öğretmen Okuluna) yazılmıştı.
Amaç öğretmen olmaktan ziyade doktor olmak istiyordu
Tıp tahsili konusunda kararlıydı. Okulunu başarı ile
bitirdiğinde Tıbbıye’ye müracaat ettiyse de çocukların,
kayıt yaptırması yönetmeliğe aykırı olduğu ileri sürülerek
16 İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi yâni bugünkü Mimar
Sinan Üniversitesi
75 Seyyid Ahmed Hüsameddin
dilekçesi red edildi. Ancak bu konuda kendisine yardım
edecek bir aile dostları vardı. Bu kimse, 1896 yılında
İsviçre’ye kaçan" öğrenimini orada tamamlayan ve 1908
de memlekete dönen Âkil Muhtar beydi. Ondan,
Tıbbıye’ye alınma için bir çare bulmasını rica etti.
Seyyide Zehra’nın okuması için bâzı kitaplar veren Âkil
Muhtar bey yardımı ile Sağlık Nezâretine, bu haksız
muameler kaldırılması ve Tıp Fakültelerine kız öğrenci
alınması için bir başvuruda bulunuldu.
Tıbbıye’ye gitmek için Sağlık Nezâretinin iznini bekleyen
Seyyide Fatma Zehra, Hamid zırhlısı güverte topçu
subaylarından Emin bey 1918 yazında evlenerek eşinin
Beyoğlu’nda, Pera Palas Oteli’nin arkasında, Tozkoparan
yokuşunun üzerindeki evine yerleşti. Bir müddet sonra
kız öğrencilerin de Tıp Fakültelerine girebilmeleri için
karar çıkmış ve bu karar tebliğ edilmişse de Seyyide
Fatma Zehra, evlenmiş olduğundan bu hevesini
gerçekleştirememiştir. Böylece kendisi gibi nice genç
kıza bu tahsili yapmalarının yolunu açmıştır.
Bu arada ailenin küçük . oğlu Mahmud Mücteba, Dâr-ül
Mâlûmat Mektebinin tam karşısındaki ilk okula yazılmış,
kendisinden iki yaş küçük olan Mûsâ Kâzım da aynı
okulun ana sınıfına gitmeye başlamıştı.
İşgal Yılları
I. Dünyâ Savaş’ının sürdüğü yıllarda cephelerde verilen
şehitlerin, kaybedilen vatan topraklarının yanı sıra halk
da büyük acılar ve sıkıntılar çekiyordu.
76 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
I.Dünyâ Savaşı’nın sonunda müttefikimiz olan
Almanya’nın yenik düşmesi üzerine biz de yenilmiş
sayıldık ve 30 Ekim 1918 de Mondros Mütârekesini
imzaladık. Ve bir gün, İtilâf Devletleri’ne ait savaş
gemileri, daha bir kaç yıl evvel Türk askerinin göğsünü
bir kale gibi siper ettiği için yekpâre kaya misâli
karşılarına dikilmiş olan Çanakkale Boğazı’nı, bu defa
mağrur bir edâ ile geçerek 13 Kasım 1918 de İstanbul’a
geldiler ve toplarını şehre çevirerek Fındıklı’daki Meclis-i
Mebusân binasının17 önüne demirlediler.
Seyyid Hazretleri Trablusgarp’da iken kendisini gıyâben
tanımış ve büyük bir muhabbetle bağlanmış olan Hasan
Basri efendinin oğlu Şerafeddin (Ünder), ailenin
İstanbul’a yerleşmesinden sonra devamlı ziyaretçiler
arasına katılmıştı. Seyyid Ali Rıza’nın akrânı olduğundan
aralarında yakın bir arkadaşlık doğmuştu. Tophane-i
Amire İdadî’sinde teknik ressamlık tahsili görürken
savaşın getirdiği zorluklar karşısında okuldan ayrılarak
Beşiktaş’ta fotoğrafçılık yapmaya başlayan Şerafeddin
beyin o günlere ait hâtıraları, dönem için canlı birer
belgedir.
Şerafeddin bey işgal gününü şöyle anlatmışta
“İstanbullular düşman donanmasının yavaş yavaş
yaklaşmakta olduğunu görünce paniğe kapıldılar. Esnaf,
dükkanlarını kapayarak evlerine koşmaya başladı. Benim
gideceğim ve sığınacağım en emin yer Seyyid
17 Bugün Mimar Sinan Üniversitesi olarak kullanılan binalar
77 Seyyid Ahmed Hüsameddin
Hazretleri’nin yanı idi. Hemen bir tramvaya atlayarak o
mübârek huzûra vardım. Yanlarında kimse yoktu.
Hatırımı sorup gönlümü aldıktan sonra, “Oğlum, düşman
gemileri geliyor diye korktun mu?' dedi ve sonra ilave
etti,
“Bak geçiyorlar, önde bir tane büyük, onun arkasında bir başkası ve sonra diğerleri takip ediyor. Onların kuvvetlen sizleri korkutmasın, geldikleri gibi
gideceklerdir” buyurdular. Bu müjdeleri, içimdeki
heyecan ve korkuyu tamamen kaldırdı Gönlüm huzur ve
ferahla doldu. Başka zamanlarda olduğu gibi Seyyid
Hazretleri’nin o gün bir fevkalâdeliğine daha şahit
oldum. Bulunduğumuz odanın bir penceresinden denizin
Saraybumu ile Haydarpaşa arası görülüyordu Seyyid
Hazretleri’nin oturdukları koltuğun arkası pencereye
dönüktü Bana, “Bak geçiyorlar.” dediği zaman
karşımdaki pencereden limanın görülebilen kısmında,
aynen buyurdukları gibi gemilerin geçişini izledim.”
Şerafeddin beyin, işgal günlerine ait ilginç bir anısı daha
var: “O gün canım et istedi. Aylardır et yüzü
görmemiştim. Ne yapabilirdim? İşimi tâtil ederek
Topkapı’ya gittim. Seyyid Hazretleri’nin huzuruna
vardığımda henüz öğle olmamıştı. Bana iltifat edip
sohbet buyurduktan sonra, “İçeriye söyle de çorbamızı
buraya getirsinler, birlikte yiyelim.” dediler. Haber
verdim. Biraz sonra bir tepsi içinde çorba ve ekmek
geldi. Mübârek Seyyid, aldığı bir dilim ekmeği çorbanın
içine doğrarken “Oğlum, bunlar da çorbamızın eti olsun,
78 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
ister misin?" buyurdular. Şerafeddin bey, daha sonraları
bu olayı anlatırken yemin ederek der ki: “Hayatımda bundan daha lezzetli bir et yemedim. Çorbanın içine doğranan ekmek parçaları birer et lokması olmuştu.”
Şerafeddin beyin o yıllara ait başka bir hatırası da çok
dikkat çekicidir. “Bir gün yemek yiyorduk Çorbaya henüz
başlamıştık ki Seyyid Hazretleri “Balık olsa yeriz, değil mi”
dediler. Seyyid Ali Rıza bey nasıl bir balık arzu ettiklerini
sorunca “Şeref bilir” buyurdular. Ben, halk arasında
tütün balığı denilen ve Rusya’dan ithal edilen füme
balıklardan almayı düşündüm. Sofradan hemen kalktım.
Çapa’dan Aksaray’a kadar bütün bakkallara sordum,
yoktu. Samatya tarafına yöneldim ve füme tütün balığını
ancak Yedikule’de buldum. Dönüp eve geldiğimde Seyyid
Hazretleri, Ali bey ve diğerleri daha sofradaydılar. Çorba
kâsesi henüz ortada idi. Çabuk geldiğimi söyledikleri
zaman Yedikule’ye kadar yayan gidip geldiğimi
söyleyemedim. Tayy-i zaman ve tayy-i mekân olayı,
demek bende de zuhur etmişti. Bunu Seyyid
Hazretleri’nin özel iltifatından anladım.”
Şerafeddin Ünder, Seyyid Hazretleri ile birlikte bir cuma
günü civardaki küçük bir camiye giderler. Namaz sonrası
eve dönerlerken “Zamanın imâmı olan koca Seyyid,
arkasında namaz kılıyor da bu hoca O’nu nasıl
tanımıyor? Ne zavallı hoca bu.” diye düşünür. “Düşüncem
henüz tamamlanmamıştı ki, Seyyid Ahmed Hüsameddin
Hazretleri, bana hitaben. ’’Oğlum! Biz o hocayı çok denedik. Şayet kendisinde tırnaktaki nokta kadar bir
istidat görseydik onu tutardık’ buyurarak
79 Seyyid Ahmed Hüsameddin
düşüncelerime cevap vermiş oldular.” Yıllar sonra olayı
hatırlarken aynı heyecanı duyuyordu.
Fatih Yangını
Savaşın acılan henüz yaşanırken, İstanbul bir başka
felâketle daha karşı karşıya kaldı.
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, İzmir’e yaptıkları
ve 20 süren kısa bir seyahatten İstanbul’a henüz
dönmüşlerdi. Aradan beş gün geçmeden, 10 Haziran
1918 tarihinde Küçük Mustafa Paşa’dan başlayarak
Cibali-Fatih-Altımermer semtlerini kül edip Samatya’ya
kadar ilerleyen yangın, şehrin neredeyse onda birini yok
etti ve büyük maddî zararlara neden oldu.
Bu arada Seyyid Hazretleri’nin Çapa’daki evi “Sarıgüzel”
adı ile tanınan bu büyük yangında tamamıyla yandı.
O tarihte henüz beş yaşında olan Seyyid Mûsâ Kâzım,
çocukluğunun bu dönemine ait mâsumâne anıları
arasında onu en çok heyecanlandıran ve rûhunun
derinliklerine kadar nüfuz eden bu hâdiseyi hâlâ bütün
ayrıntıları ile hatırlamaktadır.
“Evde yukarıdaki kata çıktım, sessizce babamın yatak
odasına girdim. Bu geniş odanın bir penceresi Topkapı
caddesi taralına, arka taraftaki penceresi ise Fatih
cihetine bakıyordu. Babam içeride yalnızdı. Odada
dolaşıyordu, arka pencerenin önüne gelince bir müddet
durarak bakıyor ve yavaşça “Allah, Allah” diye
pencereden ayrılıyordu. Benim varlığımdan habersiz
80 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
gibiydi. Babamı böylesine dalgın ve böylesine heybetli
hiç görmemiştim. Bir hayâl gibi pencereye yaklaştım.
Babamın dikkatini çeken ve O’nu ümitsiz kılan olay ne
idi? Bunu anlamak istiyordum. Evimizin arka kısmından,
Edirnekapısı’dan başlayarak bütün Fatih sırtları
görülürdü. İşte, bu sırtların arkasında bütün ufku
kaplayan koyu bir kızıllık vardı. Bu kızıllık ne olabilirdi?
O gece bizi yemekten sonra hemen yatırdılar. Sabah
olunca da erkenden kaldırdılar. Mücteba ağabeyimle
bana güzel elbiselerimizi giydirdiler ve Koca Mustafa
Paşa civarında oturan dayımızın evine göndereceklerini
söylediler.
Yanımıza verdikleri biri ile beraber sokağa çıkınca
büyükleri tedirgin eden olayı bütün dehşeti ile gördüm.
İnsanlann bâzıları çığlık atarak, dövünüyorlar, bâzıları da
yanlarına alabildikleri bir kaç parça eşyayı kurtarma
çabası ile oradan oraya koşuşuyorlardı. Dün akşam,
kızıllığını gördüğüm şey, demek yangınmış. Fatih
sırtlarından Topkapı’ya kadar her taraf ateş içindeydi.
Tahta parçalan havada bir uçurtma gibi alev alev
uçuşuyordu. Bir iki sokak altımızdaki evler ateş almaya
başlamıştı. Aynı cehennemden bir misâli Adetâ
koşarcasına Çukurbostan civarına geldik. Bu sırada
önümüze düşen alevler içindeki kocaman bir kalastan
kendimizi zor kurtardık. Burası da ana-baba günü
manzarası arzediyordu Her aile kaçırabildiği eşyayı
çayırın bir tarafına yığmış, üzerinde kadınlar ve çocuklar
ağlaşıyorlardı. Velhâsıl kıyametten bir örnek gibi geldi
81 Seyyid Ahmed Hüsameddin
bana.
Dayımın evinin sokağa bakan cumbasının içinde akşamı
ettik. Gün batmak üzere idi. Saray Başmabeyincisi Tevfik
bey bizi almaya geldi. O semt insanları saraya mensup
bir kimse görmemiş olacaklar ki, sırmalı elbiseli faytoncu
ile hayli ilgilendiler. Evden ayrıldığımız sırada her
pencereden bir baş uzanırken, sokağın çocukları da
faytonun peşine takılıp bir müddet koştular. Bir
istasyondan trene binerek Bakırköy’e geldik Tevfik bey,
bizi Hacı beylerin18 evine teslim etti. Babam, annem ve
bütün ev halkı burada idi.” Ailenin bu yangındaki kaybı,
yanan diğer 7500 ev gibi, yalnız geniş müştemilât ve
bütün ev eşyası ile yanıp kül olan 20 odalı koca konak
değildi Seyyid Hazretleri’nin Trablusgarp’da yazdığı
eserler ve kütüphanesindeki diğer kitaplar bu yangında
kül olmuştu. Bu eserler arasında “Tefsir-i Kebir”, “Lem’a-
tül Âfak fî Zuhûr-u vel İşrâk” gibi muazzam eserler
mevcut idi.
Yangından iki gün önce, baba evini ziyarete gelen
Seyyide Fatma Zehra, daha evvel hazırladığı kitap
sandığını, o gün kendi evine götürmüştü. Seyyid
Hazretleri’ne ait bâzı kitaplar ve risâleler bu vesile ile
yangından kurtulmuş oldu.
***
18 Seyyid Hazretleri ve ailesine muhabbet ve tam teslimiyet ile
bağlı olan ve dostları arasında Hacı Bey olarak tanınan Bahriye
çarkçıbaşısı Mehmet bey. Eğinli (Kemaliyeli) idi.
82 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
BURSA’YA DÖNÜŞ
Yangından 15 gün sonra ailece Bursa’daki eve gidildi.
Burada günler sessiz sâkin devam ediyordu. Seyyid
Hazretleri, ziyaretine gelenlerle sohbet ederken, çocuklar
memlekette olanlardan habersiz yaşıtları ile oyun
oynayarak vakit geçiriyorlardı. Sonbaharda okullar
açılınca eğitimlerine ara verilmemesi için çocuklar bir
müddet Ali Paşa semtindeki mahalle mektebine
yollandılarsa da o kış çok şiddetli geçtiğinden bu okula
fazla devam edemediler.
Ailesini ziyaret için Bursa’ya gelen Seyyide Fatma Zehra
ve Bursalı akranları güzel sesli bir hanıma mevlûd
okutmak istemişler ve hazırlığını da yapmışlar. Sıra
Seyyid Hazretleri ’nin iznini almaya geldiğinde çocukların
kırılmaması husûsunda Gülsüm hanımın ricasına hayır
demiyerek “Peki, camide okutsunlar cevabını vermiş.
Mevlûd için “ Süleyman Çelebi'nin güzel bir şiiridir. Dinimizin lüzum ve icabı gibi gösterilmesi yanlıştır. Bilhassa Velâdet bahsinin erkekler arasında okunması
doğru değildir” diyerek bu konudaki kanaatini
belirtmiştir.
15 Mayıs 1919 da İzmir’e çıkan Yunanlılar, Anadolu
içlerine doğru ilerlemeye başlamışlardı. Yer yer yapılan
çete savaşlarından başka karşılarında ciddî bir
mukavemet görmeyen Yunan askerleri İzmir’den Afyon’a
ve Balıkesir havalisine kadar olan bölgeyi kısa zamanda
işgal ettiler.
Allah her derdin devâsını yaratmıştır. Ama her ikisini de
83 Seyyid Ahmed Hüsameddin
bir araya getirmek insanlara düşüyor - Seyyid Hazretleri,
“Cenâb-ı Hakk, bir kavmin kurtuluşunu murad ederse, o kavmin içinde muktedir ve dırâyetli kumandanların
vücûdunu halk eder ” buyurmuştu. İşte, 1919 Mayıs’ının
15 inde, İzmir ufuklarında batan Türk istiklâl ve hürriyet
güneşi bir müddet sonra doğudan yine doğacaktı. Zirâ
işgalin ertesi günü, yâni 16 Mayıs 1919 sabahı, İstanbul
limanından ufak bir gemi hareket ederek, işgal
devletlerinin donanmasının arasından Boğaz’ı geçip
Karadeniz’e açılmıştı. Bu gemide Mustafa Kemal vardı. O,
Türk hürriyetini yok etmek üzere işgalci kuvvetler
tarafından Anadolu’muzun içine sokulan Yunan adlı
mikroba, hattâ bütün işgalci kuvvetlere karşı bir
panzehirdi. Bu gidiş bir tesâdüf değildi. Allah bu milletin
kurtarılmasını murad ediyordu. Ve işte, doğuda başka bir
ufukta, kısa bir zaman sonra doğacak güneşi yaratmıştı.
Bandırma adlı ufak ve köhne gemideki bu güneş, bir kaç
sene sonra işgalcileri oldukları yerlerde boğarak Türk
milletinin kararan talih ve gönlünü aydınlatacaktı.
Milletimizin üzerine bir kâbus gibi çöken ve birbirini
takip eden savaşların ve kötü devlet idaresinin getirdiği
yokluk ve sefaletin iki mirası kaldı halk içinde; sıtma ve
tüberküloz. Bu iki hastalık, savaşlarda şehit düşenlerden
daha fazla kayıplara sebep oluyordu. Bu korkunç ikiz
kardeşin çalmadığı kapı ve söndürmediği ocak
kalmamıştı.
Bir gün bu düşmanlardan biri, tüberküloz, mutlu bir
yaşantısı olan Seyyide Fatma Zehra’nın evine de girdi.
84 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
Büyük bir itinâ ve çok güzel bir şekilde yetişmiş olan o
gülü yavaş yavaş soldurdu.
1920 yılının baharı, Seyyid Hazretleri’nin evine pek
neşeli gelmedi. Rahatsızlığı artan Seyyide Fatma Zehra,
babasının arzusu üzerine, küçük oğlu Muhsin ve eşi
Emin bey ile beraber İstanbul’dan Bursa’ya geldi.
Muradiye semtinde, Namazgâh denilen mevkiin tam
karşısında set üzerinde, kiralanan ahşap bir eve yerleşti.
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin biricik kızı,
1920 yılının sonbaharında henüz 22 yaşındayken
Bursa’da hayata gözlerini yumdu. Pınarbaşı
kabristanında, 1912 yılında vefat eden ağabeyi Hüseyin
Hüsnü’nün yanına gömüldü. Minik oğlu Muhsin,
anneannesinin himayesine girdi. Eşi Emin bey Deniz
Kuvvetleri’nden ayrılarak hayatının sonuna kadar nail
olduğu bu şerefli yakınlığı kaybetmemek ve devam
ettirmek için, Seyyid Hazretleri’nin ailesinin arasından
ayrılmam^ kaybettiği değerli varlığının sevgisini yine
onun muhitinde bulmuştu.
Bursa’nın Yunanlılar tarafından işgali
Seyyid Hazretleri’nin ailesinin, Seyyide Zehra’nın
rahatsızlığı ile üzüldükleri bir dönemde Yunanlılar, 8
Temmuz 1920 de Bursa’yı işgal ettiler Küçük Seyyidler,
Yunan askerlerini ilk defa evlerinin bulunduğu çıkmaz
sokaktaki komşuları Balmumcuların evini aramak üzere
kapılarının önüne geldiklerinde görmüşlerdi. Askerlerden
bir kısmının eve girdiğini bir kısmının da kapının önünde
85 Seyyid Ahmed Hüsameddin
beklediğini sokak kapısının aralığından seyretmişlerdi.
Evdeki hanımlar, çarşaflarını giymiş bekleşiyorlardı.
Erkekler ise toplantı salonunda Seyyid Hazretleri’nin
yanında bulunuyorlardı. Bahçe bitişik komşularının
evinden gelen feryatlar, kazma sesleri, duvarların yıkılışı
heyecanı son haddine getirmişti.
Askerlerin kendi evlerine doğru geldiğini gören Seyyid
Mücteba ve Seyyid Hüseyin Hüsnü’nün oğlu Nureddin,
koşarak içeriye kaçmışlardı. Olayın bundan sonrasını
kapının yanında yalnız kalan Seyyid Mûsâ Kâzım’dan
nakletmek gerekiyor:
“Kapının arkasında yalnız ben kalmıştım. Ne yapmam
lâzımdı, bilemiyordum. Açmasam giremeyecekler mi idi
acaba? Hayır, hayır kapıyı açmak lâzımdı. Komşumuz
açmamıştı ama onlar kapıyı kırarak yine içeri girmişlerdi.
Sokak kapısının anahtar deliğinden dışarıyı
gözlüyordum. Karar verdim, yaklaştıkları sırada kapıyı
açarak gelenleri güler yüzle içeri buyur ettim. Babamın
yanına götürmek üzere, onlara arkamdan gelmelerini
işaret ettim. Gelenlerden bir kısmı sokak kapısının
önünde kalmıştı. Üçü içeri girdi. Biri önde benim
arkamdam geliyordu. İkisi de onu takip ediyordu. Onları
selâmlık odalarının arasındaki dar bahçe yollarından
geçirerek babamın sohbet ettiği toplantı odasına
getirdim. Odanın önündeki üç dört basamağı çıkarak
yavaşça kapıyı açtım ve elimle gelmelerini işaret ettim.
Öndeki asker yavaşça merdiveni çıkarak kapıya yaklaştı.
İçeride 15-20 kişi vardı. İçeridekilerin arkaları kapıya
86 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
dönüktü ve tam karşıda babam oturuyordu. Yüzü kapıya
karşı olup murâkabe hâlinde idi. O andaki heybetli
görünüşü hâlâ gözlerimin önündedir babamın Yunan
subayı açık kapının önünde bir an durakladı sonra arka
arkaya çekilerek merdivenlerden indi, beklemekte olan
iki askere “Cami, cami” diyerek ilerledi. Kendisine,
geldiği gibi yol gösterdim, arkalarından kapıyı
kapattıktan sonra bahçelerden koşarak annemin yanına
geldim ve Yunan askerlerinin gittiklerini söyledim. Önce
bu sözüme kimse inanmak istemedi. Başka şâhidim
yoktu ki beni doğrulasın. Sokak tamamen boşaldıktan
sonra bana hak verdiler. Yunanlılarla ilk karşılaşmam bu
oldu.”
Evlerin konsol çekmecelerine kadar arandığı, bağdâdî
[Dar, ensiz tahta pervazlarından yapılmış ve üstü sıvanmış
bölme veya tavan. ] duvarların yıkıldığı, askerlik yaşında
olanların tutuklandığı böyle bir ortamda Yunanlı ne
görmüş ve nasıl bir heybetle karşılaşmıştı ki, arka arka
çekilip gitmişti. Bu hâlâ meçhûlümüzdür.
Şerafeddin Ünder’in babası Hasan Basri efendinin bizzat
yaşadığı bir olayı, yukarıdakine benzerliğinden dolayı
anlatmakta yarar var:
“Bir gün Bursa’ya gitmek için Tophane limanından vapura
bindik. Seyyid Hazretleri’ni salona indirmek üzere koluna
girdim. Merdivenin henüz başında idik ki, alt kısımdan
bir kamarot yukarı doğru sıçradı fakat merdivenin
başında bizi görünce geri çekilip yol verdi. Seyyid
Hazretleri’ni oturttuktan sonra yukarı çıkacağım sırada,
87 Seyyid Ahmed Hüsameddin
biraz önce rastladığımız kamarotu merdivenin alt
basamağında gördüm. Rum şivesi ile sorduğu “Bu zât
kimdir?” sorusuna, ona cevap vermemek düşüncesi ile
“Bir hoca” dedim Sert bir ifade ile yüzüme baktı ve
“Gözünü aç, bu senin bildiğin hocalardan değil.” demez
mi, ne söyleyeceğimi şaşırdım.”
***
Seyyide Fatma Zehra’nın vefatından sonra her tarafa
büyük bir sessizlik hâkim oldu. Şehrin rutubetli havası
içinde kokusu daha da belirginleşen şimşirlerle çevrili,
güzel tanzim edilmiş tarhlardaki renk renk çiçeklerin ve
güllerin üzerine hüzün çöktü. Mermer havuzun yanında
yükselen ayva ağacının altında oynayan çocuklar artık
ortalıkta görünmüyorlardı.
Bütün memleketin ateş içinde yanıp kavrulduğu bu
günlerde, Seyyid Hazretleri, Gülsüm hanıma Balıkesir’e
gidileceğini ve hazırlanılmasını bildirdi. Düşman işgali
altındaki başka bir şehire gidilmesinin hikmeti neydi?
Bir sabah ezan vakti yaylı arabalarla Bursa’dan hareket
edildi. Güneşin ilk ışıklan, dağlarda parladığı zaman
arabalar, Bursa ovasında Kirmasti (M.Kemal Paşa)
istikametinde bir hayli yol almıştı. Bu yaylı arabalarla,
Bursa-Balıkesir arası, bir gece Kirmasti’de konaklamak
şartı ile iki günde katediliyordu. Balıkesir’de, âyândan
Kırımlı Halil efendinin konağına misafir olarak inildi.
İşgal altındaki şehir, Yunan askerlerinin büyük
taşkınlıklarına sahne oluyordu.
88 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
Seyyid Hazretleri, sohbetlerinde bulunanlara işgalden
dolayı korkmamalarını ve cesur olmalarını öğütlüyor;
gençlere de vatan savunması için birleşmelerini tavsiye
ediyordu.
O günlerde, Manyas bölgesine yerleştirilen Dağıstan
göçmenlerinden Mustafa isminde bir genç ziyarete
geliyor. Sohbet arasında Seyyid Hazretleri “Düşmanı kabul etmek fakr ve mezellettir. Birleşin ve karşı koyun. Düşmanın kurşunu size leblebi gibi gelecektir. Öldürmez onların kurşunu. Daima koruyacağız sizi.
Ecdadımızın rûhaniyeti sizinle beraberdir.” buyurur.
Bundan sonra köye giderek gözü pek delikanlılardan bir
çete kuran Mustafa, Yunan müfreze ve nakliyat kollarına
baskın yapmaya başlıyor. Kısa zamanda Sındırgı ve
Bigadiç dolaylarında Yunanlılara dehşet salan bir kuvvet
oluyor.
Adı kısa zamanda duyulan Mustafa, düzenlenmiş ve bir
cephe kurmuş olan ordumuzun kumanda heyetinden bir
emir alır. Buna göre bir subayın komutası altına girmesi
ve savaşı, savaş tekniğine uygun olarak yapması
bildiriliyor ve en kısa zamanda Afyon cephesine
katılması emrediliyordu Bundan sonra yaptıkları
baskınlardan birinde bir kurşun Mustafa’nın dudağını
sıyırarak ağzına girer. Subay heyecanla “Vuruldun mu?”
diye telaşlanınca, avucuna kırık dişi ile birlikte kurşunu
da tüküren Mustafa, Seyyid Hazretleri’nin
koruyuculuğundan cinin bir tarzda “Gevurun kurşunu
bize leblebi gibi gelir ” der. Mustafa, bu ve bundan sonra
başından geçen böyle ilginç olayları, bu kitabın yazarına
89 Seyyid Ahmed Hüsameddin
bizzat kendisi anlatmıştır.
Seyyide Fatma Zehra’nın küçük oğlu Muhsin, annesinden
40 gün sonra Balıkesir’de vefat etti.
Eğitimlerine ara verilmemesi düşüncesiyle Seyyid
Mücteba ve Seyyid Mûsâ Kâzım konağa yakın bir ilkokula
gönderildiler.
İki ay kalman Balıkesir’den Bandırma’ya gitmek üzere
ayrılınır iken Seyyid Hazretleri’ni ve ailesini istasyonda
büyük bir dost grubu uğurladı.
Bandırma 'ya gidiş
Bandırma’da Seyyid Hazretleri, Ziya ve Muhsin beylere
misafir oldular. Yunanlılar Balıkesir’de olduğu gibi fazla
taşkınlık yapmadıklarından işgal burada pek fazla belli
değildi
Seyyid Hazretleri burada da her gün gelen ziyaretçileri
kabul edip sohbet buyuruyorlar; onları metin olmaya ve
vatan savunması için fedakârlıkta bulunmaya teşvik
ediyorlardı.
Bandırma’dan Bursa’ya dönüleceği düşünülürken Seyyid
Hazretleri âniden fikrini değiştirerek İstanbul’a gitmeye
karar verdi. O zamanlar Anadolu’dan İstanbul’a işgal
kuvvetlerinden izin alınarak gidiliyordu. Bu izin
kâğıdında kullanılmak üzere fotoğraf gerekiyordu. Eve
bir fotoğrafçı getirilmiş Seyyid Hazretleri ile Seyyid
Mücteba ve Seyyid Mûsâ Kâzım’ın fotoğrafı çekilmişti. Uç
dört gün sonra belgeler tamamlanınca İstanbul’a hareket
90 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
edildi.
Aradan yıllar geçti, Bandırma nüfus memurluğundan
emekli Yusuf Erdem’in kızı Naciye hanım, yukarıda konu
edilen fotoğrafı babasının kitapları arasında bulup o
yıllarda Ankara’da oturan Seyyid Mûsâ Kâzım’a 10 Kasım
1967 tarihinde verdi Bu fotoğrafın yapıştırıldığı kâğıdın
üzerinde o günün tarih ve hatırasını bildiren kıymetli bir
yazı vardı. Bu kısa metin sadeleştirilerek aşağıya
alınmıştır.
“Ulu mürşid Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, Aralık
1920 de Balıkesir’den Bandırma’ya gelerek burayı
şereflendirmişlerdir. Asiye hanımın dedesi ve Ziya beyin
babası merhum Hacı Haşim beyin evinde 48 gün misafir
kaldıktan sonra 31 Ocak 1921, Pazartesi günü ezânî
saat19 10 civarında Denizcilik işletmesinin Gelibolu
vapuruna binerek İstanbul’a doğru hareket etmişlerdir
Bu fotoğraf, İstanbul’a gitmeleri münasebeti ile alınması
gerekli olan seyahat belgesine iliştirilmek için merhum
Hacı Haşim beyin evindeki havuzun başında kerim
oğulları Seyyid Mahmud Mücteba ve Seyyid Mûsâ Kâzım
Hazretleri ile birlikte oldukları halde 29 Ocak Cumartesi
günü çekilen fotoğrafın çoğaltılan bir kopyası olup, sahip
olmak yüce şerefi bana nasip olmuştur. Bandırmalı Yusuf
Erdem.”
2: Ezânı saat Güneşin batışının 12 olarak kabulü sureti ile
hesaplanan saat
91 Seyyid Ahmed Hüsameddin
VE YİNE İSTANBUL
Çapa’daki konak yanmış olduğu için Posta ve Telgraf
Nâzın Hasip Paşa’nın Vefa’daki konağının bir bölümüne,
oğlu Âli beyin misafiri olarak yerleşildi. Burası müstakil
bir daire idi.
Seyyid Hazretlerinin rahat dolaşmaları düşüncesiyle,
Seyyid Ali Rıza bir otomobil alınmasını arzu ediyordu.
Şerafeddin Ünder, arkadaşlık kurduğu Jan adındaki bir
Fransız subay aracılığı ile işgal ordularının hurda
satışlarından çalışır vaziyette iki otomobil buldu. Ford
marka bu iki otomobilin biri 80, diğeri 180 liraya satın
alındı. Çok az kullanılmış olmalarına rağmen Seyyid Ali
Rıza ve Şerafeddin Ünder günlerce bu otomobiller
üzerinde çalışarak temiz hâle getirdiler. Şurası
unutulmamalı ki otomobil İstanbul sokaklarında yeni
yeni görülüyordu. Otomobillerden biri, İstanbul trafiğine
111 plaka numarası ile kayıtlı idi. Tesadüf eseri
Şerafeddin beyin ehliyeti de 11 numara idi.
Hasip Paşa konağının, Seyyid Hazretleri’nin oturmasına
tahsis edilen kısmı meğerse izale-i şuulu imiş. Ali bey,
ne zamandır evi sahiplerine teslim etmezmiş. Bir gün
karşı tarafın avukatı, yanında hammallar ile, önceden
haber vermeden gelerek evin derhal boşaltılmasını
bildirdi. Bu çirkin durum karşısında. Seyyid Hazretleri ve
ailesi, özel eşyalarını toplayıp evi hemen terkettiler.
Çınar Karakolu’ndaki eski konak
92 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
Aile, yeni bir ev kiralanana kadar Bakırköy’de Hacı
beylere misafir oldu. Bir müddet sonra Koca Mustafa
Paşa semtinde Çınar Karakolu karşısında ahşap bir eve
taşınıldı. Bu ev, eski büyük konaklardan birinin yarısı idi
Bu köhne evde bir kış geçirildi. Yangından çıkıldığından
evde göze görünen fazla bir eşya yoktu.
İstanbul henüz işgal altında idi. Ama şehrin böyle ücra
ve köhne köşelerinde işgalci askerler görülmüyordu.
Buraları, geçim sıkıntısı içinde olan fakir halk ile gücünü
yitirmiş, gençlerini savaşlarda kaybetmiş veya yeni bir
cepheye göndermiş ailelerin, dulların, yetimlerin ve
birkaç yüz metre sonra şehri kuşatan surların hemen
ötesindeki servilerin serin gölgeliklerini bir kurtarıcı
umudu ile gözleyen ve ömürlerini civardaki mescit ve
camilerde geçiren yaşlıların yaşadıkları köşelerden biri
idi.
Yunanlılar Anadolu’yu ele geçirmek için bütün çabalarını
sarfediyorlardı. Eskişehir’i geçmişler, Sakarya nehrine
dayanmışlardı. Seyyid Hazretleri’nin Kur’ân ilmini ilk
yaymaya başladıkları Sivrihisar’ı almışlar, Polatlı’ya
hâkim sırtları ellerine geçirmişlerdi. Gayeleri Ankara’yı
bir an evvel almak ve bu suretle Türklerin kazanma
inanışlarını mânen yıkmaktı. Buna paralel olarak Ankara
hükümetinin Kayseri’ye nakli gün meselesi olmuş,
Meclis’in çalışması için Kayseri Lisesi hazırlanmıştı bile.
Fakat buna lüzum kalmayacaktı. Zira, Türk askeri,
Kurtuluş Savaş’ının kalbi olan başkentlerini bırakmak
niyetinde değildi. Savaş devam ettikçe askerlerimiz
93 Seyyid Ahmed Hüsameddin
topraklarına daha sıkı yerleşiyordu. 23 Ağustos 1921 de
Yunanlılar Sakarya ırmağının doğusuna geçerek
birliklerimize saldırdılar. Ancak Eylül ayı girdiği halde
netice alınmıyordu.
O dönemde Sivrihisar’da bulunan Seyyid İsmetullah,
eniştesi Emin bey vasıtası ile Seyyid Ahmed Hüsameddin
Hazretleri’ne gönderdiği mektupta memleketin içinde
bulunduğu durum ile ilgili olarak babasının görüşlerini
almak ister. Mektup kendisine okunduğu zaman Seyyid
Ahmed Hüsameddin Hazretleri, "imtihan dönemimizin başlangıcı Sivrihisar’dır, Yunan oraya kadar gitti ”
dedikten sonra, Mekkî olan Kamer sûresinin Bedir
Savaşı20 ile ilgili ve Medine’de nâzil olan 3 âyetini ele
alarak bu seferki Türk-Yunan savaşı hakkındaki fikrini
beyan eder.
Kur’ân-ı Kerim 54/45-47: “Toplulukları dağıtılacak, yüzgeri edeceklerdir. Kıyamet günü onların buluşma zamanıdır. O ne korkunç, ne acı gündür. Doğrusu suçlular sapıklık ve çılgınlık içindedirler.”
Bu açıklamayı kaleme alan Emin bey 14 Eylül 1921 de
aşağıdaki mektubu Seyyid İsmetullah’a gönderir:
"Düşman kendisine vaad edilen yere kadar gitti; fakat oraya kadar gidişi kendisi için müsibetli, felâketli ve acıklı olacak ve geriye hakir ve rüsva olarak ve bozguna uğrayarak dönecektir. Kendilerini üstün zannederek, zayıf düşen vatan topraklarımızı basıp
20 Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem ile Mekkeli
müşrikler arasındaki 624 yılında yapılan ilk savaş
94 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
birçok facia ve mezalim icra eden ve cinayetlere cüret eden bu sefih millet, umumun teveccühünü kaybederek zillete düşecek ve kazandığı şehirler elinden çıkacaktır. Memleketlerine tamamen çekildikten sonra cemiyetleri inhilâl edecektir.
Gözümüzün müthiş gördüğü bu cemiyet, yani ordu, mağluben geri gideceklerdir. Karargâhlarına, yani memleketlerine, avdet ettikten sonra büyük ibtilâlara uğrayacaklardır. Ve devlet büyüklerinin hakkımızda kötü bir şekilde ortaya attıkları yalan ve iftiraların mahiyeti meydana çıkarak umumun nefretini üzerlerine çekeceklerdir. Aralarında zuhur edecek nifak ve tefrikalar sebebiyle birçok parçalara ayrılacaklardır."
Emin bey mektubuna şöyle devam etmektedir:
“Vaktiyle (Mustafa Kemal) Paşa’ya gönderilen livâ-ı
şerife hürmet ve Seyyid Hazretleri’ne ihlâs ve irtibatını
ne kadar muhafaza ederse kendisine ve ordusuna o
nisbetle fütuhat müyesser ve kalblerine sükûnet
tecelli edecektir. Paşa’nın ismi bu femm-i muhsinde,
kerem sahibi ağızda, dolaştıkça Allah’ın yardımı gerek
kendilerine ve gerekse ümmete refik ve muin
olduğuna bizim imanımız vardır. Seyyid-i Sâdât olan
bu pir-i âli şan, bu memlekette ve aramızda durdukça
selâmet ve istiklâlimiz emindir. 14.9.1921 ”
Kurtuluş Savaşı’nın başladığı günlerden beri sık sık
“Erinden başkumandanına kadar her rütbedeki asker teşvik bekler. Zafere inanmaları için aydınlık bir uc,
bir nokta görmeleri lâzımdır” diyen Seyyid Hazretleri,
İçel meb’usu Sırrı bey vasıtası ile Başkumandan’a o
95 Seyyid Ahmed Hüsameddin
günlerde bir mektup yollar. Bu mektupta mukavemet
etmelerini yâni dayanmalarını ve çekilmemelerini bildirir
ve zaferin ordumuza ait olacağını müjdeler.
Yüksek kumanda mevkiindekilerin çekilmeyi
düşündükleri bir sırada bu mektup, Paşa’nın eline
geçmiş olabilir. Savaşın bu kritik anında Mustafa Kemal
Paşa, ordunun ve düşmanın durumu konusunda Mareşal
Fevzi Çakmak ile görüştükten sonra çekilmenin iki üç
gün daha ertelenmesine karar verir.
Yunan birlikleri, 10 Eylül 1921 günü gerçekleştirilen
saldırıya karşı koyamadı ve bir yandan çatışmayı
sürdürürken öte yandan gizlice Sakarya'nın batısına
çekilmeye başladı. Türk karargâhı büyük bir dikkatle
sürdürülen bu harekâtı, bir köylümüzün karargâha
gelerek Yunan askerlerinin çekilmekte olduğunu
söylemesiyle üç gün sonra öğrendi. Bu tarih, Yunan
ilerlemesinin durması ve hezimetinin başlangıcı oldu.
İstanbul gazeteleri Sakarya Meydan Savaş’ından sonra
yeni zaferleri müjdeliyorlardı. Seyyid Hazretleri, günlük
gazeteleri muntazam bir şekilde takip ederlerdi.
Gazeteleri, Seyyid Ali Rıza ve ara sıra da Seyyid Mücteba
yüksek sesle okurlardı. Ordumuzun kazandığı zaferler
karşısında Seyyid Hazretleri sevinç ve memnuniyetini
açıkça belirtir, asker ve kumandanlarımızın galibiyetleri
için onlara hayır duada bulunurdu.
Anadolu’da Kurtuluş Savaşı devam ederken Seyyid
Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin evinde günlük hayat
96 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
her zamanki gibi sürüp gidiyordu.
Seyyid Mücteba, Seyyid Mûsâ Kâzım ve Seyyid Nureddin
bu yeni muhitte evlerine yakın olan Koca Mustafa Paşa
Mekteb-i İptidaisi’ne yani ilkokuluna yazıldılar. Bir gece
Seyyid Mûsâ Kâzım, din dersinde öğretmeninin
söylediklerini büyüklerine anlatıyordu: ’’Günahkârlar,
sırtlarında taşıdıkları odunlarla katran kazanlarını
kaynatıyorlarmış ve sonra Allah onları bu kazanlara
atıyormuş.” Henüz ilkokul ikinci sınıf öğrencisi olmasına
rağmen bunu şöyle yorumluyordu. ’’İnsanları Allah
yaratmış. Ne için kendi yarattığını yaksın? Sırtımızda
taşıdığımız odun değil olsa olsa kendi günahımız
olabilir. Bu ağır yükü dünyâda da taşıyabilirdik. Allah
âciz mi ki, günah işleyeni bağışlayacağı yerde onlara
eziyet etsin? Bunlar ancak insanların yapacağı kötü
şeyler olabilir.” Bunları dinleyen Seyyid Hazretleri, eşi
Gülsüm hanıma “Hocalarımızın, şu çocuklar kadar aklı
yok ” demişti.
Gülsüm hanım gençliğinde okuduğu kitapların tesiri ile
olacak ki bir gün Seyyid Hazretleri’ne, “Efendim, ben
cehennemden çok korkuyorum. Orada insanlar
hakikaten yanacak mı?” diye sormuş. Seyyid Hazretleri de
“Cehennemden korkulur mu hiç? Orası insanları,
günahlarından arındırarak pâk ve ulvî ruhların katına
yükseltecek bir yerdir. Elbisemiz veya gömleğimiz
kirlenirse ne yaparız? Temizleninceye kadar kaynatır,
çitiler veya tokaçlarız. Temiz olduğunu görünce de
katlar diğer temiz çamaşırların arasına koyarız.
97 Seyyid Ahmed Hüsameddin
Cehennem, işte budur. Burada temizlenen günahlar,
Cennet’teki temiz emsalleri seviyesine gelince oraya
gideceklerdir" buyurmuştur.
Eserlerin yeniden kaleme alınması
Bir gün Gülsüm hanım, Seyyid Mûsâ Kâzım’ı yanına
çağırıp gayet ciddî bir tavırla “Oğlum, baban aşağıda
sohbet ediyor. Ziyaretçileri her ne kadar kendisini ilgi ile
dinliyorlarsa da sonradan dinlediklerini unutuyorlar.
Babanın yorulması ve nefes tüketmesi boşa gidiyor. Şu
kâğıdı kalemi ah aşağıya git ve babanın söylediklerini
yaz.” diyerek onu Seyyid Hazretleri’nin yanına gönderdi.
Seyyid Kâzım odaya girdiğinde bir çok kimsenin sohbeti
büyük bir dikkatle dinlediğini gördü. Eniştesi Emin beyin
yanma oturarak, babasının söylediklerini yazmak üzere,
cebinden kâğıdını kalemini çıkardı Ancak ilkokul ikinci
sınıf öğrencisi ne yapabilirdi, Seyyid Hazretleri’nin o ağır
ifadelerini nasıl yazabilirdi? Hakikaten o daha yazmaya
başlamadan eniştesi elinden kâğıdı kalemi aldı ve
yazmaya koyuldu. Gülsüm hanımın ikazı ile başlayan bu
hareket, eserlerin yeniden ortaya çıkması için bir
başlangıç, bir nüve oldu.
Seyyid Hazretleri’nin devamlı ziyaretçileri arasında olan
Baytar Emin bey, o gün Damad Emin beyin yanında
oturuyordu. O da hemen cebinden küçük bir defter
çıkartarak sohbeti yazmaya başladı.
***
Baytar Emin bey, Seyyid Hazretleri gibi Sultan
98 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
II.Abdülhamit’in gazabına uğramış, Fizan’a kadar
sürülmüştü. Yüksek rütbeli bir subay olan Baytar Emin
bey, Yunan askerlerin Seyyid Hazretleri’nin Bursa’daki
evlerine geldikleri zaman da orada bulunanlar
arasındaydı.
Fizan’da bulunduğu sırada Emin beyin başından ilginç
bir olay geçer. Afrika’nın merkez ve batısında bulunan
Müslüman kavimlerin çoğu, inanç bakımından, Seyyid
Abdüsselâm Hazretleri’ne21 bağlı imişler. Emin bey de,
oradayken sürgün günlerinde teselli bulmak için bu zâta
bağlı kişilerin devam ettiği bir dergâha gidermiş. Bir
gece dergâhtan çıkıp evine dönerken arap çapulcular
yolunu keserler. Ölümle yüzyüze gelen Emin bey, “Yetiş
ya Abdüsselâm!” diye feryad eder. Bunu duyan araplar
onu serbest bırakıp giderler. Aradan seneler geçer, Emin
bey bu olayı unutur. Bir gün sohbette bulunduğu bir
sırada Seyyid Hazretleri, kendisine hitap ederek, Seyyid
Abdüsselâm’ın büyüklüğünden bahseder ve
“Oğlum, O büyük bir zât idi, seni kurtardı. Ama, bize
iltica etmiş olsa idin biz de seni kurtarırdık.” der. Emin
bey, daha sonraları ailesine “Bu hadiseden Seyyid
Hazretlerine bahsetmemiştim Bu ne büyük bir
tasarruftur ” diyerek olayı anlatmıştır.
Buna benzer bir olay da Bandırmalı Halit ustanın
21 Peygamber soyuna mensup olan Seyyid Abdüsselam el-
Esmer (1475-1574) Trablusgarp’ın Zelitan bölgesinde
nyaşamış ve Kuzey Afrika’da etkili olmuş bir sûfidir. Türbesi
hâlâ önemli bir ziyaretgâhtır.
99 Seyyid Ahmed Hüsameddin
başından geçmiştir. Yunan işgali sırasında şehirdeki iş
yerini kapatan Halit usta, Manyas ve havalisinden aldığı
koyun ve kuzuları İstanbul’a getirip satarmış. Çok
yorgun olduğu bir gece, çobanlarına uyumamalarını sıkı
sıkı tembih ettikten sonra kendisi uyumuş. Çobanlar da
yorgun olacaklar ki onlar da uyuyakalmışlar Halit Usta
sabaha karşı alacakaranlıkta uyanınca bakmış ki çobanlar
uyuyor ve ortalıkta ne koyun var ne de kuzu. Çerkez
eşkiyanın ve çapulcuların o havalide hâlâ hüküm
sürdüğünü bilen Halit Usta, korktuğuna uğradığını
anlıyor. Bir müddet civarda koyunlarını arıyor,
bulamayınca da yüksek bir yere çıkarak avaz avaz ‘Yetiş
Seyyidim!” diye bağırıyor. Bir müddet sonra, bir kaç atlı
geliyor ve onlara burada ne aradıklarını soruyor. Halit
usta da sürüsünü kaybettiğini söylüyor. Bunun üzerine
gelenlerden biri diğerlerine, ”Ben herkesin malına
dokunulmaz demedim mi size! Hemen gidin bu adamın
sürüsünü kendisine teslim edin.” diyor. İstanbul’a
gelince ilk iş olarak ziyarete geliyor. Seyyid Hazretleri
hatır sorduktan sonra Halit ustaya,
"Oğlum, başınız daraldığı zaman bize iltica edin,
dediysek dağların başına çıkarak sabah
karanlığında avaz avaz bağırın demedik size . Yavaşça
da söyleseniz biz duyarız.”
diyerek hem iltifat ve hem de tatlı bir şekilde ikaz
ediyorlar.
Beşiktaş’a taşınma
100 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
1922 yılının ilk günlerinden birinde ev sahibinin yaptığı
saygısız bir hareket karşısında Seyyid Hazretleri anî bir
kararla evden ayrılmak istediler. Savaş yıllarında
yoksulluk içinde yaşamaya çalışan fakir halka manevî bir
destek vermek istercesine, ”Hâdim-ül fukara” lakabının
icâbı bu köhne semtte oturmayı tercih etmiş olan Seyyid
Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin başka bir semtte
taşınmayı arzu etmesi memleketin barışa ve refaha
kavuşacağına dair bir müjde idi. Şerafeddin Ünder’in
hemen o gün Beşiktaş’da bulduğu eve akşamüstü
taşınıldı. Saray mensuplarından birine ait olan sarı
boyalı, kâğir, iki katlı bu ev Valide Çeşme’sinin üstündeki
sokağın nihayetinde bulunuyordu. Ihlamur sırtlarına
hâkim güzel manzarası ve değişik görünüşü ile önceki
evlerden çok farklı idi. O zamanlar İstanbul’un, değil her
evinde, ancak bâzı semtlerinde elektrik vardı. Fatih
yangınında yanan konakta olduğu gibi bu evde de
elektrik tesisatı bulunuyordu.
Seyyid Hazretleri, fırsat buldukça oğulları ile otomobil ile
gezilere çıkıyorlardı. Bu gezilerde Şerafeddin Under
tarafından çekilen fotoğraflar, bugün elimizde kalan çok
kıymetli hatıralardır.
Altı ay kadar kısa bir süre kalınmasına rağmen bu ev,
hayatın mutlu bir dönemine sahne olmuştur. Seyyid Ali
Rıza’nın evlenmesinden sonra küçük Seyyidlerin sünnet
düğünleri ile aile, bir mürüvvet daha görmüştür.
11 Haziran 1922 deki sünnet düğününde eve sinema getirilmesine izin veren Seyyid Hazretleri, bu fikri ortaya
101 Seyyid Ahmed Hüsameddin
atan Şerafeddin Ünder’e, “İyi olur oğlum, biz de görürüz.
” diye ilgisini ifade etmiştir. Seyyid Mûsâ Kâzım o günkü
hâtıralarını şöyle dile getiriyor: ”Bu gün bende kalan
intiba, ne filmi aydınlatmak için kullanılan karpit
lambasının pis kokusu ne de filmin konusudur. Babamın
büyük bir dikkatle filmi seyretmesi ve ilgilenmesi hâlâ
gözlerimin önündedir. Bu sözlerim bu gün hiç bir anlam
taşımaz; çünkü sinemaya gitmeyen, filim seyretmeyen
kimse kalmadı artık. Fakat dün böyle değildi. Sinemayı
bırakın, fotoğraf çektirmek bile bazı kesimlerde küfür
sayılıyordu. Kuru taassup, din kurallarının üzerinde
tutuluyordu. Halbuki babam, medeniyetin icaplarını ve
getirdiği yenilikleri büyük bir titizlikle takip ediyordu.
Bisiklete şeytan arabası denilen bir devirde otomobil
almış, fotoğraf çekmenin ve çektirmenin haram sayıldığı
zaman kendi eliyle bana fotoğraf makinası hediye
etmişti. Şerafeddin ağabey, babamın fotoğrafını çekmek
için izin isteyip bir sakıncası olup olmadığını sorduğunda
babam cevaben “Çek oğlum hiç bir mahzuru yoktur. Bu bir surettir. Ancak bizim cahil kalmış halkımız karşılarına kor da putlaştırırlar, ondan korkarım.” buyurmuşlardır.”
Bir gün Seyyid Hazretleri, Şerafeddin Ünder’e “Oğlum
Şeref, pek sıkıldım. Biraz dolaştır beni” der. Otomobille
Ihlamur semtine gidilir. Seyyid Hazretleri bu güzel
ortamda bir süre dinlenmek isteyince civardaki evlerin
birinden bir koltuk temin edilir ve ağaçların gölgesine
yerleştirilir. Bir aralık Seyyid Ahmed Hüsameddin
Hazretlerinin yüzüne güneş gelir. Yanlarında bulunan
102 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
Ayân Halil efendi, “Efendim, yüzünüze güneş geldi;
müsaade ederseniz koltuğu çekelim.” der. Bu söz
üzerine Seyyid Hazretleri, “Oğlum Halil, o da bize
müştak, bırak da nasibini alsın” buyururlar.
Seyyid Hazretlerinin bu hâlini tesbit etmek için fotoğraf
çekmek isteyen Şerafeddin bey, Seyyid Ali Rıza beyin
iznini alarak hemen Beşiktaş’daki atölyesine gidip
fotoğraf makinasını getirir. Seyyid Hazretlerinin bu gün
elimizde bulunan ve kıymetli fotoğraflarından biri olan
koltuktaki pozunu böylece tesbit eder.
Yine o günlerden birinde, Seyyid Ahmed Hüsameddin
Hazretleri’nin bir başka fotoğrafı daha çekiliyor. Seyyid
Ahmed Hüsameddin Hazretleri, oğullan Seyyid Ali Rıza,
Seyyid Mücteba ve Seyyid Kâzım ile torunu Seyyid
Nureddin ve damadı Emin bey olduğu halde Şerafeddin
Ünder’in kullandığı otomobil ile Bakırköy’e giderler.
Bugün Bakırköy’ün denize yakın yerinde Ataköy’e olan
sınırının batısı, o tarihlerde, baruthane arazisi idi ve
burası işgal kuvvetlerinin kontrolü altındaydı. Zırhlı
otomobiller, kamyonlar ve bunların çektiği toplarla dolu
olan bu alanda güvenlik önlemleri çok sıkı idi. Yolun
sonunda, işgal altında bulunan barut fabrikasının ve
kumandanlığın nizamiye kapısının iki yanında nöbetçiler
ve yol üzerinde de çift barikatlar vardı.
Kapıya yaklaşılınca Şerafeddin bey, Seyyid Hazretlerine
“Ne tarafa gidelim efendim?” diye sordu “Doğru götür
oğlum” tâlimatını alınca o da tereddütsüz nizamiye
103 Seyyid Ahmed Hüsameddin
kapısına yanaştı. Nöbetçi askerler herhangi bir şey
sormadan telaşla barikatları açtılar. Böylece içeri girilerek
deniz kenarına kadar ilerlendi. Genç Seyyidler, bir süre
deniz kenarında neşe içinde oyalandılar. Şerafeddin
Ünder bu firsatı kaçırmak istemedi ve fotoğraf
makinasını hazırlayarak burada da bir fotoğraf çekti. 22
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri geldiğini ve izin
almadan içeriye girdiğini gören kimi Hintli, kimi Sudanlı
sömürge askerleri otomobile 10- 15 metre kadar
yaklaşarak, toplanmaya başladılar Seyyid Hazretleri
bunların İngiliz askerleri olduğunu öğren ince onlara “İyi bakın, düşmanınızı tanıyın. Buradan sizi ben atacağım”
buyurdular.
1922 yılında okullar tatil olunca ailece Bursa'ya gidildi.
Sivrihisar ve civarı düşmandan kurtarıldığı için yollar
daha emniyetli idi. Bu bakımdan Seyyid İsmetullah ve
ailesi de Bursa’ya geldiler. Seyyid Tahsin zaten
Bursa’daki evde oturuyordu. Böylece bütün aile yaz
aylarını beraber geçirmiş oldu.
22 Kitabın baş tarafındaki fotoğraf, Seyyid Hazretlerinin
otomobilin içinde çekilen bu fotoğrafından alınan bir
portresidir.
104 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
MUSTAFA KEMAL PAŞA'YA MEKTUPLAR
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin, Mustafa
Kemal Paşa’ya olan ilgisi, daha o, ünlü bir subay olarak
halk arasında tanınmadan çok önce başlamıştı. Seyyid
Hazretlerinin, Trablusgarp’da yazdığı ve kitabımızın ön
sahifelerinde yer alan şiirinde, ülkeyi kurtaracak olan
zâtın 1881 de zuhur edeceğine işaret vardı. Bilindiği gibi
1881 Mustafa Kemal’in doğum tarihidir. Şiirdeki “Başını
hırkaya çekmiş şol yatan arslana bak” mısraı, Mustafa
Kemal’in Kocatepe cephesindeki, fotoğraflara yansımış
bir görüntüsünü sanki tasvir etmektedir. Hatırlanacağı
gibi Mustafa Kemal’in kaputuna sarılarak dinlendiği bir
anı yansıtan resim, bu dizelerin gerçekleşmesi hâlidir.
1922 yılında Seyyid Hazretleri’nin, Mustafa Kemal’e
gönderdiği diğer bir mektubunda Farsça yazılmış bir şiir
vardı
Çi gâm divâr-ı ümmet râ
Ki dâred çün tu peşt-i bân
Ki pâk ez mevc bahrân râ
Ki bâşed Nûh keştibân
“Sizin gibi âli bir kumandan sefıne-i Ehl-i Beyt
muhabbeti mıntıkasına dahil olunca emvâc-ı mesaibden
ne zahmet çeker” anlamına gelen bu dörtlüğü bizzat
kendisi Türkçe olarak açıklamıştır. Bugünkü Türkçemiz
ile sadeleştirdiğimizde Seyyid Hazretleri’nin Mustafa
105 Seyyid Ahmed Hüsameddin
Kemal Paşa’ya şöyle iltifat ettiğini görüyoruz: ”Sizin gibi yüce bir kumandan Ehl-i Beyt muhabbeti gemisine dahil olunca, felâket dalgalarından asla zahmet çekmez?”
Aynı yıl gönderdikleri başka bir mektupta “Uzun zamandan beri milletin felâketten kurtuluşu ve iyiliği
ile uğraşıyorsunuz” sözlerinden sonra zaferin yakın
olduğunu bildiren müjdeyi vermiştir. Bu mektup,
İstanbul-Çanakkale mevkii müstahkem kumandam
Miralay Şevket bey vasıtası ile Mustafa Kemal’e
verilmiştir.
Seyyid Hazretleri tarafından, 1923 de Baytar Emin beye
dikte ettirilerek yazdırılan ve önemli hususlara dikkat
çekilen uzun mektup, Baytar Emin beyin notları ile
beraber aşağıya alınmıştır.
“H. 1339 tarihinde Cenâb-ı Seyyid Ahmed Hüsameddin
Hazretleri’nin Kemal Paşa’ya irsâl ettiği mühim mektubu:
“Sinn-i şeyhuhetimiz arıza tahrir ve takdim etmeye
mâni olmakla beraber bilvâsıta bâzı mektuplar takdim
olundu. Bu kerre bu meveddetnâmemle ihtimam
edilerek bâzı noktalar üzerine nazar-ı dikkatinizi celp
etmek istiyorum.
"Hakkal ümerâ alel ulemâ ennasıhatü vedduâ"
medlulünce duâ ve himmetimiz dâim ve sâbıttir.
Ümmetin halâsı ve itisamına ait hizmete zât-ı âlileri
mânen memur ve intihab olunduğunuzdan Cenâb-ı
Hakk Hazretleri muininizdir. Bununla beraber
106 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
düşmanlarınızın ittifak etmesine meydan
verilmemelidir. Zira, İngilizlerin takip ettikleri gaye
Türkleri, Küçük Asya’dan çıkartmak ve kuvvetlerini
kırmaya mâtufdur. Memleketimizden kaçanları deniz ve
kara tariki ile üzerimize sevk ve tasallut ettirmek için
hazırlanıyorlar. Bastığınız yerlere sizi muhafaza edecek
bir surette metanet ve kuvvet veriniz. Kapıları gayet iyi
pekitleyiniz. Yani Çanakkale’ye hâkim olunmasına
dikkat buyurunuz. Ondan sonra nazarınızı şarka
çeviriniz. İhtimam buyurulması hakkında tavsiye
ettiğim noktalar bize malum ve işaret olmuştur. Bu da
“El ilhâm-ü leyse min esbâbil ma’rifeti' kavli “
kabilinden olup lüzumunda ona göre âmil olursunuz.
Zât-ı âlileri evlâd-ı mânevîyemizsiniz. Gönlümüz bir
mıknatıs ibresi gibi nereye gitseniz sizi takip eder.
Muhibbiniz olan bu pir-i faninin şu sözlerini
ehemmiyetle dinleyiniz. Hürmetlerimi ithaf ve
muvaffakiyetinizi temenni ve duâ ederim”
Bu mektup, H.1339 (1923) tarihinde ihvanımızdan Afyon
meb’usu Vasfi bey vasıtasıyla Gazi Paşa Hazretleri’ne
takdim olundu. Femm-i saadetlerinden çıkan sözleri
tesbitle bu mektup tarafımdan zapt ve tahrir edildi.
Nutuk buyurduğu iki cümle her nasılsa idhal ve ilâve
edilmedi. Bu cümleler şunlardır: ”Karadeniz’in selâmeti
elinizdedir. Bizden çıkanların bir daha girmemesi için
Boğaz’ı kapatınız. Kapıyı iyi pekitlerseniz fenalıklar akîm
[neticesiz, kısır, beyhûde; boş.] kalır.”
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri günlük
gazetelerden ordumuzun harekâtını her gün takip
107 Seyyid Ahmed Hüsameddin
ediyordu. 22 Ağustos 1922 tarihinden başlayıp 9 Eylül
1922 günü İzmir’de sona eren onbeş günlük
kovalamadan sonra istilâcı kuvvetlerin denize dökülmesi
olayı memleketimizde hakikî bir bayram yarattı.
Cerrahpaşa’daki evin alınışı
1921 de Bursa’da bulundukları günlerde Seyyid
Hazretleri, İstanbul’da yeni bir ev aldılar çünkü kira
evlerinde dolaşmaktan sıkılmışlardı. Okulların açılma
tarihine doğru Gülsüm hanım, yeni evin temizlik ve bâzı
ufak tâmirat işlerini yaptırmak için çocuklarla beraber
İstanbul’a döndü.
Cerrahpaşa semtinde, Çardaklı Hamam sokağındaki ev,
eski Bahriye Nâzırlarından birine aitmiş. Hastahanenin
hemen yanındaki bu büyük konak, harem ve selâmlık
olmak üzere iki kısımdı ve her iki cephesinde de bahçesi
bulunuyordu. Konak, sokağa adını veren Çardaklı
Hamam’ın yerine inşa edilmiş olduğundan zemin katta
gayet büyük taşlıklar vardı, içinden künkler geçen kaim
duvarlı soğukluk kısmı hâlâ duruyordu. Üst katın bir
bölümü soğukluğun bâzı odalarının yüksek kubbeleri
üzerine inşa edilmişti. Evin etrafı yüksek duvarlarla
çevrili idi. Çardaklı Hamam sokağı evin iki yanını
kuşatıyordu. Dar cephesinde fakir bir ailenin küçük evi
ve bahçesi, diğer tarafında ise gazeteci ve meşrutiyet
devrinin siyasîlerinden Ali Kemal’in evinin geniş bahçesi
yer alıyordu.
Evin ön bahçesi güzel tanzim edilmişti. Büyük bir havuz
108 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
ve üzeri kapalı bir de kuyu vardı. Kuyunun suyu acı
olmakla beraber çok fazla idi. Tahminen bir zamanlar
hamamın suyu buradan veriliyormuş. Derinliği 11 kulaç
olan kuyunun çapı 4 metre idi; içi tonoz örülü ve üst
tarafı kemerlerle kapatılmıştı.
Evin üst katından, Sultan Ahmed ve Ayasofya camileri
dahil Marmara Denizi geniş ölçüde görülürdü. Mehtaplı
gecelerde, adaları da içine alan gümüşten bir şerit eve
doğru uzanır ve mehtabın devamı boyunca hiç
kaybolmazdı.
Onarım, boya ve benzeri işler tamamlanınca ev, güzelce
döşendi. Artık yangın sonrası derbederliğinden
kurtulunmuştu. Seyyid Hazretlerinin Bursa’dan
gelişinden sonra ev şereflendi. Bütün aile şimdi bu evde
toplanmıştı.
Bu günlerde Anadolu’muz düşman istilasından
kurtulmuştu. Ankara Hükümeti yeni bir devlet kurmaya
çalışırken, yokluk ve sıkıntıya rağmen halkımız
yarınından emin oluşun mutluluğu içindeydi. Seyyid
Hazretlerinin Türk milleti hakkında bir temennisi vardı.
Bu, temenniden ziyade, milletimiz için bir müjde idi:
“Güneşin şarktan doğuşu gibi bundan sonra medeniyet de şarktan doğacaktır ve Türkler de lâyık oldukları mevkii alacaklardır.”
Seyyid Hazretleri de memleketin bu çoşkusuna uyarak
Fatih yangınından sonra ilk defa olarak Kur’ân’ı Türkçe
olarak takrir sûretiyle yazdırmaya başladı. O gün hangi
sûre yazılacak ise o sûreden bir âyet okunur, gözleri yarı
109 Seyyid Ahmed Hüsameddin
kapalı, belki de murâkabe hâlinde koltuğunda oturan
Seyyid Hazretleri âyetin mânâsını söylerdi. Bu sırada
Seyyid Ali Rıza, damad Emin bey veya kâtiplerden biri tek
harf kaçırmadan not ederlerdi.
Daha sonra Seyyid Hazretleri’nin istirahati zamanında
not alanlar bir araya gelirler, tutulan notları
karşılaştırırlar, fikir birliği olunca notlar büyükçe bir
deftere temize çekilirdi. Şayet notlar arasında bir farklılık
olursa ertesi gün, öğrenmek istedikleri yeri sorarlardı.
Ancak Seyyid Hazretleri, aynı âyeti daha değişik
ifadelerle tekrar anlatırlardı.. Bu sûretle Amme cüzü
tamamlandı ve “Mezâhir-ül Vücûd Alâ Menâbir-üş
Şühûd” adı altında baskıya hazırlanan ilk kitap oldu.
Taş baskı tekniği ile basılan kitabın bir kısmı ciltlenerek
satışa çıkarıldı, bir kısmı da sahifeler hâlinde eve getirildi
ki bunlar, burada formalar şekline getirilerek abonelere
postalandı. Henüz on yaşında olan Seyyid Mûsâ Kâzım
bu işleri görev bilmiş, severek yapıyordu. “Matbaadan
gelen baskıların taze mürekkep kokusunu hâlâ dün gibi
duyar ve hissederim.” demektedir.
Bu kitabı okuyan, Antep’in ileri gelen bocalarından biri,
ilk formayı eline alarak “Şuna bakın, kunduracı ustasını
Allah yapmış ” diye çarşı içinde ulu orta konuşmaya
başlamış. Damad Emin bey bu olayı öğrenince Seyyid
Hazretleri’ne “Efendim, müsade ederseniz dâva açalım
mı?” diye soruyor. Seyyid Hazretleri buna cevaben
“Oğlum! Bizim cahillerle uğraşacak vaktimiz yok Onlar rab kelimesinin lügat anlamını bilmezler. Ama
110 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
kendilerini her işte erbab sanırlar” buyurmuştur23
Seyyid Hazretleri hocaların bilgilerini eleştirir, böyle
insanların yetiştirdiği kimselerden hayır gelmeyeceğini
açıkça ifade ederlerdi. Değil böyle cahil hocaların, ilim
adamı vasfını taşıyan nice insanın bile eşyânın hakikatine
inememiş ve satıhta kalmış olduğunu söylerlerdi.
Sohbetlerinde bulunan biri; Seyyid Hazretleri’nin
kendisine “Oğlum, her gelen bizden dünyâ istiyor.
İlmimizi talep eden çıkmadı aralarından” dediğini
anlatmıştı. Hakikaten halkımız yalnız dış görünüşe itibar
ediyor. Şayet millet olarak eşyanın görünüşünü bırakıp
mahiyetine; ilmin safsatasını terk edip hakikatine
inmesini bilseydik bugün geri kalmışlıktan kurtulur,
çağdaş medeniyet seviyesine ulaşırdık. Tutucu ve cahil
şeyhlerin ortadan kaldırılması ve onların kara kaplı hiçbir
işe yaramaz kitaplarının bugünkü nesil tarafından
okunamaz hâle gelmesi maalesef çok bir şey ifade
etmedi. Halkımızın dine olan sonsuz saygı ve inanışı
yüzünden yeri ilmî bir şekilde doldurulamayan boşluk
yeni yobazların türemesine sebep oldu.
Kitap çalışmaları devam ederken bir taraftan da Seyyid
Hazretleri gelen ziyaretçilere irşad edici sohbetlerde
bulunuyorlardı. Bu sohbet toplantılarında bulunan
Lutfullah (Baydoğan) anlatmıştı. ”Bir gün Seyyid
Hazretleri’nin sohbetlerinde bulunuyorduk. Bir aralık
sohbeti keserek durdular. Sonra, “Muhiddin-i Arabi Hazretleri büyük zâttır. Şayet onun devrinde olsaydım
23 Erbab kelimesi, rab kelimesinin çoğul hâlidir.
111 Seyyid Ahmed Hüsameddin
talebesi olurdum. Ancak o şimdi bizim devrimizde bulunsaydı öğrencimiz olurdu. Zira kendisine Kur 'ân 'in bir sûresinin, ihlâs sûresinin mânâsı verilmiştir.
Halbuki bütün Kur'ân bize tevdi kılındı.” buyurdular.
Yanlarından ayrıldıktan sonra huzurunda bulunanlara
“Seyyidimizin bu sözü hangimize aittir?” diye sordum.
Ziyaretçilerden biri “Acaba, Muhiddin-i Arâbî mi yoksa
Seyyid Hazretleri mi büyük, diye düşünüyordum ki, ben
cevâbımı aldım.” demiştir.
Günler gelip geçiyordu. Anadolu düşman istilasından
kurtulmuştu. Ancak bütün yurdu saran bu yangından
neler kurtarılmıştı, yüzlerce senelik ihmalden sonra
Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazı arasında işe yarar
neler kalmıştı? Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin
Cumhuriyet’in ilânına rastlayan günlerdeki üzüntü ve
temennilerine değinmekte yarar var.
Osmanlı İmparatorluğu’nda fen, sanat ve ticaret
çoğunlukla azınlıkların elinde idi. Müslüman halk daha
ziyade memuriyet veya ziraatle uğraşırdı. Özellikle
Anadolu’muzdaki halkın geri kalmışlığı Seyyid
Hazretlerine üzüntü veriyordu. Onların eğitilmesi
konusunda hassasiyetle duruyordu.
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri eserlerinde ağır
İlmî ifadeler kullanmasına rağmen “Edvâr-ı Âlem Maaz-ı
Cismim”24 adındaki kitabında, yazı dilini köylümüzün
24 Türkçeleştirildi orijinal metinde konu yarım kaldığı için
M. Kâzım Öztürk’ün “Edvâr-ı Alemden Parçalar” adlı kitabına
bu bölüm alınmamıştır.
112 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
anlayabileceği konuşma tarzına kadar sadeleştirerek,
onları aydınlatmaya ve uyarmaya çalışmıştır.
Bu eserde ziraat ile uğraşan köylümüze aralarında
birleşerek üretim ve tüketim kooperatifleri kurmalarım,
yetiştirdikleri ürünü bir araya getirerek
kıymetlendirmelerini tavsiye ediyordu. Böylece ihtiyacını
duydukları herşeyi kendi paraları ile alacaklarından
tefecilere muhtaç, dolayısı ile onların esiri olmayacakları
bildiriyordu.
Bu kıymetli kitaptaki köye ve köylüye ait kısımlar, 1914
yılında neşredilmeye başlanan ve 15 günde bir çıkan “El
Mirsad” dergisinde Türkçe olarak yayınlandı. Ancak
derginin yayın hayatı fazla uzun sürmedi; sadece 23 sayı
neşredildi I. Dünyâ Savaşı’nın getirdiği zorluklar
karşısında derginin yayınına, sonra devam edilmek
üzere, ara verildi Büyük bir talihsizlik olarak “Edvâr-ı
Âlem” adlı bu kitap, Fatih yangınında kül olan eserler
arasında bulunduğundan yukarıdaki konu maalesef
yarım kalmıştır.
Seyyid Hazretleri ’ni üzen ikinci husus öncekinden daha
büyüktü. Bu, milletimizin ilim ve bilgi bakımından
çağdaş toplumlardan çok geri kalmış olması idi. Bunun
bütün sorumluluğunu ilmiye kisvesi altındaki yobaz
hocalarda buluyordu. “Medreselerde ben böyle dedim, o şöyle dedi gibi sözlerden başka ciddî bir şey öğretmiyorlar çocuklarımıza. Yabancılar müsbet ilimleri talim ederken biz safsata ile vakit geçiriyoruz.”
şeklinde üzüntülerini bildiriyorlardı. Ayrıca tekkeleri
113 Seyyid Ahmed Hüsameddin
yobaz ve cahil hocaların buralarda, halkımızı gerilik ve
uyuşukluğa alıştırdıktan bir yer oldukları için zararlı
görüyorlar ve "'Yeni hükümetin ilk işi tekkeleri ve
zaviyeleri 25 kapatmak olmalıdır” diyorlardı.
Gençlerimizi fen ve sanatta ciddî şekilde eğiterek çağdaş
medeniyet seviyesine yetiştirecek müesseselerin
kurulmasını arzu ediyorlardı. Toplumun medenî bir
şekilde yaşaması için ilim ve sanata ağırlık verilmesini
aksi takdirde milletin perişan olacağını bildiriyorlar ve
“Yeryüzünde mevcudiyetimizi isbat edemezsek mülk
ve milletimiz hüsran içinde kalacaktır” diyerek
gençlerimizi iyi yetiştirmeleri için yetkilileri ikaz
ediyorlardı
Cumhuriyet'in ilânı
1921 yılı memleketimizin kaderini tayin eden mutlu bir
yıl oldu. Millî sınırlarımız fiilen tayin edildi. Ankara
Hükümeti’nin adı Türkiye Cumhuriyeti olarak değiştirildi.
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri "Cumhuriyet devri Ehl-i Beyi devridir. Bu devirde Ehl-i Beyt’in kadri
bilinecektir” buyurmuşlar ve bunu daha sonraları sık sık
dile getirmişlerdi.
Padişahlık resmen sona ermişti. (Daha sonra 3 Mart
1924 de Hilâfet müessesesi de ilga edildi.) Memleketin
sathı sefalet ve ıztırab içinde olmasına rağmen ufukları
ışıl ışıl parlıyor ve yarın için ümit veriyordu.
25 Zaviye: Hücre, küçük oda demektir Tekkenin küçüğüne
verilen addır.
114 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin, cumhuriyetin
ilânından 20-25 sene evvel Trablusgarp’ta kaleme aldığı
“Tefsır-i Kebir” adlı eserinde Kehf sûresinin 26
yorumunda devlet idaresinden, cumhurbaşkanlığından
hattâ başkanlık sisteminden bahsedilmiştir. Fatih
yangınında yanan eserin “Makasid-i Şuhud” ismi ile
Türkçe olarak ikinci kez yazımında bu önemli konu
tekrar ele alınmıştır. Cumhurbaşkanı olarak seçilen
kimsenin kendi kültürü oranında memlekete ve millete
kültür getireceğini ifade eden Seyyid Ahmed
Hüsameddin Hazretleri, insanların maddî ve mânevi
alanlarda edindiği bilgiler nisbetinde medenî olacaklarını
ve hayatın medeniyette olduğunu bildiriyordu.
“Medeni olabilmek için, medeniyetin gereklerinden olan ahlâk, ilim, eğitim, sanat, ticaret gibi memleketin ilerlemesini, mutluluk ve barış içinde olmasını gerektiren şeylerde erginliğe ve ilmin derinliğim varılmalıdır. Çünkü bunlar medeniyetin güvenilir rehberleridir. Bunlar olmadıkça medeniyet yollarında ilerlenemez ”
Seyyid Hazretleri’nin bu konuda ifade buyurdukları bir
kaç özlü sözünü bir kere daha tekrarlamakta yarar var.
“Milletin, fen ve sanatın her şubesinde asrın
ilerleyişini takip ve tetkik ederek ve bunlardan
faydalanmaya çalışarak ekonomik bakımdan kuvvet
ve güç kazanması lâzımdır. "
26 M Kâzım öztürk. Kur’ân’m 20. Asra Göre Anlamı, cilt III.
1980 Ayyıldız Matbaası
115 Seyyid Ahmed Hüsameddin
“Milletin, ekonomik işlerde, cemaatleri ayırmaksızın
onlara yardım ve koruma elini uzatması, insanlığın
belgesi ve medeniyetin hakikatidir."
Güneş Yılı
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin üzerinde
önemle durdukları bir konu da ay yılı yerine güneş yılının
kullanılması hususu idi.27 Kur’ân 9/36: ’’Allah’ın gökleri
ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah’a göre ayların
sayısı onikidir. Bunlardan dördü hürmetli aydır.28 Bu
dosdoğru bir nizamdır...” Seyyid Hazretleri, bu âyete
dayanarak, güneş yılının dünyânın gerçek düzenine
uygun olduğunu eserlerinde bildirdikleri gibi
sohbetlerinde de bu konuyu sık sık dile getirmişlerdi.
Bu konunun önemini belirtmek için kasa bir açıklamaya
gerek vardır.
Feyyaz-ı Mutlak’m bütün yaratılmışlar üzerindeki etkisi
güneşten gelen feyzler vasıtası iledir. Güneş ile tabiat
arasındaki doğal bağ zaten buna kesin bir işarettir.
Tabiat olayları, çoğunlukla, ay takviminin düzenine
uygun olarak gerçekleşmez. Bitkilerin gelişmelerini,
hayvanların yavrulamalarını kuşların göçlerini
27 Daha geniş bilgi için: M.Kâzım Öztürk ’Tevil” ve aynı yazarın
“İslâmda Kutsal Günler ve Geceler”adlı eserine baş vurulabilinir.
28 Hürmetli (Harâm) aylar Kamerî yılın birbirini takip eden
Zilkade, Zilhicce, Muharrem ayları ile İslâm öncesi Mukat
kabilesi tarafından kutsal sayılan ve Cemaziyelevvel ve Şaban
aylan arasında yer alan Recep ayıdır.
116 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
meteorolojik olayları düşünün hepsinde İlâhî bir takvim
düzeni vardır. Seyyid Hazretleri, “Mezâhir-il Vücûd” adlı
eserinde, Tekvîr sûresi’nin meâlinde bu konuya geniş
şekilde yer vermektedirler.29
İslamiyet’ten önce Mekke, önemli bir ticaret şehri idi. Bu
ticareti genellikle Yahudiler idare ederlerdi. Bizans
topraklarından, doğudan veya Afrika’dan gelen tüccarlar
Mekke ve civarında kurulan panayırlarda buluşurlardı.
Panayır tarihlerini Yahudi tüccarlar tesbit ederler; gerek
bedevilere ve gerek şehirlerde yaşayanlara herhangi bir
yerde kurulacak olan panayırın zamanını bildirmek için
gökteki ay’ı işaret olarak gösterirlerdi. ”Ay hilâl
şeklindeyken buradaki panayıra” veya “Üç dolunay
geçince şuradaki panayıra gidilecek” diye haber
verirlerdi.
Ay takviminde aylar 29 ve 30 günlüktür. Bu bakımdan ay
yılı, güneş yılından 10 gün eksiktir ve gerçek düzene
yâni güneş takvimine uymadığı için belirli sürelerde bir
ilave ay eklemek sureti ile devamlı düzeltmeye ihtiyaç
gösterir.
İslâmiyetten sonra da bu durum bir süre daha devam etti
Ancak, yıl düzeltmeleri için konulan ilâve ay’ı, kötü
düşünceli kişiler savaşmanın yasak olduğu haram ayların
arasına sokmakla hacc zamanında hacıların yolunu
keserek soygunculuk yapmak ve cinayet işlemek gibi
kötü amaçlarına âlet ettiler. Bu itibârla Tevbe sûresinin
29 M.Kâzım Öztürk.”Kur’ânın 20 Asra Göre Anlamı” cild l ,s.322
117 Seyyid Ahmed Hüsameddin
37. âyeti vahyolundu. Kur’ân (9/37): “Sapıtmak için
hürmetli ayların yerlerini değiştirip geciktirmek küfürde
gerçekten ileri gitmektir. İnkâr edenler Allah’ın haram
kıldığı ayların sayısını uydurmak için, onu bir yıl haram,
bir yıl helâl sayıyor, böylece Allah’ın haram kıldığını helâl
kılıyorlar. Kötü işleri kendilerine güzel göründü. Allah,
inkâr eden toplumu doğru yola eriştirmez.” Bu âyet, ilâve
ayın kaldırılması için Cenâb-ı Hakk’m kesin bir emri idi.
Nitekim, Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem),
Hicret’in altıncı senesinin Zilkade ayında Umre hacc’ı
yapmak istemişti. Kureyşliler buna mâni olduğundan
aralarında Hudeybiye anlaşması imzalanmış ve hacc
görevi bir sonraki yıla bırakılmıştı. Peygamberimiz, Vedâ
Hacc’ında söylediği son hutbede de Tevbe sûresinin 36.
âyetini tekrarlayarak, ayların arasına ek ay konulmaması
konusunda müslümanları bir defa daha uyarmıştır.
“Geçen sene Zilkade ayında hacc yaptığınız halde
Zilhicce dediniz...” Bakara sûresi’nin 194. âyeti de bunu
teyit eder. “Haram olan ay haram olan ay bedelindedir,
hürmetler karşılıklıdır...”
Ayların yerlerinin değiştirilmesi, Peygamberimizin
(sallallâhü aleyhi ve sellem) Hakk’a yürümesinden 7 sene
sonradır. Bu yüce Peygamberin dünyâyı şereflendirdikleri
gün, ilk vahyin gelişi, ve vefatı tarihleri kesin olarak
bilinirken Mekke’den çıkmaya zorlanışı ve Medine’ye
göçünün böyle önemli bir konu için seçilmesi son derece
üzücü ve aynı zamanda hayret vericidir.
Seyyid Hazretleri’nin güneş takviminin kullanılması
118 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
husûsundaki düşünceleri, vefatlarından bir kaç ay sonra
genç cumhuriyetin ilk devrimlerinden biri olarak
gerçekleşti ve Hicri takvim kullanımdan kaldırıldı.
Memleketimizde, dinî konularda hâlâ ay yılının
kullanılması, haram ayların mevsimlere göre yerlerinin
değişmesine sebep olmaktadır ve bu durum Kur’ân’ın
9/37. âyetine ters düşmektedir.
(Osmanlı İmparatorluğu’nda Hicret’i başlangıç kabul edip
Ay Yılı’nın kullanıldığı Hicrî- Kamerî takvim geçerli idi.
Bunun yanı sıra, 1840’dan itibaren, yine Hicrî-Kamerî yılı
esas alan ancak 1 Mart’ı yılbaşı kabul eden Mâlî (Rûmî)
takvim de kullanılmaya başlandı. Her Mâlî yıl, Milâdî
takvime göre ilk 10 ayı bir, son 2 ayı onu takip eden yıla
düşen iki ayrı yılı karşılardı. Her 33 yılda bir, bir Hicrî
sene düşülmesi kabul edilmiş ve bu suretle atlanan
senelere Siviş Yılı denmiştir. Cumhuriyet’in ilândan sonra
26 Aralık 1925 tarihinde kabul edilen bir kanunla l Ocak
1926’da Türkiye’de tek resmî takvim olarak Gregoryan
esasına uygun Milâdî takvimin uygulanmasına başlandı.)
Zekât
Seyyid Hazretleri, zekât konusunda da farklı düşünmekte
ve bu konuya değişik bir bakış açısı getirmekteydi. Bu,
üzerinde ciddiyetle durulması gereken önemli bir
konudur.
Bilindiği gibi zekât, müslümanlığın beş şartından biri
olup her müslümanın bir yıl içinde çalıştırıp kazanç elde
ettiği gelirinin kırkta birini yoksullara vermesi zorunluğu
119 Seyyid Ahmed Hüsameddin
olarak tanımlanır. Kur’ân’da namaz ve zekât bir çok
âyette birlikte zikredilir. Zira, namaz mânevî, zekât ise
maddî bakımdan arınmamızı sağlar.
İslâmiyetin ilk yıllarında yoksullara, gazilere ve şehit
ailelerine devlet hâzinesi ve mâliyesi yerine geçen Beyt-
ül Mâl’den yardım yapılırdı. Bu yardımın kaynağı
ganimetlerle karşılanıyordu. Zekât, Hicret’ten sonra
kesin emir hâline gelmiştir. Kur’ân, zekâtın miktarı ve
yükümlülüğünü zaman ve şartlara bırakmıştır.
Mekkeli müşriklerle 628 yılının Mart ayında imzalanan
Hudeybiye Antlaşması’nın maddeleri müslümanlar için
ağır görünürse de, sonucu bakımından müslümanlar
lehine olumlu gelişmelere zemin hazırlamıştır. Bu suretle
müslümanlar siyasî bir topluluk olarak tanınmış ve bir
devlet karakteri kazanmışlardır. Devlet için gerekli
masrafların karşılanması için zekâtın toplanması Beyt-ül
Mal’e görev olarak verilmiş ve zekât toplayan memurlar
tayin edilmiştir. Peygamberimizin vefatından sonra Ömer
ibni Hattâb, zekâtını vermeyen bir kimseye gönderdiği
haber ile zekâtını ödemediği takdirde memurlar vasıtası
ile bunu zorla alacağını bildirmiştir.
Seyyid Hazretleri modern devlet çerçevesinde devlet
hâzinesi ve Merkez Bankası’nın Beyt-ül Mal yerine
geçerli olduğunu belirtmişlerdir. Dolaylı veya dolaysız şekilde devlet hâzinesine giden verginin de zekât hükmünde olduğunu, zirâ devlet hizmetinde çalışan asker, memur, emekli, dul ve yetimlerin geçimleri için gerekli paraların bu hâzineden ödendiğini işaret
120 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
etmişlerdir. Bu bakımdan vergisini tam ve zamanında
ödeyen kimseyi, zekâtını ödemiş gibi, dinî vazifesini
yerine getirmiş bir mümin kabul etmek gerekir.
Seyyid Hazretleri yoksullara yapılacak olan yardımlar
hakkında şöyle derlerdi: “Fakire para vermekle onu
zengin edemezsiniz.” Nitekim Kur’â’ın Beled sûresinin30
tevilinde yardımların belediyeler veya varlıklı şahısların,
muhtaçlara yardım amacı ile kurdukları kuruluşlara
yapılmasına işaret etmiştir.
30 M.Kâzım Öztürk/’Kur’ân’ın 20 Asra Göre Anlamı” Cilt I,s.216
10«
121 Seyyid Ahmed Hüsameddin
SEYYİD HAZRETLERİ’NİN GÜNLÜK HAYATI
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin günlük
yaşantısı gayet düzenli idi. Allah’ın bütün nimetlerini
muazzez tutarlar, kendilerine ikram edilen şeyleri red
etmezlerdi. Fazla miktarda yemek yemezler, ancak
yemeğin zamanında servis edilmesini isterlerdi. Hz.
Hüseyin aleyhisselâmın şehadetine saygı göstererek
Kerbelâ günü madenî kapla su içerlerdi. Bunun dışında
ince bardakla su içmeyi tercih ederler, gerek yemek ve
gerekse çay takımlarının muntazam olmasını arzu
ederlerdi. Sabah kahvaltısında genellikle çay içerlerdi.
Dağıstanlı olduklarından çayı sevdiklerini söylerlerdi.
Bursa’da yaz tatillerini geçirdikleri zaman ikindi çayını
çoğunlukla arka bahçedeki çalışma odasında içmeyi arzu
ederlerdi.
Gece yatsı namazından biraz sonra yatarak istirahat
ederler, herkesin uykuya çekilmeleri ile kalkarlar ayran
veya çay ile bir dilim kızarmış ekmek yerlerdi. Bundan
sonra zamanlarını çoğu kez şafak sökene kadar ibâdet
ve çalışmaya ayırırlardı.
Hiçbir mükeyyifata [Keyif verici, sarhoşluk verici şeyler. ]
itibar etmezlerdi.
Ziyaretlerine gelenlerden birinin “Efendim sigara haram
mıdır?” sorusuna “Hayır oğlum, haram değil
122 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
mekruhtur,31” dedikten sonra sigara dumanının insan
sağlığına zararlı olduğunu bu sebeple, ona verilen
paranın daha yararlı yere sarf edilmesinin uygun
olacağını söylemişlerdi.
31 Mekrûh:Din bakımından haram olmayan fakat kullanılması
ancak zorunlu hallerde izinli olan
123 Seyyid Ahmed Hüsameddin
SEYYİD HAZRETLERİ’NİN HAKK’A YÜRÜMESİ
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin kitap
çalışmaları 1925 yılı Ramazan’ma kadar devam etti.
Ramazan ayı güzel başlamıştı. Teravih namazlarını ev
halkı cemaatle kılıyor, sanki neşe denizi içinde
yüzülüyordu. Bir akşam Seyyid Hazretleri
rahatsızlandığından teravihe gelmedi.
O tarihte henüz 12 yaşında olup ilkokul beşinci sınıfa
giden Seyyid Mûsâ Kâzım 24 Nisan Cumartesi gününü
şöyle anlatmakta:
“Sabah okula gideceğim sırada babam beni çağırdı,
kucaklayıp öptü. Arkamdan yavaş sesle hayır duâ ettiğini
duydum. Bir mânâ verememekle beraber, bu benim için
baha biçilmez bir iltifat olmuştu. Buna rağmen
neşelenemedim. Ezici, kahredici bir kaygı, tarif
edemeyeceğim bir his ve heyecan vardı içimde. Ramazan
olduğu için okulda üç ders okunurdu. Eve her zaman
koşarak geldiğim bu kısa yolda yürümek dahi ağır geldi
bana o gün. Pencerelere korka korka baktım. Camlara
hüzün karanlığı çökmüştü sanki. Merdivenlerden
yukarıya çıkıncaya kadar kimse bir şey söylemedi bana.
Annemin hıçkırarak boynuma sarılışı ve yeniden kopan
vaveyla her şeyi bana anlatmaya kâfi geldi. Ama nasıl
olurdu? Babam, sabah karyolasında oturuyordu. Beni
kucaklamış, öpmüştü. Demek bu kucaklayış ve öpüş bir
ayrılığın ifadesi imiş. Acaba bunun için mi içimde bir
burukluk hissetmiştim. Bir şey kopmuştu içimden.
124 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
Ağlayamadım, ağzım gibi gözüm de kurumuştu.
Annemin, Ali ağabeyimin, ve yengemin şefkat dolu
kucaklarında yeni bir hayat yolunun ilk izlerini buldum.
Hiç kimse ile konuşamıyordum. Zaten kimsenin de
benimle konuşacak hâli yoktu.
Akşama doğru, annem bana da büyük bir insan gibi
önem vererek, bir toplantı yaptı ve açıkça babamın vefat
ettiğini, ismet ağabeyimin yengemle beraber Giresun’da,
Tahsin ağabeyimin de Bursa’da bulunmaları doİayısı ile
yapılacak işte ortak bir karara varmamız gerektiğini ifade
etti. Bu iş, babamın nereye defnedileceği konusu idi.
Bursa’daki evin bahçesine gömülmesi bir fikir olarak
ortaya atıldı. Başka bir fikir ise Fatih türbesi civarına
gömülmesi idi. Annem bir tez attı ortaya. Cevâd
ağabeyimin Edirnekapısı kabristanına defnedilmesini
kendileri istemişti. Her cuma günü babam oraya gider,
kabrin başındaki iki selvi ağacı arasında otururdu. Bu
bize, orasını seçtiğine dair bir işaretti. Sonra bir ay evvel
anneme, “Bu yaz bir yere gitmek istiyorum. Topkapı Maltepe'si civarında bir ev tutalım, Ramazandan sonra
oraya gidelim olmaz mı?” demişti. Bu da ayrıca bir
işarettir, denildikten sonra lâzım gelen yerlere haber
verilmesi kararlaştırıldı.
Nasıl sabah oldu, uyudum mu, uyumadım mı hiç
bilmiyorum. Ertesi gün evin sokağa karşı olan
koridorundan gelen feryad ve hıçkırık avazeleri üzerine,
kapandığım köşeden koridora çıkarak büyük bir
topluluğun önünde ve sevdiklerinin omuzlan üzerinde
125 Seyyid Ahmed Hüsameddin
yükselen babamın tabutuna gözden kayboluncaya kadar
huşû içinde baktım Dün kuruyan göz yaşlarım bugün
çoştu. Bir sel gibi gönlümün tâ içlerine kadar aktı;
saatlerce hıçkırıklarımı tutamadım.”
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin yakın dostu
Baytar Emin beyin notlarından Seyyid Hazretleri’nin
vefatına rastlayan dakikaları birlikte okuyalım.
“1925, 11 Nisan 1341(Rûmî) ve 18 Ramazan 1343 (Hicrî)
Cumartesi günü saat yediyi yirmi dakika (Ezani) geçe
intikal-i seyâdetpenahileri vuku buldu Bu hengâmda
ihvandan fakir yanında bulundum Ramazan-ı Şerifin
ondördüncü salı günü namazını kıldıktan sonra
seccadesinin toplattırılmaması ve bundan sonra açık ve
serili kalacağını küçük valdeye emir ve işaret buyurdu.
Vefatından yarım saat evvel koltuğunda otururken “Bit
sene tebdil hava için Bursa 'ya gitmeyelim.
Edirnekapısı'da ufak, 3-4 odalı bir ev alalım. Oraya tebdil
edelim, olmaz mı?"
Küçük valdeye vâki bu telmihi, Edimekapısı’na defin
edilmesine bir emir ve işaret teşkil etti. Bundan sonra
yatağına yattı. Valde yanında olduğu halde "Elimden tut,
korkma!” buyurduktan sonra “Hu!... " zikriyle bir kaç
dakika zarfında teslim-i ruh etti.
Bu zaman zarfında muktezi vazifeyi Cenâb-ı Hakk
Hazretleri bu abd-i âcize nasip etti.
Seyyid-i müşarünileyhin teslim-i ruh etmesi ile beraber
Beyt-i nübüvvete büyük bir hüzün, müessir bir çığlık ve
126 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
büka düştü.”
Seyyid Hazretleri’nin vefatından kısa bir müddet sonra, o
sırada Giresun’da bulunan Seyyid İsmetullah ile
Bursa’daki evde ikamet etmekte olan Seyyid Tahsin
İstanbul’a geldiler.
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin mübarek
naaşları, Fatih camiinde kılınan öğle namazını takiben
Edimekapısı Kabristanı’nda, sevgili oğlu Seyyid Cevat’ın
mezarının yakınına defnedildi. Edirnekapısı Mezarlığı
yıllar sonra İstanbul çevre yollarının inşaat alanı içinde
kaldığından Seyyid Hazretleri’nin saadetli kabirleri 25
Haziran 1971 Cuma günü yapılan dinî törenle buradan
alınarak Topkapı’daki Yeni Kozlu mezarlığında tahsis
edilen mahalle aynen nakledildi. Burada düzenlenen
ikinci bir dinî törenle toprağa verildi. Bu olay ertesi gün
Tercüman gazetesinde “Peygamber ahfadından
onikisinin kabri nakledildi.” başlığı ile ilk sahifede yer
aldı.
Hazreti Fatma’nın evlâdı Hazreti Hüseyin’in mübarek
soyundan gelen ve Peygamberimizin 40. torunu olan
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin mânevî
vazifesinin ve yüceliğinin, hayat hikâyesi içinde
anlatılması mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim’in
tamamının mânâsının zâhire çıkarılması kendisine, yüce
Peygamberimiz tarafından emredilmişti. Seyyid Ahmed
Hüsameddin Hazretleri’nin Hicrî 1300 (Milâdî 1882)
yılında mânen açtıkları bu yeni ilim çağı, Kur’ân çağıdır.
Bugün fen ve sanatta gördüğümüz fevkalâdelikler
127 Seyyid Ahmed Hüsameddin
Cenâb-ı Hakk’ın ilminde mevcut olup, Kur’ân’ın
müteşabihat hükümlerindeki sırların açığa çıkmasıyla
zuhura gelmiştir. Zira, Allah ilminde saklı olan bir şeyi,
İnsan-ı Kâmil’in düşünmesi o gerçeğin zâhire çıkması
demektir. Bundan sonra bu gerçek, hangi inanışta olursa
olsun, müstait olan kimselerin kalplerine yansır ve
oradan türlü şekillerde zuhura gelir. Nitekim Seyyid
Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin yazılı eserleri yanmış
olmasına rağmen zahire çıkardıkları gerçekler müstait
kalplere yansıyarak yayılıp devam edeceklerdir.
***
Seyyid Hazretleri’nin evlâdları
Seyyid Hazretleri, Hüsameddin Ebül Haydar ismi ile de
anılırdı. Zira ilk doğan evlâdının adı Ali Haydar idi. Çocuk
iken vefat eden Ali Haydar’dan başka kız ve erkek olmak
üzere Zehra, Şerife, Zehra, Celâleddin, Mustafa Ahrar ve
Cafer Sadık isimli altı evlâdı da henüz bebeklik
yaşlarında iken vefat etmişlerdir.
Evlâdları:
Mehmet İsmetullah (Sivrihisar 1882-İzmir 1952)
Hasan Tahsin (Sivrihisar 1885-Bandırma 1942)
Hüseyin Hüsnü (Sivrihisar 1888- Bursa 1912)
Ali Rıza (Bursa 1891-îstanbul 1930)
İbrahim Hakkı (Bursa 1895-Ayaş 1914)
128 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
Fatma Zehra (Trablusgarp 1898-Bursa 1920)
Mehmet Cevat (Trablusgarp 1902-İstanbul 1912)
Mahmud Mücteba (İstanbul 1911 -İstanbul 1935)
Mûsâ Kâzım (İstanbul 1913-25 Mayıs 1996)
***
129 Seyyid Ahmed Hüsameddin
SEYYİD AHMED HÜSAMEDDİN HAZRETLERİ’NİN
ESERLERİ
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri bütün eserlerini
yüce Kur’ân’ı esas alarak yazmışlardır. Zira gelmiş ve
gelecek bütün ilimleri içine alan Kur’ân’ın anlamını açığa
çıkarmak, Peygamberimizin soyundan gelen seçilmiş
kimselere verilen ilâhı bir bağıştır. Hz.Muhammed
(sallallâhü aleyhi ve sellem) bir hadisinde, “Ben ilmin
şehriyim ve Ali de bu şehrin kapısıdır.” buyurmuşlardır.
Seyyid Hazretleri bu hadisi açıklarken “Ben de bu ilim şehrinin kapısının anahtarıyım. Binüçyüz senedir kapalı duran ilim şehrinin kapısını ben açtım”
demişlerdir. İşte bu bakımdan Seyyid Hazretleri’nin
sözlerinin her kelimesi bu ilim şehrinden alınmış
hakikatlerdir. Şayet gelecek nesiller bunları araştırır ve
onlara sahip çıkarsa kıyamete kadar devam edecek olan
Kur’ân ilmine de vâkıf olurlar.
İnsan, bedeni mesabesinde olan maddî ilim ile kâfi
derecede bilgi sahibi olabilir, ancak, ruhu mesabesinde
olan hakikat ilmini, sahibinden öğrenmesi lâzımdır. Bu
“Kitâb-ı Mûsa ’ ile “Kitâb-ı Hârûn” misâli birbirinden
ayrılmayan ‘Kur’ân” ile onun mânâsına vâkıf olan “İnsân-
ı Kâmil’dir Kur’ân’ın mecâzî ve gizli mânâya elverişli
âyetlerine “Ayat-ı Müteşabihât”, mânâsı açık olan
âyetlerine de “Âyat-ı Muhkemât” denilir. Müteşabih
âyetlerin anlamlan, ilimde belirli bir makama varmış olan
İnsân-ı Kâmil’in kalbine yansır. İnsân-ı Kâmil, Ârif-i
Billah’tır ki, işte Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri
130 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
böyle bir zâttır. Bundan dolayı her sözü Kur’ân’dan bir
hikmettir.
Asırlar boyu İslâm ilim adamları Kur’ân’ın daha ziyade
muhkemât kısmı ile ilgilenmişlerdir Bu yüzden Kur’ân
âyetlerindeki hakikatler ve incelikler insanların lâyıkıyle
yararlanacağı derecede açıklanmamıştı Bir Insân-ı
Kâmil’in Gayp Alemi’nde bulunan bir ilmi ortaya
çıkarması sonucudur ki ancak o zaman bu ilim, müstait
olan insanların kalplerine istidatları ve ilimde kazanmış
oldukları rüsuh seviyesi nisbetinde yansır. Zamanın ve
medeniyetin ilerlemesi ile Kur’ân’m anlamında gizlenmiş
olan hakikatlar böylece ortaya çıkacak ve her biri
gerçekleştikçe bunlar tasdik edileceklerdir.
Seyyid Hazretleri bu önemli hususta şöyle
buyurmuşlardır:
“Kur’ân-ı Kerim’i bütün fen ve sanat ilimlerini içinde
toplamış olduğundan müslümanlar dinlerinde kuvvet
buldukça, bu ilimler birer birer Kur'ân’dan çıkarılacak; ve
keşiflerden sonra Kur'ân-ı Kerîm’deki kelimelerin
açıklığını nasıl olup da geçmiştekilerin bunları
anlayamadıklarına hayret edilecektir."
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin Kur’ân’a te’vil
yoluyla verdikleri yorumun ışığı altında yeni bir
medeniyet çağının açıldığı aşikârdır. Eserlerinin her
sahifesinden bir kitap meydana getirmek mümkündür.
Ancak bunun için Kur’ân’ın ilmine vâkıf olmak lâzımdır,
ilim, kalbe gelen mânevî bir feyz olduğuna göre, kalbi bu
131 Seyyid Ahmed Hüsameddin
ilme hazırlamakta yarar vardır. Maddî ilimlerle istidâdı
gereği çalışarak kendini yetiştiren kimseler, kalplerine
gelen bu feyzden yararlanırlar ve birçok harikalar
meydana getirirler. Bunun dinî bilgilerle alâkası yoktur.
Bu yolda gayret sarfeden kimse başarıya ulaşır ve
Kur’ân’daki İlâhî feyzden nasibini alır.
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, Kur’ân’ın te’vil
yolu ile açıklanması hususunda Peygamberimizden aldığı
mânevî emri, Trablusgarp’a gider gitmez yerine
getirmeye koyuldu. 1897 yılında bu büyük çalışmasına
başlarken kaleme aldığı fevkalâde önemli önsözde
“Edvâr-ı Âlem Maaz-ı Cismânî” adlı bu kitabı yazma
amacını şöyle ifade ediyordu.
132 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
'‘İslâm’ın nurunu, ufuklarda parlatacak olan Kur'ân’ın
yüceliğini gözler önüne sermek ve gitgide müthiş bir sel
halini almakta olan kuşku ve bâtıl inanç cereyanlarına
karşı Müslümanların düşüncelerinde ilmi, dinî ve inanış
esaslarını tesbit etmek ve devamlılıklarını sağlamak
maksadı ile bu kitabı yazıyorum."
Seyyid Hazretleri’nin eserlerini günümüz Türkçesi ile
yayınlayan M. Kâzım Öztürk bu çalışmaları hakkında
“Babam, Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin büyük
emeklerle meydana getirdiği Türkçe eserlerini okurken,
bu ilme susamış meraklıların Kur’ân’ın gerçeklerini
yansıtan böylesine yüce eserlerden yararlanamadığına
üzülüyordum O nun kıymetli eserlerini bir taraftan
gelecek nesillere aktarmaya çalışır, diğer taraftan da
anlamlarını araştırmaya devam edecek olursak bugün
için üstümüze düşen vazifeyi yapmış oluruz
kanaatındayım.” demektedir.
Seyyid Hazretleri eserlerinde, devrin İlmî yazı geleneğine
uygun olarak ağır bir lisan kullanmıştır. Bunun yanı sıra
eserlerinde geçen ifadeler de çoğu zaman mecâzı
anlamlar taşır. Bu bakımdan Seyyid Hazretleri’nin
eserlerini anlamak için O’nun kullandığı terminolojiye
âşinâ olmak gereklidir. Kendine mahsus terimler ve
kavramlar ile, geniş anlamlara gelen benzetmeler yaptığı
için eserlerini dikkatle ve defalarca okumak icab eder.
Cümlelerin anlamlarını kuvvetlendirmek düşüncesi ile
hemen hemen aynı anlama gelen mükerrer kelimeler de
kullanmıştır. Öyle ki kitaplarının isimleri bile bu tarza
133 Seyyid Ahmed Hüsameddin
uygun olarak verilmiştir. Bunlar okuyucunun hayâlinde
kitabın konusunun anlamını aksettirecek ve zihninde iz
bırakacak şekilde seçilmişlerdir.
Bu kerim Seyyid, Trablusgarp’da iken eserlerini Arapça
kaleme aldıkları halde 1908 de Türkiye’ye dönüşlerinden
sonra Türkçe yazmaya özen göstermişlerdir.
Edvâr-ı Alem Maâz-ı Cismâni
Kur’ân te’viline Hz. Ali kerremallâhü veçhe tertibi
üzerine başlayan Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri
Trablusgarp’da 1897 yılında Arapça olarak kaleme aldığı
bu ilk eserinde Felâk (114) ve Nâs (113) sûrelerinin
mânâlarını açıklamışlardır. Sığınılacak, baş vurulacak
yeğâne kaynak olan Kur’ân’ın bu iki sûresini açıklarken
Seyyid Hazretleri dinî konulardan ayrı olarak sosyal
konulara da değinmişlerdir.
Seyyid Hazretleri bu eserinde ayrı bir bölümde ve yine bu
sûrelere dayanarak evrenin yaratılışı, ve güneş
sisteminden bahseder. Dünyâmız ile ilgili konularda
havanın suya dönüşümü ve denizlerin tazelenmesi gibi
çarpıcı açıklamaları vardır. “İnsanda kan iki nevi olduğu gibi arzda kan mesabesinde olan su da tadı ve tuzlu olarak iki nevidir.”
Üzülerek söyleyelim ki, bu eser 1918 Fatih yangınında
kül olmuştur. Ancak El-Mirsad dergisinde Türkçe olarak
yayınlanan bâzı kısımları “Edvâr-ı Âlem’den Parçalar”
134 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
32adı ile M. Kâzım Öztürk tarafından yayınlanmıştır.
Tefsir-i Kebir
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, bu büyük eserini
de Trablusgarp’da Arapça olarak kaleme almıştır. On
ciltten ibaret olan bu Kur’ân tefsiri Fatih yangınında
yanan eserler arasında idi Maalesef bu eserden hiç bir iz
kalmamıştır.
Müşahhasât-ı Süveri Kur’âniyye
Müşahhasât-ı Süveri Kur’âniyye adlı bu kitap
Trablusgarp’da kaleme alınmıştır. Seyyid Hazretleri
arapça olarak yazdığı bu eserinde Kur’ân’ın bâzı
sûrelerindeki müşahhasât’ı (somut bilgileri) yeni bir
yorum ile dile getirmişler ve Kur’ân sûreleri vasıtası ile
Allah Teâlâ’dan kula erişen yakınlıktan
bahsetmektedirler. Bu eserde Kur’ân’ın her sûresi ayrı bir
fasikül olarak tertip edilmiştir
Seyyid Hazretleri, sûreleri bazân bir ve baz ân da birkaç
değişik tertip üzere tevil yolu ile açıklama yaparlardı.
Şer’î hiçbir hükmü ifade etmeyen Müteşâbih âyetlerin,
İslâmiyetin doğru düşünce ve inanışlarına uygun olarak
tevil edilmesinin önemini eserlerinde sık sık dile
getiriyorlardı.
Yurda döndükten sonra bu eserin her biri yirmişer sahife
32 Edvâr-ı Âlem’den Parçalar”, (I.Baskı),Burhaneddin Erenler
Matbaası, İstanbul 1953; (II.Baskı) Yeni Savaş Matbaası,
İstanbul 1967
135 Seyyid Ahmed Hüsameddin
olan Abese (80), Kehf (18), Meryem (19), Tâ-Hâ (20),
Enbiya (21), Hacc (22) sûrelerinin tefsirlerini ihtiva eden
altı bölümü yayınlanmıştır:
“Sohbet-ül Mele-il a'lâ fi Tefsir Sûre-i Abese ve Tevella”
(İstanbul 1910)
Arapça olarak yazılan bu eser, karşılıklı konuşma
kuralları ve birlikte iyi geçinme yolları hakkında kıymetli
fikirleri ihtiva eden ve insanın görüşeceği kimseleri nasıl
seçmesi gerektiğini gösteren bir risaledir.
“Hikmel-ül Envâr fî Tefsir Kehf -ül Esrâr “
(İzmir 1913)
Kur’ân’ın (18) Kehf sûresinin ihtiva ettiği din ve dünyâ ile
ilgili bir çok gerçeklerden, Eshâb-ı Kehfin hakikatinden
ve arz üzerindeki madenlerden bahseden kıymetli bir
eserdir.
“Ruh-ül Hikemfi Tefsir Kelime-i Meryem “
(İzmir 1913)
Bu eser Meryem sûresinin açıklamasını içerir İmrân kızı
Hz Meryem’den İsâ (aleyhisselâm)’ın dünyâya gelişi ve
Hz. İsa’ya ait bir çok hakikatlerden bahseden bu
bolümde, ayrıca bu konu hakkında oluşmuş yanlış
fikirler üzerinde durularak gerçekler aydınlatılmıştır.
“Nûr-ül Hûda fî Tefsir Sûre-i Tâ-Hâ “
(İzmir 1913)
136 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
Tâ-Hâ sûresinden söz eden bu risale Hz.Mûsâ
aleyhisselâmın Tûr-i Sinâ’da Allah’ın lûtfuna nail olması
ile buna dair te’villeri, Sinâ dağının gerçeklerini ve İlâhî
tecelli gibi çok önemli konuları içermektedir.
“Bürhan-ül Asfiyâ fî Tefsir Sûre-tül Enbiya”
(İzmir 1913)
İnsanların dünyâ ve ahiretle ilgili hâllerinin nasıl oluştuğu
ve nasıl cereyan ettiğinin ele alındığı bu te’vilde Enbiya
sûresinin gökbilimi ve fen bilimleri açısından da yorumu
yapılmaktadır.
“Hüccet-ül Hucec fî Tefsir Sûre-tül Hacc “
(İzmir 1913)
Bu eser yer küresinin özelliklerinde ve ahiret âleminin
gerçeklerinde gizli olan olağanüstü hâllerden bahseder.
“Lem’at-ül Âfâk fî Zuhûr-u vel İşrâk”
Bu eserin ismi güneşin doğması ile ufukların
aydınlanması anlamına gelmektedir. Seyyid Ahmed
Hüsameddin Hazretleri yaptığı tevil ile Kur’ân güneşinin
yeniden doğuşunu ve bunun ilim dünyâsının ufuklarını
aydınlatacağı düşüncesi ile eserine böyle bir isim vermiş
olabilir.
Seyyid Hazretleri’nin Trablusgarp’da Arapça olarak
yazdığı bu eseri de Fatih yangınında kül olmuştur. Ancak
El-Mirsad dergisinde yayınlanan bâzı kısımları bu
vesileyle günümüze kadar gelmiştir.
137 Seyyid Ahmed Hüsameddin
Bunlardan biri, derginin 17. sayısında neşredilen ve
insan hayatının doğumdan ölümüne kadar geçen
hallerinden bahseden bir bölümdür.
Yine bu eserde yer alan Şuara sûresinin 52-60 âyetleri,
aynı derginin 19. sayısında neşredilmiştir. Hz.Mûsâ
aleyhisselâmın Kızıldeniz’i geçişi ile ilgili olan bu konu
M. Kâzım Öztürk’ün “İsrailoğulları ve Büyük Göç” 33 adlı
kitabının ana konusunu teşkil etmiştir.
Sohbetlerinde bulunan yakınlarından biri, “Yanmış olan
bu eseri tekrar anlatsanız da yazsak.” dediğinde Seyyid
Hazretleri “Oğlum, biz İlâhî bâzı sırları vaktinden evvel açıkladığımız için bu kitabın yanması onun kaderinde vardı. Zamanı gelince tekrar yazılacaktır ”
buyurmuşlardır.
“Ukûse-tül Ceberut Alâ Sahife-tül Melekut”
El-Mirsad dergisinin 3. sayısında Seyyid Hazretleri’nin bu
eserinden alınmış bir makale vardır Bu makalede Saffat
sûresinin (37/1-4) âyetleri açıklanmıştır. Bu kitapta
Kur’ân’ın 23-25. cüzlerinin te’villerinin de yer aldığı
düşünülebilinir.
Zübde-tül Makal fî’l Kevn-i vel Hayâl
Seyyid Hazretleri’nin Trablusgarp’da yazdığı tahmin
edilen bu Arapça eser, Fatih yangınından kurtarılmış,
33 “İsrailoğulları ve Büyük Göç”, Karakuş Matbaası, İstanbul
1995
138 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
ancak Türkçeye çevrilmediği için bastırılmamıştır.
İsmini “Hayâlde vücûd bulan taşanlarla ilgili makalelerin
özeti” şeklinde tercüme edebileceğimiz eserin elyazması
bir kopyası M.Kâzım Öztürk’tedir.
Tih-ül Hurûf a’lâ Cedvel-i Ma’rûf
Kur’ân’ı teşkil eden harflerin taşıdıkları mânâları
açıklayan bir cedvel halinde hazırlanmış olan bu eser,
baskı sırasında çıkan bir yangında yanmıştır.
Tuhfet-ül İhvan
İsminden anlaşılacağı üzere bu kitap tarikat ehline yol
gösterici bir armağan niteliğindedir. Bu eser de baskı
sırasında çıkan bir yangında yanmıştır.
Allah’ın birliğine inanma yolunda ulaşılacak duraklarda,
insanın her şeyden el ayak çekip Allah’a yönelmesi için
gereken hususlardan bahseden bu Arapça eser,
Trablusgarp’da yazılmış ve 1912 yılında İstanbul’da
basılmıştır.
Zübde-tül Merâtib
Seyyid Hazretleri’nin “Hakayık-üt Tecrid fi Menâzil-üt
Tevhid” adlı eserinin, kızı Seyyide Fatma Zehra
tarafından kısmen Türkçeleştirilmiş hâlidir. Seyyid
İsmetullah ve Seyyid Ali Rıza, kızkardeşlerinin vefatından
sonra bu eseri O’nun hâtırasını yaşatmak için 1922
139 Seyyid Ahmed Hüsameddin
yılında İstanbul’da bastırmışlardır34
Makasid-i Sâlikîn
Seyyid Hazretleri’nin “Hakayık-üt Tecrid fî Menâzil-üt
Tevhid” adlı eserinin bâzı kısımlarının Seyyid Ali Rıza
tarafından Türkçe olarak yazılması ile meydana gelen bu
eser 1923 de İstanbul’da basılmıştır.
M. Kâzım Öztürk “Hakikat Yolunu Arayanlar'’35 adlı
eserinde, yukarıda bahsedilen “Hakayık-üt Tecrit üt
Menâzil-üt Tevhid” ve “Zübde- tül Merâtib” adh bu iki
kitabın bâzı bölümlerine yer vermiştir.
Mezâhir-ül Vücûd alâ Menâbir-iş Şühûd
Trablusgarp’dan yurda döndükten sonra eserlerini
Türkçe olarak yazmayı tercih eden Seyyid Ahmed
Hüsameddin Hazretleri, Kur’ân te’vilini yeniden ele aldı.
Yukarıda adı geçen eser Kur’ân’ın 29. ve 30 cüzleri olan
Amme (114-78. sûreler) ve Tebâreke (77-67. sûreler)
cüzlerini ihtiva eden iki kısımdan ibârettir. 1921 yılında
İstanbul’da neşredilen eserde Kur’ân’daki İlmî
hakikatlerden ve sosyal kurallardan bahsedilir.
Seyyid Hazretleri bu eserinde de Kur’ân sûrelerini bazan
bir, bazen iki hattâ üç şekilde te’vil ve izah
buyurmuşlardır. Te’villerden biri sûreyi sosyal açıdan ele
34 (Dersaadet, Matbaa-ı Ahmed Kâmil, Bayazitte Çadırcılar
Kapısı 1341) 35
“Hakikat Yolunu Arayanlar”, Karakaş Matbaası. İstanbul 1995
140 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
alırken diğeri fen ve teknik bilgileri içerir. Bu bakımdan
değişik meslek erbabına hitap eden açıklamalar
mevcuttur.
M. Kâzım Öztürk, bu eseri ‘Kur’ân’ın 20. Asra Göre
Anlamı” 36 adı altında günümüz Türkçesi ile, mümkün
olduğu kadar sadeleştirerek hazırladığı serinin ilk iki
cildi olarak neşretmiştir.
Makasid-i Şühud
Bu eser, Kur’ân’ın Kehf (18) ve İsrâ (17) sûrelerinin
te’vilini ihtiva etmektedir.
M.Kâzım Öztürk tarafından “Kur’ân’ın 20. Asra Göre
Anlamı” serisinin üçüncü cildi 37 olarak ve
sadeleştirilerek yeniden bastırılmıştır.
Seyyid Hazretleri’nin henüz kitap hâline gelmemiş,
isimsiz bir eiyazmasmdaki Kaf (50), Hücûrat (49), Fetih
(48) ve Muhammed (47) sûrelerinin te’vili, M Kâzım
Öztürk’e ait, aynı serinin dördüncü kitabı38 olarak
neşredilmiştir.
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin değişik
başlıklar altında topladığı Kur’ân tefsirlerini gösteren
listeye dikkat edilecek olunursa Kur’ân’ın 62 sûresinin
36 “Kur’ân’ın 20 asra göre anlamı”, Cilt I, Ayyıldız Matbaası,
Ankara 1974 ve aynı eser Cilt II, Ayyıldız Matbaası, Ankara
1976
37 Aynı eser Cilt III, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1980 38
Aynı eser Cilt IV, Karınca Matbaası. İzmir 1985
141 Seyyid Ahmed Hüsameddin
tevilinin yapılmış olduğu görülür
Sûre No: Eser Adı
1 Mezâhir-ül Vücûd
2.-16
17- 18 Makasid-i Şuhûd
19- 22 Müşahasat-ı Süveri Kur’âniyye
23- 25
26 Lem’a-tül Âfak
27- 29
30 Müşahasat-ı Süveri Kur’âniyye
31-36
37 Ukûset-ül Ceberut
38- 46
47- 50 Makasid-i Şühûd
67-114 Mezahir-il Vücûd
113-114 Edvâr-ı Alem
(Numaraları, ince karakterle belirtilen sûrelere ait Kur’ân
tefsirleri mevcut değildir.)
Bu eser, Seyyid Hazretleri’nin Kur’ân’ın tefsirinde
142 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
kullandığı, ve her cüz içinde geçen harfleri, birbirine
benzeyen ve mecâzî anlama elverişli kelimeleri, ince ve
derin mânâları ve işaretleri açıkladığı bir kitaptır. Arapça
yazılmış olan bu eser Fatih yangınında yanan kitaplar
arasında idi.
Esrar ı Ceberût-ül A’Iâ
Seyyid Ahmed Husameddin Hazretleri’nin “Mezahir-ül
Vücûd ala Menâbir-iş Şühûd” adındaki eserinde
kullanılan terim ve deyimlerin ve bilhassa te’vil ilminin
dayanağı olan ilm-i hurûf (hart' ilmi) hakkındaki bilgileri
kapsayan Türkçe yazılmış önemli bir eserdir 1923 yılında
İstanbul’da basılmıştır.
M.Kâzım Öztürk tarafından “Te’vil” 39adı altında ve
mümkün olduğu kadar sade bir dil ile kaleme alınarak
günümüz Türkçesine çevrilmiştir. Seyyid Hazretleri’nin
Arapça olan bu eseri, Hz.Muhammed (sallallâhü aleyhi ve
sellem) soyundan gelen kırk yüce seyyidin hayat
hikâyeleri ile evlâdlarına nasihat ve vasiyetlerinden
bahseder.
“Tûbâ” kelimesinin sözlük anlamı “Cennet’te Sidre’de
bulunan ve dalları bütün Cennet’i gölgeleyen ilâhî ağaç”
demektir. Seyyid Hazretleri, eserine “Tûbâ Ağacının
Meyveleri” anlamına gelen bir isim vererek
Hz.Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in soyundan
gelip düşünce ve yaşantıları bakımından O’nun yolunda
39 Te’vil ", Karınca Matbaası, İzmir 1987
143 Seyyid Ahmed Hüsameddin
olan seyyidlerin varlığının arz üzerinde koruyucu bir
gölge yarattığını belirtmişlerdir.
Mevâlid-i Ehl-i Beyt-i Nübüvve
“Mevâlid-i Ehl-i Beyt-i Nübüvve”, “Semerât- üt Tûbâ Min
Ağsân-ı Âl-i Abâ” adlı kitabın kısaltılarak yazılmış
şeklidir. Bu eserin Türkçe tercümesi Seyyid Ali Rıza
tarafından yapılmış olup Seyyid Ahmed Hüsameddin
Hazretleri’nin biyografisi ve bâzı ilâveler ile “Mevâlid-i
Ehl-i Beyt” adı altında 1923 yılında İstanbul’da
neşredilmiştir.
Mevâlid-i Ehl-i Beyt adlı kitabın başındaki bir yazıdan
eserin, devrin Nakib-ül Eşrâfı 40 Seyyid Muhtar bey
başkanlığındaki tetkik heyeti tarafından incelendiği ve
“70 numara ve 14 Eylül 1338 (M. 1922) tarihle” tasdik
edildiği öğrenilmektedir. Böylece kitapta adı geçen
seyyidierin resmî sicilde mevcut olduğu görülmektedir.
Aynı eser, M.Kâzım Öztürk tarafından günümüz Türkçesi
ile sadeleştirilerek “İslâm Felsefesine Işık Veren
Seyyidler” 41 adı ile ayrıca basılmıştır.
Menâr-ül Muhkemat ve Menâtık-ıl Müteşabihat
Seyyid Hazretleri’nin “Menâr-ul Muhkemat ve Menâtık-ıl
Müteşabihat” isimli bu kitabından alman ve EI-Mirsad
40 Peygamber soyundan olanların işlerini görmek üzere
içlerinden hükümetce tayin olunan memur
41 “İslâm Felsefesine Işık Veren Seyyidler” (I.Baskı) Yenigün
Matbaası Ankara 1969; (II.Baskı) Karınca Matbaası İzmir 1989
144 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
dergisinde yayınlanan bir makaleden bu eserin, Kur’ân’ın
muhkemât ve müteşabihât âyetlerini açıklayan bir Kur’ân
tarifi olduğunu anlıyoruz. Mukattaa harfleri hakkında çok
önemli bilgiler veren bu makaleyi, bu kitabımızda ilk kez
Mukattaa Harfleri, Kur’ân’ın bâzı sûrelerinin başında
bulunan harflerdir. Bunlara “Huruf-u Mukattaât” yâni
kesik harfler denilir. Bu harfler tekli, ikili, üçlü, dörtlü ve
beşli tertipler hâlinde 29 sûrenin başında yer alır. Bu 14
harf şunlardır: Elif, Lâm, Râ, Kâf, He, Yâ, Ayn, Sâd, Tâ, Hâ
Sin, Mim, Kaf ve Nun.
“Kur'ân-ı Kerîm'deki şerefli sûrelerin bâzılarının başında
bulunan Mukattaa harflerine “Mevâkı-in Nücûm " 42
harfleri denilir; bunların aslı üçtür: Mim, Nun, Vav. Gerçek
değerleri bakımından çeşitlenerek 14 harfe ulaşırlar.
Bunlar “Seb'u'l- mesânî " 43 dır. Bu harfler, Kur’ân-ı
Kerîm'in anlamını dışa yansıtacak ve bütün eşya ile Kur 'ân
arasında irtibat kuracak bir bağdır. Zira Allah'ın kelâmı,
Allah-ı Tealâ’nın emir ve irâdesidir. Hiçbir şey Allah'ın
emir ve iradesi olmaksızın meydana çıkamaz. Bu harfler,
lafzî olmayıp, birleşik cisimleri meydana getiren basit
cisimlerden her biri gibi eşyayı meydana getiren bir
hakikatin akışıdır.
Kur'ân'da ki Mevâki-in Nücûm harfleri, bütün kâinatı içine
42 Yıldızların konak yerleri
43 Tasavvufta: Ayn ve ilim mertebelerindeki 7 çeşit zuhuru
itibariyle Hakk’ın Zât’ı. Aynı zamanda 7 âyetten meydana gelen
ve Kur’ân-ı Kerîm’in ilk sûresini teşkil eden “Fâtihâ" sûresi için
de kullanılır.
145 Seyyid Ahmed Hüsameddin
alacak şekilde eşyaya hayat verir. "Levh-ül Mahv ve
Sebat" olan bu harflere, hayat ve ölüm, var olma ve yok
olma gibi eşyadaki gerekli tasarrufu yerine getirme
hususunda seçkin bir mevki kazanmış oldukları için
“Mevâki-in Nücûm " denilir.
Hiçbir şey yoktur ki bu harflerin doğuşundan zuhur
etmesin. Her bir zamana ve belki her bir âna hükmeden bu
“Kiilliye-i Mutlaka"ya "İrâde-i İlâhiye ” denilir ki Kitâb 'ın
zâhiri de budur.
Eşyayı icad ve ona hayat bu harflerin güneşlerinden
yansıyan Hayy isminin sedenesidir. Sedene, rişte-i
müessire yani tesir edici bağ demektir. Kelimeyi açıklamak
için bir örnek verilmek gerekirse: Aynada güneşin
görünüşü, güneşten bir sedenedir. İlim, kudret, irâde,
semi', basar, kelâm, tekvin, iksat ve Esmâ-ı Hüsna Allah'ın
bütün güzel isimleri'nin şuunâtı dahi bu mecralardan
cereyan eden ve eşyayı meydana getiren Hâlikiyyet isminin
halk ve icadiyle Hacr-ı Rubûbiyyet'de terbiye ve “Mevâkı-in
Nucûm "un kucağında vücud kazanırlar ve yokluk âlemine
giderler. İşte bu Kitab ’tır.
Mevcut olan bir şeyin vücûda gelişi ve hayat bulması bu
harflerin güneşlerinden yansır. Bu harflerin doğuşundan
meydana gelmeyen hiçbir şey yoktur. Her bir zamana ve
her bir âna hukmü geçen bir "Külliye-i Mutlaka" 44 olan
Kur'ân 'ın tercümesi nasıl lisana sığar ? Kur 'ân 'ın anlamını
44 Külliyetlisinden kendisinde toplayan İlâhî birlik (Vahidiyet)
mertebesi itibariyle Hakk’ın ismi.
146 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
kelime ve isimlere sıkıştırmak mümkün müdür?
Bu şöyle açıklanabilinir: Hz. Muhammed'in güneş
mesabesinde olan kalbine inen ve yansıyan nurlar, O ’nun
kalbinden aksederek, Kur 'ân nurları hâlinde maddî ve
ruhanî tesirler icra ederler. Eşyaya gelen bu tesir, akıl
sahiplerinin düşüncelerinde büyük bir yer kazanır. Bu
tıpkı, "Ceberût-u İlâhiye "de 45 eşyayı çevrelemiş olan
rabbânî ilham ve vahiy güneşinin, eşya üzerine tesir etmesi
ve faaliyet göstermesi gibidir.
Dış âlemde var olan eşyanın Allah'ın ilmindeki hakikatleri
yani “Ayn ” Kur 'ân 'daki Mevâkı-in Nücûm harfleri aracılığı
ile eşyada, güneşin madde üzerindeki etkisi gibi bir
nisbette, ruhanî tesirler meydana getirir.
Kur'ân da, Hz.Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin
kalbi gibi, ruhanî bir güneştir. Kur'ân bu hususta emir ve
yasakları, rûhaniyetle ilgili düşünceleri ve tesir edici
anlamları taşır. Kur'ân 'ı teşkil eden ses ve harfler ancak
bizim cihetimizden cereyan eden bir havadistir. Bizler ise
havadisten bir hadiseyiz. Cenâb-ı Hakk, mânevi bir emir
olan, "Kiin” ile bizi ve bizim bütün irademizi şekillendirir.
Bu dahi Kur 'ân'ın zâhiridir.
Kur ân ın mânâ ve hakikat ciheti, “Kelâm-ı Nefsi" denilen
Allah'ın lafzî yani harf ve ses olmayan Zâti kelâmıdır.
45 Ceberut:Mülk ve Melekût, diğer bir deyimle Şehâdet ve Gayb
yani maddî ve mânevi âlemlerin arasında bulunan orta âlem.
Ceberut âlemi, cismânî âlemin de ruhanî âlemin de bâzı
özelliklerine sahiptir. Bu bir berzah ve misâl âlemidir.
147 Seyyid Ahmed Hüsameddin
Telaffuz ve sese sığmayan ancak Kur'ân 'm bâzı sûrelerinin
başlangıçlarında öze! bir şekilde gösterilen bu harfler
Cenâb-ı Hakk ’ın kelâm-ı nefsisini meydana getiren Kur 'ân
ile eşya arasında bir irtibat aracıdır. İşte bu bağın meydana
gelişini, mevâki-in nücûm harfleri gösterir. Bu harfler
eşyaya yayıldığı gibi bize de sirayet edip ses ve söz olarak
Kur 'ân ’ı okutur. ”
Şuûn vel Garâib
Seyyid Hazretleri’nin basılmamış bir eseridir. Bu eserin
1870 li yılların başında, henüz Medine’den Türkiye'ye
gelişlerinden hemen sonra ve Sivrihisar’a
yerleşmelerinden önce yazılmış olduğu tahmin
edilmektedir. Ne yazık ki bu da Fatih yangınında diğer
eserlerle beraber kül olmuştur.
El-Mirsad dergisinde basılması düşüncesi ile Arapçadan
Türkçeye tercüme edilmiş olan bu eserin bâzı kısımları
dağınık bir şekilde meraklılarının eline geçmiştir.
Seyyid Hazretleri günümüzden 125 yıl önce, ileriki
yıllarda meydana gelecek olan olayları bu kitabında
istihraç, yâni ileriyi görme ve bâzı hususlara göre mânâ
çıkarma yolu, ile bildirmişlerdir.
İstihraç ilmi ile ilgilenen zâtlar belki kendi devirlerinin
icabı fikirlerini gizli tutmuşlar, eserlerininde bâzı rumuz
ve işaretler ile yetinerek hiç olmaz ise bu kadar olsun
gelecek nesilleri aydınlatabildiklerine kalblerinde
meydana gelen bir inanışla öbur dünyâya göçmüşlerdir.
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri de
148 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
memleketimizde müsbet ilimlerin henüz yaygın olmadığı
bir zamanda bu gibi fikirlerin yayınlanmasını sakıncalı
görmüş olabilir.
M. Kâzım Öztürk, farklı nüshalar arasında beraberlik
sağlamak düşüncesi ile kitabın aslından yapılan ilk
tercümesine bağlı kalarak eseri günümüz Türkçesi ve
açıklamaları ile yeniden toplamıştır. Eser hakkında bilgi
vermek için bu kitaptan birkaç örneğe aşağıda yer
verilmiştir.
"Dünyânın her yanı ile haberleşildiği gibi, bâzı ışınlar
aracılığı ile Mars, Venüs, Merkür gibi gezegenler ile ele
haberleşilecektir. "
“Diğer gezegenler ile yapılan haberleşme sayesinde
Allah’ın büyüklüğü, şan ve kudreti anlaşılacak ve
Dünya'nın, Allah'ın canlı ve cansız yaratıklarına göre pek
küçük bir varlık olduğu kabul ve itiraf edilecektir. ”
“Top, tüfek âdeta oyuncak yerine geçecek, hükümleri
kalmayacaktır. ”
“Ulaşım vasıtaları o derece gelişecek ve çeşitlenecek ki,
buralardan şimdiki gibi 70-80 saatte gidilen bir mesafeye
bir saatte veya daha az bir müddette gidilecektir. ”
“Büyük memleketlerin bina ve sokaklarında lamba ve
fenerler yanmayacak, o memleketleri, âdeta kapalı bir
havadaki aydınlık derecesinde aydınlatacak bir âlet
yapılacak, bu âlet o meskûn yerin yüksek yerlerine
konulacak, bununla ihtiyaç karşılanacaktır. ”
149 Seyyid Ahmed Hüsameddin
“Telsiz, telgraf gibi pek uzak yerlere doğrudan doğruya sesi
iletecek âletler icad edilecek, bunlarla herkes sanki
yanyana imişler gibi konuşacaklar, devletlerin anlaşma ve
birleşmeleri bakımından bu âletin pek çok etkisi ve faydası
görülecektir. ”
“Kıyı bölgelerindeki halk, ekinlerini deniz suyunu
gayet ucuz bir madde ile arıtarak özel yapılmış âletler
ile sulayacaklardır. ”
“Elektrik fenninin ilerlemesi neticesi türlü türlü makina ve
âletler icad edilecektir. ”
“Batı dünyâsının bilim ve olgunluğunun öğretmeni
olan doğulular yine o yüksek erdem kürsüsüne
çıkacak, doğunun ilmi batıya aydınlık verecektir. ”
“Doğunun gerilemesi, yetişen büyüklerin her şeyden el
ayak çekip uzaklaşmaları neticesi azalmasından ileri
geldiği için, İlâhî bir feyiz olarak kâinatın sırlarını bilme
kudreti seviyesi yükseldikçe yeniden yetişenler daha
yüksek olmaya çalışacaklar, günden güne ilim, fen ve sanat
doğuda son derece olgunluğa erişeceklerdir. ”
“Burunlarını soktukları yerde her zaman kargaşalıklar
ve ihtilâller çıkarmaya çalışan Avrupalılar, Asya
kıtasından kendilerinden kimse kalmayıncaya kadar
ayrılacaklar; bunun gerçekleşmesinin izleri pek yakın
zamanda görülmeye başlayacaktır. "
“Rusya’nın güneydoğu yönünden mânevi tüfek şeklinde
dinamitli bir ateş hemen hemen patlamak üzeredir. Rusya
150 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
17 parçaya ayrılacaktır. " (1904 Rus-Japon harbi ve
sonrasında çıkan güçlükler, Çar II.Nikola döneminin
hoşnutsuzlukları, hükümetlerin yetersizliği 1917 devrimini
hazırladı ve Finlandiya dahil Rusya 17 Sovyetten
müteşekkil bir devlet oldu. 1991 yılında Rusya bir kez daha
bölündü.)
"Tedbir alan, tedbirli olan ve tedbire karşı koyan
Avrupa'dır ”
Herkes tabiî bir dine sahip olmaya çalışacak, tabii olmayan
ve yapmacık dinler büsbütün unutulacaktır."
"1380 (M. 1964) senesinde tecrübe ile bulunacak bir
cisim sebebiyle, dünyânın hâli değişecek; bu değişme o
cisim veya âletin ya tam yoğunlukla görülmeyen gizli
bir hararet ve bir ışın yaymasından veyahut çok
yumuşak bir şekilde insanlarda düşünce ve davranış
değişikliği meydana getirmesinden ileri gelecektir."
(Seyyid Hazretlerinin bu istihraçta belirttikleri cisim, keşif
tarihi de çok yakın olduğundan aklımıza ilk olarak lazer’i
getirmektedir.)
"Avrupa devletleri içinde en aşağı görülen bir millet,
dünyânın gidişatı içinde çok büyük bir kuvvet ve büyüklük,
şan kazanacaktır. ”
"Yiyecekler, içecekler ve giyecek şeyler konusunda
insanların alışkanlıkları o derece değişecektir ki, buna
belirli bir şekil vermek zordur. Meselâ, ceviz büyüklüğünde
karışık ve bileşik bir madde ile beş altı gün yiyecekten, bir
kaşık kadar su ile içecekten uzak kalmak o zamana mahsus
151 Seyyid Ahmed Hüsameddin
mutluluklardandır. Denizden çıkan bir çeşit madde ile
elbise yapılacak ve gayet kolaylıkla temizlenecek ve uzun
zaman dayanacaktır. ”
“Bir vakit makineler hava basıncının kuvveti ile
işleyecek, ateşe kömüre ihtiyaç kalmayacaktır. ”
“Mısır, İngiltere ’nin elinden gidecek,.... ”
“Elçi sistemi kalkacak, devletler bir diğeri katında
devamlı resmî memur kullanmayacaklardır. ”
“Bir zaman gelecek ki, o zamanın adamları yerlerden tren
raylarını sökerek: Bakınız eski zaman adamları ne kadar
akılsızmış, karada çok hızlı gitmek için yerlere demir
döşemişler, bunun üzerinde arabalarla gelip giderlermiş,
diyecekler."
153 Seyyid Ahmed Hüsameddin
ŞİİRLERİ
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin elimizde
bulunan bir kaç şiiri ile O’nun manzum eserleri hakkında
fikir edinebiliyoruz. Farsça ve Türkçe kaleme alınan bu
şiirlerin konusu genellikle din ile ilgilidir. Peygamberimiz
sallallâhü aleyhi ve sellemi övmek ve O’ndan şefaat
dilemek amacı ile yazılmış üç na’t fevkalâde güzeldir. 15
beyitlik Farsça mesnevisinde 46 tevhid ilmini kendine has
uslûbu ile kısa bir şekilde ifade buyurmuşlardır.
Seyyid Hazretleri’nin dinî konulu bu şiirlerinden başka,
Bitlis’de bulunan büyük oğulları Seyyid İsmetullah’a
Trablusgarp’dan gönderdikleri manzum şekilde yazılmış
mektupları vardır. Bunlar Seyyid Hazretleri’nin şiirlerine
örnek olarak bu bölüme ilâve edilmiştir.
Risâlette ukûs-ü vechine mir’ât enam olmuş
Enamından ısm-i pakın pür iyândır yâ Rasûlullah
Melekten iki haslette kemâlâtın ziyâde olmuş
Bu sırra kabe kavseyn tercümandır yâ Rasûlullah
kelâm-ı Hakk vücûd-ü zâtına mülhak hisâb olsa
46 Mesnevî: Her beytinin mısraları kendi aralarında kafiyeli olan
bir nazım türüdür. Beyit sayısı en az 15 olan mesnevi, kafiye
bulma sıkıntısına yol açmadığı için genellikle uzun konuların
anlatımında kullanılır.
154 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
Nuzûl-u vahye mahsus cism-ı candır yâ Rasûlullah
Ahad isminde zâid olsa bir mîm-i nübüvvet kim
Ahad mîm-i muhabbette nihandır yâ Rasûlullah
***
Sâilem kapûna geldim eyle ihsan yâ Resul
Tut elim kurtar beni hâlim perişan yâ Rasûl
Sîne mecruh, dîde giryân âh-ı efgân eylerim
Aşkının bîmârıyım kıl derde derman yâ Rasûl
Derdimi arz eyledim bu âlem oldu şerm-sâr
Her devasız derd imiş bu aşk-ı cânân yâ Rasûl
Kimde kim aşkın zuhur etse bulur âlemde kâm
Mahz-ı nûr-u hikmet hem nûr-u imân yâ Rasûl
Sözlerim, kalû-belâ esrarıdır aşk ehline
Bir garib müptelâ-yı ser-ü sâmân yâ Rasûl
Tâ sebâvetten beri aşkın bana ettikçe zar
İsterim olsun bu canım sana kurban yâ Rasûl
NA’T
Zahımdâr etti dil-i mecruhumu âmâre-i nefs
Sen tabib-i hazık-ı lokmana geldim yâ Resul
155 Seyyid Ahmed Hüsameddin
Her taraftan atılan oklara bu sinem hedef
Ey meded-res kıl kerem sultâna geldim yâ Rasûl
Nebl-i ağyara edip bu sinemi âmacgâh
Ey meded-res kıl kerem irfana geldim yâ Resııl
Ey saadet kevkebi kesme başımdan sayeni
Vey melâz-ı melce-i âmâna geldim yâ Resul
Bir taraftan derd-i firkat bir taraftan aşk-ı yâr
Tâ seher, rûz-ü şeb giryâna geldim yâ Resul
Kıl şefaat, âsi ümmet senden isterler kabul
Cümle ihvanımla dergâhına geldim yâ Resul
***
Şemsem bu vücûdum verir ecsâda zılâli
Nutkum bu şuhudum verir ekbâde hayâlî
Efrad-ı şuhudumla bu hep hâver-i güftâr
Subham ki berâzihde tutan rûz-u leyâlî
Dâvâ-yı fucûr eyler isem der bana kâzîb
Subham bu güneş tal’atı gösterdi kemâlî
Bakma güneşe âlemi gör oldu münevver
Gayette gariptir bu güneş var mı misâli?
Pervâneye bak şem’a yanar, görmez o şemsi
İsnad eder ol vatvata bu şemse muhâli
156 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
Âşifteliğin mevsimi mi ey dil-i nâçâr
Pur cûş-u humşûnla geçirdin heme sâli
Derya gibi emvâce takıl eyleme nefret
Kesrette müşâhid olasın tâ o cemâli
***
İftırâkın meze eder mektuba göz yaşım benim
Şimdi firkat, derd-i gamdır yar-ı yoldaşım benim
Hasta hasta inledüp aşkın figânım artırır
Demedim bir, bunca efgan ağrıdır başım benim.
Lahza lahza yâdıma geldikçe eyyam-ı visal
Katre katre dökülür her dîdeden yâşım benim
İçe içe ciğerim hûn etti zehrâb-ı firâk
Döne done yazanm şem’ine ferâşem benim
Korka korka başıma geldi bu sevda-yı firâk
Neylesin takdire karşı bu garip başım benim
Ata ata gam okun bu sînemi kan eyledin
Yaka yaka canım vurdu sûz-u âtâşım benim
Güle güle yüzüme çâk eyledin bu sinemi
Nice takdir eylesin rıf’at perişanım benim
Sürüle sürüle erdim tâ diyar-ı Magribe
Belde belde okunur her yerde fermânım benim
157 Seyyid Ahmed Hüsameddin
Kıra kıra gönlümün mir’âtını ettin harâb
Yâ nice tamir kabul eyler bu virânım benim
Zerre zerre görünür çeşmânıma tûr-u visal
Yâ hayâl-i vuslatı gösterdi cânânım benim
Kana kana içeli sahbây-ı aşkın ey niğâr
Baka baka kalmışım hüsnüne hayrânım benim
***
Gamze-i çeşmin demâdem pür humar eyler beni
Dilrübâ aşkına sahip bir şikâr eyler beni
Teşne leb uşşâkının sevdâ-yı zülfün âkıbet
Aleme rüsvây-ı bî nâmus-u âr eyler beni
Hiç gerekmez senden özge yâre meyletmek bana
Bu mücerreb, neylensem târ-ü mâr eyler beni
İhtiyarî sanma ey zâhid bizim evzânmız
Uhde-i rûz-u ezelden bî karar eyler beni
Tîr-i ağyâre genp bu sînemı kıldım hedef
İş bu kâr içre şikârım, hâk-sâr eyler beni
Rics-i ağyan gahî dil hânemizden pâk edip
Şems-i vech-i yâre karşı zerre var eyler beni
Gâh-ı zerre, gâh-ı katre, gâh-ı nâr-ü gâh-ı nûr
Gâh-ı mihr-i, gâh-ı bahr-ı bî karar eyler beni
158 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
Gâh-ı merdüm, gâh-ı mürdem, gâh-ı derdim kı deva
Gâh-ı âşık, gâh-ı mâşuk, gâh-ı yâr eyler beni
Gâh-ı âlem, gâh-ı âdem, gâh piyâlem hum edüp
Zümre-i uşşâka gâh meyhane şar eyler beni
Bir acep esrar var bu meyde te’siri heman
Dîde huşyâr, sîne pür sar bir şikâr eyler beni
Sahn-ı meyhanede bilmem mey miyim, bilmem neyim?
Nûş eden bir cür’a meydir hoş güvâr eyler beni
Ser-nigûn olsun bu gerdun cefakeş dâima
Ger belâ verse mezâkın rahat hâr eyler beni
İhtiyânm, itibârım elde vârım sarfedüp
Bir can için mi yanında şerm-sâr eyler beni
Kendi yârımdır, medârımdır, niğârımdır benim
Her ne eylerse revâ ol yâr-ı gâr eyler beni
Kâm-yâb olmak dilersen belde aşkın kapısın
Koymayıp benden eser, bi itibar eyler beni
***
Sınıf-ı uşşak üçtür ama biri yâr ister müdâm
Gurfe-i bahr-ı hevâ olmuş medar ister müdâm
Nef vermez bu gürûh-u endûha etme itibâr
Şugl-ü fikri hep hevâsında karar ister müdâm
Celb-i dünyâ, celb-i uhrâ dûn-i dünyâdan berî
159 Seyyid Ahmed Hüsameddin
Zevk-i îş-ü mutrib tarfa şiâr ister müdâm
Bâzı şıhtır, bâzı şeyh, molla, müderris her sınıf
Pür safa, nefha nevâ, vaktin güzâr ister müdâm
İşbu aşk sûret pereste cilveger dünyâ-yı dûn
Nakd-i ömrün berhevâ aklın humar ister müdâm
Aşk-ı bâtıl, zevk-ı âtıl, zıll-ı zail bî nevâ
Ankebût âsâ tuzak kurmuş şikâr ister müdâm
HAMDî, ehl-i aşka dâim tâziyâne sözlerin
Vâdi-i emn-i helâkin âşikâr ister müdâm
***
Her şebde hicran olduğun
Endûh-u, melalinden midir?
Yoksa bu âh-ı figan
Mev’ud leyâlinden midir?
Pervane veş nâr olduğum
Bülbül gibi zar olduğum
Her gice bimâr olduğum
Hüsnü cemâlinden midir?
Sundun bana ke’si şarab
İçtim ciğer oldu kebab
Bu sûziş-ü bu iltihap
160 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
Aşk-ı iştialinden midir?
Ey dilber-i hûbânımız
Ey canımız cananımız
Vey nutk-u bu beyanımız
Hüsn-ü mekalinden midir?
Yâr ile yaran istemem
Ab istemem, nân istemem
Bihûd bî ân olduğum
Fıkr-i hayâlinden midir?
Mir’ât-ı halktan görünür
Gözlerime turk-u visâl
Gâh-ı zuhur, gâh-ı adem
Feyz-ı nevâlınden midir?
***
Azmedip seyreyledım behişt hayâlimi
Bir cây-ı dilriibâ hûb-u mezâk-ı sürûr
Nazar eyledim etrafa gördüm şakayıkla nilüfer
Sünbül ve karanfil açılmış benefşe, mor
Goncalar üzere lü’lü’ mânend jaleden
Giydirmiş aks-ı hâr baştan ayağa nur.
Gâyet latif idi dâmedine değmez el
161 Seyyid Ahmed Hüsameddin
Safa-yı safvetinde hırâmân bî fütur
Takmış başına murassa’ zümrudin varak
Her varak üzre yazılmış zebercetle kaç satır
Her satır sırât-ı müstakim üzre saf beste
Mihrab-ı kelbe-i sâki secdede eder mürur
Her sâki doldurmuş ezhâr kase mey
Toplanmış etrafına ayyâş, rindi, bâde hur
Saf beste durmuş divânında na’me zen
Avaz bülend bülbülân, vuhuş, tuyûr
Enhâr-ı cânyesi içinde selsebil
Serpmede etrafına tecdit edip sütûr
Vasatında zerrin kafes içre bir niğâr
Gâh nâbedit olur ve geh ider zuhur
Sordum, Eyâ! Kimdir bu dilber-i dil-keşâ
Dediler, iffet-i avârifin olan budur
Vardım ziyaret ettim dil otağına
Girdim iki mısra ile beynin edip ubûr
Gördüm taht-ı lâhût üzre şahsuvâr
Bir zîbâ tâc-ı zerrin, başında nûr
Kabul etti beni durdum el bağlı divanına
Sürdüm ayağına yüzümü bî kusûr
162 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
Öptüm edeple iki ayağını
Çevirdi yüzünü, bana dedi:Misâl-i mûr.
***
Seyyid İsmetullah’a
Nûr-u dîdem feyz-i Hakk’tan bu bir ihsandır sana
Vâcib olan ancak evvel ilm-ü irfandır sana
Saniyen kalbini tathir et sivâdan sil, süpür
Bu yeter ilm-ü edep ahbâb-ı yârândır sana
Kalbini eyle safa kibr-ü hasedden dâima
Hüsnü ahlâk, terbiye zînet-i insandır sana
Şems-ü irfan lem’a pâş oldukça var eşyaya bak
Cism-ü can ayn-ı inayet bûy-i bürhandır sana
Ey ciğer köşem! Çalış kesbeyle ilm-ü mârifet
Kalma câhil bir büyük töhmet-ü noksandır sana
Hem maişet ilmin öğren, oku ilm ile edep
Kıl tevekkül, bul kanaat kenz-ü pünhandır sana
Kı sakm oğlum hevâya uyma, müfsidden sakın
Nefs-ü şeytan sû-i akran gerçe düşmandır sana
Vâlideynine, esâtize gerek hörmet müdâm
İfifet-i ismeti hıfz eyle, ki akrandır sana
İ’tisâm eyle kitaba tut şeriat râhını
163 Seyyid Ahmed Hüsameddin
Dikkat et savm-ü salata, şart-ı imandır sana
Tab’ına arız olur her şey, ki mekruh-u haram
Tevbe eyle, kıl hazer şol şey ki, isyandır sana
Sa’yi miktan bulur, herkes kemâlâta vüsûl
Sa’y kıl can-ü peder bu özge devrandır sana
Ömrümün sermayesi ey nûr-u aynim İsmet’ım
Hımmet-i nutk-u peder bir nush-u bünyandır sana
Hânedân-ı Murtezâ, ya Rabb behakkı Mustafa
Kıl âtâ evlâd-ı Zehra çünki mihmandır sana
Bu fakir üftadegânı hürmet-i şah-ı Hüseyn
Mağfiret kıl cümlemiz tâlib-i gufrandır sana
Her taraftan gelmede zulm-ü cefa cevr-i sitem
Mağfiret kıl şol güruha kasdı tuğyandır sana
Ey keremkân-ı inayet bize eyle sen kerem
Bende-i âl-i aba gelmiş perişandır sana
***
Seyyid İsmetullah’a
Bir bülend pâk her hatvesi rub-u cihan
İ’tisâm-ı sıdkınız arz-ı visal eyler seni
Her makamın zîneti aks-ı ziyâ-ı âfîtâb
Lem’ası noksan bırakmaz ber kemâl eyler seni
164 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
Hem inak olmak ne mümkün anka ona
Zünbûr rüftarı onun gark-ı visal eyler seni
***
Seyyid İsmetullah’a
Elâ yâ Ahmed-i bı-dâd
Niçin istemedin imdâd
Neden yâ etmedin feryâd
İşitmez mi onu mâbud
Neden arz etmedin ahvâl
Neden serd etmedin akvâl
Gece gün muztarib ef âl
Eder elbet seni mes’ud
Cihan halkı olup devvâr
Kimi sâlih kimi eşrâr
Kimi zâhid, kimi ahyâr
Kimi makbul, kimi merdûd
165 Seyyid Ahmed Hüsameddin
Seyyid Hazretleri’nin Farsça olarak kaleme aldığı bir
şiirinin Türkçe açıklaması yapılmış olan iki kıtası, -şiirin
ahenginden uzak olmasına rağmen- Seyyid
Hazretleri’nin bütün eserlerine kitabımızda yer vermek
düşüncesi ile bu bölüme ilâve edilmiştir.
“Vahdet deryası ziyadesi ile coşarak bu deryadan bir
katre Vâhidiyyet mertebesine inip, insana ulaştı.”
“İnsana ulaşan bu katre, İlâhî isimler semasından istidadı
nisbetinde her tutmuş olduğu şeyi bu çokluk âleminde
gösterdi, meydana çıkardı.”
“Ahadiyyet mertebesinden sonra Vâhidiyyet
mertebesinde ve nihayet işbu âlem-i şehadette yâni
dünyâda görülen bu katre, elde ettiği şeyi yokluk
vâdisine götürerek düşürdü.”
“İnsanın varlığı, Rabbani vücûdun mahsulü olmakla
tecelli etti.”
“İnsan, Hakk’a manevî münasebet ve bağlılığını,
gerçekliğinden hiç şüphe olmayacak derecede keşf edip
düşünürse, Ahadiyyet’i görme hali belirir.”
“Âlem-i vücûd, mazhar-ı kül’dür. Bu yolda olan kişinin
nefsi yanar kül olur.*’
“Ey âlem-i kesret! Sen çok nâzik olan o dilberin emsalsiz
yüzünün örtüsüsün. Ondan bir dakika uzak olma.
166 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
Yaratılmış olan her şey O’nun vücûdu ile kaimdir.’*
“Ey Hakk yüzünün âşığı! Terakki ederek Hakk’a ulaşmak
istersen, aşk sofrasında lezzet bulan kişi ol.”
167 Seyyid Ahmed Hüsameddin
MESNEVİ VE AÇIKLAMASI
“Ey zî tevhid-i marifet pür nûr “
“Heme câ der makam-ı âmen-ü huzur "
Ey İlâhî “Tevhid” ilmi nuru ile dimağı dopdolu olmaya
müstait olan vefalı âşık! Senin için her yer emniyet ve
huzur makamıdır. Senin için hiç bir yerde korku, gam ve
keder olamaz. Şayet lüzumlu tevhidi ehlinden
kazanabilirsen senin için her yer, dağ üstü bile olsa bağ
olur.
“Çişt-ü tevhid nezd-i uşşâkî”
“Heme fâni şüd izd bâkî"
Önce, tevhidin hakikat ehli katında neden ibaret
olduğunun bilinmesi gereklidir. Tevhid, Hakk’ı gerçekten
talep eden kimsenin sinesinde aşk ve arzunun uyanması
için Allah’a çok niyazda bulunması, yalvarması demektir.
Bu niyazları sonunda “Müfâz-ı küll” (Bütün feyizleri
üzerinde toplamış zât) olan “İnsân-ı Kâmil”, onu
terbiyesi altına alır. Hakk’ı talep eden kimse kalbini,
hayâlini ve dimağını nefsinin bütün arzu ve
heveslerinden tahliye ve tasfiye eder ve varlığını yalnız
Hakk varlığına tahsis ederek nefsini yâni benliğini aradan
çıkarır.
“Heme şeb hemçü şem 'a tâbeseher ”
“Sine pür süz ve dîde bâ yed ter ”
168 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
Bu terbiye ve tasfiye sayesinde şimdi Hakk’ı talep eden o
kimsenin zâhiri (dış yüzü) halk, bâtını (iç yüzü) Hakk ile
olduğundan, bütün gece balmumu gibi tâ seher vaktine
kadar sînesi yanar ve gözünün yaşı da o nisbette akar.
İşte, kısaca tevhid budur.
“Ruy-i hâcet behakk taâlâ kün ”
“Meyl-i hâtır besü-yi bâlâ kün”
Bu en yüksek makama erişmek isteyen kimsenin, azim
ve kastını İnsân-ı Kâmil’e çevirmesi, ve bütün arzu ve
fikrini, hattâ bütün güç ve kuvvetini bu maksada
ulaşmak yolunda sarf etmesi, ve her iş ve hareketini bu
maksada erişmek uğruna hasretmeye çalışması lâzımdır.
"Meğer ân âfitâb-ı âlemtâb "
"Şeb-i târik râ şeve d mehtâb ”
Umulur ki, ol âlemi aydınlandıran şems-i hakikî senin bu
karanlık gecelerini yâni senin bütün müşkilât ve
maksadlarını mâh-ı tâb eder, yâni aydınlandırır, açar ve
halleder.
"Zulmet-i şeb zîmûy-i û-bînî"
"Hâne rûşen berû-yi û-bînî”
Onun zülfünün telinden gecenin daha karanlık olduğunu
göresin. Yâni, insanların bilgisizlik, tembellik ve
taasuplarından dolayı kahır ve Celâl-i ilâhı vâdisinde
aldanıp kaldıklarından, Hakk’ın birlik ve azametini
hissedemediklerini anlayıp bilesin ve göresin. Ancak,
hânesi sana açık olursa O’nun Cemâl-i bâ kemâlini yâni
169 Seyyid Ahmed Hüsameddin
güzelliğini görmeye muvaffak olursun.
"Pes temâşâ-yı ân cemâl kimi'
"Dest-ü der gerden-i visâl küni”
Sonra, o Cemâl-i bâ kemâli (Tam ve mükemmel güzellik)
seyir ve temaşa etmekte devam ederek de elini o hakikî
mâşukun visâl-i gerdanına koyarsın.
“An ki âmed zî hûd şeved fâni"
“Hamdî reft-ü benureş umânî”
Nitekim bu mesnevinin yazan Cenâb-ı Hamdi O’nun
nûru ile parlayıp daha bu âlem-i şehadette iken
beşeriyet arzularından vaz geçip hakikat âlemine uçup
gitmiştir. Ama O’nun Cemâl-i bâ kemâli sizinle kalıcıdır,
hemen O’nun nûru ile aydınlanıp siz de cemâlini burada
görmeğe çalışınız.
“Her ki fâni şeved ez lezzâleş"
“Mî tabîd her vücûd cüz zâteş ”
Her kim ki, nefsinin hevâ ve heveslerinin lezzetlerinden
fani olur ve geçerse o kimsenin zât ve hakikatinden
başka nefsine taalluk eden her vücûd, her varlık ve her
hevesi muhakkak ki kendisinden mahv ve perişan olur,
yol olur gider. Bu da, işte, visâl demektir.
“Rûh bû mest-ü der serây-ı harâb ”
“Arzu dâred ez cenâb-ı hitâb ”
Âşık-ı sadıktaki rûh sultanı, asıl makam olan Ruhlar
170 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
âleminden (ki bu makam-ı evvel ve sübût âlemidir)
ayrıldığı için, ölüme ve harap olmaya mahkûm olan
maddî bedeninde, baykuş gibi sıkılıp hazin feryad ve
figanlarla ağıt okur.
“Kadehi lyş-i aşk-ı cânânest”
“Mürg-i mürde be sayd-ı miirgânest”
Âşık-ı sâdık, İlâhî aşk şarabından bir kadeh içmesiyle
cânânının visâl ve mülâkatımn lezzetini duyar ve tadar.
Ama, leş kartalı gibi karın ve boğazının lezzetleri ve
nefsinin arzulan uğrunda uğraşan ve dolaşan kimseler
kendi avlan ile meşgul olduklarından bu nûş ve işret
tarafına atf-ı nazar edemezler.
“Ger haberdar murg-ü râm şeve d"
“Bâ ’de zan nist-ü ve hest nâm şeved”
Eğer, ruhu uyanık, basireti (ön görüşü) açık, anka kuşu
gibi cânân tarafına uçmaya lâyık bir âşık-ı sâdık, İnsân-ı
Kâmil’e tâbi olmaya karar verirse o tâlib-i sâdık bu kararı
ve gayreti dolayısı ile ve İnsân-ı Kâmil’in terbiyesi
sayesinde ölü gibi olup her hevesinden geçer, mahv ve
fani olur. Ama akıbet, bekayı yâni devamlılığı kazanıp
Hakk varlığı ile var olur.
“Ne zî âfet-i dehir pervây ”
“Ne zîferyâd-ı mürdüm ârây "
Artık, onun ne dehrin (dünyânın) âfetlerinden ne de
zamanın değişmelerinden korkusu olur ve ne de şöhret
ve riya yoluyla ses, sada ve insanların feryadından rüsûm
171 Seyyid Ahmed Hüsameddin
alayım ve âyin icra edeyim diye meclis donatarak
insanları aldatmak arzusu kalır. Bunlardan hiçbirisi ile
münasebeti kalmaz.
“Çun talep ger d müstahak bâşed"
“Cihet-i hem zî Hakk behakk bâşed ”
Madem ki, Hakk tâlibi Cenâb-ı Hakk’ı bilmek ve bulmak
için gösterdiği istek ve arzusunda sebat ederek yükseldi,
o, takva erbabının yâni Allah korkusu ile dinin yasak
ettiği şeylerden kaçınanların cennette bulunacakları
makamı kazanmayı hakk etti.
“Sûret-i ihtiyaç lokma vü dalk ”
“İn kader bes ki şüden cânib-i halk”
Ancak, kendisinden korkulmaması, insanlarla
münasebetinin devamı ve vücûdlarının idamesi için
gereğinde azıcık yemesi ve içmesi ve herkes gibi
giyinmesi lâzımdır. Bu yüce zât, diğer insanlar gibi
yemek, içmek, elbise giymek ve insanlara karışmak
hususunda iktisat ve kanaatkârlık gösterir Kendisini
herkesten üstün tutmaz ve mânâsının hak olduğunu
gizleyerek belli etmez. Bu zâta da bu kadar halk tarafi
kâfidir
***
172 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
SALAVÂT-I CAFERİYE
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, İmam Cafer-i
Sâdık Hazretleri’e ait olan Salavât-ı Caferiye’nin sık sık
okunmasını kendisini sevenlere tavsiye ederlerdi. Seyyid
Hazretleri’nin bu salavât-ı şerifeye vermiş oldukları
anlamı kitabımıza ilâve etmekte yarar gördük.
“Allahümme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ
Muhammedin ve âli seyyidinâ Muhammed. Biadedi
halkıke ve rizai nefsike vezineti arşike ve midâdi
kelimâtike yâ erhemerrâhimin”
“Allahümme”
Ey Hazret-i Muhammed’in bize bildirmiş ve göstermiş
olduğu Allah! Seni bildik ve gördük, Sana imân ettik.
Sana ibâdetten, Senin nzâ-i şerifinden ve
muhabbetinden ayrılmayacağız.
Salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ Muhammedin”
Allahım! Toplumumuzu ve bizi, kitap ve şânı yüce
Kur’ân’a uygun bütün davranışlarımızı Hazret-i
Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin davranışlarına
ve yüksek sünnetlerine uymaktan, saadet, selâmet,
bereket ve rızasından ayırma.
uVe âl-i seyyidina Muhammed”
Ehl-i Beyt’e tâbi ve onların davranışlarına, saadet ve
bereketlerine uygun olmak, saadetli huzûrlarında
bulunmak ve onları görmek, onları sevmek, onlarla
173 Seyyid Ahmed Hüsameddin
konuşmak ve sohbet etmek, Hz. Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellemin huzûr ve sofrasında bulunmak gibi
terbiyeli ve uyanık halde bulunmayı gerektirir. Bu yoldan
bizi ayırma yâ Rabbi!
“Biadedi halkıke” 47
Sağlığımızı Sen muhafaza et yâ Rabbi!
“Ve rizai nefsike”
Senin güzel isimlerine mazhar olan varlığımızı, riza-i
şerifinden ayırma yâ Rabbi!
“Vezinet-i arşike”
Senin arşın olan kalbimizi Senin muhabbet ve rızandan
ayırma. Akıl, fikir ve vehmimizin dengesini de doğruluk
yolundan ayırma yâ Rabbi!
“Ve midâd-ı kelimâtike”
Bizi, Ehl-i Beyt’in yardım, şefaat ve kutsal
himmetlerinden ayırma yâ rabbi!
“Yâ erhamerrâhimîn”
Devleti idare edenleri ve bizi muhafaza eden
kumandanları Senin rizâ-i şerifine uygun hareket ettir ve
oların insaf ve merhametlerini fakirlerin ve zayıfların
47 Orijinal metnin bu bölümünde Seyyid Ahmed Hüsameddin
Hazretlerinin insan vücûdunun hücre yapısına kadar inceleyen
kısa bir açıklaması vardır.
174 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
üzerine ziyade kılmanı ve onlara doğruluk, adâlet ve
uzun ömürler ihsan etmeni;
”Rahmeten lilâlemin olan Hz.Muhammed sallallâhü
aleyhi ve sellemin yolundan kıl kadar bile sapmamalarını
senden niyaz ediyorum, mülk ve vatanımızı bütün
tehlikelerden, dış ve içte olacak keder ve âfetlerden
koru, yâ Rabbelâlemin!
175 Seyyid Ahmed Hüsameddin
SONSÖZ
Seyyid Mûsâ Kâzım Öztürk, babalan Seyyid Ahmed
Hüsameddin Hazretleri’nin hayatı hakkında bir kitap
yazma projesi için ilerlemiş yaşına rağmen gayretli bir
çalışma yapmış ve bu eserin tamamlanıp baskıya hazır
hâle gelmesinden bir hafta sonra 25 Mayıs 1996
Cumartesi günü İzmir, Menderes’deki evinde Hakk’a
yürümüştür..
Kitabını 1996 sonbaharında neşretmeyi planladığı için
O’nun arzusuna bağlı kalarak bu tarihte yayınlamayı
uygun gördüm.
Seyyid Mûsâ Kâzım Öztürk, uzun yıllar boyunca bütün
çalışmasını kıymetli babalan Seyyid Ahmed Hüsameddin
Hazretleri’nin eserlerini bugünkü neslin anlayacağı
şekilde sadeleştirerek bu engin hâzineden
yararlanılmasına yönlendirmişti
Eserlerinde, yüce dinimizin gerçek şekli ile anlaşılması
doğrultusunda irşad edici hususlar ele alınmıştır.
İnsanların dikkatlerini Allah, Peygamberimiz Hazreti
Muhammed ve Kur’ân-ı Kerîm üzerine çekmeye çalışmış
ve bu üç mefhumun doğru tanınması için çaba
sarfetmişti. Birbirlerini tamamlayıcı özellikteki eserleri
okundukça bu ağır konu, okuyucunun fikrinde olgunluğa
erişmektedir.
Babam, Seyyid Mûsâ Kâzım Öztürk fikirleri, hayat görüşü
ve yaşantısı ile herzaman bizlere rehber olmaya devam
edecektir.
176 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
Allah, bizleri O’nun mânevi himayesinden ayırmasın.
F.Aymelek Öztürk İzmir,
27.6.1996
SEYYİD MÛSÂ KÂZIM ÖZTÜRK'ÜN BASILI ESERLERİ
Edvâr-ı Alem'den Parçalar,
(I.Baskı) İstanbul 1953 (II.Baskı) İstanbul 1967
Külliyat’tan Seçmeler
İstanbul 1959
İslâm Felsefesine Işık Veren Seyyidler
(I.Baskı) Ankara 1969 (II.Baskı) İzmir 1989 .
Niçin Hz.İsâ?
(I.Baskı) Ankara 1972 (II.Baskı) İstanbul 1994
Kur'ân'ın 20. Asra Göre Anlamı
Cilt I, Ankara 1974 (I.Baskı)
Cilt I, İstanbul 1995 (II.Baskı)
Cilt II, Ankara 1976
Cilt III, Ankara 1980
Cilt IV, İzmir 1985
İslâm'da Kutsal Günler Ve Geceler
Ankara 1976
Tûbâ Ağacının Çiçekleri
Ankara 1980
178 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK
İman Nuru Ve Gerçek Ahlâk
İzmir 1984
Te’vil
İzmir 1987 •
Mektubât
İzmir 1989
İsrailoğulları Ve Büyük Göç
İstanbul 1995
Hakikat Yolunu Arayanlar
İstanbul 1995
Kur’ân Rehberliğinde Günlük Hayatımız
İstanbul 1996
Seyyid Ahmed Hüsameddin Hz. Hayatı Eserleri,
1996 İstanbul