Download - BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-Ebubekir SİFİL
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-1
Milli Gazete - 22 Ağustos 2010
Soru
Selâmun aleykum hocam. Radikal, nurcu ve tasavvuf ehli arkadaşlarım var. Bazı konularda bilgilerimizi paylaşıyoruz ama
anlaşamadığımız konular var. Bu konularda ise sıkıntı yaşadığımız temel mesele hepimizin ikna olacağı kaynak bilgilere sahip
olmayışımızdır. Aşağıda sorduğum soruları her grubunda mütmaîn olabileceği kaynak delillerle cevaplarsanız büyük bir problemin
çözülmesi ve kafalardaki şüphelerin gitmesi açısından faydalı ve hayırlı bir hizmet etmiş olacaksınız. Örneğin ayet, hadis-i şerif,
peygamber hayatı, ashabın, tabiunun hayatı, tanınmış ve ehli sünnette ekol kabul edilen İslam alimlerinin yaşantı ve delillerinden
örneklerle açıklarsanız seviniriz. Çünkü her grup kendi savunduğu anlayışı aynı yollarla savunmakta ve hak üzerinde birleşememekteyiz.
Objektif bir bakış açısıyla her grubun da reddedemeyeceği ölçülerde bu meseleleri cevaplamanızı istiyoruz. Rabbim kolaylık versin.
S–1) Sait Nursiye, Bedüzzaman olarak nitelendirme nasıl ve kimler tarafından verilmiştir?
S–2) Bediüzzaman olarak İslam ilim çevrelerinde kabul görülmekte midir? Kabul görülüyorsa ölçüsü nedir? Kabul edilmiyorsa veya
edilmeyecekse neden kabul edilemez?
S-3) Sait Nursi devrinin en üstün alimi midir yoksa daha üstün bilinen alimler var mıdır? Örneğin Zahid El-Kevseri ile kıyaslandığında
hangisi ilmi seviye bakımından daha üstündür ?
S–4) Sait Nursinin verdiği bilgiler % 100 doğru mudur? Reddetmek İslam ölçülerinde nedir?
S–5) Sait Nursi’nin 2. Abdülhamit döneminde yapmış olduğu faaliyetler gerekli miydi yoksa hata mıydı?
S–6) Sait Nursi’nin, Osmanlıda, ilmiye grubu olarak yaptığı çalışmalar, verdiği fetvalar ve bu çerçevede başlatılan molla ayaklanmaları
göz önünde bulundurulduğunda Osmanlının yıkılışında direkt veya endirekt etkisi var mıdır? Var ise bu nasıl değerlendirilmelidir?
S–7) Osmanlının yıkılışında etkisi var ise sonuçta hayır ve şer manasında açılan bir kapı vardır ki Sait Nursi bu durumun neresindedir?
Yani şer ise kendisine vebal, hayır ise kendisine sevap mahiyetinde bir kazanç var mı?
S–8) Tarihçeyi Hayat'ta eski Sait diye tanımladığı ve hatalarla geçen devri olarak tanımladığı bu devri açıklamasını bazı müntesipleri
sanki günah çıkarma gibi anlatmaktadır. Bu durum nasıl değerlendirilmelidir?
S–9) Risale-i Nurlar için ben onları kendim değil ilham olarak yazıyorum demesi ve bundan ötürü Risalelere Kur’an mesabesinde
bakılması nasıl bir durumdur?
S–10) Risalelerdeki bilgilerin tümü kayıtsız şartsız doğru mudur?
S–11) Risalelerdeki bazı bilgileri reddetmek ve kabul etmemek itikadi açıdan tehlike yaratır mı?
S–12) Tefsir nedir? Risalelere tefsir demek doğru mudur? Bu bağlamda Sait Nursi müfessir midir?
S–13) Risalelerde neden kaynak belirtilmemiştir? Sait Nursi gibi birisi için kendisi kaynaktır kaynak belirtmesine gerek yoktur demek
anlayışı ne kadar doğrudur?
S–14) Risalelere bu kadar önem verilmesine rağmen neden İslam ilim literatüründe kaynak eser olarak belirtilmemiştir?
S–15) Sait Nursi, Kastamonu Lahikası sayfa 79’da şunları yazmıştır; “Madem ahir zamanda Hz. İsa’nın dini hakikisi hükmedecek,
İslamiyet’le omuz omuza gelecek elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve hazreti İsa’ya mensup mazlumların çektikleri felaketler,
onlar hakkında bir nevi şahadet denilebilir.” Bu doğru mudur? Doğru ise neden? İndi bir görüş ve İslam ölçülerinde kabul edilmez ise
bunun nedeni nedir?
Sorular devam edecek.
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-2
Milli Gazete - 29 Ağustos 2010
Geçen hafta bir kısmını verdiğim okuyucu sorusunun devamı şöyle:
S-16) Mehmed Kırkıncı 1-7 Temmuz 2001 Tempo dergisinde Sait Nursi’den şöyle bahsediyor; “(Sait Nursi) daha ziyade İslam’ın ahkâm
noktasına değil, iman noktasına yönelik yazmıştır. Daha o zamandan evlattan anaya hisse verilmesini tenkit etmiş, Kur’an’ın
ahkâmından bazı şeylerde var tenkit ettiği.” Böyle bir durum var mı? Varsa bu yaklaşım doğru mudur?
S–17) Risaleler Türkçeye çevrildiğinde dini hikayeler gibi bir kitap seviyesine dönüşüyor. Arapça, Osmanlıca ve Farsça yazılması onun
gerçekten ilmi bir eser olduğunun kanıtı mıdır?
S–18) Sait Nursi ve Risaleler neden muhteşem üstü görülmektedir ve bu değer doğru mudur?
S–19) Cevşenül kebir Hadis-i Şerif midir? Kutubu sitte de geçiyor mu? Cevşene bakış açımız nasıl olmalıdır?
S–20) Bazıları nur cemaatine bağlı olanların fazla olması sanki haklı bir davaymış gibi algılamaktadır. Bir davaya bağlı olanların fazla
olması o davanın hak olduğunu gösterir mi?
S–21) 2. Abdülhamit Sait Nursi yi deli diye tutuklatmış mıdır? Böyle bir olay varsa nedeni nedir?
S–22) 2. Abdülhamit ve Sait Nursi yaşantıları göz önünde bulundurulup kıyaslandığında üstünlük bakımından hangisi daha üstün
olabilir? Neden?
S–23) Sait Nursinin siyaset konusundaki açıklaması doğru bir açıklama mıdır? Kastedilen nedir? Günümüzdeki siyasetten uzak durma
manasında anlaşılıp uğraşılmaması ne kadar doğru bir davranıştır? Yanlış ise neden yanlış bir uygulamadır?
S–24) Sait Nursinin Ateizme karşı ehli kitapla birlikte hareket etmeliyiz demesi ne kadar tutarlı bir anlayıştır? Bildiğimiz kadarıyla
komünizm ve ateizmi de başlatanlar ehli kitaptır. Öyle ise bu konu nasıl değerlendirilmelidir?
S–25) Risalelerde bariz hatalardan örnekler var mı? Örnek verebilir misiniz?
S–26) Risaleleri okumak ve başka eser okumamak yeterli midir?
S–27) Risaleler imanı konuları işlemiş ama anlaşılması zor bir eser. Bu bakımdan vasat Müslümanlara okutturulması ne kadar doğrudur?
Örneğin Harun Yahya’nın imani eserleriyle kıyaslandığında nasıl bir sonuç ortaya çıkar? Diyebiliriz ki Harun Yahya’nın eserleri daha
bilimsel, anlaşılır ve Risalelerin bir nevi Türkçeleştirilmiş hali gibidir. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda hangisinin tavsiye
edilmesi daha doğrudur? Ya da yaklaşım nasıl olmalıdır?
S–28) Risalelerin yazıldığı dönem göz önünde bulundurulduğunda böyle zorlu bir ortamda örneğin cehennem nerede, cennet nerede,
Hızır, İlyas ve İsa aleyhimusselamların makamları nerde gibi sorularla meşgul olması ne kadar gerekli bir durumdur? Ve gerçekten bu
meseleler önemli meseleler mi ve nasıl değerlendirilmelidir?
S–29) Sait Nursi döneminde bilinen ve ondan daha üstün başka âlimler var mıydı? Varsa birkaç örnek verir misiniz?
S-30) Sait Nursi bugün en büyük farz İslam birliğidir derken, batıya karşıyken ve mütevazi bir hayat yaşarken bugün onun bağlıları
neden aksi yolda gitmektedir?
S–31) Bugün kaç çeşit nur cemaati vardır ve anlayışları hakkında bilgi verebilir misiniz?
S–32) Nur cemaatleri siyaset konusunda şerdir deyip bu alanda nötr olmaları gerekirken neden o şerri işleyen siyasi partilerin yanında
yer almaktalar?
S–33) Özellikle dinler arası diyalog konusunda Fetullah Gülen cemaatinin yaptıkları ne kadar yararlı? Zaralı ise neden zararlı? İslam’a
düşman bir ülke neden Hoca efendiye üst düzey bir koruma sağlamaktadır? Yurt dışında yapılan okullar gerçekten tv’lerde gösterildiği
gibi yararlı mı? Ayrıca ekranlara çıkıp ta İslam ve peygamberi hakkında güzel açıklamalar yapan Ehl-i kitaba inanmalı mıyız?
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-3
Milli Gazete - 5 Eylül 2010
Bediüzzaman merhum, Risale-i Nur ve Nurculuk diye bilinen hareket merkezli seri soruların cevabına geçmeden önce birkaç noktayı
kısaca belirtmekte yarar görüyorum:
Cumhuriyet sonrası ülkemizde görülmeye başlayan cemaat yapıları, İslamî hassasiyet sahibi dirayet ehli Osmanlı bakiyesi alim, salih ve
fazıl zatların milletimizin aidiyetleriyle ilişkisini devam ettirmek ve kendine yabancılaşmasının önüne set çekmek maksadıyla ortaya
koydukları samimi/ihlaslı ve fedakârane çalışmaların eseri olarak niteleyebiliriz.
Aynı mübarek maksada yönelik gayretlerin semeresi olan bu yapıların, İslamî çalışmada birbirlerinin "rakibi" değil, "refiki" olması
gerekir; eşyanın tabiatı bunu gerektirir. Dolayısıyla kendisini şu veya bu cemaate mensup hisseden, aidiyet bağlarını o şekilde kurmuş
bulunan kardeşlerimizin, diğer yapıları birer "ayrışma unsuru" olarak görmesi, onlara mesafeli durması ve hele de "düşmanlık
beslemesi" asla söz konusu olmamalıdır.
Bu söylediklerimin "temenni"den öte bir anlam taşımadığını düşünebilirsiniz. Ama herkes bizzat kendi nefsinde bu meseleyi ciddi
anlamda sorgular, muhakeme ederse, söylediklerimin sadece temenniden ibaret "doğru" değil, aynı zamanda "mümkün", hatta "gerekli"
olduğunu teslim edecektir.
Kim çıkıp da Bediüzzaman merhumla Süleyman Hilmi Tunahan merhum arasında, bugün onların tabileri olduğunu söyleyen bazı
kardeşlerimiz arasında bulunana benzer bir iletişimsizlik olduğunu söyleyebilir? O insanların hayatında bunu söylemeyi mümkün kılacak
bir hadise tesbit edilebilmiş midir?
Esasen Osmanlı bakiyesi o alim ve salih kadroya bir bütün olarak baktığımızda, hepsinin de batmakta olan bir geminin su alan
çatlaklarını, gediklerini tıkamaktan başka bir hedefi olmayan, hayatlarını hizmet yarışı anlayışıyla geçiren insanlar olduklarını, her
birinin, kendi iştigal ve ihtisas sahası içinde bu milletin geleceğini kurtarmak adına canla başla çalıştığını görürüz. Cemiyet-i İlmiye ya
da Daru'l-Hikmeti'l-İslamiye çatısı altında faaliyet gösteren ulemanın hangisini diğerlerinden ayrı telakki edebiliriz? Mustafa Sabri Efendi
ile Bediüzzaman Said Nursi, Ahıskalı Ali Haydar Efendi ile Muhammed Zâhid el-Kevserî, Elmalılı Hamdi Efendi ile Arapkirli Hüseyin Avni
ya da İskilipli Atıf Efendi… gibi dönemin yıldızlaşmış isimleri arasında bu tarz bir ayrılık-gayrılık düşünmek başta onların hatırasına
saygısızlık anlamı taşıyacaktır!
Dolayısıyla bugün, onların fikir, hareket ve metotlarını sürdürme iddiasını taşıyan kimse ve kesimler olarak sizlere düşen, onların
arasındaki kardeşlik ve dayanışmayı devam ettirmek, iş ve güç birliği yaparak insanımızın aidiyetleriyle ilişkisini daha kuvvetli kılmanın
yollarını aramaktır.
Tasvip etmemekle birlikte bir durum tesbiti olarak söyleyelim: Bugün onların tabileri olduğunu söyleyen kimse ve kesimler arasında bir
irtibatsızlık, hatta su-i zan bulunabilir. Bununla, onların metbuu durumundaki o alimlere karşı tavrı birbirine karıştırmamalıyız. O
kesimlerin birbirine karşı olumsuz tavrı, izini takip ettikleri alim ve fazıl insanlara karşı olumsuz tavra dönüşmemelidir.
Elbette o alimler de birer beşer olmaları dolayısıyla hatadan masun ve masum değildir. Onarın hiç birisinden, hatasız ve kusursuz
oldukları yönünde bir iddia sadır olmamıştır. Ehl-i Sünnet çizginin müktesebat ve dirayet sahibi müntesipleri olarak onlardan bunun
aksini beklemek abes olurdu.
Ancak bu gerçek, onların bu memleket ve bu millet için o olağanüstü şartlarda gösterdiği fedakârlığı ve yaptığı samimi hizmet leri
gölgelemez, gölgelememelidir.
Kardeş olmayı beceremiyorsak, hiç olmazsa bunu yapalım. Unutmayalım, hatasız dost arayan dostsuz kalır.
Devam edecek.
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-4
Milli Gazete - 12 Eylül 2000
Bediüzzaman merhum etrafında 33 maddelik okuyucu sorusunun aynı sırayla cevapları şöyle:
1. "Sait Nursiye, Bedüzzaman olarak nitelendirme nasıl ve kimler tarafından verilmiştir?"
"Bediüzzaman", "zamanında yaşayan insanlar arasında emsalsiz olan, bir benzeri olmayan, asrının yegânesi, yetenek ve kabiliyetleri
bakımından çağında eşsiz olan…" gibi anlamlara gelen bir terkiptir. Arapçada "vahîdu asrihî", "ferîdu dehrihî", "yetîmetu'z-zemân"… gibi
terkipler de bu anlamda kullanılır.
İslam tarihinde bu lakapla anılan birçok isim bilinmektedir. İbn Asâkir'in hocaları arsında bulunan Ebû Ali Ahmed b. Sa'd b. Ali el-İclî en-
Nihâvendî bunlardan birisidir.[1] Bir diğeri hadis hafızı Ebu'l-Fadl Ahmed b. el-Hüseyin b. Yahya el-Hemedânî'dir.[2] "Makâmât"
sahibidir. Meşhur el-Harîrî, "Makâmât"ını onu örnek alarak hazırlamıştır. Şiir söylemedeki ve ezberindeki mahareti dolayısıyla kendisine
bu lakap verilmiştir. Hibetullah b. el-Hüseyin b. Yusuf el-Usturlâbî de onlar arasındadır.[3] Astronomi konusundaki birikim ve yeteneği
sebebiyle Bediüzzaman olarak anılmıştır.
Bu lakabın Üstad Said Nursî merhuma ilk defa kim tarafından verildiği konusunda net bir bilgiye ulaşamadım. Tarihçe-i Hayat'ta, üstün
zekâsı ve kabiliyeti sebebiyle genç yaştayken döneminin alimleri tarafından kendisine bu lakabın verildiği kaydedilmekte ve şöyle
denilmektedir: "İşte pek genç yaşındaki mezkûr harikuladeliklere ve bahr-i umman halinde bir ilme malikiyetine şahit olan ehl-i ilim,
Molla Said'e "Bediüzzaman" lakabını vermiştir."[4]
Yine bu eserde şöyle denir: "İstanbul'da grup grup gelen ulemanın suallerini cevaplandırıyordu. Genç yaşında böyle bilâistisna bütün
suallere cevap vermesi ve gayet mukni ve beliğ ifade ve hârika hal ve tavırlarıyla, ehl-i ilmi hayranlıkla takdire sevk ediyordu. Ve
"Bediüzzaman" ünvanına bihakkın layık görüyorlar ve bu fevkalade zatı, bir "nadire-i hilkat" olarak tavsif ediyorlardı."[5]
Eserlerinden ortaya çıkan netice odur ki, bu lakabı Üstad'ın kendisi de benimseyip kullanmış, eserlerinde zikretmekten de geri
durmamıştır. Hatta henüz berhayat iken, bu lakabı bir büyüklenme vesilesi olarak kullandığı tarzında tenkitlere muhatap olmuştur.
Bunlara mukabelesi dikkat çekicidir:
"Sual: Sen imzanı bazen 'Bediüzzaman' yazıyorsun. Lâkap medhi imâ eder.
"Cevap: Medih için değildir. Kusurlarımı, sened-i özrümü, mazeretimi bu ünvan ile ibraz ediyorum. Zira bedi, garip demektir. Benim
ahlâkım, sûretim gibi ve üslûb-u beyanım, elbisem gibi gariptir, muhaliftir. Görenekle revaçta olan muhakemat ve esalibi, benim üslûp
ve muhakematımla mikyas ve mihenk itibar yapmamayı bu ünvanın lisan-ı haliyle rica ediyorum. Hem de muradım, 'bedî', acip
demektir..."[6]
Kendisinin bu lakabı farklı bir mülahazayla kullandığını gösteren bir diğer örnek de, kendisi hakkında, "İstibdadın Garibüzzamanı,
Meşrutiyetin Bediüzzamanı, şimdikinin de Bid'atüzzamanı Said Nursî"[7] ifadesidir.
Devam edecek.
[1] Bkz. Târîhu Dimaşk, XLIII, 181; LXVIII, 195.
[2] İbn Kesîr, el-Bidâye ve'n-Nihâye, XI; 340.
[3] ez-Zehebî, Târîhu'l-İslam, XXVIII, 301.
[4] Tarihçe-i Hayat, 47.
[5] A.g.e., 53.
[6] Hutbe-i Şâmiye, 101.
[7] Tarihçe-i Hayat, 78.
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-5
Milli Gazete - 19 Eylül 2010
Üstad'a "Bediüzzaman" lakabının nasıl ve niçin verildiğine gelince; kendisi henüz 14-15 yaşlarındayken ilmî muhitlerde yaygın bir
şöhrete nail olmuştu. Keskin zekâsı, dirayeti, ilmî kudreti ve müthiş hafızası, gittiği yerlere kendisinden önce ulaşırdı.
Bu sebeple her gittiği yerde hemen ilmî meclisler kurulur ve bu şöhretin hak edilmiş olup olmadığını anlamak için ilim erbabınca bir
anlamda imtihana çekilirdi. Bizzat kendisiyle uzun görüşmelerde bulunmuş olan merhum Eşref Edib, Üstad'ın biyografisini anlatırken
şöyle diyor: "… Siirt uleması merak ettiler. Bir yere toplandılar. Üstad'ı davet ettiler. İntihap ettikleri sualleri birer birer sordular. Üstad
hepsine cevap veriyor, bir taraftan da kitaba bakar gibi hocasının yüzüne bakıyordu. O zaman Siirt uleması Molla Said'in hakikaten bir
harika, bir Bediüzzaman olduğuna hükmetmiş, onun dehasına hayran olmuşlardı…"[1]
Bu konuda farklı bir tesbit de şu şekildedir: "Van valisi Tahir Paşa onu sık sık evine misafir ediyor ve onun çeşitli konularda belirttiği
görüşleri saygıyla karşılıyordu. Said Nursi, aynı yıllarda Bitlis valisinin bir içki alemi düzenlediğini haber alınca, Valiyi topluluğun
huzurunda Kur'an'dan ayetler okuyarak uyarmış, bunun üzerine Vali pişman olup tevbe ettiğini açıklamak zorunda kalmıştı. Bu
hadiseden bir süre sonra Van valisi Tahir Paşa'nın huzurunda çevredeki alimlerin bütün sorularını cevaplandırınca kendisine
"Bediüzzaman" lakabı varildi."[2]
Bu nakillerden ikincisinin daha kesin ifadeler taşıdığına istinaden Üstad'a "Bediüzzaman" lakabının Van valisi Tahir Paşa'nın huzurundaki
münazara sonrasında verildiğine hükmedebiliriz.
S–2) Bediüzzaman olarak İslam ilim çevrelerinde kabul görülmekte midir? Kabul görülüyorsa ölçüsü nedir? Kabul edilmiyorsa veya
edilmeyecekse neden kabul edilemez?
Bediüzzaman merhumun eser ve görüşlerinin ilmî çevrelerde genel kabul gördüğünü söylemek yanlış olmaz. Ali Ulvi Kurucu merhumun
şu ifadeleri bu konuda yeterince fikir verir niteliktedir:
"Merhum Bediüüzzaman Said Nursi'nin adını, Kahire'deki talebelik yıllarımda gerek Mustafa Sabri Efendi ve gerek Zâhid el-Kevserî ile
İhsan efendilerden duyardım: Müstesna insan, fevkalade zeki bir zat. "Bediüzzaman" ünvanı kendisine Doğu'daki hocaları tarafından
verilmiş. "Zamanın harikası" demek. (…) Müstesna bir âlim olarak hem eski Arapça medrese ilimlerini bilir, hem de günün fizik, biyoloji,
astronomi gibi modern ilimlerine aşinadır. Nadir bulunur bir zekâ ve deha sahibidir…"[3]
Bununla birlikte bizzat Risale-i Nur'un incelenmesiyle de anlaşılacağı gibi, Bediüzzaman henüz hayattayken eser ve görüşlerine ilmî
muhitlerden itirazlar varit olmuş, o da bunlara mukabelede bulunmuştur. Günümüzde de Risale-i Nur'u tenkit konusu yapan çalışmalara
–nadir de olsa– rastlanmaktadır.
Söz konusu tenkitleri iki grupta toplayabiliriz:
1. Bediüzzaman'ın da mensubu bulunduğu Ehl-i Sünnet ulemadan gelenler.
2. Bediüzzaman'la ve Ehl-i Sünnet çizgiyle kan davası olan bid'at ehlinin tenkitleri.
Bir başka tasnif de, Risale-i Nur bağlamında "esasa yönelik tenkitler" ve "usule yönelik tenkitler" şeklinde yapılabilir.
Şunu bir temel tesbit olarak ortaya koymak ilim ve vicdan borcudur: Her insan gibi Bediüzzaman merhum da yazdıklarında hatadan
masun ve masum değildir. Hatta bizzat kendisi, yazdıklarının ve söylediklerinin doğrudan kabul edilmesi yerine mihenge vurularak
alınması gerektiğini söylemiştir.
Devam edecek.
[1] Eşref Edib, Risalei Nur Müellifi Said Nur, 20.
[2] İhsan Işık, (Muhammed Şeyhanzade, Vefatının 26. Yılınca Üstad Bediüzzaman Said Nursi, Girişim Dergisi, sayı: 7, Nisan 1986'dan
naklen), Bediüzzaman Said Nursi ve Nurculuk, 11.
[3] M. Ertuğrul Düzdağ, Üstad Ali Ulvi Kurucu, Hatıralar-3, 265.
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-6
Milli Gazete - 26 Eylül 2010
Üstad merhumun ilmî çevrelerde "Bediüzzaman" olarak kabul edilip edilmediği sorusu, dönemindeki ilim ehli tarafından "emsalsiz,
benzersiz, en üstün" olarak tavsif ve takdim edilip edilmediği anlamındaysa, bu noktada benim muttali olabildiğim şudur: Mustafa Sabri
Efendi, Muhammed Zâhid el-Kevserî, Elmalılı Hamdi Efendi, Ermenekli Safvet Efendi, İskilipli Atıf Efendi gibi (Allah hepsine rahmet
eylesin) dönemin ilim zirveleri arasında mutad veçhile mevcut olan seviyeli münasebet, Bediüzzaman merhum için de söz konusu
olmuştur. Bediüzzaman da zikri geçen alimlerden bir alim olarak gerek Cemiyet-i Müderrisin'de, gerekse Daru'l-Hikmeti'l-İslamiye'de
görev almış, o kritik zaman dilimlerinde onlarla aynı yükü omuzlamıştır. Onlar arasında Bediüzzaman merhuma sıra dışı bir tebcil ve
ta'zimde bulunan kimse bulunduğunu bilmiyorum.
Dolayısıyla bize düşen, yakın geçmişimizde din için, vatan için, Müslüman milletimiz için önemli çalışmalar yapmış alimlere karşı
hissettiğimiz minnet ve şükran duygularını Bediüzzaman merhum için de hissetmektir.
S-3) Sait Nursi devrinin en üstün alimi midir yoksa daha üstün bilinen alimler var mıdır? Örneğin Zahid El-Kevseri ile kıyaslandığında
hangisi ilmi seviye bakımından daha üstündür ?
"Devrinin en üstünü şu zattır, bu zattır" tartışmasına girmeyi doğru bulmam. Onunla aynı dönemde yaşamış ilim ehli arasında böyle bir
yarış vuku bulmamıştır ki biz de benzeri bir tutum içine girelim. Keza o kendisini devrinin ulemasının üstünde görmemiştir ki, aynı tavır
başkalarından da sadır olsun!
Bununla birlikte her dönemin uleması için söz konusu olduğu gibi, onun yaşadığı dönemin alimleri için de birbirlerine farklı dallarda
tefevvuk etmiş olanlar bulunması normaldir. Söz gelimi Muhammed Zâhid el-Kevserî merhum, İslamî ilimlerin her dalında kalem
oynatacak, söz söyleyecek kudrettedir; ama bilhassa Hadis/Rical ve Kelam sahalarında bir adım öne çıkmıştır. Keza Mustafa Sabri
Efendi merhum Fıkıh ve Kelam alanlarında, Elmalılı merhum Tefsir, Fıkıh, Kelam ve Felsefe alanlarında yoğunlaşmıştır; bununla birlikte
onlar da İslamî ilimlerin hemen her dalında söz söyleme kudretini haizdir.
Bu açıdan bakıldığında Bediüzzaman merhum da İslamî ilimlerin hemen her dalına taalluk eden hususlarda konuşup yazmış, ama onun
konuşup yazdıklarının asıl ağırlık noktasını, ateist ve naturalist cereyanların İslam itikadına yönelik meydan okumalarına mukabele ve
imanî meselelerin modern çağın insanının idrakine sunulması meselesi teşkil etmiştir.
S–4) Sait Nursinin verdiği bilgiler % 100 doğru mudur? Reddetmek İslam ölçülerinde nedir?
Kur'an'dan başka hiçbir kitabın muhtevasına ve Efendimiz (s.a.v)'den başka hiçbir insanın bütün söylediklerine % 100 doğrudur
diyemeyiz. Bediüzzaman merhumun mezhebinin imamı olan İmam eş-Şâfi'î, talebesi el-Büveytî'nin naklettiğine göre şöyle demiştir:
"Ben bu kitapları yazdım. Onlarda mutlaka hata bulunur. Çünkü Allah Teala şöyle buyuruyor[1]: "Eğer (bu Kur'an) Allah'tan başkası
nezdinden olsaydı, onda çok tutarsızlıklar bulurlardı."[2] Malum ve meşhurdur ki, İmam eş-Şâfi'î, talebesi el-Müzenî tarafından seksen
kere okunan er-Risâle isimli eserini her seferinde tashih etmiş, en sonunda da "Allah, kendi kitabından başkasının hatasız olmasını
murad etmemiştir" diyerek ne kadar tashih edilirse edilsin Kur'an'dan başka her kitapta mutlaka hata bulunacağını ikrar etmiştir.
Devam edecek
[1] 4/en-Nisâ, 82.
[2] Ebû Zehra, eş-Şâfi'î, 161.
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-7
Milli Gazete - 3 Ekim 2010
Üstadın bizzat kendisi, eserlerinin hatasız kabul edilmesine rıza göstermemiş, yazdıklarının mihenge vurulmasını istemiş ve şöyle
demiştir: "Hiçbir müfsid ben müfsidim demez, daima suret-i haktan görünür. Yahud bâtılı hak görür. Evet, kimse demez ayranım
ekşidir. Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hatta benim sözümü de ben söylediğim için hüsn-ü
zan edip, tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe
girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler, hayalin elinde kalsın, mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalbde saklayınız; bakır
çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız, bana reddediniz, gönderiniz."[1]
Burada bir hususun altını çizmemiz gerekiyor: Bediüzzaman merhum, yapması gerekeni yapmış ve kendisinin hatadan masun ve
masum kabul edilmemesi için bu kadar açık konuşmuştur. Ancak bu, özelde onun ve genelde diğer ilim ehlinin yazdıklarını,
söylediklerini, görüş ve eserlerini her önüne gelenin eleştirebileceği şeklinde anlaşılmamalıdır. Onun ve diğer ilim ehlinin eserlerini
mihenge vurmak, mihengin ne olduğunu ve "mihenge vurma"nın mahiyetini bilenlerin işi olmalıdır!
S–5) Sait Nursi’nin 2. Abdülhamit döneminde yapmış olduğu faaliyetler gerekli miydi yoksa hata mıydı?
Cennetmekân Sultan II. Abdülhamid hanın en büyük talihsizliği, birkaç istisna dışında devrinin tefekkür ve kalem erbabı, özellikle de
ilmiye sınıfı tarafından gerektiği gibi anlaşılamamış olmasıdır. Diğer sınıflar bir yana, özellikle ilim adamları tarafından "müstebit" yaftası
ile yaftalanmak belki de onun maruz kaldığı en yaralayıcı muamele olmuştur.
Bediüzzaman merhum da o dönemin genel havası içinde Abdülhamid hana karşı pozisyon almış, Meşrutiyet'i bütün varlığıyla ve büyük
umutlarla desteklemiştir. Ancak İttihat Terakki döneminin felaketlerini görüp yaşayınca hakikati anlamış ve pişman olmuştur.
Muhterem Kadir Mısıroğlu'nun yazdığına göre Bediüzzaman, vefatından kısa bir süre önce Sultan Abdülhamid'in torunu Nemika Sultan'a
giderek dedesi adına kendisinden helallık dilemiştir.[2]
Rıza Tevfik'in bile gerçeği görüp haklıyı haksızı en çarpıcı biçimde itiraf ettiği bir ortamda Bediüzzaman da elbette kendisine yakışanı
yapacaktı…
S–6) Sait Nursi’nin, Osmanlıda, ilmiye grubu olarak yaptığı çalışmalar, verdiği fetvalar ve bu çerçevede başlatılan molla ayaklanmaları
göz önünde bulundurulduğunda Osmanlının yıkılışında direkt veya endirekt etkisi var mıdır? Var ise bu nasıl değerlendirilmelidir?
Ne Bediüzzaman merhumun ne de dönemindeki ilmiye sınıfının "Osmanlı'yı yıkmak" gibi bir emel ve çabası olmuştur. Böyle bir cümle
kurmak bile büyük vebaldir. Eğer Bediüzzaman merhumun Cennetmekân Sultan Abdülhamid han aleyhdarlığını "Osmanlı'nın yıkılışına
dolaylı katkı" saymak doğruysa, bu sadece ona değil, Sultan'ın aleyhinde bulunan herkese raci bir vebal ve töhmet olur!
Evet, Bediüzzaman'ın Sultan Abdülhamid han aleyhdarlığı kimsenin gizlisi değildir; ancak şu da bir hakikat ki, onun aleyhdarlığı, hal'ine
fetva verecek veya aleyhine ayaklanma tertip etmek gibi girişimlerde bulunacak noktaya varmış değildir. Hatta onun Abdülhadim
karşıtlığı mesela merhum Mehmet Akif'inki kadar değildir. Yukarıda da söylediğim gibi Bediüzzaman gerçeği yaşayarak idrak ett ikten
sonra nedamet getirmiş ve helallık dilemiştir; Ama aynı şeyi Akif için söylemek kolay değildir.
Sorunun, Bediüzzaman merhumun bir "molla ayaklanması" ile irtibatını ima eden kısmını anlamadım. Ne onun böyle bir ayaklanma
tertip etme niyetinden, ne de esasen böyle bir ayaklanmadan haberdarım. Burada soru sahibinin bir bilgi yanlışlığı olmalı.
Devam edecek
[1] Münâzarât, 14.
[2] Kadir Mısıroğlu, Bir Mazlum Padişah: Sultan II. Abdülhamid isimli eserin önsözü.
Her ne kadar böyle bir olayın vuku bulmadığı iddia edilmiş olsa da (bkz.http://www.saidnursi.de/tr2/index.php/BEDiUZZAMAN-CEVAP-
VERiYOR/Said-Nursi-helallik-istedi-mi.html), olayı bizzat tahkik ve teyit eden başkaları da olmuştur.
(bkz.http://muzafferdeligoz.blogcu.com/bediuzzaman-2-abdulhamit-in-varislerinden-helallik-aldi-mi/5366421) .
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-8
Milli Gazete - 10 Ekim 2010
S–7) Osmanlının yıkılışında etkisi var ise sonuçta hayır ve şer manasında açılan bir kapı vardır ki Sait Nursi bu durumun neresindedir?
Yani şer ise kendisine vebal, hayır ise kendisine sevap mahiyetinde bir kazanç var mı?
Ameller niyetlere göre değerlendirilir. Daha önce de belirttiğim gibi, o dönemde sadece Bediüzzaman merhum değil, Şeyhülislam
Mustafa Sabri Efendi, Mehmet Akif gibi kalburüstü pek çok isim Sultan II. Abdülhamid hana muhalif tutum takınmış, onun, Osmanlı'yı
ayakta tutmak için çırpınmayla geçen 33 yıllık saltanat dönemini "istibdat" olarak damgalamıştır.
Yine daha önce ifade etmeye çalıştığım gibi, İttihat Terakki yönetiminin zihniyetini ve icraatlarını yakından tanımaya ve tecrübe etmeye
başladıkça dönemin vicdan ve irfan sahibi siyaset adamlarının, ilim adamlarının, aydınların "istibdat" denen o dönem hakkındaki
kanaatleri hızla değişmiştir.
Sultan II. Abdülhamid hanın, içeriden ve dışarıdan gördüğü bütün baskı ve tazyiklere rağmen dirayetle yürüttüğü "İslam'ın son kalesini
ayakta tutma" amacına matuf kimi icraatları "istibdat" olarak değerlendirenlerin tamamını aynı kefede görmek yanlış olur. Meseleyi
İslamî hassasiyetle ele alanlar, hedef aynı olsa da niyet ve maksat farklılığı sebebiyle mesela Abdullah Cevdet, İbrahim Temo gibi
zevattan farklı düşünülmelidir.
Osmanlı'yı yıkmak gibi bir niyetleri olmadığı halde, çalışmaları bu neticeye müncer olanlar, sonunda nedamet getirmiş iseler, sadece
gerekli teyakkuz ve basireti gösterememekle itham edilmelidirler. Aksi halde tutarlı olmak için sadece Bediüzzaman merhumu değil,
devrin ilim adamlarının kahir ekseriyetini "bir şerrin kapısını açma" vebalinin yüklenicisi olarak tesbit etmek gerekir. Ben şahsen böyle
bir tesbite de, vebale de iştirak edemem.
S–8) Tarihçeyi Hayat'ta eski Sait diye tanımladığı ve hatalarla geçen devri olarak tanımladığı bu devri açıklamasını bazı müntesipleri
sanki günah çıkarma gibi anlatmaktadır. Bu durum nasıl değerlendirilmelidir?
Müslüman sorumluluğunun üstüne bir de "ilim adamı" sorumluluğu eklenince, insanın iki kat hassasiyet göstermesi eşyanın
tabiatındandır. Bediüzzaman merhum, hayatının belli bir dönemine ait görüş ve düşünceleri şayan-ı tenkit bulup terk etmişse, bu onun
menakıbı cümlesinden sayılmalıdır. Her müslümanın sahip olması gereken "özeleştiri" cesaret ve hassasiyeti ile "günah çıkarma"
arasında nasıl bir irtibat olabilir? Kendisine, inancına ve aidiyetlerine saygısı olan herkes, Allah ve Ümmet karşısında kend isini
sorgulamaktan ve varsa yanlışlarını itiraf etmekten kaçınmamalıdır.
Burada üçüncü şahıslar olarak bize düşen bir sorumluluk varsa, o da Bediüzzaman merhumun terk ettiği ve –diyelim ki– sahiplenmediği
"eski Sait" dönemi ile "yeni Sait" dönemi arasındaki farklılıkların üzerine eğilmek, buradan bizim için ne gibi ders ve ibretler çıkarılabilir,
ona bakmaktır. Böyle bir çalışmanın mevcut olup olmadığını bilmiyorum; yoksa mutlaka yapılmalıdır. "Eski Sait" dönemine karakterini
veren hususlar, Bediüzzaman merhumun kendisinden ve dışarıdan kaynaklanan etkenler, "yeni Sait"i hazırlayan şartlar, olaylar,
gelişmeler, bu iki dönem arasındaki "geçiş dönemi"nin hususiyetleri vs…
Öte yandan, Bediüzzaman merhumun bu örnek davranışının hangi müntesibi tarafından "günah çıkarma" olarak nitelendirildiğini
bilmiyorum. Bunun daha ziyade onun muhalifleri tarafından dile getirilmiş "yakışıksız" bir yakıştırma olarak görülmesi gerekir diye
düşünüyorum.
Devam edecek
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-9
Milli Gazete - 17 Ekim 2010
S–9) Risale-i Nurlar için ben onları kendim değil ilham olarak yazıyorum demesi ve bundan ötürü Risalelere Kur’an mesabesinde
bakılması nasıl bir durumdur?
Bir olgu olarak "ilham"ın hakikatini teslim etmekle birlikte, bizim Akaid ve Usul-i Fıkıh kaynaklarımızda onun bir "bilgi/hüküm kaynağı"
olarak değerlendirilmediğini bilmemiz gerekir. Bilindiği gibi Usul-i Fıkıh'da, bilgi/hüküm kaynakları (edille-i şer'iyye), "aslî" ve "fer'î"
olarak iki kategoriye ayrılmıştır. Kitap. Sünnet, İcma ve Kıyas "aslî" bilgi/hüküm kaynaklarını teşkil ederken, –mezhepler arasında
ihtilaflı bir alanı oluşturan– İstihsan, Mesalih-i Mürsele, Sedd-i Zerayi, Örf vb. de "fer'î" bilgi/hüküm kaynaklarını oluşturur. Bunlar
arasında "ilham" diye bir maddenin yer almadığına bilhassa dikkat etmek gerekir..
İlham ve rüyanın bilgi/hüküm değeri konusunda derli-toplu ve sahih bilgi bulabileceğimiz bir kaynak olarak Abdülganî en-Nâblusî'nin el-
Hadîkatu'n-Nediyye Şerhu't-Tarîkati'l-Muhammediyye isimli eseri zikre değerdir.[1] en-Nâblusî orada kısaca ve anlam olarak şöyle der:
Gerek zahir, gerekse batın uleması nazarında ilham, kendisiyle şer'î ahkâmın sabit olduğu, Kitap ve Sünnet'ten müstağni kılan bir
hüccet değildir. Batın uleması nazarında –amelî hayat Kitap ve Sünnet'ten elde edilen ilim doğrultusunda düzenlendikten sonra– ilham
Kitap ve Sünnet'in anlamlarını kavramada sahih bir yol olarak görülür. Aksi halde ilham, kendisiyle amel etmek caiz olmayan şeytanî bir
vesvese olur…
Bu çerçevede ulemamız, şer'î nass, ilke ve hükümlerle çatışmamak şartıyla ilhamla amel edilebileceğini belirtmiştir. Ancak hemen
belirtelim ki, bu da ilham sahibinin şahsıyla sınırlı bir durumdur; bir başkasını kesinlikle ilzam etmez.
Bu noktayı akılda tutarak meseleyle alakalı bir diğer noktaya intikal edelim: İnsanın, Kitap ve Sünnet'ten içtihad ederek çıkardığı
hükümde yanılma payı her zaman mevcut olduğu gibi, ilham ve keşifle elde ettiği bilgide de yanılma payı her zaman mevcuttur. Daha
önce muhtelif vesilelerle değindiğim bu meselenin tafsilatı için dipnotta belirttiğim yere bakılabilir.[2]
İnsan herhangi bir mesele üzerinde uzun zaman yoğunlaştığı zaman, gerekli altyapıya da sahipse, başkalarının dikkatinden kaçan
birtakım bilgi ve tesbitlere ulaşabilir. Bu yolla kalbine, başkalarına zahir olmayan bilgiler münkeşif olabilir. Hepimizin bu doğrultuda
tesbit, müşahede ve tecrübeleri vardır. Dolayısıyla Bediüzzaman merhum gibi hayatını Risale-i Nur'un telifiyle geçirmiş, daha doğrusu
hayatını buna adamış bir insanın, bir ömür üzerinde yoğunlaştığı meseleler hakkında ilhama mazhar olmasını garipsememek gerekir.
Yanlış olan, Risale-i Nur'un ihtiva ettiği Kur'an ve Sünnet nassları zemininde birtakım anlam boyutlarına ilhamla ulaşılmış olabileceğini
söylemek değil, "ilhamla yazılmıştır" gerekçesiyle bu esere "hatadan masun" gözüyle bakmaktır. İnsan ürünü hiçbir eser hatadan salim
olmadığı gibi, Risale-i Nur da hatasız değildir. Bediüzzaman merhumun kendisi hakkında ileri sürmediği bir davayı biz onun hakkında
nasıl ileri sürebiliriz? O'nun, kendisi veya Risale-i Nur hakkında "hatasızdır" şeklinde bir iddiada bulunmuş olması şöyle dursun, kendi
sözleri hakkında "mihenge vurun" dediğini daha önce görmüştük.
Ancak yine daha önce de dediğim gibi bu durum, Risale-i Nur'u her önüne gelenin tenkit edebileceği, ya da "içinde hatalar var" diyerek
kıymetten düşürebileceği anlamına gelmez. Hele bazı çevrelerde görüldüğü gibi bu eser ve sahibi hakkında tahkire varan bir tutum ve
üslup benimsemek, –tasvip, tasdik ve tensip etmek şöyle dursun– müsamaha ile dahi karşılanamaz!
Devam edecek
[1] Bkz. en-Nâblusî, el-Hadîkatu'n-Nediyye, I, 164 vd.
[2] Ebubekir Sifil, Sana Din'den Sorarlar, I, 143 vd.
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-10
Milli Gazete - 24 Ekim 2010
S–10) Risalelerdeki bilgilerin tümü kayıtsız şartsız doğru mudur?
Öncelikle Bediüzzaman merhumun ve Risale-i Nur'un ilmî hassasiyet saiki ve istikametin muhafazası endişesi ile
incelenmesi/değerlendirilmesi ile daha başlangıçta eseri ve müellifi sırf tenkit ve gözden düşürmek maksadıyla yola çıkmayı birbirinden
ayırt etmemiz gerektiğini belirtelim. Her iki davranış da sahibini, eserde ve müellifte birtakım hatalar bulunduğu neticesine götürebilir.
Ama bunlardan ilki sahibine sevap ve muhataba istiğfar vesilesi olurken, diğeri –muhataba bir zarar vermez ama– sahibinin boynuna
vebal olarak dolanır.
Sorunun cevabına gelince; Risalelerdeki bilgilerin tamamının kayıtsız şartsız doğru olduğunu söylemek makul değildir. Esasen onların
mağfur ve muhterem müellifinin de böyle bir iddiası yoktur. Tam aksine o, Risale-i Nur'da hata ve kusurlar olabileceğini kabul ve
itiraftan çekinmemiştir ki, normal ve gerekli olan da budur.
Nitekim Bediüzzaman merhum, Onbeşinci Şua'da, el-Hüccetu'z-Zehra'nin İkinci Makam'ında "Gayet kısa bir nevi tercümesi içinde ilm-i
İlahîye, bu pek ehemmiyetli hakikat-ı imaniyeye kısacık işaretler edip tafsilâtını Risale-i Nur'a havale ile deriz
Cümlesinin altına şöyle bir not düşmüştür: "(Haşiye): Bundan sonraki kısmı, bütün ömrümde görmediğim dehşetli ve semli bir hastalık
içinde yazılmış. Kusuratıma nazar-ı müsamaha ile bakılsın. Hüsrev, münasib görmediği kısmı ta'dil, tebdil, ıslah edebilir.}:[1]
Şu ifadeler de Bediüzzaman merhumun: "Te'lifinden otuzdört sene sonra, Münazarat namındaki esere baktım, gördüm ki: Eski Said'in o
zamandaki inkılabdan[2] ve o muhitten ve tesirat-ı hariciyeden neş'et eden bir dalet-i ruhiye ile yazdığı bu gibi eserlerinde hatiat var. O
kusurat ve hatiatından bütün kuvvetimle istiğfar ediyorum ve o hatiattan nedamet ediyorum. Cenab-ı Hakk'ın rahmetinden niyazım
odur ki: Ehl-i imanın me'yusiyetlerini izale niyetiyle ettiği hatiat, hüsn-i niyetine bağışlansın, afv edilsin. "[3]
Tetkik edildiğinde Risale-i Nur'da buna benzer birçok ifade bulunabilir. Bütün bunlar açık bir şekilde gösteriyor ki, Bediüzzaman
merhumun, Risalee-i Nur'un hatasız olduğu şeklinde bir iddiası da, ifadesi de yoktur. Bu eserin ilham ürünü olduğunun söylenmesi ile –
ki bunun nasıl anlaşılması gerektiğini daha önce belirttik– "hatasız" olduğunun söylenmesi birbirinden farklı şeylerdir.
Burada Bediüzzaman merhumun, henüz kendisi hayattayken Risale-i Nur'a ilişen, bu eserin bazı yerlerini tenkit eden bazı kimselere
mukabele zımnında söylediği bazı sözler benim bu söylediklerime itiraz olarak ileriye sürülebilir.
Bir sonraki yazıda bunlardan bazı örnekler zikrederek, bu ifadelerin nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde duralım.
Devam edecek
[1] Şualar, 641.
[2] İkinci Meşrutiyet dönemini ve İttihat Terakki propagandasını kastediyor.
[3] Kastamonu Lahikası, 50.
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-11
Milli Gazete - 31 Ekim 2010
Risale-i Nur'un ilham ile yazdırılması meselesinde Bediüzzaman merhumun ne söylediğini birkaç örnek üzerinden görelim:
"Gayet muhlis bir kardeşimizin mektubunda, bir ihtiyar âlim ve vaizin, Risale-i Nur'a zarar verecek vaziyette bulunması; benim gibi
binler kusurları bulunan bir bîçarenin, ehemmiyetli mazerete binaen, bir sünneti terkettiğim bahanesiyle şahsımı çürütüp, Risale-i Nur'a
ilişmek istemiş.
"Evvelâ: Hem o zât, hem sizler biliniz ki: Ben, Risale-i Nur'un hizmetkârıyım ve o dükkânın bir dellâlıyım. Risale-i Nur ise, Arş-ı A'zama
bağlı olan Kur'an-ı Azîmüşşan ile bağlanmış bir hakikî tefsirdir. Benim şahsımdaki kusurat, ona sirayet etmez."[1]
"Makam-ı iddia cerbezesiyle binler mesail içinde, bir-iki mes'eleye, hatırımıza gelmeyen bazı manalar vererek bizi ittiham ediyor.
Halbuki o mesailler Nur'un büyük mecmualarında var. Mısır Câmi-ül Ezher üleması ve Şam-ı Şerif büyük âlimleri ve Mekke-i Mükerreme
ve Medine-i Münevvere'nin müdakkik hocaları ve Haleb ve saire hususan Diyanet Riyasetinin muhakkik âlimleri onları görüp kemal-i
takdirle tahsin ve tasdik ettikleri halde, hocavari ve âlimane bazı ilmî itirazları bu iddianamede hayretle ve taaccüble gördüm…"[2]
Risaleler'in daha birçok yerinde bu kabil pasajlara rastlamak mümkündür. Hatta, Risale-i Nur'un, müellifin kalbine gelen ilham ve
ikazlarla yazdırıldığını açıkça belirten ifadeleri mevcuttur. Yazının uzamaması için ve esasen ehlinin malumu olduğu için bunları tafsilatlı
olarak zikretmeye gerek görmüyorum.
Risale-i Nur dikkatli bir gözle incelendiğinde, işbu "yazdırılma" ve "ilham" meselesinin, –evvel de ifade ettiğim gibi– bu eserin
mükemmel olduğu, hata ve kusur cinsinden hiçbirşey ihtiva etmediği anlamı taşımadığı görülecektir.
İlk olarak bizzat Risaleler'in muhtelif yerlerinde gördüğümüz bir gerçek var: Risaleler, merhum ve muhterem müellif tarafından önce
müsvedde olarak yazılıyor; arkasından temize çekiliyor. Hatta zaman zaman, daha önce yazılmış bir kısım risalelerin bazı yerleri gözden
geçiriliyor, bazı şeyler ilave ediliyor ve bazı yerler çıkartılıyor.
İkinci olarak, Bediüzzaman merhum, kendisine daha önce şifahi olarak sorulmuş sorulara yine şifahi olarak verdiği cevapları da Risale-i
Nur içine almıştır.
Üçüncü olarak Bediüzzaman merhumun o tesbit ve beyanları Risale-i Nur hakkındaki külli bir tavsiften ibarettir. Risaleler'in her bir
cüz'ü, her bir pasajı ve cümlesi için ferden ferda geçerli bir hususiyet olarak anlaşılmamalıdır.
Bu noktayı biraz açalım: Bediüzzaman, Risale-i Nur'un Kur'an'ın bir tefsiri olduğunu, ihtiva ettiği hakikatlerin Kur'an'a ait olduğunu ve
kendisinin sadece bir "tercüman" mesabesinde bulunduğunu sıklıkla ifade eder. Aslına bakılırsa bu bir hakikattir ve sadece Risale-i Nur'a
mahsus değildir. Kur'anî hakikatleri şerh ve beyan eden her çalışmanın kıymeti, aslında dile getirdiği hakikatlerin kaynağına racidir.
Bu gibi ifadelerin, Risale-i Nur'un, baştan sona ve her bir cüz'ü itibariyle "vahiy mahsulü" gibi değerlendirilmesi gerektiği şeklinde
anlaşılmasının önündeki en büyük engel, yine bizzat müellifin tutumudur.
Bediüzzaman merhumun bu doğrultudaki ifadelerinden bir kısmını daha önce nakletmiştim. Aşağıdaki pasajlar da aynı muhtevaya
sahiptir:
"… ben Beşinci Şua aslının verdiği haberin bir kısmını, orada bir adamda gördüm. Mecburiyetle o çok ehemmiyetli vazifeleri bıraktım. Ve
bu adamla başa çıkılmaz, mukabele edilmez diye, dünyayı ve siyaseti ve hayat-ı içtimaiyeyi terk edip yalnız imanı kurtarmak yolunda
vaktimi sarfettim. Fakat bazı zalim ve insafsız memurlar, bana dünyaya bakacak iki-üç risaleyi yazdırdılar…"[3]
"… Evet bu hakikatla beraber insan kusurdan, nisyandan hâlî değil. Benim bilmediğim çok kusurlarım var. Belki de fikrim karışmış,
risalelerde bazı hatalar olmuş…"[4]
"… Haydi bazı yanlışlarım bulunsa bile, binler âlimlerin görmedikleri veya ilişmedikleri, itiraznamedeki o yanlışlar hakikî olsa da bir suç
olamaz, yalnız ilmî bir hata olabilir."[5]
Devam edecek…
[1] Tarihçe-i Hayat, 313.
[2] Şualar, 390.
[3] Şualar, 360.
[4] Şualar, 683.
[5] Şualar, 390.
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-12
Milli Gazete - 7 Kasım 2010
S–11) Risalelerdeki bazı bilgileri reddetmek ve kabul etmemek itikadi açıdan tehlike yaratır mı?
Bu sorunun cevabı, reddedilen bilginin mahiyetine bağlıdır. Risalelerde dile getirilen temel imanî meselelerden ve itikadî umdelerden
birinin reddi, doğrudan imanın aslına halel getireceğinden, elbette itikadî açıdan tehlike teşkil eder.
Risalelerin ihtiva ettiği –özellikle de fer'iyyata ait– bilgi, yorum ve istinbatların, ehil kimseler tarafından hüsn-i niyet ve ilmî gerekçelerle,
edep ve ahlak ölçüleri içinde tartışma konusu yapılmasına gelince, itikadî açıdan tehlike teşkil etmesi şöyle dursun, ilmî sorumluluğun
gereği olarak yapıldığından, sahibine sevap getirir.
S–12) Tefsir nedir? Risalelere tefsir demek doğru mudur? Bu bağlamda Sait Nursi müfessir midir?
"Tefsir", sözlükte kısaca "bir lafzın altındaki makul manayı ortaya çıkarmak, izhar etmek" anlamına gelir. Ancak soruda tarifi istenen,
"İlm-i Tefsir" olduğundan, burada sözlük anlamıyla fazla iştigale gerek görmüyorum. İlm-i Tefsir ise, Kur'an-ı Kerim'in ihtiva ettiği
lafızların telaffuz keyfiyeti, manası ve delaleti ile iştigal ve dört esasa istinat eder: Kur'an'ın Kur'an'la, Sünnet'le, Sahabe ve Tabiun
akvaliyle ve Şer'î ilimler, Arap dili ve müsbet ilmin verileriyle tefsiri.
Tefsir faaliyeti çeşitli metotlar izlenerek yapılabilir. Söz gelimi surelerin Kur'an'da mevcut sırası takip edilebileceği gibi, nüzul sırası
gözetilerek de tefsir yapılabilir. Keza Kur'an'ın bütününün tefsiri hedeflenebileceği gibi, bir veya birkaç suresinin tefsiri de amaçlanabilir.
Hatta –"Ahkâm tefsiri" türünde olduğu gibi– belli muhtevadaki ayetlerin tefsiri de söz konusu olabilir.
Risale-i Nur'un, Kur'an'ın tamamını veya belli surelerini tefsir etmek amacıyla yazılmadığı herkesin malumudur. Sadece İşârâtu'l-İcaz –
yazılış maksadı bakımından– kısmen bundan istisna edilebilir. Onun da Kur'an'ın oldukça cüz'î bir kısmını ihtiva ettiği açıktır.
Dolayısıyla Risale-i Nur'a "teknik anlamda" tefsir demek mümkün değildir. Tabii ki bu anlamda Bediüzzaman merhuma "müfessir"
demek de mümkün değildir.
Bununla birlikte, bu eserin ihtiva ettiği hakikatlerin Kur'an hakikatleri olduğu, dolayısıyla bu eserin "Kur'anî hakikatleri çağa tercüme
etmek" anlamında bir tefsir işlevi gördüğü de bir hakikattir. Kur'an'ın küllî hakikatlerini modern çağın idrakine ulaştırmak, özellikle de
modern çağın tevlit ettiği soru işaretlerini, vehim ve şüpheleri Kur'an'la tedavi noktasında Risale-i Nur'un temel bir işlev gördüğü inkâr
edilemez. Tefsir ilminin nihaî amacına mutabık olması dolayısıyla bu faaliyet –teknik anlamda olmasa bile– bir yönüyle tefsir sayılır;
dolayısıyla onun yazarı da bu anlamda müfessir telakki edilecektir.
S–13) Risalelerde neden kaynak belirtilmemiştir? Sait Nursi gibi birisi için kendisi kaynaktır kaynak belirtmesine gerek yoktur demek
anlayışı ne kadar doğrudur?
Risaleler'de mutlak anlamda kaynak gösterilmediğini söylemek doğru değildir. Eseri okuyanlar, geçmiş müelliflere ve eserlerine yer yer
atıflar bulunduğunu bilir.
Bununlar birlikte Risaleler'de, ilmî eserlerde görmeye alıştığımız anlamda kaynak gösterilmemesinin birkaç sebebi vardır. Kaleme
alındıkları şart ve ortamlar dikkate alındığında bu durum daha iyi anlaşılacaktır. İşârâtu'l-İcaz'ın cephede dikte edilmesi, keza külliyatın
büyük kısmının sürgünde ve/veya hapisteyken kaleme alınması veya dikte edilmesi, meseleyi yeterince izah etmektedir. O dönemde
ilmî eserlerde bugün bildiğimiz ve uyguladığımız tarzda "kaynak gösterme" uygulamasının –özellikle medrese kökenli alimler tarafından
kaleme alınan eserlerde– tam anlamıyla yerleşmiş bir tarz olarak uygulanmadığını da eklemeliyiz.
Devam edecek.
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-13
Milli Gazete - 14 Kasım 2010
S–14) Risalelere bu kadar önem verilmesine rağmen neden İslam ilim literatüründe kaynak eser olarak belirtilmemiştir?
Risale-i Nur'un, gerek dil, gerekse üslup ve tarz özellikleri bakımından herhangi bir ilmî eserden farklılık gösterdiği malumdur. Bizzat
merhum ve mağfur müellifi de eserin bu özelliğine muhtelif vesilelerle dikkat çekmiştir.
Elbette bu durum, mutlak olarak Risale-i Nur'un muhtevasının gayr-i ilmî olduğu anlamına gelmez. Bu eserde ele alınan –bilhassa
dirayete dayalı– ilmî meselelerin herhangi birisinin ilmî açıdan yanlışlığının isbat edildiğine ve çürütüldüğüne dair benim elimde herhangi
bir bilgi mevcut değil. Risale-i Nur'a yöneltilen birtakım eleştirilerin, eserde ele alınan ilmî meselelerde isabetsizlikler bulunduğu
noktasında değil, yoğun bir şekilde cifr ve ebced hesabı gibi metotlarla elde edilen birtakım tevafukların yer alması, bir kısım zayıf
rivayetlerin bulunması ya da bazı hadislerin mana ile nakledilmiş olması gibi noktalarda düğümleniyor oluşu bu söylediğimi teyit eden
önemli bir göstergedir.
Özellikle son dönemlerde Risale-i Nur üzerinde akademik çalışmalar yapıldığını, eserin çeşitli yönlerden inceleme konusu edildiği de
ehlinin malumudur.[1]
S–15) Sait Nursi, Kastamonu Lahikası sayfa 79’da şunları yazmıştır; “Madem ahir zamanda Hz. İsa’nın dini hakikisi hükmedecek,
İslamiyet’le omuz omuza gelecek elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve hazreti İsa’ya mensup mazlumların çektikleri felaketler,
onlar hakkında bir nevi şahadet denilebilir.” Bu doğru mudur? Doğru ise neden? İndi bir görüş ve İslam ölçülerinde kabul edilmez ise
bunun nedeni nedir?
Bu sorunun iki veçhesi var: 1) "Hz. İsa (a.s)'ın din-i hakikisinin İslamiyet'le omuz omuza gitmesi"nin anlamı, 2) Hz. İsa (a.s)'a mensup
mazlumların maruz kaldığı felaketlerin onlar hakkında bir nevi şehitlik olması" meselesi. İlkinden başlayalım:
Kıyamet öncesi süreçte Hz. İsa (a.s)'ın nüzulüyle birlikte Hristiyanların ve Hristiyanlığın akıbetinin ne olacağı konusunda –benim
okumalarıma göre– Risale-i Nur'un çeşitli yerlerinde muhtelif ifadeler kullanılmıştır. Hristiyanlığın her hal-u kârda tasaffi edeceği ve
dönüşüme uğrayacağı noktasında müttefik olan ifadeler, bundan sonrasında farklılık arz ediyor.
Söz gelimi aşağıdaki iktibaslar, İsevîliğin tasaffi etmesinin, Hristiyanlık denen dinin ortadan kalkması ve Hristiyanların Müslüman olması
anlamına gelmediğini ihsas eder tarzdadır:
"… Çünki âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî Alehissalâtü vesselâma bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve
madem âhirzamanda Hazret-i İsa'nın (A.S.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek…"[2]
"İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın şahsiyet-i maneviyesinden ibaret
olan hakikî İsevîlik dini zuhur edecek, yani rahmet-i İlahiyenin semasından nüzul edecek; hâl-i hazır Hristiyanlık dini o hakikata karşı
tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek; manen Hristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılab
edecektir. Ve Kur'ana iktida ederek, o İsevîlik şahs-ı manevîsi tâbi' ve İslâmiyet metbu' makamında kalacak; din-i hak bu iltihak
neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet ittihad neticesinde,
dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken; âlem-i semavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselâm, o din-i
hak cereyanının başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sadık, bir Kadir-i Külli Şey'in va'dine istinad ederek haber vermiştir…"[3]
Bu ifadeler, ahir zamanda Hristiyanlığın hakiki İsevîliğe dönüşmesi sonucunda İsevîlerin Müslüman olacağını değil, yine İsevî kalacağını
ve fakat İslam ve Müslümanlarla birleşerek birlikte hareket edeceğini anlatıyor. Yani İsevîlik ya da Hristiyanlık tamamen ortadan
kalkmıyor, İslam'la ve Müslümanlarla ittihat edecek bir kıvama ulaşıyor.
Buna mukabil, Risale-i Nur'da bu konuyla ilgili diğer bir kısım ifadeler, Hristiyanların doğrudan Müslüman olacağını ve ortada –İsevîlik ya
da bir başka isim altında– hak din sayılabilecek başka bir yapının kalmayacağını tasrih etmektedir.
Devam edecek.
[1] Bkz. http://www.risaleakademi.com/risale-bilim/80-risale-bilim/149-risale-i-nur-ve-bediuzzaman-uzerine-akademik-calismalar
[2] Kastamonu Lahikası, 111.
[3] Mektubat, 57.
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-14
Milli Gazete - 21 Kasım 2010
Bediüzzaman merhumun, Hz. İsa (a.s)'ın nüzulüyle birlikte Hristiyanlığın "hakiki İsevîliğe" dönüşeceğini anlatan ifadelerinin,
Hristiyanların Müslüman olacağı ve yeryüzünde sadece "Müslümanlar ve diğerleri" şeklinde ikili bir yapının mevcut bulunacağı anlamına
geldiğini söylememizi mümkün kılan ifadelerine de bir-iki örnek zikredelim:
"Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelecek, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile amel edecek mealindeki hadîsin sırrı şudur ki:
Âhirzamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı uluhiyete karşı İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd
edip İslâmiyete inkılab edeceği bir sırada…"[1]
"Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlub olan İsevîlik ve İslâmiyet ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak
istidadında iken; âlem-i semavatta cism-i beşerîsiyle bulunan şahs-ı İsa Aleyhisselâm, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini, bir
Muhbir-i Sadık, bir Kadir-i Külli Şey'in va'dine istinad ederek haber vermiştir…"[2]
Bunlarla daha önce naklettiğim ifadelerin birbiriyle çelişmediğini, durumu, aynı olayın/mananın farklı biçimlerde dile getirilişi olarak
anlamanın daha doğru olacağını düşünüyorum. Şu halde Bediüzzaman merhumun, kıyamet öncesinde "Hristiyanlık" diye bir din ve
"Hristiyanlar" diye bir kitle kalmayacağını, Hristiyanlığın hakiki İsevîliğe –hak dinler esasta aynı olduklarından, dolayısıyla İslam'a–
inkılap edeceği inancında olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Sorunun ikinci kısmına, yani "… şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve hazreti İsa’ya mensup mazlumların çektikleri felaketler, onlar
hakkında bir nevi şahadet denilebilir…" tarzındaki ifadelere gelince; Risale-i Nur'un birkaç yerinde mesele farklı bağlamlarda
geçmektedir. İlgili pasajlardan biri şöyledir:
"… zaman-ı fetrette "vemâ kunnâ mu'azzibîne hattâ neb'ase resûlen"[3] sırrıyla; ehl-i fetret, ehl-i necattırlar. Bil'ittifak, teferruattaki
hatiatlarından muahazeleri yoktur. İmam-ı Şafiî ve İmam-ı Eş'arîce; küfre de girse, usûl-i imanîde bulunmazsa, yine ehl-i necattır.
Çünki teklif-i İlahî irsal ile olur ve irsal dahi, ıttıla' ile teklif takarrur eder. Madem gaflet ve mürur-u zaman, enbiya-i salifenin dinlerini
setretmiş; o ehl-i fetret zamanına hüccet olamaz. İtaat etse sevab görür, etmezse azab görmez. Çünki mahfî kaldığı için hüccet
olamaz…"[4]
Soruda kısmen zikredilen pasajın tamamı da şöyledir:
"Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber manevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden bîçarelere gelen
felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki: Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir
nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye, masumlar hakkında bir nevi
şehadet hükmüne geçiyor. (…)O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat
eden ve perişan olanlar eğer onbeş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük
mükâfat-ı maneviyeleri, o musibeti hiçe indirir. Onbeşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür; belki onu
Cehennem'den kurtarır. Çünki âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî'ye (A.S.M.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş
ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa'nın (A.S.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi
karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (A.S.) mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadet
denilebilir…"[5]
Bu iki pasajdan ilki, ikincisini açıklar mahiyettedir. Şöyle ki, Eş'arîler, bir kimsenin ahirette sorumlu olabilmesi için kendisine hak davetin
ulaşmış olması gerektiğini söylerler. Bu hususta Mâturîdîler daha farklı düşünür ve bu husus iki itikadî mezhebin ayrıldığı noktalardan
birini oluşturur. Eş'arîlerin bu konudaki bakış açılarını daha önce detaylı biçimde nakletmiştim.[6]
Devam edecek.
[1] Mektubat, 6.
[2] Mektubat, 57.
"Nüzul-i İsa (a.s)" hadisesinin mecaza hamledilerek "şahs-ı manevi" söylemine indirgenemeyeceğini gösteren bu ifadeler –ki Risale-i
Nur'da bu kabil birçok ifade mevcuttur– ayrıca üzerinde düşünülmelidir.
[3] 17/el-İsrâ, 15.
[4] Mektubat, 385.
[5] Kastamonu Lahikası, 111-2.
[6]
Bkz. http://ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=gazete&no=407,http://ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=gazete
&no=408. Ayrıca bkz.http://ebubekirsifil.com/index.php?sayfa=detay&tur=gazete&no=824
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-15
Milli Gazete - 28 Kasım 2010
Bediüzzaman merhumun, fetret devri sayılabilecek ahir zamanda zulüm altında ölen mazlum hristiyanların bir nevi şehit sayılabileceği
doğrultusundaki ifadelerini, son zamanlarda Dinlerarası Diyalog süreciyle birlikte ortaya çıkan "Ehl-i Kitab'ın cennetlik olduğu" iddiasıyla
karıştırmamak gerekir. Zira bu ikincisi konjonktürün tazyikiyle ortaya çıkmış bir söylem olarak doğrudan doğruya İslam itikadına
muhalefet anlamı taşırken, ilki Eş'arîler'in –ki Bediüzzaman merhumun da bir Eş'arî olduğu unutulmamalıdır– ehl-i fetretin akıbeti
konusundaki kanaatine yaslanmaktadır. Bununla birlikte Bediüzzaman merhumun bu tesbitinin birkaç noktada netleştirilmeye muhtaç
olduğunu düşünüyorum:
1. Eş'arîler'in, kendisine hak bir peygamberin tebliği –olması gerektiği şekilde– ulaşmamış kimseler hakkındaki görüşü günümüz Ehl-i
Kitabı için aynıyla söz konusu edilebilir mi? Bilgi ve iletişim teknolojilerinde gelinen nokta göz önünde tutulduğunda, bilhassa "gelişmiş"
diye nitelendirilen ülkelerde yaşayan insanların İslam dininin varlığından ve özelliklerinden hakkıyla haberdar olma imkânına sahip
bulunmadığını söylemek pek inandırıcı olmasa gerek…
Kaldı ki, İslam daveti –ideal seviye ve tarzda olmasa da– artık yeryüzünün her köşesine ulaşmış durumda; her ülkede o ülkenin yerli
halkından İslam'ı seçen insanların ve onlar eliyle vücut bulan kurumların sayısı –elhamdülillah– hızla artıyor. Yeryüzünün hangi
köşesinde olursa olsun İslam hakkında bilgi edinmek isteyen insanlar bunu kolayca yapabilecek imkâna sahip bulunuyor. Evet, bu
imkânı yeryüzündeki her bir fert için tek tek aynıyla vaki olarak görmek makul değil; ama günümüzü bir fetret dönemi olarak
nitelendirip şu veya bu biçimde zulme muhatap olmuş insanların tamamını şehit diye nitelendirmek için de bir daha düşünmek gerekir.
2. Bir an için günümüzün tam anlamıyla fetret dönemi olarak nitelendirilebileceğini kabul etsek bile, Eş'ariler ehl-i fetretin sadece
"sorumlu olmayacağını" söylerken, Bediüzzaman merhum onlar hakkında "bir nevi" de olsa "şehit" ifadesini kullanmaktadır. Burada da
genel Eş'arî tavrıyla Bediüzzaman merhumun tesbiti arasında tam bir mutabakat bulunmadığı dikkat çekiyor. Her ne kadar Bediüzzaman
merhum bu tesbitini o mazlumların maruz kaldığı felaket ve zulümlere dayandırıyor ise de, bunun onlar için "bir nevi" de olsa "şehitlik"
payesi getireceğini söylemek için ayrıca delile ihtiyaç bulunduğu açıktır.
S-16) Mehmed Kırkıncı 1-7 Temmuz 2001 Tempo dergisinde Sait Nursi’den şöyle bahsediyor; “(Sait Nursi) daha ziyade İslam’ın ahkâm
noktasına değil, iman noktasına yönelik yazmıştır. Daha o zamandan evlattan anaya hisse verilmesini tenkit etmiş, Kur’an’ın
ahkâmından bazı şeylerde var tenkit ettiği.” Böyle bir durum var mı? Varsa bu yaklaşım doğru mudur?
Okuyucu sorusunda Tempo dergisine dayandırılarak aktarılan bu haberi şu an için tahkik etme imkânına sahip değilim. Kullanılan ifade
tam olarak nedir, hangi bağlamda geçmektedir, bilemiyorum. Risale-i Nur okumalarım sırasında Bediüzzaman'ın bu anlama gelecek
herhangi bir ifadesinin bulunduğunu hatırlamıyorum.
Şu an için ancak şu kadarını söyleyebilirim: Risale-i Nur'un ahkâmdan ziyade imanî konulara ağırlık verdiği doğrudur. Elbette bu durum,
Risale-i Nur'da ahkâma müteallik hiçbir şey bulunmadığı anlamına gelmez. Risalelerin merhum müellifinin Kur'an ahkâmını tenkit ettiği
iddiasına gelince, gerçekten büyük bir iddiadır. Bediüzzaman, "Kur'an ahkâmını tenkit etme"nin ne anlama geldiğini bilmeyecek kadar –
haşa– bedbaht değildir.
Devam edecek.
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-16
Milli Gazete - 5 Aralık 2010
S–17) Risaleler Türkçeye çevrildiğinde dini hikayeler gibi bir kitap seviyesine dönüşüyor. Arapça, Osmanlıca ve Farsça yazılması onun
gerçekten ilmi bir eser olduğunun kanıtı mıdır?
İlk olarak risalelerin kaleme alındığı dil Türkçedir. Risale-i Nur içinde Arapça kaleme alınanların oranı diğerlerine kıyasla hayli düşüktür.
Dolayısıyla soruda bir tesbit hatası bulunduğunu söylememiz lazım.
İkinci olarak Bediüzzaman Kürt asıllı, ilim dili de Arapça olduğu için Türkçesinin akıcı olmasını beklemek doğru değil. Kendisi de bunu
birçok yerde ifade etmektedir zaten.
Ama bu durum, sorudaki tesbite haklılık kazandırmaz. Zira nisbeten "kırık" bir Türkçeyle kaleme alınmış olması Risale-i Nur'daki ilmî
seviyeye tesir eden bir unsur değildir. Önemli olan muhtevadır ve bir metnin şu veya bu dilde kaleme alınmış olması tek başına onun
ilmîliği konusunda belirleyici değildir.
Bununla birlikte şunu söylememiz lazım: Bir ilim ve medeniyet dili olarak Osmanlıcanın ifade gücü günümüz Türkçesiyle
kıyaslanamayacak kadar ileri bir seviyededir. Konuyla ilgilenen hiç kimsenin –şayet önyargılı ve kasıtlı değilse– bu gerçeği his ve ifade
etmemesi mümkün değildir. Dolayısıyla Osmanlıca kaleme alınan bir metnin yaşayan Türkçenin ifade imkânlarına sıkıştırıldığında seviye
kaybına uğraması yadırganmamalıdır.
Son olarak Risale-i Nur'un dinî hikâyeleri andıran bir kitap seviyesinde olduğunun söylenmesinin de doğru olmadığını belirtelim. Zira bu
tarz bir benzetme Risaleler'in tabiatıyla örtüşmez.
S–18) Sait Nursi ve Risaleler neden muhteşem üstü görülmektedir ve bu değer doğru mudur?
İslam ilim tarihi içinde sistem kurmuş karizmatik şahsiyetler her zaman olmuştur. İlim, kültür ve medeniyet bilincinin kaybolduğu bir
zaman diliminde bunun ne demeye geldiğini herkesin anlayamayabilir. Ama meseleye belli bir seviye ve zaviyeden bakma dirayet ve
seviyesine ulaşmış insanlar bakımından anlaşılmayacak bir nokta yoktur.
Bediüzzaman merhumun çok fazla dikkat çekilmeyen en önemli özelliğinin bu noktada ortaya çıktığını düşünüyorum. Risaleler'in
muhtevasına, diline, üslubuna şu veya bu açıdan yaklaşabilir, durduğumuz yere göre onları göklere çıkarabilir ya da yere batırabiliriz.
Ama bir noktayı herkesin itiraf edeceğini, etmesi gerektiğini düşünüyorum: Risaleler'in merhum müellifinin hususiyetini, "sistem
kurmuş" karizmatik insanlardan birisi olmasında aramak gerekir. İslamî ilimlere yaklaşımı; ilmî, ahlakî, imanî ve tasavvufî meselelere
bakışındaki orijinalite ortadadır.
Belki de onun adı ve eserleri etrafında oluşan ilgi halesinin hikmetini esas burada aramak gerekir.
İkinci olarak da yaşadığı zaman diliminin kendine mahsus şartları ve zorlukları karşısında yılmaması, hapis, sürgün ve kovuşturmayla
geçen ömrünün hiçbir aşamasında yılgınlığa, teslimiyete ve çözülmeye düşmemesi, tam aksine, bütün olumsuzluklara rağmen çevresine
hep imanın, istikametin, direnmenin ve fedakârlığın canlı bir numunesi olarak ışık saçması göz önünde bulundurulmalıdır. Bu itibarla
onun her zaman ilgi odağı olmasına şaşırmamak gerekir.
Bununla birlikte bir noktaya da dikkat etmek durumundayız: Ehl-i Sünnet inancı, peygamberler dışındaki hiçbir insanın masum
olmadığını söylemeyi gerektirir. Elbette mesela velilerin ve rabbanî alimlerin sıradan insanlar seviyesinde görülmesi doğru değildir. Ama
onların da beşer tabiatı gereği yanılabileceği, hata yapabileceği akıldan çıkarılmamalı, peygamberler dışında hiç kimsenin her sözünde,
jestinde, mimiğinde bir hikmet aramanın doğru olmayacağı unutulmamalıdır. Ki Üstad'ın da böyle görülmek istediği söylenemez.
Devam edecek.
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-17
Milli Gazete - 19 Aralık 2010
S–19) Cevşenül kebir Hadis-i Şerif midir? Kutubu sitte'de geçiyor mu? Cevşene bakış açımız nasıl olmalıdır?
Cevşen hakkında daha önce sorulan bir soruya verdiğim cevapta şöyle demiştim: "(…) Cevşen'e gelince, Bediüzzaman merhumun bu
duanın tevatüren nakledildiğini söylediğine rastlamadım. Evet o bu duayı bir vird gibi hem kendisi okumuş, hem de okunmasını tavsiye
etmiştir. Ancak tevatür iddiasına –dediğim gibi– muttali değilim. Bu duanın özellikle Ahmed Ziyauddîn Gümüşhânevî hazretleri
tarafından Mecmû'atu'l-Ahzâb isimli evrad ve ezkâr mecmuasına alınmasından sonra ülkemizde yaygınlık kazandığını söyleyebiliriz.
Sadece Ehl-i Sünnet'e ait Hadis kaynaklarında değil, Şia'nın rivayet konusundaki temel kaynağı olan Kütüb-i Erba'a'da da zikrine
rastlanmaması, Cevşen'in mevsukiyetini ("hadis" olarak rivayetinin güvenilirliğini) ciddi biçimde tartışmalı kılmaktadır.
"Bediüzzaman merhumun Cevşen'e atfettiği önem, sadece rivayet tarikinden mevsukiyetine itimat ettiğinden değil, aynı zamanda
muhtevasının güzelliğinden, ifadelerinin çarpıcılığından da kaynaklanmış olmalıdır. Onu Efendimiz (s.a.v)'den sabit bir rivayet olarak
değil, sadece "güzel bir dua" olarak okumakta herhangi bir mahzur yoktur." [1]
Bu cevaptan kısa bir süre sonra Nazım Büyükbaş isimli (imam ve doktora öğrencisi olduğunu belirten) bir kardeşimden şöyle bir mesaj
almıştım:
"“Bazı cemaatler ve metotlar üzerine-2” yazınızda, "Cevşen’e gelince, Bediüzzaman merhumun bu duanın tevatüren nakledildiğini
söylediğine rastlamadım." demişsiniz. Sözler Yayınevi İstanbul 1991, Yeni Asya Yayınları A.Ş. damgasıyla basılan Arapça Hizbu Envari'l-
Hakaiki'n-Nûriyye adlı dua mecmuasının 34. sayfasında Cevşen duasından önce Osmanlıca el yazıyla şu ibare yazmaktadır: "Hazreti
Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme Cebrail aleyhisselamın vahiy ile getirdiği (zırhını çıkar bunu oku dediği) gayet yüksek ve çok
kıymettar ve çok yüksek bir münacaat-ı peygamberidir ki: Zeynelabidin radıyallahu anhdan tevatürle rivayet olunmuştur."Yazar."
Burada zikredilen eser elimde olmadığı için şu anda tahkik etme imkânına maalesef sahip olamadığım bu tesbit için adı geçen kardeşime
bir kere de buradan teşekkür ediyorum.
Sana Din'den Sorarlar'da Cevşen konusu üzerinde biraz daha detaylı durmuştum. Dileyen oraya da bakabilir.[2]
Kısacası Bediüzzaman'ın üzerinde hassasiyetle durduğunu ve talebelerine de okunmasını tavsiye ettiği Cevşen'in, Efendimiz (s.a.v)'den
nakledildiği sabit bir dua olarak görülmesi doğru değildir.
S–20) Bazıları nur cemaatine bağlı olanların fazla olması sanki haklı bir davaymış gibi algılamaktadır. Bir davaya bağlı olanların fazla
olması o davanın hak olduğunu gösterir mi?
Öncelikle "Nur cemaati" olarak ifade edilen yapının homojen olmadığını söylemeliyiz. Bu yapı içinde birbirinden farklı çizgiler var ve bu
çizgiler sadece "kemiyet" olarak değil, "keyfiyet" olarak da belirgin farklılıklar gösteriyor. Dolayısıyla soruyu, "Nur cemaati" içinde
kemiyet olarak diğerlerinden daha önde olanlar hakkında sorulmuş kabul etmek durumundayız.
İkinci olarak, bu sorunun cevabı sadedinde, sadece onlarla bağlantılı olarak değil, bir hakikat olarak ifade edilmelidir ki, sayısal fazlalık
hiçbir zaman "hakikat"in ölçüsü olmamıştır. "İnsanların çoğunun" iman etmeyeceğini bildiren ilahî beyanlar[3] bunun en açık delilidir.
Ancak şunu da söylemeliyiz: Niyet, hedef ve metot sahih olduğunda muvaffakiyete ulaşılır; bunun böyle olduğunu insanlık tarih i de
İslam tarihi de açık biçimde göstermektedir.
Bir noktaya daha değinelim: "Başarı" ile "muvaffakiyet" birbirinden farklı şeylerdir. İlki seküler bir durumu ifade ederken, ikincisi ilahî
kudret ve rızaya atıf yapar; ilki geçici ve aldatıcı iken, ikincisi her hal-u kârda kalıcı ve hakiki olandır.
Devam edecek.
[1] 7 Aralık 2008 tarihli yazı.
[2] Bkz. Sana Din'den Sorarlar, I, 96-8.
[3] Bkz. 11/Hûd, 17; 40/el-Mü'min, 59…
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-18
Milli Gazete - 26 Aralık 2010
S–21) 2. Abdülhamit Sait Nursi'yi deli diye tutuklatmış mıdır? Böyle bir olay varsa nedeni nedir?
Bediüzzaman bu hadiseye şöyle değinir:
"Bitlis vilayetine tâbi Nurs köyünde doğan ben; talebe hayatımda rastgelen âlimlerle mücadele ederek, ilmî münakaşalarla karşıma
çıkanları inayet-i İlahiye ile mağlub ede ede İstanbul'a kadar geldim. İstanbul'da bu âfetli şöhret içinde mücadele ederek nihayet
rakiblerimin ifsadatıyla merhum Sultan Abdülhamid'in emriyle tımarhaneye kadar sürüklendim. "[1]
Divan-ı Harb-i Örfi'nin eski baskılarından birinde "ifade-i naşir" olarak yer alan satırlarda bu durum şöyle anlatılır:
"Evet Said Nursî İstanbul'a, şûrezâr vilayat-ı şarkıyenin maarifsizlikle öldürülmek istenilen Yıldız siyasetlerine istikamet vermek azmiyle
gelmişti. Daha İstanbul'a gelmeden Van'dan, Bitlis'ten, Mardin'den defaatla nefyolmasından İstanbul'a gelmesiyle beraber Merhum
Sultan Abdülhamid tarafından suret-i ciddiyede tarassud altına aldırıldı. Birkaç kerre tevkif edildi."[2]
Yine kendisi bu meseleyle irtibatlı olarak şöyle der:
"Münhasif Yıldız'ı dâr-ül fünun et, tâ Süreyya kadar a'lâ olsun! Ve oraya seyyahlar, zebaniler yerine, ehl-i hakikat melaike-i rahmeti
yerleştir; tâ cennet gibi olsun! Ve Yıldız'daki milletin sana hediye ettiği servetini, milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük
dinî darülfünunlara sarf ile millete iade et ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira senin şahane idarene millet mütekeffildir.
Bu ömürden sonra sırf âhireti düşünmek lâzım. Dünya seni terk etmeden evvel sen dünyayı terket! Zekat-ül ömrü, ömr-ü sâni yolunda
sarfeyle.
"Şimdi müvazene edelim: Yıldız, eğlence yeri olmalı veya darülfünun olmalı? Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ülema tedris etmeli? Ve
gasbedilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı? Hangisi daha iyidir? İnsaf sahibleri hükmetsin.
"Ben ki bir gedayım, bir büyük padişaha nasihat ettim, demek yarı cinayet ettim."[3]
Bu satırlardan da anlaşılacağı gibi Bediüzzaman merhum –devrin alimlerinin birçoğu gibi– Sultan Abdülhamid han muhalifleri safında
konuşlanmış bulunmaktadır. "Hürriyet-Adalet-Müsavat" sloganları eşliğinde bünyeye musallat olan "Batılılaşma" virüsü, ulemayı hassas
bir noktadan yakalamıştır. Aslında meselenin bu yönü soğukkanlı tahlillerin konusu yapılabilse, günümüzde yaşananları
anlamlandırmada önemli bir tecrübe elde edilmiş olacak; ama biz genellikle yaptığımız gibi bu meselede de duygularımızla hareket
etmeyi tercih ediyoruz.
Sultan Abdülhamid hana "müstebit" yaftasıyla tavır alan ulema, kısa zaman sonra yönetime gelmesine destek verdiği İttihat Terakki
cuntasının icraatlarını görünce gerçeği anlayacak, ama iş işten geçmiş olacaktır. Elbette bilahare nedamet getirmeleri önemli bir
hadisedir; ama nedamet, kaybedilenleri hiçbir zaman telafi etmeyecektir!
Bediüzzaman merhumun daha İstanbul'a gelirken Sultan Abdülhamid hana karşı takındığı muhalif tavır, hiç şüphesiz sarayın yüz yüze
bulunduğu iç ve dış tazyikler, Osmanlı'yı bitirmeye azmetmiş Batılıların kurduğu kumpaslar, bünyeyi kemirmekte olan ekonomik, siyasî,
idarî… problemler… le ilgili değildir.
Devam edecek.
[1] Şualar, 495 (Ondördüncü Şua, Gençlik Rehberi'nin küçük bir haşiyesi).
[2] Divan-ı Harb-i Örfi, 6.
[3] Divan-ı Harb-i Örfi, 30-1.
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-19
Milli Gazete - 2 Ocak 2011
Bediüzzaman da tıpkı dönemindeki ulemanın çoğunluğu gibi, "hürriyet, adalet, müsavat" sloganları eşliğinde Sultan Abdülhamid
aleyhdarlığı yapmayı "İslam'ın gereği" olarak görüyor ve bu çerçevede hareket ediyordu. Bir evvelki yazıda Risale-i Nur'dan naklettiğim
pasajlar onun meseleye bakışını kendi ifadeleriyle net biçimde ortaya koymaktadır.
Muhterem Kadir Mısıroğlu bu olayı şöyle veriyor:
"Rahmetli Celâlettin Öktem hocadan dinlediğime nazaran, II. Meşrûtiyet arifesinde İstanbul'a gelen Said-i Nursî merhum o zaman
Dârulfünûn'a tahsis edilmiş olan Zeyneb Kâmil Konağı'nda bir konferans vermiş. Bu konferansta Sultan II. Abdülhamid hakkında ileri-
geri sözler söylemiş. Ezcümle, Celâl Hoca'nın bizzat işittiğini söylediği şu sözleri sarfetmiş:
"-Sultan tek başına koca bir sarayı işgâl ediyor. Çıksın oradan!.. Ben orayı mektep yapacağım!.."
Daha sonra değerlendirmesini şöyle sürdürüyor muhterem Mısıroğlu:
"Bu ve benzeri sözler yüzünden tımarhâneye sevkedilmişse de doktorlar, "aklında bir noksanlık olmadığını ve sırf görgüsüzlüğü
sebebiyle yakışıksız sözler sarfettiğini" söyleyerek O'nu serbest bırakmışlar.
"Bundan sonra Mâbeyn'e gelerek Padişah ile görüşmek istemiş, fakat bütün ısrarlara rağmen belindeki hançeri çıkarmak istemediğinden
bu görüşme vâkî olmamıştır…"[1]
Bediüzzaman merhumun, hakkında konuştuğu kişi "Halife-i Müslimîn"dir. "Son kale"yi muhafaza etmek için bütün varlığıyla hem
içerideki hem dışarıdaki muhalifleriyle mücadele etmek zorunda kalan bir padişaha reva görülen muamele elbette bu olmamalıdır.
Bu satırların yazarı, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi merhuma gönülden bağlıdır. Resmine bile her baktığımda derin bir ihtiram kaplar
bütün benliğimi. İlmin ve ilim adamının haşmetini, izzetini, heybetini görürüm onda ve titrerim.
Ama ona karşı duyduğum bu derin hürmet ve muhabbet hissi beni adaletle hükmetmekten alıkoymamalıdır diye düşünür ve onun
Sultan II. Abdülhamid aleyhdarlığını her seferinde derin bir teessür ve inkisarla hatırlarım. Ve ruhunu teslim etmeden önce hakikati
görüp nedamet getirdiği için onun adına hamdeder, şükrederim.
Aynı durum Bediüzzaman merhum için de aynıyla söz konusudur. Benim Mustafa Sabri Efendi merhuma bağlılığımı aynıyla –hata belki
daha fazlasıyla– Bediüzzaman merhum için hissedenler de bir noktayı hatırdan çıkarmamalı: Hakk'ın hatırı her şeyin üstündedir.
Bediüzzaman merhum ahir ömründe nedamet getirmiş ve –yine muhterem Mısıroğlu'nun naklettiği veçhile[2]– Sultan II. Abdülhamid'in
torunu Nemika Sultan'dan –ki Osman Turan beyin kayınvalidesidir ve hadiseyi muhterem Mısıroğlu, Osman Turan'dan bizzat dinlemiş
birisi olarak nakletmektedir– dedesi adına helalık dilemişse, bundan sadece ve sadece hoşnut olunur. Bunu onun için bir "nakisa" gibi
değerlendirip böyle bir hadisenin cereyan etmediğini söylemeye kalkışmanın anlamı yoktur. Bunun Bediüzzaman'a da, tarihe de,
hakikate de haksızlık olduğunu söylemek durumundayız.
Bediüzzaman merhum da hatasıyla-sevabıyla bir "insan"dır! Onu hayatının her aşamasında ve her yaptığı işte "lâ yuhtî" (hatasız)
görmek, her tavır ve davranışının altında bir "hikmet" aramak bizim itikadımızla bağdaşmaz. Efendimiz (s.a.v)'dan nakledilen bir rivayet
bize bu konuda rehberlik eder: "Bir şeye olan sevgin (seni onun aleyhindeki hakikate karşı) kör ve sağır eder."[3] Bediüzzaman
merhum hakkındaki fart-ı muhabbetimiz de bizi onun hakkında kör ve sağır etmemelidir.
Devam edecek.
[1] Bir Mazlum Padişah Sultan II. Abdülhamid, 22-3.
[2] Bkz. Mısıroğlu, a.e.g., 22.
[3] Hasen bir rivayettir. Geniş bilgi için bkz. Keşfu'l-Hafâ, II, 79.
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-20
Milli Gazete - 9 Ocak 2011
S–22) Abdülhamit ve Sait Nursi, yaşantıları göz önünde bulundurulup kıyaslandığında üstünlük bakımından hangisi daha üstün olabilir?
Neden?
Bunun yanlış sorulmuş bir soru olduğunu düşünüyorum. Bizler o insanların hangisinin Allah indinde daha üstün olduğunu tayin ve tesbit
mevkiinde değiliz. Herhangi bir hadisede birinin haklı, diğerinin haksız olduğunu –zahir-i hale bakarak– söyleyebiliriz. Ama birinin
diğerinden üstün olduğunu söylemek bize düşmez.
S–23) Sait Nursinin siyaset konusundaki açıklaması doğru bir açıklama mıdır? Kastedilen nedir? Günümüzdeki siyasetten uzak durma
manasında anlaşılıp uğraşılmaması ne kadar doğru bir davranıştır? Yanlış ise neden yanlış bir uygulamadır?
Bediüzzaman'ın "siyaset"e bakışını doğru tesbit etmek için onun bu kelimeye nasıl bir anlam yüklediğine ve kelimenin geçtiği bağlamlara
dikkatlice bakmak gerekir.
Benim tesbit edebildiğim kadarıyla o, "siyaset" kelimesini birkaç farklı anlam ve bağlamda kullanmaktadır:
1. Sırf dünyevî maksatlarla, doğru-yanlış, haklı-haksız demeden, kişisel menfaat ekseninde hareket etmek ve bu çerçevede halkın
yönetimine talip olmak.
2. Bir ucu dünyanın egemen güçlerine dayanan kirli ilişkiler üzerine kurulu, gizli, hileli, desiseli ve İslam'a ve Müslüman millete karşı art
niyetli kesimlerin izlediği şeytanca tarz-ı hareket.
Ona göre siyasetin kendisi muhataralı/riskli bir alandır. Siyasetle iştigal eden kişinin niyeti halis olsa bile, bu alana hakim olan ilişkiler,
dengeler, hatta alanın öz yapısı adalete, hakkaniyete ve İslamî ölçülere tam anlamıyla riayete imkân vermemektedir.
Bediüzzaman merhumun "siyasetten uzak durmak"tan kastının, siyasete taalluk eden her ne varsa ondan kaçınmak şeklinde değil,
siyasetle bilfiil iştigali tercih etmemek olarak anlaşılmasının daha doğru olacağını düşünüyorum.
Risale-i Nur'un muhtelif yerlerinde konuyla ilgili olarak söyledikleri bir araya getirildiğinde yukarıda çizmeye çalıştığım çerçeveye oturan
bir çizginin ortaya çıktığı görülecektir.
Onun, konuyla ilgili olarak söylediklerinden bir kısmını aşağıya alıyorum:
"Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur'anın nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi. Mülevves ve ufûnetli bir çamur
içinde kafile-i beşer düşe kalka gidiyor. Bir kısmı, selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı, mümkün olduğu kadar çamurdan, bataklıktan
kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir kısm-ı ekseri o ufûnetli, pis, çamurlu bataklık içinde karanlıkta gidiyor. Yüzde yirmisi sarhoşluk
sebebiyle, o pis çamuru misk ü anber zannederek yüzüne gözüne bulaştırıyor.. düşerek kalkarak gider, tâ boğulur. Yüzde sekseni ise,
bataklığı anlar, ufûnetli, pis olduğunu hisseder.. fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu göremiyorlar. İşte bunlara karşı iki çare var:
"Birisi: Topuz ile o sarhoş yirmisini ayıltmaktır. İkincisi: Bir nur göstermekle mütehayyirlere selâmet yolunu irae etmektir.
"Ben bakıyorum ki; yirmiye karşı seksen adam, elinde topuz tutuyor. Halbuki o bîçare ve mütehayyir olan seksene karşı hakkıyla nur
gösterilmiyor. Gösterilse de; bir elinde hem sopa, hem nur olduğu için emniyetsiz oluyor. Mütehayyir adam "Acaba nurla beni celbedip,
topuzla dövmek mi istiyor?" diye telaş eder. Hem de bazan ârızalarla topuz kırıldığı vakit, nur dahi uçar veya söner.
"İşte o bataklık ise, gafletkârane ve dalalet-pîşe olan sefihane hayat-ı içtimaiye-i beşeriyedir. O sarhoşlar, dalaletle telezzüz eden
mütemerridlerdir. O mütehayyir olanlar, dalaletten nefret edenlerdir, fakat çıkamıyorlar; kurtulmak istiyorlar, yol bulamıyorlar..
mütehayyir insanlardır. O topuzlar ise, siyaset cereyanlarıdır. O nurlar ise, hakaik-i Kur'aniyedir. Nura karşı kavga edilmez, ona karşı
adavet edilmez. Sırf şeytan-ı racîmden başka ondan nefret eden olmaz. İşte ben de nur-u Kur'anı elde tutmak için "Eûzü billahi
mineşşeytani vessiyase" deyip, siyaset topuzunu atarak, iki elim ile nura sarıldım. Gördüm ki: Siyaset cereyanlarında hem muvafıkta,
hem muhalifte o nurların âşıkları var. Bütün siyaset cereyanlarının ve tarafgirliklerin çok fevkinde ve onların garazkârane
telakkiyatlarından müberra ve safi olan bir makamda verilen ders-i Kur'an ve gösterilen envâr-ı Kur'aniyeden hiçbir taraf ve hiçbir kısım
çekinmemek ve ittiham etmemek gerektir. Meğer dinsizliği ve zındıkayı siyaset zannedip ona tarafgirlik eden insan suretinde şeytanlar
ola veya beşer kıyafetinde hayvanlar ola..."[1]
Devam edecek
[1] Mektubat, 48-9.
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-21
Milli Gazete - 16 Ocak 2011
Bediüzzaman'ın genel olarak siyasete bakışını özel olarak siyasetten uzak durmayı niçin tercih ettiğini tesbit masadıyla geçen Pazar
günü Risale-i Nur'dan bazı alıntılar yapmıştım. Onlardan vardığımız sonucu bir cümleyle özetleyecek olursak, Bediüzzaman'a göre
siyaset riskli ve muhataralı bir faaliyettir; kul hakkına girme ve zulüm işleme ihtimali hayli fazladır.
Devam edelim:
"Risale-i Nur'daki şefkat, vicdan, hakikat, hak, bizi siyasetten men'etmiş. Çünki masumlar belaya düşerler, onlara zulmetmiş oluruz.
Bazı zâtlar bunun izahını istediler. Ben de dedim:
"Şimdiki fırtınalı asırda gaddar medeniyetten neş'et eden hodgâmlık ve asabiyet-i unsuriye ve umumî harbden gelen istibdadat-ı
askeriye ve dalaletten çıkan merhametsizlik cihetinde öyle bir eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdad meydan almış ki, ehl-i hak hakkını
kuvvet-i maddiye ile müdafaa etse, ya eşedd-i zulüm ile, tarafgirlik bahanesiyle çok bîçareleri yakacak, o halette o da ezlem olacak
veyahut mağlub kalacak. Çünki mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir-iki adamın hatasıyla yirmi-otuz adamı, âdi
bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır,
mağlub vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zalimanesiyle, o ehl-i hak dahi bir-ikinin hatasıyla yirmi-otuz bîçareleri
ezseler, o vakit hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.
"İşte Kur'anın emriyle, gayet şiddetle ve nefretle siyasetten ve idareye karışmaktan kaçındığımızın hakikî hikmeti ve sebebi budur."[1]
"(…) Tâ, siyaset-i hazıra avam-ı müslimîne de o suretle tefhim edilsin." Halbuki siyaset-i hazıra, o kadar çok yalan ve hile ve şeytanet
içine girmiş ki, vesvese-i şeyatîn hükmüne geçmiştir…"[2]
Bu alıntılar da yukarıdaki tesbiti teyit eder mahiyettedir.
"Bir zaman, bu garazkârane tarafgirlik neticesi olarak gördüm ki: Mütedeyyin bir ehl-i ilim, fikr-i siyasîsine muhalif bir âlim-i sâlihi,
tekfir derecesinde tezyif etti. Ve kendi fikrinde olan bir münafığı, hürmetkârane medhetti. İşte siyasetin bu fena neticelerinden ürktüm,
"Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase" dedim, o zamandan beri hayat-ı siyasiyeden çekildim."[3]
Burada siyasetin, insanı tarafgirliğe sürüklediği, hatta ilim adamlarının dahi bundan korunamadığı tesbiti siyasetten uzak duruş
gerekçelerinden birisi olarak karşımıza çıkıyor.
"Başlarını yesin, dünyalarını tamamen bıraktığım ve ayaklarına dolaşsın, siyasetlerini büsbütün terkettiğim halde; düşündükleri
bahaneler, evhamlar, elbette asılsız olduğundan, onlara müracaatla o evhamlara bir hakikat vermek istemiyorum. Eğer uçları ecnebi
elinde olan dünya siyasetine karışmak için bir iştiham olsaydı; değil sekiz sene, belki sekiz saat kalmayacak tereşşuh edecekti, kendini
gösterecekti. Halbuki sekiz senedir birtek gazete okumak arzum olmadı ve okumadım. Dört senedir burada taht-ı nezarette
bulunuyorum; hiçbir tereşşuh görünmedi."[4]
Bu pasajda yer alan "uçları ecnebi elinde olan dünya siyaseti" tanımlaması son derece önemlidir. Tek Parti döneminin Din'e ve Din'le
ilgili her şeye düşmanca yaklaşımı Bediüzzaman merhumun siyasete bakışını tesbitte önemli bir parametre olarak kaydedilmelidir.
"Evet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm çıktığı vakit, değil yalnız bir taifeye, bir kavme, bir kısım ehl-i siyasete veya bir dine; belki
umum padişahlara ve umum ehl-i dine tek başıyla meydan okudu…"[5]
"İşte dünyanın fesadını salaha çeviren ve günahlardan ve şirkten kurtaran ve siyaset ve hâkimiyet-i dünyayı tebdil eden Muhammed-i
Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm'dan başka kim gelmiş?.."[6]
Bu pasajlarda dikkatimizi çeken en önemli husus, "siyaset" ve "hakimiyet-i dünya" faktörlerinin Efendimiz (s.a.v)'in tebliğinin karşısında
yer aldığının ifade ediliyor oluşudur. Bunun anlamı, yönetimi ellerinde bulunduranların, dünya menfaatini ve nefsaniyeti önde tutma
illetiyle malul oluşudur. Bediüzzaman'ın "uzak durduğu" siyaset elbette bu değildir; ama burada siyasetin ve ehl-i siyasetin müstakil bir
kategori olarak Nebevî tebliğin karşısında konumlandırılmış olması konumuz açısından görmezden gelinemeyecek önemdedir.
Devam edecek.
[1] Şualar, 292.
[2] Sözler, 483.
[3] Mektubat, 267.
[4] Mektubat,47.
[5] Mektubat, 158.
[6] Mektubat, 169.
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-22
Milli Gazete - 23 Ocak 2011
Bediüzzaman'ın siyasete bakışı konusunda geçen iki yazıda aktardıklarımdan hareketle şunu söylemek mümkün: Kendisi siyasete bizzat
karışmak istemediği, hatta mesafeli durduğu gibi, talebelerinin de aynı şekilde hareket etmesini istemektedir. Ancak önemle belirtelim
ki, buradaki "siyasete karışmak"tan kasıt, siyasî faaliyetlere girmek, özellikle de "seçilme" mevkiinde olmaktır.
Yoksa Bediüzzaman'ın siyasetle ve siyasetçilerle hiçbir şekilde ilişki ve irtibat kurulmamasını istediği şeklinde bir sonuç çıkarmak yanlış
olacaktır. Bilhassa CHP zihniyeti söz konusu olduğunda son derece tavırlı ve tepkili iken, DP iktidarında ilişkilerin daha sıcak ve olumlu
seyrettiğini söylemek doğrunun ifadesi olacaktır. Aşağıdaki pasaj bu söylediğimin oldukça güzel bir ifadesini oluşturuyor:
"Kardeşlerim! Hastalığım pek şiddetli, belki pek yakında öleceğim veyahut bütün bütün konuşmaktan -bazan men'olduğum gibi- men'
edileceğim. Onun için benim Nur âhiret kardeşlerim, ehven-üş şerr deyip bazı bîçare yanlışçıların hatalarına hücum etmesinler. Daima
müsbet hareket etsinler. Menfî hareket vazifemiz değil. Çünki dâhilde hareket menfîce olmaz. Madem siyasetçilerin bir kısmı Risale-i
Nur'a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; ehven-üş şerr olarak bakınız. Daha a'zam-üş şerden kurtulmak için; onlara zararınız
dokunmasın, onlara faideniz dokunsun."[1]
Bu tavrın mesela Milli Görüş çizgisiyle ve siyaset tarzıyla örtüşmeyeceği açıktır. Milli Görüş, siyaseti merkeze koymayı ve siyasî faaliyeti
"bizzat" yürütmeyi esas alırken, Bediüzzaman çizgisi ve bu çizginin bugüne yansıyan tavrı, siyasetle ve siyasetçiyle "fayda"ya dönük bir
ilişki kurma tarzını benimsemiştir.
Esasen insaflı düşünce, bu tarzın da "siyasetle uğraşmamak" anlamına gelmediğini söylemeyi gerektirmektedir. Bediüzzaman'ın
anlayışında "siyasetle uğraşmamak", siyaseti fiilen yürütmekten olduğu gibi, hangi kanattan ve hangi tavırda olursa olsun bütün
siyasîlerden uzak durmayı da tazammun eden bir tarz değildir. Tam aksine, siyaset ve siyasetçiyle ilişki, onların "Nurculuk" diye ifade
edilen harekete ve Nurculara davranış biçimine göre şekillenmiş, olumsuz davranışa mesafe ve tepki, olumlu davranışa sıcak ilişki ve
olumlu bakış esas olmuştur.
Siyasete bakış konusundaki bu tavır farklılığını nasıl yorumlamak gerekir?
Doğrusu şu ki, siyaseti Müslümanın ilgi alanı dışında görmek ve siyasî alanı başkalarına terk etmek kabul edilebilir bir davranış değildir.
"Nurculuk" denen hareketin hatırı sayılır bir kesiminin, çok uzun yıllar boyunca "sağ" kanatta siyaset yapan birtakım siyaset kurtlarının
"oy deposu" olarak iş görmüş olması ülkeye ve millete zarardan başka bir şey temin etmiş midir, tartışmaya değer…
(Günümüzdeki durumu bu değerlendirmenin dışında tutuyorum. Zira burada söz konusu olan artık "pragmatizm" değil. Geçmişte
Nurculuk denen hareketin önemli bir kesimi merkez sağ siyasetçileri desteklerken en azından Din anlayışı bakımından Bediüzzaman
çizgisinden önemli bir sapma göstermiyordu. Bugünse Bediüzzaman çizgisi çoktan terk edildi; Nurculuk denen yapının kemiyet planında
en önemli bölümünü oluşturan kesim, Din'in modernizasyonu operasyonunun öznesi durumunda.)
Öte yandan siyaseti fiilen yürütmek de bizi, hayatın başka alanlarını boş bırakma yanlışına düşürmemeli. Bir yandan siyaseti yürütürken
diğer yandan hayatın –eğitim, sosyal, kültürel hayat, sanat, ticaret ve en önemlisi de "ilmî faaliyet" gibi– diğer alanlarında ihya ve
inşaya dönük ciddi ve sonuç getirici atılımlar yapmak durumundayız.
Devam edecek.
[1] Emirdağ Lahikası-2, 245.
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-23
Milli Gazete - 30 Ocak 2011
S–24) Sait Nursinin Ateizme karşı ehli kitapla birlikte hareket etmeliyiz demesi ne kadar tutarlı bir anlayıştır? Bildiğimiz kadarıyla
komünizm ve ateizmi de başlatanlar ehli kitaptır. Öyle ise bu konu nasıl değerlendirilmelidir?
Kur'an-ı Kerim'in Ehl-i Kitab'ı birtakım konularda diğer gayrimüslimlerden ayrı tuttuğu malumdur. Müslümanlar için onların iffetli
kadınlarıyla evliliğin ve kestiklerini yemenin caiz olması bu durumun somut yansımalarıdır.
Ancak bu "ayrıcalık" durumunun "hukukî" sahayla sınırlı olduğuna dikkat etmek gerekir. Ehl-i Kitap ile Müslümanların, sırf onların Ehl-i
Kitap olması dolayısıyla bunun dışında özel bir yakınlık kurması ancak konjonktür gereği olabilir.
Bu açıdan bakıldığında Bediüzzaman merhumun Komünizm ve onun tabii bir yansıması gibi algılanan Ateizm tehlikesini milletten uzak
tutmak için şu veya bu şekilde bir "Allah inancı" taşıyan Ehl-i Kitap ile işbirliği yapılması yolundaki görüşünü anlamak mümkün.
Konjonktür değiştiğinde şer'î maksat ve maslahatları gerçekleştirmeye katkı sağlayacak farklı işbirliklerine de gidilebilir.
Burada önemli olan iki nokta var:
1. Bu ilişki ve işbirliğinin "kalıcı bir tutum" olarak görülmemesi; esnek ve çok boyutlu olarak yürütülmesi. O gün için Komünizm ve
Ateizm yaygın ve yakın tehlike idi. Bugün farklı durumlar söz konusudur.
2. Bu tür ilişki ve işbirliklerinin din algımızı ve itikadımızı belirleyen temel faktörler seviyesine çıkarılmaması.
Bediüzzaman merhumun, yaşadığı dönem için tesbit ettiği bir durumun ve ona bağlı olarak geliştirilen hareket tarzının bugünün
dünyasında aynen devam ettirilmesi, ancak o durumun devamı halinde söz konusu olabilir. Şartlar ve dengeler değişmiş, yeni
durumlara yeni çözümler bulmak gerekli hale gelmişse, artık o tutumda ısrar etmenin "geçmişte hapsolmak"tan başka bir anlamı
olmayacaktır.
Söz gelimi günümüzde Komünizm bir tehlike olmaktan çıkmış, onun yerini, hayatın farklı boyutlarına farklı yansımaları olan
"dünyevileşme" almıştır. Modernizm, küreselleşme, çığırından çıkmış ve artık ideolojileşmiş bulunan teknoloji, onun doğurduğu çevre
problemleri ve küresel ısınma, "Üçüncü dünya" denen coğrafyaların ve özellikle de İslam dünyasının ya fiili işgal altında bulunması ya da
işgal yahut bölünme-parçalanma tehdidiyle yüz yüze bulunması gibi problemler bunların başında gelmektedir.
İşin ilginç yanı, bu problemlerin kaynağını Ehl-i Kitap ülkeler oluşturmakta, bunlara karşı direnişin simgesi durumundaki küreselleşme
karşıtları, yeşil barışçılar gibi yapılanmalarsa genellikle ateistlerden, deistlerden… oluşmakta!
Bu durumda Ehl-i Kitap'la işbirliğini "kalıcı bir tutum" olarak devam ettirdiğimizde kime ve neye hizmet etmiş olacağımıza iyi bakmalıyız.
Dolayısıyla meseleye şöyle bakmanın doğru olacağını düşünüyorum: İslam'ın ve insanlığın maslahatı neredeyse, neyi gerektiriyorsa
orada bulunmak ve onu yapmak. Bu, dün A konusunda Ehl-i Kitap'la işbirliğini gerektiriyorken. Bugün B konusunda başkalarıyla
işbirliğini gerektirebilir.
Son bir nokta olarak altını çizmemiz gereken husus şudur: Ehl-i Kitap'la işbirliğinin onlarla "yakınlaşma"ya dönüşmemesine dikkat
etmek gerekir. Zira işbirliğinin dozu kaçırıldığında "yakınlaşma", bir süre sonra "ortak noktalarımız çok"a, oradan da "ikimiz bir fidanın
güller açan dalıyız"a varıyor; imanla inkâr arasındaki sınır ortadan kalkıyor. Dinlerarası Diyalog süreci başlamadan önce kendisini
Müslüman olarak tanımlayan bir Allah kulunun, Ehl-i Kitab'ın da cennete gideceğini söylediğine şahit olanınız var mı?...
Devam edecek.
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-24
Milli Gazete - 6 Şubat 2011
S–25) Risalelerde bariz hatalardan örnekler var mı? Örnek verebilir misiniz?
Beşer elinden çıkmış her eserde hata bulunması normal, hatta kaçınılmazdır. Dört mezhep imamının bile bizzat talebeleri veya
mezheplerine mensup ulema tarafından hatalı olduğu söylenmiş ictihadları vardır. Hatta –hepsine selam olsun– peygamberlerden dahi
"zelle" denen küçük sürçmeler sadır olduğu Akaid kitaplarımızda kaydedilen hususlardandır. Şu kadar var ki, onların geçmiş ve gelecek
bütün günahları bağışlanmıştır.
Dolayısıyla tıpkı beşer elinden çıkmış diğer eserler hakkında gibi Risale-i Nur'un da hatadan tamamen salim bir eser olduğunu mutlak
olarak söylemek doğru değildir. Özellikle Üstad'ın Risaleler'i dikte ederken hafızasından başka herhangi bir kaynağa başvurmamış
olduğu vakıası dikkate alındığında bu nokta daha bir anlaşılır olmaktadır. Bir kısım hadis rivayetlerinin mana ile, daha doğrusu akılda
kaldığı kadarıyla nakledilmiş olmasını buna örnek olarak zikredebiliriz.
Ancak bu durumun Risale-i Nur'un temel karakterini ve kaleme alınış maksadını esastan etkileyen bir nakisa olmadığını da belirtmek
gerekir. Bu vesileyle belirtmiş olayım ki, bu sözlerimin, "Risale-i Nur'da hatalar varmış, dolayısıyla bu eser okunmamalı" tarzında
anlaşılmasına ve yayılmasına rızam yoktur. Ben hasbel kader okuyan-yazan bir insan olarak Risale-i Nur'dan müstağni kalamadığım
gibi, başkalarının da ondan istifade etmesini isterim. Bediüzzaman bir kesimin değil, bu ümmetin alimidir, bu ümmetin alimlerinden bir
alimdir. Dolayısıyla diğer alimlere nasıl bakıyorsak ona da öyle bakmalı, diğer alimlerin eserlerini nasıl görüyorsak Risale-i Nur'u da öyle
görmeliyiz.
S–26) Risaleleri okumak ve başka eser okumamak yeterli midir?
Bunun doğru olduğunu söyleyemeyiz. Risaleler'de söylenenlerin izah ve beyanı için dahi olsa insan başka eserlerden istifade etmek
mecburiyetindedir. Normal olarak bir insanın Risale-i Nur ile yetinebileceğini, başka eserlere ihtiyaç bulunmadığını söyleyenler varsa
şayet, onlara Risale-i Nur ile yetinerek nasıl namaz kılıp oruç tuttuklarını sormak gerekir. Risale-i Nur'un neresinde temel ibadetlerle
ilgili –ancak bir ilmihalde bulunabilecek– detaylar vardır? Yahut Efendimiz (s.a.v)'in ve Sahabe'nin hayatını, İslam tarihini ya da Kur'an
ayetlerinin tamamını ihtiva eden bir tefsir okumak isteyen bir kimse sadece Risale-i Nur okuyarak bu emeline nasıl nail olabilir?
Açıktır ki, Risale-i Nur bir fıkıh kitabı olmadığı gibi, tefsir, hadis, kelam/akaid, tarih… kitabı da değildir. İçinde bu ilim dallarının her
birine taalluk eden bahisler, cüzler bulunmakla birlikte onu, bu ilim dallarından her birinden müstağni kılan bir eser olarak tavsif etmek
ilim adına isabetli bir davranış olmaz. Aklı başında hiç kimse de böyle bir iddiada bulunmaz.
Kaldı ki "Nurcu" diye bilinen kitle içinde birçok kesimin Bediüzzaman'dan başka müellifleri de okumakta olduğu bilinen bir husustur.
Sadece bu husus bile tek başına Risale-i Nur'un bir insanın bilgilenme ihtiyacını karşılayacağını söylemenin yanlış olduğunu göstermeye
yeterlidir.
S–27) Risaleler imanı konuları işlemiş ama anlaşılması zor bir eser. Bu bakımdan vasat Müslümanlara okutturulması ne kadar doğrudur?
Örneğin Harun Yahya’nın imani eserleriyle kıyaslandığında nasıl bir sonuç ortaya çıkar? Diyebiliriz ki Harun Yahya’nın eserleri daha
bilimsel, anlaşılır ve Risalelerin bir nevi Türkçeleştirilmiş hali gibidir. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda hangisinin tavsiye
edilmesi daha doğrudur? Ya da yaklaşım nasıl olmalıdır?
İlk olarak Üslup ve dil özellikleri dolayısıyla Risale-i Nur'un herkes için kolay anlaşılır bir kitap olduğunu söylemek mümkün değil.
Aralarında muhteva farklılığı bulunduğu için Risaleler'in Harun Yahya'nın eserleriyle kıyaslanmasının da doğru olmadığını söylemeliyim.
İkinci olarak Harun Yahya'nın eserlerinin Risaleler'in bir nevi Türkçeleştirilmiş hali olduğunu söylemek isabetli olmaz.
Bu itibarla, bir bütün olarak "şu eser daha iyidir, şayan-ı tavsiyedir" demek yerine, muhatabın durumunu da dikkate alarak "şu şahsın
şu eseri" veya "şu eserin şu kısmı" diye nokta tayinler yapmak daha isabetli olur.
Devam edecek.
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-25
Milli Gazete - 13 Şubat 2011
S–28) "Risalelerin yazıldığı dönem göz önünde bulundurulduğunda böyle zorlu bir ortamda örneğin cehennem nerede, cennet nerede,
Hızır, İlyas ve İsa aleyhimusselamların makamları nerde gibi sorularla meşgul olması ne kadar gerekli bir durumdur? Ve gerçekten bu
meseleler önemli meseleler mi ve nasıl değerlendirilmelidir?"
Risalelerin belli bir konjonktürde kaleme alınmış olması, soruda zikredilen türden konuların işlenmesine mani değildir. Daha önce de
ifade ettiğim gibi Risale-i Nur'da İslamî ilimlerin hemen her dalına taalluk eden bahisler vardır. Yine bilindiği gibi bu eserde zaman
zaman sorulan sorulara cevaplar da yer almaktadır. Dolayısıyla bu tarz meselelerin bu eserde yer almış olmasında bir gariplik yoktur.
S–29) "Sait Nursi döneminde bilinen ve ondan daha üstün başka âlimler var mıydı? Varsa birkaç örnek verir misiniz?"
Yine daha önce belirttiğim gibi böyle mutlak bir karşılaştırmayı doğru bulmam. Osmanlı'nın son dönemlerinde yaşamış bulunan alimler,
belki biraz da içinde bulundukları normal dışı şartların tazyikiyle İslamî ilimlerin her birinde "otorite" vasfıyla söz söyleyecek dirayet ve
vukufiyete sahiptiler. Hangi sahada konuşmuş ve yazmışlarsa, sadece o sahada ihtisas yapmışlar gibi bir his uyandırırlar. Aramızda
sadece yarım asırlık bir zaman dilimi bulunmasına rağmen onların hiç birisinden müstağni kalamıyor ve eserlerini "kaynak" olarak
kullanıyor oluşumuz bunun en sadık şahididir.
Bununla birlikte, verdikleri eserlerden yola çıkarak o dönem alimleri hakkında şöyle bir tesbit yapabiliriz: Muhammed Zâhid el-Kevserî
merhum, döneminde yaşayan alimler içinde bilhassa Hadis ilimlerinde biraz daha ileridedir. Mustafa Sabri Efendi merhum Kelam
ilminde, Elmalılı Hamdi Yazır merhum Tefsir ve Felsefe sahalarında böyledir. Bediüzzaman merhumun eserlerinde ise özellikle "ihtisas
erbabına" hitap eden bir muhteva görmüyoruz. Elbette bu, Risale-i Nur'un ilmî hüviyeti haiz bulunmadığı anlamına gelmiyor. Bunun
anlamı, Risale-i Nur'un temel olarak ilim erbabına hitaben değil, "halkın imanını kurtarmak" gibi bir hedef gözetilerek kaleme alınmış
olması, dolayısıyla mütehassıslara hitap eden bir özellik taşımıyor olmasıdır.
Şahsen gerek Daru'l-Hikmeti'l-İslamiye'de birlikte görev yaptığı mesai arkadaşlarından, gerekse diğer ilim ehlinden Bediüzzaman
merhumun ilmî kudreti hakkında aleyhde söylenmiş herhangi bir söz okumuş/duymuş değilim. Dolayısıyla Risale-i Nur hakkındaki bu
tesbit, eserin sahibinin ilmî seviyesi hakkında bir değerlendirme olarak okunmamalı. Böyle bir tavrı "haddini bilmezlik" olarak görürüm.
S-30) Sait Nursi bugün en büyük farz İslam birliğidir derken, batıya karşıyken ve mütevazi bir hayat yaşarken bugün onun bağlıları
neden aksi yolda gitmektedir?
Bediüzzaman merhumun "bağlıları" olarak ifade edilen kesimin homojen bir yapı göstermediğini, hepsi de Bediüzzaman'dan ve Risale-i
Nur'dan beslendiğini söyleyen birden fazla yapı bulunduğunu daha önce vurgulamıştım. Esasen bu durum, kimsenin gizlisi değil. Bu
bakımdan sorunun, belli kesimleri paranteze alarak sorulması ve cevaplanması gerekir.
"Nurculuk" diye ifade edilen yapı içinde mütalaa edilenlerin ekseriyetinin, geçtiğimiz asırda Müslümanlar tarafından "zararlı cereyanlar"
arasında zikredilen "Batıcılık" bağlamında bugün farklı bir tavır içinde olduğu, bilhassa siyasî meselelerde Batıcıların tavrını/duruşunu
andıran bir tavır/duruş benimsediği dikkat çekiyor. En azından onların Batı'ya Bediüzzaman merhumun baktığı gibi bakmadığı aşikâr.
Bunun, cemaat politikalarının ve faaliyet alanlarının muhafaza ve idamesi gibi bir gaye için benimsenmiş bir tutum olduğunun
söylenmesi meselenin izahı için yeterli değil. En azından İslamî ilimlere, dolayısıyla "din anlayışına" taalluk eden kimi hususlarda
Bediüzzaman merhumdan hayli farklı düşündükleri, artık ayrıca delillendirmeye ihtiyaç bırakmayacak kadar tebellür etmiş bulunuyor.
Bunu tek bir sebebe irca etmek doğru ve açıklayıcı olmaz. Bu, başlıbaşına bir inceleme-araştırma konusu olduğu için şimdilik bu kadarla
yetiniyorum.
Devam edecek.
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-26
Milli Gazete - 20 Şubat 2011
S–31) "Bugün kaç çeşit nur cemaati vardır ve anlayışları hakkında bilgi verebilir misiniz?"
"Nurculuk" diye ifade edilen yapı içinde gerek Risale-i Nur'a ve siyasete bakışları, gerekse "hizmet" anlayışları, etkinlik… bakımından
birbirinden farklı 40 kadar grubun bulunduğu ifade edilmektedir.
Bediüzzaman merhum Nurculuk olarak ifade edilen hareketin başına kendisinden sonra kimin geçeceği konusunda herhangi bir
yönlendirmede bulunmadığı için onun 1960 yılındaki vefatından kısa bir süre sonra ilk bölünme yaşandı.
"Yerine birisini bıraksaydı bölünme olmazdı" demenin çok kolay olmadığını da tecrübeler bize gösteriyor. Bölünmenin hiç olmaması
gereken tarikatlarda bile (tamamında olmasa da birçoğunda) şeyh efendinin vefatından sonra bölünmelerin yaşaması adeta "adet"
haline geldi. Dinî, siyasî, sosyolojik… birçok sebebe dayanan bu vakıa, üzerinde müstakil olarak durmayı hak edecek önemde olmasına
ve Müslümanların gündemindeki yerini her zaman korumasına rağmen Müslümanlar tarafından hiçbir zaman ciddi biçimde tahlil
edilmeyen, üzerinde kafa yorulmayan bir realite olarak varlığını devam ettiriyor.
Konuya dönelim…
Bediüzzaman merhumun, hareketin liderliği konusunda somut isim telaffuz etmektense, müstesna bir değer atfettiği "Risale-i Nur'un
şahs-ı manevisi"ne işaret ettiğini söylemek yanlış olmayacaktır.
Ondan sonraki ilk bölünme, Risaleler'in Bediüzzaman'ın hayatında olduğu gibi Osmanlıca olarak yazılıp yayılması gerektiğini savunan ve
"en yaşlı abi" durumunda bulunan Hüsrev Altınbaşak'ın, çoğunluk tarafından cemaatin önderi olarak telakki edilen Zübeyir
Gündüzalp'ten, dolayısıyla çoğunluktan ayrılmasıyla vuku buldu. "Yazıcılar" olarak anılan bu grup, Risaleler'in orijinal haliyle yazılıp
çoğaltılması hassasiyetini halen devam ettirmektedir.
İkinci ve en büyük kopuş 1960'lı yılların sonunda Fethullah Gülen hocaefendinin başında bulunduğu grubunki oldu. Aslında bugün
gövdenin büyük kısmını teşkil ettiği için buna "kopuş" demek durumu tam olarak ifade etmiyor. Bilindiği gibi hizmet alanlarının genişliği
ve etkinlik bakımından Nurcu grupların en önde geleni hiç şüphesiz Fethullah Gülen hocaefendiye bağlı olandır. Nurcu grupların bir
kısmını da etki alanı içine aldığı gözlenen bu yapının, Risale-i Nur ve Bediüzzaman vurgusunu devam ettirmekle birlikte, farklı bir
yönelim gösterdiği de dikkat çekmektedir. Bilhassa Dinlerarası Diyalog çalışmaları ve Hocaefendi'nin ABD yılları ile birlikte hayli etkin ve
yaygın bir "farklılaşma süreci" yaşandığını gözlemliyoruz. Dünyaya açılma, okullaşma, ekonomik ve sosyal hayattaki faaliyetler
alışılagelmiş Nurculuk'tan farklı, "modernleşmiş" bir yapının söz konusu olduğunu açık bir şekilde göstermektedir. Buradaki
"modernleşmiş" tesbiti hareketin dünyaya bakan yüzüne olduğu kadar, dine bakan, "din telakkisini" ifade eden yüzüne de işaret
etmektedir. Dolayısıyla bu oluşuma "Nurculuğun dönüşümü" demenin daha isabetli olacağını söyleyebiliriz.
Zübeyir Gündüzalp'in vefatından sonra 1970'lerin başında Nurculuk, "Yeni Asya cemaati" olarak anılan yapının karakterize ettiği yapı ve
anlayışı sürdürdü. Mustafa Sungur, Mehmet Kırkıncı, Abdullah Yeğin, Tahiri Mutlu… gibi isimlerin önderliğinde 12 Eylül'e kadar kendisini
taşıyan bu yapı, siyasette Adalet Partisi'ni desteklemeyi tercih etti. 12 Eylül'den sonra adını andığım isimlerin temsil ettiği çizgi, yeni
Asya Grubu'ndan ayrılarak "Meşveret Cemaati" adıyla anılan yeni bir oluşuma vücut verdi.
Meşveret Cemaati'nin ayrılmasından sonra Yeni Asya grubu 1990'ların başlarında yeni bir bölünme daha yaşadı. Bu defa ayrılanlar,
"Nesil grubu" olarak anıldı. Entelektüel vasfıyla öne çıkan bu grup, Risale-i Nur dışında başka eserlerin neşrine ve okunmasına verdiği
önemle dikkat çekiyor.
Kısaca ifade ettiğim bu gruplar dışında Zehra grubu, Med-Zehra grubu, Kurdoğlu cemaati, Şeyhanzade cemaati isimleriyle anılan
grupların varlığı da bilinmektedir.
Devam edecek.
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-27
Milli Gazete - 27 Şubat 2011
S–32) Nur cemaatleri siyaset konusunda şerdir deyip bu alanda nötr olmaları gerekirken neden o şerri işleyen siyasi partilerin yanında
yer almaktalar?
23 numaralı soruya cevap olarak ifade etmeye çalıştığım hususlar hatırlanacak olursa Nur cemaatinin siyaseti "şer" olarak gördüğünü
söylemenin doğru olmadığı kolayca anlaşılacaktır. "Şer" nitelemesini Bediüzzaman, oy verme noktasında CHP veya DP'den birini tercih
bağlamında kullanmıştır. İkisini de "şer" olarak nitelendirdiği bu partilerden birinin (DP) diğerine göre "daha hafif/az şer" olduğunu ifade
maksadıyla "ehven-i şerreyn" ıstılahını kullanmıştır.
Yine mezkûr soruya cevap sadedinde söylediklerim hatırlanacak olursa, iktidarın (DP) Nur cemaatine ve Risale-i Nur'a karşı davranış
tarzı ne kadar toleranslı ve yumuşak olmuşsa, Bediüzzaman'ın tavrı da o ölçüde toleranslı ve yumuşak olmuştur. İktidar (CHP) genel
olarak İslam'a ve özel olarak Nur hareketine karşı önyargılı, katı ve acımasız olduğunda tabii olarak Bediüzzam'ın tavrı da sertleşmiştir.
Orada söylenenlere bu soru vesilesiyle bir ekleme yapmış olmak için burada bir noktaya daha değinelim: Siyasetle ilişki meselesi her
zaman "müsbet siyasiler"in çalışmalarını "tolere etmek" şeklinde olmamıştır. Bir yandan CHP iktidarının İslam'a karşı önyargılı ve
garazkâr tavrıyla bir daha muhatap olmamak, bir yandan da Müslüman milletin hassasiyetleriyle örtüşen bir politika izleyen DP
iktidarının hem bu politikayı devam ettirmesi cihetinde teşviki hem de CHP karşısında desteklenmesi gerektiği düşüncesiyle
Bediüzzaman merhum, Nur şakirtlerini DP iktidarını "fiilen destekleme" istikametine sevk etmiştir.
Emirdağ Lahikası-2'de yer alan şu satırlar bu noktada açıklayıcıdır:
"… Sâniyen: Bu mes'elenin gayet sinsi ve gayet gizli hakikatı şudur: Üstadımız manen ve maddeten Demokrat Parti'ye yardım için
talebelerini hafifçe teşvik etmişti. Bunu Halk Partisi'nin muannid müstebidleri anladıkları için, manasız bahane ile habbeyi kubbe yaparak
bu muameleyi yaptılar…"[1]
"Bu vatanda dinsizlikle ve istibdad-ı mutlak ve eşedd-i zulme karşı yirmiyedi yıldır perde altındaki hususî neşriyatla hârikulâde bir
feragat-ı nefisle mücahede eden Bedîüzzaman Said Nursî'nin vücuda getirdiği muazzam Nur Talebeleri câmiasının Demokrat Parti'yi
muhafaza ettiğini Halk Partisi'nin müfrit dessasları anlamış…"[2]
Örnek olmak üzere zikrettiğim bu satırlar, Bediüzzaman merhumun ve Nur camiasının siyasetle ilişkisinin hiçbir zaman "nötr"
olmadığını, siyasî iktidarın izlediği politikaya göre mahiyet değiştirdiğini anlattığını söylemek hakikatın ifadesi olacaktır.
Esasen bunda şaşılacak bir durum da yoktur. İslam, hayatın herhangi bir alanını boş bırakmamıştır ki, "ben hayatın bu yönüyle
ilgilenmiyorum" denilebilsin. Üstelik siz siyasetle uğraşmasanız bile, inancınızın gereğini yerine getirirken siyaset, bigâne
kalamayacağınız, sizi doğrudan veya dolaylı ilgilendiren icraatlar yaparak bile sizi kendisiyle ilgilenmeye mecbur eder. Bediüzzaman'ın
ve Nur cemaatinin siyasetle ilişkisini de bu bağlamda değerlendirmenin yanlış olmayacağını söyleyebiliriz.
Devam edecek.
[1] Emirdağ Lahikası-2, 22.
[2] A.g.e., 29.
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-28
Milli Gazete - 6 Mart 2011
S–33) "Özellikle dinler arası diyalog konusunda Fetullah Gülen cemaatinin yaptıkları ne kadar yararlı? Zaralı ise neden zararlı? İslam’a
düşman bir ülke neden Hoca efendiye üst düzey bir koruma sağlamaktadır? Yurt dışında yapılan okullar gerçekten tv’lerde gösterildiği
gibi yararlı mı? Ayrıca ekranlara çıkıp ta İslam ve peygamberi hakkında güzel açıklamalar yapan Ehl-i kitaba inanmalı mıyız?"
Bu sorunun cevabıyla "Bediüzzaman ve Risale-i Nur" başlıklı faslın sonuna gelmiş oluyoruz. Farklı bağlamlarda pek çok kez ele aldığımız
bu mesele hakkında bu soru bağlamında şunları söylemiş olalım:
Dinlerarası diyalog olarak ifade edilen faaliyet ve sürecin Hristiyanlar tarafından "dinî-siyasî bir proje" olarak tasarlanıp hayata geçirildiği
bilinen bir husus. Onların, kendileri bakımından bir fayda getireceği düşüncesini taşımadan, bunu gerçekleştirecek fikrî/teorik ön
çalışmaları yapmadan ve gerekli mekanizmaları oluşturmadan böyle bir adım atmış olabileceğini düşünmek, hiç şüphe yok "safdillik"
olur. Özellikle bu sürecin, birkaç sene süren son derece geniş katılımlı bir konsilin (1962-65, II. Vatikan Konsili) sonucu olarak hayata
geçirilmiş olduğu ve hatta bu konsil öncesinde 5 yıla varan bir hazırlık döneminin geçirildiği düşünüldüğünde, son derece ciddi bir proje
ile karşı karşıya bulunduğumuz gerçeğini kavramak kolaylaşacaktır.
İslam Dünyası'nda bu sürece katılım için en az onu tasarlayanlarda görüldüğü kadar ciddi bir ön hazırlık süreci yaşandığına dair elimizde
hiçbir bilgi yok. Esasen İslam Dünyası'nda bu sürece katılan çevrelerin birbirinden çok farklı olduğunu (sivil cemaatler, devlet kurumları,
üniversiteler…), dolayısıyla her birinin farklı bir beklentiyle bu sürece dahil olduğunu söylemek gerçeğin ifadesi olacaktır.
"Ne kazanıp ne kaybettiğimiz" meselesine gelince…
Öncelikle şunu söyleyelim: Ülkemizde bu sürece katılan kesimlerin bugüne kadar, Dinlerarası diyaloğun gerekçesi olarak ileriye sürdüğü
hususların hiç birisi konusunda kayda değer herhangi bir adım atıldığını bilmiyoruz. "İnsanlığın ortak problemleri" olarak ifade edilen
savaş, madde bağımlılığı, çocuk ve kadın istismarı, ekolojik problemler… gibi hususlarda kiminle hangi çalışmalar yürütülmüş ve hangi
neticelere ulaşılmıştır?
Belki gayrimüslim dünya ile, daha doğrusu bir kısım gayrimüslim kişi ve kuruluşlarla bir masa etrafında toplanıp bir şeylerin
müzakeresini yapmak ve bu çerçevede onların bir kısmından hissiyatımızı okşayan sözler duymak… Bu çalışmalardan geriye kalan başka
ne var?
Evet, hakkı teslim edelim; Müslümanlarda, gayrimüslimlerin, dünyasına girilebilir, kendileriyle temas edilebilir insanlar olduğu
kanaatinin yerleşmesine ve yaygınlaşmasına da katkı sağlamıştır bu süreç. Ve esas önemli husus budur.
Bu niçin önemlidir?
Onlara ait olan bir şeylerin bizim tarafımızdan olumlanabileceği, paylaşılabileceği düşüncesi, giderek onlarla aramızda ortak zeminler,
algılar, kanaatler ve hatta "inançlar" bulunduğu anlayışına evriliyor da onun için. Kur'an'ın, Yahudi ve Hritiyanların yahudi ve hristiyan
kalarak da kurtuluşu elde edebileceğini, cennete gidebileceğini söylediği, ancak Müslümanların tarihsel/konjonktürel kimi durumları
mutlaklaştırarak bu Kur'anî hakikati (!) gölgelediği tarzındaki iddialar bize Dinlerarası diyalog sürecinin hediyesi değil midir?
Müslümanlar tarih içinde gayrimüslimlerle temas etmiyor muydu? Elbette ediyordu. Elbette onlarla ilişkimiz hep "savaşmak" şeklinde
olmamıştır. Onlar bizim topraklarımızda "reaya" olarak, bizim şehirlerimizde "hemşehri", bizim mahallelerimizde "komşu" olarak hep
aramızda oldular.
Ama bir noktayı gözden kaçırmayalım: Bizim aramızda yaşayan hristiyanlarla Batı'da yaşayan hristiyanlar "kültür" olarak birbirlerinden
büyük farklılıklar gösterir. Bizim aramızda yaşayanlar "inanç" olarak değil, ama "kültür" olarak müslümandılar. Bizim dilimiz i (deyim ve
kavramlarımızı) kullanarak konuşmaları, birçoğunun evinde haremlik-selamlık uygulamasının bulunması… başka neyle açıklanabilir?
Soruda yer alan diğer hususları haftaya cevaplayalım.
Okuyucu Soruları 26 BEDİÜZZAMAN VE RİSALE-İ NUR-29
Milli Gazete - 13 Mart 2011
Fethullah Gülen hocaefendiye ABD'de sağlanan sadece ikamet imkânı değil. Cemaatin orada da yapılandığı ve çok yönlü faaliyetler
yürüttüğü bilinen bir husus.
Bu durumu nasıl değerlendirmeliyiz?
Şu bir gerçek: ABD için öncelik sıralamasının en başında yer alan husus kendi "kırmızı çizgileri"dir. Herhangi bir ekonomik girişim, fikrî
oluşum, devlet, rejim, cemaat, tarikat, kişi, kuruluş… bu çizgileri geçme anlamına gelecek bir eğilim göstermediği sürece ABD için
problem oluşturmaz. Böyle bir eğilim taşıyanların "kara liste"ye alındığı ise herkesin malumu. Hatta "eğilim" de şart değil, bu anlamda
bir "potansiyel"in tesbit edilmiş olması dahi yeterli!
Şu nokta kesin: ABD herhangi bir kişi, kuruluş... vb.nin üstünü çizmişse, onu kendisi için tehlikeli/zararlı telakki etmiş demektir.
Açıklığa kavuşturulması gereken nokta ise şu: ABD'nin üstünü çizmediği kişi, kuruluş… vb. için "ABD'nin dostudur, öyleyse İslam'ın
düşmanıdır, ya da en azından İslam'a zararlıdır" denebilir mi?
Hakkaniyet ölçülerine riayeti önemsiyorsak şunu söylememiz lazım: ABD'nin üstünü çizmediği herkesi, her yapıyı İslam düşmanı ya da
İslam'a zararlı görmek ve göstermek doğru değil. ABD'de varlığını devam ettiren birçok İslamî grup, cemaat, teşkilat var. Bunların bir
kısmı oraya başka ülkelerden gidenlerin oluşturduğu, bir kısmı da öteden beri orada yaşayanların vücut verdiği yapılar. Bunların
tamamının İslam'a zararlı ya da İslam düşmanı yapılar olduğunu söylemek insafla ve gerçekle bağdaşmaz. Elbette bunlar arasında
İslam'a ve Müslümanlara zarar veren çalışmalar yapanların varlığını görmezden gelmek ya da inkâr etmek mümkün değil. Ama öyle
olmayanlar bulunduğu da vakıa.
Hocaefendi'ye ABD'de sağlanan ikamet imkânı ve diğer hususlara gelince, samimi kanaatim şudur: Günümüzde maalesef farklı
Müslüman kesimlerin birbirinden hayli farklı İslam algısı var. İslam algısı farklı olunca, "İslam'a hizmet" anlayışı da farklı oluyor.
Bu anlamda Fethullah Gülen hocaefendinin takdim ve tarzında somutlaşan İslam ve hizmet anlayışının ABD'nin kırmızı çizgileri
bakımından sakınca teşkil etmeyen bir mahiyet arz ettiği dikkat çekiyor. Bir başka ifadeyle İslam'ın, Hocaefendi'nin üslup ve metodunda
öne çıkan görüntüsü ABD bakımından "rahatsızlık verici" bulunmuyor; tam aksine gözetilmesi ve desteklenmesi gereken bir olgu olarak
değerlendiriliyor.
Elbette bu tek taraflı bir "kazanım" değil. ABD, kendisi bakımından sakınca teşkil etmeyen bir İslam algısının mümkün olduğu
düşüncesinden hareketle onun pratiklerinin de yolunu açıyor; cemaat de önüne açılan bu yolda İslam adına doğru bildiklerini hayata
geçiriyor…
Bu noktada "okullar" meselesi kaçınılmaz olarak gündeme geliyor. Cemaat bu okulların, milletimizin dünyaya açılımı ve öz kültürümüzün
başka coğrafyalara taşınması noktasında önemli faaliyetler yaptığını ve inkârı mümkün olmayan başarılara imza attığını söylerken,
başından beri meseleye mesafeli yaklaşan kesimler bu okulların İslam inancının yayılmasına ve Ümmet bilincinin ihyasına dönük hemen
hiçbir faaliyetinin bulunmadığı, esasen onların böyle bir niyetle açılmadığı şeklinde eleştirilerde bulunuyor.
Doğrusu ben de önemli ölçüde bu kanaati paylaşıyorum. Söz konusu okulların, kuruldukları ülkelerin kanunlarına göre çalışmak
durumunda bulunduğu doğru; ancak 12-13 asır öncesinin kıt imkânlarıyla bile bu muazzez dinin diriltici soluğunu Hind-i Çin'e kadar
ulaştıran tüccarlar kadar da yeteneğimiz yok mu gerçekten? Bu kadar mı mahrumuz?
Eğer öyleyse attığımız taş ürküttüğümüz kurbağaya değiyor mu gerçekten?..
Soruda yer alan son cümleyle ilgili düşüncelerimi de kısaca arz ederek bitireyim: "Ekranlara çıkıp ta İslam ve peygamberi hakkında
güzel açıklamalar yapan Ehl-i kitaba inanmalı mıyız?"
Bir kısım Ehl-i Kitab'ın, İslam ve onun aziz peygamberi (s.a.v) hakkında hissiyatımızı okşayan şeyler söylemesi –tabii samimi iseler
eğer–, hakikatin dile getirdikleri kadarından hissedar olduklarını gösterir. Günümüzde hiçbir Ehl-i Kitap kesimin, "Kur'an hak kitaptır ve
Muhammed Mustafa (s.a.v) hak peygamberdir" dediğini duymuş değiliz. İslam uleması arasında, tarihte böyle diyen Anâniyye'yi
Müslüman fırkalardan sayan bir tek fert dahi bulunmadığına bilhassa dikkatinizi çekmek isterim.
Diyalog süreci meyvesini vermiştir: Bizim aramızdan Ehl-i Kitab'ın cennete gideceğini söyleyenler çıkmıştır; buna mukabil –hatta belki
de "bunu sağlamak için"– bir kısım Ehl-i Kitap da, Kur'an'ın "çok etkileyici" bir kitap ve Efendimiz (s.a.v)'in "örnek" bir şahsiyet
olduğunu söylemiştir.
Kazanan kim?
BEDİÜZZAMAN VE TARİHSELCİLİK
Milli Gazete - 24 Şubat 2005
Esas meseleye geçmeden önce bir noktayı tasrih edeyim: Dinlerarası diyalog konusunu işleyen bir önceki yazımda Fethullah Gülen
hocaefendinin "Fasıldan Fasıla"sından yaptığım alıntıyı yanlış değerlendiren bazı okuyuculardan, bağlamdaki "ilzam" üslubuna dikkat
etmediklerini izhar eden mesajlar aldım. Konuyla ilgili olarak bu köşede kaleme aldığım onlarca yazı ortadayken hiçbir anlam
veremediğim bu mesajların sahiplerini dikkat ve ciddiyete çağırıyorum…
Gelelim maksada.
Bilindiği gibi Kur'an, Mü'minler'e hitaben, "Ey iman edenler! Yahudiler'i ve Hristiyanlar'ı dost edinmeyin. Zira onlar birbirinin
dostudurlar…" (5/el-Mâide, 51) buyurur.
Said Nursî merhum, "Münazarat"da (1944), bu ayet Yahudi ve Hristiyanlar'a muhabbeti yasakladığı halde nasıl olup da onlarla dost
olunmasını söylediği tarzındaki bir soruyu şöyle cevaplıyor:
"Evvela (…) nehy-i Kur'anî âmm değildir, mutlaktır. Mutlak ise takyid olunabilir. Zaman bir büyük müfessirdir, kaydını izhar etse, itiraz
olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me'haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir. Demek bu nehiy, Yahudi ve Nasara ile,
Yahudiyet ve Nasraniyet olan aynaları hasebiyledir. (…)
"Saniyen, Zaman-ı Saadette bir inkılab-ı azim-i dinî vücuda geldi. Bütün ezhanı nokta-i dine çevirdiğinden, bütün muhabbet ve adaveti
o noktada toplayıp muhabbet ve adavet ederlerdi. Onun için, gayr-ı Müslimlere olan muhabbetten nifak kokusu geliyordu. Lakin şimdi
alemdeki, bir inkılab-ı acib-i medenî ve dünyevîdir. Bütün ezhanı zabt ve bütün ukulü meşgul eden nokta-i medeniyet, terakki ve
dünyadır. Zaten onların ekserisi dinlerine o kadar mukayyed değildirler. Binaenaleyh, onlarla dost olmamız, medeniyet ve terakkilerini
istihsan ile iktibas etmektir. Ve her saadet-i dünyeviyenin esası olan asayişi muhafazadır. İşte bu dostluk kat'iyyen nehy-i Kur'anî'de
dahil değildir…"
Her ne kadar tarihselcilik "mutlak-mukayyed" dinlemeyip bütün ahkâmı ber-hava etme tavrının adı olmakla, bir mutlakın takyidinden
ibaret olan yukarıdaki tesbiti "tarihselcilik" ifadesi olarak görmek cay-ı itiraz ise de, burada "mutlak"ı "takyid" eden delilin mahiyeti
üzerinde durmak zorundayız.
Kur'an'ın herhangi bir mutlak hükmünün "zaman delili" tarafından takyid edilebileceği hangi Usul kitabında kayıtlıdır bilemem; ancak
bildiğim şu ki, "zaman"a böyle bir yetki tanınması, ucu "nesh"e kadar pekala çıkabilecek bir tavrın ifadesi olur ki, "tarihselcilik" de
bundan başkası değildir!
Öte yandan "zamanın kaydı"nın, Kur'an'ın mutlakını takyid edici kuvvette bir delil olması keyfiyeti hangi cihettendir? Burada
"mutlak"tan, "takyid"den konuştuğumuza göre Usulcüler'in "delil" tarifini mi esas alacağız? Eğer öyleyse "matlub-u haberî" nerede? (Bu
noktada Hristiyanlık'tan ahir zamanda beklenen "tasaffi" gündeme getirilebilir. Bu nokta üzerinde daha sonra duracağım.) Ayrıca bu delil
kat'î midir, zannî midir?
Yoksa Kelamcılar'ın ıstılahına mı başvurmalıyız? Eğer böyleyse o bir "bürhan"mı, yoksa "emare" midir?..
Eğer zamanın kaydı kat'î bir delil/bürhan ise onun kat'iyeti nereden gelmektedir? Günümüzdeki Yahudi ve Hristiyanlar'ın, hükmün asr-ı
saadettekilerle takyid edilmesini gerektiren hangi temel dönüşümü söz konusudur?
Eğer zaman zannî bir delil/emare ise kat'îyi zannî ile nasıl takyid edebiliriz?
Üstelik burada bir de "iştikakın me'hazının illet göstermesi" durumu var. Ben buradan, Yahudi ve Hristiyanlar'ın dost edinilmemesi
hükmünün, onların Yahudiliklerine ve Hristiyanlıklarına bağlanmış olmasını anlıyorum. Bu da, bir kimsede Yahudilik veya Hristiyanlık
temel bir vasıf olarak devam ettiği sürece, onu dost edinmenin yasaklığı hükmünün illetinin varlığını devam ettirmesi demektir. Öyleyse
burada iştikakın mehazından hareket etmenin lehde değil, aleyhde sonuç doğurduğunu söylemek durumundayız.
Ve nihayet çağımızdaki "inkılab-ı acib-i medenî ve dünyevî"nin, asr-ı saadetteki "inkılab-ı azim-i dinî"nin yerini aldığı tesbitinden
hareketle, dikkatlerimizi "nokta-i din"den "nokta-i dünya"ya çevirmemizi ve dolayısıyla "din temelli nehy-i Kur'anî"yi terk edip
"medeniyet(!), terakki ve dünya temelli vela-yı Yehud ve Nasara"ya yönelmemizi öğütleyen yukarıdaki satırlar da tarihselci bakışın
kalesini tahkim edici niteliğiyle dikkat çekiyor.
Çağın bir "medeniyet çağı" olduğunu ve medeniyet icabatının behemehal yerine getirilmesini bir "mukteza-yı nass" derecesinde kabul
ettikten sonra "ümmet-i davet"ten "medenî dünya" çıkarmak elbette normal olur. Ne var ki esas mesele de burada yatıyor.
Yapılması gereken, zihinleri, meşgul oldukları (daha doğrusu "edildikleri") "inkılab-ı acib-i medenî ve dünyevî"ye perestiş yerine, onun
mahiyeti, doğuşu, tezahürleri ve doğurduğu sonuçlar üzerinde düşünmeye sevk etmek iken, ona öykünmek ve buradan da Yahudi ve
Hristiyanlar'la "muhabbet" ilişkisi çıkarmak nasıl izah edilebilir?
HANGİ BEDİÜZZAMAN?
Milli Gazete - 22 Temmuz 2007
Bediüzzaman merhumun fikirlerinin ve duruşunun, onun çizgisini devam ettirdiğini söyleyenler tarafından tartışmasız biçimde tesbit ve
hayata intikal edildiğini söyleyebilir miyiz?
Ben bu sorunun cevabının "hayır" olduğunu düşünenlerdenim. Aralarında derin görüş ayrılıkları bulunan ve hepsi de kendisini
Bediüzzaman merhuma nisbet eden birçok grubun mevcudiyeti yukarıdaki sorunun cevabının olumlu verilmesini engelleyen en önemli
olgu.
Bugünlerde Nurcu kesimin hangi partiyi desteklemesi gerektiği, daha doğrusu Nurculuğun hangi partinin desteklenmesini gerektirdiği
meselesinde –benim internet medyası vasıtasıyla muttali olduğum– bir tartışma yaşanıyor. Mehmet Kutlular, hayattayken Bediüzzaman
merhumun Demokrat Parti'nin desteklenmesinden yana tavır koyduğu tesbitinden hareketle Mehmet Ağar'ın çiçeği burnunda DP'sinin
desteklenmesi gerektiğini söylüyormuş. Buna karşılık başka bir grup Nur talebesi, Bediüzzaman merhumun "özgürlükçü" yanına vurgu
yaparak bu tavrın bugün AKP'nin desteklenmesini gerekli kıldığını söylüyor ve Kutlular'ın tavrını eleştiriyormuş.
Konuyla ilgili haberi okuduğumda aklıma gelen ilk şey, nassları "Zahirci" ve "Maslahatçı" şeklinde iki ayrı tavırla okuyanların teşkil ettiği
ayrılık geldi. "Hermenötik okuma"nın karşı konulmaz gücü!!
Nassların bu tarz "farklı" okumalara tabi tutulmasına çok örnek görmüştük de, vefatının üzerinden henüz yarım asır geçmiş, üstelik
eserleri elimizde ve birinci kuşak talebesi hayatta bulunan Bediüzzaman merhumun böyle temelli bir "okuma ihtilafına" maruz bırakılmış
olması gerçekten hüzün verici…
O Bediüzzaman ki, İslam birliğini hayatın gayesi edinmiş bir şuur haliyle "Otuz milyon Osmanlı, 300 milyon alem-i İslam" tesbitini diline
pelesenk etmiş, hiçbir gelecek projeksiyonunda Osmanlı'yı ittihad-ı İslam'dan mücerret düşünmemiş…
Şimdi, "Bugün yaşasaydı kimi desteklerdi" sorusuna farklı cevaplar verenler, Bediüzzaman'ın, DP'nin desteklenmesinden yana tavır
koyduğu dönemde "İslam birliği"ni dillendiren bir yapının mevcut olmadığını, oysa bugünün siyasî yelpazesinin çok daha farklı olduğunu
nasıl oluyor da "es" geçiyor?
O ki, "Azametli, bahtsız bir kıt'anın; şanlı, talihsiz bir devletin; değerli, sahipsiz bir kavmin reçetesi, ittihad-ı İslâmdır" demiş, "Halep'te
İhvan-ı Müslimîn âzâsının bana yazdığı tebriğe mukabil onu ve İhvan-ı Müslimîni ruh u canımızla tebrik edip "Binler bârekâllah" deriz ki,
ittihad-ı İslâm'ın Anadolu'da Nurcular -ki eski İttihad-ı Muhammedînin halefleri hükmünde- ve Arabistan'da İhvan-ı Müslimîn ile beraber
hakikî kardeş olan Hizbü'l-Kur'ânî ve İttihad-ı İslâm cemiyet-i kudsiyesi dairesinde çok saflardan iki mütevafık ve müterafık saf teşkil
etmeleriyle ve Risale-i Nur ile ciddî alâkadar ve bir kısmını Arabîye tercüme edip neşretmek niyetleri, bizleri pek ziyade memnun ve
minnettar eyledi. Benim bedelime, İhvan-ı Müslimîn Cemiyeti namına bana tebrik yazana cevap verirsiniz" ve buraya alınamayacak
kemiyette pek çok ifadesinin gösterdiği gibi ittihad-ı İslam yolunda İslam aleminde faaliyet gösteren hareketlerle yakından ilgilenmiş.
Geldiğimiz noktada, "Şimdi milletin arzusuyla şeâir-i İslâmiyenin serbestiyetine vesile olan Demokratlar, hem mevkilerini muhafaza,
hem vatan ve milletini memnun etmek çâre-i yegânesi, ittihad-ı İslâm cereyanını kendine nokta-i istinad yapmaktır" diyenler şimdi
nerede?
Neredeeeen nereye!!!