kasım
/201
8
somuncubaba 1
www.somuncubaba.net
AYLIK
İLİM K
ÜLTÜ
R V
E EDEB
İYAT DER
GİSİ
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 25 • SAYI: 217 • KASIM 2018 • Fiyatı: 12 TL
217
0 0 2 1 7
MûcizelerleGelen Dersler
Ali AKPINAR
Dostun Kapısında Ümitle Beklemek
Musa TEKTAŞ
Osmanlı SultanıII. Selim Döneminde Tasavvuf Erbâbının Konumu
Kadir ÖZKÖSE
Zarif Bir ŞairSultan II. Selim
Mustafa ÖZÇELİK
Ayasofya’daII. Selim Türbesi
Mustafa BAŞ
basyazı Bekir AYDOĞAN
Sultan II. Selim ve Kıbrıs’ın FethiSultan II. Selim, Kanûnî Sultan Süleyman’ın Zigetvar Seferi sırasında vefat etmesi üzerine on birinci Os-
manlı padişahı olarak tahta çıkmıştır. Saltanatının ilk yıllarında, Avusturya ve İran ile sulh içinde yürütülen ilişkiler dolayısıyla II. Selim, fetihleri için yönünü denizlere çevirmiştir. Denizlerdeki fetihler 1567 baharında Sakız Adası ile başlamış, ardından hedef olarak Kıbrıs belirlenmiştir. Kıbrıs’ın fethi, Doğu Akdeniz çevre-sindeki bütün ülkelerin ele geçirilmesinden sonra adanın kazandığı stratejik önem dolayısıyla neredeyse zorunlu hâle gelmiştir.
1489’dan beri adayı elinde bulunduran Venedik, korsanlığı destekleyen bir anlayış gütmektedir. 1540 yılında Osmanlı Devleti ile yapmış olduğu barışa rağmen adada faaliyet gösteren Venedikli ve Maltalı korsanlarının saldırılarına karşı kayıtsız kalmaya devam etmektedir. Kâtip Çelebi’nin anlattıklarına göre bu dönemde Venedikliler ile münasebetler olumlu yönde devam etmekle beraber, özellikle Mısır’a giden hacı ve tüccar gemilerinin korsanlardan zarar görmeleri üzerine durum Venedik’e bildirilmiş, Venedik ise saldırıların Malta gemileri tarafından yapıldığı cevabını vermiştir. Bu hadiselere Kıbrıs’ın eski bir İslâm memleketi olması da eklenince adanın fethi Osmanlı Devleti için öncelikli mesele olmuştur. Adanın fethi için düzenlenecek sefer kararı, Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi’nin fetvası alınarak verilmiş gerekli hazırlıklar yapıldıktan sonra Osmanlı Donanması kadırga, mavna, barça ve karamürsel tipindeki gemilerden oluşan üç yüz altmış beş parça gemiyle Mayıs 1570’te Akdeniz’e açılmıştır.
Seferde serasker Lala Mustafa Paşa’dır, donanmanın başında ise kaptan-ı derya Müezzinzâde Ali Paşa bulunmaktadır. Adanın Osmanlı topraklarına katılması 9 Eylül 1570’te Lefkoşe’nin, 1 Ağustos 1571’de de Magosa’nın iltihakıyla tamamlanmıştır. Kıbrıs’ın fethi, Venedik ile yaşanan siyasî ve askerî mücadelelerin başlangıcı olmuştur. Bununla beraber, bu gelişmeler sırasında Venedik Cumhuriyeti başta olmak üzere, birçok devletle diplomatik ilişkilerin de kurulduğu görülmektedir.
Venedik’in devletlerarasındaki dengeler dolayısıyla bir Haçlı ittifakı oluşturamaması Kıbrıs’ı kaybetme-sine sebep olmuştur. Zira Venedik’in İspanyol ve Papalık donanmalarını zamanında hazırlayamamış olması Osmanlı Devleti’nin lehine bir gelişme olmuş, Osmanlı Donanması herhangi bir müdahaleye uğramadan Kıbrıs’a ulaşmayı başarmıştır. Kıbrıs’ın fethi, Avrupa’da yankı uyandıran bir gelişme olmuş, Osmanlı Devleti için olduğu kadar Avrupa devletleri için de bir dönüm noktası teşkil etmiştir.
Osmanlı Devleti’nin Kıbrıs üzerine sefer hazırlıkları yaptığı sırada İstanbul’da bulunan Venedik elçisi Bar-baro, seferin önüne geçmek için faaliyetlerde bulunmuşsa da başarılı olamamıştır. Kıbrıs’ın fethinden son-ra adayı geri alma amacındaki Venedik, nihayet Papa liderliğindeki Haçlı donanmasını İspanya, Malta ve Floransa’nın katılımıyla oluşturmayı başarmıştır. Kıbrıs’ın fethinden sonraki Katolik Hıristiyan dünyasının son büyük Haçlı Seferi olan İnebahtı Deniz Savaşı, kalıcı sonuçları olmayan geçici bir zafer niteliği taşımaktadır. Çünkü Kutsal İttifak’ın asıl amacı olan Kıbrıs’ı Osmanlılardan geri alamadığı gibi Venedik çok geçmeden yeni bir ahidnâme ile (1573) dostluk kurmak, Kıbrıs için savaş tazminatı vermek zorunda kalmıştır.
Sultan II. Selim and the conquest of Cyprus
Sultan Selim II became the 11th Sultan after the death of Kanuni Sultan Suleiman while at Szigetvar military excursion. In the first years of his sultanate, for the conquests, he turned his way to the sea because the relations with Iran and Austria were at peace. The conquests at the sea began with Chios in 1567 spring, then Cyprus was set as the next target. The conquest of Cyprus was fundamental due to its strategic importance after the conquest of all the other countries surrounding it in Eastern Mediterranean. The conquest of Cyprus was resonated with the Europe since it was a turning point not only for the Ottoman but also for the European States.
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba2 1
Tasavvuf ve MenakıpMehmet Bahâeddin EfendiMüellif: Mehmet Bahâeddin Efendi (Tokatlı Mustafa Hâki Efendi (k.s.)’nin oğlu)
Çeviren ve Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK
Karton Kapaklı, 16x24cm, 304 sayfa ISBN: 78-9944-774-45-1
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Örnekliğinde Güzel Ahlâk
Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM
Karton Kapaklı, 14x21cm, 331 sayfa
Güncel Dinî Konular veFıkhî Hükümler
Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN
Karton Kapaklı, 14x21cm, 414 sayfa
Gönül Dostlarının Dilinden Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s) ve Hamid Hamideddin Ateş Efendi
Musa TEKTAŞ
Karton Kapaklı, 14x21cm, 368 sayfa ISBN: 978-9944-774-44-1
ISBN: 978-9944-774-43-7
ISBN: 978-9944-774-46-8
Peygamber Ahlâkı:Sabırlı Olma Değeri
Ayşegül KÖSTE
Âtike binti Halid (r. anhâ)
N. Nida DURAN
Sabır Acıdır AmaMeyvesi Tatlıdır
Sümeyye Büşra YILDIZ
İhmalkârAnne Babalar
M. Emin KARABACAK
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYATel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79
www.somuncubaba.net
Aile Eki
ÇIKTI
444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44
444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44
ABONE İLETİŞİM HATTI
KurucusuA. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
Yıl: 25 Sayı: 217 - Kasım 2018
Basım Tarihi: 01 Kasım 2018
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın YönetmeniBekir AYDOĞAN
Sorumlu Yazı İşleri MüdürüM. Hulusi ERDEMİR
Yayın EditörleriM. Nazmi DEĞİRMENCİ
Musa TEKTAŞ
Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesiZâviye Mahallesi Hacı Hulûsi Efendi Caddesi No: 71
44700, Darende / MALATYA
Tel: (0422) 615 15 54 • Faks: (0422) 615 28 79
www.somuncubaba.net • [email protected]
Yapım
www.grafiturk.com.tr
Tel: 0506 876 17 17
Genel Sanat YönetmeniSerkan ÖZTÜRK
Baskı ve ÜretimSalmat Basım Yayıncılık Ambalaj San. Ltd. Şti.
Tel: (0312) 341 10 24
Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK / Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZ / Prof. Dr. Bilal KEMİKLİProf. Dr. Abdullah KAHRAMAN / Prof. Dr. Ali AKPINAR
Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞ / Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL / Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL / Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK
Kurum Abone : 180 Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası : TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank : TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
Somuncu Baba Dergisi’nin içeriğinde bulunan yazılar ile ilgili çıkabilecek olan hatalı bilgilerden dolayı dergi herhangi bir sorumluluk kabul etmemektedir. Yazıların sorumluluğu yazarlarına ilanların sorumluluğu ise reklam verenlere aittir. Dergimizde bulunan fotoğrafların ve görsellerin kullanılması ve kopyalanması yasaktır. Yazılar kaynak gösterilerek iktibas edilebilir. Somuncu Baba Dergisi’nin bütün telif hakları VİSAN İktisadi İşletmesi’ne aittir.
İÇİNDEKİLER
Mûcizelerle Gelen Dersler
Ali AKPINAR
Musa TEKTAŞ
Dostun Kapısında Ümitle Beklemek
Çekirge, Kur’ân’da iki yerde geçmektedir. Biri Fir’avun ve yandaşlarını uyarmak için Hz. Mûsâ’nın döneminde gerçekleşen mûcizeler anlatılırken geçer.
Bir kimse, Allah‘a giden yolda kendisine yol gösterecek olan mürşidini Cenab-ı Hakk’ın kapılarından bir kapı olarak görmelidir.
Sultan II. Selim ve Kıbrıs’ın Fethi .....................................1Bekir AYDOĞANMûcizelerle Gelen Dersler .................................................6Ali AKPINARAbdullah Dihlevî (k.s.) .........................................................10Kadir ÖZKÖSE, H. İbrahim ŞİMŞEKİkinci Selim............................................................................13Halil GÖKKAYABir Değer Olarak Aile Kurumu .........................................14Ramazan ALTINTAŞİlme Koş.................................................................................19Hanifi KARAİstanbul’da Doğupİstanbul’da Ölen İlk Osmanlı Padişahı:II. Selim Nam-ı Diğer, Sarı Selim......................................20M. Nihat MALKOÇHukuk Adamı Olarak Hz. Peygamber (s.a.v) ..................26Abdullah KAHRAMANAyasofya’da II. Selim Türbesi ............................................30Mustafa BAŞDostun Kapısında Ümitle Beklemek ...............................32Musa TEKTAŞOsmanlı Sultanı II. Selim DönemindeTasavvuf Erbâbının Konumu ...................................................38Kadir ÖZKÖSENefsim ...................................................................................37İbrahim SAĞIRÜmidini Kaybetmiş Gönüle Ümit Aşısı ............................44Enbiya YILDIRIMMuhteşem Süleyman’ın Vârisi Sultan II. Selim .............48İsmail ÇOLAKEbussuûd Efendi ..................................................................52Muammer YILMAZHakikât Yolunun YolcularıMantıku’t-Tayr: Kuşlar Meclisi ..........................................56Resul KESENCELİŞeyh Abdurrahman ErzincanîCamii Kütüphanesi’ndeki Bir Eserin Hatırlattıkları ........60Cemil GÜLSERENYûnus ve Gönül ....................................................................64Bilal KEMİKLİZarif Bir Şair Sultan II. Selim ............................................66Mustafa ÖZÇELİKBağ Bozumu .........................................................................69Dr. Nedim UÇAR“Berceste” Üzerine .............................................................70Vedat Ali TOKBasında Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.) ..............74Yusuf HALICIKaçınılmaz Sonuç Âhiret....................................................76Mustafa KARABACAKGörev Bilinci .........................................................................79Ahmet Süreyya DURNAÖğretmenlik Sevgi İşidir ....................................................80Ali ÖZKANLIÖğretmen ..............................................................................83Hızır İrfan ÖNDERBaşarının Prensipleri (20 Kural) ......................................84Mukadder Arif YÜKSEL
Mustafa BAŞ
Mustafa ÖZÇELİK
Ayasofya’da II. Selim Türbesi
Zarif Bir Şair Sultan II. Selim
İstanbul’da Ayasofya Camii haziresinde kendisi için yaptırdığı türbedir. 1573/74 yılında Ayasofya Camii’ne ilaveler yapıldığı sırada Sultan Selim içinde bu türbenin inşasına başlandı.
II. Selim de her Osmanlı şehzadesi gibi iyi bir eğitim gördü. Daha sonra Konya Sancakbeyliği’ne tayin edildi. Manisa ve Kütahya’da sancakbeyliği yaptı.
Öğretmen başarıyı yakalamak istiyorsa; hayali çözümler dayatmak yerine, öğrencilerin çözülmesini istediği sorunlara yöneldiği takdirde başarıyı yakalamış oluyor.
Ali ÖZKANLI
Öğretmenlik Sevgi İşidir
06
30
32
66
80
Şeyh Hamid-i Velî Minberinden Hutbeler
On Dördüncü Hutbe
“Bak Allah’a karşı nasıl yalan uyduruyorlar. Apaçık bir günah olarak bu yeter.” (4/Nisa, 50.)
Ey Cemâat-i Müslimîn!
Dünyâda her hayrın, her iyiliğin esâsı Allah (c.c.)’ı tanımak, O’na ibâdet, O’nun gös-
terdiği yoldan gitmek ve oradan hiç sapmamaktır. Bütün faziletler buna dayanır, bütün
güzellikler buradan başlar. Dünyâ, âhiret saadeti hep bununla kâimdir. Her nev’i fesadın,
dalâletin esâsı da şirktir, İmansızlıktır. Bunu böylece bilmeli, Allah (c.c.)’ın birliğinde zerre
kadar şek ve şüpheye düşmemeli, mahlûkâtından hiç birini O’na şerik koşmamalı, denk
tutmamalı, O’na emrettiği gibi ibâdet etmeli; ibâdeti, duayı, niyazı yalnız O’na yapmalı.
Ey Mü’minler!
Size doğru yolu gösteren, sizi saadete da’vet eden Kur’ân-ı Kerîm’den ayrılmayınız.
Peygamber (s.a.v.)’in emirleri hâricine çıkmayın, tefrikaya düşmeyin. Birliğinizi muha-
faza edin, memleket işlerini omuzlarına yüklediğiniz zâtlara yardım edin, kendilerine
dâima doğru yolu gösterin. Hak ve hakikati saklamayın. Yerine göre sözünüzle, malınız-
la, canınızla yardımda bulunun. Emirlerine itaat idin. Yalan söylemekten, dalkavukluk-
tan, münafıklıktan son derece sakının. Olduğunuz gibi görünün, göründüğünüz gibi olun.
Allah (c.c.)’a, Peygamber (s.a.v.)’e, ulü’l-emre bu yolda itaat edenlerden Allah razı ola.
Bir de sakın dedikodu yapmayın. Zihinleri bozacak sözlerde bulunmayın. Yalan yanlış
her duyduğunuz şeyi naklederekten ötekinin berikinin aleyhine söz söylemeyin, gıybet
etmeyin. Koğuculuk yapmayın, Salla’llâhu aleyhi ve’s-sellem Efendimiz buyuruyorlar ki:
“Yalan yanlış demeyip de her duyduğunu söyleyenin hiçbir günahı olmasa, bu onlara yeter.”
Sonra olur olmaz şeylerden çokça soruşturmayın, insanların gizli hallerini anlamaya
çalışmayın, malınızı yok yere israf etmeyin, çünkü bu, şahsî ve içtimaî pek çok fesada se-
bebdir. Cenâb-ı Hak ise fesadı ve fâsidleri sevmez. Hulâsa dünyâ ve âhiret de saadet ve
rahat yaşamak için Allah (c.c.)’in emirlerine sıkı sarılmak, Peygamber (s.a.v.)’in sünnetini
bırakmamak lâzımdır. Bu yolu tutanlara müjdeler olsun, muhakkak surette selâmeti
bulmuşlardır.
Hakîm olan Yüce Allah’ın kelâmı hikmet kaynağı Kur’ân’da geçen her kelime ve anlatılan her konu önemlidir. Onların
hepsi sayısız hikmetlerle doludur. Onda zik-
redilen hiçbir şey boşuna değildir. Onda
geçen her bitki ve her hayvanda da pek
çok ders ve hikmet vardır. Onlardan biri
de çekirgedir.
Çekirge sıçrama, zıplama ve uçma
yeteneği olan haşere türünden bir hay-
vandır. Çekirgeler kafalarındaki anten-
leri ile dokunma hassası olan ve koku
alabilen canlılardır. İkisi petek göz, üçü
özel göz olmak üzere beş gözlü ve altı ayaklı bir canlı olan çekirgenin işitme organı karın kısmın-dadır. Boyları birkaç santimetre ile yirmi santi-metre arasında değişir. Saatte 15-20 kilometre hızla, 9-10 saat hiç durmadan uçabilen ve 2500 kilometre mesafelere göç edebilen bir hayvan-dır. Dört ay ömrü olan çekirgenin 100 gramında 63 gram protein vardır. Bazan sürüleriyle ekili dikili alanlara zarar veren çekirgelerin, besleyi-cisi bir gıda maddesi olarak yenmesi helal kılın-mış ve zor zamanlarda önemli bir gıda maddesi olmuştur. Zaten yaratılış hârikası olan pek çok haşere/böceğin zararlı mikrop ve otları yemek-le sayısız faydalarının olduğu tesbit edilmiştir.1
Ayet-i Kerîmede Çekirge
Çekirge, Kur’ân’da iki yerde geçmektedir.
Biri Fir’avun ve yandaşlarını uyarmak için Hz.
Mûsâ’nın döneminde gerçekleşen mûcizeler an-
latılırken geçer. Bu anlatımda inkârcı kavmin eki-
li arazilerine su baskını, çekirge, haşere ve kur-
bağaların musallat olduğu anlatılır. İkinci olarak
da kıyâmet günü, o günün dehşet ve korkunç-
luğu karşısında kabirlerinden kalkan inkârcılar
çekirgelere benzetilerek anlatılır. Yani kullanımın
ilkinde gerçek hayatta arazilere musallat olan
çekirgelerden bahsedilir, ikinci anlatımda ise in-
sanlar şaşkın bir halde dolaşımlarıyla çekirgelere
benzetilirler. Şimdi ilgili âyetleri okuyalım:
“And olsun ki, Biz de Fir’avun ailesini, ders al-
sınlar diye, yıllarca kuraklığa ve ürün kıtlığına uğ-
rattık. Onlara bir iyilik geldiği zaman; ‘Bu bizden
ötürüdür.’ derler; bir fenalığa uğrarlarsa da, Mûsâ
ve onunla beraber olanların uğursuzluğuna ve-
rirlerdi. Bilin ki, kendilerinin uğradığı uğursuzluk
Allah katındandır, fakat çoğu bunu bilmezler.
Fir’avun ailesi: ‘Bizi büyülemek için ne mûcize gösterirsen göster, sana inanmayacağız.’ dediler. Bunun üzerine su baskınını, çekirgeyi (el-cerâd), haşerâtı, kurbağaları ve kanı, birbirinden ayrı mûcizeler olarak onlara musallat kıldık; yine de büyüklük taşlayıp suçlu bir kavim oldular.
Azap başlarına çökünce, ‘Ey Musa! Rabb’ine, sana verdiği ahde göre bizim için yalvar. Bizden azâbı kal-dırırsan sana, and olsun ki, inanacağız ve İsrailoğulla-rını seninle beraber göndereceğiz.’ dediler.
Azâbı nasıl olsa sonuna gelecekleri bir müd-det için üzerlerinden kaldırınca, hemen sözlerin-den cayıyorlardı. Bu sebeple onlardan öç aldık, âyetlerimizi yalan sayıp umursamadıkları için on-ları denizde boğduk.”2
İLİM VE HAYAT Ali AKPINAR*
“Kâinatta var olan her şey bir amaç üzere yaratılmıştır. Yaratılan her şeyde sayısız hikmet ve Yüce Yaratıcı’nın erişilmez kudretine işaret vardır. Hiçbir
şey boşuna ve anlamsız değildir.”
“Kâinatta var olan her şey bir amaç üzere yaratılmıştır. Yaratılan her şeyde sayısız hikmet ve Yüce Yaratıcı’nın erişilmez kudretine işaret vardır.”
MûcizelerleGelen Dersler
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba6 7
Bu anlatılanlarda öncelikle şunlar dikkatimi-zi çekmektedir:
Kâinatta var olan her şey bir amaç üzere ya-ratılmıştır. Yaratılan her şeyde sayısız hikmet ve Yüce Yaratıcı’nın erişilmez kudretine işaret vardır. Hiçbir şey boşuna ve anlamsız değildir. “Biz gök-leri, yeri ve ikisinin arasındakileri oyun olsun diye yaratmadık.”3, “O akıl sahipleri ‘Rabb’imiz! Sen bun-ları boşuna yaratmadın’ derler.”4 Yine O, yarattığını hak ile yerli yerince ve ölçülü olarak yaratmıştır. Kâinatta insanoğlunun bildiği ve henüz bilemediği canlı cansız, bitki hayvan nice varlık vardır, her bi-rinin yaratılışında da sayısız hikmet vardır.
Zaman zaman haddi aşan insanları uyarmak için kâinatta var olan bu denge bozulur, nimet olan şeyler helâk sebebi olabilir. Göklerin ve ye-rin ordularının yegâne gerçek sahibi olan Yüce Allah’ın izni ve emri ile bu varlıklar, insanlara musallat olabilir. Sözgelimi rüzgâr ve yağmurlar rahmettir, su hayattır. Ama zaman zaman hayat sebebi olan su sel-tûfân; rüzgârlar fırtına, kasır-ga ve hortumlara dönüşerek helak sebebi ola-bilmektedir. Diğer varlıklar gibi her biri bir âyet olan haşerât denilen bit, pire, karınca, arı, böcek, kurbağa, çekirge gibi hayvanlar da ölçülü olur, asıl yaratılış gayeleri doğrultusunda varlıklarını sürdürürlerse zararları dokunmaz, hatta onlarda bildiğimiz ve bilemediğimiz pek çok yararlar var-dır. Ama gün gelir Yüce Rabb’in dilemesiyle onlar zarar veren varlıklara dönüşebilir. Yüce Allah’ın azâbı-cezâsı, yarattığı varlıklar vâsıtasıyla O’nun
dilediği zamanda ve dilediği şekilde gelebilir. Ya-pılması gereken O’nun gazabını ve azâbını çeke-cek söz ve tavırlardan uzak olmaktır.
Yaratıcı’ya Karşı Sorumluluklar Yerine Getirilmeyince!
Ekonomi, toplumun huzurlu bir hayat sür-mesi için çok önemli unsurlardan biridir. Eko-nomik dengelerin bozulması, toplumun huzur dengelerini alt üst eder ve kırar geçirir. İnsan-ların haksız kazanç, aldatma, hile, fâizcilik, tefe-cilik, karaborsacılık, fırsatçılık, bencillik, hırsızlık gibi günah tutkuları ekonomik hayata zarar ver-diği gibi; yine toplumun kötüleri ilâhî bir kısım azâbın inmesine davetiye çıkarabilir. Özellikle bütünüyle Yüce Allah’ın irâdesine emânet olan ekili dikili araziler, ne kadar insânî tedbirlerle korunmaya çalışılsa bile, sonunda her şey O’nun izni ve irâdesiyle olur. Rüzgârlar, yağmurlar, ik-lim değişiklikleri, zarar veren haşerât ve benze-ri yollarla bu alanda insanların beklentileri ger-çekleşmeyebilir. O’nun için kâinatın sahibi Yüce Yaratıcıya karşı sorumluluklar yerine getirilmeli ve insanlar O’nun merhamet ve şefkatine lâyık olmaya gayret etmelidir.
İnsanlık tarihi, pek çok azap çeşidine şahit olmuştur. Önemli olan yaşananlardan ve anla-tılanlardan ibret almaktır. Yüce Yaratıcı’ya karşı haddi aşıp inkâr ve günahlara sapanlar benzer azap çeşitlerinin kendi başlarına bizzat gelme-sini beklemeden inkâr ve günahlarından vaz-geçmelidirler. Unutulmasın ki ibret almayanlar için tarih tekerrür edecektir. Hak edenlere azap dünyada gelmezse âhirette mutlaka gelecek, hiç kimsenin yapıp ettiği yanına kalmayacaktır.
Âyetlerde haşere (kummel) kelimesi yanında, çekirge (cerâd) ve kurbağa (dafâdi’) ayrıca zikre-dilmiştir. Bu iki kelime de birer kere bu âyette geçmektedir. Bunlardan cerâd, bilinen ekin çe-kirgesidir ki, bütün yeşil ürünleri çok kısa süre-de yer bitirir, çırılçıplak eder. Buna göre, kavmin başına gelen tufandan sonra biten kuvvetli ve gür ekinleri çekirge sürüleri yemiş bitirmiştir. Kummel, henüz tohumundan yeni çıkmış ve ka-natlanmamış çekirge yavrusu yahut gâyet küçük karıncalara denir. Buğdaya düşen güve/buğday
bitine de denir. Bit başta olmak üzere siyah renk-li küçük böcekler, siyah kabuklu küçük haşereler için de bu kelime kullanılmıştır. Dafâdi’ kelimesi ise kurbağalar anlamına gelir. Bunlar İsrailoğul-larının hem bedenlerine, hem arazilerine ve hem de ev ve işyerlerine musallat olmuş, kendilerine ve yiyecek içeceklerine zarar vermiş, toplumda korkunç bir sosyal, ekonomik ve psikolojik çö-küntüye sebep olmuştur. Onların başına gelen bu azapların mâhiyeti ve süresi hakkında çeşitli rivâyetler vardır. Önemli olan bunlarla meşgul olmadan, olanlardan ibret alabilmektir.5
Mûcizeler, İbret Alanlara Derstir
Fillerle donatılmış kibir Ebrehe ordusunu ebâbîl kuşlarının attığı küçücük çakıl taşlarıy-la, tanrılık davasına kalkan Nemrut’u küçücük sivrisinekle helak eden Yüce Allah, yine kibirli Fir’avun ve yandaşlarını küçücük haşerelerle cezâlandırmıştır.
Çekirge kelimesinin geçtiği diğer âyetler ise şöyledir:
“Kıyâmet saati yaklaştı, ay yarıldı. Onlar bir de-lil görünce hâlâ yüz çevirirler ve: ‘Bu süregelen bir sihir.’ derler. Yalanlarda kendi heveslerine uyarlar. Ama her işin karar kılacağı bir sonucu vardır.
And olsun ki, onları bu hallerinden vazgeçire-cek nice haberler gelmiştir. Bu haberlerin her bi-rinde üstün hikmet vardır; ama uyarmalar fayda vermiyor. Öyleyse onlardan yüz çevir; çağıran, görülmemiş ve tanınmamış bir şeye çağırdığı gün. Gözleri dalgın dalgın, çekirgeler (cerâd) gibi yayılmış, o çağırana koşarak kabirlerden çıkarlar. İnkârcılar: ‘Bu, zorlu bir gündür.’ derler.”6
Âyetlerde diriliş günü kabirlerinden kalkacak olan inkârcılar çekirgelere benzetilmiştir. Gece karanlığında toprağa yapışıp kalan, güneşin doğ-masıyla etrafa saçılan çekirgelere. Onlar şaşkın-lıkları ve kalabalık sürüler halinde koşuşmala-rıyla âciz çekirgelere benzetilmiştir. Nitekim bir başka âyette de onlar uçuşan kelebeklere (ferâş) benzetilmiştir: “O gün insanlar, ateş etrafında çırpınıp dökülen ateş böceği kelebeklere dönecek-ler.”7 Bu âyette yeryüzünün en güçlü varlığı akıllı
insanın zayıf ve âciz kelebeklere döneceği; bir sonraki âyette de yeryüzünün en sağlam yapıları yalçın dağların didilmiş pamuğa döneceği haber verilerek o güne hazırlıklı olunması istenmiştir. O dehşetli günde insanın düşeceği durumu anlatan çekirge ve kelebeklere benzeten iki âyeti birlikte düşündüğümüzde şöyle bir sonuç çıkmaktadır: O günün dehşetinden kimi insanlar çekirgeler gibi birbirinin üstüne yığılacak, tek bir hedefe doğru koşuşacak; kimileri de nereye gideceğini, nerede inip duracağını bilemeyen kelebekler gibi oraya buraya saçılıp darmadağın olacaktır.8
Unutmayalım ki geçmişte yaşanmış ve hâlen de yaşanabilen, insana âcizliğini ve çaresizliğini hatırlatan mûcizeler, ibret alanlara ders verme-ye devam etmektedir. Görmek isteyenler için, kısacık ömürlü küçücük varlıklarda kalıcı ve bü-yük dersler vardır.
Peygamberimizden gelen, “Bize kesilmeden yenebilen/iki ölü ve iki kan helal kılındı: Balık ile çekirge, karaciğer ve dalak.”9 hadisiyle yazımıza son verelim.
Dipnot* Prof. Dr. Ali AKPINAR
1. Bkz. Tarım Bakanlığı Web sitesi.2. 7/A’râf, 130-136.3. 21/Enbiyâ, 16, 44/Duhân, 38.4. 3/Âl-i Imrân, 191.5. Bkz. Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, Araf Suresi.6. 54/Kamer, 1-8.7. 101/Kâria, 4.8. Bkz. Mâtüridî, Te’vilâtü’l-Kur’ân; Elmalılı, Hak Dini Kur’ân
Dili, Kâria Suresi.9. İbn Mâce, Et’ime 31; Müsned II. 97.
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba8 9
Abdullah Dihlevî Hazretleri, 1156/1743’te Pencap’a bağlı Betale beldesinde doğ-du. Babası Kadiriyye’ye mensup Abdul-
latif adında bir zâttı. Yaşadığı bölgede Gulam Ali diye tanınmaktaydı. Kur’an-ı Kerim’i hıfze-derek başladığı ilk tahsilinin ardından Abulaziz Dihlevî (k.s.) ve yaşadığı bölgedeki diğer bazı âlimlerden tefsir, hadis ve fıkıh alanlarına dair pek çok eseri okudu.
Zâhirî ilimlere dair tahsilini belli bir aşama-ya kadar ikmal ettikten sonra babasından küçük yaşlarından beri gördüğü tasavvufî terbiyesini geliştirmek üzere arayışlara başladı. O bölgedeki bazı Çiştî şeyhlerinin sohbetlerine katıldı. Bu sı-rada 22 yaşına geldiğinde Delhi’de irşad faaliyet-lerini yürüten Mazhar Cân-ı Canân’la tanıştı. Ona intisap etmek istediğini belirttiğinde Mazhar: “Oğlum burada tuzsuz taş yalamaktan başka ne var ki? Zevk ve şevk istersen başka yere müra-caat et.” diyerek tevazu gösterdi. Aynı zamanda Mazhar, bu sözleriyle tasavvufî terbiyenin sabır isteyen bir eylem olduğuna dikkat çekmiştir. Ab-dullah Dihlevî (k.s.), hem içinde bulunduğu hâli bilen hem de tevazu gösteren Mazhar-ı Cân-ı Canân (k.s.)’ın bu tutumundan ziyadesiyle etkile-nerek “Makbul olan tuzsuz taş yalamaktır.” de-yip ona intisap etti. 15 yıllık (bazı rivayetlerde bu süre 22 yıl olarak geçmektedir) bir seyr ü sülûk sürecinin ardından şeyhinden irşad icazeti aldı. Cân-ı Canân’ın muhtemelen Şiî bir kişi tarafın-dan şehid edilmesinin ardından onun tekkesinde şeyh olarak görev yapmaya başladı.
Abdullah Dihlevî (k.s.)’nin tekkesi bir tasavvufî terbiye merkezi olmasının yanında, müridlere hadis, fıkıh ve kelâm ilmine dair derslerin veril-diği medrese gibi hizmet verdi. Şam, Anadolu, Irak, Hicaz, Horasan, Maveraünnehir vs. pek çok bölgeden insanlar onun dergâhına gelerek on-dan tasavvufî terbiye alıyorlardı.
Abdulah Dihlevî (k.s.) 82 yaşındayken 12 Sa-fer 1240/6 Ekim 1824’te Delhi’de vefat etti. Ce-nazesini vasiyeti üzerine halifesi Ebu Said Farukî kıldırdı ve aynı şehirde bulunan dergâhının hazi-resine defnedildi.
Abdullah Dihlevî (k.s.), cömertliği ve tevazu-uyla insanların gönlünde iz bıraktı. Dergâhına gönderilen güzel yemekleri yemez komşula-rına ikram ederdi. O az uyur, gece ibadetlerini ihmal etmezdi. Geceleri murakabe yapar ve Kur’an-ı Kerim okurdu. Sonra sabah namazını cemaatle kılardı. Namazdan sonra tekrar işrak vaktine kadar Kur’an-ı Kerim okur; işrak vaktini müteakip Kur’an-ı Kerim tefsiri okurdu. Kur’an-ı Kerim’den günlük virdinin on cüz olduğu kayde-dilmektedir. Öğlen namazından sonra da tale-belerine tefsir ve hadis dersleri okuturdu. İkin-di namazından sonra hadislerden ve İmâm-ı Rabbânî’nin Mektûbât’ından sohbet yapardı. Bazen Avarifü’l-Maârif ve Risale-i Kuşeyrî’den de anlatırdı. Akşam namazından sonra tevec-cüh yapardı. O çok nezih bir tabiata sahipti. Tü-tün içiciler yanına geldiğinde insanlar rahatsız olmasın diye güzel kokulu tütsüler yaktırır veya etrafına güzel kokular serptirirdi.
Abdullah Dihlevî (k.s.) namaz ibadetine ve onu cemaatle kılmaya çok önem vermekteydi. Namazın her aşamasının hakkını vererek tadil-i erkân ve huşû ile kılınması gerektiğini ifade edip bunun Hz. Peygamber (s.a.v.)’in emri ol-duğunu vurgulardı. Ona göre bütün ibadetlerin özellikleri namaz içinde toplanmıştır. Kur’ân-ı Kerim okumak, tesbih etmek, salâvat getirmek, günahlara tevbe etmek, yalnız Allah (c.c.)’tan yardım istemek ve O’na dua etmek bu özellik-lerden bazılarıdır. Namazdaki kıyam, rükû, sec-de ve oturuşların hepsi diğer varlıkların kulluk şekillerini temsil etmektedir.
Namazın Mirac Gecesi farz kılındığı bilin-mektedir. Bu sebeple miraca çıkan Hz. Pey-gamber (s.a.v.)’e uyma amacıyla namaz kılan bir Müslüman Allah (c.c.)’a yaklaştıran mânevî makamlara yükselir. Namazı terk edenin diğer emirleri kaçırması kolaylaşır.
Abdullah Dihlevî (k.s.)’ye göre irfanî ve kevnî olmak üzere iki tür keramet vardır. Sûfîlerin itibar ettiği keramet irfânî olanıdır. İrfanî kera-met halvette ve celvette, sevinç ve fersizlik hal-lerinde daima huzurda bulunma ve müşahede
Hat: Emre ÖZDEMİR
ALTIN SİLSİLE Kadir ÖZKÖSE* H. İbrahim ŞİMŞEK**
Abdullah Dihlevî (k.s)
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba10 11
ile marifetullaha varmaktır. Kevnî keramet ise
bazı olağanüstü hallerin zuhur etmesidir. Bü-
yük zâtlar her iki keramete sahip olmalarına
rağmen ikincisini gizlemeyi tercih etmişlerdir.
Çünkü riya ve kibir onların yolunun dışındadır.
Abdullah Dihlevî (k.s.) keşif ve keramete sahip
olan müridlerini uyarıyor, onların kibre ve riya-
ya düşmemesi için bu gibi hâllerini gizlemeleri-
ni istiyordu. Çünkü keşif ve keramete takılmak
sûfîler için mânevî yolda ilerlemeye engeldir.
Ona göre kerametlerin en üstünü Allah (c.c.)
sevgisi ve Rasûlullah (s.a.v.)’a ittibadır. Diğerleri
bu ikisinden sonra gelir.
Abdullah Dihlevî (k.s.)müridlerine yazdığı
mektuplarında ve onlara yönelik öğütlerinde
onlara her zaman güzel huyları benimsemeleri-
ni tavsiye etmektedir. Onun sözünü ettiği bu gü-
zel huylar şöyle sıralanır: Yumuşak başlı olmak,
gerektiği yerde baş eğmesini bilmek, şefkatli ve
merhametli olmak, herkes için iyilik düşünmek,
arkadaşları arasında uyar olmak, iyiliksever ol-
mak, geçimli olmak, hizmet ehli olmak, topluma
ve ortama uymasını bilmek, güleryüzlü olmak,
cömert olmak, çıkarcı olmamak, dostluğa ve
sevgiye önem vermek, sözünde durmak, sakin
ve vakarlı olmak, Allah (c.c.)’a hamdederek O’na
dua etmek, nefsini küçümsemek ve başkala-
rını küçümsememek vb. O, Nakşî Tarikatı’nın
dört meseleden ibaret olduğunu söylerdi: Def’-i
havâtır, devam-ı huzur, cezbeler ve varidât.
Cömertlik Abdullah Dihlevî (k.s.)’nin çok
önem verdiği güzel ahlâk ilkelerinden biridir.
Yaptığı ikramların gizli kalmasına dikkat ederdi.
İnsanlara merhamet ve şefkatinde de aynı şe-
kilde cömert davranırdı. Dünyevî şeylere mey-
letmez ve mal-mülk edinme gibi gayretlere gir-
mezdi. Zenginler ve yöneticiler tarafından ken-
disine gönderilen dünyalıkları kabul etmezdi.
Dipnot* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE - ** Prof. Dr. H. İbrahim ŞİMŞEK
1. Bu makale Prof. Dr. Kadir Özköse ve Prof. Dr. H. İbrahim Şimşek’in Nasihat Yayınları’ndan neşredilen Altın Silsileden Altın Halkalar kitabının 367-371. sayfalarından özetlenmiştir.
Bâyezîd’le savaş varmış bahtında,Sultanlığı almış İkinci Selim,Dede Yavuz gibi devlet tahtında,Sekiz sene kalmış İkinci Selim…
Güzelim revaklar hâtıran senin,Ateş kesilmesin amel gülşenin,Sinan’ın eliyle Allah (c.c.) evinin,Kapısını çalmış İkinci Selim…
Uzun boy, sarı saç, gözleri yosun;Âlimleri hep korumuş fanusun,Sakız Adası’nın, Kıbrıs, Tunus’un,Deryâsına dalmış İkinci Selim…
Sokollu’nun pençesinde taşlar un!Edirne’den, Lefkoşe’ye var adın,Yahya Efendi’nin, Ebusuud ’un,Harmanında kalmış İkinci Selim…
Navarin verse de bir ince sızı,Osmanlı’nın kesilir mi hiç hızı?Yeniden yaptırıp donanmamızı,Okyanusa salmış İkinci Selim…
Yeniden fethedip Yemen ilini,Rusların vergiyle kırmış belini,Açe’ye uzatmış yardım elini,Hayırlara dalmış İkinci Selim…
Çektiğin yaylarda tutuşmuş temren,Şâir Bâkî, Nigârîye… Himâyen,İstanbul’da doğmuş ilk padişahken,İstanbul’da solmuş İkinci Selim…
Ayasofya Külliyesi ne serin,İki minâre gölgesinde var yerin!Selimiye gibi çok şâheserin,Mihmandarı olmuş İkinci Selim…
Her zaman tövbekâr, her dâim pişman,Latif tabiatlı, yumuşak insan,Kimseye sebepsiz olmamış düşman,Mütevazı kulmuş İkinci Selim…
Hayran hayran baktıkça her delile,Ataları şiir olur Celil’e,Kısacık saltanat devrinde bile,Destanları bulmuş İkinci selim…
Halil GÖKKAYA
İkinci Selim
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba12 13
İTİKAT Ramazan ALTINTAŞ*
Aile, insanoğlunun içinde doğduğu, yetiş-
tiği ve ilk eğitimini aldığı sosyal bir top-
luluktur. İnsanın yeryüzüne ayak basma-
sıyla birlikte aile kurumu da oluşmuştur. Yüce
Allah, insanı kadın ve erkek olarak çift yaratmış-
tır. Birbirlerine sevgi ile yaklaşsınlar ve birbirle-
rinden huzur bulsunlar diye onları birbirine çe-
kici hale getirmiştir. Neslin devamı bu çekiciliğe
ve birlikteliğe bağlıdır. İşte bu birliktelik aileyi
oluşturur. Kur’an-ı Kerim’de ilk insanın yaratılışı
ile ilgili geçen âyetlerde şöyle buyrulur:
“Hepinizi bir özden (Âdem’den) yaratan ve er-
kek için can yoldaşı edinsin diye kendi özünden
eşini (Havva’yı) yaratan O’dur.”1
“Ey insanlar! Sizi bir özden yaratan ve ondan
da eşini yaratan; ikisinden birçok erkek ve kadın
(meydana getirip) yayan Rabb’inize karşı gelmek-
ten sakının.”2
Bu âyetlerden anladığımız kadarıyla Hz.
Âdem ve Hz. Havva, “tek bir özden” yaratılmış-
lardır. Aynı özden yaratılan kadının, erkeğin
yanı başında bulunmasının hikmeti, iyi bir eş ve
eşini sükûnete eriştirmesi, aynı şekilde benzer
özden yaratılan erkeğin de, eşinin yanı başında
bulunmasının hikmeti, kadını huzur ve sükûnete
kavuşturmasıdır.
Kur’an-ı Kerim, insanlık tarihinin Hz. Âdem
ve Hz. Havva’dan oluşan bir aile ile başladığı-
nı gösteriyor. Yeryüzünde yaşayan insanların
ilk atası olan Hz. Âdem bir eşe sahip olmuş ve
bu ilk karı-kocanın çocuklarıyla beraber bir aile
yuvası kurulmuştur.3 Dolayısıyla dünya hayatı,
Hz. Âdem ve eşiyle birlikte başlamış ve bu hayat
onlardan doğan çocuklarla kıyamet gününe ka-
dar devam edip gidecektir. Zira Âdem olmadan
Havva olmaz; Havva olmadan da Âdem olmaz.
Her bir eş, birbirini tamamlayan bir bütünün
parçaları gibidir.
Aile, insanlığın sonradan tanıştığı bir kurum
değildir. Bakara Sûresi’nin 35. ve A’raf Sûresi’nin
19. âyetlerinde; Hz. Âdem, eş, mesken ve cen-
net kavramlarının birbiri ardınca kullanılma-
sı, “bir değer olan aile” için son derece önemli
bir anlatım biçimidir: “De ki: ‘Ey Âdem! Sen ve
eşin cennete yerleşin. Orada dilediğiniz gibi bol
bol yiyin, ama şu ağaca yaklaşmayın, yoksa
zâlimlerden olursunuz.” Bu âyette de anlatıldığı
gibi Hz. Âdem’in eşiyle ikâmet edeceği mekânın
adı, “mesken” olarak ifade edilir. Mesken, “için-
de sükûn ve huzur bulunan ev” anlamına gelir.
Bu bağlamda dünya meskenleri, cennetteki haz
ve huzur veren köşklerle4 ilişkilendirilmiştir.
Bunun anlamı, bir Müslüman ailenin evi, salt
mimari anlamda değil, mânevî ve ahlâkî an-
lamda da bir mesken olarak huzur bulunan bir
dünya cennetine dönüştürülmelidir. Yine aynı
âyetlerde anlatılan Hz. Âdem ve Hz. Havva’nın
şahsındaki uyarılarda, “ağaç metaforu”yla ha-
ramlar dile getirilir.5 “Bu ağaca yaklaşmayın!”
çağrısı, “Allah’ın çizdiği sınırları ihlal etmeyin!”
anlamınadır. Kur’an’dan öğrendiğimiz kadarıy-
la Hz. Âdem’in yasağı çiğnemesinin teşvikçisi
Hz. Havva değil, doğrudan şeytandır: “Derken,
şeytan ayaklarını oradan kaydırdı. Onları, içinde
bulundukları konumdan çıkardı.”6 Bu sebeple ya-
pılması gereken insan ve cin şeytanların aileyi
ifsat etmesine fırsat vermemektir.
Bizim Örneğimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)
Her konuda olduğu gibi7 aile hayatı konu-
sunda da bizim örneğimiz Hz. Muhammed
(s.a.v.)’dır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de onun aile
hayatı bize örnek olarak anlatılır: “Ey Ehl-i Beyt!
Allah sizden kiri gidermek ve sizi tertemiz yap-
mak istiyor.”8 Bu âyette geçen Ehl-i Beyt tabiri,
“İslâm inancına göre aile kurmak, insanı, Rabb’ine yaklaştıran ilâhî emre itâat etmektir.”
Aile KurumuBir Değer Olarak
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba14 15
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hanımları ve çocukları
için kullanılmıştır. Onun ailesi, bütün İslâm üm-
metine rol model oluşturacak olan bir ailedir.
Ahlzâb Sûresi’nin 33. âyetiyle Ehl-i Beyt’e, “Siz
sıradan bir aile değilsiniz, dolayısıyla gündelik
hayatınızda yapıp-ettiklerinize çok dikkat edi-
niz, helâl ve haramlar konusunda hassasiyetle-
rinizi ön planda tutunuz.” demek istenmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.), aileye büyük önem
vermiş ve aile kurmayı daima teşvik etmiştir.
Çünkü aile, hem erkeğin, hem eşinin ve hem
de çocukların huzur bulacağı bir ortamdır. Aynı
zamanda aile neslin devamının bir sebebi, ilk
eğitim okulu, kişiyi çeşitli kötülüklerden ve gü-
nahlardan koruyan bir hisar gibidir. Bundan do-
layı Hz. Peygamber (s.a.v.), evlilik çağına gelen
gençleri aile kurmaya yönlendirici uyarı ve tav-
siyelerde bulunmuştur: “Ey gençler topluluğu!
Gücü yeten evlensin.”9 Bir başka rivâyette de:
“Nikâh benim sünnetimdir. Kim benim sünnetimi
uygulamazsa, benden değildir.”10 buyurmuş-
lardır. İslâm, maddî bakımdan yoksul olup da
evlenme imkânı olmayan kız ve erkekleri evlen-
dirmeyi topluma bir görev olarak verir.11 Bir tek
insanı, kadın-erkek olarak iki ayrı cinste yaratıp
birini diğeriyle mutlu etmek, aralarında gönül
ve sevgi bağı tesis etmek Yüce Allah’ın insanlığa
en büyük bağışıdır.12
Huzurlu ve Mutlu Ailenin Şifreleri
İslâm, evliliğe birey ve toplum açısından
bir yücelik, temizlik ve korunması gereken bir
değer olarak bakmıştır. Kur’an-ı Kerim’de aile
yuvası ile ilgili bağlılıklar, çok ince ve dokunaklı
tasvirlerle canlandırılır. Bu tasvirlerde bile bir
şefkat meltemi eser, bir huzur gölgesi açılır ve
etrafa tatlı bir duygu yayılır: “Kendileriyle huzur
bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yarat-
ması ve aranızda bir sevgi ve rahmet var etmesi,
O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir.
Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette
ibretler vardır.”13
İslâm inancına göre aile kurmak, insanı,
Rabb’ine yaklaştıran ilâhî emre itâat etmektir.
Bu sebeple, aile ilişkilerinde asıl olan kararlılık
ve sürekliliktir. Bunu sağlamak için İslâm, evliliği
ve aile olmayı ibadet derecesine yükseltmiştir.
Yoksa aile, salt iki kişinin biyolojik anlamda bir
araya gelmesinden ibaret değildir. Çünkü evlilik,
eşler arasında bir sözleşme biçimidir. Bu söz-
leşmenin kalıcı hale gelmesi ve ailede mutlulu-
ğun devamı için taraflar arasında sevgi ve saygı
bağlarının güçlendirilmesi gerekir. Hz. Peygam-
ber (s.a.v.), eşleri ile kendi arasında sevgi bağ-
larını pekiştirecek, aralarında yakınlığı artırabi-
lecek şekilde senli-benli olur, onlarla şakalaşır-
dı. Yine eşlerinin hoşuna gidecek tarzda onlara
hitap eder ve sevgisini söz ve davranışlarıyla
gösterirdi. Meselâ Hz. Aişe Vâlidemize ‘Ayşecik’
gibi onun hoşuna gidecek sözler söylediği, ken-
disiyle koşu yaptığı, Hz. Aişe’nin başını omzuna
dayayarak Mescid-i Nebevî’de savaş oyunları
oynayan Habeşli oyuncuları birlikte seyrettikleri
bilinmektedir.
Mutlu aile bağlarının güçlenmesinde sevgi
kadar eşlerin arasında saygının varlığı da çok
önemlidir. Buna eskiden hüsn-i muâşeret der-
lerdi. Yani güzel geçinme, hep iyi tarafları gör-
me, nâzik davranma, affedici olma, karşı tarafın
da haklarının olduğunu bilme ve bunu kabullen-
medir. Bu konuyla ilgili Kur’an-ı Kerim’de şöyle
buyrulmaktadır: “Eşlerinize güzel ve iyi ölçülerle
davranın.”14 , “Affedici olmanız takvâya daha uy-
gundur. Aranızdaki iyilikleri unutmayın.”15
Saygının temelinde iki tarafın birbirlerini
kendilerine benzetmeye çalışmamaları ve oldu-
ğu gibi kabul etmeleri anlayışı vardır. Zira bir-
birlerini devamlı tenkit eden, kendini diğerine
kabul ettirmeye, sürekli güvensizlik ve tek mer-
kezli karar vermeye çalışan aile bireyleri ara-
sındaki bu tür davranışlar mutlu aile yapılarını
zayıflatır. Hâlbuki bu davranışların aksine, bir-
birlerini düşünen, uzlaşma yolunu tercih eden,
birlikte paylaşmayı erdem sayan ve ortak karar
almayı ahlâkî bir tavır olarak gören aile bireyleri
arasında sevgi, saygı ve sadâkat bağları kuvvet-
lenir. Aile hayatında, hanımın kocasına, kocanın
hanımına güvenmesi, sadâkatsizlik yapmaya-
cakları konusunda birbirlerinden emin olmaları,
huzurun mutlak adresidir. İlk vahiy geldiğinde
Hz. Peygamber (s.a.v.), üzerine yüklenen so-
rumluluğun ağırlığını düşünerek endişesini dile
getirdiğinde, eşi Hz. Hatice Vâlidemiz onu şöyle
tesellî etmişti: “Hayır, endişe etme! Allah seni
aslâ utandırmaz. Çünkü sen, akrabalarına kar-
şı sorumluluklarını yerine getiren, ailene değer
veren, sözün en doğrusunu söyleyen, yokluk
içinde yaşayanlara yardım eden güvenilir bir
kimsesin.” Görüldüğü gibi, Hz. Hatice’nin dile
getirdiği Hz. Peygamber (s.a.v.)’le ilgili nitelikler
arasında, “güvenilir” oluşu da yer almaktadır.
Bu bir sadâkattir. Aynı şekilde huzurlu ve mut-
lu bir aile için doğruluk ve dürüstlük anlamına
gelen sadâkat, olmazsa olmaz ilkelerdendir.
O halde aile mutluluğunun harcı, karı-koca ve
çocuklarla birlikte karılacaktır. Hz. Peygamber
(s.a.v.), “Bizi aldatan bizden değildir.”16 buyurmak
sûretiyle sadâkatsizliği yermiştir. Dolayısıyla,
sevgi, saygı, sadâkat ve güven temelinde kuru-
lan bir aile düzeni beraberinde huzur ve mutlu-
luğu getirecektir.
Şiddet, Ailede Huzursuzluğun Temel Kaynağıdır.
Öte yandan, aile içinde sevgi, saygı ve güven
bağlarını zedeleyen huzur ve mutluluğu bozan
sebepler arasında şiddet gelmektedir. Şiddet,
bireyin bedenen ya da rûhen zarar görmesine,
yaralanmasına ya da sakat kalmasına sebep
olan bireysel ve toplu hareketler şeklinde ta-
nımlanır. Maalesef yerine göre şiddetin öznesi,
kadın, erkek, çocuk ya da hayvanlar olabilmek-
tedir. Bu konuda da bizim örneğimiz Hz. Pey-
gamber (s.a.v.) olmalıdır. O, hiçbir zaman, eş-
“Mutlu aile bağlarının güçlenmesinde sevgi kadar eşlerin arasında saygının varlığı da çok önemlidir.”
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba16 17
Cahilliği bırak, ilme doğru koşArayan bulurmuş, en doğru yolu.İstersen bir dene, çokları bomboş Kafa aç, gönlü aç; sanma ki dolu.
Allah’ına yalvar, aç elleriniKıyam et rükûda, bük bellerini Kendiler mi seçti, o hâllerini?Ne olur horlama, yetimi, dulu.
Gizli sırlarını, ele söylemeNefse uyup, yaylalarda yaylamaÜç “K” ye önem ver, ihmal eylemeGüçlü tut her zaman, kafa, kalp, kolu.
Bizi değil, teröristi korurkenZâlim güçler, arkamızdan vururkenBâtıla ne gerek, Hak yol dururkenGençlikten uzak tut, hem sağı, solu.
Arzı, semâvâtı; halk etmiş Rabb’imGüneşi batırmış, karartmış Rabb’imAhsen-i takvimle, yaratmış Rabb’imEften, püften şeyle, incitme kulu…
Hanifi KARA
İlme Koş
Dipnot* Prof. Dr. Ramazan ALTINTAŞ
1. 7/A’râf, 189. 2. 4/Nisâ, 1. 3. Bkz. 5/Mâide, 27; 7/A’raf, 23; 20/Tâhâ, 117-119. 4. 9/Tevbe, 72. 5. 2/Bakara, 35; 7/A’râf, 19.6. Bkz. 2/Bakara, 36. 7. Bkz. 33/Ahzâb, 21.8. 33/Ahzâb, 33.9. İbn Mâce, Nikâh, 7. 10. İbn Mâce, Nikâh, 1. 11. Bkz. 24/Nûr, 32.12. Bkz. 16/Nahl, 72. 13. 30/Rûm, 21.14. 4/Nisâ, 19. 15. 2/Bakara, 237. 16. Müslim, Îmân 164, Fiten 16.17. 4/Nisâ, 19.18. 4/Nisâ, 35.
lerine karşı ne şiddet içerikli bir söz söylemiş
ve ne de fiziksel anlamda şiddet uygulamıştır.
Aile hayatında eşler arasında zaman zaman baş
gösterebilecek kırgınlıklar olabilir. Sorun, şiddet
yerine; sabır, sevgi ve karşılıklı anlayışla barış
içinde çözüme kavuşturulmalıdır. Bu konuda
Kur’an’ın çözüm tarzı şöyledir: “Ey inananlar!
Kadınlarla iyi geçinin. Eğer onlardan hoşlanmı-
yorsanız, hoşlanmadığınız bir şeyi Allah çok ha-
yırlı kılmış olabilir.”17 Dolayısıyla, eşler arasında
çıkabilecek uyuşmazlık ve dargınlıklar, ailelerin
en yakınlarından oluşan bir hakem heyetiyle de
çözüme kavuşturulabilir.18 Bütün toplum kesim-
lerince insana ve canlılara yönelik her türlü şid-
detin önlenmesinde alınacak yasal tedbirlerle
birlikte; din, ahlak ve değerler eğitimine ağırlık
verilmelidir.
Sonuç
Netice olarak, aile, toplumun çekirdeğidir.
İslâm, aile kurmayı teşvik etmiş ve özendirmiş-
tir. Biz geleceğimizi ya ailede kazanacağız ya
da ailede kaybedeceğiz. Aile, hafife alınacak bir
kurum değil, özenle tahkim edilmesi ve üzerin-
de titrenmesi gereken bir kurumdur. Aile ne
otel ve ne de lokantadır. Orası bütün yönleriyle
huzur yuvasıdır. Allah’ın emir ve nehiylerinin ko-
runduğu, İlâhî bildirimin ihlal edilmediği bu ku-
rum ebediyyen varlığını devam ettirmelidir. Aile
içinde barışın sağlanması ve devamlılığı, ancak
aile bireylerinin birbirlerine gösterecekleri sev-
gi, sadâkat, güven ve saygıya bağlıdır. Unutul-
mamalıdır ki, sevgiye giden yol, saygıdan geçer.
Ayrıca ailenin iyi zamanları olacağı gibi, sevim-
siz geçen zamanları da olabilir. Önemli olan
böyle durumlarda, hissi hareket etmeden akılcı,
yapıcı ve soğukkanlı hareket edilmeli suhûlet ve
kararlılıkla sorunun üzerine gidilmelidir.
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba18 19
KÜLTÜR M. Nihat MALKOÇ
İstanbul’da Doğup Yine İstanbul’da Ölen İlk Padişah: Sultan II. Selim
Osmanlı padişahlarının 11.si, İslâm halife-
lerinin 90.sı olan II. Selim, 28 Mayıs 1524’te
İstanbul’da, Topkapı Sarayı’nda doğmuştur.
O, İstanbul’da doğan ilk padişahtır. Babası
Osmanlı’nın yükselme dönemi padişahlarından
Kanûnî Sultan Süleyman, annesi ise Slav köken-
li Hürrem Hanım’dır. Çocukluğu İstanbul’da Eski
Saray’da geçmiştir. 16 yaşına kadar sarayda ya-
şayan II. Selim, burada çok iyi bir eğitimden ge-
çirilmiştir. Zamanın şöhretli âlimlerinden olan
Cafer Efendi, Halimî Efendi ve Ataullah Efendi
gibi önemli şahsiyetlerden ilim tahsil etmiştir.
Tarihî kaynaklara göre Sultan II. Selim’in,adı
bilinen tek hanımı Nurbanu Sultan’dır. Sultan
II. Selim’in Nurbanu Sultan’la olan evliliğinden
Murad/Sultan III. Murad, Mehmed, Mahmud,
Süleyman, Mustafa, Cihangir, Abdullah, Osman
adlı sekiz oğluyla; Esma, Fatma, Şah Sultan,
Gevher Mülük adlarında dört kızı vardır.
Evvelâ cihan padişahı Kanûnî’nin rahle-i
tedrisinden geçen II. Selim, 1542’de henüz 16
yaşındayken Konya sancakbeyliğine atanmıştır.
1544’te Manisa Sancakbeyi olarak tayin edilmiş
ve 1558’e kadar 14 sene boyunca bu önemli
görevde kalmıştır. Böylece devlet idaresi konu-
sundaki tecrübelerini artırmıştır. Bu deneyimler
onun ilerideki işini kolaylaştırmıştır. Şehzade
Selim’in Manisa’da on dört yılı bulan idareciliği
zamanında bölgenin asayişiyle yakından ilgi-
lendiği ve bazı imar faaliyetlerinde bulunduğu
bilinmektedir. Sultan 1558’de tekrar Konya
Sancakbeyliği’ne atanmış, 1562’ye kadar orada
kalmıştır.
Şehzade Selim orta boylu, geniş omuzlu,
mavi gözlü, şahin bakışlı, heybetli ve yakışıklı bir
padişahtı. Kimseyi incitmeyen sevgi dolu bir in-
sandı. Sarışın olduğu için “Sarı Selim” olarak da
anılan II. Selim, Kütahya Sancakbeyi iken baba-
sı Kanûnî Sultan Süleyman vefat etmiş, bunun
üzerine II. Selim, Kütahya’dan payitaht merkezi
olan İstanbul’a gelmiş, 30 Eylül 1566 tarihinde
42 yaşında iken Osmanlı tahtına oturmuştur.
Tahta çıktığı günün ertesinde Eyüp Sultan’a gi-
derek türbeyi ziyaret etmiştir. Bu durum daha
sonra adeta bir geleneğe dönüşmüş, tahta çı-
kan padişahlar ilk iş olarak Eyüp Sultan’ı ziya-
“II. Selim, Osmanlı padişahları içerisinde önemli bir sima olarak kabul edilir. O, İstanbul’da doğup tahta oturan ilk Osmanlı padişahıdır.”
İstanbul’da Doğupİstanbul’da Ölen İlk Osmanlı Padişahı:
II. SelimNam-ı Diğer, Sarı Selim
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba20 21
ret etmişlerdir. Kardeşleri Şehzade Bayezid ve
Şehzade Mustafa daha evvel öldürüldükleri için
tahtın tek varisi konumundaki II. Selim, tahta
geçerken herhangi bir sıkıntı yaşamamıştır.
Tarihçi Yavuz Bahadıroğlu Sultan II. Selim’le
ilgili olarak şunları söyler: “Bizim tarihçile-
rin “vasat zekâlı” dediği Şehzade Selim (şehza-
deler arasında en eğitimli olanıdır, Enderun eği-
timi 16 yıl sürmüştür), dengeleri gözetmiş, her
adımını dikkatle atmış, babasının bir dediğini iki
etmemiş, hangi sancağı vermişse itirazsız git-
miş (Şehzade Bâyezîd gitmemişti meselâ), ken-
disini padişahlığa yükseltecek yolu sabır taşla-
rından örmüştür. Zamanı geldiğinde de “Sultan
II. Selim” olarak atalarının tahtına oturmuştur.»
Dönemin ünlü sadrazamı Sokullu Mehmed
Paşa, Kıbrıs kuşatmasının zamanlamasına karşı
çıkmasına rağmen Kıbrıs II. Selim zamanında
fethedilerek Osmanlı topraklarına katılmıştır.
Sultan II. Selim, Kıbrıs’ın fethine vezir Lala Mus-
tafa Paşa ile Vezir Piyale Paşa’yı tayin etmiştir.
Bu iki önemli şahsiyetin öncülüğündeki Osmanlı
Ordusu Haçlı savunmasını kırarak ada toprakla-
rını sınırlarımıza katmıştır. Böylece Kanûnî’nin
vasiyeti de yerine getirilmiştir. Zira Kanûnî’nin,
oğlu Selim’den en büyük isteği Kıbrıs’ı düşman-
dan almasıydı.
Kıbrıs’ı kaybeden Haçlılar, Osmanlı’ya kar-
şı daha güçlü bir donanma kurma seferberliği
içerisine girmişlerdi. Güçlenen Haçlı Donan-
ması İnebahtı önünde demirleyen Osmanlı’ya
saldırmıştı. Şiddetli saldırıların akabinde ta-
rihler 7 Ekim 1571’i gösterdiğinde Haçlı Do-
nanması İnebahtı Deniz Savaşı’nda Osmanlı
Donanması’nı yendi. Böylece Osmanlı Donan-
ması ilk yenilgisini almış oldu. Bu savaşa “Don
Kişot” adlı klasik romanıyla tanınan ünlü İspan-
yol şair ve yazarı Cervantes de katılmış, savaş-
ta bir kolunu kaybetmişti. Türklere esir düşen
yazar, Cezayir’de esir olarak yaşadığı beş yıldan
sonra serbest bırakılmıştır.
II. Selim, Osmanlı padişahları içerisinde
önemli bir sima olarak kabul edilir. O, İstanbul’da
doğup tahta oturan ilk Osmanlı padişahıdır.
Tahtta kaldığı sekiz yıl boyunca şahsen hiçbir se-
fere çıkmadı. Babası Kanûnî Sultan Süleyman’ın
sadrazamı Sokullu Mehmed Paşa’yı sadrazam-
lıkta tutarak devletin devamlılığını sağladı, işle-
rin çoğunu sadrazamına bıraktı.
Hatta bazı tarihçilerin söylediğine göre So-
kullu Mehmed Paşa’nın gölgesinde kaldı. Za-
manının çoğunu İstanbul’da sarayda ve kışın
Edirne’de geçirdi. Sanata ve edebiyata meyilli
olduğu için yanına topladığı şairlerle ve musiki-
şinaslarla bir arada bulunmayı tercih etti.
Kelimelere Hükmeden Şair Padişah Yahut Selimî’nin Edebî Serencamı
Zarif ve duygulu bir insan olan II. Selim, ba-
bası Kanûnî gibi şair padişahlarımızdan biridir.
Kudretli bir kalemi vardır. Usta işi şiirlerinde
Selîm, Selîmî veya Tâlîbî mahlaslarını kullan-
mıştır. Divan edebiyatı nazım şekilleriyle birbi-
rinden güzel şiirler kaleme almıştır. Divanı ol-
madığı söylense de Kâtip Çelebi bu düşüncede
değildir. Celal Bey ve Durak Çelebi’nin yanı sıra
Kara Fazlî, Münşî Bâlî Çelebi, Konevî, Meşâmî,
Ulvî, Hatemî, Kâsımî, Fırâkî, Makâlî, Merdümî,
Nigarî gibi şair ve âlimlerle; sancak beylerinden
Gülâbî Çelebi, hânende Mirek Çelebi, Adanalı
Tanbûrî Şeyhzâde Mustafa, Şeyhzâde Mehmed
Çelebi, Memi ve Kasapzâde Na’li gibi musiki
üstatlarına şehzadelik yıllarından beri itibar et-
miş, özellikle Şeyhülislam Ebussuud Efendi’ye
büyük bir saygı ve hürmet göstermiştir.
O, şiirlerinde hak ve hakikatin sözcülü-
ğünü de yapmıştır. “Yâ Rasûl-ı müctebâ eyle
şefâ’atlerehâ/’Abd-i’ âciz bir günehkâram gönülde
yok sivâ//Eylemiş Allah bu tahtı nasîbümmetüne/
Ben günehkâradegül lâyık bu ihsân u ‘atâ//’Âcizem
pür-asem ü zenb ü pür-ma ‘âsîdür kulun/Merha-
met kılmazsan ey şâh-ı rüsûl hâlüm hâlüm fenâ/
Lutf u ihsânındanümmîdkesmezem kim şefkatün/
Bu Selîmî elbet eyler mevsûl-ı râh-ı Hudâ.” mısrala-
rı, onun Peygamber Efendimiz’e duyduğu katıksız
sevgi ve muhabbeti izhar eden söz hazineleridir.
“Dönemin kaynaklarında zevk ve eğlenceye
düşkün, içki meclislerine müdavim, çevresinde
âlim ve şairlerin bulunmasından hoşlanan, bu-
nun yanı sıra müzisyen, güreşçi, cambaz gibi gös-
teri erbabını yanından eksik etmeyen, cömert,
kimsenin kalbini kırmak istemeyen âlicenap bir
hükümdar olarak tanıtılır. Bununla beraber halk
içinde fazla görünmediği, babası Kanûnî’nin sık
sık cuma selâmlığına gitmesine ve bu vesileyle
halk içine çıkmasına karşılık onun bunu ihmal et-
tiği ve sarayda vakit geçirdiği belirtilir.”1
Geleceğe İz Bırakmak Yahut Sultan II. Selim’in İmar ve İnşa Faaliyetleri
Sultan II. Selim memleketin imar ve inşa-
sıyla da yakından ilgilenmiştir. 1569 yılında
Karadeniz’le Hazar Denizi’ni bir kanalla birleş-
tirme çalışmalarını başlatsa da bu çalışma ya-
rıda kalmıştır. Yine Ayasofya Camii onun zama-
nında yeniden onarılmış ve camiye iki minare
eklenmiştir. II. Selim, Ayasofya’nın etrafını ta-
mamen temizletmiş, buradaki evleri yıktırmış,
payandalarla Ayasofya Camii’ni kuvvetlendir-
miştir. Bu tamiratı Mimar Sinan’a yaptırmıştır.
Kanûnî Sultan Süleyman’ın ölümünden sonra
birbirinden güzel mimarî eserler vermeye de-
vam eden Mimar Sinan’ın en büyük eserle-
rinden biri olan, ustalık eserim dediği Edirne
Selimiye Camii, Edirne’yi çok seven ve zaman
zaman oraya gidip kalan Sultan II. Selim için ya-
pılmıştır. Söz konusu muhteşem mabet 30 Ekim
1574’te ibadete açılmıştır. Yine Sultan II. Selim
döneminde Eyüp Zal Mahmud Paşa, Konya Se-
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba22 23
Beyaz zemin üzerine kırmızı, lacivert, mavi, fi-
ruze, yeşil ve siyah renkli sır altı tekniğindeki çi-
nilerde hatâyî, yaprak ve çiçek motiflerinin yanı
sıra vazodan çıkan çiçeklerden oluşan düzenle-
meler ve süpürgelikte mermer taklidi bezeme-
ler vardır.”2
Dışı tamamen mermer kaplı olan yapı sekiz
köşelidir. Giriş kapısının iki yanına beyaz zemin
üzerine mor, kırmızı, yeşil, mavi çiçek desenli
çini panolar yerleştirilmiştir. 16.yüzyılın en gü-
zel çini örneklerinden olan bu panolardan, sol
taraftaki çini pano aslının taklididir.
İstanbul’da diş hekimliği yapan ve Sultan II.
Abdülhamid’in de diş hekimi olan, eski eser ko-
leksiyoncusu Albert Sorlin Dorigny tarafından
1895 yılında restore edilmek üzere Fransa’ya
götürülen bu panonun imitasyonunun yapılarak
yerine takıldığı, orijinalinin ise bugün Louvre
Müzesi’nin “Arts of Islam” bölümünde 3919/2-
265 envanter numarası ile sergilendiği bilin-
mektedir.
Türbenin ana giriş kapısı, kündekârî tarzın-
da, sedef kakmalı ve geometrik bağa bezemeli
olup, ahşap işçiliği açısından seçkin bir örnektir.
II. Selim Türbesi’nde 42 sanduka yer almakta-
dır. Girişin karşısında, Osmanlı tahtında 8 yıl 2 ay
19 gün saltanat sürmüş olan Sultan II. Selim yat-
maktadır. Padişahın bir yanında oğlu III. Murad’ın
annesi olan ve 1585 yılında ölen Nurbanu Sul-
tan, diğer yanında ise kızı ve Piyale Paşa’nın eşi
Hacer Güherhan Sultan, onun yanında, diğer kızı
Sokullu Mehmet Paşa’nın, daha sonra da Kalaylı
Koz Ali Paşa’nın eşi olan İsmihan Sultan yatmak-
tadır. Kapıdan girişte soldaki iki sandukadan biri,
II. Selim’in kızlarından ve Siyavuş Paşa’nın eşi
Fatma Sultan’a aittir. II. Selim’in oğulları Süley-
man, Osman, Cihangir, Mustafa, Abdullah ve III.
Murad’ın oğulları ve kızları da bu türbede gömü-
lüdür. Allah cümlesine rahmet eylesin.
Dipnot
1. Feridun Emecan, Selim II Maddesi, Diyanet Vakfı İslâm An-siklopedisi
2. Zeynep Hatice Kurtbil, “Selim II Türbesi” Maddesi, Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi
limiye Camii, Lüleburgaz Sokullu Camii ve Kül-
liyesi, Karapınar Sultan Selim Camii, Payas Sul-
tan Selim Camii ve Külliyesi, Kasımpaşa Piyale
Paşa Camii gibi eserler de yapılmıştır. Bunlar-
dan başka Mekke-i Mükerreme’nin suyollarının
tamiri, Mescid-i Haram’ın mermer kubbeleri,
Lefkoşe Selimiye Camii’nin inşası, Aziz Efendi
Tekkesi, Navarin Limanı’na hâkim bir mevkie
yaptırdığı kule onun birbirinden güzel ve önemli
hayır çalışmalarından birkaçıdır.
Taşların Sonsuzluğu Soluduğu Uhrevî Bir Mekân: II. Selim Türbesi
Her fâni gibi II. Selim de bu âlemden göç-
müştür. Sultan II. Selim, İstanbul’da doğan ve
İstanbul’da ölen ilk Osmanlı padişahıdır. Sultan
II. Selim’in türbesi Ayasofya haziresindedir. Sul-
tan II. Selim Türbesi, İstanbul türbelerinin en
güzellerinden biri olup, ünlü Türk mimarı Mi-
mar Sinan’ın yaptığı 18 türbeden biridir. Sultan
henüz hayatta iken Mimar Sinan’a kendisi için
Ayasofya’nın yanında bir türbe yapmasını em-
retmiş, ancak 1574’te öldüğünde türbe henüz
bitmemiş olduğundan, türbenin inşasına devam
edilerek üç yıl sonra (1577’de) tamamlanmış-
tır. Padişah II. Selim türbe henüz tamamlanma-
dan vefat ettiği için türbenin yanındaki otağa
gömülmüştür. Türbe tamamlandığında oraya
nakledilmiştir. Türbe birçok kez onarımdan ge-
çirilmiştir.
İslâm Ansiklopedisi’nde II. Selim türbesiy-
le ilgili şu bilgiler verilir: “Mimar Sinan’ın inşa
ettiği yapı dışta köşeleri genişçe pahlı kare bir
plana sahiptir ve içte sekizgen bir galeriden
meydana gelmektedir. Çift kubbe ile örtülü olan
yapıda dış kubbe yüksek kasnaklı olup duvarla-
ra oturmakta, iç kubbe sütunlar üzerindeki sivri
kemerlerle taşınmaktadır. Dıştan etrafı silme-
lerle çevrelenmiş mermer kaplı yapının cep-
helerindeki, sırtı yaprak motifleriyle bezenmiş
kaval silme iki katlı bir görünüm oluşturmakta
ve üstte profilli bir kornişle sonlanmaktadır. Gi-
riş cephesinde altlı üstlü ikişer, diğer cepheler-
de dörder pencere açılmıştır. Dikdörtgen söveli
olan alt sıra pencereleri iki renkli taşla örülmüş
sivri hafifletme kemerine sahiptir. Kalem işi ve
ahşap süslemelerin kullanıldığı yapıda duvarlar
ikinci sıra pencerelere kadar çini kaplanmıştır.
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba24 25
Bütün peygamberlerin getirdiği mesajın
iki yönü vardır; din yönü, şerîat yönü. Ba-
zen din ile şerîat kelimeleri birbirilerinin
anlamını kapsayacak şekilde kullanılır. Ancak
özel kullanımda din kavramı, İslâm’ın daha çok
inanç ve ahlâk yönünü, şerîat ise hukuk ve sos-
yal hayatla ilgili kısmını ifade eder.
Yüce Allah, kâinâtı yarattığı ilk günden beri
onun idaresini insana vermiştir. Bu sebeple de
ilk insan Adem (a.s.), aynı zamanda ilk peygam-
berdir. İnsana Kur’an’da “halîfe” denilmiş olma-
sı son derece anlamlıdır. Âyette geçen bu ifa-
deyi, “Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi, insanlar
arasında emir ve yasaklarının uygulayıcısı ve
insanları idare eden kimse” diye açıklamışlardır.
Yeryüzünde insan nüfusu artıp insanlar milletle-
re, boy ve kabîlelere ayrılınca, peygamberlerin
sayısı da artmıştır. İnsanı yeryüzünde irâdesinin
bir temsilcisi kılan Yüce Allah, onu hiçbir za-
man başıboş bırakmamış ve bırakmayacağını
açıkça belirtmiştir. Aynı zamanda insanın boş
yere yaratılmadığını da Kur’an’da ifade etmiş-
tir. Bundan dolayıdır ki, Yüce Allah her topluluğa
yol gösterici, iyilikleri müjdeleyen, kötülükler-
den sakındıran ve o topluluğun dilini konuşan
bir peygamber göndermiştir. Bu peygamber-
lerin bir kısmına kitap ve bir kısmına da suhuf
(sahifeler) göndermek suretiyle, topluma neyi
anlatacaklarını ve Allah’a karşı ne ile sorumlu
olduklarını bildirmiştir. Kâinâtın yaratılışından
son peygambere gelinceye kadar sayısını bile-
mediğimiz kadar peygamber, ilâhî mesajlarla
gelip toplumlarına Allan’ın irâdesi doğrultusun-
da şekil vermeye çalışmışlardır. Bu peygamber-
lerin bir kısmının kıssalarını ve mücadelelerini
Kur’an bize anlatırken, bir kısmından hiç bah-
setmemiştir. Bunun belki de en önemli sebebi
şudur: Kur’an’da hayatı anlatılan peygamberle-
rin hayat ve mücâdelelerinde insanlık için ev-
rensel mesajlar, dersler, ibretler vardır. Hayat-
ları anlatılmayanlar ise herhalde bunlardan çok
farklı özellikler taşımamaktadır.
Peygamberler zincirinin son halkası şüphe-
siz Hz. Muhammed (s.a.v.)’dir. Kendisine Kur’an
verilen ve âlemlere rahmet olarak gönderilen
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Kur’an’da bir takım
özelliklerinden bahsedilmektedir. Şu kadarını
ifade edelim ki, Hz. Muhammed (s.a.v.), bütün
insanlığa gönderilmiş, insanlara iyilik yollarını
öğretmek suretiyle onları mutluluk ve aydınlığa
götüren, kötülüğe giden yollardan sakındırmak
suretiyle de onları her türlü sapıklık, ahlâksızlık
ve fenâlıktan koruyan, mü’minlere son dere-
ce merhametli, şefkatli ve içimizden bir olan
peygamberdir.1 O yaşadığı hayat boyunca tüm
insanlara iyilik düşünmüş, kimseyi haksız yere
üzmemiş, topluma gerçek anlamıyla hak, ada-
let, kardeşlik, yardımseverlik, barış ve huzur
tohumlarını ekmiştir. Hayatta iken bunu bizzat
anlatarak ve yaşayarak göstermiş, vefatından
sonra da bu önderliğin, iyi örnek olmanın çok
güzel bir formülünü insanlığa en değerli miras
olarak bırakmıştır. O bunu şu cümleleriyle ifade
etmiştir: “Ben size iki şey bıraktım. Onlara sıkı-
ca sarıldığınız sürece asla sapmazsınız, bunlar,
Allah’ın kitabı ve rasûlünün sünnetidir.”2
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Husûsî Özellikleri:
a) O, son peygamberdir.3
b) Onun tebliğ ettiği din önceki bütün pey-
gamberlerin naklettiği aynı gerçektir. Onunla
yeniden dirilmiş, ihyâ edilmiş ve tamamlan-
mıştır. Hz. Peygamber (s.a.v.) bu durumu şu
hadisiyle ifade etmiştir: “Benimle benden önceki
peygamberlerin durumu, güzel bir binâ yapıp kö-
şelerinin birinden bir tuğla yeri boş bırakan ada-
mın durumuna benzer, İnsanlar o binâyı dolaşıp
beğenir ve keşke şu tuğlayı da koysaydı derler.
İşte ben (o) tuğlayım ve ben peygamberlerin so-
nuncusuyum.”4
c) Onun tebliğ ettiği din hiçbir tahrife uğ-
ramadan bize kadar gelmiştir. Diğer peygam-
FIKIH Abdullah KAHRAMAN *
“İlâhî mesajın en mükemmel ve tamamlanmış şekli olan Allah dini olan İslâm, insanların tahrifinden korunmuş ve saf ve duru şekliyle insanlığa Hz.
Muhammed (s.a.v.) kanalıyla yeniden nakledilmiştir. ”
Hukuk Adamı Olarak
Hz. Peygamber (s.a.v)
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba26 27
berlere gönderilen ilâhî mesajın aslı, asırlar
boyunca eklemeler ve değişiklikler yapılmasına
göz yuman kişilerce tahrif edilmiş ve değişik
isimlerle anılan farklı dinler haline getirilmiştir.
Halbuki Hz. Muhammed (s.a.v.) vâsıtasıyla ilâhî
mesajın en mükemmel ve tamamlanmış şekli
olan Allah dini olan İslâm, insanların tahrifinden
korunmuş ve saf ve duru şekliyle insanlığa Hz.
Muhammed (s.a.v.) kanalıyla yeniden nakledil-
miştir. Ondan sonra da İslâm ümmeti, âlimleri
ve halkı ile onu koruyarak hayatlarına nakşet-
miş ve bize kadar getirmişlerdir. Kıyâmete ka-
dar da tahrif kabul etmeden devam edecektir.
Din esasen Allah’ın koruması altında olduğun-
dan, din etrafında bazı hurâfeler oluşturulsa da,
onlar asıl mesajı kaybedemeyecektir. Çünkü in-
san fıtratı asıl dini daima sahtesinden ayırt ede-
cek şekilde yaratılmıştır.
d) Hz. Muhammed (s.a.v.)’den sonra başka
bir peygamber gelmeyeceği için, ona vahyedi-
len kitap, kelimesi kelimesine korunmuş ve bu
sayede bütün zamanlar için yol gösterici bir
kaynak haline getirilmiştir.5
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Getirdiği Hukûkî Mesajlar
Kur’an’da Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bir ta-
kım özelliklerini anlatan âyetler vardır. Bu
âyetlerden biri de onun örnekliğini konu edi-
nen, her yönüyle örnek bir insan olduğunu ifade
eden şu âyettir:
“Andolsun ki, Rasûlullah’ta, sizin için, Allah’a
ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı
çok zikredenler için güzel bir örneklik vardır.”6
Âyette Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Allah’ın
hoşnutluğunu kazandıracak davranışlarda bu-
lunmak isteyenler için mükemmel ve canlı bir
örnek, en büyük fazîlet numûnesi olduğu anla-
tılmaktadır. Buna göre Rasûlullah (s.a.v.), his-
lerine mağlup olan insanları memnun etmek
ve onlara pratik değerden mahrum bir takım
nazarî kâideler öğretmekle görevli birisi değil-
dir. Onun hedefi, insanlığa pratik değeri olan
(amelî) kâideler öğretmek ve bu kâideleri kendi
yaşayışıyla izah ve tarif etmektir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in işi sadece bilginin
aktarılmasından ibaret değildir. Aynı zamanda
o, insanın yaratıcı ile ve diğer insanlarla olan
ilişkisini de açıklamak zorundadır. O, inancın
çerçevesini çizmek ve ibadetlerin nasıl yapıla-
cağını öğretmek yanında, bir ahlâk düzeni oluş-
turmak, kültürün ve medeniyetin temellerini at-
mak durumundadır. Toplumsal ve kültürel ilişki-
lere, iktisâdî, hukûkî ve siyâsî konulara, savaş,
barış durumlarına, uluslararası ilişkilere temel
teşkil edecek kuralları belirleyen peygamberdir
de. Peygamberimiz’in görevi sadece genelde
“din” olarak bilinen törensel düzenlemeleri nak-
letmek değildir. O, İslâmî terminolojide ed-Dîn
(hayatın bütün yönlerini kapsayan yol) olarak
bilinen düşünce ve pratik açısından bütün bir
sistemi beraberinde getirmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hayatına batığı-
mız zaman onun peygamberlik hayatı boyun-
ca sadece dini tebliğ etmekte kalmayıp, aynı
zamanda tebliğ ettiği hususları canı pahasına
uygulamaya çalıştığını görüyoruz. Ondan bize
miras kalan hukûkî prensipler de onun engin
mesajından süzülen ve üstün ve âdil kişiliğinde
örneklenen nebevî prensiplerdir. Bunlar, ondan
sonra da asırlarca uygulanmış olup, bugün bile
hâlâ canlılığını koruyan prensiplerdir. Meselâ o,
“Ameller niyetlere göredir.”7 buyurmuştur. Onun
bu hadisi, ibadetler yanında borçlar hukukunun
ve sözleşmelerin temelini oluşturan önemli bir
hukuk prensibidir. O, “Suçu işleyen kızım Fâtıma
da olsa, vallâhi cezâsını verirdim.” derken, cezâ
hukukunun en temel prensibi olan “kanun
önünde eşitlik” prensibini ortaya koymuş olu-
yordu. “Zarar vermek ve zarara zarar vererek kar-
şılık vermek yoktur.” ifadesiyle de bütün tazmi-
nat hukukunu bir cümlede özetlemiş oluyordu.
“Şüphe ile kesin olan durum ortadan kalkmaz.”
hadisi, insanların suçu sâbit oluncaya kadar ma-
sum olduklarına işaret ediyordu.
İşte bunlar ve bunlara benzer pek çok hadi-
si ile Hz. Peygamber (s.a.v.) bir inanç, ibadet ve
ahlâk peygamberi olmasının yanında aynı za-
manda bir hukuk peygamberi olduğunu da or-
taya koymuş oluyordu.
DipnotProf. Dr. Abdullah KAHRAMAN
1. 9/Tevbe, 28.2. Ebu Davud, Menâsik,56; İbn Mace, Menâsik, 84.3. 33/Ahzâb, 40.4. Buhârî, Menâkıb, 18; Müslim, Fedâil, 22.5. 85/Burûc, 21-22.6. 33/Ahzâb, 21.7. Buhârî, Bedü’l-vahy, 1.
“Âyette Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Allah’ın hoşnutluğunu kazandıracak davranışlarda bulunmak isteyenler için mükemmel ve canlı bir örnek, en büyük fazîlet numûnesi olduğu anlatılmaktadır.”
“ Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hayatına batığımız zaman onun peygamberlik hayatı boyunca sadece dini tebliğ
etmekte kalmayıp, aynı zamanda tebliğ ettiği
hususları canı pahasına uygulamaya çalıştığını
görüyoruz.”
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba28 29
İstanbul’da Ayasofya Camii Haziresi’nde ken-disi için yaptırdığı türbedir. 1573/74 yılında Ayasofya Camii’ne ilaveler yapıldığı sırada
Sultan Selim için de bu türbenin inşasına baş-landı. Ancak Sultan türbe tamamlanmadan vefat etmiş, bu nedenle önce otağ içine gö-mülmüş, yapının inşası bittikten sonra buraya nakledilmiştir. Yapı bugüne kadar pek çok ona-rımdan geçmiş, 1950-1982-1987-1996 ve son olarak 2006 yılında restore edilmiştir. Mimarı, Koca Sinan’dır.
Mimarî Özellikleri
Türbenin köşeleri pahlanmıştır. Yapı kare bir plan şemasına sahiptir, içte ise sekizgen bir ga-leriden oluşmaktadır. Çift kubbe ile örtülü olan yapıda dış kubbe yüksek kasnağa sahip olup du-varlara oturmaktadır. İç kubbe ise sütunlar üze-rindeki sivri kemerlerle taşınmaktadır. Türbe dıştan mermer kaplı olup, giriş cephesinde altlı üstlü ikişer, diğer cephelerde ise dörder pence-re açıklığı bulunmaktadır.
Pencereler yapıya oldukça hareket katmak-tadır; zira dikdörtgen söveli olan alt sıra pen-cereleri iki renkli taş ile örülmüş sivri kemere sahip olup, bu kemerin köşelerine dolgu rozet işlendi. Üst sıra pencereler de buna benzer ya-pılmış olup, türbenin kasnağına açılan sivri ke-merli pencerelerin köşe dolgularına birer dam-la taşı yerleştirildi. Yapının köşelerinde altta ve üstte kum saati başlıklı burmalı sütunçeler kul-lanıldı ve üste birer rozet işlendi.
Türbenin kapısı ise cepheden yüksek tutula-rak anıtsal bir görünüm kazandırılmaya çalışıl-mıştır. Kapı kubbenin kasnağı ile bütünleşmek-te, üç basamak ile çıkılan, iki yanında sekilerin olduğu revakın etrafı geometrik kompozisyonlu korkuluklarla çevrelenmiştir. Kitabesi ise girişin üzerinde yer almakta olup bu kitabe sır altı çini-lerinden oluşmaktadır.
Süsleme açısından oldukça zengin olan yapı-da, çini panolar yoğun olarak görülmektedir. Bu panoların üzerindeki sivri kemerli çini alınlıklar
on kollu yıldızdan gelişen geometrik kompozis-
yonlara sahiptir. Bu panolardan soldaki, Dorigny
adlı bir Fransız tarafından eksiklerinin tamam-
lanması bahanesiyle sökülerek taklidiyle değiş-
tirilmiş ve aslı Louvre Müzesi’ne götürülmüştür.
Türbenin güney duvarında mukarnaslı sade
bir mihrap nişi yer almaktadır. Üzerinde ise iki
sıra konsola dayanan bir mahfilin yer aldığı gi-
rişin iki yanındaki kapılardan biri mahfile ve iki
kubbe arasındaki boşluğa çıkışı sağlamakta, di-
ğeri ise ufak bir hücreye açılmaktadır.
Süslemeler
Kalem işi ve ahşap süslemelerin kullanıldı-
ğı yapıda duvarlar ikinci sıra pencerelere kadar
çini kaplanmıştır. Beyaz zemin üzerine kırmızı,
lacivert, mavi, fîruze, yeşil ve siyah renkli sır altı
tekniğindeki çinilerde hatayi, yaprak ve çiçek
motiflerinin yanı sıra vazodan çıkan çiçeklerden
oluşan düzenlemeler ve süpürgelikte mermer
taklidi bezemeler vardır. Üzerine kalem işi be-
zemelerin yerleştirildiği lacivert zemine beyaz
sülüs hatla yazılmış çini bir kuşak yapıyı dolan-
maktadır. Pencere aralarıyla kemerler mermer
taklidi bezemelerle, çeyrek kubbeler madalyon
ve düz tavanlar ise şemselerle süslenmiştir.
Göbekte bir madalyon içinde Ra‘d Suresi’nin
16. ayetinin dörtlü düzende yazılı olduğu kubbe
kırmızı zemin üzerinde rumi ve palmetlerle tez-
yin edilmiştir. Pandantiflerde ise Allah, Muham-
med, dört halife, Hasan ve Hüseyin isimlerinin
yazılı olduğu, etrafı rumi motifleriyle doldurul-
muş çini madalyonlar vardır. Sedef kakma ve
kündekari kapı geometrik geçmelerden oluşan
bir kompozisyona sahiptir.
Türbede II. Selim’den başka hasekisi Nurba-
nu Sultan, kızları Gevherhan, İsmihan, Fatma
sultanlar, şehzadeleri Süleyman, Osman, Cihan-
gir, Mustafa ve Abdullah ile III. Murad’ın oğulları
ve kızları medfundur.
Kaynakça
https://www.beyaztarih.com/ansiklopedi/ii.-selim-turbesi
KÜLTÜR Mustafa BAŞ
“Türbenin kapısı, cepheden yüksek tutularak anıtsal bir görünüm kazandırılmaya çalışılmıştır. Kapı kubbenin kasnağı ile bütünleşmektedir.”
Ayasofya’da
II. Selim Türbesi
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba30 31
Her şehre bir yol takip edilerek gidilir ve bir kapıdan girilir. Gönül şehrine girebil-mek için de maneviyat yolunu takip et-
mek, irşad kapısından, muhabbet anahtarıyla girmek gerekir. Kur’ân ve sünnet çizgisinden ayrılmayan sahih tasavvuf yolları, gönül ehli insanları gönül şehrinin merkezinde bulunan mürşid-i kâmile ulaştırır. O da Rasûlullah vası-tasıyla Allah’a ulaştırmak için taliplerine vesile olur. Abdülgani Nablusî (k.s.) Hazretleri şöyle buyuruyor:
“Bir kimse, Allah‘a giden yolda kendisine yol gösterecek olan mürşidini Cenab-ı Hakk’ın kapı-larından bir kapı olarak görmelidir. Yani mürid, ‘Benim mürşidim Hakk’a giden kapılardan bir kapı, babullahtır.’ demelidir. Mevlâna Celaled-din Rumî (k.s.) de kendisinin irşadına vesile olan üstadı Şems-i Tebrizî Hazretleri için şöyle buyu-rur: “Mürşidim Hakk’ın kapısıdır. Çünkü Hakk’a onunla vasıl oldum.”
Sevgilinin Kapısında
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri beyitlerinde sevgilinin kapısına mahcup bir şe-kilde vardığını, ancak ondan başka bir sığınağı olmadığını belirtir. Sevgilinin daima elini tutma-sını isteyerek, o kapıda ümitle sadık bir şekilde durarak, can sermayesi onun için vereceğini be-yan eder, o kapıda reddedilmeyeceği ümidiyle bekler. Dîvân’ında şöyle buyurur:
Aldım ele kara yüzümü kapına geldimİsyân ile memlû teni sen câna yetirdim
(Günah ve kusur kirleriyle kararan yüzümü ellerimin içine alıp, yani utanarak sıkılarak se-nin kapına geldim. İsyanlarımın bedenimi ve iç dünyamı etkilemiş haliyle sana arz ettim.)
Tut destimi şâhım beni reddetme kapındanSer-mâyem olan cânımı dîvâna yetirdim1
(Ey sevgili sultanım, beni ulu kapından geri çevirme, en değerli varlığım olan canımı senin yolunda vermek için buradayım, huzuruna ka-bul eyle tek canımı teslim al.)
Gönül ülkesinin hükümdarı sevgili olunca
onun nâçiz kölesi olan âşıklar da beyitlerde
gedâ, çâker, bende, köle sıfatlarıyla karşımıza
çıkarlar. Âşıklar sevgilinin kapısında nöbet bek-
leyen asker, çavuş, nöbetçi veya hizmetçidir.
Sevgili âşığa istediği gibi hükmeder. İsterse ih-
sanda cömertlikte bulunur. Onun ihsanı ancak
“Tut destimi şâhım beni reddetme kapındanSer-mâyem olan cânımı dîvâna yetirdim”
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)
EDEBİYAT Musa TEKTAŞ
“Bir kimse, Allah‘a giden yolda kendisine yol gösterecek olan mürşidini Cenab-ı Hakk’ın kapılarından bir kapı olarak görmelidir.”
Dostun Kapısında Ümitle Beklemek
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba32 33
Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.) misafir oldu-
ğu bir evden çıkarken hizmet eden bir arkadaş
ayakkabılarını kapının eşikliğinin üzerine koyar.
Ayakkabıyı kapının eşikliğinde görünce, eğilerek
ayakkabıyı alıp, dışarı koyar. Ayakkabısını giyer-
ken de hizmet eden arkadaşa hitaben buyurur
ki: “Eşiklik demek derviş demektir, onun için biz
eşikliğe basamayız.” Mürid, mürşidinin eşiğine
baş koyar, yüz sürer. Onun için o eşik çok değer-
lidir. Hazret şöyle buyurur:
Yüz sürerek toprağa eşiğine baş koyup
Dost kapıdan çıkınca yüzüm ayağa salsam6
Yukarıdaki beyti okuyunca Şah-ı Nakşbend
Hazretleri’nin bir menakıbı hatıra geliyor… Şah-ı
Nakşbend Hazretleri şöyle anlatmıştır:
“Kış mevsiminde gâyet sert bir havada, bir
gece içimde Seyyid Emîr Külâl Hazretleri’nin
sohbetine gitmek arzusu doğdu. Eski postumu
üstüme alarak köyündeki dergâhına gittim. Emîr
Külâl Hazretleri dervişleriyle birlikte bir yerde
oturuyorlardı. Mübârek nazarlarını benim üze-
rime çevirerek: ‘Bu kimdir?’ diye sordular. Ben
olduğumu öğrenince: ‘Onu hemen dergâhtan
dışarı çıkarın.’ diye işaret buyurdular. Evden
dışarı çıktığım zaman, az kalsın nefsim bana
isyan edip teslimiyet ve irâde dizginlerini elim-
den alacaktı. O anda ilâhî yardım bana yetişti.
Kendi kendime: ‘Bu hor ve hakîrliğe, Allah’ın
rızâsını kazanmak için katlanacağım. Bu yoldan
vazgeçmek uygun değildir.’, diyerek hemen ba-
şımı dergâhın eşiğine koydum ve: ‘Her ne hâl
zuhûr ederse etsin, bu eşikten başımı kaldır-
mayacağım.’, dedim. O sırada kar yağıyordu.
Hava da çok soğuktu. Sabahın olmasına az bir
zaman kala Seyyid Emîr Külâl dergâhtan (veya
evinden) dışarı çıktı. Mübârek ayakları bu zayıf
kulun başına basınca beni eşikten kaldırıp içeri
götürdü. Kendimden geçmiş bir halde iken beni
tekrar normal duruma getirdi. Sonra: ‘Ey oğul!
Bu saadet elbisesi, senin boyuna göre biçilmiş-
tir.’, diyerek müjdeledi. Mübârek elleriyle ayak-
larımdan diken ve çer çöpü çıkararak temizledi,
bana mânen nazar etti.
Hâce Bahâeddin Hazretleri sonraki yıllarda
kendi müridlerinin gevşekliği üzerine bu olayı
anlatır ve şöyle ilave ederdi: ‘Her sabah evim-
den dışarı çıktığımda, acaba bir mürîd başını
kapımızın eşiğine koymuş mudur, diye hatırıma
geliyor.”7
Hulûsi Efendi Hazretleri temiz bir fıtratla
dost kapısında toprak tabiatıyla bekleyenlerin
deryaya kavuşan damlalar gibi dostla birleşece-
ğini, güneşin ışıklarındaki zerrelerin aynı istika-
mette vahdete kavuştukları gibi aynı birlikteliği
yakalayacaklarını şöyle işaret ediyor:
Kul Hulûsî’nin özü pâk idi
Dost kapısında yüzü hâk idi
Derd ile bağrı çâk çâk idi
Katresin bahre saldı bahr oldu
Zerresin mihre verdi mihr oldu8
didârını göstermesi şeklindedir. O yüzünü gös-terdiği vakit ondan yayılan nur, ziya her tarafı kaplar, gözler başka bir şey göremez olur. Güneş, gündüz yükseldiği en son noktada gözleri daha çok kamaştırır, kendisine bakılamaz. Hükümdar olan sevgilinin de göz alan güzelliğiyle gözüne, yüzüne bakılamaz. Nitekim Osmanlı sarayında da padişahın huzuruna girildiğinde onun yüzü-ne bakmadan konuşmak bir protokol geleneği olarak bilinir. Sevgilinin âşığın nazarında itibarı yüksektir, baş üzere yeri vardır. Güneş de gökyü-zünün hükümdarı, yıldızlar ordusunun kuman-danıdır. Hükümdarın dolayısıyla devletin manası halkın mevcudiyeti anlamına geliyorsa gökyü-zünde ayın ve yıldızların görünmeleri güneşe, aşkına muhatap olan sevgili sayesinde âşıklık vasfını kazanan âşığın da mevcudiyeti sevgilinin varlığına bağlıdır.2 Hulûsi Efendi Hazretleri, gü-
neş yüzlü sevgilinin ayağının altına en kıymetli varlığını bile saçma arzusunu şöyle dillendirir:
Ey Hulûsî ne ki var nakd-i hayâtın varınO güneş yüzlü nigârın ayağına saçagel3
Sevgili, âşığın gözbebeğidir. Saygıda kusur edilmez, baştan ayağa göz kamaştıran ihtişa-mıyla âşığın gönlünde taht kurar. Hükümdarın fakirlere, ihtiyaç sahiplerine ihsanlarda bulunup onları sevindirmesi gibi güneş ışıklarının virane-lere girmesi ile sevgilinin, âşığın fakir gönlüne girmesi arasında ilgi kurulmuştur. Böylece sev-gili âşığa dünyaları bağışlamış olur. O, mutluluk ve saadet, himmet ve inâyet menbâıdır. Katında naçiz zerreler mesabesinde olan âşıklarını him-metiyle yüceltir. Kapısı, eşiği kutludur.4 Sevgili-nin kapısında bende olmak en büyük pâyedir:
Kapısı kulluğudur başda saâdet tâcıBir hakîr bendesiyiz izzetimiz yâr iledir5
“Eşiklik Derviş Demektir”
Tasavvufî anlayışta eşiğin ayrı bir anlamı ve önemi vardır. Bir tekkenin birinci eşiği herke-se açıktır, ama ikinci eşik, mürşidin huzuruna açılır ve yalnızca has kullara, özge dervişlere, halifelere açıktır. Pek çok tarikat, şeyh eşiğini, işte bu yüzden mübarek ve mukaddes görür. Es-
“Birçokları bu tarikatı yıkmak için uğraştılar. Fakat muvaffak olamadılar. Bu kaleyi yıkmak için merdiven dayadılar; merdivenleriyle beraber yandılar.”
“Tasavvufî anlayışta eşiğin ayrı bir anlamı ve önemi vardır. Bir tekkenin birinci eşiği herkese açıktır, ama ikinci eşik, mürşidin huzuruna açılır ve yalnızca has kullara, özge dervişlere, halifelere açıktır.”
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba34 35
Kahrı ve lütfu bir bilmeyi öğreten tasavvuf terbiyesi, sonunda ölüm bile olsa dostun/sevgi-linin kapısından yüz çevrilmeyeceğini içtenlikle ifade buyurur:
Öldür beni sen çek tîğ-i cevriYüz dönmek olmaz yârım kapındanÂşıka yârın bir lutf u kahrıYüz dönmek olmaz yârım kapından9
Bu Kapı: Ebu Bekir Sıddık (r.a.)’ın Kapısıdır
Bir gün ziyarete gelenlerden biri Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’ye şöyle bir soru sorar: “Efendim Nakşbendî Tarikatı’nın Hz. Ebu Bekir Efendimiz(r.a.)’den geldiğini, Kadirî Tarikatı’nın ise Hz. Ali Efendimiz (r.a)’den geldiğini söylü-yorlar doğru mu?” Osman Hulûsi Efendi: “Evet doğrudur, Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) hicre-te giderken, ilk defa Gar-ı Şerif’te (Sevr Dağı/Hicret Mağarası) Hz. Ebu Bekir Efendimiz (r.a.)’e ders tarif ettiler. Bugün size telkin edilen der-sin, harfiyle aynısı, bu mağarada tarif edilen derstir. Mağarada olduğu için hafî zikri tarif ettiler. Hz. Ali Efendimiz (r.a.)’e de genç oldu-ğu için cehrî zikri telkin ettiler. Hz. Ali Efendi-miz (r.a.) yolda giderken bile cehrî zikir çeker-di. Ecdadımızdan dolayı bütün tarikatlar bizde
birleşir. Yeryüzünde tarikat çok, fakat işin ehli-
ni bulmak lazım.” diye buyururlar, sonra şöyle
devam ederler: “Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.)
Mescid-i Nebevî’de hutbe irad ederken ashab-ı
kirama buyurdu ki: ‘Ey Ashabım bana yakın ge-
lin, bana yaklaşın. Mescidime açılan kapılardan,
Ebu Bekir Sıddık (r.a.)’ın kapısı hariç, diğerleri-
ni kapatın.” Bugünkü tasavvufçular, Nakşbendî
Tarikatı’nın haricindeki, diğer tarikatların ket-
molacağını, Nakşbendî Tarikatı’nın ise kıyamete
kadar bakî kalacağını rivayet ederler. Birçokları
bu tarikatı yıkmak için uğraştılar. Fakat muvaf-
fak olamadılar. Bu kaleyi yıkmak için merdiven
dayadılar; merdivenleriyle beraber yandılar. Bu
yol Rasûlullah Efendimiz (s.a.v.) zamanından bu
yana sahih ellerde bozulmadan günümüze ka-
dar geldi. Yine sahih ellerde bozulmadan hal-
kalar eklenerek kıyamete kadar devam edecek.
Bunu bozmaya, yıkmaya kimsenin gücü yet-
mez.”10
Aşk yolunun yolcusu hedefin uzaklığı yüzün-
den her yerde durup kalmaz. “Hak kapısında
yorulanlardan, usananlardan değiliz.” diye ifade
eden Mevlânâ, sevgilisinin ayrılık hapsine düş-
müş kişiye ait gönlün ancak mahzun olacağını
ve usanıp bıkacağını söylemektedir.
Çünkü o, sevgilisinin ve maksudu olan ca-nanının daima kendisiyle beraber olduğunu, O’nun rahmetini daima saçıp durduğunu ve bu nedenle de canının O’na şükretmekte olduğunu söylemektedir. Sözlerinin devamında, gönlünde bir lale bahçesi, bir gülşen ve bir gül bahçesi bu-lunduğunu, ihtiyarlık, solgunluk ve perişanlığın oraya girecek yol bulamayacağını, kendilerinin daima ter ü taze, genç, güzel, şirin olduklarını ve bu nedenle de daima güldüklerini, nazlandık-larını ve nazik olduklarını dile getirmektedir.11
Abdulmuttalip Azdemir’den dinlediğimiz bir hatıra ile yazımızı bağlayalım:
“Bir defasında Pirimiz Hulûsi Efendi Hazretleri’ni ziyarete gitmiştik, sohbette: ‘Oğul bu kapımız bâbullahtır, inşallah kıyamete ka-dar açık kalacaktır.’ diye buyurdu. Daha sonra yine Darende’ye ziyarete gidecektim. Ankara’da bir arkadaşım Darende’ye gideceğim deyince: ‘Hulûsi Efendi Hazretleri yarın Darende’de ol-mayacakmış, Elbistan’a gidecekmiş, onun için başka zaman gitsen daha iyi olur.” dedi. Ben de: ’Vallahi niyet ettim. Allah için ziyarete gidece-ğim, Efendi’me yetişirsem ziyaret ederim, yeti-şemezsem, yerine vekili Kemal Abi var onu ziya-ret eder dönerim.’ dedim. Otobüsle Darende’ye vardım, Devlethaneye gittim. Hacı Kemal Abi: ‘Gardaş on dakika önce Hulûsi Efendi Hazretleri Elbistan’a hareket etti, on dakika önce gelsey-din görüşürdün.’ dedi. Ben de: ‘Kemal Abi ak-şam Efendi Hazretleri’nin Elbistan’a gideceğini arkadaş söyledi, hatta bana da gitme dedi. Ben de: ‘Efendi Hazretleri’ni göremezsem yerine vekili Hacı Kemal Abi var onu ziyaret ederim.’ dedim. Hacı Kemal Abi buyurdu ki: ‘Estağfurul-lah gardaş, ben Efendi’nin nasıl vekili olurum.’ dedi. Ben de: ‘Kemal Abi, Hulûsi Efendi Haz-retleri geçen geldiğimizde: ‘Oğul bu kapımız bâbullahtır, inşallah kıyamete kadar açık kala-caktır.’ diye buyurdu, tabiî ki bu vazifeyi Efen-di Hazretleri’nden sonra siz devam ettirecek-siniz.’ dedim. Kemal Abi kulaklara küpe olacak çok önemli şu hatırlatmada bulunarak Hulûsi Efendi Hazretleri’nden sonra manevî irşad va-
zifesinin H. Hamideddin Efendi’de olduğunu, bu
manevî kapının onun vasıtasıyla açık tutulaca-
ğını ifade buyurdu: ‘Gardaş, bende öyle bir hâl
yoktur. O senin dediğin manevî vazife Dede’min
(H. Hamideddin Ateş Efendi’ye, Şeyh Hamid-i
Veli Hazretleri’nin ism-i şerifini taşıdığı için ‘De-
dem’ diye hitap ederdi) hakkı ve vazifesidir. Onun
için bende öyle bir hâl yok.” Sonrasında Kemal
Abi bizi Elbistan’a götürdü, orada Hulûsi Efendi
Hazretleri’ni ziyaret edip, sohbetine iştirak ettik.”
Dipnot
1. Es-Seyyid Osman Hulûsi Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz. Mehmet Akkuş-Ali Yılmaz), Nasihat Yayınları, Anka-ra, 2013, s. 187.
2. Ümran Ay, “Divan Şiirinde Güneşin Sevgili Tipine Yansıma-sı Hakkında Bir Değerlendirme”, Divan Edebiyatı Araştır-maları Dergisi 2, İstanbul 2009, 117-162, s. 136.
3. Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s. 170. 4. Ay, a.g.m, 137.5. Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s. 84.6. Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s. 195.7. Necdet Tosun, Şah-ı Nakşbend Hazretleri, Nasihat Yayın-
ları, Ank, 2013, s. 15-16.8. Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s. 303. 9. Ateş, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, s. 230.10. İsmail Palakoğlu, Gönüller Sultanı, Somuncu Baba Araştır-
ma Kültür ve Merkezi Yayınları, Ankara, 1996, s. 303.11. Kadir Özköse, “Mevlânâ Düşüncesinde Firkat Ve Vuslat”,
Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 2005, Y. 6, S. 14, s. 235.
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba36 37
Önceki Osmanlı padişahları gibi II. Se-
lim de tasavvufî atmosfere âşinâ, sûfî
şahsiyetlere yakın ve mânevî neşveyi
özel olarak tatmak isteyen bir padişah olmuş-
tur. Manisa Sancağı’ndaki valiliği döneminde, II.
Selim’in kendisinden istifade ettiği şeyhlerin ba-
şında Şemseddin Ahmed Efendi (ö.975/1567-
68) gelmekte idi.
Merkez Efendi’nin Tire’ye gönderdiği bir
halifesi olan Şemseddin Ahmed Efendi, halk
arasında “Uzun Şems” diye meşhur olmuştur.
Kendisi de Tireli olan Şemseddin Ahmed Efendi
tasavvuf yoluna girmeden önce memleketin-
deki âlimlerden ilm-i zâhir tahsil ettikten sonra
İstanbul’a giderek Sümbül Efendi’ye intisâb et-
miş, onun vefatından sonra ise sülûkunu Mer-
kez Efendi’nin yanında tamamlayıp hilâfetle
memleketine gönderilmiştir. Cezbesi gâlip bir
şeyh olduğu rivâyet edilen Şemseddin Ahmed
Efendi, memleketinde tekkesini kurup dervişle-
rin terbiyesi ile meşgûl olurken, va’z ve tezkîr
ile halkı da irşâd etmeye gayret göstermiştir; II.
Selim Manisa Sancağı‘nda vali iken şeyh adına
İzmir’de kurdurduğu zâviyeye giderek uzun bir
müddet orada kalmış, daha sonra tekrar Tire’ye
dönüp Molla Çelebi Zâviyesi’nde faaliyetini sür-
dürmüştür.
Tireli Bâlî Efendi
Bu dönemde II. Selim’in kendisinden istifa-
de ettiği Tireli bir başka şeyh Sarhoş Bâlî Efen-
di (ö.980/1572-73) idi. Rüya tabirinde mâhir
olduğu bildirilen Ramazan Efendi’den sonra
tarîkatın irşâd postuna halifesi Sarhoş Bâlî
Efendi geçmiştir. Tire’de dünyaya gelen Sar-
hoş Bâlî Efendi, tasavvuf yoluna girmeden önce
zâhirî ilimleri ikmâl ederek Kanûnî’nin hocası
Hayreddin Efendi’ye mülâzim (asistan) olmuş-
tur. Bu arada Kepenekçi Medresesi’nde de ders
vermiştir. Daha sonra tasavvuf yoluna girmiş,
şeyhinin arzusu üzerine tasavvufla tedrîsi birlik-
te yürütmüştür. Aynı zamanda şairliği de bulu-
nan Bâlî Efendi, şiirlerinde “Cevherî” mahlasını
kullanmıştır. İbnu’l-Arabî’nin Fusûs’una bir şerh
yazdığı bildirilen Bâlî Efendi’ye aşk ve tevhîd
şarabıyla mest olduğu için “Sarhoş” lakabı ve-
rilmiştir. Hiç evlenmeden bu dünyadan göçmüş,
şeyhi gibi rüya tabirinde meşhur olup “İkinci
Yûsuf” denilecek kadar mâhir konuma gelmiş-
tir. Erbâb-ı dünya ile beraber olmak istememiş,
yapılan davetleri hoş bir lisanla geri çevirmiş,
emir ve vezirlerden uzak durmuş, aslâ hediye
ve sadaka kabul etmemiştir. “Fenâ câmı ile Bâlî
Efendi mest idi, göçtü.” terkîbi ile vefatına tarih
düşürülmüştür.
Şeyh Ahmed Çelebi
Merkez Efendi’nin bir diğer halifesi olan Şeyh
Ahmed Efendi (ö.978/1570-71) de II. Selim
Dönemi’nde irşâd faaliyetleri ile dikkat çekip te-
sir halkası fark edilen şeyhlerdendi. Karamanlı
olan Ahmed Efendi, halk arasında “Ahmed Çe-
lebi” diye meşhur olmuştu. Memleketinden
İstanbul’a giderek burada devrin âlimlerinden
zâhirî ilimleri ikmâl etti. Şiirde de “Çelebi” mah-
lasını kullanıyordu. İlmî çalışmalarını sürdürür-
ken Merkez Efendi’ye intisâb edip onun yanında
sülûkunu tamamladı. Uzun müddet Tercüman
Yûnus Zâviyesi’nde (Dıraman Tekkesi) faaliyet
gösteren Ahmed Efendi, halka tefsir ve hadis-
ten nakillerle sohbetler ediyor, aynı zamanda
cehrî olarak nağmelerle tevhîd zikri yaptırı-
yordu. II. Selim Dönemi’nde hakkında ileri sü-
rülen bazı isnatlar sebebiyle şeyhliğine son ve-
rilerek, Nişancı Celâlzâde’nin Eyüp’te yaptırdığı
camiye vâiz olarak tayin edildi. Şeyh Ahmed
SÛFİ PERSPEKTİF Kadir ÖZKÖSE*
“Merkez Efendi’nin bir diğer halifesi olan Şeyh Ahmed Efendi de II. Selim Dönemi’nde irşâd faaliyetleri ile dikkat çekip tesir halkası fark edilen şeyhlerdendi.”
“II. Selim tasavvufî atmosfere âşinâ, sûfî şahsiyetlere yakın ve mânevî neşveyi özel olarak tatmak isteyen bir padişah
olmuştur.”
Tasavvuf Erbâbının KonumuII. Selim Döneminde
Osmanlı Sultanı
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba38 39
Efendi’den sonra adı geçen zâviyede irşâd pos-
tuna Gülşeniyye’den Sirozlu Şeyh Muhammed
İlhâmî (ö. 980/1572-73) oturdu. Şiirde “İlhâmî”
mahlasını kullandığı rivâyet edilen bu zat da
mezkûr tekkede tefsir ve hadis naklinin yanı
sıra, Mevlânâ’nn Mesnevî’si ve Şeyh İbrâhim
Gülşenî’nin Mânevî’sinden dersler vermek sure-
tiyle II. Selim Dönemi’nde tasavvuf kültürünün
yayılmasına yardımcı oldu.
Şemseddin Ahmed Efendi dervişleri-
ne raks ve devran yaptırdığı için, Tire Kadı-
sı Defterdarzâde Mehmed Çelebi, Birgi Ka-
dısı Nûrullah Efendi, kadılardan Bilâlzâde ve
Dârülkurrâ Şeyhi Mehmed Çelebi şeyhin bu
hareketlerine karşı çıkmakta ittifak etmişler-
di. Bir gün hep birlikte bir mecliste toplanarak
şeyh ile bu meseleyi tartıştılar. Onlar Ebüssuûd
Efendi’nin fetvâsını ileri sürerek, o şekilde zikir
yapmanın haram olduğunu iddiâ ediyorlardı.
Şeyh Efendi’nin ise, “Şeyhülislâmın fetvasıyla
yasaklanan hevâ-i nefs ile olan raksdır, bizim
yaptığımız ise aşk-ı ilâhîden kaynaklanmakta-
dır.” diyerek bu muhâlefeti savuşturmaya çalış-
tığı belirtilmektedir.
Şeyh Mahmud Efendi
II. Selim Dönemi’nde sarayda hekimbaşılık
vazifesini deruhte eden Kâdiriyye Şeyhi Mah-
mud Efendi (ö. 976/1568), âdetâ Kanûnî’nin
II. Selim’e bir emânetiydi. “Kaysûnîzâde” diye
de bilinen ve tıp ilminde mâhir olan Kâdiriyye
Tarîkatı şeyhlerinden Mısırlı Şeyh Mahmud
Efendi, Kanûnî’nin “nıkris hastalığı” sebebiy-
le çektiği sancılara devâ bulunca, Mehmed
Çelebi’den (ö.970/1562-63) sonra reîsü’l-
etıbbâ (Hekimbaşılık) makamına getirilmişti.
Padişah vefât ettiğinde yıkanıp kefenlenmesi
ve namazının kıldırılması da bu şeyh tarafından
yerine getirilmiştir.
Hasan Zarîfî Efendi
II. Selim Dönemi’nde iktidarın destek ve yar-
dımda bulunduğu sûfîlerin başında Gülşeniyye
pîri İbrahim Gülşenî’nin meşhur halifesi Hasan
Zarîfî Efendi (ö.977/1569-70) gelmektedir. Ha-
san Zarîfî Efendi için İstanbul’da iki adet tekke
tesis edilmiş ve “mîrî hazîne”den de kendisi-
ne maaş bağlanmıştır. Kumkapı’da kiliseden
bozma bir yerde bulunan mescid, devlet kese-
sinden bir vazife ile birlikte Şeyh Hasan Zarîfî
Efendi’ye tayin ve tahsis edilmiştir. Bir yeniçeri
de o mescidin mihrabı önündeki boş arsaya bir
zâviye yaptırmıştır. Zarîfî Efendi, orada irşâd
faaliyetlerinde bulunmaktayken, vukû bulan bir
deprem sebebi ile cami ve zâviye tamamen yı-
kılmış, daha sonra buraya Sadrazam İbrahim
Paşa’nın hanımı Muhsine Hatun, Zarîfî Efendi’ye
olan saygısı ve sevgisi sebebiyle yeniden bir
cami ve mihrâbı önündeki yere de bir zâviye
yaptırmıştır. Zamanla bu tekke “Muhsine Hatun
Tekkesi” olarak anılagelmiştir. Hatta bu yapının
mescid, tevhîdhâne ve şadırvan kısmı zamanı-
mıza kadar ulaşabilmiştir.
Nûreddinzâde Mustafa Muslihiddin Efendi
Kanûnî Sultan Süleyman ile yakın temas içe-
risinde bulunan Cemâliyye Şeyhi Nûreddinzâde
Mustafa Muslihiddin Efendi’nin (ö. 981/1574)
devlet erkânı ile olan yakın ilişkisi, Kânûnî’den
sonra oğlu II. Selim zamanında da devam et-
miştir. II. Selim Kıbrıs Seferi’ne çıkarken (1570),
Nûreddinzâde’ye mürâcaat ederek duâ etmesi-
ni istemiş, şeyh de duâ ettikten sonra, halifesi
Ahmed Şernûbî’yi Sultan’ın beraberinde sefe-
re göndermiştir. Sofyalı Bâlî Efendi’nin halîfesi
olan Nûreddinzâde, tekkesinde müritlerinin
terbiyesi ile meşgûl olurken, aynı zamanda va’z
ederek, tefsir ve hadis meclisleri oluşturuyor,
halkın her kesimini irşâda çalışıyordu. Hem hâl
ehli bir mürşid-i kâmil hem de zâhirî ilimlere
vâkıf âlim bir zât idi. Sohbetlerinin çok etkili
olması sebebiyle meclislerine devlet erkânının
yanı sıra ulemâ da devam ederdi. Kânûnî Sul-
tan Süleyman’ın gözdesi bir şeyhti. Kanûnî
kadar Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa’nın da
Kanûnî Dönemi sonrasında Nûreddinzâde’ye
yardım ve desteğinin devam ettiği görülmek-
tedir. Nûreddinzâde, İstanbul’daki faaliyetini
Küçük Ayasofya Zâviyesi’nde sürdürmekteydi.
Sokullu Mehmed Paşa tarafından 1571 yılında
Mimar Sinan’a Kadırga’da inşâ ettirilen külliye-
de Nûreddinzâde adına bir de zâviye yaptırıl-
mıştır. Ancak zâviyenin inşası bitmeden Şeyh’in
Foto: Orhan D
inç
Foto: Orhan D
inç
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba40 41
vefât ettiği kaydedilmektedir. Nûreddinzâde’nin
vefâtı üzerine burada, pîrdaşı olan Kurt Meh-
med Efendi (ö. 996/1588) postnişin olmuştur.
İbrahim Ümmî Sinan Efendi
Halvetiyye’nin Ahmediyye kolunun Sinaniyye
şubesinin kurucusu olan İbrahim Ümmî Sinan
Efendi (ö.976/1568) de II. Selim Dönemi’nin
dikkat çeken şeyhlerinden biridir. Kanûnî Sul-
tan Süleyman’ın, şeyhlere tekkeler kurmak
suretiyle daha rahat faaliyet göstermeleri için
imkânlar hazırladığı bilinen bir gerçektir. Bu
çerçevede, Topkapı civarında İbrahim Ümmî Si-
nan adına da bir tekke yaptırmıştır.
Ebüssuûd Efendi’nin devrâna karşı tavrı ol-
dukça sertti. Ancak İbn-i Kemâl gibi, onun ka-
naatinin de daha sonra değiştiği görülmektedir.
Bu değişimin meydana gelmesinde ise İbrâhim
Ümmî Sinan’ın etkili olduğu kaydedilmekte-
dir. Ebüssuûd Efendi bir gün Ümmî Sinan ile
bir araya gelerek devrân meselesini tartışma-
ya başlarlar. Tartışmanın sonunda sinirlenen
şeyhülislâm, “Ya Şeyh! Eğer bu devrândan vaz-
geçip müridlerini de bundan alıkoymazsan ve
ben de sen vefât ettiğinde hayatta olursam,
halkı cenâzeyi kılmaktan menederim.” der; bu-
nun üzerine Ümmî Sinan da “İnşallah benim
cenâzemi sen kıldıracaksın.” diye mukâbele
eder. Ümmî Sinan bir müddet sonra vefât et-
tiğinde, Ebüssuûd Efendi’nin bundan haberi ol-
maz. Şeyhin tabutu hazırlanıp namazı kılınmak
üzere Fâtih Camii’ne götürülür. Aynı zamanda
saraydan bir kız vefât etmiş ve onun cenâzesinin
de Fâtih Camii’nden kaldırılmasına karar veril-
miştir. Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi, saraylı
kızın cenâze namazını kıldırmak üzere cemaa-
tin başına geçtiği sırada, kızın tabutunun yanı
başında bir de erkek tabutunun olduğunu görür
ve önce er kişinin namazını kıldırmak gerektiği
için, kim olduğunu bilmeden “Er kişi niyetine...”
deyip Ümmî Sinan’ın namazını kıldırır. Namaz-
dan sonra müridlerin hücumu ile eller üzerine
alınarak tabutun taşındığını gören Şeyhülislâm,
etrafındakilere mevtânın kim olduğunu sorun-
ca, Ümmî Sinan olduğunu öğrenir.
Şeyhülislâm Ebüssuûd Efendi’nin bu
hâdiseden çok etkilendiği ve ondan sonra ken-
disine devrân meselesi sorulduğunda şu şekil-
de cevap verdiği rivâyet edilmektedir: “Allahu
Teâlâ’nın ilmi sonsuz bir deniz mesâbesindedir.
Meşâyih-i izâm ol denizin gavvâslarıdır. Biz ehl-i
sâhiliz. Bu hususta bizim onlarla bahsimiz yok-
tur.”
Devlet Desteğini Elde Eden Sûfîler
Kanûnî Sultan Süleyman tarafından
Anadolu’ya getirilip kendisine maaş bağlanan
Ebû Saîd b. Sun’ullah (ö. 980/1572), II. Selim
Dönemi’nde de devlet desteğini elde etmiş
sûfîlerdendir. Şeyh Ebû Saîd, 920/1514 tari-
hinde Tebriz’de dünyaya geldi. Babası Şeyh
Sun’ullah, Ubeydullâh-ı Ahrâr’ın (ö.895/1490)
halîfelerindendi. Molla Abdurrahman Câmî
ile birlikte, Ubeydullâh-ı Ahrâr’a mürid ol-
muş, hilâfet aldıktan sonra da, Horasan’dan
Azerbaycan’a gitmiş ve Tebriz’e yerleşerek
irşâd hizmetlerinde bulunmuştur. Ebû Saîd,
aynı zamanda Molla Ahmed Kazvînî’den de el
almıştı. Şeyh Ebû Saîd ve babası Şeyh Sun’ullah,
Tebriz ve civârında Safevîlerin baskı ve tehdi-
dine mâruz kaldı. Kanûnî Sultan Süleyman,
955/1548 senesinde II. İran Seferi’ne çıkıp
Tebriz’i fethedince, Şeyh Ebû Saîd Padişah’la
Anadolu’ya geldi. Anadolu’ya getirilen Şeyh Ebû
Saîd’e, Kanûnî aynı zamanda maaş da bağlat-
mıştı. Diyarbakır üzerinden Halep’e geçip oraya
yerleşen Şeyh Ebû Saîd, bir müddet Halep’te
kaldıktan sonra bazı rahatsızlıklar sebebiyle
Hindistan’a gitmek isteyince, İstanbul’a davet
edilmiş ve maaşı kademe kademe arttırılarak
günlük 100 dirheme kadar çıkarılmıştır.
Kuvvetine aldanırsın, Dünyayı bâki sanırsın, Ecel ile uslanırsın, Nefsim, isyân eyleme gel!
Beden çürük bilmez misin? Bâki kalır ölmez misin? Sonra saçın yolmaz mısın? Nefsim, isyân eyleme gel!
Gözün görmez, elin tutmaz, Ömür böyle devam etmez, Azrail seni unutmaz, Nefsim, isyân eyleme gel!
Toprak altı dolu canla, Hem yılanla, hem çıyanla, Hakk Rasûl’ün sözün dinle, Nefsim, isyân eyleme gel.
Gidenleri görmez misin? Şu toprağa girmez misin? Defterini dürmez misin? Nefsim, isyân eyleme gel.
Bazen âsi, bazen muti, Bazen bülbül, bazen tuti, Senden şikâyetim kati, Nefsim, isyân eyleme gel
İbrahim SAĞIR
Nefsim
* Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSE
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba42 43
Bahsi geçen şeyhlerin yanında Şeyh Şâban
Efendi (ö. 1002/1593), Kastamonulu Muharrem
Efendi (ö. 983/1575), Nakşbendiyye şeyhlerin-
den Şeyh Mahmud Efendi (ö.987/1579), Ferhat
Paşa’nın adına zâviye yaptırdığı Şeyh Mehmed
Efendi (ö.975/1567-68), ilk defa görevinden
el çektirilip azledilen Mevleviyye Şeyhi Ferruh
Çelebi (ö.999/1591), II. Selim Dönemi’nin diğer
önemli şeyhlerinden bazılarıdır. Tasavvufî ha-
yatın her alanda etkisini hissettirdiği II. Selim
Dönemi’nde tasavvuf erbâbı devlet desteğini
yanında hissetmiş, gerek padişahın gerekse
devlet erkânının pek çok sîmâsı tekke şeyhleri-
nin faaliyetlerini rahatlıkla sürdürmesine imkân
hazırladığı görülmektedir.
Yaşadığımız şu dönemde hepimizin hayatı
her zaman bir koşuşturma içindedir. Mut-
laka yapılması gereken işler, başarılması
gereken sorumluluklar vardır. Kafamızın içi ise
bedenimizden daha fazla meşguldür. Çünkü
hayat eski dönemlerdeki gibi değil. Bu sebeple
de her birimiz her gün bir şeyler yapma peşin-
deyiz. Bu koşturmaca içine girmeye mecburuz.
Zira ekmeğimizi helâlinden temin etmek, evi-
mizde ocağımızın tütmesi için çabalamak ve bu
uğurda kendimizi yormak dışında bir yol yoktur.
Hele de hayatın ve geçimin oldukça zorlaştığı
şu dönemde ekmeğin peşinden koşmak daha
da önem kazanmış ve zorlaşmıştır. Hatta tek
kişinin evi geçindirebilmesi neredeyse imkânsız
hale gelmiştir.
Problemler Karşısında İnsanın Dayanma Gücü
Bütün bu hengâme ve çabalama içinde her
şey her zaman istediğimiz gibi aslâ gitmez. Kişi,
bazen işiyle, bazen kendisiyle, bazen evladıyla,
bazen akrabasıyla ve bazen de ülkesiyle ilgili sı-
kıntılarla karşı karşıya kalabilir. Yüzleşilen sorun
kimi vakit önemsenmeyecek kadar küçük olabi-
lirken, bazen de insanın belini bükecek kadar
ağır olabilir. İşyerinde işlerin kötü gitmesi, mah-
sulden beklenen rekoltenin alınamaması, işten
çıkarılma, çocuklardan birinin başına üzücü bir
şey gelmesi veya ülkenin büyük bir sorunla kar-
şı karşıya kalması gibi. Bahsettiğim bu sorun-
ların en azından bir kısmı hepimizin hayatında
önümüze çıkmıştır, çıkmaya devam etmektedir.
Bütün bu problemler karşısında insanın dayan-
ma gücü ne kadarsa ayakta kalması da o kadar
uzun ve sağlam olur. Nitekim metânetsiz insan-
ların karşılaşmış oldukları sorunlar karşısında
dayanıksız olmaları sebebiyle kendilerini harap
ettiklerini çok görürüz. Hatta yakınları hastane-
ye düşen bazı insanların neredeyse hasta kadar
perişan olduğuna şahit oluruz. Çeşitli sorunlar
sebebiyle bunalıma girenlerin sayısı hiç de az
değildir. Depresyona yönelik rahatsızlıklar se-
bebiyle ilaç kullanımının artması bunun bir gös-
tergesidir.
Bir düşünecek olsak, etrafımızda hayatı sü-
rekli neşe içinde geçen, hiçbir sorunu olma-
yan, devamlı başarıdan başarıya, mutluluktan
mutluluğa koşan tek bir kişi göremeyiz. Hatta
maddî bolluk içinde yüzdüklerini düşündüğü-
müz insanların bile, karşılaştıkları sorunlar
sebebiyle zaman zaman neşelerinin kaçtığını,
fakirlere göre bambaşka problemlerle karşı-
laştıklarını ve gecelerini uykusuz geçirdiklerini
görürüz veya duyarız. Dolayısıyla herhangi bir
sorunla karşılaşmadan, bütün bir haftayı keyifle
bitiren insan sayısı gerçekten azdır. Bu sebep-
ledir ki, ticaretle meşgul olan ve devamlı stres
içinde yaşayan nice zengin işadamından, devlet
memurlarının sade ve düzenli, “ne olduran ne
de öldüren” hayatına gıpta ettiklerini çok din-
lemişizdir.
İmkânlar Bazen Felâket Olabilir
Bu yalın gerçeğe rağmen yeryüzündeki her-
kesin sınavının eşit düzeyde olduğunu söylemek
imkânsızdır. Çünkü her türlü imkâna sahip olan
bir zenginin çocuğu olarak dünyaya gelmek ile
fakir bir insanın evladı olarak doğmak arasında
çok büyük fark vardır. Birincisi imkânlar açısın-
dan her şeyi elde edebilirken, aklına geleni ya-
pabilirken diğeri ise oldukça yorulmak ve elde
ettiğiyle yetinebilmek zorundadır. Lakin dünya-
nın geçiciliği ve herkesin yaşadığı hayatın hesa-
bını Allah katında vereceği göz önünde bulun-
“Esasında umudu yitirmek, yeis ve ümitsizlik mü’minin Allah’tan kopuşunun bir habercisidir. Allahu Teâlâ’nın her şeyden haberdar olduğunu ve her bir
şeyin onun kudretiyle olup bittiğini, Allah’ın ona gerek bu dünyada ve gerekse âhirette daha iyi imkânlar ve nimetler sunabileceğini unutmak demektir.”
KÜLTÜR Enbiya YILDIRIM*
“Bir mü’mine düşen sorumluluk, karşılaşmış olduğu problemler sebebiyle tevekkül anlayışını kaybetmemesi, ümitsizlik içinde bedenini perişan etmemesidir.”
Ümidini Kaybetmiş Gönüle
Ümit Aşısı
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba44 45
yapacak bir şey kalmadığını düşünür ve haya-
tına son verir. Çünkü sığınacak bir yeri, ümit
besleyeceği bir dayanağı yoktur. Onu bu hale
düşüren çevresinin elbette büyük sorumluluğu
vardır. Ancak acı olan şudur ki, toplumumuz son
hızla yalnızlaşmaktadır. İnsanların dertleşebile-
cekleri, dayanabilecekleri gerçek dostları kal-
mamıştır.
Her şeye rağmen Rabb’imiz, her ne olursa
olsun ümidimizi kaybetmememizi ve bir sonraki
zaman diliminin daha iyi olmasını ümit etmemi-
zi emretmektedir.
“De ki: ‘(Allah şöyle buyuruyor): ‘Ey kendilerine
karşı haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden
umudunuzu kesmeyin: Allah bütün günahları ba-
ğışlar; çünkü yalnız o, çok bağışlayıcıdır, rahmet
kaynağıdır!”’1
“Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin;
doğrusu kâfirlerden başkası Allah’ın rahmetinden
ümidini kesmez.”2
“Elbette her güçlükle birlikte bir kolaylık vardır.
Evet, her güçlükle beraber bir kolaylık vardır.”3
Kul Rabb’ine Sığınır
Bizlere düşen sorumluluk, yapabildiğimiz
kadarını yapmaktır; gücümüzü aşan durumlar-
da sızlanmamızın ve hayata küsmemizin hiçbir
şeyi değiştirmeyeceğini bilmemizdir. Ayrıca
unutmamak gerekir ki, insan ne kadar tedbir
alırsa alsın, hiç beklemediği bir anda kendisini
çok üzecek bir olayla karşılaşabilir. Bu zorluk
bazen kendi şahsına bazen de çok sevdiği in-
sanlara gelebilir. Bunun yanında sorunu insan-
lardan kaynaklı olabileceği gibi ilâhî bir âfet de
olabilir. Nitekim bütün tedbirlere rağmen bazı
ürünlerden hiç mahsul alınamadığı zamanlar
olmaktadır. Tam yaz geldi derken birden don
vurması sebebiyle ürünler yerlere serilebilmek-
tedir. Veya aşırı sıcaklar sebebiyle mahsul çok
verimsiz olabilmektedir. Böylesi durumlarda
insanın şikâyetçi olacağı bir kişi yoktur. Tabiat
olayları çerçevesinde Allah’ın takdir ettiği bir
musibet çiftçiyi bulmuş demektir. Bunun an-
lamı ise zor geçecek bir yılın onu beklediğidir.
Böylesi bir durumda insan isyan edecek olsa
hayatında değişecek bir şey olmayacaktır; işleri
düzelmeyecektir. Bilakis kendisi için takdir edi-
lene başkaldırdığı için âhiretini bile kaybetme
tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır. Ona düşen
hayatındaki bütün işler için gerekli çalışmayı
yapmak, tedbirleri hazırlamak ondan sonrasını
Allah’a havâle etmektir. Çünkü insan ne kadar
gayret ederse etsin, ne kadar tedbir alırsa alsın,
bir şekilde dertler kendisini bulacaktır. Böyle bir
dertle karşılaştığında ise çevresine ve devlete
büyük sorumluluklar düşmektedir. Onunla da-
yanışma gösterilmeli ki yıkılıp gitmesin.
Biz âciz kulların hayatın bütün sorunları kar-
şısında en güzel ve en sağlam sığınağı şefkat
ve kudret sahibi Allahu Teâlâ’dır. Kul Rabb’ine
ibadete durduğunda, huşûyla boyun eğdiğinde,
rükû ve secdesiyle namazını edâ ettiğinde, na-
maz sonrasında da ellerini açıp içini döktüğün-
de büyük bir rahatlama hisseder. İbadetin ver-
diği bu rahatlamayı hiçbir şey sağlayamaz. Bu
yüzden gün içerisinde tesbîhât ile Allah’ı anmak
da çok önemlidir. Ne mutlu Allah’tan uzaklaş-
mayanlara!
durulacak olursa, ilâhî adalet açısından bir hak-
sızlık söz konusu değildir. Çünkü imkânsızlıklar
sebebiyle sabırlı bir hayat geçiren, şükreden,
kanaati kuşanan, tamahkâr olmayan bir mü’min
cennette çok büyük ikramlara mazhar olacaktır.
Eline geçen nimetlerin şükrünü edâ etmeden
nefsinin peşine takılarak haramlar içinde yüzen
de bunun vebâlini çekecektir.
Bir mü’mine düşen sorumluluk, karşılaşmış
olduğu problemler sebebiyle tevekkül anlayı-
şını kaybetmemesi, ümitsizlik içinde bedenini
perişan etmemesi, kendisini yıpratmamasıdır.
Çünkü çıkmaz bir sokağa girmiş hissi insanın
yıkılmasına sebep olabilir. Bu ise şeytanın ve
nefsimizin istediği bir durumdur. Çünkü her iki-
si de her türlü olumsuzluğu bizleri ayartmak ve
Allah’tan uzaklaştırmak için bir gerekçe olarak
kullanırlar. Bu durum aynı zamanda pek çok
hastalığa yakalanmamızın da sebebidir. Zira
karşılaştıkları sorunları büyütenler, çeşitli has-
talıklara daha hızlı yakalanmaktadırlar. Böyle-
ce insan karşılaştığı sorun yanına bir sorun da
kendisi eklemiş olmaktadır. Çağımızdaki hasta-
lıkların çoğunun dertlenmeden, yeisten, kafa-
yı problemlere gömmekten, yaşama sevincini
kaybetmekten kaynaklı olduğunu hepimiz bil-
mekteyiz.
Hz. Peygamber (s.a.v.) de Pek Çok Maddî ve Mânevî Zorlukla Karşılaşmıştır
Yüce yaratıcımız Hz. Allah, Kur’an’da bizlere
geçmiş peygamberlerin yaşadıklarıyla ilgili bil-
giler sunar. Bu âyetleri okuduğumuzda hayret
ederiz. Çünkü bizzat Rabb’imiz görevlendirmiş
olmasına rağmen nice peygamber pek çok
maddî ve mânevî zorlukla karşılaşmıştır. Adeta
hayatlarının büyük kısmı sıkıntılarla geçmiştir.
Ancak bütün sorunlara rağmen dâvâlarında yıl-
mamışlar ve Allah yolunda tevhide davet etme-
yi sürdürmüşlerdir. Hatta bazıları tek bir insan
bile onlara iman etmemesine rağmen azimle
çalışmaya devam etmişlerdir. Karşılaştıkları
sorunlar onları bezdirmemiş, ye’se düşüp yıl-
dırmamıştır. Esasında bu konuda bizim için en
güzel örnek Hz. Peygamber (s.a.v.)’dir. Babası-
nı doğmadan, annesini küçük yaşta kaybetmiş,
altı çocuğunu toprağa vermiş ve İslâm’ı tebliğ
etmek için her türlü maddî-mânevî sıkıntıların
altına girmiştir. Ancak bütün bu sorunlar onu
çökertmemiştir. Onun çilekeş hayatı hepimiz
için örnektir.
Esasında umudu yitirmek, yeis ve ümitsizlik
mü’minin Allah’tan kopuşunun bir habercisidir.
Allahu Teâlâ’nın her şeyden haberdar olduğu-
nu ve her bir şeyin onun kudretiyle olup bitti-
ğini, Allah’ın ona gerek bu dünyada ve gerekse
âhirette daha iyi imkânlar ve nimetler sunabile-
ceğini unutmak demektir. İntihar olayı tam an-
lamıyla bunun vahim sonucudur. Bunalımdaki
kişi, inancının zayıf olması veya hiç olmaması
sebebiyle çıkmaz bir sokağa girdiğini ve artık
Dipnot
* Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM
1. 39/Zümer, 53.2. 12/Yûsuf, 87.3. 94/İnşirâh, 5-6.
“Bizlere düşen sorumluluk, yapabildiğimiz kadarını yapmaktır; gücümüzü aşan durumlarda sızlanmamızın ve hayata küsmemizin hiçbir şeyi değiştirmeyeceğini bilmemizdir.”
“Çağımızdaki hastalıkların çoğunun dertlenmeden,
yeisten, kafayı problemlere gömmekten, yaşama
sevincini kaybetmekten kaynaklı olduğunu hepimiz
bilmekteyiz.”
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba46 47
Kanûnî’nin küçük oğlu Selim, 28 Mayıs 1524’te İstanbul’da dünyaya geldi. An-nesi Hürrem Sultan, saray içinde sözü
geçen, etkili bir kadındı. Saray kadınlarına ve hizmetkârlara, Şehzade Selim’in terbiyesi ve bakımıyla meşgul olmaları için talimatlar veri-yordu. Saraydaki herkes ona, sarı benizli olma-sından dolayı “Sarı Selim” diyordu. Ona takılan bu lakap, padişahlığı boyunca da devam etti.
Dünya Padişahlığına Hazırlık
Hürrem Sultan, başşehir İstanbul’un tüm imkânlarından faydalanarak Şehzade Selim’in iyi bir eğitim almasını sağladı. Babası Kanûnî, bütün şehzadeler gibi Selim’in tahsil ve terbiye-siyle yakından ilgilendi. Zamanın ünlü, alanında otorite hocalarından özel dersler aldırdı. Cafer Efendi, Halimî Efendi, Ataullah Efendi gibi bilgin ve din adamlarından temel din ve fen ilimlerini öğrendi. Özellikle annesi, aldığı dersleri takip ediyor, devamlı hocalarıyla görüşüyor, hiçbir eksiğinin kalmamasını tembihliyordu. İlerde pa-dişah olabilmesi için şehzadenin kendini yetiş-tirmesi ve tahsilini tamamlaması lazımdı.
Eğitimini tamamladıktan sonra sıra yönetim ve askerlik yetenek ve tecrübesini artırması için sancağa çıkmaya gelmişti. Sırasıyla Konya, Kütahya ve Manisa Sancağı’nın yolunu tuttu. Buralarda uzun süre valilik görevinde bulundu. Babasının vefat edeceği 1566’ya kadar lalaları Mustafa Paşa ve Hüseyin Paşa’nın rehberliğin-de yönetim ve askerlikte kendisini geliştirmeye çalıştı.
Muhteşem Süleyman’a Son Vazife
Babası Kanûnî’nin, Zigetvar’da hayata veda ettiği haberi kendisine ulaştığında Manisa’da bulunuyordu. Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa, babasının vasiyeti gereği Şehzade Selim’i gizlice tahta çağırdı. Kanûnî’nin öldüğünü 48 gün bo-yunca ordudan ve devlet adamlarından sakla-mıştı. Bir karışıklık çıkmadan hemen İstanbul’a gelip padişahlığını ilan etmesini, ardından da Zigetvar’a gelmesini istedi. Mektup eline geçti-
ğinde Şehzade Selim çok üzüldü; Allah’ın tak-
dirine boyun eğdi. 19 Eylül’de Manisa’dan yola
çıktı. Hiç durmadan gece gündüz at sürdü; yol-
culuk boyunca birçok at değiştirdi. 11 gün sonra
İstanbul’a ulaştı. Topkapı Sarayı’na geldi ve 11.
padişah olarak 42 yaşında tahta çıktı. İçi çok bu-
ruktu, padişah olduğuna sevinemedi bile. Eyüp
Sultan Hazretlerinin kabrini ziyaret etti. Dua
edip, gözyaşı döktü.
Ertesi gün tekrar yola koyuldu. Belgrad’a
geldiğinde Sokullu Mehmed Paşa’ya haber uçu-
ruldu. Tekbirler arasında Tuna Nehri’nden geçi-
rilen cihan padişahı Kanûnî’nin tabutu Belgrad’a
getirildi. Yer, gök, ovalar, dağlar ve ırmaklar
Muhteşem Kanûnî’nin ölümüne ağlıyordu. Sul-
tan Selim tabutun üzerine kapandı ve sessiz-
ce gözyaşı döktü. Bir ara bayılacak gibi oldu.
Sokullu Mehmed Paşa hemen kolundan tuttu.
Daha sonra ellerini kaldırdı ve Allah’a şöyle ya-
kardı: “Allah’ım! Hayatını, Senin yoluna adayan
babamı cennetine kabul eyle. Senin ismini ve
dinini yaymak, bütün insanlara İslâm adaletini
ulaştırmak için çalışan babamın nurlu yolundan
yürümeyi, bana da nasip et!” Daha sonra cenaze
namazına geçildi. Bütün ova askerlerle doluydu.
Herkesin gözünde yaş, kalbinde keder vardı. Bü-
yük bir huzur ve teslimiyet içerisinde namaz kı-
lındı. Sonra koca hünkârın tabutu arabaya bin-
dirildi. Orduyla beraber İstanbul’a getirildi. Pa-
yitaht, ölüm haberini günler öncesinden almıştı.
Büyük hükümdarın cenazesini tekrar gözyaşıyla
yıkadılar ve ebedi istirahatgâhı Süleymaniye’ye
gömdüler. (26 Ekim 1566)
TARİH İsmail ÇOLAK
“Hürrem Sultan, başşehir İstanbul’un tüm imkânlarından faydalanarak Şehzade Selim’in iyi bir eğitim almasını sağladı. Babası Kanûnî, bütün
şehzadeler gibi Selim’in tahsil ve terbiyesiyle yakından ilgilendi.”
“Babası Kanûnî’nin, Zigetvar’da hayata veda ettiği haberi kendisine ulaştığında Manisa’da bulunuyordu. Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa, babasının vasiyeti gereği Şehzade Selim’i gizlice tahta çağırdı.”
Muhteşem Süleyman’ın Vârisi
Sultan II. Selim
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba48 49
Açe’ye Yardımı Sürdürdü
Portekiz, 16. Yüzyılın ilk yarısında Sumat-ra İslâm Devletlerinden Açe’yi hedef almıştı. 1511’de Ali Mughayat Şah’ın kurduğu Açe Da-russelam Sultanlığı’nı işgal etmek için saldırıya geçmişti. Açe, 1540’ta istilaya uğrayınca Sul-tan Alaaddin Riayet Şah, Kanûnî’nin yardımına başvurmuştu. Bunun üzerine Kanûnî, 1554’te Seydi Ali Reis’i Hindistan’a; 1564’te Lütfi Bey’i 19 gemi, 12 top döküm ustası, gemi yapımcıla-rı, askerler ve doktorlardan oluşan 300 uzma-nı Açe’ye yollamıştı. 1566’da Sultan Alaaddin, tekrar yardım istemişti. Ancak Kanûnî, Ziget-var seferindeydi ve üstelik vefat etmişti. Ala-addin Şah, Osmanlı’nın yeni padişahı Sultan II. Selim’e, “Açe’nin bir Osmanlı köyü olduğunu” vurgulayan bir mektup yazdı ve talebini tekrar-ladı: “Yardım etmezseniz mahvoluruz. Hacıların yolu Portekizliler tarafından kesilmiş olduğu için Müslümanlar büyük zarar görüyor. Lütfen kale dövecek toplar gönderiniz. Açe, sizin köy-lerinizden biridir ve ben de hizmetkârlarınızdan biriyim. Eğitim görmüş birkaç at, hisar ve kadır-ga yapıcıları gönderilmesini rica ederiz.”
II. Selim, 20 Eylül 1567’de, Kurdoğlu Hızır Hayreddin Reis kaptanlığındaki 36 kalyonluk bir filoyu Endonezya’ya gönderdi. Açe Sultanı’na bir de mektup yazdı: “Mektubunuz, sultanların
sığınağı olan yüce makamımıza ulaşmıştır. Mek-tubunuzda, gece gündüz o taraflardaki inançsız-lara karşı savaştığınızı, düşmanlara karşı yalnız kaldığınızı ve her taraftan saldırıya uğradığınızı belirterek savaşmak için malzeme ve tecrübeli asker istemektesiniz. Ülkeniz yakınlarında bulu-nan Seylan ve Kalküta Hâkimlerinin daima sizin-le savaşmakta olduklarını, Osmanlı Donanması gelecek olursa Allah’ın yardımıyla düşmanların hezimete uğratılarak adaların tekrar ele geçiri-leceğini belirtmişsiniz. Mektubunuz makamımı-za arz edildiğinde bizim gibi yüce bir padişahın şanına yakışan hareket sizin isteklerinizi kabul etmektir. Ayrıca, Müslümanları ve İslâm kanun-larını korumak en önemli görevlerdendir. Her durumda kardeşliğin ve yardımseverliğin ge-rekleri yerine getirilecektir.” Osmanlı’nın Açe’ye desteği, Portekizlilerin hücumunu bertaraf etti. Bu sayede Açe, Sultan İskender Muta zamanın-da altın çağını yaşadı.1569’da Aden geri alındı.
Kıbrıs’ta Ezan Sesleri
1538’deki Preveze Zaferi’nden sonra Akde-niz bir İslâm gölü haline gelmişti. Ama bunu göl-geleyen bir engel vardı: Kıbrıs... Venediklilerin elindeki bu korsan yatağının alınması artık farz-dı. Padişah olur olmaz II. Selim’in ilk işi, Kıbrıs’a sefer düzenlemek oldu. Zaten Kanûnî’ye sözü vardı. Ancak Sadrazam Sokullu Mehmed Paşa, sefere karşıydı. Bunu acele buluyor ve Haçlıları kızdırıp, Osmanlı’ya karşı büyük bir Haçlı sefe-rine sebep olacağını düşünüyordu. Fakat Sultan Selim kararlıydı. Tahta çıkışını muhteşem bir zaferle kutlamak ve babasının başarılarını sür-dürmek istiyordu.
Kıbrıs’ın kuşatılması için Vezir Lala Mustafa Paşa ile Piyale Paşa’yı görevlendirdi. Osmanlı Donanması, 15 Mayıs 1570’te İstanbul’dan du-alar, tekbirler, fetih sureleri ve mehter marşları ile uğurlandı. Venedikliler büyük bir korku ve pa-nik içinde ne yapacaklarını bilemediler. Hemen Papa’ya sığındılar, yardım göndermesini istedi-ler. Kalabalık bir Haçlı Donanması, Venediklile-rin imdadına koştu. Osmanlı Donanması, zafer kazanmadan ve Kıbrıs’ı bir İslâm adası yapma-
Kaynakça
Solakzâde, Solakzâde Tarihi, c.2, Ankara, 1989; Hammer, Os-manlı Tarihi, c.2, İstanbul, 1997; İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, c.3, k.1-2, Ankara, 1988; Seydî Ali Reis, Mir’at-ül Mema-lik, Hazırlayan: Necdet Akyıldız, İstanbul (tarihsiz); Razaulhak Şah, “Açe Sultanı Sultan Alaeddin’in Kanûnî Sultan Süleyman’a Mektubu”, A.Ü.Dil Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Araştırmaları dergisi, Sayı: 8-9/1967.
dan dönmeyeceğine yemin etmişti. Haçlı Do-nanması şiddetli Osmanlı taarruzu karşısında fazla dayanamadı ve çözüldü. Magosa Kalesi’ne İslâm sancağı dikildi, ezan sesleri Kıbrıs sema-larına doldu. Haçlı Donanması ağır bir bozgu-na uğradı. Kıbrıs valisi bile ölüler arasındaydı. Akdeniz’in en büyük adası Osmanlı toprağı oldu.
İnebahtı Talihsizliği
Osmanlı’nın, Haçlıların Akdeniz’deki son kalesi Kıbrıs’ı fethetmesi, beklendiği üzere Haçlı Âlemini ayağa kaldırdı. Papalık, İspan-ya ve Venedik’in başını çektiği kutsal bir birlik oluşturuldu. Bu birliğe birçok küçük devlet de katıldı. Kısa zamanda 300 gemiden oluşan güç-lü bir donanma meydana getirildi. 180 gemi-nin yer aldığı Osmanlı Donanması ise İnebahtı Körfezi’ndeki yerini almış, Haçlı Donanması’nı bekliyordu. Donanmanın başında eski yeniçe-ri ağası Kaptan-ı Derya Müezzinzade Ali Paşa vardı. Müezzinzade cesur bir paşaydı ve kara savaşlarında büyük zaferler kazanmıştı. Haçlı Donanması’na da aynı şeyi yapmak istiyordu. Hâlbuki donanma buna hazır değildi. Her ge-mide önemli ölçüde personel açığı vardı. Fa-kat Müezzinzâde, Barbaroszâde Hasan Paşa ile Uluç (Kılıç) Ali Paşa’nın aleyhte görüşlerine al-dırış etmiyor, “Ben padişah donanmasına kaçtı dedirtmem!” diyordu.
Nihayet taarruz emrini vermekte gecikmedi ve düşman donanmasına cepheden hücum etti. Bunu gören Haçlılar, donanma komutanının ge-misini sardılar. Birkaç saatlik şiddetli çatışma-dan sonra ne yazık ki Müezzinzâde Ali Paşa şe-hit düştü. Beklenmedik bu durum, donanmanın moralini bozdu. 60 kadar gemi Haçlıların eline geçti, bir kısmı da yakıldı. Maalesef birkaç saat içinde Osmanlı Donanması ağır şekilde yenildi. Sadece sağ kanattaki Uluç Ali Paşa düşmanı yendi ve gemilerini kurtardı. Hatta 6 Haçlı ge-misiyle İstanbul’a dönmeyi başardı. Sonuçta İnebahtı ile Osmanlı, denizlerde ilk kez yenilgiye maruz kaldı. Akdeniz’deki varlığı, güç ve itibarı biraz sarsıldı. Akdeniz’in Müslüman gölü olduğu gerçeği gölgelendi. Yenilgi, Avrupa’da bayram
havasında karşılandı. Haçlıların Osmanlı’yı ye-nebilecekleri ve Akdeniz’den atabilecekleri yö-nündeki azim ve inançları güçlendi.
Fakat kaptan-ı deryalığa getirilen Kılıç Ali Paşa, İnebahtı’nın üzerinden henüz bir yıl geç-meden, Haliç Tersanesi’nde 250 parçalık eski-sinden daha muhteşem bir donanma inşa et-tirmişti. 13 Haziran 1572’de, yeni donanmayla Akdeniz’e açıldığında, bütün Hıristiyanlık âlemi hayret ve dehşet içinde kaldı. Osmanlı’nın kar-şısına çıkmaya cesaret edemediler. Böylece Os-manlı, İnebahtı felaketinin yaralarını biraz olsun giderdi. Kendine güveni ve cesareti tazelendi. Akdeniz’in bir Müslüman gölü olduğu hakikati, Avrupalılara bir defa daha kabul ettirildi. Öyle ki Fransız yazar Voltaire: “Bir bilmeyen, İnebahtı Savaşı’nı Türklerin kazandığını sanır!” demek-ten kendini alamadı.
Eserleri ve Selimiye Camii
Mimar Sinan’a ustalık eseri olan Edirne Selimi-ye Camii’ni inşa ettirdi ve 1574’te ibadete açtır-dı. Selimiye Camii birçok manevî özelliğe sahipti. Tek bir kubbesinin oluşu Allah’ın birliğini, pence-relerinin beş kademeli oluşu İslâm’ın beş şartını, bütün pencerelerinin 99 tane oluşu Allah’ın 99 is-mini simgeliyordu. Vaaz kürsülerinin 4 tane oluşu 4 hak mezhebi, bütün külliyede 32 kapının oluşu İslam’ın 32 farzını, arka minarelerde 6 yolun ol-ması imanın 6 şartını sembolize ediyordu.
Bunun dışında Mekke’nin su yollarını tamir et-tirdi. Kâbe’yi mermer kubbelerle donattı. 1573’te Ayasofya Camii’ni destek duvarlarıyla sağlamlaş-tırarak tamir ettirdi, iki de minare ekletti. Aynı yıl Ayasofya’nın yanına iki medrese yaptırdı. Yanı sıra Lefkoşe Selimiye Camii, Aziz Efendi Tekkesi, Nava-rin Limanı’ndaki kule gibi irili ufaklı birçok eserin vücuda getirilmesine vesile oldu.
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba50 51
On üçüncü Osmanlı Şeyhülislâmı
olan büyük âlimin ismi Ahmed bin
Muhammed’dir. Ebussuûd el İmadî is-
miyle de meşhûr olup, Hoca Çelebi adıyla da
tanınmıştır.
1491 senesinde İskilip’te doğdu. 1574’te
İstanbul’da vefat etti. Kabri Eyüp Camii karşı-
sındadır.
Dedesi Ali Kuşçu’nun kardeşi Mustafa
İmadî’dir. Semerkand’dan Anadolu’ya gelip yer-
leşmiştir. Babası, evliyanın meşhurlarından İb-
rahim Tennurî’nin sohbetinde yetişmiş âlim ve
kemale ermiş bir zat idi. İkinci Bâyezîd onu çok
sever, sohbetinde bulunurdu. Bu sebeple kendi-
sine Hünkâr Şeyhi denmiştir.
Ebussuûd Efendi, önce babasından, ba-
basından sonra Müeyyedzâde Abdurrahman
Efendi’den kayın babası Mevlâna Seyyid-i
Kahraman’dan ve İbn-i Kemâl Paşa’dan ilim öğ-
rendi. Tahsilini tamamladıktan sonra, yirmi altı
yaşında müderris oldu. 1532’de Bursa kadılığı-
na, bir sene sonra da İstanbul kadılığına tayin
edildi. Üç sene İstanbul kadılığı yaptı. 1537’de
Rumeli Kadıaskerliği’ne tayin edildi.
Ebussuûd Efendi, Kadıasker tayin edilme-
den önce, gördüğü bir rüyayı şöyle anlatmıştır:
“Kadıasker olmadan bir hafta önce Fatih Sultan
Mehmet Camii’nin mihrabında benim için bir
seccade serilmiş olduğunu gördüm. Halka imam
oldum ve sekiz rekât namaz kıldım. Bu rüyadan
sonra Kadıasker (Kazasker) oldum. Meğer bu
rüya Kadıaskerlikte sekiz sene kalacağıma işa-
retmiş. Keşke kıldığım o sekiz rekâtlık ikindi ye-
rine yatsı namazı kılmış olsaydım.”
Cihan Sultanı Kanûnî, kıymetini ve ilimdeki
üstünlüğünü anladığı ve takdir ettiği Ebussuûd
Efendi’yi çok sever ve değer verirdi. Onu bü-
tün seferlerinde yanında bulundururdu. 1541
yılında Budin’in fethinde, şükran alameti ola-
rak şehrin en büyük kilisesini camiye çevirten
Kanûnî burada ilk Cuma namazını Ebussuûd
Efendi’ye kıldırttı. Bunun yanında Budin’in ve
Orta Macaristan’ın tapu ve tahrir (yazım) işle-
rini yaptı. 1545 yılında Fenarizâde Muhyiddin
Efendi’nin ihtiyarlığı ve rahatsızlığı sebebiyle
Şeyhülislâmlıktan ayrılması üzerine bu göreve
getirildi.
Ebussuûd Efendi, Kanunî ve oğlu İkin-
ci Selim’in saltanatları zamanında 30 sene
Şeyhülislâmlık yaptı. Osmanlı Şeyhülislâmları
KÜLTÜR Muammer YILMAZ
“Ebussuûd Efendi, dinine bağlı, haramlardan ve şüpheli şeylerden sakınan, Allah korkusu çok olan bir âlimdi.”
“Cihan Sultanı Kanûnî, kıymetini ve ilimdeki üstünlüğünü anladığı ve takdir ettiği Ebussuûd Efendi’yi çok sever ve değer verirdi. Onu bütün seferlerinde yanında bulundurdu. 1541 yılında Budin’in fethinde, şükran alameti olarak
şehrin en büyük kilisesini camiye çevirten Kanûnî burada ilk Cuma namazını Ebussuûd Efendi’ye kıldırttı.”
Ebussuûd Efendi
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba52 53
ça ve Farsça şiirleri vardır. Sorulan bazı suallere
şiirle cevap verdiği de olurdu. Şiirlerinde daha
ziyade fikir hâkim olup, âlimâne ve hakimâne
yazardı. Cihan Padişahı Kanûnî’nin ölümüne duy-
duğu büyük üzüntü ve acıyı da hakimâne (hikmet
sahibi) bir şekilde ifade ediyordu:
Yıldırım gürültüsü mü, yoksa İsrâfil sur’u mu?
Ki böyle doldu kıyamet sayhalarıyla yeryüzü
Bundan her tarafa büyük korku isabet etti
Bundan bütün insanlar Tur’daki helâk hadise-
sini tattı
Kanunî 1566 yılında Zigetvar’da vefat edin-
ce, cenaze namazını Ebussuûd Efendi kıldırdı.
Kılınan cenaze namazından sonra Kanûnî’nin
yaptırdığı Süleymaniye Camii bahçesindeki tür-
besine gelindi. Cenaze kabre konuldu. Bu sırada
bir çekmece getirilip kabre konulmak istendi.
Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi müdahale etti.
Çekmecenin niçin konulduğunu, dinimizde kıy-
metli bir şeyin cenazeyle gömülmesinin müm-
kün olmadığını söyledi.
Kanûnî’nin, vefatından bir gün önce vasiyet
edip bu çekmecenin kendisi ile gömülmesini
istediğini bildirdiler. Ebussuûd Efendi, mutlaka
içindekilerin görülmesi gerektiğini, kıymetli bir
şey varsa gömülemeyeceğini söyledi. Çekmece
Ebussuûd Efendi’ye verilirken, elden kayıp düş-
tü ve içindekiler döküldü. Kâğıtların her birinde
bir fetva ve altında Şeyhülislâm’ın imzası vardı.
Ebussuûd Efendi, yazıların altında kendi im-
zasını görünce; “Ey Süleyman sen kendini kur-
tardın ama biz ne yapacağız?” diyerek ağlamaya
başladı. Kanûnî, yapacağı her işi Şeyhülislâm’a
sormuş ve aldığı fetvaya göre hareket etmişti.
Delil olarak da, aldığı fetvaların yanında gömül-
mesini vasiyet etmişti.
Ebussuûd Efendi, sekiz sene de İkinci Selim
zamanında Şeyhülislâmlık yaptı. Padişah ken-
disine çok hürmet eder, kendisini incitecek ha-
reketlerden sakınırdı. Bu dönemde en mühim
hizmetlerinden birisi de, Kıbrıs’ın fethi için fetva
vermesi ve Kıbrıs’ın fethini sağlamasıdır.
Ebussuûd Efendi İbn-i Kemâl Paşa’dan sonra
“Muallim-i Sani” (Fârâbî) lakabıyla tanınmıştı.
Bütün ilimlerde mahir olup bilhassa tefsir, fıkıh
ve Arabî ilimlerde mütehassıs idi. Bu sahada
pek çok eser yazmıştır. 25 Ağustos 1574 tari-
hinde 84 yaşında iken vefat etti.
arasında en çok makamda kalması ile de bir
rekorunda sahibi oldu. Ebussuûd Efendi’yi çok
seven Koca Hünkâr Kanûnî her önemli işinde
ona danışır ve fetvasına müracaat ederdi. Sü-
leymaniye Camii’nin temel atma merasiminde,
mihrabın temel taşını Ebussuûd Efendi’ye koy-
durtmuştur.
Ebussuûd Efendi, dinine bağlı, haramlardan
ve şüpheli şeylerden sakınan, Allah korkusu çok
olan bir âlimdi. Güler ve nurani yüzlü, tatlı dil-
li, aksakallı, vakur, gösterişten uzak bir şekilde
giyinirdi. Etrafında bulunanlara yumuşaklıkla
muamele ederdi.
Ebussuûd Efendi, Yavuz Sultan Selim ile oğlu
Kanûnî Sultan Süleyman’ın fevkalade sevgi ve
iltifatını kazandı, Cihan Sultanı Kanûnî’nin ken-
disine gönderdiği şu mektubu, onu nasıl sevip,
sayıp, takdir ettiğini göstermesi bakımından ne
kadar güzeldir:
“Halde haldaşım, sinde sindaşım (yaşta yaş-
daşım) ahiret karındaşım. Molla Ebussuûd Efen-
di Hazretleri’ne, sonsuz dualarımı bildirdikten
sonra hâl ve hatırını sual ederim. Yüce Yaradan
gizli hazinelerden tam bir kuvvet ve daimi sela-
met müyesser eylesin.
Allahu Teâlâ’nın bağışlaması ve lütfuyla yar-
dım ve insan severliğinizden istenir ki mübarek
zamanlarda gönülden olan sevginizi şerefli kal-
binizden çıkarmayınız. Bizim için dua buyurunuz
ki yere batasıca kâfirler hezimete uğrayıp bü-
tün İslâm orduları Allah’ın yardımı ile muzaffer
olup, Yüce Yaradan’ın rızasına kavuşalar. Dua-
larımızı, yine dualarınızı bekleyen Hak Teâlâ’nın
kulu bî-riya (riyasız) özü sözü bir olan Süleyman
(Kanûnî).”
Kanûnî devri her bakımdan Osmanlı
Devleti’nin en parlak dönemidir. İlimde, sanatta,
denizcilikte en meşhur kimseler bu devirde bir
araya gelmiştir. Osmanlı Devleti, o devirde dün-
yanın yarısına hükmeden muazzam bir devlet idi.
Devletin bu hale gelmesinde bu muazzam kadro
içindeki Ebussuûd’un da büyük emeği geçti.
Ömrü boyunca Osmanlı Devleti’nde adaletin
yerleşmesinde ve yaygınlaşmasında her türlü
çalışmayı yapmış ve pek üstün gayretler gös-
termiştir.
Ebussuûd Efendi, bütün bu meziyet ve üstün-
lükleri yanında, edebiyat ve şiir sahasında da ka-
lıcı eserler bırakmıştır. Kendisinin Türkçe, Arap-
“Ebussuûd Efendi, sekiz sene İkinci Selim zamanında Şeyhülislâmlık yaptı. Padişah kendisine çok hürmet eder, kendisini incitecek hareketlerden sakınırdı.”
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba54 55
Ferîdüddîn Attâr, Horasan’ın en önem-li dört şehrinden biri olan Nişabur’da 1120’de doğmuş 1229’da Moğollar ta-
rafından şehid edilmiş şair ve mutasavvıftır. Aktarlık mesleği ile meşgul olup aynı zamanda hekim ve eczacı olmasından dolayı “Attar” ola-rak anılmaktadır. Küçüklüğünde Şadbah kasaba-sında bir yandan babasının yanında attârlık mes-leğini öğreniyor, bir yandan da medrese eğitimi görüyordu. Babasının vefâtı üzerine onun yerine geçip, attârlık mesleğini uzun bir süre devâm et-tirdi. Attârlıkla uğraşırken, bir taraftan da ilim ile meşgul oluyordu. Atarlık mesleğine olan ilgisin-den ve duyduğu saygıdan dolayı da eserlerinde “Attar” mahlasını kullanmıştır. Rivayet edilir ki, bir gün bir derviş, dükkânının önünden geçer-ken içeri bakıp bir “Ah!” çekti. Ferîdüddîn-i Attâr ona, neden baktığını ve niçin ah çektiğini sordu. Derviş: “Benim yüküm hafif. Dünyada hırkamdan başka bir şeyim yok. Bu dünya pazarından kolay-ca geçerim. Fakat sen bu kadar ağır yükle kendi başının çaresine nasıl bakarsın?” dedi. Attar ona, “Bu dünyadan nasıl geçip gidersin?” diye sordu. Derviş de: “Hırkayı sırtımdan çıkarır, başıma yas-tık yaparım, canımı Hakk’a teslim ederim.” de-mesiyle birlikte hırkasını çıkardı ve başının altı-na koydu, orada canını teslim etti. Ferîdüddîn-i Attâr bu olaydan çok etkilendi. Bu durum karşı-sında Allah’a olan bağlılığı, dinini öğrenme istek ve arzusu dayanılmaz hâle gelince, attârlığı terk etti. O günden sonra varını yoğunu Allah yolunda sadaka olarak dağıttı ve kendini tamamen İslâmî ilimlere adayarak ömrünün geri kalanını ilim, ir-fan ve ibadetle geçirdi.
1187’de Tuyûrnâme (Mantıku’t-tayr) adlı 4931 beyitten oluşan eseri kaleme aldı. Attar, Kuşdili veya Kuşlar Meclisi olarak da bilinen bu mesnevî tarzı eserinde, tasavvufun Vahdet-i Vücûd anlayışını anlatır. Eserde çok zengin bir sembolik dil kullanılmış ve hakikâti arayanlar, yani hakikât yolunun yolcuları kuşlarla simge-lenmiştir. Hüdhüd adlı kuş onların önderleri, kılavuzları, yani mürşitleridir. Aradıkları Simurg adlı efsanevî kuş, Allah’ın zuhûr ve taayyünüdür. Kuşdili özetlenmeye çalışılmıştır.
Günlerden bir gün, dünyadaki bütün kuşlar bir araya gelirler. Toplanan kuşların arasın-da hüdhüd, kumru, dudu, keklik, bülbül, sülün, üveyk, şahin ve diğerleri vardır. Amaçları, padi-şahsız hiçbir ülke olmadığı düşüncesiyle, ken-dilerini yönetmek üzere bir padişah seçmektir. Hüdhüd söze başlar ve Hazreti Süleyman’ın postacısı olduğunu belirttikten sonra; kuşların Simurg adında bir padişahları olduğunu söyler. Ama, hiçbir kuşun haberlerinin olmadığını, her-kesin padişahının daima Simurg olduğunu be-lirtir. Ancak, binlerce nur ve zulmet perdelerinin arkasında gizli olduğu için bilinmediğini anlatır. Simurg’u arayıp bulmaları için kendilerine kıla-vuzluk edeceğini ilave edince; kuşların hepsi de hüdhüdün peşine takılıp onu aramak için yolla-ra düşerler. Kuşların hepsi de Simurg’un sözü üzerine yola revan olurlar. Ama, yol çok uzun ve menzil uzak olduğundan; kuşlar yorulup hasta-lanırlar. Hepsi de, Simurg’u görmek istemeleri-ne rağmen, hüdhüdün yanına varınca “kendile-rince geçerli çeşitli mazeretler söylemeye” baş-larlar. Çünkü, kuşların gönüllerinde yatan asıl
TARİH Resul KESENCELİ
“Günlerden bir gün, dünyadaki bütün kuşlar bir
araya gelirler. Toplanan kuşların arasında hüdhüd,
kumru, dudu, keklik, bülbül, sülün, üveyk, şahin ve
diğerleri vardır. Amaçları, padişahsız hiçbir ülke
olmadığı düşüncesiyle, kendilerini yönetmek üzere
bir padişah seçmektir.”
Hakikât Yolunun Yolcuları
Mantıku’t-Tayr: Kuşlar Meclisi
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba56 57
hedefleri çok daha basit ve dünyevî’dir(!) Örnek olarak, bülbülün isteği gül; dudu kuşunun arzu-ladığı ab-ı hayat; tavuskuşunun amacı cennet; kazın mazereti su; kekliğin aradığı mücevher; hümânın nefsi kibir ve gurur; doğanın sevdası mevki ve iktidar; üveykin ihtirası deniz; puhu kuşunun aradığı viranelerdeki define; kuyruksa-lanın mazereti zaafiyeti dolayısıyla aradığı ku-yudaki Yûsuf; bütün diğerlerinin de başka başka özür ve bahanelerdir. Bu mazeretleri dinleyen hüdhüd, hepsine ayrı ayrı, doğru, inandırıcı ve ikna edici cevaplar verir. Simurg’un olağanüstü özelliklerini ve güzelliklerini anlatır. Ama, yol, yine uzun ve zahmetli ve uzaktır…
Yolda hastalanan veya bitkin düşen kuşlar çeşitli bahaneler, mazeretler ileri sürerler. Bun-ların arasında, nefsanî arzular, servet istekle-ri, ayrıldığı köşkünü özlemesi, geride bıraktığı sevgilisinin hasretine dayanamamak, ölüm kor-kusu, ümitsizlik, şeriat korkusu, pislik endişesi, himmet, vefa, küskünlük, kibir, ferahlık arzusu, kararsızlık, hediye götürmek dileği gibi husus-larla; kuşların sorduğu ne kadar yol gidileceği sorusu vardır. Hüdhüd hepsine, bıkıp usanma-dan tatminkâr cevaplar verir ve daha önlerin-de aşmaları gereken “yedi vadi” bulunduğunu söyler. Ancak, bu “yedi vadi”yi aştıktan sonra Simurg’a ulaşabileceklerdir. Hüdhüdün söyledi-ği, “yedi vadi” şunlardır: Vadi-i istek, vadi-i aşk, vadi-i marifet, vadi-i istiğna, vadi-i vahdet, vadi-i hayret, vadi-i fena… Kuşlar gayrete gelip tekrar yollara düşerler… Ama, pek çoğu, ya yem isteği ile bir yerlere dalıp kaybolur, ya aç susuz can verir, ya yollarda kaybolur, ya denizlerde boğu-
lur, ya yüce dağların tepesinde can verir, ya gü-
neşten kavrulur, ya vahşi hayvanlara yem olur,
ya ağır hastalıklarla geride kalır, ya kendisini bir
eğlenceye kaptırıp kafileden ayrılır. Bu sayılan
engellerin hepsi de hakikât yolundaki zulmet ve
nur hicaplarıdır. Bu hicaplardan sadece otuz kuş
geçer. Bütün vadileri aşarak menzil-i maksudla-
rına yorgun ve bitkin bir halde uzanan bu kuşlar,
rastladıkları kişiye kendilerine padişah yapmak
için aradıkları Simurg’u sorarlar. Simurg tara-
fından bir görevli gelir… Görevli, otuz kuşun ayrı
ayrı hepsine birer yazı verip okumalarını ister.
Yazılarda, otuz kuşun yolculuk sırasında birer
birer başlarına gelenler ve bütün yaptıkları yazı-
lıdır. Bu sırada, Simurg tecelli eder… Fakat, otuz
kuş, tecelli edenin (!) bizzat kendileri olduğunu;
yani, Simurg’un mânâ bakımından otuz kuştan
ibaret olduklarını görüp şaşırırlar. (Farsçada Si-
murg “otuz kuş” anlamına gelir.) Çünkü, kendile-
rini Simurg olarak görmüşlerdir. Kuşlar Simurg,
Simurg da kuşlardır. Bu sırada Simurg’dan ses
gelir: “Siz buraya otuz kuş geldiniz, otuz kuş
göründünüz. Daha fazla veya daha az gelsey-
diniz o kadar görünürdünüz. Çünkü, burası bir
aynadır!” Hasılı, otuz kuş, Simurg’un kendileri
olduğunu anlayınca; artık, ortada, ne yolcu ka-
lır, ne yol, ne de kılavuz... Çünkü, hepsi Bir’dir.
Aynı, aşıkla, maşukun aşkta; habible, mahbu-
bun muhabbette; sacidle, mescudun secdede;
bir olması gibi... Aradan zaman geçer, “fenâda
kaybolan kuşlar yeniden bekâya dönüp”, yokluk-
tan varlığa ererler…” Kuşlar, “Hakikât Yolunun
Yolcuları”, Simurg “Hakikât” olarak tanımlanır.
Feridüddin Attar’ın Mantık-üt Tayr Eserindeki Duası
“Ey Rabb’im, beni yaratanım! Dünyaya gel-dim geleli senin sofrandan, senin ekmeğinden yiyip duruyorum... Bir kimse, birinin ekmeğin-den yedi mi, ona hakkı geçer; ekmek sahibi de onun hakkına riayet eder. Ben, cömertlik denizi-nin sahibi olan senin ekmeğini çok yedim, hak-kımı gözet. Ey Âlemlerin Rabbi! Acizim kanlara boğuldum, karada gemi yüzdürdüm. Feryadımı duy elimden tut… Daha ne kadar sinikler gibi el-lerimi başıma götürüp bekleyeyim? Bilemedim, yanıldım, sen bağışla. Şu kan ağlayan yüreğime bak, bütün bu musibetlerden sen kurtar beni.
Ey derdime derman olan Allah’ım! Kâfire küfür gerek, dindara din. Attar’ın gönlüne ise derdinden bir zerre. Şu kulağı halkalı kuluna bir zerre dert ver. Eğer senin derdin olmazsa canım ölür gider. Varlıktan bir sermayem yok, gölge içinde kaybolmuş bir zerreyim. Karanlık-lar içinde kayboldum, bir nur yolla, kimsem yok benim, yardımcım sen ol.”
Hüdhüd
Hikâyede hüdhüd başında hakikat tacı taşıyan bir kuş olarak gösterilmiştir. Kuşların yolculuğu ise ruhun Allah’ı arayışının mistik seferini sem-bolize eder. Sühreverdî el-Maktûl’e göre hüdhüd derunî ilhamın sembolüdür. Tasavvufî mânası dışında hüdhüd, İran edebiyatında daha çok sev-giliden haber getiren bir kuş olarak yer almıştır.
İslâmî Literatürde Hüdhüd; Hazreti Süleyman
Beytü’l-makdis’in yapımını tamamladıktan son-
ra insan, cin, şeytan, kuş ve vahşi hayvanlardan
bir ordu toplayarak önce Mescid-i Harâm’a,
oradan da Yemen’e gitmek üzere yola çıkar.
Sana’ya vardığında bir yerde konaklar. Bu arada
su sıkıntısı baş gösterir. Toprağın altındaki suyu
görebilme gücüne sahip olan, bu sebeple de
Hazreti Süleyman’a su bulmada rehberlik eden
hüdhüd aranır, fakat bulunamaz. Daha sonra
olaylar Kur’an’da belirtildiği şekilde gelişir. Baş-
ka bir rivayete göre, Hz. Süleyman ve ordusu
konakladığında Ya‘fûr adını taşıyan hüdhüd Hz.
Süleyman’ın konaklama işiyle meşgul olmasın-
dan faydalanarak dolaşmaya çıkar. Etrafı göz-
den geçirirken Sebe ülkesinin melikesi Belkıs’ın
bahçesini görür ve bu yeşilliğe konar. Orada
Ufayr adlı Yemen hüdhüdü ile karşılaşır. Ufayr
kendisine Belkıs’ın saltanatı hakkında bilgi verir.
Hüdhüd, namaz vakti gelip de suya ihtiyaç du-
yan Hazreti Süleyman’ın kendisini bulamama-
sından endişe ederse de Ufayr ile Belkıs’ın mül-
künü dolaşır. Ancak geri döndüğünde ikindi vak-
ti olmuştur. Diğer bir rivayette, Hz. Süleyman’ın
susuz bir alanda konakladığında önce insanlar,
cinler ve şeytanlardan su bulmalarını istediği,
daha sonra hüdhüdü arattığı, fakat onun bulu-
namadığı anlatılır.
Bir başka rivayete göre de Hazreti Süleyman,
bir sefer esnasında bütün maiyetiyle birlikte
rüzgâr tarafından uçurulan bir halı üzerinde yol
almakta ve kuşlar tarafından güneşten korun-
makta iken bir noktadan başına güneş ışıkları ge-
lince oraya bakar ve hüdhüdün yerinde olmadığını
farkeder. Yapılan soruşturmada kuşların yönetici-
si olan akbaba onu bir yere göndermediğini söyle-
yince Hazreti Süleyman öfkelenir, hüdhüdü mutla-
ka cezalandıracağını veya öldüreceğini bildirir ve
kuşların efendisi kartala hüdhüdü bulmasını em-
reder. Kartal havada Yemen’den dönen hüdhüdle
karşılaşır; beraberce Hazreti Süleyman’ın huzuru-
na gelirler. Hz. Süleyman hüdhüdün Belkıs’a dair
anlattıklarını dinledikten sonra bir mektup vere-
rek onu Sebeliler’e gönderir…
“İslâmî Literatürde Hüdhüd ; Hazreti Süleyman Beytü’l-makdis’in yapımını tamamladıktan sonra insan, cin, şeytan, kuş ve vahşi hayvanlardan bir ordu toplayarak önce Mescid-i Harâm’a, oradan da Yemen’e gitmek üzere yola çıkar.”
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba58 59
KÜLTÜR Cemil GÜLSEREN
Caminin elli metrekarelik bir salonu kitap-
lık olarak tanzim edilmiştir. 1980 yılında
cevizden yapılmış dolaplar on yıl önce-
den toplanan kitaplarla doldurulmuş. Beldedeki
öğretmenlerinin verdiği kitaplarla başlanan bu
çalışma vasiyet yoluyla bağışlanan bilhassa el
yazması Osmanlıca kitaplarla çoğaltılmış. Yö-
remizde yakın zamana kadar büyüklerimiz ca-
milere halı ve eski kitaplarını bağışlamaktaydı.
Şimdi bağışlanacak ne halı var ne de kitap. Ne
oldu derseniz, hepsi makine halısı oldu. Kitaplar
derseniz gani lakin okuyucu azaldı. Daha sonra
kurumsal yayınların da getirilmesiyle hem tür
hem sayıca zenginleştirilmiştir. Güncel yayın-
lar, edebî türler, dinî seriler, Kur’an ve tefsirler,
hadis külliyatları, siyer-i nebiler ve bilumum
tarihî kitaplar okuyucularını beklemektedir. Bu
kütüphaneyi tanıtan bir yazı yazmak niyetiyle
1995 yılında kitapları yakından inceleme fırsatı
bulmuştum. Maalesef başı ve sonu hayli eksik
ortasından sadece on altı sayfa kalmış bir yaz-
maya rastladım. Bu çalışmayı Somuncu Baba
Dergisinin 5. sayısında tanıtmıştım. Burada
da bir nebze dile getireceğim bir kaç konu ve
birkaç örnek beyit aktarmak istiyorum. Evvela
bu yazmanın dil özelliklerinden ve söz varlığın-
dan anladığımız kadarıyla eser nerede ise Şeyh
Abdurraman Erzincanî Hazretleri’nin çağına
tekabül ediyor. 15-16. yüzyıl dil özelliği taşıdı-
ğına kanaat getirdiğim bu eser bir ‘nasihatna-
me’. Eskilerin pend-name de dedikleri tasavvuf
çevrelerinde ‘Âdab’ tarzı bir eser: Memleketin
büyükleri sohbete ve nasihate çok yatkın insan-
lardı. Âşık Kirazî söylemiş. Görelim ne söylemiş:
Mülayim esnafı hoştur pazarı
Erzincanî, Medişeyh yapmış nazarı
Çoktur paşası, ozanı, yazarı
Darende’nin sohbetleri hoş olur.
Söz söylenir, yerde kalmazdı. Sözü dinleyen
de tutardı. Tek tesellimiz şu atasözüdür: “Göl
dibinden su eksik olmaz.” Beldemiz büyükleri
hatırlayacaktır. 1980’li yıllara kadar eski yazılı
kitaptan okuma geleneği, ilahî yazma ve okuma
geleneği hâlâ yaşıyordu. Bu yöre bütün çevre
köylerce şöyle bilinir: Okumuşu çok, namaz kıl-
maya ve kıldırmaya meyyal insanlardır. Seyyar
satıcılığın yani çerçiciliğin bir kolu da yine seyyar
kitap satmak değil mi? Bunun da temsilcileri bu
civarın insanlarıdır. Ulupınar, Yenice, Karaoğuz
köylerinden çıkıp da büyük şehirlerimizde kitap-
çılıkta zirve yapan hemşerilerimizi herkes bilir.
Bu memleketin insanı kitabı okur, kitabı satar,
kitabı yayınlar, kitaplığı kurar ve korur. Bu kita-
ba yakınlık ve yatkınlık bizim insanımızın dünya
görüşünün, hayat tarzının bir gereği ve dahi ge-
leneğidir. Osmanlı döneminden beri kış gecele-
ri okunan cenkler, mesneviler, gazavatnameler
bugünlerin habercisi olmuştur. Abdurrahman
Erzincanî Hazretleri’nin kendi eserleri, evladı-
nın eserleri dışında bu bağlamda Darendeli mü-
elliflerden Hayret Mehmet Efendi’yi, Süleyman
Penahî’yi, Bakaî’yi anmadan geçemeyeceğim.
Elimizdeki yazma toplam 230 beyittir. Şimdi
adı geçen eserden bazı konu başlıkları içerisin-
den seçme beyitler aldık:
Davetle İlgili
Kiçi kardaşı kıgırıp ulusın komayalarDahi oglın davet idüp atasın komayalar
Evde konuk varken hiç kimse döğmeyelerKakıyup hiç kimseye yüzin gözin eğmeyeler
İlla şol fısk u fücur olan yire varmayalarHem bahıl olan kişinin yimegin yimeyeler
Ger bahılın yimegin yirse kişi renc olurDahı cömerd yimegin yiyen şifalar bula dir
“Elimizdeki yazma toplam 230 beyittir. Şimdi adı geçen eserden bazı konu başlıkları içerisinden seçme beyitler aldık.”
Şeyh Abdurrahman ErzincanîCamii Kütüphanesi’ndeki
Bir Eserin Hatırlattıkları
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba60 61
Davete varan evinde yidügi gibi yiyeOl hıyânet dürdimiş ya az ya çok yiye
Otuz Dokuzuncu Bab: Konşuluk Hakkında Beyan İder
Kişiye konşı gerek evvel dahi ev almadınGitmeye yolcı hem dahi yoldaş bulmadın
Bir cemaatda eger bir salih ve mümin olaYa müsafir gideriken yolı ugrayup gele
Ol azizin hürmetine hak taala gör niderOl cemaat üzerinden yüz belâyı def’ ider.
Sünnet oldur konşıya ikram izzet idelerKır eve varınca konşı hakkını gözedeler
Konşı oldur konşıincindügiyire varmayaDahi konşının itin dahi tavarınurmaya
Bir kişi nâ-hakkyire ger konşısınıincidürŞöyle bil kim ol kişi hak hazretini incidür
Konşıya tanışmayınca konşı evin satmayaHem ev üstine havale eyleyüp ev yapmaya
Konşıya bir nesne hacet olsa ödünç virelerKonşı evden gitse evin gözedeler göreler
Su gibi tuz gibi hacet olanı men’ itmeyeKonşıgeldügingöricekkapuyı berkitmeye
20. Yüzyılın Büyük Mutasavvıfı Osman Hulûsi Efendi de Buyuruyor ki:
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin komşu hakları ve komşulara karşı nasıl davranmamız gerektiği hususunda bir hutbesinde şöyle buyu-ruyor: -Yukarıdaki ‘komşuluk’ bahsi ile karşılaş-tırmanız açısından aynen aktarıyorum-
“…Aziz mü’minler! Allah ve Rasûl’ünün kom-şuluk haklarıyla ilgili emir ve tavsiyelerini sun-maya çalıştım. Eğer komşularınıza karşı kötü hareketlerde bulunmuş iseniz, hemen onlarla helâlleşiniz. Elinizle, dilinizle komşularınızı ra-hatsız etmeyiniz. Şahsî menfaatleriniz için kom-şuluk haklarını çiğnemeyiniz. Onların namus ve şerefini kendi namus ve şerefiniz gibi mukaddes tanıyınız. Onları, kendinizden zulüm ve şer gel-meyeceğine inandırınız. Aynı mahallede, hatta apartmanda oturduğu halde komşusunu tanı-mamak Müslümana yakışmaz. Bunun için şun-lara dikkat et: Komşun fukara ise elinden geldi-ği kadar ona yardım et. Hasta olursa ziyaretine git, kederlendiğinde onu teselli et. Ölürse cena-zesinde bulun. Eğer bunları yaparsanız, Allah ve Rasûlü’nün himayesine mazhar olursunuz. On-ları memnun et ki, Allah da senden râzı olsun.” (Hutbeler, s. 91)
Kırk İkinci Bab: Oğul Üzerinde Ananın ve Atanın Hakkunı Beyan İder
Ata ana hakkı oğul üzerinde çokdururLakin atalarda analar hakkı artukdurur
Ata ana üzerinde katı söz söylemeyeHatırına tokunup gönlün melül eylemeye
Hem oğul atasını anasını terk itmeyeOnları koyup dahi hacca gazaya gitmeye
Ka’beye varmak sevabı andan evveli olmayaAta ana hizmetinden dahi a’lâ olmaya
Hem atasını agırlaya önünce gitmeyeDahi ta’zim ide önünde imamet itmeye
Bugün kaynağı, Kur’an ve Sünnet olan Müs-lümanlığa ne kadar çok ihtiyacımız var oysa. Her sözün ve davranışın Kur’an’a ve Sünne-te bağlı olması halinde farklı farklı sapık, batıl gruplar etkili olamayacaktır. Aksi halde yaşadı-ğımız kötü örneklere hep rastlayacağız. Hulûsi Efendi bunları ‘Yol Kesiciler’ olarak vasıflandır-makta ve şöyle demektedir:
Nice kutta-i tarik mürşitlik eyler iddiaMüddeiler çoğalıp hep resm ü âdetler gelir
Hükm-i Kur’ana uyup sünnete kılmaz ittibaKendi butlanından uydurma dalâletler gelir.
Nasıl edeb, nasıl ahlak? Elbette Kur’an ahla-kı, Kur’an terbiyesi. Öncelenen makam, mansıb, koltuk ve benlik, bencillik ötelenmedikçe ah-lakla, edeble bezenmiş olamayız. Hulûsi Efendi Hazretleri’nin beklentisi de bu yönde:
Doğruluk kârın olsun, vefâ şiârın olsun Sadakatte vefâda örnek insan ol örnek.
Evet, Hulûsi Efendi Hazretleri kendi memle-ketine hizmet etmesini hemşehrilerine, dostla-rına hep öğütlemiştir. En iyi örnek de kendisi ol-muştur. Memleketin imarına destek için, eğitim için, okullar için bizzat öncülük etmiş. En önde yer almıştır. Balaban’daki cami ve müştemila-tının yapılması için Zonguldak’ta yaşayan Ba-labanlı Davut Ömer, Hamza Seher ve Araboğlu Hasan Efendilere yazdığı manzum mektuptan birkaç beyti aktaralım:
…Nice erbab-ı kerem sa’y ü beliğ Ederek kadrini kıldı terfi’…Ne güzel her yanı tamir oldu Benzeyip cennete tenvir oldu.Zayi olmaz ebedi hizmet olur Bâis-i devlet olur rahmet olur.Sizden akdem gider olur rahmet Ne saadet ü ne devlet elbetBâkî hürmetle muhabbetle selam Eylerik çokça dua hatm-i kelâm.
Zaman zaman mektuplarında ufak sitemler de etmiştir. Ufak tefek sıkıntılara katlanmak ge-rekirken, diyar-ı gurbete gidenlere şöyle sitem-de de bulunmuştur:
Mihnetlere etmedin tahammül Gurbetlere eyledin tenezzül.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Müte-velli Heyeti Başkanı Sayın Hamid Hamideddin Ateş Efendi’nin bu programın ruhuna uygun ifa-deleriyle sözlerimi tamamlamak istiyorum:
“…Büyükleri anmanın, hatırlamanın, hatıra-larını yad etmenin kendi hayatımız ve toplum hayatı için ne denli önemli, elzem olduğunu belirtmek isterim. Bu bakımdan büyüklerimizin yolundan yürüyüp, onların yaşama biçimlerini, düşünce ve felsefelerini kendimize ana düstur edinerek Allah’ın ve Rasûlü’nün yolunda yürü-yen bahtiyarlardan olalım. Allah için insanlığa hizmet etmek; onlara faydalı olmak, büyüklerin izinden, yolundan gitmek, öğütlerine kulak ver-mek ve onları örnek almak, kültürümüzü, gele-nek ve göreneklerimizi güzel bir biçimde işle-mek ve yeni nesillere aktarabilmektir.”
Ne denir bu güzel dilek ve düşüncelere? An-cak, eyvallah.
Ardında güzel bir ad bırakıp gidenlere ne mut-lu. Hayırlı eserleri ihya edenlere ne mutlu. Bu şirin Balaban’ı şenlendirenlere, buraya hizmet edenle-re, mâmur kılanlara ve yaşatanlara ne mutlu.
Kaynakça
*Dr. Cemil GÜLSEREN
Cengiz,M.Ali, Fermanlı Kent Balaban, 2004, Malatya.
Gülseren, Mehmet vd., Malatyalı Gönül Sultanları, 1991, An-kara.
Kesenceli, Resul, Veliler ve Hükümdarlar, Nasihat Yayınları, 2013, Ankara.
Kültür Armağanı, II. Darende Somuncu Baba ve Hulûsi Efen-di Kültür etkinlikleri, Somuncu Baba Araştırma ve Kültür Merkezi yayınları, 2002, Ankara.
Hulûsi Efendi Güldestesi, III. Darende Somuncu baba ve Hulûsi Efendi Kültür Etkinlikleri, -21 Haziran 2003-2003, Ankara.
Hulûsi Efendi Kültür Armağanı, 4. Darende Somuncu baba ve Hulûsi Efendi Kültür Etkinlikleri, 2004, Ankara.
Oymak, İskender, Malatya ve Çevresinde Ziyaret ve Ziyaret Yerleri, Kubbealtı Yayıncılık, 2002, Malatya.
Öztürk, İsmail, Darende Tarihi, 1962, Düzce.
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba62 63
EDEBİYAT Bilal KEMİKLİ*
“Yûnus’un üzerinde durduğu temel konulardan biri gönüldür. Nedir gönül?
Gönül, candır. Gönül, kalptir. Gönül, aşk kitabının yazıldığı mahaldir.”
Yûnus kaos ortamında yere düşen ve pa-ram parça, tuz buz olan gönül aynasını, düştüğü o yerden alarak yukarıya, asıl
olması gereken yere getirmeye çalıştı. Onun Dîvânı baştan sona, bu yüce gâyenin destânıdır. O, Haçlı bağnazlığı ve Moğol barbarlığına karşı, metafizik kaygıları dirilterek mukâvemet edile-ceğini biliyordu. Çünkü bağnazlığın da barbarlı-ğın da tek amacı vardır; hedef aldığı topluluğun değerlerini ve güvenini yok etmek. Metafizik mukâvemet, değerleri canlı tutmayı, insanın kendisini gerçekleştirmesini, varlığı ve âlemi daha sağlıklı anlamayı ve dolayısıyla güveni tak-viye eder. Bu bakımdan Yûnus, muhâtaplarına kendi kendilerini tanımalarını önerdi. İnsanın kendisinin farkına varması, içinde yaşadığımız çağın da temel sorunlarından biridir. Şairimiz, içinde yaşadığı dönemden ilham alarak onlara seslense de, aslında hepimize sesleniyor; “Bir yüreğiniz var, ona sahip olun!”
Evet, Yûnus’un üzerinde durduğu temel ko-nulardan biri gönüldür. Nedir gönül? Gönül, candır. Gönül, kalptir. Gönül, aşk kitabının yazıl-dığı mahaldir. Gönül, aşka dair bütün tecellîlerin ve ilhamların yazıldığı büyük bir kitaptır. Gö-nül, yegâne sığınaktır. En önemlisi, Hakk’ın nazargâhıdır; Kâbe’dir, gönül…
Gönlün pek çok tanımı, pek çok açılımı var. Yûnus bu kelimeyi öylesine geniş anlamlarda kullanıyor ki, sadece bu kelimeden yola çıkarak onun düşünce iklimini tasvir etmek mümkündür. Şu kadarını söyleyelim; öncelikle, insanın kendi farkına varması, kendini tanıması, kendini tasfi-ye etmesi, kendini arındırması, kendine hoş bir nazarla bakması gerekiyor. Zira “Kendini bilen, Rabb’ini bilir!” işte bütün bu bilme faaliyetleri, Yûnus’a göre, gönülde tecellî ediyor. Onun, “Bir ben vardır bende benden içeri” dediği de bu.
Yûnus’un üzerinde durduğu konu, gönlün arındırılması, saflaştırılması, otantik mâhiyetine ulaştırılmasıdır. “Hak sarayı olan” gönlü, Hakk’a yakışır bir düzen içerisinde, tertemiz ve derli toplu bir hale getirmek gerek. İnsanın kendisiy-le barışıdır bu... İnsanın kendini kabulü.
Sadece kendi gönlünün farkına varması, kendisiyle barışması ve kendisini kabûlü de yetmiyor. Peki, ne yapmak lazım? Gönül sahibi insanlara hürmet etmek, onlara saygılı olmak, onların hak ve hukûkunu gözetmek, onlarla ba-rışık olmak gerek. Darb-ı mesel haline gelmiş olan şu beyti hepimiz hatırlarız:
Bir kez gönül yıkdın ise bu kıldığın namaz değilYetmiş iki millet dahı elin yüzün yumaz değil
İşte Yûnus’un hümanizması da burada başlı-yor. Kendine saygı, insana saygı, doğaya saygı... Bu bir süreçtir; yaratılanı Yaratan’dan ötürü hoş görme süreci.
Gönül farkındalığı, bir gönüle girmekle kaza-nılır. Çünkü süreç, tek başına tamamlanan bir hâdise değil, birlikte değişip dönüşmek, birlikte bu içinde yaşanılan kaosu kosmosa tebdîl et-mek gerek. Hanı eskiler derler ya, “Evvel refîk sümme’t-tarîk/Önce yol arkadaşı, sonra yol...” Tek başına yol olmuyor. Tek başına bir medeni-yet inşâ ve ihyâ edilmiyor. Bu sebepten diyor ki: Bir gönüle gir. Bir gönülü ziyaret et. Bir gönülle dost ol.
Yûnus Emre dir hoca gerekse var bin haccaHepisinden eyice bir gönüle girmekdir...Düriş kazan ye yedir bir gönül ele getirYüz Ka’beden yigrekdir bir gönül ziyâreti
İşte Yûnus’un düşünce dünyasının temeli bu; dost olmak, dost kalmak, dost kazanmak... Onun mefkûresi, bu dostluk halkasını genişlete-rek temelde insanın saâdetini esas alan bir me-deniyete yeniden hayat vermektir. Sizler, onun aziz hâtırası önünde bir araya gelerek, bu yüce ülküye katılmış, dost olmayı, dostça kalmayı esas almış oluyorsunuz. Sizler Yûnus’un dostla-rı... Sizleri saygı ve hürmetle selamlıyorum. Hoş kalın, hoşça kalın.
Kaynakça
* Prof. Dr. Bilal KEMİKLİ
Bu metin, Gönen Kaymakamlığı’nın 26.06.2004 tarihinde dü-zenlediği XIII. Yûnus Emre ve Aşure Şenlikleri dolayısıyla konferans olarak sunulmuştur.
Yûnus veGönül
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba64 65
“Sarı Selim” diye de bilinen II. Selim, Kanûnî
Sultan Süleyman’ın oğludur. Annesi ise Hürrem
Sultan’dır. Babasının vefatından sonra 1566’da
11. Osmanlı padişahı olarak tahta çıkmış ve ve-
fatına kadar sekiz yıl sultanlık yapmıştır.
II. Selim de her Osmanlı şehzadesi gibi iyi bir
eğitim gördü. Daha sonra Konya Sancakbey-
liği’ne tayin edildi. Manisa ve Kütahya’da san-
cakbeyliği yaptı. Babası Kanûnî Sultan Süley-
man’ın ölüm haberi üzerine İstanbul’a gelerek,
30 Eylül 1566 günü 42 yaşında iken tahta geçti.
Kanûnî gibi bir cihan padişahından sonra
geldiği için onun devrinde aynı yükselme se-
viyesi devam etti. Fakat bu başarıda Sokullu
Mehmed Paşa gibi devrin büyük devlet adam-
larının, Ebussuud Efendi gibi âlimlerin, Yahya
Efendi gibi irfan büyüklerinin, Mimar Sinan gibi
usta sanatkârların paylarının büyük olduğu da
burada söylenmelidir. İşte böylesi bir dönem-
de Avusturya ile Edirne Anlaşması imzalandı.
İran ile münasebetler iyi bir şekilde devam etti.
Yemen’de sükûnet sağlandı. Açe Sultanlığı’na
yardım için bir donanma gönderildi ve burada-
ki tehdit sona erdirildi. Kırım Hanı’na yardım
ederek Rus yayılmacılığını frenledi. Tunus fet-
hedildi. Kıbrıs Osmanlı topraklarına katıldı. Bü-
tün bunlar, II. Selim’in başarı hanesine yazılacak
siyasî ve askerî başarılar olarak tarihe geçti.
Onun bu başarı hikâyesine Mekke-i
Mükerreme’nin su yollarını tamir ettirme,
Mescid-i Haram’ın mermer kubbelerini tezyin
ettirmesi ve son olarak da Edirne’de Selimiye
Camii inşa ettirmesini de eklemek gerekir.
Şairliği
II. Selim de pek çok Osmanlı sultanı gibi şair
sultanlar geleneğinin bir halkası oldu. Kaynak-
lar, onun Kütahya’da şehzade vali iken çevresine
yirmi civarında sanat ve bilim adamını toplayıp
onlarla ilim ve sanat sohbetleri yaptığını yazar-
lar. Dolaysıyla o da böyle bir atmosfer içerisin-
de şiirler yazmaya başladı. Şiirlerinde “Selim”,
“Selimî” veya “Talibî” mahlaslarını kullandı.
II. Selim’in bizzat tertip ettiği bir divan veya
divançesi yoktur. Ancak onun şiirleri, bilinme-
yen biri tarafından Millet Kütüphanesi’nde yer
alan bir mecmua içinde bir araya getirilerek bir
tür “divançe” oluşturulmuştur. Bu divançe içeri-
sinde ona ait gazeller, musammatlar, murabba-
lar, kıt’alar yer almaktadır.
Bu şiirlerin her biri edebî açıdan birer kıymet
ifade etmekle birlikte II. Selim denildiğinde akla
hemen gelen şu beytidir:
Biz bülbül-i muhrik-dem-i gülzâr-ı firâkız
Âteş kesilir geçse sabâ gülşenimizden
“Biz ayrılığın gül bahçesinde yakıcı demler
çeken bülbülüz; sabah rüzgârı gül bahçemiz-
den geçse ateş kesilir.” anlamındaki bu beyit,
onun şiirdeki ustalığını göstermek için yeterli
görülmüştür. Bu yüzden bazı yorumcular, baş-
ka hiçbir şey söylemese bile bu beytin onun bir
Divan şairi olarak anılmasına yetip artacağını
söylemişlerdir. Yahya Kemal de bu beyti tazmîn
etmiş ‘Selîm-i Sânî’ye Gazel Sene: 982=1574)
isimli bir gazel yazarak övmüş ve bu beyti Seli-
miye Camii ile eş tutmuştur.
Bir Na’tı
II. Selim’in üzerinde durulacak pek çok şiiri
olmasına rağmen biz bu yazıda onun bir na’tına
dikkat çekmek istiyoruz. Zira onun da diğer Os-
EDEBİYAT Mustafa ÖZÇELİK
“II. Selim’in bizzat tertip ettiği bir divan veya divançesi yoktur. Ancak onun şiirleri, bilinmeyen biri tarafından Millet Kütüphanesi’nde yer alan bir mecmua içinde bir araya getirilerek bir tür ‘divançe’ oluşturulmuştur.”
Zarif Bir Şair Sultan
II. Selim
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba66 67
manlı sultanları gibi Hz. Peygamber (s.a.v.)’e
büyük bir muhabbetle bağlı olduğu bilinmekte-
dir. Evliya Çelebi’ye göre rüyasında Peygamber
Efendimiz’i görmüş ve onun müjdesi üzerine
Sokullu Mehmet Paşa’yı Kıbrıs’ın fethi ile görev-
lendirmiş ve fetih gerçekleştikten sonra da bu
fethin anısına Mimar Sinan’a Edirne`deki muh-
teşem Selimiye Camii’ni yaptırmıştır. Dolayısıy-
la na’tı bu anlamda önemlidir.
Yâ Rasûl-ı müctebâ eyle şefaatle rehâ
Abd-i âciz bir günehkâram gönülde yok sivâ
Eylemiş Allah bu tahtı nasîb ümmetine
Ben günehkâra değil lâyık bu ihsân u atâ
Âcizem pür-asem ü zenb ü pür-ma asidir kulun
Merhamet kılmazsan ey şâh-ı rusûl hâlim fenâ
Lutf ü ihsânından ümmîd kesmezem kim şefkatün
Bu Selimî elbet eyler mevsûl-ı râh-ı Hudâ
Bu naatta, Hz. Peygamber (s.a.v.)’e bağlılık
ve muhabbet anlamında gayet samimi ifade-
ler yer almaktadır. “Ya Rasûlallah, bana şefa-
at eyle. Âciz ve günahkâr bir kulum. Gönlümde
başka şeylerin muhabbeti yoktur. Cenab-ı Hak
hiç layık olmadığım halde saltanatı bu günahkâr
kuluna ihsan eyledi. Oysa ben hatalı, kusurlu
baştanbaşa asi günahkâr bir kulum. Ey Rasûller
şahı, sen merhamet kılmazsan halim fenadır.
Senin lütf u ihsanından hiçbir zaman ümidimi
kesmem. Selimî’yi Huda’nın yoluna kavuştura-
cak olan senin şefaatin olacaktır.”
Diğer Şiirlerinden Örnekler
Bütün Divan şairleri gibi o da şiirlerinde aşk
temasına çok özel bir önem vermiştir. Mesela;
Leylî zülfün sihr-i gamzen akl u cânum aldılar
Eyleyüp mecnûn beni sahrâ-yı aşka saldılar
beyityle başlayan gazeli buna bir örnektir.
Şair, semboller, kullanılan edebî sanatlar ve
anlam dünyası açısından hayli başarılı olan bu
gazelinde “zülüf”, “gamze”, “mecnun” gibi Divan
şiirinde sıkça kullanılan mazmunlardan yararla-
narak aşk anlayışını dile getirmiştir.
Gazelin dışında musammatlar da yazan II.
Selim, bunlardan birinin son bölümünde de aynı
temayı şöyle dile getirir:
Hâlümi bilmez benüm pes n’eylesün ana habîb
Bilmeyince hastenün derdin ilac itmez tabib
Yoġ-ımış dermân ezelden derd imiş ana nasib
Nice arz idem ana hâlüm Selîmî ben garib
Söylemek kasd itdügümce yāre derd-i hasretüm
Ağlamak tutar beni güftâra kalmaz kudretüm
“Ben ki Allah’ın gölgesi; şüphesiz onun tak-
diriyle padişah oldum. Ey Selimî! Mademki taç
ve taht sana kolaylıkla nasip oldu, onun tarihi-
ni ‘zıll-ı ilâheş/Allah’ının gölgesi’ dedim.” anla-
mındaki şukıt’ası ise yeryüzünde bir sultan/kul
olarak kendisini nasıl bir misyonda gördüğünü
ifade eder:
Men ki bûdem sâye-i Perverdigâr
Pâdişâh-ı dâd-ı Hakbî-iştibâh
Çün müyesser şod Selîmî tâc u taht
Kerdeem târîheş ez-zıll-ı İlâh
Sonuç olarak, II. Selim de Sultan Süleyman
Han gibi şair bir babanın oğlu olarak şehza-
delik döneminde etrafına topladığı âlim ve
sanatkârlar çevresinde sürekli şiirle iç içe ol-
muş, bu durum onun da şiirler söylemesini sağ-
lamış ve adı şair sultanlar arasında yer almış-
tır. Onun bir sultan olarak gösterdiği askerî ve
siyasî başarılarının yanında bu yönüyle de ele
alınması gerekmektedir.
Kaynakça
Beyhan Kesik, Selimî (II. Selîm) Divançesi, Ankara, 2012
Halûk İpekten, Divan Edebiyatında Edebî Muhitler, İstanbul, 1996
Mustafa İsen - A. Fuat Bilkan, Sultan Şairler. Ankara, 1997
Turnalar göç eder bizim illerde,Şimdi bağ bozumu zamanı dağlar.Bir garip şairim gurbet ellerde,Gitmiyor başımın dumanı dağlar.
Gözümün yaşları Ergene Suyu,Yaralı yüreğim Edremit Koyu,Şahidim yıldızlar bir ömür boyu,Dinmiyor gönlümün amanı dağlar.
İçli bir nağmeyim sazın telinde,Yanık bir türküyüm sıla yolunda,Bülbüller öterken gülün dalında,Rüzgârlar ruhumun kemanı dağlar.
Yıllardır derdimi dökmüşüm sana,Armağan bıraktın hasreti bana,Ne varsa çektirdi çileden yana,Kalmamış o yârin imanı dağlar.
Nedim’i, bu hale efkâr düşürdü,Aşkın ateşine saldı pişirdi,Bir çift selam ile dağdan aşırdı,Bitmiyor yolların gümanı dağlar.
Dr. Nedim UÇAR
Bağ Bozumu
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba68 69
EDEBİYAT Vedat Ali TOK
“Berceste” dilimize Farsçadan geçmiş bir
kelimedir. Sağlam ve latif, seçme, seçilmiş,
zahmetsizce hatıra geliveren, fakat yüksek bir
mana taşıyan mısra şeklinde tanımlanır sözlük-
lerde.
Edebiyatta ise bir şiirin içinde çok dikkat çe-
ken, hafızalarda çabuk yer eden, çabuk ezber-
lenen, deyimler ve atasözleri gibi dilden dile
dolaşır nitelikteki mısralara “mısra-ı berceste”,
bu özellikleri taşıyan beyitlere “beyt-i berces-
te” denmiştir. Klasik edebiyatımızda “berceste”
sözü ile güzellerin tavsifinin yapıldığı da olmuş-
tur:
Tanzîr olunsa matla’-ı garrâ-yı ebruvân
Müjgânı saff-ı mısra’-ı berceste gösterür
Esrar Dede
Yukarıdaki beyitte sevgilinin kaşları güzel bir
matla’a (gazel, kaside gibi şiirlerin ilk beyti), kir-
pikleri ise berceste mısraya benzetilmiş.
Dîvân edebiyatında güzel ve eşsiz bir kasîde,
gazel ya da başka şiirler için de “şiir-i berces-
te” terimi kullanılmıştır. Güzel ve eşsiz fikirlere
“fikr-i berceste” denmiştir. Şairler berceste sö-
zünü daha çok “seçilmiş, sıçramış, benzerlerin-
den ve emsallerinden ayrılmış” anlamlarını dü-
şünüp bercestenin peşine düşmüşlerdir. Böyle-
ce yüzlerce şair yapıyla, hacimle öğünmektense
tek bir şiir, bir beyit, hatta tek bir mısraa sözün
kuvvet ve ahengini verip hafızalarda, gönüller-
de taht kurmayı hedeflemişler. Koca Ragıp Paşa
ne güzel söylemiş: “Eğer maksûd eserse mısra-ı
berceste kâfidir./Eğer maksat eser vermek,
eser bırakmak ise mısra-ı berceste yeterlidir.”
Zaten edebiyat tarihimize baktığımızda nice
şairin sadece yaşadığı dönemde duyulduğu-
nu zaman içinde kaybolup gittiğini görüyoruz.
Ciltlerce mısralar yazan nice müteşairin bir tek
mısraını gönül gülistanımıza alamıyorsak bu,
onların şiir vadisinde boş, hoyrat ve şaşkın bir
şekilde dolaştıklarını gösterir.
Şiirin az sözle çok ve güzel anlamlar ifade
etme sanatı olduğunu bilen şairler bu gayretle
yazdıkları eserlerle başarıya ulaşabilmişlerdir.
Bir kısım şairler, şiirlerinin çokluğu ile övü-
nürler. Hâlbuki “çokluk” şiirin tabiatına aykırıdır.
Meşhur şairimiz Ziya Paşa, Divan şairi Sabrî’den
şöyle bahseder:
Eş’ârı latîflîk azdı
Bir berceste kasîde yazdı
(Şiirleri çok latif fakat azdı. Berceste bir ka-
side yazdı.)
“Şiir için elbette sadece bilgi ve kültür yetmez. Duygu ve hayal zenginliği, yeni buluşlar, yeni söyleyişler, kelimelere
şairane anlamlar yükleyebilme gibi sayılamayacak daha nice hüner ve kabiliyeti olmalı şairin…”
“Dîvân edebiyatında güzel ve eşsiz bir kasîde, gazel ya da başka şiirler için de ‘şiir-i berceste’
terimi kullanılmıştır.”
“Berceste”Üzerine
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba70 71
Günümüz insanı “Bahâyî” ismini belki hiç bil-
mez, onun yüzlerce beytini ama birine kızdığı
zaman onun: “Dahleden dinimize bari Müselman
olsa.” mısra-ı bercestesini ezbere söyler. Koca
Ragıp Paşa’yı tanımasa da “Şecaat arz ederken
merd-i kıbtî sirkatin söyler.” mısraını bir atasözü
gibi nesilden nesile ulaştırır.
Dikkat edilirse yukarıdaki iki mısrada da bir
söyleyiş rahatlığının yanı sıra, estetik bir kaide
üzerine oturtulmuş sağlam bir yapı vardır.
Peki, nedir bercesteye ulaşmanın sırrı? Bu
soruya kesin bir cevap vermek imkânsızdır. Bu-
nun zorluğunu bilen Necatî:
Herbir kişinün murâdı üzre
Her beytde bir zarâfet itmek
Âsân değül a benüm efendim
Dünyâyı bütün ziyâfet itmek
(Herkesin beğeneceği nitelikte bir şiir yaz-
mak kolay değil, dünyadaki bütün insanlara zi-
yafet çekmenini kolay olmadığı gibi.) diyor.
Bâkî ise şiiri, sözü cevhere benzeterek bu
cevherin kıymetini de ancak bilgili insanların
bileceğine işaret ediyor: “Söz güherdür ne bilür
kadrini nâdân güherin.”
Şiirde sözün, sözde mana ve estetiğin güzel
olmasına dikkat çeken usta şairler, bu konuyla
ilgili olarak epeyce fikir serd etmişlerdir. Mesela
Fuzulî:
Eylesen tûtîyeta’lîm-i edâ-yı kelimât
Sözü insan olur ammâ özü insan olmaz
derken aslında, şairin, geniş anlamda insanın
bir sözü söylerken manasını, maksadını göz ardı
etmemesini istiyor. Yoksa bunun, papağanın ko-
nuşmasından farklı olmayacağını söylüyor.
Kimi şairler, şiirin güzelini anlaşılır olmasına
bağlamışlar. Nâbî:
Ey şi’r meyânında satan lafz-ı garîbi
Dîvân-ı gazel nüsha-i kâmûs değildür
beyitiyle şiir dilinin sade, anlaşılır, tekellüfsüz
olması gerektiğini savunuyor.
Her şair bir iddia ve ideal ile çıkar yola fakat
onun hakkında en iyi kararı “zaman” denen mü-
nekkit verir. Her sanatkâr bilir ki zamana mu-
kavemet ettiği müddetçe yaşar. O halde bütün
zamanlarda insanlığın değer verdiği ölçüler iyi
tanınmalıdır.
Buna (ve bana) göre şiirde hikmet olmalı,
mana olmalı, estetik olmalı, his olmalı, musıkî
olmalı… Şair kelimeleri seçerken herkesin an-
ladığı fakat şiire, kulağa hoş gelenini tercih
etmeli. Kelimelere yeni anlamlar yüklemesini
bilmeli. Aceleci olmamalı. Şiiri bekletmeli, şiirin
olgunlaşmasını beklemeli. Gerçek şair taklitçi-
likten ve başkalarının şiirini çalmaktan uzaktır.
Kendinden önce söyleneni tekrar eden taklit-
çilikten ileri gidemez. Hiç kimse de aslı bırakıp
taklidin peşine gitmez. Söz az ve ağır söylenme-
li Nedim’in dediği gibi:
Sözü az söyle ağır söyle Nedîmâ ki sühân
Zer gibi sayılı gevher gibi sencîde gerek
Çünkü söz altın gibi değerli, cevher gibi ölçü-
lü, tartılı olmalıdır.
Şeyh Galip:
Olur ne mısra-ı bercestelerde sekte bedîd
O dem ki nabz-ı sühân dest-i intihâba gelür
(Sözün nabzı seçme eline gelince ne güzel
berceste mısralarda, ne sekteler meydana ge-
lir.) derken belki de iyi bir münekkidin şaire ve
şiire güzel bir yol göstereceğine ve berceste
mısraların da ancak bu yolla çıkabileceğine işa-
ret ediyor.
Berceste bir mısraı yakalamak zordur. Sâkıb
mahlaslı şair mısra-ı bercesteyi bir ava benze-
terek onu güçlü bir hayal oku ile yakaladığını
söylüyor.
Tîr-i hayâli kavs-sıfat der-ber eyledük
Sâkıb şikâr-ı mısra-ı berceste eyledük
Şiirin ve şairin dili farklıdır. Bu hususta Yeni-
şehirli Avnî’nin şu beyti dikkate değer:
Söz yok Güher-i elsine-i âleme ammâ
Ey hâce lisân-ı şuarâ başka lisandır
(Ey efendi, dünya dillerinin cevherine söz yok
ama şairlerin dili başka dildir.)
Dikkat edilirse şimdiye kadar şiir adına güzel
olan örnekleri hep Divan şairlerinden verdim.
Şair Eşref diyor ki:
Eski eş’ârda dürbîn ile ma’nâ ile görülür
Yeni eş’ârda ma’nâ gibi külfet yokdur
Yani eski şiirde bir anlam inceliği vardır. Sı-
radan bir okuma ile bu anlam inceliğini keşfe-
demezsiniz. Yeni şiirde ise mana aramak gibi
bir külfet(!) yoktur. Yeni şiirde anlatılmak iste-
nen şeyi hiç düşünmeden, kafa yormadan da bir
okuyuşta anlarsınız.
Bunu örnek verirken yeni şiirler anlamsız-
dır, demek istemiyorum. Ancak şiirin nesirden
ayrılan bir yönünün olduğunu, sıradan sözlerin
şiirin içinde yer alamayacağını, kullanılan bir
kelimenin diğer kelime, kelime gurupları, de-
yimlerle mutlaka bir anlam ilgisi içinde olması
gerektiğini söylüyorum. Görünen anlamın dışın-
da, bir derinlik kazandırılması gerekir kelimele-
re. Bu da kolay iş değil tabii. Aslında şiir yazmak
kolay değildir. Belirli bir kültür birikimine, şiir
bilgisine, edebiyat ilmine vâkıf olmayanın yazdı-
ğı şeyler ne kadar şiir olabilir ki? Eski şairleri bu
yüzden örnek gösteriyorum çünkü hemen hepsi
bu ilimleri tahsil edip sonra yazmışlardır. Dünya
çapında bir şair olan Fuzûlî boşuna: “İlimsiz şiir,
esası yok duvar gibi olur ve esassız duvar gâyet
de bî-itibâr olur.” dememiştir.
Şiir için elbette sadece bilgi ve kültür yet-
mez. Duygu ve hayal zenginliği, yeni buluşlar,
yeni söyleyişler, kelimelere şairane anlamlar
yükleyebilme gibi sayılamayacak daha nice hü-
ner ve kabiliyeti olmalı şairin…
Cümlelerin mısra mısra, alt alta yazılmasıyla
da olmaz şiir. Anlamın hiçe sayılıp sadece ölçü
ve kafiyeye önem vermekle de şiir yazılamaz.
Şaheser nitelikli eserler bol bol okunup incelen-
meli. Bu, taklit için değil bilgi için olmalı. Sonra
onlardan farklı ve daha güzelini yazmanın yolla-
rı aranmalı. Bilgisine güvenilen insanların eleş-
tirilerine başvurulmalı. Ve şiir, gönül potasında
yoğrulup öyle sunulmalı okura vesselam.
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba72 73
Ulusal yayınlardan olan Akşam Gazetesi’nin 19 Haziran 1974 tarihli nüshasındaki Seyhun Güleç’in kaleme aldığı yazısı, Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.)’nin kütüphanesi ve kitaplara olan sevgisiyle ilgili olarak 3 Kasım 1972 tari-hinde yine ulusal neşriyat mecralarından Hür-riyet Gazetesi’nde çıkan haber ve fotoğrafta Hazret “20. Asrın Filozofu” olarak takdim edi-len haber, 11 Mart 1986 tarihinde Hulûsi Efendi (k.s.)’nin Hızır Acil Servis Ambulansı’nın alımı için Sağlık Bakanı Mehmet Aydın’a takdim ettiği çekle ilgili Milliyet Gazetesi’nin haberi…
22 Temmuz 1963 tarihli Gayret Gazetesi’nde Dr. Ziya Oykut’un kaleme aldığı “Yeşili Getiren Kişi” başlıklı yazısından bir bölümü sizlerle paylaşalım:
“Yıkık minareler arasından geçen yol, yem-yeşil Ziyaret Semti, Somuncu Baba’nın makamı-nı yalayıp gelen Tohma, sanki secdede gibidir. Sultan Orhan Çağı’nın Bursa’sından, yeşili hey-besine doldurup getirmiştir Somuncu Baba... Benzerlik oradan gelir. Darende’de Bursa ye-şili böylece göverir... Amma Zaviye semtinde Darende’nin bugün hâlâ yaşamaktadır, bir baş-ka Somuncu Baba... Gönlü yeşil eri, yaratıcı, be-zeyici inancı ile Hulûsi Efendi… İleri Hoca... Za-viye Mahallesi, Somuncu Baba’nın yattığı yer... Yaşadığı yerse, türlü görünüşlü cümle yeşiller. Doğa ile insanın anlaştığı huzur köşesi, insan-lardan ürkmeyen balıklar; Somuncu Baba’nın tükenmez lokmasının bereketi... Hacı Bayram çağı ahileri gözümde şekillenir. Sivaslı Karınca-lar, yoksul halkımla insanca ve kardeşçe imece-leşir. Ortak çaba ile bir veren ekin, bin verebi-lir... Hacı Bayram günlerinden arta kalmış son Ahi’dir… Zaviye semtinde Hulûsi Hoca... Sivaslı Karıncalara, Yazma Divanı’ndan şiir ve hikmet şöleni verir etekleri yalayıp geçen Tohma suyu kenarında... Yol boyu yanıp gelen Karıncam, se-rinlenir... Ve hoş güçlenir. Sonra Yeşili Getiren Kişi’nin huzurunda başını koyup Toprak Ana’ya, yaşantının sevinciyle kişileşir... Ne var insandan ileri... Yeşili Getiren Kişi’ye, yeşili sürdürüp götü-renlere Sivaslı Karıncaların yemyeşil ve taptaze yüreğinden selam ve saygıların en kardeşçesi.”
KİTAPLIK
HünkarımYazar: Bahadır YenişehirlioğluTimaş YayınlarıTel: 0 212 511 24 24
Ağustos Melâli Toplu ŞiirlerYazar: Hüsrev HatemiDergah YayınlarıTel: 0 212 518 95 78
Tasavvuf NotlarıYazar: Annemarie SchimmelSufi Kitap Yayınları Tel: 0212 511 24 24
Selahaddin-Şark’ın KartalıYazar: Ali Emre Ketebe YayınlarıTel: 0 212 467 36 00
Haz ve Hız Çağında Genç OlmakYazar: Ayşegül Akakuş AkgünNesil Yayınları Tel: 0 212 551 32 25
Nasihat Yayınları’ndan yepyeni bir eser… Es-
Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri hakkın-
da 1960 yılından itibaren basın mecrasında yer
alan haberler ve yazılar, H. Hulûsi Ateş Şeyhza-
deoğlu Özel Kitaplığı Arşivi ile Es-Seyyid Osman
Hulûsi Efendi Vakfı Arşivi’nde yapılan araştır-
malar “Basında Es-Seyyid
Osman Hulûsi Efendi (k.s.)”
kitap başlığıyla okuyucularıy-
la buluştu.
Yerel ve ulusal çapta ya-
yın yapan gazetelerde, dergi-
lerde ve kitaplarda çıkan Es-
Seyyid Osman Hulûsi Efendi
Hazretleri ile ilgili haber, yazı
ve belgeleri bir kitapta topla-
mak suretiyle o dönemdeki
etkisi açısından tarihe önemli
bir kayıt düşülmüştür. Eserde
ayrıca ilgili haber metinleri-
ne yorumlar yapılarak meselinin daha etraflıca
anlaşılması sağlanmıştır. Böylece Osman Hulûsi
Efendi (k.s.) ile ilgili söz konusu yazılara, konuya
ilgi duyan okur ve araştırmacıların bir bütün ha-
linde ulaşabilmeleri sağlanmıştır.
Araştırmacı-Yazar Musa Tektaş’ın gayretleri
neticesinde ortaya çıkan bu eser, Darende de-
yince ilk akla gelen Somuncu Baba ve Es-Seyyid
Osman Hulûsi Efendi (k.s.)’ye dair araştırma ya-
pacaklar için kaynaklık edebilecek nitelikte bir
çalışmadır. Çünkü ortaya koyulan eser gelecek
nesillerin de faydalanabileceği bir hüviyettedir.
Eserin önsözünde yazar şu ifadelere yer verilmiş: “Bu eseri oluşturan yazılarda, Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri hakkın-da 1960’lı yıllardan itibaren 1990 yılına kadar neşredilen mahallî ve ulusal yayınlarda yer alan haber ve yazılar incelenmiştir. Her konu müsta-
kil bir başlık altında ele alın-mıştır.
Öncelikle tarihî öneme haiz bu basın belgelerindeki metinler okuyucuyla payla-şılmış, konuyu ilgilendiren hatıralar da eklenmek sure-tiyle döneme daha geniş bir zaviyeden bakılmaya çalışıl-mıştır. Basından belgeler sa-dece burada yer alan nüsha-lardan ve vesikalardan ibaret değildir. Yüzlerce basın bel-gesinden seçilen örnekler
burada sunulmuştur.”
Geniş bir araştırma ve güzel bir çalışmanın sonucu olarak ortaya çıkan eserde bulunan bazı konular şunlardır: 1963 yılında Malatya’da Dr. Ziya Oykut imzasıyla neşredilen Darende’nin maddeten ve manen ihyasının Hulûsi Efen-di (k.s.)’nin gayretleriyle olduğunu belirten bir köşe yazısı, Darendeli Şair Şükrü Erdoğan Ulu’nun 1950 yılında yayınlamış olduğu ve Hulûsi Efendi (ks.)’ye geniş bir yer verdiği “Da-rende Şairleri Antolojisi” kitabı, 1963 yılında Darende’de mahallî olarak neşredilen Zengibar Gazetesi’nde yer alan “Hac Hatıraları” yazısı,
KİTAP Yusuf HALICI
BasındaEs-Seyyid Osman
Hulûsi Efendi (k.s.)
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba74 75
Küçük âlem içinde büyük âlem olan ve mü-kemmel yaratılan insan başıboş bırakıl-mamış ve bırakılamazdı da. “İnsan kendi-
sinin başıboş bırakılacağını mı zanneder?”1 Çünkü kâinat düzen içinde kendisine verilen süreyi ta-mamlarken bu yüce insanın bazı sorumluluklar taşıması gerekir. Gerçek sorumluluğu da âhiret inancı olanlar taşıyabilir.
Âhiretin varlığını ispat eden birçok aklî ve naklî delil olmasına rağmen yine de inkâr edenler ola-gelmiştir. Fakat inkârcıların hiçbirinin tatmin edi-ci delilleri olmadığını bu konudaki iddialarının bir kuruntudan ibaret olduğunu şu âyet ortaya koy-maktadır: “Oysa onların (âhirete inanmayanların) bu konuda bir bildikleri yok; sadece zanna uyuyor-lar. Zan ise asla gerçek bilginin yerini tutamaz. İşte bildikleri bu kadardır. Şüphesiz kendi yolundan sa-panı en iyi bilen rabbindir, doğru yolu bulanı da en iyi bilen O’dur.”2
İnsanlığın varlığıyla ortaya çıkan inanç sistem-leri yine onunla da var olagelmiştir. Bu inanç sis-temleri, hak olsun batıl olsun inanılması gereken prensipleri mutlaka içermiştir. Âhiret inancı da bilhassa ilâhî dinlerde önemli bir yer tutmaktadır. İlâhî dinlerden olan Yahudilik ve Hıristiyanlıkta âhiret inancı olmasına rağmen, İslâm’daki kadar açık ve net değildir. İslâm’da ise âhiret inancı ina-nılması gereken üç asıldan (ulûhiyet, nübüvvet ve âhiret) birisidir. Âhiret inancının kişiye sağladığı faydalardan birkaçı üzerinde duralım:
Âhiret İnancının Faydaları
Birinci olarak, âhiret inancı kötülükleri önleyen biricik âmildir. Âhirete inanan kişi her an Allah’ın kendisini gözetlediğini O’ndan hiçbir şeyin gizli kalamayacağını bilir ve bu inancı onun kötülük yapmasına mani olur: “Nerede olursanız olun O si-zinle beraberdir. Allah yaptıklarınızı görmektedir.”3, “Biz ona şah damarından daha yakınız.”4 Her yap-tığı fiilin kontrol edildiğini bilen insan nasıl olur da kötülük yapabilir? İnanan insan yaptığı zerre kadar iyilik ve kötülüğün karşılığını bulacağını bi-lir: “Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu (karşılı-ğını) görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu
(karşılığını) görür.”5 Bu inanca sahip Müslümana
zabıta, polis vb. gerek yoktur. Onun polisi sağında
ve solundadır: “Sizi gözetleyen muhafızlar, değerli
yazıcılar var. Onlar yaptığınız her şeyi biliyorlar.”6
Âhirete inanmayan veya öldükten sonra yap-
tıklarının hesabını vereceğini düşünmeyen kişinin
bu dünyada yapamayacağı kötülük yoktur. Böyle-
leri kanunun olduğu yerde kuzu, olmadığı yerde
aslan kesilirler. Nitekim birçok Avrupa devletinde
mesela geceleyin elektrikler kesildiğinde her ta-
rafın yağmalandığını bilmekteyiz.
İnanan bilmektedir ki, kabre konulduğu zaman
veya ölümden sonraki hayatında kendisine fayda-
sı dokunacak yalnızca amelidir. Malı ve ailesi kab-
ri başından döneceğine göre dünyada öncelikle
mal ve mülkünü değil, kendisini ebedî mutluluğa
götürecek amelini düşünecektir: “Cenazeyi üç şey
takip eder. Bunlardan ikisi geri döner birisi kalır.
Onu ailesi, malı ve ameli takip eder. Ailesi ile malı
geri döner, ameli kalır.”7
İkinci olarak, âhiret inancı kişiye hayatı boyun-
ca karşılaştığı elem ve musibetlere katlanma di-
renci verir. Fani olan bu dünya sevinç ve üzüntü-
lerle doludur. Hiç beklenilmeyen bir anda değerli
bir varlığımızı kaybedebiliriz. İnanan kişi de şunu
bilir ki, veren de alan da O’dur. Onun ilmi dışında
bir yaprak dahi kımıldamaz: “O karada ve denizde
ne varsa bilir; O’nun bilgisi dışında bir yaprak bile
düşmez. O, yerin karanlıklarındaki tek bir taneyi
bile bilir.”8 Olayların Allah’ın gözetiminde olması
bize bir direnç verdiği gibi sabretmemiz netice-
sinde de büyük sevaplara kavuşuruz: “Mü’minin
başına gelen hiçbir şey hatta ayağına batan diken
yoktur ki, Allah onun sebebiyle kendisine bir sevap
yazmasın. Yahut onun sebebiyle kendisinden bir
günah düşülmesin.”9
Âhiret inancına sahip mü’min âhiret nimet-
lerini kazanmak için gerektiğinde en sevdikleri-
ni Allah yolunda harcamaktan kaçınmaz: “Allah
mü’minlerin canlarını ve mallarını cennet karşılı-
ğında satın almıştır. Yaptığınız bu hayırlı ve kârlı
alışverişten dolayı sevinin, bu büyük bir saadettir.”10
DİN VE TOPLUM Mustafa KARABACAK*
“İnanan bilmektedir ki, kabre konulduğu zaman veya ölümden sonraki hayatında kendisine faydası dokunacak yalnızca amelidir.”
Kaçınılmaz Sonuç
Âhiret
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba76 77
Üçüncü olarak, âhirete imanı olan için ölüm korkusu da yoktur. Ölüm doğan her canlı için ka-çınılmaz bir sonuçtur. Nasıl doğarken bize sorul-madığı gibi öleceğimiz zaman da bize sorulma-yacak ve kaçınılmaz sonuca katlanmak zorunda kalacağız. Şüphesiz ölüm istenilmeyen bir durum aynı zamanda da akıldan çıkarılmaması isten-mektedir. Allah Rasûlü “Ağızların tadını kaçıran ölümü çokça hatırlayın”11 buyurmuştur. Hadiste belirtilen ağızın tadını kaçması geride kalanlar içindir. Mü’min için ölüm anında sıkıntı yoktur hatta bir an evvel Rabbi’ne kavuşmak ister: Hz. Âişe’den rivayet edildiğine göre şöyle demiştir: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Her kim Allah’a kavuşmayı dilerse, Allah (da) ona kavuşmayı di-ler ve her kim Allah’a kavuşmayı hoş görmezse, Allah (da) ona kavuşmayı hoş görmez.” Ben “Ya Rasûlallah! Ölümden hoşlanmadığı için mi? O halde hepimiz ölümden hoşlanmıyoruz!” dedim.
Bunun üzerine, “Öyle değil! Lakin mü’mine
Allah’ın rahmeti, rıdvanı ve cenneti müjdelendiği
vakit, Allah’a kavuşmayı diler. Allah (da) ona kavuş-
mayı diler. Kâfir ise Allah’ın azabı ve hışmı ile müj-
delendiği vakit, Allah’a kavuşmaktan hoşlanmaz.
Allah (da) ona kavuşmaktan hoşlanmaz.” buyur-
du.12
İnsan ölümlü dünyaya ebedî saadeti kazan-
mak için gelmiştir; yoksa bu dünyanın geçici
zevklerine dalıp ebedî mutluluğunu unutmak için
değil: “Âhiret senin için dünya hayatından daha ha-
yırlıdır.”13
Dünyayı âhiretin bir tarlası olarak gören bir
Müslüman için ölüm korkusu yoktur. Mü’min bil-
mektedir ki, ölüm yokluk değil; bir daha ölmemek
şartıyla yeniden diriliştir. Âhireti yeni bir hayatın
başlangıcı olarak görmeyen kişinin kendisini ölü-
me yaklaştıran her günü, her saati, her saniyesi
onun için bir ızdıraba dönüşür. Çünkü o bilmekte-
dir ki dünyadaki sınırlı ömrü bir gün bitecek hem
de yokluğa doğru. Böyleleri için dünyada mutlu
olduğu sadece nefsinin isteklerini yerine getirdiği
andır. Bu sebeple o hiçbir zaman ölümü hatırla-
mak istemeyecektir. Ama nafile ki bundan kurtu-
luş yoktur.
Âhirete inancı içselleştirenle bunu gerçekleş-
tiremeyenler arasındaki bu farkların işaretlerini
birçok Mü’minde görememekteyiz. Âhiret duygu-
sunu tam manasıyla içselleştiremeyenler acaba
inanmasalardı hangi durumda olurlardı?
1. 75/Kıyâme, 36.2. 53/Necm, 28,30.3. 57/Hadîd, 4.4. 50/Kâf, 16.5. 99/Zilzâl, 7,8.6. 82/İnfitâr, 10-12.7. Buhârî, Rikâk, 42.8. 6/En’âm, 59.9. Buhârî, Merdâ, 2.10. 9/Tevbe, 111.11. Tirmizî, Zühd, 4.12. Müslim, Zikr ve Dua, 14-16.13. 93/Duhâ, 4.
Dipnot*Dr. Mustafa KARABACAK
İnsana yaraşır denk muamele,Ok atana çiçek atılmaz gardaş.Dinamit koyanlar kutsal temele,Alkış yağmuruna tutulmaz gardaş.
Binme kalleş süvarinin atına,Çıkarsa da seni arşın katına.Tükür madrabazın pis suratına,Yaldızlı yalanlar yutulmaz gardaş.
Bizimdir şu peşkeş çekilen haklar,Bizimdir meyveler, yeşil yapraklar.Ceddimizin kan döktüğü topraklar,Kirkor’a, Simon’a satılmaz gardaş.
Mazlumlar daima göz yaşı döken,Garipler her zaman çile, yük çeken.Ölürsek memleket bu halde iken,O mezarda rahat yatılmaz gardaş.
Sosyal yaralarım kanar derinde,Kavuşacak elbet günün birinde! .Alarm esnasında, nöbet yerinde,Tehlikede tüfek çatılmaz gardaş!
Ahmet Süreyya DURNA
Görev Bilinci
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba78 79
Eğitimi, insanda istenilen davranış değişik-liğini sağlama süreci olarak düşünürsek eğitimde karşılıklı iletişim ve etkileşimin
önemi ortaya çıkmaktadır. Bugün uygulanan eğitim anlayışında büyükler, küçükleri; öğret-menler, öğrencileri etkilemeye, onları değiştir-meye çalışmaktadır. Kendileri ise onlardan etki-lenmeyi ve onlar tarafından değiştirilmeyi pek düşünmemektedir. Bunun sonucu olarak eğitim, etkileşim olmaktan daha çok etkilemeye dönü-şüp öğretmeye, ezberletmeye yöneltilmiştir. Bundan dolayı da öğrencilerimizde yetenekler geliştirilememektedir. Dayatma ile karşılaşan öğrenci okuldan, eğitimden ve öğretmenlerin-den soğuyup ilgisiz kalmaktadır.
Öğretmen arkadaşlar, alanları ile ilgili ya-yınları okumalı, güncel gelişmeleri takip etme-li, hızla ilerleyen teknolojiden yararlanmasını bilmelidir. Öğretmen, eğitim, iletişim, başarı, insan ilişkileri ve psikoloji ile ilgili kitaplardan mutlaka yararlanmalıdır.
Bir öğretmen düşünün, öğrencilerini tanı-mıyor, adını, meraklarını, yeteneklerini, kişi-sel özelliklerini, huy ve karakterlerini, gelişim özelliklerini, aile yapısını, ekonomik ve kültürel durumunu yeterince bilmiyorsa; Bu öğretme-nimiz; öğrencilerin derslere ilgisini nasıl artıra-cak? Onları derse nasıl katacak? Dersi, bilgiyi, çalışmayı, öğrenmeyi nasıl sevdirecek? Okuma aşkını nasıl sağlayacak? Nasıl öğretecek, nasıl eğitecektir?
Öğretmen, eğitimden, okuldan, öğrenciden ne beklediğini düşünmüyorsa, onları yetiştire-yim derken yok ediyorsa, öğrencisini tanıma-dan, onu nasıl yetiştireceğini bilmeden eğitme-ye çalışan bir öğretmenin yetiştirdiği öğrenciler, bilgisiz bir bahçıvanın yetiştirdiği cılız, solgun, renksiz ve kokusuz çiçeklere benzemez mi? O zaman da yazık bize, vah bize, eyvah bize!
“Bahçemizde özel bakım isteyen çiçeklerin varlığından habersiz olan biz öğretmenler, na-sıl ki onları ilgisizlikten soldurup yok ediyorsak, özel durumlarını bilmediğimiz, sorunlarından habersiz olduğumuz nice Ahmet, Mehmetleri,
Ayşe ve Fatmaları yok edip öldürüyoruz. Onları tanımıyor, bilmiyor, anlamıyoruz. Hatta dinle-miyoruz bile. İşin kolayına kaçıp suçluyor, bağı-rıp çağırıyor, sadece emirler vererek onlardan başarı bekliyoruz.”
Bunun sonucu olarak da sevgisiz ve ilgisiz eğitimimiz hüsranla sonuçlanıyor. Topluma kar-şı saygısız, sevgisiz ve insanlığa zararlı insanlar yetiştiriyoruz. Bütün bunların sorumlusu kimdir acaba? Öğretmenler mi? Anne-babalar mı? Çevre mi? Hepimiz suçluyuz. Toplum olarak he-pimiz üzerimize düşen görevlerimizi yapmadık. Ondan dolayı suçluyuz.”
Öğretmen başarıyı yakalamak istiyorsa; ha-yali çözümler dayatmak yerine, öğrencilerin çö-zülmesini istediği sorunlara yöneldiği takdirde başarıyı yakalamış oluyor. Cıvıl cıvıl ruhumuzu okşayan sesleriyle öğrencilerle beraber olmak, onlarla iyi ve güzel şeyleri paylaşmak ne güzel. Harika bir duyguyu paylaşmak isteyenler öğ-rencilerine değer versin. Onları dinlesin ve an-lamaya çalışsın.
Çocuklara sevginizi içten gelerek verirseniz ve çocuk bunu hissederse birçoğunun adeta size yalvaran gözlerle baktığını, bizi al aydınlık yarınlara götür dediğini hissedersiniz. Ellerini korkusuzca size uzatarak elimizden tutarak bize umut ışığı ol dediklerini görürsünüz.
EĞİTİM Ali ÖZKANLI
“Öğretmen başarıyı yakalamak istiyorsa; hayali çözümler dayatmak yerine, öğrencilerin çözülmesini istediği sorunlara
yöneldiği takdirde başarıyı yakalamış oluyor.”
ÖğretmenlikSevgi İşidir
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba80 81
Öğretmen, öğrencilerine güzel duygular su-narak, onların kalplerine seslenip, ruh dünya-larında gizli kalmış güzellikleri ortaya çıkaran gönül fatihleri olabilmek için ne gerekiyorsa, kendisini onları yapmak zorunda hissetmelidir. Öğrencimizle sağlıklı bir iletişim kurmak istiyor-sak sorunlarına samimiyetle yaklaşalım. Sorun-ları aşmanın en kolay ve pratik yolu iyi bir diya-log, birbirini anlamaya açık güzel bir iletişimden geçmektedir. Öğrencisine iyi, güzel ve yararlıyı vermek isteyen öğretmenin kendisi model ol-malıdır. Okuma zevki aşılamak isteyen öğret-menin öncelikle kendisinin okumayı sevmesi gerekmektedir. Okumayan insan, okuma zevkini bilebilir ve o zevki başkalarına aşılayabilir mi?
Öğretmenlik sadece sınıfta olmamalıdır. Sınıfın dışında koridorda, bahçede, dışarıda bulunduğu her yerde öğretmenliğini göstermelidir. Samimi yaklaşım, birazcık sevginin ve saygının karşılığını büyük bir saygı olarak göreceklerdir. Öğretmen, öğrencinin seviyesine inip birlikte çalıştığında öğ-rencisinin hemen kendi seviyesine çıktığını göre-cek ve istekli bir şekilde çalışmak isteyecektir. Öğ-retmen öncelikle kendisini sevmeli ve saymalıdır ki öğrencisi de kendisini sevip saysın. Öğretmen öğrencisini seven, ona değer veren, onu dinleyen ve anlayan biri olur, ona elini uzatarak onun ba-şına şefkatle dokunduğunda aralarında oluşan birçok engelin ortadan kalktığını ve aralarındaki sorunların çözüldüğünü görecektir.
Öğrencilerimizin ruh dünyalarına girmeden, onların hobi ve fobilerini bilmeden, onları yete-ri kadar anlayabilmemiz mümkün olmayacaktır. Öğrencilerimizin kişiliklerini incitmeden, yara-lamadan, okuldan, kendimizden, derslerden so-ğutmadan, sevgiyle yaklaşarak öğrettiğimizde geleceğe umutla bakan gençlerin yetiştiğini gö-receğiz. Bu da bizi çok memnun edecektir. Eğer bunları yapmaz sevgi yerine korku, güler yüz yerine asık surat, ödül yerine ceza uygulayacak olursak, bedenlerini doyurduğumuz kadar ruh-larını doyurmayıp aç bırakırsak, bu öğrencileri-mizin ileride karşımıza birer katil, ayyaş, hırsız olarak çıktığında hiç şaşırmayalım. Bunları kendi ellerimizle yetiştirdiğimizi de hiç unutmayalım.
Öğretmen öğrenci ilişkilerinde korkuya da-
yalı değil, sevgiye dayalı güzel bir disiplin an-
layışıyla ortaya çıkacak problemler kolayca
çözülecektir. Öğretmen, öğrencisinin görüş ve
düşüncelerine değer vererek onları dinliyor,
onlara güzel bir şekilde dudaklarından dökülen
sıcacık ifadelerle evladım, yavrularım, çiçekle-
rim, canım, gençler, arkadaşlar vb. şekilde hitap
edebiliyor, onların duygularını paylaşabiliyorsa
ne mutlu böyle öğretmenlere! Böyle öğretmen-
lerin binlerce kez ellerinden öpüyorum.
Öğretmen, sınıfında demokratik bir hava
oluşturuyor, herkese söz hakkı tanıyor, onların
rahatça fikirlerini söylemesine izin veriyorsa,
konuşmaları için onları teşvik ediyor, konuş-
malarındaki hataları yüzlerine vurmuyor, başka
sorularla onları kırmadan yanlışlarını anlamaya
çalışıyorsa, onlara şefkatle bakıp güven veriyor-
sa, onların yalnız olmadıklarını hissettiriyorsa
hiç şüphesiz bu öğretmen öğrencinin gözünde
çok büyüyecektir.
Sevgili meslektaşlarım, gönül bahçemizin
eşsiz güllerini, tomurcuk çiçeklerini kırarak in-
citmeyelim. Onları soldurmayalım. Eğitimi okul,
veli ve öğretmen üçgeninde görelim. Başarıya da
buradan gidileceğini aklımızdan çıkarmayalım.
Yurdun dört bir yanı çiçek bahçesi Hiç solmasın diye korur öğretmen Dostluk ve barıştır onun goncası Ata’nın izinde yürür öğretmen...
Dosdoğru davranır başı hep diktir Kin tutmaz kimseye, hasedi yoktur Kanaat sahibi, gözleri toktur Daim hakikati arar öğretmen…
Azimle çalışır dur durak bilmez Öncüdür her zaman geride kalmaz Engelleri aşar güçlükten yılmaz Üstün hedeflere varır öğretmen…
Hep sevgi hâkimdir coşkun gönlünde Kışlar bahar olur olgun gönlünde Herkese yer vardır engin gönlünde Barışı yürekte görür öğretmen...
Hızır İrfan ÖNDER
Öğretmen
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba82 83
Başarı; kişi ya da kuruluşların, planladığı
hedefe ulaşması, maddî-manevî duru-
munu ve sosyal statüsünü geliştirmesi
şeklinde tanımlanabilir. Hiçbir başarı tesadüfen
kazanılmamıştır. Her başarı; ince ve keskin bir
zekânın, güçlü bir iradenin ve yoğun bir çabanın
meyvesi ise eğer, insanlığın ortak mirası olan
bilgi ve tecrübe, söz konusu başarının kök ve
gövdesini teşkil eder. Bir planı hayata geçirmek
isteyen müteşebbis, bilgi ve tecrübeleri özgün
tasarımlarıyla sentezleyerek zekice icraya baş-
lar. Sonuç istenen gibiyse bu bir başarıdır.
Başarı, yolunda giden işlerin sürekliliği ve
gelişimidir. Buna göre bireyler, başarı sürecine
sağladıkları katkı ve üstlendikleri etkin rol nis-
petinde başarılı olurlar. Her birey ya da kurum,
sürece bir yerden katılır, ömrü ve imkânları nis-
petinde katkı sağlar. Bir kişinin bir alanda kay-
dettiği başarı, ipi kopmuş bir uçurtma gibidir. Bu
sebeple başarının, ilgili alan ve konularla takviye
edilmesi, zemin ve çevresinin de başarıya para-
lel bir gelişme içinde olması gerekir. Bu durum-
da başarı sinerjik bir güce kavuşur. Sinerjik güç,
birbiri ile ilgili güçlerin birleşimi ile ortaya çıkan
bileşke güçtür. Sosyal alanda gerçekleştirilen da-
yanışma ve başarılarda hep bu güç etkisini gös-
terir. Bir (1) rakamının, alt alta değil de yan yana
yazılarak okunması halinde ortaya çıkan değer,
sinerjik gücü ifade eder. Yani dört tane biri alt
alta yazarak topladığınızda dört (4) değerini elde
ettiğiniz halde yan yana yazarak okuduğunuzda
bin yüz on bir (1111) değerini elde ediyorsunuz.
Normal zekâ seviyesinde olan herkes, önem-
li başarıların potansiyelini üzerinde taşır. Bunu
pratiğe dökmek ve geliştirmek, birtakım, bilgi,
tecrübe, prensip ve metodun, arzu, bilgi, bilinç
ve çaba ile uygulanmasıyla mümkün olmakta-
dır. Her şey önce güçlü ve samimi bir istekle
başlar. Bu arada kişinin neyi istediğini bilmesi
ve bilgilenmesi gerekecektir. İsteğini elde etme
gücünü kendinde görüyorsa ve şartlar da müsa-
itse yapılacak tek iş faaliyete geçmektir. Fakat
faaliyete geçmeden önce, işin önceliğine, öne-
mine ve boyutuna göre kısa, orta ve uzun vadeli
planlar yapmak gerekir. Mesela, bir öğrenci için
sınıfı geçmek kısa vadeli, okulu bitirmek orta
vadeli bir hedeftir. İş hayatına atılmak, paralı ve
saygın bir iş yapmak ise uzun vadeli hedef kap-
samına girer. Başarı ile gerçekleştirilen bir işte
şu yedi safha yer alır: İstek, teori, tasarı, plan,
teşebbüs, süreç, sonuç.
Her bireyin ve kurumun misyonuna, mevcut
durumuna ve hedeflediği gayeye göre kaydede-
ceği başarı farklılık arz eder. Bir işin nasıl yapıla-
cağını bilmek uzmanın başarısıdır. Başkalarına
yapacaklarını göstermek öğretmenin başarısı-
dır. Başkalarını daha iyi çalıştırmak için esinlen-
dirmek liderin başarısıdır. Başkaları tarafından
yapılan işleri denetlemek ve işin tamamlandı-
ğından emin olmak ise yöneticinin başarısıdır.
EĞİTİM Mukadder Arif YÜKSEL
“Başarı, yolunda giden işlerin sürekliliği ve gelişimidir. Buna göre bireyler, başarı sürecine sağladıkları katkı ve
üstlendikleri etkin rol nispetinde başarılı olurlar.”
“Her bireyin ve kurumun misyonuna, mevcut durumuna ve hedeflediği gayeye göre kaydedeceği başarı
farklılık arz eder.”
BaşarınınPrensipleri
(20 Kural)
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba84 85
Foto: Ayhan İŞCEN
Bir işi başaranlar da başaramayanlar da so-
nuçtan bir ders çıkarmalıdır. Çıkarılacak isabetli
dersler, yeni başarıların kapılarını aralayacaktır.
Aklını kullananlar için başarısızlık, bir sonraki
başarı öncesi son uyarı olabilir. Başkalarının bü-
yük zararlarla elde ettikleri tecrübeleri yeniden
yaşamak, zaman ve insan gücü israfından başka
bir şey değildir. Normal bir insan her şeyi yaşa-
yarak tecrübe eder. Zeki insan ise başkalarının
tecrübesi üzerine kendi başarılarını bina eder.
Bu sebeple hayatın her alanında başarılı olabil-
mek için, büyük çabalar sonucunda oluşan ba-
şarı felsefesini ve bu felsefenin ortaya koyduğu
kuralları iyi bilmek gerekir:
1. Öncelikle güçlü bir irade ile bir şeye talip ol-
mak gerekir.
2. İsteğinde bilinçli olmalıdır. Neyi, niçin istedi-
ğini bilmelidir.
3. Mevlâna, teşebbüs öncesi iyi düşünmeyi ve
tecrübeli kimselerle istişare etmeyi tavsiye
eder. “Soran dağları aşmış, sormayan düz yol-
da şaşmış.” derler. İstişare ile konu üzerindeki
tereddütler ve belirsizlikler bertaraf edilir.
4. İnsanın özgüveni tam olmalı, kendi kapasite-
sini iyi bilmeli, kapasitesine uygun hedeflerin
peşinde koşmalıdır. Hedef de teşebbüs edi-
len işe uygun olmalıdır.
5. Dünya nimet-külfet dengesi üzerine kurul-
muştur. Hedefin büyüklüğü kadar emek ve
zahmete gereksinim olacağından ona göre
bir külfet baştan göze alınmalıdır. Moliere,
“Zorluklar, başarının değerini artıran süsler-
dir.” der.
6. Ümitsizlik ve yılgınlık davayı baştan kaybetti-
rir. “Sabreden derviş, muradına ermiş.” ata-
sözünü sık sık hatırlamak gerekir.
7. Kararlı olmak hedefi yıldırır. Korku ise korku-
tulana güç verir. W. Ellery Channing, “Karar-
sızlık ve gecikme başarısızlığın anahtarıdır.”
der. Her engel, bizim hazırsızlığımızın ve ka-
rarsızlığımızın bir parçasıdır.
8. Deha yoktur, sistematik çalışma vardır. Baş-
ka bir tespite göre dehanın onda dokuzu ça-
lışmadır. İşin gerçekleşmesi için gerekli olan
performans ortaya konulmalıdır.
9. Bazı fırsatlar insanın önüne hayatta bir kez
çıkar. Başka bir deyişle fırsatlar hazır bulu-
nanlar içindir. Ya da hazır bulunanlar, olayla-
rı birer fırsat haline getirirler.
10. Başarıda zamanlamanın belirleyici bir rolü
vardır. Zamanında yapılmayan iş yapılma-
mış iştir.
11. Bütün bütün elde edilemeyen parça parça
terk edilmez. Bütünüyle istemeyenler, bü-
tünüyle sahip olamazlar.
12. Başarısızlık, büyük başarıların öğretme-
nidir. Küçük ikazların büyük değeri vardır.
Edison, ampulü bulmak için 999 deney yap-
mış ve bu sırada laboratuvarı da yanmıştır.
Kendisine, “Anlaşılan bu iş olmayacak, bırak
artık, kendini boşa yorma.” denildiğinde,
“999 kez olmadığını öğrendik ama daha
binlerce ihtimal var. Ayrıca Tanrı, yeni bir
laboratuvarda çalışma imkânı verdi.” demiş
ve yeni kurduğu laboratuvarda ilk deneme-
de ampulü parlatmıştır.
13. Başarının kendine sağlayacağı yarardan
çok, toplumuna ve inancına sağlayacağı ya-
rarı hesap etmelidir. Yetenekli kimseler ve
bilgeler, kamunun ortak değeridir. Kamu-
nun kendisinden yararlanacağı kimseler,
kendi rahatlarını ileri sürerek kamuyu ken-
dilerinden yararlanma hakkından mahrum
bırakamazlar.
16- Yeterlilik duygusu başarının ömrünü tüke-
tir. Daima daha fazlasını ve iyisini istemek
gerekir. Para nasıl parayı çekerse, başarı
da başarıyı çeker. “Başarılarını gizlemek,
en büyük başarıdır.” der La Rochefoucauld.
Başarılarla övünmek ise başarıyı kötüye
kullanmaktır.
17- Hayatta şans ve tesadüflere yer yoktur.
Şans sanılan şey, farkında olmadan hak edi-
len bir kısmettir. Tesadüf sanılan gelişme-
ler ise bizim zeminini hazırladığımız şartla-
rın uygun düşmesi ve birbirini tamamlama-
sıdır. Bu sebeple şans ve tesadüflerden asla
medet ummamak gerekir.
18. Beden ve ruh sağlığını bozacak ve işin ya-
rım kalmasına yol açacak dış etkenlerden
uzak durmak gerekir. Beden sağlığı için ge-
rekli olan beslenme, barınma, giyinme, ruh
sağlığı için gerekli olan istirahat, huzur ve
sessizlik ortamında kalmaya özen gösteril-
melidir.
19. İnançlı bir kimse, başarı için gereken gay-
reti gösterdikten sonra takdiri Allah’tan
bekler. Allah’ın koyduğu tabii yasaya göre
de; “İnsan için yalnızca çalıştığı kadarı vardır
ve çalıştığının karşılığını mutlaka görecektir.”
(52/Necm, 39-40)
20. Her birey kendi işinde başarılı olduğunda,
birbirini tamamlayan başarılardan toplu-
mun başarısı dolayısı ile huzur ve refahı
gerçekleşecektir. Bu sebeple herkes kendi
görevini en iyi şekilde yapmak durumunda-
dır. Görevini yapmayanların yeri yapacak
olanlarla değiştirilmelidir. Zira bir yerdeki
boşluk ve aksama tüm sistemi bozabilir.
Kuralları daha da çoğaltmak mümkündür.
Bu tür kurallar, akıllı kimselere zaman, maliyet
ve emek tasarrufu sağlar. Sadece kuralları oku-
makla başarılı olunamayacağı doğrudur fakat
hesap edilemeyen bir ayrıntı sebebiyle işi yarım
bırakan birisi keşke ben bunun daha önce duy-
saydım da diyebilir. İş bilenin, kılıç kuşananın,
yarınlar ise hep ileriye bakanındır
kasım
/201
8
somuncubaba somuncubaba86 87
Derginizin, elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Visan İktisadi İşletmesiZâviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad.
No: 71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00
Gsm: (546) 544 60 44 Faks: (422) 615 28 79
[email protected] www.somuncubaba.net
2018 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
Aile ve ÇocukEkiyle Birlikte
Yıllık Abone Bedeli
140
2018 Yılı
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58Halkbank TR 49 0001 2001 4740 0010 1000 23
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen arayınız.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir
Telefon:
Faks:
E-posta:
Vergi Dairesi: Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi: İmza:
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Türkiye : 140
(0422) 615 15 54444 36 61
ABONE İLETİŞİM HATTI
(0546) 544 60 44
kasım
/201
8
somuncubaba 89
Tasavvuf ve MenakıpMehmet Bahâeddin EfendiMüellif: Mehmet Bahâeddin Efendi (Tokatlı Mustafa Hâki Efendi (k.s.)’nin oğlu)
Çeviren ve Yayına Hazırlayan: Prof. Dr. Halil İbrahim ŞİMŞEK
Karton Kapaklı, 16x24cm, 304 sayfa ISBN: 78-9944-774-45-1
Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in Örnekliğinde Güzel Ahlâk
Prof. Dr. Enbiya YILDIRIM
Karton Kapaklı, 14x21cm, 331 sayfa
Güncel Dinî Konular veFıkhî Hükümler
Prof. Dr. Abdullah KAHRAMAN
Karton Kapaklı, 14x21cm, 414 sayfa
Gönül Dostlarının Dilinden Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s) ve Hamid Hamideddin Ateş Efendi
Musa TEKTAŞ
Karton Kapaklı, 14x21cm, 368 sayfa ISBN: 978-9944-774-44-1
ISBN: 978-9944-774-43-7
ISBN: 978-9944-774-46-8
Peygamber Ahlâkı:Sabırlı Olma Değeri
Ayşegül KÖSTE
Âtike binti Halid (r. anhâ)
N. Nida DURAN
Sabır Acıdır AmaMeyvesi Tatlıdır
Sümeyye Büşra YILDIZ
İhmalkârAnne Babalar
M. Emin KARABACAK
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı - VİSAN İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No: 71 (44700) Darende / MALATYATel: (422) 615 15 00 - Faks: (422) 615 28 79
www.somuncubaba.net
Aile Eki
ÇIKTI
444 36 61(0422) 615 15 54(0546) 544 60 44
somuncubaba90
www.somuncubaba.net
AYLIK
İLİM K
ÜLTÜ
R V
E EDEB
İYAT DER
GİSİ
AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ YIL: 25 • SAYI: 217 • KASIM 2018 • Fiyatı: 12 TL
217
0 0 2 1 7
MûcizelerleGelen Dersler
Ali AKPINAR
Dostun Kapısında Ümitle Beklemek
Musa TEKTAŞ
Osmanlı SultanıII. Selim Döneminde Tasavvuf Erbâbının Konumu
Kadir ÖZKÖSE
Zarif Bir ŞairSultan II. Selim
Mustafa ÖZÇELİK
Ayasofya’daII. Selim Türbesi
Mustafa BAŞ