doğan holding onursal başkanı aydın doğan: “amacımız iki ... · ro’yu aşan bu okullar...

16
D i e Gaste Sayı: 12 / Mayıs-Haziran 2010 Die Zeit” gazetesinin, Almanya’daki 3. kuşak Türklerin de büyük dil sorunları bulunduğuna işaret ederek bunun se- beplerinin sormasına karşılık Erdoğan, Almanya’nın bu ko- nuda ihmali olduğunu, Türk çocuklara önce iyi bir şekilde Türkçe öğretilmesi gerektiğini, bunun Almanya’da her yerde mümkün olmadığını ifade ederek, “İstanbul’da bir avuç do- lusu Alman yaşarken Alman liseleri kurulmuştu. Bu okullar daha o zamanlar yüzümüzün her zaman Batı’ya dönük ol- duğunun bir işaretiydi” dedi. Alman okullarında Türkçenin öğretilmesi söz konusu olduğunda Almanya’da bir endişenin olduğunu kaydeden Erdoğan, “İstanbul’da Türk-Alman Üniversitesini kuruyoruz. Neden sizde de bir tane kurmuyoruz? Bu konuda bir ihtiyaç var. Benim gözümde bu bir lüks değil, uyuma katkı sağlamak” diye konuştu. Almanya Başbakanı Angela Merkel, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Alman “Die Zeit” gazetesine verdiği de- meçte önerdiği gibi Almanya'da Türk liselerinin açılması fikrini benimsemediğini belirtti. Başbakan Merkel, “Passauer Neue Presse” gazetesine yaptığı açıklamada, “Bence bu fikir bizi ileriye götürmez, çünkü temelde Türk kökenli çocuklar ve gençler bizde Alman okullarına gitmeli. Buradaki Türk çocuklarının Türk lisesine gitme fikrini benimsemiyorum” şeklinde konuştu. Hür Demokrat Parti (FDP) Federal Meclis Üyesi Serkan Tören de, “Erdoğan'ın, Almanya'da yaşayan Türklere bu öne- risi ile hizmet ettiği konusunda şüphesi olduğunu” belirterek, “aksine Türkçe konuşulan ailelerde çocukların bir an önce Almanca eğitim görmesi için çalışmalar yapılması gerektiğini” söyledi. Sosyal Demokrat Parti (SPD) Federal Meclis Üyesi Aydan Özoğuz, “özel Türk okullarının açılması çağrısının yasal oldu- ğunu, ancak bu okulların ülkedeki uyum sorunlarını çözme- yeceğini” ifade ederken, Yeşiller Partisi Federal Meclis Üyesi Ekin Deligöz, “Türk liselerinin dil öğrenilmesini teşvik ede- ceğine inanmadığını, lise çağına gelen Türk kökenli öğren- cilerin zaten dil sorununun bulunmadığını” savundu. Almanya Türk Toplumu (TGD) Genel Başkanı Kenan Ko- lat, Die Welt” gazetesine yaptığı açıklamada, “Eğer Erdoğan bu önerisi ile bu tür liselerde tümüyle Türkçe eğitim veril- mesini kast ediyorsa bunun büyük bir hata olduğunu düşü- nüyoruz” dedi. Kolat, “Erdoğan'ın, Türk çocuklarının Almanca öğrenmeden önce kendi dillerine iyi hakim olması gerektiği şeklindeki görüşüne de katılmadıklarını” kaydetti. Hessen Eyaleti Uyum Bakanı Jörg-Uwe Hahn, “Türk kö- kenli göçmenlerin bir an önce Alman toplumuna uyumunun sağlanması gerektiğini” belirterek, “Türkçe ders verilmesi ha- linde Türk çocuklarının toplumdan dışlanacağını” öne sürdü. Yeşiller Partisi Federal Meclis Üyesi Christian Ströbele de, “Almanca ve Türkçe'nin Alman okullarında birlikte veril- 3 ”Türk Lisesi” mi? ”Çokdilli Eğitim” mi? Erdoğan, Almanya’da “Türk Okulları” açılmalı düşüncesini bundan iki yıl önce Şubat 2008 yılında haftalık “Zeit” dergisine verdiği bir mülâkatta da dile getirmişti. Er- doğan’ın bu mülâkatta dayandığı temel tez “Türk Okulları”nın uyuma katkı sağlayacağı şeklindeydi. Türkçe Yanlışları Dr. phil. Esin İLERİ » 12. Sayfa “Türk Okulu” Tartışmaları 4 Anadili Öğreniminin Siyasallaştırılması Okul konusu, yani eğitim konusu, bir kez siyasallaştırılınca, ister istemez siyaset- çilerin niyetleri, neyi murat ettikleri başlı başına bir konu haline gelmektedir. Bu ne- denle de, siyasetçilerin niyetlerine ilişkin rivayetler de muhtelif olmaktadır. 13 Öteki Olmak Almanya’nın çeşitli bölgele- rinde göçmenlerin ürettikleri çeşit çeşit ti- yatro grupları var, bunlar yaşamlarını iyi kötü sürdürebilseler de Almanya’da ken- dilerini yeterince kabul ettirebilmiş değil- ler. 5 Almanca mı? Anadili mi? Türk ebeveynler, az Almanca konuşu- yor olsalar dahi çocuklarının Almanca öğ- renimini, anadillerinde iyi bir temel vererek, dilsel ifadenin zevkini, dilsel becerilerine olan inancını, özgüvenini ve kitap okuma sevincini onlara vererek destek olabilir. Doğan Holding Onursal Başkanı Aydın Doğan: “Amacımız iki dilde kaliteli eğitim” » 9. Sayfa

Upload: dinhbao

Post on 13-Aug-2019

214 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Die GasteSayı: 12 / Mayıs-Haziran 2010

“Die Zeit” gazetesinin, Almanya’daki 3. kuşak Türklerinde büyük dil sorunları bulunduğuna işaret ederek bunun se-beplerinin sormasına karşılık Erdoğan, Almanya’nın bu ko-nuda ihmali olduğunu, Türk çocuklara önce iyi bir şekildeTürkçe öğretilmesi gerektiğini, bunun Almanya’da her yerdemümkün olmadığını ifade ederek, “İstanbul’da bir avuç do-lusu Alman yaşarken Alman liseleri kurulmuştu. Bu okullardaha o zamanlar yüzümüzün her zaman Batı’ya dönük ol-duğunun bir işaretiydi” dedi.

Alman okullarında Türkçenin öğretilmesi söz konusuolduğunda Almanya’da bir endişenin olduğunu kaydedenErdoğan, “İstanbul’da Türk-Alman Üniversitesini kuruyoruz.Neden sizde de bir tane kurmuyoruz? Bu konuda bir ihtiyaçvar. Benim gözümde bu bir lüks değil, uyuma katkı sağlamak”diye konuştu.

Almanya Başbakanı Angela Merkel, Başbakan RecepTayyip Erdoğan'ın Alman “Die Zeit” gazetesine verdiği de-meçte önerdiği gibi Almanya'da Türk liselerinin açılmasıfikrini benimsemediğini belirtti.

Başbakan Merkel, “Passauer Neue Presse” gazetesineyaptığı açıklamada, “Bence bu fikir bizi ileriye götürmez,çünkü temelde Türk kökenli çocuklar ve gençler bizde Almanokullarına gitmeli. Buradaki Türk çocuklarının Türk lisesinegitme fikrini benimsemiyorum” şeklinde konuştu.

Hür Demokrat Parti (FDP) Federal Meclis Üyesi SerkanTören de, “Erdoğan'ın, Almanya'da yaşayan Türklere bu öne-

risi ile hizmet ettiği konusunda şüphesi olduğunu” belirterek,“aksine Türkçe konuşulan ailelerde çocukların bir an önceAlmanca eğitim görmesi için çalışmalar yapılması gerektiğini”söyledi.

Sosyal Demokrat Parti (SPD) Federal Meclis Üyesi AydanÖzoğuz, “özel Türk okullarının açılması çağrısının yasal oldu-ğunu, ancak bu okulların ülkedeki uyum sorunlarını çözme-yeceğini” ifade ederken, Yeşiller Partisi Federal Meclis ÜyesiEkin Deligöz, “Türk liselerinin dil öğrenilmesini teşvik ede-ceğine inanmadığını, lise çağına gelen Türk kökenli öğren-cilerin zaten dil sorununun bulunmadığını” savundu.

Almanya Türk Toplumu (TGD) Genel Başkanı Kenan Ko-lat, “Die Welt” gazetesine yaptığı açıklamada, “Eğer Erdoğanbu önerisi ile bu tür liselerde tümüyle Türkçe eğitim veril-mesini kast ediyorsa bunun büyük bir hata olduğunu düşü-nüyoruz” dedi. Kolat, “Erdoğan'ın, Türk çocuklarının Almancaöğrenmeden önce kendi dillerine iyi hakim olması gerektiğişeklindeki görüşüne de katılmadıklarını” kaydetti.

Hessen Eyaleti Uyum Bakanı Jörg-Uwe Hahn, “Türk kö-kenli göçmenlerin bir an önce Alman toplumuna uyumununsağlanması gerektiğini” belirterek, “Türkçe ders verilmesi ha-linde Türk çocuklarının toplumdan dışlanacağını” öne sürdü.

Yeşiller Partisi Federal Meclis Üyesi Christian Ströbelede, “Almanca ve Türkçe'nin Alman okullarında birlikte veril-

3”Türk Lisesi” mi?”Çokdilli Eğitim” mi?

Erdoğan, Almanya’da “Türk Okulları”açılmalı düşüncesini bundan iki yıl önceŞubat 2008 yılında haftalık “Zeit” dergisineverdiği bir mülâkatta da dile getirmişti. Er-doğan’ın bu mülâkatta dayandığı temel tez“Türk Okulları”nın uyuma katkı sağlayacağışeklindeydi.

TürkçeYanlışları

Dr. phil. Esin İLERİ

» 12. Sayfa

“Türk Okulu” Tartışmaları

4Anadili ÖğrenimininSiyasallaştırılması

Okul konusu, yani eğitim konusu, birkez siyasallaştırılınca, ister istemez siyaset-çilerin niyetleri, neyi murat ettikleri başlıbaşına bir konu haline gelmektedir. Bu ne-denle de, siyasetçilerin niyetlerine ilişkinrivayetler de muhtelif olmaktadır.

13Öteki OlmakAlmanya’nın çeşitli bölgele-

rinde göçmenlerin ürettikleri çeşit çeşit ti-yatro grupları var, bunlar yaşamlarını iyikötü sürdürebilseler de Almanya’da ken-dilerini yeterince kabul ettirebilmiş değil-ler.

5Almanca mı?Anadili mi?

Türk ebeveynler, az Almanca konuşu-yor olsalar dahi çocuklarının Almanca öğ-renimini, anadillerinde iyi bir temel vererek,dilsel ifadenin zevkini, dilsel becerilerineolan inancını, özgüvenini ve kitap okumasevincini onlara vererek destek olabilir.

Doğan Holding Onursal Başkanı Aydın Doğan:

“Amacımız iki dilde kaliteli eğitim”» 9. Sayfa

Die Gaste2

DIe GaSte

iKi AYlIK TÜRKÇE GAZETE

Dil VE EĞiTiMi DESTEKlEMEK

iÇiN iNiSiYATiF e.V.

GENEl YAYIN YÖNETMENi

(ViSdP): ZEYNEl KoRKMAZ

(Duisburg/Essen Üniversitesi,Türkçe Öğretmenliği Bölümü)YAYIN YÖNETiMi:

ENGiN KUNTER (Doktorandin)

GÜlDEN GÜNGÖR

oZAN DAĞHAN

internet Adresiwww.diegaste.deE-Posta Adresi:[email protected]

Dizgi: Die Gaste VerlagBaskı: Hürriyet - Almanya

“Türk Lisesi” mi? “Çokdilli Eğitim” mi?Anadili Öğreniminin Siyasallaşması

Almanca mı, Anadili mi? Hayır: Almanca ve Anadili!Göçmen Çocukların Dini Eğitimi ve İslam Din Dersleri

Sağ Popülizmin Gölgesinde Kültürel Irkçılık ve İslam DüşmanlığıMedyada Kültürel Hegemonyanın Normalleştirilmesi

Bad Kreuznach’ta Die Gaste’nin Anadili ve Eğitim ToplantısıAydın Doğan: “Amacımız iki dilde kaliteli eğitim”

Ulus, Ümmet ve CemaatSöyleşiler IV

Türkçe YanlışlarıAlmanya’da Göçmen Kökenli Tiyatro “Öteki Olmak”tan Nasıl Kurtulacak?

Ali Kazma’nın Engellemeler Sergisi“İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır”

TAM Vakfı Yeni Direktörü Prof. Dr. Hacı Halil Uslucan ile SöyleşiKoblenz’de Die Gaste’nin Anadili ve Eğitim Toplantıları

Hıdır Eren ÇelikAhmet OnayProf. Dr. Hans-Peter SchmidtkeMevlüt AsarProf. Dr. Christoph ButterweggeErol YıldızHaberDie GasteOzan DağhanKoral OkanDr. phil. Esin İleriZehra İpşiroğluHaberMüge Bölük-MüllerDie GasteHaber

345 67 88 9

1011121314151616

İÇERİK

mesinden yana olduğunu” kaydederek, Başbakan Erdoğan'ın açık-lamalarıyla ilgili olarak da “Bu milliyetçi tarz hiç hoşuma gitmiyor”dedi.

Alman Öğretmenler Birliği Başkanı Josef Krauss da Merkel'e,29-30 Mart'ta yapacağı Türkiye ziyareti sırasında Almanya'nın iç-işlerine karışılmamasını istemesi çağrısında bulundu. “Genç Türk-lerin ana dillerini geliştirmesi için Türkçe'nin okullarda ikinci yada üçüncü dil olarak verilmesinin teşvik edilmesine karşı olma-dıklarını” ifade eden Krauss, “ancak Almanya'nın, ülkede yaşayanTürklerden kültürel kökenlerine rağmen sadece uyumu değil, asi-milasyonu da istemesi gerektiğini” savundu.

Alman Yeşiller Partisi Eşbaşkanı Claudia Roth, Başbakan Er-doğan'ın Almanya'da Türk liseleri açılması önerisine tepki gösterençevreleri sert bir dille eleştirdi. Başta Hristiyan Demokrat/HıristiyanSosyal Birlik Partileri (CDU/CSU) olmak üzere bazı çevrelerin bilinçli

bir biçimde Başbakan Erdoğan'ın yaklaşımını yanlış yorumladığınıbelirten Roth, şunları söyledi: “Almanya'nın yurtdışında 500'ünüzerinde partner okulu var. Bu okullarda hem Almanca, hem deAlman kültürü öğretilmekte. Almanya'da çocuklar tabii Almancaöğrenmeli, Almanca konuşmalı. Tedrisat Almanca olmalı. Ama ço-cuklar anadillerini de öğrenmeli. Muhafazakar politikacılar tıpkıPavlov'un köpekleri gibi hep aynı reaksiyonu gösteriyorlar. Bu vebenzer konuları iç politikada puan toplamak için istismar ediyor-lar.”

Krize dönüşen Almanya'daki Türk okulları adımı, Erdoğan-Merkel görüşmesinde çözüldü. Merkel, “Türkiye'nin de Almanya'daokulları olabilir” dedi. Başbakan Erdoğan, “Ülkemizde Almancaeğitim veren liselerimiz var. Türkiye’deki bu adım Türk ve Almangençleri arasında Almancayı öğrenme noktasında çok çok önemli.Aynı benzer statüde adımların Almanya’da da atılabileceğini duy-mak bayan Merkel’den beni memnun etti” diye konuştu.

Frankfurter Allgemeine, 29 Nisan 2010

DIe GaSte

TÜRKISCHE ZEITUNGERSCHEiNUNGSwEiSE: AllE ZwEI MoNATE

Unentgeltlich

Herausgeber:Initiative zur Förderung vonSprache und Bildung e.V.

Sternwartstr. 34, D-40223 Düsseldorf

ViSdP/Chefredakteur:ZEYNEl KoRKMAZ(Universität Duisburg-Essen/Turkistik)

REDAKTIoN:

ENGiN KUNTER (Doktorandin)

GÜlDEN GÜNGÖR

oZAN DAĞHAN

www.diegaste.deE-mail:[email protected]

layout: Die Gaste VerlagDruck: Hürriyet-Deutschland

3Die Gaste

“Türk Lisesi” mi? “Çokdilli Eğitim” mi?

Hıdır Eren ÇELİK

Federal Almanya Başbakanı AngelaMerkel’in 29-30 Mart 2010 tarihleriarasında yaptığı Türkiye gezisi öncesi

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Erdoğan ta-rafından yeniden gündeme getirilen‚ Al-manya‘da “Türk Lisesi” açılmalıdır önerisikısa bir süre için de olsa politik gündemibir hayli meşgul etti.

Erdoğan‘ın bu düşüncesi yeni olma-makla birlikte Türkiye ve Almanya’da gerekmedya tarafından olsun ve gerekse politikçevrelerce sanki yeni bir öneriymiş gibigündeme getirilerek konu asıl amacındansaptırılarak Almanya’da Türkiyeli göçmen-lerin çocuklarının eğitimdeki fırsat eşitsiz-liği, meslek eğitimi ve işsizlik gibi temel so-runları tartışmalarda mümkün olduğuncageri planda tutuldu.

Erdoğan, Almanya’da “Türk Okulları”açılmalı düşüncesini bundan iki yıl önceŞubat 2008 yılında haftalık “Zeit” dergisineverdiği bir mülâkatta da dile getirmişti. Er-doğan’ın bu mülâkatta dayandığı temel tez“Türk Okulları”nın uyuma katkı sağlayacağışeklindeydi.

Görünürde kulağa hoş gelen “TürkLiseleri” açılmalı talebi somut bir programortaya konulmadan ve Federal Almanyaeğitim sisteminden koparılarak ele alındı-ğında uyuma katkıdan ziyade toplumdavar olan soyutlanma ve dışlanmayı dahada derinleştirerek Türkiye kökenli gençlerintoplumun en alttakilerini oluşturmalarınave dolayısıyla yaşadıkları toplumda hep“yabancı” kalmalarına hizmet eder.

Üzerinde durulması gereken ana ko-nu etnik kimliğe dayalı okulların çokkül-türlü göçmen toplumlarda uyuma katkısağlayıp sağlamayacağının bilimsel verileredayanarak tartışılmasıdır. Bunun aksi yal-nızca milliyetçi ve dini duyguların suistimaledilerek göçmenlerin ve çocuklarının eşitşartlarda topluma uyumunu engellemek-ten başka hiç bir işe yaramaz. Ayrıca “TürkLiseleri”nin yaygın bir şekilde açılmalarınıkabul etsek bile, bu okullar hangi ülkenin

eğitim programına göre dersler verecek-lerdir? Türkiye’den transfer edilen öğret-menlerle ve kopyalanan ders programıylaburada yaşayan ve bu toplumun bir parçasıolan çocuklara sağlıklı bir eğitimin verile-ceğini kimler garanti edebilir? Demokrasikültürünü özümseyememiş ve eğitimdehenüz çokkültürlülüğü ve çokdilliliği birtehlike olarak gören bir ülkenin eğitim sis-temiyle olsa olsa yalnızca etnik kimliğe da-yalı sorunlu bir toplum yaratılır.

Türk ve Alman medyası tarafındangündeme getirilen “Türkiye’de de Almanlisesi var, neden Almanya’da Türk lisesi ol-masın?” gibi yaklaşımlar doğru olmamaklabirlikte sorunun özünden saptırılmasınahizmet etmektedir. Türkiye’deki Almanokulları daha çok zengin Türk çocuklarınıngittiği Almanca eğitim veren okullardır. Buokullardaki Alman öğrencilerin oranı Türköğrencilere oranla daha az olmakla birlikteburaya giden Türk ve Alman kökenli öğ-rencilerin Türkçe dil sorunu ve toplumauyum sorunu bulunmamaktadır.

Son yıllarda Alman eğitim sistemin-deki eşitsizliğe karşı kısmen de olsa bir tep-ki olarak Almanya’da Berlin, Köln, Hanno-ver, Mannheim ve Padernborn şehirlerindeaçılan özel “Türk Liseleri”ni ele aldığımızdasorunun toplumsal boyutunu daha yakın-dan görmüş oluruz. Bu okullara giden öğ-rencilerin hemen hemen bütünü ekonomikdurumu iyi olan Türk kökenli göçmenlerinçocuklarından oluşmaktadır. Bu okullaragiden öğrenci sayısına baktığımızda Berlinhariç, hiç bir okulda öğrenci sayısı yüz kişiyeulaşmamaktadır. Bu liselerin kurucuları Türkkökenli olsa da Erdoğan’ın talep ettiği şe-kilde Türkçe eğitim vermemektedirler. Dersprogramları bu liselerin kuruldukları eya-letlerdeki Alman eğitim sistemine uyarlan-mış ve dersler Almanca verilmektedir. Buliselerin Alman liseleriyle arasındaki diğerbir farkta öğrencilerinin hemen hemen tü-münün Türkiye kökenli olmasıdır. Bu lise-lerden mezun olanların üniversite ve üni-

versite sonrası meslek yaşamındaki başarıdurumu ise –bu okulların uzun bir geçmişesahip olmayışlarından– henüz araştırılmışdeğildir. Dolayısıyla bu konuda pek fazlabir şey de söylenemez. Ayrıca bu liselerinparalı oluşu Türkiye kökenli emekçilerin ço-cuklarının bu okullara gitmesini başındanengellemektedir.Yıllık ücreti birkaç bin Eu-ro’yu aşan bu okullar Federal Almanya’dagiderek oluşan Türkiye kökenli orta ve zen-gin bir tabakaya hitap etmektedir. Bu şek-liyle bu okullar Almanya’daki eğitim eşit-sizliğine karşı bir alternatif oluşturmamaklabirlikte, asıl olarak dilbilimciler ve eğitim-ciler tarafından talep edilen çokdilli bir eği-tim sisteminin temelini oluşturmaktan dauzaktırlar. Bugün okul çağında sayıları yüz-binleri bulan Türkiye kökenli göçmenemekçi çocuklarının –kimi büyük şehirlerdebu oran ilk ve orta dereceli okullarda yüzde50’nin üzerindedir– eğitimdeki en temelsorunlarından biri Almanca dil sorunudur.İki kültür arasında büyüyen ve ailelerindenTürkçe dil öğreniminde yeterli derecededestek alamayan bu çocuklar ana dilleriniiyi öğrenemediklerinden Almanca’yı da ek-sik öğrenmektedirler. Bir dili iyi öğrenmeninen temel şartlarından biri ana dilini peda-gojik eğitim alarak öğrenmekten geçer. Ge-rek aile içinde ve gerekse okul öncesi, ana-okulundan başlamak üzere bu çocuklarınher iki dili –Almanca ve Türkçe– iyi öğren-meleri ivedi bir zorunluluktur. Başarılı bireğitimin temel taşı ana dil öğreniminin eği-tim dili Almanca olan Alman eğitim siste-mine entegre edilmesidir.

Bir göçmen toplumu olarak FederalAlmanya toplumsal uyum ve birlikte yaşamiçin bugünkü eğitim sistemini etnik kim-likten arındırarak bir an önce çokkültürlüve çokkimlikli, bugün varılan toplumsal ya-pının gereksinimlerini de dikkate alarak,eğitimde çokdilliliği temel alan bir eğitimsistemine geçmek zorundadır. Eğitimdeçokdillilik okullarda yalnızca anadilin öğ-renilmesine indirgenmemelidir. Eğitimde

anadil derslerinin yanı sıra Federal Alman-ya’da yaşayan göçmenlerin kültürel kimlik-leri, tarih ve geldikleri coğrafyada işlenme-lidir. Toplumsal uyum ve toplumda var olanönyargıların giderilmesi eğitim sistemininbir bütün olarak ırkçı, etnik-milliyetçi etki-lenmelerden ve söylemlerden arındırılma-sını zorunlu kılmaktadır. Bu noktada talepedilen “Türk Lisesi” yabancı düşmanı, ırkçıve sağcı Alman parti ve gruplarının etnikkökene dayalı eğitim taleplerini güçlendir-mekten başka bir işe yaramaz. Çokdillilikgiderek yaşlanan Avrupa toplumu için sos-yal, ekonomik ve kültürel bir zenginliktir.Eğitimde çokdillik eğitim sonrası meslekve iş yaşamının yanı sıra kültürler arası di-yalog ve ortak sosyal yaşamda da önemlibir köprü oluşturmaktadır.

Bu yönüyle olaya bakıldığında tartış-maya açılan “Türk Lisesi” Türkiye Kökenliemekçilerin çocuklarının temel sorunu olaneğitimdeki eşitsizliğe karşı bir cevap değil-dir. Kurulması talep edilen “Türk Lisesi” eği-tim dili Türkçe olan bir okul olarak görül-mek isteniyorsa, ki bu eğitimde gettolaş-mayı teşvik etmekten başka birşey getir-meyecektir. Eğitim dili Türkçe olan “Türk Li-sesi” bu şekliyle toplumda var olan önyar-gıları daha da derinleştirerek toplumsalayrışmalara ve paralel dünyaların daha dagüçlenmesine yol açacaktır.

Federal Almanya’da yaşayan Türkiyekökenli göçmenlerin sorunları Almanya dı-şından önerilen ve gündeme getirilen ya-pay tartışmalarla da çözülemez. Sorunlarınçözümü burada yaşayan göçmenlerin veonların göçmen örgütlerinin Alman eğitimkurumları, sendikalar, dilbilimciler ve aka-demik çevrelerce sürdürülecek tartışma-larla doğru çözüm yolları bulunarak gide-rilir. Bugünkü çokkültürlü ve çokkimlikliAlmanya toplumunda eğitimdeki eşitsizli-ğin giderilmesinin ve eşit eğitim şansınınyaratılmasının yolu çokdilliliğin var olaneğitim sistemine entegre edilmesinden ge-çer.

Tunceli Üniversitesi ile Fachhochschule Köln (FH) kardeş üniversite olma kararı aldılar

Bonn Göç Araştırmaları ve Kültürlerarası Öğrenim Enstitüsü Başkanı Dr. Hıdır Çelik´in girişimiyle Fachhochschule Köln (FH) ve Tunceli Üniversitesi ortak Erasmus programıyanısıra bir ilke daha imza atmaya hazırlanıyorlar. Her iki üniversite Tunceli ve Köln’de olmak üzere ortak bir bölümün açılmasını kararlaştırdılar. Açılması düşünülen “Alman-Türk Sosyal Bilimler ve Sosyal Hizmetler Bölümü” bugüne kadar Türk Üniversiteleriyle yapılan ortak çalışmaların daha da ilerisinde kendi alanında bir ilk olacak.

Fachhochschule Köln (FH) Dekanı Prof. Dr. Ulrich Mergner ve Tunceli Üniversitesi Rektör yardımcısı Prof. Dr. Ali Tutay, kurulucak olan “Alman-Türk Sosyal Bilimler veSosyal Hizmetler Bölümü” nün bir an önce hayata geçmesi için yıl sonuna kadar ortak bir programın hazırlanarak her iki üniversitenin senatolarından geçirildikten sonraçalışmalara başlanması kararına vardılar. Bu bölümü okuyan öğrenciler Köln’de Türkçe, Kürtçe ve Zazaca/Kırmançki ve Tunceli’de ise Almanca dil eğitimi alarak çokdilli öğrenimgörme imkanı da elde edecekler.

Yapılacak ortak çalışmaların bir ilk adımı olarak Bonn Göç Araştırmaları ve Kültürlerarası Öğrenim Enstitüsü ve Köln Üniversitesi’nin desteğinde Fachhochschule Köln(FH) ile birlikte 28 Eylül- 5 Ekim 2010 tarihleri arasında Tunceli /Dersim’e eğitim ve kültürel amaçlı bir gezi düzenlenecek. Ayrıca bu gezinin yanısıra 4- 6 Ekim 2010’de TunceliÜniversitesi tarafından düzenlenen 1. Uluslararası Tunceli/Dersim Sempozyumu’na Köln’den öğretim üyeleri ve öğrencilerden oluşacak 30 kişilik bir grupla katılma kararıdaalındı.

Gezi ve sempozyumla ilgili daha geniş bilgi almak istiyenler aşağıdaki adrese başvurabilirler: BİM e.V. – Tel: 0228/9691375, email.: [email protected]

Die Gaste4

Anadili Öğreniminin SiyasallaşmasıAhmet ONAY

Merkel’in son Türkiye gezisinde Tayyip Erdoğan’ın(moda sözcükle “mealen”) “siz bizim ülkemizdelise, üniversite açıyorsunuz, bizim de sizde lise

açmamıza izin verin” dediğini ve bunun üzerine Almanya’da“Türk okulu” tartışması başladığını bilmeyen kalmadı.

Başbakan Tayyip Erdoğan’ın “Türkiye’de Alman liselerivar... Neden sizde de bir tane Türk lisesi kurmuyoruz?” söz-leriyle nasıl bir okuldan söz ettiğini açıkça ifade etmesede, herkesin ortak kanısı Türkçe eğitim veren Türk lisesininkurulmasını kastettiği şeklinde oldu. Ardından Merkel veAlman siyasal partileri başta olmak üzere, hemen her ke-simden bir açıklama geldi.

Almanya’da Tayyip Erdoğan’ın önerisine verilen yanıttek bir cümleyle özetlenebilir: Burası Almanya ve Alman-ya’da eğitim dili Almancadır.

Merkel’in Türkiye gezisinde yapılan ortak basın top-lantısında iki tarafın uzlaştığı açıklandı. Bu uzlaşmaya göre,Angela Merkel, “Öğrencilerin Almanca bilmesi şartıyla Türkokullarının açılabileceği”ni söylerken, Tayyip Erdoğan da,“Ülkemizde Almanca eğitim veren liselerimiz var. Türki-ye’deki bu adım Türk ve Alman gençleri arasında Almancayıöğrenme noktasında çok çok önemli. Aynı benzer statüdeadımların Almanya’da da atılabileceğini duymak bayanMerkel’den beni memnun etti” diye yanıtlamıştır.

Gerek Tayyip Erdoğan’ın Die Zeit’a verdiği demece,gerekse Merkel’in gezisi sırasında yapılan açıklamalara ba-kıldığında, uzlaşma denilen şeyin iki ayrı dilden ve teldenyapılmış konuşmadan ibaret olduğu hemen görülmektedir.Taraflar kendi ezberlerini yinelemiş, ama ne hikmetse uz-laşıldığı yazılıp çizilmiştir.

Onca laf kalabalığını bir yana bırakırsak, konununözünü şu şekilde özetleyebiliriz: İçeriği doldurulmamış vekesin biçimde tanımlanmamış olmakla birlikte, Tayyip Er-doğan’ın “talebi”, kesinkes Türkçe eğitim veren bir okuldur.Buna karşılık Merkel’in verdiği yanıt, “Almanca bilmek ko-şuluyla olabilir” şeklinde olmuştur.

Tartışmayı izleyenlerin ilk aklına gelebilecek soru ise,bu okul tartışmasının nereden kaynaklandığıdır.

Okul konusu, yani eğitim konusu, bir kez siyasallaştı-rılınca, ister istemez siyasetçilerin niyetleri, neyi murat et-tikleri başlı başına bir konu haline gelmektedir. Bu nedenlede, siyasetçilerin niyetlerine ilişkin yorumlar da muhtelifolmaktadır.

Bir yoruma göre, Tayyip Erdoğan’ın Almanya’da Türkçeeğitim veren Türk okulları açılmasını gündeme getirme-sinden “muradı”, Alman Eğitim Bakanlıklarına bağlı olarakeğitim veren Fettullah Gülen okullarının Türkçe eğitim ya-pan okullar haline dönüştürülmeleridir.

Tayyip Erdoğan “sevdalıları”nın yorumuna göre ise,Tayyip Erdoğan’ın talebi, Almanya’daki Türk çocuklarınaöncelikle iyi bir biçimde Türkçe öğretilmesi gerekliliğininortaya konulmasından ibarettir. Bu yorum, “Türkçeyi iyi bi-len Almancayı iyi öğrenir” şeklinde ifade edilen bir tezedayandırılmaktadır. Genellikle İGMG (Milli Görüş) cemaatitarafından dile getirilen bir görüştür.

Bu yorumun gerekçesi, ilk bakışta, “anadilini iyi bilenyabancı dili daha kolay öğrenir” şeklinde ifade edilebilecekbir bilimsel genellemeyle çakışır görünmektedir. Ancak ta-lep edilen okulun lise düzeyinde okul olması, bunun sadecebilimsellik görüntüsünden ibaret olduğu düşüncesini aklagetirmektedir.

Açıktır ki, lise çağına kadar Alman eğitim sistemiiçinde bulunan (kindergarten’ler de dahil) çocukların ana-dillerini iyi bilmelerinden söz etmek olanaksızdır. Bu açıdanbakıldığında, Tayyip Erdoğan’ın “talebi”, Alman eğitim sis-temi içinde öğrenim görmüş Türkiyeli çocukların lise ça-ğında Türkçe eğitim almalarını sağlama isteği gibi görün-

mektedir. Diğer ifadeyle, lise yıllarına kadar Alman eğitimsistemi içinde (ki zorunlu eğitim dönemidir) Almanca eği-tim görmüş ve Almanca bildikleri varsayılan Türkiyeli ço-cukların, “Türk lisesi” aracılığıyla, bir çeşit “Türkleştirilmesi”-nin ya da “islamlaştırılması”nın amaçlandığı gibi bir gö-rünümü ortaya çıkarmaktadır. Böylece Alman eğitim sis-temine bağlı olarak faaliyet gösteren Fettullah Gülen okul-larında “tedrisat” görmüş cemaat çocukları, “Türk lisesi” yo-luyla, Türkçe bilir hale getirilip devşirilebilecektir.

“Türk okulu” talebinin siyaset penceresinden görü-nümü budur.

Bu amaç, YÖK’ün (Yüksek Öğrenim Kurulu) Mart ayın-da almış olduğu, “orta öğrenimini yurtdışında tamamlayanTC uyruklu öğrencilerin üniversiteye sınavsız olarak girebile-ceklerine” ilişkin kararıyla da uyum içindedir. Böylece ce-maat okullarını bitirmiş olan öğrencilerin Türkiye’de üni-versitelere sınavsız olarak girmelerinin önü açılmıştır. Bu-radaki tek sorun, yurtdışında, özellikle de Almanya’da eği-tim gören öğrencilerin Türkiye’de üniversiteye devam ede-bilmeleri için yeterli düzeyde Türkçe bilmemeleridir. İşteTayyip Erdoğan’ın “talebi”, sanki bu sorunu ortadan kaldır-mayı amaçlıyormuş gibi de görünmektedir.

Görüldüğü gibi, söz konusu olan “Türk okulu” tartış-masının, yani okulun siyasallaştırılmasının, anadili öğrenimive anadili temelinde yabancı dilin (Almanca) öğrenilmesisorunuyla hiçbir ilişkisi bulunmadığını söylemek çok yanlışolmayacaktır. Siyasal niyetin, Almanya’daki cemaat okul-larında “tedrisat” görmüş öğrencilerin Türkiye’ye devşiril-mesi ve kamuda istihdam edilmesi olduğu da söylenebilir(Siyasal kadrolaşma).

Alman kamu yönetiminin böylesi bir siyasal niyeteve amaca yönelik “Türk okulu” açılmasına ilkesel olarakkarşı çıkmayacağı da söylenebilir. Bunun tek koşulu, dev-şirilecek öğrencilerin belli bir sayıyı aşmamasıdır.

Kamu yönetimi açısından, bir çocuk, doğumdan liseyibitirene kadar, yani “erişkin” olana kadar yüksek bir kamusalmaliyete sahiptir. Bu, nitelikli/eğitim görmüş işgücününmaliyetidir. Bu maliyet de, Almanya’daki vergi mükellefle-rinin parasıyla sağlanmaktadır ve çoğunluğu Almanlaroluşturduğundan “Almanların ödediği vergiler”le karşılanır.İşte Alman kamu yönetiminin “Türk okulu”na karşı çıkışınınarkasında yatan ekonomik neden budur. Yani Alman kamuyönetimi, Alman kamu kaynaklarıyla eğitilmiş öğrencilerin,hiçbir karşılık almaksızın Türkiye’ye devşirilmesine karşıdır.Yoksa, devşirilecek öğrencilerin hangi cemaate ait olduğuve nerede istihdam edileceği kendilerini fazlaca ilgilendir-mez. Bu açıdan, “Türk okulu”, belli sayıda öğrenciyi geç-mediği sürece siyaseten kabul görebilecektir.

Bugün AKP yönetiminin ve hükümetinin “uzman”kadro kaynağı Almanya’daki Milli Görüş kesimidir. Dolayı-sıyla bu kesimin çocukları da gelecekteki yeni kadrolarıolarak bugünden yetiştirilmeye çalışılmaktadır. Bu da, Al-man kamu yöneticileri için, Almanya’nın çıkarlarına uygungeldiği sürece siyaseten bir sorun oluşturmayacaktır.

Açıktır ki, tüm bunlar siyasete ilişkindir ve eğitiminsiyasallaştırılmasının olgularıdır. Ama öte yandan, cema-atlerin dışında ezici çoğunluğu oluşturan, Almanya’da ya-şayan Türkiyeli göçmen toplumunun çok önemli ve büyükbir eğitim sorunu vardır.

Ortalama üç yaşında kindergarten’lara gönderilen ço-cuklar, “çocuk bakım yuvaları”nda, hiçbir pedagojik eğitimesahip olmayan bakıcıların ortamında Almanca öğrenmek-tedirler. Anadillerini doğru dürüst öğrenememiş bu ço-cuklar, kindergarten bakıcılarının nezaretinde ve kinder-garten’deki Alman çocuklarıyla kurdukları günlük ilişkileriçinde öğrendikleri Almancayla da okulda başarılı olama-maktadırlar. İşte Almanya’daki Türkiyeli ailelerin en temel

sorunu budur.Siyasallaştırılmış okul tartışmaları bir yana bırakılarak,

yeterince Almanca öğrenemedikleri için başarısız olmayamahkum olan Türkiyeli öğrencilerin sorunları çözülmelidir.Asıl yapılması gereken budur.

Bu da, okul öncesinde (3-7 yaş arası) kindergar-ten’lerde kendi kendine Almanca öğrenilmesinin yerine,bilinçli ve programlı biçimde anadili öğrenimini temel alanbir Almanca öğrenim programının uygulanması demektir.Tayyip Erdoğan’ın “Türk okulu” talebinin, tam ifadesiyleTürkçe eğitim veren lise talebinin yarattığı tartışmanınüzerini örttüğü gerçek budur.

Diğer yandan “ikidillilik” ya da “çokdillilik” söylemindeifadesini bulan Alman okullarında Türkçenin ikinci ya daüçüncü zorunlu yabancı dil dersi olarak okutulması talebide, anadili öğreniminin bir üst aşamasını oluşturması ge-reken bir talep olarak, temel sorunun önünü alan kolaycı-lığa yol açmaktadır.

Burada anadili öğrenimi ile eğitim, yani okul birbirinekarıştırılmaktadır. Anadilini bilen bir çocuğun, anadilinigeliştirmesi ve yetkinleştirilmesi, şüphesiz okul eğitimi sü-reci içinde “dil dersi” içinde gerçekleşebilir. Bu açıdan, okulsürecinde Türkçenin (genel ifadeyle anadilin) “yabancı dil”olarak ya da seçmeli ders olarak verilip verilmemesi ikincilbir konudur. Genel düşünce, Türkçe dersinin “zorunlu ya-bancı dil dersi” olarak konulduğu koşullarda Türkiyeli aile-lerin çocuklarını bu derslere göndermek zorunda kalacak-larıdır. Aksi halde, yani seçmeli ders olduğu koşullarda,aileler, “burası Almanya, Türkçe öğrenip de ne yapacak”mantığı içinde Türkçe derslerini önemsememeyi sürdüre-ceklerdir. Bir bakıma Türkiyeli ailelerin bu önyargısı, zorunluTürkçe dersi yoluyla aşılmaya çalışılmaktadır.

Net olarak söyenmelidir: Almanya’daki ekonomik iliş-kilerin, gerek Türkiye-AB ilişkileri açısından, gerek Türkiyeile olan ticari ilişkileri açısından Türkçe-Almanca bilen (amaiyi derecede bilen) yetişmiş işgücüne gereksinmesi vardır.Bu gereksinme bilince çıkartılamadığı için, bir çeşit yerleşikönyargıların arkasından dolaşılmaya çalışılmaktadır.

Sorun, okul sürecinde Türkçenin zorunlu yabancı dildersi olarak konulması değildir. Sorun, kindergarten’lardanitibaren anadili öğrenimi çerçevesinde Almanca eğitimeyönelik bir programın oluşturulabilmesidir. Böyle bir prog-ram, kaçınılmaz olarak okul sürecinde anadilinin geliştiril-mesi ve yetkinleştirilmesi yönünde daha gelişkin bir prog-ram olarak sürdürülebilir.

İster entegrasyon gerekliliği açısından ele alınsın,ister yaşanılan ülkenin ekonomik, toplumsal ve siyasal ya-şamına katılım açısından ele alınsan, her iki durumda dayaşanılan ülkenin dilinin öğrenilmesi zorunludur. İlk sap-tanması gereken, bu dilin (örneğin Almanca) öğrenilme-sinin doğru yolu ve yönteminin ne olduğudur. Bilimselgerçekler, yabancı dilin en kolay ve en doğru öğrenimininanadilin öğrenilmesine bağlı olduğunu göstermektedir.

Genel olarak, 3-7 yaş grubunun anadili öğrenimineparalel olarak yabancı dili (Almanca) öğrenmelerini sağla-yacak bir programa gereksinme bulunmaktadır. 7 yaş üstügrup okul sürecinde Almanca eğitim görecekleri için, Al-mancayı geliştirme ve yetkinleştirme amacı doğrudan okulsürecinin doğal parçasıdır. İşte bu doğal süreçte anadiliningeliştirilmesi ve yetkinleştirilmesi için ayrıca Türkçe dersleri(zorunlu olup olmaması ikincil bir konudur) sürdürülmeli-dir. Ama bugün olduğu gibi, Türkçe dersi adı altında ço-cuklara dinsel ve milletsel menkıbeler anlatılarak değil,gerçek Türkçe dilbilgisi dersi olarak sürdürülmelidir.

Bunun için ilk yapılması gereken, okulu siyasallaştır-mak değil, sorunu doğru saptamak ve doğru çözümlerüretmektir.

DİE GASTE’nin 13 Şubat 2010 tarihli“Sonderschule/Förderschule Sorunuve Göçmen Toplumu” toplantısında,

ebeveynlerin evde çocuklarıyla hangi dilikonuşmaları gerektiği sorusu da gündemegeldi. Çoğu zaman ilkokul ve eğitimin sü-receği okullardaki öğretmenler tarafından,göçmen ebeveynlere hala evde çocukla-rıyla en iyisi Almanca konuşmaları salık ve-rilmektedir. Almanca, çevrenin konuştuğudildir, okuldaki dildir, ilkokuldan sonra ço-cuğun eğitim kariyerini hangi okulda sür-düreceği Almanca edinci tarafından belir-lenmektedir. Almanca edinci yeterli değilse,bununla birlikte okul başarımları olumluolsa dahi, lisenin yolu genelde kapalı kal-maktadır. Essen’deki toplantıda hatta, ço-cukların, tersini saptayan kararnamelerekarşın eksik Almanca bilgileri nedeniyle öğ-renimi destekleme odaklı förderschuleleredüştükleri birçok örnekle gösterildi. För-derschule’lere gönderilme, kültüre ve dilebağımlı olduklarından çocukların başarımyeteneklerini az da olsa nesnel biçimde be-timleme durumunda olmayan, tahminseldeğeri de bulunmayan tartışmalı test uy-gulamalarıyla desteklenmekte.

Öğretmenler bir konuda haklı: Almanokullarında ve toplum açısından saygınyüksek mevkilere ulaşılmasında ya da sa-dece bir çıraklık eğitimi için öncelikle re-kabete girebilmek ve başarılı olabilmek içinAlmanca bilgisi vazgeçilemezdir. İyi Al-manca bilgisinden başka çıkar yol yokturve öğrenim süreçlerindeki katılımcılarıntümü, okul ve aile, bu hedefe yalnızca bir-likte ulaşılabileceğini kavramalıdırlar, yal-nızca işbirliğiyle bu doğrudur. Ama bu nasılolabilir ve olmalıdır?

Daha 1970’lerde, Kuzey-Ren Westfal-ya’da, o dönemde henüz yabancı olan ço-cukların okul öncesi çağda eğitim veren bi-rimlerde anadillerini yasaklayan kararna-meler mevcuttu. Birkaç yıl önce Hessendekibir şehir dikkatleri üzerine çekti, şehir be-lediyesi çocuk yuvalarında göç kökenli ço-cukların anadillerinin daha fazla destek-lenmesini yasakladı, oysa dikkatleranadillerine değil, Almanca bilgilerinin iyi-leştirilmesine çekilmelidir. Ayrıca başka yer-lerde öğretmenler ve bir bütün halindeokul birlikleri neredeyse oy birliğiyle ana-dillerinin okul ve dersten sürülmesini ka-rarlaştırdı. Almancanın öğrenilmesindeanadilinin bir engel teşkil ettiği görüşümevcuttu ve bu görüş bugün hala varlığınısürdürüyor, gerçekten de inatçı bir mit.Kendi çocuklarımdan edindiğim tecrübebaşka bir yönü gösteriyor.

Bir Katalonyalıyla evli olduğumdan(Katalanca ile İspanyolca arasındaki fark,Hollandaca ile Almanca arasındaki fark ka-dar büyüktür) ve ebeveynlerin ortak diliolarak İspanyolca konuştuğumuzdan, ço-cuklar üç farklı dil ile karşı karşıya kalmak-

talar. Anneleri ile Katalanca konuşmaktalar,babalarından Almancayı almaktalar ve İs-panyolca da ilave olarak üzerine eklen-mekte, diğer bir ifadeyle eğer aramızdakisohbetleri anlamak ya da İspanyolca ko-nuşan misafirlerimizle konuşmak istiyor-larsa, bu dili de ek olarak öğrenmeleri ge-rekmekte. Ailemizin dünyası böyle. Ben herzaman için, çocukların, kendi dünyalarına,ona olduğu şekliyle ayak uydurabilme, özelkişisel çevrelerinde kullandıklarını öğrene-bilme becerisine sahip oldukları olgusunagüvendim: eğer konu tek bir dilse, öyleysetek bir dil, ikiyse, öyleyse iki ve eğer dahafazlaysa, bunlar da mümkün. Dünyadakinormal durum tekdillilik değil, tersine çok-dilliliktir ve özellikle çocuklar, son dereceesnek beyin yapıları nedeniyle çokdilliliğigeliştirmeye, uygulamaya ve üstüne üstlükeğitimin devam ettiği okullarda ek olarakbir yabancı dil öğrenmeye yatkındırlar.

Ama bu teoriden çok, yaşanılan pratikdeğil mi? Bir interkültürel pedagoji profe-sörünün çocuklarının durumu, hem de Al-manya’da her alanda itibar gören bir dilbağlamında, İspanyolcada, zaten uyarla-namayacak boyutta özel bir durum değilmi? Acaba bunun gerçekleşemediği, ana-dilleri Türkçe, belki de İtalyanca ya da Rusçaolan birçok çocuk mevcut değil mi?

Yaklaşık otuz yıl önce Duisburg’takibir okul hakkında bilgi sunmuştum (Sch-midtke 1981). Yazı, “Daha fazla anadili ara-cılığıyla daha iyi Almanca” başlığını taşıyor.Elbette bilim son 30 yılda daha da gelişti,ama o dönemdeki bu sununun temel öner-mesi bugün dahi hala geçerli. Bu okulunayırdedici özelliği neye dayanmakta?

Duisburg-Werthauser sokağındaki ilk-okul, yetmişli yılların sonuna doğru yüksekoranda yabancı, ağırlıklı olarak İspanyol öğ-rencilerden, eski, yıkımı bekleyen bir ma-den ocağı sitesinden gelen neredeyseyüzde yüzünü semtin Türk çocuklarınınoluşturduğu bir okula dönüştü. O zamanlarhenüz politika için “Federal Almanya göç ül-kesi değildir” ilkesi geçerliydi, ancak2005’teki göç yasasıyla kaldırılan bir yak-laşım. Federal Almanya için bu, okullarınikili bir görevi yerine getirmeleri gerektiğianlamına geliyordu. Bir yandan “oturumundevamı süresince” çocukların entegrasyo-nuna katkı sunmak ve öte yandan geri dö-

nebilirliklerini kalıcı kılmak. Anadili dersibu amaca hizmet etmeliydi, çünkü “ana-yurtlarına” yeniden uyumda çocuklar birde dil sorunu yaşamamalıydı. Bugün içindenilebilir ki, okullar ne bu ne de diğeryönde tam bir yeterlilik gösterebilmişlerdir.Werthauser sokağındaki öğretmenler debenzerini denedi, ama diğer birçok okuluntersine burada, Türkçeye ilgi gösteren veTürk kökenli meslektaşlarını eşit haklara sa-hip partnerler olarak derslere dahil edenve sık sık onlardan, aile ve okul arasında,sadece dilsel değil, diğer açılardan da irti-bat kurmasını isteyen bir öğretmenler ku-rulu mevcuttu.

Anadilinin korunması görevi, bir yıliçerisinde anadilini ek olarak teşvik etmekşeklinde değişti. Türkçeye normal ders planıiçerisinde sabit bir yer verildi, ne de olsatüm çocuklar evde Türkçe konuşuyorlardı.Ders planı kapsamında bu küçük teknik veiçeriksel değişimin okul yaşantısı üzerindekietkisi şaşırtıcıydı: Türkçenin daha geniş birbiçimde desteklenmesiyle Almancadakibaşarımların, aile ve okul ilişkilerinin ve deokuldaki durumun giderek düzeldiğini öğ-retmenler tam bir fikir birliğiyle saptadılar.Elbette bu başarı, okuldaki Türkçe öğret-menler ve Türkçe dersi sayesinde gerçek-leşmedi. Türkçenin güçlendirilmesiyle ai-leler, okulun hedefinin, çocuklarını kendile-rine yabancılaştırmak olmadığını kavradılar.Öğretmenlerin dillerine gösterdikleri say-gıyla, aynı biçimde dinlerine, yaşam biçim-lerine ve geleneklerine de değer verdikle-rinin anlaşılmasını sağladı. Werthausersokağı okulu, Türk ebeveynlerin güvenleyaklaştıkları bir okula dönüştü. O andan iti-baren spor dersine yönelik neredeyse hiçsorun kalmamıştı ve yüzme dersine de he-men hemen tüm çocuklar katılıyorlardı.Ebeveynler erkek çocuklarını ve kızlarınıokul gezilerinden alıkoymamaya başlamış-lardı ve ebeveyn grupları okul süreçlerinekatılımı genel anlamda artmıştı. Türkçe der-sinin genişletilmesi, ebeveyn ve okul ara-sında bir nevi güven bazı yaratan bir giri-şimdi ve sınıflardaki öğrenim ortamını daolumlu yönde etkilemişti. Ama Türkçeyigüçlendirmenin kendisi de olumlu bir et-kiye sahipti ve Almancanın ilerlemesini sağ-lamıştı. Bunu anlamak için bir bakıma diledinimi hakkındaki tasarımlarımızda dü-

şünce değişikliğine gereksinim var. Kuralolarak diller, tek tek öğrenilmesi gereken,az çok birbirinden ayrı sözcük hazinelerine,ses bilgisi ve dil bilgisine sahip sistemlerolarak anlaşılmaktadır. Birinci dili neredeyseoynayarak, ebeveyn ile çocuk arasındakiilişkiyi şekillendiren tüm duygulanımlarla(Affektivitaet) anadili olarak öğreniriz. Ebe-veynleri ve çevresi tarafından doğru olduğuduyumsanan dili çocuğun öğrenme potan-siyeli o denli büyüktür ki, ebeveynlerin ko-nuştukları dile göre, sonuçta Arapça ya daSavahilice ortaya çıkabilir.

Çocuk tüm davranış biçimlerinde, dil-sel açıdan da çevresine uyum sağlamakta-dır. Ve eğer çocuğun çevresinde temeldenfarklı, bildiğimiz dilbilimsel anlamda iki yada üç dil konuşulmaktaysa (birbirleriyle İn-gilizce konuşan, şimdi Almanya’da yaşayanÇinli bir baba ile Finlandiyalı bir anne), ço-cuk da buna uygun olarak dilsel tutumunugenişletecek ve onu çok yönlü kılacaktır,diğer bir ifadeyle özel durumu nedeniyle,çocuk olarak tek dilli bir ortamda yetiştiği-nin farkında olmasa da her yönüyle insandili fenomeniyle yoğun biçimde uğraşmakzorundadır. Bir çocuğun çokdilliliği bu an-lamda dil öğrenimini engellememektedir,tam tersi, onu desteklemektedir. Birçok öğ-retmenin, örneğin bir Türk çocuğununderste hem anadiline hem de Almancayayeterince hakim olamamasından dolayı,onun her iki dilde de kendi ortamında an-cak yarım düzeyde yaşayabildiği görüşü,çocuğun iki kere tekdilliliği mümkün ola-masa dahi, iki dilde de kendini ifade ede-bilme yeteneğinde yatan potansiyeli doğrudeğerlendirememektedir. Dilsel yetinin kıs-taslarını tekdillilerde koymak, ikidillilik ta-rafından ortaya konulan yapıyı kavrama-maktır.

Ama her öğrenim için bir güdülemeye(motivation), odaklanmaya ve çevrenin birtalebinin olmasına gereksinim vardır. Birdil de, anadili ya da ikinci dil, kendiliğindenöğrenilmez. II. Friedrich‘in (1194-1250) in-sanın ilk konuştuğu dili araştırmak için birdeney yaptığı söylenir. Çocuklar başka hiç-bir dil tarafından etkilenmediklerindehangi dili konuşur? Anlatıldığına göre, buamaçla bebekler annelerinden ayrılır. Da-dılarının onlarla konuşması ve onlara şefkatgöstermesine izin verilmez. Söylentiyegöre, çocuklar konuşmayı hiç öğreneme-mişler ve kısa bir zamanda ölmüşler.

Bu anlatının gerçekliği tartışmalı olsada, bir model olmadan, uyarıcı zengin birçevre olmadan öğrenim mümkün değildir.Çevre ne denli çok yönlülüğe sahipse, ço-cukla uğraşı ve dil de dahil her alana yö-nelik güdüleme potansiyeli ne denli yo-ğunsa, çocuk sahip olduğu imkanlar açısın-dan da o denli zenginleşecektir.

Bu olgulardan, örneğin Almanca bil-gileri iyi olmasa dahi, Türk ebeveynlerin,

5Die Gaste

Almanca mı, Anadili mi? Hayır: Almanca ve Anadili!

Carl von Ossietzky Üniversitesi - Oldenburg Prof. Dr. Hans-Peter SCHMIDTKE

Öğretmenler bir konuda haklı: Alman okullarında ve toplumaçısından saygın yüksek mevkilere ulaşılmasında ya da sadecebir çıraklık eğitimi için öncelikle rekabete girebilmek ve başarılıolabilmek için Almanca bilgisi vazgeçilemezdir. İyi Almanca bil-gisinden başka çıkar yol yoktur ve öğrenim süreçlerindeki katı-lımcıların tümü, okul ve aile, bu hedefe yalnızca birlikte ulaşıla-bileceğini kavramalıdırlar, yalnızca işbirliğiyle bu doğrudur. Amabu nasıl olabilir ve olmalıdır?

Die Gaste6

çocuklarının Almanca öğrenimlerinde,daha iyi bir ifadeyle onların dilsel davranışpotansiyellerinin genişletilmesinde katkısunmaları şeklinde çıkarsamalar yapmakda olanaklı.

Temel olarak geçerli olan, çocuklariçin tek dilli yapay bir ortam oluşturulmasıgerekmediğidir. Eğer anadili Türkçe ve çev-re dili Almanca ise, öyleyse bir çocuk ikidili öğrenme yeteneğine sahiptir.

Türkçe konuşan ebeveynler, okul bu-nu istese de Almanca öğretmenliğine bü-rünmemeliler. Çocuklar dili ağırlıklı olarakmodele bağlı öğrendiklerinden, dil edinimisüreçlerindeki hatalı modeller çoğu zamandilsel tutumlarda düzeltilmesi zor hatalarayol açmaktadır.

Ebeveynler eğer anadillerinde iyi birdilsel örnek olabilirlerse, bu yolla çocukla-rının dilsel çok yönlü tutumlarına yardımcıolabilirler.

Bir çocuk dilsel olarak ne kadar çokdestek görürse, salt anadilinde de olsa, dilikullanma yeteneği o kadar artacaktır. Farklıbir dil ortamında bulunan çokdilli ebeveyn-ler ya da aileler, çevrenin çocuktan beklen-tileri daha yüksek olduğundan ek bir so-rumluluğa sahiptirler. Ebeveynler çocuklaolan tüm faaliyetlerine bilinçli bir şekildedilsel olarak eşlik etmelidirler ve kendisinidil ile ifade edebilmesi için sık sık fırsat ta-nımalıdırlar.

Çocukların kitaba yakınlaştırılmasıönemli bir yere sahiptir. En iyi koşullardaher iki ebeveynle herşey hakkında konuş-ma olanağı verildiğinde, resimli kitaplar,küçük çocuklara bir dizi konuşma fırsatısunmaktadır.

Çocukların dilsel davranışının destek-lenmesinde büyük ve eşsiz bir değer, onlariçin okumakta yatmaktadır. Bu bağlamdada konu Türkçe konuşan ebeveynlerin Al-manca çocuk kitaplarıyla uğraşısı değildir,tersine kendi dillerinde okumalı ve oku-nanlar üzerinden çocuk ile iletişime geç-melidirler. Çocuk bu şekilde, çevresindekidiğer dili (dilleri) öğrenebilmesinde yararlıolacak dilsel becerilerini yetkinleştirebilir(ausdifferenzieren). Bu alana ayrılan her birsaat, okul yaşamında çocuk için özel dersolarak ödenmek zorunda kalınmaz.

Çocuklar dil ile severek oynarlar, yenisözcükler bulurlar, dilbilgisel yapıları akta-rırlar, kendi başlarına bağlantılar ararlar.Ebeveynler bu noktada eleştirmemeli, ter-sine cümleleri doğru tekrarlayarak çocuğukonuşmaya devam etmek yönünde ve diliyaratıcı bir şekilde kullanmaya yüreklen-dirmeliler.

Alman öğretmenler için de bir tavsiye:Ebeveynlerinizi evde çocuklarıyla anadil-lerinde konuşmaya çağırın, çocuğun evin-de konuşulan dillerdeki kitaplara ulaşabil-meleri için imkanlar yaratın.

Ebeveynlerin göç koşullarında çocuk-larını hangi açıdan daha çok teşvik etmeli,anadilini mi ya da Almancayı mı sorusununalternatif soru olarak kalmaması gerekir.Türk ebeveynler, az Almanca konuşuyor ol-salar dahi çocuklarının Almanca öğreni-mini, anadillerinde iyi bir temel vererek,dilsel ifadenin zevkini, (dilsel) becerilerineolan inancını, özgüvenini ve kitap okumasevincini onlara vererek destek olabilir. Ço-cuk böylece, Almanca da dahil, başarılı ola-bilmek için en iyi temele sahip olur.

Alman ana-babaların ve öğrencilerin dini eğitime, din ders-lerine ilgisi giderek azalırken, Almanya’daki müslümanailelerin dini eğitimine verdikleri önem artmaktadır. Müs-

lüman-göçmen ana-babaların böyle bir eğilim göstermesinde,“din sömürüsü”, “benliğini yitirme korkusu”, Alman/Hıristiyan ço-ğunluk tarafından horlanma ve dışlanma gibi nedenler de büyükrol oynamaktadır.

Müslüman ana-babaların çocuklarına dini bir eğitim vermeisteği, nedeni ne olursa olsun, kabul edilmesi ve saygı duyulmasıgereken bir istektir. Ne var ki bu isteğin gerçekleşmesi için ana-babaların başvurduğu yollar, çocuklar ve gençler açısından birçok sorunu veya çıkmazı da birlikte getirmektedir. Çünkü, F. Al-manya’da ana-babaların bu istemine çağdaş anlamda yanıt ve-rebilecek bir “islami eğitim” tasarımı ve oluşumu malesef yoktur.Bunun nedeni, Türk ve Alman makamlarının/kurumlarının tabaşlangıçtan itibaren bu konuda izledikleri yanlış politikalar veduyarsız yaklaşımlardır.

Türkiye’de 1950’lerden itibaren “sol”a karşı oluşturulan “dev-let ideolojisi”ne İslam’ın da eklenmesi, Türkiye’deki islamcı, şeri-atçı örgütlenmeyi güçlendirdi. Laik olduğu savlanan devlet,imam-hatip okulları açıyor, buradan mezun olanlara üniversiteyegirme hakkı veriyor, Kur’an kursları sayısının çığ gibi büyümesinegöz yumuyordu. Bu gelişme, 12 Eylül 1980 darbesini yapan ge-neraller ve ardından gelen sağ hükümetler tarafından “Türk-İslam Sentezi” adı altında daha açık ve yoğun bir biçimde teşvikedildi. Okullardaki din dersleri, müslüman olmayanlar da dahiltüm öğrenciler için zorunlu hale getirildi.

Bu önemli dönüm noktasına kadar , yani İslam’ın, “Türk-İs-lam Sentezi” bağlamında “Türk Kimliğinin” en önemli öğesi olarakilan edilmesinden önce, Türkiye’de ve Almanya’da çocuklarındini eğitimi bir sorun olarak gündemde yoktu. Çocuklara ilk dinieğitimleri –eskiden olduğu gibi– aile içinde veriliyordu. Ve budini kuralların ve pratiklerin gelenek-görenek biçiminde çocuk-lara öğretilmesi/aktarılması biçiminde oluyordu. Aile isterse,buna ek olarak okuldaki ve okul dışındaki dini eğitim olanağın-dan yararlanılıyordu. Başka bir deyişle, ana-babalar çocuklarınındini eğitiminde kurum, ölçü ve süre konusunda daha özgürcekarar verebiliyorlardı.

Türkiye‘deki bu ‘yeniden islamlaşma’ sürecinin ve Alman-ya’daki özel koşulların da etkisiyle ana-babalar 80’li yıllardan iti-baren çocuklarının dini eğitimi konusunda etkisiz/yetkisiz birkonuma düştüler. Göçmenlik koşularında yaşayan “küçük aile”deana-babalar çocuklarına geleneksel dini eğitimi veremiyorlar,verseler bile bu yeterli görülmüyordu. Çünkü ana-babaların Tür-kiye’de aldıkları dini eğitim, edindikleri dini bilgiler, göçmenleringettolaşmış sosyal yaşamda kolayca örgütlenen –Türkiye or-jinli– dogmacı müslümanlığın dayattığı din eğitimi ile boy öl-çüşemiyordu.

Böylece, Türkiyeli müslüman ailelerin büyük çoğunluğuçocuklarının dini eğitimini, sayısı hızla artan dini örgütlere, camiderneklerinin açtıkları Kur’an kurslarına bıraktılar. Böylece okulöncesi ve okul çağı yaşındaki yüz binlerce çocuk, Türkiyeli göç-menlerin yoğun olarak yaşadıkları mahallelerde açılan Kur’ankurslarına, şimdilerde “İslam Koleji” adı altında yürütülen yatılı-kurslara devam etmek zorunda kaldılar.

Çoğunluğu pedagojik ve teolojik bir öğretim görmemişolan kurs hocaları, buralarda çocuklara sadece Arapça Kur’anokumayı ya da namaz kılmayı öğretmiyorlar; kendilerine emanetedilen çocuklara ideolojilerine uygun bir islami kimliği, bireyselve toplumsal sorunların tek ve mutlak çözümü olarak empozeediyorlar. Daha fanatik olanlar diğer dinleri ve inanışları kötüle-yerek, hıristiyan, musevi, alevi düşmanlığı yaparak çocuklara “ci-had” fikrini aşılamaya çalışıyor. (Bielefeld Üniversitesinden Prof.Heitmeier’in Türkiyeli gençler üzerine yaptığı –ve Alman med-

yasına da uzun süre konu olan– bir araştırmanın, bu tür“eğitim”den geçen gençlerin İslam konusunda ne kadar tutucuve fanatik olabileceklerini ortaya çıkardığını burada hatırlata-lım.)

Doktrine edilen çocuklar içinde yaşadıkları gelişmiş sanayi(ve tüketim) toplumunun istemleri, yan yana yaşadıkları Hıristi-yan dini, devam ettikleri Alman okul sisteminin amaçları ileKur‘an kurslarında verilen dogmatik bilgiler ve “dünya görüşü”arasında sıkışıp kalıyorlar. Birbirleriyle “uzlaşmaz” hatta birbirine“düşman” gibi gösterilen bu iki ayrı “dünya” arasında ruhsal çık-mazlara, bunalımlara sürükleniyorlar.

Bir kısmı, kazanmaları olanaksız olan kavganın yükünü ta-şıyamayarak, sonu intihara kadar giden bunalımlara giriyorlar.Çok azı da bu “dogmatik islam kimliği”ne karşı çıkarak, İslam’dansoğuyor hatta müslümanlığı yadsıyor ve sonunda “aforoz” edilip,aileden, “cemaatten” dışlanıyorlar.

Çoğunluğu oluşturan üçüncü grup ise, iki ayrı “kişilik” ge-liştirmeyi tek çözüm yolu olarak görüyor. Bu gruba girenler, ev-lerinde ve islami çevrede kendilerini “koyu” bir müslüman gibigösterirken, dış dünyada ise dinden uzak bir kişilik sergiliyorlar.Bir başka deyişle “iki yüzlü” olmaya zorlanıyorlar.

Özetlersek, aslında gerçek İslam’la da bağdaşmayan, onayarardan çok zor getiren dogmacı-fanatik dincilik ve buna dayalıbir din eğitimi hem müslüman göçmen aileleri hem de onlarınçocuklarını çıkmazlara sürüklüyor, onların Avrupa’daki aydınlıkgeleceğini karartıyor.

Buraya kadar anlatılanlar madalyonun Türkiye’yi ilgilendi-ren yanı. Madalyonun öteki yüzünü ise Alman tarafının sorumsuzve duyarsız tavrı oluşturuyor.

Alman makamları sayıları çığ gibi artan bu tür kursları de-netlemek için ellerinde yasal olanak bulunmadığını ileri sürerekbu gelişmelere on yıllarca seyirci kaldılar. “Kur’an kursları”nınmüslüman öğrencilerin okul içi ve okul dışındaki başarısını, uyu-munu engellemesine, birlikte yaşamı kösteklemesine göz yum-dular. Ancak son yıllarda, bir yandan Türkiyeli öğretmenlerin,veli derneklerinin (çocukları bu tür kurslarından kurtarma umu-duyla); öte yandan İslami örgütlerin ( Berlin’de olduğu gibi Almantoplumunda legalleşme ve okullarda söz sahibi olmak amacıyla)okullarda İslam din dersleri verilmesi yönündeki girişimleri, Al-man eğitim makamlarını bu konuyla ilgilenmeye zorladı. NitekimF. Almanya’nın kimi eyaletlerinde, örneğin Kuzey Ren Vesfalya’dabir çeşit “İslami Bilgiler” modeli geliştirildi ve pilot uygulamalaryapılıyor.

Gelinen bu noktada, Hıristiyan kiliseleri de dahil, hiç birtaraf “İslam Din Dersi”nin gerekliliğini yadsımıyor. Ancak hiç bireyalette, katolik ve protestan din dersleri ile eşit düzeyde bir“İslam Din Dersi” uygulaması henüz yok. Alman makamları (veKiliseler) , yasal düzenlemelerdeki engelleri bu duruma gerekçeolarak gösteriyorlar. Bir çok eyaletteki yasalara göre okullardadin dersi verilebilmesi için devlete “partner” olacak örgütlü bircemaatin (kilisenin) varlığı gerekiyor. Çeşitli islami örgütler debu partnerin kendileri olduğunu ileri sürüyorlar. Böylece Almanmakamları aradıkları partnerin (= İslam Cemaati’nin) kim ola-cağına karar veremiyorlar. Ya da bu işi Berlin örneğinde olduğugibi mahkemelere bırakıyorlar.

İlgili kuruluşların biran önce “dar görüşlük”ten kurtulup,İslam’da bir “kilise” olmadığını ve olamayacağını, dolayısiyleokullarda verilecek İslam Din Dersi konusunda ilk söz hakkınınana-babaların ve belirli bir yaştan sonra da bizzat çocukların ol-duğunu kabul etmeleri gerekiyor. Onları hiç bir şekilde temsilyetkisi olamayan, din ve inanç özgürlüğünü yadsıyan, laik eği-time karşı çıkan örgüt ya da kuruluşlara bu konularda söz hakkıverilmesi ise herşeyden önce Almanya Anayasası’na ve çağdaşeğitim anlayışına ters düşecektir.

Mevlüt ASAR

Göçmen Çocukların Dini Eğitimi ve İslam Din Dersleri

Çeviri: Die Gaste

7Die Gaste

Sağ Popülizmin Gölgesinde Kültürel Irkçılık ve İslam Düşmanlığı

Köln Üniversitesi Prof. Dr. Christoph BUTTERWEGGE

Multikültürel göç toplumu, nüfusunbüyük bir çoğunluğunun toplum-sal durumunun, dışlanma ve ya-

bancı olma deneyimlerinin, kültürel-dinselaçıdan “aşırı yabancılaşma eğilimlerinin” yada hıristiyanlığın etkisini kaybetmesiningerçek kaygı ve korkuları politikaya aletedildiği ve kullanıldığı bir yansıma alanınadönüşebilir. Sözümona kültüre dayalı etni-siteler arasındaki yabancılık, görünüşe görebugün bazı aşırı sağcılar tarafından bileçağdışı görülen üstün ya da değersiz “ırk”ınyerini almaktadır. Cami yapımı, “töre cina-yeti” ve Almanya’nın, diğer bir ifadeyle Av-rupa’nın “islamlaştırılması”na ilişkin çatış-manın, gelecekte sağcı ya da popülist grup-ların temel ajitasyon alanları olacağını ön-ceden tahmin etmek için kahin olmaya ge-rek yok.

Kültürel Irkçılığın Toplumsal Koşulları

Son zamanlarda ırkçılığın dışavurumbiçimlerinin değişmesi, temel işlevinde ger-çekleşen dönüşüme dayanmaktadır: Bu-gün meşru kılınan, büyük güçlerin sömür-geci politikalarının denizaşırı yayılmacılığıdeğil, tersine, onların, üçüncü dünya ülke-lerinden gelen işçi göçmenlerde, yoksulmültecilerde, bir başka ifadeyle ekonomikmültecilerde maddileşen sonuçların, ağır-laştırılmış iltica kanunları, tekniği mükem-melleştirilmiş sınır kontrolleri ve “Refah Ka-lesi” olan Avrupa’nın yalıtılmasıyla savunul-masıdır. Kültürel ırkçılık, ulusal ekonomiaçısından göçmenlerin yararlılık derecele-rine göre ayrılmasını kolaylaştırır. Göçmenmüslümanlara yönelik temel yakınmalar-dan biri de, yetersiz eğitim ve meslek eği-timleriyle, diğer bir ifadeyle geri kalmış kül-türleriyle, ileri sanayiye sahip Avrupa dün-yasına erişemeyecekleri algılamasıdır.

Bugün göç ve entegrasyon, herşey-den çok, göçü alan toplumda refah devle-tinin neo-liberal açıdan yeniden yapılan-dırılmasına, yani kısıtlanmasına katkıdabulunan toplumsal olguların değersizleş-tirilmesinden ya da derin kimlik bunalım-larından etkilenmektedir. Toplumsal olgu-ların bu durumu, böylece göçmenlerinvaroluş koşullarını güçleştirmektedir ve şuevrelerden oluşmaktadır:

1. Toplumsal alanın ekonomileştiril-mesi eğilimi. Neredeyse tüm yaşam alanları,örneğin kültür, (yüksek) okul, boş zamanve toplumsal altyapı vb. pazar modelinegöre yeniden yapılandırılmaktadır. Toplum-sal olmak bundan böyle yoksullarla, ayrım-cılık görenlerle ya da engelli insanlarla vesorunlarıyla ilgilenmek, bir başka deyişleahlaki sorumluluğu ve etik normları yerinegetirmek anlamına gelmemektedir. Top-lumsal alan da, daha çok rekabet, kâr çabasıve işletmelerin ekonomik üretkenliği tara-

fından belirlenmektedir.2. Toplumsal alanın kültürleştirilmesi.

Bu, toplumsal aidiyetin, toplumun üyele-rinin ortak çıkarlarının (ve bunun bilincinevardıkları takdirde ciddi bir dayanışma ge-çekleştirebilecek olan) belirli bir sınıf, kat-man ya da gruba aidiyetiyle tanımlanma-dığı, tersine, daha çok kültürel örtüşebilir-liğin, örneğin ortak dil, din ve geleneklerinarandığı anlamına gelmektedir. Bu geliş-meye karşı bir direncin çok zor dile getiri-lebilmesinin ve organize edilebilmesininkaynağı burada yatmaktadır.

3. Toplumsal alanın etnisiteleştirilmesi.Ekonomik rekabet, “yatırımlara elverişlibölge” çerçevesinde ne kadar şiddetlenirse,değişik kökenden insanlar arasındaki kül-türel farklılıkların öne çıkarılması ve top-lumsal geçişler için rakip adaylara sınırkoyma ya da onları dışlama ölçütleri olarakbir araç haline getirilmesi o kadar kolay-laşmaktadır. Etnisiteleştirme süreçleri ikiyöne sahiptir: “Öteki”nin damgalanmasınınyanı sıra, “kendi”sinin çerçevesini çizmeye,yani daha ileri amaçların hedeflendiği ulu-sal ya da “halk birliğinin” çerçevesini çiz-meye neden olmaktadır. Bu tür tasarımları,“yabancılar dışarı” parolaları gibi kitle bi-lincine yerleştiren bir slogan da “önce Al-manlar (ve Alman olan herşey)!” sloganıdır.

4. Toplumsal alanın biyolojikleştiril-mesi. Bugün topluma dayalı davranış bi-çimleri, giderek daha çok genlerle tespitedilmektedir. Bu bağlamda demografiksöylem, yani toplumun (yaş açısından) ya-pısı hakkında hangi tarz ve biçimde konu-şulduğu ve yazıldığı belirleyici bir önemesahip. Kim ki medyada giderek artan, fela-ket senaryolarını andıran nüfus tahminle-rine bakarsa, neo-nazilerin ve aşırı sağcıla-rın “Alman Halkı ... yok olabilir” eski korku-sunun (ve göçmen olarak gelen müslü-manlara direnmeden “meydanı boş bırak-mak”) toplumun içinde yer etmeye başla-dığını saptayabilir.

Terörizm Histerisi ve Müslümanlara Karşı Kamuoyu

Oluşturma

11 Eylül 2001’den sonra dünya politi-kasının “Kültürler Arası Çatışma” (Samuel P.Huntington) ya da “Medeniyetler Savaşı”(Bassam Tibi) olarak yorumlanması, nere-deyse medyanın ortak değeri oldu. Usamabin Laden ve El Kaide Batı Medeniyeti’nekarşı düşmanlığı simgeleyen şifrelere dö-nüşmüşlerdir. Terörizm, köktendincilik veislamcılık, “terörle mücadele”yle karşı du-rulan, her yerde mevcut ve etkili bir tehlikeolarak yansımıştır. Bununla birlikte göç, suçve şiddet ya da savaş söylemi kesişmekte-dir. Bu konuda 27 Eylül 2001 tarihli, “Al-manya’da terör tehlikesi. İstihbarat teşkilatı,radikal islamcı saldırılar uyarısında bulu-

nuyor” başlığı altında, Dünya Ticaret Mer-kezi’nin yanan kulelerini yansıtan güneşgözlüklü, sakallı siyahi bir adamın görül-düğü Stern dergisinin kapak resmi ile örtülükadınlardan kanlı hançerli, bir sakallı fana-tiğe ve yahudiler üzerindeki cehennem ate-şine kadar tüm önyargıların kullanıldığı “Al-lahın kanlı ülkesi. İslam ve Orta Doğu”konulu Spiegel Special (2/2003) kapak resmianımsanılsın.

Saldırılardan çok sonra bile, yanan ikizkulelerin görüntüleri, askeri imalar ve askeridil Alman medyasına egemendi. Hollandalıfilm yapımcısı Theo van Gogh’un 2 Kasım2004’te öldürülmesinin ardından, “paraleltoplum”, kulislerde kapsamlı bir tehdit inşaeden ve karanlık bir gelişim perspektifininipuçlarını veren moda sözcüğe dönüştü.Popüler medya açısından mültikültürel top-lum taslağı, Welt am Sonntag’da “Avrupaİçin Savaş” başlığıyla yayınlanan Gilles Ke-pel’in 21 Kasım 2004 tarihli makalesindeve bir gün sonra, Münih’te yayınlanan Fo-cus’un başsayfasında “Korkutan Misafirler.Almanya’da Müslümanların Karşı Dünya-sı”nda belgelendiği gibi başarısız olmuştu.

Kadınların ve kızların “zorla evlendi-rilmelerine” ve “töre cinayetine” ilişkin genişhaber yayınlarında ayrıca (kültürel) ırkçıimalar eksilmedi. 7 Şubat 2005’de beş kar-deşinden üçünün Kürt Hatun Sürücü’yüvurduktan sonra yalnızca yerel medya bukonuyla haftalarca uğraşmadı. SüddeutscheZeitung, 26 Şubat 2005’te, “Bir Türk aileninkıskacında. Berlin’in çağdaşlığı içinde müs-lüman köy ahlakı: Yine Türk erkekler bir ka-dını ölümle cezalandırdı. Kültürlerin şid-detle çarpışmasının bir öyküsü” başlığıaltında bu konuya yer verdi.

“Şimdi kültürlerarası çatışma tehlikesivar” (Rheinische Post, 4.2.2006), “ Kültürlerçatışmasına hazırlanmak” (Welt am Sonn-tag, 19.2.2006) ya da “Kültürler çatışması”(FAZ, 13.4. 2006), o dönem Federal Cum-huriyet’in neredeyse tüm gazetelerinde bu-lunan, sözümona karikatür krizine ve Türkfilmi “Kurtlar Vadisi” tartışmasına yansıyantipik manşetlerdi.

Birkaç köktendinci, sağcı kışkırtıcı vedinci fanatik tarafından sahnelenen, so-nuçta yalnızca farklı düşünenlerin ve farklıdinden olanların provoke edilmesine hiz-met eden ve gerginliğin (askeri) tırman-masını zorlayan karşıtlık, kaçınılmaz olanve tüm islam dinine/kültürüne tahsis edi-len, gerçekten tarihsel etkisi olan bir çatışkıolarak yorumlanmaktadır. Kafalara yerleş-tiği takdirde böylesi bir örnek, barışçıl ola-rak birlikte yaşama olanaklarını ve enteg-rasyon uğraşlarını asgariye indirger.

Sağ Popülizm nedir?

En sağdaki gruplar (“Pro Köln”den “ProNRW”ye ve “Pro Deutschland”a, Cumhuri-

yetçilerden, DVU ve NPD’den neo-nazi yan-daşlarına kadar) “cami inşası, islamlaştırmave güç simgesi olarak cami inşası, minare”konularıyla uğraştılar. Sadece sağ popülistgüçler, güvenilir vatandaşlar olarak ortayaçıkma ve yerleşik çevrelerde müttefiklerbulma durumundalar. “Halk”, “nüfus” ya da“reşit yurttaş” ve “seçkinler”, “devlet bürok-rasisi” ya da “politik sınıf” düalizmini ajitas-yon ve propagandalarının merkezi halinegetiren kişiler, partiler, örgütler, akımlar veçabalar sağ popülist olarak tanımlanabilir.

Göçmenlere sözümona yerliler karşı-sında ayrıcalıklı davranılması ve/ya da “kül-türel yabancılaşma” ön plana çıktığında,sözkonusu olan nasyonal-popülizmdir.Onun ayırıcı özelliği ise, nüfus katmanları-nın, özellikle etnik azınlıkların giderek artankitlesel yoksullaşmasını, gördükleri ayrım-cılığın ve toplumsal kaynakların haksız bö-lüşümünün bir neticesi olarak değil (örne-ğin eğitim alanında ve iş piyasasında), dahaçok sınırların büyük bir geçirgenliği, başkaifadeyle göçmenler için kaldırılmasının birsonucu biçiminde konu edinilmekte veözellikle de müslüman “istilası” ya da onla-rın kendilerini “yabancılaştırması” şeklindeişlenmektedir. “İslam karşıtlığı” yanıltıcı birtanımdır, çünkü yalnızca köktendinciliğeve buradan türeyen bazı müslümanlarınterörizmine karşı olunduğunu içerir. “İsla-mofobi” kavramı da olayı açıklayamamak-tadır, çünkü nitelendirmeyi yapanlarınsanki gerçekten müslümanlardan korktuk-ları izlenimini vermektedir.

Kültürel ve dini karşıtlık, genelde dahaderinde yatan, çoğunluk toplumunun du-yarlı kılınmasını gerektiren çatışkılara da-yanmaktadır. Küresel finansal kriz ve dünyaekonomik krizi gelecek dönemde daha bü-yük toplumsal kırılmalara yol açacak. İştebu nedenle de göçün ve –bunun sonucuolarak– farklı etnik kökene, dini inanca vefarklı kültürel biçimlenişe sahip insanlarınküreselleşme belirtileri altında birlikte va-rolmalarının, batılı sanayi toplumlarının birnormalitesi olduğu anlatılmalıdır. Ama fakirve zengin şeklinde giderek artan bölün-menin suçlusu alt gelir düzeyinde yoğun-laşan göçmenler değil, tersine özel güven-lik görevlilerinin gözetlediği lüks konutlar-da oturan ve orta ve alt katmanlar karşı-sında kendilerini mekan olarak da belirginbir şekilde yalıtarak paralel toplum oluştu-ran seçkinlerdir.

Prof. Dr. Christoph Butterwegge, Köln Üniver-sitesi’nde politik bilimler alanında ders vermektedir.Konuya ilişkin son olarak yayınladığı kitaplar: “Küre-selleşmenin Işığında Göç” , “Kitlesel Medya, Göç ve En-tegrasyon. Gazeteciliğe ve Politik Eğitime Düşen Görev-ler” ve “Sağ Popülizm, İş Dünyası ve Yoksulluk. Almanya,Avusturya ve İsviçre’ye Yönelik Bulgular”.

Çeviri: Die Gaste

Die Gaste8

’ninAnadili ve Eğitim Toplantılarının İlki

Bad Kreuznach’da Yapıldı21 Martta Bad Kreuznach’ta ilki yapılan bilgilendirme toplantısı, yaklaşık elli kişinin katılımıyla gerçekleştirildi.

Türkiyelilerin anadili, eğitim, kültür ve entegrasyon konularında bilgilendirilmesini amaçlayan ve evsahipliğiniHalk Kültür Evi’nin yaptığı toplantıda Die Gaste yayın yönetiminden Zeynel Korkmaz, Ozan Dağhan ve Engin Kun-

ter’in konuşmalarının ardından izleyiciler düşüncelerini açıkladılar ve sorular sordular. Çevre kentlerden dinleyicilerin de katıldığı toplantının yoğun ilgi görmesi üzerine oturumsüresi uzatıldı. Katılımcılar arasında öğretmenlerin ve farklı oluşumların yanı sıra, veliler, öğrenciler de yer aldı.

Göçmen kökenli çocukların Alman eğitim sistemindeki başarısızlıklarını belirleyen temel etmenlerin ve göç koşullarında karşılaşılan toplumsal olguların ele alındığısunumlardan sonra, sorunların doğru saptanmasına ve çözüm arayışlarına ilişkin ikinci bölüme geçildi. Çocukların aşırı televizyon, internet gibi iletişim araçlarına gösterdikleriaşırı ilgi ve kullanımı, elverişsiz okul ve öğrenim ortamları, ebeveynlerin eğitime yaklaşımı, görevleri ve olanakları ile Türkçe anadili derslerinin içeriksel yetersizliği, Türkçederslerinde belirlenmiş bir program olmasına rağmen bir kısım “öğretmenler” tarafından dini ve tarihi “menkibeler”in anlatılması gibi güncel konular katılımcıların sorularınayansıdı ve tartışıldı.

Bad Kreuznach’ta düzenlenen bilgilendirme toplantısında, Türkiyelilerin kendi yaşam koşullarını kendilerinin dile getirmesi, görüş alışverişinde bulunulması ve ileriye dönüksomut adımlar atılmasında etkin olunması açısından önemli bir gereksinme olduğu da açıkça görüldü.

Die Gaste

Erol YILDIZ

Medyada Kültürel Hegemonyanın Normalleştirilmesi

Bugün kim gazeteyi açıp baksa, göç-menlere ilişkin bir sorunla ilgili ha-bere rastlamak için uzunca arama-

sına gerek yok. Federal Almanya Cumhuri-yet’inde kamuoyu tartışmaları on yıllar bo-yunca, artık çoktan normaliteye dönüşmüşolan, çatışma merkezli ve tek taraflı bir yo-rumlandırma pratiği tarafından biçimlen-miştir. Kitlesel medya esasen buna katkısunmuştur. Bir süre önce Der Spiegel haberdergisinde “Her zaman için yabancı” başlığıtaşıyan bir makale, etnisiteleştiren haber-cilik tarzı için tipik olarak nitelendirilebilir.Bu biçimdeki bir medyatik ilişki, kesintisizolarak sınırlar inşa etmekte, insanları sürekli“yabancı” yapmakta, toplumu “biz” ve “öte-kiler” düzeyine indirgemekte ve böylecetoplumsal güç dengelerini organize etmek-tedir (vgl. Beck-Gernsheim 2004).

Avrupa’nın tarihini ve de Avrupa dı-şındaki toplumlarla ilişkileri etkileyen Av-rupa odaklı dünya görüşü, göçmen grup-lara yönelik güncel yaklaşımda bugün dahiönemli bir rol oynamaktadır. Avrupa odaklıbakış açısından batılı olmayan toplumlarıntarihsel gelişimi ve özellikleri, eksikleri be-timleyen bir dille ve “batılı normaliteden”sapma olarak ya da bir çeşit “batı modelininbaşarısız bir kopyası” (Ong 2005, S. 47) ola-rak görülmektedir. Aşağıda da gösterileceğigibi bu Avrupa odaklı dünya görüşü, bu-güne dek güncel göç söylemini boydanboya kaplamaktadır. Böylece Avrupalı ol-mayan toplumlardan göçmenler “yabancı”olarak, “yalnış sosyalleşen” ve “integrasyonakarşı bağışık” olarak algılanmaktadır. Batılıolmayan toplumların bakış açılarının, vebununla birlikte göçmen gruplarının büyükbir bölümünün bu değersizleştirilişi ve ay-rımı, “Batı” ve “geride kalanlar” (vgl. Hall

1994) arasında, “biz” ve “etnik açıdan öte-kiler” arasındaki kavramların ikiye ayrılması(Dichotomie) günümüzde dahi adeta doğalbir gelişme olarak ele alınmaktadır. Bu ab-sürd etnik-ulusal bakış hala göç sorunsal-larına ilişkin tartışmaları belirlemekte, halabir çeşit “kültürel açıdan örtük ırkçılık” ola-rak günlük bilinci boydan boya kaplamak-tadır (Brumlik 2008, S. 35).

Sosyal sorunlar etnik olarak kodlan-maktadır, böylece “sosyal sorunların etni-siteleştirilmesi” geçekleşmektedir (Butter-wegge 2006, S. 81). Kamuoyundaki göçsöyleminde “getto”, “paralel toplum” ya da“islami fundamentalizm” kavramları gibi,artan oranda “eğitimden uzak çevreler” yada “etnik çatışma” gibi kavramlar da kon-jonktürel olarak bir canlanma göstermekte.Ve bir kaç yıldan beri tekrar “genç yabancı-lara” yönelik şiddet ve kriminalite tartışma-ları medya alanında yankılanmakta.

Kitlesel medya böylece belirli görün-tülerin ve bilgi biçimlerinin görünür kılın-masında, yaygınlaştırılmasında ve güçlen-dirilmesinde önemli bir rol oynamakta vegiderek bunların günlük iletişimde normal-leşmesine yol açmakta. Kitlesel medya,güncel “getto söyleminde” ya da “paraleltoplum” söyleminde olduğu gibi, ilkin po-litik ve bilimsel bağlamda oluşan belirli ta-rihsel aktarımların yorumlamalarını ele al-maktadır.

Bugün medyanın haber bültenlerinebir göz atıldığında, göçmenlere ilişkin belirlibir bilgi üreten, etnisiteye göre tasnif et-meye, kategorilere ayırma ve sınıflandır-malara tekrar tekrar rastlanmakta: “Etnisi-teleştirme, azınlıklar yaratan, bunlarıolumsuz biçimde damgalayan ve böylecekendi imtiyazlarını sağlamlaştıran bir sosyal

dışlama mekanizmasıdır.” (Butterwegge1997, S. 175).

Güncel haber bültenlerinde de bu et-nisiteleştiren çizgi izlenmektedir. Der Spie-gel dergisi 2009’da, Berlin Nüfus ve Kal-kınma Enstitüsü’nün hazırladığı “Kullanıl-mayan Potansiyeller. Almanya’da entegras-yonun durumu” (2009) başlıklı araştırmayı,“Her zaman için yabancı” başlığını verdiğibir haberinde polemik bir tarzda yorumladı.“Kullanılmayan potansiyeller” başlığıolumlu bir çağrışım uyandırsa da, metinyakından incelendiğinde fazlasıyla tanın-mış klişelerle karşı karşıya kalınmaktadır(vgl. Berlin Institut 2009). Berlin araştırma-sının ana sonucu, “Türkler” Almanya’da enaz entegre olmuş göçmen grup şeklindedir.Haberde, Türklerin entegrasyona karşı ba-ğışıklı oluşuna yönelik başka ipuçları gös-terilmektedir:

“Ama yabancılar neden o kadarçok yabancı kalmaktalar, nedenözellikle Türkler, görünüşe göre bu-rada doğanlar da dahi Almanya’yavaramamışlardır? (...) Kim yabancıolarak gelmişse, o yabancı kal-makta. Bundan da öte, 50 yıl, bazızaman üç kuşak sonra dahi, Almanpasaportluyla da, alarm verici dü-zeyde yüksek bir sayıda göçmenhala paralel dünyalarda yaşamaktave gelecek kötü görünmekte.” (DerSpiegel 5/2009).

Spiegel’in “Sakınmanın Politikası” baş-lıklı, Thillo Sarrazin’in Berlin konuşmasınadayanan güncel bir haberinde aynı zihniyetyansımaktadır: “Geldikleri Anadolu gele-neklerinde donakalmış eski örgütleniş bi-çimleriyle aile birimleri, sadece Berlin gibitutkuyla yükselmeye çalışan bir dünya met-

ropolünde tarihsel uyumsuzluk (anakro-nistik) olmakla kalmayan, örf ve adetlerinyerine getirilmesinde ısrar etmektedir.” (S.33) Haberde, Berlin’de genç suçlular mah-kemesi yargıcı olan ve göçmen gençler ara-sındaki şiddete ilişkin açıklamalarda bulu-nan Kirsten Heisig’ten alıntı yapılıyor: “BazıTürk ve Araplarda erkeklik takıntısı özel ola-rak çok belirgin durumda, namus ve saygıo kadar irrasyonel biçimde gelişmiş ki, çokçabuk şiddete neden olabilmekte.” (DerSpiegel 42/2009)

Bu aşırı etnisiteleştirilmiş medya söy-leminde “sosyal eşitsizlik” arka planda kal-maktadır ve bunun yerine ayrıştırma (de-sintegrasyon) süreçleri ya da “Türk paraleltoplumları” üzerine konuşulmaktadır. Buşekilde farklı bir damgalama gerçekleş-mekte. Topluma etnik bir yaklaşım, diğerunsurların ve bakış açılarının gözardı edil-mesine, diğer bir ifadeyle bastırılmasınaneden olmakta ve bu yolla medyatik bir po-litik anlayış yürütülmektedir.

Eğer bu geleneksel mantık esas itiba-riyle terk edilir ve homojenlik ve açıklık ulu-sal mitleri sorgulanırsa, bunun yerine deçeşitlilik tarafından belirlenmiş göçmentoplumu odak noktasına alınırsa, o takdirdebirçok şey yeni bir görünüm kazanır. O za-man, bir yandan göçmen toplumunun yenitasarısı için, öte yandan nüfusun bu bölü-münün konumlanış süreçleri için önem arzeden göçmenliğin karmaşık günlük ger-çeklikleri ve marjinalleşmiş bakış açılarıgündemde olur. Christoph Butterweg-ge’nin ifadesiyle “göç”, “nihayet toplumsalbir normalite, globalleşme sürecinin bir te-mel bileşeni ve sosyo-politik biçimlendirmegörevinin yüksek bir önceliği olarak algıla-nabilir.” (Butterwegge 2004, S. 76).

9Die Gaste

Doğan Holding Onursal Başkanı Aydın Doğan: “Amacımız iki dilde kaliteli eğitim”

“Almanca ve Türkçe iki dilli eğitim sunacak, kaliteyeönem verecek, markalaşacak bir okul kurmak istiyoruz”

“Başbakan Angela Merkel, Almanya’da okul kurma dü-şüncemize destek vererek, kaliteli bir okul kurulmasın-dan mutlu olacağını söyledi”

Die Gaste: Basından Türkiye ziyareti sırasında, BaşbakanAngela Merkel’le Almanya’da okul açmak için görüşmeyaptığınızı öğrendik. Öncelikle öğrenmek istediğimiz, nasılbir okul kurmayı düşünüyorsunuz?

Aydın Doğan: Türkiye’deki Alman Lisesi’nin bu-radaki uygulaması benzeri bir eğitim kurumu kur-mayı düşünüyoruz. Almanca ve Türkçe iki dilli eği-tim sunacak, kaliteye önem verecek, markalaşacakbir okul projesi arzusundayız. Sadece Türk çocuk-larının değil, Alman veya başka ülkelerden gelençocukların da okuyacağı bir okul olacak. Bu konu-daki araştırmalarımızı başlattık. Okulu iki eyalettebirden kurmak istiyoruz. Düşündüğümüz eyalet-lerden birisi Hessen, diğeri ise Berlin.

Die Gaste: Bu düşüncenizi Başbakan Merkel nasıl karşı-ladı?

Aydın Doğan: Başbakan Angela Merkel önceTürkiye’de yaratılan havadan, yani Türk okulları açıl-sın havasından rahatsız olmuş. Almancayı öğren-meden, Türkçe okulu neden açıyorsunuz düşünce-sindeydi. Ben İstanbul’daki görüşmemizde ken-disine hem yüksek kaliteli Türkçe öğreteceğimizi,hem de yüksek kalitede Almanca öğreteceğimizianlattım. “Hochdeutsch olacak” tabirimi de gülerekve sempatiyle karşıladı. “Kesinlikle bu tek başına birTürk okulu şeklinde olmayacak, Alman resmi müfre-datına göre eğitim vereceğiz. Ama Türkçeyi ve Türktarihini de öğreteceğiz. Türkçeyi gerekirse seçmeliders olarak vereceğiz, isteyenler alsın diye. Çok kalitelibir okul, bir eğitim kurumu ortaya çıkarmak ama-cındayız. Alman Lisesi’nin Almanya’daki şeklini ku-

racağız” deyince çok memnun oldu. Başbakan Mer-kel sohbetimiz sırasında okul kurma konusundabizi yüreklendirerek, ”Benim tek başına karar vermeyetkim yok. Bizde okul açma konusuna eyalet baş-bakanları ve eğitim bakanlıkları karar verirler. Al-manya’da özel okullara teşvik de veriliyor. Kaliteli birokul açarsanız, ben de bundan çok mutlu olurum”dedi.. Bizim bu işte birinci meselemiz para kazan-mak değil, birinci meselemiz bir sosyal hizmettir.Ama tabii bunun ekonomik devamlılığını da sağ-layabilmek için, hayatiyetini devam ettirebilecekşekilde masrafları için okuyanlardan katkı teminetmek gerekecek.

Die Gaste: Bildiğiniz gibi, Almanya’daki Türkiyeli göçmentoplumunun çok ciddi bir eğitim sorunu var. Eğitim içingerekli Almancayı yeterince öğrenemedikleri için başarısızoluyorlar. Bu başarısızlığın yanısıra Türkçeyi de yeterincebilmiyorlar. Biz Die Gaste olarak, anadili temelinde Almancaöğrenmeyi sağlayacak bir programın gerekliliğini anlat-maya çalışıyoruz. Sizin düşündüğünüz okul projesi böylebir programı gözönünde bulunduracak mı?

Aydın Doğan: Türklerin Almanya’daki birincimeseleleri, uyum sağlayamamaları, entegre ola-mamaları. Bunun da en önemli nedenlerinden birisilisan bilgisi, yüksek seviyede lisan bilgisi eksikliği...Almanya’da yaşayan Türkler arasında Almancayahakimiyet az. Onun için, iyi seviyede Almanca öğ-renecek ve iyi seviyede Türkçe konuşacak bir eğitimalmaları gerekiyor. Türkiye’ye geldiklerinde de buçocuklar sıkıntı çekiyorlar; çünkü bu defa Türkçeleride kırık oluyor. Onun için bizim asıl gayemiz, ço-cuklara Türkçeyi de iyi öğretmek. Bu çocuklar ara-sından iyi yetişenler belki bir gün gelecek öğret-menlik bile yapabilecek.

Die Gaste: Duisburg-Essen Üni-versitesi Türkçe Öğretmenliği bö-lümünün ilkokul düzeyinde Türk-çe öğretmeni yetiştirme projesivar. Bunun yanında Die Gaste ola-rak bizim 3-7 yaş grubu çocuklariçin anadili öğrenimini sağlayacakbir program önerimiz bulunuyor.Sizin düşündüğünüz okul, ilkokulve anaokulu bölümlerini de kap-sayacak mı?

Aydın Doğan: Bizim düşün-düğümüz okul ilk, orta, lise. Amaanaokulunu da buna ilave ede-biliriz gerekirse.Die Gaste: Bugün Almanya’dapekçok özel okul bulunuyor. Sa-hiplerinin Türk olduğu bazı okul-

lar “yatılı özel okullar”. Özellikle Almanya’nın küçük köy vekasabalarındaki çocuklar için bu tür yatılı okullar bir umutolarak görünüyor. Okul projenizin içinde bu tür yatılı veburslu öğrencilere olanak sağlanacak mı?

Aydın Doğan: Okul konusunda Almanya ça-pında araştırma yaptırıyoruz. Eğitimcilere, uzman-lara soruyoruz. Bunlar arasında Alman eğitimcilerde var. Bunların sonunda çıkacak sonuca göre, oku-lun genel yapısı hakkında bir karar vereceğiz.

Die Gaste: Bildiğiniz gibi, Almanya’da günlük yazılı basındaciddi bir okur kaybı yaşanıyor. Bunda değişik etmenler sözkonusu olsa da, Türkçenin yeterince bilinmemesi ve kulla-nılmamasının da önemli bir etkisi olduğu görülüyor. Sizbu sorunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aydın Doğan: Dünyanın her yerinde yazılı ba-sın tiraj kaybediyor. Özellikle internet ve televiz-yonla rekabet edemiyor. Almanya’daki Türk basınıda biraz daha hızlı tiraj kaybediyor. Bunda lisan bil-gisinin önemli etkisi var elbette. İki lisanda yayınyapmaya geçme konusu gündeme gelebilir. HemAlmanca; hem Türkçe, belki ilerde böyle iki dilli biryayıncılığa geçebiliriz.

Die Gaste: Okul projenizin yanında, Almanya’daki günlükyazılı basının, özellikle de sahibi olduğunuz Hürriyet’in so-runa yönelik çabalarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Yeterlibuluyor musunuz?

Aydın Doğan: Yeni nesillerin Türkçe öğrenme-leri konusunda da yayınlar yapılıyor, biliyorum.Ama gazete imkanları içerisinde bu kadarı yapıla-biliyor. Aslında eğitim sorunu, okullarla çözülmeli-dir. Ama gazeteler de buna yardımcı olmaya çalı-şıyorlar.

Die Gaste: Son olarak, okul projenizi şüphesiz değişikbilim insanları ve eğitim uzmanları ile değerlendiriyorsu-nuzdur. Bu değerlendirmelerin yanında, geniş katılımlı veherkese açık toplantılarla okul projenizin tanıtımının ya-pılmasının ve tartışılmasının yararlı olacağını düşünüyormusunuz? Ve bu okul projenizi ne kadar bir sürede hayatageçirebileceğinizi düşünüyorsunuz?

Aydın Doğan: 2011 eğitim öğretim yılında ha-yata geçirebileceğimizi düşünüyoruz. Önümüzdedaha bir yıldan fazla bir zaman var. Araştırmalarımızve çalışmalarımız sonunda durum netleşecek. Tabiiböyle bir işi yaparken, toplumun çeşitli kesimlerintemsilcileriyle, uzmanlarla toplantılar yaparak on-ların görüşlerini de almaya gayret ediyoruz.

Die Gaste: Sayın Aydın Doğan, bize zaman ayırıp sorula-rımızı yanıtladığınız için çok teşekkür ederiz.

Aydın Doğan: Ben teşekkür ederim ve gaze-tenize ve onu hazırlayan genç ekibinize başarılardilerim.

Frankfurt, 23 Nisan 2010Aydın Doğan, kurucusu olduğu “Aydın Doğan Anadolu İletişim Meslek Lisesi” öğrencileriyle birlikte

Die Gaste10

Hiç bir emek-gücü maliyetine sahip olmayan ve bunedenle düşük ücretle çalıştırılmak için getirtilmiş/gelmiş olan göçmenlerin ortak özelliği “vasıfsız işçi”

olmaktır. Bu vasıfsız işçiler, uzun yıllar hiçbir “nitelik” (vasıf )istemeyen işlerde çalıştırıldı. Bu göçmenler, “vasıflı” işgü-cünün istihdam edilmediği marjinal sektörlerde istihdamedildiler. Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiirinde söylediği gibi,“Almanya’da Çöpçü” oldular.

Ancak 1970’lerde sanayinin yapısında meydana gelendeğişim, özellikle üretim sürecinin parçalara ayrılabilmesi,giderek “vasıfsız” işçilerin sanayi kollarında istihdam edi-lebilmesine olanak sağladı. Sanayideki bu değişimle bir-likte, Almanya’da marjinal sektörlerde istihdam edilmekiçin getirtilen göçmen işçiler “sanayi işçisi” haline gelmeyebaşladılar.

70’li yıllarda sanayi işçisi olarak istihdam edilen göç-menler, 80’lerin ekonomik kriz ortamında maliyet düşürücütemel bir etmen olarak da görülmeye başladı. Neredeysetüm anti-kriz programları bu düşük ücretli göçmen işçiyi(vasıfsız işçi) esas aldı. Öte yandan, aynı dönemde (1975sonrası) birinci kuşak göçmen işçinin yanında, giderek nü-fusu artan bir ikinci kuşak ortaya çıktı.

Olgu, artık bu göçmen işçilerin istihdamı ve ekonomikyararı değil, doğrudan doğruya bu göçmen işçilerin oluş-turduğu “göçmen toplumu” olgusuna dönüştü. Bu “göçmentoplumu”nun niteliği ve yaşadıkları ülkenin toplumsal ya-pısı içindeki konumlarının tanımlanması, bu aşamadansonra temel bir sorun haline geldi. Sorun, iş, işçi ve istihdamsorunu gibi ekonomik boyuttan çıkıp, birey, aile ve toplumalanlarını kapsayan toplumbilimsel bir sorun halini aldı.Göçmenlerin “toplumsallaşması” da, beraberinde onlarınyönetilebilirliği, yani siyasal yönetimi sorununu doğurdu.

Almanya somutunda olduğu gibi, bu siyasal yönetimya da siyasal olarak yönetilebilirlik sorunu, “Yabancılar Mec-lisi” gibi göstermelik bazı kurumlar oluşturularak geçişti-rilmeye çalışıldı. Bu “Yabancılar Meclisi”, göçmen toplulu-ğunun üzerinde yer alan bir çeşit siyasal yönetim ve idariorgan olarak tasarlanmışsa da, pratikte görüldüğü gibi,birkaç “Yabancı Meclisi” yöneticisinin yerel yönetimlerle“iyi ilişkiler” geliştirmesinden başka bir işlevi olmadı.

“Yabancılar Meclisi”nin istenilen ve beklenilen sonuç-ları vermemesi üzerine yeni arayışlar ortaya çıktı. Ancakyeni arayışların belli bir çözüme ulaştırılabilmesi için, ön-celikle “göçmen toplumu”nun niteliğinin tanımlanması ka-çınılmazdı.

Her şeyden önce göçmen toplumu, belli bir ülkeninyurttaşıydılar. Dolayısıyla, belli bir ulus-devletin pasapor-tunu taşıyorlardı ve bu ulus-devletin yurttaşı olarak dakamu haklarına sahiptiler. Öte yandan, ulus-devlet yurttaşıolan göçmen toplumu başlangıçta, yani henüz “konuk işçi”konumundayken, ait oldukları ulus-devletle yapılmış ikilianlaşmalar bulunuyordu. Bu nedenle, göçmen toplumu,aynı zamanda bir ulusun parçasıydılar. İşgücü göçününötesinde “toplum” haline geldikçe, bu ulusal yan giderekbelirginleşmeye başladı.

Otto Schily’nin altını çizerek belirttiği gibi, göçmentoplumunun ulusal niteliği, “demokratik hukuk devletinde”,ulusal azınlık sorunu yaratma potansiyeline sahip olabile-ceği düşünülmeye başlandı.

Doğal olarak, “demokratik hukuk devletinde” ya da“evrensel hukuk”ta, ulusal azınlık sorunu da, başlı başına“ulusal sorun” demektir. Her ulusal sorun gibi, sorunun ta-rafı olan kesim, yani ulusal azınlığın, bazı ulusal haklarasahip olması gündeme gelmesi kaçınılmazdır. Bu haklar,en dar anlamıyla, ulusal azınlık toplumunun kültürel hak-larıdır. Yani ulusal azınlık toplumu, kültür alanına girenhaklarını kendisi kullanır. Bu da, ulusal bağlamda “kültürelözerklik” demektir.

Şüphesiz, göçmen toplumu, tarihsel olarak dil, kültür,toprak, kültürel ve ekonomik yaşam birliğinden kaynakla-nan bir ulusal azınlık toplumu oluşturmazlar. Ancak zamaniçinde ulusal “bilinç”in oluşması, kaçınılmaz olarak bir “ulu-sal sorun” yaratmamazlık da edemez. İsrail örneğinde ol-duğu gibi, bir dinsel topluluk, zaman içinde bir ulusal top-luluk halini alabilmekte ve “self determination” hakkıçerçevesinde kendi devletine sahip olabilmektedir. Her nekadar bu yapay ulus yaratmak ya da yapay bir ulusal sorunyaratmak olarak tanımlansa da, pratikte siyasal ya da stra-tejik nedenlerle gerçek ulusal sorunlar gibi sorunlar ve so-nuçlar üretmektedir.

Ama işgücü göçünün ellinci yılında Almanya’nın karşıkarşıya olduğu “göçmen toplumu” sorununun yapay ulusal“açılımı” hiç de istenilen bir durum değildir. İstenilmeyenve üstelik düşünülmemiş bir durumdur, çünkü işgücü göçü,kesinkes çözülmüş ya da çözülememiş her türlü ulusal so-rundan farklıdır. Şüphesiz bu farklılık ne kadar açık ve be-lirgin olursa olsun, pratikte, “açılım”ın ulusal azınlık soru-nuna, “kültürel özerklik” sorununa doğru olabileceği de(yapay olarak da olsa) olasıdır.

Diğer yandan “göçmen toplumu”, aynı zamanda birdine sahip topluluktur. Bu yönüyle bir “cemaat” oluştu-rurlar. Yaşadıkları ülke bağlamında bu “göçmen cemaati”,ait oldukları dinin oluşturduğu “ümmet”in parçasıdırlar.Yahudi cemaati ve Yahudi ümmeti gibi.

Böylece göçmen işçi toplumu, bir yanıyla “ulusal top-luluk”, bir yanıyla “dinsel topluluk”, yani “cemaat” oluşturur.Ulusal topluluk olarak sorunları ulusal çerçevede, dinseltopluluk olarak sorunları dinsel çerçevede ele alınırsa, bi-rincisi, ulusalcılıkla özdeşleşirken, ikincisi ümmetçilikle öz-deşleşir.

Ulusal sorunların yüzyıllar süren kanlı ve acımasız ça-tışmalara yol açtığı ve açmayı sürdürdüğü göz önüne alın-dığında, göçmen toplumunun ulusal yanı, hemen hemenistenilmeyen bir gelişme olarak kabul edilir. Bu durumda,göçmen toplumunun yönetilmesi sorunu, yani siyasal yö-netim sorunu, ulusal haklar çerçevesinin dışında ele alın-ması gündeme gelmektedir. Bu ulus-dışı çerçeve ise, göç-men toplumunu “dinsel topluluk” olarak tanımlamaklaözdeştir.

Bugün Almanya’daki gelişmenin biçimi, Türkiyeli göç-men toplumunu “cemaatleştirmek” ve müslüman göçmen-ler genellemesi içinde “ümmet” olarak kabul etmek yö-nündedir. Böylece, “ulusal kültürel özerklik” sorunu yerine,bir dinsel topluluğun, yani müslüman cemaatinin dinselözerkliği sorunu ortaya çıkmaktadır. Devlet düzeyinde or-ganize edilen İslam Konferansı, okullardaki “islam dersleri”vb. bu dönüşümün araçları olmaktadır.

Bu dönüşüm ya da dönüştürmenin en tipik özelliğiise, cami derneklerinin ve vaiz-imamların Türkiyeli göçmentoplumunun sorunlarının ve taleplerinin sözcüsü halinegetirilmeye çalışılmasıdır. Türkiye’de islamcıların siyasalgücünün artmasıyla, cami dernekleri ve vaiz-imamlar göç-men toplumunun siyasal temsilcisi gibi görülmeye baş-lanmaktadır. Bunlar, yerel ve genel seçimlerde hangi par-tilerin destekleneceğine kadar pek çok konuda “fetva” verirhale gelmişlerdir.

Alman kamu yetkililerinin ve politikacılarının, resmiya da gayrı-resmi olarak destekledikleri bu gelişme, birbakıma ulusal azınlık sorunundan kaçmanın bir aracı du-rumundadır. Ne yazık ki, göçmen toplumunun “cemaat-leştirilmesi” ve “cemaat liderleri”nin onların siyasal sözcüsühaline getirilmesi, hiçbir biçimde göçmen toplumununsorunlarını ortadan kaldırmamaktadır. Kaldırmadığı gibi,“ulusal sorun” gibi algılanan pek çok sorun, bu “cemaat li-derleri” tarafından hararetle sahiplenilmekte ve sanki ulusalbir sorunmuşçasına ele alınmaktadır. Tayyip Erdoğan’ın

son “Türkçe okul” çıkışı da bunun en tipik örneğidir.Alman kamu yöneticileri, toplumbilimcileri, politika-

cıları açısından, Türkiyeli göçmen toplumu, oryantalist ba-kış açısıyla, henüz uluslaşma sürecini tamamlamamış, do-layısıyla henüz “ümmet” ve “cemaat” aşamasını geçememişbir toplumun parçası olarak görülmektedir. Bu oryantalistgörüş, aynı zamanda ulusal azınlık sorunu çıkmasının is-tenmemesiyle, yani öznel bir istemle çakışmaktadır. AmaTürkiyeliler, ne kadar cemaatleştirilirse cemaatleştirilsin,her koşulda Türkiyelidirler. Türkiyelilerin sorunu da, “Türkiyeulusu” çerçevesinin dışında ele alınmamaktadır ve alına-mamaktadır.

Türkiyelilerin dil sorununun, ibadet diliyle, yani Arap-çayla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Onların anadili, ulusalbir dildir, Türkçedir. Cemaatleştirilmesi, ümmetçi yapılmayaçalışılması bu gerçeği değiştirmemektedir. Camilerdeki va-azlar Türkçe yapılmaktadır. Bu nedenle, Türkçe anadilininöğrenilmesi ve kullanılması, “dinsel topluluk” oluşturulma-sının dışında bir gerçekliktir.

Öte yandan, potansiyel bir ulusal sorundan kaçınmakiçin geliştirilen cemaatleştirme çabaları, çağdaş toplumsalyaşamın dışında kalmış ve çağdaş hukukla ilgisi olmayanbir “hoca-imam” kastının egemenliğini sağlamaktan başkasonuç vermeyeceği de somut bir gerçektir. Bu kastla an-laşmak ve işbirliğini sürdürmek ise, hem kuramsal olarak,hem pratik olarak laiklik ya da tarafsızlık ilkesiyle bağdaş-maz.

Türkiyeli göçmen toplumunun sorunları, bir ulusalazınlık sorunu değil, işgücü göçünün yaratmış olduğu so-runlardır. Ancak karşı karşıya kaldıkları ayrımcılık ve dış-lanma, giderek onları gettolaştırmaktadır. Ama bu getto-laşma, Batı toplumlarının tarihlerinde görülen türden birgettolaşma değildir. Dolayısıyla Batı toplumlarının tarihin-deki örneklere göre ele alınamaz ve çözümlenemez. Uzakdurulması gereken birinci durum budur.

İkinci olarak, Türkiyeli göçmen toplumu, iddia edildiğigibi “paralel toplum” oluşturma dinamiklerine sahip değil-dir. İş ve toplumsal yaşamdaki ayrımcılık ve dışlamanın ya-ratmış olduğu bir içe kapanma durumu söz konusudur.Kendi gereksinmelerini, örneğin gıda gereksinmelerini,kendi olanaklarıyla ve kendi “sermaye”leriyle temin edenbir topluluk durumundadırlar. Bunun temel nedeni de, Al-man ticaret sermayesinin onların gereksinmelerini karşı-lamayı “ekonomik” bulmamasından kaynaklanmaktadır.Bugün sayıları 30.000’i aşan “Türk” bakkallarına bakarak“paralel toplum” oluştuğundan söz etmek gülünçtür.

Düne kadar bodrum katlarında ya da avlularda oluş-turulmuş olan camiler çevresinde oluşan bakkalların bugünmarketleşmesi ve cami yerleşkelerinin dışına çıkması da,“cemaat” olmaktan çok, çağdaş bir topluluk olunmaya baş-landığının göstergesidir.

Daha pek çok olgu, Türkiyeli göçmen toplumunun“cemaatleşmek”ten çok çağdaşlaştığını ve çağdaşlaşmayaçabaladığını göstermektedir. Asıl üzerinde durulması ge-reken ve kamu yöneticilerinin dikkate alması gereken yan,bu çağdaşlaşma eğilimidir.

İşte bu çağdaşlaşma eğilimi, aynı zamanda anadiliöğrenimini ve bunun üzerinde yükselen eğitim dilinin (Al-manca) öğrenilmesi yönünde güçlü bir istem ve dinamikortaya çıkarmaktadır. Bu istem ve dinamik ne kadar “din-selleştirilmeye” çalışılırsa çalışılsın, “cemaat”ler tarafındanbile reddedilemeyen bir gerçekliktir.

Türkiyeli göçmen toplumunun gerçek sorunlarınıkendi gerçekliği içinde alıp çözmek yerine, onu “cemaat”haline dönüştürerek yönetmeye çalışmak, çağdaşlaşmadinamiklerini kırmak ve yerine “medeniyetler çatışması”nıgeçirmekten başka sonuç vermeyecektir.

Ozan DAĞHAN

Ulus, Ümmet ve Cemaat

11Die Gaste

Söyleşiler IVKoral OKAN

Biri ile Öteki’nin sohbetleri, kültür, sanatve sosyal yaşamın diğer değerlerini, bunlarınsiyasetle olan içiçe geçmişliğini içerir. Biri ileÖteki, “Sen, ben...” veya “diğeri” olabilir; isimlerönemli değildir, sadece içerikler anlam taşıya-caktır.

Biri (der ki): Merhaba... Bugün yine iyi misin? Öteki: Merhaba... Teşekkür ederim ! Ben çok iyiyim.

Sen nasılsın görüşmeyeli?Biri: Ben de iyiyim. Söyleşimize devam edelim. Öteki: Bugün, Solon’dan itibaren sınıfların durumunu

konuşmak istiyorum. Daha önce de belirttiğim gibi oluşansınıflar, özgür olup olmadıklarına, ordu içindeki konumla-rına (ki bu olgu Antik Yunanistan’da belirleyici halkın eko-nomik durumuna paralel ve belirleyici bir faktördü) yabancıolup olmamalarına, cinsiyetlerine ve Solon Anayasası ileyerleşen siyasi haklarına göre yeni baştan belirleniyordu:

Biri: Sınıfların kısaca bir sıralamasını yapabilir miyiz? Öteki: Hemen tekrarlayalım: Tüm Attika halkı şu ke-

simler ve sınıflarla ifade ediliyordu:a) Özgür yurttaşlar (politai)Eupatridai: Theseus’dan beri denen doğuştan soylu-

lara verilen isimdi. Attika’nın siyasi mücadelelerini belirliyor,siyasi yaşamlarının sonunda genellikle dini görevler üst-leniyorlardı.

Geomoroi: Kendi gelirleri ile onursal kamu görevlerini(Leiturgiai) üstlenebilen büyük toprak sahipleri,

Demiurgoi: İşyeri sahipleri, tüccarlar,- doğuştan Atinalı olanlar (Gnesioi). Annesi

veya babası doğuştan Atinalı özgür olanlar veyaböyle ana ve baba tarafından evlatlık edinilenler,Perikles’den itibaren hem ana hem de babaları busıfatlara sahip olanlar, tiranlığın tasfiyesinden sonrasadece babaları Atinalı yurttaş olanlar,

- Atinalı yurttaş olarak kabul edilmiş olanlar(demipoietoi). Bunların kabulü için en az 6.000 yurt-taşın imzası gerekiyordu.

Census sınıfı: Dört alt sınıfa bölünmüştü:- Pentakosiomedimnoi: Kendine ait topraktan

en az 500 medimne (ölçek) ürün alan köylüler, bun-lar arkhon olma hakkına da sahipti ve savaşa atlıolarak katılıyordu,

- Triakasiomedimnoi (veya: atlı anlamına gelenhippeis): Kendine ait topraktan en az 300 medimne(ölçek) ürün alan, uşağı ve kendisi için birer savaşatı besleyebilen köylüler. Bunlar, yüksek memur-luklara seçilebiliyordu.

- Zeugita: Asgari iki at, katır veya öküz koşa-bilen ve kendi toprağından yılda asgari 150 ölçekürün alan, alt arkhonluk memurluklarına seçilebi-liyor, savaşa eskiden hoplit olan katılmakta ikenşimdi falanjların içinde zygon olarak katılıyorlardı.Sayısal üstünlükleri ve falanj (birleşmiş bir kitle du-rumunda koşup saldıracak biçimde eğitilen, derin-lemesine sekiz sıradan oluşturulan ve omuz omuzasavaşan askerlerden kurulu piyade) düzeninde sa-vaşmalarından dolayı süvarilere karşı kendilerinisavunabilen bu sınıfın, böyle bir gücü örgütleye-bilmesi, toplumsal prestijinin artmasında önemlibir rol oynamıştır.),

- Thetes (toprağı olmayan ve gündelikçi olarakçalışan toprak ve zanaat işçileri, esnaf, formel olarak200 ölçekten daha az üreten çiftçiler; bunların sa-dece seçme hakkı vardı ama hiç bir makama seçi-lemiyorlardı. Kendi çiftlikleri olmadığından (oikos),başkalarının toprağında çalışıyorlardı ve sosyal sta-tüleri çok düşüktü).

b) Köleler (Duloi): Özgürlerin sınıflarının karşıtlığını,hiçbir hakkı ve özgürlüğü bulunmayan, üretim araçlarınıkullanan, daha doğrusu kendisi üretim aracı olan „köleler“oluşturmuştur. Bu kesim, özellikle ticaret ve endüstri sek-töründe verdikleri emekle büyük atılım göstermiş, sayılarıAtina gibi sitelerde hızla artmıştır.

c) (Özgür)Metoikoi: Siteye dışarıdan gelip yerleşmiş,genellikle zanaat, ticaret ve keyif işleriyle uğraşan ve varlıklıbir kesim olan yabancılar. Bunlar, metoikoi olarak belli birsınıf oluşturmayıp çeşitli özgür sınıflar içinde yer alırlar.Toplam nüfusun onda birini oluşturan bir kesim olan ya-bancılar, özgür olmalarına karşın, hiçbir yurttaşlık hakkınasahip olmamışlardır. Özgürlükleri bağışlanan köleler debu kesimin içinde yer almıştır.

d) (Özgür) Kadınlar: Kadınlar da kendi başlarına birsınıf oluşturmamakla beraber, özgür olmaları ama hiç biryurttaşlık hakkından faydalanamamaları yüzünden ayrıifade edilmek zorundadırlar.

Böylece sınıf tahlilimizin ayrıntılarının ana hatlarınıbelirlemiş oluyoruz.

Biri: Burada, kadınları ayrı olarak ifade ediyorsun. Birde, beni en fazla ilgilendiren, özgür yurttaşlarla köleliğindurumunun geniş bir açılımı...

Öteki: Kadınların durumunu, okuyucu kadınlarımızgücenmesinler, başka bir kez anlatmak zorundayım. Çünkübu, başlı başına geniş bir konu. Ama söz veriyorum, önü-müzdeki konuşmalarımızda buna yer vereceğim. Çok doğalki, toplumun içinde yer alan kadınlar, toplumun sosyal ha-reketliliğinde, kesindir ki ve altını çizerek söylüyorum, ge-nelinde erkeklerden aşağı kalmayan bir role sahiptir. Bun-dan hiç şüphemiz olmasın...

Özgür yurttaşlara gelince, önce yurttaşlığın fikir dün-yası ve bunun temelleri önemli. Antik Yunan’da, yurttaşlıkolgusuna ilişkin düşünceler, özellikle Aristoteles’in düşün-cesinde yer alıyor. Aristoteles’e göre yurttaşlık “erdem” ileilintili bir olgu olup, özel alan ile kamusal alan arasındakiiç içe geçmişlikten türüyor. İyi bir yaşam iyi bir yurttaş ol-maktan ayrı bir olgu olarak düşünülemiyor. Birey ile dev-letin arasında hiçbir çatışma olmadığı varsayımına dayananbu yaklaşım, Antik Yunan’da sivil hakların gündeme gel-mesinin önünde bir engel oluşturuyor. Aristoteles’e göre,iyi insan olmak ile iyi yurttaş olmak arasında bir fark yoktu.Antik Yunan’da vatandaşlık olgusu erdemli olmak ile ilintiliolduğu için herkes yurttaş olamıyordu; vatandaşlık, insan-ların kamu işlerine katılımının yarattığı yakınlaşmalar ileoluşan bir bağa işaret ediyordu. Antik Yunan’da özgeci,kendini fedaya hazır, itaatkar, işbirliğine yatkın ve ahlaklıolmak gibi özelliklere sahip “yurttaş”ın karşısında toplumsalsorumluluklarını ihmal eden “budala” (idiot) vardı. Yurttaşlıkerdemlerine sahip olmayan kişiler için bu özel ifade şekliuygun görülmekteydi. Kısacası “budala” olmanın kökenindeyurttaşlığa özgü erdemlere sahip olamamak, sorumluluk-larını yerine getirememek vardı.

Aristoteles için iyi olma durumu yani “erdemli” olma,bir varlık için en üst düzeye, en üst olgunluğa ulaşma du-rumuydu. Varlıktan varlığa göre değişmekle birlikte, insaniçin iyilik ise mutluluktu. Yani erdemin doğurmuş olduğumutluluk. Aristoteles tüm siyasal alandaki düşüncelerini,insanlarda karşılıklı oluşabileceğine inandığı “erdem idea-sına” göre kurmuştu.

Tarihsel süreç içinde özel ile kamusal arasındaki ilkayrım, Yunan site devletinde özgür yurttaşların ortak olarakkullandığı site alanı ile tek tek bireylerin sahip olduklarıalan ayırımında kendini göstermişti. Bununla birlikte, Yunankent devletinde kamusal ile özel arasında güçlü bir ilişkide bulunmaktaydı. Bu da özel yaşam alanı içinde özerkolan bir aile reisinin kamusal yaşama katılabilme koşulubiçiminde kendini göstermişti. Yunan kent devletinde dev-lete ve topluma ait olma anlamında kamu, özel alanın kar-şısında soyut bir özgürlük ve süreklilik simgesi durumunagelmişti. Ama bunun yanında Eski Yunan kentinde, top-lumsal yaşam içinde, dinsellik ile din dışılığı kesin çizgilerlebirbirinden ayırmanın pek mümkün olmadığı da belirtil-

mek zorundadır. Tüm kent, gerçekte tüm ülke, tanrılara yada belirli bir tanrıya bağlıydı. Bir anlamda Atina kenti At-hena’ya sunulmuştu. Tanrılarla kentler arasındaki ilişki,türlü biçimlerde kendini gösterirdi. Tanrı kenti korurdu.Yani kent tanrıya bağlıydı. Bir anlamda ilgili tanrının kutsalalanıydı ve tanrıya adanmıştı. Bu nedenle kentin agorasıgibi akropolü de kutsaldı.

Toplumda yer alış, doğumla gelen yurttaşlık haklarınagöre gerçekleşir. Bu konularda yurttaşlar arasında ayırımyapılamayacağı, toplumun yasalarıyla, kamu oyunun ortakkararlarıyla belirlenir. Ama doğal özellikleri, soylarındangelen kişisel özellikleri, vatandaşları ayıran, özellikleridir.Bu bakımlardan yurttaşlar arasında değer sıralaması gö-zetilir. Örneğin kimisi çok akıllı, bilgilidir, her yurttaş akılcaeşit değildir. Kimisi de soydan gelen birikmiş servetiylezenginlikte üstündür, ya da sayılan ataların soyundandır,saygınlıkta üstün bir konumu vardır. Toplumlarda böyleeşitsizliklerin kaçınılmaz olduklarını, tartışmasız, değer-lendirmesiz kabul edildiğini Aristoteles’te de görüyoruz.Antik Yunan mitolojisinde tanrılar, Aristoteles'in anlayışınıntersine dünyayla iç içe, dünyaya ve insanlara müdahil, on-ların zayıf kalması için elinden geleni ardına koymayantanrılardı. Onlar, insanları kıskanmakta, insanlar hürriyetlerive dünyaya hakimiyetleri için tanrılarla savaşmaktaydı.Tanrılardan ateşi çalan Prometheus, bu kavganın ve çe-kişmenin en sembolik örneğidir.

Mitolojinin çizdiği tanrı-insan çekişmesi mantık düz-leminde pek manalı olmasa bile temelde, mitolojinin, in-sanı yaşadığı ortamda doğaya ve varlık alemine uyarılmasıve doğrudan anlatamadığı gerçekleri sembolize etmesiyönüyle önemli ip uçları taşır. Yunan toplumu doğayla ol-dukça içli-dışlıdır. O kadar ki, tanrılar tam manasıyla doğasalolarak algılanır ve deniz, ırmak, yer, yağmur, fizik güç, eko-nomik bolluk, mevsim, fırtına, deprem, hastalık vs gibi “do-ğasal” kuralları bizzat tanrı olarak algılanmaktadır.

Bu inanç ortamında doğal hukukun doğasal anlayışadayanması kaçınılmazdır. Dönemin anlayışına göre doğakurallarının işleyişinde akıllara hayranlık veren, matematikdüzlemde ifade edilebilecek sabit kuralları vardı. Doğa ya-nılmaz, atlamalar yapmaz. Her şey doğadan çıkar ve yineona döner. İnsan da doğanın ürünüdür ve doğayla iç içedir.Şu halde doğanın kurallarına bağımlı olunmalıdır. Yağmur,rüzgar nasıl doğa kuralı ise, insanların yaptığı yasalar dadoğa kuralları gibi olmalıdır. Yani hukuk kuralları hakikatte,doğa nizamının bir parçasıdır.

Antik Yunanlılar için yasa, kent devleti düzenini diğertoplumların örgütleniş biçimlerinden ayıran en önemliöğedir. Bu düzeni belirleyen yasalar, ilk zamanlarda aris-tokratik içerikli sözlü yasalardı. Kökenleri bilinmeyen buyasalara thesmoi deniyordu ve Yunanlılar bunları tanrılarınkoyduğu kutsal kurallar olarak kabul ediyordu. Gelişen vedeğişen toplumsal yapı karşısında yeni sözlü yasalar yapıldıve bunlar yazılı hale getirildi. Thesmoi denilen yasalarınyazılı hale getirilerek herkesçe bilinir kılınması, soylularınkeyiflerine göre yorum yapmasını engelliyordu ama yinede yorumlama hakkının yalnızca soylular tarafından kul-lanılmasına sosyal yapı gereği mani olunamadı.

Meydana gelen toplumsal hoşnutsuzlukla, thes-moi’den sonra nomoi denilen insan yapısı yasaların ortayaçıkma zamanı geldi. Nomoi, ünlü yasa koyucu Solon’la bir-likte thesmoi’ye karşı zafer kazanarak toplumun çeşitli alan-larının insan yapımı yasalarla düzenlenebileceği, kutsal,mutlak, değiştirilemez, sonsuz yasa olamayacağı fikriniverdi. Bir bakıma tanrısal olmayan yasa, temelinde top-lumsal uzlaşma ve sözleşme ürünü olma gibi bir dinamiktaşıyordu. Bu nedenle değişime açıktı.

Tanrısal iradeye dayanan sözlü yasaların, yerini insan

Die Gaste12

iradesine dayalı olan yazılı yasalara terk etmesi, aynı za-manda Antik Yunanda doğa felsefesinin de başlama yılla-rıdır. Gerçekten de doğa felsefesi ile uğraşan ilk filozoflar,doğal olayları açıklamada kurgusal akıl yürütme yollarınıkullanarak tanrıları tümüyle hesap dışı bırakmak gibi biradım atarak, kozmosun yönetici gücü olarak tanrıların ye-rine doğa yasalarını koydular. Bu noktada tanrıya ve doğayabiçilen paye de önemliydi. Doğa felsefesi ile uğraşan filo-zoflar, panteist1 bir anlayışa sahipti. Aristoteles’nun nak-lettiğine göre Thales2, “her şey tanrılarla dolu” diyerek mad-denin kendi yaratıcı gücü sahip olduğunu kastediyordu.Aristoteles’e göre tanrı, kozmosun yaratıcısı değildi. Tanrı,sadece ezelden beri ham malzeme olarak var olan kozmosuharekete geçirmekle onu var kılmış, ona sadece dış for-munu vermişti. Tanrı kainatla ilgilenmez, orada ne olupbittiğini bilmez ve müdahale de etmezdi. Doğa ise bir yö-nüyle tanrıyla, daha doğrusu tanrısal güçlerle içkindi, biryönüyle de tanrıdan bağımsız bir alan olarak, sonsuz, de-ğişmez ve insanlığa örnek olacak bir düzenin temsilcisiydi.

Doğa felsefesi ile uğraşan filozoflar, felsefi malzemeolarak kullandıkları doğayı, insandan ve toplumdan kopuksoyut bir doğa olarak algılamadılar. Onlara göre doğa,ilkeli, düzenli ve belli kurallara göre işleyen bir sistemdi.Kent devletinde uygulandığı için sürekli düzeni çağrıştıran“yasa”ya yabancı olmayan bu filozoflar, olası ki kent devletidüzenini doğaya uyarlayarak işe başladılar. Kent devletinde

uygulanan sürekli ve soyut yasalar gibi doğa düzenini deişleten soyut bir yasa olamaz mıydı? Kent devletindeki“yasa”dan yola çıkarak doğa kanunlarını bulmayı hedefle-yen filozoflar, zamanla doğa yasalarını, kent yasalarına veriolabilecek ölçekte görmeye başladılar. “Aynı ırmağa ikikere giremeyiz” diyerek evrende durmak bilmeyen bir sü-rekliliği, değişimi, uyumu vurgulayan Herakleitos3, değişi-min ve sürekliliğin belli bir kurala göre olduğunu, bu kuralında evrende egemen olan yasa ve evrensel akıl olduğunusöylüyordu. Logos adını verdiği evrensel/tanrısal akıl, do-ğadaki harikulade işleyişi belli bir kurala göre gerçekleşti-riyordu. Logos’u bilmek, tanımak Herakleitos’a göre aklıngöreviydi. Logos’u tanıyıp bilen kimse de doğadaki bu akılkanununu kendi davranışına uydurmak zorundaydı. Lo-gos’a uyum, insanları “genel”e, topluma bağlayacaktı. Logos,insanlarda ortaklaşa olandı ve ortaklaşa olana uyulmasıgerekirdi.

Platon, ideal olarak tasarladığı devletin yönetiminifilozoflara verdiği gibi kanunların yapımını da bu filozoflaraveriyordu. Bu tasarlamaya göre devlet, gücünü yasalardandeğil, yönetici kesimin bilgeliğinden, erdeminden alıyordu.Platon’un devleti gibi yasaları da idealdir ve devletin idealolma aşamasına kadar düzenli, belli bir sisteme bağlı ya-saları olamaz. Devlet, ideal olarak var olunca, filozof yasakoyucu tarafından vaz’ edilmemiş olan bir kısım yasalardakendiliğinden var olur. İdeal kanunlar, aklın kendini dışa

vurmasıdır. Yasa, kabul edilir olmasını, aklın evrensel söy-leminin ifadesi olmasından alır. Platon bu görüşleri ile,bazı düşüncelerini düzeltme gereksinimi duyduğu yaşlılıkzamanında bile yasanın devlet, dolayısıyla bilge-filozof ki-şilerce yapılmasından yanadır. Platon’da yasa, kısaca aklın,bilgeliğin ürünüdür.

Aristoteles, Retorik isimli eserinde pozitif hukuku do-ğal hukuktan ayırt ederek doğal hukuku evrensel ve genelgeçer kabul eder. Aristoteles, erkek kardeşinin cesediniCreon'un pozitif hukukunun yasaklamasına rağmen gö-men Antigone'nin (bu tragedyayı daha konuşacağız) doğalhukuka karşı gelmediğini belirterek, hukukun gerçek ama-cının yazılı hukukça değil doğal hukuk tarafından belir-lendiğini ileri sürer. Bundan başka Aristoteles, bilgili ve er-demli kişilerin doğal hukuku pozitif hukuka tercihedeceklerini de söyleyerek, davalarda taraf olanların çı-karlarına göre bazen doğal hukuka bazen de pozitif hukukataraftar olabilmelerini uygun bulur.

Biri: (Anlatılanların yoğun ifadesi altında bunalmış-tır...) Artık pek zamanımız kalmadı. Zaten bunları da ka-famda bir yoğurmam gerekiyor. Geri kalanları gelecek seferkonuşalım mı?

Öteki: (Gülerek) Elbette. Sağlıcakla kal.

Türkçe YanlışlarıAlmanya`daki Türk kökenli öğrencilerin okulda Türkçe öğrenmeleri gerektiğini savunurken, gerek gazetelerde olsun, gerekse televizyon programlarında olsun, yani

Türkçenin yazılı ve sözlü kullanımında yapılan yanlışlar dikkatimi çekmeye başladı. Onun için bu yanlışları inceleyip “Die Gaste”de yayınlamaya Genel Yayın Yönetmeni ZeynelKorkmaz ile karar verdik.

Bu sayıda Türkçe yanlışları üzerine olan yazımın ilkini bulacaksınız. Türkçe –bilindiği gibi– bitişken (agglutinierend) dil grubuna girer. Kökler değişmez, türetme ve çekim eklerle yapılır. İsim grubuna giren kelimeler (Nomina) hem isim

(Substantiv), hem de sıfat (Adjektiv) olarak kullanılır. Türkçe, “ulus” bildiren “Türk” ve dil bildiren “CA” (ca, ce –sert ünsüzlerden sonra– ça, çe) ekinden küçük ünlü uyumuna göre yapılmış bir kelimedir (Türk+çe). Her ulusun

dilini gösteren kelime bu kurala göre yapılır. Alman+ca, İngiliz+ce, Fars+ça (Persisch), İsveç+çe ve –yukarda da belirttiğimiz gibi– hem isim, hem de sıfat olarak kullanılır.Örneğin: Türkçe dersi (isim) Türkischunterricht, Türkçe gazete (sıfat) die türkische Zeitung. İsim olarak kullanıldığında, eklerden kesme işareti ile ayrılmaz.

Örneğin: Türkçede (Türkçe’de değil) 29 harf vardır. Bir ulusun ve bir dilin ayrı kelimelerle gösterilmesi Türkçenin özelliklerinden biridir. Almancada isim olarak kullanımda “Artikel” ile isim-sıfat ayrımı belirtilebilse de (der,

die, das Deutsche), sıfat olarak kullanımda bu ayrım yoktur: “die deutsche Fahne” (ulus) Alman bayrağı ve “die deutsche Sprache” (dil) Almanca. Bu kural Türkçede gayet iyi bilindiği halde, son zamanlarda gerek yazılı olarak, gerek sözlü olarak “Türkçe dili” gibi yanlış kullanımlar ortaya çıkma-ya başladı. İşin acı

tarafı, bu yanlışları Türkçe öğretmenleri bile yapıyor. Yoksa onlar “Türkçe öğretmeni” değil de, sadece “Türk öğretmeni” (yeni moda kullanımı ile, yani sıfat olarak) “Türköğretmen” mi?

Türkçede dil gösteren kelimelerin son zamanlarda yanlış kullanılmasının kökü acaba neye dayanıyor? Türkçe bilmemeye mi, Türkçeyi önemseme-meye mi, Almancadançeviriye mi? – Malûm taklidi çok severiz! Bu soruların cevabını size bırakıyorum ve “Anadilimizi doğru kullanalım!” diyorum.

Sık sık yapılan başka bir yanlış da “anadili” (Muttersprache) yerine “anadil” (Ursprache) kelimesinin kullanılmasıdır. Bu yanlış kullanma “anadil” ile “anadili”nin değişikanlamlarda iki ayrı kelime olduğunu bilmemekten ileri gelmektedir.

Türk Dil Kurumu’nun yayınladığı “Türkçe Sözlük”te (genişletilmiş 7. baskı, Ankara 1983; cilt 1, s. 54) bu kelimeler şöyle tanımlanmaktadır:. anadil = Başka diller üretmiş olan dil (Ursprache) anadili = İnsanın çocukken anasından, babasından, evindekilerden ve soyca bağlı olduğu topluluktan öğrendiği dil (Muttersprache).Bu kelimere birer örnek vermek gerekirse, “anadil”in örneği Latincedir, çünkü Fransızca, İspanyolca ve İtalyanca Latinceden üretilmiş dillerdir.

“Anadili”nin (Muttersprache) örneği ise: Almanların anadili Almancadır, Türklerin anadili ise Türkçedir. Herhalde bazı kimseler sözlük kullanmasını pek bilmiyor, ya da sözlük kullanmaya üşeniyor. Bence böyle kimselerin gazeteci vb. olmaması gerekir; zira gazetede ve tel-

evizyonda çalışan kimselerin görevi yalnızca haber vermek değildir. Bunun dışında bazı eğitım görevleri de vardır, çünkü dilbil-gisi az olan okuyucular ve dinleyiciler onlarıörnek almaktadır.

Umarım, bu yazıyı okuduktan sonra, bir daha bu yanlışları yapmayacaksınız ve “Türkçe” yerine “Türkçe dili” ve “anadili” yerine “anadil” demeyeceksiniz!

Dr. phil. Esin İLERİ22 Mart-14 Nisan 2010

1 Panteizm, geniş bir çerçeve içinde ele alındığında, Tanrı'nın dünyaile olan olumlu ve organik ilişkisi bakımından deiz mi aşan ve Tanrı’nındünyaya aşkın değil de, içkin olduğunu öne süren Tanrı anlayışı ya dagörüşü. Tanrı ile evreni bir, aynı ve özdeş kabul eden görüştür. Panteizm,anlam olarak tümtanrıcılık demektir. Antik Çağ Yunan Stoacılığına daya-nan Panteizmin ileri sürdüğü “Evrenin Ruhu Anlayışı”, Hegelciliği ve Spi-nozacılığı doğurmuştur.

2 Thales (624 –546), Anadolulu bir filozoftur. İlk filozof olduğu içinfelsefenin ve bilimin öncüsü olarak adlandırılır. Birçok kişi tarafından fel-sefe ve bilimin kurucusu olarak düşünülür. Elimize ulaşmış hiçbir metniyoktur. Yaşadığı döneme ait kaynaklarda da adına rastlanamaz ancakhakkındaki bilgiler Herodot ve Diogenes Laertios gibi antik yazarlardanedinilir. Bertrand Russell'e göre Felsefe Thales'le başlamıştır. Thales’den,önce Yunanlılar doğayı ve dünyanın temel maddesini; mitoloji, Tanrılar

ve kahramanlarla açıklıyorlardı. Yeryüzündeki doğa olayları, (depremler,rüzgar, vb.) tanrılarla bağdaştırılıyordu.

3 Heraklitos (M.Ö. 535- 475) Efesli bir filosoftur. Ona göre evrenintemel maddesi ateş’tir. Ateş, bütün varolanların ilk gerçek temelidir,bütün karşıtların birliğidir, içinde bütün karşıtların eridiği birliktir. He-rakleitos şunu belirtmekten usanmaz: Evren boyuna akan bir süreçtir,başı sonu olan bir değişmedir, hiç durmayan,bu değişme içinde kalan,sürüp giden hiçbir şey yoktur. İşte ateşin ilk madde (arkhe) olduğu dü-şüncesine de Herakleitos buradan varıyor. Örneğin, bir tahtayı yakıp ke-miren alevin yakından bakıldıkta, boyuna ilerleyen bir süreç olduğu gö-rülür; alev, tahtayı boyuna yakıp kemirir, onu boyuna duman ve buğuyaçevirir. Evren de böyle tükenmez canlı bir ateştir, sürekli bir yanma süre-cidir. Daha doğrusu, dönümlü (periyodik) bir süreçtir bu. Bunda sürekliolarak, bir “yokuş yukarı” çıkaran, bir de “yokuş aşağı” indiren yol vardır.

Evren ateşten meydana gelmiştir ve burada olup bitenlerin sonundaki“büyük yıl”da yeninden ateş tarafından kemirilecektir –yeninden doğmakiçin. Bu, böylece, dönüşümlü olarak, hiç tükenmeden sürüp gider. Bu sü-rekli oluş içinde durucu, kalıcı bir şey bulduğumuzu sanırsak, Herakleitos’agöre, bu, bir yanılmadır, bir aldanmadır. “Aynı ırmakta iki kez yıkanamayız.İkinci kez girdiğimizde bu ırmak büsbütün başka bir ırmaktır artık. Buarada, akıp giden sular onu başka bir ırmak yapmışlardır.” Karşımızda,“aynı şey”in bulunduğunu sandığımız her yerde durum böyledir. Kalıcışeyler varmış sanısına kapılmamız,değişmenin kuralsız değil de, belli birdüzene, belli bir ölçü ve yasaya göre olması yüzündendir. Bu ölçüye, buyasaya, Herakleitos “logos” diyor. Evrende egemen olan yasadır, düzenve akıldır (logos).

Öteki OlmakAlmanya’da Göçmen Kökenli Tiyatro “Öteki Olmak”tan Nasıl Kurtulacak?

13Die Gaste

Zehra İPŞİROĞLU

Almanya’ya iş göçünün başlamasın-dan bu yana geçen yarım yüzyıliçinde göçmenler kendi edebiyatla-

rını, tiyatrolarını, filmlerini yarattılar. İlk yıllaryaşadıkları düşkırıklığını, sıkıntıları ve ya-bancılaşmayı dile getiriyorlardı yapıtla-rında. Zaman içinde giderek gelişen göç-men edebiyatı, tiyatrosu ve sineması öylebir noktaya geldi ki, artık göçmen kavramıanlamını yitirmeye başladı. Bugün hala bukavram üzerinde durulmasının nedenibelki de göçmen kökenlilerin ürettikleriedebiyatın, tiyatronun ve sinemanın kül-türlerarası etkileşime ya da kültürleraşırılığaaşırı derecede önem vermesiyle açıklana-bilir. Edebiyatta bunu Alman diliyle yazanyazarların yapıtlarında bile gözlemleyebi-liyoruz. Sözgelimi Emine Sevgi ÖzdamarAlmanca yazdığına göre Alman yazar sayı-lır, ama yapıtlarında, kullandığı dilde ya dayarattığı imgelerde Türkiyeli olmanın izle-rini taşıyor. Göçmen kökenli sanatçılariçinde edebiyatta Emine Sevgi Özdamar,Feridun Zaimoğlu, Zafer Şenocak, tiyatrodaŞinasi Dikmen, Muhsin Omurca gibi tek tükadlar sivrilirken, sinemada da son yıllardaFatih Akın aldığı ödüllerle ön plana çıkıyor.Bu sanatçıların adlarını duyurmalarının te-mel nedeni hem Almancayı ana dilleri ola-rak benimsemeleri, hem de yaşadıkları top-lumun sorunlarına eğilmeleri olmuştu.

Öte yandan göçmen kökenli bir sürüyazar ve tiyatrocunun hedef grubu sadeceTürkiyeliler’di. Böyle olduğu için de Almantoplumunun içinde ister istemez “öteki”olma konumunu sürdürüyorlardı. Bunuözellikle tiyatro alanında gözlemleyebili-yoruz. Almanya’nın çeşitli bölgelerindegöçmenlerin ürettikleri çeşit çeşit tiyatrogrupları var, bunlar yaşamlarını iyi kötü sür-dürebilseler de Almanya’da kendilerini ye-terince kabul ettirebilmiş değiller.

Aslında “öteki olma” olgusu sadece dilsorununa bağlı değil. Çünkü tiyatro istersealt yazı ya da çeviriyle pekala başka dillerinizleyicisine de kolaylıkla ulaşılabiliyor. Farklıülkelerin ve toplumların oyunlarının sergi-lendiği uluslararası tiyatro festivalleri bunagüzel bir örnek veriyor. Bence temel sorungöçmen tiyatrosunun sadece yerel sorun-ların içinde kısıtlanıp kalması, kısaca ne içe-rik ne de sahne yorumu açısından evrenselbir düzeye ulaşamaması. Genellikle televiz-yondan alışık olduğumuz komedi türüskeçler yeğ tutuluyor ya da folklorik öğe-lerden yararlanılarak, kendi kültürümüzütanıtma adına pek yenilik getirmeyen birtiyatro anlayışıyla bir şeyler üretiliyor ya dagüncel konular çok bildik biçimlerde elealınıyor ve işleniyor. Bu da tiyatronun ulaş-mak istediği hedef grupla ilgili bir sorunolarak gündeme getiriliyor. Yeterince eği-tim görmemiş bir işçi kesimini tiyatroya ka-zandırmak birincil hedefi oluşturunca ti-yatro da ister istemez kendini kısıtlıyor.Kuşkusuz kültürler arası ve ötesi etkileşime

çerçevesinde yeni arayışlar içinde olan ti-yatrolar da var. Frankfurt Güneş Tiyatrosubuna bir örnek veriyor. Klasik oyunlara yeniyorumlar getirmesi, oyunlarını Almanca,Fransızca ve Türkçe olarak üç dilli olaraksergilemesi, farklı kültürlerden gelen biroyuncu kadrosu olması bu tiyatroyu ayrı-calıklı kılıyor. Bunun dışında göçmen kö-kenlilerin yaşamlarından yola çıkarak doğ-rudan kültürlerarası ve ötesi konulara yerveren başka örneklerden de getirilebilir.Örneğin Berlin’de Şermin Langhoff’un Heb-bel Tiyatrosu’nda geliştirdiği ve Ballhaus Ti-yatrosu’nda sürdürdüğü “Beyond Belon-ging” projesi ya da Essen Schauspielhaus’-un bir projesi olarak gelişen Essen Kater-berg’deki göçmenleri yaşamlarını sergile-yen bir oyun, benim göçmen kökenli genç-lerin yaşamını kaleme aldığım “ÖzgürlükYolları” kitabımdan yola çıkarak Essen Üni-versitesi ile Theater an der Ruhr işbirliğiylegelişen “Özgürlük Yolları” projesi (yönet-men: Bernhard Deutsch) ya da Münih Kam-merspiel Düsseldorf Freies Theater çerçe-vesinde geliştirilen tiyatro gösterileri gibi.Bu örneklerin ortak özelliğinin belgesel ti-yatrodan deneysel oyunculuğa, gücünüdoğaçlamadan alan bir tiyatro anlayışındangerçeküstü öğelere yer veren bir tiyatroyadeğin farklı deneysel çalışmaların ve ara-yışların oluşturduğu söylenebilir. Bunlarabenzer kültürlerarası konulara yer verenbaşka örnekler de getirilebilir ama Alman-ya’daki göçmen kökenli tiyatrosunu bir bü-tün olarak değerlendirdiğimizde, yapılan-ların gene de yeterli olduğunu söyleyeme-yiz.

Sorunlar, engeller

Yetmişli yıllarda Berlin’de yüksek öğ-renimimi sürdürürken, işçi çocuklarına Al-manca dersi vererek geçimimi sağlamayaçalışıyordum. O dönemin çok renkli ve canlıtiyatro ortamı içinde bir yandan kendimigeliştirmeye çalışırken, çocuklarla tiyatroçalışmaları yapıyor, bir yandan da işçi kesi-mine nasıl tiyatroyu sevdirebiliriz diye dü-şünüyordum. O yıllara ilişkin hiç unutma-dığım bir anı: Muhsin Ertuğrul’a Berlin’dekiizlenimlerimi anlattığımda, kendisi büyükbir heyecanla nitelikli bir tiyatro anlayışıylaişçileri tiyatroya kazandırmanın önemindensöz etmeye başladı. İşçiler mutlaka klasik-lerle, sözgelimi İbsen’le, Goethe’yle tanış-malıydılar. O dönemde gençliğin yarattığıbir kendini kanıtlama ve karşı çıkma havasıiçinde Muhsin beyin bu sözleri bana çokkomik, daha somut bir deyişle eliter gel-mişti. Doğrudürüst okuması yazması bileolmayan bir adama “Faust”u mu göstere-cektik? Şimdi düşünüyorum da Muhsin beybu sözleriyle büyük olasılıkla sadece nite-likli bir tiyatro anlayışının yerleştirilmesininne kadar önemli olduğunu vurgulamak is-temişti . Bu açıdan da hiç de haksız değildi.

Aradan kırk yıl geçti ama evrensel düzeyiyakalayan bir tiyatro anlayışı ne yazık ki birtürlü yerleştirilemedi. Tersine televizyonunda etkisiyle sadece suya sabuna dokunma-yan güldürülerle sınırlı kalındı.

Bunun nedenlerini incelerken sorunaiki açıdan bakmamız gerekiyor. Türkiye’deyapılan tiyatro ve bunun göçmen tiyatro-suna yansıması açısından ve Almanya’dayapılan tiyatronun bu tiyatroya etkileri açı-sından. Türkiye’den sık sık tiyatrolar Alman-ya’ya turneye geliyor, kimi kez Alman izle-yicisine de ulaşmaya çalışan festivallerdüzenleniyor. Örneğin 2008’de Frankfurt’taGüneş Tiyatrosu’nun düzenlediği büyük fes-tival, Türkiye’den nitelikli oyunların çağrıl-ması, aynı şekilde Berlin’de Diyalog’un Türktiyatrosunu tanıtma adına yıllardır sürdür-düğü büyük organizasyonlar, Türkiye’dençağırılan yönetmenlerin oyunlar sahnele-meleri gözardı edilmeyecek derecedeönemli girişimler. Öte yandan göçmenlerTürkiye’deki sanatçılara oranla çok daha ay-rıcalıklı bir konumdalar çünkü Avrupa’nıngöbeğinde yaşıyorlar. Yani kültür ve sanatyaşamının içindeler. Acaba kendilerini bes-leyebilecek olan bütün bu olanaklardan ya-rarlanabiliyorlar mı, yararlanabiliyorlarsane kadar ve nasıl? Ve bütün bu birikim yap-tıkları tiyatroya nasıl yansıyor? Onlardangünümüz Türk ve Alman tiyatrosunu olum-lu ve olumsuz yönleriyle değerlendirmeleriistense, acaba ne tür sonuçlara varılırdı?

27 Mart 2010 Dünya Tiyatrolar gü-nünde Köln’de Sinan Bengier, Ali Sürmeligibi Türkiye’den gelen tiyatrocuların yanısıra Denge Tiyatrosu, Gecekondu Tiyatrosu,Güneş Tiyatrosu, Sahne Objektif gibi çeşitlitiyatroların sözcüleriyle gerçekleştirilenaçıkoturumdaki tartışmada bu sorunlargündeme bile gelmedi. Sadece Almanya’dayaşayan ya da Türkiye’den gelen tiyatrooyuncularının hemen hepsi oyunculuğunbir tanrı vergisi olduğu, kendilerinin alaylıoldukları ve yaşamın içinde piştikleri, aka-demik eğitim ve konservatuarların onlarınengellemekten başka bir işe yaramadığı,bu nedenle kitap okumayı da kendilerinigeliştirmeyi de çok anlamsız bulduklarınıgörüşünde birleştiler. Bunu böylesine ra-hatlıkla dile getirmeleri şaşırtıcı olmasınaşaşırtıcıydı ama aslında kendi açılarındanhiç de haksız değildilerler. Çünkü akademikeğitimden anladıkları belli oyunculuk ka-lıplarını içselleştirme, kitap okumadan an-ladıkları ise ansiklopedi okuma, öğrenme-den anladıkları ezberlemeyle sınırlandırıl-mıştı.. Tiyatro eğitimi nedir, okuma, bir şe-yin üzerinde düşünce üretme, tartışma neanlama geliyor, insan kendisini bir oyuncuolarak nasıl geliştirebilir, öğrenme ne an-lama geliyor, öğrenmenin oyunculuğa kat-kısı ne olabilir, bütün bu soruların hiç dilegetirilmemesi bizdeki tiyatro eğitiminin ye-tersizliğini gündeme getirdiği gibi Alman-ya’nın çok zengin kültür ve eğitim olanak-

larından da yeterince yararlanılamadığınıgözler önüne seriyordu.

Çözüm arayışları

Soruna Almanya’da yaşayan tiyatro-cular açısından baktığımızda iki dilli ve ikikültürlü olmanın ayrıcalıklarından yeterinceyararlanılmadığını düşünüyorum. Öncelikletiyatrocuların kendilerini yetiştirmeden ye-nilemeden ve dünyaya açık olmadan kork-mamaları gerekiyor ki, bu da yepyeni birduruşu koşulluyor. Türkiye’de özellikle birkültür metropolüne dönüşen İstanbul’dakiUluslararası Tiyatro Festivali’nin etkileriözellikle genç tiyatrocuların üzerinde çokbüyük. Pina Bausch’dan Robert Wilson’a,Suzuki’den Peter Brook’a kadar çok farklısahneleme ve oyunculuk anlayışıyla karşı-laşan, ustaların yaptıkları atölye çalışmala-rına katılan genç tiyatrocular dünyada olupbiten gelişmelerin içindeler. Bu farkındalıkister istemez onların arayışlarına da yansı-yor. Göçmenlerin ürettiği tiyatroda, Avru-pa’nın göbeğinde yaşadıkları halde bu türetkileşimlerden söz etmekte zorlanıyoruz.

Göçmen kökenli tiyatrocular ancakkendi duvarlarını kırabilirler, kendilerini aşa-bilirlerse hem Türkiyeli tiyatrocularla hemde Almanya’dakilerle verimli bir diyalogagirilebilirler. Oysa Türklerle diyalog sadecebelli tiyatro gruplarının Almanya’ya çağı-rılması ve bizim izleyicilerimize sunulmasıanlamına geliyor. Genco Erkal gibi dünyaçapında bir tiyatrocu bile Almanya’ya gel-diğinde Alman izleyicisine ulaşamıyor. Söz-gelimi Türkiye’de iki yüzü aşan gösteriylebir tiyatro olayına dönüşen “Sıvas 93” gibievrensel düzeyde bir oyun Almanya, Hol-landa gibi ülkelere yaptığı turneye rağmen,acaba kaç Avrupalı izleyiciye ulaşabildi? “Sı-vas 93” Almanca alt yazıyla sadece Boc-hum’da oynandı. Almanlarla diyalog ise sa-dece Türklerin Almanya’da düzenlediklerifestivallere onları da etkin katılımcı ya dadinleyici olarak çağırma anlamına geliyor.Ama genellikle yüzde on gibi bir Alman iz-leyicisinin bile olmadığı bir ortamda bir Al-man tiyatro bilimcinin tiyatroda kültürler-arası etkileşim üstüne konuşmalar yapmasıya da iyi niyetli bir Alman tiyatrocununBrecht ve Nazım Hikmet’den şiirler okumasıya da Karagöz gösterisi sunması, kültürler-arası diyaloga büyük bir katkıda bulunmu-yor.

Kültürlerarası diyalog bağlamındakuşkusuz basını da sorgulamamız gereki-yor. Almanya’daki Türk okuyucularına ses-lenen dergiler, gazeteler, radyo ve TV prog-ramları bu ülkedeki kültür, sanat tiyatroolaylarına neden yeterince yer vermiyorlar?Sanatçılar arasında neden bu alanda ve-rimli bir tartışma ortamı açmıyorlar? Bir dö-nem Cumhuriyet ve Evrensel gazetelerininAlmanya sayılarında Duisburg-Essen Üni-versitesi Türkistik Bölümü’nde yetişen genç-

Ali Kazma’nın Engellemeler Sergisi

(Things we do. Obstructions)TANAS, Ali Kazma’nın Al-

manya’daki ilk kişisel sergisinde,sanatçının Engellemeler (Obs-tructions) adlı video serisindensekiz yapıt sunuyor.

TANAS tarafından yapılanduyuruda sergi şöyle tanıtıl-maktadır:

“Bu videolar her gün mes-leklerini icra edip bir şeyler üre-ten, bir şeyleri onaran, bir şey-lerin çalışmasını sağlayan insan-

ların yakından gözlemlenmiş portrelerinden oluşuyor. Kazma saatçinin atölyesi,beyin cerrahının ameli yathanesi, Istanbul yakınlarındaki bir çelik fabrikası, mezbaha,kot fabrikası ve bale stüdyosu gibi farklı mekanlara gidiyor. Günlük iş yaşamınınkarmaşık eylemleri ve faaliyet alanları –kesmek, zımbalamak, delmek, oymak, ısıt-mak, dikmek, çiz mek, temizlemek, test etmek, etiketlemek, sınıflandırmak– uzundönemli dikkatli gözlemler ve ustalıkla bilenmiş imajlar aracılığıyla belgeleniyor.

“Beyin Cerrahı” adlı yapıt Parkinson hastalığından mustarip bir kadını ameliyatahazırlayıp ameliyat eden bir doktoru gösteriyor. “Mezbaha” bilenmekte olan birkasap bıçağıyla başlıyor ve dinsel beslenme kurallarının uygulanmasını şart koşangeleneksel yöntem hakkında bilgi veriyor: Hayvan tek bir temiz bıçak darbesiylekesiliyor. “Saat Ustası”nda sanatçı 19. yüzyıldan kalma bir Fransız saati tamir edensaatçinin maharetini gözlemliyor. “Kot Fabrikasında” ise bir giysinin seri üretimineilişkin karmaşık süreci takip ediyor.

Bütün videoları birleştiren öğe, düzen ve kaos arasındaki hassas dengeye yö-nelik tehditlere durmaksızın var gücüyle çalışarak karşılık veren insan dürtüsü. Beyincerrahı bedeni tedavi etmeye çalışır ya da saatçi antika bir saati onarırken, birbiriylekarşılaştırılabilir beceriler devreye giriyor. Aynı biçimde, kasabın mezbahadaki işiylekot fabrikasındaki dikişçinin işi ortak bir amaca sahip; temel insan gereksinimlerinikarşılamak. Farklı uzunluklardaki videoların yan yana gelmesi ek bir içerik yaratıyor;görüntülerin ve seslerin farklı videolarda aynı anda gösterilmesi, sürekli yeni pers-pektif ve içgörüler sunuyor.

Ali Kazma’nın yakın dönemde TANAS’ın “Dünyayı 90 günde kurtarmak kolaydeğil” başlıklı grup sergisinde yer alan “What Remains” adlı video çalışması, melankolidolu otel odalarından görkemli zafer maçlarına giden Galatasaray futbol takımınaeşlik etmiş ve onların günlük yaşamını en ince ayrıntısına kadar resmetmişti. En-gellemeler serisinde Kazma, insanların çevreyi biçimlendirmek ve korumak için sü-rekli kendi çabalarıyla mücadele etmelerinin cazibesine kapılıyor.”

24 Mart 2010’da açılan sergi 29 Mayıs 2010’a kadar açık kalacak. Sergi, Salı-Cumartesi 11.00-18.00 arasında açık olup, giriş ücretsizdir.TANAS, Space for Contemporary Turkish ArtHeidestraße 50, BerlinTlf: 030.89 56 46 10

Die Gaste14

lerin inceleme, eleştiri, tanıtım, röportaj ya-zıları çıkmaya başlamıştı. Bu bir ilki başlat-tığından çok sevindirici bir gelişmeydi. Neyazık ki bu gazeteler Almanya’da yaşamla-rını sürdüremediler. Sanırım Hürriyet gibiçok okunan bir gazetenin de ya da Türklereyönelik hazırlanan radyo ve televizyonprogramlarının bu tür konulara ciddi birbiçimde önem vermelerinin ve yer ayırma-larının zamanı artık çoktan geldi de geçti.

Kuşkusuz Almanların da iletişime çokaçık bir toplum olduğunu söyleyemeyiz.Almanya’da göçmen kökenli olmak hiç dekolay değil. Ama bir an kendimizi Alman-ların yerine koyalım ve bir Alman tiyatrocuolduğumuzu düşünelim. Türkler kendi ara-

larında bir takım etkinlikler düzenleyipkendi aralarında eğleniyorlar, bizi de davetediyorlar. Ne yapardık, nasıl davranırdık?Sanırım önemli olan tiyatrocuların yaşadık-ları sorunların nedenlerini alışılageldiği gibidış koşullarda değil, kendi içlerinde arama-ları gerekiyor. Yarım yüzyılı aşan bir bera-berliğin sonucunda bugün göçmen kökenlitiyatronun bambaşka bir konumda ve say-gınlıkta olması gerekirdi. Şimdiye değingöçmenlerin ürettiği oyunların içindenuluslararası tiyatro festivallerine çağırılanve büyük beğeniyle karşılanan kaç oyunvardır? Kendimizi yeterince kabul ettirme-memizi sadece Almanların ayrımcılık poli-tikasıyla açıklayabilir miyiz? Sosyal alanda

her ne kadar pozitif ayrımcılık önemliysede sanat ve tiyatro alanında bu çok sorunlu.Değerlendirme ölçütü insanların kökenlerideğil, yaptıkları iş olmalı. Bugün Alman-ya’daki ödenekli tiyatroların da büyük birkısmı kapılarını göçmenlere ve onların so-runlarına açmış durumdalar. Ama tiyatro-ların oyun planlarına baktığımızda bu açı-lım politikasının Feridun Zaimoğlu’nunoyunlarını oynamanın ötesine geçemedi-ğini görüyoruz. Bu gelişimi sadece kültürendüstrisinin ve medya politikasının yarat-tığı Almanya’daki Türk imgesiyle açıklama-mız yeterli mi? Sonuçta bu imgeyi de ya-ratan gene bizler değil miyiz? Üzerindedüşünmemiz gereken öyle çok sorun var

ki! Son olarak bir şey daha eklemek isterim,bu yazımdan Almanya’daki tiyatronun ha-rika olduğu gibi bir sonuç çıkartılması çokters olurdu, çünkü sorunlar orada da dizboyu. Ama bunları görüp değerlendirebil-memiz hem kendi tiyatromuzun eksiklik-lerinin ayırdında olmamız, hem de Almankültür yaşamının içinde olmamıza bağlı1.İkisinin de olmadığı bir boş alanda, tiyatroüzerine yapılan tartışmalar da karşılıklı ön-yargıları pekiştirmenin ötesine geçemeye-cektir.

1 Almanya’daki tiyatrolarla ilgili değerlendirme-lerimi son yıllarda “Tiyatroda Kültürlerarası Etkileşim”,Mitos 2009 ve “Tiyatroda Alımlama”, Papirüs 2002 ki-taplarımda yayınladım.

http://www.transitmedia.de/yenigun/

Öncelikle başlığım hakkında kısa biraçıklama getirmek istiyorum. Bu güzel ata-sözümüzün önce gerçekten ne anlama gel-diğine bir anlayalım.

Hoşa gitmeyen bir durumda insanlar-dan özveri istemeden önce, bu durumungetirdiği fedakarlığın bir kısmını biz üst-lenmeliyiz ki, başkalarından özveri iste-meye yüzümüz olsun. Öte yandan, bir işya da bir konu hakkında başkasına öğütvermeden, bunu önce kendimize yapma-lıyız. Kendi nefsine söz geçiremeyen insa-nın yapacağı bir öğüt insanları etkilemez."Söylediği iyi olsa, bunu kendisi yapardı"diye düşünürler.

Ve bu atasözümüzü Almanya’dakigöçmen vatandaşlarımıza ve çocuklarınabağlayalım. Ama bağlamadan önce Alman-ya’da yaşayan göçmenlerimizi bir kere dahatanıyalım.

Yurtdışı işçi göçünün başladığı1960’larda hem Almanya hem de Türkiyeişçi çocuklarının eğitiminin gelecekteönemli bir sorun olarak karşılarına çıkaca-ğını hesaba katmamışlardı. Zira, o dönem-lerde Almanya’da hakim olan anlayış, ge-lenlerin “misafir işçi” oldukları ve gününbirinde ülkelerine geri dönecekleri tezinedayanıyordu. Ancak, durum hiç de böyleolmadı. Türkiye’de yaşanan siyasal ve eko-nomik sorunlar ve bunlara bağlı olarak ar-tan işsizlik üzerine, 1970’li yılların ortala-rından itibaren Türk işçileri eşlerini veçocuklarını Almanya’ya getirdiler. Böyleceikinci kuşak Almanya’ya yerleşti. Onlar daAlmanya’da evlendiler, çocuk sahibi oldular.Üçüncü kuşak da böylece ortaya çıkmışoldu. Medya aracılığıyla yapılan çeşitli ka-muoyu araştırma sonuçları, Türklerin büyükoranda burada kalıcı olduklarını ortaya koy-maktadır.

Almanya, geçen süre zarfında buradayaşayan yabancıları tanımlamakta kullan-dığı terim ve kavramlarda da çok titiz dav-ranmıştır. İlk zamanlarda ve hatta 1980’lerekadar “Gastarbeiter” (misafir işçi) teriminikullanmasındaki neden, Almanya’nın Ame-rika veya Kanada türünden bir göçmen ül-kesi olmadığını vurgulamak içindi. Gelen-lerin zamanla dönmemeleri üzerine dahasonra “Mitarbeiter” (Çalışma arkadaşı) teri-mini kullandılar. Nihayet hemen her alandaartık “Migranten” (Göçmenler) terimini kul-lanıyorlar.

Adı her ne olursa olsun su an Almanyada yaşayan Türk ailelerin yaşadığı en temelsorun; "Türk çocuklarının eğitim problem-leri".

Almanya’da yaşayan Türk işçi çocuk-larının eğitimi konusunda 35-40 yıldırdoğru ve geçerli bir model bulunamamıştır.Almanya'daki Türk çocuklarının eğitimi ko-nusunda temel eğitim kademesi önemlidir.Çünkü daha sonra devam edeceği okullarınseçiminde temel eğitimdeki başarılarınınrolü büyüktür. Bu başarıyı elde etmek deönemli ölçüde Almancayı iyi öğrenmeye

bağlıdır. Bu noktada çocukların dil gelişi-mine yardımcı olacak okul öncesi eğitimmeselesi gündeme getirilmeli ve üzerindeçalışılması gerekmektedir.

Bütün bu bilinen ve yıllardan beri ko-nuşulan ön girimden sonra, konuyla bağlıolarak kendi alanımda göçmen ailelerinebilgiler vermek istiyorum. Başlığım da söy-lediğim gibi, “iğneyi önce kendimize batı-ralım”.

Biz veliler olarak çocuklarımızı ne de-rece de doğru eğitim veriyoruz ve bu ko-nuda kendimizi ne kadar geliştiriyoruz?

Görülen o ki, konular dönüp dolaşıpokul öncesi eğitime ve çocukları tanıma-mıza geliyor. Diyelim ki, 1. kuşak eğitimsizdive sadece iş için geldi, 2. kuşak da 1. ku-şaktan dolayı başarısız oldu. Peki 3. kuşak?Günümüzde neler oluyor? Bence sorunlar-dan biri, Almanya’daki Türk gençleri erkenyaşta evlenmeleri ve hemen çocuk sahibiolmalarıdır. Buna bağlı olarak genç çiftlerinçocuk bakımından ve çocuk gelişimindenhaberdar olmadıkları, onlara iyi eğitim ve-remedikleri ortaya çıkıyor. Örneğin bir çokaile çocukların 2 yaşında kişilik savaşı içinegirip ailelere ne kadar zor anlar yaşattığıhakkında hiç bir bilgiye sahip değil. Ya daiyi bir çocuk yetiştirmek isterken aileleringirdiği “mükemmeliyetçiliğin” çocukları nekadar olumsuz etkilediği hakkında…

Biz bu sorunların içinde en basit ola-nını ele alalım ve tartışalım. Mesela konu-muz çocuk ve televizyon olsun. Ben bu ko-nuda bilgilerimi ve araştırmalarımı aktara-yım, sizde yazıyı okuduktan sonra evde bukonuyla ilgili yasadıklarınızı gözden geçi-rin!

Çocuk ve Televizyon

Televizyon çocukların ilk aylardan iti-baren ilgisini çeken bir araçtır. Birkaç aylıkbebekler bile bu renkli, hareketli ve sesligörüntüyle ilgilenirler, görme alanlarıiçinde takip edebilirler. Bebekler büyüyüpözellikle müziğe ilgi duymaya başladıkçamüzik esliğinde verilen görsel olarak vur-gulanan görüntülere daha fazla ilgi duy-maya başlarlar. Televizyonda söz ve gö-rüntü bir arada verildiği için çocuklar çokkolay etkilenirler. İyi seçilmiş programlarizlettirildiğinde çocukların bilgisini ve hayalgücünü artırabilir.

Çocukların 2 yaşlarından itibaren tel-evizyon karşısına oturup kısa çizgi filmlerizleyebilirler. Ya da eğitimsel içerikli çocukprogramlarını izlemeleri uygundur. Amabebeklikten itibaren izlenen müzik kanal-larının çocukların dil ve iletişim becerileriüzerinde olumsuz etkileri olduğu bilinmek-tedir. çocukların okul öncesi dönemde çizgifilmler, çocuk filmleri ve eğitimsel prog-ramları izleyebilecek dikkat ve sabır süre-sine sahiptirler. Yani bir saat civarı televiz-yon başında oturabilirler. Bu süreyiaşmamak uygun olur. Çünkü bu dönem-

deki çocuklar çok alıcıdırlar ve zihinsel ge-lişimleri için gerekli olan başka bir faaliyetleilgilidirler. Öğrenmenin en yoğun olduğubu dönemde tek yönlü bir etkinlik olan tel-evizyon ile doldurmamak gerekmektedir.Ayrıca bu yaslarda çocuklar yaşam rutinlerikonusunda alışkanlıklar edinirler.

Özellikle okul cağlarına gelindiğindetelevizyon alışkanlığı nedeniyle okul vederse, uyum ve uygun çalışma alışkanlıklarıgeliştirme konusunda ciddi sorunlar yaşa-nabilmektedir. Bazen çocuklar için hazırla-nan programlar ve çizgi filmler de şiddetve uygun olmayan görüntüler içerebilmek-tedir. Buradaki denetim yine ailelere düş-mektedir.

Televizyonun en önemli olumsuz et-kisi çocuğun tek yönlü bir iletişim içindeolması ve karşılıklı etkileşime fırsat verme-mesidir. Özellikle dil gelişiminin ve sosyalgelişiminin temellerinin atıldığı en önemlidönem olan ilk 3 yılda televizyon karşısındafazla vakit geçiren çocukların konuşmadagecikmelerinin olma olasılığı artmakta vedış dünya ile iletişimde sorunlar yaşayabil-mektedirler. Okul çağı çocuklarında ise, ye-terli ve uygun çalışma alışkanlığı geliştire-meme ve aktif öğrenme yerine kalıp öğren-meye eğilim, düşünce eksikliğinin azalmasıgibi bazı olumsuz etkilerden söz edilmek-tedir.

Anne-babaya Televizyon Konusunda Öneriler

3 yaş civarındaki çocukların çizgi film,belgesel ve eğitimsel programları izleme-leri onların yaratıcılıklarını geliştirir ve hoşçavakit geçirmelerini sağlar. Ancak bu yaş-lardan itibaren televizyon başında geçire-cekleri vakit sınırlandırılmalıdır.

Okula giden çocukların; dinlenme, ye-mek yeme, oyun oynama, uyku ve ders za-manları çıkarıldığında eğer vakitleri kalı-yorsa televizyon izlemelerine izin verilme-lidir. Bu saat de genellikle derslerin bitme-sinin ardından planlanmalıdır.

Çocukların günlük televizyon izleme-leri gereken saatler konusunda değişik gö-rüşler olmakla beraber özellikle okul ço-cuklarının günde 1 saatten fazla televizyonizlememeleri önerilmektedir.

Çocuğun yaşına uygun programlar iz-lemesi sağlanmalıdır. Yetişkinler için hazır-lanmış dizi, film, magazine türü program-ların mümkün olduğunca çocuklaraizlettirilmemesi gerekmektedir.

Çocuklar genellikle evde yalnız his-settiklerinde veya uygun aktivite bulama-dıklarında televizyonu tercih etmektedirler.Çocuğunuzun yaşına ve ilgi alanına uygunoyunlar bulup, onunla oynayabilirsiniz; tel-evizyon dışında birlikte eğlenebileceğinizaktiviteler bulabilirseniz; çocuğunuz tele-vizyon izlemek yerine sizinle birlikte kalitelizaman geçirme imkanı bulacak sizde busayede çocuğunuzu daha iyi tanıyıp onunla

iyi bir iletişim kurmuş olacaksınız.

Sonuç olarak;Sadece evimizdeki bir iletişim aracının

çocuğumuz üzerindeki etkisinin ne kadarbüyük olduğunu söylemek çok doğru ola-caktır. Çocuğumuzun eğitimi ve gelişimihakkında üzerimize düşeni zamanında vedoğru bir şekilde yaparsak, farkında olma-dan çocuğumuzun hayatında olumlu vebüyük değişimlere neden olabiliriz. Amasizler televizyonu açıp çocuğunuzu önünekoyup saatlerce ilgisiz bırakırsanız, onunyanında yaşına uygun olmayan dizileri iz-leyip uyku saatlerini kaçırırsanız, ödevlerinikontrol etmeden televizyon izlemesine izinverirseniz, ne tür programlar izlediğiyle il-gilenmezseniz, herşeyden önce çocuğunuzgelişimini olumsuz yönde biçimlendirmişolacaksınız. Çocuğunuzu iyi bir fert olarakyetiştirmek, toplumda saygın bir yer edin-mesini sağlamaksa amacınız, sadece tele-vizyon üzerine yapılan bir etkinlik bile, ço-cuğumuzun dil gelişimi, zihinsel gelişimi,iletişim becerileri, sosyal yaşamı ve okulhayatı aynı anda olumlu bir değişim gös-terecek.

Sizce bunu denemeye değmez mi ? Acaba çocuğumuzun Almanca öğre-

nememesinde, okulda başarı sağlayama-masında bizim de küçük bir payımız olabilirmi?

15Die Gaste

Müge Bölük MÜLLER Zihinsel Engelliler Sınıf Öğretmeni

“İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır”

Die Gaste tarafından Duisburg-Essen Üni-versitesi’nde 23-24 Mayıs 2009 tarihinde dü-zenlenen “Göçmenlerin Anadili Sorunu ve Çö-züm Önerileri Sempozyumu” sunumları vekonuşmaları – Ocak 2010

ISBN 978-3-9813430-07Die Gaste Verlagİsteme Adresi: [email protected]

Türkiye Araştırmalar Merkezi (TAM) Vakfı Mütevelli Heyeti, 16Martta yaptığı özel oturumunda Prof. Dr. Hacı Halil Uslucan’ın TürkiyeAraştırmalar Merkezi Vakfı Direktörlüğü görevine davet edilmesi veisim değişikliğini karara bağladı. Kurum gelecekte Türkiye ve UyumAraştırmaları Merkezi [Zentrum für Türkeistudien und Integrations-forschung] adını alacak. Düsseldorf’ta gerçekleştirilen oturumun ar-dından bir açıklama yapan Mütevelli Heyeti Başkanı ve Uyum BakanıArmin Laschet, “Bu merkezin yeniden yapılandırılması konusunda

başarılı bir adım“ dedi. Prof. Dr. Uslucan aynı zamanda Duisburg-Essen ÜniversitesiSosyal Bilimler Fakültesi´nde yeni kurulan “Modern Türkiye Araştırmaları“ anabilimdalında profesör olarak görev alacak. Duisburg-Essen Üniversitesi Rektörü Prof. Dr.Ulrich Radtke, “Üniversitemizin tüm yönetsel birimleri bu görevlendirmeyi onayladı“

diye konuştu. 2008 yaz aylarından beri eyalet hükümeti kurumun

bilimsel yanını güçlendirmek üzere, Türkiye AraştırmalarMerkezi´nin içeriksel ve organizasyonel yeniden yapılan-dırılması konusunda çalışmaktaydı. Bu yeniden yapılan-dırmanın odak noktasında Duisburg-Essen Üniversitesiile yazılı olarak varılan partnerlik anlaşması yer alıyor. İş-birliği, Duisburg-Essen Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakül-

tesi’nde “Modern Türkiye Araştırmaları” alanında bir profesörlük kadrosu oluşturulmasıve bu kadroda ortak kararla görevlendirilecek kişinin Türkiye ve Uyum AraştırmalarıMerkezi’nin yöneticiliğini de üstlenmesinde somut yansımasını buluyor.

2008 yılında Hamburg Helmut Schmidt Üniversitesi’nde pedagojik psikoloji ala-nında profesörlük ünvanı alan Prof. Dr. Uslucan 1965 yılında Türkiye´de doğdu. FUBerlin’de Psikoloji, Felsede, Genel ve Karşılaştırmalı Edebiyat eğitimi gördü. Aynı üni-versitede 1999 yılında doktorasını tamamladı. Doçentlik tezi çerçevesinde Eylül2006´da Magdeburg Üniversitesi’nde “Kültürlerarası Bağlamda Gençler Arasında Şid-det ve Ailevi Eğitim“ konusunda araştırmalar yaptı. Almanya İslam Konferansı üyesiolan Uslucan, Aşağı Saksonya Eyaleti´nde İslami din eğitimi ve Kuzey Ren VestfalyaEyaleti’nde şiddeti önleme projelerine bilimsel anlamda eşlik etti.

Die Gaste16

Prof. Dr. Hacı Halil UslucanTürkiye ve Uyum Araştırmaları Merkezi’nin (TAM)

Direktörlüğüne Seçildi

’ninAnadili ve Eğitim

Toplantılarının İkincisi Koblenz’de Yapıldı

Die Gaste’nin Almanya’da yaşayanTürkiyelilerin anadili, eğitim, kültür veentegrasyon konularındaki bilgilendirmetoplantıları devam ediyor.

Rheinland-Pfalz/Saarland Türk Öğretmenler Derneği’nin davetiüzerine 8 Mayıs’ta Koblenz Ernst Barlach-Realschule’de ikincisi dü-zenlenen toplantıda, Die Gaste yayın kurulundan Zeynel Korkmaz,Engin Kunter ve Ozan Dağhan’nın sunumlarının ardından toplantıyakatılan öğretmenler ve veliler düşüncelerini bildirdi ve sorular yö-neltti.

Katılımcılar Almanya’da yaşayan Türkiyeli göçmenlerin, sonyıllarda yaşanan toplumsal gelişmelerden etkilenseler de, edilgenkalmalarından duyulan rahatsızlığı sıkça dile getirdi. Türkiye’dekisiyasal olayların ve okullarda giderek yaygınlaşan din dersleri ne-deniyle Türkçe anadili dersi öğretmenlerinin mesleki görevleriniicra etmeleri yönünde ciddi bir sıkıntı yaşandığı vurgulandı. Aileile okul arasındaki ilişkilerde arabulucu ve çevirmen olarak devreyegirmek durumunda kalan Türkçe öğretmenlerine ek görevler tahsisedilmesi, beklentilerin yüksek olması nedeniyle sorumluluklarınartması ve iş koşullarının zorlaşması konuları ele alındı.

Toplantıda, yenilenen eğitim yasalarının ve muhtemel sonuç-larının medyada daha geniş yer bulmasının gerekliliğine dikkat çe-kilerek, eğitimcilerin pratik deneyimlerini ve görüşlerini aktarabi-lecekleri fırsatlara erişememelerinden kaynaklanan eksikliklereişaret edildi.

Türkiyeli göçmen toplumunun anadili temelinde oluşan top-lumsal, ekonomik, sosyal ve kültürel sorunlarının bilimsel etmen-lerin temel alınarak tanımlanması, saptanması ve çözüm yolarınınbelirlenmesinde etkin olarak göçmen toplumunun somut yaşamkoşullarında tartışılması, konuşulması ve ilgili tüm kesimlere ulaş-tırılmasının ivedi bir zorunluluk olduğu bir kez daha ortaya çıktı.

Die Gaste

– Sayın Uslucan, iki yıl aradan sonra kurumunuz,yeni adıyla Türkiye ve Göç Araştırmaları Merkezi Vakfı,şahsınızda yeni direktörüyle buluştu. TAM Vakfı ve siziniçin artık yeni bir dönem başlamış bulunuyor. Kurumolarak bu dönemde nasıl bir konsept uygulamayı dü-şünüyorsunuz, hedefleriniz ve beklentileriniz ne ola-caktır, açıklar mısınız?

– Evet; memnuniyetle. İlginiz için de şimdidensize teşekkür etmek istiyorum.

TAM'ın adının değişmesiyle, ilgi alanında dayeni bir başlangıcın ve yeni bir yapılanmanın hedef-lendiği belirleniyor.

Önümüzdeki zamanlarda yapacağımız araştır-maları sadece Türklere yönelik değil, diğer göçmengruplarına da açmaya çalışacağız, örneğin Arap kö-kenli veya Rusya'dan gelen Alman kökenlilerle ilgiliçalışmalar gibi. Yani, benim isteğim ve planım, büyükgöçmen grupların ortak sorunlarını, potansiyellerinive özelliklerini mercek altına almak, sadece Türklerideğil, tüm göçmenleri ilgilendiren uyumla ilgili top-lumsal ve psikolojik konulara değinmek.

– Duisburg-Essen Üniversitesi’nde yeni kurulan“Çağdaş Türkiye Araştırmaları” Bölümü kürsü başkanıolarak diğer bir çalışma alanında da faaliyetleriniz şe-killenecek. Tam Vakfı ve bölüm arasında nasıl bir etki-leşim öngörülmekte ve bu tasarının temelinde yatanamaç nedir?

– TAM direktörlüğünü Duisburg-Essen Üniver-sitesi’nde yeni kurulan “Çağdaş Türkiye Araştırmaları”profesörlüğüne bağlamak, bir nevi Merkez’de yapı-lan araştırmaların ilk etap da bilimsel çalışmalar ol-duğunun (ve olması gerektiğinin) altını çiziyor. YaniMerkez’in görevinin herhangi bir göçmen grubunayönelik lobi faaliyetleri değil de, daha fazla tutarlıve kamuoyunda ciddiye alınacak bilimsel sonuçlarlaortaya çıkmasının beklentisine yönelik bir işaret ol-duğunu düşünüyorum.

– Türkiye’ye yönelik araştırmaların yanı sıra göçve entegrasyon alanında da bilimsel çalışmalarınız yo-ğunlaşacak. Bu bağlamda hangi konuların ağırlık ka-zanacağını ve entegrasyon süreci açısından inceleme-lerinizin toplumsal yaşama nasıl bir katkı sunacağınıdüşünüyorsunuz?

– Benim deneyim ve gözetlerime dayanarak,şu anda uyumu (negatif ) etkileyen sorunların ba-şında işsizlik, okul ve mesleki eğitimde yaşanan den-gesizlik, olmayan fırsat eşitliği, resmi kurumların ye-teri kadar göçmenlerin ihtiyaçlarına yönelememesive aynı anda ailelerin de çocuklarına gereken desteğiverememesi. Ama, bu kamuoyunda bazen ailelerin

çocuklarının eğitimine karşı bir lakayt tutum aldığıolarak tartışılıyor. Halbuki bir çok araştırmalar, göç-men ailelerin çocuklarının yüksek eğitim yapmasın-dan yana olduğunu ve bu konuda çok büyük bek-lentileri olduğunu gösteriyor.

Hedef, aileleri eğitim yeteneklerinde daha güç-lendirmek ve eş zamanda okullarda göçmen ailele-rinin yaşam şartları hakkındaki bilgi ve duyarlılığıarttırmak olmasının gerektiğini düşünüyorum. Bukonuda, TAM olarak, her ne kadar kendimizi bilimselbir kuruluş olarak algılasak da, bizim de bir olumlukatkımızın olacağını sanıyorum; bu, örneğin velilereeğitim seminerleri hazırlamakla, kuruluşlardaki ça-lışan insanlara “Kültürlerarası Yetenekler” (Interkul-turelle Kompetenz) kursları vermek gibi faaliyetlerlegerçekleşebilir.

– Göç ve entegrasyon sorunlarına genel bir odak-lanış çerçevesinde Türkiye ve Türkiyeli göçmenlere yö-nelik yaklaşımlarınızda perspektif, öncelik ve yoğun-laşma açısından bir değişim gerçekleşecek mi?

– Şimdiye kadar yaptığım çalışmalarımın, bi-limsel olmalarına rağmen, bir "uygulamalı psikoloji"yönü de vardı. Bunu ileride TAM'da da devam ettir-mek isterim. Yani yöntemsel bir yaklaşım olarak, birsosyal bilimcinin görevinin, sosyal gerçekleri sadecetespit etmekle kalması değil, aynı anda sorunun nasılolumlu bir şekilde değişebileceğini de göstermesiolduğundan yanayım. Öncelik ve odaklaşma konu-suna gelince, tabii ki Türk göçmenlerinin hem sayıolarak büyük bir grup olmasından ve hem de kendiarasındaki farklılığın çok olmasından kaynaklananbir öncelik doğduğu ve bundan dolayı detaylı araş-tırılmasının gerekli olduğu kaçınılmaz. Tabii ki, buherhangi bir etik öncelik veya yüksek değerlilik an-lamına gelmemeli. Hedefim, bir çeşit şu anda FreieUniversität Berlin’de yürüttüğümüz gibi, araştırma-larımıza Türkiye’deki Türkleri de katmak. Bu açılım,bir yandan genelde Türkiye’deki insanlar hakkındakibilgimizi arttıracak, öte yandan da insan davranış-larının ve tutumlarının göçmenlik ve azınlık unsur-larına mı, yoksa kültürel hayat biçimlerine mi daya-nıklı olduğunu açıklamada yardımcı olacaktır. İdealbir araştırma dizaynının semantik (anlam) açıdanaynı sorularla çeşitli göçmen gruplarını, Türk göç-menlerini, Türkiyeli Türkleri ve Almanları kapsamasıgerekir.

– Bu söyleşi için bize zaman ayırdığınızdan te-şekkür eder ve yeni görevinizde başarılar dileriz.

– Bende ilginiz için size teşekkür ediyorum.Die Gaste

TAM Vakfı Yeni Direktörü Prof. Dr. Hacı Halil Uslucan ile Söyleşi