dÜŞÜk yoĞunluklu demokrasİ ve tÜrkİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfdeğerli...

204
i T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ VE SİYASET BİLİMİ (SİYASET BİLİMİ) ANABİLİM DALI ŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİYE : 1980 Sonrası Dönemde Türkiye’de Demokratikleşme Süreci Doktora Tezi Mehmet ARI Ankara – 2004

Upload: others

Post on 11-Feb-2020

8 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

i

T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ VE SİYASET BİLİMİ

(SİYASET BİLİMİ) ANABİLİM DALI

DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİYE : 1980 Sonrası Dönemde Türkiye’de Demokratikleşme Süreci

Doktora Tezi

Mehmet ARI

Ankara – 2004

Page 2: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

i

T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ VE SİYASET BİLİMİ

(SİYASET BİLİMİ) ANABİLİM DALI

DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİYE : 1980 Sonrası Dönemde Türkiye’de Demokratikleşme Süreci

Doktora Tezi

Mehmet ARI

Tez Danışmanı Prof. Dr. Ömür SEZGİN

Ankara – 2004

Page 3: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ KAMU YÖNETİMİ VE SİYASET BİLİMİ

(SİYASET BİLİMİ) ANABİLİM DALI

DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİYE : 1980 Sonrası Dönemde Türkiye’de Demokratikleşme Süreci

Doktora Tezi

Tez Danışmanı : Prof. Dr. Ömür SEZGİN

Tez Jürisi Üyeleri

Adı Soyadı İmzası

Prof. Dr. Ömür SEZGİN .............................

Prof. Dr. Sina AKŞİN .............................

Prof. Dr. Yavuz SABUNCU .............................

Prof. Dr. A. Raşit KAYA ..............................

Prof. Dr. H. Levent KÖKER ................................

Tez Sınavı Tarihi : 24.11.2004

Page 4: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

Teşekkürler

Bu çalışmanın hazırlanması çok kişiye çok şey borçludur. Kuşkusuz ilk sırada 10 yıl süreyle bana katlanan tez danışmanım Prof. Dr. Ömür Sezgin gelmektedir. Her ne sebeple olursa olsun ihmalkârlıklarıma katlanarak programda kalmamı sağladığı ve yazdıklarımı okuma sabrı gösterdiği için teşekkür ederim. Prof. Dr. Raşit Kaya, ODTÜ Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde lisans eğitimim sırasında hocam ve danışmanım olmuştur. 1985 yılından bu yana pek çok konuda danıştığım ve her seferinde çok olumlu yönlendirmeler ve destekler aldığım değerli hocama çok teşekkür ederim. Prof. Dr. Levent Köker, çok kısa bir süre aynı kurumda çalışma şansını yakaladığım için mutlu olduğum değerli hocam, bu tezin bitebileceğini bana empoze ederek çok önemli bir işi başarmıştır. Kendisine çok teşekkür ederim.

Değerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli eleştirilerde bulundular. Kendilerine çok teşekkür ederim.

Bu tezin yazılması sırasında benim hayatıma giren sevgili eşim Funda, kendisiyle paylaşamadığım değerli zamanlara rıza gösterdiği için büyük bir teşekkürü hak ediyor.

Tezin yazılmasının tek sebebi ise tabii ki Kemal Barış Arı’dır. İki yaşındaki oğlum tez yazmaya çalışmak için kendisinden kaçtığım bütün zamanları “anlamamış gibi yaparak” bana sevgiyle yaklaşmış, onu yalnız bıraktığım zamanların hesabını sormaya kalkmamıştır. Kendisinden çaldığım, benimle paylaşmak istediği zamanlar için çok özür diliyorum. Bu süreçteki destekleri için Ada, Gamze ve Murat Özdemir’e teşekkür ediyorum.

Prof. Dr. Erkan Akın, Anabilim dalı başkanımız olarak, bizimle çalışmaya başladığı 2000 yılı Haziran’ından, tezin tamamlandığı 2004 Temmuz’una kadar her gün tez hakkında bir şeyler sorarak ve defalarca demokrasi konusunda bana bir şeyler anlatarak konuya yakın kalmamı sağladığı için teşekkür ederim. Anabilim dalımız öğretim üyesi Yrd. Doç. Dr. Necat Akyıldız büyük bir sabırla tezi okuyarak yazım hatalarını ve anlatım eksikliklerini düzeltmiştir. Çok teşekkür ederim.

Burada adlarını sayamadığım, tez yazım sürecinde çeşitli şekillerde desteklerini gördüğüm arkadaşlarım ve öğrencilerime de teşekkür etmek istiyorum.

Son olarak, 40 yaşıma kadar öğrenci kalmama katlanan sevgili annem, babam ve kardeşlerime bana gösterdikleri anlayış ve şefkat için teşekkür ederim.

Page 5: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

4

Beni bana kazandıran Prof. Dr. A. Raşit Kaya’ya

Yetmediğini bilmenin üzüntüsüyle ...

Page 6: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

İÇİNDEKİLER

GİRİŞ ........................................................................................................................... 1

1. Bölüm: Demokrasi Tartışmaları............................................................................... 9

1.1. Liberal Demokrasi............................................................................................. 9

Demokrasi ve Hukuk Devleti............................................................................. 16

Silahlı Kuvvetlerin Demokrasideki Yeri............................................................ 19

1.2. Liberal Demokrasinin Krizi ............................................................................ 26

1.2.1. Meşruiyet Krizi ........................................................................................ 26

1.2.2. Katılım Krizi ............................................................................................ 36

1.3. Krize Çözüm Önerileri.................................................................................... 40

1.3.1.Radikal Demokrasi.................................................................................... 41

1.3.2.Müzakereci Demokrasi ............................................................................. 49

2. Bölüm: Azgelişmiş Ülkelerde Demokrasi Sorunu................................................. 56

2.1. Azgelişmiş Ülkelerde Demokrasiye Geçiş Çabaları ....................................... 56

2.2. Azgelişmiş Ülkelerde Demokratikleşme Süreçleri ......................................... 64

2.3. Azgelişmiş ve Gelişmiş Ülkelerde Farklılaşan Demokrasi Tartışmaları ........ 73

3. Bölüm: Türkiye'de Demokratikleşme .................................................................... 82

Page 7: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

2

3.1. Türkiye'de 1980’den Günümüze Demokrasi Tartışmaları.............................. 82

3.1.1. Askeri Dönem .......................................................................................... 83

1982 Anayasası .................................................................................................. 94

MGK'nın Hızlandırılmış Yasama Faaliyeti...................................................... 103

3.1.2. ANAP İktidarı Dönemi .......................................................................... 104

3.1.3. ANAP Sonrası Dönem ........................................................................... 114

3.2. Uluslararası Kuruluşların Önerdiği Programlar ............................................ 125

3.2.1. Dünya Bankası ve IMF’nin Yapısal Uyum Programları........................ 126

3.2.2. Yönetişim ............................................................................................... 130

3.2.3. Bu Politikaların Türkiye'deki Sonuçları: Derviş Yasaları...................... 138

3.3. Avrupa Birliği Sürecinin Demokratikleşmeye Etkisi ................................... 145

3.3.1. Kopenhag Kriterleri ve Uyum Yasaları ................................................. 145

3.3.2. Siyasal Partilerin AB’ne Giriş Süreciyle İlgili Görüşleri....................... 149

3.3.3. Sivil Toplum Kuruluşlarının Bu Süreçteki Tavrı................................... 159

4. Bölüm: Durumdan Vazife Çıkarmak ................................................................... 165

4.1. Mevcut Durumun Analizi: Ulaşılan Demokrasi Düzeyi............................... 165

Page 8: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

3

4.2. Mevcut Durum Nasıl Adlandırılabilir: Düşük Yoğunluklu Demokrasi........ 172

SONUÇ .................................................................................................................... 187

KAYNAKLAR ........................................................................................................ 191

Page 9: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

GİRİŞ

1980 yılında Türkiye’de bir askeri darbe gerçekleştirildi. Bu darbenin aktörleri

yayınladıkları ilk bildiride, ülkede “rayından çıkmış olan demokrasiyi yeniden rayına

oturtma amacını” vurguladılar. Bu şu demekti: Kalıcı bir askeri rejim planlanmış

değildir. Daha önce yaşanmış olan 1960 ihtilali ışığı altında, kamuoyunda ve siyasal

kadrolarda askeri rejimin çok uzun sürmeyeceği beklentisi doğmuştur. Ancak

köprülerin altından çok sular akmıştır. Tez boyunca anlatacağımız gibi, ordunun

Türk toplumundaki konumu ve yapısı değişikliklere uğramıştır. 1960 yılında

Türkiye’de ordu Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin temel değerlerini

savunmak dışında siyaset ve ekonominin oldukça dışında kalan bir aydın-bürokrat

kadro yapısına sahipken, 1980’lerde OYAK aracılığıyla bizatihi ekonomide bir aktör

olan ve siyasal olarak “Kutsal Türk Devleti”ni her şeyin üstünde tutan, Batılı anayasa

ve anayasacılık hareketlerinin dışında bir anayasayla yönetilen bir ülke özleyen

kadro yapısına sahip olmuştur. Onun için 1960 ihtilalini gerçekleştiren kadronun

hazırlattığı 1961 anayasası “temel hak ve özgürlüklerin özüne hiçbir koşulda

dokunulamaz” diyebilirken, 1980 ihtilalini gerçekleştiren kadronun hazırlattığı ve

son şeklini kendisinin verdiği 1982 Anayasası temel hak ve hürriyetlerin

sınırlanabileceği koşullara geniş yer vermiştir. Hatta bu hak ve özgürlüklerin

sınırlama düzenlemeleri, bu anayasayı klasik anayasacılık geleneğinin dışına taşımış,

bu geleneği adeta tersine çevirmiştir. Hem “kurucu iktidar”, hem “tali iktidar” yetki

ve sıfatlarını kendisinde toplayan ve kendisine Milli Güvenlik Konseyi adını veren,

darbeyi emir komuta zinciri içinde yukarıdan aşağıya gerçekleştiren kadro, yaptıkları

Page 10: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

2

yasaların ve aldıkları kararların kendi yaptıkları Anayasa’ya uygunluğunun

denetimini yasaklamışlardır. (Yazıcı, 1997: 38)

Darbeyi gerçekleştirenler yine ilk yayınladıkları bildiride “demokrasiye aşık” Türk

ordusu mensupları olarak kendilerinden söz etmişlerdir. Demokrasiye aşık oldukları

konusunda bir kuşku yoktur ama hangi “demokrasiye” aşık oldukları tartışmalıdır ve

bu demokrasi anlayışları daha sonra ortaya çıkacaktır. Bu anlayış çalışmanın ileri

aşamalarında gösterilmeye çalışılacaktır. Ancak hemen belirtmek gereken bazı

hususlar bu anlayışa örnek oluşturabilir : Örneğin darbenin başında yer alan ve

Devlet Başkanı ve MGK başkanı sıfatlarını kendisinde toplayan kişi, “siyasi

suçlardan idam mahkumu kişileri kastederek asmayalım da besleyelim mi ?” (Oran,

1989: 189); “Avrupalı devletler bizim idam cezası uygulamamızı eleştiriyorlar, biz

onlara siz niye idamı kaldırdınız diye soruyor muyuz” (Oran, 1989: 68) gibi

tümceleri çeşitli illerde yaptığı yurt gezilerinde sarf etmiştir. Yani askerlerin aşık

oldukları demokrasi “bizim demokrasimiz”, “bize göre demokrasi” anlayışıdır.

Demokrasinin evrenselleşmiş ve özellikle gelişmiş Batı ülkelerinde görülen biçimleri

“bize” uygun değildir. Nitekim aynı düşünceleri hak ve özgürlükler ya da genel

olarak hukuk anlayışı açısından da dile getirmek olanaklıdır. Aksi takdirde Devlet

Güvenlik Mahkemeleri’nin varlığını açıklayamazdık. Ancak burada askerlere

haksızlık etmemek için belirtmek gerekir ki, çok sayıda sivil kişi ve sivil toplum

kuruluşu bu zihniyettedir. İleride tekrarlamak pahasına da olsa söylemeliyiz ki TİSK

Başkanı Halit Narin 11 Eylül 1980 günü basında yer alan bir demecinde “DGM’ler

kurulmadan üretim artmaz” demiştir. Buradan şunu söylemek olanaklıdır : Türk

Page 11: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

3

toplumunda çağdaş ve evrensel demokrasinin savunucuları sadece darbeci asker

zihniyetine karşı değil, aynı zamanda Batı toplumlarında demokrasinin kurucusu

olan burjuva sınıfının Türkiye’deki temsilcilerinin çoğunluğuna karşı da demokrasi

mücadelesi vermek zorundadırlar. En azından tezimizin konusu olan dönemler için

böyledir.

12 Eylül rejimi, 1980-1983 yılları arasında üç yıl sürmüş ve 6 Kasım 1983

seçimleriyle sivil ve demokratik bir düzene geçilmiş gibi biçimsel bir görüntü söz

konusudur. Gerçekte ise 12 Eylül hareketinin düzenlemeleri bütün yönleriyle daha

uzun süre yaşayacaktı. Şimdi sözünü edeceğimiz bazı düzenlemeler bunun açıkça

görülmesini sağlayacaktır. Her şeyden önce darbenin başı ve üyeleri sivil dönemin

cumhurbaşkanı ve cumhurbaşkanlığı konseyi üyeleri sıfatını almışlardır. Yani devlet

başkanlığı makamındaki kişi değişmemiştir. Peki o kişi kimdir? Murat Belge’ye

göre; “Kenan Evren, bir askeri diktatördür. Türkiye’de görülmüş en keyfi yönetim,

onun devlet başkanlığı sırasında yaşanmıştır. Ama biz diktatörlerin çoğunda, normal

insanlara göre ‘aşırı’ denebilir özellikler görmeye alışmışızdır. Hitler, Mussolini,

Stalin gibi büyük çaplı diktatörleri düşünelim. Dünyaya ve insanlığa ettikleri büyük

kötülüklere rağmen, sıradan insanı aşan boyutları vardır bu adamların. Hayat

serüvenleri son derece yoğun ve çarpıcıdır. Sonuçları ne kadar zararlı da olsa,

düşünceleri dahiyane bir dimağın ürünüdür. Bu gibi, normalden daha iri boyutlara

sahip diktatörlerle karşılaştırıldığında, Kenan Evren’in ‘aşırı’ denebilecek tek yanı,

‘sıradan’lığıydı” (1993: 27) Bu sıradan adamın yaptığı, sivil dönemde varlığını

sürdüren hukukî düzenlemeler ve kurumlar çok sayıda ve etkilidir. Öncelikle

Page 12: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

4

Anayasa başta olmak üzere altı yüz civarında yasa o dönemde çıkarılmıştır. (İnan ve

Ozansoy, 1986: 6) Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’na ilişkin düzenlemeler o

dönemde çıkarılmıştır. Ülkenin bütün üniversitelerini zapturapt altına alan ve

üniversite özerkliğini hemen hemen ortadan kaldıran Yüksek Öğretim Yasası o

dönemde düzenlenmiştir. Siyasi Partiler Yasası, Grev ve Lokavt Yasası, Toplantı ve

Gösteri Yürüyüşleri Yasası gibi çok önemli ve toplumsal, siyasal yaşamı düzenleyen

kanunlar ya o dönemde çıkarılmış veya o dönemde demokratiklikleri ortadan

kaldırılmış. Paradoksal olan bütün bunlar raydan çıkmış olan demokrasiyi rayına

oturtmak için yapılmıştır.

Bütün bu yapılanlara toplum nasıl yanıt vermiştir? Kurumlar kendileri ile ilgili

düzenlemelere nasıl yanıt vermiştir? Örneğin siyasi partiler kapatıldıklarında ne tepki

vermişlerdir? Üniversiteler özerklikleri ellerinden alındığında ne tepki vermişlerdir?

Sendikalar faaliyetleri durdurulduğu zaman ne tepki vermişlerdir? Kısaca bütün

kurumlar ve genel olarak toplum 12 Eylül’ü nasıl karşılamışlardır?

Toplumun 12 Eylül’e tepkisine (ya da tepkisizliğine) bakarak bu toplum askeri

diktatörlükle yönetilmeyi ve arkasından gelen demokrasiden uzak bir toplumsal ve

siyasal hayatı hak etmiştir diyebilir miyiz ? Buradan hareketle bu toplumun hiçbir

şekilde Batı tipi bir demokrasiyi kuramayacağını çünkü hak etmediğini söyleyebilir

miyiz ? Bir başka deyişle demokrasiye geçmeyi deneyen diğer azgelişmiş ülkeler

gibi Türkiye de bir üçüncü dünya ülkesidir ve o ancak “kendine özgü bir demokrasi”

ile yetinmek zorundadır diyebilir miyiz ?

Page 13: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

5

Bütün bu sorulara verilecek cevapların demokrasi adına bizde bir umut

yaratabilmesinin en temel kaynağı, demokrasiyi hak edecek bir kültürel gelişme

yaşanmasıdır. Her şeyden önce katılımcı bir kültür yaratılmalıdır. Bu kültür sadece

bir siyasal kültür olarak kalmamalıdır. Her alanda katılımcı bir kültür yaratamayan

bir topluma, dört veya beş yılda bir oy vermeyi katılım olarak kabul ettirebilirler.

Nitekim uzun dönemli bir tartışma haline gelen ve günümüzde de süren siyasi

partilerde parti içi demokrasi yokluğu veya liderler sultası tartışması bunun en basit

ama en önemli örneğidir. Yani bize (seçmenlere) kimi seçebileceğimiz konusunda

bırakılan alan o kadar daraltılıyor ki, buna seçim demek şüpheli hale geliyor.

Toplumun bu işleyişe bir tepkisi olduğu konusunda ciddi verilerimiz yok. Veriden

kastımız sıkça dile getirilen bu eleştiriyi temel alan ve etkili olabilecek bir

örgütlenme yoktur.

İşte bu tepkisizliğin veya bu yöndeki tepkilerin örgütlenemediği, örgütlenirse

engellendiği ülkelerde demokrasi ancak birilerinin izin verdiği kadar demokrasi

olabiliyor. Bir başka bağlamda düşük yoğunluklu bir demokrasi anlayışı egemen

olabiliyor. Tezin ileriki aşamalarında ayrıntılandırılacağı üzere “istikrar” adına halkın

hareket edebileceği alanın daraltıldığı ve bu dar elbiseyi yırtacak halk girişimlerinin

de sürekli kontrol altına alındığı bir demokrasi anlayışı egemen olur ve yürürlükte

kalır.

Burada bahsedilen istikrar neyin istikrarıdır? Daha sonra açıklamak üzere kısaca

değinmek gerekirse: 1980 öncesi dönemde Türkiye istikrarsız bir ülkedir ve 24 Ocak

Page 14: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

6

1980 istikrar paketiyle, istikrara kavuşturulacaktır. 24 Ocak kararlarında öncelikle

reel ücretlerde büyük düşüşler sağlamaya yönelik önlemler yer almıştır. Bunun adı

ihracata yönelik sanayileşme modelidir. İhracat yapabilmek için reel ücretlerin

düşürülmesinin ne anlamı vardır? Bu iki yönden önemlidir. Birincisi iç talep

kısıtlanır. Reel geliri düşen kişinin talebi de düşer. İkincisi ise ucuz iş gücü ile

üretilen sanayi ürünü dış piyasada rekabet etme şansına sahip olacağından ihracat

artar. Buradaki en önemli sorunlardan birisi, demokratik bir ortamda reel ücretlerin

düşürülmesine ücretlilerin nasıl razı olduğudur. İşçi hareketi önderliğinde bütün halk

kesimleri gelirlerinin eritilmesine karşı demokratik haklarını kullanarak karşı

çıkarlar. Bunu hem kendi demokratik kitle örgütleri aracılığıyla hem de siyasal

partileri aracılığıyla yaparlar. Öyleyse “istikrarı” sağlamak üzere gelirlerin

azaltılması doğrultusunda aldığınız önlemleri uygulamak için önce gelirlerini

azalttığınız kesimin örgütlerini kapatmalısınız. Yani demokrasinin en temel

özelliklerinden olan katılım haklarını ortadan kaldırmalısınız. Nitekim 12 Eylül

hareketi de öncelikle bunu yapmıştır. (Başkaya, 1986)

Bunu yapmasının temel ve objektif gerekçesi ekonominin içine girdiği “kriz”dir.

1980’e kadar uygulanan ithal ikameci birikim modeli içinde yerel üretime ve talebe

göre düzenlenmiş bir ekonomik işleyiş söz konusudur. Bu dönemde gümrük

duvarlarıyla korunan yerli üretici yüksek maliyetli bir üretim yapmakta ve bu

üretimini de ancak iç piyasada satabilmektedir. Dış piyasalarda rekabet etme gücü

yoktur. Bu işleyiş neden krize yol açmıştır? Üretim içerde yapılmaktadır ama

üretimin ara malları dışarıdan alınmaktadır, teknolojisi dışarıdan alınmaktadır.

Page 15: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

7

Böylece ihracat yapmayan bir ekonominin dışarıdan mal almasını sağlayacak döviz

gereksinimi karşılanamamaktadır. Onun için dış borç bulma zorunluluğu ortaya

çıkmıştır. İşte, dış borç bulma zorunluluğu size politika empoze edilebilmesinin

kapısını açmaktadır. Kapitalist dünyanın merkez ülkelerinde uygulamaya giren neo

liberal politikalar, 24 Ocak kararları ile Türkiye’nin de gündemine sokulmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin aldığı bu kararlar esasen Uluslararası Para Fonu

(IMF) ve Dünya Bankası uzmanlarının hazırlayıp sunduğu bir programdan ibarettir.

1950’lerde başlayan ve 24 Ocak 1980’de hızlanan, bu kurumların Türkiye’ye istikrar

paketi hazırlamaları günümüzde de devam etmektedir.

Günümüzde öne çıkan bir başka gelişme ise Türkiye’nin Batı demokrasisine

ulaşabilmesinin bir yolu olarak fiilen ve hukuken Batı dünyası içinde yer almasıdır.

Yani Türkiye Avrupa Birliği’ne katılmalıdır. Ancak burada ilginç olan Avrupa

Birliği’nin Türkiye’yi birliğe kabul etmesinin ön koşulu, Türkiye’nin demokrasiyi

uygulamasıdır. Demek oluyor ki demokrasiyi ülke dinamikleriyle kurmak

zorunludur. Bu olanaklı mıdır?

Bu noktada Türkiye’de demokrasi talep edenlerin, yöneticilerin Avrupa Birliği’ne

giriş vizesi alabilmek için Türkiye’ye demokrasi getirecekleri beklentisi vardır. Bu

beklenti bir bekleyiş şeklinde ortaya çıkarsa sonuçsuz kalabilir. Çünkü demokrasinin

gerektirdiği kültürel yapıyı gerçekleştirmeye niyeti olmayan bir toplumun dışarıdan

demokrasi bekleme hakkı da yoktur, demokrasiyle yönetilme hakkı da yoktur.

Page 16: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

8

Tez dört bölümden oluşacaktır. Birinci bölümde gelişmiş kapitalist ülkelerde

demokrasi tartışmaları ve liberal demokrasinin içine girdiği iddia edilin kriz ve bu

krizden çıkış önerileri ele alınacaktır. İkinci bölümde ise azgelişmiş ülkelerde

demokrasinin gelişmesi sorunları ve birinci bölümdeki tartışmaların Türkiye vb.

ülkelerde gündemde ne şekilde yer aldığı üzerinde durulacaktır. Üçüncü bölümde

Türkiye’de demokrasinin 1980 sonrası dönemde yaşadığı demokratikleşme süreci

tartışılacaktır. Dördüncü bölümde bugün Türkiye’de gelinen noktanın genel bir

değerlendirmesi yapılarak rejimin yaşadığı sorunlar tarihsel arka planıyla

değerlendirilecek ve düşük yoğunluklu bir demokrasinin varlığı açıklanacaktır.

Sonuçta ise çağdaş bir demokrasinin Türkiye’de nasıl beklenebileceğine

değinilecektir.

Page 17: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

1. Bölüm: Demokrasi Tartışmaları

Birinci bölümde önce liberal demokrasinin tanımı yapılacaktır. Bu tanımdan

kaynaklanan ve demokrasinin işlemesini sağlayan kurumsal yapı ele alınacaktır.

Sonra bu yapıda ortaya çıkan sorunlar ele alınacaktır. Yani demokrasinin içine

düştüğü kriz değerlendirilecektir. Bu değerlendirmeye bağlı olarak ortaya çıkan

çözüm önerileri (radikal demokrasi ve müzakereci demokrasi gibi) gözden

geçirilecektir.

1.1. Liberal Demokrasi

Siyasal eşitlik ve halk denetiminin hayata geçirilmesi anlamında demokrasi hiçbir

zaman sona ermeyecek bir gelişme potansiyeline sahiptir. Bir yönetimin

demokratikliğinin böyle kavranmasının “herkes kendi demokrasi düzeyine rıza

göstersin” yaklaşımının temeli olamayacağını belirterek başlamalıyız.

Demokrasi yaygın olarak yönetilenlerin yöneticileri seçebildiği bir sistem olarak

tanımlansa bile bu seçimlerin özellikleri vardır. Seçimler eşit ve genel oy ilkesine

göre yapılmalıdır. J. S. Mill’den bu yana eşit ve genel oy ilkesine yöneltilen eleştiri

cahil kalabalıkların anlayamayacakları politikalar hakkında seçme hakkına sahip

olduklarıdır. Bu eleştiriyi demokratlar “demokrasi yapılarak öğrenilen bir şeydir”

yaklaşımıyla cevaplandırırlar. Yani politikaların değerlendirmesini yapma ihtiyacını

ancak ona maruz kaldıkları ve onun hakkında söz söyleme hakkına sahip oldukları

zaman yaparlar. Demokrasinin ilk örneklerini veren eski Yunan toplumunda

“ayakkabının nerden sıktığını yapan değil giyen bilir” derlermiş. (Uygun, 2003: 300)

Page 18: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

10

Demokrasi bugünlerde gündeme getirilen radikal demokrasi yaklaşımının iddiasının

aksine, klasik olarak açık tartışmaya, ikna ve uzlaşmaya dayanan bir rejim olarak

kabul edilir. Demokrasi temel özgürlükleri güvence altına alan bir rejim olarak eşit

haklara sahip bireylerin farklı görüşlere sahip olabileceği ve bunların dinlenmesi

olasılığını benimser. İfade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, hareket özgürlüğü ve

kişi güvenliği gibi haklar güvence altına alınır. Çünkü bu, farklılıkların eşitlik

temelinde bir arada bulunabilmesinin asgarî koşuludur.

Demokrasi fikri Atina demokrasisinden gelmektedir. Ancak Atina demokrasisi*

doğrudan demokrasi iken çağdaş demokrasi temsilî bir sistemdir. Rousseau’dan

başlayarak pek çok düşünür temsili sistemin demokratik olamayacağını çünkü

temsilin mümkün olmadığını öne sürmüşlerdir.

Temsilî sistemin zorunluluğunun bir gerekçesi nüfusun Atina’nın doğrudan

demokrasisinin uygulandığı dönemle kıyaslanamayacak kadar kalabalık ve siyasal

sorunlarla ilgilenecek yeterli zamana sahip olmamalarıdır. İleri teknolojilerin

kullanıldığı günümüzde bir tür doğrudan demokrasi uygulama olasılığı gündeme

getirilse bile bu teknolojiler henüz her bireye bütün sorunlar hakkında ilgilenecek ve

bilgilenecek yeterli zamanı sağlamazlar. Buradan hareketle biçimsel ve temsilî

demokrasinin sınırlı bir uygulamasını demokrasi olarak savunanlar halkın yöneten

iktidar konumuna hep birlikte gelemeyeceğini ancak iktidarı denetleyebileceğini öne

sürerler. Böylece halk politikaların belirlenmesini ve uygulanmasını denetleme

* Atina demokrasisinin özellikleri için Ağaoğulları (2003)’e bakınız.

Page 19: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

11

hakkına sahip olur. Ancak bu hakkını sürekli olarak kullanabilmesi yukarıda

saydığımız nüfus fazlalığı ve zaman eksikliği dolayısıyla mümkün olamaz. Böylece

halk hem politikaları uygulayacak hükümeti hem de onu denetleyecek olan

parlamentoyu seçer. Halkın bizatihi kendisinin denetleyici rolü bir sonraki seçimde

oy verecek olmasından kaynaklanır. Yani hükümet edenler ve parlamento üyeleri

tekrar seçilebilmek için halkın taleplerini dikkate almak zorundadırlar. Böylece

kısıtlı bir demokrasi anlayışını günümüzün mümkün demokrasisi olarak sunanlar

halkın seçimden seçime söz sahibi olabileceği bir rejimi demokrasi olarak kabul

ederler.

Demokrasinin siyasal eşitlik ilkesi temsil sistemi içinde eşitsizliğe dönüşerek her bir

yurttaşın eşit oya sahip olduğu fikrini tartışmalı hale getirir. Yani her bireyin eşit bir

oya sahip olduğu görüşü pratikte işlemez. Çünkü temsili sistemde seçme ve seçilme

pratikleri belli maliyetlerle gerçekleşir. Seçilmek isteyenlerin tanıtımda eşit

olanaklara sahip olmadığı gibi seçmenleri etkileme açısından da farklı olanaklara

sahiptirler. Dolayısıyla oyların manipülasyonu vb. olasılıklar vardır. Bunun yanında

uygulanan seçim sistemlerinden kaynaklanan bir biçimde oyların ağırlığının değiştiği

iddia edilebilir. Türkiye’den örnek verirsek yürürlükteki seçim sistemine göre

İstanbul’dan milletvekili seçilen bir kişinin aldığı oy sayısı ile Bayburt’tan

milletvekili seçilen bir kişinin aldığı oy kıyaslanamayacak kadar farklıdır.

Demokrasilerin işleyişinde bir başka önemli güç de basın veya medyadır.

Demokraside ifade özgürlüğünün ve bilgi edinme hakkının garantisi olarak işlev

görmesi beklenen basın veya medya seçim sürecini ve seçimden sonra iktidar

sahiplerinin halkı manipüle etme çabalarını etkileyebilir. Yani medya bazı

Page 20: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

12

durumlarda demokrasinin eşitlik ilkesini olumsuz etkileyebilir. Örneğin medya bir

grubun tekelinde olursa veya hükümetin mali desteğine gereksinim duyarsa görevini

yerine getiremez. (Kaya, 1999b) Öyleyse medya bağımsızlığı garanti edilmeden

demokrasiye katkı sağlayamaz. Yani medya demokrasinin yararına bir güç olacaksa

hem hükümetten hem de hükümet dışı güç odaklarından bağımsız olmalıdır.

Tarihsel bazı sebeplerle temsilî demokrasiler liberal demokrasi olarak

adlandırılmaktadır. Bir sebep liberal anayasacılık hareketi içinde çoğu Batı devleti

demokratik olmadan liberal olmasıdır. Monarkın yönetiminin meşruiyeti

Anayasacılık hareketinin bir sonucu olarak burjuvazinin temsilcilerinden oluşan bir

parlamentonun onayına bağlanmıştır. Böylece genel ve eşit oy ilkesinden çok önce

demokrasi temsilî bir sistem haline gelmişti.

Buradan hareketle liberal anayasacılık zaman içinde demokrasinin temeli olarak

kabul edildi. Modern devletin iktidarı hukukla sınırlandırılmaz ise insanların iktidarı

denetleme kapasitesi zarar görür. Demokrasi devamlı olarak iktidarın denetiminin ve

etkilenmesinin şartlarını sağlayan bir sistemdir. Bu şartların içerisindeki temel unsur

anayasa; hukuk devleti; kuvvetler ayrımı; bireylerin hak ve özgürlüklerinin güvence

altına alınmasıdır.

Demokrasinin temel özelliği karar verme hakkını herkesin eşit olarak paylaşmasıdır.

Bu noktadan hareketle diyebiliriz ki, demokrasi çoğunluk yönetimi veya halkın bir

kısmının diğer kısmını yönetmesi demek değildir. Çoğunluğun kararına başvurulması

ancak tartışma, değiştirme, uzlaşma gibi diğer yollar tükendiği zaman anlaşmazlığı

çözücü bir usul olarak ortaya çıkan bir zorunluluktur. Çoğunluğun kararı azınlığı

Page 21: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

13

güçsüz bıraktığı, sonuç üzerinde azınlığın etkisini ortadan kaldırdığı oranda çoğunluk

yönetimi, demokratik mükemmelliğin en iyi örneği olmaktan ziyade karara

ulaşmanın en çabuk ve kaba yolu olarak algılanmalıdır.

Çoğunluğun kararı her zaman demokratik olmayabilir veya demokrasinin

uygulanıyor olduğunun bir kanıtı olmayabilir.∗ Eğer çoğunluğu veya çoğunluğun

desteğine sahip hükümetin kararı, bir bireyin veya bir grubun temel demokratik

haklarını ihlal ediyorsa bu durumda demokrasi söz konusu değildir. “Temel haklar,

siyasal yaşama insanların katkıda bulunmasına olanak sağlamak için gerekli olan

ifade özgürlüğü, örgütlenme özgürlüğü, seçme ve seçilme hakkı gibi haklardır. Tüm

vatandaşların bu haklarının güvence altına alınması, demokratik sistemin temel

unsurunu oluşturur; ideal olarak bu haklar anayasa ile korunmaya alınmalı,

çoğunluğun müdahalesine karşı bağışık hale getirilmelidir.” (Beetham ve Boyle,

1998: 24)

Tarih göstermektedir ki, demokrasinin uzun dönemli bir halk mücadelesi olmadan

kurulması sık rastlanan bir olgu değildir.Yani demokrasi yukarıdan sunulmaz.

İktidarı elinde bulunduran geleneksel yöneticiler, askeri diktatörler gönüllü olarak

ondan vazgeçmezler. Onların güçlerinden vazgeçmeleri ancak halkın mücadele

ederek onları iktidardan uzaklaştırmaları ile mümkündür.

∗ Bu konuda güzel bir örnek olarak 1982 Anayasası’nın oylandığı reformu irdeleyen Eroğul’a (1995) bakılabilir.

Page 22: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

14

Ülke dışındaki demokrasilerin desteği, ülkedeki demokratik anayasanın

oluşturulmasına yardım edebilir. Ancak bu destekler otoriter yönetime karşı halkın

kendi mücadelesinin yerini alamaz. Burada hemen akla gelen 1980’ler boyunca

Reagan yönetimindeki ABD’nin Güney ve Orta Amerika ülkelerine demokrasi ihraç

etme çabalarının yanı sıra, günümüzde yine ABD’nin Ortadoğu ülkelerine demokrasi

getirmekte olduğunu iddia etme olgusudur.

Demokrasi ile ilgili bir başka önemli konu da demokrasinin bir kez kurulmasının

onun sürekliliğini garanti edip etmeyeceğidir. Demokrasi bir kez kurulduktan sonra

sürdürülebilmesinin basit bir reçetesi yoktur. Demokrasi hem anti demokratik

güçlere karşı korunmalı; hem de hükümetin gücü sınırlandırmalıdır.

“İşleyen bir demokrasinin dört temel unsuru vardır : 1) Özgür ve adil seçim, 2) açık

ve sorumlu hükümet, 3) sivil ve siyasal haklar, 4) demokratik veya sivil toplum.”

(Beetham ve Boyle, 1998: 32)

Özgür ve adil seçim hem kamu makamlarına gelebilme hem de oyların değeri

açısından vatandaşların siyasi eşitliğini sağlamanın önemli bir alanını oluşturur.

Özgür ve adil seçim, seçim mevzuatı ve seçim prosedürü olmak üzere iki boyuta

sahiptir.

Demokrasilerde hükümetin birincisi yasal sorumluluk, ikincisi siyasal olarak

adlandırılan iki türlü sorumluluğu vardır. Yasal sorumluluk hukuk devleti ilkesine

bağlı olarak hükümetin işlerinin yasal denetime tabi olmasıdır. Siyasal sorumluluk

ise hükümetin politika ve fiillerini halk ve parlamento nezdinde haklı

Page 23: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

15

çıkarabilmesidir. Hükümet hem halka formel olarak danışma hem de değişik

şekillerde halkın görüşlerini açıklamasına açıklığı ile sorumlu olma yanında duyarlı

da olmalıdır.

Demokraside bireylerin medeni ve siyasî haklarını kolektif karar ve eylemlere

katılabilmek için kullanabilmeleri esastır. Yani bireye sağlanmış olan düşünce ve

ifade özgürlüğü gibi haklar demokraside ancak hükümeti etkileyebilmek için

yürütülen bir kampanyada, bir örgütlenmede kullanılabildiği zaman anlamlıdır.

Yaygın bir anlayışa göre demokraside bireyler bireysel bir hak olarak kullandıkları

sürece söz ve ifade özgürlüğüne sınırsızca sahip olabilirler. Ne zaman ki hükümeti

etkilemek için kolektif bir eylem örgütlemek üzere bir girişimde, örgütlenme içinde

bulunurlar o zaman demokrasinin sınırsız özgürlükler rejimi olmadığı demokrasinin

de kendisini korumak zorunda olduğu dile getirilir. Hemen belirtmek gerekir ki Batı

demokrasilerinde bu daha az kullanılan bir argümandır. Yani düşünce ve ifade

özgürlüğü birlikte düşünülür ve uygulamada da buna olanak sağlanır. Yani yaygın

bir örgütlenme özgürlüğü söz konusudur. Daha sonra üzerinde durulacak ise de

burada bir örnek olarak belirtmek gerekirse, Türkiye’de askeri bir rejimden

demokrasiye geçildiği iddiası ile yürürlüğe konulan 1982 Anayasası toplumun hemen

her kesiminin düşünce açıklamasını ve örgütlenmesini sınırlandırmış adeta hiç

olanak tanımamıştır. Örneğin sendikaların, derneklerin siyaset yapamayacakları bu

anayasada birkaç kez tekrar edilmiştir.

Demokraside, sivil toplum örgütleri denilen sendikalar, meslek kuruluşları vb. her

türlü örgütlenme önemli bir yere sahiptir. Hükümet dışı örgütler olarak da anılan bu

kuruluşların örgütlenmesi ve varlığı, devletten bağımsız örgütlenmelere

Page 24: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

16

demokrasinin ihtiyaç duyduğunu belirtir. Devletin gücü ancak bu yolla

sınırlandırılabilir, halkın görüşleri yukarıdan belirlenmek yerine aşağıdan

oluşturulabilir, keyfi yönetime direnme hususunda toplum kendine güvenini

kazanabilir. Sivil toplum örgütlerinin toplumdaki demokratik kültürü geliştirme

konusunda bir katkıları olabilmesi için kendi iç işleyişlerinde demokratik olmaları

zorunludur. Aksi halde sadece devlet düzeyinde olan, toplumun kalan kısmının

otoriter çizgide olduğu zayıf bir demokrasi söz konusu olur.

Demokraside açık hükümet bir zorunluluktur. Çünkü hükümetin faaliyetleri hakkında

yeterli bilgi olmadan kamu makamları sorumlu tutulamayacağı gibi seçmenler

bilinçli bir tercih yapamayacaklardır. Bu bilgilere ulaşmak hükümetin bir ihsanı değil

vatandaşların veya onlar adına medyanın hakkıdır. Bu bilgilerin açıklığı

yolsuzlukları önlemenin yanı sıra politik hataların kronikleşmeden ortaya

konulmasına yardım eder. Açık hükümet dört ana unsuru içerir: 1) Hükümet

politikaları ve bu politikaların hayata geçirilmesini sağlayan araçlar ve maliyetlerle

ilgili bilgiler hükümetin kendisi tarafından sağlanır. 2) Bireyler veya basın hükümet

belgelerine doğrudan veya parlamento aracılığıyla dolaylı olarak ulaşabilmelidir. 3)

Toplantılar halka ve basına açık olmalıdır. 4) Politikaların formüle edilmesi ve

uygulanmasında hükümetin sistematik olarak ilgililere danışması, alınan bilgi ve

tavsiyelerin yayınlanmasıdır. (Beetham ve Boyle, 1998: 70)

Demokrasi ve Hukuk Devleti

Hukuk devleti, demokrasinin ve birey haklarının köşe taşı olarak görülebilir. Hukuk

devleti olmaksızın bireyin haklarını yürütmeye karşı korumak mümkün değildir.

Page 25: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

17

Demokratik anayasa ve seçilmiş yasama hukukun kaynağı olduğu için yürütmenin

hukuka itaat etmesi demokrasinin gereklerindendir.

Hukuk devleti ile kastedilen, devletin ve siyasal iktidarın hukukun üstünlüğünü kabul

etmesidir. Bu da, hukukun genel ve evrensel ilkelerine uygunluğun yanı sıra, siyasal

iktidarın ulusal anayasaya uymasını zorunlu kılar. Kuşkusuz ulusal anayasa da

hukukun ve demokrasinin evrensel ilkelerine uygun olmak zorundadır. Böylece,

hukuk devleti, devletin bütün uygulamalarında hukuk kurallarına uyacağını önceden

kabul ve ilan eden bir devlet olarak tanımlanabilir. Bu tanımın doğuracağı kurumlar

ve kurallar olacaktır. Bunlar; i) Devletin bütün eylem ve işlemlerinin yargı

denetimine tabi olması, ii) Yasama organının çıkaracağı yasaların anayasaya

uygunluk denetiminin yapılması, iii) Temel hak ve özgürlüklerin tanınması ve

korunması, iv) Yasa önünde eşitlik ilkesinin uygulanması, v) Yargı kuruluşlarının

bağımsızlığının ve güvenilirliğinin sağlanması. (Sabuncu, 1994: 31- 41)

Devletin bütün eylem ve işlemlerinin yargı denetimine tabi olması siyasal iktidarın

ve kamu yönetiminin hukuka bağlı çalışmasını, keyfilikten uzak olmasını sağlamanın

ön koşuludur. Eğer bunlara uymazlarsa kararları bağımsız yargı tarafından iptal

edilir. Bunun önemi şuradadır: modern dünyada birey devlet karşısında güçsüzdür,

onun bu güçsüzlüğü yargısal korumayla giderilmeye çalışılmıştır.

Yasama organının kararlarının anayasal denetimi, yasama organında çoğunluğu ele

geçiren bir partinin, zümrenin kendi çıkarlarına uygun ve keyfi yasal düzenlemeler

yapmasını önler. Anayasaların toplumsal mutabakatın belgeleri olduğu varsayılırsa

yasaların buna uygunluğunun denetimi toplumda bireylere ve gruplara asgari bir

Page 26: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

18

güvence sağlar. Demokrasilerde bu uygulama farklılıklar gösterebilir, ama bu

farklılıklar biçimseldir. Öz itibarıyla yasama meclisi toplumun kendisi değil

temsilcileridir. Oysa anayasaların oylanmasında uygulanan referandumda, anayasa

metnini oylayan, toplumun kendisidir.

Temel hak ve özgürlüklerin tanınması ve korunması, bireylerin devlet karşısındaki

haklarını güvenceye alır. Burada tek tek hepsini saymamıza gerek yok. Bu haklar

birinci, ikinci ve üçüncü kuşak haklar olarak belirtilebilir. Birinci kuşakta devletin

dokunmaması istenilen haklar, ikinci kuşakta devletin sağlaması gereken haklar,

üçüncü kuşakta ise dayanışma hakları denen haklar vardır. Bu hakların neler olduğu

ve nasıl korunacağı hukukta belirlenmiş ise de, uygulamada farklılıklar ortaya

çıkabilmektedir. Şu kadarını belirtmek gerekir ki; demokrasilerde, bu haklar topluca

insan hakları olarak ele alınabilir. Uluslararası anlaşma ve sözleşmelerle güvence

altına alınmış bu haklar çeşitli düzeylerde ihlal edilme riskine sahiptirler. İşte bu

yüzden hukuk devletinin temel özelliklerinden biri, bu hakları tanımak ve

korumaktır. (Kaboğlu, 1995: 113-114)

Yasa önünde eşitlik ilkesi liberal anayasacılık hareketlerinin temelinde yer

almaktadır. Fransız Yurttaş Hakları Bildirisi’nden bu yana bireylerin yasa önünde

eşitliği ilkesi benimsenmiştir. (Soysal, 1986: 14) Daha önceleri farklı toplumsal

zümrelerden insanlar farklı yargılama usullerine tabi idiler. Ancak günümüzde

yurttaşlık statüsü bireylerin eşit yargılama haklarını teslim etmektedir. Toplumsal

sınıf, zümre, kategori veya statü farklılıklarına bakılmaksızın yurttaşlar işledikleri

veya isnat edilen suçun gerektirdiği mahkemelerde, suçun işlenmesinden daha önce

Page 27: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

19

oluşturulmuş yasalara göre ve daha önceden atanmış yargıçlar tarafından

yargılanmaktadırlar.

Yargı kuruluşlarının bağımsızlığının ve güvenilirliğinin sağlanması da hukuk devleti

için önemli bir zorunluluktur. Bu kuruluşların bağımsızlığı yargıçların bağımsızlığı

güvence altına alınarak sağlanabilir. Yargıçlar hem ekonomik açıdan güvence altına

alınmalıdırlar, yani, Türkiye’de bir yüksek mahkeme başkanının dediği gibi

vicdanlarıyla cüzdanları arasına sıkışmamalıdırlar; hem de siyasal baskılardan uzak

olmalıdırlar. Atama ve yükseltilme işlemleri siyasi iktidarın etkisi altında

olmamalıdır.

Hukuk devleti kendisini koruyacak bağımsız bir yargının varlığı ölçüsünde etkin

olacaktır. Bu bağımsızlık hem yargı kurumunun yürütmenin müdahalelerinden

kolektif olarak bağımsız olması, hem de görevlerini yerine getirirken korku ve

menfaat vaadinden uzak bir şekilde birey olarak yargıçların kişisel bağımsızlığıdır.

Her iki tür bağımsızlık da resmî, anayasal güvenceden daha fazlasını

gerektirmektedir; bu bağımsızlık yargıçların atanmasına, iş güvenliklerinin

sağlanmasına da bağlıdır. Atamalar, hükümetin veya yürütmenin elinde olmamalıdır.

Benzer olarak yargıçlar mevcut hükümet tarafından görevden alınamamalıdır.

Silahlı Kuvvetlerin Demokrasideki Yeri

Silahlı kuvvetlerin demokrasideki yeri konusunda tartışma açmanın önemli gerekçesi

yaygın olarak demokrasinin kesintiye uğrama sebeplerinin birinci sırasında askerî

müdahalelerin gelmesidir. Modern dönemin demokratikleşme hareketlerinin

Page 28: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

20

başlangıcında kurulmuş demokrasilerde siyasal ve askerî kararlar arasında iyi

anlaşılmış ve dikkatle korunan bir ayrım olduğu için silahlı kuvvetlerin sivil

denetime nasıl tabi tutulacağı bir sorun oluşturmamaktadır. Öte yandan tarihlerinde

askerî ihtilal, askerî yönetim veya hükümetin politikası veya atamalarının askerî

vetoya tabi tutulduğu uygulamalar yaşamış, son zamanlarda kurulmuş olan

demokrasiler için silahlı kuvvetlerin nasıl denetime tabi tutulabileceği önemli bir

sorundur. Her şeyden önemlisi, ordu her yerde seçilmiş politikacıları etkisiz hale

getirecek, hükümeti devirecek ve halkı kendi yönetimine tabi kılacak güç

kapasitesine sahiptir. Sorun, silahlı kuvvetlerin bunu yapma istekleri ve bu isteğin

nasıl zayıflatılabileceğidir.

Ordunun seçilmiş politikacılara itaatini sürdürmesi, ordu mensuplarının siyasal

olmayan rollerde eğitilmesi, onlara tatmin edici ücret ve statü verilmesi ve ileri

teknoloji silahlarının verilmesine bağlıdır. Ordu içerisindeki memnuniyetsizlikler

askerî müdahaleye katkıda bulunan faktörler olsa bile nadiren belirleyici faktör

olabilirler. “Demokratik düzende politikacıların çözmekte yetersiz kaldığı derin ve

devamlı krizler, iç savaş, kronik enflasyon, kamu düzeninin bozulması, açıkça kötü

ve ısrarlı siyasal yozlaşma olduğu durumlarda genellikle ordu sivil hükümeti

devirmektedir. Kurulu düzeni tehdit eden radikal programlara sahip olan partilerin

seçim kazanmasını veya programların uygulamalarını engellemek için de askerî

müdahale yapılabilmektedir.” (Beetham ve Boyle, 1998: 91-93) Bu açıklamada

karşımıza çıkan durum işlevsel demokratik kurumların güçlendirilmesindeki

başarısızlığın müdahalelerin ana sebebi olmasıdır. Türkiye’den örnek vermek

gerekirse 12 Eylül darbesini yapan komuta heyetinin başında bulunan Kenan

Page 29: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

21

Evren’in açıklaması belirtilebilir: “Eğer 12 Eylül öncesinde mecliste bulunan iki

büyük parti (iktidar ve ana muhalefet partisi) anlaşarak bizim önerdiğimiz yasal

düzenlemeleri yapsa ve Cumhurbaşkanını seçebilse idi biz müdahale etmezdik.”

Burada açıkça darbenin sorumluluğu sivil siyasetçilere ve siyasal partilere

yüklenmiştir. Oysa çok açıktır ki, herhangi bir sivil parlamento demokrasinin

yürürlükte ve demokratik örgütlerin güçlü olduğu bir ülkede askerî yönetimin yaptığı

yasal düzenlemeleri yapamazdı.

Askerî yönetimler kalıcı olamamaktadırlar. Çünkü onlar toplumun sorunlarına, uzun

dönem için değil kısa dönem için daha az hoşnutsuzluk yaratan çözümler temin

edebilirler. 1980’lerde, demokratik politikaların ekonomik kararların

uygulanmasında yetersizliğinin aksine, askerî yönetimleri ekonominin

modernleşmesini ve ülkenin imarını sağlayıcı bir unsur olarak yüceltmek modaydı.

Örneğin Türkiye’de 24 Ocak Kararlarının mimarı olarak gösterilen Turgut Özal 1980

Ağustos’unda “ülkenin temel ekonomi politikalarına siyasetçiler karışıyorlar, bu

önlenmelidir” demiş ve 12 Eylül’de askerî darbe olmuş. (Kaya, 2002: 173) Ancak,

silahlı kuvvetler hükümet otoritesi için meşru kaynak temin etmekte basitçe

yetersizdir. Onların iktidarda kaldıkları dönemin kayıtları üzücüdür. Askerî

yönetimler, kapalı ve gizli hükümet yolsuzluklarını azaltmaktan ziyade onları sadece

gizlemektedir; ekonomi yönetiminde de herhangi bir başarıları kaydedilmemiştir;

askerî yönetimler hiçbir açık hükümetin tolere edemeyeceği insan hakları ihlalleri

siciline de sahiptirler.(Beetham ve Boyle, 1998: 93)

Demokrasiyi güçlendirmek için hukuk devletini, anayasal hükümeti ve demokratik

kurumları güçlendirmek gerekmektedir. Bu uzun dönemli bir mücadele gerektirir ve

Page 30: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

22

gerekirse uluslararası destek de alınmalıdır. Bunun alternatifi olabilecek demokrasiyi

kolayca güçlendirebilecek bir yol yoktur. Aynı şekilde, temel sosyal çatışmaları

çözmenin müzakere ve uzlaşma politikası dışında bir alternatifi yoktur. Ayrıca,

demokrasinin gelişmesinde insan hakları ihlallerine yönelik ulusal ve uluslararası

alanda mücadele etmek önemlidir.

İnsan hakları, tarihsel gelişimini ve temellendirilme sürecini burada tartışmamıza

gerek olmayan, temel özgürlükler, insanî ihtiyaçlardan ve yeteneklerden kaynaklanan

bireysel haklardır. Uluslararası toplum insan hakları ile ilgili bir çok uluslararası

anlaşma ve sözleşme benimsemiştir. Örneğin Birleşmiş Milletler İnsan Hakları

Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi. Bu araçlar, insan hak ve

özgürlüklerinin kapsamı hakkında üzerinde anlaşılmış tanımlar ortaya koymayı

amaçlamanın yanında, aynı zamanda ilgili ülkelerin hukuk sistemlerinde ve pratik

yaşamlarında bu hakları koruyucu gerekli adımların hükümetlerce atılmasını

sağlamayı amaçlamaktadırlar.

Uluslararası insan hakları hareketinin gelişmesi ve uluslararası insan hakları

standartlarının hızla yayılması sonucunda günümüzde devletlerin iç işlerine

karışılmaması ilkesine bir istisna gelmiştir; veya iç işleri tanımı değişmiştir. Kamu

alanında devletin kendi vatandaşlarına muamele tarzı, diğer hükümetlerin ve gönüllü

kuruluşların bu tür uygulamaları dışarıdan eleştirileri ülkelerin iç işlerine müdahale

sayılmaz. Yani insan hakları ihlalleri uluslararası düzeyde bir yaptırımla karşılaştığı

zaman ilgili devletler ve hükümetler ona uymak zorundadır. Bu yaptırımlara uymak

zorunda olmak hükümetlerin insan hakları ihlallerine son vereceği anlamına

gelmiyor. Örneğin Türkiye Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararlarıyla bu

Page 31: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

23

ihlallerin mağdurlarına defalarca tazminat ödemiştir. Yani bir yaptırımla karşılaşmak

hakları ihlal etmeyi sağlamamıştır. İnsan Hakları Dünya Konferansında da, “tüm

insan haklarının korunması ve geliştirilmesi uluslararası toplumun meşru ilgi

alanıdır” ifadesi ile diğer ülkelerin insan hakları ihlallerine müdahale edilebileceği

yolundaki ilke onaylanmıştır. (Uygun, 2003: 296)

İnsan Hakları Dünya Konferansı demokrasi ile insan hakları arasındaki ilişkiyi,

“karşılıklı birbirine bağlılık” ve “karşılıklı birbirini destekleyicilik” olarak

nitelendirmektedir. Bu demektir ki, insan hakları ve hukuk devletinin sadece gelişmiş

ülkelerde değil gelişmekte olan ülkelerde de demokratik ilkelere bağlı kalınarak en

iyi şekilde başarılacağı uluslararası toplumca kabul edilmiştir. Demokrasinin iyi bir

şekilde işleyebilmesi için insan hak ve özgürlüklerinin kullanılması gereklidir.

Demokraside vatandaşların bireysel hakları olan medenî ve siyasî hakların güvence

altına alınması iki yönlü bir işleve sahiptir: 1) Bu haklar kolektif karar verme

sürecinde siyasal eşitlik ve halk denetimi gibi demokratik ilkelerinin sağlanması için

gereklidir. 2) Bu haklar ve özgürlükler çoğunluk kararının kapsama alanı dışında

bireyin özgürlük ve seçim alanını tanımlayarak kolektif hareketlere bir sınır

oluştururlar. Bu ikili işlev demokratik sisteme sıkıca bağlı bazı medeni ve siyasî

hakların ana hatlarıyla gözden geçirilmesi ile örneklendirilebilir.

Düşünce ve vicdan özgürlüğü: Demokratik toplumun ön varsayımı, her bireyin

istediği şekilde düşünmede, kendi fikirlerine, görüşlerine, genel hayat felsefesine

sahip olmada özgür olmasıdır. Aynı şekilde demokratik toplum bireye diğerleri ile

birlikte bir inanca sahip olması, diğerlerinin haklarına saygılı kalarak inancını

Page 32: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

24

pratikte yaşaması özgürlüğü sunar. Yaygın veya çoğunluğun inançlarına karşı

düşünce özgürlüğü bireyin hakkı olarak daima korunmalıdır.

İfade ve basın özgürlüğü: Demokrasinin temeli her vatandaşın diğerleri ile eşit

olarak işitilmek ve konuşma hakkına sahip olmasıdır. Bundan dolayı, ifade

özgürlüğü temel bir insan hakkıdır. Eğer her bir vatandaş kendi sesini duyurma

şansına sahip olacaksa, ifade özgürlüğüyle ilgili uluslararası standartlar sadece

konuşma hakkını değil aynı zamanda sınır tanımayan medya araçları ile her türlü

fikir ve bilgi almayı isteme hakkını da kapsar. Modern toplumda bunun anlamı,

bireyin itibarını ve özel hayatını korumak için yerleşmiş belirli kurallar çerçevesinde

medya bağımsız olmalıdır; medya, vatandaşı bilgilendirmede, hükümeti eleştirmede

ve politik seçenekleri veya tartışmaları yansıtmada özgür olmalıdır.

Toplantı ve örgütlenme özgürlüğü: Modern temsilî demokrasi insanların kamu

sorunlarını tartışmak üzere bir araya gelme, sendika ve dernek kurma, menfaatleri

için hükümete baskı yapma, siyasal partilere katılma özgürlükleri garanti edilmeden

işlevini gereği gibi yerine getiremez. Bu özgürlükler, toplanma, gösteri ve şikayet

sebebinin ortadan kaldırılması için başvurabilme haklarını da içerir.

Sosyal ve ekonomik haklar ile demokrasinin ilişkisine baktığımız zaman, yaşamak

için gerekli temel insan ihtiyaçlarının karşılanmasının demokrasinin işleyebilmesi

için gerekli bir platform olduğunu görürüz. Demokrasinin eşitlik ilkesi her ne kadar

liberal demokrasi tarafından siyasal ve hukuk önünde eşitlik olarak kabul edilse bile

vatandaşın eşit söz hakkını daha geniş yorumlamak mümkündür. Ekonomik ve

sosyal yaşamda var olan çeşitli eşitsizliklerin boyutu toplumun demokratikleşme

Page 33: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

25

potansiyelini önemli ölçüde sınırlar. Örneğin eğitim olanaklarından yararlanma

düzeyindeki eşitsizlik bazı vatandaşların haklarını talep edebilme konusunda

diğerlerinden daha güçsüz konumda kalmasına yol açar. Aynı zamanda, kolektif bir

süreç olarak demokrasi bu eşitsizliklerin tanımlandığı ve azaltıldığı bir

mekanizmadır.

İnsan haklarının soyut bir takım haklar olmaktan çıkıp pratikte yaşanabilmesi için

bazı olanaklar olmalıdır. Hakların korunması için sağladıkları araçlar açısından

demokratik toplumlar farklılıklar gösterse bile, hakkının ihlal edildiğini iddia eden

her bireyin sahip olacağı bir başvuru yolu gerekliliğini kapsar şekilde uluslararası

standartlar bazı ilkeler sunar. Bireyler, kendi ülkelerince kabul edilen insan hakları

ile ilgili uluslararası sözleşmelerde yer alan hakları kullanabilmelidirler.

Demokrasiye 1983 yılında geçtiğini ilan eden Türkiye'nin vatandaşlarına Avrupa

İnsan Hakları Komisyonu’na bireysel başvuru hakkını kabul etmesi için 28 Ocak

1987’yi beklemek gerekti. Dünyadaki devletlerden bazıları, insan hakları

taahhütlerinin tanımlandığı ve demokratik sistemin işleyişi ile garanti altına alındığı

yazılı anayasalara sahiptirler. Anayasalarda ve temel haklar bildirgelerinde

belirtildiği gibi, insan haklarının savunulmasında mahkemeler ön safhadır. Bireyler,

haklarının varlığını kanıtlamak için, ihtiyaç duyulan hallerde adlî yardım da alarak,

mahkemelere başvurma hakkına sahip olmalıdır. Mahkemelerin kararları, hükümetler

tarafından uygulanmalıdır; kararların uygulanması anayasanın öngörmesi halinde

kanunların değiştirilmesi ve tazminat ödenmesini içermelidir. Ayrımcılığın her

şeklinin yasaklanması; çocuk, sakat, sosyal olarak dezavantajlı gibi korunmaya

Page 34: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

26

muhtaç kişilerin temel haklarının korunması genellikle yasa kabulü veya diğer

önlemler şeklinde pozitif hareketler gerektirir.

Demokrasilerde insanlar adalete ve haklarına ulaşmak için seçtikleri temsilcilere

başvururlar. Medya, insan hakları ihlallerinin izleyicisi olarak temel öneme sahiptir.

Pratikte insan haklarını korumak için, hükümetin yönetiminin işleyişini gözetlemek

üzere bağımsız denetçiler veya ombudsman kurumu gibi, bir çok kurumdan

faydalanılır. Ancak, demokrasinin en iyi savunması onun ilke ve amaçlarına olan

inançtır. Bundan dolayı, insan hakları ve demokratik vatandaşlıkla ilgili eğitim her

seviyede çok gereklidir. Eğitim programları, okullar ve üniversitelerle sınırlı

olmamalı, polis ve asker dahil tüm kamu otoritesini kapsamalıdır.

1.2. Liberal Demokrasinin Krizi

Bu alt başlıkta liberal demokrasinin iki krizi ele alınacaktır. Bunlardan bir tanesi

liberal demokrasinin meşruiyet temeline ilişkin sorundur. İkincisi ise katılım veya

temsil krizi diye adlandırılan, seçmenlerin ilgisizliği ağırlıklı bir değerlendirme

olacaktır.

1.2.1. Meşruiyet Krizi

Meşruiyet siyasal iktidarın en önemli dayanağıdır. İktidarın en önemli dayanağı olan

meşruiyetin unsurları birbiriyle iç içe geçmiş sosyal yapı, kültürel değerler, siyasal

hedefler, ideolojik söylem ve yönetim tarzıdır. İşte bu unsurlar arasındaki

uyumsuzluk ve çatışmalar meşruiyet krizini oluşturur. Meşruiyet krizinin temel

Page 35: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

27

kaynağı bireylerin kendilerini ne ölçüde siyasal ve toplumsal bütünlüğün bir parçası

saydıklarını sorgulamaya başlamaları ve aidiyet duygularının zayıflamasıdır. İktidar

açısından bakarsak, meşruiyet krizi, siyasal iktidarın toplumsal ilke ve değerlere

yabancılaşmasıdır. Bu yabancılaşma, aynı zamanda bireylerin ve toplumun da siyasal

iktidara yabancılaşmasına yol açar. Bu durumda bireyler, siyasal sorunlar karşısında

kaygısız, ilgisiz kalacak veya siyasal sisteme karşı güvensizlik duyacak ve itiraz

sesleri yükselecektir.

Habermas, meşruiyet krizinin kaynağında, siyasal iktidarın kendi varlığını korumak

ve düzenli, istikrarlı bir şekilde sürekliliğini sağlamak uğruna, sahip olduğu amaçları,

ilkelerini ve bunların anlamlarını, değerlerini ve fikirlerini toplumsal meşruiyeti göz

ardı ederek sürdürmek isteğinin yattığını belirtir. Habermas’a göre siyasal iktidar,

ekonomik sınıfların çıkarlarını ve çatışmalarını kontrol altında tutmak ve bunları

meşrulaştırmak için, başta ekonomi olmak üzere toplumsal ilişkilere müdahale eder.

Elindeki güç kaynaklarını tüm topluma adil dağıtmak yerine, kendine yakın sınıflar

arasında bölüştürür. (Türköne, 2003: 60) Siyasal iktidar ideolojik bir meşrulaştırma

girişimiyle, alternatif meşruiyet kaynaklarını ve potansiyel sınıfları kontrol etmek

üzere topluma müdahale eder. Bu yüzden meşruiyet krizine bağlı olarak, sınıf

çatışmaları, temsil, katılım, bütünleşme ve bölüşüm krizleri toplumsal alanda

yükselir. Siyasal iktidar meşruiyetini sağlayamadığı zamanlarda ikna yöntemlerini

değil, zor ve baskı yöntemlerini kullanır. Siyasal iktidarın rıza yerine baskı ve zor

kullanmayı seçmesi meşruiyet krizini derinleştirir. Bir iktidarın yasal olarak geçerli

olması onun meşruiyetini sürdürdüğü anlamına gelmeyebilir. Yasallık meşruiyet için

Page 36: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

28

gereklidir ama yeterli değildir. Habermas’a göre bu kriz olan ile olması gereken

arasındaki çatışmadır.

Otoriter ve totaliter siyasal sistemlerde olduğu gibi, demokratik sistemlerde de

meşruiyet krizi çok ciddi boyutlarda ortaya çıkmaktadır. Demokratik sistemlerde

yaşanan meşruiyet krizinin en iyi örneği demokratik seçimlerle iktidara gelen faşist

yönetimlerdir.

Demokrasilerde meşruiyet kaynağı geleneksel, dinsel, kişisel vb. ayrıcalıklar yerine

toplumu oluşturan tüm bireylerin özgürlüğü ve eşitliği üzerine oturtulmaktadır.

Burada en önemli katkı seçme ve seçilme hakkının yaygınlaştırılmasından

kaynaklanmıştır. Modern demokraside yönetim anlayışı eskiden olduğu gibi soya,

dine, mülkiyete, geleneğe, kahramanlığa dayandırılmaktan kurtulmuş onun yerine

toplumsal rızaya ve tek tek bireylerin tercihlerine dayandırılmıştır. Buradan

hareketle günümüzde demokrasi bir takım ilkelere dayanmaktadır. Bu ilkeler; halkın

yönetime etkin katılımı, farklı düşüncelerin özgürce ifadesi, örgütlenmesi ve temsili,

düşünce özgürlüğü, çoğunluğun yönetimi ve azınlığın haklarının korunması, temel

hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması ve hukukun üstünlüğü şeklinde

özetlenebilir.

Demokrasi, siyasal iktidarın “meşru güç kullanma tekeline” sahip olma ayrıcalığının,

toplumsal rızaya dayanması zorunluluğu üzerinde yükselir. Toplumsal rızanın

oluşmasında tek meşruiyet ölçütü olarak bireysel aklı tercih eden demokrasi için, bu

aklın üstünde hiçbir “akıl” olamaz. Demokrasi bireyin aklını tek meşruiyet yasası,

bireyin tercihini (seçimini) de tek temsil yasası olarak kabul eder. Demokrasilerde

Page 37: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

29

halk (bireyler), kendilerinden ayrı ve bağımsız bir siyasal iktidarla değil, bizzat

kendilerinden kaynaklanan, kendilerinin tercihinin ürünü olan bir iktidarla

yönetilirler. Son tahlilde siyasal iktidarın meşruiyeti ile toplumsal rızanın temsili aynı

şeydir. Demokrasinin üstünlüğü de zaten temsil ile meşruiyetin en geniş oranda ve

alanda örtüşmesidir. (Türköne, 2003 : 62)

Demokratik sistemde meşruiyet krizine yol açan gelişmeler neler olabilir? Siyasal

iktidarın meşruiyet kaynağını oluşturan toplumsal konsensüsü temsil edemez hale

geldiği, bireylerin tercihlerini özgürce ifade etmesine izin vermediği, çoğunluk

iktidarı adı altında azınlık haklarını göz ardı edip çoğunluk diktatörlüğüne yol açtığı,

karar ve eylemlerinin yargı ve diğer güçlerce denetlenmesine engel olduğu, sosyal,

siyasal ve ekonomik kaynakları adil olarak bölüştürmediği, toplumsal taleplere

cevaplar üretemediği zaman, meşruiyet krizi ortaya çıkar. Dolayısıyla İkinci Dünya

Savaşı sonrası dönemde süregelen meşruiyet krizi tartışmaları, demokratik rejimlerle

ilgilidir. Bir siyasal iktidarın var olma ve varlığını sürdürme üzerine kurduğu ilke ve

değerlerinin, toplum tarafından kabul edilmemesi veya kazanılmış toplumsal rızanın

zamanla zayıflaması anlamında bir siyasal sistem sorunu olarak karşımıza meşruiyet

krizi çıkar. Bu krizin tarafları olarak birey, toplum ve siyasal iktidar görülür: siyasal

iktidardan özgürlük gibi beklentileri olan birey; siyasal iktidardan kendi inanç,

gelenek ve kültürüyle uyumlu davranışlar bekleyen toplum ve bireylerin ve

toplumun bu beklentilerine makul, adil, sürekli ve meşru cevaplar üretemeyen siyasal

iktidar, krizin taraflarıdır.

Temsilî demokrasinin meşruiyet krizinin en önemli nedenlerinden biri de demokratik

sistemin meşruluk kaynağında yer alan, ulus-devletin siyasal-kültürel türdeşlik

Page 38: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

30

anlayışının sorgulanmasıyla ortaya çıkar. Bu sorgulamanın altında yatan neden ise

ulus-devlet içinde var olan farklı kültürel gruplardır.

Modern zamanlarda meşruiyet ortak toplumsal rızaya dayandırılmaktadır. Bunun yol

açtığı sorunlar şöyle özetlenebilir: “1) Ortak toplumsal rızanın esası olan ortak

toplumsallıktan ne anlaşılmak gerekir? 2) Ortak toplumsal rızanın oluşma süreci, ne

gibi ilkelere, ne tür kurumsal çerçevelere dayanmalıdır?” (Köker, 1997: 42)

Günümüzde uygulandığı biçimiyle liberal-demokratik temsilî sistemler genel olarak

ortak bazı ilkelere dayanmaktadır. Bu ilkeler, kısaca, 1) Bireyin temel hak ve

özgürlüklerinin hukuk devleti ilkesi uyarınca güvence altına alınması; 2) siyasal

iktidarın belirli dönemlerde, genel ve eşit oy ile gizli oy açık sayım ilkelerine uygun

olarak yapılan seçimlerle el değiştirebilmesi imkanının varolması ve 3) siyasal

iktidarın kendi içindeki kurumsal unsurlar ile kendi dışında kalan örgütlü toplum

kesimleri tarafından denetlenebilmesi ve iktidardan hesap sorulabilmesi biçiminde

özetlenebilir. (Köker, 1997: 42)

Siyasal kararın meşruiyet temeli açısından değerlendirildiğinde, günümüz liberal

demokrasilerinin “ortak toplumsal rıza”da yer alan toplumsallıktan “ulus”u

anladıklarını görürüz. Bu noktada, varolan temsili sistemlerin siyasal meşruiyet

açısından bir sorunu olduğu görülür. Bu sorun liberal bir değer olan “bireysel

özgürlük” ile ortak rızanın toplumsal temelinin “ulus” olması noktasında

çıkmaktadır.

Page 39: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

31

“1)Ulus-devlet kavramının ifade ettiği devletin bir siyasal kurumlar sistemi olarak

meşruiyetinin kaynağını dayandırdığı “ulus” türdeşlik esasında tanımlanırken, siyasal

kararların meşruiyet kaynağını aldığı toplum, ekonomik, kültürel, ideolojik ya da

düpedüz farklı yaşam tarzlarına dayanan tercihlerin belirlediği bir çeşitlilik

göstermektedir. 2) Bireysel özgürlük, bireyin toplum içinde varolan bu çeşitlilik

içinde kendi yerini (kimliğini) statik olmayan bir tarzda oluşturma özgürlüğünü de

içermekte, dolayısıyla da, siyasal kararların alınma ve uygulanma sürecine bireyin

“ulusal türdeşlik” esasına göre belirlenmiş bir sınırlama içinde katılımına izin veren,

bireylerin toplum içindeki farklı konumlarının siyasal ifadesini -tümüyle ortadan

kaldırmasa bile- sınırlandıran “ulus-devlet” çerçevesi başlı başına bu özgürlükle

çelişkili olmaktadır. 3) “Ulus-devlet içi siyaset” ile “demokratik siyaset”in

hedefleriyle ilgili bir çelişki vardır. Demokratik siyaset, toplumsal bağlayıcılığı olan

kararların alınma ve uygulanma sürecine, bu kararlardan doğrudan etkilenen yahut

etkilenme olasılığı bulunan bireylerle grupların özgür katılımıyla belirlenen bir süreç

içinde, ortak iyilik üzerinde toplumsal bir rızanın oluşması gerektiğini içerirken,

“ulus-devlet içi siyaset” bu sürecin ulus-devletin bütünlüğünün ve varlığının

korunmasıyla sınırlı olduğunu ifade etmektedir. Nitekim bilinen biçimiyle liberal

demokratik temsilî sistemlerin siyasal katılım ve çoğulculuk ilkeleri uyarınca işleyen

siyasal süreçleri içinde çoğulculuğu, ulus-devletin üzerine oturduğu kültürel türdeşlik

ve bunun siyasal-kurumsal ifadesini zedelemeyecek bir biçimde sadece sosyo-

ekonomik farklılıkların siyasal partiler ve baskı ya da çıkar grupları aracılığıyla

pazarlık konusu yapılmasıyla sınırlandırmış olmaları; bu açıdan aslında korporatizme

dönüşen bir temsil mekanizmasına vücut vermeleri ilgi çekicidir.” (Köker, 1997: 43)

Page 40: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

32

Modern toplumda bir çok farklılık ve eşitsizlikle karşılaşırız. Bu farklılıkların

kaynağında ekonomik, kültürel, ideolojik veya yaşam tarzı tercihleri yer almaktadır.

Ulus-devletin meşruiyet temelleriyle çelişmediği sürece bu farklılıkların siyasal

olarak ifade edilebilmesinin kabul ediliyor olması, demokratik meşruiyet temelinin

sağlandığı anlamına gelmez. Çünkü ulus-devlet toplumsal rızanın sürekli, dinamik,

sınırsız ve engellenmemiş bir katılım ile oluşacağını kabul etmez. Özünde

farklılıkları ve eşitsizlikleri gizlemeye dönük olana ulus-devletin baskıcı siyasal

potansiyelini de açığa çıkaran bu çelişki, ulus-devletin siyasal-kurumsal yapısında

yapılacak bir takım düzenlemelerle giderilemez.

“Bir meşruiyet formülü olarak ulus-devlet ile demokratik meşruiyet arasındaki

çelişkili gerilim, temsilî demokratik sistemlerde, yüzeysel demokrasi görünümünün

ardında, devletin zorlayıcı gücünü dengeleyen, denetleyen, sınırlandıran

mekanizmaların ortadan kalkmasıyla, “yumuşak” baskıcılığa kaynak oluşturabilir.

Bu yumuşak despotizm tehlikesi, modern ulus-devlet içi temsilî demokratik sistemin

meşruiyet krizini aşmakta içine girebileceği yönelimlerden birini ifade etmektedir.

Böylesi bir “yumuşak despotizm” yönelimi, modern ulus-devlet olma sürecine daha

geç bir tarihsel dönemde girmiş toplumlarda, hem ileri kapitalist toplumlara özgü

meşruiyet krizi öğelerini, hem de ulus-devlet olma ve ulus-devlet içi

demokratikleşme süreçlerini aynı anda yaşamaktan kaynaklanan meşruiyet krizlerini

bir arada içeren toplumlarda, doğrudan ve kaba bir despotizme de neden olabilir.”

(Köker, 1997: 44)

İleri kapitalist toplumlarda ve daha az gelişmiş olanlarda ortaya çıkan meşruiyet krizi

yakın bir gelecekte, siyasal iktidarın örgütlenmesiyle ilgili bazı değişikliklerin

Page 41: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

33

olacağı beklentisi doğurmaktadır. Bu meşruiyet krizi değişik tarihsel ve güncel

etkenlerin birleşimiyle ortaya çıkmaktadır, ve özünde ulus-devlet ile demokratik

meşruiyet arasındaki gerilim vardır. Sözü edilen değişim beklentisinin gerçekleşeği

kesin olmakta birlikte nasıl bir değişim olacağı bilinemez. Yani, bu değişim kaba

veya yumuşak bir despotizmle sonuçlanabileceği gibi, kapsamlı bir

demokratikleşmeyle de sonuçlanabilir. Demokratikleşmeyle sonuçlanmasının ön

koşulu ise, devlet ile toplum arasındaki ilişkilerin, devletin varlığını ve bütünlüğünü

koruma mantığına endekslenmiş bir siyaset tarzının nasıl aşılacağı ve toplumsal

kesimlerin demokratik karar alma süreçlerine katılımlarını olanaklı kılan yeni bir

siyasal yapılanma üzerine düşünmektir.

Liberal demokrasinin bir kriz içinde olduğu uzun zamandır öne sürülen bir görüştür.

1970’lerin başında Jurgen Habermas’ın “meşruiyet krizi” (Swingewood, 1998: 339-

345) kavramlaştırmasıyla yükselen bu kriz saptaması 1990’lı yıllardan bu yana

“temsil krizi” saptamasıyla birlikte anılmaya başlamıştır. Yani liberal demokrasinin

içinde bulunduğu kriz, değerler alanında yürütülen bir temelde açıklandığı zaman

meşruiyet krizi, prosedür açısından ele alındığı zaman temsil krizinden veya

yönetemezlik krizinden söz edebiliriz. Kriz düzeyleri farklı saptandığı zaman krize

çözüm önerileri de farklılıklar içermektedir. Bu krizin temelinde yatan ise temsili

demokrasinin dayandığı siyaset modelinin yurttaşları demokratik süreçten

dışlamasıyla ortaya çıkmaktadır.

Kriz açıklamaları, içinde yaşadığımız dönemde daha da çeşitlenmiştir. Örneğin ulus-

devletin ve küreselleşmenin krizi; temsili sistemin krizi; medyanın krizi; siyasal

partilerin krizi; toplumsal örgütlerin krizi gibi.

Page 42: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

34

Liberal demokratik değerler ve siyasi ideallerle liberal demokratik siyasetin kurumsal

yapısı arasındaki çatışma liberal demokrasinin siyaset krizini doğurmaktadır. 1940’lı

yıllarda Schumpeter tarafından bu krize önerilen çözüm, demokrasinin sadece bir

usül olarak kabul edilmesidir. Bir başka deyişle demokrasinin dayandığı kabul edilen

özgürlük, eşitlik, çoğulculuk, katılım ve adalet gibi değerlerin tartışma konusu

dışında tutularak demokrasi bir seçim yöntemine indirgenmiştir. Böylece bir toplum

hangi değer setine dayalı olarak örgütlenmiş olursa olsun demokrasi denilen yönetim

biçimini işletebilir.

1970’lerden sonra gündeme giren neo-liberal veya neo-muhafazakâr siyaset ise

demokrasinin sorununu yönetememe olarak saptar. Yönetememe sorunu 1960’lı

yıllar boyunca Batı toplumlarında uygulama alanı bulan refah devleti

uygulamalarının bir sonucu olarak değerlendirilir. Öyleyse sorunu çözmenin yolu

refah devleti uygulamalarını terk etmektir. Refah devleti uygulamaları niçin bir sorun

yaratmıştır? Bu soruya yeni muhafazakârların vereceği yanıt bir toplumda varolan

devletin optimum bir büyüklükte olması ve çözmesi gereken sorunları çözecek

yetenekte olmasıdır. Oysa refah devleti uygulamalarını yürüten kapitalist devlet,

olması gereken devletten büyüktür. Öyleyse devlet hangi büyüklükte olmalıdır?

Devletin asgâri devlet olarak işlemesi gerekmektedir. Yani toplumun bireylerinin

dışlanamayacağı hizmetleri yürütmekle kendisini sınırlamalıdır. Bu hizmetler iç ve

dış güvenlik ve yargıdan başka bir şey değildir. Bunun dışındaki hizmetlerin üretimi

piyasada ekonomik aktörler tarafından üretilir ve talep edenlere sunulur.

Burada görülen, devletin işleyişine getirilen bu eleştiri ve önerilen çözüm liberal

demokrasinin içinde olduğu meşruluk krizini kabul etmemektedir.

Page 43: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

35

Meşruluk krizinin temelinde, demokrasinin kolektif kararlar ile bir iktidar oluşturma

süreci olmasından doğan meşrulaştırma gerekliliği vardır. Bir toplumsal ilişki olarak

iktidarı belirleme süreci meşrulaştırılmalıdır. Yani demokrasi neden iyidir veya

meşrudur sorusuna cevap bulunmalıdır.

Liberal demokrasinin krizi, yerleşik temsili kurumlaşma ile bunlara meşruluğunu

sağlayan değerler arasında ortaya çıkan bir kaymadan dolayı, yönetilemezlik krizinin

ötesinde bir sorundur. Böyle bir kriz kavrayışının içeriği Köker (1996 : 113)

tarafından şöyle özetlenmektedir:

Siyasi kararların demokratik meşruluğu, ancak bu kararlardan etkilenecek olanların,

karar-alma sürecine özgürce katılabilmesine bağlıdır.

Siyasi karar-alma sürecine özgürce katılma imkanı, toplumu oluşturan bireylerin

eşitliğini gerektirir. Bu eşitliğin ekonomik güç, siyasi iktidara yakınlık ya da uzaklık

ve toplumsal sınıf ve statü konumlanmalarından etkilenmemesi zorunludur.

Yine bu eşitlik, siyasi sürece katılanların birbirlerini eşdeğer özneler olarak

görmelerini; sürece katılmak için gereken araç ve imkanlara eşitçe sahip olmalarını

ve sürecin içerdiği tartışma/konuşma (diyalog) konularının sınırlandırılmamasını

zorunlu kılmaktadır.

Bu ölçüleri, varolan liberal demokrasilere uyguladığımızda meşruiyet krizi açıkça

görülür. Bireylerin siyasi karar alma sürecine katılmaları söz konusu değildir.

Düşünce ve ifade özgürlüğü hakkı siyasal kararların oluşturulmasına katılma hakkı

doğuramamaktadır. Katılma araçları olan siyasal partiler vb. örgütlerin hiyerarşik

Page 44: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

36

yapısı bireyin özgür katılımını önler. Günümüzde en çok konuşulan konulardan birisi

kimlik politikasıdır. Liberal demokrasinin bireye sağladığı soyut haklar, kolektif

kimliklere talep edilen hakları hukuk düzeninin dışında görür. Kültürel kimlik

talepleri de kabul görmez ve siyasi tartışma konusu yapılabilecek sorunların alanı

sınırlanır. Bu sınırlandırma katılma araçlarının nitelikleriyle birlikte düşünüldüğünde

siyasetin “iyi siyasi toplum” arayışı olarak kabul edildiği eski yunan toplumunun

tersine, devletin varlığı ve bekası ile ilgili kaygıların belirlediği teknik faaliyetler

kümesi biçiminde anlaşıldığı görülür.

Meşruiyet krizinin daha genel bir düzeyde “Modernliğin Sıkıntıları” olarak ifade

edilen oluşumlara bağlandığı görülür. Charles Taylor aynı isimli kitabında bu

sıkıntıları üç kategoride ele almaktadır. Köker (1996 : 115) bu kategorileri şöyle

özetlemektedir: 1) Liberal teorinin dokunulmaz ve vazgeçilmez haklarıyla soyut bir

birey anlayışını ifade eden “bireyselciliğin” çıkarlarını azamileştirmeye çalışan birey

anlayışını ifade eden “bireyciliğe” dönüşmesi; 2) Yüksek bir ahlaki ideal olarak iyi

yaşam arayışını dışlayan araçsal aklın verimliliği artırma amacına bağlı olarak

toplumun her alanına yayılması; ve 3) Siyasetin siyasetçilerin yapacağı uzmanlık

faaliyeti olarak kabul edilmesiyle belirginleşen toplumsal karar-alma süreçlerine

katılma iradesinin eksilmesi ve giderek yok olmasıdır.

1.2.2. Katılım Krizi

Temsil krizi olarak da adlandırılan bu olgu iki boyutludur. Öncelikle siyasal

partilerin temsil yeteneğini kaybetmiş olması belirtilebilir. İkinci boyutu ise

seçmenin siyasal katılıma ilgisizliği olarak saptayabiliriz.

Page 45: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

37

Siyasal partiler hem teoride hem de pratikte veya hukuksal metinlerde demokratik

hayatın vazgeçilmez unsurları olarak kabul edilir. Neden siyasal partiler demokratik

bir rejimde bu kadar önemlidir? Öncelikle siyasal partiler konusunda siyaset

biliminde kabul görmüş yaklaşımlara bakarsak genel olarak partilere bir takım

işlevlerin yüklendiğini görürüz. Bu işlevleri kısaca belirtmek gerekirse: “1) Temsil,

2) Siyasal devşirme, 3) Politika belirleme, 4) Çıkarların birleştirilmesi, 5) Siyasal

sosyalleşme ve mobilizasyon, ve 6) Hükümetin organizasyonu.” (Türköne, 2003:

255) Bu işlevleri kısaca açıklayalım:

Temsil: Temsilî demokraside, “temsil”i kurumlaştıran siyasal partilerdir. Bu yüzden

siyasal partilerin aslî işlevi, halkı temsil etmektir. Temsil, siyasal partilerin hem

üyelerinin, hem de seçmenlerinin görüşlerini ve tercihlerini siyasal sisteme taşımaları

anlamına gelir. (Türköne, 2003: 255)

Siyasal Devşirme: Profesyonel siyasetçiler, siyasal partilerin içinden çıkmakta veya

onlar aracılığıyla siyaset sahnesine taşınmaktadır. Siyasal partilerin gördüğü bu

işleve “siyasal devşirme” diyoruz. Siyasal devşirme sistemi partilerin kendi içlerinde

uyguladıkları aday gösterme ve seçim mekanizmaları ile gerçekleşmektedir.

(Türköne, 2003: 255)

Politikaların Belirlenmesi: Partiler, toplumun değişik kesimlerinin istek ve

tercihlerini derleyerek siyasal sisteme aktarmaktadır. Toplumun kendi içinde oldukça

dağınık olan taleplerin uygulanabilir olması için belirli bir biçimde formüle

edilmeleri, yani politikalara dönüştürülmeleri gerekir. Siyasal partiler, amaçları ve bu

amaçlara ulaşmak için gerekli plan ve programları oluşturarak siyasal sistem içinde

Page 46: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

38

dolaşıma sokarlar. Bunlar aynı zamanda siyasal partinin iktidara geldiği zaman

uygulamayı taahhüt ettiği programı oluşturmaktadır. (Türköne, 2003: 255)

Çıkarların Birleştirilmesi: Partiler toplumun belirli kesimlerinin ulaşmak istediği

amaçları formüle etmekle kalmaz; bu eksende çeşitli kişi, grup ve kuruluşların

siyasal sistem karşısındaki çıkarlarını bir araya getirir ve bunları ifade ederek birer

genel siyaset alternatifine dönüştürür. Farklı çıkarlar, bu şekilde azınlıkta kalmaktan

kurtulur, genel bir mutabakat içinde kendisini ifade etme ortamına kavuşur.

(Türköne, 2003: 255)

Siyasal Sosyalleşme ve Mobilizasyon: Siyasal partiler aynı zamanda toplum için bir

siyasal sosyalleşme aracıdır. Bireylerin siyasal sisteme katılmaları, siyasal bilinç ve

kanaatlerinin oluşmasında siyasal partiler birer aracı kurum olarak devreye

girmektedir. Siyasal sistemin nasıl işlediğini öğrenmek, iktidar oyununun kuralları

hakkında fikir sahibi olmak ve siyasete katılmanın yolları hakkında bilgi sahibi

olmak, siyasal partilerin yerine getirdikleri işlevler arasındadır. Siyasal sosyalleşme,

mevcut siyasal kültürün benimsenmesi ve sürdürülmesinin yanında yeni değer ve

inançların yaratılması sürecini de kapsamaktadır. (Türköne, 2003: 255-256)

Hükümetin Organizasyonu: Siyasal partiler, yasama ve yürütme organının

sahipleridir. Partiler oluşturdukları program ve politikalarla yasama ve yürütme

organlarını biçimlendirir; devletin karmaşık mekanizmasına bir yön ve biçim

verirler. Nihayet doğrudan doğruya yasama ve yürütme sorumluluğunu üstlenirler.

(Türköne, 2003: 256)

Page 47: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

39

Siyasal partilerin yukarıda sayılan işlevleri tamamen onları temsil etme özelliklerinin

değişik yönlerine karşılık gelir. Ancak günümüzde gerek gelişmiş ülkelerde gerek

Türkiye gibi azgelişmiş ülkelerde siyasal partilerin bu özelliklerinden uzaklaştıklarını

görüyoruz. Adeta siyasal partiler içi boşaltılmış bir yapıya dönüşmüşlerdir. Özellikle

liberal demokratik sistemlerde etkili olan toplayıcı parti niteliğindeki partilerin

seçmenle kurduğu bağ zayıflamıştır. Özellikle Batı ülkelerinde bu bağın

zayıflamasının sebebi olarak seçmenin artan refah seviyesi gösterilmektedir.

Farklılaşan eğilimler ve refah seviyesi artışına bağlı olarak seçmenler partilerden

uzaklaşmaktadırlar.

Öte yandan seçmenlerin partilerinden uzaklaşmaları bununla sınırlı kalmamakta

seçmenin bütünüyle siyasetten uzaklaşmasına yol açmaktadır. Bir tür siyasal

ilgisizlik ortaya çıkmaktadır. Örneğin 2000 yılında ABD’de yapılan seçimlerde

seçimlere katılım seçmenlerin % 50’sine gerilemiş, ve ABD başkanı seçmenlerin %

25’inin oylarıyla seçilmiştir. Türkiye’den örnek vermek gerekirse siyaset

güvenilmeyen bir kurum olarak gösterilse bile yıllar boyunca yüksek katılım oranları

gözlenmiştir. 2002 Kasım’ında yapılan seçimlerde ise seçime katılma

zorunluluğunun sürmesi ve katılmamanın cezai yaptırımı olmasına rağmen katılım

son yirmi yılın en düşük düzeyine gerilemiştir. Seçmenlerin yaklaşık % 25’i

seçimlere katılmamıştır. Katılanların %34’ünün oyunu alan siyasal parti tek başına

ezici bir çoğunlukla iktidara gelmiştir. Yani genel seçmenin yaklaşık % 27’sini alan

parti parlamentodaki sandalyelerin % 66’sını almıştır. Bu da gösteriyor ki seçmenin

siyasal katılımdan bir beklentisi kalmamıştır. Bu doğrudan seçimleri protesto olarak

Page 48: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

40

da okunabilir. Her ne şekilde değerlendirilirse değerlendirilsin seçmen bu siyasal

partilere kendisini temsil etme yetkisi vermemiştir.

Burada belirtilmesi gereken önemli bir olgu vardır. Özellikle gelişmiş ülkelerde sivil

toplumun gelişmişliği ve örgütlenme düzeyinin yüksekliği seçmenin parlamenterlerin

seçildiği seçimlere katılmamasının bir eksiklik olmadığını düşündürtebilir. Yani

vatandaşlar her düzeyde bir katılım olanağı bulabilecekleri için seçimlerden beklenen

sonuç önemli olmaktan çıkar. Temsil yeteneğini kaybetmiş bir parlamentodan

toplumun büyük çoğunluğunu rahatsız edecek bir karar çıkar ise, toplum çeşitli

yollardan bu düzenlemelere göstereceği tepki ile kararın düzeltilmesini sağlayabilir.

Ancak siyasal katılımdan dört veya beş yılda bir sandık başına gitmenin anlaşıldığı

azgelişmiş ülkelerde bu katılım düşüklüğünün olumsuz etkileri daha büyük olabilir.

Radikal partiler, üyelerinin etkili çabalarıyla toplumda az sayıda seçmeni

etkileyebildiği zaman, tek başına iktidar olabilirler. Burada önemli olan, siyasal

iktidarın kaynak dağıtmak olarak anlaşıldığı azgelişmiş ülkelerde, bu temsil yetkisi

ve yeteneği olmayan hükümeti denetlemenin zorlaşması veya olanaksız hale

gelmesidir. İleri teknolojilerle katılımın artacağı ve “bir tür doğrudan demokrasi

çağının yaşanacağı” beklentisinin gerçekleşmesi en azından azgelişmiş ülkelerde

mümkün görülmemektedir. Kaldı ki, böyle bir teknoloji kullanımı gelişmiş ülkelerde

de söz konusu değildir.

1.3. Krize Çözüm Önerileri

Gerek meşruiyet krizi gerek temsil krizi ve katılım krizi demokrasinin işleyişi

konusunda bazı düşüncelerin gelişmesine yol açmıştır. Bu düşünceleri krizlere

Page 49: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

41

çözüm önerileri olarak düşünebiliriz. Hemen belirtmek gerekirse özellikle gelişmiş

ülkelerde ortaya çıkan krizlere karşı geliştirilen bu görüşler liberal demokrasiyi

reddetmez. Aksine onu baz alarak “demokrasinin derinleştirilmesi” veya Giddens’ın

(2000: 89 vd) önerdiği gibi “demokrasinin demokratikleştirilmesi” girişiminde

bulunur. Burada bu siyaset önerilerinden iki tanesi çok kısaca ele alınacaktır. Zaman

zaman ikisi arasında da anlaşmazlıklar çıkan bu liberal demokrasinin

derinleştirilmesi projelerinden birisi radikal demokrasi diğeri de müzakereci

demokrasidir. Bu projeleri daha yakından ele almadan önce belirtmeliyiz ki, bu

projeler henüz Batı demokrasilerinde uygulanmış projeler değildir. Bir olasılıktan

söz edilmektedir. Bu projelerin temelinde vatandaşların daha yüksek katılım

oranlarıyla, doğrudan kendilerini ilgilendiren konuların kararlaştırılması sürecinin

içinde olmaları hedeflenmektedir. Ayrıca bu demokrasi projeleri, vatandaşların

gündem oluşturulmasına da özgürce katılımını sağlayacak olanaklar olarak

değerlendirilmektedir. Yani vatandaş, seçmen olarak önceden belirlenmiş iki

politikadan birini tercih etmeye zorlanmayacak, kendisi yeni bir seçenek

önerebilecektir.

1.3.1.Radikal Demokrasi

Radikal demokrasiden bahsedildiği zaman akla ilk gelen siyaset teorisyenleri Laclau

ve Mouffe olmaktadır. 1985 yılında yayınladıkları “Hegemonya ve Sosyalist

Strateji” kitabında yer yer radikal demokrasinin neden bir zorunluluk olduğunu

açıklıyorlar. Postmodern veya postMarxist olarak gördükleri zamanımızda eski

demokrasi anlayışlarının, eski siyaset anlayışlarının (sınıf mücadelesinin, sınıf

Page 50: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

42

temelli siyasetin) geçersizleştiğini iddia ederek yeni dönemin siyasal aktörlerinin

sınıf değil “yeni toplumsal hareketler” olacağını savunuyorlar.

Radikal demokrasiyi kurabilmek için Laclau ve Mouffe modern siyasal değerlerin

yeniden inşa edilmesi gerektiğini düşünüyorlar.

“Modernitenin siyaset projesinin başta gelen özelliği iyimserliği idi. Amacı özgürlük,

eşitlik ve adalet gibi evrensel değerlerin tamamlanmasıyla birlikte onların hayata

geçirilmelerini sağlayacak uygulamalara ışık tutmaktı. Laclau ve Mouffe

modernitenin bu iyimserliğini paylaşıyorlar. Onlara göre, bugün de demokrasinin

kuruluş koşullarını aramak mümkündür ve bu arayış toplumların parçalanma

süreçlerine girdikleri, sınıf mücadelesinin yersizleştiği, Sağ/Sol ayrımının anlamını

yitirdiği ve toplumsal dayanışmanın sekteye uğradığı postmodern çağda büsbütün

aciliyet kazanmış bulunmaktadır. Bu durumu, vaktimizi kökten postmodernistler gibi

ağlaşarak ve umutsuzluğa kapılarak geçirerek değil, daha eşitlikçi ve çoğulcu bir

siyaset oluşturmak için bir fırsat olarak değerlendirmemiz gerekmektedir. Fırsat

demokrasiyi yeniden inşa etmek, onu radikalleştirerek hayata geçirmek için

kullanılmalıdır. Zaman, “radikal düşlemeyi” harekete geçirerek demokratik devrimi

derinleştirmeye yönelik stratejileri oluşturmak zamanıdır. Zaman yeni bir siyasal

felsefenin temellerini atma zamanıdır.” (Vergin, 2003:308)

Laclau ve Mouffe modernitenin yol açtığı liberal demokrasiyi temel alan bir

demokrasi inşa etmek istemektedirler. Onların liberal demokrasiyi radikal

demokrasinin önkoşulu olarak görmeleri moderniteye olan bağlılıklarını

göstermektedir. Modernitenin insanlığa sağladığı büyük katkılara rağmen kabul

Page 51: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

43

edilemez olmasının temelinde yatan, Aydınlanma’nın evrensellik ideali ve totallik

iddiasıdır. Laclau ve Mouffe, postmodernistlerin Aydınlanma’ya getirdikleri

eleştirilerden yararlanarak, Aydınlanma’nın özcülük ve temelcilik üzerine kurulmuş

iddialarını değiştirmek istiyorlar.

“Radikal demokrasi teorisyenlerinin başlıca kaygısı, işte bu noktada

düğümlenmektedir. Modernitenin hakikat ve değerler konusunda adeta bir postülayı

çağrıştıran kesin ve güvenli tavrı Laclau ve Mouffe için sorun teşkil etmektedir.

Çünkü bu tavrın uzantısında toplumların totalitarizmin içinde ya da en azından

eşiğinde olması işten değildir. Ama diğer yandan, postmodernizmin vaz ettiği geri

çekilme ve ne olursa olsuncu “oyuncu” yaklaşımının da toplumsal parçalanmaya ve

dayanışmasız bir topluma yol açma ihtimali çok yüksektir. Bu bir tür bozguncu

politik tutumun da anti-demokratik, hatta totaliter açılımlara zemin oluşturacağı göz

önünde bulundurulmalıdır. Laclau ve Mouffe’a göre, düğümü çözebilmenin yolu

liberal demokrasinin radikalleşmesinden ya da radikalleştirilmesinden geçmektedir.”

(Vergin, 2003: 309)

Mouffe’a göre, yeni toplumsal hareketler, radikalleşmenin gereksinim duyduğu yeni-

özne kurumlardır. İçinde bulunduğumuz çağın “post-Marksist” olduğunu iddia eden

Mouffe, sınıf mücadelesi döneminin kapandığını ve toplumsal hareketlerin

demokratik ve çoğulcu bir toplumu kurmanın aktörleri haline geldiğini öne sürer. Bu

hareketler liberal demokrasiyi derinleştirmenin zeminini oluşturabilecek bir

örgütlenmeyi eşitlik özgürlük mücadeleleriyle oluşturabilirler. Laclau ve Mouffe’a

göre, gerçek bir siyasal güç olma potansiyelini de taşıyan toplumsal hareketler, 19.

ve 20. yüzyılın işçi sınıfının işlevini de aşmış durumdadırlar. Toplumsal hareketlerin

Page 52: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

44

çok farklı geleneklerden gelen gelen, belirli ve özel bir sorun (dava) etrafında

birleşmeleri devrimci bir potansiyel olarak değerlendiriliyor. Bu bireylerin etrafında

birleştikleri konudan başka ortak paydaları olmamasının örgütlü hareketlerinden bir

engel olmadığı öne sürülüyor. Ayrıca, Mouffe, özgürce tartışmak ve

demokratikleşmeye engel olana karşı koymak için oluşturulan beraberliği,

farklılıkları ortadan kaldıran konsensüse tercih ediyor. Mouffe, toplumsal

hareketlerin radikal demokrasinin kurulmasına olanak sağlayacak radikal dönüşüm

ve değişimlerin kaynağı olduğunu öne sürüyor.

Nur Vergin’e göre, Laclau ve Mouffe’un geliştirdiği bu yeni siyaset biçimi toplumsal

hareketler üzerinde temellenmektedir. Bu yeni siyaset biçiminin bir tek hedef

etrafında kümelenen grup politikalarına alkış tutmasının yanı sıra, farklılıkları

neredeyse fetişizm boyutuna ulaşan ölçüde vurguladığı da bir gerçektir. Sınıf

dayanışmasının yerine bu sefer farklılıklar üzerinde odaklanan politikalarla

demokrasiye derinlik kazandırılmak istenmektedir. “Farklılık, postmodern siyasetin

demokrasi arayışında bayraktarlığını yaptığı başta gelen sosyolojik bir olgudur. Bu

itibarla da bazı araştırmacılar postmodern siyasetin kimlik politikalarıyla ilintili

olduğunu düşünmektedirler. Kimlik politikasında bireyler, kültür, etnisite ya da

cinsiyet üzerinde temellenen mücadeleler vermek suretiyle kendilerini

özdeşleştirdikleri ve egemen kültür tarafından baskı altında tutulan grupların çıkarları

doğrultusunda siyaset yaparlar. Bu nedenle, farklılıklar kimlik politikalarının

merkezi önem verdiği bir husustur.” (Vergin, 2003: 310-311)

Kimlik politikaları milli kültürün özgüllüğünü, belirli bir gruba ya da cemaate ait

olan özellikleri, yerel nitelikli gelenekleri muhafaza etmeyi öngörmektedir. Bu

Page 53: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

45

politikalar modernitenin vurgu yaptığı yurttaşlık ya da haklar gibi daha geniş ya da

daha gayrı şahsi dayanışma biçimlerine kimliksel özellikleri yeğ tutmaktadırlar.

Yerel ve özel tercihler evrensel ve genel tercihlerin üzerinde tutulmaktadır. Bu

nedenledir ki, bir çok kimlik politikası etnisiteyi ve etnik birliği siyasal dayanışmanın

esas unsuru olarak belirlemiştir. Ama bu konudaki tartışma da, işte bu noktada

alevleniyor. Acaba kimlik politikalarının özünde var olan anti-modern ve anti-

evrenselci tutum, modernitenin dışladığı ve egemen grubun özümsemek ya da yola

getirmek istediği farklılıkların bağımsızlaşmasına, kültürel kimliklerin

özerkleşmesine mi yol açacaktır? Yoksa, tam tersine, söz konusu kimliklerin

büsbütün baskı altında tutulmalarına ve içlerine kapanarak tecrit edilmelerine mi? Bu

tür bir içe kapanma ve tecrit edilmişlik, kimliklerin uzun vadede yitip gitmesi

tehlikesiyle de karşı karşıya gelmeleri ihtimalini beraberinde taşımaktadır.

Radikal demokrasi söylemi Laclau ve Mouffe tarafından geliştirilmiş olmasına

rağmen başka açılımları da olmuş, uygulanabilmesine yönelik bir takım ilkeleri

geliştirme yoluna gidilmiştir. Fuat Keyman radikal demokrasi projesinin Türkiye için

bir olanak olduğunu ileri sürdüğü makalesinde, Türkiye’nin bir ikilem içinde

olduğunu ya radikal demokrasi olanağını değerlendireceğini ya da milliyetçi bir

akıntıda sürükleneceğini öne sürüyor.

“21. yüzyıla girerken Türkiye'de siyasal yaşama anlam verme gücünde olan iki farklı

siyaset anlayışından söz edebiliriz. Bir taraftan, milliyetçi söylemle hareket eden

toplulukçu siyasal hareketlerin varlığını, ve böylece çoğulculuğa karşı aynılığı ve

tekliği savunan milliyetçi bir siyaset anlayışının giderek güçlenmesini görüyoruz.

Diğer taraftan, bu milliyetçi siyaset anlayışına karşı güçlendirilmesi gereken liberal

Page 54: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

46

demokrasiyi savunan, fakat bunu yaparken liberal demokrasinin çoğulcu toplum

yapısına uygun yeniden kurulması gerektiğini de vurgulayan yeni bir siyaset

anlayışına çağrılar var.” (Keyman, 1999: 200)

“Bu çağrılardan bir tanesi radikal demokrasi projesi, ve bu projenin savunduğu, (a)

kimlik-fark ilişkisine dayalı, (b) devlet egemenliği söylemini sorunsallaştıran. (c)

siyasal alanı global/ulusal/yerel etkileşim eksenine doğru genişleten, (d) sivil

toplumu devlet/parti gibi bir siyasal özne olarak düşünen, ve bu bağlamda (e)

katılımcı demokrasinin liberal demokrasi için önemini vurgulayan yeni siyaset

anlayışı. Hemen belirtmeliyiz ki, radikal demokrasi liberal demokrasinin

yaşadığımız geç/post modern duruma göre yeniden kurulma gereksinimini

vurgulayarak, “demokrasiyi demokratikleştirmeyi” amaçlayan bir kuramsal girişim.

Diğer bir deyişle, kamusal alanın demokratikleşmenin ön-koşulu olduğunu

saptayarak demokratik bir devlet/sivil toplum ilişkisinin parametrelerini kurmaya

çalışan bir proje. Aynı zamanda da, liberal demokrasinin katılımcı bir tarzda işlev

görmesini sağlayacak kurumsal ve normatif bir demokrasi anlayışını siyasal söyleme

yerleştirme çabası.” (Keyman, 1999: 200-201)

Bu noktada Keyman radikal demokrasi projesinin ilkelerini ve stratejilerini

saptamaya yöneliyor ki, bunlar Türkiye siyasetinden bağımsız genel kategorilerdir.

Buna göre radikal demokrasi projesinin üç boyutu vardır:

“Felsefi Boyut: 1) Agonistik çelişkiye dayalı demokrasi anlayışı 2) Kimliğin fark ile

ilişkili kurulmuşluğunun tanınması 3) Kamusal alanın “kimlikler arası diyalojik

karşılıklı etkileşim” ilkesi üzerinde yeniden kurulması” (Keyman, 1999: 207).

Page 55: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

47

“Kurumsal boyut: 1) Katılımcı demokrasinin liberal demokrasinin kurumsal temeli

olması 2) Siyasal etki eşitliği ilkesinin hem devlet-sivil toplum ilişkisinin hem de

karar alma sürecinin kurucu ve niteleyici öğesi olması” (Keyman, 1999: 208).

“Normatif Boyut: 1) Demokrasinin tarihselliğe açık bir süreç olarak düşünülmesi 2)

Kimliğin sınırlarının tanınması 3) Ötekine karşı sorumluluk anlayışına dayalı

demokratik etiğin kamusal alanın işleyiş tarzını belirlemesi 4) Diyalojik etkileşimi

destekleyen ve yaygınlaştıran siyasal kültürün toplumsal ilişkileri nitelemesi.”

(Keyman, 1999: 208)

Burada önemle vurgulamamız gereken nokta şu: Bu siyaset anlayışı bir gerçeklik

değil; bir olasılık olarak gündeme geliyor. Keyman’a göre, “bu olasılığı yaşama

sokmadıkça, diğer bir deyişle, bu yeni siyaset anlayışıyla liberal demokrasiyi

demokratikleştirmedikçe, gittikçe güçlenen milliyetçi söylemlere ve bu söylemlerin

anlam verdiği toplulukçu siyasal hareketlere karşı verilebilecek bir mücadelenin

başarılı olmasını beklemek, deyim yerindeyse, kaçırılmış ve bir daha seferi olmayan

bir treni boş bir istasyonda beklemekten başka bir şey değil.” (Keyman, 1996: 108)

Yirmi birinci yüzyılın eşiğinde ortaya çıkan demokrasi tartışmalarına yanıt olarak

ortaya çıkan projelerden birisi de radikal demokrasidir. Bu proje iki yüz yıllık

demokratikleşme çabalarını yaygınlaştırmayı ve derinleştirmeyi amaçlar.

Radikal demokrasi kavramının kapsamı, içeriği ve çağrışımları konusunda bu teoriye

katkı yapan düşünürler arasında da farklılıklar vardır. Ancak hemen tümü siyasal

Page 56: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

48

olasılığa inanıyorlar ve değişimin elde edilebilir olduğunu düşünüyorlar. (Çelik,

1997: 49)

“İleri sanayi toplumlarında siyasal direnişin hedefleri, yaşamın bürokratikleşmesi,

metalaşması ve artan ölçüde türdeşleşmesi olgularıdır. Laclau ve Mouffe, yeni

hareketlerin bu kaygan ve değişken bağlamda farklı özne konumları temelinde

oluşturulan çağdaş mücadelelerin özgüllüğünü görünür kıldığını belirtirler. Siyasal

direnişin radikalliğin ve çoğulculuğun iyice birbirinin içine girdiği yeni bağlamı,

radikal ve çoğulcu demokrasinin ortaya çıkışını belirginleştirir. İleri sanayi

toplumlarında gözlenen değişim ve bürokratikleşme, liberal demokratik söylemin

kendini yeniden üretmesi ve yeni siyasal öznelerin ortaya çıkışı, bürokratikleşme ve

değişme ile tanımlanan toplumsal bağlamın sonucudur. Laclau ve Mouffe, bu

bağlam içinde oluşan özne konumlarındaki çoğullaşmayı ve değişmeyi ‘demokratik

devrimin derinleşme anı’ olarak betimlerler.” (Çelik, 1997: 55)

Kendilerini post-Marksist olarak konumlayan ve “Marksizmin antagonizmaların

çoğalması ile görünür kılınan toplumsal mücadelelerin birleşmiş öznesinin

bölünmesine karşı işçi sınıfının birliğini yeniden oluşturabilecek bir siyasal arayışı

yeniden değerlendiren Laclau ve Mouffe, bu bölünmenin Marksist gelenek içinde

değerlendirildiğinin tersine, kapitalizmin mantığından doğan yapay ve zorunlu olarak

olumsuz bir bölünme olmadığında ısrarlıdırlar. Onlara göre, bu bölünmede ifadesini

bulan çoğulluk, demokratik devrimin derinleşmesini olanaklı kılan zeminin

yaratıcısıdır. Bu bağlamda, birleşmiş özne kategorisinin eleştirisi ve her özne

konumunun içinde kurulduğu söylemsel dağılımın tanınması, bir radikal ve çoğulcu

Page 57: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

49

demokrasi kavramlaştırmasının kurumsal başlangıç noktalarını oluşturur.” (Çelik,

1997: 56)

Daha önce de değindiğimiz gibi radikal ve çoğulcu demokrasi tasarımları, liberal bir

demokratik kurumlaşmanın varlığını zorunlu kılıyor. Çünkü ancak liberal

demokrasinin genişletilmesi ve derinleştirilmesi çabası olarak radikal demokrasi

anlamlı oluyor. “Demokrasinin zorunluluğu konusunda az çok bir uzlaşma sağlanmış

olmalıdır ki, radikal demokrasi, başlamış bir demokratik devrimin derinleştirilmesi

ve genişletilmesi anlamında, anlamlı bir siyasal kategori oluşturabilsin.” (Çelik,

1997: 56-57)

Radikal demokrasi projesinin Türkiye gibi ülkeler için anlamlı bir alternatif

oluşturmadığı, bu projenin kendi söylemi içinden çıkıyor. Henüz demokrasinin

kurulamadığı bir yerde nasıl olup de demokrasiyi derinleştiren projeleri uygulama

olasılığından söz edeceğiz.

1.3.2.Müzakereci Demokrasi

Müzakereci demokrasi düşüncesinin de liberal demokrasinin krizine çözüm arayışları

içinde ortaya çıktığını daha önce belirtmiştik. Öyleyse soru “liberal demokrasi niye

meşru değildir veya bir meşruiyet krizi yaşar?” Çünkü kararlar, doğrudan

demokrasinin katılımcı bireyi tarafından yani toplumun ve kendi gündelik yaşamının

sorunlarını aralarında tartışmadan müzakere etmeden kendi iradesi, istemi ve fikri

dışında alınmış olmasındandır. Böyle bir demokrasinin meşruiyetinden söz edilemez.

Demokrasinin meşru olabilmesinin ilk koşulu müzakereci olmasıdır. Müzakereci

Page 58: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

50

demokrasi kuramları bir kamu alanının varlığını kaçınılmaz sayar. Bu kamu alanı

yurttaşların gündelik yaşamı ve aralarında kuracakları diyalogu kapsayan bir süreç

olarak betimlenir. Daha doğrusu, yurttaşların gündelik yaşamları içinde kendi dünya

görüş ve değerlerine bağlı iddialarını belli konuşma ilke ve prosedürlerine bağlı

olarak dile getirebildikleri ve kamusal yaşam ile ilgili olarak tartışabildikleri bir

ortamın sonucunda oluşmuş olan alana, kamu alanı diyoruz. Burada tanımlı bir kamu

alanından değil de kurulacak bir kamusal alandan bahsedildiğine dikkat etmeliyiz.

Sivil toplum gönüllülük esasına dayalı katılımcılar tarafından bu kamusal alanı

yeniden yaratacaktır.

Müzakereci demokrasi savunucuları bu iddialarıyla demokratik katılımı bireylerin

önceden belirlenmiş tercihlerinin çatışması olarak gören liberal yaklaşımdan

uzaklaşırlar. Tercihin önceden belirlenmiş olması katılımcı yurttaşın müzakere

olanağını ortadan kaldırır. Müzakereci demokraside ise yurttaş katılımı sonucunda

tercihler bir süreç içinde belirlenir. Bu süreç içinde taraflar karşılıklı etkileşimde

bulunurlar. Karar safhasına gelindiğinde oylamaya başvurulsa bile arzulanan bir

uzlaşmaya varılmıştır. Peki bu kolektif müzakere nasıl yapılacak nasıl işleyecektir?

Habermas’ın iletişimsel eylem kuramında buna verdiği cevap müzakerenin

iletişimsel hakkaniyet standardı temel alınarak yürütülmesidir. Gerek diyalogu

pragmatik yansızlığa dayandıran liberal meşruiyet modeli gerekse bireyin ve bireysel

çıkarların üzerinde kabul edilen ideal ve bütünlükçü bir ortak iyiyi öngören

cumhuriyetçi-cemaatçi model modern toplumlarda demokratik meşruiyetin temelini

oluşturacak bir kamusal müzakere modeli açısından yeterli değildir. (Doğanay, 2003:

50) Habermas ve Benhabib her iki modelin de demokratik modelin temelini

Page 59: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

51

oluşturamayacağını savunurlar. Bunlar bir müzakere modeli olarak yeterli

değillerdir. Bu tür müzakere koşul ve ortamları yerine adil bir tartışmaya imkan

tanıyacak normatif iddialar ve demokratik kuramın gerçekleştirilebilmesine imkan

tanıyan pratik usuller öngörülmektedir. Habermas müzakereci demokrasinin

olabilirlik koşullarını ortaya koymak için ideal konuşma durumundan söz eder.

Normatif demokrasinin inşa edilebilmesi için ön koşul hakkaniyetli tartışma

koşullarının belirgin hale getirilmesidir. Katılımcılar eşit iletişimsel koşullar altında

tartışmayı sürdürebilmelidirler, bunun için de tartışmanın seyri bir dizi pragmatik

ilke tarafından belirlenmeli ve bir iletişimsel hakkaniyet standardı oluşturulmalıdır.

Bu müzakereci modelin esin kaynağı doğrudan Habermas’tır. Habermas liberal

demokrasinin, 4 yılda bir sandık başına giderek verilen oylarla oluşturulmuş bir

demokrasinin yurttaşı dışlayıcı yapısı ve kendi özel çıkarını düşünen rasyonalitesini

kınamakta, bunun yerine, ortak duyuya dayanan iletişim içinde çözülmesi gereken

pratik bir rasyonellik kavrayışını önermektedir. Yurttaşların siyasal iradenin

oluşumuna katılabilecekleri özsel bir demokrasi anlayışı ancak böyle bir demokrasi

anlayışıyla gerçekleşebilir. Eski Yunan demokrasileri meşru otoriteyi kendi

aralarında konuşarak yani kelam yoluyla yarattıkları bir kamusal alanın varlığıyla

yaşatırlardı. Onun için Habermas’a göre de özsel demokrasinin ve siyasal etkinliğin

başlıca unsuru her şeyden önce konuşmaya dayalı etkinliktir. Habermas’ın özsel

demokrasi anlayışı üç temel kavram etrafında toplanır : İletişimsel eylem; iletişim

etiği ve ideal konuşma durumu. Bu kavramların gönderme yaptığı müzakere

modelini anlayabilmek için Habermas’ın hayat alanı (life world) ve sistem alanı

(sistem world) arasında yaptığı ayrım üzerinde durmak gerekir. (Doğanay, 2003: 51)

Sistem alanı bireyin kontrolü dışındaki devleti ve ekonomiyi, makro toplumsal

Page 60: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

52

yaşamı, para ve güç tarafından yönlendirilen bir alanı kapsamaktadır. Bu alanın

denetimi bürokrasi ve pazar gibi güçlerin etkisi altındadır. Bu bakımdan bireyin

müzakereci tartışmasıyla bu alana bir yön verileceği pek düşünülemez. Bunun için

Habermas bu alana stratejik eylem alanı der; ve bu stratejik eylem alanını iletişimsel

eylemden ayırır. İletişimsel eylem ise hayat alanı ile ilgilidir. Aileyi ve kamu oyunu

içerir. Bu alanda anlamlar tartışılır, bireyler kendi kimliklerini kurarlar, etkileşimler

halinde siyasal birlikler oluşturulur, deneyimler yüz yüze yaşanır. Bu alan karşımıza,

konuşmanın, geleneklerin, kavrayışın, normların ve dayanışmanın gündelik yaşamda

üretildikleri alan olarak karşımıza çıkar. Sistem alanı özne-nesne ilişkisine dayanır.

İnsanın doğa üzerinde ya da insan üzerinde egemenlik kurduğu bir süreç olarak

tezahür ettiği için stratejik eylem tarafından belirlenir. Oysa kamusal hayat alanı

özneler arası bir etkileşime dayalıdır. Çünkü hayat alanı kültür, toplum ve kişilik

tarafından kurulur. Demek ki insanlar, iletişimsel eylemleriyle, karşılıklı anlayışa ve

uzlaşmaya dayalı olarak bir ilişkiler setini, özneler arası etkileşim aracılığıyla

kurabilirler. Stratejik eylem insanları başarıya, piyasa mekanizması içinde bir

etkinliğe ekonomik statüye dayalı bir başarıya yönlendirirken, özsel demokrasi

insanların insanlarla olan ilişkisini karşılıklı anlayış ve diyalogun kurulmasını esas

alır. Bu diyalogun kurulabilmesi için iletişimsel eylem, ideal konuşma durumunu

gerektirir. İdeal konuşma durumunun ilkeleri şu şekilde sıralanabilir: “1) Bir

söylemin tüm (potansiyel) katılımcılarının iletişimsel söz edimlerini kullanmada eşit

şansı olmalıdır, yani söylemi başlatma ve devam ettirme şansları eşit olmalıdır. 2)

Tüm (potansiyel) katılımcıların temsil edici söz edimlerini kullanma, tutumlarını,

duygularını ve niyetlerini dile getirme şansı eşit olmalıdır. 3) Tüm (potansiyel)

konuşmacıların konuşma edimlerini düzenleme olanağı bakımından eşit şansı

Page 61: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

53

olmalıdır. 4) Tüm (potansiyel) katılımcıların betimleyici söz edimlerini kullanmakta

eşit fırsatları olmalıdır.” (Mutlu, 1994: 92-93)

İdeal konuşma durumunun birinci koşulu, toplumsal aktörlerin iletişimsel yetkinliğe

sahip olmalıdır. Yetkin olmanın koşulu, konuşmacıların iddialar geliştirme ve

iddiasını sorgulayabilecek eşitlikte ve kapasitede olmalarıdır. İdeal konuşma yetkin

aktörlerin katılımına hiçbir sınırlama getirmemelidir. Tartışmanın esenliğini

sağlayacak hakim otorite iyi argümanın otoritesi olmalıdır. Konuşma içinde yer alan

taraflar doğal olarak kendi kişisel çıkarlarını gözeteceklerdir. Ancak kendi çıkarlarını

diğerlerinin savlarını dikkate aldıktan ve yürüttükleri diyalog süreci içinde en iyi

olanları seçtikten sonra yaratılan uzlaşma ortamı içinde koruyabileceklerdir. İdeal

konuşma durumu içinde toplumsal sorunlar tartışılırken rasyonel bir biçimde

düzenlenmiş olarak dile getirilmelidir; ilgili kişilerin ortak çıkarına yönelik olmaları

sağlanmalıdır. Burada esas olan katılımcıların kendi kişisel tercihlerini aşmış

olmaları ve tarafsız olmaya özen göstermeleridir. Habermas bu tür bir tartışmayı

demokratik meşruiyeti kuracak kamusal tartışma olarak niteler. Bu demokratik

meşruiyetin kurulması, toplumun tümü için geçerli olan konuların gündeme

getirilmesi ve tartışanların sorunların çözümüne katkıda bulunması ile mümkündür.

Kötü iddialar elenecek, en iyiler öne çıkarılacaktır. Ancak bu özgür ve aydınlanmış

müzakerenin gerçekleşmesi bir iletişim etiğinin varoluşuna bağlıdır. Eğer herkes

sınırlanmamış bir söylem içinde, rasyonel bir uzlaşmaya ulaşmak ve anlaşmaya

varmak için mücadele eder, kendi tarafsız yargısına ulaşırsa, iletişimsel etiğin

normları da gerçekleşmiş olur.

Page 62: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

54

İdeal konuşma durumunda dikkat edilecek husus konuşmacının anlaşılır bir ifade

kullanmaya dikkat etmesidir. Bu dinleyenle konuşulan konuda anlaşma sağlamanın

ön koşuludur. Konuşmacı rasyonel temelleri olan bir argüman geliştirmeli ve

karşısındakini ikna edici bir sunum yapmalıdır. Konuşmacının önerisi eğer dinleyen

tarafından kabul edilmiş normatif bir temele dayandırılmıyorsa, konuşmanın bir

anlamı yoktur. Öneri dinleyiciye bilgi verici özellikler içermelidir. İletişimsel eylem

problematiği içinde böylesine ideal ve soyut bir müzakere söylemi geliştiren

Habermas, son dönemlerinde, etik kriterleri baz alan bir adalet normunda ısrar etmek

yerine, bu söylemi yaşama geçirmenin pragmatik yollarını aramaya ve göstermeye

çalışmaya yönelmiştir. Habermas sorunu sivil toplumda ortaya çıkan iletişimsel

gücün nasıl devletin idari gücüne dönüştürüleceği ve devletin yeniden nasıl

yapılandırılacağı şeklinde formüle eder. Sorun, ortak kararların mevcut haklara ve

siyaset programlarına ters düşmeden nasıl olup da yasal sürece yansıtılacağıdır.

(Gueye, 2000’den aktaran Doğanay, 2003: 54)

Habermas’a göre, karmaşık çoğulcu toplumlarda söylemsel demokrasi belli koşullar

içinde gerçekleşebilir. Başlıca koşul, sivil toplumun devlet tarafından bir dizi insan

hakları düzenlemesi ve anayasal destekle güvenceye alınması, hukuk devleti ilkesi

üzerine kurulu bir siyasal sistemin yapısının oluşturulmasıdır. Demokratik kamusal

alan problemleri saptayan, tematikleştiren ve olası çözümler sunan bir yapı içinde

işlev görürken, yasama organı da müzakereyle işlemeli, tüm enformasyon, bilgi ve

tavırlar yasama organında bir araya gelmelidir. Sonuç olarak, Habermas’ın hukuka

ve yasal süreçlere yaptığı vurgu, müzakereyi iletişimsel eylemin gerçekleşme alanı

Page 63: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

55

olarak gördüğü kamu alanı ile liberal demokrasinin kurumları arasındaki bir kesişme

noktası olarak tanımlama çabasını ortaya koymaktadır. (Doğanay, 2003: 55)

Radikal demokrasi bahsinde söylediğimiz liberal demokrasiyi derinleştirme çabası

değerlendirmesini müzakereci demokrasi modeli için de söyleyebiliriz. Dolayısıyla

liberal demokrasiyi yetkin bir halde uygulayamayan Türkiye için müzakereci

demokrasi tartışmaları da gündemde değildir.

Page 64: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

56

2. Bölüm: Azgelişmiş Ülkelerde Demokrasi Sorunu

Bu bölümde öncelikle azgelişmiş ülkelerde neden demokrasinin

gerçekleştirilemediğini açıklayacağız. Daha sonra bu ülkelerin yaşadığı

demokratikleşme sürecini ele alacağız. Son olarak da ileri kapitalist ülkelerde

demokrasinin derinleştirilmesi bağlamında konuşulan konuların niçin azgelişmiş

ülkelerde konu edilmediğini değerlendireceğiz.

2.1. Azgelişmiş Ülkelerde Demokrasiye Geçiş Çabaları

Dünya’da 1990’lar yeni bir demokrasi dalgasının yükseldiği, demokrasi retoriğinin

egemen ideolojide yeniden öne çıktığı bir dönemdir. 1990’lı yıllar boyunca

uluslararası örgütler ve dünyaya egemen devletler “demokrasi ölçütleri” geliştirerek

azgelişmiş ülkeleri bu ölçütlere uyma konusunda desteklemişlerdir. Aynı dönemde

otoriter yönetimler altındaki ülkelerde demokrasiye geçiş ve demokrasiye daha önce

geçmiş ülkelerde de “demokrasi standartlarını yükseltme doğrultusunda” bazı

adımlar atıldığı görülmektedir. Demokrasiyi serbest piyasa ekonomisinin bir sonucu

gibi gören liberal yaklaşım, azgelişmiş ülkelerde ve eski sosyalist blok ülkelerinde

egemen olan bu yeni demokratikleşme dalgasında etkili olmaktadır. Bu yaklaşım

liberal ekonominin liberal siyaseti doğuracağını varsaymaktadır. Örnek vermek

gerekirse Türkiye’nin başbakanı ve daha sonra cumhurbaşkanı olan Turgut Özal, o

dönemde, Türkiye’nin öncelikle serbest piyasa ekonomisini uygulaması gerektiğini

ve buna bağlı olarak da gelişmiş ülkelerdeki demokrasinin Türkiye’ye geleceğini öne

sürmüştür. Demokratikleşme dalgasının liberal yaklaşımla incelenmesi, azgelişmiş

Page 65: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

57

ülkelerin siyasal rejim değişiklikleri ve demokratikleşme sorunlarının kavranışına

önemli kısıtlılıklar getirmektedir. Örneğin (Macpherson 1984)’te yapıldığı gibi,

demokrasi farklı siyasal sistemlerde uygulanabilir. Yani kapitalist, sosyalist ve

azgelişmiş ülkelerde demokrasiden söz edilebilir.

Ataay’ın önerdiği gibi, azgelişmiş ülkelerde demokrasinin istikrarsızlığı, sık sık

siyasal rejim değişiklikleri yaşanması gibi sorunlar üzerine tarihsel bir perspektif

oluşturulmaya çalışılırken Gramsci’nin hegemonya kavramından yararlanılabilir.

Böylece, liberal demokrasiyi “hegemonik bir yönetim biçimi”, otoriter rejimlere

geçişleri de “hegemonya krizleri” bağlamında “hegemonik olmayan yönetim

biçimleri” olarak ele almak uygun olacaktır. (2003: 136)

Liberal demokrasinin istikrarı açısından bakıldığında bu istikrarın ancak gelişmiş

ülkelerde sağlanabildiği, azgelişmiş ülkelerde bunun gerçekleşmediği görülür. Niçin

gelişmiş ülkeler ile azgelişmiş ülkeler arasında böyle bir farklılık vardır? Bu farklılık

siyaset kuramının üzerinde durduğu önemli bir sorundur. Burada azgelişmiş

ülkelerde demokrasinin yerleşiklik kazanamamasının ve siyasal rejimin

istikrarsızlığının tarihsel-toplumsal nedenleri açıklanmaya çalışılacaktır.

Gelişmiş ülkelerde yerleşiklik kazanmış bulunan liberal demokrasinin azgelişmiş

ülkelerin ancak bir bölümünde kurulabildiğini, çoğu azgelişmiş ülkenin ise henüz

liberal demokrasi ile tanışmadığını görmek için özel bir araştırmaya gerek yoktur.

Ayrıca liberal demokrasiyi kurma başarısını göstermiş olan azgelişmiş ülkelerin dahi

bu demokrasiyi istikrarlı bir biçimde sürdüremedikleri; bu ülkelerde demokrasinin

sıklıkla kesintiye uğrayan çok kısıtlı bir biçiminin yürürlükte olduğu görülür. Bu

Page 66: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

58

noktadan hareketle azgelişmiş toplumların bazı tarihsel-toplumsal özelliklerinin

demokrasinin yerleşiklik kazanmasına engel olduğu düşüncesi yaygınlık

kazanmaktadır. Yaygınlık kazanan bu düşünceyle ilgili olarak, demokrasinin

gelişmesi için asgari bazı kriterler sayan ve bu kriterlerin azgelişmiş ülkelerde

olmadığını iddia eden Kışlalı (1991: 177-178) anılabilir. Bu kriterlere bakıldığında

eğitim düzeyinin düşüklüğü, kentleşmenin gerçekleşmemiş olması, iletişim

olanakların sınırlılığı gibi özellikler dikkat çeker. Buradan hareketle de demokrasinin

ancak bu özelliklerin geliştiği toplumlarda yaşayabileceği öne sürülür. Bir başka

özellik olarak da, demokrasinin her ülkede gelişebileceği düşüncesi kabul edilirse,

bütün ülkelerin gelişme yolunda olduğu ve bir gün gelişmiş ülke olabileceği görüşü

ihsas edilebilir. Modernleşme yaklaşımının bu konudaki argümanları çok ciddi

yetersizlikler içermektedir. Liberal demokrasinin kurulabilmesi için ülkenin gelişmiş

ülke olması gerekir. Azgelişmiş ülkelerin gelişmiş ülke olamayacağına ilişkin bir

literatür olduğu düşünülürse hiçbir zaman bu ülkelerde demokrasinin

kurulamayacağını öne sürmek gerekir. Bu konudaki farklı kuramsal açıklamalara

biraz daha yakından bakalım.

Siyasal rejimlerin istikrarsızlığı ve demokrasinin yerleşmemişliğinin azgelişmiş

ülkelerin bir özelliği olduğu görüşü, ekonomik özgürlüklerin siyasal özgürlüklere de

temel oluşturduğu kabulünden hareket eden, liberal yaklaşımdan kaynaklanır. Bu

yaklaşıma göre serbest piyasa ekonomisinin gelişmesine paralel olarak demokrasi de

gelişecektir. Çünkü, ekonomik gelişmeye paralel olarak sanayileşme ve kentleşme

artacak, nüfusun yaşam düzeyi ve eğitim gibi vasıfları gelişecek, orta sınıflar

Page 67: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

59

güçlenecek, böylece demokrasinin toplumsal tabanı da oluşacaktır. Bu açıklama

biçimi tarihsel gerçeklik tarafından doğrulanmamıştır.

Azgelişmiş ülkelerde demokrasinin gelişememesini açıklamaya çalışan bir başka

görüş bu ülkelerde özerk ve fazla gelişmiş bir devlet aygıtı ile devletin bu özerk ve

güçlü niteliğini kendi çıkarları ve hedefleri için kullanan elitlerin (devlet sınıfı)

varlığıdır. Bu görüşe göre serbest piyasa ekonomisinin işlemesi devlet

müdahaleciliği tarafından engellenmektedir. “Devlet bu müdahaleciliğinden

kaynaklanan bir güce sahiptir ve devlet bürokrasisi güçlü bir şekilde iktidara sahiptir.

Bütün bunların sonucunda devlet demokrasinin gelişmesini engellemektedir.∗ Bu

görüş gelişmiş ülkelerde devletin azgelişmiş ülkelerden daha güçlü olduğu gerçeğini

göz ardı etmektedir. Ayrıca bürokrasi devlet iktidarını bağımsız bir şekilde kullanan

bir kesim olamaz.” (Ataay, 2003: 141)

Bu açıklamalara benzer bir sebepler setini topluca değerlendiren bir bakış açısı da

İkinci Dünya Savaşı sonrasında yeni bağımsızlaşan devletlerin yaygın olarak

azgelişmiş ülkeler olduğu ve bu ülkelerde de demokrasinin şartlarının

sağlanamadığına dikkat çekilmektedir. Örneğin Kapani (1987) azgelişmiş ülkelerde

insan hakları ve demokrasinin sınırlılığını bu koşulların yetersizliğine bağlamaktadır.

Bir başka ifadeyle, azgelişmiş ülkelerdeki toplumların tarihsel süreç içinde siyasal

∗ Bu yaklaşıma bir örnek olarak Türkiye’de 3 Kasım 2002 seçimlerinde iktidara gelen AKP’nin devlete yakın bir parti olmadığı için, bu güçlü devletin demokrasiyi engellemesine karşı bir iktidar olarak, ülkeyi 12 Eylül koşullarından çıkarma yeteneği ve olasılığına sahip olduğu görüşü için bakınız (İnsel, 2002)

Page 68: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

60

kültürlerinin gelişmemiş olması ve siyasal özgürlükleri içselleştirememiş

olmalarından kaynaklanmaktadır. Buna göre:

"Bu ülkelerin bir çoğunda ulusal bütünleşmenin gerçekleşmeyişi ve ülke halkının

henüz kabile aşamasını geçerek millet aşamasına varamamış olmaları." (Kapani,

1987: 90) Gerçekten azgelişmiş ülkelerin sosyal yapıları çeşitlilik gösterir. Farklı

inanca, geleneğe, etnik kökene, dile sahip toplumsal gruplar bir aradadır. Bu nedenle

bu toplumlar tam anlamıyla ulus bilincine varmadan devlet kurmaya çalıştıklarında

problemlerle karşılaşmaktadırlar. Bu problemler özellikle insanların birlikte

yaşamayı ve ulus olmayı başaramamalarından kaynaklanmaktadır. Sonuçta rasyonel

bir yönetim anlayışı geliştirilememekte ve siyasi yapıyı sık sık kesintiye uğratacak

olaylar gerçekleşmektedir.

"Yaygın olan yoksulluk ve cahilliğin, geniş kitleleri ülke ve toplum sorunları ile

ilgilenmekten (bu sorunlara fikir sahibi olmaktan) alıkoyuşu." (Kapani, 1987: 91) Bu

durumda siyasal sistem için temsil sorunları gündeme gelmektedir. Siyasal katılma

ancak küçük elit kesimlerin elinde şekillenmekte ve bu da bir çok alanda eşitsizlikleri

yaratmaktadır.

" Siyasal iktidarın seçimle kuruluşu ve el değiştirişi, yönetilenlerin serbest siyasal

tercihlerine dayanmasını gerektirirken, yarı feodal ve oligarşik sosyal yapılara sahip

ülkelerde bu gerçek tercihin ortaya çıkmayışı ve neticede politik iktidarın, sosyo-

ekonomik iktidara sahip bir azınlık sınıfının elinde toplanması." (Kapani, 1987: 91)

Page 69: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

61

"Kitlelerin siyasal kültürünün düşük oluşu yüzünden özgürlüğün bilincine varamamış

olmaları. Bunda sürekli otoriter geleneğin (yüzyıllar boyunca otoriter bir yönetim

altında yaşama alışkanlığının) önemli rolü bulunduğuna şüphe yoktur." (Kapani,

1987: 91) Demokrasinin özgürlükler rejimi olduğu bilicine bu ülkeler henüz

varamamışlardır. Bugüne gelinceye kadar da bir kralın boyunduruğu altında otoriter

şekilde yönetildiklerinden demokrasiyi ve özgürlükleri içselleştirmeyi

başaramamakta, demokratik yönetimin gereklerini işler kılamamaktadırlar.

"İktidarı elinde bulunduran yönetici kadronun çoğu zaman demokrasinin oyun

kurallarına uymaya yanaşmaması, iktidarı sürdürmek için kendisine rakip olabilecek

başka kadro ve grupları siyaset arenasının dışına itmeye, onları saf dışı bırakmaya

çalışması." (Kapani, 1987: 91) Bu unsur demokrasinin azınlığa saygılı çoğunluk

yönetimi ile ilgilidir. İktidarı elinde bulunduran çoğunluk gelecekte bir gün azınlık

olma ihtimalini göz ardı etmemelidir. Azınlığı yok sayan, azınlığın düşüncelerini

tamamı ile reddeden bir iktidar, güçle yönetme anlayışı içinde olan bir iktidar

demokrasinin benimsemeyeceği bir yaklaşımdır.

Bütün bu etkenler bir araya getirildiğinde Batı modeli demokratik sistemin

azgelişmiş ülkelerde işleyememesi ve kırılgan nitelikte olduğu daha rahat

anlaşılabilir.

Azgelişmiş ülkelerde demokrasi denemeleri başarısızlıklarla sonuçlanınca ya da sık

sık kesintiye uğrayınca bu ülkelerdeki siyasi yapı eskiden kalma otoriter eğilimlerini

devam ettirmektedir.

Page 70: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

62

Azgelişmiş ülkelerde demokrasinin gelişmemişliğini açıklayabilecek bir yaklaşım,

“azgelişmiş ülkelerde güçlü ve istikrarlı bir hegemonyanın kurulamayışının

nedenlerini, temelde bu ülkelerin dünya ekonomisi ile çevresel biçimde

eklemlenmesinde bulmaktadır. Buna göre, azgelişmiş ülkeler uluslararası işbölümüne

tabi olmakta ve uluslararası hiyerarşide daha alt sıralarda yer almakta, bu durum bu

ülkeleri verimliliği daha düşük üretim biçimlerine mahkum etmektedir. Daha geri

teknolojilerle üretim yapmak zorunda olan bu ülkeler, dünya piyasasında rekabet

gücü daha düşük ürünlerin üretiminde uzmanlaştıklarından emek maliyetlerini

düşürmek durumundadırlar. Bu nedenle emeğin baskı altına alınması bu ülkeler için

daha büyük önem kazanmakta, bu da egemen sınıfların demokratik açılımlara

şiddetle direnmesine neden olmaktadır.” (Ataay, 2003: 142-143) Burada bir örnek

verelim: 1990’ların ortasında Malezya Başbakanı Pekin’de katıldığı Asyalılık

konusunda uluslararası bir konferansta “batılı ülkelerin kendi demokrasi modellerini

farklı kültür yapısındaki ülkelere zorla empoze etmek istediklerini” savundu. Yani

batılı ülkeler azgelişmiş ülkeleri demokratikleşme konusunda zorladıkları zaman

onların gerçeklerine aykırı davranıyorlardı. Bu gerçek neydi? Malezya Başbakanı

Mahathir Bin Muhammed’e göre “Doğu Asya ülkelerinin sermaye hareketlerinde tek

rekabet avantajı olan düşük ücretleri korumaları demokrasi yönündeki baskılarla

engelleniyordu”. Bu düşük ücretleri koruyabilmenin tek yolu güçlü ve istikrarlı

hükümetlere sahip olmaktı. Batılıların bir “uluslararası asgarî ücret” önererek kırmak

istedikleri bu avantajı ancak güçlü iktidarlar koruyabilirdi. (Timur, 1996: 33) Özetle,

Mahatir bin Muhammed bize demokrasiden önce ekonomimizi korumak gerek

demektedir.

Page 71: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

63

Dünya ekonomisi ile çevresel biçimde eklemlenmenin bir sonucu olarak,

ekonomilerinin iç bütünlüğünü sağlayamamış olan azgelişmiş ülkeler ulusaşırı

sermayeye kaptırdıkları artık değerin bir kısmıyla, sürekli gelişmiş ülkelere kaynak

aktarımı yapmak durumunda kalmaktadırlar. Böylece azgelişmiş, ülkelerde

ekonomik gelişmeye paralel olarak toplumun çeşitli kesimlerinin refahı

arttırılamıyor. Diğer yandan, ulusaşırı sermayenin azgelişmiş ülkelerdeki varlığının,

bu ülkelere dışarıdan egemen olma biçiminde değil, yerli egemen sınıflarla ittifak

içinde iktidar bloğuna dahil olarak temsil edilme biçiminde gerçekleştiği ve

etkilerinin içselleştirildiği de vurgulanmalıdır.

Dünya ekonomisindeki krizlerin en ağır etkileri, dünya ekonomisine tabii bir biçimde

eklemlenmiş olmaları nedeniyle azgelişmiş ülkelerde yaşanmaktadır. Bundan dolayı

bu ülkeler ağır ekonomik programlar uygulamaya zorlanmakta, IMF, Dünya Bankası

gibi uluslararası kuruluşlarca gündeme getirilen programların dışına çıkamamaları

istenmektedir. Sürekli dış açık veren ekonomik yapıları, bu ülkelerin sürekli borç

bunalımı içinde olmalarına ve borçluluk ilişkisi üzerinden bir bağımlılık ilişkisine

tabi olmalarına yol açmaktadır.

Azgelişmiş ülkelerde demokrasinin genellikle çoğulcu bir nitelik taşımaması ve

istikrarsız oluşunu nasıl açıklayabiliriz? Azgelişmiş ülkelerde egemen sınıfların alt

sınıflar üzerindeki hegemonyasını genişletebilme olanakları oldukça sınırlıdır. Çünkü

azgelişmiş ülkelerin yukarıda açıklanan özellikleri, bu ülkelerde egemen sınıfların

manevra alanını daraltmakta, egemen sınıfların alt sınıflara ekonomik ödünler

verebilme olanaklarını sınırlamaktadır. İç pazarın üst ve orta sınıflara ağırlık

tanıması, alt sınıfların tüketim düzeyinin sürekli olarak bastırılması, gelir

Page 72: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

64

dağılımındaki büyük uçurumlar, çalışma koşullarının kötülüğü, işsizlik gibi etmenler

azgelişmiş ülkelerde sınıfsal uçurumları ve toplumsal gerilimleri sürekli olarak

gündemde tutmaktadır. Bu durum, alt sınıfların istemlerinin içerilerek siyasal

süreçlere katılmasının değil, depolitize edilerek siyasal süreçlerden dışlanmasının

daha baskın bir özellik olarak ortaya çıkmasına yol açmaktadır.

2.2. Azgelişmiş Ülkelerde Demokratikleşme Süreçleri

İkinci Dünya Savaşının kapitalist devletlerin paylaşım savaşından kaynaklandığı

bilinen bir olgudur. Çok iyi bilinen bir başka olgu da, özellikle Almanya'nın,

uluslararası arenada Birinci Dünya Savaşında kendisine yapılan haksızlıkları

ödetmek gibi bir düşünceyle İkinci Dünya Savaşını körüklemiş olmasıdır.

Belirtilmesi gereken önemli bir özellik ise hepsi kapitalist olan ancak farklı devlet

biçimleri ile yönetilen devletlerin bu savaşta karşı karşıya geldiğidir. Sovyet

Sosyalist Cumhuriyetler Birliği devlet tipi olarak da farklı olduğu için ayrıca ele

alınmalıdır. (Tünay, 1995: 74)

Farklı devlet biçimlerinden kastedilen faşist ve totaliter yönetimler ile liberal

demokratik yönetimlerin devlet biçimleridir. Bu bağlamda Almanya, İtalya ve

Japonya faşist ve totaliter devletler; İngiltere, Fransa ve Amerika Birleşik Devletleri

ise liberal demokratik devletlerdir. S.S.C.B. ise sadece devlet biçimi olarak değil

devlet tipi olarak da farklıdır ve sosyalist bir devlettir. Çalışmamızın konusu liberal

demokrasi kavramı içinde şekilleneceğinden sosyalist devletin demokrasi ile ilişkisi

ya da demokrasi açısından ele alınması kısaca yapılacaktır. Daha doğrusu, liberal

demokrasinin şekillenmesine ilişkin olgularda yer aldığı kadar değerlendirilecektir.

Page 73: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

65

İkinci Dünya savaşının sonucunun demokrasi açısından önemi, liberal demokratik

devletlerin yer aldığı kampın, savaşın galibi olmasıdır. Bu değerlendirmenin

kapitalist devlet tipi içinde yer alan devletler açısından taşıdığı önemi göz önüne

alarak, mağluplara yönelik yaptırımları arasına kendi devlet biçimlerine yakınlaşma

koşulunun konulabilmesine dikkat çekilmelidir. Üstelik İkinci Dünya savaşının galip

tarafı içinde güçlü devlet olan A.B.D., bu biçim koşulunu sadece mağluplara değil,

kendisinin ittifak yaptığı devletlerin savaş sonrası yapılanmasına da koşul olarak

dayatmıştır. En bilinen örneği, Fransa'da Komünist Partisi etkinliğinin kırılması,

Marshall yardımının önkoşulu olmuştur.

İkinci Dünya savaşı sonrası başlayan ve 1960'ların başına kadar süren

demokratikleşme süreci Huntington tarafından ikinci demokratikleşme dalgası olarak

değerlendiriliyor. (1993, 15)

İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde liberal demokrasi savaştan yenik çıkan

Almanya, İtalya, Japonya gibi ülkelere doğrudan Müttefikler eliyle empoze edilirken,

pek çok azgelişmiş ülkede de liberal demokrasilerin kurulmaya başlandığı

görülmektedir. Türkiye, Yunanistan, İsrail, Brezilya, Arjantin, Uruguay, Kolombiya,

Hindistan, Pakistan, Filipinler gibi ülkelerde savaş biter bitmez ardı ardına

demokrasiye geçildi. Bu demokrasi dalgasına katılan üçüncü bir grup ise

sömürgelerin tasfiyesi ile kurulmaya başlanan yeni devletler arasından çıktı. Bu

ülkelerden bazılarında demokrasi çok kısa bir süre içinde yıkılırken, bazılarında

belirli bir süre yaşayabildiği görüldü. (Huntington, 1993)

Page 74: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

66

Azgelişmiş ülkelerde, bu dönemde kurulan demokrasilerin bazı özellikleri vardır.

Ataay’a göre bu özellikleri öyle sıralayabiliriz. 1) Bu demokrasiler kısıtlı

demokrasilerdir. Bu kısıtlamalar çoğunlukla işçi sınıfı partilerine getirilen siyasal

yasaklardır. Aynı yasakların İtalya ve Fransa’da da komünist partilerine yönelik

baskılar şeklinde ortaya çıktığını görüyoruz. 2) Bu demokrasiler, yerleşik partilerin

kitlelerin desteğini sağlamaya ve siyasal süreçlere katılımını yönlendirmeye

çalışırken, elitist ideolojilerden uzaklaşıp popülist ideolojiler geliştirmeye

başlamışlardır. 3) Genel ve eşit oy hakkının kurulduğu çoğu yerde olduğu gibi,

demokratikleşmenin bürokrasinin ve yeni kontrol biçimlerinin geliştirilmesiyle

paralel yürümesidir. Bu daha çok, İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşturulan ulusal

güvenlik doktrininin yaygınlaşmasıyla gerçekleşti. 4) Bu ülkelerden, özellikle

1950’lerin ikinci yarısından itibaren ithal ikameci kalkınma modelinin yürürlüğe

konanlarında hızlı bir gelişme yaşandı. Bu ithal ikameci kalkınma modelinden

kaynaklanan kısıtlı da olsa yeniden bölüşüm politikalarının uygulanması, azgelişmiş

ülkelerde, çıkar gruplarına dayalı çoğulcu demokrasi anlayışının kısmen de olsa

yürütülmesine yaramıştır. (2003: 146)

İthal ikameci politikalardan çıkış ve neo-liberal yeniden yapılanma, azgelişmiş

ülkelerin çoğunda otoriter yönetimler eliyle gerçekleştirildi. Bu yeniden yapılanma,

temelde ekonominin dışa açılmasını ve yeni uluslararası işbölümüne uyumlu bir

biçimde dönüştürülmesini sağlamayı amaçladı. Bu dönüşüm sürecinde alt sınıflar,

sosyal haklarını önemli oranda kaybetmelerine neden olan baskılara maruz kaldılar.

(Gülalp, 1987) Bu gelişmelerin demokrasi açısından önemi ise çoğu durumda

demokrasinin ya ortadan kaldırılması ya da önemli oranda geriletilmesidir. Çünkü,

Page 75: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

67

sınıfsal güç dengelerinde bir değişim gerçekleşmeden neo-liberal politikaların

uygulamaya geçirilmesi mümkün değildi. Bu neo-liberal politikaların uygulanması

için otoriter yönetimlere geçiş “düzen ve istikrarı sağlama” gerekçesi ile

meşrulaştırıldı. Ekonomik krizin yarattığı toplumsal hoşnutsuzluklar, liberal

demokratik ortamda, toplumsal çatışmaları tırmandırmış, çoğu ülkede radikal

akımlar güçlenmişti. Bu ortamda ulusal güvenlik doktrini çerçevesinde “düzen ve

istikrarı kurmak üzere otoriter yönetimler başa geçmişti. Zaten emeğin siyasal

yaşamdaki ağırlığının ortadan kaldırılması, otoriter yönetimin kendisinden sonraki

rejimlere devrettiği en önemli miras oldu.

“Ancak, ekonomik krize çözüm üretilememesi ve neo-liberal politikalar bir süre

sonra otoriter rejimlerin toplumsal desteğinin erimesine yol açıyordu. Pek çok ülkede

bir yandan toplumsal hoşnutsuzluklar açık muhalefete dönmeye başlar, bir yandan

üst ve orta sınıflarda yeni arayışlar ortaya çıkarken, diğer yandan da ordu içinde

politikleşme eğilimleri baş gösteriyordu. Bu durumda, otoriter yönetimler için çıkış

yolu genellikle demokrasiye dönüş olmuştur. Bu aşamaya gelindiğinde zaten otoriter

yönetimler alt sınıfları depolitize ederek yeni bir hegemonyanın kuruluş olanaklarını

da sağlamış görünüyordu. Dolayısıyla demokrasiye son verilmesinin en önemli

nedeninin ortadan kalktığı koşullarda demokrasiye dönüşün önünde de bir engel

kalmıyordu.” (Ataay, 2003: 149-150)

Asıl olarak, 1980’lerin başlarında azgelişmiş ülkelerde hızlanmaya başlayan bir

demokrasiye dönüş dalgası görülür. Bu dönüş sürecinin genel bir özelliği, çoğu

durumda demokrasiye dönüş ordunun kontrolü altında gerçekleşirken, ordunun

demokrasiye dönüldükten sonra rejimin bir tür bekçiliğini yapmaya devam etmesi,

Page 76: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

68

bunun için de bazı anayasal kurumlar oluşturulmasıdır. Yani, demokrasiye

dönüldükten sonra da ulusal güvenlik doktrini geçerliliğini sürdürmüştür.

Demokrasiye dönüş süreci çoğu durumda askerlerin, rejim içindeki ağırlıklı

yerlerinin korunması amacıyla anayasal güvenceler konulması ve istikrarın

bozulması durumunda yönetimi tekrar ele alabilmeleri olasılığı ile iktidarı

muhafazakar sivil yöneticilere devretmesi biçiminde yaşanmıştır.

Demokrasiye dönüş de, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde demokrasiye geçişte

olduğu gibi, kısıtlı olmuştur. “Özellikle sol partiler ve sendikal haklar üzerindeki ağır

kısıtlamalar/yasaklar korunmuştur. İnsan hakları ihlalleri ise askeri yönetim

dönemine göre ancak bir ölçüde iyileşmiştir. Çoğu durumda, demokrasinin en temel

biçimsel özelliklerinde bile, önemli eksiklikler söz konusu olmuştur. Bir çok örnekte,

kurucu meclislerin ve anayasa komisyonlarının doğrudan askerî yönetim tarafından

atanması, ısmarlama muhalefet partileri kurdurulması, bu partilerin programının,

yöneticilerinin ve propaganda faaliyetlerinin doğrudan dikte edilmesi, muvazaa

biçiminde seçimler, seçim kampanyaları üzerinde kısıtlamalar, seçim harcamalarında

adaletsizlik, seçim sürecinin sıkıyönetim altında gerçekleşmesi, seçim hileleri, basın

üzerinde koyu bir sansür, seçilmiş meclise askerî yönetimce üye atanması, oy sayısı

ile milletvekili sayısı arasında büyük dengesizlikler doğuran seçim yöntemleri gibi

uygulamalar sıklıkla görülmüştür.” (Attay, 2003: 150) Pek çok ülkede demokrasiye

dönüş olarak açıklanan gelişmeler, gerçek demokratik açılımlar sağlamaktan uzak

kısıtlı demokrasilerin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Kurulan yeni rejimlerin çoğunda,

yürütmenin güçlendirildiği, askeri bürokrasinin seçilmişlerden etkin kılındığı veya

Page 77: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

69

başkanlık sistemi adıyla tek adam yönetimine geçildiği görülmüştür. Bu rejimler

Gills vd. (1994) tarafından, “düşük yoğunluklu demokrasi” olarak adlandırılmıştır.

1980’lerde, ekonomik durgunluk ve neo-liberal politikaların tartışmasız

egemenliğinde kurulan yeni demokrasiler önemli baskılarla karşılaşmıştır. “Seçimle

gelen iktidarlar, toplumsal istemlere yanıt veren ekonomik ve sosyal politikalar

geliştirme olanağına sahip olamamışlar, otoriter yönetimlerce uygulanan ekonomik

politikaların sürdürücüsü olmanın dışına çıkamamışlardır. ‘Ekonomik sıkıntıların

geçici olduğuna” ve “yapısal uyumun sağlanmasından sonra durumun düzeleceğine’

ilişkin vaatlerin bütünüyle karşılıksız kalmasıyla birlikte, demokrasiye dönüş oldukça

kısıtlı kalmış, siyasal ve sosyal haklar konusunda açılımlar sağlayan bir

demokratikleşme süreci hiçbir ülkede gerçekleşmemiştir. Hatta, sosyal demokrat

partilerin iktidarı da hiçbir ülkede bu genel eğilimin dışına çıkmamıştır. Bu durum,

yeni rejimlerin toplumsal desteğini önemli ölçüde kısıtlamış, çoğu durumda siyasal

partiler açısından temsil krizine yol açmıştır. Dolayısıyla, 1980’lerin sonlarına

gelindiğinde rejimlerin kırılganlığı ve siyasal kargaşa tehlikesinin varlığı bu ülkeler

için genel bir özellik olmuştur.” (Ataay, 2003: 151)

Sovyetler Birliği’nin çökmesi üzerine, 1990’larda dünyaya hakim olan yeni

demokrasi dalgası, 1980’lerde demokrasiye geçen rejimlerin kurdukları kısıtlı

demokrasiden kurtulacakları izlenimi doğurduysa da, bu beklentiler boş çıktı. Berlin

duvarının yıkılmasının, dünyada baskı rejimlerinin son bulduğunu simgelediği

iddiaları doğrulanamadı. Aksine, dünyada esen demokrasi rüzgarlarının etkilerinin

yayılması, azgelişmiş ülkelerde neo-liberal politikalar altında süren güdümlü

demokrasilerin tıkanmaya başlamasını önleyemedi. Çünkü, dünya ekonomisiyle

Page 78: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

70

ticaret yoluyla bütünleşerek dışa açılan azgelişmiş ülkeler, ekonomik büyümenin

sağlanamamasının ve toplumsal beklentilerin karşılanamamasının sonucunda,

1980’lerde tıkanıklıkla karşı karşıya kaldılar. Bu durum, aynı zamanda,

liberalizasyon sürecinin ilerletilmesi için gerekli siyasi iradenin oluşturulmasının

önündeki en önemli engeli oluşturuyordu.

1990’larda esen yeni demokrasi dalgasıyla bu tıkanıklık aşıldı ve neo-liberal yeniden

yapılanma süreci ilerledi. Ekonomi alanında, finansal liberalizasyon gibi araçlarla,

neo-liberal yeniden yapılandırma süreci ilerletilirken, aynı zamanda, ekonomik

liberalizmin siyasal liberalizmle tamamlanmasını vaat eden bir demokratikleşme

projesi gündeme getirildi. Neo-liberal politikalar bir takım mucize kaynakları olarak

sunulurken, ortaya çıkan başarısızlıklar nasıl açıklanabilirdi? Örneğin Türkiye’de

Özal’ın başlattığı bir çizgiyi takip eden ekonomi yöneticileri, siyasetin ekonomiye

karışmasından kaynaklı sorunlar dolayısıyla bu mucizelerin gerçekleşmesinin önüne

geçildiği iddia ediyordu. Aynı süreçte, neo-liberal politikalar, liberal demokrasiyle

özdeşleştirilmeye çalışılıyordu. “IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası örgütlerin

azgelişmiş ülkelere yazdığı reçetelerde de büyük ağırlık kazanan yeni demokrasi

projesinde hukuk devleti, insan hakları, hesap verebilir yönetim, yolsuzlukların

önlenmesi, şeffaflık, katılımcı yönetim anlayışı, sivil toplum örgütlerinin

güçlendirilmesi, yerindenlik gibi ilkeler öne çıkıyor, liberal demokrasinin bu tür

temaları neo-liberal ekonomi politikalarıyla organik bağ içinde yeniden

tanımlanıyordu.” (Ataay, 2003: 152) Devletin demokratikleşmesinin ve sivil

toplumun güçlenmesinin önündeki engel olarak, devletin ekonomiye müdahalesi

Page 79: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

71

gösteriliyordu. Böylece neo-liberal politikalar, liberal demokrasinin kurulması için

ön koşul olarak sunuluyordu.

Neo-liberal politikalar, 1970-80’lerde, daha çok otoriter rejimler ve muhafazakâr

yönetimler eliyle yürütülürken, 1990’larda, yeni demokrasi dalgasının da etkisiyle,

demokrasiyle ve demokrasinin geliştirilmesi amacıyla kullanılacak izlenimi

veriliyordu. Ancak, katılımı artırmayı vaat eden demokrasi retoriğine rağmen,

teknokratik mekanizmaların güçlendirildiği ve siyasetin ekonomiyle ilişkisinin

kesilmeye çalışıldığı görüldü. 1990’larda, azgelişmiş ülkelerde neo-liberal

politikaların hayata geçirilmesinde, IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası

örgütlerin yönlendiriciliği, daha da belirgin duruma geldi. Ekonomik ve toplumsal

sorunların teknik bir bakış açısıyla ele alınması gerektiğini ileri süren görüşlerin

egemenliğinde, Merkez Bankası özerkliği, üst kurullar gibi teknokratik

mekanizmalar büyük ağırlık kazandı. Gerçekte bu yeni bir otoriterleşme biçimiydi.

Nitekim neo-liberal reformların gerçekleştirilme biçiminin son derece tepeden olması

bile, demokratikleşme retoriğinin içinin ne kadar boş olduğunu göstermeye tek

başına yeterlidir. Hukuk devletini geliştirip insan haklarını güçlendirmeyi, çevreye

duyarlı politikaların egemen olmasını ve yoksulluğun önlenmesini vaat eden ve bu

doğrultuda sivil toplum kuruluşlarının (STK) katılımını öngören politikalar ise sürece

damgasını vurabilmekten uzak sembolik adımlar olmanın ötesine geçemedi. (Ataay,

2003: 153) Karar alma süreçlerine katılan STK’lar daha çok sermaye örgütleriydi.

Çünkü sivil toplum daha çok piyasa bağlantılı olarak anlaşılıyordu. Ekonomik

liberalizmin meşrulaştırılmasını ve ona karşı oluşacak toplumsal muhalefeti önlemek

için, sürecin siyasal liberalizmle tamamlanarak demokratik bir açılım gerçekleştirme

Page 80: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

72

vaat edildi. Ancak, demokrasi adına yönetişim mekanizmasının

yaygınlaştırılmasıyla, neo-liberal politikalar karşısında oluşacak toplumsal

muhalefeti önlemenin bir aracı olarak, STK’lar sürece katılarak etkisizleştirildi. Bu

biçimiyle yönetişim mekanizması ve STK’ların katılımı, neo-liberal politikalara

yönelik muhalefetin bölünmesini ve siyasal hayatta ağırlık taşıyan toplumsal

grupların neo-liberal politikalara kazanılmasını sağladı. (Zabcı, 2000, 2002)

1990’ların sonlarına doğru azgelişmiş ülkelerin hemen tamamında büyük finansal

krizler yaşandı ve toplumun büyük bölümü bu krizlerden ağır bir biçimde etkilendi.

Başlangıçta orta sınıflar tarafından da belli ölçüde çekici bulunan neo-liberal

politikalar, bu krizlerin ardından yeniden toplumsal desteğini yitirmeye başladı. Bu

koşullarda siyasal partiler açısından temsil krizi daha da artan bir sorun olarak

gündeme geldi. Zira, manevra alanı iyice daralan iktidarların alternatif politikalar

geliştiremeyişi ve toplumsal taleplere yanıt veren politikalardan uzaklaşması,

toplumsal desteklerinin de hızla erimesine yol açıyordu.(Gills vd., 1994) Toplumsal

taleplere yanıt vermeyi hedefleyen yönetimler ise sermayenin ciddi bir direnişi ile

karşılaşıyordu. Dolayısıyla, günümüzde azgelişmiş ülkelerde siyasal sistem açısından

temsil krizi ciddi bir sorun olarak varlığını korumaktadır. Beklentilerin aksine,

STK’lar ve yönetişim mekanizması da bu sorunu hafifleten bir katkı sunabilmekten

uzak kalmaktadır. Ancak, neo-liberalizme karşı güçlü bir alternatifin günümüzde

henüz ortaya konamamış olması, her krizden sonra liberalizasyon sürecini daha da

ilerleten programların uygulamaya geçirilebilmesine olanak sağlamaya devam

ediyor. Bu nedenle, 1990’ların demokrasi dalgasını sona erdiren ters dalga henüz

ortaya çıkmış değildir. Otoriter yönetimlere kayış alternatifi yerine, toplumsal

Page 81: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

73

desteğini yitiren siyasal oluşumların seçim sürecinde devre dışı bırakılıp, neo-liberal

reform sürecinin yeni siyasal oluşumlar eliyle sürdürülmesi hâlâ geçerli bir alternatif

olmayı sürdürüyor. Dolayısıyla, neo-liberal politikaların siyasal meşruiyete sahip

yönetimler eliyle sürdürülmesi sağlanabildiği sürece liberal demokrasilerin değerini

koruyacağı anlaşılıyor.

2.3. Azgelişmiş ve Gelişmiş Ülkelerde Farklılaşan Demokrasi

Tartışmaları

“Liberalizmin İngilizce çekimli dili, demokrasinin retoriğini solgun ve etkisiz

bırakmıştır; ama ben demokrasi retoriğinden çok pratiğini onarmayı ve

canlandırmayı umuyorum, -kaldı ki, sonuçta demokrasi pratiği de kısmen bir dil ve

retorik sorunu olarak karşımıza çıkar-. Daha sonra kanıtlanacağı gibi, liberal

demokrasinin krizi en çok dilde ve teoride bir krizdir.” (Barber, 1995: 21-22)

“Güçlü demokrasi modern siyasetin alabileceği tek uygulanabilir biçimdir ve

demokrasi katılımcı bir biçime bürünmediği sürece, mümkün kıldığı liberal

değerlerle birlikte siyaset sahnesini terk edecektir”. (Barber, 1995: 24)

Yukarıda alıntıladığımız iki küçük paragraftan birincisi sorunun tespitinin, ikincisi

çözümünün adı olduğu iddiasındadır. Benjamin Barber tarafından 1984 yılında

ABD’de yayınlanan “Güçlü Demokrasi” (Strong Democracy) adlı ve “yeni bir çağ

için katılımcı siyaset” alt başlıklı kitabın önsözünden alınmıştır.

Page 82: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

74

Kitap ilerleyen bölümlerinde, liberal demokrasiyi “cılız demokrasi” olarak

tanımlamakta ve katılımcı bir siyaset önerisi olarak “güçlü demokrasi” ile

değiştirilmesini savunmaktadır. Çalışmamızın birinci bölümünde liberal

demokrasinin krizine çözüm önerileri olarak tartıştığımız radikal demokrasi ve

müzakereci demokrasi tezleri gibi bir yaklaşım görüyoruz. Burada önerilen çözüm

liberal demokrasinin bireyinin cemaatçi bir anlayış içinde dönüştürülmüş “komşular”

haline gelmeleridir. “Bireyler güçlü demokratik cemaatle dönüştürülür. Özerklikleri

korunur; çünkü onların kendi özgürlük ve çıkar görüşleri başkalarını kapsayacak

şekilde genişletilmiştir ve ortak güce itaatleri meşru kılınır; çünkü geniş bakış

açılarıyla ortak güç içinde kendi iradelerinin çalışmasını algılarlar.” (Barber, 1995:

287)

Gerek birinci bölümde tartıştığımız demokratikleşme önerileri, gerek burada

değindiğimiz güçlü demokratik dönüşüm, bir olasılık, bir soyut proje gibi gözükürler.

Bunun yanında liberal demokrasinin somut olarak derinleştirilmesini çağrıştıracak,

insan hakları alanındaki gelişmelere bakabiliriz.

Birinci ve ikinci kuşak insan hakları denilen ve bireylerin negatif ve pozitif haklarını

anlatan insan hakları yaklaşımının yanında, yeni geliştirilmiş bir üçüncü kuşak insan

hakları demetinden bahsedilmektedir: Dayanışma hakları. Bu haklar insanlığın ortak

çıkarı temelinde formüle edilen ve sürekli gelişen ve sayıları artan barış hakkı,

sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı, gelişme hakkı gibi haklardır.

Bu haklara yakından bakmadan önce birinci bölümde ele aldığımız radikal

demokrasi projesinin normatif temellerinden biri sayılan demokrasinin tarihsel bir

Page 83: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

75

kategori olarak sürekli gelişeceği yaklaşımı ile bir yakınlık kurabiliriz. Yani

insanlığın gelişmesine paralel olarak tanımlanmış haklarının da genişleyebileceği

yaklaşımı söz konusu edilebilir. Ancak burada değinmemiz gereken, insan hakları

konusunda çalışanların, üçüncü kuşak haklara yaklaşımlarında, farklılıkların söz

konusu olmasıdır.

Geleneksel insan hakları anlayışına bağlı uzmanlar bu hakların soyut haklar olarak

kalmasını savunuyorlar. (Kaboğlu, 1995: 282) Bu görüşü savunmanın dayanağı, daha

gelişkin insan hakları savunmak adına genişletilen çerçevenin klasik insan haklarının

etkililiğini azaltacağıdır. Buna karşılık dayanışma haklarının da insan hakkı olduğuna

ilişkin görüş ağırlık kazanmaktadır.

“Olay ve olgularla anlayış ve kavramlardaki evrim, yeni haklar dalgasını yadsıma

iradesini çürütmektedir. Yadsıma kabul edilemez; çünkü, insan hakları bir süreçtir ve

süreç devam etmektedir. Geleneksel yaklaşım olumsuzluğu bağrında taşımaktadır;

zira; dayanışma hakları yeni dramlar ve tehlikelere karşı, hukukun yeni kavramlarla

insan hakları bağlamında yanıt verme denemesini ifade etmektedir.” (Kaboğlu, 1995:

283)

Yeni hakların ortak temeli yaşama hakkıdır. Yaşama hakkı mutlaka birinci ve ikinci

kuşak hakların da temelidir. Birinci kuşakta güvenlik içinde; ikinci kuşakta onurlu

bir biçimde yaşama hakkına sahip olan birey, bunlara ek olarak üçüncü kuşakta da

temiz bir çevre ve barış içinde yaşama hakkına sahiptir.

Page 84: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

76

Buradan hareketle gelişmiş ve azgelişmiş ülkeler arasındaki demokrasi ve

demokratikleşme anlayışlarının farklılığına geçebiliriz. Ancak bir ayrıntıyı da

mutlaka belirtmeliyiz. İnsan hakları devletlere karşı savunulan bir hak olmakla

birlikte korunması uluslar arası bir düzeye yükselmiştir. Ancak gelişmiş ülkelerin

devletlerinin bu hakları kesin bir şekilde kabullenip her düzeyde işlettikleri garantisi

yoktur. Çünkü temiz bir çevrede yaşama hakkı bir insan hakkı olarak kabul edilmiş

olmasına rağmen sıklıkla çevreye zararlı teknolojilerin ve atıkların azgelişmiş

ülkelerin başına bela edildiğini görüyoruz. Bunda azgelişmiş ülkelerin devletleri

birinci derecede sorumludurlar. Çünkü insan haklarının ve demokrasinin batının

kültür empozesi olarak Doğu Asya’da güçlü hükümetlerin kurulmasını engellediğini

iddia etmiş bir Malezya başbakanı görüyoruz.

Malezya başbakanı Mahathir Bin Muhammed’e göre, “Hong Kong dışındaki tüm

Doğu Asya ülkeleri ‘laissaiz faire’ kapitalizmine dayanan batı modeli demokrasiyi

reddediyorlardı. Çünkü, bu ülkelerin sermaye hareketlerinde ‘tek rekabet avantajı

olan’ düşük ücretleri koruyabilmek için ‘güçlü ve istikrarlı hükümetlere ihtiyaçları

vardı. Batılıların bir ‘uluslar arası asgari ücret’ önererek kırmak istedikleri bu

avantajı, ancak güçlü iktidarlar koruyabilirdi. Diğer tüm avantajların (sermaye,

teknoloji, büyük pazarlar vb.) Batı’nın lehine olduğu düşünülürse, Asyalı ülkelerin

yapabilecekleri başka bir şey yoktu.” (Timur, 1996: 33)

Burada açıkça görülen odur ki, azgelişmiş ülke yöneticileri ülkelerinde

gerçekleştirmek istedikleri insan hakları ihlallerinin Batılı devletler tarafından konu

edilmemesini, denetlenmemesini istiyorlar. Bu söylem bize çok tanıdık geliyor. Giriş

bölümünde belirttiğimiz gibi, askeri cuntanın başındaki Evren, Batılı devletlere kafa

Page 85: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

77

tutarak, “biz onlarda neden idam cezası yok diye soruyor muyuz?” demişti. Yani

azgelişmiş ülke yöneticilerinin bazı şeyleri korumak adına insan haklarına aykırı

davranmaları onların asker veya sivil olmalarına göre pek değişmiyor.

Burada ısrarla belirtmeliyiz ki, Batılı yöneticiler veya sermaye sahiplerinin insan

hakları savunucuları olmaları mutlak değildir. Daha çok uzun mücadelelerle bu

hakların kurumsallaşmasını sağlamış sivil toplum ve onun örgütleri bu konuda

duyarlıdır. Aksi halde, insan hakları konusunda çok önemli hassasiyetleriyle dikkat

çeken Fransız hükümetine karşı, Green Peace eylemcileri Okyanusta eylem yapmak

zorunda kalmazlardı.

Demek ki, azgelişmiş ülkelerdeki insanların haklarını savunmaları çok daha zordur.

Çünkü onların hakları, hem kendi yöneticileri tarafından, hem de neo-liberal

politikanın uluslararası uygulayıcıları tarafından ihlal edilme tehlikesiyle karşı

karşıyadır.

Örneğin, Türkiye’de çok uzun yıllar verilen mücadele sonunda ancak bertaraf

edilebilen, Bergama’da siyanürle altın çıkaran firmanın, bırakın insanın temiz bir

çevrede yaşama hakkını, doğrudan yaşama hakkını ihlal ettiğini belirtmeliyiz. Bunun

yanında, insanlık onurunu ayaklar altına alan bir devlet görevlisinin, Güneydoğu’da

köylüye “pislik” yedirdiğini de dile getirmeliyiz. Daha genel bir bilanço için

istatistik vermek gerekirse, 1995-2000 yılları arasında Avrupa İnsan Hakları

Mahkemesi (AİHM)’ne Türkiye’den 63 dava açılmıştır. Bu davalar ağırlıklı olarak

kişisel güvenlik hakları, yaşama hakkı, mülkiyet hakkı ihlalini konu almaktadır.

Page 86: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

78

Devlet bu davaların bir çoğunda tazminat ödemeye mahkum edilmektedir. Yani

suçlu bulunmaktadır. Ve insan hakları ihlallerini sürdürmektedir.

Buradan çıkarmak istediğimiz sonuç, azgelişmiş ülkelerin içinde gelişmekte olan bir

ülke olarak, Türkiye’de, bu düzeyde insan hakları ihlal edilebiliyorsa, üçüncü

dünyanın geri kalmış ülkelerinde, insan hakları raporlarını incelemeye bile gerek

yoktur.

Bir diğer sonuç ise, daha sonra ayrıntılı tartışılacağı için belirtip geçmek yeterlidir,

demokratikleşme konusunda Türkiye’de iktidar sahipleri ancak dış dinamiğin

etkisiyle hareket etmektedir. Bunu nasıl tespit edebiliyoruz? Demokratikleşme

konusunda hazırlanan yasa paketleri minimum gelişme içeriyor. Bazı konularda da

özellikle bir gelişme gözlenmiyor. Hatta geriye doğru bir hak kaybının yolu açılıyor.

Bu alan kolayca tahmin edileceği gibi emek kesiminin haklarıdır.

Bir yandan Anayasa’da sendikalara yönelik kısıtlamalar kaldırılırken, bir yandan da

yeni ortaya çıkan yasal düzenlemelerle, her alandan emekçilerin örgütlenmelerini

engelleyici düzenlemelere gidilmektedir. İşçiler sendikasızlaştırılmakta, çiftçiler

daha sonra değineceğimiz gibi Şeker Yasası, Tütün Yasası gibi düzenlemelerle

topraktan atılmaktadırlar.

Yukarıda değindiğimiz ve demokratik ilerlemenin bir göstergesi saydığımız sağlıklı

bir çevrede yaşama hakkı, bir yandan yeni gelişen bir hak olduğu halde, öte yandan

tehdit altındadır. Küreselleşme sürecinde su yüzüne çıkan en önemli tehditler

arasında çevreye verilen zararlar dolayısıyla tüm insanlığın maruz kalmakta olduğu

Page 87: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

79

zararlar da sayılabilir. Denizlerde ve içme suyu kaynaklarında kirlenme, kimyasal,

biyolojik ve nükleer atıklardan doğan sorunlar, iklim değişiklikleri ve küresel ısınma,

erozyon nedeniyle ekilebilir alanların azalması gibi olgular dünyayı tehdit

etmektedir.

Sanayileşmeyle birlikte aşırı biçimde ortaya çıkan karbondioksit gazının etkileri

sonucunda atmosferdeki ozon tabakası incelmiş, son yüz yıl içinde Kuzey Kutbu

bölgesindeki ortalama hava sıcaklığı 5 derece artmıştır. Önümüzdeki 100 yıl içinde

dünyanın ortalama hava sıcaklığının da, 1.4 ila 5.8 derece oranında artacağı

hesaplanmaktadır. Küresel ısınma sonucunda büyük buzullar hızla erimeye başlamış,

bu ise şiddetli yağışlar, sel felaketleri, büyük tayfunlar (El Nino vb.) büyük miktarda

erozyon ve kıyıya yakın bölgelerin sular altında kalması gibi tehlikeler doğurmuştur.

Küresel ısınmanın ayrıca dünyadaki bitki ve hayvan türleri üzerinde de olumsuz

etkileri ortaya çıkmış ve gelecekte yaşanabilecek küresel gıda bunalımlarına zemin

oluşmaya başlamıştır.

Çevresel sorunlar, insanlarda beslenme ve solunum bozuklukları, kanser, akciğer ve

kemik hastalıkları başta olmak üzere bazı hastalıkların yayılmasında da etkili

olmaktadır. Küreselleşmenin bu yöndeki olumsuz etkileri tüm dünyada hissedilmekle

birlikte, gelişmekte olan veya azgelişmiş ülkelerde hissedilen zarar diğerlerine oranla

daha büyüktür. Bu olumsuzluklar yaşanırken, küresel ısınma başta olmak üzere

çevreye yönelen tehditlerle mücadelede uluslararası işbirliğini öngören çabalar da

son dönemde yoğunlaşmıştır.

Page 88: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

80

Ancak, başta ABD olmak üzere bazı sanayileşmiş ülkelerin bu çabalara katılmakta

isteksiz davranması, çevresel tehditlerin azaltılmasına imkan sağlamamaktadır.

George Bush'un ABD Başkanı olduktan sonra, atmosfere karbondioksit salınmasını

denetim altına almayı amaçlayan Kyoto Protokolü'ndeki ABD imzasını, ulusal

sanayiinin zarar göreceği gerekçesiyle geri çekmesi, öngörülen uluslararası işbirliğini

anlamsız kılmıştır. Çünkü atmosfere salınan zararlı gazların neredeyse % 70'i ABD

kaynaklıdır. (Erhan, 2003)

ABD’nin dünyayı tek başına yönetme talebi çok farklı ve küreselleşmenin getirdiği

koşulların verdiği katılım ve ileri bir demokrasi imkanlarını reddedici bir proje

içeriyor. Amerikan toplumunda güçlü demokrasi projeleri tartışılsa da, ABD

yönetimi, hem ülkesinde hem de dünyada demokrasiyi riske sokuyor.

Buradan hareketle sadece azgelişmiş ve gelişmiş ülkeler arasında bir demokrasi

tartışmaları farklılığından söz etmekle yetinmiyoruz. Aynı zamanda gelişmiş

ülkelerin kendi aralarında da demokrasi tartışmaları açısından ciddi farklar

görüyoruz. Özellik AB ve ABD karşıtlığında bunu izlemek mümkün hale geliyor.

Bush yönetiminin Orta Doğu’ya ihraç etmeye çalıştığı şey, Avrupa’dan “demokrasi”

olarak gözükmüyor. Cem Somel’in 6 Haziran 2004 tarihli köşesinden de “Büyük

Orta Doğu Sahtekarlığı” olarak görülüyor.

“Reagan döneminden beri gerek Amerikan iç politikasında gerekse dünyaya ihraç

ettiği düşünce şeklinde neo-liberalizm hakim. Neo-liberalizmin esas unsuru devletin

piyasa üzerindeki düzenlemesinde vazgeçmek olarak ortaya çıkıyor. Yani piyasada

olup bitene karışmamak. Bu çekimserlik ise, özellikle küreselleşmeyle birlikte,

Page 89: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

81

çalışanların aleyhine gelişen bir dinamik oluşturuyor. Nitekim 1980’den beri

Amerika’da gelir dağılımı sürekli bozuluyor, bütün üretim ve üretkenlik artışlarına

rağmen çalışan aileler yirmi yıl önceki gelirlerini elde edebilmek için daha çok saat

çalışma mecburiyetinde kalıyorlar. En çok kazananlarla sıradan işçiler arasındaki

gelir farklılığı katlanıyor. Servet birikimi daha da eşitsiz bir gelişme gösteriyor.”

(Keyder, 2003: 242)

Bütün bu eşitsizliklerin ortaya çıktığı sürece neo-liberalizmin sosyal devleti reddeden

ideolojisi ekleniyor. Bu eklemlenmeyle birlikte devletin sorun olarak sunulmasının

zemini doğuyor. Devletin sorun olması ne demektir? Devlet vergi alır. Amerikan

siyasetçisinin en önemli propaganda malzemelerinden birisi vergi alımının

azaltılacağıdır. Ancak bunun bir sonucu vardır. Daha az vergi toplayan devlet daha

az sosyal harcama yapmak olanağına (olanaksızlığına) sahip olur. Böylece, ABD

vatandaşları sosyal güvenlik sisteminin dışına düşme tehlikesi içinde, sadece iş sahibi

oldukları zaman sigortalı olduklarından, işlerini kaybetme korkusu içinde yaşıyorlar.

(Keyder, 2003: 243)

Sonuç olarak ABD’de sınıflar arasındaki denge bozuluyor. Veya demokrasinin temel

desteği sayılan orta sınıf daralıyor. “Acaba bu gelişme sınıf temelli siyaset

açıklaması ölmüştür” diyen Laclau ve Mouffe’un dikkatini çekiyor mudur?

Page 90: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

3. Bölüm: Türkiye'de Demokratikleşme

Bu bölüm üç alt başlıktan oluşmaktadır. Önce, 1980’den günümüze geçen çeyrek

yüzyıl içinde askeri rejimin, geçiş döneminin ve geçiş sonrası dönemin iktidar

sahiplerinin demokratikleşme adına neler yaptıkları değerlendiriliyor. İkincisinde,

bu sürecin tamamlayıcısı ve etkileyicisi olarak özellikle ekonomik alanda çok fazla

gündeme gelmiş olan, dış etken değerlendirilmektedir. Bu bağlamda Türkiye'nin

1980 yılından itibaren küreselleşme söylemi içinde dünya kapitalist sistemiyle nasıl

eklemlenmeye çalıştığına bakacağız. Bu süreçte, Türkiye içinden de sağlanan

destekle uygulamaya konulan ekonomik ve hukuksal programları değerlendireceğiz.

Üçüncü alt başlıkta ise, Avrupa Birliği’ne yönelimin bazı çevrelerde yarattığı

demokratikleşmenin sağlanacağı beklentisi ele alınacaktır. Bu bağlamda ortaya çıkan

“Kopenhag kriterleri”nin karşılanma çabası ve “Uyum Yasaları” süreci

değerlendirilecek, siyasal partilerin ve sivil toplum kuruluşlarının Avrupa Birliği’ne

giriş sürecine yaklaşımları ele alınacaktır.

3.1. Türkiye'de 1980’den Günümüze Demokrasi Tartışmaları

Bu başlık üç alt bölümden oluşmaktadır. Birinci alt bölümde, demokrasinin kesintiye

uğratıldığı dönemden çıkılırken, demokrasiye dönüş projesini yürüten askeri rejim

yöneticilerinin yaptığı anayasa ve hukuk sistemini değerlendireceğiz. İkincisinde,

ekonomiyi kendisine çalışma ve uygulama alanı olarak seçmiş, siyaseti ise adeta

askeri dönemin bir uzantısı olarak mümkün olduğunca bastırmış olan geçiş dönemi

veya Özal iktidarı dönemine bakacağız. Zira Türkiye'de Özal’ın vizyon sahibi ve

Page 91: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

83

ülkeye çağ atlattığı gibi bir yanılsama hiç olmazsa bir dönem etkili olmuştur.

Özellikle Avrupa Birliği’ne (o tarihte Avrupa Topluluğu) tam üyelik başvurusu

yapması bağlamında Türkiye'nin önünü açan bir iktidar olarak algılanmıştır. Üçüncü

alt bölümde ise, sivil rejime geçişin sağlandığı, hatta demokratikleşme umutlarının

pekiştiği DYP-SHP koalisyonuyla başlayan dönemin değerlendirilmesi olacaktır.

3.1.1. Askeri Dönem

12 Eylül askeri darbesi emir komuta zinciri içinde, Genel Kurmay Başkanı ve

Kuvvet Komutanlarının oluşturduğu bir heyet tarafından gerçekleştirildi. Bu heyet

kendisini Milli Güvenlik Konseyi olarak adlandırdı. Heyetin başkanı dönemin Genel

Kurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, üyeleri ise Kara Kuvvetleri Komutanı

Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya,

Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı

Sedat Celasun idi. Kenan Evren MGK başkanlığının yanı sıra “devlet başkanlığı”

görev ve yetkilerini de kendisinde toplamıştı. Orgeneral Haydar Saltık MGK Genel

Sekreteri olarak görevlendirildi.

Milli Güvenlik Konseyi, “Bildiri” ve “Karar” adıyla açıkladığı kuralları ve emirleri

numaralandırarark kamuoyuna duyuruyordu. MGK’nin ilk bildirisi “1 numaralı”

bildiri olarak 12 Eylül sabahı saat 04:00’te TRT’den duyuruldu. Orgeneral Kenan

Evren’in ağzından okunan bu ilk bildirinin dikkat çekici yönlerini Bülent Tanör şöyle

sıralıyor :

Page 92: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

84

“- Devletin varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik saldırılar yoğunluk

kazanmıştır.

- Buna karşılık devlet organları ve anayasal kuruluşlar işlemez duruma

getirilmişlerdir.

- İrticai fikirler ve sapık ideolojiler devlet kuruluşlarını, işçi örgütlerini ve siyasal

partileri etkileri altına alarak ülkeyi iç savaş eşiğine getirmişlerdir.

- TSK, İç Hizmet Kanunu'nun verdiği Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma

görevini Türk Milleti adına yerine getirmek için emir ve komuta zinciri içinde ülke

yönetimine bütünüyle el koymuştur.

- Harekatın amacı, ülkenin bütünlüğünü, devletin otoritesini yeniden sağlamak,

demokratik düzenin işlemesine engel olan nedenleri ortadan kaldırmaktır.

- Parlamento ve hükümet feshedilmiş, milletvekillerinin dokunulmazlıkları

kaldırılmış, bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiş, yurt dışına çıkışlar yasaklanmış,

ikinci bir emre kadar saat 05:00'ten itibaren sokağa çıkma yasağı konmuştur.”

(Tanör, 1995 : 27)

“Dar Sokakta Siyaset” isimli kitabında Yalçın Doğan’ın dikkat çektiği gibi, bildiri

parlamento ve hükümeti feshetmiş olmasına rağmen, siyasal partiler için böyle bir

karar alınmamış, siyasal faaliyetlerin durdurulması bile söz konusu olmamıştı. Bir

iddiaya göre darbeden üç hafta önce bildiri taslağını hazırlayan iki sivil bürokratın

Page 93: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

85

metne koyduğu “partiler feshedilmiştir” ibare komutanlar tarafından metinden

çıkarılmıştı. (Doğan, 1986, 42-44)

Bir nolu bildiride sözü edilen darbe hakkındaki “teferruatlı açıklama” belirtildiği gibi

aynı gün saat 13:00'te K. Evren tarafından TRT aracılığıyla kamuoyuna iletilmiştir.

Buna göre darbenin gerekliği konusundaki açıklamanın önemli noktaları şunlardır:

“- Anarşi, terör ve bölücülük karşısında partiler ve milletvekilleri seyirci kalmış,

hukuk devleti kavramı bir takım anayasal kuruluşlarca devletin parçalanması

pahasına da olsa kişilerin savunulması olarak yorumlanmış, kuvvetler ayrılığı ilkesi

kuvvetler çatışmasına dönüşmüş, siyasal partiler yıkıcı ve bölücü mihrakları

kışkırtmış, iktidarlar partizanca kullanılmışlardır.

- 12 Eylül harekatı kanun ve nizam hakimiyetini sağlamak için yapılmıştır. MGK

yasama ve yürütme yetkilerini yüklenmiş olup, yürütme sorumluluğu en kısa

zamanda Bakanlar Kurulu'na bırakılacaktır. Yeni bir anayasa, seçim ve siyasal

partiler kanunu ile diğer düzenlemelerin yapılmasından sonra ülkede seçimlere

geçilecektir.

- Bu dönem içinde her türlü siyasi faaliyet durdurulmuştur. Parlamento üyeleri

siyasal faaliyetlerinden dolayı suçlanmayacak, yeni yönetime karşı suç niteliğinde

davranışlarda bulunmadıkça herhangi bir işleme uğratılmayacaklardır.

- AP, CHP, MSP ve MHP Genel Başkanları can güvenliklerinin sağlanması amacıyla

şimdilik TSK gözetiminde belli yerlerde ikamete tabi tutulmuş olup, durum elverişli

olduğunda serbest bırakılacaklardır.” (Tanör, 1995 : 28)

Page 94: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

86

Darbenin dünyaya duyurulması ise ABD resmi sözcüleri ve kanalları tarafından

yapılmıştır. Bu noktada darbeden bir gün önce Hava Kuvvetleri Komutanı Tahsin

Şahinkaya'nın ABD'den Türkiye'ye dönmüş bulunması dikkati çekmektedir. Tarihe

geçmiş bir bilgi olarak CIA’nın şeflerinden biri olan ve Türkiye politikasını yakından

izleyen Paul Henze, darbeyi Beyaz Saray’a “Bizim çocuklar başardı” biçiminde

duyurduğunu belirtelim. (Çavdar, 1996, 265) “ABD Başkanı J. Carter, görevinden

ayrıldıktan sonra yaptığı bir gezide Türkiye'ye de uğradığında, 12 Eylül darbesiyle

ABD'nin ferahladığını, Afganistan ve İran'dan sonra Türkiye'nin istikrarının da

kendileri için son derece önemli olduğunu ifade etti.” (Tanör, 1995 : 29)

Milli Güvenlik Konseyi’nin yasama ve yürütme yetkilerini üstlenmiş bir kurul olarak

aldığı ilk kararlar toplum ve çalışma hayatı ile ilgili kararlardır. Daha önce dikkat

çekildiği üzere topumun etkin kesimlerinin etkisizleştirilmesi operasyonuna ilk

olarak emek kesiminden başlanmıştır. Grev ve lokavtlar ertelenmiş, grevde olan

işçiler işbaşı yaptırılmıştır. Devrimci İşçi Sendikaları Federasyonu (DİSK),

Milliyetçi İşçi Sendikaları Federasyonu (MİSK) ve HAK-İŞ sendikalarının

faaliyetleri durdurulmuş ve paraları bloke edilmiştir. Sadece TÜRK-İŞ’e bağlı

sendikaların faaliyetlerinin devamına izin verilmiştir.

Milli Güvenlik Konseyi bir yasama meclisi içtüzüğü sayılabilecek 24 maddelik

“Türkiye Cumhuriyeti Milli Güvenlik Konseyi Yasama Görevleri İçtüzüğü” adlı bir

karar yayınlayarak kendisini hukuki bir organ haline getirmeye çalışmıştır. Bu

metnin önemli hükümleri şunlardır:

Page 95: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

87

“- MGK; Genel Kurmay Başkanı Org. K. Evren, KKK Org. N. Ersin, HKK Org. T.

Şahinkaya, DKK Ora. N. Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Org. S. Celasun'dan

oluşur. (md 1) Konsey'e Genel Kurmay Başkanı başkanlık eder. (md 2)

- MGK'nin danışmanlık ve sekreterlik görevini Milli Güvenlik Konseyi Sekreteri

yapar. Sekreter Konsey toplantılarına katılır ama oy kullanamaz. (md 3) Sekreter

gerekli gördüğünde yasa tasarı ve teklifleri ve diğer konular üzerinde inceleme

yapmak üzere geçici İhtisas Komisyonları oluşturabilir. (md 5)” (Tanör, 1995 : 31)

İçtüzük'ten anlaşıldığına göre, yasama yetkisi Milli Güvenlik Konseyinde ise de

yasaların taslağını hazırlamak görevi Sekreter tarafından yürütülmektedir.

Dolayısıyla Sekreter, Konsey toplantılarına “oy hakkı” olmadan katılmasına rağmen

yasama sürecinde MGK üyeleri kadar etkilidir.

Darbeyi yapanlar, sadece TBMM’ni ve hükümeti fesh etmekle yetinmemişler; yerel

yönetimler düzeyinde de seçimle gelmiş organları fesh etmişlerdir. 25 Eylül 1980

tarihinde belediye başkanları görevlerinden alınmış, il genel meclisleri ve belediye

meclisleri dağıtılmıştır. Görevden alınan belediye başkanlarının yerine ise daha çok

asker kökenli kişiler İçişleri bakanlığınca belediye başkanı olarak görevlendirilmiştir.

“Askeri rejimin ya da geçiş rejiminin temel düzenleyicisi Anayasa Düzeni Hakkında

Kanun oldu (2324-27.10.1980;RG.27.10.1980). Bu metne "Geçici Anayasa" da

denebilir.” (Tanör, 1995 : 32)

Kanunun giriş bölümü şöyledir: "Büyük Türk Milleti adına tarihi sorumluluk

duygusu ile hareket ederek emir ve komuta zinciri içinde ve emirle 12 Eylül 1980

Page 96: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

88

harekatını gerçekleştirmiş ve yönetime bütünüyle el koymuş bulunan Türk Silahlı

Kuvvetlerinin yönetime el koymasını zorunlu kılan sebepler ile harekatın amacı ve

Milli Güvenlik Konseyi'nin kuruluş tarzı, Konsey bildirileri ve Konsey Başkanının

12 Eylül 1980 günü radyo ve televizyonla yayınlanmış konuşması ile kamuoyuna

duyurulmuştur". (Tanör, 1995 : 32)

“Bundan sonra 7 maddelik kısa bir metin gelmektedir. Buna göre, 1961 Anayasası

aşağıdaki istisnalar dışında ve yenisi yapılana dek yürürlüktedir. 1961 Anayasasının

TBMM'ne, Millet Meclisi'ne ve Cumhuriyet Senatosu'na tanıdığı görev ve yetkiler

12 Eylül 1980'den itibaren MGK tarafından, Cumhurbaşkanı'na vermiş oldukları da

MGK Başkanı ve Devlet Başkanı tarafından yerine getirilir. MGK karar, bildiri ve

yasalarının Anayasaya aykırılığı ileri sürülemez. MGK bildiri ve kararları ile

Bakanlar Kurulu kararnameleri ve üçlü kararnamelerin yürütülmesinin durdurulması

istenemez. MGK bildiri, karar ve yasalarının 1961 anayasasına uymayan hükümleri

Anayasa değişikliği, yürürlükteki yasalara uymayanları yasa değişikliği sayılıp

yürürlüğe girerler. Kanun Resmi Gazete'de yayınlandığında, 12 Eylül 1980'den

geçerli olmak üzere yürürlüğe girer.” (Tanör, 1995 : 32)

Milli Güvenlik Konseyi, kendisini yetkilendirdiği bu yasayla olağanüstü yetkiler

almış, hem anayasa yapma hem anayasa değiştirme yetkisine sahip olmuştu. Yani

hem asli hem kurucu iktidar hak ve yetkisini kullanmıştı.

Milli Güvenlik Konseyi 12 Eylül müdahalesinden önceki dönemde asayişten sorumlu

yetkililerin özellikle de sıkıyönetim komutanlarının yetki azlığından şikayetlerini de

dikkate alarak bir takım yasalar çıkarmıştır. Bu, hızlı bir yasama faaliyetine yol

Page 97: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

89

açmıştır; çünkü 12 Eylül’ün temel gerekçelerinden biri olarak asayiş sorunları dile

getiriliyordu. Dikkat çekmek gerekir ki bu yetki taleplerini sivil dönemin Başbakanı

Süleyman Demirel demokratik hukuk devletine uygun bulmamıştı.

“12 Eylül müdahalesi yüksek komutanlara bu alanda da yeni bir olanak sundu. Sivil

siyasetçilerden talep ettikleri ama gerçekleştirilmeyenleri bizzat yapma fırsatını elde

ettiler. Basitleştirilmiş yasa yapma usulü (beş kişilik yasama organı) sayesinde, yeni

Anayasadan önce ve sonra, yasalar dünyasında köklü değişiklikler yarattılar.

Rakamlar da bunu ortaya koymaktadır. MGK ilk altı ayında 123, dokuzuncu ayında

175, 1981'in sonuna varıldığında da 51 tanesi yeni yasa olmak üzere toplam 268 yasa

çıkarmış olacaktı” (Tanör, 1995, 33).

Milli Güvenlik Konseyi, özellikle asayiş konusundaki yasa değişikliklerini hızla

yapmış ve idam cezalarının yerine getirilmesinde de istekli davranmıştır. Daha önce

de belirtildiği gibi, MGK başkanı idam cezalarıyla ilgili eleştirileri “asmayalım da

besleyelim mi?” diye cevapladı.

MGK her ne kadar demokratik bir sistemin kurulacağını ilan etmiş ve demokrasiye

dönüşü bir takvime bağlamışsa da, zaman içinde gelişen olaylara göre siyasal

faaliyetlere ve siyasetçilere karşı daha sert davranmıştır. Askeri otoritenin siyasal

partilere karşı davranışlarında da farklılıklar gözlenmiştir. Merkezin sağında ve

solunda yer alan AP ve CHP’ye ve genel başkanlarına karşı davranışlarıyla “aşırı”

sağda yer alan MHP ve MSP’ ve genel başkanlarına davranışları farklı olmuştur.

Darbe günü açıklanan zorunlu ikamet uygulaması AP ve CHP lideri için sona

Page 98: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

90

erdirilirken, MHP ve MSP genel başkanları tutuklanmış, onlar ve parti yöneticileri

hakkında Ankara Sıkıyönetim Komutanlığınca kamu davası açılmıştır.

“Askeri rejim partiler hakkındaki tutumunu bir süre sonra sertleştirdi. Kenan Evren

15 Ocak 1981 tarihli Konya konuşmasında bunlara ve liderlerine toptan çattı. Ama

yine de bir kapatma kararı söz konusu değildi. Hedef hala partilerin kendinden çok

liderleriydi. Kurucu Meclis Hakkında Kanun bile, Danışma Meclisi üyelerinin

partisizlerden oluşmasını şart koşmakla, partilerin varlığını kabul etmiş gibiydi.

Siyasal faaliyetler konusundaki büyük darbe MGK'nin 52 nolu kararıyla gelecek,

bunu siyasal partilerin feshi izleyecektir” (Tanör, 1995, 34-35).

Adalet Partisi ve Cumhuriyet Halk Partisi’nin yöneticileri zorunlu ikametten muaf

tutuldukları halde, gelişmeleri izleyen askeri otorite bu kişilerin siyasal faaliyetlerini

sürdürdükleri kanaatiyle, bu faaliyetleri durdurmak ve memleketin gereksinim

duyduğu “huzur ortamını” sağlamak için 1981 yılının 2 Haziran günü 52 nolu kararı

açıkladı. 52 sayılı Kararı Tanör şöyle özetlemektedir:

“- Ülkeyi 12 Eylül 1980 ortamına getiren kişileri eleştirmek ya da övmek şeklindeki

demeç, yorum ve yayınların yanı sıra, siyasal gösteri şeklindeki özel toplantılar da

devam etmektedir.

- Bunların önlenmesi amacıyla her türlü siyasal parti faaliyeti, siyasal çekişmelerin

sürdürülmesi, parlamento üyesi eski siyasetçiler ile parti yönetici ve üyelerinin

ülkenin siyasi ve hukuki geçmişi ile geleceği hakkında sözlü-yazılı demeçleri,

makale yazmaları ve toplantı düzenlemeleri yasaklanmıştır.

Page 99: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

91

- Sıkıyönetim Komutanlıklarının kararlarının tartışılması ve haklarında kamu davası

açılmış tüzel ve gerçek kişilerle ilgili olarak kamuoyunu yanıltıcı ve ilgilileri

etkileyici sözlü-yazılı demeç ya da makale yayımı yoluyla beyan ve yorumda

bulunmak da yasaktır.” (Tanör, 1995 : 35)

Yaşama hakkı ve kişi dokunulmazlığı en çok zarar gören hak olarak uzun süreden

beri uygulanmayan idam cezaları uygulamaya konmuştur. Sınırlı süreler olmasına

alışılmış gözaltı süreleri 90 güne kadar uzatılmıştır. Bu gözaltı sürelerinde de,

gözaltındaki kişiler hakkında bilgi edinilemeyen zamanlar olmuş ve işkence iddiaları

yaygınlaşmıştır.

“Bir yandan, askeri rejimin baskıcı ve keyfi karakteri diğer yandan, buna karşı

koyabilmenin hukuki olanaklarının iyice kısılmış olması nedeniyle, bu dönem

içerisinde yurttaşların seslerini duyurabilmek için "dilekçe hakkı"na başvurmaktan

başka ciddi bir seçenekleri kalmamıştır. Osmanlı tebaasının alışık ve sahip olduğu bu

biricik ifade olanağı, 12 Eylül rejimi süresince yeniden canlanmış, darbeyle gelen

'hükümdarlara' her gün yüzlerce dilekçe sunulmuştur. Örneğin yeni rejimin yedinci

ayı dolarken MGK'ya gelen dilekçelerin toplamı 59.318 idi.” (Tanör, 1995 : 36)

1 Kasım 1980 günü basına yapılan bir açıklamayla askeri rejimin “demokratkleşme

paketi” açıklandı. Açıklama MGK adına genel sekreter Org. Haydar Saltık tarafından

yapıldı. Bu açıklamayı bir takım koşullar olarak okuyabiliriz.

“1) "Kurucu Meclis'in teşkiline imkan verecek ön şartların sağlanması,

Page 100: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

92

2) Anayasa Düzeni Hakkındaki Kanun'a ek olmak üzere çıkarılacak Kurucu

Meclisi'in kuruluş, görev ve yetkileri hakkındaki kanunun kabulü,

3) Kurucu Meclis'in bilfiil teşkil edilerek çalışmaya başlaması ve öncelikle yeni

Anayasanın hazırlanması,

4) Yeni Anayasa metninin, hazırlanacak bir referandum kanunu ile halk oyuna

sunularak tasvip edilmesi,

5) Yeni Anayasanın halkoyunca kabul edilmiş hükümleri uyarınca yeni partiler

kanunu ve yeni seçim kanununun hazırlanıp Kurucu Meclis'ce kabul edilmesi,

6) Yeni Anayasa ve siyasi partiler kanuna uygun yeni partilerin kurulmasına ve

teşkilatlanmasına yetebilecek bir zaman da dikkate alınarak parti faaliyetlerinin

başlatılması,

7) Belirttiğim makul sürenin sonunda, yeni seçim kanunu uyarınca genel seçimlerin

yapılması suretiyle parlamentonun kurulması ve göreve başlaması,

8) Anayasada yer almış geçici hükümler uyarınca Kurucu Meclis ve Milli Güvenlik

Konseyi'nin görev ve mevcudiyetlerinin sona ermesi suretiyle normal demokratik

siyasi hayata bütünüyle dönülmesi." (Tanör, 1995 : 37)

Bu açıklamaları takibeden aylarda MGK başkanı Org. Kenan Evren yeni yıl

mesajında, 1982 sonbaharında yeni anayasanın referanduma sunulacağını; 1983

Page 101: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

93

sonbaharında da genel seçimlerin yapılacağını açıkladı. Bu en yetkili ağızdan

demokrasiye geçiş takviminin açıklanmasıydı.

Hazırlanan anayasanın halkoyuna sunulması süreci demokratik bir ortamla

bağdaşmayacak özellikler taşımaktadır. Özellikle anayasanın tanıtımı kampanyası

gibi bir misyonla ortaya çıkan, devlet başkanı ve MGK başkanı Evren’in

konuşmalarının yasaklanmasıyla yetinilmemiş; anayasa taslağının eleştirilmesi de

yasaklanmıştır. Ayrıca referandumu düzenleyen kanun, oy kullanmayı zorunlu

tutmuş ve oy kullanmayanların oy kullanma haklarını beş yıl için askıya almıştır.

Yani referandumda oy kullanmayan seçmen genel ve yerel seçimde oy

kullanamayacaktır.

Öte yandan, Anayasa oylaması ile Cumhurbaşkanlığı plebisiti birleştirilerek yeni bir

baskı unsuruna başvurulmuştur. (Tanör, 1994, 106) “Anayasanın geçici birinci

maddesine göre, Anayasanın halkoylamasıyla kabulüyle birlikte, MGK Başkanı da

Cumhurbaşkanı sıfatını kazanacaktı. Böylece adeta Evren'in prestiji ile Anayasaya oy

sağlanmak isteniyordu. Ayrıca Devlet başkanlığının adaysız seçimsiz belirlenmesi de

bir Cumhuriyet'e yakışmıyordu.” (Tanör, 1995 : 41)

“Asıl önemli psikolojik baskı bir başka noktadan geliyordu. Anayasa tasarısının reddi

durumunda ne olacağı belli değildi. Dolayısıyla olumsuz oy vermek ister istemez

belirsizliğe destek olmak, askeri rejimin sürmesine rıza göstermek anlamına

geliyordu. Yani demokrasiye geçilmek isteniyorsa, demokratik bulunmasa bile bu

metne oy verilmeliydi. Nitekim Anayasa Komisyonu Başkanı Prof. Orhan Aldıkaçtı

bunun bir şantaj olduğunu adeta itiraf ediyordu: "Bizim Anayasamız kabul

Page 102: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

94

edilecektir. Kesin... Çünkü Anayasanın kabul edilmesi demek, Siyasi Partiler

Kanununun yapılması ve seçime gidilmesi demektir... Seçmen bunu değerlendirecek

ve bir an evvel normal düzene geçilmesi için Anayasaya oy verecektir"(Tanör, 1995 :

41)

Böyle bir ortamda Kenan Evren onbeş gün süreyle anayasayı tanıtma gezileri ve

Radyo TV konuşmalarıyla anayasayı halka tanıttı. Basının adeta susturulduğu ve her

türlü örgütlenmenin yasak olduğu bir ortamda referanduma ulaşıldı. 7 Kasım 1982

tarihinde yapılan referandumda % 91.37 kabul oyuyla 1982 Anayasası yürürlüğe

girdi. Anayasaya ret oyu verenlerin oranı sadece % 8.63 oldu. Böylece Anayasanın

ilgili maddesine göre Evren de Cumhurbaşkanı oldu.

1982 Anayasası

1982 Anayasasını, demokratik teorinin gerektirdiği “sınırlı iktidar” anlayışı açısından

incelemek için, devletin iç yapısındaki işleyiş ve birey devlet ilişkilerine bakmalıyız.

1961 Anayasasında yasama yürütme ilişkisinde yasamaya açıkça üstünlük sağlanmış

ve yürütme bir görev olarak tanımlanmıştı. 1982 Anayasası ise yürütmeyi

güçlendirerek yasamayla denkleştirmeye doğru bir eğilim göstermiştir. Yürütme

anayasadan güç alan bir yetki haline getirilmiş ve kanun hükmünde kararname

çıkarma yetkisiyle de adeta yasama yetkisine de ortak edilmiştir. Yürütmenin genel

olarak güçlendirilmesinin yanında özel olarak da yürütme içinde Cumhurbaşkanı

güçlendirilmiştir. Burada belirtmek gerekmektedir ki 1980’lere kadar

cumhurbaşkanları genellikle asker kökenli kişilerden seçilmiştir. Yani MGK

Page 103: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

95

başkanının cumhurbaşkanlığı makamına oturacağı garantisi içinde bu düzenleme

yapılmıştır.

Yürütme ve yargı ilişkileri açısından baktığımızda da yürütmenin güçlendirildiğini

görüyoruz. Bunu anlamak için iki düzenlemeye bakmak yeterlidir. Birincisi

cumhurbaşkanının yüksek yargı organlarının yöneticilerinin ve üyelerinin atanması

konusundaki yetkileridir. İkincisi de idarenin yargı yoluyla denetlenmesine getirilen

kısıtlamalardır. Örneğin yüksek askeri şüra kararları yargı denetimi dışındadır. Bir

örnek de Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun Başkanlığına Adalet bakanının

getirilmesi yargıyı yürütme karşısında güçsüzleştirmiştir. Ancak bu mutlak bir

güçsüzleştirme olarak kabul edilemez. Olsa olsa etkiye açılmıştır diyebiliriz. Çünkü

bu kurulun yedi kişilik üye yapısı içinde adalet bakanı ve müsteşar sadece iki oya

sahiptirler.

“Anayasa yargısı da daraltılmıştır. Anayasa Mahkemesi'nin yetkileri daraltılmıştır.

Öncelikle denetlenebilecek işlemler sınırlanmıştır. Olağanüstü hal kanun hükmünde

kararnameleri, MGK dönemi (12 Eylül 1980 - 7 Aralık 1983) yasa ve KHK'leri

denetim dışıdır. Olağan hal KHK'lerinin denetimi de daraltılmıştır. Anayasa

değişiklikleri de ancak biçim yönünden ve sınırlı noktalardan denetlenebilir. Temel

hak ve özgürlükler doğrudan Anayasa'da kısıldığından bu alandaki yargı denetimi de

etkisizleşmiştir. Anayasa Mahkemesi'ne başvuru yolları da kısılmıştır. Önceki

Anayasada kendi görev ve varlık alanlarını ilgilendiren konularda dava açabilen

Yüksek Hakimler Kurulu, Yargıtay, Danıştay, Askeri Yargıtay ve Üniversiteler artık

böyle bir olanağa sahip değillerdir. İptal davası hakkı Cumhurbaşkanı, iktidar

(koalisyon hükümetinin büyük ortağı) ve ana muhalefet partisi grupları ile TBMM

Page 104: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

96

üye tam sayısının en az beşte birine tanındığından, diğer parti ve grupların başvurusu

da artık imkansızdır. Oysa 1961 Anayasasının ilk 10 yılında TBMM'de bir tek

temsilcisi bulunan partiler bile bu hakka sahipti. Daha sonraları ise TBMM'de grubu

bulunan bütün partiler iptal davası açabiliyorlardı.” (Tanör, 1995 : 43-44)

1961 Anayasası’nın Demokrat Parti dönemine bir tepki olarak doğduğunu ve

yürütme ve yasama karşısında yargıyı güçlendirdiğini biliyoruz. Benzer bir şekilde

1982 Anayasası da kendisinde önceki döneme tepki özelliği taşımıştır. Bu cümleden

olarak bu Anayasa’nın düzenlediği kurumlar içinde kayıplı çıkan yargı olmuştur. Bu

tepkinin altında yatan neden ise 1980’li yıllara yargının ayak bağı olduğu söylemleri

içinde girilmiş olmasıdır. Örneğin Devlet Güvenlik Mahkemeleri gibi olağanüstü

sayılacak mahkemelerin kurulamamasından sıklıkla yakınılmıştır.

Yürütmenin iç yapısında da önemli değişiklikler yapan düzenlemeler söz konusudur.

Ancak “1982 Anayasası’na göre yürütmeyi olağan ve olağanüstü dönemler ayrımı

yaparak değerlendirmek gerekiyor” (Yüzbaşıoğlu, 1996: 33-34) Olağan dönemlerde

klasik parlamenter rejime uygun olarak Bakanlar Kurulu etkin olurken; olağanüstü

dönemde cumhurbaşkanı Bakanlar Kurumuna başkanlık ediyor ve olağanüstü hal

kanun hükmünde kararnameleri çıkarılıyor. Burada belirtilmesi gereken ve

cumhurbaşkanının yetkilerini artıran bir başka düzenleme de devlet başkanı olarak

cumhurbaşkanının özerk olması gereken çeşitli kurumların başkanlarını atama

yetkisiyle donatılmasıdır.

“Cumhurbaşkanı'nın statüsü ile ilgili düzenlemeler yürütme içi değişmelerin en

ilginç olanıdır. Cumhuriyet'in ilanından beri bu statü teorik olarak etkisizdi;

Page 105: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

97

parlamenter hakemlik karakteri göstermişti. Fakat pratikte ilk üç cumhurbaşkanı

dönemi güçlü cumhurbaşkanlığı demek olmuştu. Çünkü, Atatürk ve İnönü kurtuluş

savaşının muzaffer önderleri, yeni rejimin de mimarıydılar. Üstelik rejim uzun süre

tek partili olmuştu. Bayar sivil kökenli ilk Cumhurbaşkanı idi ama, arkasında fiili DP

grubu ağırlığı vardı. Türkiye'de hem teorik hem de pratik açıdan parlamenter

cumhurbaşkanlığı aslında 1961 Anayasası döneminde başlamış, özellikle Sunay ve

Korutürk bunun klasik örneklerini vermişlerdi. 1982 Anayasası’nın

Cumhurbaşkanı'na çizdiği daha aktif statü iledir ki, Türkiye'de ilk defa olarak

Cumhurbaşkanlığı konumu teorik olarak da güçlendirilmek istenmiştir. Bunun

temelinde, 1980 öncesinin bunalımlarında bu hakemlik kurumunun kendinden

bekleneni yeterince yerine getirmediği inancı yatar.” (Tanör, 1995 : 44-45)

Bunların sonucu olarak, cumhurbaşkanlığına TBMM dışından aday gösterilebilmesi,

cumhurbaşkanının yetkilerinin arttığını gösteren yeni bir ant metni oluşturulması

dikkat çekmektedir. Milli güvenlik ve olağanüstü yönetim usulleri açısından da

cumhurbaşkanı önemli bir rol üstlenmektedir. Bu ve benzeri düzenlemeler

cumhurbaşkanının sistem içindeki yerini adeta 1958 Fransız V. Cumhuriyet

Anayasasının Cumhurbaşkanına yaklaştırmıştır. Fransız cumhurbaşkanının

konumuna binaen sistem “yarı başkanlık” olarak adlandırıldığına göre Türkiye’de

sistem nasıl adlandırılabilir. Bu açıdan 1982 düzenlemesi parlamenter sistem ile yarı

parlamenter ya da yarı başkanlık sistemi arası bir konumdadır. (Akyıldız, 1993)

Siyasal iktidar-askeri güç ilişkileri açısından 1982 Anayasası’na bakarsak, askeri

otoritenin parlamenter demokrasilerde rastlanmayacak bir güce ulaştığı görülür.

“Parlamenter demokrasilerde iki başlı olan yürütme (Bakanlar Kurulu ve

Page 106: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

98

Cumhurbaşkanı), 1961 ve 1982 Türkiye anayasalarında, deyim yerindeyse üç

başlıdır. Bu üçüncü baş askeri bürokrasidir.

Parlamenter demokrasilerde temel kural, yönetim organlarından biri olan silahlı

kuvvetlerin sivil otoriteye yani yürütmenin ikinci başı olan parti hükümetine ya da

bakanlar kuruluna bağlı olmasıdır. Oysa 1961 ve 1982 anayasalarında askeri

bürokrasiye sivil otoriteye karşı belli bir özerklik verilmekle kalınmamış; bazı

bakımlardan, temel siyasal kararlarda sivil otoriteye görüş dikte edebileceği bir

konum sağlanmıştır.” (Parla, 1991: 79-80)

Ordunun 1982 Anayasasıyla güçlendirilmiş olmasının bazı göstergelerine değinmek

gerekirse; birincisi milli güvenlik kavramının genişletilmesi ve Milli Güvenlik

Kurulu’nda sivil üye çoğunluğuna son verilerek askeri üyelerin ağırlığının

belirtilmesi gerekir. İkincisi, 1982 Anayasası’nın Başlangıç bölümünde, 12 Eylül

müdahalesi milletin çağrısı üzerine gerçekleştirilmiştir denilerek adeta darbe

meşrulaştırılmaya çalışılmıştır.

“1982 Anayasası’nın hiç mi olumlu yanı yoktur? Anayasanın olumlu katkıları da

vardır. Bunlar özellikle, daha önceki dönemlerde görülen karar alma zorluklarını

azaltıcı hükümlerdir. 1961 Anayasası döneminde Cumhurbaşkanı'nın seçimleri

yenileme usulü gerçekleşmesi çok zor koşullara bağlanmış, zaten bu yola

başvurabilme olanağı da hiç doğmamıştı. 1982 Anayasası, siyasal kriz halinde

başvurulabilecek bu önlemin koşullarını kolaylaştırmıştır. Cumhurbaşkanı seçimi ile

ilgili yeni düzenleme de bu niteliktedir. 1980 yılında, Cumhurbaşkanı seçimi

tıkanmış ve ülke altı ay süreyle Cumhurbaşkanı vekilliğine sahne olmuştu. Bu

Page 107: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

99

durum, askeri müdahalenin birinci dereceden nedenleri arasında sayılamasa bile,

bunu kolaylaştırıcı bir rol oynamıştı. 1982 Anayasası bu tür tıkanıklıklara karşı da

önlem almıştır. Cumhurbaşkanı seçilebilmek için ilk iki turda TBMM üye tam

sayısının 2/3 oyunu, üçüncü turda salt çoğunluğu öngörmüştür. İlk üç turda seçim

yapılamadığı takdirde son tur olarak düzenlenen dördüncü turda, bir önceki

oylamada en çok oy almış olan iki aday arasında yapılacak oylamada üye tam

sayısının salt çoğunluğunu gerekli ve yeterli saymıştır. Bu turda da sonuç

alınamaması halinde ise, bir başka yenilik olarak, TBMM seçimlerinin yenilenmesi

sonucu doğacaktır (md 102). TBMM Başkanının seçiminde de bir kolaylık

sağlanmış, ilk iki turda 2/3, üçüncüsünde salt çoğunluk sağlanamamışsa, dördüncü

turda, en çok oy almış olan iki adaydan en fazla oyu alanın seçilmesi usulü

benimsenmiştir (md 94). Meclis sayısının ikiden bire indirilmesi, yani çift meclis

sisteminden vazgeçilmesi de karar almayı kolaylaştırıcı bir yeniliktir. Aynı

doğrultuda yeni Anayasa, meclis içi engellemeleri en az düzeye indirmek için de

önlemler almıştır. Bu konudaki yenilik, TBMM'nin üye tam sayısının üçte biri ile

toplanabilmesidir. Ancak, karar yeter sayısı hiç bir şekilde üye tam sayısının dörtte

birinin bir fazlasından az olamaz (md 96). Nihayet, partilerin meclis grubu

kurmalarının güçleştirilmiş olmasına değinilebilir. Bu sayı eski Anayasa döneminde

10 milletvekiliydi. 1982 Anayasası grup kurabilmeyi en az 20 üye koşuluna

bağlamakla, meclisteki engellemeleri azaltıcı bir tutum takınmıştır.” (Tanör, 1995 :

46)

Demokrasinin çerçevesinin nasıl çizildiğiyle ilgili bir konu olarak, devlet karşısında

birey ve toplumun konumuna baktığımız zaman ne görüyoruz? 1982 Anayasası daha

Page 108: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

100

başlangıç bölümünden itibaren devlet karşısında bireyi koruyan liberal anayasa

geleneğine aykırı bir biçimde, devletin kutsallığını ilan etmiştir. Devletin ve Türk

Milleti’nin menfaatlerini her şeyi üzerinde tanımlamıştır. Hukuk devleti

kavramlaştırması da evrensel hukuk normlarında farklı bir biçimde, “anayasada

gösterilen” hukuk devleti ve demokrasi haline getirilmiştir.

Aynı mantığın temel hak ve özgürlüklerin tanımlanmasında da görüyoruz. 1961

Anayasası’nda varolan “sınırlandırılamaz” temel hak ve özgürlükler ölçütü

kaldırılmış, sınırlanamaz hiçbir hak ve özgürlük kalmamıştır. Ayrıca bu sınırlmalar

da bir takım muğlak ölçütlere bağlanmıştır. Örneğin milli güvenlik, devletin ülkesi

ve milletiyle bölünmez bütünlüğü, kamu yararı, genel ahlâk vb. bazı kavramlar

sınırlama ölçütü olarak kullanılmıştır.

Temel hak ve özgürlüklerin bireysel kullanımına karşı çok sınırlayıcı bir tutum

benimsemiş olan 1982 Anayasası, topluca kullanılan hak ve özgürlüklere karşı ayrıca

bir hassasiyet göstermektedir. Bazı düzenlemeler bunu açıkça göstermektedir;

toplantı ve gösteri yürüyüşü, dernek kurma, sendikal etkinlik ve siyasal partiler

konusundaki kısıtlayıcı düzenlemeler örnek olarak verilebilir. Toplumsal örgütlerin

birlikte davranma ve işbirliği yapma konusundaki kısıtlamalar da ayrıca

belirtilmelidir.

Çağdaş demokrasilerde yaşanan siyasal partilerin toplumsal örgütlerle ilişki içinde

olması serbestisi 1982 Anayasası’nda açıkça yasaklanmıştır. Ayrıca sendikaların hak

grevi yapması ve siyasal nitelikli eylemlerde yer alması yasaklanmıştır. Bu eylemler

sadece ekonomik amaçlı yapılabilir hale getirilmiştir.Siyasal alanın emekçi kesimlere

Page 109: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

101

kapatılması konusunda özel bir çaba sarf edilmiş; çalışanların ve öğrencilerin her

türlü siyasal örgütlenmeye katılmaları yasaklanmıştır.

“Siyasal'a karşı duyulan alerji anayasanın bir başka özelliğidir. Dernek, sendika,

kooperatif, vakıf, kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşu gibi örgütlere getirilen

siyasal faaliyet ve aralarında bu amaçla işbirliği yasakları bunun ilk örneğidir.

Partiler de kıskaçlar arasında çalışmaya mahkûmdurlar. Bunlar yurtdışında

örgütlenemez, kadın ve gençlik kolları kuramaz, vakıf kuramaz, dernek, sendika,

meslek kuruluşu, kooperatif ve benzeri kuruluşlarla siyasal ilişki ve işbirliği içinde

olamaz, bunlardan maddi yardım alamazlar. Partiler yabancı ülkelerdeki dernek ve

gruplardan da yardım göremezler. Devlet memurlarının ve öğrencilerin partilere üye

olmaları yasaktır. Kitle örgütleriyle ilgili kayıtlamalar nasıl esas olarak emekçi

örgütlenmelerini hedef alıyor idiyse, buradaki yasaklamalar da esas olarak sol

eğilimli partileri hedef almaktadır. Çünkü kitle örgütleriyle temas ve bunların

desteğini almak asıl bunlar için vazgeçilmez bir ihtiyaçtır. Bu kısıtlamalar zaten

yeterince katılımcı olmayan demokrasiyi iyice sığlaştırıcı özelliktedir.

Depolitizasyon amacının bir başka göstergesi, TBMM seçimlerinin dört yıldan beş

yıla çıkarılması ve ara seçimlerin de bir defaya mahsus olarak öngörülmüş olmasıdır.

Ancak bunda, seçim ekonomisini dizginleme amacı da vardır.” (Tanör, 1995 : 48)

Hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasında etkili olan yargısal yaptırımlar da

1982 Anayasası’yla geriletilmiştir. Özgürlüklerin sınırlanabilmesinde yargıç kararı

zorunluluğu yeni sistemde bir zorunluluk olmaktan çıkarılmıştı. “Gecikmesinde

sakınca bulunan haller” sihirli formülüyle, idarenin (kolluk güçlerinin) eli

Page 110: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

102

güçlendirilmişti. Böylece olağanüstü dönemde uygulanmakta olan kolluk

kuvvetlerinin artırılmış yetkileri olağan hal dönemine de yayılmış oldu.

“1982 Anayasası hakkında toplu bir sonuçlar dizisi çıkarmak için şu soru ölçü

alınabilir : Kim kime karşı güçlenmektedir? Yukarıdaki veriler ışığında bu soruya

verilmesi gereken yanıtlar şöyle olmalıdır:” (Tanör, 1995 : 48)

“Devlet-Birey-Toplum ilişkilerinde devlet kendinden sonrakilere karşı, devlet içi

alanda da siyasal organlar yargıya karşı, siyasal organlar içinde yürütme yasamaya

karşı, yürütme içinde Cumhurbaşkanı hükümete karşı, idare içinde de

merkeziyetçilik yerinden yönetimcilik ve özerkliklere karşı güçlenmiş

bulunmaktadır.” (Tanör, 1995 : 48-49)

Türk siyasal kültürünün bir yansıması olarak 1961 Anayasası da, 1982 Anayasası da

“çerçeve anayasa” anlayışı yerine kazuistik bir anlayışla düzenlenmiştir. (Özbudun,

1986, 43) Anayasaların kazuistik yöntemle yapılmasının önemli nedenlerinden birisi

tepki anayasaları olmalarıdır. Özellikle 1982 Anayasası siyasal ve sosyal sorunları da

anayasayla çözmeyi hedeflemiş, bunun içinde alışılmadık pek çok konu anayasada

ayrıntılı düzenlenmiştir. Ayrıca çözümlerin kalıcı olması hedeflenerek anayasanın

değiştirilmesi zorlaştırılmıştır. Öyle ki, cumhurbaşkanı istemezse anayasada

değişiklik yapılması olanaksızdır. Çünkü 1982 Anayasası’nın ilk halinde,

değişiklikle ilgili 175. maddesine göre, cumhurbaşkanının tekrar görüşülmek üzere

TBMM’ne geri gönderdiği değişikliğin kabulü TBMM’nin dörtte üçünün oyu

gereklidir. Ancak 1987 yılında yapılan değişiklikle, değiştirme usulü görece

kolaylaştırılmıştır.

Page 111: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

103

MGK'nın Hızlandırılmış Yasama Faaliyeti

Yasa yapma görevi yasama organına aittir. Bu cümleden olarak, Kurucu Meclisler

Anayasa yapım süreci tamamlandıktan sonra, yasa yapma görevini seçilecek yeni

meclise bırakmaktadırlar. Türkiye’de 1961 yılında sona eren askeri rejim döneminde

de bu kurala uyulmuştur. Ancak 1980-82 döneminde yasama yetkisini elinde

bulunduran MGK, anayasanın ilanından sonra da bu yetkiyi kendisinde tutmuş ve

yasaları yapmak için kullanmıştır. Yani MGK, adaylarını tek tek onaylayarak seçime

girmesine izin verdiği 1983 seçimlerinde oluşacak olan sivil parlamentoyu güvenilir

bulmamış, yasaları da bizzat kendisi yapmıştır.

“İşin bir başka püf noktası daha vardı. Olağanüstü koşullarda hazırlanan ve oylatılan

Anayasa, 12 Eylül 1980 tarihi ile yeni TBMM'nin başkanlık divanının oluşacağı tarih

arasında üretilecek olan MGK işlemlerinin anayasa yargısı denetimi dışında

olduklarını ve olacaklarını ilan etmişti. (geçici md.15) Yasalar bunların içinde ve

başında yer alıyordu. Demek ki, Anayasaya sokuşturulamayan antidemokratik

hükümler MGK eliyle yasalaştırılabilecek, bunların da anayasaya aykırılığı ileri

sürülemeyecekti. Anayasaya olumlu oy verildiği için, işin meşruluk yönü de tartışma

konusu olmaktan çıkmıştı. MGK artık bu yetkisini milletin onayından geçmiş

Anayasadan alıyordu.” (Tanör, 1995 : 50)

Milli Güvenlik Konseyi’nin bizzat ürettiği yasalar çok önemli konuları

düzenlemiştir. Toplumsal yaşamın siyasal, kültürel, sendikal vb. alanlarını

düzenleyen yasaların tamamına yakını 1982 Anayasası’nın kabulünden 1983 yılında

TBMM’nin açılışına kadar geçen sürede düzenlenmiştir. (İnan ve Ozansoy, 1986)

Page 112: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

104

Bu dönemde çıkarılan yasalar Anayasa Mahkemesi’nin denetiminden muaf sayıldığı

için yani bu yasalarla ilgili anayasaya aykırılık davası açılamayacağı anayasal

güvence altına alındığı için bu yasalar demeti adeta “ikinci anayasa” (Tanör, 1995:

51) niteliği taşımaktadır.

“MGK patentli yasalar içinde askeri alanı ilgilendirenler son derece geniş bir yer

tutar. Bunlar askeri yargıdan, asker kişilerin özlük haklarına kadar uzanan çok geniş

bir alana yayılmıştır. Anlaşılan TSK, yıllardan beri sivil siyasal iktidar ve

çoğunluklardan beklediklerini, bu fırsattan yararlanarak bizzat gerçekleştirme

olanağı bulmuştur. Bunlara da bir kaç örnek vermek ilginç olacaktır: Sıkıyönetim,

askeri hakimler, askeri mahkemeler, TSK personeli, MİT, askeri yasak bölgeler,

Askeri Tıp Akademisi, askeri ceza, jandarma teşkilatı ve görevleri, Yüksek Askeri

Şûra, seferberlik ve savaş hali, harbokulları, v.b. ile ilgili yasalar ve yasa

değişiklikleri...” (Tanör, 1995 : 51)

3.1.2. ANAP İktidarı Dönemi

1983 yılında yapılan seçimler, Türkiye'de askeri dönemin sona erdiği ve sivil rejime

geçildiğinin göstergesi olarak kabul edilir. Hatta dönemin cumhurbaşkanı olan ve

askeri darbeyi yapan komuta heyetinin de başkanı olan Kenan Evren bu süreci

demokrasiye geçiş olarak açıklamıştır. Oysa gerçekte sivil rejime bile geçildiği

şüphelidir. Çünkü Kenan Evren bir yandan demokrasiye geçildiğini açıklarken diğer

yandan anayasanın kefili olduğunu ve onu değiştirtmeyeceğini açıklıyordu.

Parlamenter demokrasilerde anayasanın nasıl değiştirileceği bellidir.

Cumhurbaşkanının kişisel olarak önleyebileceği bir süreç değildir. Kenan Evren’in

Page 113: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

105

bu açıklamalarının pratikte bir değeri olmayabilir. Ama içinde bulunulan dönemin bir

geçiş dönemi olduğunu, yani bir olağanüstülüğün sürdüğünü her fırsatta

yenilemektedir. Zaten TBMM’de o dönem temsil edilme hakkı kazanan siyasal

partiler cuntanın izin verdiği partilerdir ve onun vekillerinden oluşan bir yapı

hakimdir. Yani anayasayı değiştirme düşüncesinde, demokratikleşme yönünde

girişimlerde bulunma niyetinde olan bir parlamentodan söz edilemez. Öyleyse

bunları söylememizin ne anlamı var? Bu 1987 yılında ortaya çıkan gelişmelerde

görülecek. 1987 yılında anayasanın öngördüğü 10 yıllık yasakların (yani eski siyasal

parti liderlerinin yasaklarının) kaldırılması gündeme gelince, TBMM’deki partilerin

tutumu önem kazandı. Meclisin en büyük grubuna sahip olan ve tek başına iktidar

olan ANAP’ın lideri, demokrasiyle açıklanamayacak bir şey yaptı ve siyasal

yasakların kaldırılmasını, sıradan bir anayasa değişikliği gibi referanduma götürdü.

Siyasal hakları insan hakları kapsamında düşünürsek onların referandum yoluyla

konulabilmesinin hukuka ve demokrasiye aykırı olduğunu kolayca görebiliriz. Oysa

ANAP bu hakların kullanılabilmesini referanduma sunmakla kalmamış, bir de

bunların sürdürülmesini meydanlarda savunmuştur.

Bu siyasal gelişmelerle ilgili örneği burada keserek demokrasinin ekonomik tabanını

ele alalım. Ekonomik koşullar açısından Türkiye’nin orta gelirli ve “belirsizlik

aşaması”nda bulunan ülkelerden bir tanesi olduğunu görürüz. “Bir başka deyişle,

kalkınmışlık düzeyi Türkiye'de demokratik bir rejimi garantilemediği gibi, otoriter

bir rejime de mahkum etmemektedir. Türkiye'nin ulaştığı ekonomik kalkınma düzeyi

veya endüstrileşme aşaması, hem demokratik hem de demokratik olmayan rejimlere

açık görünmektedir. Diğer taraftan, piyasa ekonomisine Türkiye oldukça geç ancak

Page 114: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

106

1950’lerde, o da mesafeli bir biçimde geçebilmiştir. Piyasa ekonomisine geçişle

demokrasiye geçiş Türkiye'de aynı döneme rastlamasına rağmen başlangıçtaki bu

olumlu ilişki sonradan kopmuştur. Bu durum siyasal rejimlerin ekonomik nedenlerin

kaçınılmaz sonucu olmadığı gerçeğini bir kere daha vurgulamaktadır. Ekonomik

koşulların belirsiz gücü ise toplumsal dayanakların önemini vurgulamaktadır.”

(Sunar, 1987: 93-94)

Türkiye’yi toplumsal yapının demokratikleşmeye sağladığı destekler açısından

değerlendirirsek, merkeziyetçi bir siyasal mirasın, devletçi bir ekonomik sistemin,

cılız bir orta sınıfın, dağınık ve güçsüz bir işçi kesiminin, temelde zincirleme

birbirlerine bağlı olan bu koşulların, demokratikleşmeye sağlayabilecekleri

koşulların oldukça sınırlı olduğunu görürüz. Buna rağmen kalkınmakta olan ülkeler

içinde Türkiye'nin önemli bir demokrasi deneyimine sahip olduğunu saptayabiliriz.

1950 yılından bu yana, Türkiye demokrasiyle yaşamayı becerememekteyse bile,

deneyimleri ve birikimi sonucu demokrasisiz yaşayamayacağını da göstermiştir.

Tarihi ve toplumsal koşulları demokratik düzene sürekli bir teminat sağlayamadığı

halde, otoriter bir rejime de sürekli destek sağlayacak nitelikte değildir. Demokrasi

ile askeri müdahaleler arasındaki gidiş gelişler bir bakıma bunun kanıtıdır. Ekonomik

ve toplumsal koşullar, Türkiye'de görülen rejim değişikliklerini kendi başına

kaçınılmaz bir biçimde belirleyecek nitelikte değildir.

Türkiye'nin de içinde bulunduğu üçüncü dünya ülkelerinde demokratik sürecin

devrevi bir nitelik taşımaktadır. Brezilya, Arjantin, Uruguay, Yunanistan ve Türkiye

gibi ülkelerde, demokratik rejimler ve askerî müdahaleler arasında gidiş-gelişler,

adeta gelenekselleşmiş gibi görünmektedir. Demokratik veya askerî rejimler değil,

Page 115: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

107

her ikisi arasında gidiş-geliş, adeta bir siyasal sistem hüviyetine bürünmüş gibi bu

ülkelerde. “O halde, Türkiye gibi orta gelirli ve kalkınmakta olan ülkelerde

demokratik süreç bir defaya mahsus olarak yaşanan bir olay değildir. Bu ülkelerde

neden demokratik kurallar ve kurumlar gelenekselleşemiyor, neden demokratik

düzenler belirli aralıklarla çöküyor.” (Sunar, 1987: 97)

“Türkiye'de bir kez daha yeniden yaşanmakta olan demokratikleşme süreci açısından

bakacak olursak, Türkiye'nin hem kendi geçmiş deneyimlerinden hem de

demokrasilerini yeniden kuran ülkelerin tecrübelerinden faydalanacağı birçok dersler

bulunmaktadır. Türkiye, acaba yeniden kurduğu demokratik rejime sürekli bir işlerlik

kazandırabilecek midir?” (Sunar, 1987: 97) 1980’lerin ortasındaki soru budur.

Demokratik rejime geçiş sürecinde, toplumsal ve siyasal güçler, aralarında vardıkları

uzlaşmanın temel ilkelerini ve demokratik sözleşmenin dayanaklarını oluşturmak

üzere diğerlerinden, kendi yararlarına güvenceler isterler. Bu teminatlardan birincisi,

güçlerin birbirlerinin yaşamsal çıkarlarına vermemeleri vaadine dayanan, devlet

kurumlarının bütünlüğünün korunması, sermayenin kendini yeniden üretebilmesi ve

muhalefet siyasal sürece katılmasıdır. Güvencelerin ikincisi ise, “şartlı onay” ilkesine

dayanır ve demokratik kuralların özünü güvenceye alır. Böylece siyasal mücadelenin

sınırları ve kendisi güvence altına alınmış olur.

“Bu bilgiler ışığında Türkiye'deki gelişmelere bakacak olursak, Türkiye'de

demokrasiye geçiş hazırlıklarının oldukça kısa bir sürede gerçekleştiğini görüyoruz.

Anayasa, seçim kanunu, partiler, sendikalar ve dernekler kanunu gibi siyasal ve

toplumsal grupların siyasal sürece katılmalarını düzenleyen kurallar, farklı grup ve

Page 116: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

108

kesimleri kapsayan bir uzlaşma veya sözleşme sonucu değil, daha çok popüler-

plebisiter desteği yüksek askerî rejimin ağırlığı ile saptanmıştır.” (Sunar, 1987: 101)

Ancak bu yasaların kurduğu siyasal rejimin demokrasi olarak adlandırılması

yadırgatıcıdır. Örneğin siyasal partiler yasası siyasal partilerin siyaset yapma

sürecine çok ciddi kısıtlamalar getirdiği gibi, dernekler ve diğer kuruluşlar

hakkındaki yasalar da, onların siyaset yapmalarını yasaklar. Yani dernekler kanunu

dernekleri, sendikaları düzenleyen kanunlar da sendikaları siyasetten men

etmişlerdir. Ayrıca belirtmeye gerek yoktur ki, 1982 anayasası da, hem çeşitli

toplumsal oluşumların hem de bireylerin siyasete katılma alanlarını çok ciddi bir

şekilde yasaklamışlardır. Örneğin seçimlerde mahkumlar ile birlikte tutuklular da oy

kullanamazlar. Öğretim üyeleri ve yüksek öğretim öğrencileri siyasal partilere

katılamazlar.

Demokrasiye geçiş olarak adlandırılan ve 1983 seçimleriyle açılan yeni dönem

Türkiye’de demokratikleşme açısından yoğun bir gündeme sahip olunacağı

izlenimiyle başlamıştır. Çünkü bu dönem demokratik kuralların yeniden

biçimlenmesinin ve demokratik uzlaşmanın farklı bir çerçeveye oturma olasılıkları

vardır. Bu olasılıklara bağlı olarak da demokratik konsolidasyon döneminin

Türkiye’deki önemi artmaktadır.

Üçüncü dünya ülkelerinde demokrasiye geçiş için hazırlıkların yapıldığı dönemde

henüz demokratik mekanizmalar işlemeye başlamamıştır. “Yönetim henüz

sivilleşmemiş, seçimler yapılmamış ve toplumsal örgütler serbest faaliyette

bulunamadıkları için, demokrasiye geçiş dönemi sürecini temellendiren, danışma,

demokratik pazarlık ve uzlaşma süreci daha çok belirli güç ve kesimleri temsil eden

Page 117: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

109

liderler arasında yapılmıştır. Demokratik konsolidasyon döneminde ise liderler

arasındaki ilişkilerin liderler ile kitleler arasında kurulacak ilişkilerle

temellendirilmesi söz konusudur. Parti ve sendika liderleri, meslek kuruluşları ve

dernekler, kısaca siyasal ve toplumsal örgütler temsil ettikleri “taban” ile bağlantı

kurmaları ve bu bağları pekiştirmeleri gündemdedir. Özetleyecek olursak, otoriter

rejim döneminde siyasetten uzaklaştırılan toplumun farklı kesimlerinin şimdi kendi

görüş ve çıkarları doğrultusunda örgütlenerek, siyasal sürece tekrar katılmaları

demokratik konsolidasyon döneminin temel sorunudur.” (Sunar, 1987: 102)

Siyasal katılma sorunu, demokratik konsolidasyon döneminde, birincisi tavan ile

taban arasındaki ilişkiler; ikincisi partiler, parlamento ve bürokrasi arasındaki

ilişkiler olmak üzere iki boyutlu bir görünüm sergilemektedir.

Bütün Batılı demokratik rejimlerde toplum bir örgütler ağı ile örülmüştür. Toplum

yalnız örgütlenmeyle kalmamış, bu örgütler özerklikleri, tutarlılıkları ve kazandıkları

süreklilik ile kurumsallaşmışlardır. Yani, Batı’da toplum ve siyaset “örgütlenmiştir”.

Siyasal katılmaya düzen ve disiplin kazandıran işte bu örgütlenmedir.

Üçüncü dünya ülkelerinin çoğunda aşırı siyasallaşma ile siyasetten uzaklaştırılma

arasında adeta bir sarkaç hareketi gözlenmektedir. Aşırı siyasallaşmanın

kurumsallaşmadan yoksun olduğuna dikkat çekmeliyiz. Çünkü bu siyasallaşmayı

sağlayan örgütlerin ve partilerin de sürekliliği olmayan, tutarlılığı zayıf kurumlar

olduğunu görüyoruz. Öte yandan, bu sürece katkı sağlayan bir gelişme de geleneksel

bağlarından kopmuş, ancak toplumla sağlıklı bir ilişki kuramamış kitleler toplumda

önemli bir yer tutmaya başlamıştır. Bu ortam aşırı siyasallaşmaya yol açmaktadır;

Page 118: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

110

çünkü, çağdaş bir biçimde kurumsallaşamayan toplumda karizmatik liderlere

dayanan popülist partiler ve anti demokratik militan akımlar ortaya çıkmaktadır.

Böylece eksik örgütlenme aşırı siyasallaşmaya yol açmaktadır. Üçüncü dünya

ülkelerinde yaşanan bu gelişmelerin, sarkacın diğer yana doğru salınmasını

tetikleyen etken olduğunu söyleyebiliriz. Toplumun siyasetsizleştirilmesine yol açan

gelişmeler, genellikle askeri müdahale ile gelen otoriter bir rejimin kapattığı siyasal

partiler, sendikalar ve meslek kuruluşları ile resmedilmektedirler.

“Türkiye'de demokrasiye geçiş hazırlıklarının yapıldığı dönemde siyasal katılmaya

çeşitli sınırlamalar getirilmiştir. Bu sınırlar siyasal katılma kurallarını düzenleyen

anayasa, seçim, partiler, dernekler kanunu gibi kanunlar tarafından çizilmiştir. Bu

sınırlama ve yasaklara göre, 30 yaşını ve ilkokulu bitirmeyenler, affa uğrasalar bile

(taksirli suçlar hariç) bir yıldan fazla hüküm giyenler, sendika ve diğer meslek

kuruluşları yöneticileri milletvekili olamazlar. Sendikaların ve diğer meslek

kuruluşlarının, derneklerin siyasetle ilgilenmeleri, siyasal görüş açıklamaları ve

partiler ile ilişki kurmaları, partilerin köylerde örgütlenmeleri, derneklerin köylerde

şube açmaları da mümkün değildir. Bu gibi sınırlama ve yasaklar, siyasal katılımın

kapsamını daraltmaktadır. Siyasal partilerin bu örgütlerle ve bu örgütlerin de kendi

aralarındaki ilişkilerin sınırlandırılması bunları siyasetten uzaklaştırmak amacına

yöneliktir.”(Sunar, 1987: 104)

Bir toplumda siyasal partilere ve toplumsal örgütlere katılmanın düzeyiyle,

demokratik bütünleşme arasında doğrudan bir ilişki vardır. Katılım düzeyi düşük

olan toplumlarda, demokratik bütünleşme açısından doğabilecek sorunlar şöyle

sıralanabilir: 1) Katılım düzeyinin düşüklüğü siyasal partilerin ve toplumsal

Page 119: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

111

örgütlerin temsil gücünü zayıflatacağı için, toplumda etkili biçimde temsil

edilemeyen kitle ve kesimlerin ortaya çıkmasına yol açar. 2) Temsil gücü düşük

partiler ve örgütlerin tabanıyla zayıf bağları olacağı için, bu partiler toplumdaki diğer

partilerle partiler arası uzlaşma sağlamakta başarısız olurlar. Böylece partiler

gerginleşen siyasal ortama hakim olma becerisi gösteremezler. 3) Ayrıca toplumsal

gücü zayıf örgütlerin yarattığı boşluk, örgütsel-kurumsal bağları olmayan kitlelerin

militan akımlarca kolayca mobilize edilebileceği bir ortam yaratır.

Demokratik bütünleşme açısından ortaya çıkan bu sorunlar çözülemeyince, örgütsüz

katılma ve aşırı hareketlenme yönünde bir gelişme olur. Bu gelişmenin sonucu ise

istikrar değil tam tersine demokratik süreçlerin tıkanması olmaktadır.

Demokratik düzenlerde iktidar yapısının üç bileşeni vardır : 1) partiler-parlamento,

2) bürokrasi, 3) toplumsal çıkar örgütleri. Türkiye’de tek parti döneminde bürokrasi

etkili iken, çok partili rejime geçildikten sonra bürokrasi güç kaybetmiştir. Özellikle

DP iktidarı döneminde hem sivil hem askeri bürokrasi zayıflamıştır. Üçüncü bileşen

olan toplumsal örgütlerin gücü ise artmamıştır. Seçim öncesinde işçilere grev hakkı

vaad edildiği halde, bu örgütlerin güçsüzlüğünden dolayı DP bu vaadini yerine

getirmemekten çekinmemiştir. (Zurcher, 1995: 330) Toplumsal örgütlerin güçsüz

kalması konusunda, Türkiye’nin merkeziyetçi siyasal geleneği etkili olmuştur.

Bunun sonucunda toplumsal örgütlerin güçlenmesi konusunda, siyasal partiler de

bürokrasi kadar kuşkucu davranmışlardır. Toplumsal örgütlerin güçlenmesini adeta

kendi etkinlik alanına saldırı olarak değerlendirmişlerdir. Oysa toplumsal örgütler,

toplumun temsiliyeti açısından en az siyasal partiler kadar önemli bir işleve sahiptir.

Page 120: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

112

Toplumsal örgütlerin zayıf olduğu toplumlarda demokratikleşme süreci de

aksamaktadır.

“Çoğulcu demokratik düzene sahip Batı toplumlarında toplumsal örgütler, ne

bürokrasinin güdümünde ne de siyasal partilerin uzantısı olmak durumundadır.

Türkiye'de güçlü bir bürokratik gelenek, diğer kalkınmakta olan ülkelere oranla,

etkin ve sürekli bir partiler sistemi olmasına karşın, sivil toplumun temel taşları olan

toplumsal kurumlar ve kuruluşlar köksüz, bağımlı olarak kalmışlar, daha da ötesi

“çıkar” örgütleri olarak hep kuşkuyla karşılanmışlardır.” (Sunar, 1987: 106)

Merkez sol ve sosyal demokrat partiler her zaman sendikalar ile yoğun bir işbirliği

içinde gelişirler. Bu desteğin ve işbirliğinin yasaklandığı bir ortamda sol partiler

zayıf kalır. Benzer bir şekilde sağ partiler de işveren kuruluşları ile bağlantılı

olmalıdır. Merkez sağ veya liberal partilerin bu kuruluşlarla ilişkisi yasaklandığı

zaman, sağ partiler “destek karşılığı hizmet” diye özeklenebilecek patronaj ilişkileri

içine girmek zorunda kalırlar.

Böylece, sol partiler örgütleri zayıf, karizmatik liderlerin yönettiği popülist partiler;

sağ partiler de aynı şekilde karizmatik liderlerin yönettiği patronaj partileri olmaya

mahkum olurlar. Sonuç olarak, örgütsüz toplumlar, sosyal demokrasi yerine

popülizm; liberalizm yerine patronaj partilerini ortaya çıkarabiliyorlar ki, her iki parti

yapısı da toplumsal destekten yoksundur. Toplumsal destekleri zayıf partilerin

birbirleriyle uzlaşmaları ve siyasal ortamı yumuşatmaları zor olmaktadır. Buna bağlı

olarak de, siyasal çekişmeler kişisel sürtüşmelerle sınırlı hale gelmektedir.

Page 121: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

113

Eğer Türkiye'de demokratikleşme konusundaki girişimlerin başlangıç aşamasını, anti

demokratik anayasanın ve yasaların değiştirilmeleri oluşturacaksa, ANAP dönemiyle

ilgili bu açıdan da kısa bir değerlendirme yapmak gerekir. Özellikle güçlü liderinin

başbakan olduğu dönemlerde, ANAP iktidarı, anayasada önemli bir değişiklik yapma

girişiminde bulunmamıştır. 1987 yılında yapılan ilk anayasa değişikliği oldukça dar

kapsamlı olmuştur. Üç değişiklik söz konusudur. Birincisi anayasa değişikliğiyle

ilgili 175. maddede, ikincisi seçmen yaşı ile ilgili 67. maddede, üçüncüsü

milletvekili sayısını düzenleyen 75. maddede ve son olarak halkoylamasında

onaylanması koşuluyla, eski siyaset adamlarına siyaset yasağı koyan geçici 4.

maddede yapılan değişikliktir.

“Geçici 4. maddenin kaldırılmasının halkoylaması koşuluna bağlanmış olması,

demokrasi açısından büyük bir talihsizlik olmuştur. Gerçi, 6 Eylül 1987 günü yapılan

halkoylamasında ‘evet’ oyları ‘hayır’ oylarından fazla çıkmış ve böylece, geçici 4.

madde ayıbından kurtulma olanağı bulunmuştur. Ne var ki, bu oylamanın sonuçları,

insan haklarına ilişkin konularda halkın oyuna başvurulmasının tehlikesini apaçık bir

biçimde ortaya koymuştur. Gerçekten de, yirmi üç milyon dolayındaki geçerli oy

toplamı içinde yalnızca kırk bin kişi kabul yerine red oyu verseydi, halkoylamasının

sonucu olumsuz çıkacaktı.” (Eroğul, 1995: 7) Bu süreçle başlayan anayasa

değişiklikleri 2004 yılına kadar dokuz defa gerçekleştirilmiştir. Bunların en

kapsamlıları Avrupa Birliği üyeliği süreciyle ilgili olarak, “dış etken” ile

gerçekleştirilmiştir. AB ile ilgili daha sonra bir bölüm olduğu için burada ayrıntıya

girmeden belirtmeliyiz ki, en kapsamlıları da dahil olmak üzere anayasa

değişiklikleri, demokratikleşme yolunda yeterli değişiklikleri içermemektedir. Zira

Page 122: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

114

1982 Anayasası içinde doğduğu ortamın bütün olumsuzluklarını taşıyarak Fazıl

Sağlam’ın deyişiyle bir “anti-anayasa”, Server Tanilli’nin deyişiyle “anayasa denilen

bir belge”dir. Yani 1982 anayasasının yerine demokratik yeni bir anayasa

yapılmalıdır. Bir başka şeyi daha mutlaka belirtmeliyiz: Bu güne kadar seçilmiş

hiçbir siyasi parti kapsamlı bir anayasa ve demokratikleşme girişiminde

bulunmamıştır. Adeta, “dış etken”in zorlamasıyla, istemeye istemeye bazı

değişiklikleri yapmaya rıza göstermişlerdir.

3.1.3. ANAP Sonrası Dönem

Ekim 1991’de yapılan seçimler Türkiye’de yeni bir dönemin başlayacağı olasılığını

doğurmuştu. Bu yeni dönemin en belirgin özelliği 12 Eylül rejimin siyasal

düzenlemelerinin ve siyasal mirasının ortadan kaldırılma olasılığına da karşılık

gelecekti. Çünkü, 12 Eylül yönetiminin “icazetli” partileri siyaset sahnesindeki

etkilerini tamamen kaybetmiş olacaklardı. Bir başka etken de, 12 Eylül döneminin

yasakladığı siyasal partiler ve liderleri, iktidara gelecekler ve muhalefet döneminde

vaat ettikleri demokratikleşmeyi gerçekleştireceklerdi.

1991 döneminde oluşan TBMM gerçekten de bu olasılıklar doğrultusunda oluştu.

Ancak bu parlamento, beklenenlerin hemen hemen hiç birini gerçekleştiremedi.

Neden?

Değerlendirmemize, 1983 yılında geçilen sivil dönemin genel bir özetiyle başlamak

gerekiyor. Türkiye'de, baştan aşağı yenilenmiş ve sınırlandırılmış bir hukuki yapıyla,

daha kısıtlı bir anayasal çerçeve içinde demokrasiye dönülen bu dönem, istikrarsız

Page 123: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

115

bir demokrasi deneyiminin de başlangıcı oldu. O günden bu yana, gerek uluslararası

sözleşmelerle belirlenen ölçütlere uygun kabul edilen bir liberal demokrasiye sahip

olunmaması, gerek etnik ve dinsel hareketlerin yükselişi, gerekse parlamenter

siyasetin bir türlü istikrara kavuşturulamayışı, rejim tartışmalarının sürekli gündemde

kalmasına neden oluyordu. Özellikle ANAP’ın düşüşe geçtiğinin artık kesinleştiği

1989’dan bu yana, parlamenter siyasetin krize girdiği, temsil sorunu yaşandığı,

rejimin meşruiyet üretmekte zorlandığı, genel bir kanı durumuna gelmiş

bulunuyordu. Parlamenter siyasetteki kriz, farklı yaklaşımlarca, güçlü hükümetler

çıkarılamadığı için ‘yönetememe krizi’; kamu politikalarının toplumsal uzlaşmaya

dayanmaması, küçük bir kesimin çıkarlarını yansıtması ve bu nedenle de kapalı

kapılar ardında belirlenmesi nedeniyle ‘meşruiyet krizi’; ya da, devletin yasakçı

politikalarının kültürel kimlikleri bastırması nedeniyle, ‘temsil krizi’ olarak

nitelendirilebilmektedir.

Türkiye’de bazı çevreler, 1983-1991 dönemini tek partinin istikrarlı yönetimi

anlamında, ‘yöneten demokrasi’ olarak ele alıyorlar. Aynı mantığı sürdürerek,

1991’den bu yana geçen dönemi de, ‘yönetemeyen demokrasi’ olarak ele alıyorlar.

Açıklayıcılığı tartışmalı olsa da, böyle bir yaklaşım 1983’ten bu yana yaşanan

parlamenter dönemi nitelemekte kullanılabilir.

Ekonomik, siyasal ve ideolojik boyutlarıyla derin bir krize sahne olan 1991 sonrası

Türkiye’sinde her ne kadar radikal İslam ılımlılaştırılabilmiş ve parçalanmış,

PKK’nın silahlı eylemlerine son vermesi sağlanmış görünse de, kriz dinamiklerini

bütünüyle ortadan kaldıran bir istikrar dönemine girildiğini söyleyebilmek olanaklı

değildir. Öne çıkan sorun, ekonomide odaklanmaktadır.

Page 124: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

116

Yakın dönem ele alınırken, 1989’un yeni bir alt dönemin başlangıcı olarak kabul

edilmesi konusunda, yaygın bir uzlaşı bulunduğunu söyleyebiliriz. Türkiye’de kriz

çalışan akademisyenler bu dönemi, ekonomide ihracata dönük modelin tıkanması ve

finansal liberalizasyona geçiş olarak, ele alıyorlar. Buna bağlı olarak siyasette de

ANAP’ın uğradığı ağır yerel seçim yenilgisi ve sendikal mücadelelerin önlenemez

boyutta yükselişi, yeni bir alt dönemi başlatır görünmektedir.

1980’lere damgasını vuran ANAP’ın 1989 yerel seçimlerinde üçüncü sıraya düşmesi,

seçmen desteğinin hızla eridiğini gösteriyordu. Merkez sağdaki yer tutma mücadelesi

olarak açıklanabilecek süreç, 1989’da başladı. ANAP ile DYP’nin sonradan birbirini

tüketen sert bir rekabete girişmesinin ve ‘pata’ durumunun başlangıcı, siyasal

yasakların kaldırılması referandumuyla başlatılabilirse de, 1989 yerel seçimleri bu

mücadelenin açığa çıktığı dönem olmuştur. Örneğin DYP genel başkanı Süleyman

Demirel kendi üslubu içinde birazda demagoji yaparak, ANAP’ın oylarının yüzde

22’ye gerilediğini söyleyenlere, “hayır, yüzde 21.78’dir, milletin vermediği oyları

onlara ben veremem” diyordu. Sermayenin ana partisi olmak için girişilen bu

çözümsüz rekabet, 1990’ların önemli siyasal gelişmelerinden biridir. Zira, merkez

sağdaki iki büyük partinin birlikte zayıflamaları ve sermayenin kendinden saydığı

hükümetler oluşturmakta sıkıntıya düşülmesi, siyasal istikrarsızlığın önemli

parametrelerinden biridir.

1991 genel seçimlerinin analizi gösteriyor ki; DYP birinci çıkmıştır ve ANAP yerine,

SHP ile koalisyon hükümeti kurmaya karar vermiştir. Yani merkez sağdaki iki

partinin bir araya gelmeleri kolay olmayacaktır; SHP’nin yükselişi kısa sürede

durmuştur ve 1989’daki yerel seçimlerde elde ettiği ilk sırayı kaybetmiştir; buna

Page 125: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

117

karşılık, seçim ittifakı kuran RP-MHP-IDP önemli bir oy artışı sağlamıştır. Nitekim,

1994 yerel seçimleri ile 1995 genel seçiminde RP, oy patlaması yapacaktır. Bu

seçimde barajın altında kalmakla beraber, MHP’nin sağladığı artış da küçümsenecek

gibi değildir. ANAP ile DYP’nin, büyük parti sayılmak için psikolojik sınır

sayılabilecek yüzde 20’nin altında kalması ise merkez sağdaki erimeyi gösteriyordu.

DYP ile ANAP’ın kurduğu koalisyon hükümetinin kısa sürede dağılması, sonuçta 28

Şubat’a giden yolu da açmıştır.

28 Şubat süreci ise DYP’nin, RP’sinin “radikal islamcılığını” yumuşatmak iddiasıyla

kurduğu koalisyonun sonu olmuştur. Yani RP, sistemle çatışma noktalarını

zorlamaktan geri durmamış, yumuşamak yerine, zaman zaman sertleşen bir üslupla,

daha radikal bir tutum sergilemiştir. 28 Şubat 1997’de yapılan MGK toplantısı, bu

durumu su yüzüne çıkarmış ve hükümetin son bulmasına yol açan süreci başlatmıştır.

Bu süreci “postmodern darbe” olarak değerlendiren, çok sayıda gazeteci ve sosyal

bilimci bulunmaktadır.

1999 genel seçiminin en çarpıcı sonucu ise, DSP ile MHP’nin hiç beklenmeyen bir

oy patlaması gerçekleştirmeleriydi. 1995’te “merkez sol”un birinci partisi durumuna

gelen DSP, 1999 seçiminden de birinci parti olarak çıktı. 28 Şubat’ın mağduru

sayılan ve bu seçimde oy patlaması yapması beklenen RP ise, ancak üçüncü parti

olabildi. ANAP ve DYP’nin oyları baraja iyice yaklaşırken, CHP tarihinde ilk kez

parlamento dışında kaldı.

Yakın dönemin henüz hafızalarda taze olan gelişmelerini daha fazla uzatmadan;

Türkiye'nin parlamenter siyasetinde, ANAP’ın düşüşe geçtiğinin artık tescillendiği

Page 126: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

118

1989’dan sonraki dönemde, her seçimden bir başka partinin birinci olarak çıktığını

belirtelim. Seçmenlerin ANAP’a karşı SHP ve DYP’de bulamadığı alternatifi RP,

MHP ve DSP’de aramaya devam ettiği görünmektedir. Bu süreç içinde, belirtmek

gereken bir siyaset üslubu gelişmiştir: her parti, seçim sürecinde seçmene

“denenmemiş” olmasını bir özellik olarak sunup, “bu sefer bizi deneyin”,

demektedir. Parlamenter siyasetin krize girdiği bu dönemin bazı özelliklerini şöyle

sıralamak mümkündür.

“Geniş seçmen yığınlarının arayışının, her ne kadar bilince çıkmasa da, neo-liberal

politikalara karşıtlık temelinde şekillendiği söylenebilir. Son zamanlarda yapılan pek

çok kamuoyu araştırması, deneklerin büyük bölümünün en önemli sorun olarak

ekonomik ve sosyal sorunları gördüğünü göstermektedir. Seçmenlerin, yeni umut

olarak görüp yöneldiği partilerin kalıcı olamayışında, IMF-Dünya Bankası

politikalarına alternatif üretememeleri ve tabanlarını sağlamlaştırabilecek ekonomik

ve sosyal politikalar geliştiremeyişleri belirleyici olmuştur. Özellikle merkez sağın

başarıyı, seçime ekonomik açıdan iyi bir konjonktürde girmeye (seçim ekonomisi) ve

medyayı tekelleştirerek kontrol altına almaya bağlayan stratejisi yetersiz kalmıştır.”

(Ataay, 2002: 207) Bu görüşe iktidarda olmayan siyasal partilerden bir itiraz

gelmektedir. Bunu iktidarda olmayan partilerin, bu politikaların kendisini eleştirmek

ve bir alternatif üretmek yerine, neo-liberal politikalar denilen IMF ve Dünya

Bankası politikalarının kararlı bir şekilde uygulanamadığını söylemelerinden

anlıyoruz. Yani krizin kaynağını politikalarda değil, koalisyon hükümetlerinin

güçsüzlüğünde görüyorlar. Tek başlarına iktidara gelmek ve önerilen programları

kararlı bir şekilde uygulamak için oy istiyorlar.

Page 127: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

119

Sermayenin politikalarını belli bir süzgeçten geçirme, aşırı yanlarını törpüleme,

böylece destek-meşruiyet kazandırma işlevini üstlenen siyasal partiler, bunu yerine

getiremez duruma düşmüştür. Kriz derinleştikçe ve sermayenin istemleri meşruiyet

kaygısından uzaklaştıkça, siyasal partilerin bunlar üzerinde ufak düzeltmeler yapma

olanağı da iyice ortadan kalkmaya başlamıştır. Türkiye'de son yirmi yılda,

hükümetler, sürekli olarak toplumun geniş kesimlerinden fedakârlık istemiş,

uygulamaya koyduğu yoksullaştırıcı politikaların geçici olduğunu, birkaç yıllık bir

fedakârlıktan sonra ekonomideki sorunların çözüleceğini söylemiş, refahın artacağı

vaadinde bulunmuşlardır. Ancak, bugüne kadar sözünü tutabilen bir iktidar

olmamıştır. Toplumun geniş kesimleri de bu duruma, o partiye yeniden oy

vermeyerek yanıt vermiştir. Ancak, refahı artırma vaadiyle yönelinen ve iktidara

getirilen diğer partilerin uygulamaları da farklı olmamıştır.

Bu gelişmelerin sonucunda, toplumda siyasal partilere, siyasetçiye ve genel olarak

siyasete olan güven en alt düzeye inmiştir. Siyasal partilerin kitle tabanı erimiş,

kararsız-partisiz seçmen oranında büyük artış olmuştur. Her seçimde önemli oy

dalgalanmaları yaşanmakta, partiler arasında çok ciddi boyutlarda oy kaymaları

ortaya çıkmaktadır. Merkez sağ ve merkez solun oy tabanı, Türkiye tarihinin, en alt

düzeyine inmiştir. Aşırı sağın oy tabanı, Türkiye tarihinin, en yüksek düzeyine

çıkmıştır. Toplum genel bir umutsuzluk, yönsüzlük, hedefsizlik psikolojisi içine

girmiştir.

1990’lar boyunca bütün hükümetler, koalisyon veya azınlık hükümeti olarak

kurulabilmiştir. Bu dönemde, tek başına iktidara gelen ve programını-sözlerini

uygulayabilen partilere rastlanamamaktadır. Merkez sağda ve merkez solda siyasal

Page 128: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

120

parçalanma kalıcılaşmıştır. Partilerden herhangi biri diğerleri aleyhine büyümemiştir.

Gerçekleşen daha çok nöbet değişimidir. Günümüz Türkiye’sinde, yüzde 20’nin

üzerinde oy almak artık büyük başarı sayılır olmuştur. Nitekim, 2002 seçimlerinde

bir parti yüzde 20’yi geçmiştir ve tek başına anayasayı değiştirecek sayıda

milletvekiline sahip olmuştur.

1990’lar boyunca, koalisyonların oluşumu da ilginçtir. Alışılmışın aksine, genellikle

siyasal yelpazenin farklı bölümlerinden partilerin bir araya gelerek oluşturdukları

koalisyon hükümetleri kurulmaktadır. Bunun tek istisnasını oluşturan DYP-ANAP

koalisyonu çok kısa ömürlü olabilmiştir. Partilerin, bazı koalisyonlarda, kimliklerini

vurgulama amaçlı dirençlerinden kaynaklı, koalisyon krizleri çıkmaktadır.

Koalisyon hükümetleri boyunca, temel siyasal sorunlarda parlamenter siyasetin gücü

ve belirleyiciliği azalmış, bürokrasinin çeşitli kanatlarının gücünde artış görülmüş ve

teknokrasinin siyaset üzerindeki vesayetinde artış gibi eğilimler egemen olmuştur.

“1990’lar boyunca, sayılan bu istikrarsızlık unsurlarına yanıt olmak üzere, siyasal

partiler sisteminin istikrara kavuşturulması için çokça arayışta bulunulmuş olmasına

karşın, bunların hiç biri başarılı olamamıştır. Merkez sağdaki iki partinin birleşmesi,

birinin diğeri aleyhine güçlendirilmesi ya da koalisyonda bir araya gelmesi

sağlanamamıştır. Tersine, merkez sağ partiler birlikte erimeye devam etmişlerdir.

Öte yandan, merkez partileri lehine sonuç vereceği düşünülen başkanlık sistemi,

yarı-başkanlık sistemi, iki turlu dar bölge seçim sistemi gibi arayışlar da uygulamaya

geçirilememiştir. Bu durum, sermayeyi güvenilir hükümetler kurulmasını sağlamak

sorunuyla karşı karşıya bırakmaktadır.” (Ataay, 2002: 208)

Page 129: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

121

2002 seçimleri öncesinde, sermaye açısından en önemli problem programını tavizsiz

uygulayacak, güçlü ve kararlı hükümetler kurulmasını sağlamaktır. Ancak bu, içinde

aşılması imkansız çelişkiler barındıran bir istemdir. Çünkü, sermayenin

uygulanmasını istediği politikalar, toplumun küçük bir kesimi lehine ve büyük bir

kesimi aleyhine politikalardır ve bu politikaları kararlılıkla uygulayarak, güçlü

seçmen desteğine sahip kalabilmek, seçimle gelen bir siyasal parti için imkansızdır.

“Bu yüzden sermayenin IMF-Dünya Bankası paketlerinde-programlarında

somutlanan istemlerini, kararlılıkla-ödünsüz olmasa da büyük ölçüde uygulayan

partilerin tekrar seçim kazanabilmeleri olanaksızdır. Öyleyse, esas olanın partinin

seçim başarılarının sürekliliğinden çok sermayenin IMF-Dünya Bankası paketlerinde

somutlanan politikalarını ödünsüz uygulanması olduğunu söyleyebiliriz. Bu

yaklaşıma gelebilecek bir itiraz şudur: Seçmen sadece iktisat politikasına göre mi oy

veriyor? Bu itiraz kapsamlı bir şekilde tartışılabilir. Çünkü günümüzde ideolojilerin

sona erdiği iddialarına rağmen seçmen inanç, kültürel kimlik vb. saiklerle oyunu

verebilir. Ancak yukarıda yaptığımız saptamaya bağlı olarak, sermayenin son on

yılda tekrarlanan oyunun devam etmesini istediğini ve bunun çıkarları için zorunlu

olduğunu belirtmeliyiz. Peki partiler bu oyuna neden dahil oluyorlar? Bunu bir iş

adamı “taç giyen baş akıllanır” sözü ile ifade etmiştir: Seçim sürecinde seçmenlere,

parti tabanına hangi vaatlerde bulunulduğu, partinin programı hedefleri önemli

değildir. Önemli olan iktidara gelince akıllanmak, yani sermayenin programını

ödünsüz uygulamaktır.” (Ataay, 2002: 209) Acaba, bütün partilerin en az bir kez rol

aldığı bu oyunu tekrar sahneleyebilmek olanaklı mıdır?

Page 130: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

122

Her şeye karşın, tüm partilerin ekonomik ve sosyal politikalarının tek tipleştiği

1990’lar boyunca, yerli ve yabancı sermayenin programı, bütün hükümetler

tarafından sürdürülmüştür. Büyük sermaye egemenliğinin geleneksel temsilcileri sağ

parti ve hükümetler olsa da, çeşitli nedenlerle sol parti ve hükümetler de bu programı

uygulamaktan kaçınamamışlardır. Bu çeşitli nedenlerin en başında da küreselleşme

döneminde, dünya kapitalist sistemiyle bütünleşme anlamına gelen neo-liberal

politikaları öneren/dayatan sermayenin uluslararası kuruluşlarının gücü gelmektedir.

“Bütün partilerin tek tipleştirilmesi süreci pek de sancısız değildir. Bu durum, her

seçimden sonra, hükümete katılan partilerin değişip değişmediğinin büyük sermayeli

medyada gürültülü bir biçimde sorgulanmasıyla ortaya çıkmaktadır. Bu değişimin

garantiye alınmasında, birkaç temel mekanizma öne çıkmaktadır.” (Ataay, 2002:

209) Bu sürecin ekonomik ve siyasal olmak üzere iki yönü vardır. Ekonomik

yönden belirleyici olanlar, IMF ve Dünya Bankası ile ekonomi bürokrasisidir.

Ekonomi bürokrasinin etkileri de büyük oranda bu uluslar arası kuruluşların etkisiyle

ortaya çıkmaktadır. Belki belirtilmesi gereken bir başka şey de Özal’ın oluşturduğu

bir gelenektir: “ekonominin gereği yapılacaktır” sözünde anlam bulan bu gelenek,

1980’ler boyunca çok duyulan bir sözdür. Yani ekonomi bir bilimdir ve politikaya

kurban edilmeden onun gerekleri yapılacaktır. Bu ideolojik söylem Özal döneminde

etkili olduğu gibi daha sonra Kemal Derviş’in partisiz bakanlığına kadar uzanan bir

gelenek de yaratmıştır. Partileri tek tipleştiren sürecin siyasal yönünde ise MGK,

yüksek yargı ve cumhurbaşkanlığı gibi mekanizmalar belirleyicidir. Sermayenin

egemenliğindeki medya, bu sürece eşlik etmektedir ve bir tür milli birlik/bütünlük

Page 131: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

123

söylemi içinde, partiler hep aynı politikaları uygulamayı kabul etmektedirler. Medya

sürecin bütün aşamalarına eşlik etmektedir.

“Sermayenin programına destek sağlamakta zorlanması ve siyasal partilerin bu

programı uygulamakta isteksiz davranması, sermaye açısından temsil krizinin

işaretlerini vermektedir. Ancak, sermayenin elinde de güçlü kozlar bulunmakta,

ekonominin kırılgan yapısı kriz çıkarma tehdidinin hükümetlerin başında sürekli

sallanmasını sağlamakta; bu da hangi partiler iktidara gelirse gelsin, hangi vaatlerde

bulunmuş olursa olsunlar, IMF-Dünya Bankası paketlerinin uygulanmasını

kolaylaştırmaktadır.” (Ataay, 2002: 209)

Bu sürecin ilerlemesi sancılı olmaktadır. Bu sancının sebebi, bekleneceği gibi emekçi

sınıfların muhalefetinden kaynaklanmamaktadır. Büyük sermayenin uyguladığı bu

politikalara en önemli tepkiyi küçük ve orta ölçekli sermaye göstermektedir. Buna

bağlı olarak da sermayenin asıl rahatsız olduğu siyasal güç, sağ siyasal partilerdir.

Zira, bu süreçten olumsuz etkilenen küçük ve orta ölçekli sermayenin temsilcileri,

aşırı sağ partilerdir. Küçük orta ölçekli sermaye ve küçük burjuvazi, 1980 sonrası

dönemin ekonomik politikaları tarafından, dışlanmaktadır. Bu dışlanma, hem birikim

modeli düzeyinde hem de uygulanan kriz dönemi politikalarında, karşımıza

çıkmaktadır. Daha sonra tekrar değineceğimiz gibi, tütün yasası sadece tütün üreticisi

çiftçiyi değil, tütün ve tütün ürünleri alanında çalışan küçük işletmeciyi de

dışlamaktadır. Sermayenin yeniden yapılanmasına yol açan bu gelişmeler ya da bir

başka ifadeyle kriz, IMF-Dünya Bankası paketleri-programları etrafında, sermayenin

bütün kanatlarını kapsayan bir uzlaşmanın ortaya çıkmasını önleyecek kadar

derindir. Bunun sonucu olarak da 1990’lar boyunca merkez sağ gerilemeye aşırı sağ

Page 132: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

124

ise güçlenmeye devam etmiştir. Ancak büyük sermayenin ve uluslar arası desteğinin

gücü, aşırı sağ partilerin iktidar olmaları halinde kendi destekçilerine ve temsil ettiği

kesimlere yönelik bir politika uygulayabilmelerini engellemektedir.

Emekçiler ise, 1980 yenilgisinin psikolojisinden kurtulamamış, mücadele edecek bir

güç olarak belirli bir siyasal yapı içinde ve bilinç düzeyinde, birlik olamamışlardır.

Bu durumun siyasal yansıması ise bağımsız siyasal partisine sahip olamayan bir

emekçi sınıf olmuştur. Dolayısıyla, en büyük temsil krizini de bu sınıf

yaşamaktadır. Karşı hegemonya oluşturmanın nesnel gücü olması gereken emekçi

kesim, bu dağınıklığı ve partisizliğine bağlı olarak, kendi çıkarlarını bile istenilen

düzeyde savunmaktan uzaktır.

1980 sonrası Türkiye'sinde eşitsizlikler artarken, sınıf bilincinin de gerilemekte

oluşunun nedenlerini, siyasal ve ideolojik süreçlerde aramak gerekmektedir. Bu

dönemde, büyük sermayenin egemenliğini sürdürebilmesinde, gerek parlamento içi

gerekse parlamento dışı muhalif siyasal akımları etkisizleştirebilmekte, örgütlü

siyasal yönelişler geliştirebilmelerinin zeminini ortadan kaldırabilmekte gösterdiği

başarı, temel önemde olmuştur. Türkiye'de geniş yığınların hoşnutsuzluklarının son

derece arttığı bir dönem boyunca, alternatif siyasal arayışların gündeme bile

gelemeyişinde, 12 Eylül'den kalma devlet yapısının ve 1990'larda yaşanan medya

patlamasının (Kaya, 1999b) belirleyici etkileri olmuştur. Ancak, bunların başarısı da

mutlak değildi. Neo-liberal politikaların tek yanlı ve gürültülü temsilciliğini üstlenen

medya ideolojik etki yaratmakta gösterdiği başarıyı, çok arzulandığı açıkça belli olan

seçim sonuçlarını yönlendirmekte gösterememiştir.

Page 133: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

125

Geniş yığınların hoşnutsuzluğunu her seçimde iktidarı değiştirerek göstermesi, bir

yanıyla, sistem açısından güçsüzlük ve istikrarsızlık belirtisidir. Öte yandan,

seçmenlerin ideolojik yönelimlerinin belirlenmesinde gösterilen başarı,

hoşnutsuzlukların, herkese iki anahtar, adil düzen gibi sağ popülist vaatlerle

eklemlenebilmesini sağlamaktadır. Türkiye'de parlamenter siyaset, neo-liberal

ideoloji ve politikalar ile sosyal adaletçi sağ popülist vaatlerin çelişkili

eklemlenmesine sahne olmakta, ancak bu da uzun süreli olamamaktadır. Bunun bir

başka boyutu, bireyci ideolojilerin yaygınlaştırılmasının yığınlarda bireyci ve köşe

dönmeci yanılsamaların egemen olmasını sağlamasıdır. Öte yandan bireyci

eğilimlerin egemenlik kazanması, devletin sınıf karakterinin yozlaşması (Boratav,

1991) durumunun bile, sisteme yönelik bir sorgulamaya konu olmamasına yol

açmaktadır.

3.2. Uluslararası Kuruluşların Önerdiği Programlar

Uluslararası Kuruluşların Önerdiği Programlar üç alt bölümde ele alınacaktır.

Bunlardan birincisinde, 1980’lerden bu yana uygulanmakta olan ve üçüncü dünya

ülkelerine IMF-Dünya Bankası ikilisinin önerdiği yapısal uyum programlarını ele

alıyor ve Türkiye bağlamında kısaca değerlendiriyor. İkinci alt bölüm Dünya

Bankası’nın kavramlaştırdığı ve idari reform olarak sunulan yönetişim

uygulamalarını ele alıyor ve 2001 krizi sonrası verilen niyet mektubundaki yönetişim

kavramına değiniyor. Üçüncü ve sonuncu alt bölüm ise, 2001 krizi sonrası Türkiye

Cumhuriyeti Hükümeti’nin dışarıdan kabineye dahil edilmiş siyaset üstü “uzman”

bakanının adıyla anılan “önlemler paketinin”, nasıl IMF-Dünya Bankası ikilisinin

Page 134: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

126

önerileri doğrultusunda şekillendiğini ele alıyor. Bir başka deyişle, ikilinin üçüncü

dünyaya önerdiği ikiz reformların (ekonomik ve idarî) nasıl bir dayatmayla

uygulamaya konulduğu değerlendiriliyor.

3.2.1. Dünya Bankası ve IMF’nin Yapısal Uyum Programları

Yapısal uyum programları kısaca şöyle tanımlanabilir: “IMF ve Dünya Bankası

borçlarını ödeyebilmek için, borçlu ülkelerin, bu program çerçevesinde aynı

kuruluşlardan yeni borçlar almalarını sağlayan ekonomik programlar”dır. (Soyak,

2003)

Bu programlar, uluslararası finansal kuruluşlar tarafından, finansal yardım verilecek

ülkelere dayatılan serbest piyasa yönelimli ekonomi politikaları setidir. IMF ve

Dünya Bankası gibi temel uluslararası finansal kuruluşların yapısal uyum

programlarının finansmanı ve tasarımında, ABD önemli rol oynamaktadır. Yapısal

uyum politikalarıyla, kredi veren kuruluşların, azgelişmiş ülkelere yeni kredi

açmasının koşulları benimsetilmeye çalışılmaktadır. Bu çerçevede krizle alt üst olan

ve ekonomisini dış borçla yönetmek zorunda kalan azgelişmiş ülkeler, özellikle

1980’lerin başından itibaren, bu politikalara muhatap olmuşlardır. Yapısal uyum

programları; ticaret ve yatırıma yönelik düzenlemelerle, yabancı yatırım için uygun

bir ortamın yaratılmasını hedeflemekte ve yaygın amaç olarak da, yurtiçi piyasalar

üzerine odaklanan ulusal kalkınma modellerinin yerine, dışa dönük kalkınma

modellerini gündeme getirmektedir. Yani bu programlarla; ticaret, finans ve üretim

yapılarına hakim olacak, tam bir küresel bütünleşme model olarak sunulmaktadır.

1980’lerin başında İngiltere’de Thatcher, ABD’de Reagan tarafından tohumları atılan

Page 135: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

127

bu politikaların temel araçları, hemen her ülke için benzer nitelikler taşımaktadır.

Tipik bir yapısal uyum programında borçlu ülkeye dayatılan ekonomik koşulları şu

şekilde özetlemek mümkündür:

* Ülkenin mevcut ekonomik yapısını süratle ihracatçı hale getirecek bir yeniden

yapılanma,

* Faiz oranlarının yükseltilmesi,

* Fiyat kontrollerinin ve destekleme alımlarının kaldırılması,

* Eğitim, sağlık ve gıda ile ilgili kamu programlarının kesilmesi,

* Hükümet hizmetlerinde azaltılma yoluna gidilmesi,

* İthalat ve ihracat kısıtlamalarının kaldırılması,

* Mal ve hizmetlerin fiyatlarının deregule edilmesi,

* Kârlı kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi,

* Devlüasyon. (Soyak, 2003)

Yapısal uyum programları, aslında azgelişmiş ülkeleri aşan ve dünya ekonomisinin

bütünleşmesini (küreselleşme) hedefleyen, neo-liberal politikalardır. Ancak

azgelişmiş ülkeler, bu bütünleşmeyi sağlayabilmek için çok daha köklü ve sancılı

reçeteleri uygulamak zorunda kalmışlardır.

Page 136: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

128

Türkiye’ye baktığımızda, bu politikaların, 1980 “24 Ocak Kararları”na kadar geriye

götürülebileceğini görüyoruz. 12 Eylül darbesi, Türkiye'de yeni bir dönemi açmıştır.

Bu dönemde Özal’ın formüle ettiği 24 Ocak kararlarının, uluslararası kapitalizmin

yapısal uyum stratejisine uygun ilk önlem paketi olduğunu saptıyoruz. Turgut Özal

24 Ocak kararlarının alınması sırasında bürokrat, uygulanması sırasında askeri

rejimin bakanı ve yeni yapısal uyum programlarının gündeme getirilmesi sırasında

da (1983’ten itibaren) başbakan olarak yönetimde bulunmuştur.

Askerî vesayet tasarımına göre hazırlanmış olan 1982 Anayasası, yürütmeyi

güçlendiren yapısıyla Türkiye'nin kapısında bekleyen yapısal uyum programlarına

kapı aralamıştır. (Timur, 1996: 49) Bu dönemdeki uygulamalara baktığımız zaman,

Latin Amerika ülkelerindeki uygulamalara benzer bir şekilde hükümetin, hızlı karar

alma adına, yasa gücünde kararname ile ülkeyi yönettiğine tanık oluyoruz. Yasa

gücünde kararname, yapısal uyum programları uygulayan azgelişmiş ülkelerde, sıkça

kullanılan bir araçtır. Örneğin Arjantin’de Menem, diğer Latin Amerika ülkelerine

örnek olan bu yöntemi sıklıkla kullanmış ve çok sayıda önemli düzenlemeyi, bu yolla

gerçekleştirmiştir. Başbakan Turgut Özal, Kasım 1981’de toplanan İzmir İktisat

Kongresi’nde, “ihracatı sadece ülkede üretilen malların dışarıya satılması olarak

değil, ülkemizin kapalı ekonomisinin topyekun dış dünyaya açılması olarak

algıladığını” açıkladı. Bu açıklama küreselleşme ve yapısal uyum politikalarının da

en basit ifadesinden başka bir şey değildi.

1980’ler boyunca bu politikaların Türkiye'de uygulayıcısı olan Özal’ın

uygulamalarına, biraz daha yakından bakmakta fayda bulunmaktadır. Bu politikaları

uygulaması sırasında Özal iktidarı, askeri rejimle zımnî bir işbölümü yapmıştır.

Page 137: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

129

Askerler düzeni koruyacak ve toplumsal talepleri bastıracak, Özal da iktisat politikası

ve bununla uyumlu bir dış politikayı uygulayacaktı. 1987’de bile askerler Özal’ın

hükümet kurma yetkisini denetleyebilmektedirler. Buna rağmen Özal, bundan bir

memnuniyetsizlik duymamıştır. Çünkü Özal için önemli olan siyasal liberalizmin

değil iktisadi liberalizmin savunulmasıdır. Siyasal hareketlenmelere karşı Özal

sıklıkla “12 Eylül öncesine dönme” tehlikesine vurgu yapmıştır.

Yapısal uyum programlarının uygulandığı azgelişmiş ülkelerde, yoksulluk olgusu

dikkat çekmektedir. Bu programlar sosyal programların ve fonların kesilmesi, eğitim

ve sağlık harcamalarının azaltılması gibi, sosyal refah devleti uygulamalarından

vazgeçmeyi öneren bir tutum benimsediklerinden, uygulandıkları ülkelerde

insanların işsiz, evsiz kalmalarına yol açmıştır. Dünyanın çeşitli ülkelerinde rastlanan

bu sonuçlar açısından Türkiye’deki manzaranın da görülmesi gerekmektedir.

Türkiye’de özellikle 1990’lı ve 2000’li yıllarda ortaya çıkan iktisadi krizler ve

uygulanan IMF-Dünya Bankası güdümlü istikrar-yapısal uyum programlarıyla

birlikte, benzer sonuçların ortaya çıktığı görülecektir. Birleşmiş Milletler’in İnsani

Kalkınma Raporu’na (2002) göre, Türkiye’de yaklaşık 13 milyon kişi günde 2

dolarla, 1,5 milyon kişi ise günde 1 doların altındaki bir gelirle geçinmek zorundadır.

Gelir dağılımındaki adaletsizlik hat safhasına ulaşmış; ülke genelinde nüfusun en

zengin olan yüzde 20’si ile en yoksul yüzde 20’si arasındaki fark tam 17 katına

çıkmıştır. (Soyak, 2003)

Page 138: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

130

Bu politikaları uygulayan uluslararası kuruluşlardan biri olan IMF’yi, Sinan Sönmez

(2002), uyguladığı politikalara ve uygulama biçimine bakarak; hem hekim, hem

jandarma olarak değerlendiriyor.

3.2.2. Yönetişim

Son yirmi yılda, pek çok Batı ülkesinde kamu sektöründe önemli dönüşümler

yaşandı. Bu dönüşümler, yönetmekten yönetişime veya bürokrasiden piyasaya ve

piyasa ağlarına doğru oldu. Dünya Bankası ve IMF gibi uluslararası finansal

kuruluşlar, en önemli borç/kredi verme kriteri olarak “iyi yönetişim”i kullanmaya

başladılar. 1980’lerde, gelişmekte olan ülkelerin, uluslararası finans kuruluşlarından

borç alabilmelerinin ancak yapısal uyum programlarını uygulamaya koymakla

mümkün olduğunu önceki başlıkta ele almıştık. Buna göre, “gelişmekte olan ülkelere

yönelik olarak IMF ve Dünya Bankası kredileri, yapısal reformların

gerçekleştirilmesi koşuluyla verilmekte; başka bir deyişle, reformlar o ülkenin

“kredibilitesi” ile ilgili olarak bir nevi şantaj malzemesi yapılmaktadır. Bugünlerde,

ekonomik dönüşümü ifade eden “yapısal uyum” kavramıyla birlikte, hatta ondan

daha sık olarak, idarî dönüşümü de içine alacak şekilde “yönetişim” kavramı

kullanılmaktadır. Uluslararası yatırımcılar, artık, bir ülkenin piyasalarına yönelik

olarak yatırım kararı alırken, orada gelişkin bir yönetişim yapısının bulunup

bulunmadığını dikkate almaktadırlar. İyi yönetişim, gelişmekte olan ülkeler için

masum ve iyi niyetli bazı öneriler olmanın çok ötesinde, uluslararası sermaye için

hayati önem taşıyan yasal/siyasal müdahale ve düzenlemeleri içinde

barındırmaktadır. Küreselleşme sürecinde, oyunun kuralları yeniden belirlenirken

çerçeveyi iyi yönetişim paradigması çizmektedir.” (Şenalp vd., 2003)

Page 139: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

131

Bu kavram ilk defa Dünya Bankası’nın 1989 yılında hazırladığı bir raporda ortaya

çıkmış, arkasından 1992 yılında OECD tarafından kabul edildiği açıklanmıştı.

Nihayet 1997 yılında Birleşmiş Milletler “yönetişim” kavramına dayandırdığı 21.yy

için katılımcı devlet modelini belirginleştirdi. (Bayramoğlu, 2002: 85 vs.)

“1997’de yaşanan Asya Krizi, uluslararası finansal çevreler için büyük bir sürpriz

olmasının yanı sıra; finansal serbestleşmenin, küresel sistemin kendi sürekliliğini

sağlayabilme yeteneğinin iyiden iyiye sorgulandığı bir sürecin başlamasına neden

oldu. Bu süreçte başta ABD olmak üzere merkez ülkelerin bir çoğu, krizin sebebinin

sermaye hareketleri değil yükselen piyasa ekonomilerindeki “kötü” uygulamaları

olduğunu savundu. Buna bağlı olarak da bu kötü yönetimlerden kurtulmanın bir aracı

olarak “İyi yönetişim” (good governance) yaklaşımı gündeme getirildi. Piyasa

mekanizması fiyatların “doğru” belirlenmesinde önemli bir role sahiptir ama bunun

yanında “iyi politikaların” önemine de vurgu yapılmaktaydı.” (Chang 2002; 69’dan

aktaran Şenalp vd, 2003) Bu vurgu çok önemli bir değişikliği gündeme getiriyordu:

devlet artık iktisadi alana içsel bir değişken olarak kabul edilmektedir iddiası

gündeme geldi. Yani, “devletin ekonominin tamamen dışında olması gerektiği”

söyleminden vazgeçilmekte olduğu izlenimi doğdu.

Burada açıkça görülen, devleti analiz etme biçimindeki değişimdir. Devletin sınıflar

üstü bir konumda, sermaye birikimi ve kaynak dağılımı süreçlerinin dışında, ortak

yararlar için örgütlenmiş bir kurum olarak değerlendirilmesinden vazgeçilmektedir.

Buradan hareketle devlet, piyasaların karşısında bir güç olarak

değerlendirilmemektedir. Yani “piyasa ve devlet” ikilemi terk edilmektedir.

“Buradaki sorun, kapitalizmin içinden geçmekte olduğu değişim sürecinin

Page 140: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

132

gereklilikleri doğrultusunda konumu belirginleşirken, devletin, bu yeni konum ve

işlevlerinin ne şekilde teorize edileceğiyle ilgilidir. Dolayısıyla, Dünya Bankası başta

olmak üzere IMF, OECD ve WTO gibi pek çok uluslararası siyasal/finansal kurum

tarafından geliştirilerek, 1990’lardan bu yana kamuoyunun kullanımına sunulan bir

kavram olarak “yönetişim”in önemi, egemen söylemdeki, rahatlıkla radikal olarak

niteleyebileceğimiz bu dönüşümün, parlak bir ambalajı olmasından

kaynaklanmaktadır.” (Şenalp vd, 2003) Ancak daha sonra, iktisat-devlet arasındaki

bu kopukluğun ortadan kaldırılması gibi gözüken bu yaklaşımın başka bir işleyişle

aşıldığını, sonraki alt başlıkta göreceğiz: siyasetin, ekonominin alanın dışında

tutulması için, devletin ekonomi ile ilişkisi teknik bir ilişki olarak siyasetin denetimi

dışına çıkarılarak, özerk “üst kurullara” veriliyor.

Ulus-devletin “yönetebilirlik krizi” analizleri yönetişim fikrine yol açmıştır. Devlet

müdahaleciliğinin geleneksel biçimlerinin karşılaştığı sorunlar, devletin

yönetebilirliğini tartışmaya açmaktadır. Küreselleşmenin ortaya çıkardığı bazı

gereksinimler yeni bir devlet anlayışı ve iktidar tarzını gündeme getirdi. Yönetişim

bu yeni iktidar tarzının adıdır. Bu tarz, sermayenin artan hız ve hacminin etkisiyle

gelişmiş ülkelerin birbirlerine yaklaşan iktisadi ve siyasi eğilimlerinin de desteğini

almıştır.

“Uzun yıllar boyunca yönetişim nosyonu devletin merkezi otoritesini yitirmesi ve

giderek azalan etkinliği ve yeterliliği sorununun bir parçası olarak algılandı.

Buradaki temel yaklaşım, giderek daha karmaşık bir hal alan dünyamızda, ortaya

çıkan sayısız alt-sistemin, devletin hareket kapasitesinin kaybolmasına yol açtığı

yönündeydi. Bu açıdan, Batı’nın modern refah devleti sistemi başarısızlıkla karşı

Page 141: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

133

karşıyaydı, ve sistem “yönetilemez” hale gelmişti.” (Kooiman 1993’den aktaran

Şenalp vd, 2003) Sivil toplumla olan bağlantısını kaybetmekte olan devlet, farklı

toplumsal kesimlerden gelen ve giderek ağırlaşan sosyal taleplere cevap verememeye

başladı. Bu anlamda devletin, geleneksel kamu hizmetlerini sürdürebilmesinin

maliyetlerinin sürekli olarak artmasının yanı sıra hareketleri de etkisiz ve adaletsiz

bir hale gelmekteydi. Sonuç olarak Batılı burjuva ideologlarının tezgahlarında

dokunan bu yeni (iyi) yönetişim anlayışı, meşruiyetini, modern refah devletinin içine

girdiği iddia edilen bu krizden almaktaydı.

Modern refah devletinin krizde olduğu doğruydu, ancak, yönetişim kavramının

ortaya atılması buna indirgenemezdi. IMF ve Dünya Bankası gibi küresel kurumların

yönetişim kavramına yüklediği misyon, devletin sivil toplumun talepleri ve sosyal

hizmetler noktasındaki sıkışıklığının çözülmesinin çok daha ötesindeydi.

“Seksenli yıllardan bu tarafa metropol ekonomilerinin neredeyse tamamının sermaye

yapılarında ortaya çıkan değişimler, bu toplumların sınıfsal yapılarını, kamusal

alanın niteliğini ve gündelik hayata dair pek çok şeyi köklü değişikliklere uğrattı. Bu

süreçte finansal sermayenin muazzam bir hareket yeteneğine erişmesi; yani, sermaye

birikim sürecinin, kapitalizmin doğasına da uygun olarak, ulusal sınırlarından -ya da

engellerinden- tam anlamıyla kurtulması, metropol ülkeleri açısından oldukça önemli

bir değişim sürecinin ifadesi oldu.” (Şenalp vd., 2003) Seksenlerin sonuna

gelindiğinde artık yönetişim uygulamalarının hantal, bürokratik ve en önemlisi

sosyal devleti tasfiye etmeye çalıştığı açıkça görülmüştü. Çünkü bu sosyal devlet,

seksenlerden beri küresel ölçekte örgütlenmesini sağlayan uluslararası sermayeye

Page 142: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

134

artık ayak bağı haline gelmekteydi. Bu saptama, yönetişimin hangi temel ilkeler

üzerinde yükseldiğinin daha kolay kavranmasını sağlayabilecektir.

Pek çok bilimsel disiplinin ilgi alanlarından biri haline gelen iyi yönetişim kavramı

çeşitli anlamlarda kullanılmaktadır. Bu anlamlardan bir tanesi güç kullanımının nasıl

olması gerektiği sorusunu cevaplar. Buna göre, kamuyu yakından ilgilendiren

konularda sorumlu ve duyarlı bir güç kullanımı gereklidir. Varolan bütün toplumsal

ve siyasal örgütlenme değişerek esnek bir yeniden yapılanmaya gidilmelidir. Ancak

bu değişiklikle küreselleşen dünyanın gereksinimlerine yanıt verebilecek bir iktidar

tarzı oluşturulabilir. “Yönetişim, öncelikle, “minimal devlet” ve “özel girişimciliğin

gözetilmesi” yaklaşımlarını içermekte; yani, devletin küçülmesi ve kamu

girişimciliğinin ve hizmetlerinin özelleşmesi sürecinde ortaya çıkan yeni kamu ve

ekonomi yönetimi anlayışının adı olmaktadır”. (Rhodes 1996’dan aktaran Şenalp vd,

2003) Buradan çıkarılacak sonuç, devletin meşruiyetini koruyabilmek için, iktidar

tekelinden vazgeçerek, siyasal iktidarı sivil toplum kuruluşlarıyla paylaşmalıydı.

Aynı zamanda iyi yönetişim başka bazı değişiklikler gerektirmektedir:

merkezileşmeden ademi-merkezileşmeye, kaynak dağıtımını sağlayan devletten

düzenleyici devlete, kamu hizmetlerinin yönetiminden piyasa ilkeleri doğrultusunda

bir kamu idaresi anlayışına ve devletin öncülüğünden özel sektör ve kamunun

işbirliği ilkelerine geçilmelidir.

Günümüzde “iyi yönetişim kavramı”, öncelikle, demokrasi, açık ve etkin bürokrasi

ve yargı, mülkiyet haklarının güvence altına alınması/geliştirilmesi ve iyi yönetişim

kurumlarıyla gelişmiş finansal kurumları içine almaktadır.

Page 143: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

135

Bir politika önermesi olarak ise yönetişim kavramı, ilk olarak, 1989 yılında Dünya

Bankası’nın bir raporunda kullanıldı. “Kavram, devletle toplum arasındaki ilişki

üzerine yeniden düşünmeyi öneriyordu; devlet-toplum karşıtlığını kaldırmayı ve

devlet-toplum birliğini savunuyordu. Böylece yönetişim bir bakıma, devlet-toplum

ilişkilerinin kurulması için bir “model” önermiş oluyordu. Bu model, yönetime

katılım ilkesini de aşarak, “birlikte yönetme” iddiasını taşoyordu.”(Bayramoğlu,

2002: 86-87)

Yönetişimin Türkiye’deki uygulanmasına yakından bakarsak, Dünya Bankası ve

IMF gibi örgütlerle işbirliği çerçevesinde ortaya çıkan önlemleri görürüz. Bu

önlemler, şeffaflığın artırılması ve yolsuzlukla mücadele kapsamında atılan adımlar,

vergi sisteminde ve kamu kesimi üzerinde siyasi baskıyı azaltmaya yönelik olarak

yapılan reformlar, bütçe şeffaflığını ve idarenin performansını artırıcı yeni tedbirler

gibi düzenlemelerdir. Bu düzenlemelerin meşruiyet kaynağını ise 1990’lar boyunca

yaşanan ekonomik krizler oluşturmuştur. Bu krizlerden çıkmak için IMF ve Dünya

Bankasının önerdiği reform ve düzenlemelerin zorunluluğu konusunda kamuoyuna

çeşitli açıklamalar yapılmıştır.

57. Hükümetin Mayıs 2001 tarihli Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, hedefinin

Türkiye’de “yönetişim tipi devlet sistemi”nin tesis edilmesi olduğunu ortaya

koymaktadır. Son olarak, AKP tarafından kurulan 58. hükümetin, Kasım 2002’de

açıkladığı “Acil Eylem Programı”, bu partinin “yönetişimci” karakterini ve AKP

iktidarının geride kalan iki yıllık Kemal Derviş yönetiminden bayrağı devralmış

olduğunu göstermektedir. AKP’nin ilk etapta bakanlıkların sayısını azaltmayı ve

başbakanlığı bir “koordinasyon birimi” haline getirmeyi planlayan “acil

Page 144: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

136

eylemleri”nin, merkezi yönetimin -piyasaların iyi işlemesinin güvencesi olan bir

sekretarya konumuna indirgeyerek- zayıflatılmasına hizmet etmekten başka bir işlevi

yoktur. (Şenalp vd., 2003)

“OECD’nin (Ekonomik İşbirliği ve Gelişme Teşkilatı) (2002) ‘Türkiye’de

Düzenleyici Reformlar: Ekonomik İyileşme İçin Önemli Destek – Yönetişim’ adlı

raporu, ülkemizde 1990’ların ortalarından bu yana adeta bir furyaya dönüşen ve

çalışmamız boyunca bazı temel argümanlarını ortaya koymaya çalıştığımız

“yönetişim” söyleminin gerçek temellerini ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelere

nasıl yaklaşıldığını daha iyi anlamamıza önemli katkılar sağlayacak argümanlarla

doludur.”(Şenalp vd., 2003)

OECD Raporu, Türkiye’de yapılan bazı reformları değerlendirerek olumlamaktadır.

Bu reformlar, bankacılık sektöründe yapılan bazı düzenlemeler ile kamu yönetimi

alanındaki bazı düzenlemelerdir. Burada dikkat çeken husus Rapor’un, bu

reformların yapılabilme olanağının, Avrupa Birliği’ne üye olma hedefinin doğurduğu

olumlu bir reform ortamına bağlanmasıdır. Raporda sunulan bazı reform önerileri söz

konusudur. Bu öneriler, kamuya memur atamalarından ihale yasalarına, yerel

yönetimlerden şeker ve tütün endüstrisine, bankacılıktan enerji sektörüne,

taşımacılıktan telekomünikasyona akla gelebilecek her alana yönelik politika ve

uygulamaları içermektedir. Bunun yanı sıra, rekabetin geliştirilmesi ve yabancı

yatırımcıların güven duyacağı bir ortamın yaratılması için gerekli düzenlemelerin

yapılması önerilmektedir. Özellikle rekabet verimliliği ve uzun vadede kalkınmayı

artırıcı bir koşul olarak vurgulanmaktadır. Bütün bunların ancak yönetişim tipi bir

siyasal yönetim tarzıyla başarılabileceği belirtilmektedir.

Page 145: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

137

“Türkiye, devlet tarafından yönetilen bir ekonomiden, piyasa ve sivil toplum

tarafından yönlendirilen yenilikçi ve müteşebbis bir ekonomiye geçiş sürecini

tamamlamalıdır. Reformlar ve yeniden yapılanma ekonomiyi, piyasa göstergelerine

ve rekabetine dayanan bir yöne doğru yönlendirmektedir.” (OECD 2002: 11’den

aktaran Şenalp vd., 2003)

Rapora göre, önerilen reformların uygulanması öncelikle reformlara karşı

gelişebilecek olan toplumsal muhalefetin ortadan kaldırılmasına bağlıdır. Bunun

nasıl başarılabileceği de yine raporda belirtiliyor: “Reforma kamu desteğinin

sürekliliğinin sağlanması için iletişim yaşamsal önemdedir. Düzenleme reformunun

hedefleri ve avantajlarının yayılmasına ihtiyaç bulunmaktadır. Bunun bir faydası da,

reformların dışardan empoze edildiği yolundaki yaygın inancın giderilmesidir.

Bundan dolayı, hükümetin iletişim stratejisinde kamuoyu ihmal edilmemelidir”

(OECD 2002: 11’den aktaran Şenalp vd., 2003)).

Elbette, bertaraf edilecek/edilmesi gereken toplumsal muhalefetin odağındaki

güçlerden birisi sendikalardır. Sendikalar, yönetişimcilerin “dokunulmaz/

dokunulmamalı” şeklinde bir değer atfederek adeta tanrısallaştırdıkları piyasanın

dokunulmazlığını bozabilen, en azından bozma potansiyeli olan güçlü öznelerden

birisidir. Onun için yönetişim, emek örgütlerini bertaraf etmek için geliştirilmiş bir

modeldir. Sendikaların tanrısallaştırılmış kapitalist piyasa için tehlikeli olmaktan

nasıl çıkarılabileceği ise, onların kapitalist piyasa çarkının içine çekilebilmesine

bağlıdır. Bunu yapmak için öncelikle, egemen sendikal anlayışa/geleneğe karşı bir

“karşı paradigma” oluşturulmaya ve bu paradigma üzerine kurulu bir hegemonya

yerleştirilmeye çalışılmaktadır.

Page 146: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

138

“Yönetişim, her şeyden önce, belirgin uygulaması İngiltere örneğinde görülen

“hükümet-işveren-işçi” üçlemesine dayalı liberal korporatist uygulamadaki sınıf

dengesini de gözetmeyen yapısıyla dikkat çekmektedir. Formülde işveren özel sektör

adıyla yerini almış, ama işçi kesimi STK içine gömülmüştür. STK, işverene kapalı

başlık değildir; sermayenin dernekleri, meslek birlikleri, üretici birlikleri,

kooperatifleri ile işçi kesiminin sendikaları bu başlıkta birlikte yer almaktadırlar.

Demek ki bu katılımcı formülde katılma hakkı sermaye kesimine üç ortaktan biri ve

üçüncü ortağın unsurlarından biri olarak katlamalı biçimde tanınmıştır.”(Güler, 2003:

114)

3.2.3. Bu Politikaların Türkiye'deki Sonuçları: Derviş Yasaları

Bu alt başlıkta, IMF-Dünya Bankası ikilisinin yapısal uyum programları ve

yönetişim gibi yaklaşımları, küresel ekonomiyle entegre etmeye çalıştıkları ülkelere

nasıl empoze ettiklerini ele alacağız. Bunu yaparken öncelikle 2001 Şubat krizinin

nasıl bir fırsat olarak değerlendirildiğini ve krizden çıkmanın şartları olarak

gösterilen yasaları sıralayacağız. Ardından da bu yasaların zorunlu hale gelmesinin

gereği olan küresel piyasa toplumu yönündeki dönüşümü değerlendireceğiz. Son

olarak, bu yasalardan bir tanesi olan Tütün Yasasıyla ilgili bir değerlendirmeye yer

vererek, nasıl olup da, STK’ların çok önemli olduğunun vurgulandığı yönetişim

uygulamalarının kaçınılmaz olduğunun vurgulandığı programa rağmen, emekçi

STK’larının dışlandığını ele alacağız.

Türkiye ekonomisi 2001 Şubat ayında, içine girdiği krizden çıkarılmak üzere, Kemal

Derviş’in eline teslim edildi. Derviş, Dünya Bankası uzmanlarından bir iktisatçıdır.

Page 147: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

139

Gereksinim duyulan dış desteği bulmak üzere ABD, Almanya, IMF ve Dünya

Bankası nezdinde görüşmelerde bulunan Derviş, bu çevrelerdeki temaslarından

sonra, daha Türkiye'ye dönmeden, dış desteğin şartını açıkladı: “Meclis 15 günde 15

yasa çıkaracaktır”.

İçinden ekonomiden sorumlu bir bakan çıkaramamış olan iktidar partileri de bu

yasaların mahiyet ve muhtevasını bilmeden, siyasi kaderlerini teslim ettikleri

Derviş’in sadece sayısını belirterek sözünü ettiği bu yasaların meclise gelmesi

halinde en kısa sürede çıkarılacağını en yetkili kişilerinin ağzından ifade ettiler.

Derviş Türkiye’ye döndü ve Merkez Bankası ve Hazine bürokratlarından oluşan A

Takımı ile birlikte para kapılarında kendisine ev ödevi olarak verilen bu yasaların

taslaklarını hazırlayarak meclise sevketti. O, görevini büyük ölçüde tamamlamıştı;

artık top meclisteydi. Derviş yasaları en kısa sürede çıkacak, 12 milyar Dolar olarak

telaffuz edilen dış yardım gelecekti.

Peki neydi dış kaynağın endekslendiği bu önemli yasalar? 1) Ek Bütçe: Krizin

etkisini yansıtan Ek Bütçe'nin çıkarılması; 2) Bankalar Kanunu: Kamu bankalarının

özerkleştirilmesi; 3) İcra İflas Kanunu: Banka tasfiyesinin kolaylaştırılması; 4)

Merkez Bankası Kanunu: Merkez Bankası’nın AB standartlarına uyumu; 5) Telekom

Yasası: Türk Telekom’un yüzde 51'inin satışı; 6) Tütün Kanunu: Tütünde kısıtlama

ve Tekel'in özelleştirilmesi; 7) Şeker Kanunu: Şeker piyasasının düzenlenmesi; 8)

Doğalgaz Yasası: Doğalgaz piyasasının düzenlenmesi; 9) Sivil Havacılık Yasası:

THY'nin serbestçe zam yapabilmesi, fiyat belirlemede Ulaştırma Bakanlığı onayının

kaldırılması; 10) Kamu Bankaları: Görev zararlarının sıfırlanması, bundan sonra

oluşacak görev zararlarının önüne geçilmesi; 11) Banka Kredileri: Özel karşılıkların

Page 148: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

140

vergiden düşülmesi; 12) İhale mevzuatı: Kamu ihalelerinin şeffaflaştırılması,

kamulaştırmaların düzenlenmesi.

1980’lerden bu yana artık iki tür piyasadan söz etmek gerekir. Piyasa toplumları ile

küresel bir piyasadan. Çünkü küresel piyasa eski piyasa toplumlarından farklı olarak

değişik iktidar ilişkileri içerir. 19. yüzyıl dan bu yana oluşmuş olan piyasa

toplumları, iktidar ilişkileri açısından tahlil edildiklerinde, modern devletle

özdeşleşir. Neo-liberal söylem, piyasa toplumlarının modern devletle iç içeliği

görüşüne karşı çıkar. Piyasa toplumunun doğal bir oluşum olduğunu, evrensel olarak

nitelenen arz ve talep yasaları tarafından yönlendirildiğini ileri sürer ve piyasa

düzenine devletin müdahalesini gereksiz görür.

Neo-liberal görüşün bu iddialarına katılmak mümkün değildir. Piyasa toplumlarının

oluşum süreçleri modern devletlerin etken oldukları siyasal ortamdan bağımsız

olarak ele alınamaz. Modern devlet yasa, idari kararlar ve hukuk ile, ki bunlar

siyasetin söz konusu olduğu alanlardır, piyasayı etkiler. Piyasa toplumunun

kurumları, özel mülkiyetin başat olduğu bir hukuksal sistem içinde, farklı sermaye ve

emek gruplarının karşı karşıya gelip çıkarlarını müzakere edip savunabildikleri bir

arenadan oluşur. Merkezi yönetimin işlevi bu farklı grup çıkarlarını uzlaştırmaktır.

Modern yönetimler meşruiyetlerini bu farklı çıkarları uzlaştırma misyonundan alırlar.

Modern devletin uzlaştırma işlevi, aynı zamanda, büyümenin sağlanması ve

rekabetçi bir uluslararası piyasada yer edinilebilmesi ve başarı sağlanabilmesi

misyonu ile örtüşür ve merkezi yönetim, toplum ve ekonomiyi yönlendirir. Merkezi

yönetim, bir yandan çatışan gruplar arasında uzlaştırıcı bir rol oynayarak huzuru

sağlarken ve ulusal serveti çeşitli çıkar grupları arasında paylaşımında rol oynarken,

Page 149: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

141

bu servetin oluşturulmasında da önemli bir pay sahibi olur. İkinci dünya savaşı

sonrasında görülen refah devleti, işveren ve işçi çiftçi, yoksul, orta sınıf vb. gibi

grupların çıkarlarını uzlaştırmaya çalışarak, bu fonksiyonunu yerine getirmiştir.

1980’lerden bu yana oluşan küresel piyasa, toplumların güç dengelerinde köklü bir

dönüşüme, merkezi yönetimin 1980’ler öncesi uzlaştırma ve paylaştırma işlevinde

bir daralmaya yol açmıştır. Daha önce piyasa düzeni oluşurken ulusal düzeyde

başlıca kaygı refahı kitlelere yaymak iken, artık amaç küresel bir düzeyde özel

grupların çıkarlarına hizmet etmek olmuştur. Bu özel çıkar gruplarına hizmet

misyonu sivil toplum retoriği altında yürütülmektedir. Bu sivil toplumun aktörlerinin

kim olduğu gündeme getirilecek olursa bunların ulus-ötesi şirketler, bunlarla

eklemleşme potansiyeli taşıyan ve işbirliği yapabilecek yeni şirketler, uluslararası

sermaye ile yakın bağları olan şirketler gösterilebilir.

Eskiden sivil toplum kavramı bütün emekçi kesimleri içine alırken, yeni sivil toplum

kavramı çiftçi, işçi gibi aktörleri piyasanın dışına bırakmakta, piyasa aktörlerini artık

ulus-ötesi aktörler oluşturmaktadır.

“ ‘Devletin özelleştirilmesi’ olarak tanımlanan gelişmeler sonucu yönetim giderek

özel yani siyasi olarak hesap vermek zorunda olmayan kurullara kaydırılmakta ve

bunun sonucu olarak merkezî yönetimler 19. yüzyıldan bu yana oluşmuş olan

uzlaştırıcı ‘üçüncü taraf’ olma niteliklerinden uzaklaşmaktalar. Bu nedenle piyasa

ortamını düzenleyen yasa ve idarî pratikler uzlaştırıcı bir üçüncü taraftan yoksun

ancak güçlünün sözünün geçtiği ortamlara dönüşmektedir” (İslamoğlu, 2002: 21-22).

Page 150: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

142

Yukarıda küresel bir piyasanın 1980’ler öncesi piyasa toplumundan farklı olarak

değişik iktidar biçimlerini içerdiğini belirtmiştik. Bu iktidar ilişkileri kendisini

siyaset alanının daraltılmasında gösterir. Bir zamanlar piyasa toplumlarında çeşitli

çıkar grupları, işveren ve emekçiler arasında, paylaşımda adaleti sağlama durumunda

olan merkezi yönetimin bu işlevi ortadan kaldırılmaktadır. Üstelik müzakere alanına

katılan aktörlere de sınırlamalar getirilmektedir.

1980’ler öncesi ekonomi ve siyaset birbirinden ayrılmaz bir bütün olarak görülür ve

bütün emekçi sınıflar bunu böyle anlamakta sınıfsal bir çıkar görürlerken, şimdilerde

verimlilik ve karların maksimizasyonu adına siyaset ve ekonomi birbirlerinden ayrı

kavramlar olarak üretilmeye çalışılmaktadır. Küresel piyasa düzeni içinde yeni bir

siyaset ve yeni aktörler yaratılmaya çalışılmakta ve bu da “ekonomide siyasete yer

yoktur” gibi bir teze dayandırılmak istenmektedir. Yeni siyaset, yukarıdaki

paragrafta belirttiğimiz gibi, verimliliğin arttırılması ve iktisadi büyümenin

sağlanması sloganlarıyla yapılmaktadır.

1980’ler öncesi gözetilen sadece verimliliğin artırılması ve iktisadi büyüme değildi.

Toplumsal fayda (kamudaki şişkinliğin işsizlik sigortası yerine geçmesi ve yüksek

maliyetine rağmen üretim yapılması) gerekçeleriyle, emekçi kesimlerin ulusal

gelirden pay alma sürecine katılmaları ön planda tutulurken, bu kesimler aynı

zamanda siyasal oluşumun bir parçası ve aktörü durumundaydılar. Bu yeni süreçte

verimlilik ve iktisadi büyüme gerekçesiyle bu kesimlerin siyasete katılımları artık

önlenmeye çalışıldığı gibi siyasetin bir aktörü olmaktan da dışlanmaya çalışılıyorlar.

Yeni düzenin ana hedefi artık sosyal fayda anlayışının da terk edilmesiyle, verimlilik

Page 151: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

143

ve iktisadi büyümeye engel olduğu belirtilen ve siyasal olarak nitelenen bu

kısıtlamaların ortadan kaldırılmasıdır.

Neo-liberal düşüncede, bireylerin verecekleri rasyonel kararlar ve yapacakları

iktisadi tercihlerle, üretim ve yatırım açısından irdelendiğinde, bir denge durumuna

varılacağı ileri sürülür. (Uzun vadede bütün rasyonel aktörler iş bilir, piyasalarda

ücretler adil olarak oluşur, ekmek fiyatlarının, faiz ve kârın düzeylerinin adil olacağı

öngörülür.) En önemlisi kurumların oluşumu, siyasal süreçlerden etkilenerek oluşan

bir olgu olarak değil, teknik bir sorun olarak görülür. Ekonomi ve hukuk, tekniğe

indirgenir. Eğer piyasalar siyasetten arındırılır ve teknik uygulamaların

düzenlemesine tabi kılınırsa, piyasa da az çok doğal işleyişine kavuşacaktır. Siyaset,

teknisyenin çalışmasını engelleyen başlıca güç olarak görünür. Özel sektörün

gelişmesi, ulus-ötesi özel şirketlerle yapacakları ittifaklara bağlanır. Ulusal şirketler,

uluslararası sermaye ile eklemlenebildikleri ölçüde başarılı olacaklarıdır.

Burada özetlediğimiz neo-liberal politikalar, Türkiye'de Şubat 2001 krizi sonrası

uygulanma ortamı bulmuştur. Bu zamana kadar TC hükümetleri küresel piyasa

düzenini oluşturmak amacıyla, IMF’ye, gerçekleştireceği reformlarla ilgili bir çok

niyet mektubu sundu. Bunların içinde, 18 Ocak 2001 niyet mektubu özel bir yere

sahiptir ve özel teşebbüsü teşvik etmeyi temel bir ilke olarak benimsemiştir. Mektup;

teknik bir vesika olduğu iddiasını taşımaktadır. Ancak yaptığı düzenlemelerin hepsi

siyasal içeriklidir. Mektup 1) ekonomik faaliyetleri canlandırmayı, 2) ekonomiyi

durma noktasına getiren krize son vermeyi, 3) yabancı yatırımların miktarının

artırılmasını, 4) faiz oranlarının düşürülmesini, 5) bankaların sermayelerinin

artırılmasını (sermayelerini artıracak olan bankalara sermaye transferi adı altında

Page 152: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

144

kamusal desteklerin sağlanmasını) 6) devlet ihalelerinde şeffaflığın sağlanmasını ve

yolsuzluğun önlenmesini ve bunun için de bir ihale yasasının çıkarılmasını, 7) tütün

yasası ve 8) şeker yasası gibi yasaların çıkarılmasını öngörmektedir. Esasen bu

reform programları, Türkiye'nin küresel piyasa düzenine eklemleşebilmesi için

öngörülmüş programlardır. Bu mektup bize yeni dünya düzeninde dışlanan grupların

kimler olduğunu da göstermektedir. Kamu çalışanları (işten çıkartılarak veya

emekliliğe sevk edilerek sayılarının azaltılması), tarım üreticileri (destekleme

alımlarından mahrum bırakılarak), alt ve orta sınıflar (devalüasyon ve yüksek

enflasyona maruz bırakılarak) sistemden dışlanmaktadırlar. Mektup bu reform

programına direniş gösterecek olan kesimleri aşılması gereken bir engel olarak

tanımlamaktadır. (İslamoğlu, 2002)

Tütün yasasına, TBMM içinde muhalefet eden pek çok milletvekili olduğu gibi bir

çok sivil toplum kuruluşunun bir araya gelmesiyle oluşturulan tütün platformu

tarafında da sürdürülmüştür. Tütün Platformu, aralarında yerel üretici dernekleri,

satış kooperatifleri, sendikalar, tütün uzmanları ve ziraat mühendisleri odaları olan

çok çeşitli gruplardan oluşuyor ama her ne hikmetse sivil toplum kuruluşlarına çok

önem verilen yeni iktidar ilişkileri ortamından dışlanıyor. Bu dışlanmanın en çarpıcı

göstergesi, Tütün Platformunda yer alan hiçbir sivil toplum kuruluşunun Ocak

2002’de meclisten çıkan Tütün Yasası tarafından oluşturulan Düzenleyici Kurul’da

temsil edilmemeleridir.

Page 153: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

145

3.3. Avrupa Birliği Sürecinin Demokratikleşmeye Etkisi

Bu alt bölümde Avrupa Birliği sürecinin Türkiye’deki etkileri değerlendirilirken bir

yandan Avrupa Birliği’ne girmenin birinci koşulu olan Kopenhag Kriterleri ele

alınırken öte yandan Türkiye’nin siyasal aktörlerinin bu süreçteki tutumları

incelenecektir.

3.3.1. Kopenhag Kriterleri ve Uyum Yasaları

Avrupa Birliği 1993 yılında, Birliğe üyelik başvurusu yapacak devletlere, adaylık

sürecinde tamamlayacakları koşulları sıralayan, bir kriter grubu oluşturmuştur.

“Kopenhag kriterleri” denilen bu setin içinde; siyasi, ekonomik ve üyelik

yükümlülüklerini üstlenebilme yeteneği olarak sıralanan üç grup kriter vardır. Siyasi

kriterler; aday ülkelerde demokrasiyi, hukukun üstünlüğünü, insan haklarına ve

azınlıklara saygıyı ve azınlıkların korunmasını teminat altına alan kurumların

istikrarının sağlanması olarak tanımlanmaktadır. Ekonomik kriterler ise; işleyen bir

Pazar ekonomisine sahip olunması ve AB içindeki rekabet baskısı ve piyasa güçleri

ile rekabet edebilme yeteneğine sahip olunması şeklinde ifade edilmektedir.

11-12 Aralık 1999 Helsinki Zirvesi’nde Türkiye’nin adaylığının kabul edilmesiyle,

Avrupa Birliği sürecinde gündeme gelen “Kopenhag Kriterleri”nin sağlanması çabası

başladı.

Bu çaba toplumu ikiye böldü: Avrupa Birliği’ne evet diyenler ve hayır diyenler.

Başka bir biçimde ifade edersek AB’ye katılarak demokratikleşeceğimizi umanlar ile

Page 154: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

146

AB’nin taleplerini dayatma olarak görüp karşı çıkanlar, en azından bu taleplerin

yerine getirilme sürecini engellemek isteyenler olarak iki kamp ortaya çıktı.

Hemen belirtmek gerekir ki, AB’ye girmeye açıktan ve doğrudan itiraz edenlerin

sayısı daha azdır. Yapılan kamuoyu araştırmalarının toplumun yüzde 70’inden daha

fazlasının çeşitli sebeplerle AB’ye girilmesini istediği defalarca açıklandı. Ancak bu

istek girilme umudu açısından daha düşük oranlarda bir beklenti doğuruyordu.

Yaygın söylenişiyle “AB Türkiye’yi almaz” şeklindeki bu yargı aynı zamanda

AB’ye karşı çıkanların da kullandığı bir argümandır. AB’ye giriş için gerekli

kriterlerin sağlanması doğrultusunda yapılması gerekenler, toplumda “dış baskı”

olarak görülüyor. Veya ülkede politika belirleme açısından dış dinamiği

oluşturuyorlar.

Dış dinamikler, hemen her ülke için mevcut. Bunlar, AB gibi bir ulusal-üstü örgüt

içerisinde yer alanlar ya da almak isteyenler açısından aynı zamanda zorunlu

kurallara dönüşüyor. Bizim açımızdan iki sorun var: biri psikolojik-dışa tepki

biçiminde; öteki ise dış ve iç itici güçlerin karşılıklı olarak payı. Her ikisi arasındaki

açı nedir? Dış gerçekten yabancı mıdır? Bunu iyi değerlendirmek gerekir. (Kaboğlu)

Ülkemiz açısından durum nedir? Ülkemizde 1839 dan bu yana hukuk devleti,

demokrasi, insan haklarının ve azınlıkların korunması, piyasa ekonomisinin

uygulanması yolunda katedilen anayasal ve siyasal aşamalar, sorunlarımıza karşın

önemli bir birikimi de beraberinde getirmiş bulunuyor. Türkiye, Avrupa Konseyi’ne

kuruluş yılı 1949’da üye oldu. “Hukukun Üstünlüğü” ve gerçekten demokratik

siyasal bir rejim temelinde insan haklarının korunmasını amaçlayan İnsan Hakları

Page 155: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

147

Avrupa Sözleşmesi Türkiye tarafından 4 Kasım 1950’de Roma’da imzalandı.

Aslında Kopenhag kriterleri ile, anayasal gelişmelerimiz ve Türkiye Cumhuriyeti’nin

kurucu belgesi olarak anayasalar üstü bir değere sahip olan Lozan Antlaşması, büyük

ölçüde örtüşmektedir. Ancak hiç kuşku yoktur ki, Kopenhag kriterlerine uyum

sağlamak için 1982 Anayasası’nın aşılması gerekmektedir. Eğer 1982 Anayasası’nın

hukuk devleti yolunda ülkemizin izlemiş olduğu gelişim çizgisinde önemli bir sapma

olduğu kabul edilirse, Kopenhag kriterlerinin gereklerini yerine getirmek Türkiye

açısından bir dış dayatma olarak algılanmaz. Kısacası, Kopenhag ilkeleri ülkemize

yabancı normlar olarak değil, toplumumuzun doğasına içkin değerler olarak kabul

edilmelidir. Böyle bir içselleştirme, zihinlerimizdeki tabuları yıkmak için ilk adımı

oluşturabilir.

Şu gelişimi de iyi gözlemlemek gerekir: Oluşmakta olan Avrupa, devletler

içerisindeki toplulukların farklı özelliklerine saygı öğesine dayandığından, ulusal

toplumların farklılığını da haydi haydi kabul etmek durumundadır. Bu bakımdan,

devletlerin, kendi ulusal özellikleri çerçevesinde gerekeni yapmak suretiyle

üretmeleri durumunda, bunların “dereceleri” konusundaki dış müdahaleyi en az

düzeye indirmeleri mümkün olabilir.

Kopenhag kriterlerinin beklentilerini gerçekleştirmeye karar vermiş ve bu doğrultuda

uyum yasası çıkarmaya başlamış olan Türkiye, bu süreçte neler yapmıştır. “Uyum

Yasaları 2001 ve 2004 Anayasa Değişiklikleri” isimli kitabının önsözünde Erdener

Yurtcan şunları söylüyor: “Ülkemizde yasama boyutunda hızlı bir süreç yaşıyoruz.

Bunları özlenen hukuk reformu hareketi içinde düşünmek istiyorum. Genel bir

anlayış, bu hareketi AB’ye girmek için hukukumuzun tümüyle gözden geçirildiği

Page 156: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

148

biçiminde özetliyor.” Yasama sürecine bakıldığında bu genel anlayışın doğru olduğu

kabul ediliyor. Çünkü “uyum yasaları” olarak adlandırılan yasal düzenlemeler

paketler halinde TBMM’nden geçiriliyor. Bazen çok kısa zamanda yeniden

değiştiriliyor. Tahmin edileceği gibi AB’nin beklentilerinin karşılanmadığı

durumlarda yeni değiştirilmiş yasalar üzerinde bile yeniden düzenleme yapılmak

zorunda kalınıyor. Burada çok kısa ve genel olarak bu anayasa değişikliklerinden ve

uyum yasalarından söz edilecek ve bu uyum yasalarının çıkarılmasının,

demokratikleşmenin tamamlanması sayılıp sayılamayacağı değerlendirilecektir. Yani

Kopenhag kriterleri veya AB’ye giriş demokrasinin garantisi midir? Bu soruyla ilgili

çok yerinde bir cevap AB’ye giriş demokratikleşmeyi gösterse bile, demokrasi için

AB’ye girmenin şart olmadığı yönündedir. Kanıt olarak da AB üyesi olmayan

Avrupa demokrasileri gösteriliyor. Yani Türkiye demokrasiyi kurmak için AB’ye

girmek zorunda değildir diyebiliriz. Öte yandan Türkiye'nin AB’ye girme zorlaması

dışında demokratikleşme yolunda bir girişimde bulunmayacağına dair görüşler de

var. Dış dinamik zorlamaz ise Türkiye’de iktidar sahiplerinin asla demokratikleşme

için bir girişimde bulunmayacakları yaklaşımı vardır. Bu yaklaşım ve görüşlerin,

kendilerini destekleyebilecekleri çeşitli kanıtlar bulmalarını sağlayan olaylar ve

olgularla karşılaşıyoruz.

Gerçekten çıkarılan ve değiştirilen yasalar ülkemizin demokratikleşmesine, hükümet

ve medyasının iddia ettiği kadar katkı sağladı mı? Bunun böyle olup olmadığını

yanıtlamak için, yapılan değişikliklere kısaca göz atmak gerekiyor.

Burada belirtmemiz gereken AB’nin beklentileri doğrultusunda yasalar çıkarılmış

eksik bulunduğu zaman tekrar düzeltilmiş, tamamlanmıştır. Bu bize gösteriyor ki

Page 157: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

149

nihayet bu yasa metinleri beklenildiği bir biçimde çıkarılıyor. Ancak, AB sözcüleri,

Türkiye’nin yasaları çıkarmasının yeterli olmadığını uygulamanın izlenmesi

gerektiğini belirtmişlerdir.

AB ile uyum sürecinde, uyum yasaları olarak çıkarılan yasaların tamamı, böyle

yasalardır. Öte yandan AB de bu yasaları, şekli bazı düzenlemeleri,

“demokratikleşme” için yeterli görmektedir.

Bundan sonraki iki alt başlıkta Türkiye'deki siyasal güçlerin, siyasal partilerin ve

sivil toplum kuruluşlarının AB’ye giriş sürecine nasıl baktıklarını ele alacağız.

3.3.2. Siyasal Partilerin AB’ne Giriş Süreciyle İlgili Görüşleri

Bu alt başlıkta Türkiye’deki bütün partilerin görüşlerini incelemeye olanak ve gerek

yoktur. Zira 50 kadar siyasal parti söz konusudur ve bunların yarısından çoğu ya

seçimlere katılmamaktadır ya da seçmen tarafından hiç tanınmamaktadır. Burada

iktidar partisi, muhalefet partisi bir de sağ ve sol kanattan milliyetçi tutumlarıyla

bilinen iki partinin en son seçim beyannamelerine bakılarak, bir değerlendirme

yapılacaktır. Bu partiler Adalet ve Kalkınma Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi,

Milliyetçi Hareket Partisi ve İşçi Partisi’dir. Burada siyasal partilerin 2002

seçimlerindeki beyannamelerinde açıkladıkları siyasal programlarından

yararlanmaktayız. Ancak bu seçimlerin siyasetsiz seçimler olduğu yönündeki bir

değerlendirme için (Kaya, 2002)’ye bakılabilir.

CHP’nin 2002 Seçim Beyannamesinde, “Türkiye’yi; Güçlü, Etkin ve Önder Bir Ülke

Yapacağız, Hızla Avrupa Birliği’ne Taşıyacağız” başlığı altında AB ile ilgili

Page 158: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

150

görüşlerini ve politikasını belirttiği bir başlık açıyor. Burada CHP’nin ve Türkiye’nin

niteliklerini şöyle belirleyen parti, AB’ye girince neler olacağını anlatıyor:

Atatürk’ün önderliğinde oluşturulan ve dünyada örneği bulunmayan “Türkiye

Modeli”nin gerçekleştirilmesinde temel rolü oynayan bir parti olarak birikim ve

sorumluluğumuzun bilincindeyiz.

Türkiye’nin Müslüman bir toplum temeli üzerinde laik, demokratik bir Cumhuriyeti

kurmuş olması, özellikle 11 Eylül sonrasında ülkemiz için dünyada yönlendirici bir

duruma girme tarihsel fırsatını ve sorumluluğunu doğurmuştur.

Türkiye, İslam diniyle, laik bir devlet yapısını, çoğulcu demokrasiyi, evrensel

anlamda insan haklarını ve piyasa ekonomisini bağdaştıran bir sistemin dünyadaki

tek uygulayıcısı olarak, Atlantik’ten Çin’e kadar uzanan coğrafyada birçok ülkeye

model oluşturma imkanına sahip yegane ülkedir.

Temelleri Kemal Atatürk tarafından atılmış olan Türkiye Modeli, İslam alemi ile

Batı dünyasının uyum ve barış içinde yaşamasının tohumlarını içermektedir. Bu

nedenle, Türkiye Modeli’nin başarısının ve örnek nitelik kazanmasının bölgede ve

dünyada barışın ve istikrarın güç kazanmasına katkı sağlayacağına inanıyoruz.

Bu niteliği ile, AB Kriterleri’ni de uygulayarak çağdaş uygarlık düzeyine ulaşacak

bir Türkiye, hem Batı hem de Doğu’da özel bir itibar kazanacak ve bu suretle gerek

model olma misyonunu gerekse söz konusu iki uygarlık arasında bir kültür ve

uzlaşma köprüsü olma hususundaki tarihsel misyonunu çok daha etkili biçimde

yerine getirebilecektir.

Page 159: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

151

Çağdaş uygarlık değerleri, bilgi, kalkınma ve teknoloji için Avrupa Birliği öncelikli

hedefimizdir... CHP’nin öncelikli iddiası; “bireyleri özgür, ekonomisi güçlü,

yönetimi saygın, bölgesinde önder, gelişmiş, haklarını her koşulda koruyan”

Türkiye’dir. Avrupa Birliği’ne tam üyelik, bu iddianın doğal hedefidir.

• Türkiye’nin AB’ye tam üyelik hedefi bir toplumsal değişim projesidir.

• Avrupa Birliği’ni eşit koşullarla hedef alarak, AB’nin ekonomik ve siyasal

kriterlerini hızla gerçekleştirerek, Türkiye’yi çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmayı

amaçlıyoruz.

• Avrupa Birliği üyeliği anlaşmalara dayalı bir hakkımızdır. Biz tarihi ve coğrafyası

ile Avrupa’nın bir parçasıyız. Türkiye’nin üyesi olduğu AB, Türkiye Modeli ile

toplumsal barışına ve siyasal istikrarına güç ve derinlik kazandıracaktır. CHP, AB

üyeliği konusuna bu bilinçle yaklaşmaktadır.

• Türkiye’nin kimliğine, değerlerine, onuruna sahip çıkarak, Avrupa Birliği içinde

yer almanın gerektirdiği gayreti kararlılıkla sürdüreceğiz.

• Bu duyarlılıklar çerçevesinde ülkemizi en kısa sürede AB’ye tam üyeliğe

taşıyacağız.

• Türkiye, üyelik müzakerelerinin açılması aşamasına gelmiştir. Türkiye’nin bu

fırsatı kaçırmaması için gerekli öncülüğü yapacağız, kararlılığı ortaya koyacağız.

Page 160: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

152

• AB Uyum yasalarının uygulanmasını sağlayacağız. Türkiye’de Avrupa Birliği

müktesebatının üstlenilmesine ilişkin Ulusal Programın, yaşama geçirilmesine

öncelik vereceğiz.

• AB’nin Türkiye’ye yönelik yükümlülüklerini eksiksiz bir biçimde yerine

getirmesinin takipçisi olacağız. Avrupa ordusu ile ilgili çalışmalarda Türkiye’nin hak

ve çıkarlarının korunmasına özel bir dikkat göstereceğiz.

• Gümrük Birliği dönemi için AB’nin taahhüt etmiş olduğu mali yükümlülüklerin bir

an önce yerine getirilmesini hedef alacağız.

• Topluluk ile tercihli ticaret anlaşması yapmış olan ülkelerin benzer anlaşmaları

Türkiye ile de en kısa sürede gerçekleştirmeleri üzerinde önemle duracağız.

Doğu Perinçek’in başkanlığındaki İşçi Partisi AB konusunda Türkiye’de en olumsuz

tutumu benimseyen partilerden birisidir. 3 Kasım 2002 Seçim Beyannamesi’nden

anladığımıza göre bu parti AB’ne katılmayı kültürel değerlerle de uyumlu bulmuyor

ve Türk kültürünün tehdit altında olduğunu öne sürüyor. Tarihsel olarak da çok eski

bir tarihe gönderme yaparak Avrupa kültürünü Bizans projelerine sahip çıkmakla

suçluyor: “Hıristiyan misyoner faaliyetine ve Bizans projelerine izin verilmeyecek.

Avrupa Birliği kapısında, milletimiz dinini değiştirmeye zorlanıyor. Misyoner

faaliyeti, yurttaşlarımızı ülkesine ve milletine yabancılaştırıyor, casus istasyonları

kuruyor. Avrupa Birliği, AKP'li İstanbul ve Zeytinburnu belediyelerinin de ortak

olduğu projelere 100 milyon euro ayırarak, Partrikhane'nin yeni mülkler edinmesini

sağlıyor ve İstanbul'umuzu Bizanslaştırmak istiyor. Rum vakıflarına ve yabancı

Page 161: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

153

kuruluşlara bu olanağı sağlayan AB Uyum Yasaları iptal edilecek, Hıristiyan

misyoner faaliyeti yasaklanacaktır.”

İşçi Partisi ayrıca, Türkiye’deki bütün partilerin AB’ne yönelimini Abdullah

Öcalan’ın PKK’sıyla aynı politikayı savunmak olduğu iddiasıyla her türlü milliyetçi

duyarlılığı partisinde toplamaya çalışıyor: “Avrupa Birliği kapısında parçalanmaya

ve yoksullaşmaya son. Türkiye, ABD tarafından AB kapısına bağlandı ve denetim

altına alındı. Devlet Bahçeli'nin MHP'si, Tayyip Erdoğan'ın AKP'si ve Necmettin

Erbakan'ın SP'si dahil, bütün partiler, Abdullah Öcalan'ın PKK'siyle aynı programı

savunuyorlar, AB'ye girmekten yanalar. Hepsi milletimizi aldatıyor. Bir tek İşçi

Partisi, AB aday üyeliğinden çekilmeyi savunuyor. Türkiye, AB kapısında

parçalanmayı, yoksullaşmayı ve köleleşmeyi kabul etmeyecek, aday üyelikten

çekilecektir.”

MHP’nin AB ile ilgili görüşlerini ele alırken iki döneme birden bakmak gerekiyor.

Bunlardan birincisi MHP’nin “uyum yasalarını” çıkaran 57. Hükümette Koalisyon

ortağı olduğu 2001 yılı; ikincisi ise aynı koalisyonun içinde olmasına rağmen tek

başına iktidara gelince uygulayacağı politikayı anlattığı 2002 “3 Kasım Seçim

Beyannamesi” dönemidir.

Önce 57. Hükümet Dönemi’ne bakalım. “Bu dönemde dış politika alanında da

gelişmeler sağlanmış ve özellikle 40 yıllık bir geçmişi olan Avrupa Birliği - Türkiye

ilişkilerinde önemli bir aşamaya gelinmiştir. Ülkemizin üyelik esaslarını belirleyen

Katılım Ortaklığı Belgesi’nin AB tarafından kabulünün ardından, bu belgede yer alan

hususların üstlenilmesini öngören “Ulusal Program”ın kabul edilmesiyle birlikte,

Page 162: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

154

Türkiye tam üyelik konusundaki kararlığını net bir şekilde AB’ne ve uluslararası

kamuoyuna ilan etmiştir” denildikten sonra MHP’nin bu sürece katkıları açıklanıyor:

“MHP, “Ulusal Program”ın kabulünde ve bu programda öngörülen hukuki ve

kurumsal düzenlemelerin gerçekleştirilmesinde önemli katkılar sağlamış ve bu

düzenlemelerin yapılmasında milli çıkarlarımızı gözeten bir anlayış içerisinde

olmuştur.” Buraya kadar AB konusundaki olumlu tutumunu belirledikten sonra

tabanına mesaj vermeye başlıyor : “Ancak, kısa ve orta vadeli öncelikler arasında yer

almayan ve bölücü unsurların beklentileri ile büyük ölçüde örtüşen ve AB yönetimi

tarafından dayatılan idamın kaldırılması, ana dilde yayın ve öğretim gibi milli birlik

ve bütünlüğümüzü tehdit edici düzenlemeler öngören son uyum paketine, milli

sorumluluk anlayışımızın bir gereği olarak destek verilmemiştir.”

Şimdi de MHP’nin tek başına iktidarında nasıl bir dış politika izleme sözü verdiğini

ve bunun içinde AB’ye karşı tutumunu ne şekilde belirlediğini, 2002 Seçim

Beyannamesi’nden izleyelim:

“Ülkemizin geleneksel siyasi ve ekonomik yönelimleri ışığında büyük önem taşıyan,

Avrupa ile siyasi ve ekonomik bütünleşme ve AB üyeliği hedefinin gerçekleşmesi

için gereken çaba ve sorumluluğa, günübirlik siyasi mülahazaları aşan milli ve

gerçekçi bir bakış açısı ile yaklaşılması ve bunun gereklerinin bu güne kadar olduğu

gibi bundan sonra da yerine getirilmesinde kararlı davranılmasını savunan MHP,

Türkiye’nin temel siyasi hedeflerinden biri olan Avrupa Birliği üyeliğini

desteklemektedir. Türkiye Avrupa Birliği’ne onurlu ve hakkaniyetli bir sürecin

sonunda üye olacaktır. Ülkemizin üye olabilmesi için AB’nin de gereken dikkat ve

Page 163: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

155

hassasiyeti göstermesi, vazgeçilmez bir siyasi sorumluluktur ve ortaklık ahlakının bir

gereğidir.”

MHP de kültürel değerler vurgusu yapmadan edemiyor. Çünkü Türk-İslam sentezi

yaklaşımının vaktiyle partideki etkililiğini düşünürsek tabanın hassasiyetleri

açısından da bu bir zorunluluk oluyor: “Türkiye milli ve manevi değerlerini

koruyarak, dini ve kültürel kimliği ile Avrupa Birliği’ne üye olacaktır. AB’nin din ve

kültür farklığı temelinde ayrımcılığa dayalı bir siyasi felsefeye sahip olmadığının

fiiliyatta gösterilmesi, bu konuda haklı tereddütler doğmasına yol açabilecek

davranışlardan kaçınılması temel bir zorunluluktur.”

Ayrıca Türkiye’nin dış politikasında hassas noktalar olan iki sorun da buraya

bağlıyor. Bunda bir haklılık payı var. Zira AB de bu iki hassas konuda Türkiye’ye

çeşitli vesilelerle baskı yapmaktan geri kalmamıştır. “Aynı şekilde, Türkiye’nin AB

üyeliği Kıbrıs ve Ege gibi hayati konularda meşru çıkarlarımız ve uluslararası hukuk

ve anlaşmalardan doğan haklarımız korunarak sonuçlandırılacaktır.” “Burada temel

sorun, Avrupa Birliği’nin Türkiye’yi Avrupa’nın ortak geleceğinin bir parçası olarak

görüp, görmediğinde yatmaktadır. Çünkü, Avrupa kamuoyunun ve AB yönetiminin,

Türk toplumu ile dayanışma içinde bulunması ve Türkiye’nin üyeliğine hazır olması

da hayati öneme sahiptir. Avrupa Birliği’nin de böyle bir anlayış sergilemesi halinde,

Türkiye Avrupa Birliği ülkesi olarak ortak “Avrupa Evi”nin içinde hak ettiği yeri

alacaktır.”

AKP’nin AB ile ilgili politik tutumu diğer partilerinkinden ayrı bir önem

kazanmıştır. 2002 Kasım seçimleri sonucunda tek başına iktidara gelen partinin

Page 164: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

156

tutumu Türkiye’nin bu süreçteki dış politikası anlamına gelecektir. En başta

belirtmek gerekir ki, AKP’nin “İslamcı” bir parti olmadığı genel başkanı tarafından

ve diğer parti yöneticileri tarafından her fırsatta tekrarlanıyorsa da bu bir ön yargıyı

kırmaya yetmiyor. O ön yargı şudur: Bu partinin kadroları daha önce “dinsel siyaseti

ülke gündemine taşımış ve defalarca Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılmış bir

parti”nin geleneğinden gelmektedir. Dolayısıyla sözcülerinin açıkça reddetmelerine

rağmen bu parti de dinsel değerleri siyasal alandan ayıramayacaktır. Belirtilen

nedenlerle de bu partinin AB ile uyumlu bir siyaset yürütemeyeceği düşünülür. Öte

yandan yine bu kabule dayanan ama başka bir okuma ile AKP’nin AB’ye diğer bütün

partilerden daha yakın olacağı düşünülmektedir. Bunun gerekçesi de şöyle

özetlenebilir: dinsel değerlere bağlılığı ve kadroları dolayısıyla “devlet”e yakın

olmayan hatta belirli bir gerilim içinde olan bu parti, iktidarını ve geleceğini AB’ye

yakınlaşmakla koruyabilir.

AKP’nin tutumunu önemli kılan iktidar partisi olma durumu, aynı zamanda,

Türkiye’nin tam üyelik sürecinin kaderini de belli yere kadar onun eline veriyor.

AKP’nin AB ile ilgili politik tutumunu, hem 3 Kasım 2002 Seçim

Beyannamesi’nden, hem hükümet programından, hem de “acil eylem planı” olarak

yayınladıkları belgeden izlemek mümkün. Ayrıca iktidar partisi olarak 2002’den

itibaren çıkaracakları uyum yasaları ve uygulamalarla da, Türkiye’nin AB’ye girme

sürecini olumlu veya olumsuz etkileyeceklerdi. Nitekim görüşlerini alıntılamadan

önce belirtilmesi gerekir ki, iki yıllık iktidarları sürecinde uyguladıkları politikaların

sonucu olarak, Türkiye’nin “Kopenhag kriterlerini” sağladığı ve 2004 Aralık ayı

Page 165: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

157

görüşmelerinde “müzakere tarihi” verilmesi gerektiği görüşü, parti sözcüleri

tarafından dile getirilmektedir.

Seçim beyannamesinde, “Türkiye’nin gerek coğrafi, gerekse tarihi açıdan Avrupa ile

yakın ilişkileri vardır. Avrupa ülkeleriyle ilişkiler Türkiye’nin dış politika

gündeminde en üst sıralarda yer almaya bundan sonra da devam edecektir” diyen

parti, “Türkiye, Avrupa Birliği ile ilişkilerinde, taahhütlerini ve Birliğin üyelik için

öteki aday ülkelerin de yerine getirmesini istediği şartları bir an önce sağlayacak,

gündemin yapay sorunlarla meşgul edilmesini önlemeye çalışacaktır” açıklamasıyla,

AB konusuna kısaca yer vermiştir.

Tayyip Erdoğan’ın başkanlığında kurulan 59. Hükümet Programı’nda ise daha

ayrıntılı bir politika açıklandığını görüyoruz:

İktidarımız süresince tüm çalışmalarımız, ülkemiz hukukunu evrensel hukuk

ilkelerine uygun hale getirmek, temel hak ve özgürlükler rejimini evrensel

standartlara çıkarmak, ülkemizi gerçek anlamda bir hukuk devleti yapmak, hukukun

üstünlüğünü hakim kılmak ve uluslararası camiada saygın bir yer kazandırmak

olacaktır. Seçimlerden başarı ile çıkar çıkmaz, AB turuna çıkmamız ve bu turun

neticesinde ülkemizin AB’ye tam üyeliği için Aralık 2004 tarihine müzakere için

müzakere tarihi alma başarısı göstermemiz, bu hassasiyetlerimizin tescili olarak

ortaya çıkmıştır.

İnsan haklarının evrensel düzeye çıkarıldığı ve kullanıldığı, hukukun üstünlüğünün

gerçekleştirildiği ve demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla işlediği hukuk sistemini

Page 166: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

158

oluşturmak için, iktidarımız süresince gerçekleştireceğimiz temel düzenlemelerden

bazıları şunlar olacaktır;

• Birtakım hükümleri sürekli değiştirilmek zorunda olan bir anayasa yerine, ülkemizi

geleceğe taşıyacak bir anayasa yapmak, çocuklarımızın geleceği adına yerine

getirmemiz gereken bir sorumluluktur. Yeni Anayasamız güçlü bir toplumsal

meşruiyete sahip, başta AB olmak üzere uluslararası normlara uygun, bireyin hak ve

özgürlüklerini üstün tutan, çoğulcu ve katılımcı demokrasiyi esas alan demokratik

hukuk devleti anlayışını taşıyacaktır.

• Türkiye, Avrupa siyasi değerler sisteminin bir parçasıdır. Avrupa ülkeleriyle

ilişkiler Türkiye’nin dış politika gündeminde en üst sıralarda yer almaya bundan

sonra da devam edecektir.

• Türkiye’nin Avrupa Birliğine tam üyeliği Hükümetimizin hedeflerinin başında

gelmektedir. 3 Kasım seçimlerinden başarıyla çıkar çıkmaz, AB konusunda ciddi bir

etkinlik ürettik ve 2004 Aralık ayına müzakere için müzakere tarihi alma başarısı Ak

Parti hükümeti döneminde başarılmıştır.

Hükümetimiz, Kopenhag kriterlerini tam olarak yerine getirme konusunda kararlıdır.

Türkiye’nin Avrupa Birliği ailesi içerisinde hak ettiği yeri en kısa zamanda almasının

iki tarafa getireceği kazanımların yanı sıra Avrupa kıtasının ötesinde barış, istikrar ve

güvenlik yönlerinden olumlu sonuçlar doğuracağı kuşkusuzdur.

• Bu çerçevede, TBMM tarafından gerçekleştirilmiş olan uyum yasalarının

güçlendirilmesi ve mevzuatımızın temel hak ve özgürlükler açısından bir bütün

Page 167: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

159

olarak geliştirilmesi sağlanacaktır. Ayrıca, reformların uygulamaya tam olarak

yansıması ve uygulayıcılar tarafından da özümsenmesi konusunda her geçen gün

artan bir kararlılık gösterilecektir.

3.3.3. Sivil Toplum Kuruluşlarının Bu Süreçteki Tavrı

Sivil toplum kuruluşlarının AB sürecindeki tavrını ele alırken, hem STK’ların

“yönetişim çağında” politikaların belirlenmesindeki önemi vurgusu, hem de söz

konusu STK’nın hangi toplum kesimini örgütlediği önemli olmaktadır.

TÜSİAD’ın AB konusundaki aktif tutumunun, büyük sermayenin temsilcisi olarak,

bu bütünleşmeden beklentileriyle bağlantılı olduğu açıktır. TÜSİAD, 1970’li yılların

sonunda Sosyal demokrat bir iktidarı gazete ilanları ile düşürmeyi başarmış, yine 12

Eylül döneminde cuntayla hiçbir sorun yaşamamış bir gelenekten gelmektedir.

1990’ların sonunda bu dernek, Türkiye’nin önünün ancak demokrasiyle açılacağını

ve bu bağlamda AB’nin bütün önerilerinin kabul edilmesi, bütün beklentilerinin

karşılanması konusunda, Türkiye’de hükümete baskı yapmakla yetinmeyip Avrupa

başkentlerinde de Türkiye’nin AB’ye alınması kulisleri yapmaktadır. TÜSİAD

yönetimi bu süreçte hükümetlerin hassas davranmaları ve AB’nin talep ettiği bütün

düzenlemeleri yapmaları gerektiği uyarılarını sayısız basın toplantısıyla kamuoyuna

duyurmuştur. (http://www.tusiad.org.tr)

TOBB de, Avrupa birliği sürecinde olumlu bir tutum takınmakta, merkez sağ

partilerin paralelinde görüşler açıklamaktadır. (http://www.tobb.org.tr) TOBB de

aynı TÜSİAD gibi, çok sayıda basın açıklamasının yanı sıra bu konuda çeşitli

Page 168: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

160

yayınlar yapmıştır. Bu yayınların bir kısmı akademisyen ve uzmanlara yaptırılan ve

AB’yi tanıtan çalışmalar ise de çoğunluğu Türkiye’nin AB’ye girmesinin

gerekliliğini açıklayan çalışmalardır.

Ankara Ticaret Odası (ATO), “Küçük Esnafın Milliyetçi Örgütü” görüntüsüyle, AB

konusunda ve diğer dış politikalar konusunda ikircikli bir tutum sergilemektedir. Bir

yandan AB’nin bütün beklentilerinin Türkiye tarafından gerçekleştirildiğini

vurgulayıp Türkiye’ye kabul edilebilir bir tarih verilmezse eylem yapacaklarını

açıklamakta; öte yandan da AB’ye mahkum değiliz, Türkiye AB’siz de var olmaya

devam eder gibi açıklamalar da bulunmaktadır. Bu görüşlere örnek bazı açıklamalar

aşağıda belirtilecektir: (http://www.ato.org.tr)

“Ankara Ticaret Odası (ATO) Başkanı Sinan Aygün, Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye

kabul edilebilir bir tarih vermemesi halinde uygulayacakları eylem planını açıkladı.”

Buna göre :

Konuyla ilgili olarak yaptığı yazılı açıklamada iki aşamadan oluşan planın ilk

aşamasında ATO bünyesinde Avrupa Birliği menşeili ülkelerden mal ve hizmet

alımının durdurulacağını belirten ATO Başkanı Aygün, kararın protesto edilmesi için

Ankara’da bulunan sivil toplum örgütlerinin toplantıya çağrılarak bu örgütlerle ortak

hareket edileceğini söyledi.

Eylem planında geniş kapsamlı bir "Yerli Malı Kullan" kampanyası başlatılacağını

dile getiren Aygün, yılbaşı ve bayram tatilinde Türkiye aleyhine oy kullanan ülkelere

gitmeme çağrısı yapacaklarını kaydetti.

Page 169: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

161

Türkiye’ye tarih verilememesi halinde Ankara Ticaret Odası Meclisi’nce de kararın

protesto edileceğinin altını çizen Aygün, siyasi tepkinin yanında sivil toplum

örgütlerinin vereceği tepkinin çok daha büyük önem taşıdığına dikkat çekti.

Eylem planının "Hükümetten Beklentiler" başlıklı ikinci aşamasında ise kamu

alımlarına esas olmak üzere "Yerli Malı Satınalma Kanunu" çıkarılması ve Gümrük

Birliği’nin gözden geçirilmesi isteneceğini vurgulayan Aygün, hükümetten siyasi

ilişkilerin askıya alınmasını, hiçbir zirve toplantısına katılınmamasını, 6 ay içerisinde

herhangi bir ilerleme olmazsa tam üyelik başvurusunun geri çekilmesini ve nihayet

ABD ile serbest ticaret yolunun açılması için bu ülke nezdinde girişimlerde

bulunulmasını talep edeceklerini belirtti.

ATO Başkanı Sinan Aygün, Avrupa Birliği’nin Türkiye’nin temel kurumları

üzerinde tartışma yaratıcı isteklerinin Türk halkını rahatsız ettiğini ve bu isteklerin

ardı arkasının kesilmediğini kaydederek şunları söyledi:

“6. paket geldi. Bekledik ki bu son olacak. Daha o çıkmadan 7. paketi geldi.

Bekledik ki bu son olacak. 8. paket de sırada deniyor. Peki hangisi son olacak? 16,

17, 18 mi?.. 26, 27, 28 mi? Türkiye’nin bağımsızlığının teminatı olan kurumları

tartışmaya açılmamalıdır. Bütün kalkanları indirilmiş, tehlikelere açık bir ülke haline

gelinmemelidir. “Kılçıksız bir Türkiye” istendiği izlenimi verilmemelidir. “Kılçıksız

Türkiye” için, yasaların, değerlerin, kurumların, sinirlerinin alınmasını istiyorlarsa,

Türkiye’yi döverek yumuşatmaya çalışıyorlarsa, bu Türk halkını rahatsız eder.

Birliğin hiçbir ülkesi Avrupa Birliği’ne girerken böyle zulüm görmedi. Uyum

yasaları değil, sanki zulüm yasaları. Şimdi 5 aday ülke daha çıkardılar. Fırsatını

Page 170: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

162

bulurlarsa bu ülkeleri bizden önce alırlar. Hükümet ve muhalefet elinden geleni

yapmıştır. Türk halkı AB’ni hak etmiştir. Bu hak artık teslim edilmelidir.”

(http://www.ato.org.tr)

En büyük işçi sendikaları konfederasyonu olan Türk-İş Avrupa Birliğine nasıl

bakıyor? Türk-İş 2004 Mayıs ayında üyelerine uyguladığı bir anketin sonuçlarına

göre bu konuda görüş oluşturuyor. “AB’ne adaylık sürecinde olan Türkiye’nin yerine

getirmesi beklenen AB talepleri ile ilgili olarak çeşitli düzeylerde tartışmalar

yapıldığı ve yaklaşım farklılıkları ile karşılaşıldığı bilinen bir gerçektir. Toplumun

önemli bir kesimini oluşturan isçilerin adaylık sürecinde AB’ye bakışını belirlemek

amacıyla Konfederasyonumuz tarafından bir anket uygulanmıştır. Türk-İş uzmanları

Uğraş GÖK ve Hülya UZUNER tarafından uygulanan anket ülkenin değişik

bölgelerinde ve farklı iş kollarında çalışan isçileri kapsamaktadır. Anket

kapsamındaki isçi sayısı 3 bin olarak belirlenmiştir.” (http://www.turkis.org.tr)

Anketi oluşturan sorularla; AB üyeliğinin Türk çalışma hayatına etkileri, AB’nin

üyelik için yerine getirilmesi zorunlu olmayan talepleri, Aralık 2004’de Türkiye’ye

müzakere tarihi verilmesi ve Türkiye’nin AB üyeliğinin kabul edilmesi konularında

Türk-İş topluluğunun bakışının belirlenmesi amaçlanmıştır. Buradan çıkan sonuçlar:

AB Üyeliği Çalışma Hayatını Olumlu Etkileyecek.

AB, Türkiye’den Haksız İsteklerde Bulunuyor. TÜRK-İŞ topluluğu sosyal gelişme

adına Türkiye’nin AB üyeliğini arzulamasına rağmen AB’nin Türkiye’yi zor kararlar

almaya zorlayan tutumunu haksız bulmaktadır. AB kendi içinde demokrasiyi henüz

Page 171: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

163

yerleştirememiştir; en üst siyasi karar alma organı olan AB Bakanlar Konseyi’nin

üyeleri kendi ülkelerinde seçilmiş bakanlardır, ancak pek çok konuda AB adına ve

genellikle oy birliği ile tek başına karar almaktadır.

Türkiye, AB’ne Diğer Ülkelerle Aynı Koşullar Altında Girmelidir. TÜRK-İŞ

topluluğu AB’ye üyelikten yanadır, ancak ne pahasına olursa olsun AB üyeliği

taraftarı değildir.

AB Artık Türkiye’yi Oyalamaktan Vazgeçmelidir.

Avrupa Birliği 2004 Aralık Ayında Türkiye’ye Müzakere

Tarihi Vermeli ve İmajını Kurtarmalıdır.

Türkiye’nin Üyeliği Konusunda AB Sorumluluk Altındadır.

Sonuç: Türk-İş, Avrupa Birliği’ne üyeliğin Türk çalışma hayatına olumlu

getirilerinin olacağına inanmakta ve AB’ye üyeliği desteklemektedir. Ancak, AB’nin

aşağıdaki konularda adım atması gerektiğini düşünmektedir.

• AB üyeliği için zorunlu olmayan engeller çıkartmaktan vazgeçmeli, çalışanlara ve

sosyal haklara yönelik reformlara öncelik vermelidir.

• Türkiye ile ilgili aldığı kararları gözden geçirmeli ve Türkiye’nin AB üyeliğine

aday olduğunu ve er ya da geç tam üye olacağını göz önünde bulundurarak ülkenin

hayati derecede önem taşıyan duyarlılıkları ile uğraşmaktan vazgeçmelidir.

Page 172: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

164

• 2004 Aralık ayında söz verdiği şekilde derhal ve gecikmeksizin müzakere tarihi

vermelidir.

Page 173: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

4. Bölüm: Durumdan Vazife Çıkarmak

Bu bölüm iki alt bölümden oluşuyor. Bunlardan birincisinde Türkiye'nin 1980’den

sonra yaşadığı siyasal süreç ele alınıyor. Bu alt bölüm daha çok mevcut durumun

analizini yapıyor ve bazı noktaları ön plana çıkarmaya çalışıyor. İkinci alt bölümde

ise bu analizden hareketle demokrasi olasılığına değiniliyor ve demokrasi talep

edenlerin farklılaşması bağlamında muhafazakar siyasetçilerin önerdikleri

demokrasiyi Avrupa Birliği sürecinde genişletmeye çalışan ve daha çok sermayenin

temsilcilerinin oluşturduğu sivil toplum kuruluşlarının duruşuyla, emekçilerin sivil

toplum örgütlerinin talep ettiği demokrasi karşılaştırılıyor.

4.1. Mevcut Durumun Analizi: Ulaşılan Demokrasi Düzeyi

Türkiye’de mevcut haliyle işleyen ve tartışılan demokrasi, bünyesinde barındırdığı

bütün zaaflarıyla birlikte yaşadığı tarihsel tecrübelerin, iç ve dış dinamiklerin

eseridir. İstikrarsızlığıyla, sık sık kesintiye uğramasıyla, hâlâ tartışılan standartlarıyla

sahip olduğumuz demokrasiyi yakından tanımak için, ona damgasını vuran temel

dinamiklere bakmamız gerekir. Bu dinamiklerin başında ilk elden söz etmemiz

gereken, dış dinamiklerdir.

Türkiye, Helsinki Zirvesi’nde aday olduğu AB’ye girebilmek için demokrasi

standartlarını yükseltmeye çalışıyor. Meclis arka arkaya demokratikleşme paketleri

hazırlayıp yasalaştırmaya girişiyor. Bu paketlerin konusunu, Türkiye'nin kendi devlet

düzeni yani “iç meseleleri” oluşturuyor. Mesela 7. paketin ağırlıklı konusu, Millî

Güvenlik Kurulu’nun yetkilerinin sınırlandırılması ve Ordu’nun siyaset üzerindeki

Page 174: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

166

etkisinin azaltılmasına dair yasal düzenlemelerden meydana geliyor. Kısaca,

evimizin içini, özellikle demokrasimizi, Kopenhag Kriterleri olarak belirlenen

“Hukukun Üstünlüğü, Demokrasi ve İnsan Hakları” sacayağına uyumlu hale

getirmek için, AB’nin telkin ve ısrarlarıyla mesafe almaya çalışıyoruz. Görünen o ki,

kendi irademiz ve inisiyatifimizle hareket etsek, bu standartlara ulaşmak için çaba

harcamayacağız. Bugün yaşadığımız bu durum, yani demokrasimiz üzerinde yabancı

vesayeti, yeni bir olgu değil. 1839 yılından bugüne, demokrasi başlığı altında

attığımız ileri adımların büyük bir kısmında bu “dış dinamik”in önemli rol

oynadığını görüyoruz. (Türköne, 2003: 210)

Türkiye’de siyasetin ve bu bağlamda demokrasinin içinde bulunduğu durumu son

genel seçimlerden hareketle ele alabiliriz. 3 Kasım 2002’de yapılan bu seçimlerin

özelliği Kaya’nın (2002) saptamasıyla, “siyasetsiz bir süreç” olarak yaşanmıştır.

Demokrasinin en temel unsurlarından biri olarak kabul edilen seçimlerin, demokrasi

içinde bir anlam kazanmasının serbest seçimler olmasından kaynaklandığı bilinir.

Buradaki serbestliğin anlamı farklılaşan ve mücadele eden siyasal programların

olmasıdır. Ancak Türkiye’de son seçimlerde siyasetin süreçten dışlanması, uzun bir

süredir yürütülen bilinçli bir çaba ile, siyaset yoluyla sorunlara çözüm

bulunamayacağı düşüncesinin sonucunda ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda Kemal

Derviş’in partisiz bakan iken söylediği “ekonomik kararların siyasetin dışında

tutulması” sözlerini CHP milletvekili sıfatı ile söylemeye devam etmesi çok

açıklayıcıdır. (Kaya, 2002: 173)

Türkiye’de ekonomi teknokratı olarak siyasal yaşama dahil olan iki Dünya Bankası

uzmanı (Turgut Özal ve Kemal Derviş) tarafından ortaya konulan ve siyaseti

Page 175: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

167

kötülemek üzerine inşa edilen bir siyaset ile Türkiye bu noktaya ulaşmıştır. “Daha 24

Ocak Kararlarını Turgut Özal müsteşar olarak yürütürken bu yönde gelişmeler

başlamıştı: 1980 Ağustos ayında “ülkenin temel ekonomi politikalarına siyasetçiler

karışıyorlar, bu önlenmelidir” diyordu. Sonra 12 Eylül geldi. 12 Eylül, Özal eliyle

Türkiye’yi “transforme” etme serüveninin sıçrama tahtası oldu.” (Kaya, 2002: 173)

Özal teknokrat olarak ifade ettiği bu siyasal özlemini, 12 Eylül sonrasının siyasal

ortamında uygulama fırsatı buldu. Bu dönemde dört eğilimi birleştirdiğini öne

sürerek kurduğu ANAP ile tek başına iktidara gelmişti. Özal’ın siyaseti anlamsız

gördüğünü ele veren tutumunu, 12 Eylül’ün, ülkeyi demokrasiden uzaklaştıran

düzenlemelerine tamamen sahip çıkarak ekonomiye yönelmesinde görüyoruz. O

kadar ki, ekonomi siyaset dışı bir alanmış gibi sürekli “ekonominin gerekleri”

yapılacaktır yollu açıklamalarını görüyoruz. Özal’ın “alternatifimiz yok” sloganı bir

yönüyle bunu söylüyor, diğer yönüyle de güçlü hükümet=siyasal istikrar formülünü

simgeliyordu. Böyle başlayan gelişmelerin tarihsel anlamını belirleyebilmek için son

20 yılın kuşbakışı bir değerlendirmesi yararlı olacaktır. (Kaya, 2002: 173)

“Bugün Türkiye'de tarihsel egemen blokun yeniden oluşmakta olduğu bir geçiş

dönemi devam etmektedir. 1970’li yıllarda çok yönlü (sosyo-ekonomik ve politik)

kriz içine giren Türkiye'de kapitalizm kendisini yeniden üretebilmek için yeni bir

sermaye birikim modeline yönelmiştir. Aynı zamanda, süreçle birlikte yaşanan

yapısal kriz ortamında ortaya çıkan dinsel, etnik, vb. karakterde yeni çatışma

alanlarıyla daha da zayıflayan, tehdit altına giren hegemonyayı koruyabilmek için

hem yeni siyasal formlara yönelmek, hem de yeni ideolojik arayışlara girmek ihtiyacı

doğmuştur.” (Kaya, 2002: 173)

Page 176: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

168

Bu dönemde Türkiye’de büyük burjuvazinin sermaye birikimi sağlamak için, çağdaş

demokratik ülkelere göre anakronik bir tutumla, geniş emekçi kitlelerinin

etkisizleştirilmesi talebi gündeme gelmiştir. Sıklıkla söylediğimiz gibi, 12 Eylül

darbesinin en önemli gerekçesi budur. Yine tekrar etme pahasına işveren sendikaları

konfederasyonu başkanı “DGM’ler kurulmadan üretim artmaz” formülüyle,

demokrasi içinde çalışamayacaklarını açıkça beyan etmiştir.

“Darbeyi izleyen Özal döneminde oluşturulan bu “dikensiz gül bahçesinde” Neo-

liberalizmin öngördüğü politikalarla dış dünya ile eklemlenme hız kazanırken bir

yandan belirli sermaye kesimlerine sürekli gelir transferi anlamına gelen çift haneli

hatta üç haneli enflasyon ile büyüme, diğer yandan Devletin doğrudan transferleri

(otoyol, enerji santralı, telekomünikasyon altyapısı inşası gibi büyük altyapı ihaleleri)

ile sermayeye uluslararası rekabet gücü kazandırılmaya çalışılmıştır. 1980’lerin

sonuna kadar hükümetlerin arkasında güçlü bir Parlamento desteği de

bulunmaktadır.” (Kaya, 2002: 173-174)

Bu dönemde bazı konjonktürel faktörlerle birleşen yapısal kriz derinleşmiş ve ülke

ekonomik bir çöküntüye maruz kalmıştır. “Esasen, emekçi hareketlerinin güçsüz

olduğu dönemlerde yaşanan krizler sırasında sermaye sınıfının kendi iç çelişkileri ve

bölünmeleri daha rahatça öne çıkar, mücadele hızlanır, keskinleşir. Nitekim,

demokratik bir rejimin gerektirdiği birçok özellikten yoksun olsa da yaygın olan

küçük mülkiyet temelinde temsili parlamenter sistemi yıllardır sürdürebilen geniş

muhafazakâr koalisyon çatlamış ve sonuçta siyaset sahnesi birbirleriyle rekabet eden

sağ siyasi partilerle dolmuştur.” (Kaya, 2002: 174) 1950-1980 yılları arasında

sırasıyla DP ve AP birkaç kez tek başına iktidarı kazanan büyük sağ kitle partileri

Page 177: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

169

olarak, 1980 sonrasında siyasete giren sağ partiler tarafından, nostalji ile aranır

olmalarının yanı sıra özellikle DP tarihine sahip çıkmaya çalışmışlardır.∗ Tek başına

iktidar olan sağ partiler olsa bile bunlar hiçbir seçimde 1980 öncesinde olduğu gibi,

%50’yi geçen oy alamamışlardır. Ancak uygulanan seçim sisteminin sonucu olarak

tek başına iktidar olanağını kullanmışlardır. Yani sağın bölünmüşlüğü seçmen

desteğindeki bu azalmadan da izlenebilir.

“Nitekim önceki son üç seçimde (1991,1995,1999) %10 gibi seçim barajına rağmen

hiçbir parti çoğunluk sağlayamamıştı. Bu Türkiye'de olumsuzluk nedeni olarak

önyargılı bakılan koalisyonlar dönemini başlatmıştır. Türkiye bu dönüşüm sürecinde

bir de siyasal tarih açısından ilginç bir anakronizma sergilemektedir (Buna özgün

durum diye de bakılabilir). Türkiye'de siyasal yaşam sağ-sol yerine laik-siyasal İslam

kutuplaşmasına dayanan bir eksene oturmuştur. ANAP’ın tek başına iktidarının sona

ermesiyle DYP ile kurulan koalisyon hükümetlerinde yer alan Sosyal Demokrasi

uygulanan politikalara payanda olmaktan öte bir işlev görmemiş, üstelik parsa

dağıtmaya dayalı hükümet etme çarkının dişleri içinde kimliği öğütülmüştür. DSP ile

birlikte, “sol” kavram olarak tümüyle içeriğinden boşaltılmış olarak hükümetin

vitrininde bir etiket mertebesine indirgenmiştir. 1999 seçimlerinde CHP’nin de

temsil olanağı bulamaması en ılımlı solu bile Meclis’in dışında bırakmıştır. Sol

kimliğin aşınma ve içeriğinin boşaltılma süreci halen Kasım seçimlerindeki CHP’nin

performansıyla devam etmektedir.”(Kaya, 2002: 174-175)

∗ 1950-60 yılları arasında iktidarda bulunan DP, 27 Mayıs İhtilali’yle iktidardan uzaklaştırılmıştır. Bu dönemin özellikle demokrasi açısından kapsamlı değerlendirmeleri için bakınız: Akşin (2000), Eroğul (1990) ve Tunçay (1989), Karpat (1996).

Page 178: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

170

Kaya’nın yukarıda özetlemeye çalıştığımız analizine bağlı olarak, 2002 seçimlerinde

AKP’nin beklenen iktidarı, şöyle saptanıyor: “Bu süreç çerçevesinde kemerleri

sıkma politikaları ve siyasal baskılar altında ezilen, aslında solun tabanı olma

potansiyeli taşıyan kentlerin varoşlarını dolduranlar için siyasal İslam yeni çekim

merkezi olarak yükselmiştir. Bu yükselişin esas etmenlerinden birisi de kuşkusuz

sermaye kesimi içinden açık, ciddi bir destek bulabilmesidir. Uluslararası rekabet

gücüne ulaşma adına neo-liberal politikalarla özel olarak desteklenen ve hızla

büyüyen, esas itibariyle İstanbul merkezli büyük-tekelci-sermaye karşısında sayısal

üstünlükle Ticaret ve Sanayi Odalarında yönetimde etkili daha küçük ölçekli, kimi

kez Anadolu Kaplanları diye de anılan sermaye kesimi hegemonyayı vermemek için

ciddi bir mücadele başlatmıştır. Ayrıca, 28 Şubat süreci siyasal islamın yolunun tıkalı

olduğunu gösterince de AKP’ye sistem içinde yol açılmıştır.” (Kaya, 2002: 175)

Son seçimler, 20 yıllık geçmişin bir sonucu olarak ortaya çıkmasının yanısıra

sürmekte olan bir hegemonik konum mücadelesine de ışık tutuyor: “Türkiye'de

iktidar mücadelesinin dinamikleri değişimi tamamına erdirebilecek itici gücü

oluşturamamaktadır. Türkiye'de 1970’li yılların sonundan bu yana ‘eski’ kendisini

yeniden üretememekte ‘yeni’ ise doğamamaktadır. Başka bir anlatımla, içinde

bulunulan koşullarda Türkiye'nin iç dinamikleri siyasetin yeniden yapılanma

çabalarını yönlendirebilecek konumda değildir. Hegemonik konum için kıyasıya

rekabet içindeki sermayenin değişik kesitleri iç ayrışmayı sağlayacak, yeni iktidar

blokunu belirleyecek süreci tamama erdirememektedirler. Bir başka anlatım ile

toplumun daha geniş kesitlerini birleştirebilecek bir hegemonik proje

gelişememektedir. Bu ortamda siyaset sahnesinin doğrudan aktörleri ülke için

Page 179: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

171

herhangi bir toplumsal gelişme perspektifi sunabilme yetilerini yitirmişlerdir. Böyle

bir bağlamda öncelikle büyük sermayenin perspektifinde yer alan AB ile bütünleşme,

toplumun en geniş kesimlerini kucaklayan, hegemonya içeren bir proje niteliği

kazanmaktadır. Özetle Türkiye'nin gelişme doğrultularını dış dinamik

yönlendirmektedir.” (Kaya, 2002: 175)

Türkiye’de Özal iktidarlarından bu yana, sistemin bir yönetememe krizi içinde

olduğu ve buna acil çözüm bulunması gerektiği tartışması gündemdedir. Bu

tartışmanın bir yönü, yürütme ve yasamanın kuvvetler ayrılığı ilkesine sıkıca bağlı

olduğu sanılan bir başkanlık rejimi önerisiyle şekillendirilirken; diğer yönü daha çok

siyasal istikrar arayışı temelinde tek parti iktidarlarını sağlamaya yönelen iki parti

sistemi öngören önerilerdir. Nitekim istikrar için “yönetimde istikrar, temsilde

adalet” gibi aynı anda kolay gerçekleşemeyecek bir ilke anayasa maddesi haline

getirilmiştir. Türkiye gerçeğinde iki partili bir sistemin demokrasi ekseninde

sürdürülemeyeceği konusunda Kaya’ya başvurabiliriz: “Türkiye'de mümkün

olamayacak başka bir olgu da iki partili bir sistemin demokrasi ekseninde kalarak

sürdürülebilmesidir. Toplumsal gelişmelerin dinamikleri toplumu, toplumsal talepleri

parçalamakta, farklı olduklarını ‘fark edenler’ sisteme yeni talepler

yöneltmektedirler. Demokrasiden, sosyolojik bir zorunluluk haline gelen

çoğulculuktan vazgeçmeden taleplerin sistem içinde tutulabilmesi yeni bir koalisyon

kültürünün geliştirilmesine ve kaynak parsellenmesinden ortak paydada hükümet

edebilme çizgisine erişilmesine bağlıdır. Bu nedenle en acil önlem bu durumun

kabullenmesini kaçınılmaz kılacak seçim barajının kaldırılması, en azından %5

sınırının altına çekilmesidir.” (Kaya, 2002: 177)

Page 180: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

172

4.2. Mevcut Durum Nasıl Adlandırılabilir: Düşük Yoğunluklu

Demokrasi

1980’lerde demokrasiyi tanımlama ideolojik bir çatışma halini almıştır. 1990’lara

gelindiğinde ise demokrasi kavramı kalkınmanın yerini almıştır. Demokrasi,

komünist parti diktatörlüklerini ve en sağcı askeri rejimleri yıkmıştır. Paradoksal bir

şekilde yeni demokrasi dalgası, Üçüncü Dünya ve eski ikinci Dünya’da,

“kalkınma”nın başarısızlığı üzerinde yükseliyor.

Üçüncü Dünya’nın seçilmiş ve sivil demokrasileri, liberal Batı demokrasisinin kimi

tuzaklarını (örneğin periyodik seçimler) biçimsel olarak kurumlaştırmış olmalarına

karşın gerçek anlamda otoriter bir geçmişin kemikleşmiş siyasi ve ekonomik

yapılarını korumuşlardır.

Bu demokrasiler Batı demokrasileri modelinde işler bir yapıyı ne kurmuşlardır, ne de

kurmayı hedeflerler. Batı’da da tam katılımcı demokrasi, Üçüncü Dünya’daki kadar

olmasa da iç eşitsizlik ve global sermayenin aciliyetleri ve kısıtlamaları tarafından

önemli derecede sınırlandırılıyorlar.

Üçüncü Dünya’da son zamanlarda ortaya çıkan biçimsel demokrasi kurumları halk

katılımını anlamlı bir şekilde genişletemediler.

Tek başına biçimsel demokrasinin Üçüncü Dünya toplumlarında sürekli bir atılıma

neden olduğu, ya da temel toplumsal ve ekonomik sorunları çözmeye yeterli olduğu

varsayımı kanıtlanmamıştır. Elit demokrasisi denilmesi gereken bu yapılanmalar,

Page 181: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

173

pratikte zımni askeri diktatörlüklerle birlikte vardırlar. Daha fazla halk katılımı ve

daha fazla sosyal adalet sağlamak amaçlı toplumsal reform gündemlerinde yoktur.

İnsan hakları ihlalleri fiilen sürmektedir.

IMF ve ABD, Üçüncü Dünya’da yeni rejimleri daha kolay manipüle ediyorlar.

Ekonomik politikalar anlamlı bir ekonomik büyümeye yol açmaksızın çoğunluğu

kemer sıkmaya mahkum ediyor. İlerici hareketlerin bir reform gündemini hayata

geçirmesi fiilen olanaksızdır (güçlü yerel ve uluslararası grupların karşı çıkması).

Üçüncü Dünya’da ülkelerin farklılıklarına karşın; siyasi gelişmelerin, ulusal sınırları

kesen ortak yapısal kaynaklarının bulunduğunu gösteren, önemli benzerlikleri vardır.

Bu durumda gelişmenin ana çizgilerini belirlemek için devlet merkezli çözümlemeler

yerine dünya ölçeğinde bir ekonomik siyasi çözümleme gereklidir.

ABD dış siyasetindeki değişiklik demokrasiye yönelik mevcut atılımı açıklar

görünüyor. ABD dış siyasetindeki değişikliğin arkasındaki değişim; globalleşmenin

yol açtığı ekonomik ve ideolojik yeniden yapılanma ciddi bir ekonomik ve

hegemonik kriz yaratmıştır. Bu krizin sonucunda demokrasiye yönelik mevcut atılım

ortaya çıkmıştır. Düşük Yoğunluklu Demokrasi kitabı bu atılıma getirilen eleştirel bir

yorumdur. Yeni biçimsel demokrasi ekonomik liberalizasyon ve uluslararasılaşmanın

doğal siyasi sonucudur. Pek çok örnekte ise bir önceki dış müdahalenin sonucudur.

Bu müdahalecilik ya açık otoriterianizmden dış desteğin çekilmesi ya da düşük

yoğunluklu çatışma stratejisidir. (Gills, vd., 1994, 11)

Page 182: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

174

ABD’de, Üçüncü Dünya üzerine bilimsel çalışmalar, üç entelektüel ve ideolojik ön

yargıya sahiptir. Bu üç önyargıyı ve onlara karşı yükselen itirazları şöyle

sıralayabiliriz : (Gills, vd., 1994)

Birinci önyargı; “Siyasi demokrasi” toplumsal reform pahasına olsa bile ulaşılması

gereken global bir değerdir.

İkinci önyargı; Bütün demokrasiler bir ölçüde kapitalisttir; malların üretimi ve

bölüşümü devletten çok esas olarak piyasa rekabeti tarafından belirlenir ve önemli

ölçüde üretim araçlarının özel mülkiyeti sözkonusudur.

Üçüncü önyargı; Üçüncü Dünya’nın ekonomik politik gelişmesinde dışsal faktörler

anlamlı bir nedensel rol oynamaz.

Birinci ön yargıya karşı yükselen itiraz şudur : Siyasi demokrasi ile toplumsal

reformu bütünleştirmeksizin, kendi başına demokrasi uzun vadede aşınabilir.

Toplumsal reformsuz biçimsel demokrasi, ekonomik eşitsizliği arttırır ve dolayısıyla

toplumdaki eşitsiz erk paylaşımını yoğunlaştırır. Demokratik rejimlerin ilk ve en

önemli görevi toplumsal reformdur. İlerici reformların yokluğunda, “demokrasi”

terimi anlamlı bir içerikten büyük ölçüde yoksundur. Demokratik kurumların yapısı

ve demokratik rejimlerin toplumsal temeli, başından itibaren böylesi reformlar

hedefini gözetmelidir.

İkinci önyargıya yönelik itiraz : Kapitalizmi demokrasi ile özdeşleştirmek, Üçüncü

Dünya konusunda Batılı kimi incelemelerin çok iyi gizlenmiş ideolojik bir

Page 183: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

175

önyargısıdır. Bugün, Üçüncü Dünya’da Batı’nın ön ayak olduğu belirli demokrasi

biçimleri, bu ülkelerdeki global sermayenin çıkarlarına özel olarak uygundur.

Üçüncü önyargıya yöneltilen itiraz : IMF – Dünya Bankası’nın uyum

politikalarından, doğrudan askeri, siyasi ve ekonomik dış müdahale (mücadele)

biçimlerine kadar uzanan dış faktörler, Üçüncü Dünya’daki sosyopolitik çatışmaların

sonucunu belirlemede çoğunlukla tayin edicidirler. Her yerde hazır ve nazır

uluslararası bir kapitalist sistemin hakim olduğu bir dünyada, Üçüncü Dünya’daki

ulusal politikalar, ulusal yalıtılmışlık içinde yeterince anlaşılamaz.

Chomsky'e göre, demokrasi geçmişte olduğu gibi bugün de gücü elinde tutanların

kendi iktidarlarını meşrulaştırmak ve halkı hareketsiz ve karar süreçlerinin dışında

tutmak için ideolojik araç olarak kullanılmaktadır. Demokratikleşme sürecine eşlik

eden bir başka eğilime Samir Amin işaret ediyor: piyasa güçlerinin liberasyon için

iki şeyi amaçlayan genelleşmiş bir tür saldırı; 1) özel mülkiyetin mutlak

üstünlüğünün ideolojik rehabilitasyonu, 2) toplumsal eşitsizliklerin ve her türden

antidevletçiliğin meşrulaştırılması. (Gills, vd., 1994, 13-14)

Bu iki eğilimin çakışması çağımızı yoğun bir kafa karışıklığı çağı haline getiriyor.

Demokratikleşme, dünya ölçeğindeki piyasa rasyonalitesine boyun eğmenin doğal ve

zorunlu bir ürünü olarak değerlendirilir. Bu mantıktan basit bir denklem çıkarılır :

kapitalizm = demokrasi, demokrasi = kapitalizm. Bu Üçüncü Dünya’da sürmekte

olan demokratikleşme sürecinin esas karakterine işaret eden güçlü bir argümandır.

Page 184: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

176

Sosyalist demokrasi ile kapitalist demokrasi arasındaki anlam dikotomisi yakın

geçmişte temel niteliktedir. İki anlam meşruluk için yarışmıştır ve kapitalist anlam,

global ölçüde hegemonik olarak ortaya çıkmıştır. Bu siyaset biçiminin evrensel

olarak geçerli, global ekonomi politiğin merkez devletlerinde olduğu gibi çevre

ülkelerinde de uygulanabilir olduğu düşüncesi egemenlik kazanmıştır. Ancak bu

düşünce, geçmişte olduğu gibi, aynı tarihsel ve "yapısal" nedenlerle, bugün de

kuşkuludur.

Global ekonomi politiğin mevcut gerçeklerini yansıtmak ve yerleştirmek için,

dünyadaki politik biçimler yeniden yapılandırılıyor. Global kapitalizmin yeni

ideolojik gündemi, demokrasi "cihadı"dır. Buna göre dünya artık sosyalist ve

kapitalist iki ayrı sistemin yarış alanı olmaktan çıkmıştır. Sadece bir tek dünya,

kapitalist dünya vardır. Hegemonik gücü elinde tutanların kavradığı şekliyle, ideal

Yeni Dünya Düzeni'nde, bütün devletler "demokratik" olacaklardır.

Bununla birlikte, bu kapitalist dünya sisteminin üçüncü dünyayı

demokratikleştireceği düşüncesine karşı eleştirel bir tutum takınılabilinir. Bu yeni

demokratik görüşün yeni otoriterianizm, baskı ve muhafazakarlığın habercisi olduğu,

global sermayeye daha fazla bağımlılığı ve bütünleşmeyi meşrulaştıracağı sonucuna

varmanın da eşit derecede geçerli olduğu savunulabilinir. (Gills, vd., 1994, 14)

Değişik ülke örnekleri göstermektedir ki otoriter rejimlerin devrilmesi, toplumsal

muhalefetin ilk ve en önemli sonucudur. 1988'de Şili'de olduğu gibi,

demokratikleşme eğiliminin yolda olduğu bir kaç yalıtık örnek dışında, ABD otoriter

rejimlere karşı demokrasi lehinde aktif bir çaba göstermemiştir. Ancak, otoriter

Page 185: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

177

rejimler derin ekonomik ve siyasi sorunları çözmede başarısız kalınca, ya da

diktatörlük karşıtı halk güçlerinin hızla gelişmesinin sonucu olarak derin bir iç krize

gömülünce, ABD saf değiştirmektedir. Pek çok durumda ABD'nin tepkisi,

otoriterianizmin kendisini artık sürdüremeyeceğinin ve demokratikleşmenin uzun

vadede kaçınılmaz olduğunun ortaya çıkmasına bağlıydı.

1980'lerin başında bir çok üçüncü dünya ülkesinde yıllarca süren askeri yönetimler,

"sol"un, emeğin ve diğer halk güçlerinin örgütsel gücünü önemli ölçüde kırmışken;

ABD, koşulların demokratik bir açılıma uygun olduğunu kavradı. Carter yönetimi,

insan hakları konusunda bazı düzenlemeler yapmayı kabul etti. Bu politika, Başkan

Reagan'ın izleyeceği, daha açık bir demokratikleşme politikasının dolaysız öncelidir.

“ABD, geniş halk güçlerinin daha radikal değişim taleplerini kırmak için onları

seçimlere katabilen ve bununla birlikte askeri seleflerinin anti-reformist

geleneklerinin sürekliliğini garanti edebilen istikrarlı, yaşayabilir "demokratik"

rejimler istiyordu. Bu demokratikleşme süreci kontrolden çıkar ve "sol" gereğinden

fazla toplumsal güç elde ederse, "demokratik yönetilmezlik"e alternatif olarak ordu

her zaman hazır bekleyecekti. Böylece, Düşük Yoğunluklu Demokrasi, Üçüncü

Dünya'nın önceki "istikrarsız" temsili demokratik sistemleri ile çoğunlukla ABD

desteğiyle kurulan ve sürdürülen, 1960 ve 1970'lerin ölmekte olan askeri

diktatörlükleri arasında bir "ara konak" olarak tasarlandı” (Gills, vd., 1994, 15).

ABD bu demokrasiyi gerçekte Düşük Yoğunluklu Çatışma'nın bir bileşeni olarak

tanımlamıştı. Demokrasi bir müdahale aracı olarak kullanıldı. Bu müdahalenin

amacı, ilerici reformların ve devrimci değişimlerin önünü almaktı. Hem halk

güçlerini hareketsiz bırakmak hem de statükoyu meşrulaştırmak çabası bir aradadır.

Page 186: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

178

Böylece otoriterianizm bir yana atılıp gayrımeşrulaştırıldı. Yeni "demokratik" rejim

zaman içinde artan bir meşruluk kazanmıştır. Bu rejim geniş halk kitlelerine yeni

sıkıntıları dayatan ve ekonomik egemenlikten (hükümranlıktan) ödünler veren

ekonomik ve toplumsal "uyum" politikalarını üstlenebilir. Düşük Yoğunluklu

Demokrasi sivilleştirilmiş muhafazakar bir rejimin karşılaşabileceğinden daha az

halk direnişiyle karşılaşarak ve daha fazla zarara uğramadan, acı hatta daha baskıcı

toplumsal ve ekonomik politikalar izleyebilir. Bu nitelik hem bu ülkelerdeki

muhafazakar yerel seçkinlerin hem de ABD'nin bakış açısından düşük yoğunluklu

demokrasiyi açık otoriterianizmin bir seçeneği haline getirir. (Gills, vd., 1994, 16)

1982’de Ronald Reagan İngiliz Parlamentosunda yaptığı konuşmada, bir “demokrasi

cihadı” ilan etti. O tarihten sonra ABD, Üçüncü Dünya’daki belli otoriter

yanaşmalarının yerine, “demokratik” halefleri geçirmeyi tercih etti. ABD’nin

politikası, kendi çıkar alanında (arka bahçe), çok başarılı oldu. 1989’un sonuna

gelindiğinde, çoğu başlangıçta ABD tarafından kurulan ve daha sonra da halka

rağmen desteklenen, Latin Amerika diktatörlüklerinin yerini “demokratik”

hükümetler almıştı. 1990’a gelindiğinde, Orta Amerika’da; iktidarın, muhafazakâr

sivil hükümetlerle bütünsel bir konsolidasyonu gerçekleştirilmişti.

Reagan Doktrini, dünyanın herhangi bir yerindeki, devrimci güçlerin daha fazla

ilerlemesini engelleyen hatta her türlü müdahale ile, devrimleri tersine çevirmeyi

amaçlayan, saldırgan bir dış politika örneğiydi.

Page 187: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

179

Düşük yoğunluklu demokrasinin hedefi ekonomik-politik saldırısı IMF tarafından

yürütülen, sermayenin daha fazla uluslarötesileşmesi önündeki engelleri

kaldırmaktır. Bu esas hedeflerinden birisidir ve tamamlanmıştır. Sürekli borç ödeme

yeteneğine sahip ekonomiler, kabaran borç sahibi ülkeler yerine geçirildi. Bu

değişiklik IMF politikaları tarafından sağlandı. Öyle ki, Üçüncü dünyanın büyük

çoğunluğu bütün on yılı borç ödeyerek geçirdi. Bu gelişmelerin toplumsal ve siyasal

sonuçları, büyüyen eşitsizlik ve toplumsal istikrarsızlık, yoksullardan zenginlere

servet transferi ve yaşam standartlarında bir gerileme olarak karşımıza çıkmaktadır.

“ABD'nin güneyindeki ülkelerde 1980'lerden çıkarılacak ders, o kadar alkışlanan

neo liberal iktisat politikasının demokratik kurumları güçlendirmediğidir. IMF'nin

kemer sıkma ve liberalizasyon politikaları, ekonomik verimlilik adına gerçekte

ekonomik düzensizliği yaygınlaştıran, toplumsal ve siyasi kargaşayı kışkırtan ve

dolayısıyla gelecekteki bir "yönetim" krizinin tohumlarını eken ideolojik bir

manevraydı” (Gills, vd., 1994, 19).

“IMF’nin yapısal uyum programları çerçevesinde toplumsal harcamaları ortadan

kaldıran kısıntılardan, Üçüncü Dünya devletlerinin kabarık askeri harcamaları muaf

tutuluyor. Üçüncü Dünya devletleri ekonomik hükümranlıktan yoksun bırakılırken,

bizzat devlet, özellikle baskı aygıtı, Kuzeyin Güney üzerindeki dolaylı yönetiminin

aracı olarak dokunulmadan bırakılır” (Gills, vd., 1994, 28).

Doğu Avrupa ve eski Sovyetler Birliği ise çok özel bir kriz/fırsat sorunsalı

yaşamaktadır. Kapitalist dünya pazarındaki uluslararası işbölümünde rekabet

edebilme ve verimli olma zorunluluğu, komünizm sonrası Doğu Avrupa’nın bir

Page 188: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

180

sorunudur. Doğu Avrupa ülkeleri, IMF tarafından önerilen istikrar programı dışında

hiçbir ekonomik ve politik seçenek üretememektedirler. Bu yüzden, ekonomik bir

rasyonalite olmaksızın, ideolojik zorunluluk olarak bir özelleştirme furyası

yaşanmaktadır. Bunun sonucu, yoksullaşma ve eşitsizlikte ortaya çıkacak artışa

bağlı, bir toplumsal gerilim olacaktır.

Doğu Avrupa rejimlerinin, demokrasiye ulaşmak için gördükleri fiili çözüm, Avrupa

Birliği’ne üye olabilmektir. Bu çok çekici yolun maliyetinin ne olacağı ve

demokrasiye yol açıp açmayacağı belirsizdir. Demokratik kurumların kurulması ve

güçlendirilmesi için ABD, Doğu Avrupa’da çok az şey yapmıştır. Yapılan, daha çok,

bölgedeki muhafazakar siyasi güçlerin desteklenmesi ve neo-liberal ekonomik

politikaları destekleyenlerin ön plana çıkarılmasıdır. Doğu Avrupa’daki ekonomik,

siyasi, toplumsal ve ideolojik kriz, bölgede yeniden dirilen milliyetçilik ve bölgecilik

yoluyla yeni bir otoriterianizm doğurmaktadır. Doğu Avrupa ve eski Sovyetler

Birliği, Üçüncü Dünya’nın çoğunda olduğu gibi demokrasiye geçişi otoriteriranizmin

bir biçiminden başka bir biçimine geçiş olarak yaşamaktadır. Yani komünist

rejimlerden, düşük yoğunluklu kapitalist rejime geçiş olarak tanımlanabilecek bir

süreç yaşanmaktadır.

“Dört ülke (Arjantin, Guatemala, Filipinler ve Güney Kore) üzerinde yapılan

incelemeler göstermiştir ki, Batı'da anlaşıldığı şekliyle demokrasi servetin küçük bir

elitin elinde aşırı derecede yoğunlaştığı toplumlarla bağdaşmıyor. Yani gelir

dağılımının dengesiz olduğu toplumlarda Batı tipi demokrasi işlerlik kazanamıyor.

Her dört örnekte de demokrasi, kurulu güç yapısını yeniden üretmez ise onun tehdidi

altındadır. Sonuç olarak, ilerici reformlar engellenirken statüko korunur. Seçimlere

Page 189: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

181

biçimsel düzeyde katılım demokratikleşmeyle eş anlamlı tutulur. Bu kozmetik

demokratikleşme medeni haklarda ve insan haklarında kimi sınırlı değişiklikler

doğurur ve değişim yönünde halk hareketlenmesinin gerçekleşebileceği yasal alanı

genişletir. Fakat emekçilere, öğrencilere, sola ve insan hakları savunucularına karşı

alışılmış baskı ve insan hakları ihlalleri devam eder” (Gills, vd., 1994, 30-31).

Düşük Yoğunluklu Demokrasi, iki yönlü kırılganlığa sahip bir siyasal sistemdir. Bir

yanda; toplumsal istikrarsızlığın artmasına sebep olacak demokratik düzenlemeler,

halk hareketlerine ve düzeni tehdit eden radikal taleplere olanak yaratır. Diğer yanda;

ordu, toplum denetiminin azalmasından ve yerleşik çıkarların tehlikeye düşmesinden

kuşkulanarak, sistemi göz altında tutar. Ordu, Düşük Yoğunluklu Demokrasi altında

izin verilebilir değişimin ölçüsü üzerinde, sessiz bir veto yetkisi kullanır. Sivil

siyasetçiler, ordudan gelecek tepkileri dikkatle izlerler. Onun için yeni demokratik

düzen, sürekli bir istikrarsızlık tehdidi altındadır. Belirtilen olguların sonucu olarak

bu rejimler, kendilerini sürekli, ılımlı ya da merkezci olarak sunarlar. Ancak,

eğilimleri açıkça sağdan ve orduyla koalisyondan yanadır. Muhafazakar hükümet,

çoğunlukla ordu ve iş dünyasının elitleri, hep birlikte bir blok oluştururlar. Önceki

otoriter rejim ile yeni "demokratik" rejim arasındaki farklılık, bu üç hizip arasındaki

ilişkilerde yatar. Geçmişte ordu; yönetici koalisyonun denetimini açıkça elinde

tutabilirken, demokratik rejimlerde; iş dünyasının yakın desteğine sahip muhafazakar

politikacılar, orta sınıfların oy desteğiyle öne geçerler. Elitler arası güç bileşimindeki

bu değişiklik, aynı zamanda demokratikleşmenin nedenlerinden biridir; zira iş

dünyasının elitleri, devletten artan bir özerklik kazanırlar.

Page 190: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

182

Sivil yönetime geçildiği zaman, emek ve diğer halk hareketlerinin içinde hareket

ettiği koşullar da değişir. İncelenen dört modelden ulaşılan sonuç "hareketlenme ve

yeniden kümelenme" başlıkları altında özetlenebilir. (Gills, vd., 1994, 33)

Hareketlenme, seçim alanı dışında örgütsel çalışmanın güçlenmesinden ve

genişlemesinden oluşmaktadır. Siyasal açılma ve daha geniş yasal alan, yetkililerin

baskıları sürdürmesine rağmen popüler örgütlenmelerin büyümesini kolaylaştırır. Bu

örgütlenmeler demokratik ve bağımsız yeni sendikalar olabileceği gibi, çevre, barış,

vatandaşlık hakları ve kadın sorunları gibi yeni toplumsal alanlara yayılabilir. Bu

popüler örgütlenmelerin büyümesi ve güçlenmesi yeni doğan bir demokratik

kültürün işaretidir.

İlerici hareketin bu yeniden kümelenme dönemi, genellikle, toplumsal hareketlerin

büyümesi ve seçim fırsatları içinde ortaya çıkar. Otoriterianizm altında "muhalefet";

çoğunlukla orta sınıfın, işçi sınıfı, kentli yoksullar ve köylülükle ittifak kurduğu

geniş bir güçler koalisyonundan oluşur. Biçimsel demokrasiye geçildiğinde, orta sınıf

bu muhalefet blokundan çekilir. Çünkü orta sınıf, biçimsel demokrasiyle yetinir ve

siyasal desteğini merkezci ve muhafazakar parti ve politikacılara yöneltir. Bu

yeniden kümelenme, yönetici koalisyonun konumunu ve ekonomik gücün

bölüşümünü koruyan muhafazakar ekonomik ve toplumsal politikaların izlenmesini

güçlendirir. Emekçiler ve diğer halk kesimi üzerindeki baskılar, demokrasi biçimi

altında da devam eder. Bu baskılar, halkın seçtiği parlamenterlerin gücünün

azaltılması pahasına, güçlendirilmiş bir devlet başkanlığı biçimini alır. Gerçek iktidar

ve yönetim yetkisi, devlet başkanında ve bürokrasi tarafından yürütülen ordu ve polis

Page 191: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

183

teşkilatı tarafından takviye edilen idari yapıda kalmaya devam eder. Onun için, her

reform girişiminin esas alanı yasama meclisi olur.

Biçimsel demokrasiye geçiş, ilerici toplumsal hareketleri, siyasi parti kurup seçim

yarışına katılıp katılmama ikilemine sokar. Siyasi parti, toplumsal hareketten

tamamen farklı bir aygıttır. Bu ikilem, yoğun siyasal tartışmalara, çoğunlukla da

bölünmelere yol açar. Yeniden kümelenme ilerledikçe yeni koalisyonlar oluşur. İki

geniş kanat ortaya çıkar: biri seçim yarışına yönelimli, diğeri çoğunlukla açık ya da

örtük bir yeraltı hareketiyle ittifak halinde parlamento dışına yönelimli. Halk

hareketinin bu iki kanadının strateji ve taktikleri önemli ölçüde birbirinden farklıdır.

İki kanat içinde ve arasında sürmekte olan ideolojik ayrılıkları arttıran bu farklılıklar,

bir güç parçalanmasına hizmet eder. Ne var ki, her iki kanadın da, ulusal ve geniş

halk koalisyonları kurması yönünde bir eğilim de ortaya çıkar. Bu nedenle düşük

yoğunluklu demokrasi, yeni bir siyasi rekabet biçimine zemin hazırlayan halk güçleri

ile elit güçler arasındaki uzun süreli konum savaşında, yeni bir evre olarak

nitelenebilir – halk hareketlerinin toplumsal gücünün, muhafazakâr yönetici

koalisyonun hakim olduğu statükoya giderek daha fazla meydan okuyacağı bir evre.

Ne var ki, ilerici hareketlerin gerçek toplumsal gücü, yine de sınırlı kalır ve devam

eden baskıcı devlet gücü tarafından, sınırlandırılır. Böylece zayıf bir konumdan

devletle ve elitle karşı karşıya gelmeyi göze almak tehlikelidir.

Yeniden kümelenme içinde oluşan koalisyonlardan parlamento dışına yönelimli olan

kanat, silahlı mücadeleyi de bir strateji olarak benimseyebilir. Ancak belirtmek

gerekir ki, silahlı mücadelenin amacı devlet iktidarını ele geçirmekten çok siyasi

Page 192: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

184

görüşmeler sürecinde hükümet karşısında konumunu güçlendirmeye yöneliktir. Yani

yönetici elit, yasal siyaset alanını sol için de genişletebilir ve böylece sol partiler de

muhafazakarlarla eşit şartlarda rekabet edebilir. Bunu, siyasal eliti, kalıplaşmış

siyasal kültürü değiştirmeye zorlamak şeklinde de anlayabiliriz.

Sağ esasen her zaman siyasal partiler aracılığıyla çalışmayı tercih eder ve toplumsal

hareketlere uzak durur. Düşük yoğunluklu demokrasi sağın bakış açısından idealdir.

Çünkü o, ekonomik statükonun korunmasını sağlayan, yani “istikrar” üreten, hakim

muhafazakar partilerin iktidara gelmesine olanak tanır. Muhafazakarlar da zaman

zaman iktidarın sağladığı oy için rekabet ederler ve bu süreçte, iktidarın avantajlarını

kullanmak için rekabet ederler. Ancak onlar her zaman seçimlerde sol partilerden

daha avantajlıdırlar; çünkü iş dünyası, devlet ve ekonomik elitle yakın ilişkileri,

onları mali açıdan rakiplerinden daha güçlü hale getirir. Muhafazakarların bu

hegemonik konumu siyasal katılım etkinliklerinin azalmasına yol açar. Çünkü

insanlar, topluma muhafazakarların hakim olduğu koşullarda, seçimin bir şeyi

değiştirmediği düşüncesine kapılmaya başladıkça, seçim sandığından uzaklaşırlar.

Seçimler zaman içinde, siyasi partilerin halk katılımını sağlamadığı, hatta, elitlerin

yönettiği seçim makinalarına dönüştükleri bir süreç olur. Böylece, seçimlere katılım

yönündeki coşku, giderek bir düş kırıklığına dönüşür. Buna rağmen, özellikle uzun

süren otoriter rejimler sonrası yapılan her yeni seçim, kendi başına yeni rejimin

büyük başarısı -darbeye tercih- olarak değerlendirilir. Seçilmiş bir sivil diğerini

izlediğinde, demokrasinin tarihi bir zaferi olarak selamlanır.

“İncelenmiş dört örnekteki tipik siyasi model, reform sözlerinin verildiği ve baskı

derecesinin azaldığı demokrasinin erken liberal bir evresidir. Eski rejimle sorunlar

Page 193: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

185

halledilir ve profesyonel politikacılar "normal" siyasi kültürde inisiyatifi ele

geçirince, popüler hareketler hareketsizliğe teşvik edilir. "Baskıcı" ikinci evrede,

gerçek reform sözlerinin boş olduğu anlaşılır ve rejim, yerli ve yabancı yerleşik

elitlerin çıkarlarını koruyan muhafazakar bir ekonomik politika dayatır.

Sosyoekonomik reformlardan vazgeçilmekle birlikte, dışarıdan dayatılan yapısal

uyum politikaları da alt sınıfların sömürülmesini yoğunlaştırır ve zenginler ile

yoksullar arasındaki uçurum genişler. Popüler hareketlere ve emeğe karşı açık

baskının düzeyi artar ve bu güçler yönetimi etkilemekten yoksun bırakılır. Orduya ve

sağa, onları geçmiş kötü yönetimlerinden aklayan ve rollerini iade eden yeni ödünler

verilir” (Gills, vd., 1994, 36).

Bu alt bölümde ortaya konulan çözümlemeden hareketle, Türkiye’deki

demokratikleşme sürecine bakarsak, bazı benzerlikler saptayabiliriz. Bu benzerliklere

bağlı olarak Türkiye’nin içinde bulunduğu durumun, olsa olsa “düşük yoğunluklu

demokrasi” olarak adlandırılmasını önerebiliriz.

Bu konuda, TÜSİAD tarafından 1997 yılında yayınlanan, “Türkiye’de

Demokratikleşme Perspektifleri” başlıklı ve Bülent Tanör tarafından hazırlanan

raporla ilgili tartışmalardan yararlanabiliriz. Bu raporun tartışıldığı toplantıda,

Mehmet Yetiş tarafından ileri sürülen görüşler, “düşük yoğunluklu demokrasi”

kavramıyla destekleniyor. Biz de büyük oranda bu görüşlerden yararlanacağız.

Düşük yoğunluklu demokrasi, askeri/otoriter rejim sonrası toplumlardaki sivil

yönetimlerin klasik burjuva demokrasisinden oldukça farklı özgül rejimleri olduğunu

ileri süren yazarların geliştirdiği bir kavramdır. Buna göre düşük yoğunluklu

Page 194: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

186

demokrasi rejimlerinin önemli özelliklerinden birisi bu rejimlerin toplumsal ve

ekonomik iyileştirmeyi sağlayamamış olmalarıdır. Geniş emekçi katmanlarının reel

yoksullaşmasına yol açan ekonomik programlarla birlikte gündeme gelen bu rejim

değişikliklerinin, ideolojik alanda propagandası yapılan ekonomik istikrarı

sağlayamadığı görülmüştür. TÜSİAD raporunda belirtilen “demokrasi, ekonomik ve

siyasal istikrarın ve gelişmenin en güvenilir dayanağıdır” biçimindeki saptama,

düşük yoğunluklu demokrasi ideolojisinin tipik bir iyi niyet ifadesidir. Çünkü, düşük

yoğunluklu demokrasi rejimi, istikrarsızlıkla karşılaşılması durumunda, baskıcı,

otoriter ya da faşist bir askerî yönetimi de elinin altında bulundurmaktadır.

Günümüzde, sözde demokratikleşme ile askerî darbe seçenekleri arasında salınıp

duran Türkiye siyasal rejimi, böyle bir durum açısından oldukça açıklayıcı bir

örnektir. Kaldı ki, emekçi sınıfların önüne ya düşük yoğunluklu demokrasi, ya şeriat

devleti ya da askerî darbe seçenekleri konmuş olması da kendi içinde oldukça

anlamlı olmaktadır. (Yetiş vd, 1997: 39)

TÜSİAD’ın bu raporu yayınlama girişimi, 1980 darbesi sonrasında, Türkiye’de

başlatılan düşük yoğunluklu demokrasi sürecinin yeni bir evresine yönelik bir girişim

olarak düşünülebilir. Dünyada 1980’lerin ikinci yarısından başlayarak ve özellikle

1990’larda, askerî yönetimlerin tedrici bir biçimde sivil yönetimlere dönüştürülmesi

projesi gündeme girdi. Askerî yönetimlerin ve eski sosyalist ülkelerdeki rejimlerin

tasfiyesi, bütün dünyada demokrasi dalgasının genel bir görünümü olarak sunuldu.

Muhafazakar/liberal sağ oluşumlar ya da egemen sınıfın başka temsilcileri, özellikle

siyasal parti yapılanması alanındaki geleneksel mali, siyasal üstünlüğünden

yararlanma yolunu seçer, biçimsel demokratikleşmenin ekonomik ve siyasal istikrarı

Page 195: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

187

daha kolay sağlayacağını düşünür. TÜSİAD’ın da aynı doğrultuda düşündüğünü

görüyoruz: Demokratikleşme girişimi gerekçelendirilirken özellikle “istikrar”a

dikkat çekilmesi bu bağlamda anlamlandırılabilir. Burjuvazi, düşük yoğunluklu

demokrasi alanında kimi adımlar atsa bile, sınıfsal muhalefetin temsilcileri karşısında

kendi geleneksel temsilcilerinin sahip olduğu eşitsiz olanakların kuşkusuz

farkındadır. Ayrıca, sınıf muhalefetinin burjuva partilerini etkisizleştirmesi

durumunda, devletin baskı aygıtlarının her halükarda düzeni yeniden sağlayacağına

güvenmektedir. (Yetiş vd.,1997: 47-48)

SONUÇ

İstikrar sağlamak için tasarlanmış olan düşük yoğunluklu demokrasiye, genellikle,

ekonomik büyümeyi hedefleyen neo-liberal ekonomik politikalar eşlik eder. Böylece

ekonomi, dünya pazarının ve global sermayenin rekabetçi rüzgarına daha fazla

açılmış olur ve halkın ekonomik sıkıntısı artar. Kriz yapısal etkileri daha fazla

derinleştirir. Kalkınmış bir ekonominin maliyeti olarak düşünülen ekonomik uyum

sancıları, geçici kabul edilir. Çoğunluğun geçici ekonomik sıkıntılarının, daha

demokratik bir politik kültürün yararıyla dengeleneceği de sanılır. Kısa vadeli siyasi

gerilimi azaltma stratejisi olarak, düşük yoğunluklu demokrasiyi uygulamaya

koyanlar, ekonomik ve siyasi sorunları çözmedeki yetersizliği dolayısıyla onun uzun

vadede kırılgan olduğu gerçeğini gözden kaçırırlar.

“Önemli değişimler gibi görünmesine karşın, düşük yoğunluklu demokrasi rejiminde

çok az önemli değişim olur. "Aydın" elitin özdeyişi şudur : "İşler ne kadar çok

değişirse, onlar da o kadar çok aynı kalırlar". Düşük yoğunluklu demokrasinin etkisi,

Page 196: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

188

sınırlı ve dikkatle seçilmiş değişim gündemlerini uygulama yeteneğidir. Elini

yakmadan bir düdüklü tencerenin kapağını açma iddiasındadır. Yavaşça ve dikkatle

buharın dışarı çıkmasına izin verilirken, bütün tencere biraz soğutulup dokunulabilir

hale getirilir. Görünüşte idare edilebilir görünse de, uzun süre öyle kalması olası

değildir -kapak çok hızlı açılırsa, içerideki insanın yüzüne patlayabilir. Üçüncü

Dünya toplumlarındaki ekonomik ve siyasal koşullar, çoğunlukla boşaltılabilenden

daha fazla ‘buhar’ üretir” (Gills, vd., 1994, 38-39).

Üçüncü Dünya’nın büyük kesiminde demokrasi olanaksızdır. Çünkü aşırı zenginlik

ve yoksulluk; terör; baskı; maddi ve manevi yoksunluk buna engeldir. Bu nedenle

bütün dünyada ilerici demokratlar bu koşullara karşı savaşmak zorundadırlar. Yeni

dünya düzeninde siyasi iktidar krizi vardır.

Fiilen var olan demokrasi modellerine alternatif nedir ? Bir alternatifin ortaya

çıkabilmesi için öncelikle yapılması gerekenler vardır. Bunları birkaç grupta

toplamak olanaklıdır.

İşadamları ve askeri elitin siyasi ve ekonomik gücünü ortadan kaldıracak şekilde

toplumsal eşitsizlik ıslah edilmelidir. Genel toplum çıkarlarını daha bağımsız temsil

eder duruma getirmek için, siyasi sistem ve adli yapı reorganize edilmelidir.

Ekonomik gücün küçük bir elitin elinde yoğunlaşması, demokrasi önünde yapısal bir

engel olduğu için, Üçüncü Dünya’da demokrasiyi geliştirmenin tek yolu; biçimsel

demokratik kurumların, demokratik içeriğinin köklü reformlarla doldurulmasıdır.

Gerçekte bu yapılmadan herhangi bir yerde demokrasi kurulamaz.

Page 197: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

189

Ordu, büyüklük ve nüfuz açısından önemli derecede küçültülmeli ve bütünüyle sivil

otoriteye bağlı hale getirilmelidir. Emek karşıtı yasalar ve halk kesimlerinin

örgütlenmelerini sınırlayan diğer yasalar, yürürlükten kaldırılmalıdır. Özel organların

aleyhine temsili organlar güçlendirilerek, iktidarın merkezden bölgelere

devredilmesiyle ve insan hakları ile medenî hakları garanti eden bağımsız bir adlî

yapı kurularak, yönetim yapıları değiştirilmelidir. Bütün siyasi partilerin seçimlere

eşit katılımı garanti edilmelidir. Bu reformlar devleti güçlendirir. Bu güçlenme,

devletin toplumsal reformları uygulamasında, güçlü yabancı hükümetler ve IMF gibi

uluslararası kuruluşlarla görüşmelerini etkili bir şekilde yapmasında yardımcı olur.

Üçüncü Dünya hükümetleri güçsüzdür. Bunun nedenleri; (Gills, vd., 1994, 40)

- Çoğunluğun görüşlerini yansıtmamak ve çıkarlarına hizmet etmemektir. Bu

nedenle halk desteği ya yoktur ya da çok azdır.

- Uluslararası kapitalizm ve özel olarak, başta ABD olmak üzere ileri kapitalist ülke

hükümetlerinin müdahalesidir.

- Üçüncü Dünya egemen burjuva sınıflarının birlik olmaları uluslararası kapitalizm

tarafından engellenmiştir. Mali kaynakların yönetimi, borç ödemeleriyle ve kronik

ödemeler dengesi açıklarıyla sınırlıdır.

- Yabancı askerî yardıma ve eğitime dayalı ordular hükümetin otoritesini zayıflatır ve

çoğunlukla dış müdahalenin bir aracı olurlar.

Page 198: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

190

Üçüncü Dünyada demokrasinin bir başka koşulu gerçek bağımsızlığın

kazanılmasıdır. Üçüncü Dünyada ve eski sosyalist ülkelerde demokrasi sorunu hem

teoride hem pratikte, bir bütün olarak global sistemdeki demokrasi sorunundan ayrı

tutulamaz. Herkes bu global sisteme yakalanmış olmanın ikilemi içindedir. Sorun bir

tür kopma olanaklı mıdır ya da çok merkezli bir dünya olanaklı mıdır ? (Amin,

1990’dan aktaran Gills, vd., 1994, 41)

“Demokrasi açısından global koşullar korkutucudur. Ulusal düzeyde demokrasi,

ancak global sermaye kuruluşları aşılabilirse olanaklı olmaya başlayabilir. (...) Er ya

da geç, Üçüncü Dünyanın demokrasi çabaları, IMF’nin kemer sıkma planlarına ve

Dünya Bankası’nın programlarına uyumlu bir meydan okumayı örgütlemek zorunda

kalacaktır” (Gills, vd., 1994, 41).

Uyum kaçınılmaz gözükse bile Üçüncü Dünya ülkelerinde ilerici güçler kamu

açıklarını kapatmak için sağlık ve eğitim bütçelerini kurban etmek yerine askerî

bütçelerin daraltılmasını isteyebilir ve işyerlerinde, topluluklarda ve bölgelerde yerel

demokrasiyi inşa ederken, bununla eş zamanlı olarak, yozlaşmış elitist rejimlerin

yerine katılımcı demokrasiye bağlı gerçek halkçı hükümetler geçirmek için

savaşabilirler.

Demokrasi ancak halkın mücadeleleri sonunda kurulabilir. Dünyanın her yerinde

mücadele eden kadınlar ve insan hakları savunucuları, yerel halk örgütleri ve çevreci

hareketler, günlük ve çoğunlukla sessiz mücadele biçimleri ile önemli bir katkı

sağlamaktadırlar. Her yerde, demokratikleşme yönündeki her ilerlemenin merkezini

hâlâ emek hareketinin mücadeleleri oluşturuyor.

Page 199: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

KAYNAKLAR

AĞAOĞULLARI, M. Ali (2003) Kent Devletinden İmparatorluğa, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.

AHMAD, Feroz (1994) Demokrasi Sürecinde Türkiye, İstanbul: Hil Yayınları.

AHMAD, Feroz (1995) Modern Türkiye’nin Oluşumu, İstanbul: Sarmal Yayınları.

Adalet ve Kalkınma Partisi internet sitesi. http://www.akparti.org.tr

AKŞİN, Sina (2000) “DP’nin Karşı Devrimi”, Radikal 2, 14 Mayıs.

AKYILDIZ, Necat (1993) III. Cumhuriyet Rejimi (Cumhurbaşkanı’nın Anayasal Konumu Açısından), İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi.

AMIN, Samir vd.(Ed.)(1994) Düşük Yoğunluklu Demokrasi, İstanbul: Alan Yayıncılık.

ATAAY, Faruk (2002) ”Türkiye’de Neo-Liberalizm ve Parlamenter Siyasetin Krizi”, Praksis, Sayı 5, Kış. (199-215)

ATAAY, Faruk (2003) ”Tarihsel Süreçte Azgelişmişlik ve Demokrasi”, Praksis, Sayı 10, Yaz-Güz. (135-158)

Ankara Ticaret Odası internet sitesi : http://www.ato.org.tr

BARBER, Benjamin (1995) Güçlü Demokrasi, İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

BAYRAMOĞLU, Sonay (2002) “Küreselleşmenin Yeni Siyasal İktidar Modeli: Yönetişim”, Praksis, S. 7. (85-117).

BARRY, Norman P. (2003) Modern Siyaset Teorisi, (çev. M. Erdoğan – Y. Şahin), Ankara: Liberte Yayınları.

BAŞKAYA, Fikret (1986) Devletçilikten 24 Ocak Kararlarına, Ankara : Birlik Yayınları.

BELGE, Murat (1993) 12 Yıl Sonra 12 Eylül, İstanul: Birikim Yayınları.

Page 200: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

192

BORATAV, Korkut (1991) 1980’li Yıllarda Türkiye’de Sosyal Sınıflar ve Bölüşüm, İstanbul: Gerçek Yayınları.

BEETHAM, D. ve BOYLE, K. (1998) Demokrasinin Temelleri, (çev. V. Bıçak), Ankara: Liberte Yayınları.

CHOMSKY, Noam (1994) “Yeni Dünya Düzeninde Demokrasi Mücadelesi”, Düşük Yoğunluklu Demokrasi (Ed. Samir Amin vd.), İstanbul: Alan Yayıncılık.

Cumhuriyet Halk Partisi internet sitesi. http://www.chp.org.tr

ÇAVDAR, Tevfik (1996) Türkiye’nin Demokrasi Tarihi 1950-1995, Ankara: İmge Yayınları.

ÇELİK, Nur Betül (1997) “Radikal Demokrasi, Çoğulcu Demokrasi ve Sol” Mürekkep, S.7. (49-58)

DOĞAN, Yalçın (1986) Dar Sokakta Siyaset 1980-1983, İstanbul: Tekin Yayınevi, 5. Basım.

DOĞANAY, Ülkü (2003) Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek, Ankara: İmge Yayınları.

ERHAN, Çağrı (2003) “Küreselleşme Döneminin Tehditleri”, www.stradigma.com/turkce/haziran2003/makale_01.html

EROĞUL, Cem (1990) Demokrat Parti Tarihi ve İdeolojisi, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.

EROĞUL, Cem (1995) “Üçüncü Anayasa Değişikliği”, Mülkiyeliler Birliği Dergisi, cilt. XIX, S. 183. (6-12)

GEMALMAZ, Mehmet (1996) “12 Eylül Rejimi”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 14, İstanbul: İletişim Yayınları. (974-998)

GIDDENS, Anthony (2000) Elimizden Kaçıp Giden Dünya, (çev. Osman Akınhay), İstanbul: Alfa Yayınları.

GILLS, B. vd. (1994) “Düşük Yoğunluklu Demokrasi” Düşük Yoğunluklu Demokrasi (Ed. Samir Amin vd.), İstanbul: Alan Yayıncılık.

GÖKMEN, Yavuz (1992) Özal Sendromu, Ankara: V Yayınları.

Page 201: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

193

GÜLALP, Haldun ( 1987) Gelişme Stratejileri ve Gelişme İdeolojileri, 2.Basım, Ankara: Yurt Yayınları.

GÜLER, Birgül A. (2002) “Tekellerin Yeni İktidar Formülü: Yönetişim” 05-01-2002 Evrensel Gazetesi.

GÜLER, Birgül A. (2003) “Yönetişim: Tüm İktidar Sermayeye”, Praksis, S.9. (93-116)

HALE, William (1996) Türkiye’de Ordu ve Siyaset, (çev. Ahmet Fethi), İstanbul: Hil Yayın.

HUNTINGTON, Samuel (1993) Üçüncü Dalga, Ankara: TDV Yayınları.

İNAN, Nurkut – OZANSOY, Cüneyt (1986) “Yasama Faaliyeti Açısından 12 Eylül”, Yapıt, 14, Ocak-Şubat, Ankara: Dost Yayınları. (3-42)

İNSEL, Ahmet (2002) “Olağanlaşan demokrasi ve modern muhafazakarlık”, Birikim, Kasım-Aralık, S.163-164. (21-28)

İşçi Partisi internet sitesi. http://www.ip.org.tr

İSLAMOĞLU, Huricihan (2002) “Yeni Düzenlemeler ve Ekonomi Politik: IMF Kaynaklı Kurumsal Reformlar ve Tütün Yasası”, Birikim, S. 158. (20-27)

KABOĞLU, İbrahim Ö. “Kopenhag Kriterleri Üzerine”, http://www.barobirlik.org.tr/insanhaklari/makaleler/kaboglu_kopenhag.aspx

KABOĞLU, İbrahim Ö. (1995) Özgürlükler Hukuku, İstanbul: Afa Yayınları.

KAPANİ, Münci (1987) İnsan Haklarının Uluslararası Boyutları, Ankara:Bilgi Yayınevi.

KAYA, Raşit (1999a) “Medya, Siyaset, Demokrasi : 75. Yılda Nasıl Bir Yeniden Yapılanma” Bilanço 1923-1998, İstanbul : Tarih Vakfı Yayınları.

KAYA, A. Raşit (1999b) “Türkiye’de 1980 Sonrası Medyanın Gelişimi ve İdeoloji Gereksinimi”, TÜRK-İŞ YILLIĞI ’99, 2. cilt. (633-659)

KAYA, A. Raşit (2002) “Siyasetsiz Seçimler Üzerine Tartışma Ögeleri”, Doğu Batı, Ankara. Yıl: 6, Sayı: 21. (169-177)

Page 202: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

194

KEPENEK, Yakup - YENTÜRK, Nurhan (2001) Türkiye Ekonomisi, 12.Basım, İstanbul: Remzi Kitabevi.

KEYDER, Çağlar (2003) Memâlik-i Osmaniye’den Avrupa Birliğine, İstanbul: İletişim Yayınları.

KEYMAN E. Fuat (1996) “Nasıl Bir Liberal Demokrasi”, Diyalog 1, Ankara: Türk Demokrasi Vakfı. (93-109)

KEYMAN E. Fuat (1999) Türkiye ve Radikal Demokrasi, İstanbul : Bağlam Yayınları.

KIŞLALI, Ahmet Taner (1991) Siyasal Sistemler, Ankara: İmge Kitabevi.

KONGAR, Emre (1998) 21. Yüzyılda Türkiye, İstanbul : Remzi Kitabevi. 4.Baskı

KÖKER, Levent (1996) “Radikal Demokrasi”, Diyalog 1, Ankara: Türk Demokrasi Vakfı. (110-118)

KÖKER, Levent (1997) “Çokkültürlülük ve Demokratik Meşruluk Sorunu”, Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik (Der. Nuri Bilgin), İstanbul: Bağlam Yayınları. (41-50)

MACPHERSON, C. B. (1984) Demokrasinin Gerçek Dünyası, (çev. Levent Köker), Ankara: Birey ve Toplum Yayınları.

Milliyetçi Hareket Partisi internet sitesi. http://www.mhp.org.tr

MUTLU, Erol (1994) İletişim Sözlüğü, Ankara: Ark Yayınevi.

ORAN, Baskın (1989) Kenan Evren’in Yazılmamış Anıları, 8.Basım,Ankara: Bilgi Yayınları.

ÖZBUDUN, Ergun (1986) Türk Anayasa Hukuku, Ankara: Yetkin Yayınları.

ÖZDEMİR, Hikmet (1989) Rejim ve Asker, İstanbul: Afa Yayınları.

PARLA, Taha (1991) Türkiye’de Anayasalar, İstanbul: İletişim Yayınları.

SABUNCU, Yavuz – ŞEKER, Murat (1996) “Seçimler”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 14, İstanbul: İletişim Yayınları. (1142-1168)

Page 203: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

195

SABUNCU, Yavuz (1994) Anayasaya Giriş, Ankara: İmaj Yayıncılık –Ders Notu- Yayın no 12.

SOMEL, Cem (2004) “Büyük Ortadoğu Sahtekarlığı”, 06-06-2004 Evrensel Gazetesi

SOYAK, Alkan (2003) “Küreselleşme, Yapısal Uyum Programları ve Yoksulluk”, internet sitesi. 9 Ekim.

SOYSAL, Mümtaz (1986) Anayasanın Anlamı, İstanbul: Gerçek Yayınevi.

SÖNMEZ, Sinan (2002) IMF’nin ve Dünya Bankası’nın Dönüşümü, http://www.zmo.org.tr/etkinlikler/ktts02/22.pdf

SUNAR, İlkay (1987) “Dünya’da ve Türkiye’de Demokrasiye Geçiş Sorunları”, Ekonomi ve İdari Bilimler Dergisi 1(1). (87-108)

SWINGEWOOD, Alain (1998) Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları.

ŞENALP, M. Gürsan, vd. (2003) “Küresel Yönetişim ve Sendikalar”, Petrol-İş 2000-2003 Yıllığı. (303-322)

TANİLLİ, Server (1987) Nasıl Bir Demokrasi İstiyoruz ?, İstanbul: Amaç Yayıncılık.

TANÖR, Bülent (1994) İki Anayasa, İstanbul: Beta Yayınları.3. Baskı.

TANÖR, Bülent (1995) “Siyasal Tarih 1980-1995”, Türkiye Tarihi 5 Bugünkü Türkiye 1980-1995, (Yayın Yönetmeni: Sina Akşin), İstanbul: Cem Yayınevi. (23-157)

THERBORN, Göran (1989) Sermaye Egemenliği ve Demokrasinin Doğuşu, (çev. Şirin Tekeli), Ankara: V Yayınları.

TİMUR, Taner (1996) “İktisadi Kalkınma, Siyasal Rejimler ve Demokrasi Krizi”, Marksizm ve Gelecek, Kış. (21-62)

Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği internet sitesi. http://www.tobb.org.tr

TUNÇAY, Mete (1989) “Siyasal Tarih 1950-1960”, Türkiye Tarihi 4 Çağdaş Türkiye 1908-1980, (Yay. Yön. Sina Akşin), İstanbul : Cem Yayınevi. (175-187)

Page 204: DÜŞÜK YOĞUNLUKLU DEMOKRASİ ve TÜRKİacikarsiv.ankara.edu.tr/browse/520/822.pdfDeğerli hocalarım, Prof. Dr. Sina Akşin ve Prof. Dr. Yavuz Sabuncu tez jürisinde çok değerli

196

TÜNAY, Muharrem (1995) Siyasal Tarih, Ankara : İmge Kitabevi Yayınları.

Türk-İş internet sitesi. http://www.turkis.org.tr

TÜRKÖNE, Mümtaz’er (2003) Siyaset, Ankara: Lotus Yayınevi.

TÜSİAD internet sitesi. http://www.tusiad.org.tr

UYGUN, Oktay (2003) Demokrasinin Tarihsel, Felsefi ve Ahlaki Boyutları, İstanbul: İnkılâp Kitabevi.

VERGİN, Nur (2003) Siyasetin Sosyolojisi, İstanbul: Bağlam Yayınları.

WALLERSTEIN, Immanuel (2004) “Demokrasi, Kapitalizm ve Dönüşüm”, 21. Yüzyılda Siyaset, (çev. Taylan Doğan – Ender Abadoğlu), İstanbul: Aram Yayıncılık.

YAZICI, Serap (1997) Türkiye’de Askeri Müdahalelerin Anayasal Etkileri, Ankara : Yetkin Yayınları.

YETİŞ, Mehmet vd. (1997) “TÜSİAD Raporu Üstüne Tartışma”, Marksizm ve Gelecek, Bahar. (30-53)

YURTCAN, Erdener (2004) Uyum Yasaları 2001 & 2004 Anayasa Değişiklikleri, İstanbul: Kazancı Kitap.

YÜZBAŞIOĞLU, Necmi (1996) “1982 Anayasası”, Cumhuriyet Dönemi Türkiye Ansiklopedisi, C. 11, İstanbul: İletişim Yayınları. (28-44)

ZABCI, Filiz Çulha (2002) “Dünya Bankası’nın Küresel Pazar İçin Yeni Stratejisi: Yönetişim”, SBF Dergisi, S.57(3). (151-179).

ZABCI, Filiz Çulha (2002) Küreselleşmenin Demokrasi Makyajı, Mülkiye, cilt xxıv, sayı 220, Ocak-Şubat. (65-82)

ZURCHER, Erik Jan (1995) Modernleşen Türkiye’nin Tarihi, İstanbul : İletişim Yayınları.