die gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi20.pdf · 2012-03-08 · daha bir yıl önce “ raus mit der...

16
Daha bir yıl önce “Raus mit der Sprache. Rein ins Leben" adlı kampanyayla dışarı uzattıkları dillerini Alman bayrağının renklerine boyatan ünlülerin (bkz. Die Gaste, Sayı: 14) dille- rindeki boya kurumamışken, “Sag’s auf Deutsch” sloganı altında yeni bir kampanya başlatıldı. RTL Genel Yayın Yönetmeni Peter Kloeppel’in girişiminde başlatılan ve muhtemelen Almanca öğrenmeye özendirmeyi amaçlayan “Sag’s auf Deutsch” reklam kampanyasında, Alman- ya’da başarılı olduğu kabul edilen göç kökenli dizi oyuncusu, sporcu, politikacı, manken ve sunucuların görüşlerine yer ve- riliyor. Bu yeni kampanyada, Dr. Lale Akgün, Nazan Eckes, Erdoğan Atalay, Bülent Ceylan ve Vladimir Kliçko gibi ünlüler de yer alıyor. İyi Almanca bilmeyenlerle dalga geçmekten kendilerini alıkoyamayan RTL’in bu “örnek” göçmen kökenli ünlüleri, RTL’in kampanya reklam spotlarında farklı tecrübelerini aktardılar. Örneğin, Erdoğan Atalay, “Hey gib mal Konternummer oder was?” (Hey Moruk, banka hesap numaranı ver yoksa ne?) derken, Bülent Ceylan “Hey Alter, ich weiss, wo dein Haus wohnt!” (Hey Moruk, evinin nerede oturduğunu biliyorum!) şeklinde Almanca “mesajlar” veriyor. Fernanda Brando ise, “Hey, ich gehen” ve “du auch Deutsch” (“Hey, ben gitmek” ve “sen de Alman”) demekle yetindi. En “cezp edici tecrübe” ise, bir Türk restorantındaki mönüde bulunan yemeklerin Almanca çevirisinde en az 50’den fazla hatanın bulunmasından yakınan Nazan (Eckes) hanımınki görünüyor. Sarah Nuru ise, Almancasının ne kadar iyi olduğunu şu tekerleme ile kanıtlıyor: “Zehn zahme Ziegen zogen zehn Zentner Zucker zum Zoo.” Elbette “Almanca öğrenmek”ten söz edilen bir yerde, “entegrasyon” da fazla uzakta olamaz! Göçmen kökenli ünlülerimiz, “dil ve hayat bilgisi dersi” verdikten sonra, sözü dönüp dolaştırıp “entegrasyon”a getiriyorlar. Nazan Eckes ve Vladimir Kliçko’dan bazı kesitler: Moderatör (Almanca): “Nazan, Vladimir, siz ‘Sag’s auf Deutsch’ kampanyasını des- tekliyorsunuz. Neden bunu yapıyorsunuz, amacınız nedir?” Nazan Eckes (elbette Almanca): “Ben de Türk kökenli ol- duğumdan ve de ikidilli ve ikikültürlü yetiştiğimden dolayı, bu beni ayrıca ilgilendiren bir konu.” Vladimir Kliçko (elbette Rusça değil): “Dünyamız global- leşiyor. Çoğu İnsan şu ya da bu ülkede yaşamaya kendileri karar veriyorlar. Elbette seçtikleri ülkelerde entegre olmaları gerekiyor. Entegre olmadıklarında, kapalı toplumlarda yaşı- yorlar ve dış dünyayla bağlantıları kesiliyor. Böyle insanlar ve aileler o ülkeye hiçbir şey kazandırmıyorlar.” Moderatör (Almanca): “Sag’s auf Deutsch’ sloganını dü- şündüğünüzde, gözünüzde belirli bir hedef kitlesi canlanıyor mu?” Nazan Eckes (elbette Almanca): Bu hedef kitle, Almanya’da yaşayan ve toplumda yerini almak isteyen herkesi kapsıyor. Benim hedef kitlem ikinci, üçüncü hatta dördüncü nesil Türk kökenli göçmenler. Vladimir Kliçko: “Buraya gelenler, değişik ülkelerden, toplumlardan, kültürlerden gelmişler. Dünyada neler olup bittiğini sadece Rus, Ukrayna ve Türk televizyonlarından değil de, örnek olarak radyodan da dinlemeleri gerekiyor. Ayrıca yaşadıkları ülkede, yani Almanya’da neler olup bittiğini anlamaları gerekiyor.” Moderatör (Almanca): “Yaşlı göçmenlerin çoğu kendi dünyalarında yaşıyorlar ve şunu söylüyorlar: ‘Yaşadığım ortamda az da olsa bildiğim Almancayla ihtiyaçlarımı kar- şılıyorum. Bir şekilde işimi hallediyorum’. Bunu anlayışla karşılıyor musunuz? Bu kam- panyayla bu insanlara da ulaşmayı amaçlıyor musunuz? ” Nazan Eckes (elbette Almanca): “Öncelikle kendi toplulukları içerisinde yaşayan bu insanlara ulaşmasını istiyorum. İnsanların kendi dünyalarına çekilip sadece Türk bankalarına gitmelerini, Türk yemeklerini, Türk marketlerini... doğru bulmuyorum ve hiçbir zaman da desteklemedim.” Vladimir Kliçko: “Ama yemekler süper, değil mi? Nazan Eckes (elbette Almanca): “Tabii ki süper. Fakat bunun Almanya ile ilgisi yok. Bu bir ülkenin yani Almanya içinde Türkiye olması gibi bir şey.” D i e Gaste Sayı: 20 / Ocak-Şubat 2012 Vladimir Kliçko’dan Nazan Eckes’e “SAG’S AUF DEUTSCH” (“ALMANCA SÖYLE”) 8 Entegre Olma Özürlü mü, Entegre Etme Özürlü mü? Av. Asuman ÖKTEM Sanki masal gibi... Bir varmış, bir yok- muş, deve tellal iken, pire berber iken, bir ülkede yaşayan insanlar, geçim zorluğu yü- zünden, kendi ülkelerinden kalkıp dünya- nın bir başka ülkesine çalışmak için göç et- mişler. 11 Kapsayıcılık (Inklusion) mı, Bütünleşme (Integration) mi? Dr. Hakan AKGÜN Son zamanlarda, Die Gaste’nin Ka- sım/Aralık 2011 sayısında da görüldüğü gibi, kapsayıcılık veya kapsayıcı eğitim an- layışı akademisyen çevrenin Almanya gün- deminde giderek yerini almakta. 5 Ulusal Entegrasyon ya da İçselleyici Kent Toplumu Prof. Dr. Wolf BUKOW Entegrasyon politikasına yeniden yan- sıyan homojen devlet hayali, topluma diz- ginlenememiş bir ırkçılığı, sonra da faşizmi getiren ve hatta yeni-muhafazakarlık var- yasyonuyla bugüne kadar pratikte yüzleş- memizi engelleyen o eski Alman Ulusal Devlet hayalidir. 14 Entegrasyon Yerine Kültürlerarasılık! Prof. Dr. Wolfgang SCHNEIDER Birbiri hakkında bilgi sahibi olmak ve anlayış göstermek, toplum içerisinde şid- detten arınmış bir ortak yaşamın başlıca önkoşullarıdır. Böylece izlenecek yol belir- lenmiştir: Kültürlerarası görevler üzerinden kültürlerarasılığa geçiş.

Upload: others

Post on 06-Mar-2020

3 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi20.pdf · 2012-03-08 · Daha bir yıl önce “ Raus mit der Sprache. Rein ins Leben "adlı kampanyayla dışarı uzattıkları dillerini Alman

Daha bir yıl önce “Raus mit der Sprache. Rein ins Leben"adlı kampanyayla dışarı uzattıkları dillerini Alman bayrağınınrenklerine boyatan ünlülerin (bkz. Die Gaste, Sayı: 14) dille-rindeki boya kurumamışken, “Sag’s auf Deutsch” sloganı altındayeni bir kampanya başlatıldı.

RTL Genel Yayın Yönetmeni Peter Kloeppel’in girişimindebaşlatılan ve muhtemelen Almanca öğrenmeye özendirmeyiamaçlayan “Sag’s auf Deutsch” reklam kampanyasında, Alman-ya’da başarılı olduğu kabul edilen göç kökenli dizi oyuncusu,sporcu, politikacı, manken ve sunucuların görüşlerine yer ve-riliyor. Bu yeni kampanyada, Dr. Lale Akgün, Nazan Eckes, Erdoğan Atalay, Bülent Ceylanve Vladimir Kliçko gibi ünlüler de yer alıyor.

İyi Almanca bilmeyenlerle dalga geçmekten kendilerini alıkoyamayan RTL’in bu“örnek” göçmen kökenli ünlüleri, RTL’in kampanya reklam spotlarında farklı tecrübeleriniaktardılar. Örneğin, Erdoğan Atalay, “Hey gib mal Konternummer oder was?” (Hey Moruk,banka hesap numaranı ver yoksa ne?) derken, Bülent Ceylan “Hey Alter, ich weiss, wodein Haus wohnt!” (Hey Moruk, evinin nerede oturduğunu biliyorum!) şeklinde Almanca“mesajlar” veriyor. Fernanda Brando ise, “Hey, ich gehen” ve “du auch Deutsch” (“Hey,ben gitmek” ve “sen de Alman”) demekle yetindi.

En “cezp edici tecrübe” ise, bir Türk restorantındaki mönüde bulunan yemeklerinAlmanca çevirisinde en az 50’den fazla hatanın bulunmasından yakınan Nazan (Eckes)hanımınki görünüyor. Sarah Nuru ise, Almancasının ne kadar iyi olduğunu şu tekerlemeile kanıtlıyor: “Zehn zahme Ziegen zogen zehn Zentner Zucker zum Zoo.”

Elbette “Almanca öğrenmek”ten söz edilen bir yerde, “entegrasyon” da fazla uzaktaolamaz! Göçmen kökenli ünlülerimiz, “dil ve hayat bilgisi dersi” verdikten sonra, sözüdönüp dolaştırıp “entegrasyon”a getiriyorlar.

Nazan Eckes ve Vladimir Kliçko’dan bazı kesitler:Moderatör (Almanca): “Nazan, Vladimir, siz ‘Sag’s auf Deutsch’ kampanyasını des-

tekliyorsunuz. Neden bunu yapıyorsunuz, amacınız nedir?”

Nazan Eckes (elbette Almanca): “Ben de Türk kökenli ol-duğumdan ve de ikidilli ve ikikültürlü yetiştiğimden dolayı,bu beni ayrıca ilgilendiren bir konu.”

Vladimir Kliçko (elbette Rusça değil): “Dünyamız global-leşiyor. Çoğu İnsan şu ya da bu ülkede yaşamaya kendilerikarar veriyorlar. Elbette seçtikleri ülkelerde entegre olmalarıgerekiyor. Entegre olmadıklarında, kapalı toplumlarda yaşı-yorlar ve dış dünyayla bağlantıları kesiliyor. Böyle insanlar veaileler o ülkeye hiçbir şey kazandırmıyorlar.”

Moderatör (Almanca): “Sag’s auf Deutsch’ sloganını dü-şündüğünüzde, gözünüzde belirli bir hedef kitlesi canlanıyor mu?”

Nazan Eckes (elbette Almanca): Bu hedef kitle, Almanya’da yaşayan ve toplumdayerini almak isteyen herkesi kapsıyor. Benim hedef kitlem ikinci, üçüncü hatta dördüncünesil Türk kökenli göçmenler.

Vladimir Kliçko: “Buraya gelenler, değişik ülkelerden, toplumlardan, kültürlerdengelmişler. Dünyada neler olup bittiğini sadece Rus, Ukrayna ve Türk televizyonlarındandeğil de, örnek olarak radyodan da dinlemeleri gerekiyor. Ayrıca yaşadıkları ülkede,yani Almanya’da neler olup bittiğini anlamaları gerekiyor.”

Moderatör (Almanca): “Yaşlı göçmenlerin çoğu kendi dünyalarında yaşıyorlar veşunu söylüyorlar: ‘Yaşadığım ortamda az da olsa bildiğim Almancayla ihtiyaçlarımı kar-şılıyorum. Bir şekilde işimi hallediyorum’. Bunu anlayışla karşılıyor musunuz? Bu kam-panyayla bu insanlara da ulaşmayı amaçlıyor musunuz? ”

Nazan Eckes (elbette Almanca): “Öncelikle kendi toplulukları içerisinde yaşayanbu insanlara ulaşmasını istiyorum. İnsanların kendi dünyalarına çekilip sadece Türkbankalarına gitmelerini, Türk yemeklerini, Türk marketlerini... doğru bulmuyorum vehiçbir zaman da desteklemedim.”

Vladimir Kliçko: “Ama yemekler süper, değil mi?Nazan Eckes (elbette Almanca): “Tabii ki süper. Fakat bunun Almanya ile ilgisi yok.

Bu bir ülkenin yani Almanya içinde Türkiye olması gibi bir şey.”

Die GasteSayı: 20 / Ocak-Şubat 2012

Vladimir Kliçko’dan Nazan Eckes’e“SAG’S AUF DEUTSCH”

(“ALMANCA SÖYLE”)

8Entegre Olma Özürlü mü,Entegre EtmeÖzürlü mü?Av. Asuman ÖKTEM

Sanki masal gibi... Bir varmış, bir yok-muş, deve tellal iken, pire berber iken, birülkede yaşayan insanlar, geçim zorluğu yü-zünden, kendi ülkelerinden kalkıp dünya-nın bir başka ülkesine çalışmak için göç et-mişler.

11Kapsayıcılık(Inklusion) mı,Bütünleşme(Integration) mi?

Dr. Hakan AKGÜNSon zamanlarda, Die Gaste’nin Ka-

sım/Aralık 2011 sayısında da görüldüğügibi, kapsayıcılık veya kapsayıcı eğitim an-layışı akademisyen çevrenin Almanya gün-deminde giderek yerini almakta.

5 Ulusal Entegrasyonya da İçselleyiciKent Toplumu

Prof. Dr. Wolf BUKOWEntegrasyon politikasına yeniden yan-

sıyan homojen devlet hayali, topluma diz-ginlenememiş bir ırkçılığı, sonra da faşizmigetiren ve hatta yeni-muhafazakarlık var-yasyonuyla bugüne kadar pratikte yüzleş-memizi engelleyen o eski Alman UlusalDevlet hayalidir.

14Entegrasyon Yerine Kültürlerarasılık!

Prof. Dr. Wolfgang SCHNEIDERBirbiri hakkında bilgi sahibi olmak ve

anlayış göstermek, toplum içerisinde şid-detten arınmış bir ortak yaşamın başlıcaönkoşullarıdır. Böylece izlenecek yol belir-lenmiştir: Kültürlerarası görevler üzerindenkültürlerarasılığa geçiş.

Page 2: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi20.pdf · 2012-03-08 · Daha bir yıl önce “ Raus mit der Sprache. Rein ins Leben "adlı kampanyayla dışarı uzattıkları dillerini Alman

Die Gaste Yayın Yöneticilerinden Ozan Dağhan’ın

Abisi

Saygın ve Aydınlık İnsanRAĞBETTİN DAĞHAN’ı

(12 Mart 1963-...)Yitirdik.

Işık içinde yatsın.

Tüm Die Gaste Çalışanları

Die Gaste2

Çok Dillilik Alanında Kullanılan Terimlere Eleştirel Bir BakışBatı Avrupa’da Irkçılık Neden Yaygınlaşıyor?

Ulusal Entegrasyon ya da İçselleyici Kent ToplumuGelişmeyen Kültür ve Dil Sorunsalı

NPD’nin Kapatılması İçin Önkoşulları Farklı Yeni Bir Dava!Entegre Olma Özürlü mü, Entegre Etme Özürlü mü?

Eşitsiz Eğitim Sistemlerine Karşı Hiçbir Şey Yapılamaz (mı)?Kapsayıcılık (Inklusion) mı, Bütünleşme (Integration) mi?

Söyleşiler IXGöç Araştırmalarında Yeni Yönelimler: Ulus-Ötecilik Araştırmaları

Entegrasyon Yerine Kültürlerarasılık!Sanat Alanındaki Gecikmiş ve Gerekli Reformlara İlişkin Düşünceler

Kitap DuyurusuOrganize Seri Cinayetler ve Banka Soygunları: (NSU)

Prof. Dr. İnci DirimDoç. Dr. Kutlay YağmurProf. Dr. Wolf-D. BukowNuri Öcal Altanay Prof. Dr. Christoph ButterweggeAv. Asuman ÖktemErol Karayaz/Prof. Dr. Claus MelterDr. Hakan AkgünKoral OkanDerya Özkul

Prof. Dr. Wolfgang SchneiderDie GasteDie Gaste

3 45 6789

111213

141516

İÇERİK

Vladimir Kliçko: “Little Turkey.”Nazan Eckes (elbette Almanca): “Little Turkey. Jaa!.”Vladimir Kliçko: “Bunların hepsi iyi. Fakat insanların iletişim

kurmaları gerekiyor. Eğer biz Almanca bilmeseydik, şimdi buradailetişim kuramazdık. Senden rica etsem, bizi izleyen Türklere “Türkçe”olarak Almanca öğrenmelerini söyler misin? Yoksa burada ne ko-nuştuğumuzu anlamayacaklardır, değil mi?”

Nazan Eckes (elbette Almanca): “Şimdi mi söyleyeyim?”Vladimir Kliçko: “Evet, şimdi. Ben de sonra Rusça söyleyece-

ğim!”Nazan Eckes (kaçınılmaz olarak Türkçe ve parmağını uzatarak):

“... Tamam. Tüm seyircilere merhaba. Biz şimdi burada nerede, yaniçin oturuyoruz? Tabii ki hepinize motivasyon vermek için. Lütfenhepiniz Almanca öğrenin. Almanca konuşalım. Vladimir Kliçko Al-manca konuşuyor, ben Almanca konuşuyorum, sen de Almancakonuş.”

Elbette iletişim ve reklam uğruna Türkçe de konuşur!Değişik kültürlerden ve ülkelerden ünlü insanların bulunduğu

bu spotlarda, genelde “bütün göçmenler” algısı yaratılmaya çalışı-lırken, özelde ise, Türkiyeli göçmenlerin odak noktası olduğu göze

çarpmaktadır.Bütün spotlarda (özellikle Nazan Eckes’in Türkçe konuşması)

sanki bütün yabancıların (okula gidenler dahil) hiç Almanca bil-medikleri izlenimi uyandırılıyor.

Bu kampanyalar hep aynı noktada kesişmektedir: Almancaöğrenmek, Almanca konuşmak, Almanlara entegre olmak, Almanyasalarına saygılı olmak vb.. Böyle kampanyalarla sanki birşeyleryapılıyormuş izlenimi verilmekte, fakat gerçekte ise, bir arpa boyuyol kat edilmemektedir. Yapılanlar “reklam”dan öteye geçmemek-tedir. Ama bir işlevi daha vardır: Göçmenler sorununu, yabancılarsorununu sürekli Almanya’nın gündeminde tutmak.

Üstelik bu kampanyaların “hedef kitlesi” olan Türkiyelilerinülke tarihi de unutulmaktadır. Bu öyle bir tarihtir ki, 1950’lerde, DPiktidarı döneminde, “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyaları yürü-tülmüş ve sonucunda 6-7 Eylül 1955'te İstanbul'da, başta Rumlarolmak üzere azınlıklara yönelik tahrip ve yağma hareketi gerçek-leşmiştir.

Elbette reklam kampanyalarıyla insanları bir şeyleri tüketmeyeözendirmek olanaklıdır, ama önemli olan neyin tüketildiğidir!

DIe GaSte

İKİ AYLIK TÜRKÇE GAZETE

TÜRKISCHE ZEITUNGERSCHEINUNGSwEİSE: ALLE ZwEI MoNATE

UnentgeltlichHerausgeber: Initiative zurFörderung von Sprache undBildung e.V.

DİL VE EĞİTİMİ DESTEKLEMEK

İÇİN İNİSİYATİF e.V.

GENEL YAYIN YÖNETMENİViSdP/Chefredakteur:ZEYNEL KoRKMAZ(Duisburg/Essen Üniversitesi,Türkçe Öğretmenliği Bölümü)

YAYIN YÖNETİMİ/REDAKTIoN:

ENGİN KUNTER (Doktorandin)

GÜLDEN GÜNGÖR

oZAN DAĞHAN

Posta Adresi:Postfach 10 30 0340021 Düsseldorf

İnternet Adresi:www.diegaste.de

E-Posta/Mail:[email protected]

Dizgi/Layout: Die Gaste VerlagBaskı/Druck: Hürriyet-Deutsch-land

Page 3: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi20.pdf · 2012-03-08 · Daha bir yıl önce “ Raus mit der Sprache. Rein ins Leben "adlı kampanyayla dışarı uzattıkları dillerini Alman

3Die Gaste

Viyana Üniversitesi Prof. Dr. İnci DİRİM

Çok Dillilik Alanında Kullanılan Terimlere Eleştirel Bir Bakış

Resmi dili Almanca olan ülkelerde çok dil-lilik ile ilgili akademik çalışmalarda, top-lumsal ve güncel tartışmalarda bir terim

kargaşası yaşanmaktadır. “Erstsprache” (İlk Dil)ve “Muttersprache“ (Anadili) terimleri buna birörnektir.

Göçmen kökenli çocukların öğrendiklerigöçmen dili söz konusu olduğunda, hangi te-rimin daha uygun olduğu genellikle bilinme-mektedir. Bu durum, kullanılan diğer terimlerde dikkate alındığında, daha da karmaşık birhale gelmektedir. Aşağıda sık kullanılan bellibaşlı kavramlar verilmekte ve kısaca açıklan-maktadır.

Erstsprache (İlk Dil): Bu terim daha çokpsikolengüistik açıdan kullanılmak-tadır. Söz konusu olan, bir çocuğunilk öğrendiği dildir. Çeşitli araştırma-lara göre üç yaşına kadar öğrenilmişolan dil veya diller, ilk dil(ler) olarakkabul edilmektedir. Bu diller üç ya-şından sonra öğrenilmeye başlanandiller için bir temel oluşturmaktadır.Zaman akışı içerisinde bir kişinin ilköğrendiği dili kullanmama nedeniyleunutması veya başka bir dili daha iyiderecede öğrenmesi mümkündür.Böyle bir durum söz konusu olsa da,ilk dil olarak öğrenilen dil(ler) değiş-mez. Bu demektir ki, ilk dilin en iyibilinen dil olması şart değildir. Eğergöçmen ailelerin çocukları yaşamla-rının ilk üç yılında sadece bir göçmendilini, örneğin Türkçeyi öğrenmiş-lerse, ilk dillerini bu göçmen dili teşkileder. Ancak, evde baskın olarak ko-nuşulan dil göçmen dili olsa dahi,göçmen aile içinde büyümekte olançocuklar, okula gitmekte olan büyükkardeşleri, akraba ilişkileri, komşulukilişkileri ve başka nedenlerden dolayıAlmanca’yı az veya çok öğrenmekte-dir. Bu takdirde bu çocukların ilk diliiki dil, örneğin Türkçe ve Almancaolacaktır. Bu durum evlerinde azınlıkdilleri konuşulan çocuklar için de ge-çerlidir. İlk dil terimi eski metinlerdekişi için en önemli dil anlamında dakullanılmaktadır, ancak bu yaygınkullanım değildir.

Zweitsprache (İkinci Dil): Psikolengüistikaçıdan bakıldığında burada yine dil-lerin hangi sıralamaya göre öğrenil-diği ön plana çıkmaktadır. Üç yaşın-dan sonra günlük hayatta öğrenil-meye ve konuşulmaya başlanan dil,ikinci dil olarak tanımlanır. Örneğineğer bir çocuğun evinde hemen he-men sadece bir göçmen dili kullanı-lıyorsa bu dil ilk dili, ana okulundaöğrenilen dil ise, ikinci dili teşkil eder.

“Deutsch als Zweitsprache“ (İkinci DilOlarak Almanca) terimi buna göre as-lında mutlak bir doğrulukta kullanıl-mamaktadır, çünkü, yukarıda da be-lirtildiği gibi, çocukların çoğuAlmanca’yı öğrenmeye üç yaşındanönce başlamaktadır. Buradan çıkarı-lacak sonuç, terimlerin günlük ha-yatta ve bilimsel alanda yeterince netolarak kullanılmadıklarıdır. Yerleşmişbir kavramı değiştirmek de çok zor-dur; belki de bu iki terimin tartışıl-masından çıkarılacak sonuç, eğer birçocuğun dil destek dersleri için veyadil terapisinden dolayı ilk dilinin han-gisi olduğu sorusu sorulduğunda, yu-karıdaki bilgiye göre yanıt verilmesi-dir.

Fremdsprache (Yabancı Dil): Yabancı dillerokullarda veya kurslarda öğretilen,öğrencilerin günlük yaşamlarındahemen hiç karşılaşmadıkları ve belkide hiç bir zaman kullanmayacaklarıdillerdir. İngilizce’nin yabancı dil ola-rak kabul edilip edilmemesi tartışmakonusudur, çünkü çocuklar ve genç-ler en azından internet kullanımın-dan ve yaygın müzik kültüründendolayı okul dışı ortamlarda da İngi-lizce’yi kullanmaktadır. Bu durum Al-manya’da öğretilen diğer yabancı dil-ler, örneğin Fransızca için geçerlideğildir. Önemli olan, Türkçe ve diğergöçmen dillerinin yabancı dil olma-dıklarının anlaşılmasıdır. Almanca dagöçmen kökenli çocuklar için bir ya-bancı dil değildir. Hem Almanca, hemde göçmen dilleri, göçmen kökenliçocukların sosyalleştirildikleri dillerolduğu için kişilik gelişimlerinde bü-yük rol oynamaktadır, yabancı bir di-lin bu tür bir etkisi olduğunu ileri sür-mek mümkün değildir.

Muttersprache (Anadili): Anadili terimi,yukarıda tartışılan terimlere göredaha az bariz bir terimdir. Örneğinyetimler yurdunda büyüyen çocuklar,yanlarında anneleri olmadığı haldedoğal olarak çevrelerinde konuşulandili öğrenirler ve bu dil anadili olarakgörülmektedir. Bunun gibi ”anadili“teriminin tam olarak uymadığı çeşitlidurumlar söz konusu olmaktadır.Göçmen kökenli çocukların konuş-tuğu göçmen dilinin bu çocuklarınanadili olduğunun kabul edilmesi,söz konusu çocukların birçoğu içinneredeyse aynı derecede önemli birsosyalleşme dili olan Almanca’nın on-ların dili olarak görülmemesi, hattaonların bir tür dışlanması anlamına

gelecektir. Almanca’yı da kendi diliolarak benimsemiş bir çocuğa Al-manca’nın anadili olamayacağını do-laylı yolla da olsa (ısrarla) söylemek,bu çocuğu ötekileştirmek anlamınagelecektir. Bu nedenle bu terimi kul-lanma konusunda çok dikkatli dav-ranılması gerekir. Anadili terimi belkide bir insanın bir dile olan duygusalbağını göstermek amacıyla kullanı-labilecek bir terim olarak kabul edi-lebilir.

Familiensprache (Aile Dili): Bu terim, ”ana-dili“ teriminin belirsizliğinden dolayıgeliştirilmiştir. Kuzey Avrupa ülkele-rinde ailelerde kullanılan diller içinyaygın olarak kullanılmaktadır.

Herkunftssprache (Köken Dili): Bu terimde yaygın olarak kullanılan bir terim-dir, örneğin Türkçe’de “Anadili Ders-leri“ denilen dersler, Almanca’da “Her-kunftssprachlicher Unterricht“ olarakda adlandırılmaktadır. Ancak, bu te-rim sosyal bilimciler tarafından eleş-tirilmektedir. Eleştirilen nokta, bu te-rimle insanlara ırk kavramına kadardayanabilen bir kategoriyle bakıldığıöne sürülmektedir. ”Köken Dili“ kav-ramına yapılan bu eleştiri, kanımcahaksız sayılmaz. İkinci veya üçüncünesilde Almanya’da yaşayan bir ço-cuğun kökeni acaba nedir? Bu çocuk-lara –bazıları geldikleri ülke olarakgörülen ülkeyi hiç görmemişlerdir–“göçmen kökenli çocuk“ denmesininne derece doğru olduğu çok tartışılırbir konudur.

Migrantensprache (Göçmen Dili): Bu te-rim, yukarıda sözü konusu olan terimkargaşalarına sıklıkla bir çözüm ge-tirebilmektedir. Ancak, günümüzdegöçmen kökenli olmayan kişilerin dearkadaş veya komşuluk ilişkilerindendolayı Türkçe, Rusça vb. dilleri öğre-nip konuştukları dikkate alındığında“Migrationssprache“, yani “göç dili“terimini kullanmak daha doğru ola-caktır. “Migrationssprache“ terimiyle,göçten dolayı Almanya’da yerleşmişdiller ifade edilmektedir.

Yukarıda yapılan açıklamaların ışığında,doğru terim kullanımının çok zor, belki demümkün olmadığı anlaşılmaktadır. Bu ne-denle terim kullanımında eleştirel yaklaşımınönemi ortaya çıkmaktadır. Günlük ve bilimseldilde yerleşmiş terimleri değiştirmenin çok zorolmasından, bu terimlerin ardındaki kavram-ları eleştirel bir bakışla incelemenin ve tartış-manın gerekliliği daha belirgin bir şekilde an-laşılmaktadır.

Resmi dili Al-manca olan ülkelerde

çok dillilik ile ilgili aka-demik çalışmalarda,toplumsal ve güncel

tartışmalarda bir terimkargaşası yaşanmakta-

dır. “Erstsprache” (İlkDil) ve “Muttersprache“

(Anadili) terimleribuna bir örnektir. Göçmen kökenli

çocukların öğrendik-leri göçmen dili sözkonusu olduğunda,

hangi terimin daha uy-gun olduğu genellikle

bilinmemektedir. Budurum, kullanılan di-

ğer terimler de dik-kate alındığında, daha

da karmaşık bir halegelmektedir.

Page 4: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi20.pdf · 2012-03-08 · Daha bir yıl önce “ Raus mit der Sprache. Rein ins Leben "adlı kampanyayla dışarı uzattıkları dillerini Alman

Die Gaste4

Almanya, Hollanda, Norveç, Danimarka gibi ülkelerdeyükselen ırkçılığın derinlemesine tartışılması ve ne-denlerinin çok iyi anlaşılması gerekiyor. Bu tartış-

mayı yaparken elbette tüm Batılıları bir kefeye koyma gibibir hataya kesinlikle düşülmemesi gerekir. Aydınlanmanınve insan haklarının beşiği olan Avrupa medeniyetini yar-gılamak gibi bir niyetimiz olamaz. Ancak uzun yıllardırBatı Avrupa’da yükselen ırkçılık ve nedenlerini iyi anlama-mız gerekmektedir. Bu saldırıların kaynağını anlayarak ge-rekli önlemlerin alınması için bir farkındalık geliştirebilirve ilgili toplumsal kesimlerle irtibatımızda düşüncelerimiziifade edebiliriz. Dolayısıyla da Batı Avrupa’da yaşayan Türk-ler olarak daha huzurlu ve mutlu bireyler olabiliriz. Sonuçtayaşamın en önemli emellerinden birisi barış ve huzuriçinde diğer insanlarla uyum içerisinde hayatımızı sürdür-mektir.

Almanya’da Nazi ruhlu faşistlerce işlenen cinayetlerinsanlığın bir kez daha kanını dondurdu. Tek amacı ço-luk-çocuğunun rızkını kazanmak olan ve geç saatlere ka-dar çalışan dönerciler cinayete kurban gittiler. Bu insanlarınen önemli ortak noktası Almanya’da “yabancı” olmalarıydı.İnsanları farklı etnik veya dini kökene sahip oldukları içinöldürebilen ruhun hastalığı çok tehlikelidir. Bu hastalıktarih boyunca tüm insan kitleleri arasında görülmüştür.İğneyi kendimize batıracak olursak, Maraş’ta sırf Alevi ol-dukları için çoluk çocuk katledilen insanları unutmayalım.Aynı şekilde Sivas ve Çorum katliamları yakın tarihimizinacı olaylarıdır. Nitekim daha 1993 yılında Sivas MadımakOteli vahşetini hiç unutmayalım. Farklı inanç ve görüşleresahip olduğu için başkalarını öldüren zihniyetin de buNazi zihniyetinden farkı yoktur. Sırf kendinden farklı etnikköken veya dini inanca sahip olduğu için diğerini öldürenzihniyet insanlığın yüz karasıdır. Dini veya etnik temel-lere dayanan ırkçılığın tüm insanlığın ortak sorunu oldu-ğunu kabul etmemiz gerekiyor. Evlerde ve okullarda ay-rımcılığa karşı eğitim verilmediği sürece; devletlerin ırk-çılığa karşı somut önlemler almadığı sürece bu vahşetfarklı kılıf ve içerikte devam edecektir. Önemli olan ırkçılığınve ayrımcılığın insanlığın ortak düşmanı olduğunu kabuletmek ve bu doğrultuda ortak mücadele vermektir. Yaşa-nan sorunların sadece aşırı gruplardan kaynaklandığınıöne sürmek sorunun ciddiyetini inkâr etmektir. İnsanlarıdil, din, etnik köken ve ten rengi konusunda ayrıma tabiitutmak ırkçılıktır. İnsanlar arasındaki farklılıklardan yolaçıkarak toplum içerisinde nefret yaymak ve bir grup insanıhor görmek kabul edilemez.

Son dönemde Almanya’da ortaya çıkarılan organizecinayetleri işleyenler mutlaka hasta insanlardır. Akıl sağlığınormal hiçbir kişi bir başkasını sırf farklı etnik kökendenolduğu için öldürmez. Almanya’da işlenen bu cinayetleriNazi çetelerine yüklemek işin içinden en kolay şekilde sıy-rılmaya çalışmaktır. Almanya’da evleri ve işyerlerini kun-

daklayanları bulmayanlar ve bu olayları araştırmayanlarbu işlerin ortak failidir. Yani eşit derecede suçludurlar.Okullarda gizli veya açık yabancı düşmanlığı yapan eği-timciler bu katillerin ortaya çıkmasında sorumluluk sahi-bidirler. Etnik gruplar arasında ayrımcılığı körükleyen bir-çok siyasetçi ve göçmenleri aşağılayan insanlar, cinayeteazmettirme suçunu işlemişlerdir. Alman Merkez Bankasıeski yönetim kurulu üyesi Thilo Sarrazin yazdığı “AlmanyaKendini Yok Ediyor” kitabıyla yabancıları özellikle müslümanTürkleri aşağılamış, yabancıları Almanya’ya bir tehdit olarakgöstermişti. Aslında toplum içinde kışkırtıcılık ve nefrettohumları saçtığı için yargılanması gerekirdi. ÖzellikleTürkleri zekâ olarak düşük gösterdiği için bu eski bankacıyahakaret davaları açılmalıydı. Nihayet bu eski bankacı ya-bancı düşmanlığını körüklediği için öldürülen dokuz dö-nercinin ve onlarca işyeri ve evi kundaklayanların kışkırtıcısıdurumuna düşmüştür. Toplumda sorumluluk sahibi in-sanlar ettikleri sözlere dikkat etmelidir; aksi halde ruh sağ-lığı yerinde olmayan yabancı düşmanları hiç umulmadıkbir biçimde bu yabancı karşıtı sözlerden kendilerine görevçıkarır ve en akıl almaz cinayetleri işleyebilirler. Avrupa vesiyasetçileri bu yabancı düşmanlığını kontrol altına alma-dıkları sürece Batı Avrupa çok ciddi ırkçı saldırılara gebeolacaktır. Ekonomik refahıyla öğündüğümüz bu sırça köşk,eğer gerekli önlemler alınmazsa hepimizin tepesine çö-kebilir.

Almanya Başbakanı Merkel, Fransa CumhurbaşkanıSarkozy ve İngiltere Başbakanı Cameroon peş peşe yap-tıkları açıklamalarla Avrupa’da çok kültürlülüğün iflas et-tiğini ilan etmişlerdir. Aslında iflas eden çok kültürlülükdeğil, bu çok kültürlülüğü kabul edemeyen zihniyetin bas-kıcı önlemlerinin iflasıdır. Avrupalı siyasetçilerin dışlayıcıve baskıcı tutumları iflas etmiştir. Yabancı düşmanlığı üze-rine kurulu tüm siyasi yaklaşımlar iflas etmiştir. Toplumiçerisinde gerilim yükselmiş, yabancı kökenliler birlikte

yaşanan vatandaşlar olmaktan çıkarılmış ve potansiyeltehdit olarak algılanmaya başlanmıştır. Bunun sonucu Al-manya’daki ırkçı nefret kaynaklı siyasi cinayetlerdir. Katillerbellidir ancak bu katilleri yaratan sistem sorgulanmadanbu işin arkası kesilmeyecektir. Başka masum insanlar sırfmüslüman oldukları için veya sırf saçları siyah olduğu içinkurşunlanabilecektir.

Irkçı nefretin yayılması her zaman yabancıları vurmaz.Yaratılan nefretten etkilenen ırkçılık hastalığı bazen hiçumulmadık yerlerde hiç umulmadık çevreleri de vurabilir.Nitekim Oslo’da 94 kişiyi öldüren cani ruhlu ırkçı sadeceyabancıları değil, Norveç toplumunun kalbini vurmuştur.Internet üzerinden yapacağınız bir arama ile bu katili haklıgören daha binlerce ruh hastası olduğunu da kolaylıklagöreceksiniz. Oslo cinayetlerinden sonra bile daha yüzlerceinsan Internet’e koydukları dosya ve filmlerle Oslo’da işle-nen cinayetlerin sebebinin çok kültürlü politikalar oldu-ğunu öne sürmektedirler. Caniyi haklı çıkarmaya çalışanlarasıl suçlunun toplumlarında artan çok kültürlülük ve ya-bancılar olduğunu öne sürmektedirler. Bu söylemin kökeniMerkel ve Sarkozy gibi siyasetçilerin çok kültürlülüğü teh-dit olarak göstermeleridir. Aslında Norveç’te işlenen ci-nayetlerin sebebi bellidir. Yabancı düşmanlığı ile ruhlarızehirlenen insanları bu hale getiren sistem sorgulanmalıve yabancı düşmanlığının bir insanlık suçu olduğu ortayakonmalıdır.

Hollanda’da her gün insanlık suçu işleyen Geert Wil-ders adlı şarlatan siyasetçinin her gün topluma nefret to-humları ektiği ve bu tohumların artık fidan olduğu ger-çektir. Batı-Avrupa’nın gerçek aydınları ve devlet adamlarıgereken önlemleri almazlarsa özellikle Türkler ve Araplarıçok zor günler beklemektedir. Sürekli aşağılanan, horlanangöçmen gençleri ve çocukları bu nefret politikaları karşı-sında her geçen gün daha köşeye itilmekte ve kendi içle-rine kapanmaktadırlar. Özgüveni düşük bireylerin eği-timde başarılı olmaları, haklarını savunmaları ve kendikimlikleri ile mutlu olmaları zordur. Diğer taraftan ırkçınefretle büyütülen Batı-Avrupalı gençlerin çok kültürlü-lüğü benimsemesi ve etnik azınlıklara karşı hoşgörülü ol-maları da zorlaşır. Bu zehirli ortamın ne Batı Avrupa top-lumlarına ne de bu toplumda doğup büyüyen göçmenlerefaydası vardır. Sağ partilerin “nefret politikalarına” teslimolmaları şaşılacak bir şey değildir, ancak sol partilerin buırkçı nefrete “dur” demelerinin zamanı geldi de geçmek-tedir. Hollanda’nın ve Almanya’nın sol partileri artık sağınpolitikalarına teslim olmak yerine gerçek sol siyaseti hayatageçirmelidirler. Çünkü sol ideoloji çoğulcudur ve azınlık-ların haklarına saygı gösterir. İnsanların eşitliği temel ilkeolmalıdır. Din, dil, renk, ırk ayrımı gözetmeden devlet ço-ğulculuğa sahip çıkmalıdır. Sonuçta insanlar başkalarınınhaklarına saygı duydukları kadar insandırlar.

Sağ partilerin “nefret politikalarına” tes-lim olmaları şaşılacak bir şey değildir, ancaksol partilerin bu ırkçı nefrete “dur” demeleri-nin zamanı geldi de geçmektedir. Hollan-da’nın ve Almanya’nın sol partileri artık sağınpolitikalarına teslim olmak yerine gerçek solsiyaseti hayata geçirmelidirler. Çünkü solideoloji çoğulcudur ve azınlıkların haklarınasaygı gösterir. İnsanların eşitliği temel ilke ol-malıdır. Din, dil, renk, ırk ayrımı gözetmedendevlet çoğulculuğa sahip çıkmalıdır. Sonuçtainsanlar başkalarının haklarına saygı duyduk-ları kadar insandırlar.

Doç. Dr. Kutlay YAĞMUR Hollanda/Tilburg Üniversitesi Öğretim Üyesi

Batı Avrupa’da Irkçılık Neden Yaygınlaşıyor?

(1931-2011)

Page 5: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi20.pdf · 2012-03-08 · Daha bir yıl önce “ Raus mit der Sprache. Rein ins Leben "adlı kampanyayla dışarı uzattıkları dillerini Alman

5Die Gaste

Köln Üniversitesi Prof. Dr. Wolf-D. BUKOW

Ulusal Entegrasyon ya da İçselleyici Kent Toplumu

Kısa bir süre önce, 27 Aralık 2011’de,Federal Hükümet, ulusal entegrasyonplanını somutlaştırmayı ve geliştir-

meyi istediğini açıkladı. Bu amaçla, hedefientegrasyonu “daha bağlayıcı kılmak” ve“entegrasyon politikasının sonuçlarını de-netlenebilir hale getirmek” olan bir “UlusalEntegrasyon Girişimi Planı” hazırlanıyor.Göçü toplumsal bir olgu olarak kabul etmeyolunda olan bir toplum için bu mantıklıgörünüyor. Ve planda dikkate alınması ön-görülen konulara bakıldığında, bir diziönemli yönleri olduğu fark ediliyor. Bu bağ-lamda, erken yaşta destek, eğitim, çıraklıkeğitimi, niteliğin yükseltilmesi, iş piyasası,sağlık, bakım, oturulan yerde entegrasyon,dil, entegrasyon kursları vb. gibi konularadeğiniliyor. Sonuç olarak, göçün 50 yıl bo-yunca gözardı edilmesinin ardından, sa-dece gerçekliğe yakın olunacağı değil, ter-sine artık ödevlerin kademeli olarak yerinegetirileceği izlenimi veriliyor. Hükümet açı-sından şu ana kadar verilen çabaya son birdüzeltme yapmak gündemdedir. Göç geç-mişine sahip insanların artık belirgin bir bi-çimde Almanya’da yerleşik olmaları açıkçave kesinlikle istenmektedir.

Hükümetin bu kısa açıklaması, ilkeselolarak Temmuz 2007 tarihli Ulusal Enteg-rasyon Planı’ndan da bilinen, dört enteg-rasyon tezini etkili biçimde bir daha vur-gulamaktadır. Bu tezler, belli ki, dikkatlerinentegrasyon için önemli olan bir dizi eylemalanlarına yöneltilmesiyle ve buradan iti-baren ölçülebilir kılınması istemiyle özelolarak tekrar öne çıkarılmaktadır. Elbetteburadaki soru, bu ana kadar bu yöntemleverilen çabalara son bir düzeltme yapılıpyapılamayacağı ya da Almanya gibi bir ül-kenin, bu uygulamayla göç ve toplum po-litikaları açısından nihai olarak kendini saf-dışı bırakıp bırakmayacağıdır.

İlkesel olarak, öncelikle topluma aitolmayan yabancıların, kuşaktan kuşağa buülkede kalan ve şimdi nüfusun göç geçmi-şine sahip bir grubu olarak değer verilmekistenen insanların, bugün de katılımlarınınsağlanması söz konusudur. Amaç, hala buinsanların göç alan toplumda başarıyla eri-mesi ve böylelikle görünmez olmasıdır. Bugrubun katılımı, sadece genel ve kesin ola-rak istenmekle kalmayıp, ayrıca önemli ey-lem alanları bağlamında kalıcı ve denetle-nebilir, bir başka ifadeyle ölçülebilir halegetirilmek istenmektedir. Ama bunun için,bir grubun, (gerçekte bir grup değil, olsaolsa kökene göre tanımlanmış, istatikselbir değer teşkil eden bir grubun) toplumsalbaşarımları ölçülmelidir. Ve ölçmek, her za-man karşılaştırmaktır. Katılımın gündemdeolduğu böyle bir durumda ölçmek, sadeceistatiksel yönden tanımlanmış bir bütününkoşulları ile uzun zamandır yerleşik olanbir nüfusun yaşam koşullarını karşılaştır-

mak demektir. Öte yandan, burada savu-nulan istek, ulusal bir istek biçiminde yü-celtilmektedir. Yerel eğitim sistemine, otu-rulan yerlerdeki iş piyasasına, kentselgünlük yaşantıya değil, bir bütün olarakulusal devlete katılımı sağlamak amaçlan-maktadır. Nitekim yapılan çalışmalar, göçgeçmişine sahip insanlara, amaca uygunbiçimde sunulmaktadır: Göçmenler, ulusalyapı içerisindeki yerlerini kendileri bulma-lılar. Ulusal Entegrasyon Planı’nda belirtildiğigibi, kendi eksiklerini gidermeyi öğren-mekle, içine kapanmaktan vazgeçmekle, işbulmak için çaba göstermekle, bir diğerifadeyle, eksiklerini başarıyla kapatmaklayükümlüler.1

Biraz yakından incelendiğinde, bu tez-lerin, büyük ölçüde kapalı bir ulusal dev-letten söz edildiğinde ve bu ulusal devletin,en azından kısa bir süre için ve belirli birinsan grubuna açılmaya hazır olduğundaancak bir anlam taşıyacakları hemen gö-rülür. Ve tam da böyle düşünülmektedir.Tanımlamak için belirtilmesi gerekir ki, bu-rada seçilen insan grupları, tercihen birkaçkuşaktan bu yana Almanya’da yaşayan, ay-rıca gösterdikleri katılım çabalarını ölçmehakkını devletin kendisine tanıdığı insan-lardır. Yani bir yurttaş grubu dendiğinde,atfedilen çağdaşlık eksiklerini ve kültürelyetersizliklerini ne ölçüde kabul ettikleri,istenilen düzeyde kendilerini bu nüfusatabi kılıp kılmadıkları ve böylece yurttaş-ların bir parçası haline gelip gelmediklerikararını devletin verebildiği insanlardansöz edilmektedir. Gerçek anlamda bu dörttez, son derece kısıtlayıcı koşullar altındaaçılıma hazır olan ve bu sınırlı açılımı dakontrol etmek isteyen kapalı bir ulusal dev-let kavrayışını içermektedir.

Sorun, böyle bir toplum anlayışınınyalnızca bir hayal olmakla kalmaması, ter-sine kültürel ırkçı efsanelerin yolunu açma-sıdır. Görgül bir açıdan bakıldığında, sosyo-kültürel yönden artık yüzyıllardır kapalı ol-mayan bir devletle yüz yüzeyiz – ve bu nok-tada, özellikle birlikte iyi bir yaşam için öl-çütler sunabilen bir devletten de hiç sözedilemez. Biz, tam tersine Almanya’da, geç-mişten bu yana kısmen yüksek düzeydegöç alan ve dış göçü yaşayan, birbirindenfarklı bölgelere sahibiz. Hareketlilik ve çe-şitlilik, toplumsal görünümü her zaman,özellikle de günümüzde etkilemiştir ve et-

kilemeye devam etmektedir. Sürekli deği-şen bu karmaşa durumunun her zamaniçin çözümü, geçmişte olduğu gibi bugünde, biçimsel yapısıyla kent toplumu olmuş-tur. Yukarıda betimlenen entegrasyon po-litikasına yeniden yansıyan homojen devlethayali, topluma dizginlenememiş bir ırkçı-lığı, sonra da faşizmi getiren ve hatta yeni-muhafazakarlık varyasyonuyla bugüne ka-dar pratikte yüzleşmemizi engelleyen oeski Alman Ulusal Devlet hayalidir.

Yeni hareketlilik boyutlarının ve yeniiletişim araçlarının kentsel günlük yaşamadamgasını vurduğu küreselleşme çağında,bu ulusal hayaller birer kabus etkisi yarat-maktadır. Thilo Sarrazin tartışması bununiyi bir kanıtıdır. Bu tür hayaller bir yandanyersiz ve çağdışı olma etkisinde bulunur-ken, öte yandan kamuoyunu ve politikayıfelce uğratmakta ve onların pratik durum-lara mantıklı ve sağduyulu yaklaşmasınıengellemektedir, ki kent toplumları hare-ketliliğin ve çeşitliliğin fırsatlarının neler ol-duğunu ve hızlı toplumsal dönüşümün netür riskler barındırdığını, ulusal efsaneleredirenememenin ne anlama geldiğini, hergün yeniden gözler önüne sermektedir.Buna rağmen bu hayallere –gerçekleşme-yeceği bilindiği halde yeniden– bağlılığıilan etmekle ve hatta adına ikinci, üçüncüve dördüncü kuşak denilen kuşakların ka-tılımı hangi oranda başardığını saptamaküzere, temel toplumsal eylem alanlarını de-netlemeye tabi tutmakla, günlük yaşantıyatümden ulusal bir görünüm kazandırılmışolur. Ve bunun yanı sıra bir de ölçüme baş-landığında, günlük yaşamın her uygula-ması ulusal bir atmosfere bürünür. Çoğun-luk ve azınlık bu şekilde yaratılır. BirilerineAlman, diğerlerine de yabancı olarak şekilverilmesi böyle işler. Ve bir kere farklı etnikgruplar oluşturuldu mu, kolektif marjinal-leşmelerini, kendilerini içe dönük ve diğer-lerine karşı sınırlandırmalarını ve nihayettoplumsal konum sıralamasındaki yerleriiçin birbirleriyle çekişmeye başlamalarınıbeklemek yetecektir.

Kent toplumları, aile yapısına benze-yen toplum modellerinin kentsel birlikteyaşam için işe yaramadıklarını çok erkenanlamışlardır. Onlar birlikte yaşamın farklıtürlerini çoktan geliştirmişlerdir, nitekimbunlar, hareketliliğe ve çeşitliliğe dayanıklıbiçimsel sistemlerdir. Az ya da çok iyi işle-yen, birbiri içine geçmiş ve koşullara bağlıolarak toplumun kullanmaya çalıştığı çoksayıda tekil sistemler. Bu tür toplumlarda,ailelerde ya da arkadaş çevrelerinde ger-çekleşen türden bir entegrasyon değil, ter-sine “üyelikler” ya da toplumbilimsel bir ifa-deyle, içselleme (Inklusion) ve içsellemeyesivil toplumun eşlik etmesi söz konusudur.Tüm bu toplumların karşı karşıya kaldıklarıgörev, bir ailede, birahane müdavimlerinde

ya da inanç topluluklarında olduğu gibiduygusal bir ahenk yaratmak ve hatta bunazorlamak değil, tersine toplumun tümü-nün, eğitim, iş, altyapı vb. gibi önemli kısımsistemlere katılımını garanti altına almaktır.Entegrasyon tasarıları kişiyi göz önündebulundurur ve onun bağımlı olmasını, uy-masını ve katılmasını, inançlarını gerekti-ğinde yeniden tanımlamasını, bir diğer ifa-deyle topluluk içerisinde erimesini (“Asimi-lasyon”) ister. İçselleme ise, kent toplumu-nun, “çoğunluğa nicel çokluk olarak”, nüfusolarak varolabilmek için (“Uyumlanma”) ye-terli olanakları sunduğu ve bu bağlamdakişi karşısında kendini gerekçelendirdiği,hizmet veren bir tür şirket olmayı ifade eder(“Sivil Toplum”). İçselleme kişinin toplumauyumu değildir, tersine toplumun kişiyeuymasıdır, yani toplumsal sistemlerin “he-defe” olabildiğince iyi yöneltilmesidir. Top-lumsal alt sistemler, bu bağlamda, yaşayansistemlerin becerilerinden öğrenmelidir yada nüfusun artan oranda değişkenlik gös-termesi karşısında uyum sağlamak için sü-rekli öğrenmelidir. İnsanların artan çeşitli-liği ve hareketliliği karşısında bunun yoğunbir sorun teşkil ettiği açıktır. İnsanlar riskunsuru değildir, esneklikten ve insanlardanuzak ya da anti-demokratik olmaları duru-munda sistemlerin kendileri bir risk oluş-tururlar. Göç, bu sorunu görünür kılan “ki-lometre taşlarından” yalnızca bir tanesidir.

Kent toplumlarının birlikte yaşamınsistemsel içselleme tarzında dönüştürül-mesi yolunu izlemeleri, elbette farklı çö-zümler bulunamamasına dayanan bir zo-runluktan kaynaklanmamaktadır. Onlar buyolu bilinçli olarak, hedefi seçerek gerçek-leştirmiş ve kent tarihlerinden bildiğimizüzere, bunu hatta deneyerek yapmışlardır.Hareketliliğin ve çeşitliliğin kentleri açıktuttuğu, canlı ve cazip kıldığı çok çabukgörülmüştür. Hareketlilik ve çeşitlilik top-lumsal egemenlik yapılarını açık tutmaktave beceri ve yeterliklerin değişebilirliğinigüçlendirmektedir. Bunlar iletişimin, bilgi-nin ve eğitimin önemsenmesi için duyarlılıksağlamaktadır. İçselleyici kent toplumlarıbirer uğraştır, ama ilgilenmeye değer bireruğraş. Bu amaçla, göçmenlere elbette saygıgöstermekle yetinilmemeli, tersine onlarkente gelir gelmez, uzlaşmayı hemen sağ-layabilmeleri için etkin destek verilmelidir.Böylelikle göçmenler birer öncüye dönüşürve Doug Saunders’in göçe yaklaşım ile ilgiliolarak kısa bir süre önce gerçekleştirdiğikarşılaştırmalı incelemesinde saptadığıgibi, hem ekonomik hem de kültürel geli-şimi hızlandırabilirler.2

Nitekim göçün toplumu hareketlen-dirmesi olgusu, şüphesiz Almanya gibi bir

1 “Almanya dünyaya açık bir ülkedir. Buradagöç kökenli 15 milyon insan yaşamaktadır. Çoğunluğutoplum içerisinde çoktan bir yer edinmiştir. Buna rağ-men ne yazık ki çok sayıda insanın hala ciddi boyut-larda entegrasyon eksikleri olduğunu biliyoruz. Nite-kim Almanca dil yetersizliği, eğitim ve çıraklık eğitimieksikleri buna dahildir. Bunlar, yüksek oranda işsizlikteve hatta toplumsal içe kapanıklıkta ifadesini bulanyetersizliklerdir.” Almanya Başbakanı Angela Merkel’inTemmuz 2007 tarihli Ulusal Entegrasyon Planı için gi-riş yazısı.

2 Saunders, Doug: Arrival City: Milyonlarca insantüm sınırları aşarak kırsal alanlardan kentlere geliyor.Geleceğimiz onlara bağlı. Reinbek 2011.

Page 6: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi20.pdf · 2012-03-08 · Daha bir yıl önce “ Raus mit der Sprache. Rein ins Leben "adlı kampanyayla dışarı uzattıkları dillerini Alman

Die Gaste6

ulusal devletin hareketlilik ve çeşitlilik kar-şısında zorlanmasının nedenidir. Göçmen-ler eskimiş yapıları ve bunlara bağlı ayrıca-lıkları ve egemenliğin paylaşımını sorgu-ladıkları için, onlar bu hareketliliğin sonuç-larından korkuyorlar. Öyle ki, ulusal dev-letlerin egemenliği, toplumların küresel-leşmesi ve ulusöteleşmesi nedeniyle yoğunbir erozyona uğramıştır. Bu nedenle, Al-manya’nın, hiçbir ülkede görülmediği oran-

da Avrupa’nın içine kapanmasını savun-ması ve AB’nin Türkiye’yi içine katarak ge-nişletilmesini sürekli geciktirmesi şaşırtıcıdeğildir. İçine kapanmanın engelleneme-diği yerde, en azından dozun ayarlanmasıistenmektedir. Türkiye’den göçün 50. yılıkarşısında sergilenen yaklaşım bunun nasılyapıldığını hemen gösterir. Ulusal birliğintoplumsal efsanelerini tehlikeye atmamakiçin AB içindeki hareketlilik akımları ve eski

Bağımsız Devletler Topluluğu ülkelerindengöç önemsizleştirilirken, Türkiye ile ilgilineredeyse her aile birleşimi, potansiyel kri-minal eyleme (“zorla evlilik”) dönüştürül-mektedir. Ve göçün skandallaştırılması et-kisini gösteriyor. Değer verilen göçler toplu-mu güçlendirirken, skandallaştırılan göçlerbunun tersi bir etkide bulunuyor. Bu, dış-lamayı ve marjinalleştirmeyi, şiddeti ve se-faleti arttırıyor. İçselleyici kent toplumu her

zaman farklı olmuştur. Kent toplumu açı-sından herhangi bir toplumsal gruba önselolarak bir şeyleri atfetmek ve hatta ayrım-cılık yapmak, etnisiteleştirmek ya da kri-minalleştirmek söz konusu değildir. Tamtersine insanların yerleşmesini, yeterlikle-rini, arzularını ve umutlarını ciddiye almak,önemli tüm kısım sistemlerde içsellenme-lerine destek sunmak ve iletişimsel bir bi-çimde onlara eşlik etmek gündemdedir.

Almanya’da Almancadan sonra en yaygınve çok kişinin konuştuğu dilin Türkçeolduğu düşünülebilir. Giderek de artan

sayıda insanın Türkçeyi özellikle günlük yaşa-mında kullandığı anlaşılıyor. Başta Berlin ol-mak üzere hemen Almanya’nın tüm yerleşimalanlarında Türkçe kullanana rastlamak müm-kün. Geçenlerde 50. yılının kutlandığı yaygıngöç olgusu her ne kadar bitmiş gözükse dedoğal çoğalmanın süreceği anlaşılıyor.

Almanya’daki Türkiyeli nüfusun farklı et-nik yapılardan oluştuğu oldukça değişik kül-türden beslendikleri bilinmektedir. Ne ki nekadar farklı dil kullanılırsa kullansınlar genelkullanım Türkçe olmaktadır. Kürtçe, Zazacagibi yerel diller özelde kullanılsa da, resmi vegenel ilişkilerde Türkçe baskın görünmektedir.Hatta müslüman olmayan Türkiyelilerin bileyaygın dili Türkçe görünüyor.

Bu genel durum tesbitinden sonra kul-lanılan Türkçenin niteliğine değinmek, konuyuo yönüyle irdelemek gerekmektedir. KabacaAlmanya Türklerini dört grupta incelemekolası:

a. Uzun yıllara karşın geleneksel yapıla-rını koruyan orta ve daha yaşlı kalabalık grup.

b. İkinci ve üçüncü kuşak sayılabilecekyarı okumuşlar ve sonradan ergin yaşlarda bu-raya gelen oldukça büyük ve etkin grup.

c. Burada doğmuş ve yetişmekte olanyaşları 20’den aşağıdaki büyük kalabalık.

d. Her yaştan olabilen diğer tüm grup-lardan oldukça farklı gözüken entelektüel bo-yutları da olan küçük bir grup.

Bu gruplandırmanın ciddi bir istatistikive sosyal incelemesi yapılmış değil tabii. Zatenbiz bu grupların Türkçe ile olan ilişkilerini an-lamaya ve anlatmaya çalışacağız. Ve bir genelsonuca ulaşmaya gayret edeceğiz.

A. Birinci ve en büyük grup, galiba Türk-çeyi en yaygın kullanan kesim olmakta. Hattadenebilir ki bu grup Türkçeden başka bir dili,yani Almancayı çok da iyi kullanamamaktadır.Ama ne hazindir ki bu kesimdeki farklı kültür-den oluşan Türkiyelilerin Türkçeyi de çok iyikullanamadıkları bir gerçektir. Hatta kullan-dıkları Türkçe, Türkiye’de kullanılmayan, gide-rek unutulan şivelere dönüşmektedir. Bu genişkesimin Türkçe ile ilişkileri evleriyle veya kendigibi olanlarla sınırlı görünmektedir. Dini duy-guları çok etkin olan bu grubun Türkiye’ye ba-kışları da dinle sınırlı olabilmektedir. Çanakantenlerden izlenen bazı dizilerin ne ölçüdedil gelişimine yararlı olduğu belli değildir. Ama

yine de eskisine göre bu dizilerin belli bir dildüzelmesi yarattığı söylenebilinir.

B. En etkin olabilecek ikinci kesim, işadamları, çalışanlar, birçok yerel etkinliklerdebulunanlardan oluşuyor. Bu guruptakilerinTürkçeye daha hakim oldukları söylenebilir.Üstelik bunların Almancayı da daha iyi kullan-dıkları anlaşılıyor. Yetişmekte olan gençler veöğrencilere örnek olabileceklerin bu kesimdenoluştuğu dahi söylenebilir. Ne var ki bu ke-simdeki Türkiyelilerin en büyük merak alanlarıkültür ve dil değildir. Türkiye’deki spor olayları,güncel ilginç magazin ve en önemlisi de parave iş konuları onların belli başlı konuları ol-maktadır. Onlar zannetmektedirler ki arkala-rından gelen yetişmekte olan genç kuşak ken-dileri gibi olacak, Almancayı da daha iyi bilecekve yani durum iyi olacak. Tabii bu bir hayal veyanlış bir varsayım. Şu anda kendi çocuklarınave diğer gençlere baktıklarında büyük bir yan-lışı endişe ile izleseler de çözüm için bir dü-şünceleri olmadığı anlaşılıyor.

C. Yaşları yirminin altındaki oldukça ka-labalık Türkiyeli gençler galiba çok ciddi veönemli bir sorun olarak görünüyor. Alman Ma-liye Bakanı Dr. W. Schäuble, 1960’lara gön-derme yaparak, Türkiye’den işçi almak hata ididiyor ve bunu sanıyorum şu andaki genç nü-fusa bakarak söylüyor. Ama bakanın bu du-ruma çözüm olarak bir önerisi var mı bilemi-yoruz. Bize kalırsa 50 yıllık özençsizliğin, yanlışdeğerlendirmelerin ve dikkatsizliğin doğal so-nuçlarını o günün yanlışı gibi görmek pek deyerinde değil. Özellikle 50 yıl önceki Türkiyehükümetleri ile çok daha kapsamlı ve anlamlıortak projeler üretmek mümkünken. Yani bukonularda yanlış değil, ihmal ve özençsizlik veplansızlık var, öyle görünüyor. Örneğin uzunyıllar boyunca buradaki Türkiyelilerle ilgili ciddisosyometrik araştırmalar yapılmadı galiba. Tür-kiye’nin buraya gönderdiği eğitmenler, dinadamları ve diğer uzmanlar ki sayıları on bin-leri bulur. Şu andaki sonucun alınmasında et-kin oldular mı merak edilir mi dersiniz? Buradaçağdaş bir eğitim ve bilim için uğraş verilme-diğini biliyoruz. Milliyetçi ve muhafazakar de-ğerlerin dışında hiçbir endişesi olmayan buuzman kadro bu günü yaratmış görünmekte-dir. Oysa bilimsellik, çağdaşlık ve insani de-ğerlerin önceliğini dile getirmek hiç de önce-likli değildi bu kadro için. Türkçede bir sözvardır “Rüzgar eken fırtına biçer” diye. Şu andabu fırtınanın ilk belirtileri galiba bu haller. Bukonu sanıyoruz işin en can alıcı bölümünü

oluşturmakta.D. Çok az da olsa burada yetişen ya da

farklı yollarla Almanya’ya gelip yerleşmiş aydındenilebilecek bir Türkiyeli kesimin olduğunufarz ediyoruz. Gerçi çok organize değiller an-laşılan ayrıca bir bütün de değiller. Bu kesim-deki entelektüellerin Türkiyeli büyük kitlelerüzerinde ciddi bir etkinliği hiç mertebesindegaliba. Türkiye’de daha geniş ve organize ola-bilen bu tarz gruplar maalesef burada etkisizgörünmekteler. Ne ki bu gruba dahil arkadaş-ların soruna bilimsel yaklaşarak ciddi seminerve sempozyumlar düzenlemeleri yerinde ola-bilir. Alman yönetiminin de bu grupla cidditeması ve dayanışması yararlı sonuçlar vere-bilir.

Almanya’daki Türkiyelilerin genel görün-tüsünü vermeye çalıştık. Şimdi konumuz dilve kültür olduğuna göre bu konularda ne ya-pılmalı özenle tartışılmalı. Görünen o ki, Tür-kiyeli genç nüfusun Türkçe bilgisi zayıftır. Ai-leden ve izlenmekteyse tv’lerden duyduğuTürkçe hem yetersizdir hem de gençlerin be-yinsel ve düşünsel gelişmesine hizmet edeceknitelikte değildir. Öte yandan onların bildiğive konuştuğu Almancanın derecesini de eniyi Alman okulları bilecek konumdadır. Ne kio çocuk ve gençlerin temel kültür ve davra-nışlarını Almanca ile çözmeleri olanaksızdır.Zira onlar yetiştikleri aile ve toplumdan etki-lenmektedirler. Daha doğrusu olumlu an-lamda etkilenememektedirler. İşte bu konu-nun çok ivedilikle ele alınması gerekmektedir.

Bu nedenle kısa ve orta vadede neler ya-pılmalı bunların hemen bir bir tesbitinde yararbulunmaktadır. İlk ve öncelikle belirtmek ge-rekiyor ki, bu konularda Türkiye’deki mevcuteğitim makamlarından ciddi hiçbir katkı bek-lememek yerinde olur. Buradaki entelektüelyetişkinlerden, uyum ve kültür konularındagörev almış değerli siyaset adamları ve yöne-ticilerden yararlanmak en doğrusudur. İlk ya-pılacak iş bir planlama ve politikanın tesbitiiçin buradaki kadroların katılımı ile bir “AL-MANYADAKİ TÜRKİYELİLERİN DİL VE KÜLTÜR SO-RUNLARI”nı inceleyip, gerekli önlem ve ted-birlerin neler olabileceğini kararlaştıracak,Türkiye’deki adı ile bir şura veya danışma mec-lisi toplanması yerinde olur.

Unutmamak gerekiyor: Bu konu Tür-kiye’nin değil, Almanya’nın sorunudur. Çö-zümü ve çalışması da burada yapılmalıdır.

Nuri Öcal ALTANAY Türk Dili ve Edebiyatı Emekli Öğretmeni ve Eğitim Yöneticisi

Gelişmeyen Kültür ve Dil Sorunsalı

Görünen o ki, Türki-yeli genç nüfusun

Türkçe bilgisi zayıftır. Ai-leden ve izlenmekteyse

tv’lerden duyduğuTürkçe hem yetersizdir

hem de gençlerin beyin-sel ve düşünsel gelişme-sine hizmet edecek nite-

likte değildir. Öteyandan onların bildiği

ve konuştuğu Almanca-nın derecesini de en iyiAlman okulları bilecek

konumdadır. Ne ki o ço-cuk ve gençlerin temelkültür ve davranışlarınıAlmanca ile çözmeleri

olanaksızdır.

Çeviri: Die Gaste

Page 7: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi20.pdf · 2012-03-08 · Daha bir yıl önce “ Raus mit der Sprache. Rein ins Leben "adlı kampanyayla dışarı uzattıkları dillerini Alman

7Die Gaste

Köln Üniversitesi Prof. Dr. Christoph BUTTERWEGGE

NPD’nin Kapatılması İçin Önkoşulları Farklı Yeni Bir Dava!

Bilindiği gibi, Thüringenli bir Neo-Nazigrubu tarafından Türk ve Yunan kö-kenli göçmenlere karşı gerçekleştiri-

len cinayet ve suikastlerin ardından aşırısağ tartışması, çok çabuk, NPD’nin kapa-tılması amacıyla Federal Anayasa Mahke-mesi’ne başvuruda bulunup bulunulma-ması şeklindeki tartışmalı konuda yoğun-laştı. Aşırı sağın ortaya çıkma nedenlerihakkında konuşmak istemeyen bir kimse,aslında onun önlenmesi için pek bir katkıdabulunamaz. “İkinci kez Karlsruhe’ye gitmek”istemiyle, daha çok asıl sorundan, ırkçılığın,milliyetçiliğin ve sosyal darvinizmin –aşırısağın temel ideolojileri– toplumumuzunortasına kök saldığı olgusundan saptırmayıamaçladıkları izlenimini uyandırırlar. Bunakarşı önlemler, yalnızca belirtileri ya da aşırısağın bu ülkede hala en büyük gücü olarakNPD gibi siyasi parti biçimindeki olgularıdeğil, ancak asıl nedenleri temel alarak et-kili olabilir.

NPD’nin temel örgütsel önemi, eklemgörevi ya da farklı bir ifadeyle köprü göreviyerine getirmesidir, yani ulusal muhafaza-karlık, Alman milliyetçiliği ve göründüğükadarıyla sağcı terör ile akışkanlık gösterenmilitan bir Neo-faşizm arasında arabulucukyapmasıdır. Bu bakımdan parti kapatma,kuşkusuz “doğru” partiyi hedeflemiş olur,ki bu partinin kadroları özellikle Alman-ya’nın doğusunda, gençler arasında -dahaçok erkekler- küçümsenmemesi gerekenbir örgütlenme başarısı sergilemekteler. 13Kasım 2011’de Neuruppin’de NPD partikongresi toplandı. Başkanlık adaylarınınher birinin kazanma olasılığının yüksel ol-duğu bir oylamada, Udo Vogt karşısındayeni başkan seçilen Saksonya Eyalet Meclisiüyesi Holger Apfel, iyi gizlenmiş zorbalığaverilen güzel bir takma addan başka birşey olmayan “güvenilir radikalizm”den sözediyor. Burada, çizgili takım elbise giyen,militan Neonazi gruplaşmalarıyla, “bağım-sız arkadaşlık oluşumları” ve “otonom mil-liyetçilerle” bağlarını koparmadan, daha

ılımlı davranarak, dünya görüşlerini dahabaşarılı bir şekilde halk arasında yaymayaçalışan Neo-Naziler faaliyettedir. Apfel iki-yüzlü Janus işlevi görüyor ve iki nokta ara-sında balansı sağlamak istiyor: Bir taraftasağ popülist söylemlerde bulunmayı, sosyalyönden mağdur olanların “dertleriyle ilgi-lenen” bir kişi olarak önem kazanmayı veöte yandan militan Neo-Nazileri siyasi birlikdüzeyinde entegre etmeyi denemeye dedevam edecek görünüyor.

En sert yaptırım olarak böyle bir siyasiakımı hedef alan parti kapatma, aşırı sağpolitikaları ve propagandayı zayıflatan di-ğer girişimlerle desteklenmediği sürece(sosyal politikalar, azınlıklara yönelik ay-rımcılığı hedef alan genel yasaklar, genç-lerle çalışmalar ve eleştirel siyasi eğitim)ters bir etki yaratır. NPD gibi aşırı sağ birpartiyi yasaklamak, sonal olarak onun po-litik-ideolojik temelini parçalamak anla-mına gelmez. Örgütsel ölçekte zayıflatmakya da üyelerin ve sempatizanların güveninisarsmak, söz konusu kişiler kendilerini kah-raman olarak sunabilecekleri için ve benzerbir vurucu güce sahip gruplaşmalara yö-nelebilmeleri mümkün olduğundan, de-mokrasi açısından hatta bedeli ağır öden-miş bir zafer de olabilir. NPD’nin yasaklan-ması her ne kadar önemli bir simgesel etkioluştursa da, aşırı sağa karşı başlatılacakharekatın bu yasaklamayla sınırlı kalması-nın düşük bir getirisi olacaktır. Partiler veörgütler “boş birer kılıftır”. Çok daha tehli-keli ve belirleyici olan ise, bu partilerin tem-sil ettiği ve sayısal ölçekte değersiz olanNPD’nin ötesinde, aynı sertlikle ve kalıcıolarak kırılması gereken, siyasi içerikler, birdiğer ifadeyle ideolojilerdir.

NPD açısından hiçbir şey, Mart 2003’teFederal Anayasa Mahkemesi’nde muhbirsorunu nedeniyle başarısızlığa uğrayan veonların ideolojik bir “temiz kağıdı” olarakgördükleri kapatma davası kadar işe yara-mamıştır. Kapatma davası için yeni bir baş-vuru, ilkin muhbirlerin NPD politikalarını

etkilemediğinin kesin olarak bilindiği, aksitakdirde süreç nihai bir başarısızlıkla so-nuçlanır, ikincisi parti örgütlenmesine karşıolduğu gibi, ideolojik temeline (ırkçılık, mil-liyetçilik ve sosyal darvinizm) karşı da aynısertlikle savaşıldığı koşullarda bir anlam ta-şıyabilir. Başvuru, ya çaresiz bir gözdağı,hatta bir bahane işlevi görebilir ya da artıkülkemizde aşırı sağa göz yumulmadığı şek-linde bir sinyal görevi yerine getirebilir. An-cak kapatma davası için başvuruda bulu-nulmasını isteyenler arasında en ünlüleriolan Başbakan Angela Merkel (CDU) ve Fe-deral İçişleri Bakanı Hans-Peter Friedrich(CSU), bu girişim ile Neonazilerin dünyagörüşünü kınadıklarını şu ana kadar hiçbirbiçimde göstermemişlerdir.

Merkel, 14 Kasım 2011’de Lepzig’dedüzenlenen CDU parti kongresinde, “Thü-ringenli Terör Üçlüsü”nün acımasızlığı hak-kında, “bu bir alçaklıktır, Almanya için utançvericidir” dediğinde, bu, aşırı sağa karşı hid-detli bir mücadele etme izlenimi veriyor,ama istemeyerek, inançlı birer milliyetçi ola-rak aşırı sağcıların düşündüklerini aynenonaylıyor: Eylemlerimizin merkezi, insanlarve kesinlikle göç kökenliler değil, Alman-ya’dır; aşırı sağ, Almanya’nın kurşunlarla vebombalarla “yabancılardan arındırılması”gerektiğini düşünüyor. Birçok gazetenindokuz “Dönerci Cinayeti” ve sonrasında “Bo-ğaziçi Özel Masası”nın (SoKO Bosporus) ba-şarısızlıklarını hala tırnak işareti kullanma-dan, yani eleştirel bir yorum yapmadanyazması, henüz ırkçı çağrışımlar karşısındakiduyarlılığın çoğu zaman eksik olduğunuaçıkça gösteriyor.

Anayasa Mahkemesi yargıçlarının ül-kedeki siyasi ortamdan etkilenmemelerisöz konusu değildir. Eğer bundan sonraNPD tarzı bir aşırı sağın demokratik ana-yasal ilkelerle çeliştiğine ilişkin genel top-lumsal bir uzlaşma oluşursa, kapatma da-vası başvurusunun Federal AnayasaMahkemesi tarafından kabul edilme şansıyükselmiş olur. Buna karşın devletin yü-

rütme gücünün, bu yolla, aşırı sağa kararlıbir karşı koyuş konusunda kendine düşensorumluluğu salt üstlenmemeye çalıştığıizlenimi doğarsa, Karlsruheli hakimler ye-niden olumsuz tepki gösterebilir. Bu iseNeo-Naziler için açık bir siyasi çek ve de-mokrasi için olası en büyük zararlardan bi-risi olarak sayılmalıdır.

Aşırı sağa karşı mücadelede çift stra-teji yürütülmesi gerekiyor: NPD’nin feshe-dilmesinin yanına, politikalarının demok-rasi düşmanı, anayasa karşıtı ve son dereceinsanlık dışı karakteri hakkında bilgilendir-menin eklenmesi gerekmektedir. Örgüt dı-şında, onun temel aldığı dünya görüşü kı-nanmalıdır. O, anayasamızla ve herşeydenönce anayasamızın “insan onurunun doku-nulmazlığı” temel ilkesi ile kesinlikle bağ-daşmaz. Uyuşturucunun yasaklanması ileticaret özgürlüğü ne kadar çelişiyorsa, aşırısağın hareket alanlarını kısıtlamak da bunedenle demokrasiyle o denli çelişir. Tamtersine: Demokrasi, baş düşmanlarının si-yasi etki olanaklarının kısıtlanmasını ge-rektirir.

Örgütlü aşırı sağı zayıflatmak için de-mokrasinin güçlendirilmesi gerekmektedir.Öyleyse bu bağlamda temel hakların (ör-neğin düşünce ve toplanma özgürlüğü) kı-sıtlanması söz konusu olamaz, tersine va-rolan yasaların ve ceza yönergelerinin aşırısağcılara, bir başka deyişle onların organi-zasyonlarına karşı kararlı bir şekilde kulla-nılmasını ifade eder. Ancak, Hoyerswer-da’yı, Rostock-Lichtenberg, Mölln ve Solin-gen’i ateşe veren sağcılar ve de tüm gizliadamlarıyla birlikte hareket eden “Nasyo-nalsosyalist Yeraltı” (NSU) örgütünün sağcıteröristleri “halkın isteğine” ivme kazan-dırma duygusuyla eyleme geçtiklerinde ve“sahte mülteciler”, “mülteci akını” ve “Al-manya’da müslüman paralel toplumlar”şeklindeki politikacı gevezeliğinin arkasınakurtarıcı eylemlerini ekledikleri sırada, bukararlılık, –kesinlikle rastlantı değildir– onyıllar boyunca ihmal edilmiştir.

Die Gaste tarafından Duisburg-EssenÜniversitesi’nde 23-24 Mayıs 2009 tari-hinde düzenlenen “Göçmenlerin AnadiliSorunu ve Çözüm Önerileri Sempozyumu”sunumları ve konuşmaları

Ocak 2010164 Sayfa, 14x23 cm

ISBN 978-3-9813430-07Die Gaste Verlagİsteme Adresi:[email protected]

Die Gaste tarafından Duis-burg-Essen Üniversitesi’nde13 Şubat 2010 tarihinde dü-zenlenen “Sonderschule/För-derschule Sorunu ve GöçmenToplumu Paneli” sunumları vekonuşmaları

Ekim 201196 Sayfa, 14x23 cm

ISBN 978-3-9813430-14Die Gaste Verlagİsteme Adresi:[email protected]

Die Vorträge und Präsentatio-nen des Panels „Sonder-/För-derschulproblematik und Mig-ration“ vom 13. Februar 2010an der Universität Duisburg-Essen, eine Veranstaltung derZeitung Die Gaste.

Oktober 201196 Seite, 14x23 cm

ISBN 978-3-9813430-21Die Gaste Verlagİsteme Adresi:[email protected]

Çeviri: Die Gaste

Page 8: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi20.pdf · 2012-03-08 · Daha bir yıl önce “ Raus mit der Sprache. Rein ins Leben "adlı kampanyayla dışarı uzattıkları dillerini Alman

Die Gaste8

Av. Asuman ÖKTEM

Entegre Olma Özürlü mü, Entegre Etme Özürlü mü?

Sanki masal gibi... Bir varmış, bir yok-muş, deve tellal iken, pire berber iken,bir ülkede yaşayan insanlar, geçim

zorluğu yüzünden, kendi ülkelerinden kal-kıp dünyanın bir başka ülkesine çalışmakiçin göç etmişler.

Her ne kadar göç ettikleri ülkenin di-lini ve adetlerini hiç bilmeseler de, gelirgelmez, çalışmaya başlatılmışlar. Bu insan-ların, göç ettikleri ülkenin dilini ve adetlerinibilmemeleri ne kendi ülkelerindeki devletbüyüklerini, ne göç ettikleri ülkedeki devletbüyüklerini hiç düşündürtmemiş ve kaygı-landırmamış. Çünkü o sıralarda devlet bü-yüklerinin çok ama çok mühim işleri varmış.Dil bilmedikleri için, dertlerini anlatama-dıkları için, sayısız romana konu olabilecekdenli inanılmaz güçlükler ve acılar çekselerde, çalışmayı ve gelirlerinin büyük bölü-münü biriktirmeyi sürdürmüşler.

Az gitmişler, uz gitmişler, bir arpaboyu yol gitmemişlerse de, 50 yılı geridebırakmışlar. Biriktirdikleriyle önce memle-ketlerinde, sonra göç ettikleri ülkede ev al-mışlar, dükkan almışlar, gelecek planlarınıbiriktirdikleri paraya ve çalıştıkları ülkeyegöre yapmışlar.

50 yıl bir ömür. Bir ömür boyu buradayaşayıp, burada ölmüş bu insanlar. Geldik-leri ülke ile bağları gitgide zayıflamış, ora-daki akrabalarının bir kısmı çoktan ölmüş,büyük bir kısmına ise artık yabancılaşmış.

Bu insanların çocukları her ne kadargöç ettikleri ülkede doğmuş ve bu ülkeninokullarında eğitim görmüş olsa da, genel-likle temel ve zorunlu eğitimin ötesine ge-çememişler. Anadillerini, “ne gerek var” diyekullanmaktan uzaklaştırılmış bu çocuklarınanadili okuma-yazma yetileri hiç olmamış.Hatta bazılarının anadilinde bildikleri söz-cük sayısı 40-50’yi geçmemiş. Çocuklar bü-yümüş, genç olmuşlar. Resmi devlet okul-larına gitmişler, öyle ya da böyle o ülkenindilini anlar, konuşur ve yazar olmuşlar.

Buna rağmen onlara göç ettikleri ül-keye entegre olmadıkları, göç ettikleri ül-kenin dilini bilmedikleri, vb. söylenmiş. On-lar ise, bu eleştiri-suçlama karışımı sözler-den hiçbir şey anlamamışlar. Onlara göre,göç ettikleri ülke okullarına gittikleri içinbu ülke dilini, anadillerinden çok daha iyibildiklerini düşünüyorlarmış. Yine de buçocuklar ve gençler, entegre olmamaklasuçlanmışlar. Ana-babaları da, hem entegreolmamakla, hem de çocuklarıyla göç ettik-leri ülkenin dilinde konuşmadıkları için suç-lanmışlar.

Oysa ilk kuşak, gelir gelmez işe baş-latıldıklarından, zaten göç ettiği ülkenin di-lini öğrenecek ne zamanı, ne olanağı ol-muş. İkinci kuşak ise, “misafir” muamelesigördüklerinden, kendi anadillerinde eğitimveren göstermelik okullara gönderildikle-rinden, bu ülkenin dilini eğitim dili düze-yinde öğrenme olanağına hiç sahip olma-mışlar. Üçüncü kuşak ise, göç edilen ülkede

doğmuş ve bu ülkede okula gitmişse de,her nedense temel eğitimin ötesine geçe-memiş. Hatta notları iyi derecede olanlarabile, etkili ve yetkili kişiler tarafından, temeleğitim okullarında kalmaları tavsiye edil-miş.

Yapabildikleri tek şey, çalışmak, parabiriktirmek olan bu göç insanları, her nekadar kendi ülkelerinde tarla, ev vb. almış-larsa da, zaman içinde hem memleketle-rinde fazla eş-dostları kalmadığından, hemde çalışıp biriktirdikleri paralarla satın al-dıkları mallardan fazla bir hayır görmedik-leri, memleketlerine para göndermekten,oralarda bir şeyler satın almaktan epeydirvazgeçmişler.

Vazgeçmesine vazgeçmişlerse de, ça-lışıp biriktirdikleri paraları daha iyi yaşamakiçin, çocuklarının daha iyi eğitim almasıiçin, toplumsal ve kültürel olarak daha fazlagelişmek için vb. değerlendirmek de pekolanaklı olmamış. Memleketlerinde aldık-ları evlerin pek hayrını görmediklerinden,göç ettikleri, çalıştıkları ve öldükleri ülkedene yapabiliriz diye bakınmaya başlamışlar.Göç edilen ülkenin “akıllı”ları, “pantolon uy-duramadık, gömlek verelim” türünden biryaklaşımla, “entegre edemedik, buyurunsize ev satalım” diye ortaya çıkmışlar. Zatenmemleketlerinde satın aldıkları evlerdenhayır görmemişken, bir yandan da paralarbirikirken, bu defa göç ettikleri ülkede “kiraöder gibi” ev satın almaya başlamışlar harılharıl. Kimisi kira ödemekten kurtulmak için,kimisi biriken parayı ne yapacaklarını bile-mediklerinden, bir başkası “herkes alıyor,bir kerameti olsa gerek” diyerek evleri satınalmaya başlamışlar.

Memleketlerinde zaten insan yerinekonulmamış, yurttaş olmanın ne olduğubile anlatılmamış bu insanlar, göç ettikleriülkenin ne yönetimiyle, ne siyasetiyle ilgi-lenmediklerinden, satın aldıkları evlerin bu-lunduğu yerdeki yerel yönetimlerle de hiçilgilenmemişler. Onlar ne kadar ilgilenme-mişlerse, başkaları da onların ilgilenmeme-sinden hep hoşnut kalmışlar.

Ama artık ev satın alarak yerleşik halegelmişler. Satın aldıkları evin çöp sorunu,bu evlerin önünden geçen yol sorunu, ya-şadıkları yerdeki trafik, toplu taşım politi-kası, o yerin imarı, o yer belediyesindenbekleyebilecekleri hizmetler konusunda,kısacası yaşadıkları yerin yerel sorunları ko-nusunda bile hiçbir biçimde söz hakları ol-mamış. Kendilerine bahşedilen tek hak, neolduğu belirsiz bir ucube olan “yabancılarmeclisi” seçimlerinde “oy kullanmak” ol-muş.

Tüm bunlar masal gibi.Oysa memleketlerinden kalkıp “yaban

ellere” göç etmiş, “yaban eller”de her günişe gidip gelen, vergi ödeyen, ama ödedik-leri verginin nerede ve nasıl kullanılmasıgerektiği konusunda da söz hakları olma-yan ve 50 yıldır bu biçimde yaşamak duru-

munda olan insanların öyküsünü anlattık. Bu durumdaki insanlar ne yapar? Çok değil, bir süre sonra, ister yaşadığı

yerin, ister yaşadığı ülkenin sorunları olsun,tümüne yabancılaşır. Bu sorunlar bir süresonra artık onu hiçbir biçimde ilgilendirmezolur. İster istemez toplumsal, siyasal ve kül-türel yaşama duyarsızlaşır ve onu sadecekendi dar çevresi ilgilendirmeye başlar. Ka-buğuna çekilmiş bir yaşam sürdürmeyebaşlar. Böyle yaşadıkça ülkenin dilini öğ-renmemekle, entegre olmamakla, “paraleltoplum” oluşturmakla suçlanırlar.

Yaşadığı ve geleceğini tümüyle bağ-ladığı yerin en sıradan toplumsal konula-rında bile söz hakkı verilmemiş bu insanlar,işyerinde çalışmasına, alış-veriş yapmasına,doktora gitmesine yetecek miktardan dahafazla yabancı dil neden öğrensin? Kendisigazete okumamakla suçlansa da, söz hakkıolmayan konuları okusa ne fark eder?

Yine de aynı insanlar, çocuklarını, ya-şadığı bu ülke okullarına gönderir, hatta,okulda fazla başarılı olmasa da, çocuğunungöç ettiği ülkenin dilini “perfekt” bilmesiyleövünür. Ne de olsa çocuğuyla alış-verişegittiklerinde o ülke tezgahtarlarıyla gayetakıcı bir şekilde konuşabilmektedir. Demekki çocuğunun “yabancı” dili “perfekt”tir.

Peki, göç ettikleri ülkenin dilini bil-meyen kim? Göç ettiği ülkeye 40-50 yılönce gelmiş, artık emekli olmuş, evindeoturan kişi mi? Doktorlar mı şikayetçi on-ların dil bilmemesinden? Kim ve neden şi-kayetçi olsun ki onların dil bilmemesinden?Kaç kere resmi işleri oluyor ki?

Madem ki okula gidip eğitimden geç-miş insanlardan söz ediliyor, onların o ülkedilini yeterince bilmemelerinin sorumlu-luğu kimde? Bu gençler mi, ısrarla kendidillerini konuşup, yaşadıkları ülke dilini ko-nuşmamakta ısrar ediyorlar? Bugüne kadarböyle davranan göçmen gençle karşılaş-madık.

Bu göçmen insanlar, yeri geldiğindeaptallıkla, yaşadıkları ülkeyi aptallaştır-makla, manavlıktan başka bir şey yapama-makla suçlanır. Ama aynı ülkenin bankalarıve sigortalarında bu göçmen insanların bi-rikimlerinden nasıl faydalanıldığından sözedilmez. Bu birikimlerin ekonomiye katkı-sını kimse anlatmaz. Bu boyutta birikiminnedeni olan, bu göçmenlerin “para birik-tirmeciliği”nden ve bu boyutta içe kapanıkyaşamak zorunda bırakılmasından ise asladem vurulmaz.

Bu göç masalında bir olgu daha vardır. Göç ettikleri ülke, örneğin Almanya,

yakınındaki, kendisi gibi gelişmiş diğer ül-kelerle birlikte bir birlik kurmuştur. Zamanlabu birliği genişletmek amacıyla, kendilerikadar gelişmemiş başka ülkeleri de birliğealmışlardır. Birlik kuralları gereği, bu son-radan katılan ülkelerin insanlarına, birlikülkelerinde serbest dolaşım, yerleşme veçalışma hakları tanınmıştır. Sonradan bir-

liğe katılan ülkelerin insanları da daha ge-lişmiş ülkelere çalışmak amaçlı gelmeyebaşlarlar. Durum öyle bir hal alır ki, göç-menin varlığı sorun olmaya başlar. Amagöçmen zaten birçok haktan yoksun oldu-ğundan, onun haklarını biraz daha kısıtla-manın da fazla bir sakıncası yoktur. Böylecebizim “gariban” göçmen, ne yaparsa yapsın,yaranamaz hale gelir. Sık sık “misafir” oldu-ğuna gönderme yapılır, entegre olma-makla, manavlıktan başka bir şeyden an-lamamakla, vb. suçlanır da suçlanır.

Burada “göç masalına” biraz ara verip,tarihte küçük bir yolculuğa çıkalım.

Milattan önceki zamanlarda, eski Yu-nan şehir devletlerinde üç tür insan yaşa-maktaydı. Yurttaşlar, normal insanlar ve kö-leler. Seçme ve seçilme hakkı, ülkesorunlarında söz sahibi olma gibi “siyasalkatılım hakkı" olarak adlandırabileceğimizhaklardan yalnızca “yurttaşlar” yararlanır.Normal insanlar ise, bu devlete sonradangelmiş insanlardı. Bunlar çalışabilir, ticaretyapabilir, ama toplumsal sorunlar konu-sunda söz sahibi olamazlardı (siyasal katı-lım hakkı yoktu). Bir de köleler vardı, bun-ların hiçbir hakları yoktu.

Eski Yunan’dan bu yana tam 2000 yıl-dan daha fazla zaman geçti! Oysa bu 2000yılda, eski Yunan’dan bu güne kadar insan-lık tarihinde çok önemli gelişmeler olmuş-tur. Örneğin Avrupa Birliği ülkelerinin va-tandaşlarının kendi ülkelerinde olduğu gibibir başka birlik ülkesinde de yerel parla-mento seçimlerinde aday olma ve oy kul-lanma hakları, yani seçme ve seçilme hak-ları vardır. 50 yıldır Almanya’da yaşamaktaolan ve artık 4. kuşağını yetiştirmeye baş-layan göçmenlerin ise (AB ülkesi vatandaşıdeğilse) bu ülkede hala belediye düzeyindebile söz hakları yoktur.

Daha da ilginç olan ise, bu konununartık, AB ülkesi vatandaşı olmayan eğitimligöçmenlerin bile ilgisini çekmemesidir. On-lar da tipik göçmen davranışı diyebilece-ğimiz bir tavır sergileyerek, bu konu açıl-dığında, yaşanılan ülkenin vatandaşlığınageçilince bu sorunun ortadan kalkacağınıanlatarak, bireysel çıkış yollarını insanlaraçözüm gibi sunabilmektedirler.

Bir insanın, vatandaşlık değiştirmesibaşka bir şeydir, yaşadığı ülkenin yerel vegenel sorunlarında söz sahibi olması başkabir şeydir. Vatandaşı olunan devletle va-tandaşlık bağını koparıp, başka bir ülkeninvatandaşlığına geçmek son derece ciddi vehayati bir karardır. Yerel sorunlara siyasalkatılım ile vatandaşlık değiştirmek bir yada benzer olgular/tercihler gibi algılanırsa,geri kalmaktan kurtulunamaz.

İşte “göç masalı”nın geldiği yer bura-sıdır: Para biriktirmeye endekslenmiş içekapanık bir yaşam, seçme ve seçilme hak-kından yoksunluk, kendi iradelerinin, birbaşkalarının istemine ve çıkarına uygunolarak oluşturulmuş kararlara tabiyeti.

Page 9: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi20.pdf · 2012-03-08 · Daha bir yıl önce “ Raus mit der Sprache. Rein ins Leben "adlı kampanyayla dışarı uzattıkları dillerini Alman

9Die Gaste

Carl von Ossietzky Üniversitesi Erol KARAYAZ/Esslingen Yüksek Okulu Prof. Dr. Claus MELTER

Eşitsiz Eğitim Sistemlerine Karşı Hiçbir Şey Yapılamaz (mı)?

Eğitim, iş piyasası ve Almanya veAvusturya’daki aktörleri,

1) (gerçek ya da atfedilen) göç geç-mişine sahip öğrencilerin, 2) (gerçek ya daatfedilen) düşük ücretli ailelerden öğren-cilerin, 3) fiziksel olarak, öğrenim veya dav-ranış yönünden ya da zihinsel yönden “en-gelli” görülen öğrencilerin ayrım görmesineneden olmakta.

Bu ayrımcılık gerçeği genellikle inkaredilmektedir. Çoğu zaman bilimsel ve siyasiaçıdan kanıt gösterme ve sorumluluklarıdevretme oyunlarıyla bu gerçeklik gizlen-mekte, zayıflatılmakta ya da değersizleşti-rilmektedir:

a) 1. hatalı görüş: “Öğrencilerin, iş veçıraklık eğitimi olanağı arayanların yete-rince başarılı olamamalarının sorumlusukendileri, fazla destek sunamayan aile or-tamı ve sosyal çevreleridir.”

b) 2. hatalı görüş: “Göç geçmişine sa-hip öğrenciler, herşeyden önce Almancadil yeterliklerinin eksik olması nedeniyleeğitimde başarı gösterememektedir.”

c) 3. hatalı görüş: “Çocuk yuvaları‘okula başlayabilecek düzeydeki’ öğrencileriokula gönderebilse, tüm öğrencilerin eği-tim başarısı eşit olurdu.”

d) 4. hatalı görüş: “Okul tüm öğrenci-leri bireysel ve adil bir biçimde destekler,değerlendirir ve sevk eder.”

e) 5. hatalı görüş: “Okul sisteminin or-ganizasyonu tüm öğrencileri gerçek ve po-tansiyel becerilerine göre destekler, değer-lendirir ve sınıflandırır.”

f ) 6. hatalı görüş: “Çıraklık eğitimi veiş piyasası sistemlerinde herkes, başarımbelgeleri ve yeteneklerine uygun olarakeşit şanslara sahiptir.”

g) 7. hatalı görüş: “Biz öğretmenler vekurumlar, eşit bir destek için zaten herşeyiyapıyoruz, ama diğerleri bunu engelliyor.”

Yukarıda yer verilen görüşlerin yanlışya da çok eksik olma nedenleri:

a) Uluslararası karşılaştırmalı araştır-malar [TIES (bkz. Herzog-Punzenberger/Schnell 2011), PISA (bkz. Huisken 2006)]bireye özgü öğretim bilgisi, tam gün eğitimve sekizinci sınıfa kadar birlikte öğrenimaracılığıyla, okula başlangıç sırasında va-rolan dilsel becerilere yönelik farklılıklarınetkisinin ya da iyisi, farklılıkların karşılıklıetkileşime dayalı olarak önem kazanması-nın, ayrıca sosyal ve ailesel farklılıkların (ge-lir ve destek imkanları yönünden de) önem-siz kılınmasının ya da önemsiz niteliktebırakılmasının olanaklı olduğunu ortayakoymaktadır. Öte yandan okulun temelgörevi, heterojen öğrenci gruplarını, her-kesin aynı ölçüde ve bireysel olarak müm-kün olduğunca iyi öğreneceği biçimde, öğ-renim süreçleri ve başarım düzeylerindekideğişimi gerçekleştirerek desteklemektir.

Zekanın etnik kökene göre ya da sınıflaraözgü farklılık gösteren bir dağılımı yoktur.Eğer eğitim sistemi eğitsel başarıyı ve kar-neleri, başarının sınıflarla, engellilik ve göç-menlikle bağıntılı bir bölümlemeden türe-yeceği biçimde ve karşılıklı etkileşimedayanarak şekillendirirse, o zaman bu birkurumsal ayrımcılıktır. Gerçekte, öğretmen-ler tarafından ÖNEMLİ KILINAN ebeveyn-lerin geliri ve/ya da ebeveynelerin göçgeçmişleri veya atfedilen engellilik ve sis-teme dayalı engeller, bu grupların başarı-mındaki eşit gelişmeyi önlemektedir. Eği-tim gereçleri ve ders yardımı için sınırlımaddi destek olanakları belirleyici olma-malıdır. Tüm çocukları okulda desteklemeknitekim OKULUN kendi görevidir.

b) Avusturya ve Almanya’nın eğitimsistemleri hala “ilkesel tekdil anlayışı”nı te-mel almaktadır (monolingualer Habitus -Gogolin). Göçmen toplumunun dillerini yahiç ya da yeterli bir öğretim bilgisine da-yanarak derslerde dikkate almamaktalar.Bu sistemler, söz konusu aksamaların ör-neğin ikinci ya da üçüncü dil Almanca ara-cılığıyla aşılması için, öğretim bilgisi ve diledinim teorileri yönünden ne üniversiteeğitiminde yeterli düzeyde geliştirilmiştirne de gelişime açıktır. Öte yandan Alman-cayı okul bağlamında tek önemli dil olarakbetimleyen -belki de İngilizce, Fransızca,İspanyolca birer istisnadır- ve diğer dilleridesteklemeyen ya da değersizleştiren NeoLinguisizm’in1 (Dirim 2010) bir türü mev-cuttur. İnci Dirim’in bir söyleşinden yaptığıalıntıda olduğu gibi, başarımları değersiz-leştiren toplumsal bir uygulama da vardır:“Aksanlı konuşulduğunda, insanlar düşü-nüşün de aksanlı ya da buna benzer bir şe-kilde gerçekleştiğini sanıyorlar”. (Dirim2010).

c) Birçok araştırma, atfedilen ya dagerçek bir yoksulluk konumundaki, göçgeçmişine sahip ve/ya da engelli öğrenci-lerin, eşit başarımlara rağmen, engelli ol-mayan ve göç geçmişi bulunmayan, “nor-mal” görülen orta ve üst katman mensubuöğrenciler kadar iyi değerlendirilmediğiniveya daha yüksek ve daha itibarlı okullaragönderilmediğini kanıtlamaktadır (Go-molla/Radtke 2009). Öğretmenler ve okulher zaman ayrımcılık uygulamamaktadır,ama seçiciliği gerektiren ve örgütlenmeyedayalı sorunlar söz konusu olduğunda, sı-nıfa, göçmenliğe ve engelliliğe gönde-rimde bulunan açıklamalardan yararlanıl-maktadır. Farklı ve büyük ölçüde hiyerarşikokul türlerine sahip, normal okul ve son-derschuleler şeklinde seçim yapan okul sis-teminde, öğretmenler öğrencilerine farklıeğitsel, mesleki ve yaşamsal fırsatlar tahsis

etmekten başka bir şey yapamamaktadır(öyle olduğu düşünülmektedir). Burada, -“kişi başarımına göre değerlendirilir” biçi-mindeki meritokrasi efsanesi yaşatılmayaçalışıldığından, gerektiğinde başarıma vebireye dayanmayan kriterler kullanılmak-tadır.

d) Almanya’da Helena Flam’ın (2009)ya da Martina Weber (2003) ve Seemann’ın[(Ortak Yayın). http://oops.uni-oldenburg.de/volltexte/2009/839/pdf/seeeth08.pdf]ya da Avusturya’da Susanne Binder’in(2004: Etnolojik Bakış Açısından Kültürler-arası Öğrenim. Avusturya ve Hollanda’daTasarılar, Görüşler ve Uygulama Örnekleri)araştırmalarında görüldüğü veya ABD’de-ki incelemelerin kanıtladığı gibi, öğretmen-ler, öğrencilerinin, sözü edilen başarım ye-teneklerine ilişkin cinsiyete, sınıfa vegöçmenliğe dayalı, içiçe geçmiş atıflardabulunmaktadır (Bkz. Gomolla 2007). Bu şe-kilde, bir yandan “normal” ve engelli olma-yan, anadili olarak Almanca konuşan veböylelikle başarım göstermeye yatkın ola-rak sınıflandırılan öğrenciler ile, öte yandannormal olmayan ve sorunlu görülen diğer-leri arasında ayrıma gidilmekte. Almancadışında diğer dillerde varolan beceriler gö-zönünde bulundurulmamakta, değer gör-memekte ve dahası, okul başarımlarınınbir parçası olarak dikkate alınmamakta vedesteklenmemekte. Engelliliği konu alanbirçok araştırma da, içselleyici okulların (en-gelli ve engelli olmayan çocukların birlik-teliği), engelli öğrencilerin okuldaki ve işpiyasasındaki başarısını açıkça destekledi-ğini ve engelli olmayan öğrencilerin seçiciokullardaki başarı oranlarına eşit bir başarıdüzeyine sahip olduklarını kanıtlamaktadır(Bkz. Eckard u.a 2011, Edel 2009). Okul her-kese mi açık olsun? Öyleyse “biz hiçbir ço-cuğu geride bırakmıyoruz!” tümcesi, Avus-turya ve Almanya’nın güncel eğitim sistem-leri için geçerli bir tümce değildir. Öğren-ciler de, biz de öğretmenlerin atıflarından,değersizleştirme ya da olumlu değerlen-dirmelerinden haberdarız. İngilizcede bu,stereotypical threat (Bkz. Gomolla 2007),steryotiplerden kaynaklanan tehdit olarakadlandırılmaktadır: Öğretmenler ve toplumtarafından normal görülmeyen öğrenciler,ırkçı ve erkeklere yönelik atıfları biliyorlar,“maço erkek, şiddete eğilimli kişi ve potan-siyel terörist, kadınları hiçe sayan ve cin-selliğe meğilli ve sınır tanımayan şahıslar”.Türkiye’den ya da Orta ve Uzak Doğu’dangelen, “ezilen, aile ortamının, eğitimde ba-şarı ve eğitim kariyeri doğrultusunda değil,ev kadını ve eş olmak üzere yetiştirdiği,edilgen ve yardıma muhtaç kişiler olarakgösterilen kızların görüntülerini bu öğren-ciler biliyorlar/biz biliyoruz. Biz ve bu öğ-renciler, bu ülkelerden gelen kişilerin İslam,

kökten dincilik ve aydınlanmamışlık ile iliş-kilendirildiklerini ve okulda, belki de hiç ta-nımadıkları “yabancı kültürlerin ve dinlerinbirer elçisi ve uzmanı” haline getirildiklerinibiliyoruz. Biz ve onlar, Avusturya ve Alman-ya’nın birer yerlisi oldukları halde, birçokkişinin siyahi Avusturyalı’lardan ve Alman-lar’dan söz etmekte zorlandıklarını biliyo-ruz. Bu öğrenciler, yerli biz ve yabancı bizolmayanlar ayrımı yapıldığını biliyorlar. Veaynı zamanda insanlar kendilerini Almanyave Avusturya’da evinde hissediyor, ancaksürekli diğerleri ve yabancılar olarak top-lumsallaştırılıyor. Ve ister görünüşte istergerçek, ama dışlama olarak duyumsanan“nerelisin? Sizde bu şeyler nasıldır?” sorularıile, diğerleri ve yabancılar yaratılıyor.

e) TIES ve PISA gibi karşılaştırmalı okularaştırmaları, bireysel, tam gün ve dahageç seçmeye odaklı destek söz konusu ol-duğunda, öğrencilerin eğitim başarılarındaetnik, ulusal ve gelir bağımlı farklılıklararastlanmadığını kanıtlamıştır. Öyleyse sınıf,etnik grup ve engelli veya engelli olmayangruplar türeten, eğitim ve iş piyasası fırsat-ları açısından eşitsiz gruplar yaratan okulsistemidir, Avusturya’daki üniversiteler, pe-dagoji yüksek okullarıdır, Almanya’daki yük-sek okullardır, eğitim politikası ve onun ak-törleridir. Sorumlusu öğrenciler ve ailelerideğildir, kesinlikle değildir. Eğitim sistemieşitsizliği uygulamaktadır.

f ) Uluslararası İşçi Örgütü’nün (ILO) veırkçılıkla mücadele birimlerinin çok sayıdaaraştırması, ülkelerde alışılagelmiş bir adtaşımayan ve iş başvurusunda bulunan birinsanın, bir iş görüşmesine davet edilmekiçin sekiz kat daha fazla başvuruda bulun-ması gerektiğini göstermiştir (Liebig 2007:http://www.migration-boell.de/web/mig-ration/46_1273.asp). Eğitim sistemindekiayrımcılığa yukarıda değinildi. AugustGächter (2010) Avusturya’ya ilişkin şunuortaya çıkarmıştır: Göç geçmişine sahipgençlerin eğitsel başarısı değil, eğitimdeonlardan yararlanılması belirleyicidir. Büyükgüçlüklerle ve kurumsal ayrımcılığa rağ-men edinilmiş mezuniyetler, çıraklık eğiti-mindeki ve iş piyasasındaki ayrımcılık ara-cılığıyla değersizleştirilmektedir. Eşit ya dadaha kötü mezuniyetlere sahip çoğunluktoplumu mensupları, daha çabuk bir iş veçıraklık eğitimi için bir yer bulmaktalar. Öy-leyse sorun yetersiz eğitim değil, daha çokırkçılıktır.

g) İşyerlerinde tekil şahıslar olarak vemeslektaşlarıyla birlikte birşeyleri değiştir-mek isteyen, tek başına olan çalışkan birçokinsan var. Belki de okur olarak sizler debuna dahilsiniz. Ancak kurum olarak okulve tek tek okullar, genelde, sorumlu eyaletbirimleri ve federal birimlerde de görülme-yen, öğrencilerin etnik, sınıfsal ya da en-

1 Linguisizm: Azınlık ya da göçmen dillerinekarşı önyargısal yaklaşım.

Page 10: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi20.pdf · 2012-03-08 · Daha bir yıl önce “ Raus mit der Sprache. Rein ins Leben "adlı kampanyayla dışarı uzattıkları dillerini Alman

Die Gaste10

gellilikten kaynaklanan uygulamalarla bağ-lantılı olarak yeterince desteklenip destek-lenmediklerini araştıran, eşitlenmeye yö-nelimli sürekli bir eğitsel denetlemegerçekleştirmemektedir (Bkz. Gomolla2005 ve 2007). Okulunuz sınıfsal ilişkilerüretiyor mu? Okulunuz etnik gruplarınfarklı desteklenme biçimlerini üretiyor mu?Okulunuz engellerden arınmış mı? Tümbunları biliyor musunuz? Irkçılık karşıtı he-defleriniz var mı? Irkçılığa ve engellere karşıeleştirel bir biçimde eğitimde daha fazlaeşitliğe erişmek için yıllık planlamanız ne-dir? Eğitimde daha fazla eşitlik için hangiişbirliklerine ve stratejilere sahipsiniz? Öğ-retmenler, resmi dairelerde çalışanlar, po-litikacılar, ama aynı zamanda ebeveynlerve öğrenciler kendi alanları için bütün busoruları yanıtlayabilirler ve yanıtlamalıdırlar.

Ancak genelde neden bu yapılma-maktadır? Yanıt için bazı düşünceler yar-dımcı olabilir:

1) Kendilerini “beyaz”, çoğunluk top-lumuna ait, yerli ve normal gören ve ortave üst katmanı oluşturan, okullarda ve res-mi kurumlarda çalışan gruplar, toplumsal-yapısal iktidar konumlarını ve engellenme-yenler olarak ırkçı sınıfsal ayrıcalıklarınıkorumak istiyorlar. Bu açıdan eğitimde eşit-sizliği ve ülke ekonomisine yönelik zararıbilinçli bir şekilde göze almaktadırlar.

2) Birçok kişi, kendi faaliyet alanlarınıngenişletilmesi ve yıpranmış yapıların ve si-yasal konumların korunmasının değişimiyerine, dezavantajlara neden olan sistem-lerin sürdürülmesine katkı sunmuştur. Eği-timde eşitlik için öğrencilerin, öğretmen-lerin ve ebeveynlerin katıldığı bir grevneden olmasın?

3) İdeal öğretmene ve ideal öğrenciyeilişkin standart oluşturan bir tasarım mev-cuttur ve bu tasarım, hiyerarşik ve nüfuzeden bir biçimde, bilginin öğrenilmesi vedile getirilmesinde eğilimsel olarak yalnızcatek bir doğru yol bulunduğunu aktarmak-tadır. Standart öğrenci tasarımına, öğrenimyollarına ve öğrenim hızına uygun olmayanherkes olumsuz değerlendirilmekte. Bustandart tasarımlar sınıfsal aidiyetle ve et-nik kökenle bağlantılıdır. Özellikle yerli ola-rak tanımlanmayan kişilerin, bilinçli ya dabilinçsiz bir uygulamaya dayanarak eşit de-ğerde, aynı düzeyde görülmemesi ve on-ların/bizlerin eğitimdeki ve iş piyasasındakifırsatlarının ya hiç tanınmaması ya da ağır-laştırılmış koşullarda tanınması söz konu-sudur. Tarafsız bir ifadeyle: Okulun beklen-tisi ile öğrencilere ilişkin ilkesel anlayışarasında, standart öğretmen/öğretim üyesibeklentisi ile öğrencilere ilişkin ilkesel an-layış arasında bir çelişki mevcuttur (Bkz. Di-rim/Mecheril 2010 ve Mathé 2009, sonun-

cusu üniveristelere yöneliktir: http://othes.univie.ac.at/4832/1/2009-02-04_9100345.pdf ).

4) Kapitalizmde gruplara yönelik ikti-dar ilişkileri kabul ettirilmektedir, ki bu iliş-kilerde ayrımcılıktan türeyen farklılıklardanve gerekçelendirme biçimlerinden yarar-lanılmaktadır (Bkz. Huisken 2006: Der “PISA-Schock“ und seine Bewältigung. Oder: Wieviel Dummheit braucht die Republik?). Buanlayışa göre kapitalizmde üst düzeyde va-sıflandırılmış ve az ya da çok kötü koşul-larda çalışan veya iş arayan yoksullaşmışinsanların olması işlevsel ve mantıklıdır. Ba-şarımda ve eğitimde eşitlik yalanı ile kişininkendi durumuna yönelik sorumluluğu bi-reyselleştirilmekte ve sorumluluk sistemedeğil, kişiye yüklenmektedir, sisteme karşıbirlikte mücadele ise hiç söz konusu olma-maktadır. İşsizlerin ve belirli dinsel, ulusalve/ya da kültürel grupların kötülenmesi,eşitsizlik koşullarının ırkçı biçimde kültür-selleştirilmesini desteklemektedir (Bkz. Het-zaktivitäten von Sarrazin und Strache).

5) Yüksek okulların ve okulların de-mokrasiden arındırılması artan oranda ger-çekleşmektedir. Öğretmenler karşısındaokul müdürlerine daha fazla hak tanınmak-ta ve öğretmenler “işleri zorlaştırılmış ege-menler” olarak, aynı zamanda daha fazlagörev üstlenmekte olup, öğrenciler karşı-

sında daha keyfi hareket etme olanağınasahiptirler. Öğrenciler eşitsizlik nedeniylebiçimsel olarak sınıf sözcüsü, danışman öğ-retmen ve okul denetim dairesi gibi farklıyollardan şikayette bulunabilirler, ancakonlar yapısal açıdan ve günlük yaşamdaçoğunlukla eşitsizlikle karşı karşıyadırlar vekendilerini çok zor savunabilmektedirler,özellikle öğrenci arkadaşlarıyla ve ebeveyn-leriyle olan dayanışması çoğu zaman ek-siktir.

6) Koşullar eşit değil ve biz bunlarıfarklı yapmak istiyoruz, ama diğerleri banave bize izin vermiyor.

Bir ve beş numaralı savları doğru bu-luyoruz ve bu çözümlemelere devam edi-leceğini, her yönüyle düşünüleceğini ve dedönüşüme yönelik girişimlerin pratikte de-nenerek, biliminsanları, öğretmen ve öğ-rencilerle gözden geçirileceğini, akabindepolitik ve kurumsal açıdan uygulamaya gi-receğini ümid ediyoruz.

Belki de sorun bilgi ve kaynak eksikli-ğinden değil, ortak tartışmalarımızın ve de-ğişimi hedefleyen girişimlerimizin eksikli-ğinden türüyordur – itiraf etmliyiz ki bukonularda her zaman başarılı olmayacayız.Yine de ya da özellikle bu nedenle: Birlikteişe başlayalım!

Kaynakça: Binder, Susanne (2004): Interkulturelles Lernen aus ethnolo-

gischer Perspektive. Konzepte, Ansichten und Praxisbeispieleaus Österreich und den Niederlanden. Münster

Dadzie, Stella (2000): Toolkit for tackling racism in schools.Stoke on Trent

Dirim, İnci (2010). Wenn man mit Akzent spricht, denkendie Leute, dass man auch mit Akzent denkt oder so.“ Zur Fragedes (Neo-)Linguizismus in den Diskursen über die Sprache(n)der Migrationsgesellschaft, in: Mecheril, Paul/Dirim, İnci/Go-molla,

Dirim, İnci/Mecheril, Paul (2010). Die Schlechterstellung Mi-grationsanderer: Schule in der Migrationsgesellschaft, in: Me-cheril, Paul/Castro-Varela, Maria do Mar/Dirim, İnci/Kalpaka,Annita/Melter, Claus: Migrationspädagogik. Beltz, 121-138.

Eckhart, Michael/Haeberlin, Urs/ Sahli Lozano, Caroline/Blanc, Philippe (2011): Langzeitwirkungen der schulischen Inte-gration. Eine empirische Studie zur Bedeutung von Integrati-onserfahrungen in der Schulzeit für die soziale und beruflicheSituation im jungen Erwachsenenalter. Bern.

Edel, Judith (2009): Von der Integration zur Inklusion - EineSchule ohne Behinderungen. Innsbruck. In:http://bidok.uibk.ac.at/library/edel-inklusion-bac.html (Recher-chedatum 15.11.2011)

Flam, Helena (2009): Diskriminierung im Bildungssystemund auf dem Arbeitsmarkt. In: Melter, Claus/Mecheril, Paul(Hrsg.): Rassismuskritik Band I: Rassismustheorie und -for-schung. Schwalbach/Ts.

Gächter, August (2010): Die Verwertung der Bildung ist inallen Bundesländern das größere Problem als die Bildungselbst. In: https://www.zsi.at/attach/p1509ober.pdf (Recher-

chedatum 15.11.2011) Gomolla, Mechhild (2005): Schulentwicklung in der Ein-

wanderungsgesellschaft. Strategien gegen institutionelle Dis-kriminierung in England, Deutschland und in der Schweiz.Münster/New York

Gomolla, Mechthild/Radtke, Frank-Olaf (2009): Institutio-nelle Diskriminierung: Die Herstellung ethnischer Differenz inder Schule. 3. Auflage. Wiesbaden

Gomolla, Mechthild (2007): Institutionelle Diskriminierungim Bildungs- und Erziehungssystem: Theorie, Forschungsergeb-nisse und Handlungsperspektiven http://www.migration-boell.de/web/integration/47_1495.asp

Herzog-Punzenberger, Barbara/Schnell, Philipp (2011): Bil-dungsforschung (in) der Migrationsgesellschaft. Entwicklungenund Perspektiven in Österreich. In: http://www.uni-graz.at/pae-dabww_schnell_herzog-punzenberger.pdf (Recherchedatum15.11.2011)

Huisken, Frrerk (2006): Huisken: Der „PISA-Schock“ undseine Bewältigung. Oder: Wie viel Dummheit braucht die Repu-blik? Wiesbaden

Liebig, Thomas (2007): Migranten auf dem Arbeitsmarkt –Erfahrungen aus OECD-Ländern. In: http://www.migration-boell.de/web/migration/46_1273.asp (Recherchedatum15.11.2011)

Mathé, Isabel (2010): Mehrsprachigkeit als Kapital an derUniversität. Eine empirische Untersuchung zur Kapitalisierungstudentischer Mehrsprachigkeit im transnationalen universitä-ren Raum. Dissertation. In:http://othes.univie.ac.at/4832/1/2009-02-04_9100345.pdf (Re-cherchedatum 15.11.2011)

Mecheril, Paul (2005). Die Unumgänglichkeit und Unmög-

lichkeit der Angleichung. Herrschaftskritische Anmerkungenzur Assimilationsdebatte, in: np-Sonderheft 2005, 124-140.

Mecheril, Paul/Quehl, Thomas (2006). Sprache und Macht.Theoretische Facetten eines (migrations-)pädagogischen Zu-sammenhangs, in: Mecheril, Paul/Quehl, Thomas (Hg.): DieMacht der Sprachen. Englische Perspektiven auf die mehrspra-chige Schule. Münster, 157-168.

Mecheril, Paul/Castro-Varela, Maria do Mar/Dirim, İnci/Kal-paka, Annita/Melter, Claus (2010): Migrationspädagogik. Wein-heim/Basel

Melter, Claus (2011a). Kritische Erziehungswissenschaft undIntervention für gerechtere Verhältnisse in der kapitalistischenMigrationsgesellschaft – Verpflichtung oder unangemesseneEinmischung? Vortrag an der Universität Innsbruck. Internet:http://www.uibk.ac.at/iezw/texte/kritische_erziehungswissen-schaft.pdf (recherchiert am 01.11.2011)

Melter, Claus (2011b). Wer darf an die Universität? Aspekteder rechtlichen und institutionellen Diskriminierung von Stu-dierenden aus Drittstaaten, in: Spannring, Reingard/Arens, Su-sanne/Mecheril, Paul (Hg.): bildung-macht-unterschiede. 3.Innsbrucker Bildungstage. Innsbruck, 133-152.

Seemann, Martina (Hrsg.) (2007): Ethnische Diversitäten,Gender und Schule. Geschlechterverhältnisse in Theorie undschulischer Praxis Oldenburger Beiträge zur Geschlechterfor-schung. Oldenburg. In: http://oops.uni-oldenburg.de/voll-texte/2009/839/pdf/seeeth08.pdf (Recherchedatum15.11.2011)

Weber, Martina (2005): Apartheid im Schulhaus. Zur Kon-struktion ethnischer und geschlechtlicher Grenzen im Schulall-tag. In: Spies, Anke/Stecklina, Gerd (Hrsg.): Die GanztagsschuleBand I. Heilbronn.

Çeviri: Die Gaste

Page 11: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi20.pdf · 2012-03-08 · Daha bir yıl önce “ Raus mit der Sprache. Rein ins Leben "adlı kampanyayla dışarı uzattıkları dillerini Alman

11Die Gaste

Dr. Hakan AKGÜN

Kapsayıcılık (Inklusion) mı, Bütünleşme (Integration) mi?

Son zamanlarda, Die Gaste’nin Kasım/Aralık 2011 sa-yısında da görüldüğü gibi, kapsayıcılık veya kapsayıcıeğitim anlayışı akademisyen çevrenin Almanya gün-

deminde giderek yerini almakta. Hem Prof. Dr. Rolf Wer-ning’in makalesi hem de Prof. Dr. Vernor Munoz’un sem-pozyum sunumu bu konuyla ilgili önemli bilgileriiçermekte. Kapsayıcılık ve Bütünleşme yönelimlerini kar-şılaştırmaya geçme- den önce “kapsayıcılık” mı “içselleme”mi konusuna açıklık getirmek istiyorum. Her iki terim deAlmanca “Inklusion” teriminin Türkçe karşılığı olarak kulla-nılmaktadır. Ben Türkiye pedagojik literatüründe yaygınolarak kullanıldığı için “kapsayıcılık” ve “kapsayıcı eğitim”terimlerini kullanmayı uygun gördüm.

Şimdiye kadar hep bütünleşme veya kaynaşma an-lamındaki Almanca “integration” terimine odaklandığımıziçin yeni bir yönelim olan kapsayıcılığı anlamakta zorluklarolduğunu farkettim. Aynı zamanda bu yeni anlayışın birkaynaşma şekli olduğu ve zaten birçok entegrasyon çalış-maları yapıldığı için önemli olmadığı şeklinde düşüncelerde dile getirilmekte. Bu konuya açıklık getirmek için inter-net ansiklopedisi Wikipedia’dan almış olduğum grafiğebirlikte bakalım: http://de.wikipedia.org/wiki/Inklusion (Pä-

dagogik)Bu grafikte görül-

düğü gibi kapsayıcılıkuyum anlayışının bir par-çası veya yeni bir metodudeğil, uyumla bir parçaulaşılmaya çalışılan hedefolan bütün toplum birey-lerinin katılımının gerçek-leşmiş halidir. Prof. Dr. Wer-ning kapsayıcı eğitimin enbelirgin özelliğini şöyledile getiriyor:”Her öğrencikendi bireysel kişiliğiyle,güçlü ve zayıf yönleriyle,kültürel, ulusal, toplumsal,dinsel kökeniyle buyur-sun.“ İşte bu noktada bü-tünleşme ve kapsayıcılık

anlayışlarının farklılığı belirgin hale gelmekte. Bütünleşmeanlayışı toplumun bireylerini –örneğin öğrencileri– önce“göçmen kökenli“, “anadili şu olan“, “inancı bu olan“, “en-gelli“, “sorunlu“ veya ”normal“ gibi çekmecelere ayırıyorve daha sonra bunları kaynaştırmaya, bütünleştirmeye ça-lışıyor. Fakat kapsayıcılık her bireyin kendine özel becerilerive gereksinimleri oduğu gerçeğinden yola çıkarak çeşitliliğinormal bir olgu olarak kabul ediyor, bireyleri toplumsalkatılımın her alanında oldukları gibi kabul ediyor ve dışla-mıyor. Bu bağlamda kapsayıcılığın karşıt anlamlısı dışlama(Exklusion) bütünleşmenin ise ayırım (Seperation) olmak-tadır.

Bu Sistem DeğişmeliÖğretmen çevresinde kapsayıcılığın engellilerin

uyumu ile ilgili olduğu ve bununla ilgili zaten birlikte eğitim(gemeinsamer Unterricht) gibi uygulamaların olduğu veyeni bir yönelime gerek olmadığı şeklinde yanlış bir kanıda yaygındır. Esasen kapsayıcı eğitimin uygulanmasınageçişle ilgili çalışmalar Birleşmiş Milletler Engelliler Söz-leşmesi’nin Mart 2009’dan itibaren Almanya’da yürürlüğegirmesiyle başlamış olsa da ilk dürtü Haziran 1996’da ya-yınlanan Salamanca Bildirisi ile gelmiştir. Belirtilen tarihteİspanya hükümeti Birleşmiş Milletler ve UNESCO uzmanlarıile özel eğitim alanında çalışan uluslararası uzmanları ül-

kesindeki konferansa davet etmiş ve adı geçen ortak bildiriimzalanmıştır. İşte bu bildirinin önemli bölümünden biralıntı:

“1. 92 hükümeti ve 25 uluslararası kuruluşu temsileden bizler, ‘Özel Gereksinim Eğitimi Dünya Konfe-ransı’nın delegeleri olarak 7-10 Haziran 1994 tarih-lerinde İspanya'nın Salamanca şehrinde toplandık;şimdi burada, normal eğitim sistemi içinde özel eği-tim gerektiren çocuk, genç ve yetişkinlere eğitimsağlamanın lüzum ve ivediliğini tanıyarak ‘Herkesiçin Eğitim’ sözümüzü tekrar doğrularız ve buradaözel gereksinim eğitimiyle ilgili faaliyet çerçevesinionaylarız. Bu çerçevedeki koşullar ve tavsiyeler hü-kümet ve kuruluşlara yol gösterir.

2. Bizler inanıyor ve ilan ediyoruz ki:* Her çocuk, eğitim görme temel hakkına sahiptir; ka-

bul edilebilir öğrenim seviyesini başarma ve devamettirme fırsatı verilmelidir,

* Her çocuk, kendine özgü özelliklere, ilgi, yetenek veöğrenme ihtiyaçlarına sahiptir,

* Bu özellik ve ihtiyaç çeşitliliğini dikkate alarak eğitimsistemleri düzenlenmeli ve eğitim programları ger-çekleştirilmelidir,

* Özel eğitim gereksinimi olanlar, normal okullara de-vam edebilmeli ve bu okullar onların ihtiyaçlarınıkarşılayabilecek, ‘çocuğu merkez alan’ eğitim sis-temi içinde yetiştirmelidir.

* Ayırıcı tutumla mücadelede, herkesi hoş karşılayanve kabul eden bir toplumun oluşturulmasında veherkes için eğitimin başarılmasında, normal okullarbu kapsayıcı durumlarıyla en etkili araçtır; bundanbaşka, bu okullar çocukların çoğuna etkili bir eğitimsağlar; yeterliliği ve sonunda tüm eğitim sistemininmaliyet etkinliğini geliştirir.

3. Bütün hükümetlere seslenir ve, * Bireysel ayrılıklara ve güçlüklere bakılmaksızın tüm

çocukları kapsayacak imkana kavuşturmak için eği-tim sistemlerini geliştirmek amacıyla en üst politikve bütçe önceliğini vermelerini,

* Zorlayıcı başka sebepler olmadıkça, bütün çocuklarınormal okullara kayıt ederek, hukuki ve politik birkonu olarak kapsayıcı eğitim prensibini kabul et-melerini,

* Kapsayıcı okullarla deneyimi olan ülkelerle deneyimve bilgi alış-verişinde bulunmalarını, demonstras-yon (gösteri) projeleri geliştirmelerini,

* Özel eğitim gereksinimi olan çocuk ve yetişkinleriçin eğitim imkanlarını, planlama, kontrol ve de-ğerlendirme için yerelleşmiş ve katılımcı mekaniz-malar kurmalarını,

* Özel eğitim ihtiyaçları için hazırlıklarla ilgili planlamave karar verme süreçlerinde, anne-babaların, top-lumun ve yetersizliği olan kişilerin kuruluşlarınınkatılımını sağlamalarını,

* Kapsayıcı eğitimin mesleki yönünde olduğu kadar,erken tanı ve müdahale yollarında da daha çokgayret harcamalarını,

*Sistemli bir değişim kapsamında, hizmet öncesi vehizmetiçi öğretmen yetiştirme programlarının, kap-sayıcı okullarda özel gereksinim eğitimine hazırla-yıcı nitelikte olmasını sağlamalarını teşvik ederiz.”(bkz. Özel Eğitim Dergisi, 1996, 2 (2) 91-94).

Görüldüğü gibi bu bildiri de özel eğitim uzmanlarıtarafından hazırlanmış olsa da bireysel ayrılıklara ve güç-lüklere bakılmaksızın tüm çocukları içine alan bir kapsayıcıeğitim prensibinden söz edilmektedir. Ve yine görüldüğü

gibi Almanya’da bu yönelimin ciddi bir tartışma ortamıbulması için 1996’dan bu yana 15 seneyi aşkın bir süreningeçmesi gerekmektedir.

Politikacıların bu ağıra alma tutumu yine benim her-şeyin aynı kalacağı “ucundan kıyından” göstermelik deği-şiklikler ve projelerle sistem değişikliğinin önüne geçilmekistendiği yolundaki kaygımı artırmaktadır. Kuzey Ren Vest-falya Eyalet Hükümeti’nin yeni “Sekundarschule” uygula-ması da bu kaygımı desteklemektedir. Böylece her çocuğukapsayan ve çeşitliliği temel alan bir sistem değişikliği ye-rine hauptschule ve realshulenin karışımı bir okul tipi oluş-turularak, her çocuğun gymnasium seviyesinde öğrenimgörme olanağı engellenmekte ve gymnasiumun toplumunayrıcalıklı bir kesimi için hazır tutulması uygulaması sür-dürülmek istenmektedir. Nitekim Prof. Dr. Werning’in gö-rüşüne göre de sosyo-ekonomik ve etnik ya da ulasal kökenhalen eğitim başarısı konusunda risk kaynağı olarak belir-genliğini korumaktadır (bkz. http://www.hss.de/filead-min/media/downloads/Berichte/100516-18_RM_Werning.pdf).

Bu Sistem Nasıl Değişir?Şu bir gerçektir ki gymnasium lobisi Almanya’nın eği-

tim politikasını belirlemektedir. Bu savı destekleyen engüzel örneği yine Prof. Dr. Werner Munoz veriyor: “Kapsayıcıve insan haklarına saygı duyan sisteme karşı çıkanlar git-tikleri okulları içeren bu sistemin tam bir ürünüdürler. Dahahangi kanıt isteniyor. Kendime şu soruyu yöneltiyorum,şu anda ülkenin eğitim politikasında karar veren kişiler,zamanında bir hauptschule veya sonderschuleye mi gön-derildiler yoksa birçok ayrıcalıkları olan ve oldukça seçicietkisi olan bir öğrenim kurumuna mı? (http://www.munoz.uri-text.de)

Peki bu Prof. Dr. Yasemin Karakaşoğlu’nun (Die Gaste,Sayı: 4 /Kasım-Aralık 2008) da belirttiği gibi, “herkese eşitşans veren tek bir okul sistemi” nasıl oluşur? İşte bu bağ-lamda akademisyen kesimin değişim sürecini hızlandıranbir strateji uygulaması gerektiğine inanıyorum.

İnsan haklarını hiçe sayan, belli bir kalıba uymayançocukları dışlayan bu eğitim sisteminin pedagojik boyu-tunun yeterince tartışıldığı düşüncesindeyim. Bu nedenleAlmanya eğitim sisteminin pedagojik boyutundaki açmaz-larını bilimsel araştırmalarında ve yazılarında sürekli dilegetiren bilim insanlarının –örneğin Prof. Dr. Mechtild Go-molla, Prof. Dr. Frank-Olaf Radtke, Prof. Dr. Georg Auern-heimer, Prof. Dr. Yasemin Karakaşoğlu, Prof. Dr. Ahmet Top-rak ve isimlerini saymadığım diğerleri– olayın insan haklarıve çocuk hakları boyutunu irdeleyen hukuk bilimcileri ta-rafından desteklenmesi gerektiğine inanıyorum. Ancak buşekilde pedagojik nedenlerle hukuksal nedenlerin birleş-mesinin politikacılar üzerinde oluşan baskıyı artıracağı veözlemle beklenen her çocuğu kapsayıcı bir eğitim siste-mine geçiş sürecini hızlandıracağı kanısındayım. Bu ne-denle buradan özellikle göçmen kökenli hukuk bilimcile-rine seslenerek dışlayıcı Alman eğitim sisteminin BirleşmişMilletler veya Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi düzeyindebir şikayet konusu yapılıp yapılamayacağını araştırmalarınıöneriyorum.

Dışlama

Ayırım

Bütünleşme

Kapsayıcılık

Page 12: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi20.pdf · 2012-03-08 · Daha bir yıl önce “ Raus mit der Sprache. Rein ins Leben "adlı kampanyayla dışarı uzattıkları dillerini Alman

Die Gaste12

Söyleşiler IXKoral OKAN

Biri ile Öteki’nin sohbetleri, kültür, sanatve sosyal yaşamın diğer değerlerini, bunlarınsiyasetle olan içiçe geçmişliğini içerir. Biri ileÖteki, “Sen, ben...” veya “diğeri” olabilir; isim-ler önemli değildir, sadece içerikler anlam ta-şıyacaktır.

Biri (der ki): Merhaba... Nasılsın? Öteki: Merhaba... Teşekkür ederim! Ben iyiyim, sen

nasılsın? Biri: Ben de iyiyim. Öteki: Bugünkü konumuzun, geçen konuşmamızdan

beri geçen uzun sürede aklımı kurcalayan bir alanda ol-masını istiyorum. Çok temel ve köklü bir konu ve AntikÇağ’dan, Antik Ege kültüründen adım adım bugüne kadargetirilmiş sosyal bir olgu: “DEMOKRASİ” !...

“Demokrasi”, (Yunanca demokratia yani demos, halk+ kratos, iktidar) bir yandan, üzerinde sık sık tartışmalaryaşanan, gerek hukuk ve gerek diğer sosyal bilim alanla-rında belirleyici nitelikte bir kavram haline gelmişken, diğeryandan da siyaset piyasasında değeri düşmüş bir para gibidolaşmaktadır.

Daha önceden anlattığımız gibi, ilk kez Solon (640-559) zamanında oluşturulan siyasi yapılarda, yani “AtinaDemokrasisi” diye anılan sistemde, tüm yurttaşlar oluştu-rulan meclislerde yasaları yapma, oy verme ve fikrini söy-leme hakkına sahipti. Yurttaşlar toplandıklarında, kamusalsorunları tartışırlar, yasa teklifleri yaparlar, yasalar kabulederler, uzmanlık isteyen işler için seçim yaparlar, herşeyitam bir açıklıkla tartışırlar, kararlar alırlar, kısaca devletidoğrudan demokrasi esaslarına göre yönetirlerdi. Halkegemenliği doğrudan gerçekleşir, aracıların dolayımı sözkonusu olmazdı. Kavramın gerçek anlamına uygun bir iş-leyiş oluşturmuşlardı.

“Atina demokrasisi”nin temel ilkesi, her yurttaşın yö-netilme ve yönetme yeteneğine sahip olduğuydu ve bu,bir biçim sorunu olarak, sadece ilke düzeyinde kalmıyordu.Her yurttaş, rotasyon esasına göre kamusal sorumluluklaragetiriliyordu. Bu uygulama, kura usulüyle yapılıyor, zatensınırlı olan kamusal görevlere getirilecekler kura çekimiyoluyla saptanıyordu. Bu temel ilke, yöneten-yönetilen ay-rımını ortadan kaldırıyordu. Dönemin Yunan düşüncesi,seçim esasını geçerli saymıyordu ve bunu da haklı bir ge-rekçeye dayanıyordu. Bu anlayışa göre, seçim sistemiyleyöneticilerin seçilmesi bir oligarşinin ortaya çıkmasına ne-den olurdu. Öyleyse bir oligarşinin ortaya çıkmasını önle-menin yolu, seçimlere bir yönetim aracı olarak itibar edil-memesinden geçerdi. Seçimlere sadece sınırlı bir şekildebaşvuruluyor ve teknik beceri veya uzmanlık gerektirenaz sayıdaki işler için seçim yapılıyordu.

Sitenin yönetiminde yurttaşların kamusal sorumlu-luklara eşit koşullarda katılmaları, eşitlik ilkesine verilenönemin bir göstergesiydi. Rotasyon ve kura esasına göreherkesin kamusal sorumluluk alması, oligarşik bir yapı veişleyişin ortaya çıkmasına karşı bir güvence olarak görül-düğü gibi siyaset de bir uzmanlık alanı ve bilim konusuolmaktan çıkarılmıştı. Antik Ege dünya görüşünde, siyasetinbir uzmanlık konusu yapılması ve kamusal yönetimin birelit tarafından yürütülmesi, kabul edilebilir değildi. (Zaten,gerçek anlamda özgürlüğün ve toplumsal eşitliğin ger-çekleştiği bir toplumda uzmanlık diye bir şeye de gerekkalmazdı).

Fakat yurttaşların, toplam halk içindeki sayısal oran-larının çok sınırlı olduğunu da unutmayalım. Halk içindeolup fakat yurttaş sayılmayan kadınların ve kölelerin ve oşehir devletinde doğmamış olanların seçme ve seçilmehakları yoktu. Bu sistemin en güçlü uygulayıcısı olarak Ati-na'yı ele alırsak, Solon döneminde toplam nüfusun 250.000-300.000 arasında olduğu tahmin edilir. Bu nüfusun ancak30.000'i oy verme hakkına sahip Atinalı yurttaştı. Ancak,Ege “demokrasisi”, bir ilk siyasi yapı olması itibariyle, bera-berinde tragedya vb. sosyal olayları da tarihe taşımasıyla,felsefe ve diğer üstyapı kurumlarında kalıcı etkisiyle 20.yüzyıla dek başvurduğumuz bir olgu olarak özelliğini ko-

rumuştur. Geçen seferler de anlattık, Solon, ilk kez oluşturulan

Halk Meclisinin (ekklesia) etrafını bir sıra diğer “demokratik”önlemlerle sarıyor ve soyluların aç gözlü sömürüsüne karşıyurttaşların haklarını “demokrasi” ile koruyacak yapılarıntemellerini atıyordu. Bu yapıların inşası, Solon’dan sonrada Perikles döneminin sonuna kadar sürecek, ondan sonratekrar yıkılacaktı. Burada, “demokrasi” olgularının nedentekrar yıkılmak zorunda kaldığını irdelemek, bu anlatımınsınırlarını aşacağından, ileride bu soruna döneceğimin va-desi ile yetineyim. Şimdiden söyleyebileceğim çok kısa birişaret, bu çöküşün büyük ölçüde siyasi üstyapı ile ekonomikaltyapının uyuşmazlığında yoğunlaştığı şeklinde olacaktır.

Konumuzu açmak için, “demokrasi”yi iki kavram al-tında inceleyelim: Birincisi, “sivil toplum-devlet ilişkilerininbiçimi” olarak “demokrasi” ve ikincisi “siyasi yapılanma bi-çimi” olarak “demokrasi”. Yani “demokrasi”, sadece bir iktidaryapma tekniği değil, aynı zamanda bir iktidar kullanmatekniğidir ve köklerinde, her zaman, insanlar arası sosyalilişkiler ağı vardır. Yine “demokrasi”, temel iddialarını in-sanların eşitliği ve özgürlüğü kavramlarında bulan bir sis-temdir. Buna göre, önce, bir siyasi sistemin “demokratik”li-ğini, o yöntemin özelliklerine bakarak değerlendirebiliriz,yani siyasal gücün eşit biçimde dağıtılıp dağıtılmadığıylailgileniriz. İkincisi, “demokrasi” artık doğru sonuçların üre-tilmesinde kullanılan araçlar dizisi olarak algılanmalıdır.

Başka bir deyişle: “Demokrasi”, bireysel tercihlerinaritmetik toplamı olmayıp, farklı bireylerin verilen bir ka-rardan nasıl etkilendiği üzerinde durulmasını gerektirmek-tedir.

Önce, yöntemin özellikleri şıkkına bakalım: “Atina demokrasisi”nin, kuşkusuz bugünkü anlayıştan

çok daha uzak koşullar içerisinde bir “demokrasi” olduğunutekrar vurguladıktan sonra, “Atina demokrasisi”ni oluşturanyurttaşların mutlak “egemenler”1 (Almancasıyla “souverän”)olduğunu söyleyelim: Yurttaşlar, esasta, yönetimini hiçbirbaşka kısıtlama veya denetime bağlı olmaksızın sürdüren,bağımlı olmayan insanlardır; resmen erişilmesi istenen vebüyük ölçüde erişilen durum, yasanın, yürütme ve yargınınkendileri tarafından yapılması, bu ilkeye göre kendilerininyönetilip ve yargılanmalarıdır.

Kralların tek egemen olduğu dönemi, ilk kez FransızDevrimi ile yıkan devrimcilere göre, artık “demokrasi, kamuişlerini sürekli toplantı halindeki halkın doğrudan oyuylayürüten bir devlet olmadığı gibi, halkın birbirinden yalıtıl-mış yüzbinlerce grubunun düşüncesiz ve tutarsız önlem-lerle tüm toplumun kaderinin belirlendiği bir hükümet dedeğildir... Demokrasi, her şeyi uygun biçimde kendi ken-dine yapan ve yapamadıklarını temsilcileri aracılığıyla ya-pan, kendi yaptığı yasalarla yönetilen egemen halkın dev-letidir.”2 Fransız devrimcilerinin istediği, halkın seçtiğiaracılara verilen görevin açık ve net olmasıdır: “... halkınmilletvekilleri halkın temsilcileri değildirler ve olamazlar,sadece aracıdırlar...”3 Bu aracıların, egemen halktan aldıklarıgörevi temsilci olarak yerine getirmeleri anlamındaki iş-levleri, 16. yüzyılda siyasetin sözlüklerine girmekteydi. Feo-dal dönemin krallarının halkları üzerindeki egemenliklerişimdi artık halkların eline geçmek zorundaydı.

Rousseau’ya göre, demokrasi, yurttaşların yasaları bi-zatihi kendilerinin yaptığı düzenin adıdır. Zira “genel”i bağ-layan şeyin, aynı “genel”den çıkması gerekir. Hatta, Rous-

seau, halkın yalnız yasaları yapmalarının değil, onların uy-gulanmasını da bizatihi gerçekleştirmeleri gerektirdiğini,ancak buna olanak bulunmadığından, uygulanma (hükü-met etme) kısmını aracı-temsilcilere bırakabileceklerinisöylemektedir. Ne var ki, Fransız Devrimi’nin akabinde, Ro-bespierre ve Rousseau karşıtlarının devrim ertesi mücade-leyi kazanmaları sonucunda, durum değişmiş ve mecliseseçilen temsilciler, ulusal yasaların ve ulusal siyasetin halkadına ama halktan bağımsız ve tek egemenler olarak kabuledilmişlerdir.

Fransız Devrimi’nden günümüze kadar gelindiğindeşimdi en çok raslanan ve artmış nüfusun gereklerine uy-durulmuş modeli olan temsili “demokrasi”lerde, halk ken-disi ile ilgili konularda aslında kendisine ait olması gerekenegemenlik yetkisini kullanacak temsilcileri seçmekte, dahasonra bu temsilciler, “egemenliğin” güya “halk adına” belirlibir süre, genellikle dört veya beş yıl süre ile kullanılmasınakatılmaktadırlar. Dolayısıyla bir defa temsilcilerini seçmişolan halk –egemenliğini seçerken kullandığını kabul etsekbile– artık bu süre boyunca egemenlik yetkisini kullana-mamakta, kendisi adına karar verme yetkisini bu temsilci-lere devretmek zorunda bırakılmış olmaktadır. Bu durumdaolsa olsa halkın, halk tarafından yönetiminde değil, halk“adına” bir yönetimden söz edilebilir. Aslında gerçek an-lamda halk tarafından yönetim sözkonusu değilse, “halkiçin bir yönetimin” sözkonusu olamayacağını da tecrübelerbize göstermektedir. Çokpartili seçimlere indirgenen “de-mokrasi”, olsa olsa siyasal partiler olarak organize olan bazıgrupların iktidara gelmek için ve bu iktidarı, taraftarlarınımemnun eden ama insan haklarını korumayan bazı uy-gulamaları “meşru” bir şekilde serbestçe gerçekleştirmekiçin seçtikleri bir yol oluyor. “Demokrasi”, seçimde çoğun-luğu sağlayan partinin dilediğini yapması, yani bir “çoğun-luk” hakimiyeti haline gelmiştir.4

Bu çoğunluk hakimiyetinin seçimlerle oluşturulabil-diği bir gerçektir. Ama nasıl bir çoğunluk? Seçim sistemle-rinin değiştirilmesiyle daha düşük oy oranlarına dayanarakmecliste ezici çoğunluğu ele geçirmenin yolu açılmıştır.Böylece, sadece seçime katılanlarla (örneğin ülke halkınınsadece %60’ı seçimlere katılıyor) alınan %30’luk bir pay, opartiyi iktidara getirebilmektedir. Çünkü diğer partiler, ör-neğin %25 veya %20 gibi daha az oranlara ulaşmışlardır.Ama halkın, hem de seçme hakkına sahip halkın %30‘ununaldığı oylar, mutlak sayı olarak seçim hakkına sahip bütünhalkın oyları yurt çapında %18’i etmektedir. Yani bütün“halkın genel irade”si, %18’lik bir azınlığın eline geçmek-tedir.

“Demokrasi” olarak adlandırılan sistemlerin işleyişindehalkın rolünün, sanıldığından çok daha sınırlı olduğu gö-rülüyor. Yaygın olan “halk egemenliği” formülünün sadecebir fiksiyondan ibaret olduğu, ortadaki tek gerçektir...

Biri: Bu durumda şimdi demokrasi kavramını nedentırnak içine aldığını anlıyorum.

Öteki: Elbette. Demokrasinin içini boşaltıp bize yut-turmaya çalışıyorlar. Buraya kadar kesmeden dinlediğiniçin teşekkürler ve allahaısmarladık.

Biri: Güle güle usta.

1 Egemen sözcüğü, Türkiye’deki genel literatürde, hakimiyet, birdevletin ülkesi ve uyrukları üzerindeki yetkilerinin tümünü ifade etmek-tedir. Yani sözcük, devletin özelliklerini ifade eden bir biçimde kullanıl-maktadır.

2 M. Robespierre, Ayaklar Baş Olunca, İlkeriş Yayınları, 2008, s.58/59.

3 J.J. Rousseau, Toplum Sözleşmesi, Bulut Yayınları, 2007, s. 148.

4 Bu anlamda, demokrasi üzerinde sistematik olarak kafa yormuşilk düşünür olan Platon’a göre demokrasi, en az iyi olan siyasi düzendir;çünkü demokrasinin bir sapması olan okhlokrasiye (kitlenin egemenli-ğine) kolayca dönüşebilir, böylece de en kötü siyasal düzen olan tiranlığagötürebilir. Aristoteles için demokrasi, en iyi siyasal düzen saydığı poli-teianın bir sapmasıdır: Demokrasi yoksulların çıkarlarını, yani yurttaşlarınyalnızca bir kısmını korur; diğer sapkın kamu düzeni biçimleri gibi o da,ortak yararı korumaz.

Page 13: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi20.pdf · 2012-03-08 · Daha bir yıl önce “ Raus mit der Sprache. Rein ins Leben "adlı kampanyayla dışarı uzattıkları dillerini Alman

13Die Gaste

2011 senesi Türkiye’den Almanya’ya göçün 50. sene-siydi. Bu nedenle iki ülkenin de ilgili devlet kurumları,üniversiteleri ve sivil toplum örgütleri tarafından çe-

şitli toplantılar gerçekleştirildi. Göç konusu ne kadar farklıyönler içeriyorsa, bu toplantılar da bu yönlerin çeşitliliğikadar farklı konuları ele aldı. Ben bu yazımda geçtiğimizdönemde Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen akademikbir konferansın düşündürdükleri üzerine yazmak istiyo-rum.

Boğaziçi Üniversitesi'nde 23-24 Eylül 2011 tarihle-rinde, Boğaziçi Üniversitesi ve Koç Üniversitesi Göç Araş-tırmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi (MiReKoc) işbir-liğiyle "Debating the Immigration-Integration Nexus inGermany and Turkey: Where to Go from

Here?" ["Göç-Uyum Bağlantılarını Tartışmak: BuradanNereye Gidilmeli?"] adı altında bir konferans düzenlendi.Konferans, hem konunun çeşitli boyutlarının uluslararasıuzmanlar tarafından açıklanmasına olanak tanıdı, hem deözellikle soru-cevap bölümlerinde kapsamlı tartışmalarınyapılmasını sağladı. Türkiye’den, Almanya’dan ve dünyanındiğer ülkelerinden gelen katılıcımlar, göç süreçleri hakkındagenel bir bakış açısı sundular. Türkiye’den bugün bu ko-nudaki dünyanın sayılı uzmanlarından sayılan Prof. NerminAbadan-Unat; Prof. Kemal Kirişci, Prof. Ahmet İçduygu,Doç. Dilek Çınar, Doç. Levent Soysal, Almanya’dan Prof.Werner Schiffauer, Prof. Dietrich Thränhardt, Doç. CzarinaWilpert, Prof. Andreas Geiger ve ayrıca göç alanında dün-yanın en kapsamlı çalışmalarını yapmış uzmanlarındanProf. Stephen Castles, Prof. Peter O’Brien, Prof. Rinus Pen-ninx, Doç. Eva Østergaard-Nielsen bildiri sunanlar arasın-daydı. Konferansın ilk günü uluslararası göçün farklı yön-lerine ayrılmıştı. İkinci gününde ise ulus-ötecilik özelindebir panel düzenlendi.

Türkiye’den Almanya’ya göç konusu, bugüne kadariki ülkedeki araştırmacılar tarafından incelendi. Bu araştır-malar, (işçi anlaşmalarının öncelikli nedeni olan) göçünekonomiye katkısı üzerinde, daha sonra da (araştırma kay-nakları özellikle göç verilen ülkelerde daha fazla olduğuiçin) göçmenlerin göç alan ülkelere uyumu üzerinde oldu.Uyum eksenli tartışmalar, haklı bir nedenden - iki farklıyerden gelen insanların birbirleriyle yaşama sürecinde ya-şanan zorluklardan - kaynaklanıyordu. Ancak yapılan hata,bu araştırmaların çoğunlukla göç alan ülkeler tarafındanfinanse edilmesi ve tasarlanmasından kaynaklandı. Bu ne-denle göç ve uyum ekseninde yapılan araştırmalar, sadecegöçmenlerin yaşadıkları ya da ‘yaşamaları gereken’ bir sü-reci anlattı. Göç alan ülkenin hali hazırda oturanlarının dadoğal olarak bu süreçte değişeceğini göz ardı etti.

Emile Durkheim ikili ilişkilerle (diyadik), üçlü ilişkileri(triyadik) birbirinden ayırır. Durkheim, iki kişinin arasınaüçüncü bir kişi geldiğinde, iki kişi arasındaki ilişkinin dedeğişeceğini anlatır. Bunun en basit örneğini çekirdek biraile yapısı içerisinde görebiliriz. Eşlerin ilişkisi yanlarına birçocuk geldiğinde değişecektir ya da iki arkadaşın arasınaüçüncü bir kişi geldiğinde, iki arkadaşın arasındaki ilişkide farklı bir boyut kazanacaktır, vb. Aynı şekilde göç süre-cinde de, gelinen toplumlarda sadece göçmenlerin ilişki-sine değil, daha önce orada olan kişiler arasındaki ilişkilerede, dolayısıyla bir toplumun bütün olarak nasıl değişece-ğine bakılmalıdır. Bugüne kadar yapılan göç ve uyum iliş-kileri ne yazık ki, sadece ilk yöne baktığı için, tartışmalaruyum değil asimilasyon tartışmaları içerisinde yürüdü. Bu

nedenle uyum ile asimilasyonun farkını anlayabilmek zor-laştı. Oysaki göç süreçleri uyum=asimilasyon şeklinde de-ğil, daha geniş bir çerçeveden ele alınmalı; toplumun bü-tününün nasıl bir dönüşümden geçtiği göz önündebulundurularak tartışılmalıdır.

Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleştirilen konferansınbence ikinci olarak gösterdiği, sadece tek bir toplumundeğil, ulus-ötesi bağlar ile birlikte göç alan ülkeler kadar,göç veren ülkelerin de geçirdikleri sosyal dönüşümleri in-celememiz gerektiğidir. Dolayısıyla önemli olan sadecegöç alan ülkede yaşanan değişiklikler değil, bu değişiklik-lerin Türkiye üzerinde oluşturduğu yeni dönüşümlerdir.Yukarıda belirttiğim gibi, konferansın ikinci günü, özel ola-rak ‘ulus-ötecilik’ kavramı üzerine bir panel ile başladı.Ulus-ötecilik (uluslararası yazında ‘transnationalism’) - özel-likle Anglo Sakson ve Alman akademisinde gelişen bir kav-ram olarak - göçmenlerin göç ettikten sonra sadece içindebulundukları ülkeler ile değil, geldikleri ülkeler ya da başkaulus-devletler ile hala iletişim halinde olduklarını anlatır.Bu anlamda araştırmaların odak noktasını da sadece tekbir ulus-devlet olarak değil, aynı anda iki ulus-devlet ara-sında oluşan, gelişen ve geliştirilen bağlar olarak belirler.

Ulus-ötecilik özellikle göçmenlerle birebir çalışan an-tropolog, sosyolog ve sosyal coğrafyacılar tarafından ge-liştirilmiş bir kavramdır. Antropolog ve sosyologlar, derin-lemesine birebir yaptıkları görüşmeler ve katılımcıgözlemlerinde ulus-ötesi bağların varsayıldığı üzere za-manla zayıflamadığını, aksine devam ettiğini gözlemlediler.Klasik göç teorilerine göre (özellikle Chicago ekolündenkaynaklanan teoriler), göçmenlerin bir ülkede geçirdiklerisüre arttıkça, geldikleri ülke ile bağlarının azalacağı veelbet bir gün tamamen kopacağı varsayıldı. Oysaki Türkgöç tarihinde biz bunun gerçekleşmediğini, göçmenleringittikleri ülkelerden Türkiye ile çeşitli alanlarda çeşitli bağlarkurmaya devam ettiklerini gördük. Bugün Almanya’da bu-lunan Türk göçmen dernekleri, elbette ki Almanya’da ya-şadıkları ihtiyaçlar üzerine yoğunlaşmıştır. Ancak bu Türkiyeile bağlarının azaldığı anlamına gelmez. Dahası bugünTürkiye siyasetinde yaşanan birçok gelişmenin arkasındayurtdışında yaşayan Türklerin de etkisi olduğu söylenebilir.Bu da ulus-ötesi bağların ne derece kuvvetli ve araştırmayadeğer olduklarını gösterir.

Bu alanda çalışan sosyal coğrafyacıların katkısı iseözellikle önemlidir. Uluslararası yazında ‘transnationalism’olarak kullanılan terim, Türkçeye ulus-ötecilik ya da ulus-aşırıcılık olarak çevrilmiştir. Ben terimin coğrafi nitelikle-rinde meydana gelen değişiklikleri yansıttığı için ‘ulus-öte-cilik’ teriminin daha uygun olduğunu düşünüyorum. Vetam da bu nedenle siyaset bilimcilerin ve siyaset uygula-yıcılarının kuramsal anlamda coğrafyacılardan mutlakadestek alması gerektiğine inanıyorum. Zira göç siyasetlerioluşturulurken, göçmenlerin tek bir ülkeye bağlı olacaklarıvarsayımı, ulus-ötecilik yazını sayesinde bugün tamamençürütülmüştür.

Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen bu konferansınen önemli özelliği, bundan sonra yapılması planlanan göçaraştırmalarının nasıl olması gerektiği üzerineydi. Bizlerin,öncelikle, değişen coğrafi algılamaların siyaset tablosunanasıl yansımaları gerektiği üzerinde kuramsal araştırmalaryapması gerekmektedir. Eğer ki ulus-ötesi bağlar kuvvetliise, ‘göçmenlerin aidiyet ilişkilerine paralel olarak yeni birsiyasi çerçeve nasıl çizilebilir?’ konusu tartışılmalıdır. Nite-

kim mevcut düzen, uzun süre boyunca/temelli olarak tekbir ulus-devlete aidiyet hissedileceği varsayamına dayalıdır.Ancak günümüzde gelişen hızlı ulaşım ve iletişim çağındagöçmenler, iki ulus-devlette de yaşananları yakından takipedebilmekte, aynı anda farklı coğrafyalar ile ilişkiye gire-bilmektedir. Bu da mevcut düzenin dayandığı varsayımlarıçürütmektedir. Giderek hızlanan iletişim, bu süreci dahada arttıracaktır. Bu çerçevede gelişen bir göç süreci, dev-let-vatandaş ilişkilerine ne tür değişiklikler getirmektedir?

Türkiye-Almanya ilişkileri özelinde, benim birinci öne-rim, ulus-ötesi bağların sadece Almanya üzerinde değil,Türkiye üzerindeki etkileri üzerinde de çalışılmasıdır. BugünTürkiye’de tartışılan ‘demokrasi açılımları’ (azınlık hakları,Kürt ve Alevi açılımları, başörtüsü tartışmaları, vb.) ne de-recede ulus-ötesi bağlar ile gelişmektedir? Bu açılımlarınoluşmasında bu tür bağların rolü nedir? Eğer bu bağlarınönemi büyükse, herhangi bir ulus-devletin içsel işleyişininyurtdışından kaynaklanan etkenler ile şekillenmesinin an-lamı nedir? Bu tür kuramsal sorgulamalar sonucunda, göçve demokrasi kuramları da birlikte geliştirilmiş olacaktır -ki bu alan oldukça zayıftır.

İkinci önerim, bu sürecin benzer başka süreçler ilekarşılaştırılmasıdır. Almanya göç siyasetlerinin tam tersiyönde bir siyaset izlemiş olan Avustralya bu açıdan önem-lidir. Almanya’ya 1961 yılında yapılan ilk işçi anlaşması ilebaşlayan göç süreci, benzer bir şekilde 1968 yılında Avus-tralya’ya doğru başlatıldı. Türkiye’den gelen göçmenler ikiülkeye de aynı amaçlar ile yola çıkmışlardı. Ancak iki ülkedebirbirinden tamamen farklı göç siyasetleri ile karşılaştılar.Almanya’da ancak misafir işçi statüsünde göçe izin verendevlet siyasetleri, Avustralya’da tam tersine temelli yerleşimüzerinden kurgulanmıştı. İki devletin de siyasetleri, zamaniçerisinde değişen ihtiyaçlar ve çıkar grupları nedeniylebüyük değişimler geçirdi. Almanya’da sadece kısa süreligöçe izin veren modelin yetersizliği fark edilirken, uyumkonuları tartışmaya açıldı; Avustralya’da ise çok kültürlülüksiyasetleri gözden geçirildi. Kısacası, iki ülkedeki değişik-likler de aynı zamanlarda birbirlerine tamamen zıt yönlerdegelişti.

Karşılaştırmalı siyaset çalışmaları, resmin farklı bir ba-kış açısıyla çizildiğinde nasıl olacağını gösterir. Ben bu ne-denle Almanya üzerinde yapılan göç analizlerinin mutlakabir karşılaştırma ile desteklenmesi gerektiğini düşünüyo-rum. Almanya-Avustralya karşılaştırılmasının yukarıda açık-ladığım nedenlerden ötürü özellikle önemli olduğuna ina-nıyorum. İkinci aşamada, bu iki farklı siyasetin göçmenleringünlük hayatlarını, dahası ulus-ötesi bağlarını ne derecedeşekillendirdiğini görmemiz gerekir. Tüm bu sorgulamalarbugün Almanya’da sık sık tartışılan eğitim, sağlık, siyasetekatılım alanlarında yeni resimler görebilmemizi sağlaya-caktır.

Son olarak, Boğaziçi Üniversitesi’nde düzenlenen bukonferans bizlere göç araştırmalarının aslında sosyal bi-limlerin bütününde var olan ve yeteri kadar gösterilemeyenbir gerçeği gösterdi. Asıl olan, insanların sadece kalemleçizilmiş sınırlar içerisinde değil, sınır-ötesi dahil, birbirleriyleolan ilişkilerinin ne derecede güçlü olduğunu incelememizgerektiğidir. Bu tartışmaların en önemli özelliği, bugünekadar yapılan sosyal bilim araştırmalarının ulusal sınırlar-dan çıkartılıp, insanların birbirlerine her koşulda ne dere-cede bağlı olduğunu göstermesidir. Zira her insan birbirinetabii ve birbirine muhtaçtır.

Sydney Üniversitesi, Sosyal ve Siyasal Bilimler Bölümü Doktora Öğrencisi Derya ÖZKUL

Göç Araştırmalarında Yeni Yönelimler: Ulus-Ötecilik Araştırmaları

Page 14: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi20.pdf · 2012-03-08 · Daha bir yıl önce “ Raus mit der Sprache. Rein ins Leben "adlı kampanyayla dışarı uzattıkları dillerini Alman

Die Gaste14

Prof. Dr. Wolfgang SCHNEIDER Hildesheim Üniversitesi Kültür Politikaları Enstitüsü

Entegrasyon Yerine Kültürlerarasılık!Sanat Alanındaki Gecikmiş ve Gerekli Reformlara İlişkin Düşünceler

Kültür politikaları yerel politika kap-samına girer, nitekim Alman KentleriMeclisi (Deutscher Städtetag) bunu

talep etmektedir. Peki bu ne anlama gelir?Sanatın olanaklı kılınması daha çok gönül-lülüğe dayanan bir görevdir ve bütçelerinsınırlı olduğu bir dönemde belediyeler kül-türel desteği kısıtlamaya gitmektedir. Be-lediyelerin üst düzey yetkilileri konularaçok daha yakın olduklarından, aslında kül-türel kimliğin küreselleşen bir dünyada neanlama geldiğini bilmelidirler, kültürel eği-tim aracılığıyla toplumumuzun geleceğiiçin hangi potansiyelin yaratılabileceğini,demokrasinin, ancak herkes için kültür veherkesin kültürü gerçekleştirildiği takdirdeişleyebileceğini bilmelidirler ve bu artanoranda şunu ifade etmektedir: Kültürler-arası politikalara ihtiyacımız var!

Alman Federal Meclisi’ne bağlı “Al-manya’da Kültür Araştırma Komisyonu” şu-nu belirtiyor: “Eğer yaşama şekil verme is-temi bir yönüyle yaşamın kısa olmasındankaynaklanıyorsa, öyleyse onu güzel ve iyişekillendirmek için itici gücün geldiği yer,yaşamı topyekün olumlayabilme olanağınaduyulan özlemdir”.

Sanat, nitekim insani duyguların dilegetirildiği o belirli ifade biçimleri olarakkendini gösterir. Bu düşünce temelinde, in-sanlara, kendi kültürel ilgilerini gerçekleş-tirmelerine, yeteneklerini geliştirmelerineve kültürel yaşama katılmalarına fırsat ta-nınmalıdır. Öyleyse kültüre verilen kamusaldesteğin meşruiyeti ekonomik güç, turizmfaktörü ve hatta dolaylı randıman değildir.

Kültürlerarasılık: Bir Kenar NotuBu bir üst yapı olabilir. Peki kültür coğ-

rafyasındaki alçaltıların durumu nedir? Göç,Alman tiyatrosunda yalnızca bir ikincil ko-numundadır. Devlet tiyatrolarında pesoneleksikliği sorunu yaşanıyor, tiyatro eğitimmerkezlerinde göçmen eleman oranı tem-sili bir büyüklüğe sahip olmanın çok geri-sinde ve izleyici kitlesi, her ne kadar sayıcaazalsa ve yaş oranları artsa da, kesinlikleçeşitlilik kazanmamaktadır. Alman TiyatroDerneği’nin son tartışmaları onlarca yıllıkbir gecikmeyle başladı, tiyatro uygulama-larındaki yapısal önlemler geçikmiştir, ko-nuya ilişkin bazı etkinlikter ve yayınlar tar-tışma için yararlı, ancak kültür politikalarıiçin çıkarımların fomüle edilmesi gerekiyor.Kamunun ayırdığı yıllık bütçenin %25’i ile-iki milyon Euro’dan fazla- görsel sanatlarörnek olmakla görevlendirilmelidir.

Hildesheim Üniversitesi Kültür Politi-kaları Enstitüsü’nün 2010 yazında gerçek-leştirdiği bir sempozyum, bu gereksinimeyanıt bulmayı kendine amaç edindi. Top-lumun öz anlayışının göç konusu bağla-mında drama sanatlarına nasıl yansıdığı

formüle edilmesi gereken bir soruydu, ti-yatro politikası tasarılarının kültürler ara-sındaki alışverişi nasıl harekete geçirdiğininincelenmesi gerekmekteydi. Hangi sanatsalprogramlar kültürel dönüşümü ayrıntılı ola-rak tartışmaktadır, kültür aktarımı için ti-yatroların hangi olanaklara gereksinimi var-dır ve böyle bir reform, belki de tüm tiyatrosisteminin de değişmesine nasıl yol açabi-lir? Entegrasyon, küreselleşme süreçlerininyaşandığı bir dönemde toplumsal ve siya-sal faaliyetin en büyük sorunsallarından bi-ridir. Farklı etnik kökene, dinsel yönelimlereve kültürel geleneklere sahip insanlaragünlük yaşama eşit katılımları için olanaktanınması söz konusudur. Entegrasyonunbir amacı da, çoketnisiteli ve çokkültürlübir toplumda kültürel çeşitliliğe saygı gös-terilmesidir. Kültür politikaları, kültürel fark-lılıkların anlaşılmasına ve kabul görmesinekatkı sunarak, entegrasyon için verilen ça-balarda temel bir rol oynayabilir. Bu bağ-lamda kültürlerarasılık, kültür politikası is-temlerinin tanımlanmasında ve entegras-yonun kültürel uygulama aracılığıyla ola-naklı kılınmasında anahtar kavram olarakkullanılmaktadır.

Bir Sanat Olarak KültürlerarasılıkGöç bir olgudur. Şu an Almanya’da

her üç çocuktan biri bir göçmen ailedengelmektedir, bazı kentlerde öğrencilerinyarıdan fazlası göç kökenine sahiptir. Ül-kemizde milyonlarca insan Türk, Doğu Av-rupa ya da Afrika kökenlidir. Ancak göç çev-releri etnik kökene göre değil, birbirindendaha çok değer anlayışlarına, yaşam bi-çemlerine ve estetik eğilimlerine göre fark-lılık göstermektedir. 2010 tarihli, Göç Kö-kenli insanların Almanya’da ve Kuzey RenVestfalya’daki Yaşam Dünyaları ve ÇevreleriAraştırması’nda (www.interkulturpro.de)saptanmış olduğu gibi, birçok göçmen ken-dini çokkültürlü Alman toplumunun birparçası olarak kavrıyor. En önemli bilgi ise,göçmenlerin kültür ve sanat alanında dahafazla temsil edilmeyi istemeleridir. Çünkütüm kültür birimlerinin eğitim etkinlikleri-nin yalnızca yüzde biri hedef kitle olarakgöçmenlere yöneliktir, yalnızca yüzde do-kuzu göçmen kültür dernekleriyle işbirliğiyapmaktadır, ama bu birimlerin çoğu, kül-tür ve sanatı bu bağlamda bir köprü olarakgörüyor. Kültür Araştırmaları Merkezi’ninde 2010’da Federal Eğitim Bakanlığı içinyaptığı bir inceleme bunu ortaya koymuş-tur (www.kulturforschung.de).

Kültür ve sanat, kültürlerarası bir di-yaloğun gerçekleşebilmesi için vazgeçil-mezdir. Sanatın içinde barındırdığı dinamik,deneyci ve yenilikçi karakteri, duygusal po-tansiyeli ve nihayet vücut dilini kullana-bilme olanağı, iletişimi kolaylaştırmakta,

diğer kültür ve geleneklerle karşılaşılma-sına destek sunmaktadır ve karşılıklı kabuletmeyi de güçlendirebilir. Eğitim süreçlerifarklı değer anlayışlarının ve yaşam biçim-lerinin aktarımını sağlayabilme gücüne sa-hiptir. Birbiri hakkında bilgi sahibi olmakve anlayış göstermek, toplum içerisindeşiddetten arınmış bir ortak yaşamın başlıcaönkoşullarıdır. Böylece izlenecek yol belir-lenmiştir: Kültürlerarası görevler üzerindenkültürlerarasılığa geçiş. Bu, herkesten çoksivil toplum aktörlerinin özel bir biçimdeöne çıktığı, 2008 Avrupa Kültürlerarası Di-yalog Yılı’nın anlam ve önemine tekabül et-mektedir. Avrupa Kültürlerarası Diyalog Yı-lı’nda, bakış açısının, birlikte neye yönelt-mesi gerekliliği önem kazanmıştır: “Biz kül-türlerarası yeniliği gerçekleştirmek ve ka-musal alandaki karar vericileri kültürlerarasıgirişimlerde desteklemek istiyoruz. Kültür-lerarasılığı, bir diğer ifadeyle kültürlerarasıçabalarla kültürlerin geliştirilmesi ilkesini,yeni insani değerimiz seviyesine taşımakzorundayız”. “Gökkuşağı” adını taşıyan ra-porda bu sözlere yer verilmiştir (www.in-tercultural-europe.org).

Bir Model Olarak KültürlerarasılıkMark Terkessidis, artık geleceğe şekil

vermenin konuşulması zamanının geldiğiniyazıyor. Daha önce Köln’de, şimdi de Ber-lin’de yaşamakta olan yazar bunun için birtasarı geliştirdi: Kültürlerarasılık programı.2010’dan bu yana, Suhrkamp bilimsel ya-yınlarının bir yayın dizisinde, göç toplumuolarak Almanya’da nelerin yanlış yürüdü-ğünü, neden makro düzlemde onlarca yıl-dır neredeyse hiçbir hareketlilik olmadığınıve aynı zamanda yerel birimlerin mikro koz-mosunda hangi potansiyellerin baş gös-terdiğini okumak mümkün. Kültürlerarasılıkbir yöntem biçimi olarak betimlenmektedir,ama kesinlikle salt ütopik bir taslak değil,tersine eylem kuralları olarak kavranmayıistemektedir. Konu “aradaki kültür”dür, kül-türlerarasılık “ilkesi”dir, ki kültürlerarasılık“ilkesi”nin, çokluğun çeşitliliğe dayalı üre-timinde duyarlılık sağlaması istenmektedir.Nitekim bu düşüncenin çıkış noktası, Ter-kessidis’in Parapolis ve Heterotopi kavram-larıyla karakterize ettiği yeni bir dünya an-layışıdır. Terkessidis’e göre nüfüsun artanoranda hareketliliği karşısında “biz” tasarı-mının düzgüsel inşası, geleceğe dönük birdurumu yansıtmamakta. Ona göre polisdağılmıştır, parapolis ise yeni bağlamlarıtesis etmektedir. Kültürlerarasılık “modeli”ile normların sorgulanması, bireylere açın-mayı ve yabancı ortamların yakınlığını keş-fetmeyi sağlayan çerçevelerin oluşturul-ması gündemdedir. Bu heterotopiler,kültürlerarası bir kenti yoğun bir şekildeetkilemektedir, heterotopilerin amacı va-

rolanın korunması değildir, tersine “farklı-lıkların harekete geçirilmesi ve yeni birkompozisyonun sağlanmasıdır”. Terkessi-dis’in tasarısına göre, sokaktaki çokluğundeğişik bir toplum düşüncesi için çıkış nok-tası olması çok daha verimlidir. Bunun içinkurumların farklı yapılandırılması gerektiğibelirtilmekte. “Devlet kurumlarının ya daonun paralarıyla finanse edilmiş kurumların-resmi dairelerden olduğu kadar yerel ka-musal işletmelerden, müzeler, kütüphane-ler ve eğitim kuruluşlarından da söz edil-mektedir- artan çeşitlilik gereksinimlerineyanıt verebilmek amacıyla değişmeleri zo-runludur”. Bu sav, dört aşamada “engeller-den kurtulmanın sağlanmasını” hedefle-yen bir programı da ortaya çıkarmaktadır:Kurumların sahip olduğu kültürün anaya-sasında, kural ve değerlerinde yeni bir ayaryapılması gereksinimi bulunduğu belirtil-mektedir. Varolan personel birleşiminin ak-saklıkların denetlenmesini ve değişimi bek-lediğinden, maddi temelin genişletilmişolanaklar için bir önkoşul olduğundan, uy-gun ortamların –en geniş anlamda– şeki-lendirilmesi, çevrenin evrenselleştirilmesive stratejilerin yönünün ana akım olarakfarklılığa yoğunlaştırılmasından söz edil-mektedir.

Almanya’daki tiyatrolar ve tiyatrogrupları için bu neyi ifade eder? Neler ya-pılıyor ve hangi tasarılar mevcuttur? Hangikültürlerarası sanat aktarımları ve sunulanhangi çokkültürlü olanaklar, modelleri et-kilemektedir? Bu Köln’de tartışıldı ve tar-tışmaların dökümantasyonu “Tiyatro ve Göç.Tiyatro Uygulamaları ve Kültür Politikaları”adlı kitapta yer alıyor (Transkript Yayınevi,Bielefeld 2011). Söz kültürbilimcilerde vetiyatro sanatçılarında. Kültür politikaları vetiyatro uygulamaları sorgulamaya tabi tu-tuluyor. Tiyatronun kültürel kimlik için birsahne olmasıyla, yabancı olanla yüzleşme-si, toplumsal katılım ortamları teşkil etmesi,kültürlerarası diyalog için olanak sunma-sıyla ilgili farklı pozisyonlar var.

Bir Köprü İşlevi Olarak KültürlerarasılıkAlman Federal Meclisi Araştırma Ko-

misyonu’nun sonuç raporunda, “küresel-leşme ve uluslararasılaşma çağında, kültürve sanatın kimlik tahsis edebilme etkisinesahip olması gerekir” denilmekte. Kültür-lerarası süreçlerde sanatsal potansiyel, olasıbir köprü işlevi olarak öne çıkarılmakta. Buvarsayım, anketlerdeki gözlemler tarafın-dan desteklenmektedir. Bu anketlerde “ya-bancılığın” sanatsal çekiciliği açıklık kazan-maktadır ve örneğin genç ve yaşlılar tara-fından etnoloji konulu sergilere büyük ilgigösterilmesi, yabancının çekiciliğine açıkçaişaret etmektedir. Toplumun diğer ülkelerin

Page 15: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi20.pdf · 2012-03-08 · Daha bir yıl önce “ Raus mit der Sprache. Rein ins Leben "adlı kampanyayla dışarı uzattıkları dillerini Alman

15Die Gaste

Göç Kökenli Çocukların YoksulluğuBoyutları, Belirtileri ve Nedenleri

Carolin Butterwegge

Göç kökenli çocuklar, Almanya’da göç kökenli olmayanlardan iki kat daha sık yoksulluk koşullarında yaşıyor. Yazar kapsamlıaraştırmalarıyla bu durumun konut, sağlık ve eğitim alanlarına, farklı göçmen toplulukların toplumsal ilişkisine nasıl yansıdığınıbu kitapta irdeliyor. Bu araştırmalar, göçmenler arasındaki yoksulluğun, toplumdaki neo-liberal değişimlerden kaynaklanantoplumsal eşitsizliğin sınıflara ve göçmenliğe özgü yeniden yapılandırılmasıyla bağlantılı olduğunu ortaya koyuyor. Örneğin iş pi-yasasında gerçekleşen dışsallama, eğitsel yetersizlik ve çok çocuklu aile durumu yoksulaşmayı etkiliyor. Göçmenlerin katmansalaidiyetini belirleyen bir diğer etmen de yabancı hakları. Bir çocuğun yoksulluk koşullarına rağmen olumlu bir duyumla büyümesi,göçmen çocukları için henüz yeterli düzeyde araştırılmamış olup, kişisel ve ailesel risk ve koruma faktörlerinin karşılıklı etkileşimiylebağlantılı.

İçerik:– Araştırmalarda güncel durum ve göç kökenli çocukların yoksulluğuna ilişkin araştırma gereksinimleri – Göç kökenli çocukların yaşam koşulları – Göç kökenli çocukların yüksek yoksulluk risklerine yönelik açıklama girişimleri

Yazar hakkında: Dr. Carolin Butterwegge, sosyalbilimci ve Kuzey Ren Vestfalya Eyalet Meclisi üyesidir (Sol Parti)Wiesbaden, VS Verlag für Sozialwissenschaften 2010. 580 SayfaISBN 978-3-531-17176-0

Eğitimde BiyokorsanlıkVarolan Eğitim Politikalarına Karşı Bir İtiraz

Armin Bernhard

Kitapta, güncel eğitim planlamaları ve bu planlamaların toplumsal nedenleri incelenmektedir. "Eğitim reformu" adı altındapazarlanan stratejilerin, gerçekte biyolojik korsanlığın özel bir görünümü olduğu, neo-liberal kapitalizmin talan seferinin insan"kaynağının" kendisini hedef aldığı ve buna uyarlanmış ve önceden tasarlanmış öğrenim ve vasıflandırma süreçleri aracılığıyla sözkonusu kaynakların, ekonomik yarar ve ekonomik egemenlik için hazır hale getirilmeye çalışıldığı ele alınmaktadır.

Yazar, yalnızca incelemeyle sınırlı kalmayıp, eğitimi yeniden üretilebilir bir meta olarak ele alan egemen görüşe karşı farklı bireğitim anlayışını ana hatlarıyla geliştirmektedir.

İçerik:– İnsan kaynaklarının işletilmesi olarak eğitim. Küreselleşen bir toplumda insanlığın temel güçlerinin yazgısı.– Neo-liberal bir toplumda insan hammaddesinin “oluşumu”.– Eleştirel eğitim kavramlarının unsurları.– Hayali ölçümlerin ötesi: Eğitimin demokratik örgütlenmesi için tezler.

Yazar hakkında: Armin Bernhard, Duisburg-Essen Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Pedagoji Enstitüsü’nde Genel Pedogoji profesörü.

Offizin VerlagISBN: 9783930345847

kültür ve sanatlarıyla uğraşmaya kesin birilgilisi var.

Kültür Araştırmaları Merkez’inden Su-sanne Keuchel yaptığı bir ön araştırmada,kültür ve sanatın mevcut olası köprü işle-vini belgeliyor. “Araştırma kapsamında söy-leşiye katılanların çoğu, sanatla köprülerkurulması fırsatını verdikleri yanıtlarlaolumlamışlardır. Bunlar özellikle arabulu-culuk işlevi atfedilen, müzik ya da sanatsergileri gibi sözel olmayan sanatlardır.İranlı bir şarkıcı şöyle söylüyor: “Sanat ke-sinlikle bir köprü olabilir. Benim diğer mü-zisyenlerle konuşmama gerek yok, hepi-mizin müzik yapıyor olması yeterlidir. Bura-da müzik dil olmaktadır”. (İranlı bir şarkıcı)

Sanatın hangi biçimlerde bir köprüişlevi üstlenebileceği, ankete katılan sanat-çılar tarafından farklı tanımlanmıştır. Biryandan, bir kültür çevresine ait alımlayıcı-nın diğer bir kültür çevresinin sanatına eğil-

mesi durumlarına değinilmiştir. Bir Türk res-sam, Berlin-İstanbul Sergisi gibi etkinlikle-rin, insanların diğer ülkeler hakkındaki bil-gilerini genişletmeye ve yanlış tasarımlarındüzeltilmesine katkı sunabileceğini belirt-miştir. Ressam ayrıca kendi sergileri kap-samındaki karşılaşmalara da değinmiştir.Sanat üzerinden “beyinlerdeki yanlış tasa-rımların yıkılması için konuşmaya başlana-bilmekte”. Kültürel köprülerin bu tarzda ku-rulmasının diğer bir örneği, farklı kültürler-den müziğin dinletildiği konserlerdir. Birmüzisyen şunu söylüyor: “Farklı kültürler-den müziğin sahnelenmesi, halklar arasın-daki iletişimi güçlendiriyor ve diğer kültürelgörünümlere duyarlılığı artırıyor”. (Rus mü-zisyen)

Bir Misyon Olarak KültürlerarasılıkDiğer yandan, farklı kültürel kökene

sahip sanatçıların birlikte yaratıcı etkinlikte

bulunabilecekleri sanat projeleri, kültürelköprülerin kurulmasına örnek gösterilmiş-tir. Bir oyuncu, uluslararası yapımların artanbir açıklığa ve duyarlılığa neden olduğunuifade ediyor. Bir hattat, dünyanın farklı böl-gelerinden gelen diğer hattatlarla, kültür-lerarası bir şenlik kapsamında birlikte kitaphazırladıkları bir projeden söz ediyor. An-kete katılan diğer bir sanatçı, kültürel köp-rülerin inşasının bir tarzı olarak, farklı bi-çemleri birbiriyle kaynaştıran ve yeni biroluşumu gerçekleştiren Crossover müziktürünü öne çıkarıyor. Son olarak belirtilenbu örnekler, köprüler oluşturulması anla-mında, “diğerinin” kültürü için sanat yoluylayalnızca daha iyi bir iletişimi olanaklı kıl-maz, ayrıca yeni “hibrid” sanat biçimlerininoluşmasında katalizatör işlevi görür.

Bu tür olumlu yanıtların yanı sıra, sa-nat aracılığıyla köprüler kurulması fırsatlarıkonusunda bazı noktalarda kuşkucu dü-

şünceler de olmuştur. Buna göre sanatalanı öyle eliter ki, yeni kitlelere ulaşama-makta, tersine ancak “zenginleri zengin-lerle” birleştirmekte. Gerçek bir köprü ise“normal bir insanın da erişimi” için, “yaşamkültürü” alanını da kapsamalı.

Tüm düşüncelerden, tüm kuramsaltartışmalardan ve uygulamalara ilişkin çö-zümlemelerden, kültür ve eğitim politika-larına yöneltilen bir görevin kapsamına gir-mesi gereken bilgiler elde etmek mümkün.Kültür coğrafyasındaki gelişmeler artık rast-lantılara bırakılamaz, tersine kamu, sorum-luluğu gereği, maddi olanaklarını salt alı-şılagelmiş kültür kullanıcılarının ilgisinesunmamalıdır, tüm topluma, herkes içinolan bir kültürü olanaklı kılmalıdır. Bizimgöçmen salonlarına ihtiyacımız yok, sanatbirimlerinin kapsamlı bir reformuna gerek-sinimimiz var!

Kitap Duyurusu

Çeviri: Die Gaste

Page 16: Die Gastediegaste.de/pdf/diegaste-sayi20.pdf · 2012-03-08 · Daha bir yıl önce “ Raus mit der Sprache. Rein ins Leben "adlı kampanyayla dışarı uzattıkları dillerini Alman

Die Gaste16

Organize Seri Cinayetler ve Banka Soygunları: Nationalsozialistischer Untergrund (NSU)

Enver Şimşek: 9 Eylül 2000Cumartesi günü Nürnberg’de si-lahlı saldırıya uğradı. İki ayrıçaptaki silahtan ateşlenen sekizkurşunla yaralandı. İki gün sonrakaldırıldığı hastanede hayatınıkaybetti.

Abdurrahim Özüdoğru: 13Haziran 2001 Çarşamba günüsaat 21:30 sularında NürnbergGyulaer Straße’de ölü olarak bu-lundu. 7,65 mm çapındaki birsilahtan ateşlenen iki kurşunlabaşından vurularak öldürül-düğü kaydedildi.

Süleyman Taşköprü: 27 Ha-ziran 2001 Çarşamba günüHamburg-Bahrenfeld semtindeiki ayrı çaptaki silahtan ateşle-nen üç kurşunla başından vuru-larak öldürüldü.

Habil Kılıç: 29 Ağustos 2001Çarşamba günü Münih/Ramers-dorf ’da iki kurşunla başındanvurularak öldürüldü. Olay ye-rinde mermi kovanı buluna-madı.

Yunus Turgut: 25 Şubat2004 Çarşamba günü saat 10:30sularında Rostock kentinin Toi-tenwinkel semtinde üç kurşunlabaşından vurularak öldürüldü.

Köln/Mülheim: 9 Haziran2004 Mülheim semti Keupstr.’deparça tesirli bombanın patla-ması sonucu 2 kişi ağır yaralandıve çok sayıda kişi hastaneye kal-dırıldı.

İsmail Yaşar: 9 Haziran 2005Perşembe günü 10:15 sularındaNürnberg şehri Scharrerstra-ße’de ölü olarak bulundu. Vücu-dunda beş kurşun yarası olduğukaydedildi.

Theodoros Boulgaridis: 15Haziran 2005 Çarşamba günüsaat 19:00 sularında Münih şeh-rinde ölü olarak bulundu. Başın-dan vurularak öldürüldüğü kay-dedildi.

Mehmet Kubaşık: 24 Nisan2006 Salı günü saat 12:55 sula-rında Dortmund kenti Mallinck-rodtstr.’de başından vurularaköldürüldü. Vücudunda ve ba-şında birçok kurşun yarasının ol-duğu kaydedildi.

Halit Yozgat: 6 Nisan 2006Perşembe günü saat 17:00 su-larında Kassel şehri HolländerStr.’de başından vurularak öldü-rüldü.

Michèle Kiesewetter: 25 Ni-san 2007 Çarşamba günü saat14:00 sularında Heilbronn ken-tinde silahlı saldırı sonucundahayatını kaybetti.

4 Kasım 2011 Cuma günü Eisenach şehrinde bir banka soyuldu.Soyguncuların peşine düşen polis ekipleri yapılan bir ihbar üzerinegittikleri yerde beyaz bir karavana ulaştı. Karavana yaklaştıkları sıradabir patlama gerçekleşti ve araç alev aldı. Karavanın içinde iki yanmışcesede ulaşıldı ve bu cesetlerin banka soyguncularına ait olduğu açık-laması yapıldı. Cesetlerde görülen kurşun izleri üzerine polis, soygun-cuların patlama gerçekleşmeden önce intihar etmiş olabileceklerinikayıtlara geçti. İlerleyen saatlerde Zwickau kentindeki bir evde zamanayarlı bir bomba patladı.

11 Kasım 2011 Cuma günü Federal Başsavcılıktan (Karlsruhe) ge-len açıklama şöyleydi: “Federal Başsavcılık 11 Kasım 2011 tarihi itibariyle,2000-2006 yılları arasında Almanya’nın farklı illerinde gerçekleşen,sekiz Türk ve bir Yunan vatandaşının hayatını kaybettiği seri cinayetleri,2007 yılında iki polis memuruna karşı düzenlenen ve bir memurunhayatını kaybettiği silahlı saldırıyı ve 4 Kasım 2011 tarihinde Zwickaukentindeki evin kundaklanması olayının soruşturmasını devralmıştır.”

Federal Savcılığın soruşturmayla ilgili olarak “cinayetlerin aşırısağcı bir grup tarafından gerçekleştirildiğine ilişkin yeterli somut kanıtaulaşılmıştır” ifadesiyle başlayan açıklamasında şu bilgilere yer verildi:4 Kasım 2011 tarihinde Eisenach kentinde Uwe M. ve Uwe B.’nin ceset-lerinin bulunduğu karavanda Heilbronn’da öldürülen polis memurununsilahına ulaşıldı. Zwickau kentinde zaman ayarlı bomba sonucundahavaya uçurulan evde yapılan araştırmalarda 2000-2006 yılları arasındaseri cinayetlerde kullanılan silah (Ceska 83 7.65 Browning) bulundu.Bugüne kadar elde edilen bilgilere göre ölen Uwe M. ve Uwe B.’ninyanı sıra polise teslim olan Beate Z.’nin doksanların sonundan bu güneaşırı sağcı gruplarla bağlantıları olduğu ortaya çıktı. Zwickau kentindekievde yapılan araştırmalarda bulunan kanıtlar işlenen cinayetlerin aşırısağcı motivasyona işaret ettiği tespit edildi. Bu doğrultuda sanık BeateZ. cinayet, cinayete teşebbüs, kundaklama ve terör örgütü üyeliği suç-larından yargılanacaktır. Soruşturmada konu olan olaylarda birçok aşırısağcı kişi bağlantılarının olduğu görülmektedir.

Nasyonalsosyalist Yeraltı (NSU) tarafından işlendiği tespit edilen

cinayetlerle ilgili olarak Almanya Cumhurbaşkanı ChristianWullf “Bizzat ben bu işin takipçisiyim, bu konuda bana gü-venin” derken Başbakan Angela Merkel (CDU),“Hepimiz fail-lerin kim olduğunu, olayların birbiriyle bağlantısını bilen suçortaklarının olup olmadığını öğrenmek istiyoruz. Bu neden-den ötürü bu olayları aydınlığa kavuşturana kadar huzuraermeyeceğiz” dedi. Almanya İçişleri Bakanı Hans-Peter Fri-edrich (CSU), “Çok iyi entegre olmuş ve toplumumuza katkıdabulunan vatandaşlarımızdır. Şimdi ise önemli olan korkma-maları gerektiğidir” ifadelerini kullanırken, Adalet Bakanı Sa-bine Leutheusser-Schnarrenberger (FDP) mağdur ailelere fi-nansal destekle katkıda bulunmak istediklerini açıkladı.

Almanya Göç ve Uyumdan Sorumlu Bakanı Maria Böh-mer (CDU) birlikteliğin bozulmaması için çağrıda bulunduve “Bu korkunç cinayetlerin adı terördür. Gerek federal dü-zeyde gerek eyaletler düzeyinde tüm çalışmalar yapılıp so-nuna kadar gidilmesi ve aydınlatılmasını istiyoruz. Önemliolan birbirimize güvenimizin sarsılmaması. Almanya hoş gel-din kültürünün olduğu bir ülkedir. Aşırı sağcı teröre Alman-ya’da asla yer yoktur” dedi.

Yeşiller Partisi’nden Mehmet Kılıç, “Bana öyle geliyor kibiz sadece buzdağının üst kısmını görüyoruz, altında dahabüyük şeyler vardır. Güvenlik birimleri ve Anayasayı KorumaDairesi bu kadar olayı görememişse bu bir skandaldır. Şayetgörmüşler de görmemiş gibi yaptılarsa daha büyük bir skan-daldır, bu işin korkunç boyutu” şeklinde olaya ilişkin görüş-lerini bildirdi. Baden-Württemberg Eyaleti Uyum Bakanı Bil-kay Öney (SPD) ise, yeni bir güvensizlik ortamının yaratılma-ması konusunda dikkatli olunması gerektiğini, Almanlarında aşırı sağcı şiddete maruz kaldıklarını ve politikacıların top-lumu medeni cesaret gösterme konusunda teşvik etmesi ge-rektiğini belirterek, “İnsan düşmanlığına karşı geniş çaplı birittifaka ihtiyacımız var” dedi.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Türk ve Alman basını-nın işlenen seri cinayetlerin sadece ırkçı bir saldırı olmadığına, “derinbir yapının” izlerini taşıdığına ilişkin olarak geniş yer verdiğine değine-rek, “Zira biz bu tecrübeyi çok acı şekilde yaşadık. Geçmişte ‘faili meçhul’deyip, ‘irtica’ deyip faturayı dış mihraklara kesip, nice cinayetin üzeriörtüldü. Almanya’nın, bu süreci yakından incelemesini, Türkiye’ninderin yapılarla nasıl mücadele ettiğini kendisine örnek almasını tavsiyeediyorum” dedi. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ise, olayın sadeceadli vaka olarak görülmemesi gerektiğine dikkat çekerek, “Bir kişi birkişiyi öldürürse adli vakadır ama network halinde seri cinayet işlenmişseorada ırkçı terör örgütü var demektir. İçerde dostum Westerwelle deifade etti; buna dönerci demek bile bu işin bir parçasıydı, öyle bir havaverildi ki burada döner işi yapanlar önyargı itibariyle birbirlerini öldü-rüyormuş gibi gösterildi” dedi. Başbakan yardımcısı Bekir Bozdağ ise,“Hoşgörüsüzlük ve ırkçılığın olduğu yerde hiç arzu edilmedik şeylerolabiliyor” şeklinde görüşünü bildirdi.

Seri cinayetlerde ölen Türkiye ve Yunan vatandaşları anma veolayı protesto etmek amacıyla Almanya’nın birçok kentinde gösterilerdüzenlendi. Kassel, Nürnberg, Mainz ve Berlin şehirlerinde ışık zincirlerioluşturuldu.

Olayın “Dönerci Cinayetleri” şeklinde ifade edilmiş olması eleşti-rildi. Sebastian Edathy (SPD), kelimenin yılın en kötü kelimesi olarakseçilmesini önerdi. Darmstadt Teknik Üniversitesi’nden Prof. Janich,“Dili kullanırken, aceleci şekilde basitleştiren ifadelere başvurmamakgerekir. Cinayetler için kullanılan bu kelimeyi yerinde bulmuyorum”dedi.

Olaylar ve olgular böyle gelişirken, söylenenler söylenmiş sayılır-ken, gerekenin yapılacağına dair sözler verilip eller sıkılırken, bundansonrasına ilişkin öğütler, tavsiyeler ve öneriler dilden dile dolaşırken,yaşanan acılara bir kez daha dem vurulurken; gerçek gerçeklikte aşa-ğıdan gelen ırkçı-milliyetçi yapının ne denli etkin bağlantılar içindeolduğunun, gerçekleştirilen cinayetlerle bir kez daha somut olarakgözler önüne serildiği unutulmamalıdır.