derin tarih / 2. sayı / mayıs 2012

132
Tüm Bildikleriniz Tarih Olacak! Fiyatı: 8 ¨ (KKTC 10 ¨) Çocuklar İçin Tarih Dergisi Hediye Sayı 2, Mayıs 2012 ISSN 2147-0553 9 7 7 2 1 4 7 0 5 5 0 0 7 0 2 www.derintarih.com Abdülhamid’in İngiliz Şeyhülislâmı MOLLA GÜRANÎ FATİH’E KAFA TUTAN BİLGİN “HALKIMIZ İNSAN OLDUĞUNU BİZİMLE HATIRLADI” MENDERES’İN SON MESAJI ilk kez açıklıyor Titanik’te Osmanlı İzleri Olayın son tanığı

Upload: suerur-oeztuerk

Post on 23-Jul-2016

416 views

Category:

Documents


15 download

DESCRIPTION

 

TRANSCRIPT

Tüm Bildikleriniz Tarih Olacak!

Sa

yı 2

, May

ıs 20

12M

end

eres’in So

n M

esajı / Titan

ik’te Osm

anlı İzleri / A

bd

ülh

amid

’in İn

giliz Şeyh

ülislâm

ı / Mo

lla Gü

ranî

Fiyatı: 8 ¨ (KKTC 10 ¨)

Çocuklar İçin

TarihDergisi Hediye

Sayı 2, Mayıs 2012

ISSN 2147-0553

9 7 7 2 1 4 7 0 5 5 0 0 7

0 2

www.derintarih.com

Abdülhamid’inİngiliz Şeyhülislâmı

MOLLAGÜRANÎ

FATİH’EKAFA

TUTANBİLGİN

“HALKIMIZ İNSAN OLDUĞUNU BİZİMLE HATIRLADI”

MENDERES’İNSON MESAJI

ilk kezaçıklıyor

Titanik’teOsmanlı İzleri

Olayınson tanığı

Ceyda CSyf 410x275 C.indd 1 17.04.2012 15:47

Ceyda CSyf 410x275 C.indd 1 17.04.2012 15:47

İÇİNDEKİLER / MAYIS 2012 / SAYI:2

MENDERES’İNSON MESAJI

“HALKIMIZ İNSAN OLDUĞUNU BİZİMLE

HATIRLADI”

66 27 MAYIS CHP’NİN İKTİDARI GERİ ALMA GİRİŞİMİ70 27 MAYIS’IN 50 KELİMELİK TANIKLARI74 İPİN UCUNDA BİR GARİP DEMOKRASİ

14

86

92 98

110

3444

52

78

oĞLuUummmBu DÖnem Bitti.Tivibu Ev ayda 9,90 TL.Üstelik ilk 2 ay hediye.

TTNET aboneleri 30.06.2012’ye kadar kampanyadan yararlanır. İlk 2 ay abonelik ücreti alınmaz, sonrasında yürürlükteki tarife üzerinden ücretlendirme başlar. 40 TL kurulum ücreti kampanya kapsamında aboneden alınmaz. Tivibu Ev arşivi ve özellikleri seçilen paket kapsamı ile sınırlıdır. Tüketiciye kullanım hakkı verilerek teslim edilen modem ve kutu mülkiyetleri TTNET A.Ş.’ye aittir. Paket içerikleri ve ayrıntılı bilgi www.tivibu.com.tr ve 444 0 375’te.

Tivibu Ev birbirinden güzel özellikleriyle evinize geliyor! Tivibu Ev’le canlı yayını durdurup, kaldığınız yerden devam edebilirsiniz. Kaçırdığınız dizileri ve programları kaydetmekle uğraşmadan, istediğiniz zaman izleyebilirsiniz. Televizyonda yeni bir şey izlemek istediğinizde, Tivibu Ev’deki yüzlerce filmden birini seçebilirsiniz. Tivibu Ev’in bütün bu özellikleri ve daha fazlası ayda sadece 9,90 TL’ye ve üstelik ilk 2 ay hediye. Tivibu. Yeni dönem TV.

Ayrıntılı bilgi ve kampanya koşulları için

www.tivibu.com.tr | 444 0 375

tivibu oglumP 20.5x27.5.indd 1 4/11/12 10:29 AM

KAPAK DOSYASI

Osmanlı Hanedan ailesine kayıtlı son ismi kaybettik!

Tek Parti devrinde edebî cinayetler

İstanbul’unfethineRus bakışı

Mehmed Akif’in köyünden selam var!

Abdülmelikbin Mervân

Dubrovnik Konya rönesansı

Titanik’teOsmanlı izleri

06 Editörden

08 Aktüel

10 Mayıs’ın Dünyası

18 Bunu da Gördük

20 Eşyanın Kalbi

22 Keşifler

26 İsmail Kara: 27 Mayıs Darbesi’nin dini var mı?

30 Mercek

40 Bilim Tarihi

48 Osmanlı Tarihi

56 P. Neriman Hanzâde: Kadirbeyoğlu Zeki Bey’in hâtıraları

83 M. Şükrü Hanioğlu: Asker-siyaset ilişkisi bağlamında 27 Mayıs Darbesi

90 İz Bırakanlar

102 Tablodaki Sırlar

104 Hoş Sedâ

108 Norman Stone: İskoçya nereye gidiyor?

114 Mim Kemâl Öke: Kitap Kritik

116 Vitrindekiler

122 Ajanda

124 Sinema Tarihi

126 Çizgisel Tarih

128 Ödüllü Tarih Bulmacası

2 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

oĞLuUummmBu DÖnem Bitti.Tivibu Ev ayda 9,90 TL.Üstelik ilk 2 ay hediye.

TTNET aboneleri 30.06.2012’ye kadar kampanyadan yararlanır. İlk 2 ay abonelik ücreti alınmaz, sonrasında yürürlükteki tarife üzerinden ücretlendirme başlar. 40 TL kurulum ücreti kampanya kapsamında aboneden alınmaz. Tivibu Ev arşivi ve özellikleri seçilen paket kapsamı ile sınırlıdır. Tüketiciye kullanım hakkı verilerek teslim edilen modem ve kutu mülkiyetleri TTNET A.Ş.’ye aittir. Paket içerikleri ve ayrıntılı bilgi www.tivibu.com.tr ve 444 0 375’te.

Tivibu Ev birbirinden güzel özellikleriyle evinize geliyor! Tivibu Ev’le canlı yayını durdurup, kaldığınız yerden devam edebilirsiniz. Kaçırdığınız dizileri ve programları kaydetmekle uğraşmadan, istediğiniz zaman izleyebilirsiniz. Televizyonda yeni bir şey izlemek istediğinizde, Tivibu Ev’deki yüzlerce filmden birini seçebilirsiniz. Tivibu Ev’in bütün bu özellikleri ve daha fazlası ayda sadece 9,90 TL’ye ve üstelik ilk 2 ay hediye. Tivibu. Yeni dönem TV.

Ayrıntılı bilgi ve kampanya koşulları için

www.tivibu.com.tr | 444 0 375

tivibu oglumP 20.5x27.5.indd 1 4/11/12 10:29 AM

4 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

Diyalog Dergi Yayıncılığı AŞ.Adına İmtiyaz SahibiMUSTAFA ALBAYRAK

Genel Yayın Yönetmeni MUSTAFA ARMAĞAN

Yazı İşleri Müdürü (sorumlu) MUSTAFA KAHRAMAN

Yazı İşleri Şefi E. MELEK CEVAHİROĞLU ÖMÜR

EditörÖZLEM KOCUKELİ ÖZBAY

Yayın KuruluSALİM AYDÜZ, MUSTAFA BUDAK, M. FATİH CAN, YUSUF ZİYA CÖMERT, ABDÜLHAMİT KIRMIZI, MEHMED NİYAZİ ÖZDEMİR, AHMET ŞİMŞİRGİL, MÜMTAZ’ER TÜRKÖNE, YUNUS UĞUR Danışma KuruluFAHRİ ARAL, ALİ BİRİNCİ, ZEYNEP TARIM ERTUĞ, SEMAVİ EYİCE, MEHMET GENÇ, ŞİNASİ GÜNDÜZ, M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU, HALİL İNALCIK, CEMAL KAFADAR, İSMAİL KARA, KEMAL KARPAT, MAHMUD EROL KILIÇ, EMİNE GÜRSOY NASKALİ, ORHAN OKAY, MİM KEMAL ÖKE, ABDÜLKADİR ÖZCAN, NORMAN STONE

Yazı İşleriSAMİ AKBIYIK, ŞEYMA AYDIN, NEDİM EMİN

Katkıda BulunanlarHÜSEYİN AKSU, MUSTAFA CAMBAZ, HASAN HÜSEYİN KEMAL, LÜTFÜ TINÇ, ORHAN TURAN

Grafik TasarımGÜLCAN ÇALIŞKANMUHAMMED NUR ANBARLIFeRhAT AcAR

Teknik YardımcılarMELEK DURMUŞ, SEDA ERTÜRKOĞLU

Reklam ABDULLAH HANÖNÜ (Reklam Genel Müdürü)GÜLAY BAYRAK (Reklam Genel Müdür Yrd.)ADEM ŞAHİN (Reklam Genel Müdür Yrd.)AYŞEGÜL DAG (Reklam Müdürü)

BaskıÖZCAN URAL (Satın Alma ve Baskı Müdürü)

Abone-Satış-DağıtımALİ RIZA DURMUŞ (Genel Müdür)FATİH TURAL (Dağıtım Müdürü)METİN YÜKSEL (Dağıtım Müdür Yrd.)

Abone Hattı0212 467 65 150212 612 29 30 Dahili: [email protected]

Okur Hattı0212 612 29 30 Dahili: [email protected]

Yayın TürüAylık yaygın süreli yayın

Basım ve Kurumsal DağıtımTurkuvaz Matbaacılık Yayıncılık A.Ş.Sancaktepe, İstanbul 0216 5859102Turkuvaz Dağıtım Pazarlama AŞSamandıra, İstanbul 0216 585 91 00www.turkuvazmatbaacilik.com

İletişim - Yönetim YeriYeni Doğan Mah. Kızılay Sok. No: 39 Bayrampaşa, İstanbul 0212 612 29 30www.derintarih.com - [email protected]

Her hakkı mahfuzdur. Dergideki yazı, fotoğraf ve diğer görsellerin izin alınmadan veya kaynak gösterilmeden her türlü ortamda çoğaltılması yasaktır.

Tüm Bildikleriniz Tarih Olacak!

Sayı 2, Mayıs 2012ISSN 2147-0553

Okur H

attı

[email protected]

HELAL OLSUN…Ben 13 yaşındayım. Tarihe çok meraklıyım, özellikle Osmanlı tarihini çok okurum, en çok Yavuz Sultan Selim Han’ı severim. Bu nedenle de tarih dergileri vazgeçilmezim. Şunu söylemeliyim ki ilk defa bir dergiyi bu kadar beğendim. Fikirlerime daha uygun, okurken helâl olsun diyebiliyorum…HİLAL EMEKCİ

İNGİLİZCESİ OLACAK MI?İngilizcesini yayınlayıp dünyaya yayılmayı düşünüyor musunuz? MEHMET CİHAN

ALLAH RAZI OLSUNDergiyi az evvel aldım. Tarihî hafızamızın yanlış bilgilerden kurtulması adına çok önemli bir çalışma olduğunu düşünüyorum. Allah (c.c.) yar ve yardımcınız olsun. FEHMİ YILMAZ

tEK yANLISINIZDerginizi incelemeden, araştırmadan ilk sayısı olduğu için görüp hemen aldım fakat eleştirmem gereken oldukça fazla şey gördüm. Konuların akışı ve anlatım tarzı çok kötü ve kopuk, anlatılan dil ve üslup insanı konunun içine çekmekten çok, tam tersi konuyu anlaşılmaz kılıyor ve aynı cümleyi birkaç kez okutmak zorunda bırakıyor. 2 konuda Yılanın Başı yani irtica konusu ve Kazım Karabekir konusu da tamamen yanlı, taraflı Atatürk’ü kötüleyen ve karalayan konular... Diğer taraftan insanın içinde ister istemez bir soğukluk yaratıyor ve insanı uzaklaştırıyor…BURAK SOLMAZ

CİLttE SIKINtI vAR!Derin Tarih’in farklı bakış açısıyla tarih alanında önemli bir yer kaplayacağı açık, ancak kalite açısından önemli bir sorun var. Yıllarca kütüphanemde var olmasını planladığım derginin cildi çok kötü, daha sayfaları çevirirken kopmalar başladı. Çözüm önerinizi bekler, tekrar hayırlı olmasını dilerim. ATİLLA AKSEL

DT: Benzer şikâyetler başka okurlarımız tarafından da dile getirildi. Bu sayımızdan itibaren yeni bir matbaa ile çalışmaya başladık.

MEHMEt y. yILMAZ’IN UNUtULMAyACAK GAfI

11 Nisan 2012 günü Dolmabahçe Sarayı Sanat Galerisi’nde heyecanlı bir bekleyiş içindeydik. Dergimiz basına tanıtılacaktı. Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın onur konuğu olduğu toplantıda kendisine esprili bir tablo hediye etmek istedik ve üzerinde Sayın Arınç’ın bir resminin bulunduğu tabloyu, Albayrak Grubu Yönetim Kurulu Başkanı Ahmet Albayrak kendisine takdim etti. Ancak bazıları, derginin kapağına bakma zahmetine katlanmadan maketi gerçek kapağımız sandılar. Oltaya takılanlardan biri de Mehmet Y. Yılmaz oldu. 16 Nisan günü Hürriyet gazetesindeki köşesinde dergimize başarılar diledikten sonra (teşekkürler!) kapağımızda Arınç’a yer verişimizi şöyle eleştirdi: “Derginin kapağında Arınç’ın fotoğrafını ve üzerinde de Derin Tarih yazısını görünce ‘tamam’ dedim kendi kendime, ‘bir sır daha çözülüyor’!” Doğrusu ortada sır mır yoktu, dolayısıyla sayın Yılmaz’ın çözmek için zekâsını zorlaması da gerekmiyordu. Bir bayiden dergimizi satın aldırıp kapağına bakması yeterliydi. Bunu yapmış olsaydı, kapakta Kâzım Karabekir’in fotoğrafını görecek ve muhtemelen yakın tarihimizin daha derin sırlarına doğru yol alma fırsatını yakalayacaktı. Ama olmadı ve tarihin güncel siyasete kurban edildiği yüzeysel bir örnekle daha yüzleştik. Zaten dergimizin çıkış gerekçesi de buydu; yani tarihi yüzeysel bakışlardan kurtarıp derinlere doğru çekmek için çıkıyorduk. Sayın Yılmaz’a gerekçemizi gerekçelendirmeye hizmet ettiği için şükranlarımızı bildiriyoruz.

©

YANKILAR

editördeneditörden

1, 14, 19, 27, 29… Her ayın olduğu gibi Ma-yıs’ların da birden fazla yüzü olduğunu gösteren rakamlar bunlar. 1 Mayıs gösterileri yasak zincirle-rinden henüz kurtuldu. 19 Mayıs gösterilerinde ise tam tersine bir süreç yaşandı: Bu yıldan itibaren Ankara dışında stadyum törenleri yapılmayacak. 29 Mayıs İstanbul’un Fethi törenleri yarı resmi bir şekilde ama millete mal olan, ilan edilmemiş bir bayram olarak kutlanmaya devam edilecek.

Yalnız Mayıs’lı iki tarih var ki, Acem kılıçları gibi birbirini karşılıklı olarak kesmekte. 14 Mayıs 1950’de yapılan ve Tek Parti iktidarını bitiren ilk hür ve adli güvenceli seçimde yüzde 54 oyla ikti-dara gelmişti Demokrat Parti. İşin ilginç yanı, DP milletvekili Halide Edip Adıvar 14 Mayıs’ın “De-mokrasi Bayramı” ilan edilmesi için önerge ve-renler arasındaydı. Bu bayram ilan edilseydi bile ömrü 10 yılı dolduramazdı, zira 27 Mayıs 1960’da gerçekleşen askerî darbe, Boğaz Köprüsü’nün ihalesini iptal ettiği gibi onu da bir çırpıda iptal ederdi.

Ancak asıl büyük trajedimizin bayram sorunun-dan çok öteye gittiğini biliyoruz. 27 Mayıs darbe-siyle askeriye ve devleti eline geçiren bir çapulcu

kadrosu, iktidardaki partiyi yargılayacağız diye bir adaya tıkarak aylar süren işkence-ler sonucunda ve tam bir intikam seremo-nisi halinde 3 idam fotoğrafını gazetelerin birinci sayfalarına taşımayı ihmal etme-miş, böylece ülkeye nasıl bir “hürriyet” ge-

tirdiklerini göstermişlerdi. Beyazıt Meydanı’nın adı Hürriyet Mey-danı yapılmıştı, tabii ilan ettik-leri 27 Mayıs Bayramı’nın adı da Hürriyet Bayramı olmuştu. Ni-tekim Sultan II. Abdülhamid’e “Kızıl Sultan” diyen İttihatçılar da kendilerini “Hürriyet Kahra-manı” ilan etmemişler miydi?

İnsanın ‘Allahım bizi hürriyetçi-lerden koru!’ diyeceği geliyor.

Dergimizin kapak dosyasını 27 Mayıs darbesi ve Yassıada’ya ayırmamızın sebebi, darbelerin demokrasimize ne tür kötülükleri dokunduğu-nu hatırlatmak ve toplumu darbelerin olumsuz etkileri konusunda bilinçlendirmektir. Bu ne-denle Tanel Demirel’in DP’nin 10 yılını anlatan kuşatıcı makalesinin yanı sıra basında ilk kez yayınlanacak iki dosyayı dikkatinize sunuyoruz. DP’nin İmam Hatipleri açmasıyla ünlü Milli Eği-tim Bakanı Tevfik İleri’nin Yassıada’dan ailesine yazdığı hakikaten dokunaklı mektupları ilk kez okuruyla buluştururken, Menderes’i Yassıada’ya uçakla götüren 3 kişiden hayattaki tek tanık olan iş adamı Osman Çetin de hayranı olduğu Başba-kanın hapse girmeden önce söylediği son sözleri sizlerle paylaşıyor. İsmail Kara ve Nezih Uzel’in analiz ve hatıra ağırlıklı yazıları dosyaya ayrı bir anlam katıyor.

Geçen ay kaybettiğimiz Neslişah Sultan’ı, yeğe-ni Arzu Enver Eroğan sizin için anlattı. Titanik’te-ki Osmanlı izleri, Osmanlı bünyesinde yaşayan iki “Cumhuriyet”, Müneccimlerin saraydaki rolleri, 13. yüzyılda Konya’da gerçekleşen manevî Röne-sans, Tek Parti döneminde edebî sansür, Fatih’in Kürt hocası Molla Gürani, Rus gözüyle İstanbul’un fethi, Cumhurbaşkanı Gül’ün Londra ziyaretinde verilen konserin öyküsü ve birbirinden ilginç baş-ka dosyalarla karşınızdayız.

Dergimizin 11 Nisan günü Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan basın toplantısını teşrif buyu-ran Başbakan Yardımcısı Sayın Bülent Arınç’ın dediği gibi Derin Tarih, her sayısında tarihin derin-liklerinden özgün sesler vermeye devam edecek.

Bildiğiniz her şeyi tarih yapacağımızı duyur-muştuk ama bunun yıllarımızı alacağını hatırla-talım. Size sadece okumak düşüyor. Ve üzerinde düşünmek…

Yeni sayılarda buluşmak umuduyla…

Mustafa ArmağanGenel Yayın Yönetmeni

YASSIADA, YASLI ADA

editörden

kadrosu, iktidardaki partiyi yargılayacağız diye bir adaya tıkarak aylar süren işkence-ler sonucunda ve tam bir intikam seremo-nisi halinde 3 idam fotoğrafını gazetelerin birinci sayfalarına taşımayı ihmal etme-miş, böylece ülkeye nasıl bir “hürriyet” ge-

tirdiklerini göstermişlerdi. Beyazıt

editördenlerden koru!’ diyeceği geliyor.editördeneditördenAbone olacaklar kazanıyor!Derin Tarih’e abone olun. Hem her ay derginizayağınıza gelsin, hem de bir sayı hediyemiz olsun.Yıllık abone 96 TL yerine 88 TL.

Abone Hattı: 0212 467 65 15Okur Hattı: 0212 612 29 30/1489 [email protected]

facebook.com/derintarih twitter.com/derintarihDerin Tarih sosyal medya adresleri

C

M

Y

CM

MY

CY

CMY

K

Vf Vapurda_21x28 Gercek Tarih.ai 1 3/22/12 11:13 AM

editörden

C

M

Y

CM

MY

CY

CMY

K

Vf Vapurda_21x28 Gercek Tarih.ai 1 3/22/12 11:13 AM

8 DERİN TARİH / 2012 MAYIS8 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

Aktüel

Tarihi düşünmek yetmez, ona dokun-mak gerek. Peki ama nasıl? Sorumuzun cevabı bir serginin koridorlarında karşılı-yor bizi. Yaşayan ve savaşan Osmanlı, gerçek modellerle günümüze taşınıyor. 1453-1923 yıllarını kapsayan “Otto-mania - Yaşayan, Savaşan Osmanlı ve Dioramaları” isimli sergide, gerçek askerî koleksiyon ve maketlerle İstanbul’un fethi, Kırım, Plevne, I. Dünya Savaşı, Çanakkale, Kafkasya, Ortadoğu ve Trab-lusgarp konu ediliyor. Dünyanın sayılı maket, diorama ve savaş malzemeleri koleksiyonerlerinden olan işadamı Nejat Çuhadaroğlu’nun Yıldız Sarayı Büyük Mabeyn Köşkü’ndeki sergisi, geçtiğimiz ay Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın katılımıyla açıldı. Seyirlik bir

tarih şöleni vaat eden bu sergiyi 6 Haziran’a kadar ziyaret edilebilirsiniz. Bakalım Osmanlı’ya do-

kunmak parmaklarımızı kamaştıracak mı?

‘YAŞAYAN VE SAVAŞAN OSMANLI’GERÇEK MODELLERLE HUZURUNUZDA.

OSMANLI BUGÜNE IŞINLANDI

Barok sanat akımının öncüsü Michelan-gelo Merisi da Caravaggio, 18 Temmuz 1610’da, henüz 39 yaşındayken hayatını kaybetmişti. Ancak ünlü ressam sanıl-dığı gibi sıtma, boya zehirlenmesi ya da frengiden ölmemiş. İşin aslı şu ki, Ka-tolik Kilisesi’nin gizli onayı ile cinayete kurban gitmiş. Napoli Üniversitesi’nden Profesör Vincenzo Pacelli, Vatikan arşivlerine dayanarak kaleme aldığı Caravaggio: Between Art and Science (Caravaggio: Sanat ile Bilim Arasında) isimli kitapta, sanatçının ‘yasa tanımazlı-ğı’ nedeniyle Vatikan’ın hedefi olduğu-nu belirterek, cinayeti Malta şövalyele-

rinin işlediğini ve cesedinin denize atıldığını yazıyor. O halde şöyle mi demeliyiz?: Rahat uyu Caravaggio, ölümünün ardın-daki gerçekleri artık biliyoruz!

BİLİYOR MUSUNUZ, CARAVAGGIO’YU MEĞER VATİKAN ÖLDÜRMÜŞ!

CİNAYET EMRİ DERİN ‘VATİKAN’DAN

Beyoğlu Belediyesi, sosyal ve kül-türel aktarımla geleneksel mimariyi harmanlayarak örnek bir adım attı. 2 milyon TL’ye mal olan ve geleneksel Osmanlı konakları esas alınarak inşa edilen “Hacı Ahmet Semt Konağı” 15 Nisan’da açıldı. 1.000 metrekarelik alan üzerinde 5 kat olarak inşa edilen semt konağı Dolapdere’de İstiklal ve Yenişe-hir mahallelerine hizmet verecek. Çok sayıda kurs ve etkinliğin düzenleneceği konaktan ihtiyaç sahipleri ücretsiz faydalanacak. Bir Osmanlı konağında öğrencilik yapmak da pek havalı olsa gerek.

BEYOĞLU KONAKLARINDA ÖĞRENCİ OLMAK İSTER MİSİNİZ?

BEYOĞLU ASLINA DÖNÜYOR

ORHAN TURAN

düzenleneceği konaktan düzenleneceği konaktan ihtiyaç sahipleri ücretsiz ihtiyaç sahipleri ücretsiz faydalanacak. faydalanacak. Bir Osmanlı konağında öğrencilik

havalı olsa

Günay’ın katılımıyla açıldı. Seyirlik bir tarih şöleni vaat eden bu

sergiyi 6 Haziran’a kadar ziyaret edilebilirsiniz. ziyaret edilebilirsiniz. Bakalım Osmanlı’ya do-

kunmak parmaklarımızı kamaştıracak mı?kamaştıracak mı?

» Galata Kulesi’nden tarihi yarımada...

ww

w.fo

tolia

.com

2012 MAYIS / DERİN TARİH 9DERİN TARİH 9

Ankara 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nde 4 Nisan’dan bu yana görülen dar-be soruşturması ilginç detayları da ortaya çıkarıyor. Mahkemenin Genelkurmay’dan istediği, ancak “Her-hangi bir belgeye rastlanmadı” cevabı sonrasında Cumhurbaşkanlığı’na sor-duğu, “Darbenin muhtıra niteliğindeki ‘uyarı’ mektubu”, 12 Eylül 1980’den 32 yıl sonra gün yüzüne çıktı. Evren imzalı belge, 27 Aralık 1979’da yazıldıktan son-ra, 2 Ocak 1980 tarihinde “aslı gibidir” denilerek onaylanmış. 4 paragra� ık mektupta, siyasî partilerin uyarılması-

nın komutanlarca uygun görüldüğü ifade ediliyor. 12 Eylül darbesinden 10 ay önce Cumhurbaşkanı Korutürk’e gönderilen mektup, resmî belge olması açısından önemli bulunuyor. Şu 32 sene baş-ka neler saklamış, doğrusu merak konusu.

MUHTIRANIN EVREN İMZALIASLI ORTAYA ÇIKTI.

NOTER ONAYLI 12 EYLÜL

Büyük Türk bestekârı Itrî (1640-1712), ölümünün 300. yılında anılıyor. UNESCO’nun “Itrî Yılı” ilan ettiği bu sene içinde gerçekleştirilecek etkinlikler kapsamında İstanbul Büyükşehir Bele-diyesi de geçtiğimiz ay usta bestekârın eserlerini ve hayatını konu alan sempozyumlar gerçekleştirildi. Asıl adı Mustafa olmasına rağmen uğraş verdiği çiçekçilik ve meyvecilik işleri nedeniyle Itrî mahlasını alan ünlü bestekâr için ya-pılan etkinlikler yıl boyu devam edecek.

Dinî musikînin en önemli örneklerini veren Itrî’nin Segâh Bayram Tekbiri, Segâh Salat-ı Ümmiye, Cuma Salatı, Dilkeşhâveran, Gece Salâsı ve Rast Mevlevi Naatı gibi eserleri bulunuyor. Kadim tınımızı evrenselleştiren bu dehayla buluşmak için 300 yıl geciken bu randevuyu kaçırmayın deriz!

UNESCO, MÜZİĞİN VE ÇİÇEKLERİN BABASINI UNUTMADI.

ITRÎ’YLE 300 YILGECİKEN RANDEVUMUZ

Pera Müzesi, Google ve 40 ülkeden 151 önemli sanat kurumunun işbirliğiyle oluşan Google Art Project’e dahil oldu. Sanatseverler artık sadece birkaç tık’la ‘Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi Oryantalist Resim Koleksiyonu’nun yanı sıra ‘Kütahya Çini ve Seramikleri’, ‘Anadolu Ağırlık ve Ölçüleri’ ile ‘Eski İstanbul Fotoğra� arı’ koleksiyonlarını da ziyaret edebilecek. Projenin diğer ortakları arasında The National Gallery, Museo Thyssen-Bornemisza, New York Modern Sanat Müzesi (MoMA), Beyaz Saray, Metropolitan Müzesi, Van Gogh Museum, Mu-seo Reina Sofia, Musée d’Orsay gibi önemli kurumlar yer alıyor. Darısı diğer güzide müzelerimizin başına!

PERA MÜZESİ ‘GOOGLE ARTPROJECT’TE YERİNİ ALDI.

GOOGLE’I TIKLA,PERA’YI TURLA

Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın işbirliği ile “Kutlu Doğum Haftası” etkinlikleri kapsamında düzenlenen Hilye-i Şerif sergisi, “Lisan-ı Hat ile Aşk-ı Nebi” adını taşıyor. Ayasofya inşa edileli 1500 yıl olmuşken, Hz. Muhammed’in doğu-munun 1441. senesinin kutlamaları kapsamındaki serginin 13 Nisan tari-hindeki açılışında Devlet Bakanı Bekir Bozdağ’ın yanı sıra, Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ve Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez de konuşma-larıyla günün anlam ve önemine atıfta bulundular. Ayasofya Müzesi’nde ser-gilenen bu ilk hilye sergisi kapsamın-da, Hz. Muhammed’in vası� arını, dış görünüşünü ve güzel ahlakını anlatan 114 otantik ve çağdaş eser yer alıyor. Türkiye’de bugüne kadar düzenlenen en büyük hilye sergisi olma özelliği taşıyan bu sergi 15 Mayıs 2012 tarihine kadar ziyaretçiler tarafından ziyaret edilebilicek.

KUTLU DOĞUM HAFTASI AYASOFYA’DA İLK KEZ KUTLANIYOR!

AYASOFYA’DA PEYGAMBER AŞKI

Yurtdışından 1998-2002 arasında 492 eser, 2002-2007 arasında 756 eser, 2007 sonundan günümüze kadar da 3 bin 272 eser Türkiye’ye getirildi. En son Perge antik kentinden kaçırıldıktan 31 yıl sonra tekrar Antalya’ya getirilen ‘Yorgun Herakles’ heykeli, kaçırılan kayıp parçasıyla birleştirilmesinin ardından ziyarete açılmıştı. Bu arada Türkiye’nin yurtdışındaki tarihi eser seferberliği İngiliz The Times gazetesi-ne de haber oldu. Gazete, son olarak İngiltere’den Samsat Steli’nin iadesini isteyen Türkiye’nin son 2 yılda dünya-nın dört bir yanında bulunan mü-zelerdeki hak iddiasına hız verdiğini duyurdu. İngiltere’den istenen Samsat Steli’nde, Kommagene Kralı Antiochus Herakles’i selamlarken tasvir ediliyor. 1882’de bulunan eser, 1927’de British Museum’un koleksiyonuna girmişti. Bakalım gurbetteki daha kaç eseri anavatanına kavuşturacağız?

SON 4 YILDA YURTDIŞINDAN 3 BİN272 TARIHI ESER GETİRİLDİ.

TÜRKİYE, TARİHİNİN PEŞİNDE

seo Reina Sofia,

Dinî musikînin en önemli örneklerini veren Itrî’nin Segâh Bayram Tekbiri, Segâh Salat-ı Ümmiye, Cuma Salatı, Dilkeşhâveran, Gece Salâsı ve Rast Mevlevi Naatı gibi eserleri bulunuyor. Kadim tınımızı evrenselleştiren bu dehayla buluşmak için 300

nın komutanlarca uygun nın komutanlarca uygun görüldüğü ifade ediliyor. görüldüğü ifade ediliyor. 12 Eylül darbesinden 10 12 Eylül darbesinden 10 ay önce Cumhurbaşkanı ay önce Cumhurbaşkanı Korutürk’e gönderilen Korutürk’e gönderilen mektup, resmî belge mektup, resmî belge olması açısından önemli olması açısından önemli bulunuyor. Şu 32 sene baş-bulunuyor. Şu 32 sene baş-ka neler saklamış, doğrusu merak konusu.

Yurtdışından 1998-2002 arasında 492

2007 sonundan günümüze kadar da 3 bin 272 eser Türkiye’ye getirildi. En son

31 yıl sonra tekrar Antalya’ya getirilen

gazetesi- gazetesi-ne de haber oldu. Gazete, son olarak İngiltere’den Samsat Steli’nin iadesini isteyen Türkiye’nin son 2 yılda dünya-

duyurdu. İngiltere’den istenen Samsat Steli’nde, Kommagene Kralı Antiochus Herakles’i selamlarken tasvir ediliyor. Herakles’i selamlarken tasvir ediliyor. 1882’de bulunan eser, 1927’de British RAKAMLARLA

3.272Eser son 4 yılda Türkiye’ye getirildi.

10 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

NEDİM EMİN [email protected]

Mayıs’ın Dünyası

1 Mayıs 1889 - Paris1889 yılında Paris’te toplanan 2. Enternasyonal’de 1 Mayıs tüm dünyada “birlik, mücade-le ve dayanışma günü” olarak kutlanmasına karar verildi. Türkiye’de ilk defa 1923’te resmî olarak kutlanmıştır.

29 Mayıs 1453 – İstanbulFatih Sultan Mehmed İstanbul’u fethetti. Böyle-ce 1058 yıllık Doğu Roma İmparatorluğu sona erdi ve Orta Çağ kapandı. Fetih bazı uzmanlara göre Yeni Çağ’ın başlangıcı kabul edildi.

5 Mayıs 1818 - AlmanyaKomünizmin kurucusu Karl Marx Almanya’nın Trier kentinde doğdu. Bonn ve Berlin Üniversitelerinde hukuk eğitimi alan Marx, hayatını siyasal ekonomi ve sosyalistdevrim çalışmalarına adamıştır.

Komünizmin kurucusu Karl Marx Almanya’nın Trier kentinde doğdu. Bonn ve Berlin Üniversitelerinde hukuk eğitimi alan Marx, hayatını

14 Mayıs 1796 - İngiltereİngiliz fizikçi Dr. Edward Jenner, çiçek aşısını ilk kez bir insan üzerinde denedi. Bu başarılı denemenin ardından aşı kısa süre içinde binlerce İngilize uygulandı.

İngiltere

Jenner, çiçek aşısını ilk kez bir

başarılı denemenin ardından

27 Mayıs 1937- San FranciscoSan Francisco’nun ünlü köprüsü Golden Gate’in açılışını kutlamak üzere bir araya gelen 200 bin Ame-rikalı, köprüyü yürüyerek geçti.

19 Mayıs 1925 - AmerikaHayatını Afro - Amerikalıların özgürlük mücadelesine adayan Müslüman direnişçi Malcolm X dünyaya geldi.

22 Mayıs 1859 - İskoçyaÜnlü dedektif Sherlock Holmes’ün yaratıcısı Arthur Conan Doyle, Edinburgh’da dünyaya geldi.

24 Mayıs 1844 - AmerikaTelgrafın mucidi Amerikalı res-sam Samuel Morse, dönemin tek haberleşme aracı olan mektuba alternatif olarak ilk resmî telgrafı Washington’dan Baltimore’a gönderdi.

AmerikaTelgrafın mucidi Amerikalı res-

resmî telgrafı Washington’dan

İstanbul

İmparatorluğu sona erdi ve Orta Çağ kapandı. Fetih bazı uzmanlara göre Yeni Çağ’ın

5 Mayıs 1494 - JamaikaKristof Kolomb, o dönem Aravak yerlilerinin yaşadığı Jamaika’yı keşfetti.

15 Mayıs 1963 - ABDABD’li astronot Gordon Cooper, Güven 7 adlı kapsülle o güne kadar yapılmış en uzun uzay uçuşunu gerçekleştir-mek üzere uzaya fırlatıldı.

11 Mayıs 1904 - İspanyaİspanyol ressam Salvador Dali dünyaya geldi. Sürrealist resimleri ile tanınan sanatçı, “Ben sürrealizmin ta kendi-siyim” ifadesiyle de tarihteki yerini almıştır.

2012 MAYIS / DERİN TARİH 11

10 Mayıs 1994 - Güney AfrikaEski bir siyasi hükümlü

olan Nelson Mandela Gü-ney Afrika Cumhurbaşka-nı oldu. Mandela, Afrika tarihinde seçimle iktidara

gelen ilk liderdir.

9 Mayıs 1945 - RusyaKızıl Ordu’nun, Nazi Almanya’sını yenilgiye uğratmasının, dünyanın da faşizm belasından kurtuluşunun sembolü olarak 9 Mayıs Rusya’da Zafer Bayramı olarak kutlanmaktadır.

22 Mayıs 1990 - YemenKuzey ve Güney Yemen’in birleşmesi ile Yemen Cum-huriyeti kuruldu.

5 Mayıs 1925 - AnkaraAnkara’da Atatürk Orman Çiftliği’nin kuruluş çalışmaları başladı. Çiftlik, Türk halkına sağlıklı, doğal ve hilesiz ürünler yetiştir-mek amacıyla Atatürk tarafından kurulmuştu.

4 Mayıs 1914 - ÇinBaşkent Pekin’de öğrenciler hükümetin Versay Antlaşması kar-şısındaki pasif tutumunu protesto etmek amacıyla ayaklandılar. Olay tarihe 4 Mayıs Hareketi olarak geçti.

18 Mayıs 1909- İstanbulKabataş Erkek Lisesi, 276 öğrenci ile Esma Sultan Konağı’nda Kabataş Mekteb-i İdadisi ismiyle Hasan Tahsin Bey’in yönetiminde öğretim hayatına başladı.

14 Mayıs 1948 - İsrailFilistin’de İngiliz mandası sona erdi ve İsrail Devleti kuruluşunu ilan etti.kuruluşunu ilan etti.

19 Mayıs 1881- SelanikKendi isteğiyle bu gün Atatürk’ün doğum tarihi olarak kabul edildi.

- Selanik

2 Mayıs 2011 - PakistanUsame Bin Ladin’in öldürül-düğü açıklandı. Ladin’in başına 25 milyon dolar ödül konmuştu.

18 Mayıs 1048 - İranİranlı şair ve bilgin Ömer Hayyam, İran’ın Selçuklular yönetiminde olduğu bir dönemde doğdu. Niza-mülmülk ve Hasan Sabbah ile okul arkadaşı olduğu rivayet edilir.

İranlı şair ve bilgin Ömer Hayyam,

olduğu bir dönemde doğdu. Niza-mülmülk ve Hasan Sabbah ile okul

21 Mayıs 1991 - HindistanHindistan eski Başbakanı Rajiv Gandhi seçim kampanyaları sırasında yanına gelip kendisini selamlayan bir intihar bombacısı-nın suikastine kurban gitti.

21 Mayıs Hindistan eski Başbakanı Rajiv Gandhi seçim kampanyaları sırasında yanına gelip kendisini selamlayan bir intihar bombacısı-nın suikastine kurban gitti.

27 Mayıs 1960 - İstanbulTürkiye Cumhuriyeti’nin kurulu-şundan itibaren ilk askerî darbe gerçekleşti. TSK içindeki bir grup subay yönetime el koydu. Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes baş-ta olmak üzere birçok Demokrat Partili tutuklandı.

14 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

Nisan 2012 sabahı huzur içerisinde ara-mızdan ayrılıp terk-i dünya eyleyen, doğumu Hanedan Defteri’ne kayıtlı son kişi olan Halamın Fatma ismi dedesi VI. Mehmed Vahidettin Han tarafından, Neslişah ismiyse büyük babası Halife Ab-

dülmecid Efendi tarafından verilmişti. Ailemizin ge-leneği olarak baba tarafından hanım bireyler “Hala”, anne tarafından hanım bireyler ise “Teyze” olarak ad-landırılır. Neslişah Sultan Efendi, babam Beyzade Ali Enver Bey’in annesi Naciye Sultan’ın yeğenidir.

3 Mart 1924 tarihli kanun gereği Osmanlı hane-dan ailesinin tüm bireylerine “Türkiye Cumhuriyeti memaliki dahilinde” ikamet yasağı getirildiğinden 3 yaşında memleket haricine çıkarılmış ve ailemiz üye-leri o şartlarda bulabildikleri ülkelerde geçici olarak ikamet etmişler, Sultan Efendi kanadı ise annesiyle babası San Remo şehrinde yaşamını sürdürdüğünden yakınlığı dolayısıyla Nice şehrini seçmişlerdir. Babası-nın babası Abdülmecid Efendi önce Paris’te yaşarken sonra Nice’e taşınmış, bu vesileyle ailenin diğer bir bölümü de, çocukların birlikte büyümeleri, iklim vs. sebeplerle bu şehri ikametleri için seçmişlerdir. Baba-annem Naciye Sultan da Berlin’deki çalkantılı siyasî gelişmeler ve çocuklarının güvenliği nedeniyle önce Paris’e, sonra da Nice’e yerleşmiştir.

Zorunlu gurbet yaşamı, aile büyükleri için azaplı ise de, onlar maddî ve manevî sıkıntıların, hatta açlı-ğın dahi çocuklara yansıtılmadığını, aile büyüklerinin gösterdiği muhabbet sonucu bütün yeğenlerin birlikte mutlu addedilebilecek bir çağ yaşadıklarını anlatırlar-dı. Bilhassa babam, Enver Paşa’nın oğlu Ali Enver Bey ile saygı ve sevgiye dayalı derin kardeşlik ilişkilerini hasretle ve uzun uzun naklederdi.

Neslişah Sultan da diğer yeğenleriyle birlikte disip-linli devlet okullarında lise tahsilini tamamlayıp aynı zamanda evinde, büyüklerinden aldığı derslerin de neticesi olarak Osmanlıca, Fransızca, İngilizce, Alman-ca ve Arapça öğrenmiş; felsefe, edebiyat, din, müzik ve spor dallarında çok derin bir eğitim almıştı. Yahya Kemal’e göre annesi Sabiha Sultan, devrinin Türkçeye en mükemmel bir şekilde vakıf şahsiyetiydi.

Nice’deki çocukluk dönemini bizlere anlatırken Abdülmecid Efendi’nin kendilerine şöyle dediğini naklederdi: “Telkin edilen vazifelerinizi yapın, Sultan olduğunuzu hiç unutmayın.”

Anlattıklarından biri de şuydu: “Büyükbabam beni Fransa’da liseye kendisi gönderdi. Orada Fransızlar gibi yaşamamızı istedi. Büyükbabam, babamdan çok daha modern görüşlüydü. Babam Ömer Faruk Efendi ise okuldaki müsamerelere çıkmamıza dahi müsaade etmezdi.”

2Enver Paşa ve Naciye Sultan’ın torunu Arzu Enver Eroğan, Nisan ayında kaybettiğimiz halası Neslişah Sultan’ı Derin Tarih’e anlattı.

Güldeste

OsmanlI haneDanailesine KaYITlI sOn ismi KaYBeTTiK!

Fatma Neslişah Sultan

(1921-2 Nisan 2012).

Babası Ömer Faruk Efendi’nin, çocuklarının tahsillerinin bitiminde Kahire’ye yerleşme ka-rarı neticesi Hıdiv ailesinden gelen, sonra Mısır Kral Naibi olan muhterem eşiyle ilgili şöyle der-di: “Adetlere göre ailelerimizin kararına uydum. Ama sonradan anlaştık, arkadaş olduk. Çocukla-rımızı beraber büyüttük. Problemleri birlikte gö-ğüsledik. Annelik mesuliyet ve saadet demektir. Annelik çok güzel bir his bence.”

İstanbul’da yaşadığı günlerde mevsiminde Boğaz’ı yüzerek geçen ve iyi bir binici olan Ha-lam “Mısır’da yaşamaya başladığımdan itibaren at biniyordum. Zaten çok genç yaşta Avrupa’da kayak yapmayı öğrenmiştim. Kayak, at binme ve deniz sporlarına 60 yaşıma kadar yoğun bir şekil-de devam ettim” diye anlatırdı.

Mısır günlerini sorduğumda ise şöyle cevap vermişti:

“Hıdiv ailesinin yönettiği (fakirler için) Mu-barra Muhammed Ali adlı teşkilatta çalıştım. İki hastanenin başkanlığını yaptım. Beni 5 hastane-ye başkan yaptılar. Her gün gider, çalışırdım. Bir kısmı ise İskenderiye’deydi. Kliniklerde bizimle çalışan eczacılar tarafından Mısır’da sık rastlanan hastalıklar için ilaçlar imal edilirdi. Denetimleri de habersiz yapardık.

Komite Mısır’ın ileri gelen Müslüman, Kıpti ve Yahudi hanımları, kardeşlerim Hanzade ve Necla ile Türkiye Sefiresi Emine Tugay, eski İmparatori-çe Fevziye ve kardeşi ve Kralın kızkardeşi Prenses Faize’den oluşurdu.

O sıralarda İsrail Devleti kurulmuştu. Fena muamele gören Filistinliler kaçmaya başladılar. Kanaldan istifade ederek Mısır’a geçtiler. Biz de Komite olarak onlara kamplar kurarak mesken ve gıda temin ettik.

Mısır’da Zagazig adında Süveyş’e yakın bir kasaba vardır. Orada da bir hastanemiz mevcut-tu. Süveyş’te İngilizlerle çıkan bir çatışma sonu-cunda yaralanan Mısırlılar hastanemizde tedavi edildi. Hastaları ziyaret etmek istedik ama Kral Faruk İngilizlerle ilişkilerinin bozulmaması için bizlerin gitmesine mani oldu. Daha sonra gitti-ğimizde güzelim Süveyş şehrinin mahvolduğunu gördük.”

Mısır Sarayı’nda hissettikleri ve adetlerimizle ilgili anlattıklarını da sizinle paylaşmak istiyo-rum: “Hıdiv Hanedanı Türk kökenli bir aile oldu-ğundan adetleri Osmanlı teşrifat adetleriyle aynı-dır. Zira Mısır 1914’e kadar Osmanlı teb’asıdır.”

Hanedan ailesinden bir hanım olarak Mısır’da neler yaşadığını sorduğumuzda şöyle demişti: “Her Hanedan gibi diyebilirim. Ailemin tarihiyle her zaman iftihar ettim. Mısır’da kocamın Hıdiv ailesi bana her zaman Sultan muamelesi ederdi. Saraya gittiğimde ve Mubarra’da Mısır Prensesi olarak sıramı alırdım. Türkiye’ye döndüğüm za-mansa insanlar beni Sultan olarak görüp saygı gösterdiler.”

Mısır’da, başlarında General Necib’in bulun-duğu genç subaylar darbesini müteakip eşi Kral Naibi, kendisi de bir anlamda Kraliçe olduğu günlerde iktidara el koyan Nasır tarafından ağır suçlamalarla tutuklanıp uzun süre yargılandığı günlerde vakur duruşuyla yaptığı savunmalar ne-ticesi canlarını kurtarabilmişler, ancak tüm var-lıklarına el konularak eşi ve iki çocuğuyla birlik-te Mısır’ı terk etmek mecburiyetinde kalıp geçici olarak İsviçre’ye yerleşmişlerdi.

Üst üste iki ihtilal görmüş olmanın bir hanım olarak kendisini nasıl etkilediğini öğrenmek is-tediğimde “Bu herkese nasip olmuyor, böylelikle kendimi müdafaa etmeyi öğrendim” diye veciz bir cevap almıştım.

Ne mutlu bana ki, bu sohbetlerde onu uzun uzun dinleme fırsatını bulmuşum.

Tarihte en sevdiği kadını sorduğumda, “Melek gibi annem Sabiha Sultan”, hangi yemekleri iyi yaptığını sorduğumdaysa “Çerkez tavuğu, saray limonatası, kızarmış pilav, saray usulü su böreği (kaynar suya elleriyle dizerdi), sufle, pate, velha-sıl alaturka ve alafranga mutfağı bilirim” diye

Arz

u En

ver E

roğa

n ar

şivi

Neslişah Sultan Mısır’da yardım derneklerinde çalışırken...

2012 MAYIS / DERİN TARİH 15

cevap verirdi. Kendisine imrendiğimiz moda ve giyim kuşam hakkında “İnsan yakışanı giymeli ve kendi tarzını yaratmalı” derdi.

Klasik Batı ve Türk musikisini iyi bilirdi ve hay-ranıydı. Bir soruyu “Şan dersleri aldım. Daha çok Alman bestecileri severim” diye cevaplamıştı. Za-manının dünyaca meşhur sanatçıları kendisiyle tanışmışlar, her biriyle güzel hatıraları olmuştu.

Son gününe kadar daima okurdu. Son yılla-rında daha çok tarih kitaplarını tercih ediyordu. Güncel gelişmeleri alışkanlık olarak takip eder, muhteşem analizler sunardı. Nice akademisyen vs. önemli kişi kendisine fikir danışırdı.

Günün birinde “Bu hayat size ne öğretti?” diye sormuşlardı da, “Her hadiseyi olduğu gibi kabul ve Allah’a tevekkül etmeyi öğretti” cevabını ver-mişti.

Asaleti nasıl tanımladığı sorulduğunda cevabı şu olmuştu: “Sadelik ve hürmet telkin etmektir.”

Her daim minnetle hatırlayacağım, şefkat dolu, ömr-ü hayatımda gördüğüm en vakur ve kâmil insan, sevgili Halacığım, hissiyatı Doğu-lu, dağarcığı Batı ve Doğu kültür ve felsefesiyle dolu, kadirşinas, rikkatli ve çok zarif bir Sultan Efendi’ydi.

“Devlet-i ebed-müddet”, ailemizin diğer azala-rının olduğu gibi kendisinin de hassasiyetle üze-rinde durduğu bir mefhumdu. Ailenin kurduğu ve büyüttüğü devletin devam ettiği ilkesinden hareketle bazı önemli konuların canlı şahidi ol-duğu halde hiçbir zaman Mütareke sırası, İstiklal Savaşı ve sonrası dönemle ilgili, devlete zeval ge-lir endişesiyle hiç bilgi vermezdi, özellikle de çok sevip saysa dahi dışarıdan gelen kişilere karşı bu tavrına hassasiyetle riayet ederdi.

Sadece bir kez, bir dönemde bazı hainliklere şahit olduğunu kısaca aktarmıştı, o kadar. Bir te-levizyon mülakatında “Dışarıya çıktığım zaman hayran kaldığım bütün güzel şeylerin ailem tara-fından yapıldığını görmek beni çok mutlu ediyor” diye veciz bir ifadesi olmuştu.

Geçtiğimiz yıllarda Rus Çariçesi, yanında Dev-let Başkanının yakınları ve Duma üyelerinden oluşan bir heyetle İstanbul’u ziyaret etmişti. Bu esnada eşim (Ömer Eroğan) ile birlikte öğle ye-meğinde kendileriyle buluştuğumuzda bize uzun uzun Rusya’da açtıkları ve kazandıkları davayla ilgili bilgiler verdiler. Birkaç gün sonra Çariçe’nin (diğer ülkelerde her şeye rağmen hanedan sıfat-ları devam etmektedir) saygı ve muhabbetlerini Halama iletmek üzere ziyaretine gittiğimde bu konuyu da anlatmıştım. Cevabı şu olmuştu: “Yan-lış yaptılar. Ailemizden örnek almaları gerekirdi”.

Diğer bazı Batı ülkelerinin örneklerine karşı Hanedan ailemiz her siyasî yönetime saygılıdır. Fakat Cumhuriyetin nadide çocuğu demokrasi-nin, uzun yıllardır memleketimizde daha tam olarak yerleşememiş olması, bundan dolayı halkı-mızın büyük zarar görmesi çok büyük bir üzüntü kaynağı olmuştur.

Halam Neslişah Sultan Efendi’nin vefatı dola-yısıyla ailemize gösterilen nazik ve yakın ilgilerin yoğunluğu eminim ki, merhumenin ruhunu şad, bizleri de mütehassis etmiştir. Bunu sonsuza dek unutmayacağız.

Neslişah Sultan’ın evinde Arzu Enver Eroğan’ın doğum günü kutlanıyor. Önde solda yazar Kenize Murad, sağda Neslişah Sultan. Arkasında Ömer Eroğan ve Arzu Enver Eroğan.

Arz

u En

ver E

roğa

n ar

şivi

DeDenizin mesleği ne? PaDişah!Halam, resmi bir ziyaret nedeniyle Mısır Kral Naibi

Prenses olarak Osmanoğlu Hanedan azalarıyla ilgili ya-sak devam ederken Türkiye’ye gelmiş ve protokol ka-ideleri içerisinde karşılanmıştı. İkamet ve vatandaşlık-larıyla ilgili kanun düzenlemesi sonrası memleketine gelişinde vatandaşlık başvurusuyla ilgili emniyet birime başvurduğunda kendisine muhtelif sorular yöneltilmiş. Mesela Dedenizin ismi? Mesleği? Halamın cevabı şöyle olmuş: “VI. Mehmed Vahidettin Han, mesleği Padişah.” Soru: “Diğer dedenizin ismi ve mesleği?” Cevap: “İsmi Abdülmecid, mesleği ise Meclis kararı ile Halife.” Muka-bil soru: “Dinleri ne idi?” Elcevap: “Eee, Müslümanların Halifesi olduklarına göre, lütfen siz karar verin.” Tabii memurun ayağa kalkarak gösterdiği mahcubiyeti hiç unutmadığını söylerdi.

Güldeste

16 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

18 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

Bunu da Gördük

2012 MAYIS / DERİN TARİH 19

N e hicrandır ki: en şevketli bir mâzi serâb olsun;

O kudretler, o satvetler harâb olsun, türâb olsun!Çökük bir kubbe kalsın mabedinden Yıldırım Hân’ın;Şenâatlerle çiğnensin muazzam kabri Orhan’ın!Ne haybettir ki: vahdet-gâhı dînin devrilip, taş taş,Sürünsün şimdi milyonlarca me’vâsız kalan dindaş!Yıkılmış hânümânlar yerde işkenceyle kıvransın;Serilmiş gövdeler, binlerce, yüz binlerce doğransın!Mehmed Akif (1921)

EDİRNE EVLİYA KASIMPAŞA CAMİİ (1479-2012?)

FOTO

ĞRA

F: M

UST

AFA

CA

MB

AZ

20 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

Eşyanın Kalbi

azneli Mahmud, sultanlığının yakınlarında konatını kuran ve çadır sayısı günbegün artan Sel-çukluları iktidarı için potansiyel bir tehdit olarak görmektedir. Onları nasıl kontrol altında tuta-

cağını kara kara düşünürken, dönemin Tus valisi

sultana şöyle bir akıl verir: “Sultanım! Bunlar çok iyi savaşçılar ve ok-yay kullanma becerileri ina-nılmaz seviyede. Başparmaklarını kes ve kurtul onlardan!” Gazneli Mahmud bu önlemi çok sert bulacak, “Tescil edilmiş bir suçu olmayan Müslü-man ahaliye reva gördüğün bu mudur? Ne gad-dar adammışsın!” diye onu azarlayacaktır. Sultan, Selçukluların askerî ve siyasî aktivitesini kontrol etmek için daha kansız bir yol bulur. Kardeşler-den biri olan İsrail Arslan Yabgu’yu bir işret mec-lisinde sarhoş edip rehin alır.

Asya ve Ortadoğu okçuluğunu Batılı okçuluk ekollerinden ayıran en önemli özellik, yay çilesi-nin başparmakla çekilip bırakılmasıdır. Yukarıda aktardığım diyalog, Türk okçuluk kültüründe bu tekniğin izlerini Selçuklulara kadar sürmemizi sağlar. Bu tekniğe göre yay çilesi çekilirken el, “mandal” diye tabir edilen özel bir biçimde ka-patılır ve başparmağa özel bir yüzük takılır. Bu yüzük hem parmağı çilenin baskısından korur, hem de atış balistiğine bazı olumlu katkılarda bulunur.

Osmanlılar bu özel okçu yüzüğü için Farsça bir tabir kullanmışlardır: “zihgîr”. Orijinali “zehgîr” olan terim, “kiriş” ve “çeken” sözcüklerinden mü-teşekkil bir bileşik kelimedir. Memlûkların okçu-

SAVAŞIN EN ZARİF HALKASI:

Murat Özverİ[email protected]

G

Eşyanın Kalbi

Foto

ğraf

: Sua

t Gür

soy

Zihgîrin kıtalar

arası yolculuğu Osmanlı döneminde

kullanılan kemik zihgîr

Bizans dönemine ait bronz zihgîr

Selçuklu dönemine ait metal zihgîr

Kore medeniyetinde kullanılan deri parçalı zihgîr

Moğol dönemine ait deri zihgîr

ZİHGÎR

» Zihgîr nasıl kullanılır?Zihgîr, yay çilesini çeken elin başparmağına takılır ve parmak çileye dolandıktan sonra el, şekildeki gibi “mandal” diye tabir edilen biçimde kapatılarak kilitlenir.

2012 MAYIS / DERİN TARİH 21

luk risâlelerinde geçen ve zihgîr için kullanılan “engüştvâne” de Farsçadır. Farsça terminolojinin sebebi, okçuluk becerileri tarihî belgelerle sabit olan Sasanilerin İslâm öncesi Türk devletleriyle kurmuş oldukları askerî ve siyasî ilişkiler olabi-leceği gibi, İslâm dünyasının seküler sahalarında Farsçanın hâkim dil olması da olabilir.

Osmanlı’da zihgîrin pîrleriTürk okçuluğunun en iyi dokümante edilmiş

safhası, Osmanlı okçuluğudur. Osmanlı’da ok-çuluk sadece bir savaş sanatı değil, 15. yüzyılın başından itibaren sistemli ve kurumlaşmış bir spor dalıdır da. Ok meydanları, sadece ok atmaya tahsis edilmiş vakıf hüviyetinde kurumlar olarak yalnız İslâm dünyasında değil, dünyada da bir is-tisnadır. Atıcılar tekkesinde bir antrenör nezare-tinde, belli bir eğitim metodolojisiyle yetiştirilen kemankeşler (ok atıcıları), yine belli kurallara ve formalitelere uygun olarak icazet alırlardı. Bu sporcuların kıran kırana rekabeti, hatırı sayılır bir üretim sektörü tarafından desteklenip bes-lenmekteydi.

Osmanlılar, ulaşılması bugün bile imkânsız menzil rekorlarına imza atmakla kalmadılar, Asya tipi kompozit yayı teknik açıdan en mü-kemmel hale getirdiler. Yay ve ok yapan ustalar (kemangerler ve tîrgerler) esnaf loncaları halin-de örgütlenmişlerdi. Okçuluk sanatının olmaz-sa olmazı olan zihgîrin yapımı da bağımsız bir esnaf-zanaatkâr loncası tarafından üstlenilmişti. Pîrleri, Mustafa Kâni’ye göre Ali bin Ebû Tâlib, yani Hz. Ali, Evliya Çelebi’ye göre ise Şaghal bin Sa’îd Kâşî’ydi.

SaSanİlerden bugüne zİhgîr

Osmanlı sözlü geleneğinde zihgîrin icadı Hz. Muhammed (sas) ile Hz. Ali arasında geçen bir diyaloğa dayandırılır. Riva-yete göre, Hz. Ali ok atarken yayın çilesinin parmağını acıtmasından şikâyet etmiş. Peygamber de “Ya Ali! Bir yüzük yapıp parmağına taksana!” demiş. Bu hikaye, İs-lamiyeti kabul eden Türklerin Orta Asya’dan getirdikleri bu savaş sanatına nasıl alternatif kılıflar diktiklerini açıkça gös-terir. Çünkü İslam öncesi ve erken İslam-Arap dünyasında başparmak çekişinin tanınma-dığı nı biliyoruz. Müslümanlar gerek bu atış tekniğini, ge-rekse bu tekniğin ayrılmaz bir parçası olan kompozit yayı, Sasanilerle yaptıkları savaşlar-da veya onları nihai yenilgiye uğrattıkları 642 yılından sonra girdikleri Maveraünnehir’de, başka bir deyişle Güney Tür-kistan topraklarında öğrenmiş olmalıdırlar.

Fatİh de zİhgîrcİ İdİ!

Türklerde her bireyin bir meslek sahibi olması gele-neği doğrultusunda, birçok Osmanlı padişahı da ciddi bir meslek eğitiminden geçmiştir. İstanbul’un fatihi II. Mehmed, bahçıvanlığın yanı sıra bu meslekte de eğitim görmüştü ve bir zihgîrci idi. Fo

toğr

af: F

uat Ö

zver

i

bİr akSeSuar kİ rütbeye İşaret!

Osmanlı kemankeşleri şans getirdiğine inana-rak zihgîrlerini devamlı başparmaklarına takılı vaziyette taşırlardı. Bazı

padişah portrelerinde de zihgîrin başparma-ğa takılı görünmesi bu geleneğin parçası olabileceği gibi, bu okçuluk aksesuarının cengâverliğin görsel bir simgesi olmasıyla

da ilişkilendirilebilir. Babürşahlar Devleti’nde zihgîrin kuşağa bağlı bir ipin ucunda, “askerî elite mensubiyet”in bir gös-tergesi olarak taşınan aksesuara dönüşmesi, hatta Çin’de askerî elit

dışında -mesela zengin tüccarlar tarafından- bir statü sembolü olarak takılması, Osmanlı’da da böyle bir sembolizm olabileceğini düşündür-mektedir.

» Dr. Murat Özveri’nin yaptığı gümüş zihgîrlerden iki örnek…

» Gümüşten, fildişinden, kemikten…Dr. Murat Özveri’ye ait pirinç, fildişi ve gümüş örneklerde görüldüğü üzere, zihgîrler kemik ve boynuz gibi yarı kıymetli ve kıymetli metaller ile yarı kıymetli taşlardan yapılırdı. Müzelerde, yeşim taşından yapılıp altın kakmayla süslenmiş, Mors dişi veya mineden yapılmış nadide örnekler de mevcuttur.

Zihgîrin kıtalar

arası yolculuğu

Murat ÖzveriDr., Okçuluk Araştırmaları Derneği kurucusu.

22 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

ngiltere’de İslâm ve Müslümanların tarihi ile ilgili bir konu ne zaman gündeme gelse, Şeyh Abdullah Quilli-am (1856-1932) ilk akla gelen isimler-den olur. Nitekim İngiltere’deki Kube Publishing Yayınevi’nce neşrolunan Viktorya Zamanı Britanyası’nda İslâm:

Abdullah Quilliam’ın Hayatı ve Zamanı (2010) adlı eser Ron Geaves tarafından hazırlanmıştır. Ron Geaves, Liverpool Hope Üniversitesi’nde ‘Karşı-laştırmalı Dinler’ alanında çalışmalar yapan bir

araştırmacı olup, özellikle Güney Asya Dinleri ve Din konularında uzmanlaşmış bir profesördür.

Abdullah Quilliam’ın hayatı hakkında en ge-niş bilgilerin bulunduğu kitabın kapağında eser şu ifadelerle tanıtılır: “1893 yılında Osmanlı Ha-lifesi II. Abdülhamid tarafından Britanya Adaları Şeyhi olarak takdir edilen ve karizmatik bir vâiz olan Quilliam, Viktorya zamanı Liverpool şehrin-de İslâmiyet’i kabul eden önemli sayıda kişinin oluşturduğu son derece dikkat çeken bir Müslü-man cemaati vücuda getirdi. Başarılı bir avukat olan Quilliam, şehrin fakir insanlarının hakları için mücadele etti.”

Belki de önümüzdeki aylarda yine İngiltere Müslümanları veya Britanya Adalarında 1770-1918 arasında İslâm’ın serüvenini ele alan bir başka eserin yayınlandığını göreceğiz. Bu eserin yazarı Yaqub Zeki, İngiltere’deki Şeyhülislâm’ı tanıtmaktan çok, Britanya Adalarındaki Şeyhul İslâmlığın konumunu tartışmaya açmaktadır. Onun yaklaşımına göre Quilliam, Osmanlı bü-rokrasisi için İngiltere basınındaki ilgili haberle-ri ya İngiltere Elçiliği ya da doğrudan saraya bil-diren veya raporlar veren bir haber kaynağı idi. İkinci olarak, Sultan II. Abdülhamid, Quilliam’a tarafsız bir kişi olarak güvenmiş olup devlet ida-

Yazışmalarında “Kulları İngiliz Müslümanı” veya “Şeyh Abdullah Kuviliyam” gibi imzalar kullanan Quilliam, Osmanlı Nişanı ve Şeyhu’l-İslâm pâyesine sahiptir.

MEHMET Ş[email protected]

İ

OSMANLI YAYINCILIĞINDA QUILLIAM’IN İSLAM MEDHİYESİ

Arşiv belgelerinin yanında, dönemin Osmanlı basınında da

Abdullah Quilliam hakkında haber, yazı ve yorumları yayınlanmıştı. Biz bunlardan Quilliam’ın İslâm dini ile ilgili diğer eserleri yanında; Sebilûrreşad Kütüphanesi’nin 13 numaralı yayını olarak Ulemâ-yı

İslâmiye’ye Bir Suâl ve Abdullah Kuvilyam Efendi’nin Cevâbı adıyla Tevsî’-ı Tıbâ’at Matbaası’nda yayınlanmış olan 32 sayfalık bir risâleye dikkat çekmek istiyoruz. Bu risâleyi Türkçeye Aksekili Ah-

Keşifler

II. Abdülhamid, Quilliam’a tarafsız bir kişi olarak güvenip devlet iç politikasıyla ilgisi olmadığını düşünerek onu Şeyhülislâmlık payesi ile taltif etmiştir.

SULTAN II. ABDÜLHAMİD’İNİNGİLTERE’YE ATADIĞI ŞEYHÜLİSLÂMABDULLAH QUILLIAM

2012 MAYIS / DERİN TARİH 23

resinin iç politikasıyla ilgisi olmadığını göz önü-ne alarak onu 1894 yılında Şeyhülislâmlık pâyesi ile taltif etmiştir. Yaqub Zeki, bunun en belirgin sebebinin, Osmanlılarla Habsburglar arasında Bosna konusunda ortaya çıkmış olan benzeri olaylar ve konularda Osmanlı hâkimiyeti dışın-daki Müslüman azınlıkları desteklemeye yönelik olabileceğini düşündürmektedir.

Quilliam’a aile boyu nişanBu konudaki görüş ve yorumları daha da zen-

ginleştirmek mümkün. Ancak, bu yazımızda daha çok Abdullah Quilliam’ın Osmanlı sarayı, bir başka ifade ile Yıldız Sarayı ile ilişkilerine dair Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdür-lüğü Osmanlı Arşivi’nde bulunan birkaç belgeyi tanıtmakla yetineceğiz.

Arşivde yer alan belgelerden ilki; 1306/1890 yılına ait olan, Abdülhak Hamid’in İngiltere’de çıkan Star gazetesinde o zaman Quilliam ile ger-çekleştirilmiş bir röportajın kendi takdimi ile ya-pılmış bir tercümesini ihtiva eden bir metin. İlk defa yayınlanan bu belge, Quilliam’ın Osmanlı devlet erkânı tarafından tanındığını ve hakkın-da sarayın bilgilendirildiğini gösteren bir rapor hükmünde. Artık bundan sonra Abdullah Quil-liam sık sık yazışmalara konu olmuş; ya kendisi tarafından ya da farklı kaynaklarca hakkında bil-giler akmaya devam etmiştir. İşte bunlar arasın-da, Quilliam’ın faaliyetleri, Liverpool’daki Müslü-man cemaati, onlar hakkında İngiltere basınında çıkan haberler ve yorumlar ile doğrudan kendisi, ailesi veya yakınları hakkında yaklaşık 20 sene (1890-1910) süren farklı zamanlarda yapılmış ya-zışmalar bulunmaktadır.

Abdullah Quilliam tarafından bizzat yazılmış olanlarda, çok sade olarak mührü ile “Kulları İngiliz Müslümanı” veya “Şeyh Abdullah Kuvili-yam” gibi imzalar attığı görülür. Bu arada ken-disinin Liverpool’da çalışma bürosunun anteti olarak görülen “Office of the sheikh-ul-islam of the British Isles” veya “Abdullah Kuviliam İngilte-

re Şeyhülislâm’ı” ibareleri, doğrudan kendisinin Şeyhülislâm olarak kabul edildiğini veya kendisi-ne bu pâyenin verildiğini gösterir.

Ayrıca faaliyetleri sebebi ile takdir edildiğini gösteren taltifnâmeler verildiğini de belgeler-den anlamak mümkün. Nitekim Yıldız Saray-ı Hümâyûnu Baş Kitabet Dairesi’nce kaleme alı-nan bir taltifnâmede Abdullah Quilliam’a 4. de-receden bir Osmanlı Nişanı verildiği anlaşılıyor. Metni şöyledir:

“Ma’rûz-ı Çaker-i kemineleridir kiİngiltere devlet-ı fahimesi teb’asından Ab-

dullah Quilliam Efendiye dördüncü rütbeden Osmânî nişân-ı âlisi ihsân buyrulmasına meb-

med Hamdi, Arapçadan tercüme etmiştir. Hacim olarak ufak olsa da muhteva bakımından kıymeti hâiz olduğunu belirten Ahmet Hamdi Aksekili, bu kitapçıktan Quilliam’ın, İslâm dininin geçmiş

dinleri nesh etmesinin tabii bir du-rum olduğuna, bununla beraber İslâm dininin ilelebet bâki kalaca-ğına işaret ettikten sonra, İslâm’ın bütün dinlerin en tercihe şayânı ve efdali olarak kalacağını belirttiğine

dikkat çekerek şunu ilâve etmek-tedir: “Medeniyet ne kadar terakki etse yine kavâid-i İslâmiye (İslam esasları) hâricine çıkılmayacağını itiraz kabul etmiyecek bir sûrette isbat ediyor.”

» Quilliam’a dair en kapsamlı kitapİngiltere’deki Kube Publishing’in yayınladığı Viktorya Zamanı Britanyası’nda İslâm: Abdullah Quilliam’ın Hayatı ve Zamanı adlı eserde Ron Geaves, Quilliam’ın eserleri ve öğretileri yanında bugünün Britanyalı Müslümanları arasındaki efsanevi rolünü de ele alıyor.

24 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

ni mu’âmele-i lâzimenin îfâsı şeref-sudûr buyrulan irâde-i seniyye-i Cenâb-ı Hilâfet-penâhi îcâb-î âlîsinden olmakla ol bâbda emr u ferman Hazret-i veliyyü’l-emrindir. Fî 24 Zilhicce sene (1)315 ve fî 4 mayıs sene (1)314. Ser kâtib-i Hazret-i Şeyriyâri Muhsin.”

Devlet tarafından üstün hizmet karşı-lığı verilen, çoğunlukla süslü ve kıymet-li taşlarla bezenmiş bir çeşit madalyon olan “Nişân-ı Osmânî”nin yalnız Abdul-lah Quilliam’a değil, aynı zamanda ailesi efrâdına da verildiğini görüyoruz. Buna ör-nek olarak, yanda Osmanlıca aslını gördü-ğümüz 121 irade numaralı belgeyi aşağıya aynen aktarıyoruz:

“Ma’rûz-ı çâker-i kemîneleridir ki,Abdullah Kuvilyam Efendi’ye altın ve gü-

müş imtiyaz madalyası ve zevceleri Hanna Hadice Kuvilyam ve Meryem Kuvilyam ha-nımlara ikinci rütbeden şef kat nişân-ı Hümâyûn ve kerimeleri Hanife ve Meryem Kuvilyam hanımlara ammi Ğulâm Ali Kuvilyam Bey’e Zayi’ madalyası ve mahdûmı Muhammad Efendi’ye beşinci rütbe-den Mecîdî nişân-ı zîşânı ihsan buyuruldığından muâmele-i lâzimenin îfası şeref-sudûr olan irâde-i seniyye-i Cenâb-ı Hilâfet-penâhî îcab-ı âlîsinden ol-mağla ol bâbda emr u ferman Hazret-i men lehû’l-

emrindir. 13 Zilka’de (1) 322 /6 Kanûnîsânî sene (1) 320 Serkâtb-ı Şehriyarî Muhsin.”

Bu belgeden anlaşıldığı üzere Abdullah Quilliam’ın 2 eşi bulunmaktadır. Ayrıca 2 kızı ile 1 oğlunun adı geçtiği gibi, amcası da zikredilir. Bu belge sayesinde sadece kendisi hakkında de-ğil, ailesi hakkında bilgiye ulaşıldığı gibi, onların Müslüman olduklarını da öğrenmemiz bakımın-dan önem taşır. Bu belgede adı geçmeyen küçük oğlu Ahmed hakkında da, İstanbul’da “Mekteb-ı Sultanîye’ye meccânen ve leyli (yatılı) olarak” kay-dedildiğini gösteren bir başka belgeden bilgi sa-hibi olmaktayız.

Abdullah Quilliam’ın Osmanlı sınırları için-

de de faaliyet gösterdiğini ve bu gö-revlerinin günü gününe takip edildiğini Yıldız Sarayı Baş Kitâbet Dairesi’ne gelen bir başka telgraftan anlıyoruz.

Manastır’dan Şifre:“Dün akşam buraya vâsıl olan Abdullah Quilli-

am Efendiye hurmet-i lâzime ifâ ve ahvâl-i sâbıka ve hâzırayâ dâir İngiliz matbûûatının hılâf-ı hakîkat (gerçeğe aykırı) neşriyâtını mâdde-i tekzîb idecek ma’lûmat-ı sure-i mükemmelede ihzâr kılmakda olduğu ma’rûzdur. 18 Şubat (1)320 Vâli Hâzim.”

Bu örneklerden anladığımıza göre Abdullah Quilliam ile ilgili yapılacak araştırmalarda Osman-lı arşivinde bulunan onlarca belgenin mutlaka değerlendirilmesi gerekiyor. Hatta yazımızın ba-şında da belirttiğimiz gibi, İngiltere’de yayınlanan çalışmalar gözden geçirilmeli ve İngiliz arşivleri de mutlaka taranmalıdır. Bu yolla sadece Osmanlı tarafından “Britanya Şeyhülislâmı” olarak tayin edilen Abdullah Quilliam’ın hayatı hakkında bil-giler elde edilmekle kalınmayacak, aynı zamanda İngiltere’de İslâm’ın ve Müslümanların tarihi hak-kında da yeni bilgi ve belgelere ulaşılacaktır.

Karizmatik bir vâiz olan Quilliam, Viktorya döneminde, Liverpool’da bir Müslüman cemaati vücuda getirdi.

Keşifl er

Mehmet ŞekerProf. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi.

» B

OA

C

M

Y

CM

MY

CY

CMY

K

Acun_(20,5x27,5)DerinTarih_H.pdf 1 20.04.2012 15:43

flMSUi f a S ¿

IP-

...

A • O

j ^ / S \

¿ y t p +S V— y i >.fl & --

J t -Vy» ^ ^uv" * u*

"Lj» !*>ú j V c- ¿ ~ o 1 * f y/jjJ j irjjs ^ ^(Jy if J & v *

’'Aj>

9 A ' U j l j> ^ s j l ^ A x , *— i5 * «- (J> *> * -* -y 1 ■*— (T Ï4 U i cb />-J

C

M

Y

CM

MY

CY

CMY

K

Acun_(20,5x27,5)DerinTarih_H.pdf 1 20.04.2012 15:43

Peşinde olacağımız soru şu: Cumhuriyet Türkiyesi’nde ihtilâllerin, özellikle de 27 Mayıs darbesinin din ile, dinî alanla irtibatı, ilişkisi nedir? Bu soru sadece “tarih olmuş” bir olayın sorusu, o olay içinde yer almış kişilerin, kurum-ların, çevrelerin, hatta fikirlerin sorgusu, muhakemesi ve tahlili olsaydı, işimiz muhtemelen daha kolay ve rahat olacaktı. Halbuki devamlılık kazanan darbe hadisesinin bizzat kendisi, programı ve mantığının yahut tortuları ve neticelerinin, bugün en geniş mânasıyla dinle alakalı bütün sahalarda deveran eden karmaşık bir zihniyete, bir ilişkiler ağına, aktüel olarak siyasî akışı ve dinî yaklaşımları hâlâ etkileyen, yer yer belirleyen bir mahiyete bürünmüş olması soruları ve sorguları daha hayatî, bir o kadar da zor ve çetrefil kılıyor. Ayrıca meseleye nereden, hangi önce-liklerle baktığınıza göre cevapları değişiyor, problemleri derinleşiyor.

Askerî darbelerle dinî meseleler arasındaki ilişkinin bir tarafında elbette ihtilâllerin ruhu ile devleti ele geçiren / devlet olan silahlı gücün, subayların Türkiye’de din vâkıası etrafındaki bilgileri, düşünceleri, laiklik anlayışları ve ide-olojilerinin ana istikametleri var. Diyanet İşleri Başkanlığı başta olmak üzere din meseleleriyle bir şekilde ilgili res-mi dairelerin, din eğitimi veren kurumların, bürokrasinin, muhafazakâr basının da isteyerek yahut icbarlar netice-sinde fakat her seferinde bu ruha ve programa doğru hareket etmeye başladığını görüyoruz.

İkinci tarafta her darbe sonrasında dinî inançları, dü-şünceleri ve yaşama biçimleri irtica, hurafe ve bâtıl inanç üzerinden ağır tenkitlere ve karalamalara maruz kalan mütedeyyin Türk halkı ile dönüştürülmek, sisteme bağ-lılıkları artırılmak istenen dinî-siyasî gruplar, cemaat ve tarikat yapıları bulunmaktadır.

Üçüncü tarafı uluslararası çevreler oluşturuyor. Onlar daha programlı; bir taraftan içeride ve dışarıda gücünden henüz emin olmayan ihtilâlcilerin (bütün politikalarına olduğu kadar) din politikalarına yön vermeye, diğer taraf-tan da yerinden olma ihtimali kuvvetli dinî fikirlerin ve ha-reketlerin bir kısmını canlandırarak, bazılarını zayı� atarak ama hepsini kendi istikametine doğru sevketmeye hazır ve isteklidir.

Darbeler dine de müdahale ederTürkiye’de darbe tara� arının din meseleleri etrafındaki

mantığını ve ilk bakışta karmaşık, ilkesiz, çelişik gibi du-ran hareketlerini görmek için uygun bir yerden başlaya-lım isterseniz. Siyasî ve iktisadî alanda olduğu kadar din sahasında da derin yaralar açan ve toplumsal yarılmalar meydana getiren 27 Mayıs İhtilâli’nin Millî Birlik Komitesi üyesi Alparslan Türkeş, 17 Temmuz 1960 tarihli Cumhuri-yet gazetesine verdiği röportajda dinle ilgili konulara da temas ediyor. 1969 yılı sonlarında Erbakan-MNP hareke-tinin ortaya çıkışı ile birlikte Türkleşmek yanında dindar-laşmaya doğru bir siyaset de takip edecek olan Albay, o sıralar başka bir tarafın sözcülüğünü yapmaktadır. Prog-ramlı olduğu açık olan soruların ve cevapların akışı şöyle:

“Atatürk inkılapları onun ölümünden sonra yerlerinde saymamış olsalardı, belki de bu davayı şimdiye kadar hal-letmiş olacaktık.

- Atatürk inkılapları yerlerinde saymadılar, gerilediler. Din, kıyafet ve en mühimi zihniyet sahasında gerilediler.

Kıyafet derken Türk kadınını o utanılacak kılığa sokan çarşafı kastediyorsunuz değil mi? (sualime bir sualle muka-bele etti).

- Son zamanlarda Anadolu’yu hiç dolaştınız mı? Çarşa-

27 MAYIS DARBESİ’NİN DİNİ VAR MI?

İSMAİL KARA

Defter

26 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

» Prof. Dr., Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi'nde Türk Düşünce Tarihi ve İslam Ahlâkı Ana Bilim Dalları başkanıdır.

fın nasıl kapkara bir yangın halinde bütün yurdu sardığını gördünüz mü?

İnkılaplar mevzuunda yalnız din, kıyafet ve zihniyette mi geriledik?

—Hayır Türkçecilikte de… Türkçecilik bu millete Atatürk’ün en büyük, en faydalı hediyelerinden biri idi. Evvela ezanı Arapça okutmakla buna ihanete başladılar.

Ya Kur’an’ın Türkçeleştirilmesi teşebbüsleri? Sabıkların [Demokratların] baltaladıkları bu teşebbüslere taraftar mı-sınız?

—Mutlaka… Türk camiinde Türkçe Kur’an okunur, Arapça değil”.

Türk kadınının utanılacak kılığı, kara çarşaf, Türkçe iba-det, Türkçe ezan gibi tehditkâr, kaba ve karşı tarafı yarala-yıcı, sindirici sert unsurlar üzerinden kurulan bu merkezî dinî söylemin tarihi elbette 27 Mayıs’la başlamış değil. Belli ki ihtilâl de Tek Parti dönemi din politikalarına atıfta bulunuyor, onu talep ediyor. Yalnız askerî darbe çok partili hayata geçiş döneminde kısmen sağalan, büyük ölçüde kabuk bağlayan bir yarayı fütursuzca açıyor, din üzerin-den yarılmayı derinleştiriyor. Türk aydınlarının ve üniversi-te mensuplarının, hususen din üzerinden kesin çizgilerle ortadan ikiye ayrılması da bu tarihten sonradır. 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat sonrasında da bu söylem askerler, bürokrasi, basın ve bazı ilahiyatçılar üzerinden aşağı yuka-rı aynı şekilde yeniden inşa edilecek yahut canlandırılarak tedavüle sokulacaktır. Elbette yarılma da artacak.

Ara bilgi olarak zikredelim; darbelerin din politikala-rındaki devamlılığı gösteren ilginç örneklerden biri Millî Birlik Komitesi üyesi Mehmet Özgüneş (1921-1992) olma-lıdır. 27 Mayıs İhtilâli’nden itibaren vefatına kadar din me-seleleriyle yakından ilgilenen / ilgili kılınan Özgüneş, 12 Mart muhtırasından sonra kurulan 1. Nihat Erim (26 Mart 1971-11 Aralık 1971), güvenoyu alamayan Sadi Irmak (17 Kasım 1974-31 Mart 1975) ve nihayet 12 Eylül darbesin-den sonra kurulan Bülent Ulusu (12 Eylül 1980-13 Aralık 1983) hükümetlerinde Diyanet’ten (ve elbette dinle ala-kalı başka işlerden de) sorumlu devlet bakanıdır. 12 Mart

müdahalesinin akabinde İmam Hatip Okulları camiasının bir kanadı olarak Tayyar Altıkulaç ve ekibini Diyanet’e ta-şıyan, Ankara İlahiyat Fakültesi kadrosuyla yakın münase-betler geliştiren de bu zattır.

Fakat bu işin bir tarafıdır ve genellikle yapıldığı gibi sadece buraya yoğunlaşıldığı zaman meselenin boyutları tam olarak anlaşılamaz. Türkiye’de ve İslâm dünyasında darbeler ve müdahalelerle her türden dinî hareketlerin canlanışı ve yükselişi arasında -zannedilen ve dillendirile-nin aksine- doğru bir orantının bulunduğunu da görmek gerekiyor. Bir başka şekilde söylersek darbeler uluslararası programlara ve taleplere de uygun olarak dinî düşünce ve hareketlerin, grupların, cemaatların bazılarını biçimsiz-leştirerek aşağıya doğru çekmeye çalışırken bazılarını da kontrolü artırarak, içini boşaltarak yukarıya doğru itmek-tedir. Karmaşık bir program ve ilişkidir bu. İnerek ve çıka-rak darbe koalisyonlarına girenler dönemlere göre yer ve rol değiştirebilir; bu yüzden hangilerinin tekdir, hangileri-nin takdir gördüğü sorusunun her zaman için geçerli ve doğru bir cevabı yoktur.

Ayrıca bir askerî dönemin katı, radikal, muhalif, mağ-dur dinî grupları ve kişileri bir sonraki askerî dönemin ılımlıları, muktedirleri ve muvafıkları da olabilirler, olu-yorlar. Zaten siyasî merkezler için birinci sırada önemli olan dinî düşünce ve hareketlerin (her türlü hareketin) şeriatçı-radikal veya seküler-mutedil-ılımlı-liberal olup olmaması değil, konjonktürel olarak uygunluk ve kulla-nışlılık derecesidir.

Diyanet İşleri Başkanlığı ve taşradaki mülkî-askerî amirler üzerinden camilerde 27 Mayıs hutbeleri okutan Millî Birlik Komitesi’nin, Türkeş’in röportajından birkaç gün sonra, 25 Temmuz 1960 tarihinde yayınladığı 35 nu-maralı tebliğ tam da bu ikinci hatta işaret ediyor gibidir. Aynı merkezin karşı programını yahut aynı koalisyonun bir başka yönünü seslendiren, kendince dinî alanı koru-maya ve garantiye alan bu bildiri şöyle:

“Vicdan hürriyetinin hazinesi olan mukaddes dini-mizin, irticai ve siyasî cereyanlara âlet edilmeden,

2012 MAYIS / DERİN TARİH 27

» 27 Mayıs İhtilâli’nin hemen akabinde İmam Hatip Okullarının kapatılması da gündemdeki yerini almıştı. Org. Cemal Gürsel bir grup üst düzey subay ve bürokrat-la, rivayetlere göre “meseleyi yerinde tetkik ve tahkik” için İstanbul İmam Hatip Okulu’na gelmiş, hocalarla ve talebelerle görüşmüş, ders dinlemiştir. Bu ziyaretle İmam Hatip Okulları o gün için sert tartışmaların dışına çıkmış olsa da her askerî müdahale sonrasında kapatıl-maları, sayılarının azaltılması yahut önlerinin tıkanması canlı bir tartışma konusu olmaya devam edecektir.Fotoğrafta Gürsel ve beraberindekiler bu ziyaret son-rasında İstanbul İmam Hatip Okulu’nun anakapısında idareciler, öğretmenler ve İlim Yayma Cemiyeti men-suplarıyla birlikte görülüyorlar. Tarafl arın yüzlerinde tedirginlikten ziyade memnuniyet ifadesi var. İs

mai

l Kar

a ar

şivi

saf ve lekesiz kalması, Millî Mirlik Komitesi’nin en büyük emelidir.

Vatandaşlarımızın din hakkındaki inanış ve ibadetle-rine ‘Ne kanun ve ne de zor kuvveti ile’ müdahale edi-lemez.

Bu maksatla, şunu kesin olarak belirtmek isteriz ki, bazı teşekkül ve şahıslar tarafından yapılan, ezan ve Kur’an-ı Kerim’in Türkçe okutulması mecburiyeti gibi, va-tandaşlarımızın zihinlerinde yanlış kanaatler uyandıracak istidatdaki beyan, tefsir ve propagandalar, hiçbir suretle Millî Birlik Komitesi’nin fikirlerini ifade edemez” (Resmî Gazete, 30 Temmuz 1960, s. 1856).

Muhafazakâr çevreler darbelere karşı mı?Millî Birlik Komitesi’nin bu beyanatı mütedeyyin,

muhafazakâr kesim tarafından sevinçle, takdirle karşı-lanmış ve Türkeş’in seslendirdiği “düşman” programa ce-vap verdiği için de açıkça desteklenmiştir. Devrin etkili mukaddesatçı-dindar yayın organlarından Sebilürreşad dergisinin bu beyannameyi ilk sayfadan verdikten sonra, muhtemelen Eşref Edip tarafından kaleme alınmış 2 say-falık müsbet bir yorum yazısını neşretmesi temsil gücü yüksek destek örneklerinden biri olarak verilebilir. Aynı sayının kapağında Cemal Gürsel’in asker kıyafetli büyük bir fotoğrafı var. Yorumun son cümleleri, okuyucuların-dan ihtilâlci devlete ve hükümete tam bir itimat ve halis bir itaat talep etmektedir:

“(…) Millî birliğe, millî vahdete hürmet etmek, bu-gün her zamandan ziyade millî ve vatanî bir vazifedir. Fikirleri teşettüte uğratacak, gönülleri rencide edecek, iman ve itikatları sarsacak her türlü ayırıcı tefrika ve ni-faka sürükleyici hareketlerden sakınmak, millet ve dev-letimizi selâmet ve saadete isâl etmek için bütün gayret

ve samimiyetleriyle çalışan fedakâr Millî Birlik Komitesi ve hükümeti etrafında, ona tam bir itimat ve rabt-ı kalb etmek, onun gösterdiği hak ve fazilet yolunda yürümek, her Müslüman Türk için dinî, vatanî bir borçtur. Dine, di-nin icaplarına herhangi bir müdahale vukuu endişesine mahal olmadığına işte Millî Birlik Komitesi’nin bu tebli-ği gayet açık resmi bir teminattır. Buna can u gönülden teşekkür ederek müsterih ve mutmain olmak icap eder” (“Resmi tebliğ: Dine hiçbir suretle müdahale edilemez”, Sebilürreşad, XIII / 311, Temmuz 1960, s. 162-63)

Bu hissiyatın darbeci siyasî odağın din merkezli olarak yapmak istediklerinden birinin ciddi bir karşılık bulması mânasına geldiğinde şüphe yoktur. Fakat aynı zamanda siyasî güce ve devlete karşı doğrudan muhalefeti benim-semeyen, böyle kriz ve şiddet zamanlarda sabır-taham-mül-temkin “politika”larını devreye sokarak geriye çeki-len, nihayetinde üzerlerine kapanan kapıların açılacağı uygun zamanı kollayan mütedeyyin kesimin, karşısındaki tara� ardan biriyle, bir yerden münasebete geçerek bu-nun üzerinden inancını ve varlığını sürdürme teknikleri-ne de kuvvetle işaret eder.

Zor soru şurada: Sebilürreşad’ın benzerleri çok olan bu tavrı yahut 27 Mayısçılarla münasebetleri iyi olan Erbakan’ın 60’lı yıllar biterken “önce ahlâk ve maneviyat” sloganıyla yola çıkan bir siyasî hareketin öncülüğünü yapması, Necip Fazıl’ın Rapor 13’te 12 Eylül darbesini methiyeler düzerek karşılaması… Türkiye’deki İslâm meselesine, dinî düşünce ve hareketlere nasıl, ne yolda, hangi istikamette etkide bulunmuştur? Kişileri kaldı-rın, yerine 12 Eylül ve 28 Şubat süreçlerine alenen veya zımnen destek veren cemaat ve tarikat yapılarını veya muhafazakârların idaresindeki dernek ve vakı� arı koyun, soru ağırlığından hiçbir şey kaybetmeyecektir.

Defter

28 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

» Millî Birlik Komitesi başkanı Cemal Gürsel’i tam sayfa ağırlayan Sebilür-reşad mecmuasının bu kapağı ihtilâllerle mütedeyyin çevreler arasındaki çok tarafl ı ve istisnai olmayan problemli ilişkiyi göstermek bakımından anlamlı bir tercihe yahut bir baskıya işaret ediyor.Başka şaşırtıcı şeyler de var: 27 Mayıs Derbesi’nden sonra Diyanet İşleri başkan yardımcılığı görevine getirilen emekli general ve tarikat men-subu Sadettin Evrin, Kur’an-ı Kerim’de Hz. Peygamber için geçen “vemâ erselnâke illâ rahmeten li’l-âlemîn” (“Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik”, Enbiya, 21/107) âyet-i kerimesinin ebced hesabıyla 27 Mayıs’a da işaret ettiğini, yani ihtilâlin de bir rahmet olduğunu yaz-mıştır. Kitabındaki ifade aynen şöyle: “Hazreti Muhammed için Kur’an-ı Kerim’de söylenen ‘Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik’ âyetinin 27 Mayıs 1960 inkılâbından bir ay sonra giren 1380 hicrî yılına tarih düşmesi, içinde bulunduğumuz zamana ait bir işaret ve yukarıda belirtilen mânevî rahmete bir beşaret [müjde] addedilebilir” (Sadettin Evrin, Allah Bizimle, Ankara, Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., 1961, Önsöz).Unutmayın, her askerî müdahaleden sonra Diyanet’e işleri tedvirle görevli önemli bir subay tayin edilir.

İsm

ail K

ara

arşiv

i

Bilgi ve Doküman Yönetimi Şubesi Tel: (212) 455 63 29 Faks: (212) 512 06 41www.ito.org.tr e-posta: [email protected] Çağrı Merkezi: 444 0 486

“Kitaplar yaşadıkça ‘geçmiş’ diye birşey olmayacaktır”

Edward Bulwer-Lytton

Stratejik Düşünce ve Kurumsal GirişimcilikProf. Dr. Canan Çetin

16x23 cm,141 sayfa, karton kapak

16x23 cm, 114 sayfa, karton kapak

Türkiye’de Devlet Girişimcilik ve Yerel KalkınmaDoç. Dr. Murat Çokgezen

İstanbul’unRenkli HazineleriBizans MozaiklerindenOsmanlı Çinilerine

Roma ve Bizans’a bin 123 yıl, Osmanlı İmparatorluğu’na da 470 yıl başkentlik yapan İstanbul’un hazineleri bu kez mozaik ve çinilerle günışığına çıkıyor. Roma ve Bizans mozaikleriyle Osmanlı çinilerindeki motifler Doğu ve Batı arasındaki ortak kültür özelliklerini de yansıtıyor.

336 sayfa, 30x30 cm, sert kapak, şömiz, kutulu

İstanbul’un Atlı ve Elektrikli Tramvayları

İstanbul’un tramvay serüveninin anlatıldığı kitap okuyucuyu 1869 yılından günümüze tarihi bir yolcu-luğa davet ediyor. Kitapta tramvaylarla ilgili ayrıntılı bilgiler yer alırken tramvayın hayatımızdan 1960 yılında çıktığı 1990 yılında ise “nostaljik tramvay” olarak hayatımıza geri döndüğü de anlatılıyor.

290 sayfa, 22x30 cm, sert kapak, kutulu

Prof. Dr. Vahdettin Engin

İstanbul’unRengi Erguvan

Tarihin ve Medeniyetin Beşiği ÇarşılarHüseyin Öztürk

Osmanlı’da ticaretin ve esnaflığın mercek altına alındığı kitap, Türkiye’nin dört bir yanında bulunan bedestenlere konuk olarak meraklılarına unutulmayacak bir seyahat yaşatıyor. Kitapta Osmanlı çarşı ve esnaf kültürü akıcı bir üslupla anlatılıyor.

320 sayfa, 21x30 cm, sert kapaklı, şömiz

Dersaadet’teTicaretDoç. Dr.Bayram Nazır

Kitap Osmanlı’da ticaret müessesesine ışık tutuyor. Dilenciliğin de bir esnaflık olarak anlatıldığı kitapta, hayvanlara küfreden kasabın şahitliğinin kabul edilmeyeceği, gururlanan esnafın ahilikten atılacağı gibi ilginç bilgiler de yer alıyor. Nostaljik fotoğraflarla da geçmişte keyifli bir yolculuk yaşatıyor.

350 sayfa, 21x30 cm, sert kapak

Sultan 2. Abdülhamid’in Mirası İstanbul’da Kamu BinalarıFatmagül Demirel

2. Abdülhamid döneminin farklı bir yönünün incelendiği kitapta kamu binaları masaya yatırılıyor. Şişli Etfal Hastanesi, Sirkeci Garı, Darülaceze gibi 13 kamu binasının incelendiği kitapta binaların yapılış tarihi, nedeni ve binalarla ilgili geniş görseller de yer alıyor.

264 sayfa, 23x30 cm, sert kapak, şömiz, kutulu

155 sayfa, 30x30 cm, sert kapak, kutulu

İstanbul’un doğum tarihi mayıs, rengi eflatun, çiçeği erguvandır… Baharda Boğaz’ın iki yakasını süsleyen erguvanlar bu kez kitap olarak çıkıyor meraklılarının karşısına. İstanbul’u simgeleyen ve sadece 20 günlük ömrü olan erguvanlar geniş görseller eşliğinde bu kitapla ölümsüzleşiyor.

Bilgi ve Doküman Yönetimi Şubesi Tel: (212) 455 63 29 Faks: (212) 512 06 41www.ito.org.tr e-posta: [email protected] Çağrı Merkezi: 444 0 486

“Kitaplar yaşadıkça ‘geçmiş’ diye birşey olmayacaktır”

Edward Bulwer-Lytton

Stratejik Düşünce ve Kurumsal GirişimcilikProf. Dr. Canan Çetin

16x23 cm,141 sayfa, karton kapak

16x23 cm, 114 sayfa, karton kapak

Türkiye’de Devlet Girişimcilik ve Yerel KalkınmaDoç. Dr. Murat Çokgezen

İstanbul’unRenkli HazineleriBizans MozaiklerindenOsmanlı Çinilerine

Roma ve Bizans’a bin 123 yıl, Osmanlı İmparatorluğu’na da 470 yıl başkentlik yapan İstanbul’un hazineleri bu kez mozaik ve çinilerle günışığına çıkıyor. Roma ve Bizans mozaikleriyle Osmanlı çinilerindeki motifler Doğu ve Batı arasındaki ortak kültür özelliklerini de yansıtıyor.

336 sayfa, 30x30 cm, sert kapak, şömiz, kutulu

16x23 cm, 114 sayfa, karton kapak

Türkiye’de Devlet Girişimcilik Stratejik Düşünce ve

16x23 cm,141 sayfa, karton kapak

16x23 cm, 114

İstanbul’un Atlı ve Elektrikli Tramvayları

İstanbul’un tramvay serüveninin anlatıldığı kitap okuyucuyu 1869 yılından günümüze tarihi bir yolcu-luğa davet ediyor. Kitapta tramvaylarla ilgili ayrıntılı bilgiler yer alırken tramvayın hayatımızdan 1960 yılında çıktığı 1990 yılında ise “nostaljik tramvay” olarak hayatımıza geri döndüğü de anlatılıyor.

290 sayfa, 22x30 cm, sert kapak, kutulu

Prof. Dr. Vahdettin Engin

İstanbul’unRengi Erguvan

Tarihin ve Medeniyetin Beşiği ÇarşılarHüseyin Öztürk

Osmanlı’da ticaretin ve esnaflığın mercek altına alındığı kitap, Türkiye’nin dört bir yanında bulunan bedestenlere konuk olarak meraklılarına unutulmayacak bir seyahat yaşatıyor. Kitapta Osmanlı çarşı ve esnaf kültürü akıcı bir üslupla anlatılıyor.

320 sayfa, 21x30 cm, sert kapaklı, şömiz

Dersaadet’teTicaretDoç. Dr.Bayram Nazır

Kitap Osmanlı’da ticaret müessesesine ışık tutuyor. Dilenciliğin de bir esnaflık olarak anlatıldığı kitapta, hayvanlara küfreden kasabın şahitliğinin kabul edilmeyeceği, gururlanan esnafın ahilikten atılacağı gibi ilginç bilgiler de yer alıyor. Nostaljik fotoğraflarla da geçmişte keyifli bir yolculuk yaşatıyor.

350 sayfa, 21x30 cm, sert kapak

Sultan 2. Abdülhamid’in Mirası İstanbul’da Kamu BinalarıFatmagül Demirel

2. Abdülhamid döneminin farklı bir yönünün incelendiği kitapta kamu binaları masaya yatırılıyor. Şişli Etfal Hastanesi, Sirkeci Garı, Darülaceze gibi 13 kamu binasının incelendiği kitapta binaların yapılış tarihi, nedeni ve binalarla ilgili geniş görseller de yer alıyor.

264 sayfa, 23x30 cm, sert kapak, şömiz, kutulu

155 sayfa, 30x30 cm, sert kapak, kutulu

İstanbul’un doğum tarihi mayıs, rengi eflatun, çiçeği erguvandır… Baharda Boğaz’ın iki yakasını süsleyen erguvanlar bu kez kitap olarak çıkıyor meraklılarının karşısına. İstanbul’u simgeleyen ve sadece 20 günlük ömrü olan erguvanlar geniş görseller eşliğinde bu kitapla ölümsüzleşiyor.

30 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

alkan Savaşı’nın 100. yıldönü-mündeyiz. Ancak Ekim 1912’den yıllar önce, daha Mayıs 1903’te Balkanlar’ı kesif bir savaş kokusu sarmıştı. Balkan ülkelerinin tarih portföylerinde önemli yer tutan,

giderek millîleşip hafızalarına kazınan ve bugün bile törenlerle anılan birçok hadise daha o zaman

yaşanmıştı. Büyük güçler yanında Bulgar, Sırp, Yunan, Ulah ve Arnavut milliyetçileri arasında Makedonya üzerinde süren nüfuz mücadelesi ne-redeyse genel bir savaşa yol açacaktı.

Önce 10 Nisan’da Mitroviça’daki Rus Konsolosu Şçerbina bir Arnavut tarafından vuruldu. Avustur-ya ve Rusya’nın ortak bir nota vermesi, Almanya maslahatgüzarının “Vakit gayet dar, hatta bugün

BALKAN SAVAŞı

AbdülhAmİt Kırmızı[email protected]

B

’TE ÇıKACAKTı!

2012 MAYIS / DERİN TARİH 31

bile Rumeli’de bir şey olmak ihtimali var” demesi Sultan II. Abdülhamid’e uykusuz geceler yaşat-mıştı. Konsolosun vurulması, daha 3 gün önce resmî yazışmalardaki “Makedonya” tabirinin kul-lanılmasını katiyen yasaklamış olan padişahın telaşını artırdı. Ona göre cinayeti bahane edecek olan Avusturya, Mitroviça’yı işgal tasavvurunday-dı. Rusya ise statükoyu sürdüremediği takdirde Avusturya’nın işgaline mukabil Bulgaristan’ı işgal etmek niyetindeydi. İtalya ile İngiltere de Selanik’i almak için ittifak etmişlerdi.

Daha bu olayın etkileri soğumadan, Nisanın son günlerinde Selanik şehri anarşist Bulgar/Ma-kedon komitacılarının sabotajlarıyla sarsıldı. Li-manda Fransız Guadalquivir isimli yolcu gemisi, şehir merkezinde ise 20 kadar yer bombalandı.

İstanbul’dan gelen trenin geçeceği raylar, havaga-zı ve su şebekesi, Café Alhambra, Alman bowling kulübü ve okulu, Osmanlı Bankası şubesi havaya uçuruldu. Gece de sağa sola rastgele dinamitler atıldı. Avrupalıların gönderdikleri savaş gemileri ise Mayıs başında limana demirleyecekti.

Bitmedi. Mayıs sonunda 4 bin Bulgar komitacı-sının Selanik’teki devlet binalarına saldıracağına dair gelen istihbarat duyumu yüzünden devlet ricali 24 Mayıs gecesini ayakta geçirdi. Böyle bir şey olmadı, ancak aynı gün İstanbul’da Rus sefi-rine düzenlenmesi planlanan bir bombalı suikast girişimi açığa çıkarıldı. 2 hafta sonra, 10 Haziran gecesi Sırp Kralı ve Kraliçesi (I. Aleksander ve Dra-ga) bir grup subay tarafından hunharca katledildi. Cinayeti işleyen askerler kralın Avusturya’ya yak-laşmasından rahatsız olan Rus yanlılarıydı. Tahtı devralan Veliaht Petar Karayorgeviç’in de bu işte parmağı olduğu düşünülüyordu. Bu cinayetler sa-dece Osmanlı padişahını değil, Rus yanlısı Bulgar Kralı Ferdinand’ı da korkutuyordu.

1903’te yaz hiç bitmeyecek gibiydi. Ortodoks-lar için kutsal bir pazar akşamı olan 2 Ağustos’ta, Bulgar çeteciler Manastır, Selanik, Pirlepe ve Ohri’de telgraf hatlarını kestikten sonra Osmanlı garnizonlarına saldırarak İlinden İsyanı’nı başlat-tılar. Birkaç ay önceki konsolos cinayetinden sonra padişahı sakinleştirmiş olan Sadrazam Ferid Paşa da soğukkanlılığını kaybederek Makedonya’yı ka-rıştıran çetelerin arkasındaki Bulgaristan’a karşı savaş açılmasına taraftar oldu. Avusturya ve Al-man büyükelçilerine bu görüşünü açıkça ifade etti. Sadrazam, Bulgaristan’ın Osmanlı Devleti’ne saldırmasından korkan padişaha, böyle bir savaş-ta Bulgaristan’ın kesinlikle yenileceğini, hücumu hayal bile edemeyeceğini, Makedonya’daki çete-lerin kanlı eylemleri konusunda Bulgaristan’la görüşmeler yapmanın Osmanlı’nın güçsüzlüğü-ne yorulabileceğini söyledi. Sofya’daki Osmanlı komiseri Ali Ferruh Bey dahil birçok devlet adamı Ferid Paşa ile aynı fikirdeydi.

Mercek

1903 ve devamında büyük güçler yanında Bulgar, Sırp, Yunan, Ulah ve Arnavut milliyetçileri arasında Makedonya üzerinde süren nüfuz mücadelesi neredeyse umumî bir savaşa yol açacak, Balkan Savaşı çok daha önce başlamış olacaktı.

» II. Abdülhamid Balkan Savaşı’nın kokusunu almıştıYunanistan, Sırbistan, Bulgaristan ve Romanya’nın Osmanlı İmparatorluğu’na karşı başlattıkları Balkan Savaşları (1912-1913) sonucunda Osmanlı Balkanlar’daki topraklarının büyük bir kısmını kaybetti. Ancak bu savaşın kokusu çok daha önce, 1903 yılında Sultan II. Abdülhamid’in burnuna gelmeye başlamıştı.

Koso

va’d

an B

irinc

i Dün

ya H

arbi

’ne

Osm

anlı

Sava

şlar

ı Alb

ümü

- Atla

s Tar

ih K

itapl

ığı

32 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

Abdülhamid savaş tehlikesini atlatıyorTarihçi Fikret Adanır’ın ifadesiyle, “Sultan

Abdülhamid sadrazamını dinlemiş olsaydı, daha 1903’te bütün bilinmez sonuçlarıyla bir Balkan savaşı çıkmış olurdu.” Mithat Paşa’nın ve diğer ricalin savaş isteklerini dizginleyemediği için daha saltanatının başında 93 Rus Harbi’ni önleye-meyen Sultan Abdülhamid, bu defa çevresindeki paşaların sözlerine itibar etmedi.

Çetelerin çıkardığı hadiseler Sofya’da planlan-mıştı; çünkü Bulgarlar, Rusya ve Avusturya’nın hazırladığı Viyana Islahat Programı’nın kabul edilmiş olmasından rahatsızdı. Zira buradaki he-defl er tutturulduğunda bağımsız Bulgaristan ha-yalleri suya düşecekti. Manastır vilayetini kasıp kavuran, binlerce kişinin ölmesine ve göç etmesi-ne yol açan İlinden İsyanı, Avusturya İmparatoru ile Rus Çarı’nın Ekim 1903’te Mürzsteg’te buluş-ması ve Makedonya için uluslararası gözlem altın-da yürütülecek yeni bir reform programı üzerin-de anlaşmasıyla sonuçlandı.

8 Ağustos’ta Manastır’daki Rus Konsolosu Rostkovski’nin, selam vermediği için azarladığı bir Osmanlı nöbetçi eri tarafından vurulması, muhtemel bir savaşta Bulgaristan’a Rusya’nın vereceği desteği hesaplayan Padişahı bir kez daha korkuttu. Kendisi tahta geçmeden az önce, Mayıs 1876’da Selanik’te yaşanan Konsoloslar Katliamı’nın yol açtığı diplomatik sorunları hatır-lamış olmalı ki, derhal acil ve sert tedbirler aldı.

Konsolosu öldüren asker Halim, hatta diğer nö-betçi asker Abbas 4 gün içinde tamamlanan mu-hakemeden sonra —cinayeti önleyemediği için—

hemen idam edildiler. Önemli nöbet noktalarına “Türkçe bile konuşamayan vahşi Arnavutları” yerleştirdiği için Vilayet Kumandanı da yargılanıp görevinden alındı. Konsolosun Halim’e küfret-tikten sonra ateş ettiğini iddia eden bir asker 15 yıl, Tevfik adlı bir temizlik işçisi 5 yıl hapis ce-zası aldı. Halim’in bölük komutanı ile cinayetten sonra Konsolosluğa giderken maktul hakkında kötü konuşan 2 teğmen meslekten uzaklaştırıldı. Padişah mahkemeyi bizzat takip eden Hüseyin Hilmi Paşa’ya idamların hemen uygulanmasını emretti. Sultan II. Abdülhamid böylece Rus filo-su Karadeniz’de hemen boy göstermiş olmasına rağmen yine savaşı önlemeyi başarmış oluyordu.

Bu sürecin devamında konsoloslara yönelik muhtemel saldırılar Babıali’nin en büyük kor-kuları arasına girdi. Bulgar çetelerinin tehditleri hakkında İstanbul’daki sefaretler uyarıldı. Sefirler İstanbul’da korkunç olaylar çıkacağından endişe ediyor, vatandaşlarını korumak için kendi ülke-lerinin savaş gemilerini Boğaz’a getirtmeyi düşü-nüyorlardı. 1 Eylül’de Padişahın tahta çıkışının yıldönümü kutlamaları için İstanbul’a gelmekte geciken bir Avusturya gemisinde bombalar patla-dı, onlarca kişi öldü. Gecikmeseydi gemi, kutla-malar sırasında havaya uçurulacaktı!

Yabancılara yönelik başka saldırılar da yaşandı. Kosova’da Arnavutların Sırp Konsolos Martinoviç’i katletmesi, Avusturya Konsolosu’nun eşi ve kızı-nın dağa kaldırılması, Üsküp’teki Fransız banka-sına saldırılması gibi olaylar Osmanlı Devleti’nın ölüp ölüp dirilmesine yol açtı. Nota üzerine nota yiyen Devlet-i Aliyye, Berlin Antlaşması’ndan beri sümen altı ettiği reform paketlerini uygulamama-ya devam ederse Makedonya işgal edilecekti.

Sonraki yıllar reform ve terör sarmalı içinde geçecek, fakat Balkanlar’da savaş da 1912 yılına kadar gecikecektir.

Abdülhamit KırmızıDoç. Dr., Şehir Üniversitesi Toplum Bilimleri Fakültesi, Tarih Bölümü öğretim üyesi.

Mercek

Zaferi ölümsüzleştiren kitapOsmanlı Devleti 1897 yılında yapılan Yunan Savaşı’nı ve kazandığı zaferi Musavver Tarih-i Harb isimli bu kitapla ölümsüzleştirmiştir. Güneşin doğuşu, al ve yeşil Osmanlı bayrakları, eski ve yeni silahlar devletin yeniden ayağa kalktığını ve imaj tazelediğini simgelemeye yöneliktir.

21x27,5BATIŞEHİRTOKİ İŞTİRAKİ EMLAK KONUT GYO A.Ş. Kaynak Geliştirme Uygulamaları Kapsamında Yapılmaktadır.

BATIŞEHİR, HER ŞEYİN YANI BAŞINIZDA OLDUĞUTEK ŞEHİR!Artık yollarda zaman kaybetmek yok.Çünkü Batışehir’de yok yok!Büyük bir şehirden beklediğiniz her şeyBatışehir’de evinizin yanı başında.

TEM ve E-5’in buluştuğu yerde, Doğan Medya Center’›ntam karş›s›nda. Atatürk Havaliman›’na ve Maslak’a 10’ar dakika.

İLK TAKSiTveya PEŞiNAT

2013’TE!

YENİ ETAP YENİ FIRSATLAR

444 5 343 batisehir.comtwitter.com/egeyapigroup

facebook.com/ege.yapi

Batışehir tanıtım filmini izlemek için kodu telefonunuza okutunuz.

1579’a gönderilen mesajlar her operatörün kendi SMS tarifesiyle ücretlendirilir. EgeYapı Group, bilgi vermek amacıyla 1579’a mesaj gönderen cep telefonlarıyla iletişime geçecektir.

Batışehir hakkındabilgi almak içinYSFK yazıp,1579’a gönderin.

21x27,5BATIŞEHİRTOKİ İŞTİRAKİ EMLAK KONUT GYO A.Ş. Kaynak Geliştirme Uygulamaları Kapsamında Yapılmaktadır.

BATIŞEHİR, HER ŞEYİN YANI BAŞINIZDA OLDUĞUTEK ŞEHİR!Artık yollarda zaman kaybetmek yok.Çünkü Batışehir’de yok yok!Büyük bir şehirden beklediğiniz her şeyBatışehir’de evinizin yanı başında.

TEM ve E-5’in buluştuğu yerde, Doğan Medya Center’›ntam karş›s›nda. Atatürk Havaliman›’na ve Maslak’a 10’ar dakika.

İLK TAKSiTveya PEŞiNAT

2013’TE!

YENİ ETAP YENİ FIRSATLAR

444 5 343 batisehir.comtwitter.com/egeyapigroup

facebook.com/ege.yapi

Batışehir tanıtım filmini izlemek için kodu telefonunuza okutunuz.

1579’a gönderilen mesajlar her operatörün kendi SMS tarifesiyle ücretlendirilir. EgeYapı Group, bilgi vermek amacıyla 1579’a mesaj gönderen cep telefonlarıyla iletişime geçecektir.

Batışehir hakkındabilgi almak içinYSFK yazıp,1579’a gönderin.

34 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

Dubrovnikli tüccarların asıl fonksiyonu istihbarat sağlamaktı. Radyo, gazete ve televizyonun olmadığı o dönemlerde Dubrovnikliler bir nevi “medya” vazifesi görüyordu.

DUBROVNIKOSMANLI CASUSLARININ ŞEHRİ:

» Orta Çağ kokan rengarenk bir liman şehriHırvatistan’ın güneyinde, Adriyatik Denizi sahilinde yer alan Dubrovnik (eski adıyla Ragusa), Orta Çağ’dan kalma tarihi eserleri, botanik bahçeleriyle meşhur Lokrum Adası ve katedrali ile ünlüdür. 15-16. yüzyılda büyük bir şehirleşme atılımı gerçekleştiren ve diplomatik becerisiyle tanınan bu şehir, 1979 yılında UNESCO’nun Dünya Kültür Mirası listesinde yerini aldı.

2012 MAYIS / DERİN TARİH 35

driyatik’in doğu kıyısını süs-leyen en güzel şehirlerden biri olan Dubrovnik, doğanın bahşettiği güzelliği ve zengin tarihsel birikimi ile bugüne ses-lenmek istiyor sanki. Özellikle

Osmanlı döneminde en parlak devrini yaşayan Dubrovnik’in bu büyük imparatorluk ile kurdu-ğu ilişki dikkate değer. Orijinal yapısını muhafa-za etmeyi başaran bu şehrin, kesin olmamakla birlikte 7. yüzyılda kurulduğu düşünülüyor. Fakat son zamanlarda yapılan arkeolojik kazılara göre şehrin kuruluşunun daha erken bir döneme rast-ladığını söyleyebiliriz.

Dubrovnik’i yönetenlere gelince… Şehir 1205 yılında Venediklilerin eline geçti. Venedikliler Dubrovnik’e hakim oldukları ilk günden beri yer-li tüccarları hem kara, hem deniz ticaretinde ken-dilerine rakip olarak görseler de Dubrovnik’in za-naat, tekstil üretimi, kara ve deniz ticaretindeki hızla yükselen başarısını engelleyemediler.

Şehirden cumhuriyete dönüşüm hamlesi

1358'de Dubrovnik halkı Venedik hakimiye-tinden kurtularak Macar-Hırvat Kralı Ludovik’in himayesi altına girdi ve senelik 500 dükat (altın) haraç ödemeyi kabul etti. Bu dönemde Dubrov-nik hızlı ve başarılı bir şekilde gelişmeye başladı. Komşu hükümdarlardan toprak satın alınarak sınırlar genişletildi. Böylece Dubrovnik şehri ar-tık “Dubrovnik Cumhuriyeti” olarak anılmaya başlandı.

Gelişimini sürdüren ve bir şehir devleti ha-line gelen Dubrovnik Cumhuriyeti, soyluların oluşturduğu üçlü konsey tarafından yönetiliyor-du. Zaman zaman yaş sınırı 20 de olsa, 18 yaşına gelen her soylu Büyük Konsey’in üyesi olurdu. (Bundan, Dubrovnikli bir çocuğun kaç yaşında olgunluğa erişmiş olarak kabul edildiğini öğre-niyoruz. Ayrıca soyluların yaşı, anne karnındaki ilk günlerden itibaren hesaplanıyordu. Dolayısıy-la soylu bir bebek, dünyaya gözlerini açtığında 9 aylık sayılıyordu.)

Büyük Konsey’in görünürde pek büyük bir rolü yoktu. Ancak üyeleri, Senato’nun ve Küçük Konsey’in üyelerini seçiyordu. Senato, Dubrovnik Cumhuriyeti hükümetini temsil etmekteydi.

Küçük Konsey, Cumhuriyet’in yürütme fonk-siyonunu gerçekleştiren organdı. Bu 3 konseyin başında Prens bulunuyordu. Fakat onun rolü

A

Şehir Tarihi

Dub

rovn

ik d

osya

sının

tüm

gör

selle

ri V

esna

Mio

vič

tara

fında

n te

min

edi

lmişt

ir.

» Tarihin en mavi haliDubrovnik’in bugünkü görüntüsü, mavinin kucağına yerleşen tarihi öğelerle olağanüstü bir panorama oluşturuyor.

Vesna MioVič[email protected]

36 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

gayet sembolik olup gücü ele geçirme-mesi adına görev süresi sadece 1 ayla sınırlanmıştı.

Dubrovnik Cumhuriyeti’nin zen-ginleştiği dönemde Doğuda ciddi bir tehlike olarak telakki edilen Osman-lı da hızla Balkanlar’a doğru ilerle-mekteydi. 14. yüzyılın sonuna kadar Osmanlılar Balkanlar’ın kritik bölge-lerini fethettiler. Bu gelişmelerin ar-dından Dubrovnikliler, Osmanlı yerel yöneticileri ile ticarete dayalı olumlu ilişkiler kurmaya özen gösterdiler. İlk yıllarda İstanbul ile ilişki kurmaktan özellikle kaçınmışlardı; zira halen

Balkanlar’daki Osmanlı ilerleyişinin Haçlılar tara-fından durdurulacağına inanılıyordu. Halbuki da-ğılmış durumdaki Batı Avrupa devletlerinin, çaba göstermelerine rağmen güçlü bir birlik oluştura-madıkları için organize ve büyük bir orduya sahip Osmanlı’ya karşı koymaları mümkün olmadı. Öte yandan, daha önce Osmanlı ile iyi ilişkiler içinde olan bazı Avrupa devletleri bu güçlü imparator-lukla savaşa girmeyi göze alamadılar.

“İstanbul’u fetheden, elbetbizim de kapımıza dayanır”

Bu gelişmeler denkleminde Dubrovnikliler ortada kaldıklarını anladılar. Hayatta kalmanın bir yolunu bulmaları gerekiyordu. Fatih Sultan Mehmed’in Osmanlı İmparatorluğu’nun başına geçmesinin (1451) ve İstanbul’u fethinin (1453) ardından “İstanbul’u fetheden mutlaka bizim de kapımıza dayanır” düşüncesiyle endişeye kapıldı-lar. Öte yandan, Bosna’daki akıncılar meselesi de Dubrovnikli yöneticiler için bir problem olarak beliriyordu. Zira on yıllardır Bosna’daki Osmanlı akıncılarından kaçıp Dubrovnik’e sığınan Hıristi-yanlar baskı altında kalıp sinmişti. Bu mültecile-rin anlattıklarından etkilenen ve korku ile hare-ket eden Dubrovnik yönetimi, vakit kaybetmeden şehrin savunmasını güçlendirme çalışmalarına başladı. Fakat beklenen olmadı ve 1458’de Fatih Sultan Mehmed uluslararası bir anlaşma mahi-yetinde olan bir ahidnâme verdi. Bu anlaşmaya göre Dubrovnikliler senelik 1500 altın haraç

Şehir Tarihi

» Dubrovnikliere ayrıcalık tanıyan ahidnâmeIII. Murad’ın Dubrovniklilere verdiği 11 Mayıs 1575 tarihli ahidnâmeye göre Dubrovnikliler her sene 12.500 Flori altın vereceklerdi. Ancak karşılığında onları birçok ayrıcalık bekliyordu. Örneğin, ahidnâmeye göre Osmanlı’nın hiçbir görevlisi Dubrovniklilere karışmayacak, Dubrovnikliler Osmanlı topraklarında serbestçe ticaret yapabilecek, Dubrovnikli tüccarlar mallarını satamadıkları takdirde vergi ödemeyeceklerdi.

» En eski Osmanlı kaydıFatih Sultan Mehmed’in 19 Aralık 1458 tarihinde verdiği bu ahidnâme, Dubrovnik tarihindeki en eski Osmanlı kaydı olarak anılıyor.

2012 MAYIS / DERİN TARİH 37

vermekle yükümlü kılındı. Ancak bu ahidnâme Dubrovnik’in durumunu netleştirmedi. Fatih ise Dubrovnik’i fethedip etmemek konusunda halen kararsızdı. Bu vesileyle Dubrovniklilere sürekli baskı yapıyor, haraç miktarını arttırıyordu. Öyle ki, Fatih’in saltanatının sonuna doğru senelik ha-raç miktarı 12.500 altına yükselmişti.

Bu gerilimli dönemin ardından, Fatih Sultan Mehmed’in ölümü Dubrovniklileri rahatlattı. Bu tarihten 1808 yılında Fransızların şehri işgaline kadar Dubrovnik ile Osmanlı Devleti arasında kurulan iyi ilişkiler, istisnai durumlar dışında bo-zulmadı.

Osmanlı-Dubrovnik arasındaki 350 sene süren dostluk döneminde sadece bir olay Dubrovnik Cumhuriyeti’ni zor durumda bıraktı. Müsebbibi Sadrazam Kara Mustafa Paşa olan bu kriz 6 sene (1676-1682) sürdü. O dönemde tüm Dubrovnik temsilcileri Osmanlı hapishanelerine atıldı. Bu karanlık süreçten 1678’de Silistre (Bulgaristan) Hapishanesi’nde ölen Nikolica Bona hariç tüm temsilciler sağ olarak kurtuldu.

‘İstihbarat’ın DubrovnikçesiDubrovnik Cumhuriyeti’nin Osmanlı top-

raklarındaki temsilcilerinin tamamı Dubrovnik soylularından oluşuyordu. Bunlardan 2 temsil-ci her sene padişaha haracı teslim etmek üzere İstanbul’a gönderilirdi. Temsilciler aynı zamanda konsolosluktaki diplomatik görevleri de yerine getiriyorlardı. (1688 yılında İstanbul’da Dubrov-nik Konsolosluğu açıldı. 18. yüzyılın başından itibaren Luka Çiriç’in özel ikametgâhı konso-losluk binası olarak kullanıldı. Çiriç’in bugün İstanbul’da mevcut olmayan evinin, zamanında günümüzdeki Nuri Ziya Sokağı’nda yer aldığını belirtmeliyim.)

Sultan’a haracı teslim etmek üzere İstanbul’a giden Dubrovnik soylularının önemli bir vazifesi daha vardı: Padişaha istihbarat sağlamak. Ayrıca Babıali’ye Batı’daki Hıristiyan devletleri hakkın-da bilgi vermekle de mükelleftiler. Öte yandan, Osmanlı Devleti hakkındaki bilgileri Dubrovnik Cumhuriyeti’ne taşıyor, toplanan istihbarat bilgi-

leri bu sefer Batılı devletlere sızdırılıyordu.İstihbaratın bir de tüccarlar üzerinden gerçek-

leşen türü vardı. Dubrovnikli tüccarlar Osmanlı topraklarında yün, pamuk, deri, balmumu gibi ürünler satın alıyordu. Bu mallar Dubrovnik lima-nı üzerinden Batı’ya ihraç ediliyordu. Ardından da Batı’dan satın alınan tekstil ve diğer işlenmiş ürünler yine Dubrovnik üzerinden Osmanlılara ithal ediliyordu. Fakat bu tüccarların asıl fonksi-yonu istihbarat sağlamaktı.

Neredeyse her yeni bilgi, hemen her tarafa da-ğılmış olan bu tüccarlardan öğreniliyordu. Radyo, gazete ve televizyonun olmadığı o dönemlerde Dubrovnikliler bir nevi “medya” vazifesi görü-yordu da diyebiliriz. Osmanlı da, Batılı devletler de Dubrovniklilerin her iki tarafa bilgi sızdırdı-ğından haberdardı. Bu durum zaman zaman ge-rilimli ilişkilere yol açsa da Dubrovniklilere karşı saldırgan bir politika güdülmüyordu. Zira ikili oynamalarına rağmen Dubrovniklilerin sağladığı istihbarat, zarardan çok fayda getiriyordu.

KenDİ ŞeHRİnİ KenDİn YaP

Dubrovnik halkı, yerleşim bölgesini yavaş yavaş imar edip geliştirerek şehir haline getirmeyi başardı. Ancak bu

şehirleşme süreci büyük bir özveriyle gerçekleşti. Daha önce 2 bölüm olan Dubrovnik’teki kanal zamanla doldu-rularak şehir tek parça haline getirildi. Bugün Dubrovnik’te Placa isimli mer-

kez caddesi tam da bu kanalın üstünde yer alır. Eskiden ahşap olan Dubrovnik evleri yerini taş evlere bırakmıştır. Su kemeri de inşa eden Dubrovnikliler, şehri Surlarlar çepeçevre sardılar.

» Sadrazam Süleyman Paşa’nın kan kardeşiOsmanlıcayı çok iyi bilen Dubrovnikli diplomat Marojica Caboga (üstte), üst düzey Osmanlı yöneticileriyle dostane ilişkiler kurmuştur. Samimiyeti öyle ilerletir ki, Osmanlı tarihlerine Sadrazam Süleyman Paşa’nın kan kardeşi olarak geçer.

38 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

Bir örnekle açıklayayım: 17. yüzyılda Dub-rovnikli tüccarlar bir Osmanlı sadrazamının eline düştüler. Bu durumdan kurtulmak için Osmanlı’ya faydalı ve değerli bir şey sunmak gerekiyordu. Fransız filosu hareketi hakkında bildikleri her şeyi birer birer itiraf edince, Sadra-zamı memnun edip serbest kalmaları hiç de zor olmadı.

Yatırımın akıllısı işte böyle olur!Dubrovnik tarafından Osmanlılara ödenen

haraç, yapılabilecek en isabetli, en verimli ve en akıllıca yatırımdı. Zira Osmanlılar Dubrovniklile-ri özellikle Venedik’e karşı himaye ediyorlardı. Öte yandan, yüklü miktarda et ve buğday satın alma izni vererek Dubrovniklileri açlıktan koru-muş oluyorlardı.

Osmanlı himayesindeki Dubrovnik, impara-torluğun vasalleri olan Efl ak, Boğdan ve Erdel’den farklı olarak çok daha büyük bir özgürlüğe sahip-ti. Mesela Dubrovnik’e verilen ahidnâmelerde “İster Sultan’ın dostu, isterse düşmanı olsun, Dubrovnik istediği gibi kendi özgürlüğünde ka-lacaktır” ifadesi yer almaktadır. Tabii Osmanlı Devleti Dubrovnik’in özgür ve bağımsız bırakıl-masının daha makul bir tercih olduğunun bilin-cindeydi. Osmanlıların bu akıllıca tutumu karşı-sında Dubrovniklilerin yaklaşımı da bir o kadar

zekice idi. Dubrovnik’in Osmanlı’dan istediğini kapma konusundaki becerisinde elçilerin dip-lomatik maharetinin payını unutmamak gerek. Buna verilecek örneklerden biri, 18. yüzyılda Dubrovnikli elçilerin II. Mustafa’yı ikna etmede gösterdikleri başarıdır. Yıllık haracı ödemeye gi-den elçiler, II. Mustafa’ya şehrin çok fakirleştiği-ni, bu şartlarda normalde yıllık 12.500 altın olan haracı artık ödeyemeyeceklerini belirtirler. So-nuç olarak, yapar ne eder, bu miktarın 3 yılda bir ödenmesine Sultan’ı ikna ederler.

Dubrovnikli diplomatların şehirlerinin çıkar-larını korumak adına attıkları ustaca adımları da hatırlamalıyız. Öncelikle hatırı sayılır bir kısmı Osmanlıcaya hakimdi. Örneğin, bu diplomatların en ünlülerinden biri olan Marojica Caboga Os-manlıcayı çok iyi biliyor, Osmanlı’nın üst düzey devlet yöneticileri ile kurduğu samimi ilişkilerle de adından söz ettiriyordu. İlginçtir, kendisi sade-ce siyasî ve kurnazca amaçlarla ilişki kurmuyor, içtenliği her şeyden önde tutuyordu.

Bazan diplomatların Osmanlı devlet adamları ile kardeşlik derecesinde yakın ve dostane ilişki-ler kurdukları bile vakidir. Mesela yukarıda bah-settiğim Marojica Caboga ile Sadrazam Süleyman Paşa birbirlerini kardeş ilan etmişlerdi. (Bosna kö-kenli Osmanlı devlet adamlarının genelde Dub-rovnikliler ile samimi ilişkiler kurduğunun ve Süleyman Paşa’nın da Boşnak olduğunun altını çizmeliyim.)

Son olarak ne söylemeli, nasıl bir sonu-ca varmalıyım? Kanaatimce Osmanlı’nın da, Dubrovnik’in de ikili siyasî ilişkiler konusunda bilgece tavırları vardı. Bu durum iki tarafın da çıkarlarının örtüşmesini kolaylaştırdı. Dubrovnik Cumhuriyeti çok küçük bir şehir devleti olması-na rağmen özgürlüğünü koruyarak Osmanlı’dan yararlanmayı bildi. Osmanlı da bu liman şehrinin konumunu göz önünde bulundurarak halkının ticaret ve istihbarat sağlama konusundaki yete-neklerinden yararlandı. Fakat bunu kırmadan, dökmeden yaptı. Sanırım o dönemdeki yönetici-ler günümüzdeki yöneticilerden çok daha bilge idi.

Şehir Tarihi

Vesna MiovicProf. Dr., Dubrovnik Üniversitesi’nde Osmanlı tarihi üzerine doktora dersleri vermekte.

ÇeVİRen: neDİM eMİn

» Dostluğu gölgeleyen, barışı susturan bir ölümOsmanlı-Dubrovnik barışının sustuğu 1676-1682 döneminde Silistre Hapishanesi'ne atılan Dubrovnikli temsilcilerden Nikolica (Nikolitsa) Bona (üstte) 1678’de burada öldü. Bu olay, 350 yıl süren dostluğa gölge düşüren karanlık bir iz olarak kalacaktı.

miral Nel-son, 1798 yılında yine Fransız lara karşı yaptığı bir deniz sa-

vaşında sağ kolunu kaybetmiş ve İngiltere’de bir süre tedavi görüp iyileştikten sonra göre-vinin başına dönmüştü. Savaş bütün şiddetiyle devam edi-yordu. Çekilen Fransız donan-ması şimdi Akdeniz’deydi, ne-reye yöneleceğiyse İngilizlerin meçhulüydü. Oysa Fransız gemileri, Napolyon Bonapart’ın hiç beklenmedik kararıyla rotalarını Mısır’a çevirmişlerdi.

Amiral Nelson, 1798 yılında yine Fransızlara karşı yaptığı bir deniz savaşında sağ kolunu kay-betmiş ve İngiltere’de bir süre tedavi görüp iyileş-tikten sonra görevinin başına dönmüştü. Savaş bütün şiddetiyle devam ediyordu. Çekilen Fran-sız donanması şimdi Akdeniz’deydi, nereye yöne-leceğiyse İngilizlerin meçhulüydü. Oysa Fransız gemileri, Napolyon Bonapart’ın hiç beklenmedik kararıyla rotalarını Mısır’a çevirmişlerdi.

Dönüp dolaşan ve İskenderiye limanına gelen İngiliz filosu, 1 Ağustos 1798’de, gün batımına yakın bir saatte nihayet Fransız gemilerini gör-dü. Nelson hep yaptığı gibi vakit kaybetmeden hücum emrini verdi. Baskına uğrayan Fransız gemileri büyük bir şaşkınlık içindeydi. 5 Fransız gemisine, 8 İngiliz gemisi ateş açtı. Saatler gece yarısını gösterirken, Napolyon’un, Mısır’a çıkar-ma yaptığı filosu darmadağın olmuş, çoğu bat-mış veya esir alınmıştı. Bu arada Amiral Nelson da başından ağır yaralanmıştı. Ancak o sırada Nelson, yaralarına değil de, elinden kaçırdığı 2 Fransız gemisine yanıyordu!

İşte bu zafer sonrasında Sul-tan III. Selim, Amiral Nelson’u, “bilvesile” Osmanlı’ya yardım-larından dolayı tebrik etmiş ve “daima hafifçe titreyip pı-rıldayan” pırlanta sorgucu ve apoletin püsküllerinin hemen bitişiğindeki ortası beyaz ay-yıldızlı “murassâ nişanı”nı göndermişti. Diğer Osmanlı hediyelerinin altın kılıflı bir kılıç, altın kaplama bir zarf ve kahve fincanı takımı oldu-ğunu öğreniyoruz. III. Selim’in

bu değerli hediyeleri, halen Londra civarında, İngiliz Deniz Harp Okulu’nun bulunduğu Gre-enwich’deki İngiliz Deniz Müzesi’nde teşhir edilmektedir.

Zaferiyle Osmanlı Devleti’ne dolaylı olarak yardımda bulunan Nelson, padişahtan aldığı pır-lantalı sorgucu önemli törenlerde taktığı gibi, murassa nişanını da göğsünden hiç eksik et-memiştir. Hatta 1805’de yapılan ünlü Trafalgar Savaşı’nda Napolyon’un ipini çektikten sonra, savaşta aldığı yaralardan dolayı sancak gemisi-nin ambarlarından birinde son nefesini verirken, üniformasındaki 3 nişandan biri, bu ay-yıldızlı zarif Osmanlı nişanıydı.

Şimdi Greenwich’deki İngiliz Deniz Müzesi’ne gidenler, Nelson’un bir tutam saçıyla birlikte murassa Osmanlı nişanını ve “çelenk” adı veri-len pırlanta sorgucunu, kılıç ve kahve takımıyla birlikte görerek şu savaşların nelere kadir oldu-ğunu düşüneceklerdir muhtemelen.

Velhasıl Osmanlı Devleti, herkesin çöktü çö-kecek dediği yaralı bir döneminde dahi yabancı generallerin göğsüne bir nişan taktığı zaman, bu, dünya tarihine geçen bir hadise oluyordu. “Ya bugün?” demeye dilim varmıyor…

Öteki Tarih

İNGİLİZ AMİRAL’İN GÖĞSÜNDE TAŞIDIĞI

A

» III. Selim’in adını tarihe kazıyan arma.

» III. Selim’in Amiral Nelson'a hediye ettiği pırlantalı sorguç.

SALİH MERCAN

2012 MAYIS / DERİN TARİH 39

AY YILDIZ’IN SIRRI

elecek, siyah elbiseli bir ya-bancı. İşte tam da bu yüzden hem büyüleyici, hem ürperti-ci... Abbasilerden Osmanlılara pek çok saray inanmış ki, bu yabancının en yakın dostu mü-

neccimbaşıdır. Müneccimbaşının başucu rehbe-ri ise astroloji… Gelecekten haber veren İlm-i nücûm, yani ‘Yıl-dızlar bilimi’ ve onun dilini çözmüş münec-cimler tıpkı çoğu çağdaş Avrupa saraylarında olduğu gibi Osmanlı sarayında da varlıklarını hissettirmiş, hatta bazı sultanları yönlendirmiş-lerdir. Bazılarını diyorum, zira Osmanlı padi-şahlarının müneccimlere ve astrolojiye oldukça

farklı tutumlar sergilediklerini görüyoruz. Kimisi kararlarını astrolojik tahmin-

ler olmadan vermezken, kimisi konuya ılımlı yaklaşmış, kimisi

de dinen mahzurlu, bilimsel açıdan da batıl (geçersiz) ol-duğuna inanmıştır. Sizin an-layacağınız, nasıl tek tip bir “padişah” yoksa, yıldızlar ilmine yönelik de tek bir sultanî tavır yoktur.

Astrolojiye itibar et-meyen padişahların en meşhuru I. Abdül-hamid olup zayiçeye

ve uğurlu saate önem vermez, gelenek olduğun-dan dolayı protokol kaideleri çerçevesinde uygu-lanmasına izin verirdi.

Astrolojiye inanmayan padişahI. Abdülhamid bir gün, sefer için ordunun

İstanbul’dan çıkmasına dair uğurlu saatin belir-lenmesi konusunda Sadrazam Koca Yusuf Paşa “Müneccimbaşı ve ikinci müneccimin hazırladı-ğı iki ayrı zayiçeden hangisiyle hareket edelim?” diye sorunca aşağıdaki hatt-ı hümayunla cevap vermiştir.

“Hazret-i fahr-i kâinat Efendimiz nücûmen bir mahalle hareket etmedi. Benim umûrum Cenab-ı Hakk’a tevfizdir, nücûma tevfiz değil-dir. Devlet-i Aliyyede gerçi bu misillu umûr-ı muazzamalar vakt-i muhtar addolunagelmiş-tir, hemen hareket Âsitane’den livâ-i şerif bir serdarıma teslimdir yoksa gayri istimal olmaz, düşmen-i dîn üstümüze geldikde saat gelmemiş-tir deyu saate müterakkip olunur mu? Ne gûne karar verildi ise hemen hareket edesin, Allah selâmet versin. Perşembe gününe dek nasıl hava olacağı malum değildir, yarından iyi gün olmaz. Fahr-i Âlem Efendimizin mevlidi yevm-i isneyn, ben ona itibar ederim.”

Görüldüğü üzere padişah istememesine rağ-men adap veya gelenek gereği bazı işlerde za-yiçe yapılmasına izin vermiş ancak bu işe gü-venmediğini de belirtmekten geri kalmamıştır.

Bilim Tarihi

Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’a son hücumu yapmadan önce müneccimlere danıştığı, hem Osmanlı, hem de Bizans kaynaklarında geçer. Peki diğer padişahlarda durum neydi?

» Bilim ve zarafet İlki MÖ 150’lerde yapılan ve astronomik ölçümlerde kullanılan usturlab adlı aletin aşağıdaki modeli, 1997’den beri eski usturlapları örneğine sadık kalarak yeniden imal eden Martin Brunold tarafından öğretim amaçlı olarak yapılmış.

SALİM AYDÜ[email protected]

G

AKILLARI KARIŞTIRAN SORU:

olduğu gibi Osmanlı sarayında da varlıklarını hissettirmiş, hatta bazı sultanları yönlendirmiş-lerdir. Bazılarını diyorum, zira Osmanlı padi-şahlarının müneccimlere ve astrolojiye oldukça

farklı tutumlar sergilediklerini görüyoruz. Kimisi kararlarını astrolojik tahmin-

ler olmadan vermezken, kimisi konuya ılımlı yaklaşmış, kimisi

de dinen mahzurlu, bilimsel açıdan da batıl (geçersiz) ol-duğuna inanmıştır. Sizin an-layacağınız, nasıl tek tip bir “padişah” yoksa, yıldızlar ilmine yönelik de tek bir sultanî tavır yoktur.

meyen padişahların en meşhuru I. Abdül-hamid olup zayiçeye

öğretim amaçlı olarak yapılmış.

(İslam’da Bilim ve Teknik Ansiklopedisi – Astr

onom

i Cild

i)

2012 MAYIS / DERİN TARİH 41

Yine aynı padişah zamanında cereyan eden bir hadise ilginçtir: Koca Yusuf Paşa sefere giderken I. Abdülhamid’e bir fezlekeyle müneccimbaşı ve ikinci müneccim (Yakub Efendi) tarafından ordunun hareketi için tayin edilen iki ayrı zayi-çeden hangisiyle hareket edileceğini sorar. Padi-şah bu icranın üzerine, hangi müneccimin ilmi daha iyiyse onun zayiçesine göre hareket edil-mesi gerektiğini yazıp fezlekeyi iade etmiştir.

İlginç bir olay anlatılır: İkinci Müneccim Ya-kub Efendi’ye I. Abdülhamid kimseye söyleme-mek şartıyla bir kitap göstermiş. İlm-i nücûma dair olan bu kitapta Hz. Peygamber (s.a.s) ve Dört Halife ile birçok Osmanlı padişahına ait talih za-yiçeleri bulunmaktaymış. Ayrıca III. Selim’in sal-tanat talihi 4. Halife Hz. Ali ile aynı güne denk gelmekteymiş. Bu yüzden saltanatlarının her günü karışıklık içinde görünmekteymiş. Nitekim kitapta belirtilen tarihte III. Selim, Hz. Ali gibi şehit edilmiş ve Abdühamid’in Yakub Efendi’ye gösterdiği şeyler aynen gerçekleşmiştir.

Astrolojiye düşkün sultanlarOsmanlı padişahları arasında astrolojiye en

çok itibar edenlerin başında IV. Mehmed ve III. Mustafa gelir. ‘Avcı’ lakabıyla bilinen IV. Meh-med, ava çıkmadan önce Müneccimbaşı Derviş Ahmed Dede’den avın ve havanın nasıl geçece-ğini söylemesini ister, iyi netice alacağını söyle-yince hareket edermiş. Daha birçok işini de ona danışmadan yapmazmış.

Osmanlı sarayında müneccimlere gösterilen itibar 18. yüzyılın ikinci yarısında dramatik bir hal alır. III. Mustafa astronomi ve astrolojiye düşkünlüğü sebebiyle Avrupa ve diğer ülke-lerden kitaplar getirtip tercüme ettirir. Ayrıca daha fazla istifade için Lehistan (Polonya) kralı-na gönderdiği elçisiyle ondan 3 müneccim ister. Ancak Kral kendisine, “Tarihî tecrübelerden is-tifade et, askeri her an savaşa hazır tut, hazine-de para bulundur” diye nasihatte bulunur.

Sarayda ve halk arasında yeni doğan çocukla-rın talihlerine bakmanın çok yaygın olduğu bir dönemde müneccim Yakub Efendi’den naklen anlatılan bir hadise, III. Mustafa’nın astrolojiye ilgisini göstermesi açısından ilgi çekicidir:

III. Mustafa ilm-i nücûma vâkıf olduğundan, oğlu III. Selim’in ana rahmine düşüş anını bir kenara not etmiş, doğum emareleri belli olunca da müneccimbaşıya bunu bildirerek zayiçesini ve uğurlu doğum saatini hazırlamasını ferman buyurmuş. Müneccimbaşı istediği saati belirle-yip vermiş. Ancak doğum günü gelip çattığında müneccimbaşının belirlediği andan önce do-ğum sancıları başlamış. Bunun üzerine hekim-başı uğurlu saate denk getirebilmek için müda-hale ederek doğumu geciktirmeye çalışmışsa da başaramamış, üstelik durumu padişaha bildir-memiş. Sultan Mustafa ise şehzadenin uğurlu saatte doğduğunu zannederek çok sevinmiş,

» Şecere-i Kübrâ neden yasaklandı?

Müneccim-i sâni (İkinci müneccim) Yakub Efendi İbnu’l-Arabî’nin asırlar önce yazdığı Şecere-i Kübra (Nûmâniye) adlı eserinde III. Mustafa’nın lakabının

‘Necm-i selâtin’ (Sultanların Yıldızı), III. Selim’inkinin ise ‘Zeynü’n-necm’ (Yıldızın Süsü) şeklinde geçtiğini söyledikten sonra şu ilginç ayrıntıyı aktarır: III. Mustafa bu işarete binaen oğlu III. Selim’in doğum zayiçesine özel bir önem vermiştir. Eserde

Osmanlı Devleti ve padişahları hakkında önemli işaretler vardır. Mesela Yavuz’un Şam’ı fethedeceği asırlar önce haber verilmiştir. Ayrıca Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yıkılış yıllarına dair şifreli bilgilere de yer verilmiştir. II. Abdülhamid yıkılış

emarelerinin kendi dönemini göstermesine ve devletin çöküşünden bahsetmesine bakarak eserin basım ve satışını yasaklamıştır. Maksadı, okuyanların devletin geleceğinden ümitlerini kesmelerine mani olmaktı.

» İstanbul Rasathanesi’nin bilim adamları işbaşındaTakiyyüddin’in İstanbul Rasathanesi’ndeki ekibini çalışırken gösteren ünlü minyatür. Takiyyüddin, Osmanlı sultanı III. Murad’a rasathane kurma fi krini veren bilim adamıdır.

(Şem

ailn

âme

adlı

eser

den,

İ.Ü

. Küt

üpha

nesi

T.Y.

140

4, fo

l. 57a

).

42 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

hatta vefat ederken adet olmadığı ve saltanat Abdülhamid’in hakkı olduğu halde Selim’i veli-aht olarak tavsiye etmiştir.

Astroloji: Bir devlet geleneği Öte yandan III. Selim de eşref saate ve zayiçeye

inanmazdı. Bir gün kendisine “Donanmanın se-fere çıkması için verilen iki zayiçeden hangisiyle hareket edelim?” diye sorulduğunda, fezlekenin üzerine şöyle yazmıştır: “Her gün Cenâb-ı Allah’ın günüdür. Benim asla nücûma itikâdım yoktur. Tevekkeltü alâllah, ne gün münasib görürseniz donanma çıksın. Cenk dahi ne gün münasib ise olsun.” Fakat böyle büyük işlerde müneccimlerin sözüyle hareket etmek adet olduğundan tekrar bir zayiçe arz olunduğunda “Madem ki âdet gibi olmuş, ol vecihle amel olunsun” cevabını vermiş-tir.

Müneccimbaşıların hepsi ilmiye sınıfından gelen kişilerdi. Tümü medrese eğitimi almış, astronomi konusunda ihtisas yapmıştı. Münec-cimbaşılık makamına gelen kişilerin başta he-kimbaşılık olmak üzere muvakkitlik, ressamlık, müderrislik, kadılık, tabiplik, hattatlık, şeyhlik ve vakanüvislik gibi görevlerde bulunduklarını biliyoruz.

Müneccimbaşıların özellikle yaptıkları zayi-çeler ve devlet işlerine müdahaleleri dolayısıyla zaman zaman gündeme geldikleri görülmek-tedir. Takiyüddin Rasıd, Sokollu Mehmed Paşa ve Hoca Sadettin Efendi vasıtasıyla III. Murad’a İstanbul’da bir rasathane açtırmış, ancak iki dev-let adamının siyasî rakipleri entrikayla aynı sul-tana rasathaneyi yıktırmışlardır.

Bir süre önemini kaybeden Müneccimbaşılık, Mehmed Efendi ve Hüseyin Efendi ile 17. yüzyıl-da yeniden önem kazanmıştır.

En renkli müneccimbaşıHüseyin Efendi belki de müneccimbaşıların

en renklisidir. Zira en uzun süre bu makamda kalan kişi ünvanına sahiptir ve yaptığı isabetli zayiçelerle sarayda çok büyük bir nüfuz elde et-miş, halk arasında sevilen bir kişi olmuştur. Mü-neccimbaşı olduktan sonra devrin padişahı IV. Murad, onun astrolojideki maharetini imtihan etmiş, yaptığı hesapların isabetli çıkması üzeri-ne padişahın iltifatına nail olmuş ve kendisine Edremit Kazası Arpalığı verilmiştir. Bu da şöhre-tinin halk arasında yayılmasını sağlamıştır.

Sultan Murad’ın vefatını, hazırladığı takvim-de “Hüseyn-i nâ-Murad” (Murad’sız Hüseyin) kelimeleriyle yazarak önceden haber vermiş, takvimin bir başka yerindeki anahtarla da bu

Bilim Tarihi

» Pirinç kadranÇeyrek bir daire yayından oluşan ve üzerinde gökyüzündeki sayısal hareketleri ölçen trigonometrik bir sistem taşıyan sinüs kadranının bu pirinç modeli 1334’te Ahmed el-Mırzi tarafından yapılmış.

» Kuyruklu yıldız altında bir İstanbul manzarası Gök cisimlerinin yükseklik açısını ölçmeye yarayanrubutahtasıyla İstanbul üzerinden geçen kuyruklu yıldızı gözlemleyen bir müneccim.(N

usre

tnâm

e, T

S/İ H

1365

, y.5

b.)

DERİN TARİH / 2012 MAYIS

sözüyle hareket etmek adet olduğundan tekrar bir zayiçe arz olunduğunda “Madem ki âdet gibi olmuş, ol vecihle amel olunsun” cevabını vermiş-tir.

En renkli müneccimbaşıHüseyin Efendi belki de müneccimbaşıların

en renklisidir. Zira en uzun süre bu makamda kalan kişi ünvanına sahiptir ve yaptığı isabetli zayiçelerle sarayda çok büyük bir nüfuz elde et-miş, halk arasında sevilen bir kişi olmuştur. Mü-neccimbaşı olduktan sonra devrin padişahı IV. Murad, onun astrolojideki maharetini imtihan etmiş, yaptığı hesapların isabetli çıkması üzeri-ne padişahın iltifatına nail olmuş ve kendisine Edremit Kazası Arpalığı verilmiştir. Bu da şöhre-tinin halk arasında yayılmasını sağlamıştır.

Sultan Murad’ın vefatını, hazırladığı takvim-de “Hüseyn-i nâ-Murad” (Murad’sız Hüseyin) kelimeleriyle yazarak önceden haber vermiş, takvimin bir başka yerindeki anahtarla da bu

Çeyrek bir daire yayından oluşan ve üzerinde gökyüzündeki sayısal hareketleri ölçen trigonometrik bir sistem taşıyan sinüs kadranının bu pirinç modeli 1334’te Ahmed el-Mırzi tarafından yapılmış.

İstanbul yazmasından, Saray, Hazine, 452

2012 MAYIS / DERİN TARİH 43

şifrenin nasıl çözüleceğini açıklamıştır. Bu işa-ret, başta Sadrazam Kara Murad Paşa olmak üze-re herkesi hayretler içinde bırakmış ve Hüseyin Efendi’nin itibarını daha da yükseltmiştir. Bu hadiseden sonra Kara Murad Paşa onu himayesi-ne almış ve ne derse inanır olmuştur.

Ancak “Müneccimler yalancıdır” sözünün bir tecellisi olarak Hüseyin Efendi’nin yazdığı bazı haberler yanlış çıkmıştır. Mesela IV. Mehmed’in tahta çıkış yılındaki ay tutulmasını yanlış hesap-laması, ayrıca tahta çıkışını takviminde yanlış-lıkla “vefatı” şeklinde yazması talihinin tersi-ne dönmesine ve gözden düşmesine sebebiyet vermiştir. Hasımlarının, takvimindeki bu hatalı vefat işaretini etrafa yaymaları üzerine Hüseyin Efendi yavaş yavaş taraftarlarını kaybetmiştir. Ciddi bir nüfuz elde etmesinin yanında pek çok da düşman edinmiş ve sonunda Mısır’a gitmek üzere azledilmiştir. Ancak gitmeyip İstanbul’da kalarak eski bir dostunun İstinye’deki yalısına yerleşmiş, burada çalışmalar yapmış, adam-larına mektuplar yazmıştır. Mektupların ha-sımlarının eline geçmesi üzerine Şeyhülislam Efendi’den idamı için fetva alınmış ve asesbaşı emri yerine getirmek üzere görevlendirilmiştir.

Her hareketi için zayiçesine bakan Hüseyin Efendi’nin o gece yardımcısına, “Talihimiz iyi görünmüyor. Bu yalıda tıkılı kaldık. Yarın sa-bah kayıkla Anadolu yakasına geçip iki atla bu-radan kaçalım” dediği rivayet edilir. Ertesi gün seher vakti harekete geçtiklerinde asesbaşı da İstanbul’dan hareket etmiş, Hüseyin Efendi’yi denizin ortasında yakalamış, kayığını durdurup orada boğmuş ve cesedini denize atmıştır.

Müneccimbaşının azli ve gözden düşmesi üzerine Sadrazam Murad Paşa da azledilmiş ve idam edilmek üzere Yedikule Zindanı’na götü-rülmüştür. Hüseyin Efendi’nin çıkarsamalarına olan güveni sebebiyle kendisinin 40 yıl sadra-zamlıkta kalacağına inanan Murad Paşa, idam anında bile bu işte bir yanlışlık olduğunu iddia etmiştir.

Uğurlu saatin uğursuzluğuSaray müneccimlerinin yanı sıra bazı devlet

adamlarının özel müneccimleri de vardı. İşle-

rini onlara sorar, öyle hareket ederlerdi. Mese-la Ziştovi Barış Anlaşması’ndan sonra 1791’de Viyana’ya elçi olarak tayin edilen Râtib Efendi, bir gece reisülküttablığa tayin edileceğini III. Selim’den haber alır. Râtib Efendi padişaha ya-kınlığına güvenerek müneccimine tespit ettir-diği uğurlu saate bakarak tayin işinin bir gün sonraya kalmasını talep eder. Bu arada bu maka-ma bir başkası tayin edilir ve Râtib Efendi açıkta kalır. 3 yıl sonra III. Selim aynı makamı tekrar teklif edince Râtib Efendi bu sefer müneccime sormadan teklifi hemen kabul eder.

» “Çıkub rasad itdüklerin aşağıda bir kâtib yazub...”Takiyüddin tarafından yapılmış, yıldızların yükseklik ve azimutlarını belirlemeye yarayan düzeneği gösteren bu minyatürde geometrinin müneccimlere nasıl hizmet ettiğini görüyoruz. (İstanbul yazmasından, Saray, Hazine 452.)

» Barış için uğurlu saat nasıl belirlenirdi?Bazı zamanlarda padişahlar ve devlet adamları hemen her türlü iş işin zayiçe yaptırmışlardı. Abbe Toderini, “Azıcık önemli bir görüşme olmaz ki, müneccimlere danışılmasın” demekte ve kendisinin İstanbul’da bulunduğu esnada Osmanlı Devleti ile bir Batı devletinin barış imzalanması için uğurlu anın Sadrazam tarafından tespit ettirilişine şahit olduğunu yazmaktadır.

» Hz. Muhammed uğurlu saat kullanır mıydı?

Osmanlılarda uğurlu saatin

İslâmî bir uygulama olduğu ve bunun Hz. Muhammed (s.a.s.) döneminde de kullanıldığına dair bir inanış hâkimdi. Ancak

Hz. Muhammed hiçbir zaman uğurlu saat uygulamamış, sadece duaların ve ibadetlerin kabulünde bazı vakitlerin diğer

vakitlerden üstün olduğunu ifade etmiş, hiçbir zaman yıldızlara bakarak uğurlu hareket etmemiştir.

Salim AydüzDoç. Dr., Fatih Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi.

44 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

bnü’l-Arabî 13. asır için “İslam mari-fetinin kemale erdiği devirdir” der. Onun tarih anlayışı ‘Varlıkta tekrar yoktur’ ve ‘Herşey yeniden yaratılır’ ilkelerine dayanan bir varlık anlayı-şının neticesidir. Buradan hareketle

tarih anlayışını geliştirirken, ‘Zamanın ruhu’ di-yebileceğimiz bir kavramla yüzyılları ve bu devir-lerde ortaya çıkan ürünleri yorumlar. Ayrıntısına girmeden söyleyebileceğimiz husus, 13. asır ile 12. ve 14. asırların marifette altın devir olduğu-dur.

Yaklaşık bir asrı geçen akademik araştırmalar, İslamın sosyal, siyasî, en önemlisi de entelektüel tarihi hakkında henüz kabul edilebilir bir tasnif ortaya koyabilmiş değil. Müslüman bilim adam-ları ve bilimsel araştırmalarda öncüleri olan Or-yantalistler İslam’ın entelektüel mirası hakkında

geçerli bir perspektif geliştiremediler. Bunun en önemli sebebi, İslam bilimleri üzerindeki araş-tırmaların nihai hüküm vermeyi meşru kılacak bir düzeye ulaşmamış olmasıdır. Osmanlı döne-minde yazılmış eserlerin kahir ekseriyetinin yaz-malar halinde kaldığını dikkate alırsak, sağlıklı bir çerçevenin ortaya çıkamamış olması mazur görülebilir. Ancak mazereti büyük bir soruna dö-nüştüren husus, bu ‘malûl’ ve ‘mazûr’ hükmün, tarihi dogmatik bir üslupla tasnif etmesidir. Bu tasnif, İslam bilimlerinin gelişim süreçlerini er-ken bir tarihten itibaren durağanlaştırıp bilhassa Gazali’den sonra gerileme ve çöküş devirleri ola-rak yorumlama eğiliminde kendini gösterir.

Dikkate değer hususlardan biri, çağımızda bilimlerin devirlerini tespitteki pek çok araştır-maya öncülük eden İbn Haldun’un da benzer bir teoriyi dile getirmiş olmasıdır. Bu itibarla, İbn

KONYA RÖNESANSI AnAdolu’dA mARİFET VE KEmAl ÇAĞI

Selçuklu Tarihi

İEkrEm DEmİrlİ

[email protected]

2012 MAYIS / DERİN TARİH 45

Haldun’un ‘bedavet-hadaret’ ekseninde ortaya koyduğu, bilimlerin gelişim-gerileme süreçleri-nin bir eleştirisi yapılmaksızın sağlıklı bir bilim tarihçiliğinin ortaya çıkamayacağını vurgulamak gerekir. Bu dogmatik yaklaşım için 13. asır -veya bir önceki ve sonraki asırlar- durağanlık, hatta gerileme çağıdır. Bu devrede İslam bilimlerinde imtizaç (kaynaşma) döneminin yaşandığı, bilim-lerin aslî karakterlerini kaybettikleri düşünül-müştür.

Vakıaya baktığımızda bu yaklaşımın tutarsız olduğunu söyleyebileceğimiz pek çok veri or-tadadır. Bu çağda İslam düşüncesinin gidişatını önemli ölçüde belirleyen pek çok kitap yazılmış, önemli gelenekler oluşmuş, bilim geniş kesim-lere yayılmıştır. Bir yandan medreselerle, öte yandan tarikatlarla birlikte dinî düşünce hem yaygınlaşmış, hem de yeni kavram ve üsluplar kazanmıştır.

Bu yönüyle İbnü’l-Arabî’nin kendi devrini de içine alacak şekilde İslam’ın devirlerine şahitliği, önemli bir bakış açısı sunabilir.

İlim ağacı meyvesini Anadolu’da verdiBu devri ayrıcalıklı kılan en önemli husus,

Doğu’dan Batı’ya ve Batı’dan Doğu’ya doğru gerçekleşen entelektüel hareketliliktir. Bir yan-dan Moğolların baskılarıyla Batı’ya, öte yandan Endülüs’ün zayıfl amasıyla Doğu’ya doğru ger-çekleşen nüfus hareketleri Konya ve civarındaki şehirleri merkez haline getirir. Selçuklu-Osmanlı düşünce ve bilim hayatı bu devrin ürünü olarak ortaya çıkmışken, bu entelektüel hareketlilik ge-niş bir kültür ve bilim coğrafyasını da meydana getirir. Bu devirde Anadolu tarihte benzersiz bir

tefekkür derinliği kazanır. Daha uzun bir süreç dahilinde ‘Büyük Anadolu’ diye isimlen-direbileceğimiz bir bölgenin evren-sel bilim ve kültürün üretildiği bir merkez haline gelmesi-nin zeminini oluş-turur. Bu devreyi izleyen birkaç asır içerisinde artık Anadolu demek demek, Kafkas-lardan Orta Asya ve Balkanlara, Bağdat ve Şam üzerinden İslamın merkezî bölgelerine doğru genişleyen bir kültür ve bilim coğrafyası demektir.

Burada hiç kuşkusuz Selçuklular ve Osmanlı-ların siyaset anlayışlarının büyük bir rolü vardır. Ancak siyaset kadar önemli bir faktör, 7. asırdan itibaren Bağdat merkezinde oluşmuş İslam bilim-düşünce geleneğidir. Anadolu’da ortaya çıkan bu düşünce hayatı, esas itibarıyla Bağdat merkezin-deki bilim ve düşünce birikiminin devamından ibarettir. Böylece Anadolu -bilhassa Ege bölgesi- tarihte bir kez daha bilim ve felsefe merkezi ola-rak tebarüz eder. “Bir kez daha” demekle kastet-tiğimiz, Sofistlerin, ardından Sokrates, Platon ve Aristoteles ile birlikte Grek felsefesinin en önem-li ürünlerini vermiş olmasıdır.

Ardından gelen devirlerde Anadolu eski üret-kenliğine denk bir bilim merkezi değildir. Müs-lümanların bu bölgeye yerleşmeleriyle birlikte Anadolu’nun tarihteki yeri temelli bir değişim gösterir; coğrafya genişler, kültür ve bilim alan-larında üretken bir dünya ortaya çıkar. Her

13. asırda Anadolu, tarihte daha önce hiç kazanmamış olduğu bir tefekkür derinliği kazanır. Daha uzun bir süreç dahilinde, ‘Büyük Anadolu’ diye isimlendirebileceğimiz bir bölgenin evrensel bilim ve kültürün üretildiği bir merkez haline gelmesinin zeminini oluşturur.

İSlAm AĞACI NE ZAmAN mEYVE VErDİ?

İbnü’l-Arabî tarih teorisini ağaç misaliyle açıklar. Ona göre İslamın ilk dönemi ağa-

cın kökleştiği, ikinci dönemi gövdesi ve dallarının oluştu-ğu evredir. Ardından gayenin ortaya çıktığı meyve dönemi gelir. Bu, bilim tarihinde bili-nen bir misal olmakla birlikte

sufiler tarafından da çeşitli maksatlarla yorumlanmıştır. Söyledikleri, İslam’ın meyve döneminin bir marifet ve olgunluk (kemâl) devresi olduğudur. İbnü’l- Arabî,

Sadreddin Konevî, Ebu Bekr-i Ebherî, Saidüddin Ferganî, Müeyyidüddin el-Cendî, Mevlana, Yunus ve Hacı Bek-taş gibi âlim ve düşünürlerin yetiştiği asırlardır bunlar.

direbileceğimiz bir bölgenin evren-sel bilim ve kültürün üretildiği bir merkez haline gelmesi-

ve Balkanlara, Bağdat ve Şam üzerinden İslamın merkezî

» Çinideki Selçuklu8 köşeli yıldız, Selçuklu kültür ve sanatının temel fi gürlerinden biridir. Konya’daki Alâeddin Keykubad Köşkü’nde yer alan ve 3 fi gürün görüldüğü bu çini parçasının tamamı, tahrip olmadan önce 8 köşeli bir yıldız şeklindeymiş.

46 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

şeyden önemlisi, evrensel kültüre değer üretebi-len bir Anadolu kültürü ve düşüncesi oluşur. Bu bölgenin İslam coğrafyasına katılmasıyla birlikte Bağdat’la irtibatlı ikinci derecedeki bilim mer-kezleri ortaya çıkar: Konya, Malatya, Kayseri, Si-vas, Urfa... Fakat en etkilisi, şüphesiz Konya’dır.

Selçukluların başkenti Konya ekseninde teşek-kül eden düşünce hayatı, çevresindeki şehirleri de etkileyerek geniş bir ilim merkezi meydana getirir. Bu devir çerçevesinde İslam dünyasına ba-kınca, bir yandan Nasirüddin Tusî gibi İbn Sina

takipçilerinin öncülüğünde gelişen tercüme ve telif çalışmalarıyla bilimlerin yeniden kuruldu-ğu Doğu İslam dünyasında, hadis ve din bilimle-ri alanlarındaki çalışmalarla Mısır’da, felsefe ve tasavvuf alanlarındaki çalışmalarla Endülüs’te, hepsinden daha önemli ve etkili olan metafizik düşüncenin yeniden yorumlandığı Şam-Konya hattında yoğun bir bilimsel etkinliğin gerçekleş-tiğini gözlemleriz.

Selçuklu-Osmanlı devrinin en önemli entelek-tüelleri bu gelenek içerisinde yetişmiştir. Müey-yidüddin el-Cendî, Saidüddin Ferganî, Fahreddin Irakî gibi isimler İbnü’l-Arabî ve Konevî’nin bi-rinci nesil şarihleri (açıklayıcı) ve yorumcuları-dır. Bunların ardından özellikle 2 isim Osmanlı düşünce hayatının en etkilileri arasındadır: Os-manlı medreselerinde okutulan metinlerden bir kısmını yazmış olan Molla Hamza Fenarî ve Osmanlılarda medresenin kurucusu kabul edilen Davud el-Kayserî. Molla Fenarî’nin geleneksel İs-lam bilimleri alanındaki uzmanlığının ardından bir Konevî şarihi olması, bu geleneğin etkilerinin geniş kesimlere ulaşmasını sağlar. Yazarın en önemli kitabının ismi bile 13. asırdan itibaren ortaya çıkan ve Osmanlı düşüncesine yön veren temayülü göstermek bakımından kayda değer: Misbâhu’l-üns beyne’l-ma’k’ul ve’l-meşhûd (Ma-kul ve müşahede edilen arasında ünsiyet lam-bası). Fenarî, Konevî’nin ana bakışını belirleyen akıl ile vahiy ve tasavvufî tecrübe arasındaki ir-tibatı aramaktadır. Davud el-Kayserî’nin İbnü’l-Arabî’nin en önemli eseri olan Fusûsu’l-Hikem’e, ardından İbn Fârız’ın şiirlerine şerh yazması, Anadolu’daki düşünce hayatının derinleşmesi ba-kımından büyük önem taşır.

İran ile Anadolu’yu bağlayan ilim ipiDikkate değer hususlardan biri de özellikle bu

2 isim üzerinden gerçekleşen Şii ve Sünni dün-yanın düşünce hayatı arasındaki ilişkilerdir. Esas itibarıyla bu ilişkiler başka kanallarla da sürmek-teydi. Her şeyden önce tasavvuftaki Ehl-i Beyt kavramı Şiî ve Sünnî dünyalar arasındaki ortak bağlardan biriydi. Öte yandan Meşşaîliğin zayıf-lamasıyla birlikte İşrakîliğin güç kazanması da Sünnilikle Şiilik arasındaki entelektüel ilişkileri kuvvetlendirmişti. Bu noktada Kutbuddîn Şîrâzî ve Ebherî’nin önemli bir yeri olduğu anlaşılmak-tadır. Ancak Kayserî, Fenarî gibi isimler

» Mevlana’nın huzurunda bir Osmanlı PaşasıLala Mustafa Paşa’nın Doğu Seferi sırasında Konya’daki Mevlana türbesini ziyaretinde dervişlerin semaını gösteren bu minyatür, Konya’daki tasavvuf geleneğine dair önemli izler taşıyor.

Nus

retn

âme,

TSM

H 1

365,

y. 3

6a

Selçuklu Tarihi

2012 MAYIS / DERİN TARİH 47

İbnü’l-Arabî ve Konevî geleneğinin Şiîi dünya

üzerinde güçlü bir şe-kilde tesir icra etme-lerini sağlamıştır. Bu

bakımdan Anadolu’daki düşünürler İran ile Anadolu

coğrafyasını da birbirine bağlamayı başarmışlardır, diyebiliriz.

Fenarî ve Kayserî’den sonra kanaatimce çok ihmal edilmiş bir aileden gelen ilim adam-ları gelir. En bilinenleri Kutbuddîn İznikî ile Kutbuddinzâde Muhammed İznikî’dir. Yazdıkları pek çok eserle İbnü’l-Arabî ve Konevî’yle oluşan geleneğin yaygınlaşmasına katkı sağlayanlar ara-sında farklı devirlerden Şeyh Bedreddin Simavi, Ahmet İlahî, Abdullah İlahî, Yavsî Muhammed Efendi, Bâli-i Sofyavî gibi isimleri saymak müm-kün. Bütün bu âlimler, 13. asırdan itibaren olu-şan metafizik geleneğin farklı devirlerdeki tem-silcileri olarak Anadolu düşünce hayatını inşa ederler.

Âlem aynasında hoşgörü inşasıBu devirdeki düşünce hayatının temel konusu

Tanrı-insan ilişkileridir. Bu bakımdan ana mesele

insanın tanınması ve kabiliyetlerinin geliştiril-mesi olarak görülür. Vahdet-i Vücud bu sorunu açıklayan bir çerçeve olarak ele alınıp Tanrı-âlem ve Tanrı-insan ilişkisi bu eksende yorumlanır. Bunun tabii bir neticesi olarak ahlak meselesi, insan özgürlüğü, iyilik-kötülük sorunu tartışılır. Bütün âlem İlahî isimlerin tecelli ettiği bir ayna olarak yorumlanıp Tanrı-âlem irtibatı izah edilir. Aynı zamanda insan üzerinde odaklanan bu an-layış, günümüz tabiriyle, bir hoşgörü anlayışının şekillenmesi demekti. Çünkü insan ‘âlem ayna-sının cilası’, ‘varlık sebebi’, ‘Tanrı’nın maksadı’ ve ‘gök kubbenin direği’dir. Böyle bir varlık, her şeyden çok itinaya mazhar olmalıydı.

13. asırdan itibaren daha köklü hale gelen insana hizmet eden ku-rumlar, bu anlayışın bir neticesidir. Öyle görünüyor ki, bu devirde beliren anlayış, kendi çağında dünya üzerinde başka bir yerde yoktu. Bu itibarla mesela İbnü’l-Arabî ve takipçilerinin paradoksal insan-âlem teorileriyle sözgelimi daha sonra İtalya’da yaşamış olan Dante’nin İlahi Komedya’sındaki insan ve hakikat anlayışını kar-şılaştırmak mümkündür. Şöyle ki:

Dante’nin Cehennem, Araf ve Cennet bahis-lerinde ele aldığı düşünce, iyinin çok iyi, kötü-nün çok kötü olduğu bir siyah-beyaz dünyayı temsil eder. Bir siyaset ve ahlak kitabının böyle bir keskinliğe dayandırılmasının kendi içerisinde önemli gerekçeleri bulunabilir. Ancak bu siyah-beyaz dünya Dante’nin hakikat anlayışını sınırla-yan bir unsur olarak ortaya çıkar. Nitekim benzer bir yaklaşım, Dante’nin Hz. Peygamber ve Hz. Ali hakkındaki kanaatlerinde de tezahür eder. Dan-te İtalya’nın kurucu düşünürü olarak görülebilir. Halbuki İbnü’l-Arabî ve takipçilerinin düşüncesi siyah ile beyaz değil, daha paradoksal bir dünya-dır. Bu dünyada beyaz da vardır siyah da; fakat her siyah, özünde beyazı da barındırır. 13. asır ve sonrasındaki İslam düşüncesindeki iyimserliğin ve insancıllığın temeli işte bu anlayıştır.

Yani 13. asır hâlâ vazgeçilmez bir referans çer-çevesi olmaya devam ediyor.

Bütün âlem İlahî isimlerin tecelli ettiği bir ayna olarak yorumlanıp Tanrı-âlem irtibatı izah edilir. Aynı zamanda insan üzerinde odaklanan bu an-layış, günümüz tabiriyle, bir hoşgörü anlayışının şekillenmesi demekti. Çünkü insan ‘âlem ayna-sının cilası’, ‘varlık sebebi’,

13. asırdan itibaren daha köklü hale gelen insana hizmet eden ku-

» Kozmopolit bir sanatKonya’daki Alâeddin Keykubad Köşkü’nde yer alan yıldız-haç kompozisyonlu çinilere ait bu parça, zarif ve kozmopolit bir sanatın izlerini taşıyor.

» İki denizin karşılaşmasıKonya ilim iklimini oluşturan en önemli isimlerden Mevlana ile Şems’in karşılaşmasını gösteren bu Osmanlı minyatürü, türünün en değerli örneklerinden birini oluşturuyor.

Ekrem DemirliDoç. Dr., İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi, Futuhât-ı Mekkiye çevirmeni.

İbnü’l-Arabî ve Konevî geleneğinin Şiîi dünya

üzerinde güçlü bir şe-

lerini sağlamıştır. Bu bakımdan Anadolu’daki

düşünürler İran ile Anadolu coğrafyasını da birbirine bağlamayı

başarmışlardır, diyebiliriz. Fenarî ve Kayserî’den sonra kanaatimce çok

» Asil ve yalın…Alâeddin Köşkü’nde yer alan 8 köşeli yıldız ve haç fi gürlü çinilere ait bu örnek, asil ve yalın bir sanat anlayışına işaret ediyor.

Mev

lana

’nın

Şem

s’in

ile k

arşıl

aşm

ası.

Cam

i ‘ü’s-

Siye

r, TS

M H

123

0, y

. 121

a.

48 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

smanlı tarihinin en tartışmalı ittifaklarından biri olan 1798 Osmanlı-Rus İttifakı’nın nede-ni, Fransa’nın Mısır’ı işgaliydi. Bu ittifak öylesine sıra dışıydı ki, Fransa’nın kurt Dışişleri

Bakanı Talleyrand haberi duyunca koltuğuna yığılıp kalmıştı; zira Osmanlıların, “geleneksel

düşman” Ruslar ile “geleneksel dost” Fransa’ya karşı ittifak edecekleri hiç aklına gelmemiş-ti. Fransız maslahatgüzarı (Çeşitli sebeplerden ötürü büyükelçi atanmayan/atanamayan bir ül-keyle diplomatik ilişkileri yürütmek üzere gö-revlendirilen kişi) Pierre Ruffin ise hapsedildiği Yedikule Zindanı’nın penceresinden Rus gemi-lerini görünce, Sultan’ın Yeniçeriliği kaldırmak

ADRİYATİK’TEBİR OSMANLICUMHURİYETİ

Yıl 1800. Adriyatik’te Osmanlı-Rus himayesinde, anayasası İstanbul’dayazılmış, bayrağı İstanbul’da çizilmiş bir Cumhuriyet rejimi…

Osmanlı Tarihi

kAHrAmAn ş[email protected]

» Yedi Ada Cumhuriyeti’nin polemik yaratan bayrağıBayrakta Osmanlı’nın önerisiyle, mavi fon üzerine Venedik’in sembolü olan St. Marco aslanı resmedilmiş. Bayrağı çevreleyen kırmızı şerit Osmanlı hakimiyetini sembolize ediyor. Sol üstte ise Çar Paul’ün iyi niyet göstergesi olan önerisiyle Cumhuriyet’in kuruluş tarihi, Hicri 1214 olarak yazılmış.

O

2012 MAYIS / DERİN TARİH 49

için Rusları İstanbul’a da-vet ettiğini sanmıştı. Peki, Osmanlıların bu gerçekçi dış politikası ne amaç gü-düyordu?

Fransızlara karşı savaşın ana cephesi olan Mısır’da müttefik İngiltere’nin des-teği sağlanırken, ikinci cep-he olan Adriyatik’te ortak bir Osmanlı-Rus filosunun görevlendirilmesine karar verilmişti. Zira Fransa Kralı Napolyon, Mısır Seferi’nden bir sene evvel Venedik Cumhuriyeti’ne son vermiş ve Adriyatik’te Ve-nedik mülkiyetinde bulunan Yedi Adalar’ı (İyon adaları: Korfu, Zenta, Kefalonya, Aya Mavra, İtaki, Çuka, Pakso) işgal etmişti. İşte Osmanlı-Rus filosu-nun amacı, Fransızları bu adalardan çıkarmaktı.

Nihayet Osmanlı-Rus filosu 1799 yılının Mart ayında Yedi Ada’yı Fransızlardan temizledi. Bu-rada Birleşik Yedi Ada Cumhuriyeti (Cezayir-i Seba-i Müctemia Cumhuru) adında, Osmanlı-Rus himayesinde, anayasası İstanbul’da yazılmış, bayrağı İstanbul’da çizilmiş bir Cumhuriyet re-jimi kurdular.

Bu Cumhuriyet, varlığını 1807 Tilsit Antlaşması’na kadar koruyarak, Fransızlara karşı bir tampon devlet görevi gördü. Bu adalar, 1807 ile 1812 yıl-ları arasında tekrar Fransa hakimiyetine geçti ve devamında uzunca bir süre İngiltere korumasın-da kaldı.

Anayasa: Jakobenlere karşı liberallerYeni Cumhuriyet’in kurulmasına dair Rus-

Osmanlı Antlaşması 3 Nisan 1800’de imzalandı. Cumhuriyet’in kuruluşu St. Petersburg’da (18 Ekim 1800) ve İstanbul’da (6 Kasım 1800) olmak üzere iki ayrı resmî törenle müjdelendi. Yeni kurulan Cumhuriyet’e bir anayasa hazırlanması için Fransa’nın ihtilal prensiplerinin tasvip edil-mesi beklenemezdi. Zira İstanbul ve St. Peters-burg zaten Fransa ile savaş halindeydi.

Her ne kadar Osmanlıların Fransız İhtilali’ni iyi anlamadıkları iddia edilse de bu doğru de-ğildir. Osmanlılar, tıpkı müttefikleri İngiltere ve Rusya gibi, ihtilalin dünya düzenini bozup

ayakları baş eylediğini dü-şünmekte ve hem Yedi Adalar’da, hem de Avrupa’da eski düzenin yeniden tesisi-ni elzem görmekteydiler. İhtilalin faturasını ise “jako-ben taifesi”ne kesiyorlardı.

Jakobenler, daha evvel Fransa’da ortaya çıkıp tür-lü fitne ve fesada teşebbüs ettikleri için kahrolmaları umulan kitleydi. Haliyle Yedi Adalar’ın tutucu soylu sınıfını kendi doğal mütte-fikleri sayarak Cumhuriyet

idaresini Venedik döneminde olduğu gibi bu aris-tokratlara bırakmak istiyorlardı. Gelgelelim yerel halk aristokratların idaresinden nefret ediyordu.

Adriyatik’teki Rus filosunun amirali Uşakov, sadece soyluların temsil edildiği bir parlamen-tonun yeni Cumhuriyet’te istikrarı sağlayama-yacağını düşündüğünden hazırladığı geçici ana-yasada, Çar’ın iradesiyle ters düşmek pahasına, halk ve eşrafa parlamentoda sınırlı da olsa temsil hakkı tanıdı. Bu geçici anayasa Osmanlı ve Rus saraylarında bir skandal olarak görüldü. Mütte-fik hükümdarlar bu anayasanın ihtilal prensip-lerinden fazlaca etkilendiği ve “liberal” olduğu kanısındaydılar. Soylular ise Rus ve Osmanlı sa-raylarına temsilci heyetleri göndererek bu geçici anayasayı protesto ettiler.

Sonuç olarak, Rus Çarı Paul’ün de onayıyla, ta-rafl ar kalıcı anayasanın ya da Osmanlıların tabi-riyle “nizam-ı dahili”nin İstanbul’da yazılmasına karar verdiler.

“fransızların fesat tohumları temizlenmelidir!”

Anayasanın yazımı aşamasında temel prensip, Yedi Adalar’da Venedik dönemindeki idare tarzı-nın yeniden kurulmasıydı. Hatta adanın asilza-deleri, yeni anayasaya Fransız İhtilali ilkelerini sokmamaları konusunda uyarılmıştı: Yedi Adalar Fransızların saçtığı fesat tohumlarından -ihtilal prensiplerinden- kurtarıldığı gibi hâlâ kök sal-mış tohumlar varsa onlar da temizlenmeliydi.

Osmanlılar ise anayasayı Cumhuriyet’in iç işlerini düzenleyen bir “nizam-ı dahili” veya

» Kuşbakışı Yedi Ada CumhuriyetiHaritada Yunanistan’ın solundaki turuncu renkli adalar (Korfu, Zenta, Kefalonya, Aya Mavra, İtaki, Çuka ve Pakso) Yedi Ada Cumhuriyeti’ni (Septinsular Republic) gösteriyor.

» Yunanistan’ın ilk devlet başkanı, Cumhuriyet’in Anayasa’sını hazırlamıştı.Tıp, hukuk ve felsefe eğitimi alan John Capodistria, yeni kurulan Yedi Ada Cumhuriyeti’nin bakanlarından biriydi. 1803 yılında Cumhuriyet’in mevcut anayasasını daha katılımcı olacak şekilde yeniden düzenledi. Takip eden yıllarda bağımsız Yunanistan için yaptığı çalışmalar başarıyla sonuçlandı ve Capodistria Yunanistan’ın ilk devlet başkanı oldu.

50 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

“nizamname” olarak değerlendiriyordu. Cum-huriyet Osmanlılara bağlı bir devlet olduğu için dış işleri bir beratla düzenlendi. Buna göre Cumhuriyet, savaş za-manında Osmanlıların düşmanlarıyla işbirliği yapmayacak, barış zama-nında da Balkanlardan adalara sığınan haydutla-rı teslim edecekti ki, bu adalar asırlardır haydut-ların sancağı idi. Ancak bu berat, Osmanlıların hakimiyetini pekiştirdiği için Rus müttefiklerin protestolarına neden oldu.

Yedi Ada artık Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası haline geldiğinden, Garp Ocakları’na bağlı korsanların Cumhuriyet’in tüccarlarına saldırılmaları yasaklandı ve bu tüccarlara ticari imtiyazlar tanındı. Cumhuriyet’in İstanbul, İz-mir, Halep, Akka ve İskenderiye gibi en mühim ticaret şehirlerinde hızla konsolosluklar açması-na bakılacak olursa, bu ticari imtiyazların Yedi Ada’yı zenginleştirdiği kolaylıkla söylenebilir.

Öyle ki, Karadeniz’e çıkan gemilerin sayı-sı 1803’te tam 37 iken 1804’te 100’e ulaşmıştı.

Hicri tarih bayrağa nasıl yazıldı?

Yedi Ada Cumhuriye-ti’ nin bayrağını belirle-mek de kayda değer bir sürece sahne olmuştur. O dönemde Osmanlıla-rın “bandirya” dedikleri bayrak/bandıra, dost ge-mileri düşman gemiler-den ayırmaya yarayan

yegane işaretti. Eski Venedik düzenine dönüldüğü için mantıken Yedi Ada tüccarlarının ismi var cis-mi yok Venedik bayrağını kullanmaları gerekirdi; oysa Avusturya, Venedik tarih olduktan sonra bu bayrağı kendi gemilerinde kullandı. Bu nedenle yeni bir bayrak şarttı.

Anayasa gibi bayrak meselesi de İstanbul’da karara bağlandı. Ve tıpkı anayasa tartışmaların-da olduğu gibi bayrak konusunda da Osmanlılar, Fransız İhtilali prensiplerini akla getiren sütun ve demet gibi simgelere karşı çıktılar. Ayrıca dini

hassasiyetlere de saygı göste-rilmeliydi. Böyle olunca, soylu-lar heyetinin önerdiği bayrak, fondaki lacivert rengin yeşile çalması nedeniyle reddedildi. Zira yeşil, Müslüman rengiydi. Osmanlılar karşı öneriyle, mavi

ANAYASA’YA OSMANLICABIR KARŞILIK GEREK!

19. yüzyılda anayasal dü-şüncenin gelişimi açısından Yedi Ada Cumhuriyeti’ne bahşedilen anayasanın önemi yadsınamaz. Yabancı kavramların dilimize asıl halleriyle girdikleri bir ger-

çektir. Oysa bizde anayasa-ya Fransızcadan mülhem “konstitüsyon” denmez. Bu durumda, Meşrutiyet dev-rinde ilan edilen anayasa-nın adı olan “Kanun-ı Esasi” nereden gelir? Dubrovnik’e asırlardır verilmekte olan “dahili nizam” ile Yedi Ada’ya verilen “nizam-ı mül-kiye” bu cumhuriyetlerce ve

Avrupa nezdinde anayasa olarak kabul edilmekteydi. Zamanla Osmanlı milletle-rine verilen dahili nizamlar da “nizamname” diye anılmış ve ilgili milletçe anayasa olarak kabul gör-müştür (örneğin, Ermeni Nizamnamesi). İşte karşılıklı hak ve yükümlülükler ile siyasete katılımın kurallarını

belirleyen bu nizamna-melerin değişerek esas kanuna dönüşmesi sonucu, Osmanlı “konstitüsyon” kelimesinin karşılığını kendi siyasî kelime dağarcığın-da “Kanun-i Esasi” olarak bulabilmiştir.

» Yedi Ada Cumhuriyeti Anayasasının kapağı:1800’de Osmanlı himayesinde kurulan Yedi Ada Cumhuriyeti’nin, yukarıda kapağı görülen 1803 tarihli anayasası Padişah tarafından onaylandıktan sonra yürürlüğe girmişti.

»Aslanlı mühürler: Yedi Ada Cumhuriyeti’nin yazışmalarda kullandığı iki mühür.

Osmanlı Tarihi

Fransızlarla savaş halinde olan Osmanlı’nın, yeni kurulan Cumhuriyet’in anayasasında Fransa’nın ihtilal prensiplerine yer verilmesini tasvip etmesi beklenemezdi.

2012 MAYIS / DERİN TARİH 51

fon üzerine Venedik’in sembolü olan St. Marco aslanının resmedildiği bir bayrakla çıkageldi-ler. Bu bayrak Osmanlı hakimiyetini simgele-yen kırmızı bir şeritle çerçevelenmişti. Heyet bu bayrağa, Yedi Ada’nın birliğini simgelemek için yedi sütun ekleyin-ce Osmanlılar yine karşı çıktılar; çünkü sütunlar ihtilal simgelerini akla getirmekteydi. Kaldı ki, bu bayrak neredey-se “tasvir suretini kesb” etmekteydi; yani resme benziyordu. Bu ise Osmanlı Devleti için dinen caiz değildi.

Sonunda, Osmanlıların önerdiği bayrak ufak tefek değişikliklerle kabul edildi. Sütunlar oka çev-rildi. İlginçtir ki, Çar Paul, bir iyi niyet göstergesi olarak, Cumhuriyet’in kuruluş tarihi olan Hicri 1214 tarihinin, bayrağı dolaşan kırmızı şerit üze-rine Osmanlı hakimiyetini simgelemek amacıyla yazılmasını önermiştir.

Anayasa daha katılımcı hale getirildiYedi Ada’nın ahalisi “Bizans Anayasası” adını

taktıkları yeni anayasadan, berattan ve bayraktan hoşnut olmamıştı. Zira onlar Osmanlı-Rus hima-yesi altında eski Venedik düzenini canlandıran tutucu bir anayasanın şekillendirdiği bir Cumhu-riyet istemiyorlardı. Ahali sadece Rus himayesini

kabul eden, nispeten daha katılımcı bir ana-yasa ile idare edilen bir Cumhuriyet’ten ya-naydı. Bu yüzden çıkan ayaklanma 1802 yılı boyunca sürdü. Osman-lılar için adalardaki

isyancılar, artık söyle-meye gerek yok, “jako-benlerdi.” Korfu’daki bu “Yakobin güruhu (Jakoben grubu) umur-ı cumhuru (halkın işle-rini)” kendilerine mal etmek “fikr-i fesadıyla

(kötü düşüncesiyle)” ihtilal çıkarıp “dahili niza-mı (anayasayı) idare-i umur (devlet yönetimi)” sefillerin elinde kalmıştı. Bunlar, “idare-yi mül-kü (yurt idaresini) avam-ı nassın (cahil halkın)” eline vermenin peşindeydiler. Nihayetinde, 1803 yılında mevcut anayasa daha katılımcı olacak şekilde değiştirildi ve Cumhuriyet, Osmanlıları Adriyatik’te Fransız tehdidine karşı korumayı 1807’e dek sürdürdü. Sonrasında sırasıyla Fransa ve İngiltere’nin egemenliği altına giren Yedi Ada bugün Yunanistan sınırları içindedir.

“sefil HAlk kitleleri” idAreye kAtılAmAz!

Anayasanın hazırlanması sürecinde Osmanlı ile Yedi Ada’nın asilzadeleri arasında şöyle bir diyalog geçer:

Osmanlı Heyeti: Venedik vaktine tatbik olunsa güzel olmaz mı ve ol-zaman suret-i

nizamları ne vechle idi?yedi Ada Heyeti: Venedik vaktinde cari olan nizamda iki nev kaide vardır ki birisi senato erbabı asilzadegan zümresinden olub esafil-i nasa müdahele itdirilmez ve diğeri asilzadegândan bir hanedan münkariz olur ise ol hanedan muattal olmamak içün kendüsü ve babası

ve büyük babası ashab-ı hıreften olmayan birisi anın yerine nasb ile hanedan itibar olunur. Hasılı keyfiyet-i idare-i cumhuriye Dubrovnik Cumhuru’na müşabihdir.Görüldüğü üzere Osmanlı tarafı Venedik dönemindeki idare tarzını sorduklarında soylular heyeti eskiden senato üyelerinin sadece asil-

zadelerden seçilip “halkın sefil kısmının” idareye karıştırılma-dığını belirtirler. Bir asil ailenin soyu tükenirse senatodaki yerini, üç kuşağı da esnaf ve zanaatkâr olmayan biri alır. Böylece, günümüzde orta sınıf tabir edilecek kesimin idareye katılmaya layık gö-rülmeyen “sefil halk kitleleri” olarak görüldüğü ortaya çıkar.

» İşte sentez: Biraz modern, biraz da geleneksel siyasetOsmanlılar, Yedi Ada’da halkı yanlarına çekmek için Patrik Gregor’un Osmanlı yanlısı nasihatlerini içeren 400 Rumca broşürü halka dağıtarak modern siyasî araçlara başvurdular. Eflak, Boğdan ve Dubrovnik gibi imtiyazlı eyaletlerde olduğu gibi anayasa, bayrak, Cumhuriyet’in dışişlerini düzenleyen bir berat ve ticari imtiyazlar bağlamında da geleneksel siyaseti devam ettirdiler.

Kahraman ŞakulDr., Şehir Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilim-leri Fakültesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi.

» Yedi Ada’dan Monte Cristo’ya…Yanya valisi Tepedelenli Ali Paşa, İtaki ve Pakso adalarının fethinde Arnavutluk kıyılarındaki kaleleri ele geçirmekle görevliydi. Zamanla güçlenerek Osmanlı Devleti’ne isyan etti ancak başarılı olamadı. Lord Byron ve Victor Hugo, eserlerinde önemli bir tarihi figür olan Ali Paşa’dan bah-sederler. Alexandre Dumas’nın Monte Cristo Kontu’ndaki karakterlerden biri de Tepedelenli’nin kızıdır.

52 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

ünya denizcilik tarihinin en şöhretli gemisi Titanik, İngiltere’den New York’a yapa-cağı ilk seferi için demir aldığı 10 Nisan 1912’de, 269 metrelik uzunluğuyla, zamanının en bü-

yük transatlantiğiydi. Batmaz denilen, ancak yol-culuğunun beşinci gününde, Kuzey Atlantik’in soğuk sularına gömülen efsane gemi, batışından 100 yıl sonra “içinde yaşayan” Osmanlı’yla yeni-den gündemde…

Döneme dair belgelere göre Titanik, meğer

buram buram Osmanlı kokuyormuş. Gemide kullanılan saunadan halılara, tavandaki lamba-lardan duvardaki çinilere birçok unsur Osmanlı motifl eriyle bezenmiş.

Tarih: 31 Mart 1909. Yer: Kuzey İrlanda’nın Belfast şehri. Dünyanın en büyük gemisi RMS Titanic, Belfast’ta bulunan Harland and Wolff tersanesinde inşa edilmeye başlanıyor. O yıllarda kızışan okyanus ötesi yolcu taşımacılığında güçlü bir filo oluşturma projesinin bir parçası olarak…

White Star Line şirketinin transatlantik ge-misi olan Titanik, rakip firma Cunard Line’ın

Deşifre

ORHAN [email protected]

» Muhteşem ve gururlu Titanik demir alıyorBatmaz denilen Titanik 10 Nisan 1912’de İngiltere’den demir alıyor ve 5 gün sonra gerçekleşecek o elim kazadan habersiz gururla okyanusa açılıyor.

D

» Osmanlı hamamı biletiBirinci sınıf yolculara satılan bu bilet, sahibine Türk hamamı ya da elektrikli banyo kullanım hakkını veriyordu.

Titanic Triump und Tragödie, John P. Eaton, Charles A. Haas.

OSMANLI’NIN AVRUPA’DAKİ SON MUHTEŞEM ESERİ TİTANİK’TEN ÇIKTI!

2012 MAYIS / DERİN TARİH 53

RMS Lusitania ve RMS Mauretania gemileriyle rekabet amaçlı tasarlanmıştı. Titanik’in üretici-si, onunla birlikte Olympic Sınıfı kardeşlerini de üretmeye başladı. Rekabette iddialı olan şirket, özellikle Titanik’le birlikte adeta ezber bozacak bir şey yapacaktı. Dünyanın en büyük, en lüks, en pahalı ve en görkemli gemisi olacaktı bu. Bazı kaynaklara göre 200 milyon doları aşan bütçesiy-le yolcuları adeta “yüzen sarayda” ağırlayacaktı.

Yüzen saraydaki en parlak fikirTam 11 bin 300 kişi, 26 ay boyunca bu efsane-

yi inşa etmek için ter döktü. Kesenin ağzı açıldı. Aynı zamanda Uluslararası Denizcilik Şirketi’nin (International Mercantile Marine Company - IMMC) sahibi Amerikalı John Pierpont Morgan tarafından finanse edilen gemi için çok uluslu bir proje ofisi açıldı. Onlarca proje mühendisi ve mimarın çalıştığı ofis, “yüzen saray mühendis-liğini” adım adım hayalden gerçeğe taşıyacaktı.

Zamanının ötesinde bir mühendislik başarı-sıyla inşa edilecek bu yüzen sarayda unutulmaz detaylar da olmalıydı elbette. Yolculara eşsiz bir deneyim yaşatmak için arayışa giren Titanik tasarımcısı William Pirrie ile inşa yöneticisi ve dizayn bölümünün başı Alexander Carlisle’ın aklına gelen fikir, sonradan anlaşılacağı üzere, amaca ulaştıklarını gösterecekti. Detaylar gemi inşaatı mühendisi Thomas Andrews’e iletildi ve kollar sıvandı.

Motor ve makine katı dışında 7 kat olarak inşa edilen Titanik; birinci, ikinci ve üçüncü sı-nıf olmak üzere 3 ayrı yolcu sınıfı için tasarlandı. Gemi ana güvertesinde standart yüzme havuzu, spor salonu, iki ayrı kütüphane ve tenis kortu bulunuyordu. Birinci sınıf yolcular için ayrılan üç, dört, beş ve altıncı katlardaki ortak odalar özel bir ağaç işlemeciliğiyle inşa edilmiş, pahalı mobilyalarla süslenmişti. Sadece şatafat değil, gemideki teknoloji de zirvedeydi. Buhar jene-ratörleri tarafından desteklenen geniş elektrik altyapısı ve iletişimi sağlayan son teknoloji ürü-

nü iki Marconi bu zirveye yerleşen birkaç detay arasında sayılabilir. Vardiya halinde çalışan ope-ratörler tarafından işletilen 1500 wattlık sistem sabit bir iletişim sağlıyor, birçok yolcunun mesa-jını merkeze iletiyordu.

İşte bu son tekniklerle donatılan Titanik’te hayata geçirilecek o “parlak fikir”, sadece birinci sınıf yolculara hizmet verecek olan Türk hama-mından başka bir şey değildi.

Titanik’in gizlenen “Doğu tarafı”Günümüze kadar pek bilinmeyen detaylar-

dan biri de Titanik’teki Osmanlı izleriydi. Gerek James Cameron’un 97 yapımı Titanik’i, gerek-se yazılan kitaplar, denizde yüzen sarayın hep “Batı tarafını” gösterdi. Oysa durum hiç de öyle değildi. Projeyi tasarlayanların ellerindeki plan-lara bakılırsa, sözünü ettiğimiz “Doğu tarafı” da gösterilenlerin aksine fazlasıyla belirgindi. Bu izlerin ilki, geminin en özel yolcuları için hazırlanan alanlarda kendisini hissettiriyordu. Titanik’te inşa edilen hamam, birinci katta,

SAUNANIN ATASI TİTANİK’TEYDİ

Titanik’te, sadece bir Türk hamamı yapılmıyor, bir ilke de imza atılıyordu. Zira Osmanlı mühendislerinin

yönetiminde yapılan Türk hamamı, aynı zamanda dünyanın ilk elektrikli hamamı olma unvanına da sahip. İstanbul’dan giderek Liverpool’daki proje ofi-sinde çalışan Ermeni asıllı

Osmanlı mimarları eliyle yapılan hamamın ısıtılması, o yıllarda son derece lüks olan elektrik sistemiyle ger-çekleştirilmişti. Karada bile yaygınlaşmayan, denizde ise buharla elde edilen güç

kaynağı, Osmanlı hama-mında elektrikle sağlanı-yordu. Titanik’teki elektrikli hamam daha sonraki yıllar-da yaygınlaşan saunalara ve buharlı banyolara ilham kaynağı olacaktı.

» Türk hamamı işte orada!Titanik’in yukarıdaki kesitinde, birinci katta ve baca hizasında yer alan Türk hamamı, Almanca “TÜRK. BAD” olarak görülüyor.Ti

tani

c Triu

mp

und

Trag

ödie

, Joh

n P.

Eato

n, C

harle

s A. H

aas.

54 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

geminin orta kısmına gelecek biçimde konum-lanıyordu. Kesit planlarına göre gemide ana ba-canın hizasında inşa edilen hamam, yaklaşık 40 metrekarelik bir alan üzerine oturuyordu. İki bölümden oluşan hamamın bir bölümünde kü-çük ebatlı serinleme havuzu, ana bölümünde ise sıcak hamam yer alıyordu.

Titanik’teki Osmanlı’yı araştıran gazeteci ve yazar Şenol Şahin Çörekçi’ye göre, İstanbul’dan özel bir mühendis grubu Titanik’in Liverpool’da-ki dev proje ofisinde görev almış. Almanya’da ya-şayan ve 6 yıldır konuyu araştıran Çörekçi, Whi-te Star Line’nın, Titanik’teki Türk hamamı için Osmanlı’dan yardım istediğini şöyle ifade ediyor:

“1909 yılında başlanan Titanik’in inşası 3 yıl sürdü. Burada Türklerin Titanik’in inşasında rol aldıklarını ve çalıştıklarını kesin bir şekilde öğ-renmiş olduk. Gemi inşasında bir Türk hamamı yapmak için Osmanlı’dan en az bir mühendisin Belfast ve Liverpool’a getirildiği anlaşılıyor.”

Geminin plan, proje ve kesitleri incelendi-ğinde ilginç tespitlerin ortaya çıktığını belirten Çörekçi, “Şimdiye kadar yaptığım araştırmalar-da gördüm ki bu gemide Türk hamamı dışında, başka hiçbir ülkenin muhteşem bir eserine yer verilmemiş. Duvarlarında İznik çinilerinden ör-nekler var; masalarda kullanılan bardaklarda ise Osmanlı cam sanatından örnekler görüyoruz. Bana kalırsa bu, Osmanlı’nın Avrupa’da yaptığı son muhteşem eserdir” diyor.

Yolcular Türk hamamını anlatıyorAnlaşılan Titanik’teki Türk hamamı, şirke-

tin de prestij meselesi olmuştu. Bu özel alan o denli önemliydi ki, RMS Titanic’i işleten White Star Line şirketi, sadece birinci sınıf yolcuları-na satılması için “Turkish bath” (Türk hamamı) ifadesinin kullanıldığı biletler bastırmıştı. Gemi

» Buram buram Osmanlı kokuyorDoğu mimarisinden detaylar taşıyan Türk hamamının Türk mimar ve mühendisler tarafından dizayn edildiği biliniyor. Bu iki karede bile Osmanlı kokusunu içimize çekebiliyoruz.

» Kazadan bir gün önce son hamam sefasıMrs. Frederic Oakley, Türk hamamı için bilet alan ve kazadan bir gün önce hamamı kullanan birinci sınıf yolcusu. Aynı zamanda kazadan kurtulan az sayıdaki şanslı kişiden biri.

Deşifre

Koni

gin

Der

Mee

re (D

enizl

erin

Kra

liçes

i),

Ken

Mar

scha

ll, D

onal

d Ly

nch.

Tita

nic T

rium

p un

d Tr

agöd

ie, J

ohn

P. Ea

ton,

Cha

rles A

. Haa

s.

Tita

nic T

rium

p un

d Tr

agöd

ie, J

ohn

P. Ea

ton,

Cha

rles A

. Haa

s.

2012 MAYIS / DERİN TARİH 55

kayıtlarına göre Türk hamamı özel biletlerinden alan yolculardan ikisi Bay ve Bayan Frederic’miş. Resmî kayıtlarda first-class’ta adları geçen Sped-den, Mr. Frederic Oakley ve Spedden, Mrs. Frede-ric Oakley çifti aynı zamanda sağ kurtulan şanslı yolcular arasında bulunuyor.

Bayan Frederic, yaşadıklarını Augsburger Abend­ze itung’e anlatırken Türk hamamı ile ilgili anekdot-ları da paylaşıyor. Türk hamamı biletini Titanik’in buz dağına çarpmasından bir gün önce kullandığı-nı söyleyerek yaşadıklarını şöyle anlatıyor:

“Türk hamamı biletini, kaza yaşanmadan önce kullandım. 13 Nisan 1912 sabahı… Biletimi alıp o sabah Türk hamamında bulundum. Bu ilk tecrübemin aynı zamanda son tecrübem olması-nı ümit ediyorum. Hayatta bu kadar çok utanma-dım. Herkes çıplaktı. Hemen çıktım. Hamamdan sonra yüzme havuzuna gittiğimde biraz daha rahatladım.”

Titanik’le ilgili yayınlanmamış detaylara yer veren Königin Der Meere adlı çalışmada ise ha-mamla ilgili bilgilere rastlıyoruz. Titanik unsur-larına ayrı ayrı değinen kitap, hamamla ilgili bö-lümünde Türk hamamı başlığıyla işliyor konuyu. Sefer sırasında çekilmiş fotoğrafların yer aldığı çalışmada, hamamda altın ve bronz kaplamalı işlemeler kullanıldığı ve erotizm atmosferinin hâkim olduğu belirtiliyor. Yolcu anıları ve farklı kaynaklardan doğruladığımız bilgilere göre ha-mamı kullananların çıplak olduğunu, sözü edi-len erotizm vurgusunun da buradan kaynaklan-dığını hatırlatmakta fayda var.

Titanik’in Türk pasaportlu yolcularıWhite Star Line kayıtlarında adları geçen yol-

cular arasında hem farklı ülkelerden gelen Müs-lümanları, hem de Osmanlı’dan gelen ve Türk pasaportlu Osmanlı vatandaşlarını görüyoruz. Lis-tede Toufik (Teyfik) Nahil, Mustafa Nasr, Youssef (Yusuf) Saman, Hassan Houssein (Hasan Hüseyin), Ali Hassam gibi isimler dikkat çekiyor. Türk pa-saportlu Ermeni asıllı yolcular arasında ise Arsun Sırayanian, Neshan Krekorian, Sarkis Lahowd, David Vartunian, Sarkis Mardirosian, Artun Zaka-rian, Maprieder Zakarian isimleri yer alıyor.

Zakarian soyadlı Ermenilerin o dönemlerde İstanbul’da yoğun olarak yaşadıklarını biliyoruz. Dosyayı hazırlarken görüştüğüm Türkiye’nin efsanevi boksörü Garbis Zakarian, Titanik’teki yolcu listesiyle ilgili ucu açık bazı açıklamalar yapıyor. Çıktığı 200 karşılaşmanın sadece 7’sini kaybeden ve bugün 82 yaşında olan efsane eldi-ven, Titanik’teki Zakarian soyadlarını sorduğu-muzda biraz garipsiyor. Babasının İstanbul’daki Alman Konsolosluğu’nda çalıştığını ve akrabala-rının yurt dışı çıkışlarında sürekli kendisine da-nıştıklarını anlatıyor ve ekliyor: “Açıkçası bunu ilk defa sizden duydum. Daha önce hiç gündeme gelmedi, başkası da sormadı. Baba tarafından ak-raba olmaları muhtemel. Ancak bir şey söylemek oldukça güç...”

Sonuç olarak, Titanik’te bulunan Osmanlı iz-lerinin yanı sıra yolcu listesindeki tanıdık isimler de gösteriyor ki, Osmanlı da Titanikte’ydi; sanatı ve halkıyla…

» Dolmabahçe’nin merdivenleri mi ilham verdi?Birinci sınıf yolcuların bulunduğu ana güverte avlusundaki büyük merdivenlerin (solda) mimarisi dikkat çekiyor. Şenol Şahin Çörekçi, son dönem Osmanlı mimarisinden izler taşıyan bu merdivenlerde, Dolmabahçe Sarayı’nın merdivenlerinden (yukarıda) esinlenilmiş olabileceğini belirtiyor.

» Dünyanın en iddialı kaptanı“Bu gemiyi Tanrı bile batıramaz” diyen Titanik’in kaptanı Edward J. Smith’in bu iddiası, o devasa buz dağı karşısında direnemedi ve gemiyle birlikte sulara gömüldü.

Tita

nic T

rium

p un

d Tr

agöd

ie, J

ohn

P. Ea

ton,

Cha

rles A

. Haa

s.

ww

w.w

ikip

edia

.com

İnsan kırkından sonra Türk nakışına heves düşürür ise âkıbeti benim gibi olur efendim. Bizler kız arkadaşlarla

içeride kanaviçe sohbeti ve kahve falı ile meşgul iken torunzâdem Berke Bey, çalışma odama sessizce girip di-vanın üstündeki kasnağı söküp bahçede çember çevir-meğe kalkışınca, -e, eskisi gibi çocukların kaba yerlerine iki tane aşketmek artık terbiyevî usûl olmaktan çıktığı içün- çâresiz pişkinliğe vurup, Üsküdar’a kadar inip yeni-sini almak iktizâ etti. Avdetimde yol üstündeki kitapçıya uğrayıp siparişlerimi sorayım dedim. Henüz gelmemiş; o esnada hâtırat kitapları rafında gözüm bir kitaba ta-kıldı: Kadirbeyoğlu Zeki Bey’in Hâtıraları. Fesubhanallah! Ayol ben bu hâtıratı bilirdim fakat neşrolunduğundan haberim yoktu.

Heman bahası neyse takdim edip Kandilli’ye avdet eder etmez kitabı tedkike koyuldum; evet, o kitap! Tas-tamam aynısı ve tıpkısı!

Kabul ediyorum; bu da bir nevi gıybettir

Meseleyi bilmeyenler içün muamma gibi görünüyor; müsaade buyrulursa tane tane izah edeyim efendim. Bundan şöyle böyle 15 sene kadar önce, kendisini sâbık Gümüşhane mebusu Zeki Bey’in torunu olarak takdim

eden bir zat ile telefon mülakatında bulundukdu. Eksik olmasınlar, bazı müşterek ahbaplarımız nâçizâne ben-denizden bahsetmişler de o sebeple müracaat lüzumu hissetmiş. Meseleyi hulâsâ edeyim: Diyor ki beyefendi, “Bizde dedemin hatırâları bulunuyor, kırk seneden beri ailemizin yâdigârı olup titizlikle muhafaza ettik. İmdi, ehil bir müdekkik tarafından elden geçirilerek neşrini arzu ediyoruz. Acaba yardımcı olabilir misiniz?”

E, siz olsanız hayır diyebilir misiniz efendim? “Hay hay!” denildikten bir hafta sonra siyah ve iri bir klasör içinde takriben 200 sayfayı mütecaviz hacimde fotokopi edilmiş ve delikli zımba ile delinerek klasöre geçirilmiş halde eser elime vâsıl oldu. Asıl nüsha yok; bu nüsha ise belli ki eski yazı bilen biri tarafından daktiloya çekilmek suretiyle birkaç nüsha pelure kağıdı ile teksir edilmiş. Bazı ibâreler kalemle sonradan tashih görmüş vesaire.

Birkaç saat içinde hızla gözden geçirerek hâtıratın muhteviyatı hakkında kanaat edindim ki, hâtırat pek mühimdir velâkin ilmî bir neşir içün el yazılı nüshası-na da erişmek lâzımdır. Bilahire Zeki Bey’in torunu ile meyânımızda yeniden bir telefon muhaveresi cereyan etti; kendisine bu eseri zevkle neşre hazırlayıp notlan-dıracağımı vaad ettim fekat telefondaki sesde eski şevk ve heyecan kalmamış gibime geldi. “Şimdilik kalsın” fik-rinde imiş. E, ne denir; bu fikre de hürmet göstermek lâzımdır fikriyle telefonu kapattım, mesele de kapanmış oldu hâliyle.

İşte o nüsha yıllardan beri kütüphanemde bir ema-net olarak durur. Ara sıra aklıma gelir, yerinden çıkarır, gözden geçirir, yeniden okurdum ve “Keşke neşredilse”

Zeki Bey’in hâtıratında anlattığı şeyler, bizim resmî tarihçiliğimiz meyânında öğrettiğimiz şeylere hayli uzak düşüyor.

Neşeli Neşter

56 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

KADİRBEYOĞLU ZEKİ BEY’İN HÂTIRALARI’NA DİKKATİNİZİ CELB EDERİM EFENDİM!

P. NERİMAN HANZÂDE

diye düşünür, en çok da “Acaba neşrinden niçün vaz-geçildi?” diye merak ederdim. Sonradan fark ettim ki o eyyâm tam da 28 Şubat patırtılarının ortasına denk ge-liyor idi ve eserin mâliki, belki neşir içün zamanın elve-rişli olmadığını düşünmüş olabilir idi. Kabul ediyorum, bu da bir nevi gıybettir; nitekim Ahret kardeşim Ülfet’le meseleyi müzakere ederken o da aynı nokta-i nazar üze-rinde durdu. “Bir kişi hakkında, açıkça izhar etmediği bir niyetinden ötürü şöyle veya böyle hüküm bina etmek güft ü gû sayılır Nerimancığım” dedi. E, haklı. Dolayısıyle yukardaki satırlarımı yazılmamış ve okunmamış kabul etmekliğinizi istirham ederek asıl meseleye geleceğim efendim.

Tam bir muhalifPeki, niçün böyle bir sui zana kapıldığımı merak

etmeyecek misiniz? Heman arz ediyorum efendim: Kadirbeyoğlu Zeki Bey bir muhalif; üstelik Refik Halid Bey’in tâbirile “Tam bir muhalif”. Kime muhalif? Efendim benden duymuş gibi olmayınız, Mustafa Kemal Paşa’ya muhalif bir mebus. Erbâbı olmayan bilmez, Gazi Paşa’ya muhalif siyâsilerden pek azı hâtırat bırakmıştır ardında. Bunlardan haylicesi de “çoluk çocuğun başı derde gir-mesin” endişesiyle yazdıklarını sır gibi saklamış, hattâ imha eylemişlerdir.

Zeki Bey sıradan bir muhalif değil; kısaca izah ede-yim. Kendisi, devrin Gazze mutasarrıfı İbrahim Lütfi Paşa’nın oğlu; vaktiyle Sultanî’nin Türkçe kısmını bi-tirmiş. Bilâhire bir nevi “Âyân” olaraktan memleketi Gümüşhane’ye dönüp ticaretle uğraşır iken Anadolu iş-gale uğrayınca her vatanperver eşraf evlâdı gibi iş başa düştü deyip faaliyete geçmiş. Son Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na seçilmiş. İngilizlerin İstanbul’u işgal edip Meclis’i dağıtarak mebusların haylicesini Malta’ya sürgü-ne göndermesini müteakip Ankara’ya gelince Mustafa Kemal Paşa riyâsetinde ça-lışmak istememiş. Zira daha Ankara’ya gelmezden önce İnebolu’da, Vahidettin’in kayınbiraderi Çerkez Zeki zannıyla kaba bir muamele ile tevkif olunması bir ta-rafa, tâ Erzurum Kongresi esnasında Mustafa Kemal Paşa ile Zeki Bey’in araları hayli şekerrenk vaziyetler ihtivâ etmektedir!

“Paşa, hemen çıkınız, başka elbise ile gelirsiniz!”

Peki, Erzurum Kongresi es-nasında neler cereyan etmiştir ki, Zeki Bey’le Mustafa Kemal Paşa’nın arası soğumuştur? Bu dikkat çekici mevzunun taf-silatını, işbu hâtıra kitabında bulabileceksiniz efendim. Ben şimdilik o mevzûa girmeyim, lâkin şu kadarcığını çıtlatma-dan edemem; Zeki Bey’in hâtıratında anlattığı şeyler, bizim resmî tarihçiliğimiz meyânında öğrettiğimiz şeylere hayli uzak düşüyor. Meselâ o tarih itibariyle “Silk-i Askerî’den” tard edilmiş olmasına rağmen Kongre’nin açılış celsesine üzerinde-ki Padişah yâveri üniformasıyla iştirak etmeye kalkışan Mustafa Kemâl Paşa’yı, “Paşa hemen dışarı çıkınız, daha istifânâmenizin mürekkebi kurumadan kongre üzerin-

de te’sir icrâ etmek için bu kıyâfetle gelmenize çok tees-süf ederim. Hemen çıkınız, başka bir elbise ile gelirsiniz” sözleriyle dışarı çıkmaya davet eden şahıs işte bu Zeki Bey’dir. Paşa bilâhire işi olgunluğa vurup salondan çık-mış ve sivil bir kıyafet tedârikiyle yeniden kongre çalış-malarına katılmıştı.

İşte kitabevinde görüp hemen satın alarak eve getirdiğim ve bendeki aslıyla karşılaştırarak yeniden tezekkür ettiğim bu hâtıratında Zeki Bey, siyasî müca-

delesini birinci şahıs ağ-zından ve kendi üslûbuyla hikâye ediyor. Hâtıra, Kadir Mısıroğlu’nun Sebil Yayı-nevi tarafından 2007’de sessiz sedâsız neşrolun-muş. Acaba ne oldu da, hâtıratın kanuni sahibi neşrine müsaade etti der-seniz, bu sualin muhata-bı ben olmasam gerektir efendim...

Erzurum Kongresi esnasında neler cerean etmiştir ki, Zeki Bey’le Mustafa Kemal Paşa’nın arası soğumuştur? Tafsilatını işbu hâtıra kitabında bulabileceksiniz.

» Meclis’teki tek muhalif 2. Meclis’e “Muhalefet” züm-resinden girmeye muvaffak olan tek isim Zeki Bey’dir.

» Kendi dilinden...2007’deSebil Yayınevi’nden çıkan kitapta, Zeki Bey siyasî mücadelesini anlatıyor.

2012 MAYIS / DERİN TARİH 57

İmdii, “2007 senesinde siyasî ahvâl, evvelkine na-zaran daha müsait idi” desem Ülfet hemen “Dedikodu ediyorsun; niyet okuyorsun, günâha giriyorsun!” diye başımın etini didikleyecektir. Bendeniz işin bu faslında değilim efendim; mühim olan bu değerli ve kıymetli eserin hususi kütüphanelerin mahpesinden kurtulup ammeye mâl olmasıdır. Sözün burasında Zeki Bey’in torununa, hâtıratı neşrettirdiği içün şahsen ve yakın ta-rihimiz nâmına büyük şükran borçluyuz.

Cumhuriyet’in ilk müstakilve muhalif mebusu

Bilmiyorum belki de ben tesadüf etmedim; habbeyi kubbe etmeye meraklı matbuatımız bu hâtıratın neş-rini -tıpkı benim gibi- vaktinde fark edemedi galiba. Zira bu eserde konuşulmaya ve tartışılmaya sezâ pek çok husus vardır. Zeki Bey, Birinci Meclis’e iştirakten vazgeçse de 1923 senesinde yapılan seçimlere müsta-

killen iştirak ederek seçilmeye muva� ak olmuş ve bu kararıyla dahi Mustafa Kemal Paşa’nın dikkatini çekmiş-ti. Zirâ efendim, bilenler bilir, ikinci Meclis’e “Muhalefet” zümresinden girmeye muva� ak olan tek isim yine Zeki Bey olmuştur ve kitapta bu intihâbın şartları ve hikâyesi uzun uzadıya tafsil ediliyor. Âdetâ İstiklâl Harbi’nin mu-za� er ordusunun zabitlerine ve Mustafa Kemâl Paşa’ya rağmen Gümüşhane ahalisinin büyük desteği ile seçi-mi kazanan Zeki Bey, pek uzun sürmeyen bu vekillik döneminde Hilâfet’in ilgasına muhalefetiyle bir kere daha ortalığı karıştırmış, ardından ısrarlar üzerine, Gazi Paşa’nın muharip arkadaşları tarafından teşkil olunan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’na girmişti. Ne var ki, 1926’daki İzmir Suikasdi hadisesiyle ilişkilendirilerek tevkif edilen Zeki Bey, İzmir’deki duruşmalardan be-raatla kurtulmuş ve İstanbul Mahmutpaşa semtinde Yeşildirek civarındaki baba evine çekilerek ticaret yap-maya kalkışmış idi. Lâkin huzur ne mümkün efendim! Trabzon’dan büyük sermaye sarfıyla İstanbul Limanı’na sevk olunan peynir ve yağların akıbeti neticede deni-ze dökülmek suretiyle balıkların öğünü olmaktan kur-tulamamıştı; zira koca İstanbul ahalisinin, o günlerde

nedense birdenbire perhiz aşkı depreşmiş, toptancı ve perakendeci esnafını sıkı tarassut altına alan polis, Zeki Bey’in ticari hayatını adeta mahvetmişti. Bu esnada da-kika sektirilmeden polis takibinde yaşayan Zeki Bey’in, takipçilerini protesto maksadıyla evinin duvarına eliyle pankart asması, takibçi polislerin pankartı sökerek tâ Dolmabahçe Sarayı’na götürüp Gazi’ye arz etmeleri pek eğlenceli hadiselerdendir.

Muhali� n oğlu muvafık olunca...Zeki Bey’in çilesi, İsmet Paşa’nın reisicumhurluğuna

kadar devam etmiş görünüyor. İsmet İnönü, eski dostu ve arkadaşı Kâzım Karabekir Paşa ile birlikte o devrin menkublarına bir cemile olmak üzere milletvekilliği teklifinde bulununca Zeki Bey’in yine kenarda kalmayı tercih etmesini de kaydedelim.

Zeki Kadirbeyoğlu, daha sonra serbest ticaretle uğ-raşmış ve 1952’de Hakk’ın rahmetine kavuşmuş. Bizim Ülfet aileyi tanıdığını söylüyor. Aile, Yeşildirek’teki ha-lasının komşuları imişler. Ülfet’in söylediğine göre Zeki Bey’in oğlu Sebahattin Bey (1919-1980), 11. Dönem’de CHP’den milletvekili seçilmiş. Kitaba Sebil Yayınevi im-zasıyla önsöz yazdığını tahmin ettiğim Kadir Mısıroğlu, “Oğulun babasına ters bir istikamette yürüdüğü cihetle ona ait bilgilerin ortaya dökülmesinden memnuniyet-sizliğini izhar etmişti” diyor.

Bu derece mühim bir şahsiyet hakkında şimdiye kadar ciddi bir ilmî tedkik yapılmamış olmasına tam da teessüf etmek üzere iken 2006 senesinde Sakarya Üniversitesi’nde Necmettin Hira isimli bir yüksek lisans talebesinin, “Hatıralarının Işığı Altında Kadirbeyoğlu Zeki Bey’in Çalışmaları” başlıklı bir tez yaptığını bir vesi-le ile öğrendim. “Aman nasıl buluruz?” diye araştırırken Ülfet’in torunu Didar kızımız eksik olmasın, internetten indirdi; hemen tedkik ettik. Eh, eli-yüzü düzgündür fa-kat gariplik daha tezin isminden başlıyor: Ne demektir efendim “Çalışmaları”? Bir esere böyle isim verilir mi? Hayret! Tezin kaynakları kısmında Zeki Bey’in hatırala-rı, “Şark’ta Harekât-ı Milliye Nasıl Başladı?” namıyla “Ya-yınlanmamış” kaydıyla zikredilmiş. Bu demektir ki, Zeki Bey’in basılmamış hâtıraları, neşrinden evvel hayli za-man elden ele gezmiş.

Her ne ise efendim; bu eser daha etra� ı ve titiz bir şekilde neşredilebilirdi. Biraz aceleye gelmiş de olsa, onca sene te’hirden sonra kitabın neşrini tebrik ediyo-rum. İnşallah ikinci baskısı ilkinden daha iyi tertib olu-nur efendim.

Neşeli Neşter

Kadirbeyoğlu Zeki Bey bir muhalif. Kime muhalif? Efendim benden duymuş gibi olmayınız, Mustafa Kemal Paşa’ya muhalif bir mebus.

58 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

Eski Alman hukukuna göre yargıç, elinde

asası ile güneş batana dek koltuğunda bacak bacak

üstüne atarak kızgın bir eda ile oturmak zorundaydı.

Yargıcın asayı bırakması yahut da ayağa kalkması

durumunda mahkemenin güvenirliği şüpheye düşerdi.

Van Gölü’nde yüzen ilk Türk gemisi 16. yüzyılda Mimar Sinan tarafından yapılmıştır. Büyük sanatkâr o zaman yeniçeri ocağında dülgerlikteki (ahşap bina yapımıyla ilgili meslek) hünerleriyle tanınmış bir görevliydi.

20 PARA 40 PARA 60 PARA

Tanzimat’tan önceki devirlerde

dalkavuklar; kâhyaları,

nizamnameleri ve narhları (ücret

tarifesi) olan bir esnaf zümresi

idi. Bununla ilgili Topkapı Sarayı

arşivinde kime hitap ettiği belli olmayan

bir arzuhal risalesi bile bulunmaktadır.

Dalkavukluk, vücudu eğlence aleti yapmış

bir meslekti. Yapılacak eğlenceye göre

ücretlendirme değişiklik gösterirdi. Mesela,

dalkavuğun burnuna bir fi ske vurmak

20 para, sakalını boyamak 60 para,

kafasına iri bir yumruk indirmek ise

40 para idi.

Tuhaf Şeyler Ansiklopedisi

İLK YEŞİLAY MISIR’DA MI KURULMUŞTU?

Kayıtlara göre M.Ö. 1350 yıllarında II. Ramses, Mısırlıların ayyaşlığıyla mücadele için bir içki düşmanları derneği kurmuştu.

İLK YEŞİLAY MISIR’DA MI KURULMUŞTU?

Kayıtlara göre M.Ö. 1350 yıllarında II. Ramses, Mısırlıların ayyaşlığıyla mücadele için bir içki düşmanları

SEBZE YİYEN, FİLOZOF OLUR

Vejetaryen kelimesinin kökeni

Latince yaşam, hayat, canlı anlamına

gelen “vegetus”dan gelmektedir;

sanılanın aksine sebze anlamına

gelen “vegetable” kelimesinden

değil. En eski vejetaryenlere

Eski Yunan’da rastlamaktayız;

Pisagor bunların en

popülerlerindendir. Diyojen,

Epikür, Platon gibi fi lozofl ar et

düşmanıydı. Roma’da da et

yemeden yaşayan fi lozofl ar

vardı. Seneka ile Plutarkhele, et

düşmanlarının başında gelirdi.

SEBZE YİYEN, FİLOZOF OLUR

Latince yaşam, hayat, canlı anlamına

gelen “vegetus”dan gelmektedir;

sanılanın aksine sebze anlamına

gelen “vegetable” kelimesinden

değil. En eski vejetaryenlere

Eski Yunan’da rastlamaktayız;

popülerlerindendir. Diyojen,

Epikür, Platon gibi fi lozofl ar et

düşmanıydı. Roma’da da et

yemeden yaşayan fi lozofl ar

vardı. Seneka ile Plutarkhele, et

düşmanlarının başında gelirdi.

Ep

ikü

r

KIZ KULESİ, BİR HAPİSHANE...İstanbul’un meşhur Kız Kulesi, Osmanlı tarihinde yalnız bir defa ve bir kişi için hapishane olarak kullanılır. Buraya, 18. asrın şöhretli vezirlerinden Hekimoğlu Ali Paşa öldürülmek için götürülür. III.Osman’ın annesi Şehsuvar Kadın efendi’nin ricası üzerine affedilince bir süre burada hapsedilir, sonra sürgüne gönderilir.

Osmanlı tarihinde yalnız bir defa ve bir kişi için hapishane olarak kullanılır. Buraya, 18. asrın şöhretli vezirlerinden Hekimoğlu Ali Paşa öldürülmek için götürülür. III.Osman’ın annesi Şehsuvar Kadın efendi’nin ricası üzerine affedilince bir süre burada hapsedilir, sonra sürgüne gönderilir.

2012 MAYIS / DERİN TARİH 59

60 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

Gez Konya’yı Gör TaşKale’yİTaşkale Mustafa Kemal’in ata toprağı olarak kabul ediliyor. Yaygın görüşe göre ataları 16. yüzyılda Taşkale’nin Kızıllar köyünden Balkanlara göç ettirilmiş.

» Doğal tahıl ambarlarıBu sıradışı görüntü Taşkale’deki güvercinliklere ait. Bugün resimde görülen oyuklar köylüler tarafından tahıl ambarı olarak değerlendirilmekte.

2012 MAYIS / DERİN TARİH 61

ağdaş mitoloji uzmanı Jo-seph Campbell, Kahramanın Yolculuğu’nu mevcut tüm efsa-nelerin ilkörneği olarak görür. Bu efsane, bütün varolanların hikâyesi, diğerleri de bu prototi-

pin çeşitlemesidir. Mucizevî bir şekilde var olan Kahraman, ölümsüzlüğün sırrını bulmak için yola düşer ki, genellikle bir adada saklı olan bu sırra zor ve uzun bir yolculuktan sonra varılır. Yolculuk boyunca sırrı koruyan devlerle mücade-le edilir ve atılan her adım, kahramanı yeni bir sü-rece götüren inisiyatik ritüele karşılık gelir. Yolun sonu değil, sürecin kendisi önemli olsa da, ada-daki ya da Kafdağı’ndaki sırra ulaşılır. Kahraman sır kutusunu açar ve ayna kendisini gösterir. Kah-ramanın meşakkatli yolculuğundan geriye kalan, bir hikmet ve yol macerasıdır.

Bu arkaik hikâyede ana temayı oluşturan un-surların (kahraman, yol, devler, ada, hikmet) as-lında “ben”in kendini arama macerası olduğunu keşfetmek zor değil. İnsanlığın binlerce yıllık ya-şamsal tecrübesi önce bir efsaneye, sonra ritüele çevrilir.

Belki hiçbirimiz yola çıkarken bu efsane ve ri-tüel kalıplarına uyduğumuzun farkında değiliz. Farkında olanlar keyfi de işin içine katarsa her yol, her gezi ‘adaya’ doğru heyecanlı bir yolculu-ğa döner. Aslında buna, yola çıkmaktan ziyade, kendini yola vurmak diyelim ve yola vurulalım.

Romalıların karakol şehriKonya-Antalya arasında Ermenek civarındayız.

Torosların İç Anadolu’ya uzanan kısmında yani. Normalde ulaşım için otobüs, tren veya uçak kul-lanılır. Fakat esas hazineler “off-road” olduğu için en iyisi özel arabayı tercih etmek.

Özellikle Mut, Yerköprü Şelalesi, Ermenek ara-sı epey dar bir geçit. Gezi için önerimse bahar ve yaz mevsimleri.

İlk durak, Konya’nın Hatunsaray ilçesine aşağı yukarı 10 km uzaklıktaki Listra antik kenti. Az bi-linen bu şehrin önemi, MS 48 ya da 51 yıllarında Antalya’dan yola çıkan Hıristiyan azizi St. Paul’un buradan geçmiş olması. Amacının, Hıristiyanlığı benimseyenlerin çoğalmasını sağlamak ya da in-sanların inançlarının başka öğretilerle sarsılma-sını önlemek ve onları denetim altında tutmak olduğu sanılır.

Gez Konya’yı Gör TaşKale’yİ

KüRşad demİRcİ

Ç

Rota

Yazı

daki

tüm

foto

ğrafl

ar Z

eki O

ğuz

tara

fında

n çe

kilm

iştir.

62 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

Hatunsaray’dan Listra’ya kadar olan yol sonde-rece sakin; tepeler, vadiler ve yeşillik… Listra’da kısa dönemli kazılar yapılmış. Yüzeyde görülebi-len eserler var. Peri bacası türünden yapılar, kili-seler ve mezarların çoğu Bizans devrinden kalma. Aslında şehir, Romalılar tarafından Anadolu’nun iç bölgelerinde bulunan barbar kabilelerin çapul-larını önlemek için bir karakol şehri olarak ku-rulmuş. Aziz Barnaba’nın buraya geldiğini ve ilk İsa yanlılarından Timothy’nin burada yaşadığını biliyoruz.

Listra’nın 12 km batısında bulunan Gökyurt köyü günümüze ait; fakat Anadolu’nun antik mimarisini inanılmaz derecede iyi yansıtan bir tarafı var. Hıristiyanlıkla ilgili en eski anıtları ba-rındırması bakımından da önemli. Ayrıca gerek Listra’nın, gerekse Gökyurt köyünün çevresinde pek çok antik kalıntı mevcut. Çok etkileyici bir tabiata sahip bu yer, kayalara oyulmuş sarnıçlar ve kulelerle adeta minik bir Kapadokya görünü-münde. Köyde ufak bir bakkal varsa da, yemek için çok şey beklemeyin. Kalacak yer de maalesef yok. O halde yola devam!

Binbir Kilise’den olağanüstü bir manzara Listra’dan Karaman’a varmadan önce

Madenşehri’nde Binbir Kilise karşılar yolcuyu. Madenşehri bir köy ve Karaman il sınırları içe-risinde, Listra’dan aşağı yukarı 2 saat uzaklıkta. Madenşehri’nden Karadağ eteklerine doğru 1 sa-atlik bir tırmanışla Binbir Kilise’ye varılıyor. Ka-lıntıların bulunduğu tepeden tüm Konya Ovası

gözler önünde; olağanüstü bir manzara. Tepenin üzerinde 4. yüzyıldan itibaren yapılmaya başlan-mış Bizans kiliseleri, mezarları ve sivil mimari eserleri.

Yaklaşık 1 saatlik bir gezi parkuru bu. Üstelik, tepe çevresinde harcanacak zaman dahil değil buna. Dönüş, geliş yönünde ve etkileyici bir gö-rüntüye sahip. Bu arada Binbir Kilise’de hâlâ bir-kaç köy evi mevcut ama yeme-içme şansınız yok.

Campbell’in Kahraman’ın Yolculuğu tipolojisi-ne girmesek de yolumuza devam ediyoruz.

Binbir Kilise’den Karaman’a, oradan da Ma-nazan Mağaralarına yaklaşık 2 saatte iniyoruz. Manazan Mağaraları, Karaman-Yeşildere-Taşkale yolunun kenarında. Yol toprak ama düzgün, biraz virajlı ve dar. Yeşildere’den Manazan’a girişten iti-baren çok güzel bir rota çiziyoruz. Çevre kanyon türü yapılardan oluşuyor. Yol üzerinde sol kolda kalan mağaralar, 100 m civarında bir yükselti boyunca yayılmış durumda. Sarı renkli, kil oranı yüksek kireçtaşı bir tepeye yayılmış mağaralar tarihöncesi dönemlere kadar iniyor. Bizans döne-mindeyse manastır olarak kullanılmışlar. Mağara-ların karşı tarafında, yolun sağında bir çeşme ve çardak kurulmuş, birlikte yeşil vadiye bakıyorlar. Müthiş bir sükût... Herhangi bir tesis -iyi ki- yok; zira tabiat bambaşka burada.

Aşağı yukarı 10 km sonra Anadolu’nun en se-vimli ve bakir beldelerinden Taşkale geliyor. Yay-gın bir görüşe göre Mustafa Kemal’in ataları 16. yüzyılda Taşkale’nin Kızıllar köyünden Balkanlara göç ettirilmiş. Taşkale’de bulunan güvercinlikler

Rota

» Binbir Kilise’ye tırmanış Karaman ilçesi Madenşehri’ndeki Karadağ eteklerinde Binbir Kilise’nin kalıntıları karşılıyor bizi. Madenşehri’nden 1 saatlik bir tırmanışla buradasınız.

» Bizans manastırları, Manazan Mağaraları Prehistorik döneme ait Manazan Mağaraları sarı renkli, kil oranı yüksek kireçtaşı bir tepeye yayılmış. Yükseklikleri 100 metre civarındaki bu oluşumlar, Bizans döneminde manastır olarak kullanılmış. İnziva için oldukça isabetli bir tercih!

2012 MAYIS / DERİN TARİH 63

günümüzde tahıl ambarı olarak kullanılıyor ve ol-dukça hoş bir görüntüye sahipler. Burası klasik bir bozkır köyü. Çok eski bir kahvesi var; mutlaka bir çay için derim. Ahşap döşemesi, masa ve sandalye-leriyle nadir bulunabilecek bir ortam.

Toroslarda bir vahaDönüşte Ermenek-Antalya yolunu izliyoruz.

Hedef, Torosların bağrındaki olağanüstü vaha-yı keşfetmek; yani Yerköprü Şelalesi’ni. Burası, Konya’ya bağlı Hadim ilçesinde, Karasu ve Göksu nehirlerinin aktığı yerde.

Nefis bir yoldan önce Mut’a geliyoruz. Artık tam olarak Toroslardayız. Taşkale-Mut yaklaşık 3 saat. Yerköprü Şelalesi, Mut’tan Ermenek’e gider-ken sol kol üzerinde. Yalnız şelalenin yolu ahşap bir levha üzerinde yazılı, kaçırmamak için dikkat-li olun. Mut’tan aşağı yukarı 10 km kadar uzaklık-ta, anayoldan girildikten sonra 45 dakika boyunca bozuk bir toprak yoldan gidiliyor. Yaklaşık yarım saat muazzam bir toprak yoldan su sesine doğru yaya iniyoruz. Birkaç küçük suyolu, mağaralar, ağaçlar ve çiçeklerle dolu müthiş bir koridordan sonra şelaleye varıyoruz. Kireçtaşı travertenlerin yüksekliği yaklaşık 30 metre. Oldukça büyük bir mağaranın önüne doğru akıyor şelale. Olağanüstü bir görüntü! Adamızı bulmuş olabilir miyiz acaba?

Sevimli bir anadolu şehri: ermenekGeldiğimiz istikametten yukarı çıkıyoruz. Mut-

Ermenek yoluna kavuştuktan sonra soldan de-vam edince 2 saat sonra Ermenek’teyiz. Bir kaya ile Göksu Nehri arasına kurulmuş olan Ermenek,

çok sevimli bir Anadolu yerleşkesi. Kalacağımız yer, Ermenek ilçesine girmeden, solda yokuş aşa-ğı bir yoldan kalacağımız Selçuk Otel’e varıyoruz. Eski bir okul binasıyken otele çevrilmiş. Tam kar-şısında uzanan dağlar tablo gibi. Vadiden Göksu Nehri akıyor.

Herkes kendi yolunda, kendi adasını bulur bi-raz da. Kendi kahramanını da bulması an mesele-sidir. Onun için yola devam!

Har

ita: S

eda

Ertü

rkoğ

lu

» St. Paul’ün ve Bizans’ın izleri Listra antik kenti, Romalılar tarafından bir karakol şehri olarak kurulmuş. MS 48 ya da 51 yıllarında Antalya’dan yola çıkan Hıristiyan azizi St. Paul de buradan geçmiş. Peri bacası türünden yapılar ile kilise ve mezarların çoğu ise Bizanslıların mirası.

» Toroslardan İç Anadolu’ya köprüErmenek sevimli mi sevimli bir Anadolu yerleşkesi. Bir kaya ile Göksu Nehri arasına kurulmuş olan Ermenek başlı başına bir tur rotası.

Har

ita: S

eda

Ertü

rkoğ

lu

eRmeNeK

AyrancıSEYDİŞEHİR

TAŞKALE

HÖYÜK

ANAMURALANYA

Başyayla

Derebucak

CUMRA

BaşyaylaBaşyayla

BeyşehirGölü BEYŞEHİR

İbradı

Akören

Emirgazi

aNTaLYa

KONYa

KaRaPINaR

KaRamaN

aFYON

eSKİşeHİR aNKaRa

Rota GüzergahıRota Başlangıcı

Tuz Gölü

MANAVGAT

mUT

S AĞ L A M B A N K A C I L I K

İşin doğrusu, bizim içinher birikim önemlidir.Siz de Kuveyt Türk’e gelin, vadeli KATILMA HESABI ilesağlam kazanca katılın.

Üstelik Kuveyt Türk’te şartsız koşulsuz,hesap işletim ücreti yok!

S AĞ L A M B A N K A C I L I K

İşin doğrusu, bizim içinher birikim önemlidir.Siz de Kuveyt Türk’e gelin, vadeli KATILMA HESABI ilesağlam kazanca katılın.

Üstelik Kuveyt Türk’te şartsız koşulsuz,hesap işletim ücreti yok!

66 DERİN TARİH / 2012 MAYIS66 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

27 Mayıs, askerlerin siyasetin tamamen merkezinde oldukları, Genelkurmay karargâhının da hep iktidarda kalan bir siyasî parti gibi çalışmaya başladığı bir siyasal dönemi başlatmıştır.

27 Mayıs, askerlerin siyasetin

27 MAYIS CHP’NİN İKTİDARI GERİ ALMA GİRİŞİMİ

» Bayar Taksim’de1954 seçimlerinde Cumhurbaşkanı Celal Bayar Taksim meydanındahalka konuşma yapıyor.

2012 MAYIS / DERİN TARİH 672012 MAYIS / DERİN TARİH 67

Mayıs 1950… Türkiye için dönüm noktası olan o gün! Bu tarihte Demokrat Parti’yi iktidara getiren seçimler gerçekleşmiş, İttihat ve Terakki’den

1950’lere kadar iktidarı elinde tutan Cumhuri-yet Halk Partisi, halkın oyu ile iktidardan uzak-laştırılmıştı. CHP, devlet ile içiçe geçmiş nev-i

şahsına münhasır bir siyasi partiydi. DP ise yer-leşik iktidar odakları tarafından dışlanmış olan geniş kitleyi temsil etmeye soyunmuştu. Parti, dinî-geleneksel değerlerine yabancılaşan azınlık tarafından zulme uğramış, adam yerine konma-mış, “mağdur” ve “mazlum” bu kitleden söz edi-yor, onu temsil ettiği iddiasını dile getiriyordu. “Yeter, söz milletindir” şiarı, bir değer olarak ta-nınmak isteyen sıradan insanın, önemsenme ve kendini ifade etme kararlılığını dile getiriyordu.

Cumhuriyetçi modernleşme/batılılaşma pro-jesine karşı olmayan DP, tıpkı Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ya da Serbest Fırka gibi, CHP’nin temsil ettiği tarzı yine batılılaşma para-digması içinde kalarak eleştirdi. Partinin hilafet ya da saltanatı geri getirmek gibi bir amacı olma-dı. Dinsizlik propagandası olarak laiklik anlayışı eleştirildi; ancak dinî hayat üzerindeki devlet kontrolü kaldırılmadı. Bu arada parti, kendisini “ehven-i şer” olarak görüp destekleyen dinî has-sasiyetleri yüksek kesimle arasına mesafe koy-mayı da ihmal etmedi.

DP’liler yeni rejimin batılılaşmacı felsefesi içinde yetişmiş, yerleştirilmek istenen “modern” hayat tarzını en azından temsiline soyundukları kitleye nazaran çok daha fazla içselleştirmişlerdi. DP’nin Batılı hayat tarzına yabancı, dindar, gele-neksel değerleri öne çıkaran, kadına toplumsal hayatta ikincil bir yer veren, köylü ve taşralı, eği-tim düzeyi düşük insanları bünyesinde toplayan bir parti olduğu görüşü seçmen tabanı açısından bir ölçüde -ama sadece bir ölçüde- gerçeklik payı taşısa da, bu tespit, üst yönetim kadroları açısın-dan doğru değildi.

DP modernleşmeyi millî iradenin üstünlüğü ve ekonomik kalkınma ile özdeşleştiriyordu. Sıradan insanın jandarma ve tahsildar baskı-

14

» Haydi görev başına! 27 Mayıs sabahı Hürriyet gazetesinde sür manşetten verilen darbe tebliği.

» Güldüren tanık!Adalar eski Emniyet Amiri’nin duruşma sırasındaki ifadeleri tüm salonu kahkahalara boğarken, Menderes de dayanamamış tebessüm ile cevap vermişti.

DosyaDosya

» Haydi görev başına! 27 Mayıs sabahı gazetesinde sür manşetten verilen darbe tebliği.

» Yassıada’nın kadersizleri

Hükümetteki pozisyon ve statülerine göre dizilmiş DP

milletvekilleri, haklarında verilecek hükmü beklerken...

Tev�

k İl

eri a

rşiv

i

TANEL DEMİ[email protected]

68 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

sından kurtulması ve bir değer olarak tanınması yeterli değildi. O insanın yaşam koşullarının iyi-leştirilmesi ve yıllarca ihmal edilmiş bu kitleye hizmet götürülmesi de en az bu kadar önemliydi.

DP, özellikle 1950’li yılların ilk yarısında, CHP’den rahatsızlık duyan tüm kesimlere hitap etmeyi deneyen bir kitle partisiydi. Toprak sahip-lerinin bir kısmı, özel sektörün önünün açılması-nı isteyen işadamları, köylüler, özgürlük isteyen entelektüeller, din ve vicdan hürriyeti üzerin-deki sınırlandırmaların hafifl eyebileceğini ümit eden dindarlar, CHP ile ilişki kur(a)mayan aşiret-ler ve Kürt kökenliler ve gayrimüslimler DP’ye yönelmişlerdi. Parti, CHP’ye karşı çıkan tüm toplumsal kesimleri bünyesinde barındırmayı denemekle birlikte, işadamı ve toprak sahipleri ile küçük köylünün çıkarlarının ifadesi ve doyu-rulmasına öncelik vermişti.

DP nerede hata yaptı?14 Mayıs’a cevap tam 10 yıl sonra, 27 Mayıs

darbesiyle geldi. 27 Mayıs eski güç ve prestijini kaybeden askeri/sivil bürokrasinin bazı kesimle-riyle CHP’nin iktidarı geri alma teşebbüsü olarak görülebilir. Darbeye gidiş sürecinde CHP önder-liğindeki muhalefet cephesi -bu cephenin önde gelen diğer unsurları basın ve üniversitedir- hü-kümeti, Tek Parti idaresine doğru yönelmek, oy

almak için irticaya destek vermek ve ülkeyi yeni-den kapitülasyonlar devrine götürmekle suçladı. Bu gerekçeler daha sonra darbeciler tarafından 27 Mayıs’ı meşrulaştırmak için aynen kullanıldı.

27 Mayıs’a gidiş sürecinde DP, yaptıkları ve yapamadıklarıyla kaybettikleri ayrıcalıklarını demokrasi dışı yollarla geri almak için mücadele eden kesime kozlar verdi. DP, demokrasiyi pra-tikte meclis çoğunluğunun iradesi anlamına ge-len milli iradenin -neredeyse- sınırsız egemenliği olarak yorumlamıştı. Milliyetçi popülist temala-ra dayalı homojen cemaatçi toplum tasavvuru, partinin çoğulculuğu kabullenmesini zorlaştırdı. Öte yandan, topluma doğru yolu gösteren koru-yucu, kutsal devlet anlayışından da kopamadı.

Basın ve üniversite ile birlikte, zenginleşen ülkenin refah düzeyinden yeterince pay alamadı-ğını düşünenler, hükümetin kontrolsüz genişle-meci iktisat politikalarının yarattığı iktisadî sıkın-tılardan rahatsızlık duyanlar, CHPli oldukları -ya da DP’ye yeterince yakın olmadıkları- için zarar gören işadamlarının bir kısmı da CHP’ye yöneldi. Başlangıçta Silahlı Kuvvetler’in bir kesimi, ordu-nun modern silahlarla donatılarak gençleştirile-bileceği beklentisiyle DP’yi desteklemişti. Ancak kısa bir süre içinde durum değişti. Çünkü TSK’nın önemli bir kesimi sivil iktidarı kabul etmeye ha-zır değildi. Hükümetin ordu ile ilişkilerinde, olsa

Dosya

68 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

27 MAYIS’IN 10 ZARARLI MİRASI

1. 27 Mayıs, sonraki darbe teşebbüsleri ile 12 Mart ve 12 Eylül darbelerine ilham kaynağı oldu. DP Hükümeti’nin kolaylıkla devrilmesinden ce-saret alan birçok hırslı subay, benzer bir eylemi tekrarlamaya soyundu.

2. Darbenin başarısı sivillerin bir kısmında askerleri etkileyerek kolay yoldan iktidara gel-me ya da iktidarı elinde tutma eğilimlerini teş-vik etti. 1960’ların sol Kemalizmi, 2000’li yılların ulusalcılığı bu eğilimin en göze çarpan örnekleri oldular.

3. Kendisini, hakiki güç odağı olarak algıla-nan askerlere göre konumlandırma yoluyla kişi-sel/kurumsal menfaat temini, politikacıdan bü-

rokrata, işadamından gazeteci ve akademisyene kadar birçok sivilin normal karşıladığı bir davra-nış biçimine dönüştü.

4. Bekleneceği gibi, 27 Mayıs en büyük etkiyi

DP’yi destekleyen kitle üzerinde yarattı. Başba-kan ve iki bakanın idam edil(ebil)mesi, bu partiyi destekleyen toplum kesimlerinde ve daha sonra bu geleneği temsile soyunan siyasetçilerde derin bir “güçsüzlük” duygusuna yol açtı. 14 Mayıs ile canlanan özgüven büyük yara aldı.

5. İktidarı, ordu ile güç paylaşma sanatı ola-rak gören siyaset anlayışı, sol ve komünizm kar-şıtlığının yarattığı Adalet Partisi-TSK yakınlaşma-sının da etkisiyle kökleşti.

olsa nezaketsizlik denilebilecek davranışları ise askerlere yönelik hakaretler olarak resmedildi.

DP’liler milli iradeyi hazmedemediğinden şüphe duymadıkları muhalefetin tüm davranış-larını ve genel olarak hükümete yöneltilen eleş-tirileri milli birlik ve beraberliği bozmaya, dev-let otoritesini sarsmaya matuf hareketler olarak algıladılar. Muhalefete toleransı zaafiyet belirtisi olarak algılayan hükümet, muhalefetin üzerine sertlikle gitmeye çalıştıkça muhalefet daha faz-la sertleşti. Böylece her iki tarafı daha da kes-kin hale getirecek olan bir kısır döngünün içine girildi. Uzlaşmanın milli iradeye ihanet etmek olduğunu düşünen DP’liler, bu kısır döngünün herşeyden evvel kendilerine zarar verdiğini an-lamakta zorlandılar.

Militarist zihniyetin geri dönüşüDarbe ile birlikte, askeri ve sivil bürokrasi ve

onların sivil destekçilerinin çıkarlarını garanti altına almaya yönelik politikalar uygulanmaya başlandı. Bir yandan DP’liler yargılanırken, di-ğer yandan 27 Mayıs’ı gerçekleştiren koalisyon kendi içinde çatışma yaşadı. Uzun süreli bir as-keri rejim arzu edenler, askeri/sivil bürokrasinin son sözü söyleyeceği bir vesayet rejiminin bu kesimin çıkarlarına daha iyi hizmet edeceğini düşünenler tarafından tasfiye edildiler ve –sınır-

lı- demokrasiye dönüş böylece mümkün oldu. Seçmen çoğunluğunun gücünü sınırlandırma ve askeri/sivil bürokrasinin ayrıcalıklı konumunu tahkim etme, yeni rejimi oluştururken hep akıl-da tutulan iki önemli gaye idi.

27 Mayıs’ı Türk siyasetindeki birçok anti-de-mokratik gelişmenin asli sebebi olarak görmek doğru değildir. Ancak 27 Mayıs, cılız olsa da ye-şermekte olan demokratik siyaset yapma gelene-ğine darbe vurmuştur. Darbe, askerlerin siyasetin tamamen merkezinde oldukları, Genelkurmay karargâhının da hep iktidarda kalan bir siyasi parti gibi çalışmaya başladığı bir siyasal dönemi başlatmıştır. TSK’yı her yönden ayrıcalıklı bir zümre haline getirecek birçok adım bu dönemde atılmış, militarist zihniyet geri dönmüştür.

6. Ülkede son sözü askerlerin başını çektiği bürokratik (atanmış) kadronun söylediğine ve bu-nun kısa dönemde değişmeyeceğine inanılması, sağ siyasette zaten yaygın olan günü kurtarma ref-lekslerini güçlendirerek ahlâki değerlerin bir yana itildiği siyaset pratiklerinin kökleşmesine yol açtı.

7. Kısa dönemde kârlı çıkmış görünse de, CHP de uzun dönemde darbeden olumsuz etki-lendi. DP döneminde bir ölçüde devlet partisi olma hüviyetinden uzaklaşmaya başlayan parti, darbe sonrasında hem darbenin müsebbibi ola-rak görüldü, hem de askeri rejimin uygulama-larından sorumlu tutuldu. Bu yüzdendir ki CHP 1957 seçimlerinde aldığı % 41.1 oy oranını yeni-den ancak 1977 seçimlerinde görebildi.

8. 27 Mayıs, Kemalist çevrelerde “nasıl olsa ordu parti çizgisinde” rahatlığı yaratarak CHP’nin sahici siyaset yapan, halkla ilişki kurabilen bir parti olmasını zorlaştırdı.

9. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda var olmakla beraber 1950-60 döneminde bir ölçüde geriletilmiş olan militarist zihniyet ile onu besle-yen kural ve pratikler tüm ağırlığıyla geri döndü.

10. Gariptir 27 Mayıs’ı “Hürriyet ve Anayasa Bayramı” olmaktan çıkaran, AP hükümetleri de-ğil, 12 Eylül rejimi oldu. Siyaset tehlikeli bir faa-liyet olarak algılandığından, yetenekli ve dürüst birçok isim siyasetten uzak durmayı tercih etti. Bu da Türk siyasetinin nitelikli kadrolardan uzun süre mahrum kalmasına yol açtı.

Okuma önerisi: Tanel Demirel, Türkiye’nin Uzun On Yılı, Demokrat Parti ve 27 Mayıs Darbesi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yay., İst., 2011.

Tanel DemirelProf. Dr., Çankaya Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi.

70 DERİN TARİH / 2012 MAYIS70 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

Mayıs 1960 Darbesi’nin ardından Yassıada mah-kemelerinde, belki de Türkiye’de her demokrasi tartışmasıyla gündeme gelen/gelecek olan olay-

lar zinciri vuku bulur. Mahkeme sonucunda ise biri başbakan, ikisi bakan 3 kişi idam edilir, diğer tüm sanıklar ömür boyu hapisle cezalandırılır. Bunlar arasında Ulaştırma Bakanlığı, Milli Eğitim Bakanlığı, Bayındırlık Bakanlığı ve Başbakan yar-dımcılığı yapmış Tevfik İleri de vardır.

O, büyük bir aşka bağlı olduğu eşi Vasfiye İleri’den ve canı gibi sevdiği çocukları Cahide, Cahit ve Ayşe’den devlet işleri dışında ilk kez bu yargılanmalar ve hapis sürecinde ayrı kalır. Ve ailesiyle iletişimi, artık 50 kelimelik mektuplarla sınırlıdır. Özlemini gideren tek şey, ailesi tarafın-dan büyük bir heyecanla beklenen bu mektup-lardır.

Tevfik İleri, Yassıada’da bulunduğu süre zarfın-da ailesine hemen hemen her gün mektup yazar. Takriben 400 adet olan bu mektupların çoğu, ha-

yatının aşkı eşi Vasfiye İleri’ye gönderilmiştir. Ara sıra büyük kızı Cahide’ye, kendi tabiriyle kendi-sinden “daima sabır, vakar ve sükunet” beklediği oğlu Cahit’e ve küçük kızı Ayşe’ye de mektuplar gönderir. Vasfiye Hanım’ın da takriben 150 adet mektubunun bulunduğu Yassıada’dan Mektup Var kitabı Timaş Yayınları, Tarih Kitaplığı Hatırat Dizisi’nden bu ay yayımlanıyor.

Yassıada’dan ilk mektup19 yaşındaki Cahide, 17 yaşındaki Ayşe ve 15

yaşındaki Cahit 27 Mayıs 1960 sabahı babaları tarafından uyandırılır. Türkiye’yi darbeler uçu-rumuna iten, 50 sene boyunca vesayetler rejimi-nin devam etmesine yol açan, memleketimizin ekonomisini tepe taklak eden, ileri medeniyetler seviyesine ulaşmak için atılan adımları sekteye uğratan tüm olumsuzlukların başlangıcı 1960 Darbesi ve akabinde Yassıada mahkemeleri süre-ci, İleri ailesi için böyle başlar.

Tevfik İleri, Yassıada’daki tutukluluk günlerin-de eşi ve çocuklarına yazdığı mektuplarla tutunur

ZEYNEP BERKTAŞ[email protected]

27

Tev� k İleri ile eşi Vas� ye Hanım’ın haberleşmelerinde tek araç yazdıkları mektuplardır fakat bu mektupların hepsi sahibine ulaşmadan önce okunur, bazen cümleler kesilir.

yASSIADA’DAN MEKtUP vAR

27 MAYIS’IN 50 KELİMELİK TANIKLARI

Dosya

Tev� k İleri ile eşi Vas� ye Hanım’ın haberleşmelerinde tek araç

yASSIADA’DAN MEKtUP vAR

27 MAYIS’IN 50 KELİMELİK TANIKLARI

Dosya

2012 MAYIS / DERİN TARİH 712012 MAYIS / DERİN TARİH 71

hayata. Oradan gönderdiği ilk mektup şöyledir:18 Haziran 1960Sevgili Vasfiye ve yavrularım. Dün gece sabaha

karşı salimen buraya geldik. Sıhhatımız iyidir. Me-rak edilecek hiçbir şeyimiz yok.

Adresimiz aşağıdadır:Boğazlar ve Marmara Deniz Komutanlığı eliyle,

Yassıada, İstanbul, Kasımpaşa.

Hayat arkadaşı Tevfik İleri’den gelen mektup üzerine Vasfiye Hanım, şu duygu dolu satırlarla kendisine mukabele eder:

20 Haziran 1960 Canım TevfiğimBugün ilk defa radyoyu açtım. Çünkü komşudan

güzel bir rebab sesi geliyordu. Tam o sırada kapı ça-lındı ve senin sevgili mektupların geldi. Artık gerisi-ni yazmama lüzum yok. Senin tahmin ettiğin gibi. Sabahın dördünde eğer uyanmış olursan pencereni aç, yüzüne vuran rüzgarda aradığını bulabilirsin...

Sanki hapishanede değil cennette…Tevfik İleri, yaşananlardan dolayı oldukça

müşkül durumda olan ailesi merak içinde bulun-masın diye yazdığı her mektubu sanki hapishane-de değil de cennette yaşıyormuş gibi kaleme alır:

21 Mayıs 1961 (Çocuklarına)Sevgili çocuklarım, Cahidem, Ayşem, Cahidim.

Mayıs ayını da bitiriyoruz. Sizin hesabınıza se-viniyorum. Okullar bu mektubumu aldığınız za-man herhalde tatile girmiş olacak, dinleneceksiniz. Ada’da tekrar görüşmeye müsaade edilirse, iki par-tide gelmenizi düşünüyorum. Daha fazla görebilmek ve görüşebilmek için. Nasıl olsa tatlı anneniz yola alıştı. Aman çocuklar, Adamızın bu mevsimdeki gü-zelliğini tarif edemem. Kendine mahsus bir yeşilliği ve bu yeşilliğin sıklamen renkli çiçekleri var. Yeşil ve mor. Her taraf. Ve ne güzel bir koku. Allah cümlemi-ze iyilikler nasip etsin.

Kendisi hapishanede olsa bile ailesinin hayatı-na eskisi gibi devam etmesi o zor günlerinde bir teselli vesilesidir:

16 Mart 1961 Canım benim, Halideciğim seni yine baştan çı-

karmış, sinemaya götürmüş. Bilsen ne kadar sevini-yorum, seni öyle düşünmek beni ne kadar bahtiyar ediyor. Yalvarırım sana, bu kadarcık olsun kendini oyalamaktan kaçınma. Allah Halidem’den ve hep-sinden razı olsun.

Tevfik İleri ile eşi Vasfiye Hanım’ın haberleş-melerinde tek araç yazdıkları mektuplardır fa-

kat bu mektupların hepsi sahibine ulaşmadan önce okunur, bazen bazı cümleler kesilir, bazen de üzerleri-ne notlar alınır. Hatta kimisi orta-dan kesilir. Öyle de olsa İleri, çok sevdiği eşi ve ço-cuklarından gelen bu mektuplar sayesinde dört duvar arasında nefes alabilmektedir:

1 Şubat 1961 (Eşine)Dün senin 28 tarihli mektubunu aldım. Seninki-

nin yarısı (imza dahil) kesilmişti. Acaba ne yazdı ki kestiler? Sen fena bir şey yazmazdın. Aman canım, beni yazılarından ve imzandan mahrum etmemek için uzaktan da olsa suya sabuna dokunan şeyler-den bahsetme. Su ile sabunla ne alakam var, ne de ihtiyacım. Bana senin, sizlerin sağlık haberleriniz,

» Her zaman birlikte…04.07.1954 tarihli bu fotoğrafta, darbenin soğuk günlerinden önce Meclis Başkan Vekili Tevfi k İleri, Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes ile…

» İleri Ailesi mutlu günlerinde…Tevfi k İleri ve eşi Vasfi ye Hanım, çocukları Ayşe, Cahit ve Cahide ile birlikte…

» Geleceğin devlet adamı genç mühendisMuhtemelen 1932-33 döneminde çekilmiş olan bu fotoğrafta Tevfi k İleri (orta sırada sağdan ikinci) Mühendis Mektebi’nden arkadaşlarıyla birlikte görülüyor.

cıvıltılarınız, havanız lazım. Yarın bizim mahkeme başlıyor, hayırlı olsun.

Adnan Menderes ‘amca’ olunca…Tevfik İleri ailesiyle mektuplaşırken, Demok-

rat Parti’nin iktidarı süresince hep birlikte bulun-duğu ve akabinde Yassıada mahkemesinde ken-disiyle aynı kaderi paylaşan Adnan Menderes’in ismini doğrudan yazamaz ve kendisinden “amca” diye bahseder:

16 Eylül 1961 Sevgili canım Vasfiyem ve yavrularım,Sizden yatak filan istemiştim. Fakat burada kat’i

olarak kalacağımız henüz belli değil. Ama ben kalı-rız zannediyorum. Rahatımız çok iyi. Şimdi 22 kişi bir koğuştayız. Her gün hava alıyoruz. Burada 43 kişiyiz. Konuşuyoruz. Tanıyanların çok selamları var. Amca telgraf larınızı almamış. Söyledim, mem-nun oldu. Selamları var. “Seni ne zaman görsem, masum ve temiz yüzü ile daima karını hatırlarım” dedi...

İleri, sevgili eşi Vasfiye Hanım’a ve çocuklarına gönderdiği mektuplarda morallerini yüksek tut-mak amacıyla mahkemeden ve yaşadığı kötü mu-amelelerden bahsetmemeyi tercih etmiş olması-na rağmen bazen mahkeme hakkında da detaylı olmayan bilgiler verir:

11 Şubat 1961 (Eşine)Canım dün mahkememiz vardı. Şem’i Ergin’in

bir sözü üzerine bana da kısa bir konuşma düştü, fakat senin bildiğin ve zaman zaman olduğu şekilde, dudaklarım kurudu, sıkıldım. Dün dinleyiciler ara-sında güzel Sabiha’yı da gördüm, sevindim. Gazup bakışlar arasında bir dost yüz, bir sevimli bakışın kıymeti büyük oluyor.

‘Avukatlarımızı bakışlarımızla teselli ettik’

Ve yargılamalar bitmiş, Tevfik İleri hakkında karar verilmiştir. O artık müebbet hapse mah-kumdur. Tevfik İleri, 15 Eylül 1961 tarihinde yaz-dığı günlüğünde haklarında çıkan karar anında yaşadıklarını şöyle anlatır:

“Ve bu iş böylece bitti. Zaten ayaktaydık. Vakarla salondan çıktık. Savcıya, vicdanı rahat, suçsuzlu-ğundan emin, masum ve mazur insanların rahat nazarıyla bakıyorum. Boyum sanki daha uzamış, başım her zamankinden dik. Kimsede en ufak bir sarsıntı alâmeti yok. Huzur... Koğuşumuza gidece-ğimizi zannediyoruz. Birdenbire teğmenler önümüz-de bitiyor. Aklıma gelen başıma geliyor. Ellerimizi uzatıyoruz. Kelepçeler takılıyor. Başta Bayar olmak üzere idam ve müebbed hapse mahkûm olanları ke-lepçeliyorlar. Diğerlerinden ayrılıyoruz. Dar merdi-

Dosya

MEKTUPLAR ONUN ELİNDE HAYAT BULDU

Yassıada’dan Mektup Var ki-tabını, evlerinde büyük bir titizlikle muhafaza ettikleri mektupları kardeşlerinin de desteğiyle tekrar okuyarak basıma hazırlayan Tevfik İleri’nin büyük kızı Cahide (İleri) Aksoy, bu süreci şöyle anlatıyor:27 Mayıs Darbesi sonucu, erkenden evden alınıp, Ankara Harp Okulu’na götü rü len babamdan

birkaç gü n hiç haber ala-mamıştık. Ondan 31 Mayıs 1960’da ilk notu alabildik. Babamla haberleşmek ancak Harb Okulu’na bizzat gidip, kapıdaki nöbetçi subaya yazdığımız kü çü k notları verip, babamın yazdığı notu almak şeklinde olmuştu. Daha sonra 17 Haziran’da babam Yassıada’ya nakledildikten sonra mektuplaşmalar başlayabilmişti. Yassıada’da tutuklu bulunanların mektupları, özel olarak

hazırlanmış zarf-kağıt şeklinde olup, ancak on satırlıktı. Dolayısıyla babam 10 satıra mü mkü n olduğu kadar kelime sığdırmak için çaba sarf ediyordu. Bizden ise yine bir kü çü k sayfa mektup kabul ediliyordu. Giden ve gelen bü tü n mektuplar vazifeli subaylar tarafından okunmak suretiyle sansü rden geçi-riliyor, mektuplarımızdaki sevgi sözcü kleri çok zaman okuyanlar tarafından aşırı bulunursa kırmızı kalemle

ü zerleri çiziliyor, bazen o satırlar kesilip alınıyor, bazen de mektup hiç ve-rilmiyordu. Babamız Harb Okulu’nda yazmaya başla-dığı, sonra da Yassıada’dan gönderdiği bü tü n mektup-larında, bize daima moral vermeye çalışmış, yaşadığı sıkıntıları, ü zü ntü leri bize hiçbir surette hissettirme-mişti. Başta annem olmak ü zere bizler de mektupları-mızda ona huzur vermeye, onu sevgimizle beslemeye çalıştık…

Dosya

72 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

venlerden iskelede duran ve on beş aydır seyrettiği-miz muhriplere doğru iniyoruz. Evvela idamlıkları 1. muhribe, bizi de 2. muhribe alıyorlar. Üzerlerimiz aranıyor. Mevcutlarımız, para vs. yazılıp kelepçeli el-lerimizle imzalıyoruz.”

Yine aynı günlerde eşine ve çocuklarına yazdı-ğı vasiyeti mahiyetindeki mektubu şöyledir:

24 Eylül 1961 (Eşi ve Çocuklarına)Sevgili Vasfiyem, yavrularım, ... Karar gününü tasavvur edemezsiniz. Avukat-

larımız o kadar perişan durumda idiler ki onları ba-kışlarımızla biz teselli etmek mecburiyetinde kaldık. Hele benim müebbet hapse mahkûmiyetim üzerine birçok avukatların tebrik işareti yapmaları görüle-cek şeydi.

Allah var... Büyük Allah var. Her şeyi görüyor, bi-liyor... Gördüğüne ve bildiğine inanıyoruz. Gerisi laf u güzaf...

Yapılacak tek şey tebessüm etmektir. Kızmaya, asabileşmeye bile değer tarafı yoktur. Sizlerden ve sevenlerimizden, dostlarımızdan tek arzum, sıhha-tim için duadır. Başka bir şey istemiyorum. Kendini-zi alıştırınız. Henüz müsaade yok bizim için. Fakat olsa da duyduğum şartlar içinde sizinle görüşmek istemiyorum. Bol bol mektup yazarsınız. Ben de ya-zarım. Resim gönderirsiniz bana. Böylece görüşmüş oluruz.

Sevgili Vasfiyem, aziz yavrularım,Size mal mülk, servet bırakmadım. Bütün ha-

yatım boyunca bir tekaüdiye maaşı bırakmaya çalıştım. Tecelli eden Adalet onu da kuşa çevirdi.

Ne yapayım, kader böyle imiş. Yalnız, size şeref li, namuslu, erkek bir ad bırakabildim. Hiçbir zaman başınız yere bakmayacaktır. Bununla müteselliyim. Siz de bununla iftihar edeceksiniz..

.Sanki zil çalacak ve eşi gelecek

Eşi Vasfiye Hanım’a derin bir aşk ve muhab-betle bağlı olan Tevfik İleri, onu her zaman güler yüzlü, bakımlı ve güzel kıyafetler içinde görmek isterdi. Kendisi hapishanede olsa bile bu ilgi ve alakası devam etmişti. Vasfiye İleri de bu ilgi ve alakanın hatırası olarak son günlerine kadar “sanki zil çalacak ve eşi gelecekmiş gibi” en gü-zel kıyafetlerini giyer ve onu beklerdi. İşte Tev-fik İleri’nin bu özenini en zarif şekilde anlatan satırlar:

6 Aralık 1960 Vasfiyem, belki buna güleceksin ama gül, ne ya-

payım. Hayat mecmuasının 2 Aralık 1960 tarihli 49. nüshasında modeller var. Bunlardan soldan ikinci, yünlü, kapalı japone çok hoşuma gitti. Dışar-da olsam mutlaka Vasfiyem’e yaptırırdım, dedim. Yün örme de olabilir zannediyorum. Görüyor mu-sun, nelerle uğraşıyorum, huy meselesi.

Bu mektuplarda yürekleri “önce vatan” diye çarpan, birbirine aşık iki insanın acı hikayesini kendi kalemlerinden okuyacaksınız. 27 Mayıs Darbesi’nin sessiz tanıkları, Yassıada’dan Mektup Var kitabıyla takriben yarım asır sonra konuşma-ya başlıyor.

» Eşyalarda yaşayan Tevfi k İleriTevfi k İleri’ye ait özel eşyalar, kitaplar, fotoğrafl ar büyük kızı Cahide (İleri) Aksoy’un evinde, babasına ait bir ofi s olarak düzenlediği odada muhafaza ediliyor. Görülen 3 telgraftan ortadaki 22.09.1961 tarihinde Vasfi ye Hanım tarafından, 29.05.1960 tarihli telgraf (solda) ve 18.09.1961 tarihli telgraf (sağda) ise Tevfi k İleri tarafından gönderilmiş.

» Eşyalarda yaşayan Tevfi k İleriTevfi k İleri’ye

2012 MAYIS / DERİN TARİH 73

stanbul’da Dolmabahçe’de Bezm-i alem Valide Sultan Camii ile Dol-mabahçe Sarayı arasındaki rıhtım insan kaynıyordu. Askerler, sivil-ler, avukatlar, tutuklu yakınları, Yassıada’da bir süredir devam et-

mekte olan özel İhtilal Mahkemesi’nde tanık sı-fatı ile dinlenecek her sınıftan vatandaş, rıhtıma bağlı Fenerbahçe veya Dolmabahçe vapurunun

hareket saatini bekliyordu.Vapur hareket etti, suları yararak hızla

Sarayburnu’na doğruldu. Geminin iki yanında dehşetli iki hücumbot, aynı sürat ve seri hare-ketlerle gemiye refakat ediyordu. Hücumbot-ların silahları gemiye dönüktü. Az sonra gemi Yassıada’ya ulaştı. Yolcular bir bir indirildiler. Dar bir yoldan ilerlediler. Yolun iki tarafında silahla-rını üzerlerine çevirmiş nöbetçilerin arasından

NEZİH UZEL

İ

İPİN UCUNDA BİR GARİP

DEMOKRASİ

Dosya

74 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

geçerek, mahkeme salonu haline getirilmiş spor salonuna girdiler. Herkes yerini aldı. Gazetecile-re savcıların sağ tarafında bir yer gösterilmişti.

Mahkeme salonu hıncahınç doluydu. Saatler 8.30’u gösterdiğinde mırıltılar kesildi, hüzünlü bir sessizlik kapladı ortalığı. Kulaktan kulağa esrarlı bir kelime yayıldı: “Geliyorlar!” Herkesin gözü salonun köşesindeki büyük kapıya doğrul-du. Gelenler tek sıra halinde, ağır ve tekinli adım-larla ilerliyorlardı. En önde yer alan birkaç kişi sa-lonun ortasına kadar gelmişti bile. Bunların ilki Celal Bayar’dı. Hemen arkasında Adnan Mende-res yürüyordu. Sonra sırası ile Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan ve son Menderes Hükümeti’nin tüm üyeleri dizilmişlerdi. Celal Bayar’ın üzerin-de koyu gri bir kostüm, Menderes’in üzerinde ise kahverengi bir takım vardı. Menderes zayıftı, elbise üzerinden düşüyordu.

Salonun tam ortasına gelen Celal Bayar sola dönerek en öndeki iskemlelerin en başına otur-du. Onu Menderes takip etti. Sonra “sabık ve sa-kıt” bakanlar, milletvekilleri ve o gün görülecek davaya katılan ilgililer ile bazı bürokratlar…

Yarım saate yakın süren yerleşme sona erdik-ten sonra yargıçların tarafında büyük bir kapı açıldı ve siyah cübbeli, kırmızı yakalıklı, geniş kolluklu dehşetengiz hakimler yine sıra ile sa-lona girerek yerlerine oturdular. Önlerine kon-muş dosyaları karıştırmaya başladılar. Salonda bir süre kağıt hışırtısı duyuldu. Az sonra bir ses yükseldi: “Sanıklar getirildiler. Bağlı olmayarak yerlerini aldılar.”

Bu ses, Yassıada mahkemelerinin, adı Türk adliye tarihine geçmiş ünlü yargıcı Salim Başol’a aitti. Başol, ihtilalciler tarafından ülkenin en

ünlü hukukçuları ara-sından özenle seçilmiş bir heyetin başkanıydı. Bu mahkemenin kala-balık savcı kadrosunun başında bulunan kişi de Başsavcı Ömer Altay Egesel’di. Avukat ordusu gazetecilerin bulunduğu tarafın önündeydi.

Yassıada’nın dikensiz gül bahçesi

Manzaranın dehşetin-den hepimiz donmuş kal-mıştık. Ülkeyi 10 yıl yöneten ve Türkiye’de rejim farklarına yol açan bir siyasi iktidar, neredeyse tamamına yakın bir kadro ile yargıçların karşı-sına dizilmişti. Siyasetin adliye ile buluştuğu bir zaman biriminin içine girmiştik. Bu tarihten az bir zaman önce bu ülkede kimse böyle bir sonu-cu hayal dahi edemezdi. Başbakan Menderes eski meclis tartışmalarından birinde muhalefetten şi-kayet ederek, “Dikensiz gül bahçesi istiyorum” demişti. İşte şimdi “dikensiz gül bahçesi” karşı-sındaydı. Ama hakimlerin karşısında…

Yassıada mahkemeleri uzun sürdü. Duruş-malar her akşam belli saatte radyolardan canlı olarak verildi. Henüz televizyona kavuşmamış olan Türkiye, her akşam radyo başına kilitlene-rek bu mahkemenin gidişatını izledi. Darbeciler adliyeyi kullanarak yaptıkları işin doğru oldu-ğunu kanıtlamak için hiçbir ayrıntıyı eksik bı-rakmadılar. Kamuoyunu yıllarca meşgul edecek biçimde yapay davalar uydurdular. Bu davalar

Şaşkın bir siyasî organın gayrimeşru hareketi ile idama mahkum edilen Menderes’i Türk kamuoyu hiçbir zaman mahkum etmedi. O, tarihe şere� i bir başbakan olarak geçti. Ve öyle kaldı. 50 yıl sonra adı hâlâ anılıyorsa, işin sırrı buradadır.

MAHKEMEDEKİ MENDERES

Başbakan Menderes herhangi bir soruya cevap vermek için kürsüye her yaklaşışında kruvaze ceketinin düğmelerini iliklerdi. Mahkemeye

saygılıydı, başına gelenleri büyük bir olgunlukla karşılamıştı. Yöneltilen soruların içinde bilmediği varsa “Malumatım haricinde reis beye-fendi” diye verdiği cevaplar meşhur olmuştu. Duruşmalara tertemiz

bir kıyafetle ve karikatürlere konu olmuş ünlü dik yaka beyaz gömleği ile gelirdi. Tüm mahkeme sürecinde nazik, kibar ve kendisine yakışır bir tavır sergilemişti.

» 17 Eylül 1961Fatin Rüştü Zorlu ile Hasan Polatkan’ın idam fotoğrafl arı o günkü gazetelerin manşetlerini süslemişti.

2012 MAYIS / DERİN TARİH 75

Dosya

Türk kamuoyunu tat-min etmedi, “köpek davası, bebek davası” olarak anıldı, bazıları ise alay konusu oldu. Rahmetli şehit Baş-bakan Menderes’in dolabından çıkan bir kadın çamaşırını başsavcı Egesel’in elinde sallayarak mahkemeye ibrazı uzun yıllar bellek-lerden çıkmadı. Bu resim, mahkeme

sürecini yakından izleyen Batı basınında, ünlü Fransız Paris

Match dergisinde de yer aldı.Mahkemeye gittiğimiz her gün kulaktan

kulağa inanılmaz fısıltılar yayılırdı. Söylentiler hemen her zaman koğuşlarda yapılan zulümler-le ilgiliydi. Örneğin kısa boylu ve kısa kollu bir bakan olan Emin Kalafat elleri arkasından ke-lepçeli olarak bir gece sabaha kadar inletilmişti. Menderes hastalanmış, kendisine ilaç verilme-mişti. Celal Bayar açlık grevi yapmış, ilgilenen

olmamıştı. Ada kumandanı Tarık Güryay hakkında anlatılanlar gündemin ön sıralarında yer alıyordu. Güryay’ın yapılan işkence-lerde bizzat bulunduğu pek sık dillerde dolaşırdı.

Örtülü ödenek fırtınayatutulunca…

Mahkemede “devlet sır-rı” diye bir şey kalmamıştı. Kamu güvenliğini ilgilendi-ren her konu adlî bir kararlı-lıkta ortaya dökülüyor, milli güvenlik adına gizli kalması gereken her konu açığa çıkarı-

lıyordu. Ortada devlet ciddiyeti ve siyasi terbi-yeden eser kalmamıştı. Bu durum özellikle ör-tülü ödenek davasında belirgindi. Başbakanların devlet güvenliği adına kullanımlarına verilen ve isminden de anlaşılacağı gibi ne zaman, nerede, nereye kullanıldığının sorulmaması gereken “örtülü ödenek” kavramının üzerindeki “öde-nek” kelimesi, fırtınaya tutulmuş pazarcı tente-si gibi uçup gitmişti.

Tüm hukuki pejmürdeliğine rağmen Türk siyasi tarihinin ünlü “Yassıada mahkemeleri” yine de disiplinliydi. Duruşmalarda sanıkların uygun kıyafet giymeleri, düzgün oturmaları, bacak bacak üstüne atmamaları, tespih çekme-meleri gerekiyordu. Bunu yapan, mahkeme he-yetinden derhal ihtar alırdı. Saatler süren iddi-anamelerin okunuşu sırasında oturduğu yerde yorgun düşen Cumhurbaşkanı yaşlı Celal Bayar, bir ara sol kolunu hemen yanında bulunan bari-yerin üzerine koymuştu. Reis Salim Başol, kür-süden bağırdı: “Kolunuzu oradan çekin!”

Bir sabah duruşmaların başladığı saatte ilk söz, sanık müdafilerinden yaşlı bir avukata ve-rilmişti. Avukat yerinden doğrularak lafa baş-ladı. Kürsüden Başol’un sesi duyuldu: “Avukat bey, cübbenizi giyiniz.” Avukat şaşırdı, sözünü yarıda kesti. Gerçekten avukatların duruşma salonuna girerken giymeleri gereken ince ku-maştan yapılmış siyah cübbe çantadan çıktığı biçimde katlı halde sıranın üzerinde duruyor-du. Yaşlı avukat cübbeyi açmaya çalıştı. Önce sağ kolunu uzattı, kol bir türlü cübbenin yenini bulamıyordu. Sonra sol kolunu denedi, onu da beceremedi. Uğraşı devam ediyor, tam açılama-yan cübbe giyilemiyordu. Bir ara her şey karıştı; cübbenin kolları, yakası, eteği, sırtı ve avukat bey dertop oldular. Avukat ve cübbe düğümlen-mişti sanki. Mücadele sürüyor ama sonuç alına-mıyordu. Gülüşmeler başladı. Hakimler de gü-lüyorlardı. Sonunda düğüm çözüldü ve avukat, cübbesini giyerek kaldığı yerden konuşmasına devam etti.

Yassıada mahkemelerinin devamı sürecinde ben Sultanahmet’te Yüksek Ticaret Mektebi’nde okuyordum. Sonradan Ticari ve İktisadi İlimler Akademisi adını alan bu okulun Marmara Deni-zi tarafında büyük bir amfi vardı. Arka pencere-den de Yassıda görünürdü. Bir gün derste ayağa kalktım ve adayı işaret ederek hukuk hocası rahmetli Reşat Kaynar’a şu soruyu sordum: “Ho-cam, bu mahkemeden beraat etmek mümkün mü?” Hoca şaşırdı, çekingen bir tavırla, “Elbette mümkündür, neden olmasın?” dedi. “O zaman darbeciler ‘Biz hata etmişiz. Gidin Ankara’ya, yerinize oturun’ derler mi? Darbe zaten veril-miş ve infaz edilmiş bir mahkumiyet kararı değil midir?” dedim. Bunun üzerine salonu bir sessizlik kapladı. Herkes donup kalmıştı. Tica-ret Mektebi’nin “deli” lakaplı ünlü hukuk ho-cası Reşat Kaynar renkten renge giriyordu. Bir ses duyuldu: “Otur yerine! Salonda polisler var.”

» Utanç belgesiDaha Yassıada mahkemeleri başlamadan önce çıkan Akis’in bu kapağı adeta hakimlere darbeyi yapanlar tarafından önceden verilen hükmü dikte ediyordu.

» Bir Genelkurmay Başkanı, elleri kelepçeliDönemin Genelkurmay Başkanı Rüştü Erdelhun da Yassıada’da yargılandı ve idama mahkum edildi. Önde kasketli, elleri önden bağlı mahkum odur.

76 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

Şaşkın bir siyasi organın gayrimeşru hareketi

Yassıada mahkemeleri bir süre sonra sona erdi. Darbenin siyasi organı, 20’ye yakın idam ka-rarından 3’ünü onayladı: Başbakan Adnan Men-deres, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve Mali-ye Bakanı Hasan Polatkan. Bir sabah Yassıada’dan ayrılan Deniz Kuvvetleri’ne ait bir hücumbot her 3’ünü de az ilerdeki İmralı Adası’na götürdü. Bu-rada sağlık kontrolünden geçirildiler. Menderes’i muayene eden Cerrahpaşa (veya Çapa Tıp Fakül-tesi) profesörlerinden Sedat Tavat rapor verdi: “Bir şeyi yok. Asabilirsiniz.”

Ve Menderes asıldı. Türk tarihinde Genç Os-man ve III. Selim gibi başını vererek şehadet şer-beti içen halk önderlerinden biri oldu. Hataları elbette vardı. Ama bunlar yine demokratik yol-dan çözülebilecek hatalardı. Kendisinden sonra gelenler daha büyük hatalar işledikleri halde Menderes’in akıbetinden derin yeise kapılan Türk kamuoyunda geniş bir hoşgörüye kavuştu-lar.

Şaşkın bir siyasi organın gayrimeşru hareketi ile idama mahkum edilen Menderes’i Türk ka-muoyu hiçbir zaman mahkûm etmedi. O, tarihe şerefl i bir başbakan olarak geçti. Ve öyle kaldı. 50 yıl sonra adı hâlâ anılıyorsa, işin sırrı buradadır.

İdamın hayatta kalan sorumlularıMahkemelerin üzerinden bir hayli zaman

geçmişti. Bir gün Boğaz’da Emirgan bahçesinde Üsküdar Özbekler Tekkesi son şeyhi Necmeddin Efendi ile çay içiyorduk. Gözüm gerilerde bir yerde, duvar kenarında nargile tüttüren birine takıldı. Bu adamı bir yerden tanıyordum. Dikkat-li bakınca o ünlü yargıcı fark ettim. Menderes’i

idama mahkum eden Salim Başol duvar kenarına büzülmüş, donuk gözlerle, sessizce nargile içiyordu. Yanında kim-se yoktu. Özbek şeyhi ile bakıştık. Şeyh kolum-dan tuttu, bir delilik yapacağımdan korkmuştu. Koca bir ulusun her akşam duyarak ezberlediği, yıllarca kulaklardan silinmeyen meşhur “Sa-nıklar getirildiler, bağlı olmayarak...” cümlesi o anda tüm benliğimde çın çın ötüyordu.

Yassıada’nın gaddar kumandanı Tarık Güryay ise yaşlılığında Kadıköy’de oturur, akşamları tek başına sahile inerek vapur iskelesinin yanındaki parkta vakit geçirirdi. Onun da yanında kimse yoktu. Herkes kendisini tanır, uzaktan parmakla göstererek “İşte o, yine geldi” derlerdi. Güryay bu geliş gidişlerin birinde yolda kazılmış bir çu-kura düştü. Buldular ve evine götürdüler. Ölümü bu yüzden oldu denir.

Nezih UzelKültür tarihçisi ve gazeteci - yazar.

YASSIADA’DA GÖREVALMAYI REDDEDEN HAKİM

Üsküdar’da Eleşkirtli Ağır Ceza Mahke-mesi reisi Cevat Akpınar bir akşam eve geldi. Yüzü asıktı. Konuşmak istemiyor-du. Hanım ve çocuklar aile reisinde bir hal sezdiler. Bir süre sonra sordular: - Bir şeye canınız mı sıkıldı? Neden suskunsunuz? - Evet, bugün beni Yassıada Mahkeme Heyeti’ne seçmişler. Akşamüstü haber verdiler. Evde bir bayram havası esti, herkes

sevinçten uçuyordu. O günlerin havası içinde bir hakimin böyle bir vazifeye atanması şere� erin en büyüğüydü. Ancak Hakim Baba’nın suskunluğu devam diyordu. Bir süre sonra şunları söyledi: - Evlatlarım, ben şimdi bu mah-kemenin üyeleri arasına katılırım. Bu adamları mahkûm eder, iplerini çekeriz. Cenazelerini götürür, bir adaya gömerler. Aradan 30 sene geçer. Sonra onlardan kalan ne varsa mezarlarından çıkarır, bir tabuta koyar, üzerlerine Türk bayrağı sarar, bir top arabası-

na yerleştirerek devlet merasimi ile getirir, İstanbul’da Vatan Caddesi’nde hazırlanacak bir anıt mezara koyarlar. İşte o gün ben çocuklarıma kötü bir isim bırakmış olurum. Bu vazifeyi kabul etmiyorum.” Siyasi bir mahkemenin 30 yıl sonra-sına kadar ulaşan sonuçlarını bir bir gören ve olacakları Vatan Caddesi’nde yapılacak devlet merasimine kadar ge-niş bir öngörü ile haber veren yargıç Eleşkirtli Cevdet Akpınar ve benzer-lerinin hatıraları önünde hürmetle eğilirim.

» Ölüm hücresinde bitmeyen saatlerİdam mahkumlarından Bakan Agâh Erozan’ın idam hücresi; tuvaleti yanı başında...

Tuvaleti

Yastığı

2012 MAYIS / DERİN TARİH 77

78 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

tatürk “Hakimiyet kayıtsız şart-sız milletindir” demişti ama Tek Parti döneminde hakimiyet kayıtsız ve şartsız milletin de-ğildi. Peki kimindi? Türkiye’yi idare edenlerindi. Bunlar da

Halk Partililerdi. Bunların kaymakam, vali, jan-darma kumandanı vs. olduğunu görürsünüz. Bir kısmının da Anadolu’nun arazisini paylaşan ağa-

lar, beyler olduğunu. II. Cihan Harbi’nde nüfus kâğıtlarımıza ‘Ek-

mek karnesi verilir’ damgası basıldıktan sonra Türk insanı da insan gibi yaşayabilme hakkını aramaya başlamıştır. O da nedir? Eşit olmaktır. Bu, Demokrat Parti’yle başlamıştır, AK Parti’yle devam ediyor.

Bir de Ankara’da, İstanbul’da, büyük şehirler-de değil, ilçelerde, küçük illerde insanlar ayrıca-

A

Olayın son tanığıOsman Çetin

ilk kezDerin Tarih’e

açıklıyor

‘Halkımız insan olduğunu bizimle hatırladı’

Menderes’in Yassıada’yagiderken verdiği son mesaj:

HAZIRLAYAN: ZEYNEP CER

Dosya

2012 MAYIS / DERİN TARİH 79

lıklı zümreden rahatsız olmuşlardır. Bu rahatsız-lık her gün biraz daha büyümüştür. Celal Bayar ve Adnan Menderes sosyal yaşamdaki rahatsızlı-ğı derinden hissedip yaşayan kişilerdi.

1946 seçimlerinde Halk Partisi DP’nin seçil-memesi için elinden ne gelirse yapmıştır. Ama 1950 seçimlerinde halk DP’yi çok büyük bir ek-seriyetle iktidara getirmiştir. Getirmiştir ama Türkiye’yi o güne kadar idare edenler koltukla-rından nasıl vazgeçeceklerinin derdine düşmüş-lerdir. Şu bir gerçektir ki, Bayar, Menderes gibi ülkesini sevenler, hürriyete susamış insanları yanlarında bulmuşlardır. Türk insanı şahlanmış-tır bir kere, ayağa kalkmıştır. Türk insanı “Ne yapacağız?” diye sorduğunda Atatürk’ün dediği gibi “Kendi kendinizi idare edeceksiniz, yani kim seçilecekse o idare edecek” demişlerdir.

Ancak 1950’deki seçimden sonra Anadolu’da-ki yaşam gelişmeye başlamıştır. Ne tür gelişme? Türkiye’yi değiştirecek bir DP ruhu şahlanmıştır artık. Ama Halk Partililer de menfaatleri kaybol-maya başlayınca rahatsızlanmaya başlamışlardır. Tabii bu rahatsızlık içerisinde DP olarak bazı alanlarda değişiklik yapılmıştır. Neyi değiştirmiş-tir? DP’nin kuruluş esasında sosyal ve ekonomik paylaşımda eşitlik gelmesi vardır.

Anadolu’daki tüm Halk Parti kadroları iktida-rı ellerinden gittikten sonra “Eski iktidarımıza nasıl kavuşuruz?” diye bir çalışma içerisinde ol-muşlardır. Hatırlıyorum, 1950’de DP gençlik kol-larındayken, Tokat Turhal’dan Zile’ye yürürken elimizde Atatürk’ün resimleri vardı. Diyorduk ki onlara: “Atatürk’ün resmini paralardan pul-lardan silen sizsiniz. Hem Atatürkçü geçiniyor-sunuz, hem de bu milletin demokratik partisine karşı çıkıyorsunuz.”

DP Türk halkına insan olduğunu hatırlattıBir gerçek daha var. Demokrat Parti Türkiye’de

öyle bir şey yaptı ki, köydeki çoban, çiftçi, şehir-deki işçi vs. insan olduğunu öğrendi. Artık su ba-rajı aşmış, araziye yayılmıştı.

Tesadüfen ben 1960 İhtilali’nde yedek su-bay olarak İstanbul’da 61. Tümendeydim. Bir avukat olarak beni 61. Tümenden Örfi İdare Kumandanlığı’na atadılar. Kurmay Albay Suat Aktulga diye biri vardı. Beni çok severdi. “Senden istifade ederiz” diye İstanbul Üniversitesi’nin ya-nındaki 2. Örfi İdare Kumandanlığı’na getirdiler. Şube Komutanı Şefik Soyuyüce (sonradan Milli Birlik Komitesi üyesi olacak). Öyle zannediyorum ki, Mart ayında göreve başladık. Teğmen olmuş-

tum. Yeşilimsi bir elbise vardı üstümde. Kurmay Binbaşı Şefik Soyuyüce ile çalışıyoruz. Bana hep “Pis demokrat” derdi. Hep DP’nin aleyhine konu-şurdu. Ben de ona “Ya kumandan, böyle deme, iyi olacak” derdim.

Enteresan bir hatıram vardır. Çok önemli bir hadise. Kayıtlara mutlaka girmesi lazım.

1960 Nisan hadiseleri başlamış, talebeler ayaklanmışlardı. O zaman Ordu Kumandanı

Foto

ğraf

: Zey

nepn

ur Ç

etİn

dağ

» Halk adamıKayseri’nin Develi ilçesi halkı il olma talebi ile Menderes’i ziyaret ettiklerinde bu hatıra fotoğrafını çektirmişler (üstte).

» İdama doğruAdnan Menderes İmralı’ya götürülürken (altta).

Esat

Ceb

eci a

rşiv

i.

80 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

Fahri Özdilek’ti. Talebeler hükümet aleyhine nümayiş yapıyorlar, çok kötü şeyler söylüyorlar-dı Üniversite bahçesinde. Bizim şubemiz de üni-versite bahçesinin yanında Askeri Tıbbiye’deydi. 1. Ordu Kumandanı çıktı, Şefik Soyuyüce ve ben etrafındayız. “Bu sizin yaptıklarınızı komünist-ler yapmaz” dedi. Birçok şeyler söyledi. Bunu söylerken Şefik Soyyüce ceketinden çekti, “Yap-ma Paşam, söyleme” dedi. “Ya nasıl yapıyorsun binbaşım ya...”

Toplantı bitti. Suç işleyen talebeler cemsele-re dolduruldu. Sonra üniversitenin arkasında cemse boşaltıldı. Gözümle şahit oldum. Miting yapan, iktidara küfreden talebeler serbest bıra-kılıyordu. “Ya binbaşım, nasıl oluyor bu?” diye soruyordum. “Senin aklın ermez. Türkiye böyle idare edilmez” dedi. Ceza veriyoruz diye cem-selere doldurup öbür tarafta boşaltıyorlar. Bana dedi ki: “Pis Demokrat, bir gün gelecek, senin patronun olacağım.” “Nasıl olacak?” dedim. “O zaman görürsün” dedi.

Belki ilk defa kayda geçecek bir olayı şimdi anlatacağım. Nisan ayı geçiyor. Akşamları yüz-lerce telefon geliyor. “14 Mayıs mahallesinde Demokrat Partililer ayaklanacak, baskın olacak” gibi ihbarlar oluyor. Gidiyoruz mahalleye, bir kişi bile yok. “Demek biz gelmeden haber geli-yor, gidiyorlar” diyorlar. (1960’daki hadiselerle 2000-2010’larda olan hadiseler hemen hemen aynı. Kamufle ediliyorlardı. Kendileri adamlarına yaptırdılar bunları.)

26 Mayıs’ı 27 Mayıs’a bağlayan akşam... Şefik Soyuyüce beni karargâha çağırdı. Dedi ki: “Seni göz hapsine alıyoruz bu akşam.” “Neden?” dedim. “Çünkü DP’lisin sen” dedi. “Olur, alın, giderim, yatarım revire” dedim. “Yok, revir değil, burada oturacaksın, bu akşam bana lazımsın” dedi. “Peki” dedim. İçeri koydular, öyle oturuyorum. Zannedi-yorum saat 22:00-23:00 filan. Geldi. “Gel bakalım. Her şey halloldu” dedi. Ben çıktım ki, Üniversite (Beyazıt) Meydanı tankla dolu. Herkes manevra elbiseleri giymiş. “Ne oluyor?” dedim. “Görürsün” dedi. “İstihbaratları yazdık ya. Basacaklarmış ya, karşı koyacağız” dedi. Her askeri ihtilalde ihtilale bir gerekçe hazırlanmıştır. Bu zabıtlarda var, 1960 zabıtlarında. “Tamam” dedim.

27 Mayıs ihtilaline tanık oluyorum Saat 24:00’a doğru bizi çağırdı. Hepimiz teğme-

niz. İlk işimiz vilayete gitmek oldu, Cağaloğlu’na. Bizim binbaşı indi. Hazırol vaziyetinde selam ver-di. Saat 00:05. “Parola” dedi. Adam parolayı söyle-

di. “Binbaşım” dedim, “parolayı yanlış söyledi.” “Sen sus” dedi bana. Bundan sonra herşeye “Ta-mam” dedim. O Paşa binbaşıya selam verdi. Yeni parolayı söyledi. Hiç aklıma ihtilal filan gelmedi. Emniyet Müdürlüğü’ne geldik. Sonra Yassıada Komutanı olan Yarbay Tarık Güryay vardı. Hazı-rol vaziyette geldi. Binbaşı Soyuyüce’ye parolayı söyletti. Orada çok enteresan bir olaya şahit ol-dum.

Galata Köprüsü henüz açılmamıştı. Köprü’yü geçtik. Taksim’e doğru çıkarken ara yoldan tam Taksim’le Köprü arasında durduk. O köşede bir binbaşı, bir de manga vardı. Sıkıyönetim var ya. İstiklal Caddesi’nin başında durdu Şefik So-yuyüce. “Parola” dedi. Binbaşı parolayı söyledi. Şefik Soyuyüce küfretti. “Doğru parolayı söyle” dedi. Binbaşı da “Siz komünistlersiniz” dedi. Şe-fik Soyyüce çekti silahını. Adam ateş emri verdi. Şefik Soyuyüce arabaya attı kendisini. 8-10 mer-mi isabet etti arabaya. Ama hiçbirimize bir şey olmadı.

Harbiye Radyo Evi vardı. Divan Oteli’ni geçin-ce sağda. Radyo Evi’ne geldik. Orada da bir man-ga ve Binbaşı var. Binbaşı yeni parolayı söyledi. “O falancanın (küfrediyor) mangasını alın, yarın emirlerimi bekleyin” dedi Şefik Soyuyüce.

Harbiye’ye geldik. Bana dedi ki: “Sen burada bekleyeceksin, ben Ordu Kumandanının evine gidiyorum.” Tam o sırada merdivenleri biri indi. Radyoyu açtı. İstiklal Marşı çalıyordu. İstanbul’da ihtilal oluyor haberleri yankılanıyordu. Orası or-duevinin hem yemekhanesi, hem yatakhanesiy-di. Biri bağırmaya başladı. Ağzını kapatıp sustur-dular. İzmir’de emekliye ayrılan Genelkurmay Başkanı’nı (Cemal Gürsel) getirmek üzere görev-lendirilmiş Hava Kuvvetleri pilotları oradaydı.

Saat 02:30-03:00’a kadar bekledim. Orada tek teğmen bendim. Oturanlar binbaşıların, albayla-rın ihtilalden haberi yok. Saat 03:00 oldu. Binba-şı geldi. Paşa (I. Ordu Komutanı Fahri Özdilek) Ankara Radyosu da ihtilal haberlerini teyid edin-ceye kadar evet demedi. Orada bir ihtilal oldu-ğunu ve Şefik Soyuyüce’nin de işin içinde oldu-ğunu öğrendim. İhtilal oldu bittiye getirilmiş bir hareket olmuştu.

Demokrat avı başlıyorDöndük, geldik karargâha. Karargâhta son

model bir araba çekildi altına Şefik Soyuyüce’nin. Korumalar filan. “Ne oluyor binbaşım?” dedim. Ben hâlâ o günkü yaşımla, tecrübemle bir bin-başının ihtilal komitesinde yer alabileceğini

Dosya

2012 MAYIS / DERİN TARİH 81

düşünemiyordum. “Görürsün, Türkiye’yi nasıl idare edeceğim” dedi. “Peki” dedim. Ardından 27 Mayıs ihtilali oldu ve Mayıs’ın 30’una doğru terhisim geldi.

Kurmay Albay Suat Aktulga çok beyefendi, çok dürüst bir adamdı. Zaten bunların içeri-sine girmemişti. Beni çağırdı. “Osman, beni İstanbul’a Belediye Reisi yaptılar. Hiçbir şey an-lamam. Sen genç bir hukukçusun. Mert de bir adamsın. Benim hukuk müşavirliğimi bir iki ay yapar mısın?” dedi. “Peki Albayım” dedim. “Ama ben fikren belli bir adamım” dedim. “Tamam” dedi. Böylece İstanbul Belediye Başkanı Müşaviri oldum. Bana yatacak yer ve araba ayarlandı.

Bir iki ay sonra bıraktım, Tokat Zile’ye gittim. İhtilal olmuştu. “Herkes perişan” dediler. Halk bu ihtilali birinci sınıf Halk Partililerin yönetim-de etkili olmak için yaptıklarından yüzde yüz emindi.

İhtilal günlerinde, İstanbul’da kaldığım bir ay müddetince Halk Partililer adım adım, ev ev bü-tün Demokrat Partilileri askerlere ihbar ettiler ve içeri aldırdılar. Hiç suçu olmayan insanları yaka paça götürdüler. Ağlıyordu insanlar, “Biz bir şey yapmadık ki!” diyorlardı. Bu bir gerçektir. Kayıtlarda da vardır. DP iktidarındaki en büyük ‘kötülük’ de Türkiye’nin işçisini, köylüsünü, çift-çisini ikinci sınıf adamlıktan birinci sınıf adam-lığa çıkarmaktı.

Menderes ve Bayar’a hak etmedikleri bir siya-si yargılama süreci başlamıştı. Bu büyük adam-lar hakkında utanılacak derecede karalamalar ortaya atıldı.

Ben bu arada belediyedeyim. Albay’ın yanı-

OSMAN ÇETİN KİMDİR?

1934 Tokat Zile doğumlu. 1960 yılında Ankara Barosu’na kayıt oldu. Halen İstanbul Barosu’na kayıtlı. Siyasete 1953’te Sivas Lisesi Talebe Cemiyeti Başkanı olarak başladı. 1963-72’de Tokat Zile Belediye Başkanı seçildi. 1973’te Şekerbank Yönetim Kurulu Başkanı, 1975’te Panko Birlik Kurucu Başkanı oldu. 1979’da Adalet Partisi Tokat Senatörü oldu ancak ertesi yıl 12 Eylül darbesiyle senatörlüğü sona erdi. 1981’de kurduğu Çetin Dış Ticaret ve Orman A.Ş., Ankara Ticaret Odası’ndan 1984 yılı “en büyük ihracatçı firma” ödülünü aldı.

82 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

na girdim. “Bir ricam var. Ben sizi kırmadım, siz de beni kırmayın” dedim. “Nedir?” dedi. “Bayar ve Menderes İstanbul’a geldiği zaman karşılama-ya gitmek istiyorum. Hatta mümkünse Mende-res ile beni Yassıada’ya kadar gönderin” dedim. “Tamam Osman” dedi. Böylece zindana giden sayın Başbakan Menderes’in refakatçisi oldum.

Menderes’le diz dize son uçuşAnlatmam mümkün değil. (Burada Osman

Çetin’in sesi titremeye, gözleri dolmaya başlı-yor.) Bayar’ı karşılamaya parolasız (‘Önüne ge-leni vur’ emriyle) gittik. İhtilal nasıl planlandığı zaman plan program yapılmışsa bu tip hare-ketlerde de sanki insanlar kaçıracaklar, baskın yapacaklar gibi prova yapılır. “Osman, parolasız gidiyoruz. Her an öldürebilirler bizi veya biz biri-lerini öldürebiliriz” dedi Şefik Soyuyüce.

Büyük karşılama töreni yapılmış. Astsubaylar dizilmişler. Ondan önce milletvekilleri ve ba-kanlar iniyorlar. Bavulları atılıyor ve astsubaylar bavulları çiğniyordu. Adamlar zaten iki büklüm olmuş. Fakat rahmetli Celâl Bayar indi. Uzattı bavulunu. Tıraş olmuş ve giyinmiş. Bir astsubay gayrı iradi bavulu aldı, götürdü koydu. Bayar’ın yanına koymadılar beni. Sanki hayvan nakliyesi yapılıyor gibi “Birkaç gün sonra en büyük baş nakliyesi gelecek” dedi.

Menderes’in Ankara’dan İstanbul’a gelişi özel havayoluyla ve farklı bir havaalanına olmuştu. Hücumbotuna binilerek cemselerin geleceği deniz kenarında hazırlanan yere gittik. Mera-simler, korumalar vs. hazırlıklar var. “Neden bu

kadar hazırlık?” diye sorduğumda “DP’liler ayak-landı, geliyorlar” dediler. Tutukluydu zaten ama arkadaki büyüklerden biri “Arkadaşlar hadi” dese ardında binler ölürdü. Bu çok belliydi. Çün-kü bu ihtilal üç beş kişinin yaptığı bir hareketti. Bin kişinin değildi. Oysa DP’nin arkasında çok büyük bir halk desteği vardı. Tükürükle boğar-lardı ihtilali yapanları ama bu halk öyle bir halk değildi.

Menderes geldi. Perişan, tıraş olmamış. Ha-karet edenler, bağıranlar... Ben, Şefik Soyuyüce ve Kurmay Binbaşı Muzaffer Özdağ, uzun nam-lulu silahlar… Rahmetli Menderes oturuyor karşımızda. “Senin silahın yok teğmen?” dedi rahmetli. “Beni niye götürüyorlar?” diye sordu bana. “Ne yaptım ben?” dedi. (Ağlıyor bunları anlatırken.) Menderes sonra “Ama biz bir şey yaptık Türkiye’de” dedi. “Nedir Başbakanım?” dedim. “Türkiye’ye, Türk insanına bir istikamet verdik. Biz Türk insanına demokrat olmanın, kendi hakkına sahip olmanın önemini ve ciddi-yetini anlattık ve kavrattık. Yani kendisinin de herkes gibi hakkına, iradesine sahip bir Türk in-sanı olduğunu anlatmaya çalıştık” dedi. “Başka söyleyeceğiniz var mı efendim?” dedim. “Allah yardım etsin” dedi. Orada indirdiler adamı. Veda ettim.

1960’dan 2010’a geldik. Türk insanı bu nok-taya nereden, nasıl geldiğini bilmemektedir. AK Partili değilim ama Recep Tayyip Erdoğan’ı da, Abdullah Gül’ü de, hareketlerini de destekliyo-rum. Herkes benim aleyhimde. Çocuklarım da, eşim de... Ama herkese anlatmaya çalışıyorum.

Dosya

27 Mayıs ihtilâlinin iki mağduru: Adnan Menderes ve Tevfik İleri.

Cahi

t İle

ri ar

şivi.

Tarihçi Gözüyle

27 Mayıs Darbesi genellikle 1971, 1980 ve 1997 yılla-rında gerçekleştirilen askerî müdahalelerle karşılaştırılır. Yapılan mukayese ise çoğunlukla “devrim-darbe” kavram-ları üzerinden gerçekleştirilir. Gerçekte ise 27 Mayıs Dar-besi, kendisinden sonraki askerî müdahalelerden ziyade “İnkılâb-ı Azîm” olarak adlandırılan 1908 İhtilâli ile ilginç benzerlikler gösterir. Bununla beraber konuya bu tür iki-li, üçlü ya da dörtlü karşılaştırmalar yerine 1826 sonrası süreçte “asker-siyaset ilişkisi” bağlamında yaklaşmak bize, “Devrim mi? Darbe mi?” benzeri anlamsız bir tartışmaya kıyasla çok daha anlamlı bir kuramsal çerçeve sunabilir.

Ordunun yeni safıYeniçeriliğin ortadan kaldırılması, Osmanlı düzen ve

siyasetindeki dengeleri altüst eden gelişmelerin başın-da gelir. İcracıları tarafından “Vak’a-i Hayriye” olarak ad-landırılan bu olay, Tanzimat ve Cumhuriyet tarihçilikleri tarafından da benzer şekilde kavramsallaştırılırken, Yeni Osmanlı ve Jön Türk muhalefetlerince şiddetle eleştiril-miştir. II. Mahmud iktidarında Yeniçeriler ile âyân ordu-larının ortadan kaldırılması ve Bâb-ı Seraskerî ile Dâr-ı Şûra-yı Askerî’nin kuruluşu Tanzimat’a farklı bir ordu yapı-lanmasıyla girilmesine neden olmuştu. Bu, aynı zamanda Yeniçerilerin temsil ettiği merkezî ordu ile geleneğin sa-vunucusu ulema arasındaki ittifakın da sona ermesi anla-mına geliyordu. İlk modernleşme çabaları kendi üzerinde gerçekleştirilen ordu, kurum olarak siyasî dengedeki ye-rini değiştirmişti. Dolayısıyla Tanzimat, bürokrasi diktatör-lüğüne destek veren, kendini onun parçası olarak gören bir askerî yapılanma devralmıştı. Yeni ordu, “asker” ile “sivil”

arasındaki çizgilerin günümüze ya da dönemin Avrupa devletlerine nazaran bir hayli esnek olduğu bir yapıda, yu-karıdan aşağıya modernleşme siyaseti uygulamak isteyen bürokrasinin parçası haline gelmişti.

Saray ve ulemanın perde arkasına itildiği bu dengede, askerin de parçası olduğu bürokrasi boşluğu doldurmuş ve diktatörlüğünü, Abdülaziz’in gücün bir bölümünü Saray’a geri alışına kadar sürdürmüştü. Bürokrasi, Saray’ın iktidar paylaşımındaki rolünün artışına bir noktaya kadar tahammül etmiş, Sultan Abdülaziz’i tahttan indirerek Bâb-ı Âli diktatörlüğünü yeniden pekiştirmek istemişti.

Sa’id Halim Paşa, 1876 Meşrutiyeti’ni değerlendirirken, Kanun-i Esasî’nin “hakikat-ı halde bizzat idare-i mutlaka me’murîninin hükümdarın istibdadını” dengelemek ama-cıyla “tertib etmiş oldukları bir tedbir” olduğunu ileri sür-müştü. Kendisine göre Kanun-i Esasî fikrini ortaya atan bürokratlar sadece kâğıt üzerinde var olan bir unsuru, “millet”i devreye sokmak istemişlerdi. Bu, askerin de par-çası olduğu Bâb-ı Âlî diktatörlüğünün “millet” adına sür-dürülmesini sağlayacaktı. Ancak gelişmeler farklı oldu.

Cihet-i askeriye ve Yıldız İktidarı paylaşmaya yanaşmayan bürokratik diktatör-

lük, 1878 sonrasında Saray’ın sisteme el koyarak, Bâb-ı Âlî’yi tedricen devreden çıkarmasına katlanmak zorunda kaldı. 1895 yılında Kâmil Paşa’nın “sorumlu hükümet”e dö-nüş girişimiyle son kurşununu atan sivil bürokrasi, Paşa’nın azliyle havlu attı. Ulema zaten çoktan devre dışı kalmıştı.

II. Abdülhamid rejimi içinde ordu ilginç bir değişim süreci yaşadı. Saray sisteme egemen olmuş, sivil bü-

ASKER-SİYASET İLİŞKİSİ BAĞLAMINDA 27 MAYIS DARBESİ

[email protected]

M. ŞÜKRÜ HANİOĞLU

» Prof. Dr., Princeton Üniversitesi Yakın Doğu Çalışmaları Enstitüsü'nde öğretim üyesidir.

2012 MAYIS / DERİN TARİH 83

rokrasi iktidardaki kurumsal payını büyük çapta kaybet-mişti. Saray’a karşı iktidar kaybı açısından ordu da farklı bir durumda değildi. Sultan tarafından gerçekleştirilen keyfî rütbe dağıtımı orduda hiyerarşinin korunmasını faz-lasıyla güçleştiriyordu. Ancak genel iktidar paylaşımında güç kaybetmesine karşılık ordu, bürokrasi içindeki etki alanını genişletmeye başladı ve sistem içinde “cihet-i askeriye”nin görüşü ağırlığını artırdı. Serasker Mehmed Rıza Paşa, Gemiciler (Gemidziite) adlı Makedon-Bulgar anarşist örgüt, 28 Nisan-1 Mayıs 1903 tarihleri arasında peş peşe patlattığı bombalarla Selânik’te tam bir terör ortamı yarattığında, olaya nasıl el koyduğunu anlatırken bu etki alanının genişlemesini gösteren ilginç bir örnek vermektedir: “Bu haber-i meş’umun Dersaadet’e geldiği saatde telgrafhâneye giderek [Vali] Hasan Fehmi Paşa’yı Selânik Telgrafhânesi’ne çağırdım. Müşaünileyhden tafsilât istedim.” Bu örnekte de görüldüğü gibi Harbiye Nâzırı, Sadaret aracılığıyla görüşmesi gereken bir valiyi doğrudan telgrafhâneye çağırarak ondan bilgi talep et-mekte bir sorun görmemiştir. Döneme ait vesikalarda değişik konularda “cihet-i askeriye”nin görüşünün alın-masının gerekliliğinin vurgulanması, hem resmî olmayan bir özerkleşmeyi, hem de bir nüfuz alanı genişlemesini ortaya koymaktadır.

Bu nüfûz alanı genişlemesine paralel olarak Sultan tarafından Mekteb-i Harbiye-i Şâhâne’yi ıslah vazifesiyle İstanbul’a davet edilen Colmar von der Goltz’un etkisiyle ordu kendi toplumsal rolünü de farklı görmeye başlamış-tır. Yeni subay kuşağı Goltz’un izinde, zabitânın “millet-i müsellâha”ya önderlik etme vazifesiyle mükellef bir sınıf olduğu tezini fazlasıyla içselleştirmiş ve kendisine farklı bir toplumsal rol biçmiştir.

İnkılâb-ı Azîm: Zabitân, erkân ve ümerâya karşı

Dolayısıyla 1908 yılına gelin-diğinde, ordu rejim değişir ve ku-rumsal roller yeniden belirlenirse bundan fazlasıyla istifade edebi-lecek durumdaydı. Genç subay kadroları da böylesi bir değişimi fazlasıyla arzuluyorlardı. Buna karşılık “İnkılâb-ı Azîm”in gerçek-leşmesi aşamasında ordunun üst kademesi rejime bağlıydı. Zaten Terakki ve İttihad Cemiyeti ihtilâl

başlamadan Serasker’e bir mektup yollayarak, ona göre-vinden ayrılmasını tavsiye etmiş, aksi takdirde bir kukla olarak getirildiği makamdan alaşağı edileceği tehdidini iletmişti. Ayaklanma yüksek rütbeli subayların kumanda-sındaki büyük birliklerde değil, redif (ihtiyat) taburlarında başlatılmıştı. Sultan, ihtilâl başladığında devlet ricâlinden alınacak tedbirler konusunda görüş talep ettiğinde, “askerî ceza kanunu” uygulanarak ayaklanmaya katılan-ların cezalandırılmasını talep eden Serasker Mehmed Rıza Paşa dışında herkes şiddet kullanılmamasını tavsiye etmişti.

İhtilâl ilk bakışta askerî darbe görünümü veriyordu. Manastır sokaklarında askerler yürüyor, top arabaları üze-rinde “hürriyet” ilân ediliyordu. Ancak İttihad ve Terakki üyeleri takriben 26 bin kişiden oluşan imparatorluk subay kadrosu içinde oldukça küçük bir azınlığı oluşturuyorlar-dı. Ayrıca bu kimselerin çoğu mülâzım-ı sânî ile miralay arasındaki rütbelere dağılmışlardı. Ali Paşa gibi birkaç mir-liva da harekete katılmıştı. Buna karşılık erkân ve ümerâ rejimi destekliyor ve eylemleri “harekât-ı serkeşâne” olarak yorumluyorlardı. Fakat ordu yönetici kadrolarının ne dü-şündüğü artık önemini yitirmişti. Para-militer bir teşkilât ihtilâl yapmış, rütbe ve hiyerarşi anlamsız hale gelmişti. Nitekim Ağustos ayı başında Rahmi Bey başkanlığında Selânik’ten pâyitahta gelen İttihad ve Terakki heyeti hü-kümete taleplerini dikte ederken, Binbaşı Ahmed Cemal Bey (Paşa) da Harbiye Nezareti’ne kilit kumandanlık mev-kilerine getirilecek isimlerden oluşan bir listeyi iletiyordu. Artık apoletler değil, Cemiyet konuşuyordu.

Ordu-cemiyet ilişkisi“İnkılâb-ı Azîm” akabinde 27 Mayıs sonrasındakine

benzer gelişmeler yaşandı. Ordu hiyerarşisi darmadağın olmuştu. Adları eski rejimle özdeşleşen erkân tasfiye edil-mekle beraber, ihtilâlin sembolü haline gelen kahraman-

ları binbaşı ve kolağası rütbesinde olan örgütün, Osmanlı ordusu gibi, II. Abdülhamid döneminde Saray’dan dağıtılan rütbelerle üst katmanları fazlasıyla şişmiş, çok sayıda müşir ve ferike sahip bir orduyu idare edebil-mesi imkânsızdı. Bu nedenle ihtilâl sonrasında ordu üst kademesi ile İttihad ve Terakki arasında oldukça sıkıntılı bir ilişki başladı. Ordu yeni rejimde iktidardan daha fazla pay al-

» Hürriyet, uhuvvet, adalet: Ellerin-deki Osmanlı bayrakları ile Meşrutiye-

ti kutlayan İstanbul Ermenileri.

htt

p://

foru

m.e

-tar

ih.o

rg/t

hrea

d-77

7.ht

ml

Tarihçi Gözüyle

84 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

mak istiyor; ama bunu kurumsal düzeyde ve hiyerarşiyi koruyarak gerçekleştirmeyi arzuluyordu. Buna karşılık İt-tihad ve Terakki Cemiyeti, askerî birliklere örgüte bağlılık yemini ettirilmesiyle de ortaya konulduğu gibi kendi gü-dümünde, subay âzâlarının idaresinde bir ordu yaratmak istiyordu.

Bu sıkıntılı ilişki Mahmud Şevket Paşa suikastına ka-dar sürdü. Ordu, 1972 yılında ara rejim sırasında kurulan Askerî Şûra’yı andıran Şûra-yı Askerî’nin tesisi, Askerî Te-kaüd ve Askerî İkraz Sandığı kanunları benzeri kurumsal özerkliği artıran, subaylara bir sınıf olarak ayrıcalıklar geti-ren yasal düzenlemelerden memnuniyet duyuyordu. 31 Mart Olayı sonrasında Saray’ın iktidar paylaşım savaşında devre dışı kalmasıyla oluşan boşluğu da cemiyetle bera-ber ordu doldurmuştu. Ancak ordu üst kademesi, para-militer örgütlenmesi, askerî kulüpleri, düşük rütbedeki subaylardan oluşan fedaî teşkilâtı ve kahraman statüsün-de sağa sola emir yağdıran ileri gelenleriyle İttihad ve Te-rakki Cemiyeti’nden fazlasıyla rahatsızdı.

Gazi Ahmed Muhtar ve Kâmil Paşa hükümetleri çı-kardıkları yasalar ve gerçekleştirdikleri uygulamalarla Cemiyet’in ordu içindeki örgütlenmesini tasfiyeye ve askerî personelin siyasî faaliyette bulunmasını engelle-meye çalışmışlardı. Ancak para-militer bir örgüt olan İtti-had ve Terakki Cemiyeti ile ordu arasındaki ilişkinin yasa-larla düzenlenmesi mümkün değildi. Nitekim örgüt Bâb-ı Âlî Baskını’nı Enver Bey liderliğinde askerî bir eylem ola-rak gerçekleştirmişti. Buna karşılık İttihadçı subayları “ya-ramaz çocuklar” olarak gören erkân, Cemiyet’in Tek Parti iktidarı şekillenmeye başladığında dahi bir kurum olarak ordunun ülkenin kaderini belirleyeceğine inanıyordu.

Halil Halid Bey, 31 Mart sonrasında bir İngiliz dergisin-de yayınlanan yazısında meşrutî rejimi savunan güçlerin “İttihad ve Terakki’nin ordusu” olarak görülmesinin büyük bir hata olacağını, çünkü gerçekte “Cemiyet’in ordunun denetiminde olduğu” yorumunu yapmıştı. Ancak Mah-mud Şevket Paşa suikastı sonrasında İttihad ve Terakki tüm dizginleri ele geçirdiğinde bu yorumun tersinin ge-çerli olduğu görülmüştü. Enver Paşa’nın modern Osman-lı tarihinin en genç Harbiye Nâzırı olarak gerçekleştirdiği tensikat ve ıslâhat Cemiyet’in kontrolünde bir ordu yarat-mıştı. Ordu, Harbiye ve Bahriye Nâzırları Enver ve Cemal Paşaların kişiliğinde iktidardaydı. Ama artık Mahmud Şev-ket Paşa ve eski erkânın hayal ettiği gibi iktidarı bir kurum olarak paylaşmıyor, yeni dengede Cemiyet’in askerî kana-dı olarak yer alıyordu.

Ulus-devlet ve orduOrdu 1918-1922 döneminde Goltz’un eserlerinde

vurguladığı bir “millet-i müsellâha”nın (silahlanmış millet)mücadelesine önderlik etti. Silahlı kuvvetler, askerî zaferler sonrası kurulan, lideri Mustafa Kemal Atatürk ve kurucu kadrosunun önde gelen pek çok isminin subay olduğu yeni ulus-devletin yaratıcısıydı ve bir kurum olarak ken-disini rejimin kurucusu ve koruyucusu olarak görüyordu. Bilhassa 1925 sonrasında güçlenen lider kültü ciddi bir ku-rumsal iktidar mücadelesinin sahnelenmesini önlüyordu. Siyaset 1908-1912 dönemindeki gücünün bir hayli uza-ğındaydı; 1926’da ise tamamen tasfiye edilmişti. CHP de son tahlilde “liderin partisi” olduğu için İttihad ve Terakki benzeri bir etkinliği söz konusu değildi. Yeni rejimde de cihet-i askeriye’nin belirli bir özerklik ve ağırlığı vardı. Lider, dil ıslâhatı benzeri konularda bile Mareşal’in onayının alın-masını istiyordu. Ancak bu ağırlık, tıpkı Devr-i Hamidî’de görüldüğü gibi iktidar mücadelesine dönüştürülmüyor-du. Ordu rolünü liderin emrinde, rejimin koruyucusu ola-rak belirlemişti.

10 Kasım 1938 sonrasında iktidara kimin geleceğine de ordu karar vermiş; ama rolünde bir farklılaşma görmemiş-ti. Çok partili düzene geçiş sonrasında, siyasetin farklı an-lam kazanması ve genel anlamıyla bürokrasinin etkisinin zayıflamasıyla beraber ordunun da ağırlığında bir azalma görülmüştü. Buna karşın ordu üst kademesi siyasetle te-mel bir çatışmaya girmemişti.

Ordu üst kademesinin muhalefetine rağmen gerçek-leştirilen 27 Mayıs Darbesi, “İnkılâb-ı Azîm” benzeri bir ha-reket olmak, 1908’de olduğu gibi “hürriyet” söylemini kul-lanmakla birlikte, doğrudan subayların planlayıp icra ettiği bir eylemdi. Hareketin arkasında 1908’deki gibi bir örgüt bulunmuyordu. CHP darbeyi destekliyor ama yönetmiyor-du. Bu nedenle yaptıkları tüm tasfiyelere karşın darbeciler 1908-1913 döneminde İttihad ve Terakki’nin gerçekleştir-diği gibi yeni bir ordu yaratamadılar. Hiyerarşisi fazlasıyla zedelenmekle birlikte ordu, kurumsal yapısının 1913 son-rasında olduğu gibi yıkılmasına izin vermedi. Dolayısıyla 1960 Darbesi ordu-siyaset ilişkilerinde yeni bir sahifenin açılmasıdır. Silahlı kuvvetler para-militer bir örgütün varlığı nedeniyle 1908 İhtilâli sonrasında iktidara, Mahmud Şev-ket Paşa benzeri kumandanların arzuladığı şekilde ortak olamamıştı. Bu, 1960 sonrasında, ordu hiyerarşisi yeniden tesis edildikten sonra tedricen gerçekleşecekti. Ordu bir kurum olarak iktidarın en büyük ortağı olacak, bürokrasi-deki ağırlığını yasallaştıracak ve siyasetin sınırlarını daralta-rak yarım asır sürecek bir vesayet rejimi kuracaktı.

2012 MAYIS / DERİN TARİH 85

86 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

lında her dönemde iktidarı ra-hatsız eden yazı işçileri olmuş-tur. Onlar kalemleriyle ilmik ilmik sanat eserlerini örerken, dönemlerine de ayna tutarlar. Sözünü esirgemeyen yazar-

lar daima koltuk sahiplerinin rahatını kaçırır. Hal böyle olunca kalem işçilerinin akıbetlerine dair utanç verici örneklere tanık olmak şaşırtıcı olmaktan çıkar. Çeyrek asır süren Tek Parti dö-neminde (1925-1950) kitaplar toplatılmış; yazar-lar soruşturma ve kovuşturma geçirmiştir. Kimi işkence görüp yıllarca hapis yatmış, kimi yurt dışına sürülmüş, kimi de devlet eliyle öldürtül-müştür. Daha da hazini, Meşrutiyet’le birlikte kalktığı söylenen sansürün, Cumhuriyet’n siyasî aktörlerince bizzat uygulanmış olması.

Osmanlı Devleti’nde sansür güya Meşrutiyet’in ilanıyla kaldırılmıştı ama birkaç yıl içinde çok daha ağır bir şekilde geri dönecekti. Mütareke dönemi boyunca İstanbul basını İngiliz sansürü-ne tâbidir. Cumhuriyet dönemindeyse sansürün giderek sertleştiğini görürüz.

Sabiha Sertel’in hatıratı Roman Gibi’de İngiliz sansürüyle ilgili şaşırtıcı notlara rastlıyoruz. Sabi-ha Hanım, eşi Zekeriya Sertel’le birlikte yayınla-

dıkları Büyük Mecmua’nın 1919’da nasıl sansüre uğradığını şöyle anlatır: “Ben sansürden çizili olarak gelen yazıların yerlerini beyaz olarak ya-yınlamaya devam ediyordum. Bazı nüshalar gü-lünç denecek kadar boş çıkıyordu.”

İstiklal Savaşı sonrası devlet Yüzellilikler’in ülkeye girişini yasaklar. Ünlü yazarlardan Refik Halit Karay da yasaklı 150 kişiden biridir. Tek Par-ti yılları için o sivri diliyle “Geri geri ileri gittik” tabirini kullanan Refik Halit, Atatürk dönemi sansür psikolojisini, yıllar sonra yazdığı Bir Ömür Boyunca adlı kitabında şöyle anlatır:

“Gerçekten ne idi o bir zamanlar, Tek Parti zamanları, hele hele parti bakanları? Korkmaz-lardı basından. Koltuğuna kurulur, bir bakardı şöyle gazetelere, kızarırdı yüzü öfkeden. ‘Ne halt etmişler’ derdi birden, ‘Buğday fiyatları düşüyor’ diye yazmış köftehorlar! Çizmeden yukarı çık-mışlar, devletin itibarını kırmışlar, millî şerefe kıymışlar!’ Hemen bir direktif gelirdi: ‘Buğday fi-yatlarından sakın bahsetmeyin’ denirdi. Buğday lafı alargaya çekilirdi...”

Edebî eserlere çekidüzenOrhan Kemal, 3,5 yılını hapiste Nazım

Hikmet’le birlikte geçirir. Çıktıktan sonra yazdı-

Edebiyat TarihiEdebiyat Tarihi

Tek ParTİ DönemİnDe

ASamİ akbıyık

[email protected]

EdEbî CİNAYETLER

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Sabahattin Âli’yi CHP öldürdü” itirafı, Tek Parti döneminde aydınları susturmanın bir başka boyutunu açığa vuruyordu.

2012 MAYIS / DERİN TARİH 87

ğı Çöpçü, Arka Sokak ve Grev adlı öyküleri yüzün-den yeniden başı belaya girer. “İtalya, Almanya bizden daha ileridir” dediği için yabancı rejimler ve komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle 5 yıl ağır hapis cezasına mahkûm edilir (1939).

Sait Faik Abasıyanık da Şahmerdan (1940) adlı kitabındaki “Çelme” başlıklı öyküsünde yöneti-ciye hakaret suçuyla sıkıyönetim mahkemesinde yargılanır. Yetmezmiş gibi Medar-ı Maişet Motoru adlı romanı 1944’te sıkıyönetimce toplatılır.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu yaşlılık demlerin-de yeğeni Murat Belge’ye ilginç bir itirafta bulu-nur: “Hayatımda ne yapmak istedimse hep tersi-ni yapmak zorunda kaldım. Proust gibi bir yazar olmak isterdim ama Balzac gibi olmam gerekti.”

Bu itiraftan sonra Yakup Kadri’nin kitapları-nı yeniden gözden geçiriyor Belge: “Nur Baba’yı düşündüm. İlk romanı. Aslında tekke havasını, Bektaşiliği çok sever. Buna rağmen o romanda tekke şeyhinin nasıl bir dolandırıcı olduğunu an-latmak zorunda kalmış. Dediğinde bir doğruluk payı olduğuna o zaman kanaat getirdim.”

Belge’ye göre büyük dayısının mizacına göre yazmak isteyeceği tek bir romanı var: Hep O Şar-kı. Diğerleri için söylenebilecek tek şey, vazife bilinciyle kaleme alındıkları: “Bir tür vatanper-verlik yapıyorlar herhalde. Toplumun genel ide-olojisine bakarak bu kanaate varıyor olmalılar”. Yakup Kadri siyaseten Mustafa Kemal çizgisin-dedir ve ömrü boyunca ona bağlı kalır. Ancak Belge’nin aktardığı anekdotlar, onun bile polis takibi altında yaşadığını gösteriyor:

“Yakup Kadri, Ankara’da yaşıyor. Kavaklıdere’de bir evleri var. Bir sabah erken saatte Ruşen Eşref’le Falih Rıfkı geliyor. Telaşlılar. ‘Biraz yurt-dışına gitsen’ diyorlar. Sebebini soruyor. ‘Akşam Çankaya’daydık, Gazi Kadro’da çıkan yazına çok kızdı’ diyorlar. Daha onlar konuşurken kapı açılı-yor ve Atatürk giriyor içeriye. Öfkeli bir ifadeyle yazıyı önüne fırlatıp ‘Bu ne?’ diye çıkışıyor. Yakup

Kadri’nin açıklamasından tatmin oluyor ki, ‘Ha! Anladım! Mesele yok o zaman’ deyip gidiyor. Son-ra bir gün yine sabahın erken saatinde ‘Tiran’a büyükelçi oldun’ diyorlar.”

Belge’ye göre bu tayin “Kadro işlerini bırak” anlamını taşıyordu. Dönemi incelediğimizde bir-çok edebiyatçının büyükelçi olarak atandıklarını görürüz. Bu da tekin olmayan yazarların devlet kontrolünde tutulmak istendiğini gösteriyor.

“bir hikaye yazdım, tutukladılar…”1946’da dönemin Basın Yayın Müdürü Nedim

Veysel İlkin, Bakanlar Kurulu’na dilekçe verir. İsteği ilginçtir: Cahit Irgat’ın Rüzgarlarım Konu-şuyor adlı şiir kitabının Komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle yasaklanması.

Salah Birsel, Gençlik dergisinde yayımlanan “Bulut Geçti” adlı şiirinden 1941’de yargılanır-ken, Reşat Enis’in 1944’te yayımlanan Toprak

ÇALIKUŞU bİLE SaNSÜRLENmİŞ

Reşat Nuri Güntekin’in Çalıkuşu adlı romanının 1922’deki ilk baskısı Arap harfl eriyle yapılır. Latin harfl eriyle ilk bas-kısı 1935’tedir. N. Ahmet Özalp’ın belirttiğine göre

yeni versiyonda Osmanlı’ya dair olumlu ifade ve olgu-lar ya tümden yok edilmiş ya da tam tersi bir anlam taşıyacak şekilde değiş-tirilmiştir. Eski biçimiyle Çalıkuşu, yazıldığı dönemin şartlarının belgesi gibidir. Ancak 1935’de geçirdiği değişiklikler, geçmişe

karşı en ufak bir sempati-ye tahammül olmadığını ortaya koyar. Mesela bir yerde, Zeyniler köyünün evlerinden bahsederken, “Hani Boğaziçi’nde eski zamandan kalma kayıkha-neli evler vardır, bu evler tıpkı onlara benziyordu” diyen Feride, yeni baskıda

ne oluyorsa o manzaraya karşı nefretle dolar ve “Hani Kavaklarda, önüne ağlar serilmiş, yağmurdan çürüyüp kararmış, Boğaz rüzgârlarından bir yana çarpılmış, viran balıkçı kulübeleri vardır; bu evler, ilk bakışta onları hatırlatı-yordu” demeye başlar.

» Sansürden arda kalan birkaç kelime…Büyük Mecmua’nın 14. sayısında (solda) sol alt köşesindeki boş bölümde yer alan Emir Faysal Hazreti’nin iki mühim beyanatının açıklandığı kısımlar sansüre uğramıştır. Büyük Mecmua’nın 15. sayısının ilk sayfasında ise (sağda) “Namık İsmail Bey” ve “Lâle Devri” ifadeleri hariç tüm metne sansür uygulandığı görülüyor.

İSAM

88 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

» İsmet İnönü imzalı sansür belgeleriSabahattin Âli’nin, Başbakanlık Arşivi’nde yer alan Sırça Köşk (solda) ile Değirmen, Dağlar ve Rüzgar (sağda) adlı kitaplarının yasaklanmasıyla ilgili, üzerinde dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve bakanların imzalarının yer aldığı bu belgelere, cezası devlet eliyle verilen bir yazarın susturuluşunun kağıt üzerindeki kanıtları diyebiliriz.

Edebiyat Tarihi

Kokusu adlı romanı Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılıp yasaklanır. Yine Reşat Enis’in yazdı-ğı Ekmek Kavgamız romanı, Komünist propa-gandası yapıldığı gerekçesiyle 1948’de; Abidin Dino’nun yazdığı Kel adlı piyes, Dünya Savaşı hakkında bilgi verdiği için 28 Ekim 1944’de Ba-kanlar Kurulu kararıyla toplatılır. Necip Fazıl’ın çıkardığı Büyük Doğu dergisi, dinî ve siyasî yazı-lar nedeniyle defalarca kapatılır, kendisi de bir-çok kez tutuklanıp mahkûm edilir.

Tek Parti döneminde askerliği ve edebiyatçılı-ğı bir arada yürütmeye çalışan Samim Kocagöz, Vatan gazetesinde çıkan hikâyesinden dolayı hem mahkûm edilir, hem de sürgüne gönderilir. Bunu Kocagöz’ün ağzından dinleyelim:

“Bir hikâye yazdım, adı “Fındık Yaprakları” oldu. Eh, edebiyat yazısıdır diye buna imzamı attım. Hikâye gazetede çıktı. 2 Eylül 1946 günü talim dönüşü, tabur komutanı beni çağırtmış. Onunla birlikte alay komutanının odasına git-tik. Baktım, komutan Vatan gazetesini masanın üzerine sermiş. Eliyle bizim hikâyenin üstüne vurarak, hem de bağırarak sordu: ‘Bu yazıyı sen mi yazdın?’ Konuşma olduğu gibi aklımda. ‘Ben yazdım’ karşılığını verdim. ‘Askerin yazı yaza-mayacağını bilmiyor musun?’ ‘Siyasi olmamak şartı ile iç hizmet talimatnamesine göre edebi yazı yazabilirim’ dedim. Albay Nazım Yaşınok, ‘Bu yazı edebi mi?’ diye bağırdı. Böyle bağırınca

işin nereye varacağını tahmin eder gibi oldum. ‘Bir yazının edebi ya da edepli olup olmayacağı, yorumlayanın zihniyetine bakar komutanım’ karşılığını verdim. Komutan, büyük bir öfkeyle tabur komutanı binbaşıya dönerek ‘Teğmen tu-tuklanmıştır, götürün’ dedi.”

1946’da yayın hayatına başlayan ve Sabahat-tin Âli, Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz’ın yazdığı haf-talık mizah gazetesi Marko Paşa, toplama ve yasaklanma denilince akla gelenlerden. 16. sayı-sındaki açıklamadan, iktidarın ne denli baskıcı olduğunu anlarız: “Ne gün fırsat bulursa o gün çıkar, çıktığı gün saat 8 ile 9 arası satılır. 9’da toplatılmaya başlar, Türkiye’deki demokrasinin ve basın hürriyetinin miyarı (ölçütü) olan böyle bir acayip mizah gazetesidir.”

Devlet eliyle öldürülen şairTek Parti döneminin en hoşnutsuz isimlerin-

den Sabahattin Âli, şiir ve hikâyeleri yüzünden defalarca tutuklanır, kitapları toplatılır. Dağ, De-ğirmen ve Rüzgar 15 Temmuz 1944’de, Sırça Köşk 7 Şubat 1948’de İsmet İnönü ve bakanların imza-larıyla yasaklanır. 1947’de Marko Paşa’da çıkan yazısı nedeniyle 3 ay hapis cezası alır. Çıkınca ülkeden kaçmaya çalışırken devlet eliyle, Ali Er-tekin tarafından öldürülür.

Devlet eliyle öldürtülmeye çalışılan yazar-lardan bir başkası da Nazım Hikmet’tir. Yazı ve şiirlerinden dolayı 18 yılını Sarıkışla, Ankara, İs-tanbul, Çankırı, Bursa ve Üsküdar cezaevlerinde, Erkin gemisinde, İstanbul merkez komutanlığı ve İstanbul Tutukevi’nde geçirir. Komünizm pro-pagandası yaptığı suçlamasıyla kitapları toplatı-lır ve yıllarca hiçbir eserinin yayınına izin veril-mez.

Dönemin sansür psikolojisini daha net anla-mak açısından Sabiha Sertel’in Ro-man Gibi adlı kitabındaki şu satırları oku-mak yeterlidir:

“Nazım, Re-simli Ay’da çalış-tığı günlerde 835 Satır, Portreler ve Taranta Babu şiir kitaplarını hazır-lıyordu. Ben, şi-irleri dinledikten sonra, ‘Bu kitabı yayınlayamazsın’

» İsmet İnönü imzalı sansür belgeleriT.

C. B

aşba

kanl

ık C

umhu

riyet

arş

ivi

T.C.

Baş

baka

nlık

Cum

huriy

et a

rşiv

i

2012 MAYIS / DERİN TARİH 89

dedim. Yüzü kıpkırmızı oldu, sinirlendi. ‘Bal gibi yayınlarım. Ne yaparlar? Toplatırlar. Toplanınca-ya kadar da satılır’ dedi. ‘Mahkemeler var, hapis var’ dedim. ‘Su testisi, su yolunda kırılır’ dedi.”

Dönemin tanınmış isimlerinden Hasan İz-zettin Dinamo’nun Yeni Edebiyat dergisinde ya-yımlanan “Vatan Şarkısı” şiirinden dolayı dergi kapatılmış ve şair, askeri mahkemece bir yıl hapse çarptırılmıştır (1942). Dinamo’nun çile-si sonraki yıllarda da devam eder. Toplam 7 yıl hapse mahkûm edilir, işkence görür ve sonun-da öldürüleceğini anlayarak bölgeden kaçar. Dinamo’nun müsveddesi ele geçirilen “Tren” şii-ri kitleleri harekete geçirmeye müsait olarak de-ğerlendirilir ve 4 yıl ağır hapis cezasına çarptırı-lır. Mahkûmiyet hikâyesini kendisi şöyle anlatır:

“Sivas Öğretmen Okulu öğrencisiyken trenin bu şehre ilk kez gelişi dolayısıyla yazdığım uzun bir şiir, son tutuklamada ele geçti. “Tren” şiiri za-manın Başbakanı İsmet Paşa’nın tren siyasetine aykırı bulunduğundan, ‘yukarıdan gelen emirle’ Ankara Ağır Cezası’nda 4 yıl hüküm giydim. Şii-rin biricik müsveddesi polisin eline geçip İsmet Paşa’nın eline dek gittiğinden o gün bugündür yitiktir.”

Öte yandan eserlerdeki bazı kelime ve isimler, dönemin zihniyeti gereği ya değiştirilmiş ya da çıkarılmıştır. Örneğin Refik Halit’in Kirpinin De-dikleri adlı kitabında yer alan “Denize düşerseniz yılana sarılın, kurtulursunuz; fakat Almanya’ya sarılmayınız, boğulursunuz” cümlesini sansür-

cüler “Denize düşerseniz yılana sarılın, kurtu-lursunuz; sarılmazsanız, boğulursunuz” diye düzeltmişlerdir.

Sonuç olarak Tek Parti dönemi, üzeri örtül-müş edebî sansürleriyle tam bir muammadır. Anlayacağınız daha aydınlatılacak birçok dosya bizi bekliyor.

ıŞık ÖĞÜTÇÜ (ORHaN kEmaL’İN OĞLU)GÜN GELDİ, SUDaN SEbEPLERLE HaPSE aTıLDı

O dönemde yazar için iki çizgi vardı: Halktan yana olan ve hükümetten yana olan. Babam da birçok toplumcu

yazar gibi halktan yanaydı. Bundan dolayı sansür-lendi. Onunla da yetinilmedi, gün geldi sudan

sebeplerle hapse atıldı. Bu durum, gerçekçi yazarların başına hep gelir. Örneğin, bir gün babam, Samet Ağaoğlu’yla görüşmeye gider. O zaman Samet Ağaoğlu bakan. Çok iyi karşılar babamı. Sohbet ederler. Ağaoğlu

der ki: “Orhan Bey, millet uyanıyor. Bizden yol istiyor, su istiyor. Türkiye eski Türkiye değil, bir

şeyler yapmaya çalışıyoruz. Ama bu uyanan Türkiye yazarını bekliyor. Kim yazacak bu uyanan, direnen, gerinen Türkiye’yi?” Karşılığında gösterdiği tepkiyi babam sonra-dan şu sözlerle açıkladı: “Ne demek istediğini anlamıştım, ama hiç ses çıkarmadım...”

NaZım ÖĞÜTÇÜ (ORHaN kEmaL’İN OĞLU)İSİm ODakLı SaNSÜR UyGULaDıLaR

Babamla ilgili yazışmalar, kayıtlar var mı diye Başbakanlık Arşivi’ne gittim. Önüme bir demet belge koydular. İçinde babamla ilgili sansür belgeleri vardı. Sansürü sadece resmî belgelerde aramamak lazım. Resmî olmayan birçok en-gelleme de var. Bana gelen belgelerin raporlarına baktım. İnceleyenler, ‘Sol düşünce var mı yok mu?’ diye bakmışlar. Mantığa bakar mısınız? ‘İnsanlığa yararlı mı, zararlı mı?’ diye bakmıyor; ideolojiye odaklanıyorlar. Daha da kötüsü, ilerle-yen zamanlarda, Orhan Kemal ismi görüldükçe direkt isim odaklı sansür uyguluyorlar. Sonraları babam Yıldız Okur, Hayrullah Güçlü, Raşit Kemali müstear isim-leriyle yazmaya başlıyor. Şimdi Orhan Kemal’i yasakladınız, Nazım Hikmet’i yasakladınız, Sabahattin Âli’yi yasakladınız. Böyle davran-makla hangi eseri okutacaksınız? Geleceğe hangi kültür mirasınız kalacak?

» Kirpinin Dedikleri böyle susturulduRefi k Halit Karay’in Kirpinin Dedikleri adlı kitabının Osmanlıca ilk baskısında (solda) yer alan “Denize düşerseniz yılana sarılın, kurtulursunuz; fakat Almanya’ya sarılmayınız, boğulursunuz” cümlesi yerine, Latin harfl eriyle yazılan daha sonraki baskısında (sağda) görüldüğü üzere “Denize düşerseniz yılana sarılın, kurtulursunuz; sarılmazsanız, boğulursunuz” diye yazılmıştır.

N. A

hmet

Öza

lp a

rşiv

inde

n

90 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

smanlı’da âlimler taşrada do-ğar, İstanbul’da ölürler. Molla Gürânî de ulemâ ambarı olan Şark topraklarında, muhteme-len Şafiî bir Kürd olarak dünya-ya gelir ve Hanefî bir Osmanlı

olarak payitahtta hayata veda eder. Onun şahsın-da ulemânın yerini tayin edebilmek için hadise-ye Fatih Sultan Mehmed devrinin içinden gitmek lazımdır.

Hocazâde ve Hayâlî’nin çağdaşı olan Molla Gürânî, dört bucaktan gelen akranları gibi te-sadüfün sevkiyle Molla Yegan’ın himâyesinde yolunu, bir mıknatıs gibi hemen her şeyi çeken İstanbul’a düşürür. Buraya bir ulema şehri havası verir, yeni bir hayata geçmenin imkânlarını bu-lur. Mayalama kabiliyeti sınırsız olan bu iklimde, bu topraklara mensup olmanın hazzını tadar. Kara sevdasına uğrar; ruhen, neslen, dinen her zaman bu memleketin hakikî âdemi gibi yaşar ve düşünür, umumi mazhariyetin üstüne çıkar.

Ebussuud Efendi ile aynı etnik menşee men-sup olan ve muhakkak ki bazı noktalarda bize onu müjdeleyen bu âlim, Osmanlıların dünya görüşünü inşa etmede Şark’tan gelenlerin hisse-sinin ne olduğunu billurlaştırabilecek vasıfta bir adamdır. Fatih devrinin bu açık sözlü, mehâbetli, deryâdil âliminde, koca allâme Ebussuud Efendi’ye benzeyen birçok çizgiyi bulmak müm-kündür. Şark’ın ruhuna sindiği Molla Gürânî’nin

devrine sindirdiği ruh, Ebussuud’un şahsında ya-şamaya devam eder. Tarihçi Peçevî’nin Ebussuud Efendi için kullandığı “Kürdiyyü’l-asl olup tab’ı haşindir” şeklindeki ifade, sanki eski Şark’la ilik-lerine kadar dolu olan Molla Gürânî’yi anlatır gibidir. Birçok kavimden oluşan imparatorlukta devlet ve milleti mayalayan şeyin kan değil, din olduğunu gösterir. Molla Gürânî’nin şahsında devletin, etnik çehreyi meçhul hâle getirerek dört bir taraftan gelen insanlara nasıl pota vazi-fesi gördüğü, onları nasıl süzüp değiştirdiği gö-rülür. İçine girdikleri terkip sayesinde kıymetleri bilinir hale gelen bu âdemler, Osmanlı hükmî şahsiyetinde adeta eriyip ona karışır.

İlim için dilini köle bildiDevrin en güzel konuşan gözlemcilerine, yani

tabakat kitaplarına intikal ettiğimizde, padişah-la beraber hükmünü yürütenlerin başında ge-len ve pervasızlığıyla bütün bir âlem olan Molla Gürânî’nin Fatih’e kafa tutan nadir hocalardan olduğu müşahede edilir. Devrini en sert tarafın-dan verebilecek bir karakter ve çehreye sahip olan bu âdem, durup dururken hükümdarla kavga etme cüreti sergileyebilir. Bazen galeyana gelerek bigâne oluverir. Bütün bu haşlamaları-na ve taşlamalarına rağmen hükümdarın takdir ölçüsü odur. Osmanlı ulemasının ufkunu oluş-turan Taftâzânî ile Cürcânî onun şahsında bu-luşur. Şahsiyetini Osmanlı’ya gömen bu adamın

FATİH’E KAFA TUTAN PERVÂSIZ

BİR ÂLİM

İz Bırakanlar

Durup dururken hükümdarla kavga etme cüreti gösterse de, bütün haşlamalarına ve taşlamalarına rağmen Fatih’in takdir

ölçüsü Molla Gürânî’dir.

OFÂTİH M. ŞEKER

2012 MAYIS / DERİN TARİH 91

Taftâzânî’ye denk olarak görülmesi, yetiştirdiği talebelerin Seyyid Şerif Cürcânî’ye muâdil ol-duğunun kabul edilmesi, Şafiîlikten Hanefîliğe doğru akan bir güzergâhta hayatını idrak etmesi, medreselerde kitaplarının okutulması, Beyzâvî, Zemahşerî ve Fâtih devri ulemâsına sert ten-kidler yöneltmesi, asrın istediği vasıfl ara sahip olduğunu gösterdiği gibi Osmanlı düşünce ha-yatını birbirinden bağımsız kompartımanlara ayırmanın zannedildiği gibi kolay olmadığını da verebilecek kırattadır. Diğer bir ifadeyle, bu çeh-rede Cevdet Paşa ve Seyyid Bey’in Mâtürîdîlikle Eş’arîlîği umum-husus çerçevesinde birbirine in-dirgeyen perspektifinin somutlaştığı görülür.

Osmanlı dünya görüşünü kuran ulemânın her şeye kendi nizamını kabul ettirebilecek bir ağırlık taşıdığını gösteren Molla Gürânî, tam da devrinin aradığı adamdır. İlmî hayatın semere-leri onun denetiminden geçer. İnanç dünyamı-zı manzum formda dile getiren İstanbul kadısı Hızır Beğ’in bir kasidesi padişaha arz edildiğin-de Sultan, Molla Gürânî’nin ne dediğine bakar. Semâniye’den Fâtih’in çeşitli sebeplerle azlettiği müderrislerin yerlerine dönmesi, onun irade ve himmet hamlesi ile mümkün olur. Padişaha yap-tığı nasihatler anında akis bulur. Civardan gelen ulemânın değeri, onunla olan irtibatlarına göre şekil alır. Gelibolulu Mustafa Âli’nin bazı âlimler için “Molla Gürânî yanında kurb-i menzileti var idi” sözü, ulema biyografilerinde onun nasıl bir konumu olduğunu gösterir. Devlet çarkının, Mısır âlimlerine denk kıymette görülen Molla Gürânî gibi isimleri etrafında tutmakla döndü-ğünü çok iyi bilen padişah, kendisini sindirmek-ten mümkün mertebe uzak durur. Fatih’in dinî hassasiyetlerini ve münakaşa kabul edecek dere-cede müsamahalı bir hükümdar olduğunu da bu vesile ile öğreniriz.

Âlimlerin kıymeti onun endazesiyle ölçüldüSiyasî iradeye her an muhâlefet edebilecek

bir duruş sergileyerek doğduğu iklimi aktüelleş-tiren Molla Gürânî heybeti, daima her halden, her şeyden şikâyet eden tavrı ve tarzıyla tam bir Şark adamıdır. Kimseden sözünü esirgemez, her istediğini söylemekten çekinmez. Ayranı kabararak zaman zaman padişahla göz göze bakışsa da miktarını bilir. Din ü devlet fikrini esas alan, bunların ikiz kardeş olduğunu göz-den kaçırmayan bir gelenek ve terbiyeye men-subiyetin bilinci ile hareket eder. Kuvvetli bir devlet fikri ve hanedan bağlılığının oluştuğunu gösterir. Acem beldelerine ve Mâverâünnehir coğrafyasına ilim arama seferleri yapan Mevlânâ Ali b. Yûsuf el-Fenârî, tahsil dönüşünde geldiği gibi Molla Gürânî ile buluşur. O da Fâtih’e, sal-tanatın kemâlinin ve tamam olmasının Fenârî ailesinden birine devlette vazife vermekle müm-kün olacağını ihtar eder. Böylece Molla Gürânî, Osmanlı’nın kemâle ermesini ilmiyeyle, özellik-le de Molla Fenârî yolundan ve soyundan gelen bir âlimle kayıtlandırır.

Onun ilmiyenin hayatına şekil veren Fâtih’le olan ilişkisi, ulemaya nasıl bir üslup sahibi ol-ması gerektiğini gösterir. Akşemseddin’le bera-ber İstanbul’un fethini hararetle destekleyen ve padişahın yanında yer alan manevî kumandan-lardan olan Molla Gürânî, Fâtih’e ve vezirlere isimleriyle hitap eder. Sultan ile karşılaştığında selam verir fakat önünde eğilmez. Kucaklaşır fakat elini öpmez. Bayram günlerinde çağrılma-dıkça saraya gitmez. Hayatı boyunca ikbâli ilmin saltanatında tadan bu adam, öldükten sonra omuzlarda değil de ayaklarından sürüklenerek mezara konmayı vasiyet eder. Bütün bunlarla da ilim sahibi olmakla mahviyetkâr ve Melâmî-meşreb olmayı aynîleştirir.

FATİH’İN HAMURUNU YOĞURAN ÂLİM...

Molla Gürânî’nin doğum yeri ile ilgili şimdilik kesin olarak söylenebilecek şey, 813/1410’da Şark topraklarında doğduğudur. Beldesinde başladığı ilim tahsilini Bağdat, Şam ve Kâhire’de sürdürür. İbn Hâcer el-Askalânî’den hadis

sahasında icâzet alır. II. Murad’ın müsteşarı Molla Yegan, hac farizası için Hicaz’a giderken onunla karşılaşır, dönüşte onu hükümdara “hac hediyesi” olarak takdim eder. Padişah tarafından şehzade Fâtih’e hocalık yapmakla görevlendirilir. İstanbul’un fethinden sonra Fatih, elinden ve dilinden geleni

esirgemeyen bu hocasına vezirlik teklif eder; ancak o kabul etmez, bu makamı “harem-i hâs”ta ye tişerek vezirlik bekleyen kullara vermesini tavsiye eder. Kazaskerlik teklifini ise kabul eder, sonra Bursa kadılığını üstlenir. Nihayet İstanbul müftüsü olur. Fatih’in hamurunu yoğuran âlimlerden biri olan Molla Gürânî’yi hem

kendisi, hem de çağdaşları Taftâzânî ile kıyaslar. Timur için Taftâzânî neyse, Fâtih için de Molla Gürânî odur. 893/1488’de rahmet deryasına gark olur. Cenazesi, borçlarını da ödeyen II. Bayezıd tarafından kıldırılır. Kabri, Fatih’tedir. Nâil-i rahmeti rahmân olsun. Dâhil-i ravda-i rıdvân olsun diyoruz.

rta Çağ’ın bitimine işaret edenen önemli olay, 1453’te İstan-bul’un fethidir. Bu, aynı zaman-da çok uzun bir ömrü olan Doğu Roma İmparatorluğu’nun sonu-dur. Modern tarih bilimi, son ne-

fesine kadar kendisini Roma İmparatorluğu’nun devamı olarak gören bu devletin adını Bizans olarak önermeyi uygun bulmuştur. Fetih hadise-sini Osmanlı yazarlarından anlatanlar olduğu gibi Bizanslılardan da anlatanlar vardır. Fakat bunların dışında yabancı ülkelerden çok sayıda kişi de bu hususta bir şeyler yazmaya gayret etmiş, bunlar da günümüze kadar gelmiştir. Bu yabancı kay-naklardan biri de Rus dilindedir. 2 yazma nüshası bulunur. Bu eserin Rusça yayınlarından başka bir nüshası 19. yüzyılın 2. yarısında, İstanbul Arkeolo-ji Müzesi müdürlerinden Alman asıllı Dr. Dethier tarafından Budapeşte’de yayınlanmış ise de bu baskı tamamlanmamışken, anlaşılmayan bir nedenle satışa çıkarılmadan imha edilmiştir. Çok az nüshası birkaç kütüphanede bulunmaktadır. En son olarak da W. N. Hanak ve M. Philippides tarafından 1992’de Amerika’nın New Rochelle şehrinde neşredilmiştir. Daha sonra İtalyan A.

Pertusi, İstanbul Fethinin Kaynakları hakkında yayınlanan son eserinde (son cildi, Pertusi’nin ölümü üzerine asistanı tarafından hazırlanıp bas-tırılmıştır) bu kaynaktan yeniden etrafl ıca bahset-miştir. Bu eserin de tercümesi Mahmut Şakiroğlu tarafından yapılarak İstanbul’un Fethi-Çağdaşların Tanıklığı adı ile 3 cilt olarak yayınlanmıştır. Biz bu yazımızda sonuncu İngilizce baskıyı kullandık.

İstanbul’un fethine tanık olduğu iddia edilen Nestor İskander (veya İskinder) büyük ihtimalle Pskov bölgesinden bir Beyaz Rus’tur. Hatıralarını 1481-85 yıllarında yazdığı tahmin edilmekle be-raber Bizans dönemindeki “son yabancı” kabul edilmektedir. Nestor’un birtakım efsane ve hura-felere büyük önem verdiği anlaşılmaktadır. Bun-ların çoğunu Bizans kaynaklarından derlemiştir. Mesela Hıristiyanları kartal, Müslümanları yılan sembolize eder. Hıristiyanlar yılanı öldürüp kar-talı yakalayınca “Yedi Tepe” dediği İstanbul tek-rar Hıristiyan şehri olacaktır. Şehir 32 yıl Müslü-manların elinde kaldıktan sonra Çar III. İvan’ın idaresinde Moskovalıların eline geçecektir.

Schneider ve Braun, yayınladıkları Almanca bir bölümün tercümesinin kısa açıklamasında onun halk Grekçesiyle yazan ve İstanbul’un dı-

Usta Kalemler

FETHİNE RUS BAKIŞI UN

Nestor İskander, Osmanlı tarafından Bizans tarafına geçerek Nestor İskander, Osmanlı tarafından Bizans tarafına geçerek Nestor İskander, Osmanlı tarafından Bizans tarafına geçerek Nestor İskander, Osmanlı tarafından Bizans tarafına geçerek Nestor İskander, Osmanlı tarafından Bizans tarafına geçerek Nestor İskander, Osmanlı tarafından Bizans tarafına geçerek bir İstanbul’un Fethi efsanesi anlatır.bir İstanbul’un Fethi efsanesi anlatır.bir İstanbul’un Fethi efsanesi anlatır.bir İstanbul’un Fethi efsanesi anlatır.bir İstanbul’un Fethi efsanesi anlatır.bir İstanbul’un Fethi efsanesi anlatır.

Nestor İskander, Osmanlı tarafından Bizans tarafına geçerek bir İstanbul’un Fethi efsanesi anlatır.

Nestor İskander, Osmanlı tarafından Bizans tarafına geçerek Nestor İskander, Osmanlı tarafından Bizans tarafına geçerek Nestor İskander, Osmanlı tarafından Bizans tarafına geçerek bir İstanbul’un Fethi efsanesi anlatır.

Nestor İskander, Osmanlı tarafından Bizans tarafına geçerek bir İstanbul’un Fethi efsanesi anlatır.

Nestor İskander, Osmanlı tarafından Bizans tarafına geçerek bir İstanbul’un Fethi efsanesi anlatır.

Nestor İskander, Osmanlı tarafından Bizans tarafına geçerek Nestor İskander, Osmanlı tarafından Bizans tarafına geçerek Nestor İskander, Osmanlı tarafından Bizans tarafına geçerek bir İstanbul’un Fethi efsanesi anlatır.

Nestor İskander, Osmanlı tarafından Bizans tarafına geçerek Nestor İskander, Osmanlı tarafından Bizans tarafına geçerek bir İstanbul’un Fethi efsanesi anlatır.

Nestor İskander, Osmanlı tarafından Bizans tarafına geçerek Nestor İskander, Osmanlı tarafından Bizans tarafına geçerek Nestor İskander, Osmanlı tarafından Bizans tarafına geçerek bir İstanbul’un Fethi efsanesi anlatır.

Nestor İskander, Osmanlı tarafından Bizans tarafına geçerek bir İstanbul’un Fethi efsanesi anlatır.

Nestor İskander, Osmanlı tarafından Bizans tarafına geçerek bir İstanbul’un Fethi efsanesi anlatır.

Nestor İskander, Osmanlı tarafından Bizans tarafına geçerek Nestor İskander, Osmanlı tarafından Bizans tarafına geçerek Nestor İskander, Osmanlı tarafından Bizans tarafına geçerek bir İstanbul’un Fethi efsanesi anlatır.

Nestor İskander, Osmanlı tarafından Bizans tarafına geçerek

OSEMAVİ EYİCE

92 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

şından bir Bizanslı olduğu görüşün-dedirler. Yazarın Bizans asıllı oldu-ğunu, kullandığı birçok ad ve terim gösterdiği gibi, İstanbullu olmadığını da Fatih’in donanmasının karadan Haliç’e indirilişinden hiç bahsetmeyi-şi ispatlamaktadır.

Bizans’a sığınan esirNestor, İstanbul’un Türkler tarafın-

dan kuşatılması ve fethini uzun uza-dıya anlatmakta, hatta olayları bizzat gördüğünü iddia etmektedir. Halbuki Schneider’e göre yazar, şehirde yaşa-mamış, ancak duyduklarını derlemiş-tir. Bu hususta başlıca dayanağı, 1453 kuşatmasının en şaşırtıcı olaylarından biri olan Osmanlı kadırgalarının Gala-ta sırtlarından bir gecede yürütülerek Haliç’e indirilmesidir. Nestor’un kro-niğinde bu olayın tek kelime ile de olsa bahsi geçmemektedir. Hanak ile Philippides’e göre Nestor İskander’in hayatı hakkındaki bilgiler eksik ve karmaşıktır. Nestor 12 yaşında Türk-ler tarafından esir edilerek Müslüman yapılmıştır. Türk tarafındadır ve İs-tanbul önüne ilk olarak Türk ordusu ile 4 Nisan’da gelmiş, ancak kuşatma sırasında birkaç arkadaşıyla kaçarak Bizans’a sığınmıştır.

Şehirde Rus keşişlerin arasına gi-ren Nestor, Türk hücumu başladığın-da sokaklarda dolaştığını ve surların iç tarafına geçtiğini belirtmektedir. Özellikle Romanos Ka-pısı (Topkapı) tarafında Bizanslılara casusluk yap-tığını saklamaz. İki tarafın ölü sayıları hakkında bilgiler verir. Bizanslıların daha az zayiat verdi-ğini, Türklerinse binlerce ölüsü olduğunu ve bu cesetlerin hendeklere doldurulduğunu belirtir.

Nestor, surların zayıf kısmında Osmanlı topla-rının yaptığı büyük tahribatı da anlatır. Türklerin savaş kuleleri ile surlara yaklaştıklarını, yıkılan kısımların geceleri Bizanslılar tarafından toprak-la doldurulduğunu veya yeniden örüldüğü yazar.

Nestor’un sonunun kesin olarak ne olduğu

bilinmemekle birlikte bir görüşe göre keşişler arasına karışarak hayatını kurtarmış olabilir. Ese-rini hayatının son günlerinde, 15. yüzyıl bitimine doğru yazdığı tahmin edilmektedir. Nestor’un gerçekten şehrin içinde bulunduğu -her ne kadar İmparator’un atla dolaşmasını anlatmakta ise de- şüphelidir. Çünkü sık sık İmparator’un yanında eşinin bulunduğundan bahsetmektedir. Halbuki Konstantin evli değildir.

Bizans’ın son günlerini anlatan Nestor, o günlerdeki şehir görünümü hakkında hiç bilgi vermez. Sadece bazı geceler Ayasofya’da yapılan ayinleri bildirmekte, bir de İstanbul’un koruyucu-su olduğuna inanılan Hodigitria Meryem iko-

2012 MAYIS / DERİN TARİH 93

» Hilal ve Haç karşı karşıya: Osmanlı ordusunu fetih sırasında bir kaleyi kuşatırken gösteren Batı kaynaklı bu çizimde Hilal ve Haç rekabeti nasıl da aşikar olarak sunulmuş!

nasının surların yakınına getirildiğini belirtmek-tedir. Öte yandan, şehrin İmparator I. Konstantin tarafından nasıl kurulduğunu, imarını ve parça-ları Roma’dan taşınarak dikilen Çemberlitaş’ı kı-saca anlatır. Hıristiyanlık tarihi ve şehrin kuruluş efsanesine dair de bilgiler verir.

Kostantinopolis’in kuruluşuyla ilgili bilgilerini 9. yüzyılda Bizanslı yazar Georgios Hamartolos’un Slavcaya çevrilmiş metninden aktarmıştır. Yal-nız Nestor’un metninde ufak tefek farklar var-dır. Bu arada şehrin Konstantin tarafından ku-ruluşuyla birlikte bir sarayın yaptırıldığını ve Hipodrom’un inşa edildiğini söyler. İstanbul’un Türkler tarafından fethinin gerçek sebebini, hal-kın günahkârlığına ve bilhassa Katoliklerle birleş-meye taraftar olan çoğunluğa bağlar.

İmparatorun şehri “Çargrad”İstanbul’un 7 tepeli ve birtakım koylara sahip

bir topografyası olduğunu bildirir. Şehrin kurulu-şunu, surların yapılışını, caddelerin düzenlenip sarayın inşa edilişini ve İmparator’un Roma’nın

ileri gelenlerinin buraya yerleşmesini sağladığı-nı efsanelerle süsleyerek anlatır. Konstantin’in birçok kilise yaptırdığını söylerken Ayasofya, Oniki Havari, Aya İrini, Aziz Mokios ve Başmelek Mihail kiliselerini sayar. Paralarını Roma’dan ge-tirttiğini ve Çemberlitaş’ı diktirdiğini haber verir. Çemberlitaş’ın altına Hıristiyanlığın bazı kutsal eşyalarını, anıtın tepesine de Frigya’dan getirttiği bir idolü koyduğunu belirtir. Bunun arkasından şehre, ‘imparatorun şehri’ anlamına gelen Çarg-rad adını verdiğini yazar. Bu nokta şu bakımdan ilgi çekicidir: Slav ülkesinde Kostantinopolis’e Çargrad denilirdi.

Şehir Hodigitria Meryem’in (Hodigitria ‘yol gösterici’ demektir) koruyuculuğuna teslim edil-miştir. Hodigitria Meryem’in çok değerli ikonası, Sarayburnu’nda kendi adına yapılan bir kilise-deydi. (Bu kilisenin yanındaki Ayazma 1921-23 yıllarında Fransızlar tarafından bulunmuştur.) Konstantin zamanında büyük sarayın inşasına baş-lanmış ve sonraki imparator zamanında da içlerin-de çok sayıda kutsal kalıntının muhafaza edildiği kiliseler yapılmıştır. Arkasından hükümdarların hangi dinî yapıları yaptırdıklarını adlarıyla bildi-rir. Bu eşsiz belde halkının günahları yüzünden Tanrı’nın koruyuculuğundan uzak kaldığını, fet-hin de bu yüzden gerçekleştiğini tekrarlar.

Bunun arkasından II. Mehmed’in birdenbire

94 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

» “Bir gün gemiler dağlara tırmandı denizden...”Gemiler denize indirilirken Fatih Sultan Mehmed ve maiyetini gösteren bu tablo, 1903 yılında Fethin 450. yıldönümü dolayısıyla II. Abdülhamid’in saray ressamı Fausto Zonaro tarafından yapılmıştır.

barışı bozarak şehri kuşattığını, askerlerinin ku-leler yaparak surlara yaklaştığını, Bizanslılar ve Latinlerin dışarı çıkarak bunları önlemeye çalış-tıklarını, fakat Türklerin çokluğu karşısında geri çekilmek zorunda kaldıklarını ve savunmayı surların arka tarafından sürdürdüklerini bildi-rir. İmparator, ileri gelenler, kilise adamları ve Patrik’le birlikte halkın da katılımıyla kiliselere doluşarak Tanrı’nın yardımını dilerler. Türkler 14. günde kösleri vurmaya, çeşitli silah ve top-larla surları dövmeye başlar ve yürüyen kuleler-le yaklaşırken İmparator da surların gerisinde atıyla dolaşarak halkın moralini yükseltmeye çalışır.

Nestor iki tarafın silah atışları, çan ve kös ses-leri, haykırış ve çığlıklar arasında büyük bir kargaşa yaşandığını anlatır. Ertesi gün, Bizanslıların sayıla-rını 1700 olarak gösterdi-ği Ermeni ve 700 olarak gösterdiği Latin ölülerinin gömülmelerini emrettik-ten sonra dış hendekte binlerce Türk ölüsü bulunduğunu ve bu sırada kulelerin bazılarının tahrip edildiğini işaret eder. Bunun üzerine İmparator, yanındaki rahiplerle yine Ayasofya’ya gelip dua etmiştir.

İmparator Mora, Venedik ve Cenova’dan yar-dım isteklerine olumlu cevap alamaz. Sadece Gu-istiniani idaresindeki, içinde 600 savaşçı bulunan iki kadırga, Türk gemileri arasından sıyrılarak İstanbul’a ulaşır. Surların en tehlikeli bölümü-ne yerleştirilen bu savaşçılar büyük bir gayretle çarpışırken, komutanları Guistiniani de surların her tarafını teftiş etmiştir. Nestor, yeniden hücu-ma geçen Türk kuvvetleriyle birlikte top ateşinin de başladığını, bu arada büyük toplardan birinin patladığını bildirir. Devamlı top ateşi sonunda surların zayıf kısmında geniş bir gedik açılmış-ken gecenin bastırmasıyla Rumlar tarafından

aceleyle örülmüştür. Ancak ertesi gün aynı yer yeniden yoğun top ateşiyle yıkılmıştır. Nestor’un ifadesine göre Bizanslılar da ellerindeki bazı top-larla dışarıya atış yapıyorlardı. Türk güllelerin-den biri yüksekten uçarak surların 7 dendanını (üstteki inişli çıkışlı kısmı) ve bir kilisenin duva-rını yıkmıştır.

Ayasofya’nın kubbesinde beliren ışıkO kadar çok ölü vardır ki, akan kanlardan

surlar kızıla boyanmıştır. Türkler ölülerin ceset-leri üzerinden saldırmaktadırlar. Hendekler ce-set ve kanla dolmuştur. Nestor Bizans tarafında ertesi gün gömülen ölülerin sayısını 5700 ola-rak verir, Türklerinse 35 bin ölüsü vardır. Bunu

nasıl saydığı anlaşılamaz. Ayrıca İmparator ve İmparatoriçe’nin, din adamlarını yanlarına ala-rak büyük bir kalabalıkla Ayasofya’ya gittiğini bildirir. Fakat son imparatorun bir eşi olmadığına göre bu bilgi de inandırıcı değildir.

Guistiniani ile yanındakiler Konstantin’e, ge-misine binerek şehri terk etmesini ve Arnavut-ların yardımını alarak Türkleri arkadan kuşat-masını teklif ettilerse de, İmparator bu teklifi reddeder. Gece Türkler gediklerden içeri sızmaya başlar. Bizanslılar, üzerlerine yanıcı bir madde (sülfür ve katran) atarak onları önlemeye çaba-larlar. Sultan’ın getirttiği büyük top parçalanır. Diğer toplarla surların dövülmesine devam edilir-ken kuşatma kuleleriyle hücuma geçilir. Kuleler gediklerin yanlarına yerleştirilir, bir taraftan da lağımlar kazılır. Bizanslılar ellerindeki ufak

FETHİN AVRUPA’DAKİ YANKISI

Fetihle eş zamanlı ola-rak Kardinal Bessarione, Venedik doçu Francesco Foscari’ye Bologna’dan 13 Temmuz 1453’te yazdığı

mektupta şu satırlar kaleme alır: “Bizans’ın başkenti acımasız barbarların eline düştü, soyuldu, yakıldı, baş-tan aşağı yağmalandı. Biraz olsun insanlıktan nasibini almış herkes, özellikle de Hı-ristiyanlar için ürkütücü bir

durum. İtalya tehdit altında, bu vahşi barbarların şiddetli saldırıları durdurulamazsa başka ülkeler için de tehdit ortaya çıkacak.” (İstanbul’un Fethi, II: Dünyadaki Yankı-sı, tercüme: M. Şakiroğlu, İstanbul 2006.)

durum. İtalya tehdit altında, bu vahşi barbarların şiddetli

İstanbul’un

Kar

din

al B

essa

rion

e

Hıristiyanları kartal, Müslümanları yılan sembolize eder. Hıristiyanlar yılanı öldürüp kartalı yakalayınca “Yedi Tepe” İstanbul tekrar Hıristiyan şehri olacaktır.

2012 MAYIS / DERİN TARİH 95

toplarla kuleleri tahribe çalışırlar. Ancak bu defa gedikleri tıkamayı başaramazlar. Bu sırada Bi-zanslılar Türklerin cesetlerini yakarlar.

Sonunda Fatih’e anlaşma teklif ederek İmparator’un Mora’ya gitmesine izin verilmesi karşılığında şehri teslim edeceklerini bildirirler. Sultan kabul eder ve şehirde kalanların Osmanlı tebası sayılacağını bildirir. Bu durumu öğrenen halk büyük tepki gösterir ve İmparator’la birlikte şehirde ölmeyi tercih eder.

3 gün sonra büyük toplar surları döverken tek-rar hücuma geçilir. Türkler gediklerden içeriye girer ve göğüs göğse çarpışmalar olur. Devamlı olarak İmparator’a şehri terk etmesini ihtar eder-ler. Şehir içindeki çarpışmalarda Türkler bir ara gediğe doğru geri çekilir. Türk tarafı bu saldırıda 16 bin şehit vermiş olup cesetlerin gediklerden dışarı atılması emredilir. Tam bu sırada, 21 Mayıs gecesi Ayasofya’nın kubbesinde göz kamaştırıcı bir ışık belirir ve bu, şehrin teslim edilmesi ge-rektiğini bildiren bir işaret sayılır. Halkın paniğe

kapılması üzerine Patrik moral vermek için iko-naları sur boyunca dolaştırır.

Son büyük hücum için II. Mehmed, Nestor’un Karach-Beg dediği Karaca Bey’i imparatorluk sa-rayı ile Kalichaera (Kaligaria) yani Eğrikapı kar-şısına; Beylerbeyi’ni ise Pigia yani Silivrikapı ile Altınkapı arasındaki bölgenin karşısına görev-lendirir. Kendisi de birliklerini Romanos kapısı (Topkapı) karşısına mevzilendirir. Deniz tarafı Baltaoğlu ve Zağanos Paşalara bırakılmıştır. Plan gereğince karadan ve denizden aynı anda saldırı-ya geçilecektir.

Nihayet 26 Mayıs’ta büyük saldırı başlar. Kule-lere ağaç merdivenler dayanır. Kanlı bir çarpışma yaşanmaktadır. Patrik Ayasofya’da dualara devam etmekte, dışarıya çıkıp ikonalarla halkı cesaret-lendirmektedir. Duaları bilhassa Meryem Ana’ya hitap eder. Şiddetli çarpışmalar büyük gedik çev-resinde cereyan eder. Nestor, karşılıklı ateş ara-sında Guistiniani’nin bir şarapnel parçasıyla yara-lanıp adamları tarafından götürüldüğünü söyler. Bunun arkasından Batılı savaşçılar hemen dağı-lırlar. Guistiniani’nin adamları bir kule yapmaya girişirlerse de, kule, Türk ateşi yüzünden bir işe yaramaz. İmparator at üzerinde kahramanca çar-pışır. Patrik ve ileri gelenler İmparator’a bir kere daha şehirden ayrılmasını önerirler. Şehrin üzeri-ne bu defa bir karanlık çöker ve bu, şehrin düşe-ceğinin işareti olarak görülür.

Bir gedikten Türkler girerken başlarındaki Bey-lerbeyi yaralanınca geri çekilirler, fakat Karaca Bey destek vererek tekrar ileri hamle yaptırır. Fatih gediğe Baltaoğlu (Süleyman) Bey’i sürer. Bu arada çok kanlı bir çarpışma olur. İmparator, İmparatori-çe ile beraber gene dua etmek üzere Ayasofya’ya, ardından da topladığı kuvvetlerle Altınkapı’ya gi-der. Mayıs 29’da orada çarpışarak ölür. Yazar bu felaketi “Tanrı’nın gazabı” olarak değerlendirir.

Usta Kalemler

ESERE ŞÜPHEYLE YAKLAŞILMALI; ÇÜNKÜ…

İstanbul’un fethi tarihi üzerine çalışanların fetih günlerinde yaşamış bir kişi olarak kabul ettikleri Nestor İskander’in fetih olayından hayli yıl sonra

kaleme aldığı anlaşılan bu vakayinamesinin gerçek değeri nedir? Şahsi kanaatime göre bu kronik, şehrin kuşatılması sırasın-da burada bulunmuş olan bir kişi tarafından yazılmış değildir. Ancak yazar, fetih-ten yıllar sonra şehirde bu-lunmuş bir zattan duymuş

olduklarını kaydetmiştir. Gerek Schneider’in işaret ettiği gibi Galata sırtlarında Türk kadırgalarının Haliç’e aktarılmasından hiç bahse-dilmemesi, gerek bu kroni-ğin özetini verirken işaret ettiğim üzere son Bizans İmparatoru Konstantin’in eşiyle birlikte çeşitli ayin-

lere katıldığı hususunun gerçeğe uymaması -çünkü tarih kaynaklarında Bizans imparatorunun eşi olarak anılan bir kişiye rastlanma-maktadır- nedeniyle eserin olaylara bizzat şahit olmuş bir kişi tarafından yazıldığı fikrini şüpheyle karşılaş-maktayız.

96 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

» En eski İstanbul haritasıİtalyan gezgin Christoforo Buondelmonti’nin 1422 tarihli İstanbul haritası, şehre ait en eski harita olarak biliniyor.

Mus

tafa

Cam

baz

Arşiv

i

Kaynak eser mi, asılsız bilgiler mi?Nestor bize İmparatoriçe’nin “rahibe” oldu-

ğunu bildirir. O ve bazı kadınlar Guistiniani’nin gemileriyle birlikte Mora’ya giderler. Sokaklarda çarpışmalar sürmektedir. Evlerin damlarından kadınlar ve çocuklar Türklere taş atarlar. Fatih Sultan Mehmed, şehrin teslim olması üzerine caddelerin temizlenmesini ister ve kendisi de Romanos kapısından girerek Ayasofya’ya gider. Orada yere kapanır, toprağa yüz sürerek Allah’a şükreder. Atların önün-de toplanmış Patrik dahil din adamları ve halkın önünde sükûneti sağladıktan sonra asker ve kumandanlarına hiç kimseye zarar verilmemesini, zarar verenleri çok şiddetli cezalandıracağını beyan eder. Sultan Mehmed bundan sonra imparatorluk sarayına gider; bura-da kendisini karşılayan 3 Sırplı asker ona impa-ratorun kesik başını getirir. Padişah, Patriğe bir hazine bağışlar, o da bunu gümüş bir sandukaya koyup kilisenin altarının (sunak masası) altına saklar.

Nestor şehrin düşmesini Pataralı Methiodios’un kehanetine ve Tevrat’ta Daniel’in bir vizyonunu belirten sözlerine bağlar. Kısaca kendisini anlata-rak sünnet edilmiş olduğunu ve bütün felaketler-den ustalığı ve kabiliyeti sayesinde kurtulduğunu bildirerek eserini noktalar.

Nestor’un anlattıklarından şehrin 1453’teki görünümü hakkında bir bilgi çıkaramayız. Eski bir Bizans kaynağından aynen aktarma suretiyle verdiği bilgilerse 1452-53’teki durumla ilgili de-

ğildir. Çarpışmalar için yazılanlar birçok hususta inandırıcı görünmez. Bunların başında, son Bi-zans imparatorunun eşiyle birlikte dolaştığı bah-si gelmektedir. Özellikle Türk şehitlerinin sayısı hakkındaki bilgileri oldukça abartılıdır. Sur dışın-daki hendeklerde su bulunmadığı da metinden anlaşılmaktadır. Türk şehitlerinin hendeklerde yatmaları bunun belirtisi sayılabilir.

Nestor İskander’in İstanbul’un fethi hakkın-daki bu kitabı gerçekten bir kaynak eser midir, bu soru aklı kurcalamaktadır. Yazarın kimliği ve hayatı çapraşık bir durum arz ettiği gibi yazdık-larının da bizzat gördüklerine değil, birtakım kulaktan dolma bilgilere dayandığı tesiri bırak-maktadır. Yukarıda verdiğimiz kısa özetten de an-laşılacağı gibi Nestor’un verdiği bilgiler arasında eksikler olduğu gibi tarihi bilgilere uymayan bazı hususlarla da karşılaşılır.

Fatih, şehrin teslim olması üzerine caddelerin temizlenmesini ister ve kendisi de Romanos kapısından girerek Ayasofya’ya gider. Orada yere kapanır, toprağa yüz sürerek Allah’a şükreder.

Semavi EyiceProf. Dr., Sanat Tarihçisi ve Bizantolog. Cumhur-başkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü sahibi.

2012 MAYIS / DERİN TARİH 97

L’eur

ope

En14

92 P

ort D

’un

Cont

inen

t Fra

nco

Card

ini s

.176

» İki cepheden İstanbulFetih öncesinde İstanbul’un suriçi ve surdışından iki gravürü.

98 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

ürkiye’de hakkında yüzlerce ki-tap yazılan Mehmed Akif, sadece Safahat’ıyla değil, güçlü şahsiye-tiyle de hayranlık uyandırır. Biz de bu değerimizi yetiştiren ocağı tanımak için aile köklerinin izi-

ni sürmeye karar verdik. Belki ona dair bir ipu-cuna rastlayabilirdik. Ata yurdu olan Kosova’nın yollarına düşmemiz bundan.

Uçağımız pistten havalanırken, ne yalan söyleyelim, havanın yağmurlu olmasından bi-raz endişelenmiştik. Acaba yollar ne haldeydi? Acaba Akif’in ata yurduna ulaşmamıza yağmur

engel olur muydu? Malum, yolculuk tedirginlik demektir. Ancak yola çıkınca Mehmed Akif’in baba ocağını ziyaret heyecanı, kaygılarımızın önüne geçti. Muhakkak ki, bu ülkenin ruhunu yansıtan Akif, memleketinde de bize bir şeyler söyleyecekti.

Önce Kosova’nın başkenti Priştine’ye uçtuk. Bölgeyi avucunun içi gibi tanıyan Dr. Nureddin Ahmedi’yi bulmak ilk hedefimizdi. Buluşmamız çok zor olmadı. Şimdi vakit kaybetmeden İpek’e hareket etmeliydik.

Soğuk bir Aralık günü ulaştığımız İpek, dur-gun bir çehreyle karşıladı bizi. Hareketsizliği

“…Baba soyu Rumelili, ana soyu Buharalı, doğuş yeri Fatih. Yani tam bir Doğu İslamlığının, Batı İslamlığının ve Merkez İslamlığının sentezi bir çocuk…”

MEHMED AKİF’İN KÖYÜNDEN SELAM VAR!

NEDİM EMİ[email protected]

T

Aşina Yüzler

2012 MAYIS / DERİN TARİH 99

bozan tek unsur, şehrin ortasından akan Beyaz Drin nehriydi. Buranın bir Osmanlı şehri oldu-ğunu anımsatan en önemli yapılardan Bayraklı Camii’ni ziyaret ettik, geleneksel havayı hâlâ yansıtan çarşıda yürüdük bir süre. Rehberimiz, Akif’in gençken İpek’e geldiğinde büyük bir ih-timalle bu çarşıya da uğradığını, burasının yüz-yıllar boyu şehrin sembolü olduğunu ve İpek’e gelen herkesin yolunun mutlaka çarşıya düştü-ğünü anlattı.

Demek Akif de gençliğinde bu çarşıda yürü-müş, öyle mi? Bu bilgi, coşkumuzu tetiklemeye yetiyor. Ne de olsa Akif’in ayak izlerinden birini yakalamıştık. Öyleyse doğru yol üzerindeydik.

Kısa bir gezintinin ardından İpek’ten, Akif’in akrabalarının bulunduğu Şuşitsa köyüne git-mek üzere yola çıkıyoruz. Yolda Şuşitsa’nın tipik bir Arnavut köyü olduğunu belirten Nureddin Bey, halkının misafirperver, dürüst ve güneyde yer alması sebebiyle geleneklerine bağlı olduğu-nu fısıldıyor kulağıma.

Orda Akif’in köyü var uzaktaRehberimiz Nureddin Bey, “Şuralarda olması

gerekiyor” diye parmağıyla göstermeye çalışıyor sisler içindeki Şuşitsa’yı. Maalesef sisten hiçbir şey görünmüyor. Ona bu kadar yaklaşmışken kendini bizden bu denli gizlemesi merakımızı iyice kamçılıyor.

Nihayet o ‘görünmeyen’ köydeyiz. Vardığı-

mızda bizi karşılayan ilk şey, köy mezarlığının içinde kalan tarihî cami oluyor. Sonradan öğ-rendiğimize göre Şuşitsa Camii bu köyde doğup büyüyen Akif’in babasından kalan iki hatıra-dan biriymiş. Tâhir Efendi’nin burada bir süre imamlık yaptığını öğreniyoruz. Ne var ki, şimdi mezarlığın içinde virane bir halde kalmış olan cami çok bakımsız; yetkililerden ilgi bekliyor. Diğer hatıra ise Akif’in baba evi. Ev yok, yalnız yeri belli. Bulunduğu yerde gerçekten de yeller esiyor.

Rehberimizle beraber köyün içine doğru iler-liyoruz. Karşımıza “Mehmed Akif Ersoy” yazılı bir ilkokulun tabelası çıkıyor. Okul’un TİKA’nın teknik yardımları ile yapıldığını öğreniyoruz.

Yolumuza devam ediyoruz. Bir kapıyı çalıyo-ruz, açıyorlar. Bana “İşte Akif’in akrabaları” diye ev sahiplerini tanıtıyor rehberimiz. Yolculuğu-muzun başından beri bizi çepeçevre saran sis işte o anda dağılıyor. Uzun zamandır gidilmemiş bir dostun evine girer gibi gayet rahatız. Etrafı-mızı saran çehrelerde İstiklal Marşı şairinin hat-ları bir görünüp bir kayboluyor.

Biz ikram edilen “Türk kahvesi”ni yudumlar-ken, hafızamız da Safahat’ın sarı sayfalarında babasının izlerini taramaya başlıyor.

‘Dalar derin bir uykuya’Bence Akif’in dünyasında babasının oynadığı

rolü en iyi yansıtan metin, Sezai Karakoç’a

2012 MAYIS / DERİN TARİH 99DERİN TARİH

» Akif’in kuzeni, tarihin tanığıMehmed Akif’in ikinci kuşak kuzeni Adem Bey, Mulay ailesinin en yaşlı üyesi. Şu an 83 yaşında olan Adem Mulay, kuzeni Mehmed Akif’in vefat ettiği gün köydeki hüzne ortak olan tek şahit.

100 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

aittir. Şu tespitler onun Mehmet Akif kitabından: “Baba soyu Rumelili, ana soyu Buharalı, do-

ğuş yeri Fatih. Yani tam bir Doğu İslamlığının, Batı İslamlığının ve Merkez İslamlığının sentezi bir çocuk… Çağ, bir batış çağı. Anne çizgisi du-yarlılığı, sağduyuyu, kendini bir ülkeye adayışı şairliği getirecek; baba çizgisi ataklığı, savaşkan-lığı, yılmaz ve her vuruşunda daha çelikleşen bir savaş adamını, gözüpekliği, korkmazlığı, ürkmezliği, dönmezliği gerektirecektir.”

Daha Baytar Mektebi’nde okurken babasının ani vefatı Akif’i derinden sarsar ve ömrü boyun-ca “baba” figürü ruhunda bir heykel gibi canlı kalır. Akif’in ona duyduğu muhabbeti dile ge-tiren mısraları, tam da babasının doğup büyü-düğü köyde hatırlamak hakikaten etkileyici bir deneyim oluyor:

Beyaz sarıklı, temiz, yaşça elli beş ancak;Vücûdu zinde; fakat saç, sakal ziyâdece ak;Mehîb yüzlü bir âdem: Kılar edeble namaz;Yanında bir küçücek kızcağızla pek yaramazNamaz biter. O zaman kalkarak o pîr-i güzîn,Alır çocukları, oğlan fener çeker önde.Gelir düşer eve yorgun, dalar pek âsûdeDerin bir uykuya…

Akif’in babası İstanbul’a neden gitti?Akif’in akrabalarının anlattığı hikâyelerden

biri çok ilgimizi çekti. Buna göre, 19. asrın ilk ya-rısında Şuşitsalı köylüler, bugün harap halde bu-lunan camiyi yaptırırlar. Lâkin imam bulamazlar. Bunun üzerine Akif’in dedesi Nureddin Ağa’ya “Sende çok çocuk var” deyip oğullarından birini imam olması için medreseye göndermesini rica ederler. O da bunu kutsal bir vazife kabul eder ve 7 çocuğundan en küçüğü olan Tâhir’i önce İpek’e, ardından da İstanbul’a okumaya gönderir.

Arkadaşları arasında “Temiz Tâhir” diye anı-lan Tâhir Efendi İstanbul’da medreseyi başarıyla bitirir. Ancak köyüne dönüp imamlık yapmak yerine payitahtta kalıp kendini ilme adamayı tercih eder. Zamanla Fatih Medresesi müder-risliğine ve Dersiamlığına kadar yükselir ki, bu noktalara yükselmek, her babayiğidin harcı de-ğildir. Sonra Emine Şerife Hanım’la evlenir, Akif ve Nuriye adlarında 2 evladı olur.

Akif’in akrabaları onu hatırlıyor

Bu köye Türkiye’den gelen herkes, adeta Akif ile babasından se-

lam getirmiş gibi muamele görüyor. Akif’in ismi her zikredildiğinde hayattaki yeğenlerinden 83 yaşındaki Adem Mulay’ın mavi gözleri geçmişin alacakaranlığına dalıyor. Hayal meyal hatırla-maktadır: Akif’in vefat haberi köye ulaştığında Adem Mulay 7 yaşındadır ve köy halkı hüzne boğulmuştur.

Aile büyüklerinin Akif ile babası hakkındaki konuşmalarına şahit olan Adem Mulay, tatlı Ar-navutçasıyla şu bilgileri aktarıyor:

“Babam ve dedemden duyduklarıma göre Tâhir Efendi İstanbul’da talebeyken İpek ve Şuşitsa’yı arada sırada ziyarete gelirmiş. Ancak müderris olduktan sonra bir daha köye adım at-mamış. Evlenip aile kurması da köye gelmesini imkânsızlaştırmış. Ama babamın amcası olan Tâhir Efendi ve amcazadem Mehmed Akif’in hatırası köyde sürekli diri tutulmuş. Hatta Tâhir Efendi vefat ettiği zaman köyde taziye evi bile açılmış.”

‘Tahir’in Mehmed ölmüş!’Adem Mulay’ın hafızası maşaallah su gibi ber-

rak. Bir anda bizi 76 yıl öncesine, Akif’in vefat ettiği günlere götürebiliyor:

“Mehmed Akif, Hakk’ın rahmetine kavuş-tuğunda 7 yaşındaydım. Çok az da olsa bazı şeyler hatırlıyorum. ‘İstanbul’dan haber var, Tâhir’in Mehmed ölmüş’ demişti ailenin ih-tiyarlarından biri. Akif ’in milletvekili, şair,

» SafahatArnavutçadaMehmet Akif Ersoy’un Safahat isimli kitabı 2006 yılında Arnavutçaya tercüme edildi. Bu tercüme kitabı ile Mehmet Akif Ersoy, baba memleketi olan coğrafyada (Kosova, Makedonya ve Arnavutluk’ta) da tanınmaya başladı. Bu tercüme sayesinde daha önce bu bölgede pek bilinmeyen Mehmet Akif’in şiirleri artık Arnavut gençler tarafından da okunmaya başlandı.

» Şuşitsa Camii kitabesi Kitabede şu dua yer alıyor: Yâ müfettiha’l ebvâb. İftahlenâ hayrü’l-bâb! Hicri 1278 (Ey kapıları açan, hayırlısıyla bu kapıyı aç! 1861/1862).

Aşina Yüzler

2012 MAYIS / DERİN TARİH 101

HÜSEYİN AĞA

NUREDDİN AĞA

MULA

SADIK

HALİT

MEHMED AKİF

ŞABAN

RECAİ

DEMİR

NURİYE

BEKİR

DELİYA

TAHİR EFENDİ

BAYRAM

ADEM MULAY

SALİH

Türkiye’nin Milli Marşı’nı yazmış, velhasıl Türkiye’de, hatta İslam dünyasında tanınmış bir şahsiyet olması bizleri çok gururlandırıyor. Türkçe bilmiyoruz ama Akif’in eseri artık Ar-navutçaya tercüme edildi. Şiirlerini okuyabili-yoruz. Bundan sonra Arnavut halkı bu önem-li hemşehrisini daha yakından tanıyacak. Bu arada Türk halkının Akif’e olan teveccühü bizi çok duygulandırıyor. Biz Tâhir Efendi ve Meh-med Akif’in mensubu olduğu Mulay ailesi ola-rak Türkiye’ye iki güzel insan verdiğimiz için çok mutluyuz. Zira Türkiye hepimizin vatanı. Buradan sizin vasıtanızla Türk halkına selam göndermek istiyorum.”

İpek ve İstanbul bir asırdır birbirinden kop-muş iki kalp sanki. Tıpkı Akif’in, akrabalarından koptuğu gibi. Ancak yapay sınırların gücü, zi-hinlerdeki “büyük vatan” algısını değiştirmeye yetmemiş. Akif’in sesi öyle gür çıkmış ki, bırak-tığı soluk, Osmanlı’nın bu iki halkını birbirine bağlı tutmuş.

Bu arada Akif’in henüz çok gençken, köyüne giderek sıla-i rahim yaptığını, ecdadının yaşadığı topraklarda zihnindeki sorulara cevap aradığını biliyor muydunuz? Rehberimiz Nureddin’in ne-den Akif’i İpek çarşısında gezerken düşünmemi-zi istediğini şimdi anlıyoruz. Sisler iyice dağılı-yor. Görüntü netleşiyor:

Evet, Akif de bizim gibi gelmiş Şuşitsa’ya. Babasının doğup büyüdüğü toprakları, akraba-larını ziyaret ederek vefatının derin acısını din-dirmeye çalışmış. Muhtemelen, diyorum kendi kendime, babasına bükülmez ahlakını ve tüken-mek bilmeyen ilim merakını kazandıran aile çevresini daha derinden tanımak için yollara düşmüş olmalıydı Akif.

Bir gün sizin de bu ara ücra köye yolunuz

düşerse belki okumuş yazmış insanlarla karşı-laşmayacaksınız. Lakin asırlık bir samimiyetle sizi karşılayan bu insanlar, her zaman İstanbul’a yeni Akif’ler gönderecekmiş gibi diri bir izlenim bırakacaklardır üzerinizde. Emin olun!

» Akif’in ruhu bir harabe camide tütüyor İpekli Mehmed Tâhir Efendi’nin çok kısa süreliğine imamlık yaptığı iddia edilen ve bugün harabe halindeki Şuşitsa Camii’nin görüntüsü hüzün verici. Şuşitsa’nın girişinde bulunan köy mezarlığının içinde kalan cami, metruk haliyle bir mıknatıs gibi dikkatimizi üzerine çekiyor. Umarız yetkililerinde çeker.

» Akif’in soyağacıİpek’in Şuşitsa köyündeki akrabalarının verdiği bilgilere dayanarak çıkardığımız Mehmed Akif’in baba soyunun şeceresi.

» Akif’in ruhu bir harabe camide tütüyorİpekli Mehmed Tâhir Efendi’nin çok kısa süreliğine imamlık yaptığı iddia edilen ve bugün harabe halindeki Şuşitsa Camii’nin görüntüsü hüzün verici. Şuşitsa’nın girişinde bulunan köy mezarlığının içinde kalan cami,

diğer diğer

GEMİLER KARADAN YÜRÜTÜLDÜ MÜ?Osmanlı ordusunun İstanbul’u kuşatmasına dair minyatür.

12

3

4

5

6

8

9

10

7

ransız gezgin Bertrandon de la Broquière’nin seyahatnamesinde yer verdi-ği, Mielot’ya ait Türklerin Konstantinopolis’i

Kuşatması isimli minyatür, İstanbul kuşatma-sıyla ilgili ilginç detaylar içeriyor. Fetihten son-ra Haçlı seferleri projelerinin gündeme geldiği dönemde Burgonya Dükü, 1432-1433 yıllarında Ortadoğu’yu gezen Bertrandon’dan bir seyahat-name kaleme almasını ister. Yıllar sonra yayın-

lanan Le Voyage d’Outremer de Bertrandon de la Broquiére isimli eserde, İstanbul kuşatması Jean Mielot’ya ait bu minyatür eşliğinde aktarılır. Aslı Paris’teki Bibliothèque Nationale’dedir. Baka-lım gemilerin karadan yürütülmesi gibi bizde bile pek çok kişinin kabul etmekte zorlandığı kuşatmanın ayrıntıları, fetihle çağdaş bir Batılı sanatçının gözüyle yapılan bu minyatürün hangi köşelerine saklanmış?

Tablodaki Sırlar / Jean Mielot 1455

F

102 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

1 ÇAMLICA Küçük ve Büyük Çamlıca tepeleri tabloda yer bulmuştu. Ressamın İstanbul’u ziyaret

edip etmediği kesin olarak bilinmese de, kendisine aktarılan bilgilerin ara-sında her iki tepenin de yer almış ol-ması ve ressamın bunu doğru bir şe-kilde nakletmesi önemli bir detaydır.

6 FATİH’İN ÇADIRI Fatih, maiyetin-dekilerle birlikte Bizans surlarının ta-arruza en uygun bölgesine karargâhını kurmuştu. Bugün Bayrampaşa olarak adlandırılan Lykos vadisinin sol kıyısına kurulan otak, stratejik olarak şehre ha-kim bir noktada yer alıyordu.

8 TÜRK TOPLARI Fatih, deneyimli top ustası Urban’dan surları parçalayacak güçte toplar yapması-nı istedi. 3 ay içerisinde tamamlanan topun uzunluğu 8 metreyi bulmak-taydı. Toplar ve onun için gerekli malzemeler kuşatmanın başlama-sından yaklaşık 1 ay önce Edirne’den yola çıkarılmıştı. Gerçi ‘Şahi’ denilen top birkaç atıştan sonra infilak etmişti ama diğer toplar fethe kadar görevlerine devam edecektir.

10 HALİÇ’TEKİ ZİNCİR Bizans Haliç’in güvenliğini liman girişine bir zincir çekerek sağlamaya çalıştı. Ayrıca 10 gemi bu zinciri korumakla görevlendirilmişti. Bu filo, zinciri geren Cenovalı Bartolomeo Soligo’nun emrin-deydi. Yaklaşık 800 metre mesafe arasına çekilen zincirin Sirkeci tarafındaki yeri belli olmasına rağmen, diğer ucu hakkındaki bilgiler muhteliftir. Görüldüğü üzere zincirin etrafında ahşap dubalar bulunmakta, bunlar geçişi daha da zorlaştırmak-taydı. Yıllar sonra Osmanlılar bu zinciri Zaporog Kazaklarının baskınını önlemek için Boğaz’ın Karadeniz girişini kapatmakta kullanacaklardı.

9 AYASOFYA Mielot, şehrin içerisindeki en önemli bina olarak resmettiği Ayasofya’yı, Fransız Gotik Katedral-lerine benzetmiş. Açılışı 15 Şubat 360 yılına denk gelen Ayasofya, ilkin I. Konstantin tarafından yaptırılmıştı. O za-mana kadar hiçbir mimarın cesaret edemediği boyutta bir bina olması ve iskeletin 4 büyük kemere otur-tulması ile Geç Roma dönemi mimarisin-den farklılık göstermiştir. Doğu Roma

tarihindeki tek tanrılı inanca geçi-şe adanan kilise, putperest ma-betlerin yerine inşa edilmiştir. Ayasofya, İstanbul’un fethinin hemen arkasından fetih yoluyla alınan yerlerde uygulanan usûl

gereği camiye çevrildi.

7 YAKALANAN BİZANSLILAR Ya-kalanan Bizans ajanları, imparator-luğun zaafl arının tespiti amacıyla sorguya çekiliyor. Tablo yardımıyla Bizanslıların giyim şekli konusunda

da fikir sahibi olabiliyoruz.

2 ANADOLU HİSARI Boğaz’ın Anadolu yakasında Yıldırım Ba-yezid tarafından inşa ettirilen hisar, Bizans ile işbirliği içeri-sinde olan Cenevizlilerin geçiş-lerini kontrol etmeyi amaçlıyor-du.

3 GEMİLERİN KARADAN YÜRÜTÜLMESİGemilerin karadan çekilerek Haliç’e indiril-

mesi Fatih’in büyük projesi olsa da, ben-zer bir girişim daha önce Aydınoğlu Gazi Umur Bey tarafından uygulanmıştı. An-cak Fatih’in projesinin farkı, gemilerin dik bir yamaca tırmandırılıp sonra yokuş

aşağı indirilmesidir. Halatlarla bağlanan gemilerin Kasımpaşa limanına indirilişini

tablodan açıkça görmek mümkündür.

4 KÖPRÜ Taarruz için Bizans surlarına ulaş-malarını sağlayacak olan dubalı ahşap köprü Osmanlı askerleri tarafından yapılmıştı. Amaç, Ok-meydanı civarındaki Osmanlı kuvvetlerinin Topkapı civarında-ki ana kuvvetlere daha rahat yar-dımda bulunabilmesiydi.

5 MUTFAK Uzun sürecek kuşat-mada askerin yiyecek ve içecek ihtiyacı önemliydi. Bu nedenle daha Edirne’deyken yeterli gıda stoklarının yapılması istenmiş-ti. Resimde Sultan’ın çadırının yanında bir mutfak ve mutfakta balık pişiren bir ahçı görülüyor.

2012 MAYIS / DERİN TARİH 103

104 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

» 144 yıl sonra yeniden:» 144 yıl sonra yeniden:» 144 yıl sonra yeniden: Cumhurbaşkanı Cumhurbaşkanı Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve eşi Hayrünisa Gül’ün Abdullah Gül ve eşi Hayrünisa Gül’ün Abdullah Gül ve eşi Hayrünisa Gül’ün 2011’in Kasım ayındaki Londra gezisi tarihî 2011’in Kasım ayındaki Londra gezisi tarihî 2011’in Kasım ayındaki Londra gezisi tarihî spekülasyonların da canlanmasına sebep oldu. spekülasyonların da canlanmasına sebep oldu. spekülasyonların da canlanmasına sebep oldu.

Londra’da Cumhurbaşkanı Abdullah Gül huzurunda

verilen konseri yöneten Dr. Emre Aracı yazdı

» Avrupa’daki ilk padişah:» Avrupa’daki ilk padişah:» Avrupa’daki ilk padişah: Sultan Abdülaziz Avrupa’ya resmi Sultan Abdülaziz Avrupa’ya resmi Sultan Abdülaziz Avrupa’ya resmi ziyarette bulunan ilk Osmanlı padişahıdır. Gravür Abdülaziz’i ziyarette bulunan ilk Osmanlı padişahıdır. Gravür Abdülaziz’i ziyarette bulunan ilk Osmanlı padişahıdır. Gravür Abdülaziz’i İngiltere’deki Dover limanına çıkarken gösteriyor. İngiltere’deki Dover limanına çıkarken gösteriyor. İngiltere’deki Dover limanına çıkarken gösteriyor.

SULTAN ABDÜLAZİZ VE ABDULLAH GÜL

LONDRA’DA AYNI KASİDE’Yİ DİNLEDİ

2012 MAYIS / DERİN TARİH 105

ultan Abdülaziz 1867 yazında Kra-liçe Victoria’nın davetlisi olarak Londra’yı teşrif ettiği zaman zi-yareti şerefine pek çok görkemli etkinlik düzenlenmişti. Devrin gazeteleri ve tarih

kitaplarında saklı kalan bu etkin-liklerden belki de en enteresanı, 16 Temmuz 1867 akşamı tarihî Crystal Palace’ta 1.600 kişilik dev bir İngiliz korosunun, Sultan’ın huzurunda Türkçe okuduğu kasi-deydi. İtalyan kompozitör ve or-kestra şefi Luigi Arditi’nin bestele-diği, sözlerini Zafiraki Efendi’nin kaleme aldığı Inno Turco (Türk Kasidesi) Londra’da 30 bin kişinin katıldığı muhteşem bir konserle seslendirmişti. O gece davetliler arasında bulunan İstanbul şehre-mini Ömer Faiz Efendi anılarında; “2.000 şantöz, Zat-ı Şahane’nin nam-ı hümayunlarına tertip edil-miş manzumeyi bir ağızdan söy-lüyorlardı. Bu ahenk harikulade bir coşkunlukla saatlerce devam etti. Bu nezaket tezahürü belki dünyada görülmemiş bir şeydi” şeklinde bahse-decekti bu konserden.

Zıt kültürlerin ortak estetiğiInno Turco(Türk Kasidesi) gerçekten de klişe-

leşmiş bütün önyargıları temelden sarsan, ev-rensel değerleri zıt kültürlerin ortak estetiğinde birleştirme gayretini benimseyen, aynı zaman-da eşi benzeri görülmemiş, son derece eklektik, özgün ve insanları hoşgörüye davet eden bir eserdi. Farklılıklardan bir bütünlük çıkartma gayreti, eserin yaratıcı kadrosunda dahi ilk anda göze çarpıyordu. Müziğini bir İtalyan, oryan-

tal temalara da gönderme yaparak ama esasta kendi ülkesinin operatik stiline sadık kalarak bestelemişti. Sözlerini bir Rum, Türkçe olarak kaleme almış, tamamen İngilizlerden oluşan bir koro okumuş ve eser ilk defa bu haliyle bir padi-

şahın huzurunda, Londra’da icra edilmişti. Zira Arditi bu bestesini Sultan Abdülaziz’den önce taht-ta bulunan Sultan Abdülmecid’e ithafen İstanbul’un İtalyan Ope-rası, Naum Tiyatrosu’nun direk-törlüğünü yaptığı sırada bestele-miş ve ilk olarak 1857 baharında Dolmabahçe Sarayı’nda seslen-dirmişti. Eserin Londra versiyonu için ise 10 sene sonra ayrı bir re-sitatif eklenmişti: “Teşrifi, teşrifi, Abdülaziz Han, Abdülaziz Han, şadumânedir sebep!”

Londra versiyonunun Osman-lıca metni -ne yazık ki- kısmen kayıp olan “Türk Kasidesi”nin insanlığın kardeşlik değerlerini öven içeriği, The Times gazetesi-

nin konserden hemen sonra yayımladığı İngiliz-ce tercümesinden anlaşılmakta:

“Bütün Batı ışık içinde parlıyor, bütün Doğu ışık ile yanıyor,

Doğu’nun gecesi Batı’nın karanlığı, Doğu gü-neşleri Batı gündüzleri,

Doğu ile Batı kardeş olmalı, yan yana sesleri-ni yükseltmeli,

Mutluluk günlerinde söylemeli, dostluk, hoş-görü şarkılarını.

Aynı ziyarette Sultan Abdülaziz şerefine Lond-ra Belediye Sarayı Guildhall’da da büyük bir zi-yafet verilmiş, Kraliçe Victoria’nın oğlu Galler

Inno Turco gerçekten de klişeleşmiş bütün önyargıları Inno Turco gerçekten de klişeleşmiş bütün önyargıları Inno Turco gerçekten de klişeleşmiş bütün önyargıları temelden sarsan son derece eklektik, özgün ve pozitif temelden sarsan son derece eklektik, özgün ve pozitif temelden sarsan son derece eklektik, özgün ve pozitif anlamda insanları hoşgörüye davet eden bir eserdi.anlamda insanları hoşgörüye davet eden bir eserdi.anlamda insanları hoşgörüye davet eden bir eserdi.

EMRE [email protected]

Hoş Sedâ

S

» Sultan için bestelenen “kaside’yi dinleme fırsatı: Sultan Abdülaziz’in kendi bestesi La Gondole Barcarolle’ün ve Luigi Arditi’nin Türk Kasidesi’nin dünya prömiyer kayıtlarını, Emre Aracı’nın Kalan Müzik’ten çıkan Osmanlı Sarayı’ndan Avrupa Müziği ve İstanbul’dan Londra’ya adlı albümlerinden dinleyebilirsiniz.

106 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

Prensi’nin davetinde İngiliz bandosu, Padişahın kendi bestesi olan La Gondole Barcarolle’ü çalmış-tır. Avrupa basını da Batı tekniğinde kaleme alı-nan bu besteyi hayretle yorumlarken bir Osmanlı Padişahının İngiliz başkentinde Avrupa müziği bestekârı olarak debut yaptığına (sahne aldığına) dikkat çekmiştir. Sultan Abdülaziz, aynı zamanda Alman besteci Richard Wagner’in Almanya’nın Bayreuth kentinde inşa ettirdiği opera binasına maddi bağışta bulunmuş, Alman prenslerinin ilgi-sizliğinden yakınan meşhur Macar piyanist Franz Liszt ise bir mektubunda Padişahın bu örnek dav-ranışını övmüştür.

Zaman değişse de protokol ve seremoni gele-neği değişmeyen İngiltere’ye geçtiğimiz yılın Ka-sım ayında resmi bir ziyarette bulunan Cumhur-başkanı Abdullah Gül’ün Londra’da ağırlanması sırasında, tarih ve bağlara gönderme yapılarak bazı etkinliklerin yeniden canlandırılması gün-deme geldiği ve Sultan Abdulaziz’in yaklaşık 1.5 asır önceki teşrifinde dinlediği Türk Kasidesi’nin de Guildhall’da verilen akşam yemeği öncesinde seslendirilmesine karar verildi. Çok daha müte-

vazı bir sanatçı kadrosuyla şahsım tarafından takdim edilen bu tarihi kasidenin 144 sene son-ra böylesine bir vesileyle Lord Mayor, Cumhur-başkanı ve Kraliçe’yi temsilen Prens ve Prenses Michael of Kent’in huzurlarında, Peter Foggitt idaresindeki 15 kişilik “Guildhall School of Mu-sic and Drama” öğrenci korosunun katılımıyla Guildhall’da seslendiriliyor oluşu gerçekten de son derece heyecan vericiydi. Böyle anlar şüphe-siz yaratıcı bir sanatçıya, tarihin yapıcı sayfala-rında keşfettiği olumlu değerlere yeni sayfalar eklediği hissini veriyor.

» Notalar Sultan’ın kalbine ulaştı mı?1867’de Türk Kasidesi’nin İngiliz bandosu tarafından seslendirilmesi olayına geniş yer veren İngiliz basını, ilk defa Londra’da gerçekleştirilen böylesi bir konserin iki ülke arasındaki diplomatik ilişkiler açısından önemine dikkat çekiyordu. Hatta The Musical Times şu yorumda bulunmuştu: “Sultan’a kaside Türkçe söylendi; daha doğrusu koristlerin çıkarabildikleri en yakın telaffuzla… Çünkü eseri ancak İngiliz (Latin) alfabesi yardımı ile okuyabildiler. Acaba Sultan’ın kulaklarına ulaşan kelimeler kendisine gerçekten Türkçe olarak mı geldi? Bunu bilemiyoruz; ancak müziğin evrensel dilinden yola çıkarsak, şüphesiz hiç olmazsa işittiği notalar kalbine ulaşmış ve bu ülkenin kendisine gösterdiği misafi rperverliğin hiç de sıradan olmadığını anlamıştır.”

DR. EMRE ARACI KİMDİR?

1968 yılında Ankara’da doğan Emre Aracı mü-zikolog, orkestra şefi ve besteci kimliği ile tanınır. İlk müzik derslerine 7

yaşında, Rana Erksan’ın piyano öğrencisi olarak başlayan Aracı, 1994 yı-lında Edinburgh Üniversi-tesi Müzik Fakültesi’nden mezun oldu. Osmanlı İmparatorluğu’ndaki alafranga müzik geleneği

üzerine yoğunlaştırdığı çalışmalarını 1999-2001 yıllarında Cambridge Üniversitesi’ne bağlı Skil-liter Osmanlı Araştırmala-rı Merkezi’nde sürdürdü. Türkiye’de Cumhurbaş-kanlığı Senfoni Orkestra-

sı, İstanbul Devlet Sen-foni Orkestrası, İstanbul Oda Orkestrası, Borusan ve Aşkın Ensemble gibi müzik topluluklarını yöneten Dr. Emre Aracı, İngiltere’nin Kent bölge-sinde yaşıyor.

Hoş Sedâ

» Namık Kemal’i hayran bırakmıştı.Crystal Palace (Kristal Saray) 1934 yılında çıkan bir yangınla kül olmadan önceki ihtişamlı günlerinde.

2012 MAYIS / DERİN TARİH 107

Kayıtlar

“Yıldız Parkı’nın demirbaşlarından biri de Abdülhamid zamanından beri bahçıvanlık yapan Zare Keçiyan’dır.” (Cephe, Haziran 1946)

Kral Ferdinand ve Kraliçe İzabella 31 Mart 1492 tarihli bu fermanla ülkelerindeki Yahudileri kovmuşlardı.

DARBENİN MARŞI DA OLUR MU DEMEYİN!

İŞTE ABDÜLHAMİD’İNERMENİ BAHÇIVANI...

İKİ ÜSTAD HAPİSHANEYE ADIM ATIYOR

İSPANYA KRAL VE KRALİÇESİNİN YAHUDİLERİ KOVMA FERMANI

“Selam selam orduyaSelam bütün milleteSelam selam gençliğeSelam bütün halkıma”

Necip Fazıl ve Osman Yüksel Serdengeçti Malatya faciasını müteakip Ankara Hapishanesi’ne giriyorlar. (Serdengeçti, Mart 1956.) Osman Yüksel fotoğrafın altın şu notu düşmüş: “Burasını evim kadar tanıyorum. Bu, benim hapishaneye 7 nci girişim! Dağınık saçlarımla etrafıma bakıyor, bizi seyretmeye gelenleri seyrediyorum.”

İz Düşüm

İSKOÇYA NEREYE GİDİYOR?

Türk taksicilerle hep aynı muhabbeti yaparım.—Nerelisiniz?—İngiliz’im, aslına bakarsan İskoç.Aynı soruyu ben sorduğumda ise genellikle benzer

cevaplar alırım: Rize, Hopa, Trabzon, Giresun… Sonra muhabbet dönüp dolaşır, İskoç eteğine, viskiye, koyun-lara, tuluma, İskoçya’nın vazgeçilmezi olan yağmura ve Karadeniz’e benzeyen İskoç dağlarına gelir. Konu biraz cid-dileşince taksici bu sefer de şu meşhur filmi hatırlatır. Hani büyük bir savaş sahnesinin olduğu, Mel Gibson’ın Cesur Yü-rek’ini. Kendimi tutamam ve hayli milliyetçi olan bu filmin diğer birçok tarihî film gibi çok kötü olduğunu söylerim.

İskoçya 1300’lerde ücra, fakir ve parçalara bölünmüş bir ülkeydi. Ülkenin yaklaşık 4’te 1’inin yaşadığı Kuzey İskoçya’da bugünlerde neredeyse hiç kimsenin kullan-madığı Kelt dili konuşulurdu. Hebridean adalarında ise hâlâ İskandinavlar yaşardı. (Yeri gelmişken söyleyeyim, bu adalar görülmesi gereken, son derece romantik ta-til yerleridir.) Öte yandan doğuda İrlanda’dan göçmüş İskoçlar yaşardı. Ülkenin geri kalanı da Kuzey İngiltere demografisine benzer bir kimlik taşırdı. Yerliler eski İn-gilizcenin farklı bir versiyonunu konuşurdu. Bugün hâlâ kullanılan bazı meşhur İskoç isimlerinin o zamanlardan geliyor olmasının sebebi, Norman istilasıyla gelen soy-lulardır. Örneğin Cesur Yürek filminde savaşı kazanmış Bruce soylularının isminin Norman Fransızcasından gel-diği oldukça açıktır. Diğer soylu isimleri de aynı kökten geliyor; Fraser Fraisier’den, Maxwell de Mesnières’den...

Cesur Yürek tüm bunları bir karikatür gibi yansıttı. Fil-me sahne olan iç savaşta İngilizler yanlış tarafı destekle-

dikleri için kaybettiler. (Esas adamın adı Balliol’du, Nor-manlar ona Bailleul derdi. Oxford College adını buradan almıştır.) Bağımsızlık savaşı Bannockburn denilen yerde yapılmıştı ve 2014’te yapılacak referandumun bağımsız-lık savaşının anısına bu meydanda yapılması planlanıyor. Filmde İrlandalılar İskoçların dostu olarak gösteriliyor. Fa-kat İskoçya’nın bağımsızlığını kazandıktan sonra yaptığı ilk iş İrlanda’ya saldırmak olmuştu. Hemen belirteyim, Cesur Yürek kadar meşhur ancak bir o kadar kötü bir film de Gece Yarısı Ekspresi’dir.

Bu tür filmler insanları derinden etkiliyor. Örneğin başta gençler olmak üzere birçok insan Mel Gibson’ı tak-lit etmeye başladı. Sözünü ettiğimiz bu Mel Gibson hay-ranları yüzlerini kendi bayraklarının rengine boyuyor, en yakın komşularından nefret ediyor ve kaba bir dil kulla-nıyorlar. Zaten Cesur Yürek de son derece kaba bir filmdi. Bu tür bir milliyetçiliği destekleyen hatırı sayılır orandaki İskoç seçmeni bağımsızlık istiyor. 2014’te bir referandum yapılacak. Tam bağımsızlık için yeterli oy çıkar mı bilmi-yorum. Ama bildiğim tek şey, bağımsızlık yolunda bazı gelişmeler yaşandıktan sonra, olayların akışını durdur-manın oldukça zor olduğudur.

İskoçya 2020’ye kadar tamamen bağımsız olabilir. Eğer böyle bir şey gerçekleşirse vakit kaybetmeden Türk vatandaşlığına başvuracağım. Adımı da çoktan buldum: Numan Mutlutürk. Türkiye’de bir şeyler olumlu anlamda değişiyor. Bazı ülkeler Türkiye’nin konumunda olmayı, ta-bir yerinde ise delice istiyor. Ama şunu da kabul etmek gerekir ki, Türkiye, Osmanlı İmparatorluğu’ndan geriye kalan tek devlet. Öte yandan İskoçya’da ise bölgeler ara-

» Prof. Dr., Bilkent Üniversitesi Tarih Bölümü’nde öğretim üyesi ve Center of Russian Studies’in kurucusudur.

NORMAN STONE

108 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

sı uyumsuzluk ve bencillikten başka herhangi önemli bir gelişme yaşanmadı.

Çekoslovakya 20 yıl önce dağılarak Slovakya ve Çek Cumhuriyeti olarak ikiye ayrıldı. Bu ayrılıktan çıkarılacak birçok ders var: Çekler ve Slovaklar anlaşarak iki bağımsız devlet kurdular. Her iki ülkenin kanaat önderleri, birlikte yaşamanın her iki tarafın da kalkınmasına zarar verdiğini düşünüyordu. “Kuzey çalışır, güney hükümeti idare eder” görüşü hâkimdi. Bu tür bir düşüncenin Türkiye’nin de içinde bulunduğu birçok ülkede var olduğunu öğren-mek oldukça şaşırtıcı.

Slovakya Komünizm ile yönetilirken akıllı parti liderle-ri sayesinde birçok yatırım fırsatı yakaladı. Ama bu fırsat-ların birçoğunu cömertçe harcadı. Prag nispeten daha başarılıydı. Zira yönetim Komünistlerin elinden çıktıktan sonra, Batılılaşma yolunda bir dizi yeniliğe adım attı. Hat-ta akıllarının bir köşesinde Almanya’yla ortaklık bile vardı. Slovak politikacılar bunu engellemek için araya girdiler. Ayrıca Çekoslovakya sadece 70 yıl önce kurulmuştu ve iki millet birbi-rinden çok ayrı halklardı. Slovaklar genellikle içe kapanık, köylerde ya-şayan Katolik bir milletti. Köylülerin yanı sıra okumuş, elit bir Protestan sınıf ve orta direk diyebileceğimiz Yahudi bir azınlık grup da mevcut-tu. Bu iki azınlık da yüzyıllarca Macaristan’ın egemenliği altında yaşadı.

Aslına bakarsanız Çeklerin Katolikliği sözdeydi. Fakat Çekler her zaman gelişen bir ekonomiye sahip oldu-lar. Haddi zatında o konuma gelmek için Almanlardan çok yardım aldılar. Çekoslovakya’nın kurulması için Al-manların I. Dünya Savaşı’nda yenilmesi kâfi geldi. Zira Çekoslovakya’nın kurulmasına Fransa çok büyük des-tek vermişti. Fakat Fransa sonrasında Çekoslovakya’yı koruma konusunda isteksiz davranın-ca ülke 1939’da dağıldı. Slovakya Almanya’dan icazet alarak bağımsızlı-ğını ilan ederken, Çekler Almanya’nın himayesi altına girdi. En kötüsü de savaş bitince ortaya çıktı:

Seçimler yapıldı ve Çeklerin yaklaşık %40’ı Komünist Parti’ye oy verdi. İşin kötü yanı ise Çeklerin çoğunluğu sadece öç almak için Komünist Parti’yi seçmişti. Böylece tarihte bir ilk gerçekleşti ve Komünist Parti demokratik bir seçimle iktidara geldi. Benzer örnekler Güney Kıbrıs Rum kesiminde ve Şili’de de gerçekleşti.

İngiltere ve İskoçya’nın durumu ise tamamen farklı. Tabii ki iki ülke arasında farklılıklar var. Ama bu farklılıklar Doğu İskoçya ve Batı İskoçya arasındaki ya da Yorkshire ve Londra arasındaki farklılıklardan daha büyük değil. Üstelik İskoçlar çok büyük sıkıntılar da çekmedi. Bunu söylerken İrlandalıların yaşadığı o büyük patates kıtlığı ile karşılaş-tırarak ifade ediyorum. Zira o kıtlıkta İrlanda, nüfusunun yarısını kaybetmiş ve 18. yüzyıl boyunca Katolik zulmüne maruz kalmıştı. 1707’de birleşen İskoçya ve İngiltere bir-likte büyük başarılara imza attılar. (Büyük Britanya’yı tem-sil eden Jack Union bayrağında İskoçları Aziz Andrew’in, İngilizleri de Aziz George’un haçı sembolize eder.) Bu

birleşmeden önce İskoçya denilince akla iç savaş ve açlık gelirdi. İskoçya, Büyük Britanya’yla birlikte gelişti. Bu bağ-lamda İskoçya’nın gerek Hindistan İmparatorluğu’nun yönetilmesinde, gerek Endüstri Devrimi’nde önemli roller oynadığını anlatan birçok kitap okudum. (Gerçi bir İskoç’a sorsanız Sanskritçeyi ortaya çıkarmak dahil Britanya’daki her şeyi İskoçların yaptığını söyler.) Hatta 18. yüzyılın son-larında Türklere topçuluk eğitimi veren İskoçyalı bir göç-men, Mustafa Paşa ismini almıştı.

Liste bu şekilde uzar gider. Özetle, bağımsız bir İskoçya utanç kaynağından başka hiçbir şey ol-mayacaktır. Böyle bir durumda Türkiye’nin İskoçya’yı tanımama-sı için elimden gelen her şeyi yapacağım.

» Hoyrat milliyetçilik: Cesur Yürek gibi son derece kaba bir filmdeki hoyrat milliyetçiliği destekleyen hatırı sayılır sayıda İskoç

seçmeni bağımsızlık istiyor.

Bağımsız bir İskoçya utanç kaynağından başka hiçbir şey olmayacaktır. Böyle bir durumda Türkiye’nin İskoçya’yı tanımaması için elimden gelen her şeyi yapacağım.

2012 MAYIS / DERİN TARİH 109

ÇEVİREN: HÜSEYİN AKSU

110 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

mevî hilafetinde adından en çok söz ettiren, aynı zamanda en çok da merak uyandıran kişiden söz edeceğiz bu yazıda, yani Ab-dülmelik b. Mervân’dan. Emevî devletinin kurucusunun Muâviye

olduğu ifade edilse de, tesis ettiği kurumlar ve icraatıyla Emevîlerin asıl kurucusunun Abdülme-lik b. Mervân olduğunu söylemek mümkün.

Abdülmelik 685 yılında hilafet makamına geç-tiğinde İslâm dünyasında iki halife bulunuyordu. Kendisi Suriye ve Mısır’a hakimken, Mekke’de halifeliğini ilan eden Abdullah b. Zübeyr Medine, Irak, Horasan ve Yemen’de hüküm sürüyordu.

Her ne kadar Irak, Zübeyrî kontrolünde ise de, buradaki hakimiyeti bıçak sırtında kalır ve kısa süre sonra Abdülmelik’in olabildiğince az kan dökerek ele geçirmesiyle Hicâz halifesine yolun sonu gözükür. Emân verilmesine rağmen Kâbe ve Harem’de savunma savaşı gerçekleştiren Ab-dullah b. Zübeyr’in, Emevî komutanı Haccâc b. Yûsuf tarafından öldürülmesiyle çifte halife dev-ri sona erer. Böylece Müslümanlar yeniden tek bayrak altında birleşirler.

FATİH ERKOÇOĞ[email protected]

E

İlk bastırdığı paralarda kendi resmine de yer verdiği görülen Abdülmelik’in para reformu ile üzerinde Kur’ân-ı Kerîm’den ayetlerin yer aldığı ilk müstakil İslâm dinarları bastırılır. Bu da Bizans’a açık bir meydan okumadır.

Doğudan Batıya

» Abdülmelik’in başkaldıran dinarlarıAbdülmelik, bastırdığı bu ilk İslam dinarlarında kendi resmini (en üstte) ve Kur’an-ı Kerim’den ayetleri (altta) kullanmıştır. Bu, hem bir reform, hem de Bizans’a ciddi bir başkaldırıdır.

EMEVÎLERİNKARAMANOĞLU MEHMED BEY’İABDÜLMELİK BİN MERVÂN

2012 MAYIS / DERİN TARİH 111

İç savaşları ve isyanları başarıyla sona erdiren Abdülmelik, dış cephede fetihlerde bulunur ve İfrîkiyye denilen bugünkü Tunus ve Cezayir ile Anadolu’nun (Ermenistan) önemli bir kısmını İslâm topraklarına katar.

İslam devletinde birlik 21 yıl halifelik yapan Abdülmelik’in adının ha-fızalardan silinmemesini sağlayan tarafı, tesis ettiği kurumlar ve hayata geçirdiği icraatlarıdır. Döneminde devlet kurumları yeniden organi-ze edilir. O zamana kadar Rumca ve Farsça gibi dillerde tutulan resmî divan kayıtları Arapçaya çevrilir; böylece Arapça devletin resmî dili hali-ne gelir. Bunun dışında ilk nüfus sayımı yapılır, vergiler yeniden düzenlenir.

Halife Abdülmelik kültür ve sanat faaliyet-lerinde de kendisini gösterir; etkileri günümü-ze dek süren birçok önemli esere imza atar. Kur’ân’ın okunuşundan kaynaklanan zorlukları ortadan kaldırmak üzere ayetlere ilk defa nok-taların yardımıyla harekelerin konulması işlemi onun zamanında yapılır. Kendisi de bir Kur’ân öğreticisi olan Irak valisi Haccâc b. Yûsuf tarafın-dan Nasr b. Âsım el-Leysî ile Yahyâ b. Ya’mer el-

Advânî yap-

mışlardır harekelendirmeyi. Böylece Kur’an metni standart hale getirilir, farklı yorumların en aza indirilmesi sağlanarak İslam toplumunda birliktelik ön planda tutulur, ayrılığa neden ola-bilecek hususlar mümkün olduğunca giderilme-ye çalışılır.

Ayrıca Halife Abdülmelik, İslamî ilimler sa-hasında devrin önemli simalarından Sa’îd b. Cübeyr’den bir tefsir yazmasını ister. Ne var ki, yazılmış olan bu ilk tefsir günümüze ulaşmamış-tır. Bu arada Mısır valisi olan kardeşi Abdülaziz’in oğlu ünlü Halife Ömer b. Abdülaziz’den önce- ha-dislerin toplanması faaliyetini hatırlatmak fay-dalı olacaktır.

Kubbetü’s-Sahra’nın söylediği şey Abdülmelik’in hilafeti sanat ve mimarîde de par-lak bir dönem olmuştur. Mısır valisi Abdülaziz’in yaptırdığı Hulvân ve Irak genel valisi Haccâc’ın Irak’ta stratejik bir mevkide kurduğu ordugâh olan Vâsıt şehirleri bu dönemin tanıklarıdır. Ay-rıca iç savaş esnasında zarar gören Kâbe, Abdul-lah b. Zübeyr’in sonradan eklettiği kısımlar yıkı-larak Hz. Peygamber’in (sas) yolundan gidildiğini göstermek adına aynen onun dönemindeki gibi

yeniden yapılır. Artan ihtiyaca cevap vere-meyen Mescid-i Harâm ise genişle-

tilir.

» Mescid-i Aksâ’da kanat çırpan bir güvercinÇocukluğu Medine’de Hz. Osman’ın yanında geçen Abdülmelik’e, burada ibadete ve ilme düşkünlüğünden dolayı “mescid güvercini” denilecek ve adı Medineli fakihler arasında anılacaktır. Müslümanlar için müstesna bir değere sahip olan Mescid-i Aksâ’yı genişleten kişi, işte bu “mescid güvercini”dir.

2012 MAYIS / DERİN TARİH 111

dan Nasr b. Âsım el-Leysî ile Yahyâ b. Ya’mer el-Advânî yap-

göstermek adına aynen onun dönemindeki gibi yeniden yapılır. Artan ihtiyaca cevap vere-

meyen Mescid-i Harâm ise genişle-tilir.

Müslümanlar için müstesna bir değere sahip olan Mescid-i Aksâ’yı genişleten kişi, işte bu “mescid güvercini”dir.

İSLAM DİNARI BİZANS’A NASIL MEYDAN OKUDU?

Halife Abdülmelik’in İslâm devletinin Bizans’a siyasî ve ekono-mik bağımlılıktan kurtulması uğrundaki gayreti Emevî tarihinde çarpıcı bir sayfa oluşturur. Bizans’tan ithal edilen paranın yerine kademeli olarak bağımsız İslâm dinarlarını bastırarak piyasaya sürer. İlk bastırdığı paralarda kendi resmine de yer verdiği görülen Abdülmelik’in tedricî olarak yaptırdığı para reformu ile Bizans İmparatorluğu’na meydan okurcasına üzerinde Kur’ân-ı Kerîm’den ayetlerin yer aldığı ilk bağımsız İslâm dinarları basılır.

sürer. İlk bastırdığı paralarda kendi resmine de yer verdiği görülen

İmparatorluğu’na meydan okurcasına üzerinde Kur’ân-ı Kerîm’den

112 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

Abdülmelik’in mimarî açıdan en önemli ic-raatı ise Kudüs’te birçok peygamberin makamı-nın bulunduğu Merve tepesinde, Hz. İbrahim’in Hz. İsmail’i kurban etmek üzere seçtiği ve Hz. Muhammed’in mirâca yükselirken ayağını son defa bastığı yer olarak kabul edilen Hacer-i Mu’allak’ta inşa ettirdiği Kubbetü’s-Sahra ile hemen onun karşısında yer alan Aksâ Camii’dir. Kubbetü’s-Sahra ibadet maksadıyla yapılmamış olup yapısı itibariyle ilk anıt eser olma özelliğini ta-şır. Bu iki yapının, Yahudilerin kut-

sal Süleyman mabedinin üzerinde inşa edilmiş olmasının, bugün Müslümanlar ile Yahudiler arasında ciddi bir ihtilafa neden olduğu bilinir. Abdülmelik’in ise kendince haklı bir sebebi vardır. Müslümanların henüz hâkim oldukları Kudüs’te, Yahudi ve Hıristiyan peygamberlerini kendi ataları arasında sayan İslamiyete “boyun eğmeye” yönelik bir çağrı ile Bizans’ın eski top-raklarında İslâm dininin geçici olmadığını vur-gulamak ister. Bu yüzden İslamiyetin üstünlük ve gücünün bir beyanı olarak Kubbetü’s-Sahra’yı buraya inşa ettirir.

Emevî mescidinin bu bilge güvercini, 705 yı-lında vefat ettiğinde kendisinden sonra hilafete gelecek olan 4 oğlu (Velid, Süleyman, Yezîd ve Hişâm’dır ki, bundan dolayı kendisine “krallar babası” anlamında “Ebû’l-mülûk” denilmiştir) ile damadı ve yeğeni Ömer b. Abdülaziz’e, temelleri sağlam atılmış ve geniş bir coğrafyaya yayılmış büyük bir imparatorluk bırakır.

Bugün İslam topraklarında onun kanat çırpış-larını duymak mümkün. Azıcık kulak verelim, yeter!

112 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

defa bastığı yer olarak kabul edilen Hacer-i Mu’allak’ta inşa ettirdiği Kubbetü’s-Sahra ile hemen onun karşısında yer alan Aksâ Camii’dir. Kubbetü’s-Sahra ibadet maksadıyla yapılmamış olup yapısı itibariyle ilk anıt eser olma özelliğini ta-şır. Bu iki yapının, Yahudilerin kut-

» Tevazu ve ihtişam aynı kubbede yükseliyor Kudüs’te. Peki imza kimin?İslam mimarîsinin ilk kubbeli eserlerinden Kubbetü’s-Sahra, Abdülmelik b. Mervan’ın İslam sanatına görkemli bir katkısı olarak tevazu ve ihtişamı bir arada taşıyan bir anıt.

» Mesafe taşında Halife Abdülmelik’in izleriAbdülmelik dönemine ait hac ve ticaret yolları üzerine iki merkez arasındaki uzaklığı belirlemek için dikilen mesafe taşlarından bu örnek, kareye yakın miltaşı üzerine oyma tekniğiyle ve kûfi hatla yazılmıştır. “Allah’ın kulu, müminlerin emiri Abdülmelik, Allah’ın rahmeti üzerine olsun, bu taşı diktirdi. Şam ile burasının arası 109 mildir” cümleleri okunmaktadır.

Doğudan Batıya

Fatih ErkoçoğluYard. Doç. Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi.

114 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

ser, son zamanlarda rastladığım en do-yurucu tarih çalış-malarından biri di-yebilirim. Bu açıdan Kızıltoprak’ı kutlu-

yorum. Çıkış noktası bir doktora tezi olduğu için danışmanlarını da tebrik etmek lazım. Akademik kari-yerinin ilk aşamasında Kızıltoprak’ı disipline ederek, doktora vesilesiyle altyapısını oluşturmuşlar. Bakınız, bu nokta çok ama çok önemli! Do-çentlik jürilerine katıldıkça, çoğu kez yüreğim yanıyor. Sosyal bilim-lerde göz doldurucu tezler ortaya koyan adaylar, doçentlik aşamasında maalesef kendi çıtalarını geçemiyorlar. Doçentlik “yayın-ları” doktoralarından kaliteli olamıyor. Çünkü doçentlik sürecinde “danışman” yok. İkincisi, doçentlik artık teze değil, kısa makalelerle top-ladığınız puanlara bağlı. Akademik unvan (daha doğrusu bilimsel olgunlaşma), sözüm ona “citati-on index” (atıf indeksi) uğruna “sayısal” kriterle ölçülüyor. Bu kıstaslarla Türkiye’nin ilmî inkişa-fından endişe duymaktayım.

Neyse, geçelim eserimize. Konu: Mısır. Emperyalizmin coştuğu,

Ortadoğu’nun ise Şark Meselesi olarak bu akıntıya kapıldığı bir dönemde Mısır devletle-rarası rekabetin, özellikle de Büyük Britanya İmparatorluğu’nun ilgi alanına giriyor. Ama mülk Osmanlı’nın. Kendi topraklarında çevrilen

komplolara, devrin padişahı II. Ab-dülhamid nasıl bir karşılık vermiş-tir? İşte Kızıltoprak’ın araştırması 1882-1887 arasındaki Osmanlı-İngi-liz düellosunu anlatıyor.

Bu öyküyü anlatabilmek için he-men vurgulayalım, Kızıltoprak çok iyi teçhiz olmuş. Bu konuda yazıl-mış Türkçe, İngilizce, Fransızca ve Arapça eserleri taramış. Ama asıl önemlisi, Türkiye (Başbakanlık-Os-manlı), Mısır ve İngiliz arşivinde geniş araştırma yapmış. Türk arşiv-lerine bugüne değin giren olmadı-ğı için Mısır Meselesi hep karşı cep-heden işlenmiş, böylece yorumlar

tek yanlı kalmıştı. Kızıltoprak’ın çalışması ise bu açıdan son derece özgün. Belgeler mahir bir elle değerlendirilmiş, öykü ayrıntılandırılarak sürük-leyici bir üslupla kaleme alınmış.

Eserin birinci bölümü, Mısır’daki mali kriz ile onun bölgesel ve uluslararası sistemde oluşturdu-ğu komplikasyonlara odaklanıyor. İkinci bölüm-de Osmanlı Devleti’nin, Mısır’ın İngiltere tarafın-dan işgaline karşı çözüm arayışlarına, bir bakıma çırpınışlarına yer verilmiş. Üçüncü bölümde ise Kızıltoprak’ın “diploması savaşları” diye adlandır-dığı misyonlar ve yüksek komiserlik etkinlikleri aktarılıyor. Kızıltoprak, bu çerçevede Mısır’da pat-lak veren Urabi hareketinin gerçek yüzünün ne olduğunu ilk kez böylesine açıklıkla ortaya koy-muş. Tarih yazımında çok tartışılan bu polemikli ayaklanmanın arka planını kitapta bulabilirsiniz.

SULTAN HAMİD DİPLOMASİSİNDEN ALINACAK DAHA ÇOK DERS VAR!

MİM KEMÂL ÖKE

Kendi topraklarında çevrilen komplolara, devrin padişahı II. Abdülhamid nasıl bir karşılık verdi? İşte Kızıltoprak’ın araştırması 1882-1887 arasındaki Osmanlı-İngiliz düellosunu anlatıyor.

E» Mısır’da İngiliz İşgali: Osmanlı’nın Diplomasi Savaşı (1882-1887), Süleyman Kızıltoprak, İstanbul: 2010, Tarih Vakfı Yurt Yay,, 351 sayfa.

Kitap Kritik

2012 MAYIS / DERİN TARİH 115

BIR CD, IKI DE KITAP

Akademik adettendir, tarih “bilimi” birinci elden kaynaklara, başka bir deyişle arşiv belgelerine dayanılarak yazılmalıdır. Ancak sosyal bilimlerin kapsama alanına giren her konuyu ilm’el-yakin kadar

ayn’el-yakin de yazmamıza katkıda bulunacak edebî eserleri (şiir, roman vb.), hatta müziği (ya da sanat ürünlerini) göz ardı etme-meliyiz. Bazen bilimsel anlatımlar —metodolojik çatıları ne kadar sağlam olursa olsun— kuru, dahası incelenen sorunsala

duyarsız kalabilir. Bana öyle geliyor ki, beşeri bilimlerin tarafsızlığını sorgulayan postmodern epistemoloji haklı. Üstelik yazarın / araştırmacının yukarıda zikrettiğimiz alternatif / tamamlayıcı kaynakları ihmali, konusunu yeterince “görmesine” de engel olur.

Ya da tam aksine, çalış-malarını bu kaynaklara da değinerek gerçekleştiren yazarların nihai bulgu-ları çok daha “reel” veya gerçeği yansıtır bir şekle dönüşebilir. Bu inancımız-dan hareketle şimdi size bir müzik albümü, bir de roman tavsiye edeceğim.

Arap Baharı’nın kara kışıSon yıllarda bilimsel çalışmalar yerine “fast-

food” tarzı komplo teorileri/romanları revaçta. O nedenle sosyal bilimlerde yazılan tezler kitapçı raflarına pek çıkamıyor. Ama bu iklimde bile alın bu eseri ve okuyun derim. “Arap Baharı” vesile-siyle gündeme gelen bir Mısır hangi badirelerden geçmiş, hangi uluslararası komplolar karşısında kalmış, Türkiye -günümüzün model ülkesi ola-rak- geçmişinde bu yayılmacılıkla nasıl mücadele etmiş; ilginizi çekmez mi? Çekmelidir! O açıdan araştırmacının sonuçlarını özetlemiyorum. Sade-ce şu kadarını dipnot kabilinden vurgulayayım: “Günümüzde bile Sultan Hamid diplomasisinden alınacak dersler vardır.”

Sonuç olarak, eser nefis! Söylenecek bir söz yok. Ama tenkit değil, tavsiye kabilinden arz ede-yim:

Diplomasi tarihiyle uğraşanlar, mutlaka siyasî tarih disiplininden dışarı çıkarak, komşu disip-lin olan uluslararası ilişkilere de uğramakla iyi ederler. O zaman çözümleme çerçeveleri de, kul-landıkları kavramlar da (terminoloji) yerli yerine oturur. O nedenle disiplinler arası yaklaşımı öne-riyorum. Belki o zaman Kızıltoprak, dördüncü bölümü girişte değerlendirebilir ve sonuçta daha toparlayıcı olabilirdi. İkinci husus, çalışmanın 1887’de kesilmesi… Kızıltoprak bunu izah etse de, durumdan rahatsızlığını da yansıtıyor.

İnsan, tarihî perspektifte, kıyaslamalı biçimde Mısır Sorunu’nu resmetmek istiyor. Kızıltoprak’ın bu çalışması da, “Osmanlı Mısırı” konusunda refe-rans kaynak olma özelliğini daha uzun yıllar ko-ruyacaktır.

KARA KITADAN ILIK EZGİLER

Önümdeki CD, Nonesuch Explorer serisinden çıkmış (2002). Explorer Series Africa: Music From The Nonesuch Explorer Series ismi-ni taşıyor. Afrika’nın yerel / geleneksel etnik müziklerini ihtiva ediyor. Bu şar-kıları dinlemeden, bahtı karartılmış bu kıtadaki sömürgeci-liği -kölelik tarihini- “duyumsamanız” mümkün değil bence. Albümdeki 3. parçanın adı, “Elhamdülillah”. Burkina Faso gibi Afrika’nın en küçük ve en fakir ülkesinde Fulani adlı göçebe âşıklar, bu parçayı Ramazan Bayramı vesilesiyle söyler ve ayin yaparlarmış. İslam’ın farklı coğ-rafyalardaki teza-hürlerini çalışanların ya da konuya ilgi duyanların dikkati-ne sunarız.

CD

DERİ SİYAH OLABİLİR AMA DUYGULAR ASLA!

Filmi de geldi. Hoş, pek rağbet görmedi ama başrol oyuncu-larından Viola Davis, Yardımcı Kadın Oscarı’nı alıverdi. Kathryn Stockett’in Duyguların Rengi kitabı,1960’ların Amerika’sındaki siyahi (kadın) hizmetkârların hayatını aktarıyor. Irkçılığın o dönemde bile baskın oldu-ğunu göreceksiniz. Romanın ilginç tarafı, tarihe mal olduğu düşünülen köleliğin sosyal ha-yatın akışına hâlâ bir damar olarak sızışı diyebiliriz. Siyahi ka-dınların sivil direnişi neredeyse mizahî bir üslûpla işleniyor. “Yaşayan” tarihe ilgi duyanlara hararetle tavsiye ederiz.

KITAP

EKSTRA TAVSİYE

Sultan Kenesarı, Rus Emperyaliz-mine Karşı Stepte Büyük Başkaldırı, Fatih Ünal, İstan-bul: İlgi, 2010.

“Kazak hanlarının sonuncusu olan Kenesarı Kası-moğlu önderli-ğindeki bu istiklal davası, Kazakların Rus emperyaliz-mi karşısındaki son büyük ve görkemli başkal-dırısı oldu. İşte bu eserde Rusların stepleri itaat altı-na alma yönünde karşılaştığı uzun soluklu Kazak direnişinin son halkası ortaya konulmaktadır.”

KITAP

Mim Kemâl ÖkeProf. Dr., İstanbul Ticaret Üniversitesi, İ.İ.B.F. Siyaset Bilimi Bölümü Öğretim Üyesi.

116 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

Yazarının ifadesiyle akademik bir çalış-ma için “kutsal” sa-yılagelmiş bir döne-min, Cumhuriyet’in biçimlendiği yılların eleştirel bir okuma-sını gerçekleştiriyor eser. Emekleme dö-nemindeki iktidarın

kırılgan kemiklerinin röntgenini çekiyor, muhali� erle mücadele planına yürekli bir büyüteç tutuyor. Ama bunları yaparken amatör ve tara� ı tarih yazıcılığının dar elbisesini üzerinden çıkarma konusunda oldukça titiz davrandığını belirtmeliyiz. Türkiye, Halifelik merkezinden laik bir Batılı ülkeye geçiş sürecinde nasıl bir radikal dönüşüm geçirdi? Elbette muha-li� er olacaktı; peki bunları susturmanın ve sindirmenin yolları neydi? Ankara Hükümeti’ne karşı çıkan 150 kişinin sür-gününün (150’likler Vakası) arka bahçe-sinde neler yaşandı? Kürt/İslamcı muhalif hareket diye sunulan Şeyh Said İsyanı, tüm muhalif cephenin susturulmasına nasıl bahane edildi? TBMM’nin mutlak otoritesini gerçekleştirmek için çıkarılan Takrir-i Sükûn Yasası bir meydan okuma olarak ne ifade ediyordu? İlk muhalefet partisi Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası üyeleri vatan hainliğiyle suçlanmıştı; gerçekten öyle miydiler? Tek adam iktidarı görünenin aksine neler getirdi, neler götürdü? İzmir Suikasti üzerine tedbir sürecinde hangi manevralar yapıldı? Bu soruların cevapları belgeler, hatıralar ve dönemin aktörlerinin tanıklıkları eşliğinde sizleri bekliyor. Belki de ‘kutsal dönem’ o kadar da kutsal değildi. Ne dersiniz?

CUMHURİYETİN KURULUŞUNDA İKTİDAR KAVGASI Hakan ÖzoğluKitap Yayınevi / 2011, 244 sayfa / 20 TL

YAKIN TARİHİN GERÇEKLERİ İlber OrtaylıTimaş , 2012 256 sayfa / 16 TL

1 ATATÜRK’ÜN İHTİLAL HUKUKU Taha AkyolDoğan Kitapçılık,2012632 sayfa / 32 TL

4 FETİH VE KIYAMETFeridun EmecenTimaş, 2012400 sayfa / 16.5 TL

5çok satanlarsatanlar

Tarih

KUTSAL DÖNEMİN MUHALİF SESLERİ NASIL SUSTURULDU?

KIZIL PENÇEMustafa Armağan Timaş Yayınları304 sayfa / 13,5 TL

3

Balkan Savaşı’nı merak edenler, cephe gerisinde neler olup bittiğine şahit olmak isteyen tarih sevdalıları! İngiliz savaş muhabiri Ellis Ashmead-Bartlett’in bu değerli hatıratını kaçırmayın deriz.

Daha sonra Anzak efsanesinin oluşmasın-da büyük pay sahibi olacak olan Bartlett’in Daily Telegraph muhabiri olarak yazdık-larının bir derlemesi bu. Bartlett bir savaş muhabiri. 1902’de Rus-Japon Savaşı’nda, 1907’de Fas’ta, 1922’de Trablusgarp’ta ve 1912’de Balkan Savaşı’nın Türkiye cep-hesinde çalışmış. Gözlemlerinin yanı sıra Türkiye’nin geleceğine yönelik fikirlerini de paylaşan yazar, hem o günleri anlamamıza yardımcı oluyor, hem de literatüre kişisel

bir katkı sunuyor. Türkiye’nin çıkarının İngiltere’nin de çıkarına olacağını öne sürerek, savaşa devam etmenin ülkemizi daha büyük kayıplara sokacağını iddia ediyor. Türkleri ‘Avrupa’nın ilk beyefendi-leri’ olarak tanımlarken, yer yer oryantalist tutumunu da göstererek, Gazi Muhtar Paşa’yı ziyareti esnasında 2 saat bekletil-mesini tam da Türklere has bir davranış olarak nitelendiriyor. Son noktayı koyarken “Türklerin geleceği Anadolu’dadır” diyor ve Avrupa devletlerine sesleniyor: “Avrupa medeniyetine hürmet eden yeni bir Türkiye devletinin kurulmasına müsaade edilmelidir.” Avrupalılar bu cümleyi nasıl anladılar bilmiyoruz ama epeyce ilginç bir çağrı gibi gözüktü bize.

Türkiye’de fizikote-rapinin kurucusu Ord. Prof. Osman Cevdet Çubukçu’nun yaşamını ele alırken, fona modern tıbbın ülkemizdeki kuruluş sürecini ve görkemli dönemeçlerini yer-leştiren kitap, bilim tarihi meraklılarına

doyumsuz bir kaynak sunuyor. Osmanlı’nın son döneminde bir tıp öğrencisi olan Osman Cevdet Çubukçu, Cumhuriyet’in ilk yıllarında heyecanlı ve idealist bir doktor olarak Türk tıbbına ismini yazdıracaktır. Paris’te fizikoterapi eğitimi alır, kaplıca te-davisi üzerine çalışmalar yapar. Türkiye’ye ilk fizik tedavi doktoru olarak döner ve yine bir ilke imza atarak ilk Fizikoterapi

Enstitüsü’nü kurar. O, tam 53 yılını büyük bir aşkla mesleğine adarken, Türkiye’de tıp, gerek 1933 Üniversite Reformu, gerekse siyasal çalkantılar eşliğinde kabuk değiş-tirmektedir. Özelde ilklerin öncüsü bir doktoru tanımak, geneldeyse tıp tarihimi-zin kılcal damarlarını keşfetmek ve kısıtlı imkânlarla büyük işler başaran azimli bir kuşakla tanışmak için hazır olun! Kitabı, biri Çubukçu’nun torunu olan iki tıp profe-sörünün yazdığını düşünürsek, başucu rehberi olacak bir kaynakla karşı karşıyayız demektir. Beyaz önlüğün tarihine beyaz bir ışık tutmak için keyi� i okumalar!

TIP TARİHİMİZDE BİR ÖNCÜNÜN BİTMEYEN NÖBETİ

TÜRKLERİN RUMELİ’YE VEDASIEllis Ashmead-Bartlettİz Yayıncılık - 2012, 336 sayfa / 16,50 TL

İMPARATORLUKTAN CUMHURİYET’E TIBBİYE’NİN VE BİR TIBBİYELİNİN ÖYKÜSÜNadire Berker, Selim YalçınTürkiye İş Bankası - 2012, 306 sayfa / 16 TL

ÖTEKİ TARİH 1 – ABDÜLMECİD’DEN İTTİHAT VE TERAKKİ’YE Ayşe Hür, Pro� l, 2012326 sayfa / 17.5 TL

2

Vitrindekiler

TÜRKLERİN GELECEĞİ ANADOLU’DADIR

HERMESLER HERMESİMahmud Erol KılıçArkeoloji ve Sanat Yayınları - 2010, 200 sayfa / 22,50 TL

118 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

SULTANI ÖLDÜRMEKAhmet ÜmitEverest, 2012528 sayfa, 20 TL

1 ÇILGIN TÜRKLER KIBRISTurgut Özakman Bilgi, 2012 464 sayfa / 20 TL

2 AŞK’A YOLCULUK -VEYSEL KARANİSinan Yağmur Destek Yayınları, 2012 272 sayfa / 15 TL

5AÇLIK OYUNLARISuzanne Collins Pegasus, 2012, 384 sayfa 20 TL

3Edebiyat

çok satanlar

HER ŞEY 1948’İ YENİDEN ANLAMAK İÇİN…

Filistin uğruna ne yapabilirsiniz? Yardım toplamak, savaşmak, dua etmek ya da siya-seten barışa aracı-lık etmek, vesaire vesaire… Edward Said’in Filistin Savaşı’nın tarihini yeniden yazmak

için Arap ve İsrailli aydınları bir araya getirmek gerektiği fikrini benimseyen bir grup bilim adamının Filistin uğruna yaptıkları ise, anlamak! Onlar kimse-yi suçlamıyor, ayıplamıyor; kurmaya çalıştıkları empati ile diyalog kapılarını sonuna kadar aralayıp Filistin savaşını anlamaya çalışıyorlar. Son 20 sene içe-risinde gizliliği kaldırılmış arşiv belge-leri maalesef oluşan asimetriyi de gün ışığına çıkardı. Şöyle ki, İsrail tarafının arşivler konusunda gösterdiği cömert-liği Arap tarafı gösteremedi ve yetersiz kaldı. Bu asimetriye rağmen kendilerini “yeni tarihçi” olarak adlandıran bir grup Arap ve İsrailli bilim adamı, yazdıklarının son olmadığından hareketle Filistin için bir dönüm noktası olan 1948’in tarihini yeniden yazmaya niyetlendiler. Tabii Edward Said hariç! O son sözlerini 25 Eylül 2003 tarihinden önce söyledi. “Sonsöz: 1948’in Sonuçları” başlıklı makalesi kitabın sonunda okuyucuyla buluşuyor. Zengin bir bibliyografya, kronoloji ve haritalarla kuvvetlendirilmiş bu çalışma Türk okuyucusu için Filistin tarihini yeniden sorgulatacak, sorular kadar cevapları da içeren kapsamlı bir eser hüviyetinde.

FİLİSTİN UĞRUNAEugene L. Rogan & Avi ShlaimKüre Yayınları - 2012, 365 sayfa / 26 TL

İRAN TARİHİGene R. Garthwaiteİnkılâp Yayınevi - 2011, 278 sayfa / 20 TL

Yazarın ifadesiyle İran medeniyeti her kategoride, bilhassa politika, toplum, sanat ve mimarlık alanla-rında “öteki”ydi. Tarihi, düşmanları değilse bile rakiple-

ri tarafından yazılmıştı. 20. yüzyılda dahi içeriden bakabilen, önyargı tozu yutma-mış, yalın bir bakış açısı geliştirilemedi İran medeniyetine. İşte bu nedenle, İran gibi köklü bir medeniyet ne yazık ki kimi zaman MÖ 3. yüzyıldaki despo-tizmle, kimi zaman da uzak, egzotik ve romantik bir ülke olarak tepeden bakan bir yaklaşımla değerlendirildi. İran tarihi uzmanı Profesör Gene R. Garthwaite ise bir İran hayranı olduğunu belirterek başlıyor söze ve dört başı mamur bir tarih yazımından nasibini alamamış bu muhteşem toprakların tarihine ustaca dokunuyor. Tırmalamıyor, üstünü ört-müyor; sadece hakikat hatırına usul usul deşiyor bu toprakları. MÖ 550’de hüküm sürmeye başlayan ve çoğumuzun ismini bile bilmediği Ahamenişlerden 224-651 yıllarında boy gösteren ihtişamlı Sasani-lere uzanıyor. Sonra Safeviler ile muaz-zam bir eksen kaymasının miladı Kaçar-lara uğruyor. Nihayet 1979 devrimiyle kurulan İslam Cumhuriyeti’ne düşürüyor yolunu. Böylece bizi 2500 yıllık bir tarihin kucağına yerleşen, İran topraklarına can veren halklarla buluşturuyor. Belki bir ilk buluşma değil. Fakat İran’a dair spekü-latif ve karalamacı yüzey tarihçiliğinden uzak, samimi bir derin okuma adına öncü bir eser olduğunu söyleyebiliriz. Hem de gönül rahatlığıyla…

MAHİR BİR ELDEN İRAN’IN EVVELİ VE GÜNCELİ

Hemen tüm kültür ve dinlerde yer alan evrensel bir motiftir Hermes. Mısır’da Thoth, İbrani kültüründe Enoh, Eski Yunan’da Hermes Trismegis-tos, İran’da Huşeng, İslam kültürün-

de ise İdris Nebi’yle bir tutulur. Antik dünyanın dört bir köşesinde seçkin bir bilge, üstün mertebelere erişmiş bir kul olmaktan tanrılığa kadar uzanan farklı varyasyonlarda belirir. Suretler başkadır ama öz hep Hermes’tir. Bir akım olarak Hermetizm ise birçok disiplinin dayanak noktası, ezoterik ilimlerin hayat kaynağıdır. Prof. Dr. Mahmud Erol Kılıç’ın yüksek lisans tezi olan bu eser, Hermetik düşüncenin dünya ilim ve düşünce tarihi boyunca seyrine tanık ediyor okuru. Önce Hermes’in farklı coğrafyalar ve dinlerdeki konum ve değerini açıklıyor. Ortak bir bilginin yeryüzüne dağılışına, aynı özden farklı biçimlerde türeyişine şahit oluyoruz. Ardından Hermetik litera-türe yönelik yoğun bir okuma karşılıyor bizi. Ve bu okuma ışığında Hermetizm kaynaklı bilim ve felsefe zeminine doğru yol alıyoruz. Ancak tezin temel eksenini Hermetik düşüncenin İslam ve İslam alimleriyle irtibatı oluşturuyor. İbn-i Sina’dan Farabi’ye, Kindî’den İbnu’l- Arabi’ye alimlerin Hermetizmle ortak nüveleri belirlenerek İslamî inancın ezoterik tefsirine yönelik bir çözümleme yapılıyor. Hermetizmin özgün ruhunun yeniden inşası ve yitik cevherinin keşfi için çözümün İslam ezoterizmi olduğunu öne süren çalışma nitelikli bir dikkati hak ediyor.

İSLAM EZOTERİZMİ HERMETİK DÜŞÜNCEYİ DİRİLTEBİLİR Mİ?

4 UYUMSUZ DEFNE KAMAN’IN MACERALARI-SUBuket UzunerEverest, 2012344 sayfa / 18 TL

Vitrindekiler

Osmanl’nn Çöküşünden Küllerinden Doğan Cumhuriyet’e"Trablusgarp Savaşı'nda Türk komutanlar etrafı şaşırtacak derecede etkin örgütçü, eğitimci ve her şart altında savaşçı olduklarını gösterdiler."

"I. Dünya Savaşı'ndan sonra Türk toplumu kaosu ve yeni bir dünya savaşını değil, Milli Mücadele'yi tercih etmiştir."

"İttihatçılar milliyetperver ve büyük ideallere sahiplerdi ama kendilerini değerlendiremeyen bir ekip olmaları onları başarısızlığa sürükledi."

"1918 yılında, mütarekenin en hazin vaktinde, millet her yerde direniyordu. Ama bu direnişlerin arasında koordinasyon yoktu. O eşgüdümü hangi politik deha sağlayacaktı? Ancak arkasında askerî bir başarı ve müspet intibaları olan bir komutan… Mustafa Kemal Atatürk...

YAKIN TARİHİN GERÇEKLERİ, 19 ve 20. yüzyıla dair tartışılan, gündemden düşmeyen konuların bilinmeyen yönlerini merak edenlerin kaçırmaması gereken bir kitap...

Osmanl’nn Çöküşünden Küllerinden Doğan Cumhuriyet’e"Trablusgarp Savaşı'nda Türk komutanlar etrafı şaşırtacak derecede etkin örgütçü, eğitimci ve her şart altında savaşçı olduklarını gösterdiler."

"I. Dünya Savaşı'ndan sonra Türk toplumu kaosu ve yeni bir dünya savaşını değil, Milli Mücadele'yi tercih etmiştir."

"İttihatçılar milliyetperver ve büyük ideallere sahiplerdi ama kendilerini değerlendiremeyen bir ekip olmaları onları başarısızlığa sürükledi."

"1918 yılında, mütarekenin en hazin vaktinde, millet her yerde direniyordu. Ama bu direnişlerin arasında koordinasyon yoktu. O eşgüdümü hangi politik deha sağlayacaktı? Ancak arkasında askerî bir başarı ve müspet intibaları olan bir komutan… Mustafa Kemal Atatürk...

YAKIN TARİHİN GERÇEKLERİ, 19 ve 20. yüzyıla dair tartışılan, gündemden düşmeyen konuların bilinmeyen yönlerini merak edenlerin kaçırmaması gereken bir kitap...

120 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

Haydarpaşa Garı’na bir bakın! Adeta bir Alman sarayı gibi Topkapı’yı selam-lamakta, değil mi? Bir yakada Osmanlı egemen-liği, diğer yakada Alman hakimiyeti!

II. Abdülhamid’in siyasî ve askerî bir zorunluluk olarak gördüğü Haydarpaşa Garı, Alman İmparatoru II. Wilhelm’in hayli romantik nabzıyla inşa edildi dersek, hatta Oryantalizmin insanlığa faydası dokunan ender projelerin-den olduğunu iddia edersek, sadece ekonomik nedenlerle inşa edilmedi-ğini öne sürersek, ne düşünürdünüz? En iyisi bir kitap alıp okumak, değil mi? O halde bu kitap tam size göre. Yazar Sean McMeekin der ki: “Alman mühendisliğinin şaheserlerinden olan gar, Kayzer’in dış politikasının ilk somut örneği olarak yükselerek, Doğu ile Batıyı, Asya ile Avrupa’yı birleştirmekle kalmıyor, Almanya’yı da Doğu’ya bağ-lıyor.” Bugüne kadar Osmanlı’yı kutsal topraklara bağlayan bir proje olarak gördüğümüz Haydarpaşa’nın, aslında Berlin’i Bağdat’a bağlayan bir Alman projesi olduğunu iddia ediyor yazar. Kayzer’in çılgın projesi Sultan’ın evhamı ile birleşince, Alman mühendis ekibi ile Osmanlı işçileri, 1906 Mayıs’ında Haydarpaşa için temel at-tılar. Ve Almanya, Doğu Ekspresi ile süper güç olma yolunda-ki yarışı kazandı. Vizyonu, serüveni ve başarısı ile Haydarpaşa’nın stratejik emellerle dolu mazisine kapı açmak için ayrıntılı bir çalışma.

BERLİN-BAĞDAT DEMİRYOLUSean McMeekinPicus Yayınları - 2012 , 534 sayfa / 30 TL

KAYZER’İN ÇILGIN PROJESİ

İstanbul’un güzelliği sadece şairlere, ressamlara mı ilham verir? Yalnızca onlar mıdır bu şehrin sesini ve dokusunu içine çekip sonra da sayfalara ü� eyen-ler? Hiç de değil.

Osmanlı’dan günümüze mücevher sanat-çıları da İstanbul’u milim milim işlemişler bir taşa, bir madene ya da zarif bir inciye. Hem öyle bir işlemişler ki, ışıltılı bir el-masa İstanbul’un görkemi vurur. Kızıl bir mercanda İstanbul güneşi ısıtır elleri. İşte bu kitap, bu şehirden ilham alan ve tarihe mal olmuş takı ve mücevherleri, sanatçı-larıyla birlikte konuk ediyor sayfalarına. Kültür A.Ş.’nin, İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti seçilmesi vasilesiyle hazırlattığı İstanbul’un Yüzleri serisinin bu 39. kitabı, İstanbul’u bu kez de mücev-herlerin ışıklı geçidinde sunuyor okura. Sultan IV. Mehmed’in zümrüt kabzalı hançerinden padişahların özel işlemeli yazı kutusuna, Ayasofya yüzüğünden şehzadeler için yapılan elmas, yakut ve zümrütle bezeli altın beşiğe İstanbul’un 100 mücevheri tam bir seyir şöleni. Son zamanlarda tarihî dizi ve filmlerde

hayranlıkla izlediğimiz takıların ilginç hikâyeleriyle görünüşteki ihtişamın altın-da gizlenen anlamların sırrına eriyor okur. Geleneksel olandan esinlenilerek hazırla-nan İstanbul’un seri üretim özel tasarım mücevherlerinden örnekleri de sunan kitap, böylelikle farklı zamanların güzellik arayış ve anlayışlarını bir arada görme şansını veriyor. Hangi zamanda tasarlan-mış olursa olsun, hangi amaca hizmet ederse etsin hepsi kucağında aynı özün başka yüzlerini saklıyor: İstanbul’un…

İSTANBUL’UN 100 MÜCEVHERİ VE SANATÇISIAylin GözenKültür A.Ş, - 2011, 160 sayfa / 20 TL

İSTANBUL ELMASIN KALBİNE SAKLANINCA…

Vitrindekiler

120 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

bu kitap, bu şehirden ilham alan ve tarihe

Kültür A.Ş.’nin, İstanbul’un 2010 Avrupa

serisinin bu 39. kitabı, İstanbul’u bu kez de mücev-herlerin ışıklı geçidinde sunuyor okura. Sultan IV. Mehmed’in zümrüt kabzalı hançerinden padişahların özel işlemeli yazı kutusuna, Ayasofya yüzüğünden şehzadeler için yapılan elmas, yakut ve zümrütle bezeli altın beşiğe İstanbul’un 100 mücevheri tam bir seyir şöleni. Son zamanlarda tarihî dizi ve filmlerde

VE SANATÇISIAylin GözenKültür A.Ş, - 2011, 160 sayfa / 20 TL

» Ayasofya yüzüğüSanatkârımız Ayasofya’nın bire bir küçültülmüş örneğine, 18 ayar pembe altın ile hayat vermiş.

» Topkapı hançeriAltın üzerine mıhlanmış elmaslar ve iri zümrütlerden oluşan hançerin kabzasının tepesinde G. Clarke markalı İngiliz yapımı bir saat bulunmaktadır.

» Askılı saatSayıları 350’yi bulan bu saatler hazineye genelde diplomatik hediyeler olarak veya satın alınarak katılmış.

Osmanlı işçileri, 1906 Mayıs’ında Haydarpaşa için temel at-tılar. Ve Almanya, Doğu

güç olma yolunda-

Vizyonu, serüveni

stratejik emellerle dolu mazisine kapı açmak için ayrıntılı

122 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

SOHBETÇIRAĞAN SARAYI İÇ MEKANLARININ SANAT TARİHİ IŞIĞINDA YENİDEN DÜZENLENMESİKonuşmacı: Hande TözünYer: TCF İstanbul Ofi si, Cumhuriyet Cad. No: 17/1 TaksimTarih: 3 Mayıs 2012 Saat: 16:30Bilgi: www.turkishculturalfoundation.org

1980’lerin sonunda restore edilip bugün lüks bir otel olarak hizmet veren Çırağan Sarayı’nın 2007 yılında başlatılan yenilenme çalışmalarının tasarımını yapan mimar Hande Tözün ile proje hakkında bir sohbete ne dersiniz?

ÇALIŞTAYİSLAM YÖNETİMİNDE HIRİSTİYAN SANATIAçılış Konuşmacısı: Machiel KielYer: Hollanda Araştırma EnstitüsüTarih: 11-12 Mayıs 2012 Saat: 09:30 – 15:00Bilgi: www.nit-istanbul.org/Nitactivities.Htm#Christianart

7. ile 19. yüzyıl arasında hüküm sürmüş İslam devletlerinin sınırlarında yaşayan Hıristiyan tebanın ve sanatçıların gerek resimlerinde, gerek kilise ve katedrallerinde yansıttıkları görsel verilerin seyrini inceleyen kapsamlı bir çalıştay alanında uzman akademisyenler ile masaya yatırılacak.

KONFERANS19. YÜZYIL ORTALARINDA OSMANLIEKONOMİSİ VE SARAY HAYATIKonuşmacı: Mehmet GençYer: Dolmabahçe SarayıTarih: 28 Mayıs 2012Saat: 16:00Bilgi: www.sehir.edu.tr

Şehir Üniversitesi’nin düzenlediği Saray Konferansları kapsamında gerçekleştirilen konferansların üçüncüsü ünlü Osmanlı ekonomi tarihi uzmanı Mehmet Genç tarafından verilecek.

KONSERİSTANBUL VE RUMELİ TÜRKÜLERİİcra: Kubbealtı Korosu Yer: Köprülü Mehmet Paşa Medresesi, ÇemberlitaşTarih: 26 Mayıs 2012Saat: 16:00Bilgi: www.kubbealti.org.tr

Kubbealtı Korosu tarafından İstanbul ve Rumeli’ye ait en sevilen tınılarla bezenmiş türküler ile bir müzik ziyafeti...

OSMANLI’DA RÜYA TABİRİ VE 17. YY ULEMASIKonuşmacı: Aslı NiyazioğluYer: Sabancı Üniversitesi – SSBF G052Tarih: 8 Mayıs 2012

Saat: 15:40 -17:00Bilgi: www.fass.sabanciuniv.edu/tr

SEMİNER

SERGİGOYA, ZAMANININ TANIĞI

GRAVÜRLER VE RESİMLERTarih: 20 Nisan - 29 Temmuz

Yer: Pera Müzesi, Meşrutiyet Caddesi No: 65 Beyoğlu - İstanbul

Bilgi: www.peramuzesi.org.tr

İspanyol ressam Francisco de Goya (1746-1828), 29 Temmuz’a kadar Pera Müzesi’nde misafirimiz. Hem de ilk kez. Goya, Zamanının Tanığı Gravürler ve Resimler isimli sergi, İspanya ve İtalya’nın önde gelen müze ve özel koleksiyonlarından derlenen eserlerden oluşuyor.

FOTOĞRAF SERGİSİYENİKAPI’NIN ESKİ GEMİLERİYer: Rahmi M. Koç Müzesi – Lengerhane Sergi SalonuTarih: 19 Nisan – 16 Eylül 2012

Saat: 16:30Bilgi: www.rmk-museum.org.tr

Bizans döneminden kalan pek çok batığa ulaşılması konusunda gösterdiği başarı ile ünlenen Yenikapı kazılarında gün ışığına çıkarılan Bizans gemilerinin fotoğrafl arının sergilendiği bu etkinlik 19 Nisan tarihinde meraklıları ile buluştu. Sergi, 16 Eylül 2012 tarihine kadar gezilebilir.

Ajanda / Mayıs

* Hıristiyan Avrupalıların, Müslümanlara karşı tertip ettikleri, ardında dinî başta olmak üzere, siyasi, sosyal ve iktisadî pek çok sebep barındıran seferler…

* Asırlarca devam edip milyonlarca insanın can kaybına, devletlerin yıkılıp ülkelerin tahrip olmasına sebep olan bu seferlerin hedefinde ise Kılıç Arslan, İmadeddin Zengi, Selahaddin Eyyubî, Yıldırım Bayezid, Sultan II. Murad Han gibi Müslüman komutanlar…

* Kudüs, Hıttin, Akka, Konstantinopol, El Ukab, Mansure, Varna ve diğerlerinden müteşekkil 20 Haçlı seferine dair görseli bol, bilgi dolu bir rehber…

Selçuklular, Eyyubîler ve Osmanlılara karşı yapılan Haçlı Savaşları, Anadolu ve Kudüs gibi müslüman bölgelerde verilen mücadelelere tanıklık ederek, özel ve özenli baskısıyla yine pek çok detaya aydınlık getirecek…

* Hıristiyan Avrupalıların, Müslümanlara karşı tertip ettikleri, ardında dinî başta olmak üzere, siyasi, sosyal ve iktisadî pek çok sebep barındıran seferler…

* Asırlarca devam edip milyonlarca insanın can kaybına, devletlerin yıkılıp ülkelerin tahrip olmasına sebep olan bu seferlerin hedefinde ise Kılıç Arslan, İmadeddin Zengi, Selahaddin Eyyubî, Yıldırım Bayezid, Sultan II. Murad Han gibi Müslüman komutanlar…

* Kudüs, Hıttin, Akka, Konstantinopol, El Ukab, Mansure, Varna ve diğerlerinden müteşekkil 20 Haçlı seferine dair görseli bol, bilgi dolu bir rehber…

Selçuklular, Eyyubîler ve Osmanlılara karşı yapılan Haçlı Savaşları, Anadolu ve Kudüs gibi müslüman bölgelerde verilen mücadelelere tanıklık ederek, özel ve özenli baskısıyla yine pek çok detaya aydınlık getirecek…

124 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

ürkiye’de 1930’lu ve 40’lı yıllar-da köşe bucağa sinen değişim fikrinden eğlence anlayışı da nasibine düşeni almıştı. Halkın nur topu gibi 2 gözde eğlencesi vardı; radyo ve sinema. Özellikle

radyo, evlerde, kahvehanelerde haber ve eğlen-cenin vazgeçilmez adresiydi. Türk musikîsinin radyolarda yasaklandığı 1934-1936 yıllarında ise halk, radyosunu kendisine en yakın bulduğu musikînin yayınlandığı istasyona ayarlamıştı: Ka-hire Radyosu’na. Yasağın kalkmasından sonraki yıllarda da zor günlerin bu vefalı dostuna bağlılık devam etti.

Peki, halkımızın Kahire Radyosu’yla gönül bağı nereye dayanıyor?

Öncelikle belirtmek gerekir ki o dönemde Arap musikîsi hakikaten altın çağını yaşıyor-du. Ümmügülsüm, Muhammed Abdülvahab ve Leyla Murad gibi şöhretlerin radyolarda, gramo-fonlarda şakıdıkları bir dönemdi bu. Mısır ma-kamlı musikîsiyle pek çok benzer özellik taşıyan musikîmiz sebebiyle Arap şarkıcıların Türkler ta-rafından beğenilmesi şaşırtıcı değildi.

Şarkılı Mısır filmlerinin altın yıllarıRadyo ve plaklarla tanınan Arap musikîsinin

Türkiye’ye bir başka giriş yolunu Mısır filmleri

oluşturmuştu. İlk sessiz kısa filmin İskenderiye’de 5 Kasım 1896’da gösterilmesinin ardından Mısır-lılar, bu yeni icada büyük ilgi duymuşlardı. İstan-bul’daysa sadece erkeklerin izleyebileceği ilk ses-siz kısa filmler, bir yıl sonra, 1897’de Beyoğlu’nda Sponeck Birahanesi’nde birer dakikalık gösteriler şeklinde sunulmuştu. Gelişen teknolojiyle birlikte çekilen filmlerin süresi uzamıştı ancak sinemanın halk üzerindeki asıl etkisi, sesli filmlerle olmuştu.

Ortadoğu’da filmlerin halkı büyülü bir atmosfe-re sokup etkisi altına almasının asıl ortaya çıkışı, Mısır’da ilki 1932 yılında Nadire’nin başrol oyna-dığı Unşudet el-fuad (Kalbimin Şarkısı) isimli sesli -ve elbette şarkılı- filmiyle oldu. Filme gösterilen ilginin ardından, Mısır’da kısa süre içinde tümü şarkılarla dolu çok sayıda film çekilmeye başlan-dı. Bu filmler, senaryonun içine serpiştirilmiş şar-kılardan oluşan yapımlardı. Genellikle tanınmış bir ses sanatkârı olan başrol oyuncusunun solo ya da koro eşliğinde seslendirdiği eserler şeklinde izleyiciye sunulurdu. Bazı filmlerde dansçılar da şarkıcıya eşlik ederlerdi.

Mısır filmlerinin Türkiye’ye ithal edilmesiy-se, 1936’da çekilen udi-bestekâr Muhammed Abdülvahhab’ın şarkılar okuduğu Damua’l-hub (Aşkın Gözyaşları) filmiyle başladı. İstanbul sine-malarında halkın olağanüstü bir ilgi ve heyecanla karşıladığı film, gazetelere konu oluyordu. Bilet

MURAT Ö[email protected]

T

yERLİ DİZİLERİN AtASIMISIR fİLMLERİ

Sinema Tarihi

2012 MAYIS / DERİN TARİH 125

kuyrukları uzuyor, izdiham caddelere taşıyordu. Öyle ki, filmi izlemek isteyip de içeri giremeyen-ler sinemaların camının, çerçevesinin kırılmasına yol açıyordu. Türkiye’de etkisi tahminlerden de büyük olan Aşkın Gözyaşları’ndan ilhamla, 1966’da aynı isimle bir Türk filmi çekildiği gibi bir de kitap yayınlandı. Ancak bunlardan daha da unutulmazı, Hafız Burhan’ın, Muhammed Abdülvahhab’ın Sa-hirtu adlı ünlü tangosunu Aşkın Gözyaşları adıyla Türkçe sözlerle okuduğu ve satış rekorları kıran plağı oldu. Böylece Türkiye’de şarkılı Mısır film-lerinin altın yılları başladı ve kısa sürede ülkenin sinema salonlarını Mısır filmleri kapladı.

Mısır filmlerinin içeriği -sonradan Türk film ya-pımcılarının da örnek alacağı gibi- halkın kolayca algılayabileceği basit hikâyeler üzerine kuruluy-du. En çok işlenen konu, Şark melodram anlayı-şına gayet uygun olarak zengin-fakir arasındaki imkânsız aşktı.

Mısır filmlerini neden çok sevdik?İslam-Arap tarihinden alınan konular, Mısır

filmlerinde beğenilen bir başka temayı oluşturu-yordu. Aralarında Ümmügülsüm’ün başrol oyna-dığı Denanir ve Salama adlı yapımların da yer aldı-ğı tarihî filmlerde, İslamî vurgunun gerek konu, gerekse konunun geçtiği mekânlarla ön plana çık-masının Türk izleyiciler için son derece ilgi çekici olduğuna kuşku yoktur.

Mısır filmleri, çok değil 20 yıl önceki Türkiye’yi andıran sokak görüntüleriyle halkta büyük me-rak uyandırıyor, güzel sesli Mısırlı sanatkarlar beğeniyle izleniyordu. Mısır Radyosu’nda severek dinledikleri şarkıcıları beyaz perdede görmek,

Türkler için heyecan vericiydi şüp-hesiz. Üstelik Türkiye’de devrim-lerle değiştirilmiş olan hemen her şey bu filmlerde önceki halleriyle mevcuttu; Arap harfl eri, camilerden Arapça ezanların okunması, yollar-da gezinen fesli beyzadeler, paşalar, sarıklı cüppeli hocalar ya da çarşafa, peçeye bürünmüş Mısırlı hanımlar…

Mısır filmleri, 50’li yılların ortala-rında Türkiye’deki etkilerini yitirdiler. Bunun asıl nedeni, Türk rejisörlerin Mısır filmleriyle aynı içe-riğe sahip ve tamamen yerli yapımlar ortaya koy-ma başarısı (!) göstermeleri oldu. Zengin kız-fakir delikanlı, İslam tarihi gibi konuların bol gözyaşlı ve acıklı şarkılarla işlenişi, Mısır sinemasının Türk sinemasına yıllarca kullanacağı muazzam arma-ğanı oldu. Böylece Yeşilçam melodramlarının başarısının, halkın Mısır filmlerince hazırlanmış psikolojik beklentilerine “yerli” bir cevap olma-sından kaynaklandığını söyleyebiliriz.

Şurası unutulmamalıdır ki, halkın en beğen-diği dönemde Mısır filmleri, Şark’ın gündelik ya-şantısını yansıtan mütevazı kareleri seyirciye su-nuyor, bu yönüyle Batılılaşma çabalarına rağmen 40’lı, hatta 50’li yıllarda Şark medeniyetine ait bin yıllık kimliklerini muhafaza eden Türk zevkiyle bütünleşiyordu.

» Aşk afi şe sığar mı?Başrollerinde LeylaMurad ve Muhammed Abdülvahhab’ın yer aldığı Yahya el hub (Yaşasın Aşk) fi lminin renkli ve dokunaklı afi şi.

CHP, MISIR FİLMLERİN-DEKİ ARAPÇAYI NEDEN YASAKLADI?

Türkiye’nin Şark kültürün-den her yönüyle koparıl-maya çalışıldığı yıllardı ve Arap filmleri, unutturulma-ya çalışılan geçmişi Türk izleyicilerin hafızasında canlandırmak gibi tehlikeli bir strateji izliyordu. Bu nedenle filmlerin Türkiye’de sinema salonlarında hafta-larca gösterilmesinden CHP yönetimi rahatsız olmaya

başladı. Böylece Mersin ve Adana gibi bazı kentlerde Arapça konuşan vatandaş-larımızı bahane eden CHP, 10 Şubat 1942 tarihinde İçişleri Bakanlığı’na “…Arap kültürü etkisi altındaki şehirlerde ahalinin, Arap filmlerinden etkilenerek Türkçeye alakasının azaldığı ve bu nedenle filmlerin Arapça yayınına yasak geti-rilmesi gerektiği…” şeklinde özetlenebilecek bir dilekçe gönderdi. Gelişmeler, tam da Tek Parti yönetiminden

beklendiği gibi oldu ve Matbuat Umum Müdürlü-ğü, Arapça şarkılı filmlerin özgün dillerinde gösterimi-ni yasakladı. Bu uygulamay-la radyoda 1934 yılında Türk Sanat Musikîsi’nin başına gelen yasak, birkaç yıl sonra Arapça şarkılı filmlerin başına da gelmiş oldu. Lakin tuhaf bir durum söz konusuydu. Arapça göste-rim yasağından filmlerdeki şarkılar da nasibini almıştı. Ama Türk pratik zekâsı, saç-ma yasağı dublaj sektörü-

nün kısa sürede başarılı bir gelişme göstermesiyle çö-zümledi. Asıl şaşılacak buluş ise Arapça şarkılara Türkçe besteler yapılmasıyla ortaya çıktı. Dönemin Müzeyyen Senar, Münir Nureddin Selçuk gibi ünlü sesleri, başta Selahaddin Pınar gibi bestekârların, filmlerdeki şarkıların yerine besteledik-leri Türkçe eserleri seslen-dirmeye başladılar. Ne yazık ki yeniden düzenlenmiş bu filmlerden bir tek örnek bile günümüze ulaşamadı.

Murat ÖzyıldırımMersin Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü’nde okutman.

126 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

» H

asan

Ayc

ın

Çizgisel Tarih

128 DERİN TARİH / 2012 MAYIS

SOLDAN SAĞA:1- 1410-1488 yılla-rı arasında yaşamış resimdeki İslam ali-mi, dördüncü Os-manlı Şeyhülislamı - M.Ö. 4000’de Arap Ya r ı m a d a s ı ’ n d a n Mezopotamya’ya ilk gelen ve yerleşen Sami asıllı kavim 2- O yer - Namibya’nın internet ülke kodu - Ağırlık ve uzunluk ölçüleri için kabul edilmiş yasal ölçü modeli - Bilinmeyen eski bir tarihi anla-tır - Ribonükleik asit. 3- Sözleri Cevdet Şa-kir Çetiner’e ait Kara Harp Okulu marşı - Genişlik - İstanbul’da tarihi bir semt. 4- En kısa zaman süresi - 661-750 yılları ara-sında hüküm sürmüş Müslüman Arap Dev-leti hanedanı - Ulusla-rarası Yazarlar Birliği (İngilizce kısaltma). 5- Tarihsel çağ - Kü-çük mağara - 1336-1646 yılları arasında Hint Yarımadası’nda hüküm sürmüş impa-ratorluk. 6- Kolomb öncesi Amerika kıtasında yer alan medeniyetlerden biri - Sıva-ma aracı. 7- İslamiyet’ten önce Kabe’de bulunan üç puttan biri - Kenya’nın inter-net ülke kodu - Kelt halkının atası - Beyaz. 8- Tahttan indir-me - İktidar sembolü değerli taşlarla süslü başlık - Rey - ABD Ulusal Havacılık ve Uzay Dairesi (İngilizce kısaltma). 9- Yunan mitolojisinde savaş tanrısı - Renyumun simge-si - Arkadaş, dost. 10- Devlet Tiyatroları Opera ve Balesi Ça-lışanları Yardımlaşma Vakfı (kısaltma) - Yabani hayvanları vurma işi, şikâr - Alev, yalım. 11- Yarı memnunluk anlatır - Bir işi yapmak için duyulan ve bireyin engelleyemeyece-ği kadar güçlü istek, itki - Bir soru sözü - Tonga’nın internet ülke adı - Kemiklerin toparlak ucu - İçine sulu şeyler konu-lan kap. 12- Mezopotamya’da asma bahçeleriyle ünlü kent - Eski Mısır’da güneş tanrısı - Geminin ön tarafı, baş bölü-mü - Notada duraklama işare-ti - Liechtenstein’ın internet ülke kodu. 13- Üzme, sıkıntı

verme - Büyük, yetişkin - Helyumun simgesi - 1672’de fethedilen Osmanlı’nın en kuzeydeki burcu. 14- 224-651 yılları arasında İran ve çevre-sinde hüküm sürmüş impara-torluk - Uzaklık belirtir - Bir seslenme sözü - Rütbesiz as-ker, nefer - Afrika’nın yedinci büyük ülkesi. 15- İran’ın in-ternet ülke kodu - Resimdeki âlimin bir eseri.

YUKARIDAN AŞAĞIYA:1- Osmanlı İmparatorluğu ve Macaristan Krallığı or-duları arasında 29 Ağustos 1526’da, meydana gelen ve Macaristan’ın büyük bölümü-nün Osmanlı hâkimiyetine girmesiyle sonuçlanan savaş. 2- Nispet, rasyo - Paylama - 630-1030 yılları arasında Doğu Avrupa’da düzenli bir devlet kuran Türk devleti. 3- Romalılarda ocakbaşı tan-rısı - Osmanlı Devleti’nde en büyük sivil veya askerî yöne-tim bölgesi - En kalın erkek sesi. 4- Osmanlı Devleti’nde şan, nişan veya ayrıcalık ve-rilen kimseler için çıkarılan padişah buyruğu - XV. ve XVI. yüzyıllarda Fransa’da yazılan

siyasal taşlama türü oyun. - Ye-mek. 5- Hayvanlara ait, hayva-ni - Bulgaristan’da Tuna nehri kıyısında II. Dünya Savaşı sonrasında rejim muhalifl eri için kurulan, 1980’li yıllarda ise Türk kökenli vatandaş-ları asimile edilmesi amaçlı kullanılan kamp. 6- Amaç - Karagöz oyununda teni beyaz olan Arap tipi - Leke. 7- İyice, adamakıllı. 8- Bir nota - Hindistan’ın internet ülke kodu - Titanın simgesi. 9- Mercan adası - İslam’ın beş şartından biri. 10- Sodyumun simgesi - Hane, konut - Delici kılıç. 11- Önde bulunan - İlaç, merhem. 12- Bir sayı - Gök-türklerden önce yaşadıkları için Ön Türkler olarak da ad-landırılan toplulukların en tanınanlarından biri - 13- Tar-la sınırı - Çin kuraklık tanrısı - Yazı. 14- Erkek adlarından sonra kullanılan saygı sözü - Yunanistan’ın güneyinde bir yarımada - Uluslararası İletişim Ölçme ve Değerlen-dirme Birliği (İngilizce kısalt-ma). 15- M.Ö. 3000-M.Ö. 1700 yılları arasına tarihlenen ve Orta Asya medeniyetlerinin temelini oluşturduğu be-

nimsenen Tunç Çağı kültür çevrelerinden biri - Ödünç alınan şey. 16- Lisan - Yasak-lama. 17- M.Ö. 550-M.Ö. 330 yılları arasında Antik İran’da kurulan ilk Pers devleti - Yüz, çehre. 18- Arka, geri - Galyu-mun simgesi - Çabuk ilerle-yen, iveğen - İğne yapraklı bir ağaç. 19- Radonun simge-si - 751 yılında Abbasiler ve müttefiki Karluklar ile Çin-liler arasında yapılan muha-rebe - İstanbul’da bir semt. 20- Alanya’nın 37 kilometre batısında, İpekyolu üzerinde Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubad tarafından 1232 yı-lında yaptırılan tarihi yapı.

tim bölgesi - En kalın erkek 4- Osmanlı Devleti’nde

şan, nişan veya ayrıcalık ve-rilen kimseler için çıkarılan padişah buyruğu - XV. ve XVI. yüzyıllarda Fransa’da yazılan

DERİN TARİH

ti - Liechtenstein’ın internet ülke kodu.

Orta Asya medeniyetlerinin Orta Asya medeniyetlerinin padişah buyruğu - XV. ve XVI. padişah buyruğu - XV. ve XVI. yüzyıllarda Fransa’da yazılan

DERİN TARİH / 2012 MAYIS

ti - Liechtenstein’ın internet 13- Üzme, sıkıntı

padişah buyruğu - XV. ve XVI. yüzyıllarda Fransa’da yazılan temelini oluşturduğu be-

e-mail:[email protected]

Bulmacanın çözümünü kimlik, adres ve telefon bilgileriyle der-gimize ulaştıranlar arasında çeki-lecek kura ile 5 okurumuza Mus-tafa Armağan imzalı Kızıl Pençe adlı kitabı hediye ediyoruz.

Adres: Derin Tarih Dergisi – Yeni Doğan Mah. Kızılay Sok. No:39 Bayrampaşa-İstanbule-mail: [email protected]

Ödüllü Tarih Bulmacası

Bazı Şeylerin Değeri Zor Günlerde

Belli Olur!

Yeni Şafak Gazetesi 18 yaşında.Yayın hayatına başladığımız ilk günden itibaren ülkemizde demokrasinin tüm kurumları ile yerleşmesi, milli irade ve değerlerimizin hakim olması için tüm gücümüzle çalıştık. Bu ülkenin geleceğinin derin sularda boğulup gitmemesi için çaba sarf ettik. Fırtınalı günlerde sığınılacak bir liman olduk. Bugüne kadar ülkemize yapmış olduğumuz katkıyı bundan sonra da okurlarımızın desteği ile sürdürmeye devam edeceğiz. Her gün Yeni Şafak’la yeni bir umut olacak.

yenisafak.com.tr