celal denem

17
Dasein

Upload: kalem-kurusu

Post on 17-Mar-2016

261 views

Category:

Documents


7 download

DESCRIPTION

deneme deneme

TRANSCRIPT

Page 1: celal denem

Dasein

Page 2: celal denem

Yazılarıyla 1. Ahmet Avşar 2. Batuhan Dedde 3. Barış Akbalı 4. Can İnal 5. Celal Yıldız 6. Cihan Tekin 7. Gizem Not 8. Payanda 9. Selime Nur Yılmaz

Ezayi Derun – Sayı : 1http://kalemkurusu.nethttp://facebook.com/ezayiderun.fanzin

//dedde - Belge No : 87Eza'ya Mektuplar

(Kanımı Can Kesti)

Payanda - Kırık Düş Vagonu

Selime Nur Yılmaz - Küvet Katilleri

Dudakaltı Fısıltıları

Page 3: celal denem

Kapının eşiğinden dalgalanmış tüm suçluluğuyla dokunurken gözlerinSaflığımda devrim yapan bakışların yıkıyor silüetimiEl çizgilerinden yakalanıyor rüzgâr, tükürüğünden tanıdığım yağmurlaHapis bedenimi korkutan fırtınan duâlarıma çarptıkçaŞehirler küser, oturur ağlar göğsümde ağır ağır...Tükenen sigaraların günahlarını çıkartan izmarit parçaları içime 'cız' adı verdikleri senfoniyi sunarkenBileklerim kan nehri yapıyor yerleriGüneş omuzlarından düştüğünde yarasaların tuttuğu gecelerYaslı canlılar odalarına çekilmiş şiirlere içerken,İmge kovalayan kalem adını sayıklıyor sarı kâğıtları ağlatarakÖzlemini duvarların yakınlığından çıkartıyorum delirmiş martılarla.Sehpâda duran ikinci el silahlarla saçlarını vuruyorum dudaklarıma.

Gökdelenlerden aşağı atlayan huzurlar, göçebe süreçlerinde beynimi oyup eğlenirkenYıllar, sol cebimde geçmişleri kusmakta, kuru ağzımın tren garındaNüfusun arttığı yalnızlık rakımlarında, sırtımı sıvazlayan kumsalın kayıp adalarına saklı ismin yanaklarımda,Yalpa yalpa yağan yağmur üşürken kaldırımlardaİçimi iskeletler basıyor çöktükçe ruhlar morgumun içindeSon trene yoksunluğun adlı bilet mühürü vuran, aşk!Kirli gözaltlarından renklerimi emerken siyah kapıyor önümü;Sobelerken 'seni sevmiyorum artık...' sözcükleriDuvarlar sıkışmış içime tekmeliyor gölge çıkartmak isterkenCinnet geçirirken kalp odalarımda şarkılarımızı fısıldıyor Âzrail,Son defa hayâllerde danseden, sırat köprüsünden atılırcasına yangın var üzüntülerim alev alıyorÇocukluğum darağacında oynarken ipimle, asıyorum kendimi sana,Kendimi yokluğuna armağan ederkenOyuncaklara son kez fısıldıyorum düşlediklerimi;

Kırık Düş VagonuKırık Düş Vagonu /Payanda

Page 4: celal denem

Kumbarama düş attığım günler gelir aklıma, gözlerinden düş'üp ağladığım geceler...Hislerimin altında kamburumdan yaralar arttıkça, karanlığa gömdüğüm ruhlar geçer önümden.Yağmur çıplak ağlar, ruhumu çıkartıp sana hediye ederken...Ellerim titrer, sonbahar yapraklarını kayıp şehirli kadınıma dökerkenCam kırılır, betonlar susar; bir melek daha kıskanır seni.Dudaklarımdan adın düş'erken!

//Payanda

Kırık Düş Vagonu /Payanda

Page 5: celal denem

Come As You Are’ın enigmatik videosunu görmüşsünüzdür. Hani şu Kurt’un ahizeye asılıp sallandığı.

En güzeli bu sahnenin çekiminde midesi bulanan Kurt’un çığlıkları :

“İndirin beni, kusacağım.”

Kurt’un annesi Wendy O’Connor (Taylor) göre çocukken Kurt, yemek masasında

“Boda” adlı hayali bir oyun arkadaşının oturduğunu düşünürmüş.

Liseyi bitirdiğinde Kurt birçoksanat okulundan burs kazandıysa da,

formların üstüne asit döküpgeri yollayarak

bütün teklifleri reddetti.

# Kurt’un annesi bir barda garson olarak çalışıyordu ve evleri olmadığı zamanlarda parkta yatıyorlardı.

# İlk albümleri “Bleach” yayınlanmadan önce Krist boyacı, Kurt ise bir dişçinin ofisinde odacı olarak çalışıyordu. Ve doktorun morfinlerini çalıyordu.

# Nirvana’nın Geffen Records ile anlaşmasının 750 bin $ civarında olduğu söylense de,gerçek rakam 250 bin$. Üstelik iki plak için. Nirvana’nın olağanüstü başarısı ve popülaritesi(!) sayesinde Kurt’un karısının grubu Hole bu rakamın iki katı bir meblaya imza atmış bulunuyor. Bu da işin ironik yanı.

Kurt Cobain 20 Şubat 1967 - 5 Nisan 1994

Page 6: celal denem

Toplumun öğle yemeği yediği bir saatte afet bir kadını becermeye çalıştığım rüyamdan zor...la anne darbeleriyle çıkartıldığım için küfürlerle açıyorum gözümü. Toplumun öğle yemeği yediği bir saatte rüyada olmak, rüyada güzel kadınları becermek beni farklı kılmıyor diğer insanlardan. Güneş biraz daha ilerliyor gökyüzünde, turuncu turuncu boşalıyor maviye. Maviyle turuncu karıştığında insanlar güzel manzara diyorlar. Esinlenip sanat eseri bile doğurtan var. Acil servisleri düşünüyorum, elektro şok cihazlarını, oksijen tüplerini. Yoğun bakım üniteleri gözümün önüne geliyor, yaşam belirtilerini gösteren tıbbi cihazlar. Mesela 60 yaşında bu ünitelere bağlı olarak yaşan bir adam... Koskoca 60 yıl bir fişin ucunda. 220 voltluk şehir akımına bağlı. Tanrının yarattığı en kusursuz ahmak, 220 voltluk akımın geldiği bir prizin ucunda sallanıyor. Fişi çekersem, işi biter. Fişi çekersem, Azrail mi oluyorum? Ya da fiş prize takılı kalırsa tanrı mıyım? O ihtiyarın vadesi dolmuşsa ve ben o fişi çekiyorsam cinayetten yargılanır mıyım? Tanrı günah yazar mı ben o fişi çektiğim için? Ya beni Azrail kullanıyorsa? Ya şeytanın dolduruşuna geldiysem, ya tanrı programımı bu yönde kodladıysa?

Akşam üzeri oldu. İnsanların 5 çayı dedikleri götten uydurma bir kaytarma vaktinde henüz kahvaltımı yapmadan 18. sigaramı içiyorum. Henüz yeni uyandığımda açmıştım ve bitmek üzere. Beni sigaraya başlatan arkadaşlarım, bir gün ben sigara yüzünden öldüğümde Azrail mi olacak? Ucuz bir sigaradan günde minimum 30 adet tüketiyorum. Bu ciğerlerimi fazlasıyla rahatsız ediyor. Geceleri ve sabahları uyandığımda inanılmaz öksürük nöbetleri geçiriyorum. Bu durum toplu taşıma araçlarında çok hoşuma gidiyor. Sürekli dua ederim çok sıkışık bir otobüste öksürük nöbetleri geçirmeyi.

Belge No : 87 – Batuhan Dedde

Page 7: celal denem

İnsanlar bu nöbetler esnasında size ezilmesi gereken pis bir böcek gibi bakıyor. Bu bana eğlenceli geliyor. Yani insanların kalplerinde barındırdığı en adi böceği görmeden, öksüren birinden tiksinmeleri son derece güzellik katıyor benim ruhuma. Orgazm sonrası içilen bir uzun marlboro gibi keyif verici. Otobüste gerekli anarşiyi yaratıp, hanım evlatlarını ve ana kuzularının rahatını kaçırdıktan sonra inerek yoluma yayan devam ediyorum. Tabanvay. Bu tramvayın insana indirgenmiş hali. Yani herkesin kendi tramvayını yaratması durumu. Yolda aparatif olarak sevişen gençlere bakıp, öyle gülüyorumki bazen donuma çiş damladığını hisseder gibi oluyorum. Birbirlerini delice sevdiklerini düşünüyorlar. Gerçi bunların ebeveynleri de bu şekilde. Severek evlenmek diye bir durum var. Neyi severek evleniyorlarsa. Severek değil o sike sike evlenmek. Mecburi. Çünkü toplum öyle istiyor. Oğlan askerden geldi, kızın yaşı geldi geçiyor. Evlenme çağı diye bir yaş grubu bile kurmuşlar nasıl bir tarikatsa bu. Akşam üzeri bitti. Güneş fazla boşaldı maviye. Orgazm sigarasını yakmış olmalı. Ufukta beliren bulutlardan belli. Şimdi ay sahne alacak, bütün yıldızlarda garip bir heyecan var, aralarında fısıldaşmalar vs. Belediyenin yıllardır tamir etmediği için yanmayan sokak lambalarının altında yatan evsizlerin üzerine basmamaya dikkat ederek evimin yolunu tutuyorum. İşte görkemli şatomdayım. Burası dünyanın en büyük yalnızlık sarayı. Bir oda ve bir salon. Bir tuvalet ve bir banyo. Küvetim bile var. Dünyanın en büyük ve en lüks sarayı.

Page 8: celal denem

İçerisi kaskatı yalnızlık, kopkoyu gam. Plaktan dinlemek isterdim Massive Attack’ı ama maalesef teknoloji CD’lere imkan veriyor yahut DVD’lere. Üzerinde yarısı silinmiş ‘play’ yazılı butona dokunduktan sonra küvetimi buz gibi suyla dolduruyorum... Suyun soğukluğu tüylerimi şahlandırıyor. Bu güzel bir duygu. Bir kadının kasıklarımı öpmesi gibi bir ürperti. Şarkının ritimlerine uygun atıyor nabzım. Ya şarkı bana ya ben şarkıya uyuyorum. Bilemiyorum. Ayaklarımı soğuk suya soktuğumda gözümün önünden film şeridi gibi değil ama sahil şeridi gibi geçiyor ömrüm. Güzel manzaralar sağ tarafta, sol tarafta üzerine kuru kafalar çizilmiş, anlamsız yazılar barındıran taş duvarlar... Dilimin altından öğleden beri sakladığım baklayı çıkartıyorum. Bakla benim 3 yıldır sakladığım jiletimin adı. Onu çok seviyorum. Dedemden kalma. Dedem gençken onunla traş olurmuş hep. Bende sakladım hatıradır diye. Biraz paslandı fakat acayip kesici. Vücudumdaki izleri mahkemeye kanıt olarak sunabilirim eğer bir gün aksi iddia edilirse. Baklayı bileklerimde hafifçe bir gezintiye çıkartırken, baraj kapaklarından akan suyun durdurulması mümkün olmayan gedikler açan dinamitler gibi batırıyorum derime. Sol kolumu havaya kaldırıyorum. Zigzag çizerek kolumun iç kesiminden, koltuk altıma kadar ulaşıyor sıvı. Sıcacık... Sevgilimin dudakları gibi ıslak ve sıcak. Gülümsüyorum. Suya damladıkça sıvı, suyun rengi bulanıklaşıyor ve ben her damlada bir koyun sayıyorum.

256 numaralı koyun, hoşça kal Clementine...

Belga No : 87 – Batuhan Dedde

Page 9: celal denem

Hakkında fazla bilgiye gerek görmediğim (seni anandan bile kıskanıyorum) kill bill volume 1′de go go yubari’yi oynayan japon aktris. 1984 doğumludur. (: kill bill’de şişeyi kafaya dikip yanındaki dünya çirkini adamı deşmesi inanılmaz bi sahnedir. tam bir fetiş ürünü kendisi. hastasıyım…

10 ekim 84 doğumludur ve doğum yeri : Tsuchiura, Japonya’dır..Medya dünyasında kullandığı takma isimleri ise : Chiakisama – Queen Bee ve Go Go Yubari’dir…

Çüknot: Boyu : 1,60 ve çince ismi : 栗山千明

Page 10: celal denem

Kanımı can kesti! Sicilime işleyin. Biraz tuz yakılırken kirpiklerimden, yine damla damla duman sızacaktı bileklerimden. Yerleşik hiçliğimden mi çıktı şimdi satırlarla yüklü bu yükümsüz kabuk ? Geceye zıt naylon bir tebessüm maskelenmekteyken her yağmacı gün, bu garip gecede yitik rolünden usandığını haykırdı yüzüm. “Keşke”lerin idamı hatrına keşke sağır olsaydın ey hüzün! Tazyikli cam yağmurlarını, aksak kafesleri, topal vitrinleri tanır mısın? Ya mütereddit pıhtıyı? Aksın mı, dursun mu? Kekeleyen nehirleri gördün mü hiç? Bıçak kınını kesmezmiş, kusurumu tortula. “Acıya dair”lerin yakasına çökmüş kimliğim, takındığım simayı yüreğe aynalamanın telaşında. Süprüntü dolu uyarılar bin kalıba girmiş yedek yenilmişliğimde. Yemeklik dipnot hazırlıyorlar geceye. Sen bakma usanmışlığıma.

Asıl, inkarı dillendirmeyi becerebildiğim an, tenha kalacağım bu gri kentte. Diktacı görüntüler sunan penceremi döktüm kucağıma. Ne hoş (!) manzara. Her yer beton! Bakmakla görmek farklı derler. Ne yani, herkesin salıncaklı bir ağacı var da, ben körlüğü mü biriktirdim bu kirli aydınlıkta? Çocuksu hüviyetimde saklanıyor soyut saklambaç. Evet, işte duyumsuyorum. Nasıl da zıplıyor içimde yakan top. Ve ben, körebe. Gene her şey eskittiğim gibi. Yani körebe. Yani zifiri körlüğün beceriksiz düşkünü. Düştüğünde dizini ve elini kanatan, yanaklarında tuz damıtan küçük! Ya şimdi düşsen? Off… Cerbezeli kalbimde susturucular talimde yine. Bugün düş… Yarın düş… Hasarlı tadımı kaçırma da söyle, ne zaman uyanacağım? Hiçbir koloniye anlatamadığım pankartlarımı uçak yapıp, göğün kapılmamış bir köşesine yolladım. Sandım ki, emindir cephe gerisindeki ayrıntı gerçekler kadar.

Kanımı Can Kesti[Eza'ya Mektuplar]

Barış Akbalı

Page 11: celal denem

Güneş kılığında ay… “Gökkuşağı devrilmiş üstüne” dediler. “Bütün renkler yağmalarken mavi yamalamış” dediler. Nihilist bir debeleniş takıldı ağlarıma. Yarası nasıl, fısıldayabiliyor mu hala? Tipiler bulutlarda istilacı… Bırakın bir asalak gibi içime sırnaşanı, kağıda düştüğüm söylemleri tanıyamıyorum ben. Ey alizelerin dilencisi kalbim! Bulutların sultani tembelliğine karışmak sana mı kalmış? Müjdelere yeteneksiz önsezilerimle, boğum boğum bir ilmek solu şimdi gözlerimde. Sonra yıpranmışlığıma yıkılan dalga sesleri doluşsun genzime. Sazlıkların düşsel bakışlarını bir yerden tanıyorum zaten. Yastığım kadar ıslak rıhtımlarda yalıt gölgemi, ey zifir suskunu beton!İçim loş… Sektirdiğim taşı duyumsamak, yüreğimi duyumsamaktan daha kolay. Kolay da… Kolaya yeltenmekten büyüdü yarıklarım. Vay başım… Sen misin, ezdiğin kaldırımlarda biten otların direncine özenen? “Puslu ömrüme işli bir imrencedir otlar” diyen dilsiz, sus!Nefesine yakışıyor mu hiç? Sen değil miydin, yağmur kuşunun ekmeğine göz koyan? Daha ateş siftah etmemişken yangınlar çıkaran, sonra da bu mızmız trajedinin sırtını sıvazlayan? Al işte, bozca bir sızıldanmanın bozbulanık ecridir somutluğunda sana yaraşan. Zemin ve zamana uygunluğu bilemedim hiç. Solungaçlarımı surlara boyadım; suyun haberi yok. Dalgalardan dalgın kıyılara vurdu çitlerim. Ayyuka çıktı ağlarıma asılı bir kulaç yengeç. Haykıramadım. Dedim ya, zemin ve zamana uygunluğu bilemedim hiç. Karmakarış üşüyorum. Sahi, sıcak mı elleriniz? Bu ıssız sergüzeştin bir yamaç eşiğinde son bulmayı beklerken, mahçup bir dua dillendi -dilden öte- en derinden. Diken kokulu kuyularda gül seraplarına sürmek kadar asalet istiyorum bu sefil kentten.

Barış Akbalı - Eza'ya Mektuplar (Kanımı Can Kesti)

Page 12: celal denem

Sinema böyle olmalı… Mükemmel tanımı benim için yetersizdir, izlediğim an itibariyle hala

etkisinden kurtulamadığım bir şaheser… Belki de izleyenleriniz varsa abartıyorsun diye düşünenler olabilir lakin hayatımda ilk defa, imdb sitesinde 10 üzerinden 10 verdiğim tek filmdir. Öncelikle

belirtmeliyim ki hayatım boyunca izlediğim filmler arasında en iyi sinematografilerden olan bir film..

Bilenler vardır mutlaka Ki-duk Kim ‘e olan hayranlığımı ve bu filmi izlerdiğiniz zaman, birden

Ki-duk Kim filmlerinden birini izlemeye başladığınız hissine kapılıyorsunuz… Bu film

sayesinde hayranı olduğum yörüntü yönetmeni olan Ravi K. Chandran tüm filmlerini araştırmaya başladım, kaldı ki kameraların bakış açıları,

ışığın o mükemmel yansıması ve saymakla bitmeyecek olan o müthiş çekim tekniğini büyük bir duyguyla

yönetmiş ve senaryosunu yazmış olan yönetmen Sanjay Leela Bhansali ‘nin kim olduğunu bu zamana kadar bilemediğim için kendimi biraz ayıpladım… Filmdeki o olağanüstü oyunculuk ve aktarılması gereken “o

yaşayan bilir” duygusunu bize sunan Amitabh Bachchan ve Rani Mukherjee ne demeliyim bilemiyorum

ki… Herşeyi ile mükemmel kelimesinin çok zayıf kaldığı bu filmde repliklerin her biri bir duygu olduğu gibi müziğini üstlenmiş olan Monty ‘ye hayran olucaksınız… Sadece kendinize bir iyilik

yapın ve izleyin…Barış Akbalı

Page 13: celal denem

Beynimin kafatasıma yaptığı basıncı hissederek uyandım. Şaşırtıcı olan buna kafamın nasıl

dayandığıydı. Kafamın içindeki her şeyi bir kenara atıp bu soruya yoğunlaşmak, basıncı düşürdüyse de, cevabı imkânsız soruların hep yaptığı gibi bu soru da bana şirin bir baş ağrısı verdi. Duvarlar benle dalga geçiyor. Bilmediğim o kadar çok şey var ki. Masanın üzerinde yakılıp kaderine terkedilmiş bir sigara var. Durumum göz önüne alınırsa kim yakmış diye sormak aptalca olur. Burada tek başımızayız. Kim olabilir ki? Koltukta uyumak pek akıl karı değil belki ama yatak odası çok daha korkutucu

geldi gözüme. Çalışmayan televizyona bakıp uyumak şu aralar en sık yaptığım şey. Zaten şu aralar pek fazla bişey yaptığım söylenemez. Biraz şundan, biraz bundan. Hep aynı terane. İnsanın hevesini yitirmesi kötü bişey. En azından bunun farkında

olmam iyi. Bu eve geldiğimde zaten dibe vurmuştuk. Yoksa bu yer hiç tarzım değil, bilesin. Ben daha retro bişeyler arıyordum. Ama iyi döşenmiş retro evler pek terk edilmiyor bu günlerde. Bağımlılığım

yok, tanıdığım yok, param yok. Burada tanrıma kavuşsam arkamdan kimse ağlamaz. Çünkü ölüler

ağlamaz, bu kadar basittir. Pan öldü ve onu arka bahçeye gömdük. Sonra pek çok şeyimiz de öldü aslında ama Pan onların içinde en çok koyanıydı

galiba. Ondan sonra kimse güldüremedi bizi. Ondan sonra kaybetmeyi umursamamaya başladık. Pan’dan sonra bi süre yalnız takıldım. Dedim ya umurumda değildi. Bozuk televizyonlar, akmayan sular, akan tavanlar, dökülen sıvalar sorun değildi. Aslında burası zamanında çok güzelmiş. Bence hala güzel,

ama Mantus benimle aynı fikirde değil. O buranın iç karartıcı olduğunu söylüyor. Mantus bir gece

yarısı, yapıştırıcıyla kafayı bulduktan sonra geldi buraya. ‘Saçlarımı kurular mısın? Dışarıda deli

gibi yağmur yağıyor. Saçlarım yapış yapış oldu ve beni gerçekten gıcık ediyor.’ İşte aynen böyle

dedi. Evdeki prizler çalışmadığı ve çalışsa bile benim bir saç kurutma makinem olmadığı için gazete kâğıtlarıyla ensesine dökülen saçlarını kuruladık.

Küvet Katilleri – Selime Nur Yılmaz

Page 14: celal denem

Berbat haldeydi. Ayakta duramıyor, konuşurken sık sık ne dediğini unutuyor ve başka bi konu açıyordu. Sonra koltuğumun üstüne devrildi. Sızmış bir erkeği taşımayı göze alamayarak yere attığım buzdolabı kartonlarının üstünde uyudum o gece. Ertesi sabah Pan’ın mezarı

başında dikilirken, Mantus üzerinde benim sabahlığımla arkamda durup beni izledi. Onu fark etmeme rağmen, tepki vermedim. Üzerindeki sabahlık annemden kalan

nadir şeylerden biriydi, ama bu ona öfke duymama yol açmadı. Çünkü üzerindeki pembe gül desenleri, onun kirli suratıyla ve uzun saçlarıyla komik gözükmüştü gözüme. Traş olmalı, diye düşündüm. —Ne o? Erkek arkadaşını mı öldürdün? Onu öldürmüş olsaydım, ardından yasını tutmazdım. Bunu ona söylemedim.

Dudaklarımı kıpırdatmak dünyanın en zor şeyiydi çünkü. Sağ elimin titremesini bastırmak içini diğerini onun üzerine kapatmıştım. Beceriksiz ellerim karnımın üstündeki boşlukta öylece duruyorlardı. Bıraksalar

bütün dünya öylece donup kalacak gibiydi, ne yazık ki bırakmadılar. —bunu giymeme bişey demezsin diye

düşündüm. Baya eski sanırım, dün gecekiler berbat haldeydi. Bu arada sana herhangi biri hakkında

herhangi bişey söylediysem nezaket gereği unut onları. —O annemindi. —Harika. Pan’ın mezarı karşıdaki çöplük tepeye bakıyor. Tasmasını bir sopanın ucuna geçirip toprağının başına dikmiştik, bir işaret olarak. Ama biri onu çalmış. Hayat ne boktan. En azından eski

dostumuz en sevdiği yerde yatıyor. Asıl endişelenmesi gereken bizleriz. Metruk bir ev görünce dayanamayan fahişelerin piçleri. Mantus gitmiş, ona giyecek doğru düzgün bişeyler ayarlamak lazım. Yukarı çıkıp bişeyler yemeliyiz çünkü burada ısıtma sistemi diğer her şey

gibi bozuk. Evin içinde ateş yakmadığın sürece ısınamazsın. Evin içinde ateş mi dedim? Unut gitsin, tek yuvamı yakacak değilim. Ev çok soğuk olduğu için iyi giyinmeli, yediğime içtiğime dikkat etmeliyim. Annem gibi konuştuğumu biliyorum ama burada hasta

olmak düşündüğünüzden daha kolay. Ve eğer bu sefer de hastalanırsam işim bitti demektir. Mort. Mantus bir

zamanlar mutfak olan bu yerde kap kacak bulmuş anlaşılan. Şimdiye kadar görmemem ilginç. Aslında sık sık yemek yaparım ben, gerçekten. Yani bunun tersini düşünmenize gerek yok. Ohh la la!! Kahve kokusu bu.

Lanet olsun benim hiç kahvem yok ki.

Page 15: celal denem

Hiç olmadı. Bu ne ya? —Kahveni nasıl istersin? -Aa.. şeyy.. Sütlü? —İşte bu süper. Şekerli Sally, sütlü kahve istiyor. Müthiş. —Şekerli Sally mi? —

Sally Zucco. Adın bu değil mi. Masadaki kağıtlardan birinde okudum. Zucco şekerli demek. İspanyolca sanırım. —Ahh. —Kahvaltı iyi olur diye düşündüm. Dün gece için teşekkür ederim. Bu halimle beni

kimse evine almazdı. Sakalına, yüzündeki tekinsiz ifadeye, kirli saçlarına baktım. Haklıydı. Köşeli suratı erkeksi ifadeliydi. Kirli sarı saçları vardı. Mavi gözleri kötücül bir ateş taşıyor

gibiydi. Güldüğü zaman gözlerinin kenarı kırışıyor, eski kıyafetleriyle birlikte ona yaşlı ve yorgun bir hava katıyordu. Yaşını kestiremedim, hem yaşlı hem genç hem de zamandan muaf gibiydi. —Gözlerin

şişmiş sanki. —Katılıyorum. Tek kelimelik cümlelerle konuşma isteksizliğimi belli ettiğimi

umuyor, bu yolla muhabbetin kaygan zeminlere kaymasını engellemeye çalışıyordum. Mantus evimize girmişti. Bu kesindi, ama hayatımıza girmesine izin

mi verecektik? Ne münasebet. O gün daha sonra yukardaki odalardan birinde, ki burada orasından burasından yaylar fırlamış üzeri kahverengi toz,

küf ve nemle kaplı çift kişilik bir yatak ve aynalı makyaj masası vardı. Bu yerin eski sahipleri

nezaketen onları buraya terk etmiş olacak. İşte o gün, yani Mantus’un geldiği ilk gün, ben ilk defa o aynanın karşısına oturup onun saçlarımı taramasını

izledim. Olayın alışılmamışlığı, saçlarımdan duyduğum utancı unutmamı sağlamasa da hiçbişey olmamış gibi davrandım. Evet, ben bunu sık sık

yaparım. Ne var? Evime tanımadığım adamları alıp, onların saçımı taramasına izin veririm. Günlük

rutin işte. Saçlarımı tararken, niye kafamın bazı yerlerinde saçlarımın kazınmış olduğunu sormadı. Konuşmayı sevmediğimi anlamış olmalı. Zeki çocuk.

Tüyleri dökülmüş fırçayla, saçlarımı özenle taradıktan sonra durup eserini inceledi bi süre. Beğenmemiş olacak ki bir süre kararsızlıkla durup sonra gömleğinin ceplerini arandı. Neden sonra

çıkardığı inci kolyeyi, boynuma taktı. Aslında ben asla takı takmazdım ama onunla savaşacak gücüm yoktu. Kolyeyi de taktıktan sonra derin bir iç

geçirip gülümsedi.

Page 16: celal denem

Sonra uzun bir süre ikimizde diğerinin bişeyler söylemesini bekledi. — burada çok

oda var. Eşyalarını alıp, istediğine geçebilirsin. Tek laf etmeden gitti. Sanırım bunu onaylama olarak almalıydım. Bikaç Gün daha böyle geçti. Mantus tek söz söylemeden çıkıp biyerlere gidiyor, sonra ellerinde torbalarla geliyordu. Akşam işten gelen

babasının ceplerini karıştıran küçük kızlara dönmüştüm. Onun gelmesini bekliyor sonra paketlerin içinde bana özel hediyeler arıyordum. Bana bakışlarından onun bu

durumdan hoşlandığını anlıyordum. Birbirine yapışık dudaklarının hafifçe kıvrılması onu

ele veriyordu. Getirdikleri genelde kimsesinin, bizim bile işimize yaramayacak

döküntülerdi. Ama bir seferinde eski plaklarla dolu bir koli getirdi. Rolling Stones, Beatles, Billy Holiday, Peggy Lee hatta Clash ve Ramones… Heyecan verici bir koleksiyon olsa da tek başlarına pek bişey ifade etmiyorlardı. Ta ki o eski pikapla çıkıp gelene kadar. Şimdi sabaha kadar iyi

müzik dinleyebilirdik. Mantus giderek hayatımızı değiştiriyordu. Daha da garibi bu

hoşumuza gidiyordu. —rise and shine, sleepyhead. Evet, bu benim. Bana çocukça

sıfatlarla seslenmesi bir yana, hala uykumdan uyandırılmaktan nefret ettiğimi öğrenemedi. —Kes şunu, Mantus. Biraz daha

uyumalıyız, yoksa sinirli ve gergin oluyoruz ve gözümüzün altındaki halkalar

belirginleşmeye başlıyor. Uykumu tam alamadığım zaman ölü gibi olduğumu

biliyorsun. Uykumu aldığım zaman en azından uykulu olmayan bir ölüyüm, tatlım. Bırak da biraz daha uyuyayım. Lütfeeeen. Yoksa Yarım Kalan Uyku Sendromu’na yakalanıp öleceğim.

Ah, bunu duymuş olman gerekirdi. Çok ölümcüldür, gerçekten.

Page 17: celal denem

Harbiden duymadın mı? Bu imkansız, saksıda falan mı büyüdün sen? Eğer 2 dakika daha uyumama izin verirsen yemin ederim sana bu süper öldürücü, tehlikeli virüsü bütün ayrıntılarıyla anlatacağım. Hayır mı? Tamam, hepimiz de geberip gideriz o zaman. Benim için hava hoş. Bana kıyamet gibi gelen bikaç dakikadan sonra, sıcacık yorganı atıp dostumu takip ediyorum. Aslında içten içe bugünkü planını merak ediyorum. Beni uykumu bölmeye ikna eden de bu. Elimden tutup, pikabın başına

götürüyor beni. Koltuğun kenarında duran kolinin içindeki plakları karıştırıp içlerinden birini seçip, çıkarıyor. Üstünde hala annemin sabahlığıyla eğilip plağı yerleştiriyor. Kısa bir cızırtıdan sonra şarkı başlıyor. Oynak bir Latin ezgisi. Piyano sıcak suyun vücudumdan kayması gibi, akordeonun üstünden kayıp

gidiyor. Gözümü kapatıp ritmi yakalamaya çalışıyorum. Mantus, yaklaşıp ayağa kaldırıyor. Elleri belimde,

ritme uyarak salınmaya başlıyor. Çivi gibi dimdik ve katı duruyorum. Korkuyorum, diyorum, ben dans etmeyi bilmem. —öğrenebilirsin. Sadece kendini bırak. —Yapamam. Yapabileceğimi sanmıyorum. —Yapabilirsin.

Adımlarıma uy. Bir ve iki ve üç. —Hayır, karıştırıyorum. Yanlış yapıyorum. —Beni dinle. Burası hayat değil, beni duydun mu? Burada yanlış diye bişey yok. Eğer hata yaparsan durup en baştan başlarız.

Anlıyor musun? -Evet. Ve o gün Mantus bana dans etmeyi öğretti. Aslında öğrendiğim şey, bundan fazlasıydı. Kazu’nun hayatımıza girişi ise bambaşka bi hikâye.

Selime Nur Yılmaz