capt.sait seferoglu
DESCRIPTION
Capt. Sait Seferoglu'nun anilariTRANSCRIPT
1
AHMET SAİT SEFEROĞLU
79/4874
E.Dz.Kd.Bnb. ve Uzakyol Kaptanı
BU SATIRLAR 2007-2008 YILLARINDA DENİZDE İKEN
YAZILMIŞTIR. NORVEÇ FİYORDLARINDA BU RESİM
ÇEKİLDİĞİNDE AŞAĞIDAKİ SATIRLARI YENİ
TAMAMLAMIŞTIM. BUNDAN BİR SÜRE SONRA DENİZİ TAMAMEN
BIRAKIP EMEKLİ OLDUM.
ANILARIMI OKUMAK NEZAKETİ GÖSTERDİĞİNİZ İÇİN
ŞİMDİDEN TEŞEKKÜR EDER SAYGILARIMI SUNARIM.
2
2000’ler
Nedir bu Halimenin çektiği Türk milletinden? Bunu hala anlayabilmiş değilim,
anlayamayacağım da…
Samanlıkta basılan, tUmmanı gül dalına asılan Halimenin suçu ne ola ki?
Halimelerin kaderini türkü yapıp çığırtmak kültürü ise ayrı bir konu.
Halime bundan hoşnut olmalı. Öyle ya bu ilginç öykü dillere destan edilmiş, sanki
kutlama havasında söyleniyor türküsü.
…
Ankara’da benim ilk hatırladığım evimizin bahçesinde çıplak ayaklarım ve yataktan
kendimi dışarı attığım pijamamla bahçe korkuluklarının üzerinden bakabilmek için parmak
uçlarımda yükselerek komşunun oğlunun ismini ilk olarak kelimelere döktüğüm zamanlardan
ilk hatırladıklarımdan biri de bu türkü, nedense. Ve bir de hala hikayesini tam olarak
bilmediğim “Yeşilim, yeşilim aman” türküsü.
Sanırım bu hatırlamaların ardında muhterem pederimin sabah erkenden kalkıp radyodaki
yurttan sesler türkülerini sonuna kadar açarak yeni günün başladığını adet edinmiş
olması yatmakta.
Şimdi ise ben Beethoven’in 9ncu senfonisi eşliğinde Atlantik Okyanusu’nun tam ortasında
bir yerlerde, hadi tam yerini de söyleyeyim, içimde kalmasın; Napolyon’un son nefesini
verdiği (sürüldüğü) Ascension adasının güneyine yakın bir yerlerden geçerken oturmuş
bunları yazıyorum.
Biz denizciler uzun seferleri pek severiz. Sanıldığı kadar rahat değildir yaşamımız, sık
limanları pek çoğumuz sevmez sanılanın aksine. Liman çoğu zaman stresli bir
koşuşturmacayla geçer, oysa ki uzun seferlerde denizciler hem işlerini planlı bir
şekilde yoluna koyar hem de kendisine vakit ayırabilirler. Herhangi bir uğraşı olmayan
3
kimseler doğal olarak sıkılabilirler ancak okuma, yazma veya başka ilgi alanları olanlar
için bulunmaz bir fırsattır bu uzun seferler. Biraz hızlı okuma alışkanlığım olduğu için
yine getirdiğim bütün kitapları biraz erkence bitirdim, o zaman yazmam gerek diye karar
verdim. İşte bunun sonucunda beni okumaya katlanacaksınız, umarım..
Bana göre Beethoven müthiş derecede gerçekçi bir besteci. Coşkulu müziği beni zaman
tünelinde alabildiğine geçmişe ve yine yaşamdan sonraki zaman da dahil olmak üzere bir
uçtan ötekine götürüyor.
Oysa Halime?
Beni üzüyor..
Türkünün fantazisine bir diyeceğim yok ama nereden bakarsan bak benim gibi küçük bir
çocuk bunları dinleyerek büyümemeli. Yoksa benim de herkes gibi pek dikkatli olmamam,
sözcükleri öğrenmekle birlikte sadece müziğin ritmi ve coşkusunla mı ilgili olmam mı
gerekiyor, pek bilemiyorum. Sanırım bende bir terslik var.
Bir iki yaşındaki bir oğlanın bütün bunları yorumlayamaması sadece küçük bir ayrıntı,
değişmeyen tek şey şu yarım asırlık zaman dilimindeki yaşamımda, varoluşum ve dünyaya
gözlerimi açtığımdan beri süregelen tarzımın ve kimliğimi oluşturan dünya görüşümün hiç
ama hiç değişmemesi.
Yok, yok, bunu iyi bir seymiş gibi algılamıyorum. Tam tersine kendimin en acımasız
eleştirmeni yine benim ve değişmeyen tek şeyin değişimin kendisi olduğunun farkında
biriyim ama benliğim buna daima karşı koyuyor. Sanırım yaradılışımda bu şekilde
programlanmışım. Ve kendimi feci şekilde uyumsuz biri olarak görüyorum. Her ne kadar
görünüşte tam tersi tanınsam da malesef bu da benim kendi özeleştirim ve doğru. Bunun
temel sebebi de dünya görüşümde değişime kapalı olmamda yatıyor, yani yine başa
dönüyoruz, ne kadar eleştirsemde değişmeyeceğimi bile bile kabullenmiş gidiyorum
yaşamda. Neyseki bunu pek de dert etmiyorum ama farkındayım. Farkındalık da hiç fena
değil, en azından kendinle barışık olmanı sağlıyor.
Şimdi sizi kendi dünya görüşümle sıkboğaz edecek değilim ama sanmayın ki bu değişmez
(sabit fikirli de diyebilirsiniz), dünya görüşündeki adam muhafazakar, kuralci ve
yaşadığı zamanın sosyal kurallarında duruyor. Hayır, asla. Tam tersine çoğumuzun içinde
doğuştan oluşan birçok şeyi sorgulamadan olduğu gibi kabullenip, onun üstüne bir yaşam
ve dünya görüşü oluşturmaya olan tepkiselliği alabildiğince davranışlarına ve yaşam
tarzına yansıttığı gibi bir başka deyişle anarşist bir kişilikte bile diyebiliriz.
Şu uyumsuzluk meselesine dönersek bunu biraz daha iyi açıklayabilirim. Örneğin ben
Halime türküsü kültürüne tepkiliyim ama Karacaoğlan kültürünün de farkındayım.
Beethoven, Mozart ya da Vivaldi dinliyorum ama bir batılı gibi yaşamak, onlar gibi olmak
filan istemiyorum. Biraz daha açayım, zevk için balık tutan zengin Amerikalı’nın
hikayesi gibi yanındaki Hawai yerlisi balıkçının ailesini günlük besleyebilmek uğruna
birlikte balık tutarken onu anlayamaması, yerlinin aslında kendisinden çok daha mutlu
olduğunu bilememesinin nedenlerini anladığımı sanıyorum.
4
Hadi bu konuyu fazla uzatmıyalım, feci şekilde duygusal ama bir o kadar da yaşamın
felsefesini kendince çözmüş olduğunu sanan biri olarak gerçekçi biriyim işte.
Bir de şu konu var ki; ülkemde çoklukla karıştırılır ve öyle de olmaya devam edecek,
yaşamımızdaki kahramanlar, beğendiğimiz liderler, sanatçılar, düşünürler ya da bilim
adamları konusu.
Örneğin ben bir Atatürk, Nazım Hikmet, Mozart, Pink Floyd, Bernard Shaw, Piri Reis,
Karacaoğlan, Aşık Veysel… hayranıyım. Ama kendimi asla onlara benzemek yada onlar gibi
olmak için zorlamadım hiç, bunun en azından aptalca olduğunu düşünüyorum. Nasıl ki
M.Akif Ersoy’un heyecanlı şiirleriyle coşarken M.Akif gibi yaşam tarzını seçmiyorsam
Atatürk’ün mükemmel liderlik, devlet adamlığı ve öngörüşlülüğü beni ilgilendiriyor,
hepsi bu.
Sabit fikirliliğime bunu da eklerseniz sonuçta oldukça megoloman biri oluyorum ki, olsun
varsın. Kendinle barışık olmanın püf noktasının da zaten burada yattığını düşünüyorum,
Uyumsuz, megolaman… üff, çok acımasızca eleştirdim galiba kendimi.
Herneyse gelelim asıl konuya; 2000’ler. Evet neden 2000’ler. İşte size yaşam öyküm,
bunun nedenini okudukça anlayacaksınız.
Öncelikle yaşamım 1950’lerin sonunda başlasa da 20nci asrın 21’le birleştiği bu ilginç
zaman diliminin insanıyım. 2000’lerin insanı olmanın bir ayrıcalık olduğunu düşünüyorum.
Örneğin babam bu asrı tamamlayamadı. Benimle birlikte asrı yaşyabilen milyarlarca insan
var, siz onlardan birisiniz. Sizce de bu sayısal bile olsa bir ayrıcalık değil mi? MÖ
10000 yılında yaşadığınızı düşünün, Göbeklitepe’de il buğdayı eken medeniyet kıvılcımını
başlatan bir nesilde yaşıyorsunuz. Yada MÖ 5000. MS 1000... 2000 evet evet önemli bir
yıl, rakamsal bir durum da olsa şanslıyız.
Eh tabii bir de okuduğum okulda sınıflar binlerin katları olarak isimlendirilirdi, ki
benim sınıfım 2000’lerdi. Bu okul meselesi size biraz tuhaf gelebilir, nedir yani
herkesin bir okulu var, herkes okul ve sınıf arkadaşlarını sever. Hatta bazen bu
öylesine aşırıya kaçar ki neredeyse özel bir topluluk, birliktelik oluşur. İşi hafiften
aşırılaştırıp neredeyse bir tür ırkçılığa bile vardırmak söz konusudur. En iyisi sizin
okulunuz, hatta okuduğunuz dönemdir daima. Bu iyimidir, kötümüdür bilmem ama bildiğim şu
ki, yatılı okuyan ve üstelik buluğ çağlarında henüz kişilik oluşurken daima birlikte
olmak insanda çok değişik izler bırakıyor, olumlu yada olumsuz tarafları olabilir ama
şahsen ben ve birçok arkadaşım kendimizi yaşamımızın sonuna kadar bu ortak ruh ve
anlayıştan soyutlamayacağımızı düşünmekteyiz. Bizim için aile ilişkilerimizden pek
farklı değildir birbirimize hissettiklerimiz.
---
5
Yaşamım 1958 yılının 23 Temmuzunda Ankara’da başladı. Benim hatırlamadığım Yenimahalle
semtindeki ilk evimizde iki kız çocuktan sonra üçüncü bebek olarak dünyaya geldiğimde
babamla annem doğumdan önce biraz atışmış olsalar da, sonradan erkek bebeği olduğunu
öğrenen babamın yelkenleri indirdiği, bir numaralı yazlık beyaz takımlarını giyip annemi
ve beni doğumevinde büyük bir mutlulukla kucakladığı hikayeleri ile gözlerimi açmışım bu
dünyaya.
Yedi yaşında köyünden kendi başına çıkarak Anadolu’nun hemen her kentinde okuyarak
elinden geldiğince kendisini yetiştirmiş babam yedek subaylığını (ilk dönem) denizci
olarak yapıp, otuz yaşını biraz geçtiğinde annemle evlenmiş. Bu yedek subaylık kendisini
ziyadesiyle etkilemiş olmalı çünkü tam bir bahriye hayranıydı, başka bir dünya olduğunu
söyler dururdu, ileri yaşlarına kadar hala görüştüğü bahriyeli dostları vardı. Dönemin
mayın filosunda Rıdvan Pekkan’ın gemisinde (oğlu gibi) silah subayı olarak çalışmış.
İlk evimiz Yenimahalle semtinde beşinci durak denilen yerdeymiş ve annemin amcasının
ailesiyle çok samimi olduklarından onlara yakın bu semtte ilk evlerine yerleşmişler.
Sonradan biraz da ekonomik nedenlerle dedemlerin Altındağ semtindeki eski evlerine
geçmişiz. Ben ilk bu ikinci evimizi hatırliyorum, sanırım 1960 yılı filan olmalı. Tek
katlı ve bahçesi olan bu ev Ankara kalesinin arkasındaki tepelik bir yerde idi ve ana
caddeden evimize çıkmak için baya yokuş ve merdivenlerden tırmanmak gerekiyordu. Havadar
ve çok güzel manzaralı evimizde sanırım benim de doğmamla oldukça mutluymuşuz. Benden
önce biraz gerginlikler olmuş annem ve babamın arasında ama benim dünyaya gelmemden
sonra bir süreliğine de olsa mutlu ve sakin günlerimizdi bu dönem.
Tabii bir de doğduğumda isim koyma hikayesi var ki, bunu anlatmadan geçemiyeceğim.
Doğduktan sonra bana isim koyulacak, ilk olarak ailenin en büyüğü olan annemin amcası
Cavit amca beni kucağına alıyor ve isim koymadan önce geleneklere göre kulağıma ezan
okuyor. Sonra da “said” olsun diyerek babama veriyor beni. Esasen babam ismime karar
vermiş önceden, ismim Ahmet. Ancak çok saydığı bu aile büyüğünün said olsun demesisini
ismim olarak algılıyor ve aile büyüğümüzün isteği doğrultusunda ismime bunu da ekliyor
ve ben Ahmet Sait oluyorum.
Halbuki amca eski dille mutlu ve mesut olsun anlamında kullanıyor bu kelimeyi, isim
koymuyor bana. Bu yanlış anlamayla da olsa ismimiz böylece koyulmuş oluyor. Ruhun şad
olsun Cavit amca ve babacığım, şükürler olsun mutlu yaşadım ve hala da mutlu ve mesudum.
Dünyaya geldiğime hiç pişman değilim, umarım giderken de aynı duygularda olurum.
İki isimli olmak biraz da geleneksel ama bunun zararlarını çeken bilir, özellikle farklı
kültürlerde, yurt dışında yaşadığınızda. Tercih hakkınız kendinizde olmadığında nasıl
çağırılacağınız birileri tarafından farklı belirlenince problem oluyor. Evde Sait,
ilkokulda Ahmet, sonra tekrar Sait olarak çağrıldım. Ahmet. Mehmet gibi isimler daha
fazla olduğundan belki de seyrekçe olan ikinci ismim kullanılır oldu.
6
Ailedeki problemlerin kaynağının aslında annemin ailesinden kaynaklandığını çok sonradan
anladım. Şöyle ki; dedemler iki kardeş, dedem Tevfik bey Cavit amcanın küçüğü. Cavit
amca oldukça aydın biri, kendini yetiştirmiş Devlet Üretme Çiftliklerinde yüksek bir
bürokrattı, dedem ise daha sıradan biri, geleneksel ve oldukça tutucu. Annemi eski usul
yetiştirmişler, annemden küçük diğer iki dayım ise başına buyruk. Sonradan genç yaşta
ölen Gültekin dayım anneme daha yakın, oldukça yakışıklı, şair ve çapkın biriymiş. Küçük
dayım ise tam başına buyruk ve ailenin en küçüğü ve biraz başıboş, şımarık yetişmiş.
Gerçi o da fazla okumamasına rağmen baya sergiler açmış ressam, mekanik üzerine
buluşları olan Zihni Sinir bir adamdı. Son derece keskin ve tavizsiz bir komunist idi.
Buna benzer durumların pekçok burjuva ailesinde olduğu gibi; her telden var yani.
Kadere bakın ki, yıllarca yıldızı dedemle barışmayan babamın evinde son nefesini vermek
nasip olmuştu dedeme. Çünkü anneannemin ölümünden sonra alınabilecek birşeyi kalmayan
dedemi küçük dayım evinden kapı dışarı etmişti. Komunist dayım fena halde vicdansızdı,
belli bir dönemden sonra kapitalistin önde gideni olmuştu. Çok sonra bizler yetişkin
olup evden ayrıldıktan sonra, kendisi de hasta olan babam ve annem dedeme onun son
zamanlarında birlikte baktılar ve olabilecek en güzel şekilde bakabildiler, özellikle
babamın bunun mutluluğunu yaşamasını gözlerimle gördüm ve dedemin vefatının ardından
gerçek ve kalben ağladığını da. Gerçeği görmenin de etkisiyle hemen her gün aşırı bir
duygusallığa düşen dedemin vefatından evvel göz yaşlarını da anımsıyorum. Dedemin
hayatta kalmış biricik oğlu ise cenazesinde yoktu.
7
Biz çocukken yaşıtlarımız diğer torunlarla birlikte olmak, anneanne ve dedemizi
kucaklamak için her gittiğimizde rahmetli bize “leş kargaları yine geldi” dermiş. Bizi
yollamak istemeyen babama kızar ve onu pek anlamazdım küçükken, çocukluk işte ama
sonradan çok iyi anladım.
Neyse biz dönelim ilk yaşlarımıza; ben 4 yaşıma geldiğimde bir kız kardeşim daha oldu
yeni kardeşim ayaklanınca da bahçede benim en iyi arkadaşım o oldu, boncuk gözlü Saboş
(Sabiha). Yedi yaşıma bastığımda ilkokula Altındağ’da başladım.
İlk okulum konusuda hatırladığım pek fazla birşey yok, öyle ki sonradan ikinci sömestr
Yenimahalle birinci duraktaki Gayret Mahallesi deniler yerde başka bir kiralık eve
taşınmış ve oradaki ilkokula nakil olmuştum. Diğer öğrenciler okuyup yazmasını
sokmüşlerdi, ben ise henüz hiçbirşey bilmiyordum. Öğretmenin beni onlara yetiştirmek
için çaba harcadığını hatırlıyorum. Evet bu okulda da hatırladığım pek fazla birşey yok
ama okuyup yazmayı sökmüş olmalıyım, çünkü bütün anım sadece siyah-beyaz bir kare resim.
Okuma bayramı anısı olmalı. Bu kiralık evde de fazla kalmadık ve babamın çalıştığı
8
Emekli Sandığı çalışanlarının kooperatifine ben doğduğumda üye olan babamın inşa edilen
evlerin bitmesi üzerine Bahçelievler son duraktaki Eser Sitesine taşındık. İkinci sınıfa
Ulubatlı Hasan İlkokulunda başladım. İlk iki okulumdan sonra bu okul bana çok daha iyi
geldi ve tam bir Cumhuriyet idealisti öğretmeni olan yaşlıca bir bayanın sınıfına
katıldım. Nafia Sağnak hanımefendi modern ve idealist bir öğretmendi. Bir anda
kahramanım oldu ve tabii bir de sınıfın en güzel kızı Gülgün…
Bütün oğlanlar Gülgün’e aşık, ne bileyim herhalde ondan olmalı, benim aşkım da o kız
oluverdi işte. Bu kız ne yapsa, ne etse herşeyi mükemmeldi. Alımlı ve havalı bir kız.
Biz oğlanlar da etrafında pervaneyiz. Tabii ona kibar ve ayrıcalıklı davranmanın dışında
ortada pek bir şey yok ama ta ki orta okulda geçtiğimizde başka sınıflara düşüp
hayallerimin yıkıldığı zamana kadar.
Biraz büyüdükten sonra başka oğlanlarla çıktığını görene kadar çok temiz duygularla
duyulan aşk hissi bir anda uçtu gitti. İnsanın doğasında sevdiğini paylaşmamak olsa
gerek, oysa ilkokulda benle birlikte birçok diğer oğlan da aynı kıza aşıktı ama nedense
o başka bir durumdu, bu ise gerçek. Başka biri ona dokunuyor, elinden tutuyordu. İlk aşk
hüsranla bitmişti, kimbilir daha ne kadar aşık olacak ve kaç kere hüsrana uğrayacaktım,
hiçbir fikrim yoktu. Artık Tom Miks, Teksas’ları biriktirip ona vermek için yolunu
gözlemem gereken bir kız yoktu. Bir daha aşık olmama kararı da vermiştim, çok
rahatlamıştım, sanki üzerimden büyük bir sorumluluk kalkmıştı. Kendimi mahallenin
çetesine ve diğer emsallerime daha çok konsantre edip oyun ve mahalle hakimiyetine daha
çok verebilecektim kendimi, kendimi bulmuş hissediyordum, öyle boynu bükük bir
duygusallık bana göre değildi. Sümsükçe geçen ilkokul yıllarımdan sonra bir anda patlama
yapıp, mahallenin elebaşısı olup çıkıvermiştim. Bundan da garip bir mutluluk duyuyordum,
en azından bana göre çok erkekçe bir şeydi. Benim için artık kızlar boş şeylerle
uğraşan, zaman kaybedilmeyecek lüzumsuz yaratıklardı. Hatta bir ara yaşıtım bir komşu
kızının biraz da kızların erken olgunlaşmasından olacak, oyun sırasında boğuşurken
üstüme çıkıp garip şeyler yapmasını dahi tam anlayamamıştım, yüzünün şekli değişen ve
vücudunu bana yapıştırıp beni bırakmayan kızın neden öyle davrandığına bir anlam
verememiş, bu yaratıklardan iyice soğumuştum. Bunu neden yaptığını anlamadığım için bu
garipliği anneme anlattığımda annemin güldüğünü hatırlıyorum. Bunun sebebini kısa süre
sonra anlamaya başladığımda kendime güldüğümü de anımsıyorum. Ondan sonra komşumuz olan
bu aile ile her görüştüğümüzde ya onlara gitmek istememiş yada onlar geldiğinde dışarı
kaçmıştım sırf bu yüzden.
Neyse biz dönelim ilkokul yıllarına. Küçük Sait öğretmenini ve okulunu çok seviyordu,
yeni taşınmış ve çoğunun babası memur olan ailelerden oluşan mahallesini de. Yanlız hiç
ders çalışmıyordu, böyle bir alışkanlığı da pek olmadı. Büyük abla Latife öteden beri
okulda tökezlediğinden babam artık bizlere şart koymak zorunda kaldı. Akşam yemeğinden
sonra benden ikişer yaş büyük olan ablalarımla salon masasında uyku saatine kadar ders
çalışmamız gerekiyordu. Küçük ablam Saliha’nın dersleri aramızda en iyisiydi, aslında
benikiler fena sayılamazdı ama notlarla ve sınavlarla pek ilgili değildim. Sadece
öğretmenimi çok seviyor ve onu iyi dinliyordum, o kadar. Babamın koyduğu kurallardan
9
sonra en azından 4 ve 5nci sinflarda da mecburen oturduğum masada verilen ödevleri yarım
yamalak yapıyordum ama çoğu zaman akşam masada oyun yorgunluğundan gözlerim kapanıyordu.
Bir başka konu ise, ilk kendi evimize taşındığımızda ailecek duyduğumuz mutluluktu. Pek
fazla eşyamız olmadığından ilk yemeğimizi yerde ve öylesine kahvaltı türünden basit
şeylerle yemiştik ama hepimiz o basit yemeğin mükemmel olduğunu düşünüyorduk. Babam ev
borcu ve yokluğa rağmen yeni evimize buzdolabı almıştı ve bir de telefon!
Bütün bunlar o zaman için çok inanılmaz şeylerdi ve herkesin evinde bulunmuyordu. Hatta
dedemin bu alınanlara söylendiğini ve babama çok kızdığını duymuştum. Hay allah,
dedemden fazla bahsettim galiba, nur içinde yatsın iki emekliliği olan bir bürokrattı,
DHM’da yöneticiyken emekli olmus DP dönemi partizanlıklar döneminde, sonra İş ve İşçi
Bulma Kurumundan. Ense kalın bir bürokrattı o döneme gore yani..
Evet feci şekilde maddi sıkıntı çekiyorduk ve babam sadece ev borcunun banka faizini
ödeyebilmek için çırpınıp duruyordu. Ama bunu becerebilmesi neredeyse imkansızdı aldığı
maaşla. Üstelik ben 8 yaşıma geldiğimde en küçük kardeşim Yavuz dünyaya geldi ki, 5
çocukla ve memur maaşıyla geçim ve ev borcu ödemek iyice imkansızlaşmıştı. Kendi
evimizdeki mutluluk fazla uzun sürmedi ve evimizi kiraya verip daha ucuz bir eve
taşınmak zorunda kaldık, ben henüz ilkokulu bitirmemiştim. Neyseki okulum tekrar
değişmedi ve yine aynı semtte başka evlerde oturduk, 16ncı sokak, 1nci cadde filan. Ben
de bu arada ilkokulu bitirip ablamların devam ettiği Deneme Lisesini’nin orta kısmına
başladım.
Tabii bu arada geçemiyeceğim bir konu var ki, oda hem Eser Sitesinde hem de diğer
oturduğumuz yerlerdeki mahalle arkadaşlarım arasında baya ünlü bir çocuk olmuştum.
Oynadığımız bütün oyunlarda ben takım kuruyorum, önceleri gazoz kapağı, sonra da misket
oyununda namım almış yürümüş. Bütün oyunlarda üstüme yok ve evin her tarafı binlerce
kazanılmış misketlerle dolu, leğenler-kovalar yetmiyor. Bütün yatak altları kazandığım
misketlerle dolu. İşin bir de maddi tarafı var ki, ailemden hiç harçlık istemiyorum.
Zaten bu konuda çok hassasım, babamın durmadan maddi zorluk çekmesi çok gücüme gidiyor.
Harçlığımı bunlardan çıkarıyorum. Bana göre beceriksiz olan diğer çocuklara 3-5 tanesini
25 kuruştan satıp harçlığımı çıkarıyorum. Ama yine de sevdiğim ve harçlığı olmayan
arkadaşlara bazen bağışlarım oluyor ama bunlar sır olmak zorunda –sanki biz bir şeymişiz
gibi kapıcı çocukları derdik bu tiplere o zamanlar- ve böyle yaptıkça arkadaşlarım
arasında daha da seviliyorum ve birçoğu beni lider görüyor aralarında. Zamanla herkese
takılan takma isimlerden bir tanesi de bana takılıyor ve Koçero diyorlar bana mahallede.
Sonraları da duydum galiba böyle bir lakap askeri olkuldayken, neyse. Aslında çete mete
yok ama mahallenin de namusu bizden soruluyor. Ne olmuş bitmişse, yaşlı bir teyzenin
alış verişi mi görülecek, mahallenin bir kızına laf mı atıldı, hepsi bizden soruluyor.
Daha doğrusu genellikle benden. Ben elemanlara gerektiğinde görev dağılımı yapıyorum ve
kuş uçsa haberim oluyor. Kısa çocukluğumun altın yılları diyelim…
Kısa, çünkü 14 yaşımda hepsi birden bitiverdi, anlatayım;
10
Babamın maddi bocalamaları ve ev borcu sorunu yüzünden kiralarda dolaşmamızdan ve daha
düşük seviyede bir mahallede oturmamızdan bıkan babam, ben ortaokul son sınıftayken
kendi evimize geçmemize karar verdi. Bu arada annem terzilikten iyi anlardı, evde
diktiği elbiseler yerine kendi evimizin bulunduğu sitede bir dükkanı kiralayıp orada
profosyonel terziliğe başladı, katkı olsun diye, biraz da bu yüzden taşındık kendi
evimize. Ama bu da pek fayda etmedi tabii, kısa bir süre sonra bunun ise yaramadığı
anlaşıldı.
Orta okulda benim derslerim gitgide berbatlaşmaya başlamıştı. İlk okuldaki öğretmen
yoktu ve oldukça zor olan ve o zamanın biraz da meşhur (gerçekten deneme bir eğitim
sistemi uygulanan) Deneme Lisesinin orta kısmında notlar gitgide kırık gelmeye
başlamıştı. Orta son sınıfın ilk sömestr karnesinde 12 dersin 9’u kırıktı, resim, müzik
ve spor dışında… İkinci yarı babam bunun böyle devam edemiyeceğini, ya doğru dürüst
okumamı ya da beni bir tamirciye çırak vereceğini söylüyordu. Öyle ki bu araba tamircisi
zebellah gibi, her tarafı yağ ve kır içinde, yanında çalışan küçük çocuklara bir
yapıştırdı mı duvara savuran bir adamdı. Beni onunla korkutuyordu ve bazen bu adam
rüyalarıma girse de fazla iplemiyor, bildiğimi okuyordum. Nasıl dikkate alayım ki;
mahallede namım almış yürümüş. Arkadaşlarım bensiz oyun dahi oynayamıyor, ben olmadan ne
takım kuruluyor, ne de misket oyununnu tadı çıkıyor.
Günlerden bir gün babam eve erken gelmez mi? Normalde akşam belli bir saatte gelen babam
nedense o gün ansızın eve erken gelmiş. Aylardan Mayıs, baharın en tatlı günlerinden
biri ve ben öğlen çıktığım okuldan daha eve girmiş değilim. Çantam bir tarafta, ceketim
diğer tarafta ve top koşturuyoruz arkadaşlarla. Bir anda babamı sahanın kenarında,
elleri arkasında ve çok ciddi bir şekilde bana bakarken gördüğümde şok oldum tabii.
Derhal eve doğru koştum, kaçtım daha doğrusu ve bu an arkadaşlarımla birlikte olduğum
son andı. Bir daha asla oyun oynayamayacaktım. Çocukluğum bitmişti artık…
Bu arada o an için farkında değildik belki ama mahallemizdeki gençlerin çoğu ODTÜ’de
okuyordu ve bizden büyük gençler, arkadaşlarımın ağabey ve ablaları genelde hep devrimci
çocuklardı. Bizler de mahalleden sorumlu olduğumuzdan söylemiştim ya, uçan kaçan
herşeyden haberimiz oluyordu ve bir yerde mahallenin isimsiz koruyucularıydık. Sonradan
izini kaybettiğim birçok arkadaşımın olaylara karıştığını ve 70’li yıların anarşi
ortamında kaybolup gittiklerini duydum. Sanırım bu erken çocukluk finalinin kıssadan
hisse bir faydası bu olsa gerek benim için. Yoksa yüzde yüz Koçero’da bulaşacaktı o
zamanın ortamına. Biz tabi o zaman nerdee, bilmiyorduk ama sonradan babamdan duydum ve
yine sonradan bir vesileyle görmüştüm, eski valilerden Enver Kuray ve Sarp Kuray da
bizim oturduğumuz sitede oturuyorlarmış, meğerse bizim okula girdiğimiz yıllarda bilinen
olaylar olmuş, bitmiş o dönemlerde.
Kaçarak girdiğim evde saklanacak delik yok, odaya kapattım kendimi, ardımdan babam girdi
eve ve çok sinirli. Bana o güne kadar fiske vurmamış adama baktım, pantalonundan
kemerini çıkarıyor. Aman allahım beni kemerle bir hayvan gibi dövecek. Gerek babamla
geçmişimiz, gerekse mahallenin kabadayısı olarak kırılan gururumu tahmin edersiniz. O an
11
için farkında değildim, sonradan fark ettim, aslında havada sallanan kemer asla bana
değmiyordu. Fakat öylesine gururum kırılmış ve korkmuştum ki barım barım bağırarak
ağlıyor ve babacığım söz veriyorum, derslerime çalışacağım, sınıfımı geçeceğim diye
ağlıyordum. Bu beş dakikalık arbede bana uzun günler, aylar gibi gelmişti ve sinirinden
yorulan babam benim derhal elimi yüzümü yıkayıp dersimin başına geçmemi emretti.
Hıçkırıklarım durduğunda masanın başına oturmuştum, saat akşamüstü 5’e filan geliyordu.
Ertesi gün ise ikinci yarıyılın son sınavları başlıyordu. Ondan kısa bir süre sonra da,
o zamanlar uygulanan orta okul bitirme sınavları. İlk sınavımız Matematik dersindendi,
yani benim en kötü olan dersim ve o dersin hocası Turgut bey beni resmen pruvasına
almıştı. Haksız da değildi çünkü adamı hiçmi hiç iplemiyordum. Hem dersine ilgisiz, hem
de en ukela öğrencilerden biriydim.
Burada bir ara verelim ve gelelim orta son sınıftaki, sınıf içi sosyal durumuma.
Son sınıfa geldiğimde boyum bi anda uzamış, malum gelişmeler sonucu artık buluğ çağında
bir erkek çocuk olmuştum. Bu delikanlılık başlangıcında ön sıralardan bir anda arka
sıralarda buldum kendimi ki; bizim dönemimizde normalde arka taraflarda çift dikiş giden
kıdemliler otururdu. Bizden biraz daha büyük olan bu çocuklar bir yerde sınıfın ileri
gelenleri idi, kimse onlara posta koyamaz, sözleri dinlenirdi. İşte ben de sınıfın en
arkasına geçmiştim son sınıfta. Yaşıtlarımdan daha iri olmamdan olsa gerek ve tabii
tembeller sınıfına dahil olmaktan da olacak, bir yerde ön taraflardaki süt kuzusu
apartman çocukları grubundan arkadaki kıdemlilere terfi etmiştim işte. Arkadaki
tembeller grubunda kızlar da vardı ki; benim önümde outran Ayşe diye bir kızla baya
samimiydik. Benden bir yaş büyük olan bu kız benle hem arkadaş hem de sanki bir abla
gibi ilgileniyordu. Özel şeylerimi de paylaşıyordum ve biraz fazla meraklı olsa da
nedense kendisini yakın hissediyordum. O bana, bende ona herşeyimizi anlatıyorduk.
Ergenlik döneminde aileyle yada hemcinslerinle paylaşamadığın ve tamamen bilgisizce
karşılaşılan bir andaki değişimi paylaşma ihtiyacını anlamış olmalı, ki benden biraz
daha büyük ve biraz da olgunlaşmıştı bu kız, beni rahatlatıyordu. Benim ilkokuldan
sonraki kızlara ilgisizliğimi ve sebebini de biliyordu, anlatmıştım. Hatta eski aşık
olduğum kızın ünü orta okulda çıktığı erkeklerle artınca Ayşe’de tanımıştı o kızı.
Durmadan bana fiziksel olarak ne yaptığımı, neden kızlara takılmadığımı, hatta ara sıra
beni beğenen ve benimle çıkmak isteyenlerden haber getirme de dahil beni daima
gözaltında tutuyordu kızcağız. Ben de onun hikayelerini ve hüsranla biten bir aşkını
dinleyip duruyordum. Yani kendisi de bana benzer bir durumdaydı, fiziksel olarak çok
ihtiyaç duysa da duygusal bir arkadaşlığa hazır değildi ve rüyalarındaki prens etrafında
yoktu. Yani ben nasıl kızlara duvar çekmişsem, o da oğlanlara çekmiş olmalıydı. Tabii o
yaşlardaki bir yaş farkımız da hem benim, hemde onun için arkadaşlıktan öte bir
yakınlığı imkansız kılıyordu. Ancak bir gün muhabbet iyice koyulaştığında bana hiç
öpüşüp öpüşmediğimi sordu. Ben umarsızca; zaten herşeyimi biliyorsun, tabiki hayır
dedim. Sadece bir gün aramızda yaşı en büyük olan çift dikiş Sedat, düzenli olarak arada
bir geneleve gidiyor ve bize durmadan anlatıyordu, bana hiç gittinmi diye sormuştu,
hayır dedim ve istersem beni götürebileceğini söylemişti. Ben de olur dedim ama hiçbir
fikrim yok. Ne, nasıl yapacağım. Neyse bir gün okulu kırıp gittik, misketten
biriktirdiğim harçlığımla. İzbe gibi bir yer, Ankara’da Dişkapı diye rezil bir yerde.
12
Hayatımın en berbat anları idi sanki. Sürü gibi adamlar, kapılardan, pencerelerden
evlerin içinde et pazarı gibi yayılmış ucube gibi kadınlara bakıyorlar. Tam bir et,
hayvan pazarı gibi bir yer. Dedim Sedat, bunlar da ne? Kadınların hepsi bana göre teyze.
Şişko, ağzında sakız ve etraf kirli, iğrenç bir yer. Bana “oğlum bu işler böyle, gerçek
erkek olman için burda bu işi yapman gerekiyor” dedi ve birini gösterip arkamdan beni
içeri itti. Gösterdiği kadının yüzüne bakamadım bile, bir anda ne olduğunu şaşırdım ve
kadın beni alıp arkaya götürdü. Önce parayı ver dedi, verdim. Ayakta bekliyorum ne
olacak diye. Parayı alıp koluna geçirdiği bir saç lastiğine sıkıştırdı ve sırtüstü
yatağa yattı. Bir anda şok oldum, açılmış bir çift bacak ve ortasında kapkara birşey.
İlk kez böyle birşey görüyordum ve benim sandığım gibi değildi, iğrençti. Hadi gel
üstüme, dikilme orda öyle dedi. Ben robot gibi ne dediyse yapıyorum, aklıma pantalonumu
indirmek bile gelmiyor, öylece donmuş kalmış durumdayım. Her neyse, kadın yardım edip
önümü açtı ve iki parmağının arasına alıp oynamaya başladı. Bu arada ben kadına
abanmamak için kendimi kolluyorum, o alt tarafta uğraşıyor. Hissettiğim bir ıslak yere
değiyorum ve durmadan iki parmağıyla oynuyor benle. Bir anda fena olmaya başladım, sanki
bana bir operasyon yapılıyor ve patlıyacakmış hissi oldum ama kendimi öyle kasmışım ki,
direniyorum bana ne olacaksa. Bir süre sonra, eee daha fazla uğraşamam senle, hadi bana
eyvallah diyerek kalktı gitti kadın, ben ne olduğunu bile anlamadan öylece kalakaldım.
Kısa bir şaşkınlıktan sonra o patlama hissi tekrar geldi ve aniden evvelce bana banyoda
devamlı olmaya başlayan şeyden oldu… Her tarafım battı, berbat oldum, ortalık o kadar
iğrenç ki bir yere de dokunamıyorum, öylece toparlandım ve çıktım oradan. Tabii dışarda
yüzüm kıpkırmızı, hissediyorum. Sedat soruyor, ne oldu oğlum anlat bakalım. Dedim ona;
bana yuh olsun ki seni dinleyip buraya geldim, tam bir rezillik, nedir bu böyle.
Alışırsın oğlum, alışırsın dedi bana. Hayır alışmadım, hiçbir zaman da alışmayacaktım.
Bu ilk ve son olmuştu benim için.
İşte Ayşe başımdan geçen bu hikayeyi anlatmıştım. Öpüşmeyi sorduğunda bunu hatırlattım,
başımdan geçen yegane hikaye buydu seks ile ilgili. Bundan başka ne birini öpmüş, ne de
öpülmüştüm. Tabii birde artık hemen hergün başıma gelen rahatsızlıktan, patlamalar
yaşamaktan duyulan huzursuzluk, sabahları çok rahatsız uyanmalar, kazık gibi anlamsız
sertlikler, buna bir çare bulamamam, hepsi bu kız arkadaşımca biliniyordu.
Bana dedi ki; ben sana öğreteyim o zaman. Dedim, eee peki nasıl olacak?
O gün kendisinin son saatlerdeki beden dersine girmeyeceğini ve benim de bir bahane
uydurarak girmememi istedi. Dediğini yaptım, ben de o derse katılmadım. Beni kimsenin
olmadığı bir yere götürdü, yanlız bir şartı vardı asla öpüşmek dışında bir hareket
yapmayacaktım yoksa fena yaparım seni dedi, Kabul ettim tabii, çünkü çok merak ediyordum
nasıl bir şey diye.
Önce anlattı nasıl öpüşülür, öpüşme şekilleri, dudaklar nasıl uzatılacak, ağzımı nasıl
yapacağım. Hararetli nasıl öpüşülür, ya da yavaş ve duygusal. Sonra başladı beni öpmeye.
Önce sen hiçbirşey yapma ben öpeceğim seni dedi, sonra aynısını ben ona uygulayacaktım,
ilkin yavaş nasıl öpüşülür onu gösteriyor.
İlk hissettiğim ıslaklıktı. Sonra gitgide ıslaklık sıcaklığa dönüştü. Ben verilen
talimat üzerine hiçbirşey yapmıyorum ama feci şekilde ısınıyorum, hatta yangın var
içimde. Bir dakika dedim, durdurdum, nefesim kesilmişti. Sen operken bana birşeyler
13
oluyor, ben ne yapacağım. Fena oluyorum, nefesim kesiliyor dedim. Bana, sabırlı olmamı,
sabırlı olursam becerebileceğimi söyledi. Olmaya çalışıyorum ama olamıyorum bir türlü
tabii, o beni öptükçe aynen genelevde yada geceleri olan şeyler gibi oluyorum. Yok
dedim, ben fena oluyorum, yapamıyacağım. Peki dedi, şimdi sen beni öp aynen benim seni
öptüğüm gibi. Ben öpüyorum ama arada beni itiyor durmadan, daha yavaş, yavaş diyor. Ben
yavaş olamıyorum ki, beceremiyorum bir türlü onun istediği gibi. Üstelik ikaz etmesine
rağmen kendime hakim olamıyorum ve ellerim kalçalarına yada başka yerlerine gidiyor
kızın. Baktım olacak gibi değil, kız da huylandı, bitirelim bu işi dedi. Ben olur dedim
ve hemen kendimi tuvalete attım. Sonradan Ayşe ile eskisi gibi samimi olamadık. O da
beni anladı ve bıraktı artık benimle ilgilenmeyi. Bu şekilde devam edemezdim, çünkü
patlamaya hazır bir bomba gibiydim ve masumiyet sınırları zorlanıyordu artık. Sessizce
samimi arkadaşlığımıza son vermek zorunda kalmıştık ikimizde.
Tekrar son sınavlar öncesi akşamüstüne dönelim, hıçkırıkların bitip masanın başına
oturduğumda ertesi günkü sınav için çalışacak bir tek kitabım vardı çünkü defterim
yoktu. Normalde Matematik dersinde defter tutulur, benim defter diye taşıdığım şeyde
çeşitli karakalem resimler, amiral battı oyunlarına ait çizgiler filan vardı oysa.
Kitabın ilk sayfasını açıp okumaya başladım. Konuları birer birer ve hızlı bir şekilde
okuyorum, arada kaç sayfa kaldığına da bakıyorum çünkü bütün konulardan sınav olacağımız
için kitabın tamamını ertesi güne kadar en azından okumalıyım, yoksa hiç bilmediğim bu
dersten çakacağım kesin. Geceyarısı olmuştu, benim normal yatma saatim çoktan geçmişti
ama benim kitabı bitirmeme daha çok vardı. Üstelik birkaç saat okumadan sonra gitgide
konular daha çok ilgimi çekmeye başlamıştı ve sanki yürümeyi öğrenen çocuklar gibi kendi
ayaklarımın üstünde duruyordum artık. Birkaç anlamadığım konuyu geçiyordum, geçmem de
gerekiyordu çünkü takılıp kalırsan kitabın tamamını asla bitiremiyecektim. Birkaç konu
geçiyor, iyice anlayamadığım konuyla ilgili birşey yine karşıma çıkıyordu. Öyle, böyle
darken tekrar döndüğümde anlayamadığım konuyu kavrayabildikçe durum biraz keyifli hale
geliyordu. Daha doğrusu güven geldi kendime. Karar verdim, sabahliyacaktım. Herkes
yatmıştı, hatta ara ara balkon camindan beni kontrol eden babam anneme oğlana söyle
yatsın demiş, reddettim, aramız da bozuk ya, karışmayın bana dedim. Şaşkınlık içinde
herkes, Sait ders çalışıyor…allah allah, olacak şey değil.
Sabaha karşı gün ışımaya başladığında kitabı bitirmiştim ama sadece okumuş, tek satır
yazmamış, hiçbir problem çözmemiş ve kitaptaki örneklere göz gezdirmiştim, o kadar.
Hazırlanıp okula gittim, yorgunluktan bitap vaziyetteydim ama beni uzun bir sınav
bekliyor ve başarmalıydım, yoksa çektiğim uykusuzluk ve çile boşa gidecekti. Sınav
başladı, öncekiler bir ders saati oluyordu ama bu 2-3 ders saati sürecekti ve dersler
tamamlandığından sınav bitiminde eve gidecektik sınav çıkışında.
Sorluları okumak bile oldukça zaman alıyordu ve gerçekten çok kapsamlı ve bütün konuları
içeren zor sorulardı bunlar. Soruları çözmeye başladım ve sonrasını hatırlamıyorum.
Kafamı kaldırdığımda, herkes sırasına kapanmış kağıtlarıyla boğuşuyordu. Bir an için
düşündüm, tekrar al baştan bir kontrol edeyim diye. Çünkü işlem hatasından bütün cevap
iptal olabilir çözüm yolu doğru olsa bile, Turgut hoca berbat biri, eskinin tam kılçık
14
hocalarından, affetmez. Ama artık ne gözlerim görüyor, ne de halim kalmış. Ani bir
kararla yerimden kalktım, ilk kalkanın ben olduğumu o anda fark ettim ama kalkmış
bulundum bir kere. Turgut bey bana sırıttı, normalde daha süre var oysa ki. Benim
kalkmam ne anlama geliyor? Tabii ki yeter artık, nasılsa yapamayacağım demek oluyor, boş
yere vakit harcamanın alemi yok gibi bir şey. Hayırdır diyor, beğenmedin soruları
galiba. Ne dediğimi hatırlamıyorum bile, sadece kağıdımı verip çıkıyorum sınıftan, eve
nasıl geldiğimin dahi farkında değilim. Birkaç saat geçiyor uyumuşum, daha doğrusu
bayılmışım. Acıkmasam öylece uyuyup kalacağım ama uyanıp karnımı doyuruyorum ve ertesi
gün bir başka sınav var, tekrar oturuyorum, başka bir ders ve yine al baştan.
Bu böylece iki hafta aynen devam edip gidiyor. Ben sürekli ders çalışıyorum, sadece
okuyorum. Bu durum dikkat çekiyor, hatta babam yine öfkeleniyor, nerde bu oğlanın
kalemi, defteri diye söyleniyor. Ben ise hiç muhatap olmuyorum, konuşmuyorum babamla ve
görürsün diyorum sadece. Sadece annem inanıyor bana, ablamlar dahil pek inandırıcı
gelmiyor çalışmam kimseye.
Ve sınavlar bitiyor, gerçi çilem henüz bitmiyor, bitirme sınavları var ama ben öyle
kaptırmışım ki bu hızla neredeyse üniversiteyi bile bitirebilirim. Aç kurtlar gibi önüme
ne gelirşe okuyor okuyorum, beynimde sanki yeryüzündeki bütün kitapları kaydedecek kadar
yer var. Uyku filan da iyice gitti, uykumda bile okuduğum konularla uğraşıyorum, hatta
kalkıp aklıma takılan şeyleri tekrar okuyorum. Sonuçlar açıklanıyor, bütün derslerden
iyi notlar almışım, sadece Matematik’ten çakıyorum yine. Bu imkansız ama, sorulan bütün
soruları yaptığımdan o kadar eminim ki. Hadi diyelim kontrol etmediğim için işlem hatası
olabilir ama bu kaç soru için olabilir, üstelik sonuçları sonradan tetkik edip
karşılaştırdım, benimkilerin hepsi de doğru sonuçlar, hatırlıyorum. Bu durumu bir türlü
içime sindiremiyorum ve babama anlatıyorum. Babam Turgut beyi iyi tanıyor, üstelik
hemşerisi ve dostlukları da var, benim yüzüm yok öğretmenle muhatap olmaya ama itiraz
etmem de gerekiyor. Neyse zorla da olsa babam gidiyor görüşmeye. Sonuçta öğretmenin
sınav sonucuna göre tam puan almam gerektiğini ama kanaati nedeniyle bu sınavı geçersiz
sayıp bana kırık verdiğini öğreniyorum. Öyle ki, buna itiraz etmem halinde tehdit de
savuruyor hoca. Eğer hak ediyorsa bitirme sınavında zaten notunu alır diyor, bu notun
önemi yok diye ekliyor. Çaresiz hiçbirşey yapamıyorum ve bekliyorum bitirme sınavını.
Bitirme sınavlarında da benzer şeyler oluyor, hepsini bir bir geçiyorum, Matematikten
yine bütün soruları yapıyorum ama bu sefer genel sınav yerinde sınav oluyoruz, bütün son
sınıflar karışık. Yine ben bitmiş halde sınavdan çıkıyorum ama bu sefer iyice kontrol
etmişim, öncekinden daha da emin ve kararlıyım, tam puan almam gerek. Sınavdan sonra
sonuçları karşılaştırıyoruz arkadaşlarla ve anlıyorum ki benden başka hepsini eksiksiz
yapan da yok.
Ardından sonuçlar açıklanıyor okulun kapısına asılan listelerde, bütün derslerden
geçmişim, sadece Matematik yine kırık, bütünlemeye kalıyorum. Bu sefer isyan ediyorum,
derhal müdüre çıkıyorum ama içeri sokmuyorlar beni. Müdür yardımcısı da bizim Turgut
bey. Anlıyor sebebini ve kendisiyle konuşmamı istiyor. Anlatıyorum, benim sınav kağıdım
tamdi, imkansız kalmam diyorum, bana inanmadığımı, kopya çektiğimi söylüyor, Ortalığı
birbirine katıyorum, ne yaptığımın farkında bile değilim, çıldırıyorum adeta. Ardından
15
babam geliyor, birileri haber vermiş, müdürü de tanıyor babam. Çıkıyoruz müdürün
odasına. Babam sanki ben suçluymuşum gibi idareye ricacı olarak işi halletmeye
çalışıyor, oysa ben aksine o öyle davrandıkça daha da kendimden geçip
saldırganlaşıyorum. Hakkımı istiyorum diye neredeyse tepiniyorum müdürün odasında.
Sonuçta müdür bey baktı ki olacak gibi değil, babam kabullense bile ben mutlaka bir
vukuat yapacağım Turgut beye bana tekrar özel sınav uygulamasını söyledi. Müdürün
odasında tekrar sınav oluyorum, sorulardan üçünü yapıyorum, son soruya geçiyorum ve
aslında onu da yapacağım ama başımı kaldırıyorum ve diyorum ki (bunlar istemsiz olarak
ve o yaştaki ruh haliyle aniden olan kontrolsüz davranışlar) sorulardan üçünü yaptım ve
eminim doğruluğundan, son soruyu da yapabilirim ama yapmayacağım, alın kağıdımı okuyun
ve kararınızı verin, bundan sonra da eğer hala beni sınıfta bırakmaya kararlıysanız
okulu terk ediyorum ve bir daha asla bu okula gelmeyeceğim, diploma verseniz de gelip
almayacağım, bıraksanız da bütünlemeye gelmeyeceğim artık diyorum ve kağıdımı verip
çıkıyorum.
Sonuçta sınıfı geçiyorum ve gerçekten de bir daha asla okula gitmiyorum, karne ve
diplomamı babam alıyor.
Sonradan öğreniyorum ki, kırk küsur kişilik bizim sınıftan sadece dört kişi geçmişiz
direk. Zaten sınıf arkadaşlarımıda artık tekrar hiçbir zaman görmüyorum, kadere bakın ki
onca yıl geçmesine rağmen hala hiçbirini görebilmiş de değilim. Sadece ertesi yıl
arkamdan benim yaşadığım olayın okulda çok konuşulduğunu ve her yıl yapılan öğrenci
yönetim seçimlerinde (lise son sınıflardan yönetim seçilirdi her yıl) konu olduğunu ve
öğrenci yönetiminin buna benzer konularda okul yönetimiyle birlikte çalışmasının
kararlaştırıldığını işittim.
Bu olayla sadece orta okul değil, doğup büyüdüğüm kent olan Ankara’nın da benim için
sonu olmuştu. Sınıf geçildikten sonra sokağa, arkadaşlara hiçbir ilgim kalmamış, sanki
artık çocuk değilmiş gibi evde vaktini geçirip devamlı birşeyler okuyan sıradan bir
delikanlı olmuştum. Zaten o meşhur günde babam o sinirle yatak altlarındaki bütün
misketlerimi balkondan sokağa fırlatıp atmıştı, dışarı çıkacak yüzüm de yoktu. Günlerce,
haftalarca mahallenin çocukları etrafa saçılan benim misketlerimi sokaktan toplayıp
durmuşlar.
Daha henüz sınavlar bitmişti ki, babam elinde bir kitapla eve geldi. Test kitabıymış. O
güne kadar hiç öyle test çözmemiştim, o zamanlar sınavlar hep klasik usulde yapılırdı ve
alışkın değildik test usülü sınavlara. Bana dedi ki; oğlum sınıfını geçtin aferin ama
ben seni okutamam. Yatılı okula girmelisin, araştırdım askeri okul senin için en iyisi.
Peki dedim hangisine gideceğim? Hepsinin de sınavlarına katıl, hangisini kazanabilirsen
ona girersin dedi.
Dedim ki; “bak baba, tamam gireceğim ama karacı olmam, hiç ona müracaat filan etme”.
Baba; “oğlum, ne farkederki, hepsi aynı” dedi.
Yök baba dedim, ben asker filan olmak istemiyorum. Ama madem şartlar öyle gerektiriyor,
bari pilot yada denizci olayım. Karacı olsam ne mesleğim olacak, eninde sonunda sadece
asker olacağım ve bu da bir meslek değil.
16
Ben öyle dememe rağmen babam hepsine müracaatı göndermiş, sonradan Kuleli için müracaat
ettiğini söyledi ama ben yine de girmedim sınavına.
Bu arada babam had safhada maddi sıkıntı içinde. Sınavlara gideceğiz ama yeterli para
yok. Annemin bir hanım arkadaşından borç istemek zorunda kaldılar, hiç unutmuyorum 500
lira borç aldık ve kadıncağız ben okulu kazandıktan sonra geri almak istememiş.
Kalktık gittik babamla İzmir’e önce. Hava Lisesinin sınavlarına gireceğim, yolda da
sürekli test kitabını inceliyorum bu arada. Kemeraltında oldukça ucuz bir otele
yerleştik. Benim için inanılmaz bir şey, hayatımda ilk kez bir otelde kalıyorum. Oysa
bilmiyorum ki, bundan sonra yaşamımda artık hep ev dışında bir yerlerde yatıp
kalkacağım, yatakhaneler, kamaralar vs.
Binlerce çocuk sınava giriyoruz, sonuçlar açıklanıyor ve kazanmışım. Ardından sağlık
muayeneleri yapılacak ve okula başlanacak. Muayeneleri tek tek geçiyoruz, en çok sorun
çıkan göz ve kulak tamam ama ruh ve sinir hastalıklarına girdiğimde sorun çıkıyor.
Doktor üçer-beşerli gruplar halinde çocukları odasına alıyor ve evvelce hiç bilmediğim
acayip birtakım yöntemlerle bizi muayene ediyor. Meğer pilotaj muayenesinde özel
yöntemler uygulanıyormuş. Yere çömelip ördek yürüyüşü gibi durup etrafımızda dönmemiz,
basın dönerken bir şeyleri havada yakalamak gibi testlerden geçiyoruz. Bu arada doktor
acayip ve sürekli konuşuyor, sinir bozucu ve dengesizce deli gibi hareketlerle ve
bizleri aşağılarcasına. Annemizin ya da ablamızın güzel olup olmadığından tutun bir
delikanlıyı sinir edecek bir sürü sorular soruyor. Sonuçta göğsümüze bir demirle
bastırarak çiziyor ve kızarıklığı izliyor. Belli bir sürede geçip geçmemesine
bakıyormuş. İşte bunda ben çakıyorum. Sonuç, pilot olamazmışım… kararını veriyor.
Ben allak bullak oluyorum. Ne demek pilot olamaz? Babam da şok oluyor. Doktora rica
ediyor, bir kez daha tetkik etmesi için ama bu sefer adam sanki o deli rollerini yapan
biri değil. Gayet kibarca açıklıyor pilot olabilmek için uygun olup olmamanın normal
sağlık durumuyla bir ilgisinin olmadığını ve daha başlangıçta bunu yapmak zorunda
olduklarını söylüyor. Biz yıkılmış bir şekilde İzmir’den ayrılıyoruz.
Ertesi gün o moral bozukluğum geçiyor ve babama merak etmemesini, bundan sonra gireceğim
Deniz Lisesi sınavını başaracağımı söylüyorum. Babam benim kadar emin değil, oraya daha
fazla müracaat olduğunu ve alınacak öğrenci sayısının daha az olduğunu söylüyor sadece.
İstanbul’a geliyoruz ve bir akrabanın evinde misafir oluyoruz. Sınav günü Heybeliada’ya
geliyoruz ve ben sınava giriyorum. Vapurlar dolusu çocuk da geliyor sınava, gerçekten
çok kalabalık. Sınavdan çıkıyoruz ama bu kez ben de pek emin değilim. Elimden geldiğince
soruları yaptım ama seçtiğim doğru şıkların yanında sadece sezgilerimle işaretlediğim
öyle çok soru vardı ki. Sınavdan çok sanki zeka testi gibi bir şeydi. Vapura biniyoruz,
etrafımdaki sen şakrak birçok çocuğun ailelerine hepsini yaptım, belki bir yada iki
yanlışım olabilir türünden söyledikleri iyice kanımı donduruyor, afallıyorum. İçimden,
tamam diyorum bu sefer naneyi yedik, hayatta giremiyeceğim bu okula. İyice içime
kapanıyorum, babam nasıl geçti oğlum filan diyor. Kem-küm ediyorum. Sadece çok yorgun
olduğumu ve eve gitmek istediğimi söylüyorum, o kadar. Babam Kuleli diyecek oluyor.
17
Yeter artık baba diyorum. Kazanabilirsem kazanırım, yoksa bu iş bitti diyorum. Sonraki
günlerde ağzımı bıçak açmıyor, robot gibiyim, dışarı bile çıkmıyorum.
Bir gün babam elinde gazete ile geliyor, sevinçten havalara uçuyor, benim ismim de var.
Ben de şaşırıyorum ama hiç tepki vermiyorum. Nedense sevinmiyorum. Sanki onca emek
zahmeti ben çekmemişim gibi. Sağlık muayenelerine gidiyoruz. Bu kez hepsini geçiyorum ve
babam beni okula bırakıyor. Zaten yetersiz olan bütçe birkez daha eve dönüp tekrar okula
gelmeye imkan vermiyor. Okulda sivil kıyafetteyiz ve diğer öğrencilerin gelmesini
bekliyoruz yaklaşık bir hafta kadar. Benim gibi uzaktan gelen bir miktar arkadaşla
birlikteyiz. Okulda bütünlemeye kalmış üst sınıflardan öğrenciler de var. Onlardan
aslında nasıl zor ve çekilmez bir yere geldiğimizi anlıyoruz. Bizleri nelerin
beklediğini de. En çok hayrete düştüğüm ise öğrenciler arasındaki hiyerarşinin öğretmen
ve idarecilerle olandan çok daha fazlası olduğu oluyor. Benden bir yada iki yaş büyük
olan bir öğrenci sanki bana her istediğini yapabilirmiş gibi bir durum sözkonusu. Bunun
askeri bir okulda normal olduğunu düşünmekle birlikte 14-15 yaşlarında bir çocuk olarak
çok tehlikeli birşey olduğunu hemen anlıyorum. Olabildiğince hiç kimsenin kişisel
onurumu zedelemesine izin vermeyeceğime de karar veriyorum bu arada. Tabii bunun için
attığım her adıma dikkat etmem gerektiğini, bazı gözlemlediğim psikolojik bozukluk
içindeki üst sınıftan öğrencilere bulaşmamam gerektiğini hissediyorum. Açıkçası nerede
ve ne zaman öne çıkıp çıkmamam gerektiğini iyi hesaplamam gerekiyor. Hiç deneyimim
olmayan bir ortamda, sanki bir cangilin ortasında yaşam savaşı veren biri gibi yaşamaya
alışmam gerektiğini farkediyorum. Daha resmi elbiseler giyilmeden buranın bana göre
olmadığını düşünüyorum, baba gel beni al demek istiyorum ama bunun babama bir kurşun
sıkmakla eş anlama geldiğinin de farkındayım.
Bu durumum lise bitene kadar devam edip gidiyor. Sadece anneme, ablama sızlanıyorum ama
babama direk hiçbir zaman söyleyemiyorum hissettiğim gerçeği. Annem her defasında beni
ağlayarak uğurladığından sonraki geçen yıllarda yine ekonomik nedenlerle işyerini
değiştirip Rize’de başka bir kurumda memuriyete devam etmek zorunda kalan babama ve
evimize tatillerde pek fazla gitmez oluyorum. Çeşitli bahanelerle ya Ankara’ya
dayımlara, dedemlere gidiyorum yada eve gelsem bile az kalıyorum.
Lise’de önce bütün yeni giren öğrenciler için kamp dönemi başlıyor. Elimize koskocaman,
çok eskiden kalma surgulu uzun tüfekler veriyorlar. Benim boyum uzunca ama birçok
arkadaşımın omuzunda bu uzun tüfekler oldukça komik duruyor. Hepimize bir yada birkaç
numara büyük resmi kıyafetler veriliyor ve bunun sebebini sonradan anlıyoruz, birkaç ay
içinde hepsi bize artık küçük gelmeye başlıyor. Çünkü hepimiz yıldırım gibi büyüyoruz ve
elbiseler yıkandıkça çekiyor. Kamp dönemi en büyük sıkıntıyı sanki biz denizci değil de
karaçi olacakmışızcasına ağır piyade eğitimlerinde çekiyoruz. Ama bunun gerekli olduğunu
sonradan anlıyoruz, askerlik mesleğinde bazı şeylerin gerekliliğinin şart olduğunu
zamanla öğreniyoruz.
18
(intibak kampı) Vasfi, Selahattin, Serhat, Sait, Fikret
Bu kamp döneminde bizden asıl sorumlu olan sınıf subayımızdan değil de, lise son
sınıfların sınıf subayı olan Şevket yüzbaşı’dan çok çekiyoruz. Şevket yüzbaşı sanki
gökyüzünden bizim için indirilmiş bir cellat gibi geliyor çoğumuza. Bize piyadecilik
eğitimi veren rütbesinden kalmış geçkince bir Dz.P.Ütğm. bile çok daha yufka yürekliyken
Şevket yüzbaşı bizi perişan ediyor. Gestapo gibi bir adam, ondan ödümüz kopuyor. Uzak
durmak gerekiyor ama nerede ve ne zaman karşımıza çıkacağı hiç belli olmuyor. Gece
yarısı yatağınızda bile size ulaşabilir, ona karşı her an tetikte bulunmalısınız, yoksa
kelleniz gider.
Lise öğretimine başladık ama gel gör ki benim içimde burada okuma isteği hiç mi hiç yok.
Herşey o kadar anlamsız geliyor ki bana. Hafta sonu iznine dahi çıkmıyorum uzun süre,
oysa evci öğrenciler hafta sonlarını iple çekiyorlar. Ailelerini ve kız arkadaşlarını ya
19
da eş ve dostlarını görebiliyorlar. Oysa ben okula çakılıp kalıyorum. Tek yaptığım diğer
bekar arkadaşlarla kader birliği, dert ortaklığı etmek. Hafta sonları bizim için spor
yapmakla geçiyor, hepsi bu. Bu arada derslerim de iyi değil ve sanki orta okul yıllarına
tekrar geri döndüm, hiç ders çalışmıyorum. Üstelik okulun standardı da oldukça yüksek ve
gittikçe geri kalıyorum. Yine kaderim midir nedir, burada da aynı şeyleri yaşıyorum.
Geometri’den Debil diye bir hocamız var asıl ismi Yıldırım Öztaş, bana taktı. Aslında
tamamen çocukça bir olaydan, yanımdaki sıra arkadaşım Kubilay’a herkes gibi ben de
takılıyorum. Çok sevdiğim iyi bir çocuk, sıra arkadaşım da aynı zamanda ama bizim gibi
yatılı öğrenciler birbirini olmadık şekilde kızdırırlar, çok kızdığınız anlaşılırsa daha
çok üstünüze gelinir. Bu arkadaşım da oldukça kızıyor ve ben de dahil bu yüzden daha da
fazla kızdırıyoruz kendisini.
Herkese bir takma isim takılıyor o ilk günlerimizde, ona da Arap takmışız isim olarak.
Bir akşam etüd saatinde ben bunu yine kızdırıyorum ama ne bileyim birden kalktı gitti,
koridorda nöbetçi öğretmen olan Debil’e beni şikayet etmiş. Arkamdan hareketler yapıyor
filan demiş. Debil beni çağırdı ve “ne ulan, sen kulamporomusun” gibi bir şey dedi, o
sözcüğün manasını dahi bilmiyorum o zaman. Bana öyle bir tokat patlattı ki, feleğim
şaştı. Adam zaten boksör, eli de maşallah ağır mı ağır. O tokadı hiç unutmuyorum.
Demiştim ya, kimseye kendimi ezdirmeyeceğim diye. Efendim beni yanlış anladınız, öyle
birşey değildi, sadece takma ismiyle kızdırmıştım diyecek oldum, beni dinlemedi bile bir
tane daha patlattı. Sustum artık. Bir kez daha vursa herşeyi göze alıp karşılık
vereceğim, gözümden yaş akmasın diye mücadele veriyorum. Ama anladı benim en küçük bir
müdahaledesinde daha ona karşılık vereceğimi ve kendimi inanılmaz sıktığımı. Giderken de
bana sene sonunda göreceğimi ve ağzımla kuş tutsam sınıfta bırakacağını söyledi. Neyse,
rahatlamıştım, artık en azından kalacağımı biliyordum ve o dersin kitabını iyice
kapattım.
Lise-2’de ise başka bir olay da Fizik dersinde oldu. Zeki Yarbay diye bir hocamız vardı.
Bu hocanın dersinde öteki sınıftan yada başka bir yolla sorular alınır, sınavlarda hazır
cevaplarla daima yüksek notlar alınırdı. Üstelik bu Zeki hoca da babamın eski bir
ahbabıydı ve iyi tanışıyorlardı. Öyle de bir yakınlığımız vardı kendisiyle ama tabii
öğrenci öğretmen ilişkisinde bunun dışında bir özel dostluğumuz yoktu. Sadece bu durumu
bilen, kendisinden bölümünde daha küçük rütbede Nevzat isminde bir Yüzbaşı öğretmen bunu
biliyordu, o kadar. O da babamı önceden tanıyormuş ve Zeki bey’le birlikte babamla
sohbetleri olmuş.
Bir gün sınav sonrası Zeki hoca notlarımızı okudu, bütün notlar 90-100. 80 alan bile
düşük almış sayılıyor. Notları okuduktan sonra hoca gayet içten ve samimi bir şekilde
dedi ki; “Söyleyin bakayım kopya çektiniz değilmi? Kim çektiyse mertçe söylesin”.
Ben elimi kaldırdım, hocam böyle böyle dedim. Evet, biliyorduk ve sınav öncesinde
cevaplara baktık. Ben de bildiğim soruların aynını görünce cevapları kolayca yazdım,
dedim.
20
Bir anda adamcağız önce karardı, sonra kıpkırmızı kesildi ve bana söylemediğini
bırakmadı. Nasıl olur da sen benim dersimde kopya çekersin, şu bu. Bir anda sanki sadece
ben kopya çekmiş durumuna düştüm. Hocam siz sordunuz ben de mertçe söylüyorum, eğer
kopyaysa sadece ben çekmedim, hem sonra kopya filan da değil nasıl öyle dersiniz, sadece
arkadaşlar diğer sınıftan öğrenmişler, herkes gibi ben de soruları öğrendim ve sınav
öncesinde cevaplarına önceden bakıp sınavda bunları aynen yazdım. Siz şimdi sadece beni
kopyacılıkla suçluyorsunuz ve üstelik mertlikten bahsediyorsunuz, yaptığınız adil değil
dedim.
Hoca iyice köpürdü, bu sefer olay iyice kişiselleşti. Ve ağzımın payını aldım, söylediği
son söz şu oldu; “Sait agam (daima agam derdi bizlere) sen çatkın bu dersten ve asla
geçemiyeceksin” (hala birçok arkadaşımız birbirine agam der, g ile ğ ile değil..!!!).
Debil gerçekten ikmale bıraktı, bütünlemede önceki yöntemimi uyguladım. Tamamen
bıraktığım bu dersi birkaç haftada sular seller gibi öğrendim, bileğimin hakkıyla
geçtim. Bir kez daha Debil’in sınıfına düşmemek dileğindeydim ama Lise son sınıfta
malesef yine olan oldu, neyse ki ne ben ona, ne de o bana dalaşmadık ve sanırım
hakkımdaki sandığı o sapıkça intiba da zamanla silinmiş olmalı ve normal olarak sınıfımı
geçebildim. Aslında niyetim Lise-1’inci sınıfta direk kalıp kendimi okuldan attırmaktı
ama bütünlemede bunu yapmaya cesaret edemedim. Sonuçta bir aile faciası yaşyabilirdik,
babam beni asla affetmezdi, vs.
Zeki hoca da malesef beni gerçekten sınıfta bıraktı ikinci sınfta, hem de Debil’den daha
haksızca. Çünkü sınavlarda Debil’in dersini tamamen bırakmıştım ama Fizik dersinden
haketmediğim halde bütünlemeye bırakılmıştım ertesi yıl. Bütünlemede yine haksızlığa
uğradım, soruların dörtte üçünü doğru cevapladığım halde 40 kusur gibi oldukça gülünç
bir notla sınıfta kalıyordum. Üstelik o dalın bölüm başkanıydı Zeki bey. İtiraz ettim
ama resmen edemiyorum, çekiniyorum. Tehditler geliyor, sesimi çıkarmamam söyleniyor.
sağolsun Nevzat bey ilgilendi benimle. Olayın üstüne gitmememi, aslında Zeki beyin pamuk
gibi kalbi olduğunu ama o olayda okul yönetiminin soruların sürekli öğrenilmesinden
dolayı kendisiyle dalga geçildiğini, bütün bunlar olurken de benim kalkıp bunu resmen
açıklamamın adamı iyice çılgına çevirdiğini söyledi. Bütün bunların yönetimce
bilindiğini ve izlendiğini, durumu tatlıya bağlamak için kendisini devreye gireceğini ve
halledeceğini söyledi. Neyse ki dediği çıktı ve sonradan öğrendiğime göre hoca sınavlar
sonrası izine ayrıldıktan sonra PAP şubesinde sınav kağıdı tekrar Nevzat hoca tarafından
değerlendirilerek sınıfı geçebilmişim. Yıllar sonra subayken bir sınav için gözetmen
olarak görevlendirilmiştim. Zeki hoca sınav sorumlusuymuş, orada karşılaştık. Kendisine
hal hatır sordum, o da bana babamı sordu. Sanki o olay hiç olmamış gibi davrandık
birbirimize ama nedense adamcağız bana karşı mesafeliydi hala. Anladım ki her zaman
doğruyu söylemek ya da mert olmak, bunu kimin ve hangi şartlarda istediğine bağlı
olmalı. Kişinin onurunu zedelemek ise en son yapılması gereken şey. Gerekirse suskun
kalmanın hiçbir sakıncası olmamsı lazım, zor bir konu, günümüzde etik dedikleri mesele.
Allah rahmet eylesin Zeki Güler hocama, nur içinde yatsın.
21
Anlatacak çok fazla şey var Lise yıllarında ama bunlar ne kitaplara sığar, ne de herkes
tarafından kolayca anlaşılabilir. Liseyi sonunda bitirdik ve diplomalarımızı alıp
doğruca tuttuk Deniz Harp Okulunun yolunu, hiç olmazsa bu kez vapur iskelesine biraz
daha yakındı okulumuz ve şapkalarımızın, sınıf işaretlerimizin sarı sırmalı oluşu bize
biraz daha renk katacaktı. Üstelik belimize artık meç yani küçük bir kılıç da
takacaktık. Kızlar biraz daha fazla bize ilgi duyacak, daha alımlı olacaktık.
Öteden beri düşünür dururum, sonradan çok küçük yaşta lise çağlarında askeri bir
eğitimin gerekliliği üzerine uzunca tartışıldı, paneller düzenlendi ama ben hala aynı
fikirdeyim -demiştim ya, sabit fikirliyim biraz- bence tamamen içler acısı bir durum.
Geri kalmış bir düşünce. O yaşta askeri bir eğitim olamaz, olmamalı. Erken eğitimin
yararları mutlaka vardır ama şüphesiz zararları da olmuştur. Bunu bizzat yaşamış biri
olarak kesinlikle 14-17 yaş arası bir zorunlu, askeri disiplin altında eğitime karşıyım.
Hatta bunu insanlık dışı buluyorum. Hiç kimse, hiçbir otorite, hangi amaç için olursa
olsun; dini, askeri veya en yüce değerler uğruna tam olarak erişkinliğe ulaşmamış küçük
yaştaki çocukları zorunlu bir eğitime tabi tutamaz, tutmamalıdır. Bunu bizzat yaşamış
biri olarak ve hala da süregelen bu uygulamayı kimse de değiştiremiyor. Umarım bir gün
değiştirilir.
Bu arada kısmen de olsa ada’nın gayrimüslim halkının oluşturduğu kozmopolit ama bir o
kadar da yaşanılır ve ahenkli havasının hala sürmekte olduğu son yıllarını görebilmiştim
lise çağlarımda. Sonrasını biliyorsunuz, Kıbrıs Barış Harekatı sonrasında bu sakinler
giderek azaldı. Ada’da yaşayanlar büyük bir hızla değişime uğradılar ve nihayetinde
amiyane tabiriyle ada faytonculara kaldı. O günlerin ada esnafı, çörek fırını, nezih çay
bahçeleri ve rum meyhanelerinden pek eser kalmadı.
Bizler lise yıllarında toplu hareket etmesini, disiplini ve dışarı çıktığımızda
neredeyse uygun adımla yürümesini öğrenmiştik. Birçoğumuz bunun farkındaydık üstelik,
düşünebiliyormusunuz; hem seçilmiş akıllı çocuklar olacaksınız hem de normal yaşamla
çelişen bazı alışkanlıklarınızın farkında olmayacaksınız. Tabii bu şartlandırılmalar ve
mekanik bir disiplin belki gerekiyordu ama birçoğumuz en azından bunun farkındalıkla hiç
olmazsa dışarıya çıktığımızda dikkatli davranmaya çalışıyorduk. Hala bazen Bostancı’dan
izine çıkan öğrencileri gördüğümde anılarım tazelenir. sahile adımını atan kimi
öğrenciler şapkalarını biraz arkaya doğru iter, adımlarını daha rahat atarak yürümeye
çalışır. Bu arada da alt sınıflar yanlarından geçen diğer üst sınıfları yan gözleri ile
süzerler. Üst olanlar da kimi umursamaz, kimi de neredeyse oradaki bütün öğrencilerden
sorumluymuşçasına etrafı kolaçan edip durur. Hepimiz bu öğrencilerle gurur duyarız.
Anaları ve babaları ise herhalde herkesten öte duygular taşırlar. Ama bir de
öğrencilerin kendisine sormak lazım, neler hissediyorlar?
Buna çarpıcı bir örnek olan, daha onlarcası da olan bir hadiseyi aktarmam belki
aklınızda içinde bulunduğumuz ruhsal durumu anlamanıza yardımcı olur, gerçekten çok
komik bir olaydı. Bir tatil sırasında hepimiz izine çıktık ve Ankara’ya gideceğiz. Trene
bindik ve Ankaralılar grubu aynı kompartmandayız, biletçi geldi bilet kontrolü için.
22
Biletlerimizi kontrol ettikten sonra hepimize iyi yolculuklar diledi, normal olarak.
Hepimiz birden sanki okuldaymışız gibi hep bir ağızdan adamcağıza öyle bir “sağol”
çektik ki, adam da şaşırdı ve gülümsedi bize şaşkınlıkla… Bizler de bilinçaltlarımıza
yerleşmiş bu durumumuza güldük hep beraber ama gerçek buydu, biz artık asker ruhlu
olmuştuk, başka türlü davranamıyorduk.
Ve Deniz Harp Okulu. Yanlış anlamayın, bugünkü Tuzla’daki okuldan bahsetmiyorum, benim
okulum Ada’daki idi, hala Tuzla’da yeni yapılan okulu mezun olduğum okul olarak
kabullenebilmiş değilim. Yeni okulumuza geldiğimizde bizimle okumak için bir yıldır
Türkçe eğitimi almakta olan Libyalı on öğrenci de bizlere katıldı. Sanırım Kıbrıs
harekatından sonra Libya ile politik ilişkilerin ilerlemesiyle böyle kararlaştırılmış.
İlk öğrenciler bizimle birlikte okuyacaklar. Yine ilk defa sınıfımıza dışardan sınavla
öğrenciler de alınacak. Lise’de oldukça eksilmiştik ve ayrılanların çokluğu yüzünden
böyle bir yola gidildi. Burada bir konuya değinmekte yarar var; lise son sınıfta bize
üniversite sınavlarına girişi yasakladılar. Sanırım biraz da büyük bir çoğunluğun iyi
derecelerle istedikleri üniversiteleri kazanma ihtimalinden çekiniliyor olmalıydı.
Serbest bırakılsa neredeyse bütün emekler boşa gidecek ve imkanı olan birçok öğrencinin
ailesi çocuklarını belkide kazanacakları üniversitelerin iyi bölümlerine
yollayacaklardı. Hiçbirimiz ne müracaat ne de sınava girebilme şansını bulamadık bu
yüzden. Ancak bazı arkadaşlar her nasılsa ya son sınıfta yada biraz önce bir yolunu
bulup sınavlara girebildiler ya da zamanı yaklaştığında okuldan ayrıldılar. Hatta bu
imkanı bulamayanlar harp okuluna geçtikten sonra kendilerini attırmak suretiyle ve bir
yıl kaybı göze alarak yine de istedikleri üniversitelere gittiler.
İşte bu dışardan alınan ve kendilerine Kabakçı dediğimiz arkadaşlarımız da bu
sebeplerden okula alınıp eksiklik tamamlanmaya çalışıldı. Bu Kabakçı arkadaşlardan dahi
sonradan istedikleri yerleri tutturanlar ayrıldılar ve yerlerine yedek üyelerden
öğrenciler alındı. Şimdi tabii durum daha farklı ve daha akıllıca seçim yöntemi
uygulanıyor ama o zaman durum farklıydı.
Başka bir konu da bu okula başladığınızda yemin ediyorsunuz. Yemin etmekle artık gerek
kalben gerekse kanunen tam bir asker oldunuz demek oluyor. Öyle istediğiniz zaman
ayrılmanız mümkün değil. Gerçi henüz birçoğumuz 18 yaşlarımızı doldurmamış durumdaydık
ama bu çok önemli bir husustu ve okula başladığımız gün hepimiz ellerimizi silahların
üzerine koyarak yemin ettik. Artık bu saatten sonra okuldan ayrılmanın bedeli sadece
maddi geri ödeme değil, ayrılma sebebinize bağlı olarak gerekirse hapis yatmak ya da
aşağılayıcı birtakım durumlara düşmeniz demekti. En az aşağılayıcı olan “ilmi
yetersizlik” yöntemini seçenler oldu ki, bu yolla ilk yıllarını heba ederek ayrılanlar
da olmuştu. Yani kısacası, benim için lise yıllarında bir gün ayrılacağım ve kendi
yolumda yürüyeceğim hayallerinin de sonuydu bu. Artık uyumlu olmak zorundaydım ve
kaderime razı olmalıydım. Peki ne olacaktım? İyi bir komutan, lider veya askeri ve
teknik alanlarda bilimsel çalışmalar yapan biri mi olmalıydım? Askerlik temel vazifemiz
olduğuna göre bu alanda ilerlemek, en üst rütbeler çıkmak, sisteme tam bir uyum ile
yükselmek ve yeteneklerim ölçüsünde mesleğimin en üst derecelerine çıkmak olması gereken
ilk hedefim olmalıydı. Henüz ne olacağıma lise çağımda karar vermediğimden bunda henüz
23
pek karar veremiyordum. İlk yılım bu okulda neler kazanmalıyım, ne olmalıyım
kararsızlığı ile geçti. Üstelik liseden kalma alışkanlıklarımı, okuduğum okulun iç
karartıcılığını da değiştirmeli, biraz daha zevkli ve yaşanılır hale getirmeli idim.
Yoksa üç yılın üzerine bir dört yıl daha aynı durum çekilmezdi. Nitekim öyle de yaptım,
kendime daha zevkli ve okuduğum okuldan keyif alacak küçük düzenlemeler yaptım. Örneğin
bir kız arkadaşım olmalıydı hayatımı renklendiren. Lise son sınıfta 19 Mayıs
gösterilerinde göz koyduğum bir kıza stadyumda adresimi verme cesareti göstermiştim. Bir
süre sonra kızdan mektup gelmişti ve görüşmek istiyordu benimle. O kızla çıkmaya
başladım. Hafta sonlarında gidiyor, bazen saatlerce çıkmasını bekliyor, bazen de eli boş
dönüyordum ama buluşalım ya da buluşmayalım sürekli oraya gidiyordum. Bazen de ailesiyle
plaja gidiyordu ve ben de orada sırf bu kızı görebilmek için gidip, bazen konuşma
fırsatı bile bulamadan orada öylece duruyordum. Haftalar, aylar geçtikçe bu kızın
aslında beni biraz oynattığını, peşinde koşmamdan da garip bir zevk aldığını hissettim
ama yine de kendimi alamıyorum. Herşeye rağmen sadık bir şekilde etrafında dolanıp
duruyordum bu kızın. Gülay isimli bu kız lise’den sonra üniversiteye gitmetip evinde
oturmaya başladı. Yani hiçbir meşguliyeti yok ancak yine de buluşabilmek nerdeyse
imkansız, mutlaka bir bahane oluyor. Harp okulundaki ilk yılım bu maceranın da etkisiyle
pek fazla başarılı geçmedi, bütünlemeye kaldım yine ama çok da önemli değil bu, not
yükseltme sınavlarına gireceğim, nasılsa başarırım. Hem üstelik eve de gitmek pek
istemiyorum, hiç olmazsa yazın kız arkadaşımla olabileceğim İstanbul’da.
Fakat gel gör ki kız madem beni seviyorsun, öyle kaçamak görüşemeyiz, istet beni
ailemden demez mi sonunda? İşte şimdi naneyi yedik, hiçbir şansım kalmamıştı. Ya hemen
aileme durumu açıp işi resmiyete dökmeliydim yada bu kızı unutmalıydım. Tabii derhal
anneme telefon ettim. Kadıncağız apar topar gelmek zorunda kaldı. Ortalık da birbirine
girdi. Daha okulumu bitirmeme üç koca yıl var ve henüz 18 yaşımı yeni doldurmuşum, babam
hop oturup hop kalkıyor ama annem durumun ciddiyetinin farkında ve biraz da akıllıca
durumu hemen çözmesini bildi. Önce elimize çiçek ve çikolatamızı alıp evlerine gittik.
Kızın annesi var babası vefat etmişti. Annesiyle konuştular, pek öyle isteme ve evlenme
konularına girilmedi, daha çok tanışma şeklinde bir görüşme oldu. Sonradan annem birkaç
günlük bir araştırmadan sonra kızın ve ailesinin foyasını meydana çıkardı. Kızın bana
söylediği birçok yalan da dahil. Gerçi bunlar pek önemli şeyler değildi ama neticede
beni oynattığını anladım. Örneğin annem Cerrahpaşa’da doktor demişti, oysa ki
hastabakıcı olarak çalışıyormuş, bunu gibi küçük şeyler. Ama en önemlisi kadının eşi
uzun yıllar hastalık çekmiş ve bu dönemde kadın kendisine bir dost edinmiş. Yani aynı
anda başka biri ile yaşıyormuş. Bundan bana hiç söz etmemişti ve o adamın bir akrabaları
olduğunu söylemişti bana. Asıl midemi bulandıran da bir havacı subay da bunlara sık sık
gelip gidiyordu, bunun da yine bir aile dostları olduğunu söylemişti. Oysa adam meğer bu
kızı görmeye geliyormuş ve evlenme planları varmış. Sanırım adam buna tam karasız olmalı
ki beni yedekte tutuyor gibi bir durum olduğunu fark ettim. Yani tam bir salak konumunda
kalmıştım, hiçbir şeyin de farkında da değilmişim. Anneme birkaç günde durumu çözdüğü
için teşekkür edip eve geri uğurladım. Ve kıza telefon açtım, benimle oyun oynadığı ve
temiz duygularımı kötüye kullandığı için ve yaptıklarından utanması gerektiğini söyleyip
telefonu kapattım. Sonradan bir deri tüccarı ile evlendiğini işittim ama pek de
umursamadım, çünkü bir ertesi hafta alkol komasına girip bir hafta revirde yattıktan
24
sonra onu bir daha hiç anmamak üzere unutacaktım (unutmak var ya unutmak, insanoğluna
verilmiş en güzel meziyet, becerebilirsen).
Bu alkol koması hikayesi de biraz ilginç, anlatmalıyım. Tunç diye bir arkadaşımla bu
olaydan bir hafta sonra Çiçek Pasajı’na gidip içelim dedik. Tunç da benim gibi bekar
öğrenci ve lise’ye girdiğimiz ilk günlerdeki henüz sivil halimizle okulda kalan
öğrencilerden, kader arkadaşlarımdan biri yani. Sanırım onun da benzer bir aşk durumu
vardı ki, ikimizde dopdolu vaziyette gittik bir akşamüstü Çiçek Pasajı’na. Masaya ayrı
ayrı birer büyük rakı söyledik, hala düşünürüm bu komikliği, neden bir değil de iki
şişeyi aynı anda ısmarladık diye… Gençlik işte, hıncımızı şişelerden çıkaracağız ya. İlk
şişeyi bitirdikten sonrasını pek hatırlamıyorum ama sonradan ikincileri de söylemişiz ve
onlar da tükenmiş gecenin ilerleyen saatlerinde. Biz o halde kör kütük bir vaziyette
Karaköy’e kadar sürünerek, yuvarlanarak ulaşmışız ve son vapurla ada’ya gelebilmişiz. Bu
arada ben daha rezil bir haldeyim, üstüm başım berbat, kendimde değilim. İşin zahmeti
daha çok Tunç’a düşmüş. Gerçi o da zurna gibi ama sanırım benden daha iyi ki okula
ulaşabilmişiz, ben hiçbir şey hatırlamazken o biraz hatırlıyor. Ertesi gün gözlerimi
açtığımda kolumda serum vardı, başımda da bir doktor. Birkaç gün tedavi gördükten sonra
kendime gelebildim. Söylendiğine göre okula geldiğimde alkol komasindaymışım ve
gerçekten de ciddi bir tehlike atlatmışım. Ama ilginç olan ayıldığımda o kızı tamammen
unutmuş olduğumu farketmiştim, rahatlamıştım. Ondan sonra benim için günler daha mutlu
ve verimli geçmeye başladı.
İkinci sınıf rahat geçti, derslerim ve sosyal hayatım oldukça dengeliydi. Bu sırada
gençlik dergileri kanalıyla mektup arkadaşlığı modası vardı ve Nafi diye yine bekar
öğrenci bir arkadaşım ilan vermiş, bir sürü kızdan mektuplar gelmiş kendisine. Bunlardan
birini de bana verdi, zaten hepsini cevaplaması imkansızdı. Bu arkadaşım daha sonradan
başıma büyük işler açılmasına vesile olacaktı ama nereden bilebilirdim. Çocuğun bir
kabahati yok, ben kaşındım. O da benim gibi Ankaralıydı ve oradan yazan birini bana
vermesini istedim, oda birini bana verdi. Mektupta şöyle diyordu; ismim Nil, sarışın
yeşil gözlüyüm ve minyon tipliyim, Hacettepe’de öğrenciyim.
İyi, bana uyar… Ben de kendisne cevap yazdım, eh o yıllarda internet yada telefon imkanı
yok tabii. Devir kağıt ve kalem devri, ben de döktürdüm iyice, nem var nem yok yazdım.
Zaten bu husus yaşamımda çoğunlukla başıma bela olmuştur, nem var nem yok hiç bir zaman
saklamam. Bunun erdemini çok fazla kişinin anlayabildiğini söyleyemem ama anlayabilenler
yaşamımda kalmış, anlayamanlar da çabucak uçup gitmişlerdir. Tarzımı değiştirmeyi hiç mi
hiç düşünmedim, apaçık ve dürüst olmanın zararlarını çeksemde kaderime razı oldum durdum
daima. Fazla kıvırmadan, eğrilip bükülmeden apaçık kendimi ifade etmesini seviyorum.
Gizemli ve bilmece gibi olmak hoşuma gitmiyor, sanırım ondan olacak.
İşte bu Nil artık neler yazdıysam baya hararetli bir şekilde hemen bana geri yazdı,
tabii resimlerimizi de koyuyoruz mektuplara. Güzelce bir kız, bebek yüzlü bir şey. O da
benden hoşlanmış ama nedense ikinci mektubunda boyumla posumla pek ilgili, beni çok uzun
buluyor, umarım sorun olaz senin için diyor. Allah allah, benim için sorun değil canım
diyorum, kadın kısminin boyu posu değil cilvesi, işvesi, ne bileyim işte onun gibi
şeyler düşünüyorum. Nereden bileyim bir cüce ile yazıştığımı…
25
Neyse günler geçiyor, devamlı yazışıyoruz, kız iyice sırılsıklam oluyor ben döktürdükçe.
Ben biraz afallıyorum ama pek dert de değil, henüz görmeden dokunmadan bir aşk yaşanıyor
ki sorma gitsin. Kız sürekli buluşabileceğimiz günün gelmesi özlemiyle yanıp tutuşuyor.
Çok geçmeden bir tatil vesilesiyle Ankara’ya gidiyorum ve Kızılay’da o zamanların
buluşma yeri Karamürsel’in önünde randevulaşıyoruz. Birbirimizi hemen tanıyabilmek için
kıyafetimizi, renklerini bile tarif ediyoruz oysa ki buna hiç gerek yokmuş…
Randevu saatinde oraya gidiyorum, etrafıma bakınca bir sarışın kız gözüme çarpıyor ama
cüce kadar boyu. Hayır diyorum bu kadar da olamaz. Dikkatle bakıyorum, oda bana bakıyor,
evet o, malesef o. Bana gülümsüyor, yanına gitmeliyim, artık çok geç. Oradan kaçıp
uzaklaşmak olmaz, çok ayıp olur. Sanırım tedirginliğimi anlıyor. Ürkekçe yanına
gidiyorum, merhaba diyorum, tokalaşıyoruz, elini sıktığım sanki bir yetişkin değil,
küçük bir çocuğun eli. Aslında kızın hakkını yememeliyim, oldukça güzel, tam orijinal
sarışın güzel yüzlü bir kız. Ama çook küçüüüük, küçücük birşey, oyuncak bebek gibi. Ben
de salak gibi soğuk kış gününde o zamanlar moda olan altı kalınca bir çizme giymişim
ayağıma, kızın yanında daha fazla dev gibi duruyorum. Yürümeye başlıyoruz ama ben ne
yapacağımı şaşırmış vaziyetteyim, kız bana sokuluyor, elini tutsam bir türlü, tutmasam
bir türlü. Koluma girse ben iki büklüm yürümeliyim, olmuyor. Böyle eğilip bükülüp
yürümeye çalışacağıma hemen aklıma kendimizi en azından bir yerlere atma fikri geliyor
çünkü kalabalıkta bütün insanların bize baktığı hissine kapılıyorum, yanyana çok garip
duruyoruz. Nereye gitmek istediğini soruyorum hemen, sen nasıl istersen diyor ve heresey
tamam. Ben zaten içimden kararımı vermişim. Tamam diyorum o zaman, aslında ilk
buluştuğunda oturup konuşur, birbirini tanırsın, bunun için fırsat yaratılır ama ben
diyorum ki haydi Arı sinemasına gidelim. Neden orası, bilmiyorum. Büyüdüğüm mahallede
tek bildiğim sinema orasıydı, ondan herhalde (TRT stüdyosu şimdi).
Kalkıp sinemaya gidiyoruz. İçeri giriyoruz, film başlıyor, rahatlıyorum. En azından 2
saat rahatım, ortalıkta gözükmeden iki saat geçecek hiç olmazsa. Kız kedi gibi birşey,
durmadan sokuluyor, gözlerimin içine bakıp bakıp duruyor, öl desem ölecek sanki, içim
daha da burkuluyor, bu durumda hiçbirşey yapamaz bir haldeyim.
Sinemadan sonra fazla uzatmadan bir bahane uyduruyorum ve kendisini bırakıyorum. Ama
kızdan kurtulamıyorum bir türlü. Ertesi hafta sonu İstanbul’a geleceğini ve orada tekrar
buluşabileceğimizi söylüyor. Ben de yine bir bahane uyduruyorum ama ondan biraz sonra
okulun çay partisi var dışarda bir yerlerde ve bunu biliyor, ben de o zaman gelirim
hemde okulunuzun çayına birlikte katılmış oluruz diyor, reddeceğim ama beceremiyorum…
Birkaç hafta geçiyor ve çay partisi günü Ankara’dan gelip düzenlediğimiz partiye benimle
birlikte katılıyor. Herkes dans ediyor, ben edemiyorum önce tabi malum nedenlerden.
Etmem imkansız bu kızla çünkü çok fazla eğilmem gerekiyor. Hayrettir ki zekası yerinde
olan bu hanım kız aşırı boy farkının bilincinde olmakla birlikte sanki hiçbir sorun
yokmuşçasına davranıyor ve benimle dans etmek istiyor ve dans ediyoruz, tabii çok komik
oluyoruz. Neyse ki sandığımdan çok daha az dalga geçiliyor sonra benimle ama en çok
Abdülselam isminde bir Libyalı arkadaşın dalga geçmesi koyuyor bana. Bizim parti Libyalı
arkadaşların Bostancı tarafında hafta sonları kalmak için tuttukları eve yakın bir yerde
olduğundan partiye giderken bu Abdül bizi yolda görüyor, tabii biz edi ile büdü gibiyiz.
Bizi birlikte gördükten sonra okula döndüğümüzde artık ne zaman beni görse benimle dalga
26
geçip durmuştu bu çocuk, bunu hiç unutamam. Parti bitmeden biz biraz erken ayrılıyoruz,
çünkü daha fazla tahammül edemiyorum bu saçma sapan gösteriye.
Erenköy’deki Ruh ve Sinir Hastanesi,ne gidiyoruz, orada kalıyor misafir olarak
Hacettepe’den mezun bir stajyer bayan arkadaşının lojmanında. Oraya bırakacağım
kendisini, sonra da okula döneceğim. Vardığımızda akşamüstü hava henüz aydınlıktı, eve
girdiğimizde içerde 30’lu yaşlarda bir başka doktor ile birlikte olduğunu gördük bu
stajyerin, muhtemeldir ki aganigi yapılmış nöbet müddetince, yemek faslı, şarap filan da
var. Küçük bir lojman, mutfak, salon, yatak hepsi bir odada. Kısa bir süre sonra onlar
gidiyor, nöbetlerini eda edecekler ve bizim rahatımıza bakmamızı söylüyorlar giderken.
Hatta bütün gece nöbette olacaklarından sabaha görüşürüz diyorlar… Lakin önceden hiç
konuşmamıştık, bir anda kararsızlık geçiriyorum. Komplo var, haydi hayırlısı. Normalde
böyle bir komploya can kurban ama giriişimcilik açısından sıfırın altında bir durum
benim açımdan. Çay partisinde beni içki hemen çarpar diyerek hafif bir kokteyli
istemeyen kız bana ve kendisine şarap koyuyor, biraz içiyoruz. Ben hala ceketimle
oturuyorum, çıkarsana diyor. Kısa bir süre sonra kızın çabucak sarhoş olduğunu fark
ediyorum, iyice gevşiyor, zaten dörtte birim kadar yani ben dört bardak içsem onun bir
bardağı kadar oluyor. Ben stresten şarapları götürüyorum ama şarabın hepsini bitirsem
vız gelir, sanki şu içiyorum, bende henüz hiçbir değişiklik yok.
Kız kalkıyor masadan bir süre sonra banyoya gidiyor, birkaç dakika sonra üzerinde rahat
ve açık bir gecelikle geri geliyor, içinde çamaşır olmadığını fark ediyorum. Bu arada
sağ kulağımdaki ile sol kulağımdakiler müthiş bir savaş veriyor içimde, hiçbir şey
yapamaz haldeyim. Kız beni izliyor, bana sokulmaya çalışıyor ama benden hareket
gelmeyince gidip yatağa uzanıyor sere serpe. Gelsene yanıma diyor, yok böyle iyiyim
diyorum sanki önümden kaçıracaklarmış gibi şarap içmeye devam ediyorum. Sonra aniden kız
üstünü tamamen çıkarıyor ve yatakta çırılçıplak kalıyor, hadi artık lütfen gel sevişelim
diyor. Ben şok halindeyim, ne yapmam gerektiğini bilemiyorum. İsteğini yerine getirmenin
vicdanen ve fiili olarak sonum olduğunun farkındayım. Utanmıyormusun diyorum, çok yazık.
Ben sana ne kadar temiz duygular besliyordum, ciddi bir ilişkinin daha başlangıcında
kendini bana sunman ne anlama geliyor diyorum. Senin kız olup olmadığını dahi
bilmiyorum, hiçbirşey konuşmadık ve sen kendini bana sunuyorsun? Ne demek bu diyorum.
Ama kız kendisinden geçmiş bir vaziyette, böyle ciddi şeyleri konuşacak halde değil. Tek
istediği biran önce ona sahip olmam.
Onu o halde öylece bırakıp ceketimi alıp dışarıya çıkıyorum, çıkıyorum ama, oda ne? Bir
sürü azman gibi kurt köpeği üstüme saldırıyor, sayıları on’dan fazla olmalı, sarıyorlar
etrafımı. Hava kararmış, gece olmuş, etrafımda ışıl ışıl parlayan vahşi gözler ve
hırıldamalar. Birkaç dakika sonra arkamdan kız çıkıyor kapının önüne. O da zaten şok
halinde ve iyice korkmuş vaziyette öylece kalakalıyoruz, ne ileri, ne de geri hareket
etmemize imkan yok. Bekçi, bekçi diye yüksek sesle bağırıyorum, neyse ki birkaç dakika
sonra bekçi kulübesinden çıkıp hoşt diye bağırıyor ve bütün köpekler bir anda
dağılıyorlar. Sonunda pek fazla konuşmadan çıkıp gidiyorum oradan. Aradan bir süre
geçiyor, kız beni devamlı arıyor, cevap vermiyorum, sonunda kalkıp okula geliyor bir
27
hafta sonu. Yok dedirtiyorum, inanmıyor, kapıdan okulda olduğunu öğreniyor ama yine de
gitmiyorum yanına. Sonunda çok ısrarcı oluyor ve ayrılmıyor beni görmeden ve
bekarspor’dan bir arkadaşım kendini feda ediyor, onu yolluyorum yanına çözmesi için bu
problemimi. Arkadaşım uzun uzun kıza durumu anlatıyor, artık görüşmek istemediğimi izah
etmeye çalışıyor ve uzun uğraşlardan sonra nihayet kız ayrılıyor okuldan. Böylece bu
macera da sonuçsuz kalıyor, bekarlığa devam...
Bir sonraki yıl artık bölümlere ayrılmışız, ben kotrol sistemleri bölümündeyim. Bu dalı
kendim seçmedim, biraz enayilikten ve biraz da sistemin oyununa gelmekten o bölüme uygun
görülmüşüm. Bizden tercih yapmamızı istemişlerdi. Ben de iki yıllık tecrübe ve kendi
becerilerim ile ne olacağım konusunda yavaş yavaş bir fikir edinirken en iyi
yapabileceğim işin gemi idaresi ve gemi kullanmak olduğuna karar vermiş ve makina
bölümünü sona koyup sondan bir öncesine de girdiğim konrol sistemlerini koyarak daha çok
güverte ve harekata yönelik bölümleri üst tafataki önceliklere yazmıştım. Ne bileyim,
meğer herkes benim sonuçta girdiğim bu bölümü en sona yazmış, ben hiç istememe rağmen
sondan bir evvelki diye bu bölüme girmek zorunda kaldım. İşin doğrusu bu bölüm en zor
dersleri olan ve kredi toplamı en fazla olan bölüm. Biraz da ondan istenmiyor. Çaresiz
metazori seçildiğimiz bu bölümde istesek de istemesek de okuyacağız. Tek tesellim ise
beraber aynı bölüme seçildiğimiz bölüm arkadaşlarım oldu, hepsi de kafa çocuklar, son
iki yılımda ders çalışmak zorundaydım artık.
Üçüncü sınıfa geçtiğimizde iyice palazlanmış ve artık yetişkin bir delikalı olmuştuk.
Üstelik birkaç şanssız flört denemesinden sonra iyice boşvererek kendimi daha sosyal
olayların içinde buluverdim. Şiire, edebiyata, tiyatro ve sanatsal faaliyetlere
olabildiğince zaman ayırmaya çalışıyordum. Bu arada küçük bir macera daha başlamadan
bitti. Okula Notre Dame de Sion Lisesini davet etmiştik, şiir, tiyatro vs ile okulda çay
partisi yapıyoruz. Ben de sosyal faaliyetler organizasyonundayım, okulu davet etmeye
gitmiştik hatta, sonrasında da şiir okumuştum ben de bir tane. Şimdi biz organizatör
olarak pek takılmıyoruz öyle aşna fişne işlerine ve işimizi yapıp herhangi bir kızla
ilgilenmedim ama biraz da ön planda olmaktanmıdır nedir, şiir okuduktan sonra çıkışta
bir kız yanıma geldi, benimle oldukça ilgilendi. Okuduğum şiiri çok beğendiğini,
okulumuzu da sevdiğini söyledi. Uzak durucam diyorum duramıyorum işte şu nalet olasıca
politikadan!!! Şimdi düşünüyorum da; ne alaka böyle bir okulda okuyan nisbeten zengin
sınıfa ait hatunların askeri bir okuldaki sıradan cocuklarla… ne işi olabilir? Aslında
çok şey var bizlerde onlarda olmayan ama çelişkili bir durum yani, neyse...
Eh tabii bende karşılıksız bırakmadım, kendisiyle ilgilendim, buyur ettim, ikramlarda
bulundum ve biraz gezdirdim okulu. Sonra bana kendimden bahsetmemi istedi, okul dışında
neler yaptığımı filan sordu. Ben de, aslında pek okuldan çıkmadığımı, spor müsabakaları,
sanatsal faaliyetler dışında pek bir sosyal hayatımın olmadığını, ailemin İstanbul
dışında yaşadığını anlattım. Kız da kendisinden bahsetti, onunda pek sosyal hayatı
olmadığını, okul ve ev dışında çevresi olmadığını anlattı. İstersem hafta sonlarında
birlikte gezebileceğimizi söyledi, ben de olur tabii dedim ve uğurladım kızı. Kız
gittikten sonra farkettim ki, bu kız oldukça güzel ve asıl önemlisi gerçekten de diğer
kızlardan biraz farklıydı. Çok kültürlü bir ailenin kızı olduğu belliydi, oldukça kibar
28
ve nazikti. Bir hafta kadar bu kızı düşünüp durdum ama hiç aramadım. Ertesi hafta aradım
ve isterse hafta sonunda izine çıktığımda buluşabileceğimizi söyledim, kabul etti.
Bebek’te oturuyorlarmış. Sonuçta o semtin otobüs durağında buluşmaya karar verdik ve
buluştuk.
Unutmuyorum, sabah vapuruyla izine çıktığım için sahil boyunca vakit geçirmek için
Karaköyden Bebeğe kadar yürümüştüm, buluşma saatine yakın orada oldum ve kız tam
vaktinde geldi. Görünce biraz şaşırdım çünkü üzerindeki kıyafetler o zamanın basit
günlük giyim tarzından farklıydı, biraz klasik ama oldukça kaliteli bir elbisesi vardı,
bir genç kızdan çok olgun bir hanımefendi tarzındaydı. Kızı nereye götüreceğim konusunda
hiçbir fikrim yok, o yüden sordum nereye gitmek istediğini. Sen nasıl istersen dedi, o
anda da Emirgan tarafına bir otobüs gelmişti. Ben de hadi binelim öyleyse dedim, olur
dedi. Otobüse bindik ve bana ilk söylediği şey, hayatımda ilk kez belediye otobüsüne
biniyorum demek oldu. Ben tabii şaşırmıştım, o yıllarda otobüse binmemiş olmak biraz
garip gelmişti bana; bildiğiniz gibi henüz sıradan insanların otomobilleri yoktu o
zamanlar. Nasıl yani dedim, izah etmeye çalıştı kızcağız. Bu sırada bana uzaktan
oturdukları evi gösteriyor, sahilde birkaç katlı bahçe içinde bir köşk, zamanın acıkılı
Türk filmi sanki. Beni daima şoför arabayla okula bırakıp okuldan alır, onun dışında da
daima bir yerlere araba ile getirip götürürler dedi. Yolda konuştukça kızın gerçekten
çok zengin bir ailesi olduğunu, el bebek gül bebek yetiştirildiğini anladım. Bir çay
bahçesine oturup saatlerce sohbet ettik, onu tanıdıkça benim onunla ilk çıkan bir erkek
arkadaşı olduğumu, çok samimi ama hiç tecrübesiz bir genç kız olduğunu gittikçe anladım.
Öyleki bana normal gelen sıradan insanların davranışlarından oldukça farklıydı kızın
davranışları. Aslında zengin fakat görmemiş türünden bir sezgim hiç olmadı, gerçekten de
aileden gelen bir asalet ve maddiyat kavramından uzak, saf bir içtenlikteydi.
Geleceğe yönelik düşüncelerini sorduğumda ise, okulunda başarılı olduğunu, fakat
idealinin okuyarak bir iş sahibi olmak yerine, zaten yaşam garantisi olmasında olsa
gerek iyi bir aile kurarak mutlu olmak olduğunu söyledi. Peki dedim, senin bu yuvayı
kurman için aday olacak erkeğin senin standartlarında ya da ona yakın biri olması
gerektiğini hiç düşünmedin mi? Hayır dedi. Benim geleceğim için zaten ailem gereken
yatırımları yapmış durumda, eşim olacak şahıstan geçim olarak bir beklentim yok, sadece
uyumlu olalım, birbirimizi sevip saygı ve güven çerçevesinde iyi bir aile olalım bu bana
yeter dedi.
Kız konuştukça ondan daha da hoşlanmaya başlamıştım ama hiçbir şekilde duygusallığa
sokmuyorum işi, kendimi her zamanki gibi kontrol ediyordum. Yüzünde hiçbir makyaj yok ve
tam istediğim gibi tertemiz duru bir güzelliği var kızın. Lakin, ortada müthiş bir fark
var. Bak dedim, seninle arkadaş olmayı çok isterim ama tahmin edebileceğin gibi daha
şimdiden başlamak üzere birbirimizden hoşlanmaya başladık, bu güzel olduğu kadar da
tehlikli de. Gördüğüm kadarıyla senin hiçbir şekilde geçim, iş güç derdin olmayacak.
Oysa ben bir memur çocuğuyum, ailemden hiçbir beklentim olamaz. Okulumu bitirip subay
olacağım. Uzunca bir süre de ordan buraya tayin, gemiler, çeşitli görevler için koşturup
durmak zorunda olacağım. Yarın öbür gün sen bütün bunlara katlanabilecekmisin dedim.
Evet, tabii ki dedi. Ama sen daha henüz otobüse dahi ilk benimle biniyorsun, hiçbir şey
yaşamadan nasıl emin olabilirsin? Sıradan biri olarak nasıl yaşayabileceksin dedim.
29
Örneğin kendine ait bir evin, araban olmayacak, ben nerede isem orada olmak zorunda
kalacaksın, dedim. Bütün bunların detay olduğunu ama ailesinden kendine sunulan
imkanları da birlikte kullanabileceğimizi söyledi. O zaman benim konumumun ne olacağını
sordum. Geçimimi senin ailenin sağlaması sence doğru olurmu dedim? Onun için sakıncası
olmadığını söyledi. Sonuçta, bak dedim; ilk defa böyle birşey yaşıyorum, sana ümit
vermek ve ilerde hayallerini bozmak istemiyorum. Çok cici bir genç kızsın ama maddeten
bizim birlikte olmamız imkansız, ilerde sorunlar yaşarız. Ben senin ailene yaslanıp bir
yaşam sürdüremem, ilerde sen de ben de bu yüzden mutsuz olur, sorunlar yaşarız. Onun
için benimle çıktığın için çok teşekkür ederim ama seninle arkadaşlığımızı sürdürmemiz
doğru olmaz dedim. Kız sustu, birkaç damla gözyaşı döktü. Ben de fena oldum ama
kararımdan caymadım. Kızı evine bırakıp vedalaştım, bir daha da aramadım. O zaman doğru
hareket ettiğimi sanıyorum ama sonradan bazen de fazla mı temkinli davrandım diye
düşünmedim değil zaman zaman. Tesellim şu ki, en azından bir genç kızı olabilecekler
konusunda daha ailesine danışmadan uyarmış ve gözünü açmış oldum diyebilirim. Bu kısa
macera da başlamadan bitmiş oldu. Umarım mutlu olmuştur o kızcağız.
Tekrar okula dönelim, okulda eğleniyoruz, güzel vakit geçiriyoruz dersler dışında. Bu
arada aramızda danslar yapıyoruz, ben genellikle Serhan diye bir arkadaşımla dans
ediyorum. Günlerden bir gün okuldaki bir sosyal faaliyet nedeniyle ada’dan
misafirlerimiz geldi okula, kızlar da var. Okuldan arkadaşların grubu. Bizde yine
Serhan’la dans ediyoruz, onlar da bizi seyrediyor ve hep birlikte eğleniyoruz.
Gelenlerden bir kız beni orada görmüş, zaten gelenlerin arkadaşlarımın arkadaşı olduğu
için hiç birine öyle alıcı gözle bakmış değildim. İşte yine bu gruptakileri getiren
bizim Nafi idi. Onun kız arkadaşının grubundan olan bu kız da orada bulunuyormuş.
Sonradan Nafi bana anlattı, benimle ilgilenenin kim olduğunu, ismini cismini. Tanışmak
istermisin dedi, ben de olur dedim. Bir not yazıp yanına bir de resmimi koydum ve
gönderdim. Bir müddet sonra Nafi ile birlikte bu gruba ben de katıldım, zaten çok
sevgili Nafi arkadaşım yaşamımda nedense kader kesişmelerime vesile olmuştur.
Birbirleriyle çok samimi dört beş kızdan oluşan bu gruba biz de birlikte katılıyoruz ve
gerek ada’da gerekse de İstanbul’da geziyoruz. İlk olarak folklor yarışmalarına
gitmiştik. Ortada bir ikili çıkma söz konusu değil resmi olarak, genelde onun yanında
duruyorum ama aramızda hiç öyle özel bir ilişki yok. Sadece grup arkadaşlığı, hepsiyle
çok samimi olmuştuk zaten. Giderek bu buluşmalar fazlalaştı ve günlerden bir gün sadece
ikimiz İstanbul’a gittik. Çamlıca’ya gidip çay içeceğiz bu kızla. Ben ne diyeceğim,
ondan hoşlanıyormuyum, ne istiyorum, niyetim ne aslında hiçbir fikrim yok kafamda. Ama
bir kere onunla olduğum ilan edilmiş, öyle bir durumdayız yani. Hatta hiç unutmuyorum
grup halinde sohbet ederken ileride evlilik konusunda ne düşündüğüm sorulduğunda yüzbaşı
rütbesine kadar evlenmeyeceğimi, mesleğim ve gelecek için bunun şart olduğunu
söylemiştim. Ama birden, Kadıköy’de manavin önünden geçerken kızı elinden tutup benimle
evlenirmisin diye soruverdim. Tabii çok şaşırdı, burdamı soruyorsun dedi. Yeri zamanı
çok ters tabii, evet dedim. Gittiğimiz yerde sorsam ne fark edecek ki dedim, sonra
konuşalım dedi. Az sonra oturduk Çamlıca’daki o ağacın altına ve tekrar sordum.
Söylediği cevap ilginçti, hala hatırlıyorum, “bana kalırsa, evet”…
30
Haydaaa, ne demek bana kalırsa, başka kime kalacak yani dedim. Yani sen kendinden
eminmisin demek istiyormuş. Aslında bal gibi anlaşılıyor, ben kendimden eminmiyim? Tabii
ki değilim, nasıl emin olabilirim ki?
Orasını fazla karıştırma dedim, benim kitabımda öyle kaptı kaçtı işler olmadığını, madem
çıkıyoruz ailelerimize açıp kararlaştıralım, ne olacaksa olşmasını istediğimi anlattım.
Babam yine hop oturup hop kalkmış ama annemin bu kez aklına yatmış olmalı ki üçüncü
sınıf bittiğinde nişanlanmıştık. Ve bu macera tam 23 yıl sürdü… Hayatıma giren bu kız
ilk eşim oldu.
İlk birliğim olan İstanbul gemisinde gerek amirlerim gerekse diğer mesai arkadaşlarım
arasında çok sevildim, ben de onları çok sevdim. Cansiperane çalışıyordum, neredeyse hiç
uyumuyor, sürekli bana ait veya olmasa bile etrafımda olan biten her işe koşturuyordum.
Geminin yazışmaları, kantini, er ve erbaşlarla alakalı her şey, güverte, silahlar,
onarım işleri…aklınıza ne gelirse gelsin bir askeri gemide olabilecek her işi abramaya
başladım. Bir müddet sonra da işleri yapa yapa kısa zamanda oldukça tecrübe sahibi
oldum. Bu gemide iki yıl zarfında yaşadıklarımın daha sonra meslek yaşamımda bana
katkısı çok büyük olmuştur.
Evliliğimizin ilk zamanlarında benimle aynı bölümden mezun “pop” lakaplı arkadaşımla
gemilerimiz genelde yanyana idi, o İzmir gemisinde idi. Çok sevdiğim bu arkadaşım
bekardı ve çok samimiydik. Pop yine samimi olduğu diğer bir topçu arkadaşımızla evlerini
paylaşıyorlarmış ve bu arkadaş da benim gibi erken evlenenlerden biriydi. Aralarında
anlaşıp pop’la kaldıkları evi paylaşmayı kararlaştırmışlar, onun da bir odası varmış.
Fakat sonradan şimdi hatırlamadığım bir sebepten pop o evden ayrılmak zorunda kalmıştı.
Bana durumu anlattığında önce nasıl olur, olmaz bir düşündüm, sonra eşime anlattım
durumu ve bizde kalabileceğini söyledim kendisine, bir odayı ona verdik. Eşyalarını bize
yerleştirdi, hatta gençlik işte, lakabından da anlaşılacağı üzere odasını neredeyse bir
disko havasında düzenledi. Sonradan çalışıtığı bir gemide olduğu gibi yanıp sönen ışık
düzenlerinden tut, her türlü müzik düzenini kurdu. Çok evcimen olan bu arkadaşımla
oldukça neşeli muhabbetlerimiz ve sohbetli akşam oturmalarımız oluyordu. Tabii sonra
seyirler ve çeşitli kurslardan sonra bizim o evden başka eve taşınma durumumuz oldu ve
beraberlik fırsatı pek bulamaz olduk ama birkaç ay baya ev arkadaşımız da olmuştu.
İstanbul gemisinde çalışırken eşim hamile kalmıştı, bir gece uykumdan uyandım çünkü
sırtıma farklı yerlerden tekme yiyordum. Eşimin karnı iki taraflı küresel olmuştu. Bu
ikiz dedim, ne bileyim daha evvel hiç hamile kadın görmedim ama öyle hissettim işte.
Hatta bir oğlan, bir kız ismi düşünmeye bile hemen başladık. Gerçektende bir süre sonra
doktor muayenesinde ikiz hamilelik olduğu resmen anlaşıldı. Tabii o zamanlar aletlerle
değil dinleyerek tahminde bulunuluyordu. Ve 1981 yılının 11 Temmuzu bir Cumartesi günü
ikiz kızlarımız dünyaya geldi. Kucağıma aldığımda içimden gelen isimleri koyuverdim.
İlkine Elif, ikincisine Dilek. Yani tam Türkçesiyle “İlk Dilek” oldular.
31
Yanlız ilk bebeğimiz fildir fildir gözlü ve hareketli olmasına karşın, ikincisi pek
yorgun ve bitkindi. Hemen açıp elini kolunu, vücudunu kontrol ettim. Onlar doğmadan
bulabildiğim kitapları yutmuştum, bebekler konusunda hiç bir bilgim yoktu ama bilenler
yazmışlardı. Kucağıma aldıktan 15 dakika sonra Dilek için; bunda birşeyler var, sağ kol
ve bacağı normal değil dedim. Hemen muayene edilmesini istedim. Ancak hafta sonuydu ve
Gölcük Deniz Hastahanesinin yegane çocuk mütehassısı hastanede değildi. Bir süre sonra
muayene etti ve normal olduğunu söyledi, ikiz doğumdan dolayı birinin diğerinden biraz
daha zayıf olmasının normal olduğunu, zamanla toparlayacağını söyledi. Tatmin olmamıştım
ama yapacak da fazla birşeyim yoktu. Zaten ebeveynlerimizin agu gugü’larının arasında,
gıcık ve ortamı bozan bir adam durumundaydım. Auu gugü ile muhabbete katılıp doğum
coşkusunu yaşamak yerine böyle ciddi ve abuk sabuk işlerle uğraşmanın alemi neydi? Eve
geldik, çocuklar anasının karnından çıktığı durumdalar hala, ayladan da Temmuz ve sıcak.
Bebeklerin durumu içime sinmedi, sürekli gözlemliyorum onları. Bir süre sonra çocukların
böyle kalamıyacağını anladım ve biraz da sertçe büyükanneleri tersleyerek girdim banyoya
(nedense eski adet ve inançlarla yıkamamı istemiyorlardı). Bebekleri teker teker
göbeklerinden tek elimle tutarak yüzükoyun bir güzel yıkadim. Göbeklerini temizleyip
pudraladık ve rahatladılar. Geçen günlerde sürekli bebekleri gözlüyorum, henüz eşim
onların altını değiştiremiyor, minicik ve normal bebeklerden biraz daha ufak bacaklarını
açıp temizleyip altlarını bağlayamıyor, birkaç gün bu işi ben ve bazen de büyükanneler
hallettiler, sonra yavaş yavaş kendisi alıştı. Ancak gözüm devamlı Dilek’te.
32
Gerçekten bu kızımda ciddi bir şeyler var ve sinir sisteminde olduğu kesin. Hemen iyi
bir doktora götürmeliyiz dedim ama kime bilemiyorum. Bu arada araştırıyoruz, kim anlar
diye. Sonuçta bir yerden nöroloji mütehassısı ve zamanın en meşhur doktorunun ismini
öğrendik, Nişan Nişan adında Ermeni asıllı bir doktormuş, ona gittik. Adamın sadece
muayene ücreti aklımda kalmış, sanırım aylığım 20 bin lira civarındaydı o yıllarda,
doktor ise vizitesine 40 bin lira alıyordu… Bebeği beş dakikadan daha az bir süre
muayene etti ve masasına oturup kağıda basit L şeklide bir atel çizdi. Bunu alın,
filanca yere gidip bu ateli yaptıracaksınız, bu ateli hiç çıkarmadan sürekli
takacaksınız ve bir yada birbuçuk ay sonra tekrar bana geleceksiniz dedi. Çocuğun doğum
esnasında sağ tarafında boyundan inen sinirleri kopmuş, küçük olduğu için hemen kaynar
dedi. Allah allah, bu hiç aklıma yatmadı. Hemen “doktor bey sağ bacağı da kaskatı,
normal değil” diyecek oldum. Hayır onun alakası yok, sadece sağ kolunda sorun var, dedi.
Evet, normal olarak ayağına (eline de) baskı uyguladığında tepki veriyor çocuk ama bence
sorun hissedip hissetmemesi değil, kol ve bacağın kumanda sisteminde bozukluk var, yani
kumanda sitemimiz neresi? Beyin, değil mi? diyecek oldum, neticesiz beyhude çırpınışlar
dinlenilmiyorum… Tabi çaresiz koştura koştura atelciye gittik, bir miktar daha bayılıp
ateli aldık ve bebeğin koluna taktık. Hiç çıtı çıkmayan bebeğimiz barım barım bağırmaya
ve ağlamaya başladı tabii. Bir hafta geçmeden sıkı bir küfürle ateli söküp attım. Bu
küfürden muayene eden doktordan tutun, bebeğe doğumundan bu yana kim baktıysa hepsi
nasibini aldı tabii. Benim ve eşimin bu çabaları her geçen gün artarak sürdü ama gerek
zamanın koşulları, gerekse bizim tecrübesiz oluşumuzdan biraz uzadı. Gerçi uzamasa da
33
değişebilecek birşey yokmuş ve sonunda 8-9 aylıkken annesiyle birlikte Ankara’da Gülhane
Hastanesine yatırabilmeyi başardık konsültasyon yapılması için. O zaman Gülhane’de
çalışan beyin cerrahı Opr.Dr.Yb.Şevket ağabey diye bir akrabamız vardı, biraz da onun
yardımıyla birkaç hafta süren uzun tetkikler sonucunda bebeğimizin beyninde çok küçük
bir ödem olduğunu tespit ettiler. Anne karnında yada doğum esnasında oksijenszilikten
olabilecek bir ödem oluşmuş, “cerebral palsy” denen bir kist oluşma durumu yani. Bunun
zamanla sabit kalabileceğini ama büyük bir ihtimalle büyüyebileceğini de belirttiler.
Nitekim çocuk büyüdükçe kist gittikçe büyüdü. Tedavisi mümkün olmayan bir problem olduğu
için hastalığı ile yaşamasını öğrenecektik hep birlikte ve öyle de oldu. Buluğ çağına
doğru epilepsi krizleri başladı, sonra bir süre azaldı, hatta durdu ama sonra
olgunlaşınca tekrar başladı ve çok arttı. Şimdi sürekli ilaç kullanıyor, tekdüze bir
yaşamı olması gerekiyor, ne zaman ve nerede kriz geçireceği belli olmuyor. İşlerini
kendi başına görebiliyor ve kendi ayakları üstünde durabiliyor ama bizim için kanadı
kırık kuşumuz daima o.
Çocuklarımın doğumundan kısa bir süre önce allahtan ilk görev yerimdeki süreyi
tamamlayıp ikinci görevime tayin olmuştum. Yeni görevim bir çıkarma gemisi
komutanlığıydı. Allahtan diyorum çünkü ilk görev yerimdeki takma ismim önce Zurnanın Son
Deliği, sonrasında da Esir idi, ya da bazen beni Çekirge diye çağırdıkları da olurdu.
Yani anlıyacağınız, bütün vaktimi işime vermeliydim. Ama şimdi küçük de olsa bir geminin
başı yani komutanı bendim. Zurnanın ilk deliğiyken, üfleyeni ben olmuştum. İyi de
üfledim sanıyorum.
Şimdi tekrar dönelim tekrar Harbiye’deki 2nci sınıftaki zamana. İkidebir bir ileri bir
geri sizi yoruyorum kusura bakmayın ama söylemiştim ya, ben ne olmalıyım, en iyi ne
olurum kararsızlığındaydım ya ondan…
Evet, işte o çağımdayken sadece okulumuzdaki küçük botlarla arada bir eğitime
çıkartırlardı bizi. Onun dışında kürek çekmek, yelkenli kullanmak, yüzmek gibi tamamen
deniz sporlarına yönelik, yani denizi sevmek adına faaliyetlerimiz vardı. Hepimiz
ileride bir şekilde ya gemi kullanacak, ya da makina sisteminde çalışacak veyahut
gemilerin lojistik veya teknik hizmetlerinde görev alacaktık ama anladım ki bütün
herşeyin tek bir amacı var, gemiyi götürmek, sağ salim limana ulaştırabilmek, gerekirse
savaşmak ama selametle. Selameti ve sakin denizleri dilememiz bundan olsa gerek.
Gemisini kurtaran olcaktım ben, yani kaptan.
Daha sonralar bizi donanma gemilerinde tatbikata çıkarmışları, hatta hiç unutmuyorum ilk
fiili tatbikatta çıktığımız muhripte hepimiz gemi kalkarken köprüüstüne çıkmış ve
manevrayı izlemek istiyorduk. Gelen komutan uzun boylu, oldukça bıçkın ve havalı
biriydi. Sonradan Amiral olmuştu ilerleyen yıllarda ve bizi hemen oradan kovdu, evet
kovulmuştuk ilk deneyimimizde. Orada ne işimiz olduğunu ve derhal makina dairesine
inmemizi emretti, geminin başçarkçısına da emir vermiş kazan dairesinde bize iki vardiya
nöbet tutturdular tatbikat boyunca. Orada hiçirşey öğrenemediğimiz gibi, astsubay ve
erlerden başka kimseyle muhatap dahi olamamıştık. Bize ayak altında dolaşan gereksiz
34
fazlalık muamelesi yapılmıştı. Okula döndüğümde tercih listesi yapmamda bu olayın etkisi
çok olmuştu.
Sonradan bir de Donatan isimli fabrika gemisini hiç unutmuyorum, o geminin kıç tarafını
biz raspa etmiştik. Öyle ciddi ve düzgün iş yapmıştık ki, aferin almıştık.
Temizlediğimiz tuvaletleri de hiç unutmuyorum. Tabii gemi anılarım sadece bunlar değil,
kovulsak da, ilgilenilmesek de aç kurtlar gibi herşeyi gözlemliyordum. İlk anladığım
şuydu; hiçbirşey bilmeyen biri önce olayın hissiyatını, sonuçlarını kavramaya çalışır,
nasıl yapmalıyım, hangi yöntemi uygulamalıyım ki başarılı olabileyim. Ben de öyle yaptım
aynen. Gemi komutanlarına bakıyordum hep, fiyakalı olmak başka şey, sizlere anlattığım
kadar işin abartılması, üstüne üstlük bunu gereksiz bir terör ve bize öğretilen
denizcilik ruhuna uygun olmayan aşırı disiplinli komutan edasıyla saçmalamak başka
şeydi, bunu anlamıştım. Ben asla öyle olmayacaktım.
Sonra bir de şuna dikkat ettim, sakin ve kendinden emin komutanlar da elbet birilerinin
canlarını yakıyorlardı ama hiç kimse onlar için yaramaz adam diyemiyordu, çekinseler de
ona güvendikeri belliydi. Onları selametle taşıyacak olan komutan yada kaptan denen
adamlar bunlardı işte. Bütün insanlar korkar, heyecanlanır hatta hata yapabilirler. İyi
komutanların böyle durumlarda en sakin ve en dirayetlisi olmaları gerektiğini
gözlemledim. Bir de her meslekte olduğu gibi ama biraz daha çarpıcı olarak denizcilikte
bir kuralın geçerli olduğunu farkettim. İşini iyi öğreneceksin. İyi bilip,
belleyeceksin, temel hususları alışkanlığa dönüştürüp düşünmeden yapacaksın ve en
önemlisi hata yaptığın bir konuda tekrar aynı hataya düşmeyeceksin. Bir de özellikle
tabiatla gereksiz mücadele etmeyecek ve fizik kurallarını iyi bileceksin.
Uzatmayalım, iyi bir kaptan olacaktım, bundan emindim. Eminseniz olay bitmiştir, bu
benim için geçmişte geçerliydi, bir işi becermek için karar almam yeterliydi, tabii
istemem de gerkiyordu ve okulumun son yıllarında bunu istiyordum artık.
Öğrencilikteki sorumsuz denemeler, gözlemlemelerin bana ne kazandırıp kazandırmadığını
ne kendim nede bizi yetiştirenler malesef yeterince test edemedik ama emsallerim gibi
ben de daima birini izlediğimde ben olsaydım şöyle yapardım, böyle yapardım diye kendimi
tahlil edebiliyordum, hepsi bu kadar.
Söylemiştim ya, İstanbul gemisi ilk çıktığım gemiydi. Şansımın gözü kör olsun ki,
çıktığım gemi Poyraz rıhtımında bağlı ve doğru dürüst seyire bile çıkmıyor. Zaten diğer
35
gemiler de pek öyle ahım şahım sefer yapmıyorlar ama bizimkisi hepten hareketsiz o
sıralar. Fakat her gemide olduğu gibi anlı şanlı hizmetlerinden söz ediliyor, bu geminin
bir efsane ve okul olduğundan söz edilip duruluyor. Fakat biz daha pek bir şey
göremiyoruz, kötü zamanında gelmiş olmalıyız. Birkaç kısa seyir oldu, en fazla
gittiğimiz yer Marmara denizi ve çıkıp bir iki tür atıyoruz, o kadar. Benim halat
manevrasından köprüüstüne gelip orada da muhabere zabiti olmadığından kod kitabına göre
telsiz iletişimi, ışıldak ve işaret sancakları ile muharebeden sorumlu olmak zorunda
kalmam sebebiyle pek bir şey de öğrendiğim söylenemez gemi kumandası üzerine. Zaten
geminin kaptanı da daha önce öğrenciyken çıktığım gemilerdeki gibi bir zat, burnundan
kıl alınmıyor. Değil bir şey öğrenmek veya sormak, emirlerine/sorularına cevap verirken
bile çekiniyoruz.
Sonunda gemimizi bakım için tersaneye soktular. Eyvah şimdi yandık, bir süreliğine hem
geminin yaşam düzeni bozulacak hem de asıl öğrenmem gereken şeyler yerine onarımlarla
uğraşacağım derkeeen.. bunun tam tersi oldu… Bilakis gemiyi çok daha iyi öğrenme fırsatı
buldum.
Zamanın ABD ambargosu sebebiyle çalışmaz ve atıl durumdaki birçok cihaz ve aletlerin
bakım ve onarımlarını imkansızlıklara ve yedek parça sorunlarına rağmen elimizden
geldiğince hepsini hallettik. Lakin bu gemide işler oldukça ters gitmeye başlamıştı.
Geminin ikinci komutanı Sefai Ergül ile uçaksavar subayı rahmetli Kudret Güngör’de
onunla birlikte Amerika’dan alınacak gemiye tefrik edildiler. Kudret ağabey bütün
demirbaşlarını bir günde bana teslim edip sevinçle giderken –gerçi demişti sen
halledersin esir bunları diye- nereden bilebilirdim birçok eksik olduğunu ve bunların da
halledilmesi neredeyse imkansız olduğunu, alayı ordonat malzemesi. Sonradan başım çok
ağrıyacaktı ama üstesinden gelecektim. İkinci komutanın gitmesiyle ve kıdemli diğer
subayların da kurslara veya geçici görevlere gönderilmesiyle kadro iyice azalmıştı.
Bölüm amirim de lisan kursuna gidince benden sonraki en kıdemli subay okulda son
sınıftayken bizim sınıfın öğrenci amiri olan iki sınıf üstüm bir subay kalmıştı ve o da
Post Graduate eğitimine gideceği için işleri tamamen bana bırakmıştı. Komutanımız
sınıfının birincisi fakat kurmay olmamış bir subaydı. Önceden hakkında pek birşey
bilmiyorum, böyle şeyler konuşulmazdı ama sonradan birtakım olaylar olduktan sonra
duydum ki eşi onu terk etmiş, kendini içkiye vermiş, falan filan. Benim sadece ilk
dikkatimi çeken tersaneye girdikten sonra komutanın geceleri iyice geç hatta sabaha
karşı gemiye kör kütük sarhoş geldiği, o gelene kadar onu karşılamak için onu beklemek
zorunda olduğum ve her gelişinde mutlaka bir problem çıkarıp ortalığı birbirine katması
adet olmuştu. Çoğunlukla subay salonunda oturup kahve ister, onun dizginlemek için
yardımcısı tayin olduktan sonra idareyi alan geminin başçarkçısı onunla kağıt oynar,
sorunsuz yatması için çaba harcardi. Zaman zaman adam eksikliğinden benim de oturmamı
isterlerdi ama genelde bir bahaneyle kaçmaya çalışırdım. çoğunlukla zaten hep nöbetçi
suyayı olursum ama dinlemezlerdi gecenin o saatinde. Nadir oturuşlarımda anladım ki komutan
sandığımdan daha kötü bir psikolojik çöküntüdeymiş. Sabaha karşı yatar ve öğleden önce
de kalkmazdı. Hatta kamarası civarında o kalkmadan iş yapamaz, gürültü edemezdik.
Zamanla gemi öyle hale geldi ki, bütün her yeri sokulmuş ve neredeyse gemi demeye bin
36
şahit ister haldeydi artık. Dolayısıyle günlük ihtiyaçlar dahi karşılanamaz oldu. Yemek,
tuvalet, su, ısınma vs bütün bunlar yavaş yavaş yok oluyordu. Bu imkansızlıklar içinde
gemiye sadece yatmak için gelen komutan bir gün yine çok geç bir saatte geldi ve neden
kamarasında sıcak suyun akmadığını sordu. Bu işlerden sorumlu olan yara savunma subayını
çağırdı. Çok sevdiğim, oldukça espritüel ve çalışkan bir subay olan Deniz Öveçoğlu;
bütün devrelerin sokulduğunu, onarımda olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Ertesi sabah bu
subayı hapis cezasıyla cezalandırdığını duyduk komutanın. Daha doğrusu ne olduğunu
bilmiyorduk. Ben sadece sabah çok erkenden geminin baş çarkçısının saçlarının bir
numaraya vurdurmuş olduğunu farkettim. Sabahın 6’sıydı ve BÇ Taner Temizel subay
salonunda koltuğa bağdaş kurmuş ampul gibi bir kafayla oturuyordu. Onu görünce sadece
günaydın diyebildim, çok ketum bir adamdı ve ağzının kenarıyla sadece selamımı aldı,
hepsi bu. Hemen salondan çıkıp berberi çağırdım, beni de aynen o şekilde traş etmesini
söyledim. Neden, niçin, ne oluyo? Hiç kimseye bir soru dahi sormadan otomatik hareket
ediyordum. Bunun sebebini sonradan kendim de anlamadım, tamamen irade dışı bir
davranıştı bu.
Sabah taburu toplanıyor, astsubay ve erler tabura geçtiler, subaylar da tek tek gelmeye
başladılar, zaten sayıları pek fazla değil. Hepsinin şapkaları var ama kenardan belli
oluyor bütün subaylar benim ve bas çarkçı gibi ampul gibi traş olmuşlar.
Aynı gün öğleye doğru bağlı olduğumuz I.Muh.Flt.Kmd.luğundan bir subay eşliğinde birkaç
kişi geldi gemiye. Direk komutanın kamarasına gittiler. Komutan henüz kalkmamış olmalı
ki, bir süre kalkmasını bekleyip içeri girdiler. Öğlen saatlerinde komutan ve sonra da
birkaç er tarafından eşyaları gemiden çıkıp gittiler. Bir daha komutanı görmedik, hiç
dönmedi geiye, sonradan duyduk ki emekli olmuş, yada edilmiş...
Aslında bu tepkimiz bir karşı koyma, isyana benzer bir şey olduğunu fark ettim ama
bilinçsiz de olsa ben de buna uymuştum. Hiçbirimiz cezalandırılmadık, hatta bütün
subaylar daha sonradan bahriyenin gözbebeği görevlere atandılar ve biraz da fiyakalı ve
parmakla gösterilir zabitler olarak tanındılar. Bu olaydan da söz etmekten hiç kimse
hoşlanmazdı, aramızda dahi pek konuşmadık sonradan.
Gemimiz havuzlanmıştı ki, yaşam şartları daha da berbatlaşmıştı ve işimiz daha da
artmıştı. Havuzda iken yeni bir komutan geldi, kendisi kurmay subaydı ve yurt dışından
geliyordu. Üstelik iddialı ve ilerde yükselecek parlak bir subaydı. Gemi idaresi ve
geminin iyi değil, mükemmel olmasını istiyordu. Öylesine ileri boyutlardaydaki bu planı
adeta hepimizi on kat daha istim üstünde tutmayı başarmış, adeta dünyanın en mükemmel
gemisi bizimkisi olacaktı. Geminin de monte işleri başlamış, toparlanma aşamasına
gelmişti. Yanlız bu idealistliğin yanında bir süre sonra bu komutanın da aşırıya kaçan
ve gösterişe yönelik uygulamaları bizi şaşkına çevirmiş, ipin ucu kaçmıştı. Sonradan
anladık ki, bütün bunlar iyi güzel de işin altında şahsi planlar yatıyormuş. Kısa süre
sonra o da bizi yani İstanbul gemisini bırakıp yeni alınacak başka bir gemi için yurt
dışına gönderildi tekrar. Ama olsun, gemimizi en iyi biçimde toparlayıp bize sevk ve
feragatle çalışma ortamı sağlamıştı yine de.
37
Bu arada lise yıllarından tanıdığım bir başka sınıfın sınıf subayı bizim geminin eşi
yandaki aynı sınıf bir geminin komutanıydı. Bir gün beni çağırtmış, gittim onun
gemisine, hayırdır benimle ne işi olur diye de endişe duyuyorum. Beni kamarasına aldı ve
bağlı olduğumuz Harp Filosu Komutanı Orhan Karabulut’a emir subayı gerekiyormuş, seni
düşünüyorum dedi. Ben o zaman emir subayı nedir, ne değildir hiç bir fikrim yok. Ama
daha okulu bitirmeden ne olacağıma karar verdiğimden iyi bir şey bile olsa kabul etme
niyetim de yok.
Efendim neden beni seçtiniz, hayrola diye sordum. Beni izlediğini, çalışkan ve güvenilir
bir subay olduğumu söyledi. Sonra araç ehliyetim olup olmadığını sordu, hayır dedim.
İyice şaşırdım, ne aracı? Araba mı kullanacağım. Bu arada çekiniyorum da, direk hayır
desem adam lise yıllarımın kabusu zaten, ne yapacağını bilemiyorum, başıma bela olur
diye korkuyorum. Olsun, farketmez hemen ehliyet alırız sana dedi, öğrenirsin bir iki
günde. Adam kararını vermiş bile, bana lütfen tebligatta bulunuyor sanki. Baktım olacak
gibi değil, derin bir nefes çekip başladım konuşmaya. Ne dediğimi pek hatırlamıyorum ama
bizi muharip subay olarak yetiştirdiklerini, henüz öğrenme aşamasında olduğumu ve kısa
bir süre sonra mükemmel bir subay olabileceğimi, asla gemiden başka bir vazife
düşünmediğimi söyledim. Bunun emir ve görüşlerinize itaatsızlık olmamasını dilerim ama
bu kişisel isteğimin dikkate alınmasını arz ederim dedim. Komutan renkten renge girdi,
köpürdü bir anda ve sonunda bir vukuat işlememek için beni yanından kovdu. Sonrasında
emsallerimden kimse bunu kabul etmemiş, ya da fikir değiştirmiş olacaklar ki filo
komutanına bizlerden biri emir subayı olarak verilmedi, sanırım bir yedek subay
verilmişti.
Sonunda tersaneden çıktık ve tecrübe seyirleri tamamlandı. Tim eğitimleri dediğimiz
hazırlık eğitimlerini de tamamladık, baya iyiyiz, sanki hiç geri kalmış gibi bir halimiz
yok eğitimler mükemmel gidiyor, gerçekten komutanın istediği gibi bir gemi olduk kısa
zamanda. Her yer pırıl pırıl ve eğitimimiz de gayet iyi. Artık gemimiz Karadenize
çıkacak ve top atışları yapılacaktı.
Sevgili sınıf arkadaşım Ali Semih Çetin’de kursunu bitirip gelmişti geri sanırım ya da
tek gemi eğitimleri olduğundan bana fazlaca bir muhabere işi de düşmüyordu. Köprüstünde
bütün bölüm amirleri, kadromuz tamamlanmış ve hepsi benden kıdemli güverte subayları
bulunuyor, boğazı geçeceğiz. Ben o güne kadar henüz daha geminin kumadasını hiç
almamışım. Kız kulesine doğru yaklaşıyoruz, komutan herkese sordu, boğazı kim geçecek
diye. Vardiya sırası Topçu Sb.Kemal Enginsel’deydi, ben geçeceğim komutanım dedi.
Komutan hepimize bir göz gezdirdi ve beni yanına çağırdı. Olmaz öyle şey dedi, bakın
burada gemimizin en genç zabiti var. Siz tecrübelisiniz, bu gençler böyle fırsatlarda
gemiye kumanda etmiyecekler de ne zaman edecekler. Hadi bakalım kumanda sende demez mi
bana? Şaşırmıştım, hiç böyle birşey beklemiyordum ve hazırlıksızdım. Bir anda boğaz
girişi benim için daraldı, akşam üstü saatleriydi ve vapurlar, karşıdan karşıya geçen
tekneler, boğaza giren ve çıkan gemiler arasından geçebilecek yer yokmuş gibi geldi bir
an bana. Pek de bilinçli bir şekilde olmayan dümene ve makinaya kumandalar veriyorum.
Öyle ki, zamanında kendimce hoşuma giden iyi zabitlerin keskin ve net biçimde verdikleri
standart komut ses tonlarına benzer bir şekilde. Herşey göz mesafesinde olmasına karşın
38
dürbünüm elimden hiç düşmüyor, aşırı bir tetiktelikle kullanıyorum gemiyi. Yanlız beş on
dakika içinde yaklaşık 12-13 mil olan suratimizi giderek arttırıyordum. Bütün
kararlarımı verirken gemiyi biraz daha atik ve hızlı hareketlerle götürmeyi tercih
ediyorum. Oysa ki önümdeki geminin süratini kollayarak onla aynı süratte kalıp
izleyebilirim, izlemeliyim de; ya da önümden geçen bir tekneye yol verecek manevralarda
bulunabilirim. Ama hayır, geçiş üstünlüğü ve iradeyi kendi gemimde tutuyordum daima. Eh
altımızdaki gemi İstif sınıfı, yağ gibi kayıyor. Yani kısacası tehlikeli bir durum
yaratmadım ama oldukça hızlı kullandım gemiyi. Tabii bu arada geminin süratinin 18 mili
geçmiş ve iyice hızlanmıştık Kanlıca önlerine doğru. Trafikten dolayı da öyle pozisyona
geldik ki sürati düşürmeye fırsat kalmadı. Bu arada anlattığım olay eski trafik
düzeninde oluyor, yani boğaz çift yönlü ve Marmara’dan girişte iskele taraftan
seyrediyoruz, daha sonra sancak seyrine geçiliyor. Süratimizin oldukça yükseldiği bir
sırada artık yavaşlamam gerekiyorken 180 olan tornayı 190’a çıkarınca topçu subayı
yanıma geldi ve kulağıma “ne yapıyorsun? yavaşlasana” dedi. Hem benim ilk amirim, hem de
çok değer verdiğim ve sevdiğim bir subaydı kendisi. Birçok şeyi ondan öğrenmiştim, bana
Çekirge diyen de oydu. Bir an tereddüt geçirdim ama söylediğini uygulayamazdım. Her ne
kadar heyecanlıysam da kafamda geliştirdiğim gemi manevrasına ve gözlemlediğim trafik
şartlarına o an için yavaşlamak uymuyordu. Veya en azından yavaşlamak için geç
kalmıştık. Bir an ona bakım, sessizce kendisine hayır dedim, “önümdeki gemiyi
geçmeliyim, şu an yavaşlayamam”. O ana kadar hiç konuşmayan ve bana karışmayıp sadece
kahvesini içerek yanındakilerle sohbet eden ve boğazı seyreden komutan müdahale etti.
Meğer göz ucuyla bizi takip ediyormuş. Topçu Subayı’nı yanına çağırıp birşeyler söyledi,
sanırım karışmamasını. Baktım Kemal yüzbaşı geri çekildi, biraz da bozulmuştu. Buna o an
için üzüldüm ama amirimin bana tavsiyesini yapamazdım, sonradan konuştuk gerçi, o da
yavaşlamam için geç olduğunu kabul etmişti. Sonunda bana bir ömür gibi gelen ama
gerçekte oldukça kısa bir zamanda Karadeniz’e çıktık. Komutan bana bir kahve söyledi ve
herkese hitaben kısa bir konuşma yaptı. Kısaca “İşte arkadaşlar, harp gemisi böyle
kullanılır. Hepinizin gördüğü gibi bu genç arkadaşımıza hiçbir şekilde tavsiyede
bulunmadım, kumandasına karışmadım. Kendisi de layıkıyla ve çevik bir şekilde, asıl
önemlisi de deniz trafiğinde geminin selametini tehlikeye düşürmeden boğazı mükemmel bir
şekilde geçti. Kendisini kutlarım, kendisinin bundan sonra iyi bir denizci ve kaptan
olacağından eminim” dedi. Oysa ben boğazı geçtikten hemen sonra kendimi tahlil etmiş,
bir daha geçsem böyle davranmayacağıma çoktan karar vermiştim bile. Ama komutanın bu
sözleri olayı bitirdi, bu dakikadan sonra artık benden iyi kaptan yoktu… İlk denememde
kendime sonsuz güvenim gelmişti. Altımdaki gemiyi dünyanın öbür ucuna götürebilir, ne
istersem yapabilirdim. Bu olaydan sonra gemide yürüyüşüm bile değişmişti.
Gelin görün ki, günlerden bir gün gemimiz yakıt iskelesindeyken aynı komutanım almış
olduğu bir demet çiçeği filo komutanının eşinin evinde verdiği bir çay partisine
götürmemi istediğinde reddedecek ve bu komutanımla ters düşecektik ama o an için bunları
bilemezdim. Bana bu emir verdiğinde oldukça şaşırmış, sebebini bilmediğim ve saçma
bulduğum, açıkçası benim için yağcılık sayılacak ve durup dururken sebepsiz yere bir üst
komutanın eşinin hemde kadınlar arasında verilen çay partisine çiçek götürmem
kabullenebileceğim bir durum değildi. Değil komutanın emri, bu uğurda Roma’yı bile
39
yakabileceğimi bilmiyordu tabii sayın komutanım. Aynı komutanın yurt dışından aldığı
ikinci gemisine bu kez çıkarma gemisi komutanı olarak bir ikmal sebebiyle aborda
olduktan sonra, güverteye çıkarak neden ziyaretine gitmediğimi sorduğunda ise yakıt
veriyorum, uygun olmaz demiş ve ziyaretine gitmemiştim. Geleneklere uymayan bu
aşırılığım hiç hoş değildi kabul ediyorum ama bir kere kaybetmiştim bazı hislerimi,
zorla sahte davranışta bulunamazdım, bir çiçek hadisesi nelere mal olmuştu.
O zamanlar bu tip olaylara fülfülüş işler derdik ve asla kitabımda böyle işler olamazdı.
Kellemi verir yine de paçamı kaptırmazdım böyle durumlara, öyle de devam edip gittim
meslek yaşamım boyunca. Şimdilerde nasıl bilemem ancak şunu söyleyebilirim, bizim
yetiştiğimiz dönemde böylesine işler pek yaygın değildi. Hatta lüzumsuz ve yağcı
davranışlar hoş karşılanmazdı. Ancak anlattığım ilk yıllarımdan başlayarak ve giderek
artan bir şekilde yağcılık addedilebilecek davranışlar yaygınlaşmıştı, açıkçası evvelce
hoş karşılanmayan kabuller giderek normal karşılanmaya başladı. Bu konu biraz göreceli
olmakla birlikte şunu söyleyebilirim, ben buna meyıllı ve üzülerek söyleyeyim bunu bir
sanat gibi icra etmekten çekinmeyenlerden çok yağcılığa göz yuman ve hatta belki de
kendisi de aynı parallelde davranmış komutanların da buna çanak tuttuğuna şahit oldum.
Hiçbir meslek dalında bunu asla kabullenebilmem mümkün değil gerçi ama askerlik
mesleğinde bunun daha da önemli olması gerektiğini düşünürüm daima. İltimas ve
yağcılığın yok edilmesi düşünülemez ama eminim ki bu ulusal diyebileceğimiz yaranın
tedavi edilmesi gerçekten gerekiyor kanaatindeyim.
Hadi zaman makinasında bir ön yıl kadar ileri atlayalım ve aynı gemi komutanının bana
son sözlerine gelelim. Kendisi parlak görevlerden sonra ateşe olmuş Çok da yakışıklı
olan bu subayın bir o kadarda çapkın birisi olduğunu zaten biliyorduk. Duyduğumuza göre
görevli olduğu ülkenin en güzel bayanı ile birlikte oluyor, tabii bahsettiğim yıllar ve
soğuk savaş dönemi de göz önüne alınırsa bunun sakıncalarını anlamışsınızdır. Ve apar
topar Ankara’ya çağrılıyor, ardından derhal emekli oluyor ya da ediliyor. İşlemleri
yapılırken ben de Ankaradayım, görüşemiyoruz ama selam yolluyor, bana şu mesajı
iletiyor. “Benim gibi yakası yağlı albay olmasın” diyor. İlginç… Benim ne olacağıma ben
çoktan karar vermişim zaten, ama o bunu bilmiyordu tabii. Sağa sola çiçekler gönderen,
olmadık gösterilerde bulunan komutanın bana tavsiyesine şaşırmadım değil...
Çıkarma gemisinde iken artık bana ait olan bir gemide her türlü insiyatifi de elimde
bulundurarak kendimi iyi yetiştirdim. Tabii bir yıl boyunca da en azından aileme daha
çok zaman ayırma fırsatım oldu. Yanlız çocukların bakımları problem oldu, eşim çalıştığı
için önce benim, sonra da eşimin annesi bakmaya başladı çocuklara. Biz de bebeklerimizin
hasretini çeker olduk. Biraz büyüdükten sonra tekrar yanımıza alacak ve bakıcı
tutacaktık, sonra da kreş’e verecektik ama ilk zamanlarda baya uzak kalmak zorunda
kaldık.
Çıkarma gemisinin ardından yine ilk gemimin benzeri olan İzmir muhribine tayinim çıktı.
Burada da iki yıl vazife yaptım, artık üsteğmen olmuştum ve geminin Uçaksavar subayı
idim. Bu gemide de oldukça iyi performans gösterdim ancak ilk gemim olan İstanbul
gemisinden daha iyi değildi bu gemi. Artık gemilere komutan ve yardımcısı olarak kurmay
40
subaylar veriliyordu ve bizim gemimizde evvelce komodor harekat subayı olan, akademiyi
birincilikle bitirmiş bir komutanla çalışıyorduk. Bu komutanımız makina kökenliydi fakat
çok çalışkan ve aşırı dikkatli biriydi, kılı kırk yarar derecesinde detaylarla
ilgilenirdi daima.
Yeni mezun olup gemiye ilk çıktığım günlerdeki bir olayı aktarmayı unuttum. Henüz yeni
katılmıştım ilk gemime ve sorumlu olduğum personeli branşı yerimizde toplamış ve onlara
bir tanışma konuşması yapmıştım. Birkaç er ve sekiz on kadar astsubaydan oluşan
personelim vardı. Onlara uyumlu bir çalışma ortamı yaratacağımızı, birbirimizle
yardımlaşarak ve omuz omuza çalışmak istediğimi ve buna benzer temennilerimi içeren bir
konuşmaydı. Ardından yeni mezun olduğumu ve eskiden beri çalışan bu arkadaşların sorumlu
olduğumuz cihazlara konusunda ve sistemlere çabucak uyum sağlayabilmem için gereken
yardımı göstereceklerine inandığımı, varsa eksiklik ve diğer detayları, yapılan test
sonuçlarını ayrıntıları ile bana izah etmelerini rica ettim. Santral Astsubayların en
kıdemli olan, beni dinledikten sonra hiç beklemediğim şekilde ve gayet küstahça bir
ifadeyle beni yanıtladı. Normalde astlar üstlerine efendim veya görev ismiyle hitap
ederler ama bana “teğmenim” diye hitap ederek “bunları okulda öğretmiyorlar mı? bizim
size anlatacak birşeyimiz yok” dedi. Ben bu cevap karşısında afallamıştım, sanıyordum ki
silah arkadaşlarımla ahenk içinde çalışacağız, tabii ast-üst ilişkileri de olacak ama
omuz omuza ve profosyonelce çalışma ortamı olacağını zannediyordum. Aldığım ilk tepki
hiç öyle değildi, samimi duygularla ısıtmaya çalıştığım ama birden buz kesen havayı
noktaladım.
Astsubay’a beni yanlış anladığını, cevabının daha alt rütbedeki diğer personelin önünde
hiç de hoş olmadığını, biran önce tim olarak hazır olabilmemiz ve birbirimize uyum
sağlayabilmemiz için bu ricada bulunduğumu söyledim. Ama görüyorum ki bu ekibin
kıdemlisi olarak siz bunu istemiyorsunuz dedim. Ben de o zaman bir hafta on gün içinde
kendisi de dahil tüm ekibimin kendilerine uygulayacağım nazari ve fiili meslek testine
hazırlanmalarını talimatını verdim. Kısa bir süre sonra hepsini sorumlu oldukları
ekipman ve bilmeleri gerekenler konusunda sınav yapacağımı söyledim. Başarılı
olamayanlara birkaç hafta süre daha tanıyacağımı, yine de yeterli sonucu alamadığım
taktirde de beraber çalışmamızın mümkün olamıyacağını ve gemiden göndereceğimi söyledim.
Bu karşılıklı silahları çekme pozisyonuna düşeceğim hiç aklıma gelmemişti ama anladığım
kadarıyla er yada geç zaten olacakmış, başlangıçta olması bir yerde de iyi oldu.
Her meslekte olduğu gibi biz de okulda bu konularda okuduk okumasına ve çıktığımız
uygulamalı eğitimlerde kısmen de olsa sorumlu olduğum departmanla ilgili bilgileri
öğrendim ama bu ne kadar yeterli olabilir? Neticede yüzde yüz ve eksiksiz bilmem gereken
şeyleri yüzeysel biliyorum, tecrübem henüz yok. Zaten tayin olduğumuz görevlere yönelik
görev öncesi kurslara da henüz gitmemişiz, bu birkaç ay gemide kaldıktan sonra olacak
ama ben göreve hemen hazır olmalıyım. Nitekim bu toplantıdan sonra derhal ilgili
cihazların kitaplarını kamarama yığdım. Gündüzleri fırsat bulamadığım için özellikle
geceleri, el ayak çekildikten sonra kitapları yanıma alıp cihazların başına gidiyor ve
bütün hepsini ayrıntılarıyla tetkik ediyordum. Bir hafta on gün kadar buna devam ettim
41
ve artık ekipmanımı iyice biliyordum. Bu çalışmalarım esnasında cevaplandırılmasını
isteyeceğim soruları da hazırlamaya başlamıştım.
Derken bir süre sonra personelime test için toplanmalarını söyledim. Hazır olup
olmadıklarını sordum, kıdemli olan biz her zaman hazırız dedi. Peki diyerek herkesin
önünde ilk ondan başladım sorularıma. Önce bir atış kontrol problemi verdim ve şahsen
uygulamasını söyledim. İlk sualde çuvalladı, doğrusu bunu beklemiyordum. Bu çok temel
bir konuydu ve hemen hemen hepsinin bilmesi gereken basit bir uygulamaydı ve henüz asıl
suallere gelmemiştim oysa ki. Birkaç soru daha, hayır kıdemlinin dünyadan haberi yoktu
ve giderek daha fazla rezil oluyordu. Peki, dedim sizi daha sonra tekrar test edeceğim
diyerek ondan sonraki kıdemliye geçtim. Onun da birşeyler bilmekle birlikte pek iyi
olmadığını gördüm, hatalar yapıyordu. Zaman zaman hatalarını anında gösterdikçe diğer
elemanlara dersimi mükemmel çalıştığımı farketmişlerdi. Onu da biraz daha çalışmasını ve
tekrar test olacağını bildirerek listeme aldım. Diğer elemanlar fena değillerdi,
özellikle daha genç olan 2-3 yıllık bir Astsubay baya iyiydi, zaten sonra işi bu
elemanın götürdüğünü anladım. Ardından verdiğim iki haftalık süre doldu ve kalanları
tekrar teste aldım. Sonuçta en kıdemli olan bu seferde çuvallamıştı. Durumu, sınav
sonuçlarını ve olanları amirlerime bildirdim. Santral kıdemlisi Astsubay derhal mesaj
tayini ile İskenderun’daki bir kara birliğine gönderilmişti. Ondan sonra da branşımın
eğitim düzeyi daima en üst seviyede oldu. Tabii bu yaptığım uygulama tüm gemide
dikkatleri çekti ve yegane yeni mezun bir teğmenin hiç de kolay lokma olmadığı
anlaşılmıştı. Yetmişli yılların son döneminde ülkenin genel istikrarsızlığı ister
istemez bulunduğumuz camiaya da yansımış olmalı, hoşnutsuzluk ve boşvermişlik had
safhada idi. Komutan ve subayların dışında personel aralarındaki hiyerarşi ve disiplini
de kendi yöntemleri ile uygulamaya çalışıyorlar bunun da sonucunda profosyonellikten
uzaklaşılıyordu. Hiç olmazsa yetki alanımdakileri toparlamalıydım, mesleğin böyle
şeylere tahammülü olamazdı. Nitekim branşım ve ilgili olduğum diğer ek görevlerimdeki
mutataplarıma başlangıçtan itibaren görev disiplini başta olmak üzere taviz vermedim.
Ancak insanı boyutta da onları ezmek yada gereksiz aşırılıklara asla sapmadım. Zamanla
bu bana karşı daha dikkatli olmalarına ve saygı duymalarını neden oldu. Giderek geminin
de yönetiminin değişmesi ile daha iyi bir takım olabilmiştik. Bunun etkilerini takip
eden yılda özellikle Astsubaylarımızda ve erlerimizde hemencecik görüvermiştik. Komutan
ve zabitanın ne kadar önemli olduğunu henüz mesleğimin ilk yılında gözlerimle
görüyordum.
Gölcük’te daha sonra başka gemilerde de çalışacak ve ilk aşamada ön yıl kalacaktım. Daha
sonra bir fabrika gemisinde ve yine başka bir muhripte çalıştım. Bu arada çeşitli
kurslara da katıldım görev öncesi ve branşımda ihtisas kurslarıydı bunlar. Burada
çalıştığım süre zarfında amirlerimin gözüne girmiş olmalıyım ki rütbelerimiz ilerledikçe
aldığımız sicillere göre yapılan sıralamada üst sıralara çıkmıştım. Tabii sadece ben
değil, benimle birlikte mezun olan diğer pek çok arkadaşım da benzer şekilde iyi
performas gösterdiler, bazılarımız küçük gemilere komutan ve ikinci komutan olurken
birçoğumuz da artık bölüm amiri olmuşlardı. Üsteğmen olduğumda hiç beklemediğim bir anda
beni lisan kurşuna gönderdiler, sanırım sicil durumumun iyi olmasından olacak. Ancak
42
şaşırmıştım, çünkü bu İngilizce değil Almanca kürsüydü. Genelde bu tür kurslar için
dilekçe ile başvuruda bulunulur, oysa ben böyle bir dilekçe vermemiştim. Üstelik hiç
Almanca bilmiyordum, normalde okuldan bildiğim İngilizce dilini ilerletmek isterdim.
Fakat o sıralarda Almanya’da yeni fırkateyn yapım projesi başlatılmıştı ve bunun için
ben ve benim gibi bazı personeli ikinci bir dil öğrenelim diye öyle uygun görmüş
olmalılardı. Kursa katıldık, altı ay süren bu kurs başladığında biz beş denizci subaydık
ve kursa karacı subaylar da gelmişlerdi ve tabii bazı astsubaylar da. Karacı subaylar
okuldan zaten öğrenmiş oldukları bu dili biliyorlardı, biz ise hiç bilmiyorduk. Ben
denizcilerin en kıdemlisi idim ve dikkatimi çekti, diğer denizci subaylar da emsalleri
arasında çalışkan ve seçilmiş subaylardı. Karacılar arasındaki lisan seviyesinin ise bir
kişinin baya iyi derecede konuşabilecek kadar, diğerlerinin ise orta ve bazıların da
okuldan sonra pek ilgilenmedikleri anlaşılıyordu. Kursun ilk günlerinde moralimiz
oldukça bozulmuştu, kitaplarımızı alıp derslere başladığımızda sanki orada figüran
olarak bulunduğumuzu ve hiç bilmediğimiz bu dili pek öğrenemiyeceğimizi tahmin
ediyorduk. Üstelik ortada bizden fersah fersah avantajlı olan diğer bir kuvvetten
subaylar nedeniyle de moralimiz iyice bozuktu, namusu nasıl kurtarabilecektik,
bilmiyorduk. Kursun ilk günleri böylece geçerken çoğu aynı sınıftan olan benden iki
sınıf küçük diğer arkadaşlarla birlikte şu kararı verdik. Ne olursa olsun, madem kuvvet
bize bu imkanı tanıdı, ilerde işimize yarasın veya yaramasın, bu dili en mükemmel
şekilde öğrenmeye çalışacaktık. Sonuçta bir başka konu da karacı subaylara kim
olduğumuzu gösterecektik. Yanlış anlaşılmasın, onları hasım olarak gördüğümüzden değil.
Kurs gördüğümüz yer Deniz Kuvvetlerinin eğitim merkezi, hem ev sahibi olmamızdan hem de
hiç bilmediğiniz bir dili ilk öğrenirken ister istemez bilenler arasında ilk zamanlarda
komik duruma düşebiliyorsunuz. Çok temel ve basit sanılan dil kuralarını ilk zamanlarda
bina etmeye çalışırken bilenlere oranla onlar koşmaya çalışırken biz emeklemeye
çalışıyor gibi bir durumdaydık, onun için böyle hırslanmıştık. Neticede birkaç ay içinde
onları yakaladık. Artık sadece ders zamanlarında değil gece gündüz Almanca ile yatıp
kalkıyor ve çok çalışıyorduk. Neredeyse hep bu dili kullanıyorduk. Kurs bitiminde
bahsettiğim denizci arkadaşlardan biri birinci, ben ikinci olduk. Aramıza sadece karaçi
subaylardan zaten başlangıçta durumu iyi olan bir tek karacı subay girdi. Diğer denizci
üç subay da ilk baştaki sıradaydılar not ortalamasında. Belki üstünde biraz fazla
durdum, ne önemi var denebilir ama insan gerçekten inanıp kafasına koydumu
başaramayacağı hiçbir şey olmuyor.
Bizim bu başarımızla kimse ilgilenmedi bile, bunu beklemiyorduk ta zaten. Garip olan şu
ki, uzun süre çalıştığım bu camiada öyle değerler, fevkalade insanlarla karşılaştım ki,
saymakla bitmez. Gerçekten de öteden beri bahriyemizde görev yapmış ve bilinenlerin
dışında da yüzlercesi gelip geçmiştir. Ama bunun kaçta kaçını yönetim gerçekten
değerlendirebilmiştir, ondan pek emin değilim.
Bizlere de aynısı oldu bu kurstan sonra. Hepmizi sevinçle diplomalarımızı aldık, artık
bülbül gibi Almanca konuşabiliyor, bulduğumuz bütün kitap ve dökümanları rahatça okuyup
anlayabiliyorduk. Hatta düzenli olarak Deutche Welle radyosunu takip eder olmuştuk.
Almanya da yapılan gemilere bizden kimse gönderilmediği gibi, sonrasında da
43
hiçbirimizden o gemilere yada kurslarına giden filan olmadı. Bu kurstan bir süre sonra
benim için hiç fark etmeyen, hatta görev yapmaktan daha fazla zevk aldığım başka bir
muhribe TCG Anıttepe muhribine Topçu Subayı olarak atanmıştım ve katıldıktan kısa süre
sonra gemimiz uluslararası bir tatkıkata gidecekti. Bu tatbikatın ilk safhasında diğer
ülkelerin gemilerinin subaylarının katıldığı ve o safhayı biz yöneteceğimizden bir
brifing vermem gerekiyordu. İngiliz, Amerikan ve İtalyan bahriyesinden oluşan bu gruba
tabii ki İngilizce anlatmam gerekiyordu, Alman yoktu. Hazırlık yaparken zorluk çekmedim,
dokümanlarımı hazırladım ama nedense psikolojik olarak sıkıntıya düştüm, çekiniyordum.
Aylarca sadece Almanca’ya konsantre olmuştum ve sanki İngilizce konuşmasını unutmuştum.
Bu dil meselesi biraz gariptir, ilk yurt dışına çıktığınızda ya da ikinci bir dil
konuşmaya başladığınızda ilkin korkunç zorluk çeker, dilinizin akıcılığı ve hafızanız
tam oturana kadar çektiğiniz çile gerçekten zordur, ben o durumdayım. Ve tabii fazla
konsantre olmaktan içimdeki Almanca şartlanmasını bir türlü atamıyorum. Brifingin
gerekli formal bölümünü kazasız belasız bitirdim, zaten yazılı önümde ve hazırladığım
metnin de yardımıyla detayları bir bir anlattım. Sonrasında karşılıklı fikir teatisi
yapacağız, konuyu iyice derinlemesine görüşeceğiz ve soru cevap şeklinde tam manasıyla
bir karara varıp herkes gemilerine dönecek. İşte bu aşamada panikledim, o anda sanki hiç
İngilizce bilmeyen biri gibi kem küm etmeye başladım. Ağzımdan ben istemeden Almanca
kelimeler dökülüyor. Diğer batı dillerini bilenler bunun sebebini iyi tahmin ederler,
birbirine yakın dillerde hata yapma şansı daha da yükseliyor, birbirine yakın kelimeler
vs, sonuçta komik ve acayip konuabiliyorsunuz. Neticede derdimi anlattım anlatmasına ama
sonradan samimi olduğumuz bu topçu subayı arkadaşlara başımdan geçen Almanca hikayesini
anlatmak zorunda kalmıştım. Çok geçmeden hiç kullanamaz olduğum, ilk zamanlar sadece
yazılı yayınları takip etmeye gayret ettiğim bu dili unuttum gitti. O yüzden bu emeğime
ve bana yapılan onca masrafa hala üzülür dururum. Gerçi şimdi zorda kalsam kendimi
kurtaracak kadar o dile de vakıfım ama hepsi bu, gerçekten çok yazık oldu.
Dil deyip geçmeyin, gerçekten bir dil bir insan lafı çok doğru. Şimdilerde İtalyanca
öğreniyorum, nereden çıktı bu diyeceksiniz, biraz da işimden dolayı. Çalıştığım şirket
bir İtalyan denizcilik şirketi, işlerimizi İngilizce hallediyoruz ama onların dilini
bilmenin çok faydasını görüyorum. Bir yabancıya kendi dilinde hitap ettiğinizde herşeyin
lehinize dönüverdiğini kolaylıkla görebiliyorsunuz.
* İl fatto e ché queste idee verace *
Neyse, bu dil konusunu kapatalım, dilime hasret kalmışım zaten bu aralar. Yirmi üç
kişiyiz gemide, bir tek ben Türküm, insan ülkesinin yemeklerini, havasını, her şeyini
özlüyor ama ana dilini konuşamamak en ağır olanı. Kimbilir belki de bu yüzden yazıyor ve
bu ihtiyacımı gideriyor olmalıyım..
Bölüm amiri olduğum Anıttepe gemisindeyken diğer çalıştığım gemilere oranla, belki de
onların hepsinin toplamından çok seyir yapmış olmalıyım. Hemen hemen hiç durmadık
diyebilirim, gemimiz sancak gemisi tabir edilen bir gemiydi ve gayet iyi durumdaydı.
Birçok kez uluslarası tatbikatlara gidiyoruz, döndüğümüzde de bizi yine seyirler
bekliyor. Ben Topçu subayıydım, gerçi sonradan ismim değişti ve bölümüm genişleyip Savaş
Hareket Subayı oldum ama yaptığım iş yine aynıydı. Hedefleri bir bir vuruyoruz,
cihazlarımız ve eğitimimiz mükemmel denebilecek düzeyde. Geminin güvertesinden sorumlu
44
olduğum için her türlü gemicilik, bakım tutum da bana ait. Heryeri peril peril tutmaya
çalışıyorum, manevralarda daima hatasız ve en kısa sürede gerekeni dört dörtlük
yapıyoruz daima. Daldan dala konuyorum biraz ama tekrar İstanbul gemisine döneceğim bir
sebepten;
Geminin komutanı başka gemiyi almak için gidince bize yeni bir komutan tayin olmuştu,
sonradan Amiral olan yeni komutanımız, Oktay Dilek makina kökenli idi. Çok esaslı bir
subay olan bu zat, sınıf arkadaşı olan eski komutandan gemiyi devraldığında biraz da
evveliyatı nedeniyle kaptanlığı konusunda ne yalan söyleyeyim kuşku duymuştuk. Gerçi
yardımcısı olarak çok tecrübeli bir ikinci komutan atanmıştı (o da amiral oldu sonradan)
ama ne de olsa kendisi komutanımızdı. Şansa bakın ki ilk fena havayı bu komutan
geldikten kısa bir süre sonra yemiştik denizde. Ben ilk defa böyle bir havaya şahit
oluyordum, Girit adasının güneyinde iken öyle bir havaya yakalandık ki filo olarak,
dalgalar adeta gemileri yutuyor. Kısa mesafe uzaklıktaki gemileri bir görünüp, bir
kayboluyorlar. Gemi aşırı derecede yatıyor, her yer birbirine girmiş vaziyette, zorunlu
olarak lodos yönüne dönmüş ve havayı baştan alacak şekilde fırtınanın dinmesini
beklemekten başka bir çare de görülmüyor. O komutanın küpeşteye sımsıkı tutunmuş halde
gözlerindeki endişe ve sanki tutunduğu yeri koparacak kadar güç harcamakta olduğunu çok
iyi hatırlıyorum. Ben ilk yaşadığım bu havada ilkin perişan olmuş, içim dışıma çıkmış
ama daha sonra köprüüstünde komutandan hariç kimsenin kalamaması üzerine mecburen orada
onunla birlikte kalmak zorunda hissetmiştim kendimi. Giden bir daha geri gelemiyordu
çünkü. Hava da bir türlü dinmiyor, hatta giderek deniz kuduruyordu. Bu durum yaklaşık üç
gün sürdü. Bazı gemiler geri kaldı, bazılarında ciddi hasarlar oldu, can salları koptu
vs. Bizde de çok hayati olmamasına rağmen oldukça hasar olmuştu, seyyar veya yeterince
emniyete alınmamış olan herşey kırılıp dökülmüştü. Üç gün boyunca ne uyumak, ne de
birşeyler yiyip içmek mümkün olmamış, perişan olmuştuk. Sonunda limana döndüğümüzde iki
gün kendime gelemeyip sürekli uyuduğumu hatırlıyorum. Bu olaydan sonra artık beni deniz
tutmuyordu, deniz tutmasının doğal ama bir o kadar da deneyimle ilgili birşey olduğunu
anladım. Tabiatta daima temkinli yaklaşmakla birlikte denizden de korkmanın bir anlamı
olmadığını hissetmiştim, tabii ki denize hazırlıklı olmanız şartıyla.
Aynı komutanımızın Gemlik’ten kalkışta bir manevrada rıhtımda bağlı bir Yunan gemisine
sürtünmek suretiyle çarpması olayında da deneyimin ne kadar önemli olduğunu anlamıştım.
Allahtan deneyimli olan ikinci komutan güverteden durumu anlayıp köprüüstüne koşmuş ve
açasıya basılan dümeni rıhtımdaki gemiye doğru kırarak çarpmanın etkisini azaltmış ve
ucuz atlatmıştık olayı. Sonradan tatlıya bağlanan olayda Yunanlı kaptanın hasarın da pek
olmaması yüzünden bizimkilerin nazik ziyaretine teşekkür edip iyice bir ağırladıktan
sonra bizimkileri uğurladığını işitmiştik.
Yine aynı komutanımızla bir başka anım ise İzmir’de oldu. Filotilla gemileri olarak
topluca İzmir limanına giriyoruz bir gece. Komodor sabah saha komutanı filotilla
gemilerini ip gibi bir hizada görsün diye gemileri çok dikkatle hizaya sokup demirletmek
istiyor. Kendisinin bulunduğu gemi en başta, biz üçüncüyüz, arada İzmir gemisi var. Ben
radarın başındayım, komutan da gözle sancak gemisinin kerterizini takip ediyor ve tam
hizada durmaya çalışıyoruz. Biz İzmir ile aynı tip gemiyiz ama sancak gemisi Türk yapımı
45
Peyk gemisi, biraz da bu farklılık yüzden daha dikkatli olmak zorundayız, gemilerin
manevra ve dümen dinlemeleri biraz farklı. Demir yerine fazla birşey kalmamış ve artık
makinalar stop edilip ağır ağır üzerimizdeki yolla ilerlemekteyiz. Ancak bir anda Peyk
gemisinin geri kaldığını, ikinci gemi ile birlikte bizim ileri çıktığımızı fark ettim.
Makinanın da stopta olması nedeniyle tek bir çare kalıyor, makinayı tornistan
çalıştırmak, bunun da pek istenmeyen birşey olduğunu denizciler iyi bilir. Artık dümenle
gemiye kumanda etmek imkansız gibi bir şeydir, her zaman geriden takip edip aynı hizayı
ve mesafeyi tutturmak için tercih edilir.
Biz manevramızla uğraşırken, sancak gemisinin birden geri kalışı dikkatimi çekti, tabii
durumu rapor ediyorum komutana, zaten kendisi de gözle izliyor. Bir anda “efendim
komodorun gemisi karaya oturdu herhalde” demiş bulundum...
Komutan gözlerini şaşkınlıkla açarak, bunun imkansız olduğunu, şartlı refleks olarak
bizde bir yanlışlık olduğunu düşünüp makina dairesini aramak, bizde yanlış birşeylerin
gittiğini araştırmak ihtiyacında idi hala. Oysa ki gerçekten ben o geminin karaya
oturduğunu düşünüyordum, hatta konumunu çok iyi izlediğim için bunun tam saat ve
dakikasını bile not etmiştim, birkaç dakika olmuştu. Sonra baktı ki, gerçekten bizim
gemimizde bir yanlışlık yok, ikinci gemi de öne çıkıyor, bunu nasıl bilebildiğimi sordu.
Dedim ki, komutanım zaten stopta olmamıza regmen onların ileriye çıkması, eğer tornistan
yapmıyorlarsa imkansız. Bir başka konu da biz buraya gelirken gerek haritayı, gerekse de
günlük Tide tabir ettiğimiz med cezir zamanlarını kontrol etmiştim. Gerçi bizim
denizlerimizde çok az yükselip alçalan deniz seviyesi genelde pek hesap edilmez ama
yaklaşık 30cm kadar günlük değişim yine de olmaktadır. Haritada demir yerine nizam
halinde inebilmek için kendi gemisini en iskele tarafta bırakan bu gemi iskele tarafına
yakın olan ve haritada 7m olarak gözüken sığlığa yakın düştü. Şu anda da alçak şu
dediğimiz zamandayız. Yani kısacası zaman, gerekse de o geminin sığlığa yakın rotadan
demire inmesi nedenleriyle karaya oturdukları anlaşılıyor, dedim.
Komutan taş kesildi. Kendisi, etrafındaki benden çok daha kıdemli bir sürü subay, bu
işlerin asıl sorumlusu harekat subayı, hepsi daha iki yılını doldurmamış bir teğmen’den
bunları işitiyorlardı. Nitekim biz bunları konuşurken İzmir gemisinin komutanı “Kör
Yalçın” derlerdi, kulakları çınlasın kaptanlığı çok iyi ve aşırı cesaretli bir
komutandı, devreden komodora karaya oturduklarını, arzu ederlerse vasıta ile kendisini
aldırabileceğini ve oturan gemiyi halatla çekmek suretiyle kurtarmak için hazırlık
yaptığını bildirdi. Biz öylece duruyorduk, ne demirledik ne de başka birşey yaptık.
Zaten onlara daha yakın olduğu için bu görev o gemiye düşüyordu. Nitekim önce komodoru
aldılar, ardından halat verip çekmeye başladılar. Biz hala bekliyoruz, bu işlemler baya
sürdü. Lakin gemi gerek kendi makinasıyla uğraşıyor, gerekse diğer gemi tarafından
çekiliyor ama yerinden bir türlü kımıldamıyor. Zaman da artık geceyarısını geçmişti, biz
bekliyoruz ama ben yine boş durmuyorum, durmadan hesap kitapla uğraşıyorum. Bunu gören
komutan merakla tekrar sordu ne yaptığımı. Ben tespitimin doğruluğundan da olacak,
bilmiş bilmiş başladım anlatmaya. Efendim, şimdi bu gemi muhtemelen tam (sonar dom’u
tabir ettiğimiz) dom üzerinde duruyor, dom’unun dibe saplanmasıyla oturmuş olmalı.
Geminin çektiği su buradan hesap edilir, yani geminin en derin noktası. Buranın dibi
çamur bildiğiniz gibi. Üstelik İzmir körfezinin akan dereler nedeniyle dibinin iyice mil
46
tabakasıyla dolduğu da biliniyor. Bu durumda dibe herhangi bir noktadan yapıştımı gemiyi
çekerek kurtarmak imkansız dedim. Komutan şaşkınlıkla, ee peki o zaman ne olacak, böyle
mi kalacaklar yani dedi. Yök hayır efendim dedim, şimdi hesap ettim, sabah 6’da kendi
kendine kurtulacak gemi dedim. Allah, allah şu teğmene bakarmısınız, sanki bilirkişi
olmuş durmadan ahkam kesiyor durumu oldu bir anda. Sonra yaptığım hesabı ve cetvellere
girerek detayları ile izah ettim. Sonuçta geminin oturduğu zamanla suların en yüksek
zamanı arasındaki farka bakarak yaklaşık 20cm’lik bir su yükselmesi ile geminin
kurtulabileceği ortaya çıkıyor. Burada zaman çok önemli, çünkü eğer iş biraz daha uzar
ve saatler sabah 8’i bulursa komodorluk olarak rezil olduk gitti. Durumun farkına
varılırsa artık siz düşünün saha komutanı nezdinde hem komodorun, hem de oturan geminin
komutanının durumunu.
Saatler süren halatla çekme uğraşmalarından netice alınamadı, İzmir gemisinin halatları
koptu, umutlar iyice tükenmeye başlamıştı. Bu arada gemi kendi makinasıyla manevra
yapıyor ama bir türlü kurtulamıyordu. Sadece kendi ekseni etrafında biraz dönebilmiş,
geminin kıçını biraz bize doğru çevirebilmişti, yani biraz daha derin suların bulunduğu
tarafa. Komutana yaptığımız hesaba göre belirtilen saatte tornistan manevrası yaptıkları
taktirde kurtulacaklarını bildirmesini tavsiye ettim. Bir süre düşündü, bunun yakışık
alıp almıyacağını sesli olarak bizlerle münazara etti. Tabii birde şu durum var, böyle
sinir bozucu ve aksi durumlarda akıl veren çok olur, üstelik sınıf arkadaşı oldukları
diğer komutanlarla da inceden bir rekabet te söz konusu, ukelalık yakışık almaz. Ama
doğru bir tanedir ve doğruysa doğrudur. Böyle zamanlarda akıl akıldan üstündür diyerek
devreden bu durumu aktardı. Gerçekten de sabah erken saatlerde Peyk gemisi kendi
manevrasıyla kurtuldu.
Limana sabah erkenden yine hep beraber demirledik ve komodor planlanan saatte saha
komutanını ziyarete gitti. Sonradan tabii bu olay duyuldu fakat üstünde pek durulmadı.
Biz de gemi olarak bir akşam kordon’da yemek tertip etmiştik. Genelde böyle özel
yemeklere ben pek gidemez gemide nöbetçi kalırdım, en kıdemsiz güverte zabiti olarak.
Ancak o gece davetin özel konuğu sanki bendim. Komutanın özel emir ile giyinip
hazırlandım, nöbeti başka bir subay aldı. Diğer davetli subaylarla birlikte müzikli ve
eğlencesi bol olan bir gazinoda felekten bir gece çaldık hep beraber. Böyle şeyleri
yakın arkadaşlarım dışında pek anlatmam, sanılmasın ki bu bilmiş teğmen o zamanlarda da,
sonradan da ukelalık mertebesine çıkmak, oralarda dolaşmaktan zevk alan biridir, hayır
asla. Sadece dikkatli ve mesleğinde araştıran, bilgi ve tecrübeyle ilgilidir. Bunun
dışında şahsi hiçbir hesabı da yoktur, zamanla beni tanıyan insanlar bu yüzden benim
itici olmadığımı, alçak gönüllülüğümü anlayabilmişlerdi. Anlayamayan ve benimle yarışan
hatta çatışmaya çalışanlar da olmuştur, bunlara da asla kapılmamaya çalıştım ve onları
kendi rekabetleri ile başbaşa bıraktım çoğu zaman.
Tekrar dönelim Anıttepe gemisine. Artık tecrübem de olduğu için, rütbem henüz fazla
olmasa da deniz hizmet süremden dolayı komutanlarımca daha çok dikkate alınıyorum ve
bana çok güveniyorlar. Geminin komutanı çok değerli bir insan, daha sonradan ilk
fırkateynimizi Almanya’dan alarak getiren Ahmet komutanımdı. Geçmişi başarılarla dolu ve
47
Amerika’da PG eğitimi yapmış bir kurmay subaydı. Beni tanıdıktan sonra çok güvendiğini
anlamıştım. Her işte olduğu gibi bizim işlerimizde de özellikle gemi idaresinde biraz
beceri ve yatkınlık gerektiğinden ne zaman hassas bir manevra gerektiren durum olsa
benim kumanda etmemi isterdi. Benim de bundan zevk aldığımı bilir ve sanki
sözleşmişçesine manevralarımızda ben hazır ve nazır olurdum. Zaten bölüm amiri olduğum
için de köprüüstünde vardiya amiri olarak buna yetkili oluyordum.
Bu arada en üst seviyede eğitim almış, çok değerli bir subay olan bu komutanımızın gerek
eğitim, gerekse mühendislik sıfatı ile yaptığı görevler, ardında da uzun akademi ve
diğer yurt dışı eğitimleri sebebiyle doğal olarak deniz hizmeti pek fazla olamamıştı.
O yılarda benden daha azdı deniz hizmeti.
Komutanımızın artık Almanya’ya yeni inşa edilen gemiye gideceği kesinleşmişti. Bu arada
bizim gemi de Ege’de bir rotasyon görevinde. Tek gemi olarak karakol görevleri yapıyoruz
ve Foça’ya yanaşacağız. Oradan da kalkıp Gölcük’e döneceğiz ve komutan artık ayrılacak
ve yeni görevine gidecek. İskeleye gelirken gemiyi uygun yaklaşma pozisyonuna sokamadı
bir türlü ve tam bordadan beton iskelenin köşesine çarptık. Bordanın oldukça kalın saçı
içeri doğru çöktü ve çarptığımız yer tam makina ve kazan dairelerinin perde bölmelerinin
birleştiği yerdi. Onarımı zor, hatta imkansız, hem de harp gemilerindeki perde
sızdırmazlığı açısından oldukça kötü bir yerdi burası. Yanaştıktan sonra uzun süre
çarptığımız yerde üzgün ve moralsiz olarak kara kara düşündüğünü hatırlıyorum. Sonradan
dışardan hiç olmazsa görüntüyü kurtarmak için çöken bölümü başka bir saçla kapatıp
boyadık ama geminin postaları eğilmiş, içerde perde saçları ayrılmıştı bir kere. Daha
sonra gemi havuzlandığında baya uğraşıldı, orjinal haline getirilemese de hiç olmazsa
bölme sızdırmazlık sorunu halledildi ama tam da ayrılışı öncesinde malesef gemide bu
komutanımızın bir izi kalmıştı bir kere… Sonradan dostluğumuz devam etti, hala da ara
sıra görüşürüz, şimdi kendisi Almanya’ya yerleşti, yaptığı iş de yeni inşaa edilmiş ve
satılan fırkateynlerin test kaptanlığı. Çok ilginç, esasen hepimiz bu komutanımızın
bahriyede kalıp yüksek rütbelere geleceğini düşünürdük, oysa ki yaşam onu yine denizle
ilgili bir işte kalmaya yönlendirdi. Bazen siz isteseniz de istemeseniz de deniz sizi
bırakmaz.
Ardından komutanımız değişti ve biz yine istim üstündeyiz. Gelen yeni komutan piizci
tabir edilen ama bence çok iyi bir kaptan. Bir kere rahat, kendinden emin bir komutan.
Lakabı ve içkiyle arasının iyi olması beni pek ilgilendirmiyor, geminin selameti ve
bizlere herhangi bir problemi olduğunu görmedim. Ben daha da rahatım, komutanıma yine
çok güveniyorum, kaptanlığı da süper. Bu dönemde bir uluslararası tatbikata gitmiştik,
komodor da bizde ve yaklaşık bir aylık bir tatbikatı Türk komodor olarak kendisi
yönetecek, yani onun adına bizim gemimiz. Bu tatbikattaki en eski gemiyiz.
Amerikalıların o zaman yeni gemilerinden Perry sınıfı gemiler, İngilizlerin Glasgow
sınıfı fırkateyleri ve İtalyanların yine oldukça yeni Scirocco sınıfı fırkateynleri var
grupta. Hepsi birbirinden yeni sistemlerle mücehhez bu gemiler arasında biraz eski
kalmakla beraber biz de kendimize güveniyoruz ama. İmkan ve kabiliyetlerimiz onlar kadar
olmasa da eğitimili olmamıza ve elimizdeki eski ama iyi kapasitede tuttuğumuz
48
cihazlarımızı en iyi şekilde kullanabileceğimizden eminiz. Burada belirtmek istediğim
konu şu, özellikle bir silahın eski yada demode olduğunu asla düşünmemeliyiz. Silah her
zaman silahtir.
Çeşitli tatbikatlardan sonra geldik Sardunya adası civarında top atışları safhasına.
Kara bombardımanı yapacağız ve bu atışlar endirek kara bombardımanı dediğimiz hedefi
görmeden bir engelin ardındaki hedefi vurmaya çalışacağız. Hedefe düşen mermileri de bir
İtalyan deniz piyade gözetleyici timi sağa-sola, yukarı-aşağı çekerek bizi
yönlendirecek. Buradaki en önemli husus, geminin mevkii ve hareketlerini tam doğru ve
atış problemini hatasız oluşturabilmeniz ve tabii diğer faktörleri de atış kontrol
sistemine tam doğru tetbik ederek atışlar esnasında hedefi bulduktan sonra salvoların
devamlı hedef üzerinde kalmasını sağlamamız gerekiyor.
Biz ilk gemi olarak atışlara başladık ve ilk savlomuz isabet verildi. Kurallar gereği
böyle bir durumda atış kesiliyor ve en arkaya geçerek tekrar başka bir atış için sıraya
giriyorsunuz, öyle de oldu, biz atışımızı keserek atışlar için tahsis ettiğimiz diğer
mermileri atmak için ikinci bir ran’a girdik. Ardımızdan Amerikalılar attılar, birkaç
salvoları sağa sola düştü, hefef üzerine 5 yada 6nci atışlarında yaklaştılar ama sonra
isabet kaydedemediler. Pek iyi değillerdi. İtalyanlar da öylesine bir atış yaptılar.
Sıra İngilizlere geldi. Onlar üçüncü savloda hedefi buldular, bundan sonraki de yakın
düştü ama ondan sonra savloları uzun düştü ve öylece atışı bitirdiler. Bu atış
öncekilerden biraz daha iyiydi ama savloların uzaklaşması atış kontrol problemlerinde
bir hata olduğunun da göstergesi anlamına geliyordu. Ardından biz ikinci atışımıza
yaklaşıyoruz, devreden İngiliz gemisi kendisinin de ikinci bir atış yapmak istediğini
söyledi, komodordan müsade istiyor. Aslında gerek yok, bizimkisi gibi bir durumları
olmadı ama komodor peki dedi, madem istiyorsunuz atabilirsiniz. Oysa öngörülen mermileri
harcamışlardı. Diğerler gemiler işlerini bitirip sahadan ayrılmışlardı. Biz atışlara
başladık. İlk savlonun sonucunu bekliyoruz… yine isabet. Bu kez komodor atışlara devam
edip bitireceğimiz söyledi ve biz seri atışlara geçtik, bütün mermileri peşi sıra
yolladım. Hepsi isabet olarak kıymetlendirildi gözetleyici tarafından. Arkamızdan
İngiliz gemisi ikinci atışlarını yaptı ama yine pek iyi değillerdi. Hafta sonunda limana
geldik, bizim gemimizde kokteyl veriliyor, diğer gemilerin personeli de davetliler.
Kalabalıkta bir ingiliz subay yanıma gelip Topçu Subayımısınız dedi. Evet dedim. Kendi
komutanının beni aradığını söyledi ve birlikte onun yanına gittik. Adam şakayla karışık
“işte beni mahveden bu adam” demez mi? Ben tam anlamadım, hayrola neden diyecek oldum.
Meğer bu Glasgow gemisi bütün dünyayı eğitimler yaparak dolaşıp Akdeniz’e gelmiş,
Falkland, Kuzey denizi derken. Bir yıl boyunca Kraliyet Deniz Kuvvetleri usullerine göre
eğitim madalyası alabilecek şekilde başarılarla dolu bir performans göstermişler. Bu son
atış eğitiminde ise pek de fena olmamalarına karşın bizim gibi eski bir geminin yanında
başarısız kaldıklarından adam bu duruma fena içerlemiş. Son bir haftadır gemilerinde bu
konu konuşuluyormuş ve ilk yapacağı işin Türk gemisinin topçusunu bulup hizaya çekmek
olduğunu söyleyip şakayla karışık aklı sıra hizaye çekiyor beni zat-ı muhterem, ama
yanında da bana bir şampanya getirmiş hediye olarak. Hınzır ve küstah ama centilmence
muhabbetten sonra baya samimi ve hararetli sohbete girişmiştik o komutanla. Bilmiyorum
sonradan madalyasını alabildimi?
49
Bu İngilizlerde birşey dikkatimi çekmişti. Limanda üzerimize yanaşıyorlar, başüstünde
halat manevrası yapılıyor. Bizim gemilerde başüstünün amiri subay kumanda eder, oysa
onlarda subay aldığı emirleri personelin başındaki astsubaya iletiyordu yani Bosun yada
Reis dediğimiz kişiye, personele o kumanda ediyordu. Manevraları bittikten sonra subay
ayrıldı, bu Bosun dediğimiz astsubay erlerini hizaya çekti. Birkaç tanesini haşlayarak
tokatladı, sanırım bir yanlışlarını görmüş olmalı. Bu durum dikkatimi çekmişti. Hem
dayak atabilmesi, hem de başka bir ülkenin gemisinin önünde bunu fütursuzca yapması bana
oldukça garip gelmişti. Bunu İngiliz komutana sordum, biraz da garipseyerek, tamam belki
bir üst astına eziyet olmamak koşuluyla sertçe davranabilir belki o milletin kültürü ve
kuralları çerçevesinde ama bunun açıkça ve uluslararası bir ortamda yapılması,
doğrumudur, değilmidir pek anlayamadım dedim. Kendisi gayet normal olduğunu söyleyerek,
evet dedi. Bizde personelini yanlızca Bosun fiilen cezalandırabilir, gerekirse tokatlar.
Onun dışında fiili tecavüz kesinlikle yasaktır. Ama geleneklerimizde bu hala duruyor ve
buna gemi komutanı dahil hiçbir zaman kimse karışamaz…
Hayret etmiştim. Tamam biliyoruz, İngilizler gelenekleri ile ünlüdür ve bunu korumaya
özen gösterirler ama zamanımızda hala bu yöntemi yaşatmaları ve dahası bunu saklama
gereği dahi duymamaları ilgimi çekmişti. Demek ki vermek istedikleri mesaj güvertede
eğitmenin en iyi yöntemi dayak, başka yöntem geliştirmiş değiller. Bilmiyorum hala yine
öyle mi?
Bu arada sonradan edindiğim sivil denizcilik tecrübemde bosun (reis) denen adamın ne
kadar önemli olduğunu, Reis’in kalite ve disiplin durumuna göre tüm geminin ve
personelin kalitesinin oluştuğunu, kaptan ve zabitler ağızlarıya kuş tutsalar pek de bu
kalite çıtasını –gemicilik olarak- yukarı çıkaramayacaklarını anladım. Birkaç tokat atma
selahiyeti hem gelenek hemde gemiciliğe verilen önem bakımından –dayak olayına son
derece karşı olmama rağmen- beni ziyadesiyle etkilemiş bir husustur.
Yine aynı geminin başçarkçısı İskoç bir subaydı. Burnu kıpkırmızı bu adamın alkolle
arasının pek iyi olduğu hemen anlaşılıyordu. Bize İngiliz bahriyesinde komutanların
İngiliz asıllı olmaları gerektiğini, biraz da bu yüzden makinacıların genelde İskoç ya
da Galler kökenli olduklarını anlatıyordu. Açıkçası farklı soylardan gelenlerin
sınırları veya gelebilecekleri makamlar, görevler önceden belliydi. Bunu da bizim
anlamamız olanak dışıydı, biraz bilgim vardı ama ayrıntıları ve keskinlikleri birinci
ağızdan duydukça daha da garipsemiştim.
Bu muhterem, bize dünyada içmediği içki kalmadığını, bir şişe viskiyi beş on dakikada
bitirebildiğini anlatarak tam bir alkolik muhabbetine dalmıştı. Biz de rakı içip
içmediğini sorduk. Hemen her yere gitmiş, içkilerini denemiş ve içki konusunda uzman
olan bu zat nedense yolu pek ülkemize düşmemiş olacak ismini duyduğu bu içkinin uzo
olduğunu bildiğini söyledi. Hayır dedik, benzer ama tam olarak aynısı değil. Bu içkiyi
yemekle almak gerekir. Diğer içkiler gibi yemeksiz alırsanız fazla içtiğinizde çarpar.
Onun için özel bir içkidir. Adam yok dedi, ısrar ediyor, giderek iddalaşma oldu. Biz
hala suyla alınmasının iyi olacağını, nasıl içileceğini anlatıyoruz. Ardından bir şişe
rakı getirdik. Adam inceledi, alkol derecesine baktı, düşük buldu ve bir büyük şişe
rakiyi hemen kafaya dikip içebileceğini söyledi. Biz ısrarla, hayır olmaz diyoruz ama
bizi dinlemedi. Önce bir tadına baktıktan sonra likir likir bir büyük şişe rakiyi susuz
50
olarak içti adam. Sonra da işte gördünüz, ben böyle içerim diyerek gururla sohbetimize
kaldığımız yerden devam ettik. Lakin kısa bir süre sonra adamın giderek kaydığını ve
ayakta duramaz hale geldiğini fark ettik. Birden olduğu yere yığıldı ve kaldı. Etraftaki
bazı İngiliz subaylar gayet sakince gelip adamı karga tulumba sırtladılar ve alıp
götürdüler gemilerine. Hareketlerinden onlar için bunun gayet normal olduğu
anlaşılıyordu. Sonradan başçarkçının birkaç gün hasta yattığını ve bizim ona başka bir
şey içirdiğimizi, yoksa bir şişe içkiyle asla yıkılmayacağını söylenip durmuş.
Son olarak bu gemiyle artık vedalaşıyoruz, bütün ülkelerin gemileri kendi usullerine
göre bizi resmi geçitle selamlayıp üslerine dönecekler. Biz de komodor gemisi olarak
çimariva yerlerinde toplandık, sırayla gemiler bordamızdan geçerek selamladılar, sıra
İngilizlere geldi tam bordamıza geldiklerinde bir anda güvertedeki tüm personel
arkalarını dönerek pantalonlarını indirip eğildiler ve bize çıplak popolarını
salladılar. Biz böyle bir hareketi asla beklemediğimiz için şaşkına dönmüştük. Birçok
şeyleri acayip olan bu insanların hareketine sinirlenenler, aşağılayıcı bulanlar oldu.
Fakat sonradan öğrendik ki böyle şeylerin onlar için aslında normal ve hakaret anlamı
taşımadığını, bir muziplik olduğunu izah etmeye çalıştık personelimize.
İngiliz “hergeleleri” ile yaşadığım anılar bunlardı. İster sevin, isterse sevmeyin
kendine özgü insanlar işte, onları da kendi memnun oldukları halleriyle kabul etmek
zorunda olduğumuzu hissettim; benim şahsi kanaatim –sadece denizcilikte değil- her
konuda bir İngiliz daima cins ve aykırı olmak, görünemek zorunda hisseder kendisini.
Yine aynı gemide bu kez başka bir tatbikattayız, Akdenizde uçak gemisi grubuna perde
görevi yaparak batıdan doğuya ilerliyoruz ve o yıllarda henüz SSCB ile soğuk savaş
dönemi hakim, üstelik Libya ile özelikle ABD’nin en gergin olduğu bir dönem. Sirte
körfezi açıklarında ilerlerken sonar bir temas rapor etti. Hemen sonar’a gittim ve
operatörümüz iyice emin olmak için oldukça dikkatle inceliyor. Hareketsiz duran bir
denizaltına çok yakın olduğumuzu anladık. Konvoyu ilerde teşkil eden bizden daha modern
ve daha iyi cihazları olan gemiler bu teması yakalayamamışlar demek ki. Çünkü biz uçak
gemisine oldukça yakın iç perdedeyiz. Uçak ve helikopterlerle de bölge öylesine sıkı bir
şekilde taranıyor ki, bu teması bulamamaları hayli dikkat çekiciydi. Gerginlik de
dikkate alınırsa bu mesafeden uçak gemisine bir fiili saldırı olsa gerçekten de büyük
bir fiyasko olacağından durum da çok ciddiydi. Derhal köprüüstüne çıkarak komutana bunun
kesinlikle bir denizaltı olduğunu bildirdim. Bazen başka sebeplerle aldatıcı temaslar
olabiliyor çünkü, oysa biz bu teması iyice incelemiş ve emindik. Büyük bir ihtimalle de
–kesin- dalmış durumdaki denizaltı yakalandığının farkındaydı. Komutan önce şüphe ile
karşıladı, emin değildi, nasıl olur da bunca mükemmel olanakları olan uçak gemisi
grubundaki bizden öncekiler bunu yakalayamaz düşüncesindeydi haklı olarak. Birlik
komutanı olan uçak gemisine bu teması bildirmek istemedi, işin sonunda fos çıkmasından
çekiniyordu. Bir süre gemiyi teması korumamız için daha uygun rotaya alıp daha da iyi
izledikten sonra sonunda ikna oldu ve teması yüksek öncelikle acilen uçak gemisine
bildirdi. Ancak uçak gemisinden bize teması gerçeklememiz cevabı geldi. Yani onlar da
bunun hemen hemen imkansız olacağını düşünmüş olmalılar. Denizaltı temaslarının
51
dereceleri vardır, satıhta görülmediği sürece kesin olduğu bildirilmez kurallar gereği
ama dalmış durumda ve kimliği belirsiz bu denizaltıyı tekrar en yüksek dereceyle
bildirdik. Ardından kısa bir süre sessizlik oldu ve birden uçak gemisinin rotasını hızla
kuzeye değiştirerek yüksek sürate çıktığını gördük. Hemen bir helikopter havalandı ve
ardından da üstümüzde bir karakol uçağı belirdi. Bize teması muhafaza etmemizi ve
helikopterle hedef üzerinde çalışmamız görevini verdiler.
Nitekim sonradan sualtı telefonundan bu kimliği belirsiz denizaltıya yaptığımız çağrılar
cevapsız kalsa da denizaltı bir müddet sonra satha çıkmak zorunda kaldı. Bu eski bir Rus
denizaltısıydı ve kimliğini sonradan anladık, Libya’ya ait bir denizaltıydı bu.
Bizim gemiye sonradan takdir yazısı gelmişti bu olaydan dolayı (hala anlamıyorum bunun
gibi bazı yazılar almıştım başka bir ülkenin makamlarından, şimdilerde olmuyordur
herhalde ama o yıllarda vardı ve çok onur kırıcı… benim için tabii… yanılmıyorsam bazı
gemilerde bu türden yazıları çerçeveletip asanlar bile vardı o zamanlar ne yazk ki… )
Bahsettiğim komutandan sonra bu gemideki üçüncü komutanım olan Süheyl Türkmenoğlu da çok
değerli ve seçkin bir kurmay subaydı. Kendisiyle oldukça iyi bir işbirliği ile
çalışmıştık, artık benim dördüncü yılım olmuştu ve bölüm amirliğini dönemini bitirip
karada bir göreve atanma zamanım gelmişti. Kendisi de görevini tamamlayıp tayin
olacaktı, Ankara’ya kuvvet karargahına gideceğini biliyor olmalı ki bana nereye tayin
olmak istediğimi sorduğunda kendisinin de Ankara’ya gideceğini istersem benim de oraya
tayin olmamı sağlayabileceğini söyledi. Ben aslında hiç düşünmemiştim, yine gemilerle
ilgili ve donanmaya daha yakın olabileceğim başka bir görev bekliyordum. Ankara’da
ailemin oturduğunu biliyordu kendisi. Siz nasıl uygun görürseniz, benim için farketmez
dedim ve sonunda gerçekten tayinim oraya çıktı. Ama sonunda yine çok şaşırmıştım, çünkü
ben kendi kuvvetime değil Hava Kuvvetlerine tayin olmuştum…
Daha önceden böyle bir kadrodan bile haberim yoktu zaten ilk olarak açılan bir kadroya
ben ilk kez atanmışım. Görev Hv.K.K’nın İstihbarat Başkanlığında deniz foto
kıymetlendirme subaylığı idi. Yapacağım görev konusunda hiçbir bilgim, deneyimim yoktu,
şaşkınlık içindeydim.
Gemiden ayrılıp yeni birliğime katıldığımda birlikte çalışacağım subayların hepsinin
benden çok kıdemli olduklarını gördüm, en düşük rütbelisi kıdemli binbaşı ve çoğu albay
rütbesindeydi, ben ise henüz çiçeği burnunda yüzbaşı. Burada da zurnanın son deliği
olmaktan kurtulamıyacaktım. Üstelil kayıkçı zurnanın son deliği... Benimle birlikte bir
de karaci topçu bir yarbay benzer kara kadrosuna ilk olarak atanmıştı, doğal olarak biz
ikimiz havacıların arasında biraz daha fazla samimi ve birlikte işi öğrenmek için
işbirliği içine girdik. Önceleri hiçbir fikrimizin olmadığı işin detaylarını yavaş yavaş
öğrenmeye başladık. Pek geçmeden bazı şeylerde avantajlı olduğumu hissettim. Özellikle
harita bilgisi, o zamanlar yeni yeni gelişmeye başlamış bilgisayar sistemleri ve harp
silah ve araçlarını iyi tanıma bilgileri bakımından diğer tecrübeli subaylardan hiç mi
hiç eksiğim yoktu. Hatta yeni gelişmekte ve kurulmakta olan bilgisayar sistemleri için
havacılar İstihbarat bünyesinde şimdi ismini unuttuğum bilgisayar departmanlarını
kurmuşlardı, adamların görevleri bize destek yapmak, yani hedef istihbarat şubesinin
envanterini, hedef bilgilerini kompütörize etmek. Tabi gayet güzel düşünmenin hayata
52
geçmesi hiç de öyle olmuyor, asıl işlerin yerini zamanla yine fülfülüş işler aldığı için
–neyse kısa keseyim, siz anladınız- yirmi küsur yıl önce kendi bilgisayar programımı
geliştirmiş ve bal gibi kullanmaya başlamıştım, şubemizdeki son zurna deliği kayıkçı
olarak. İşin gerçeği sadece istihbarat ve birtakım hava kuvvetleri ile ilgili teknik
konularda bilgisizdim. Açık söyleyeyim, aramızda çok fark var. Hani karacıları pek
bilmiyorum, yada birkaç tanıdığım, birlikte çalıştığım oldu ama gayet mükemmel
pilotlarımız olmasına rağmen ı-ııh, biz bahriyelilerin eline su dökemezler, kimse
alınmasın gücenmesin.
Havacı subaylardan oldukça bilgili ve bir yıl kadar sonra emekli olacak bir binbaşının
çok iyi olduğunu anlamıştım (hemen belirteyim az buçuk fevkaladelik gösterenin orada da
icabına çarcabuk bakılıyordu), kendisiyle 9-10 yaş farkımız olmasına karşın önce sıkı
dost ve arkadaş olduk; kritik konularda birbirimize göz kırpar olduk, bilgili ve zeki
bir subaydı Mücahit Yavaşoğlu binbaşı. Yardımsever ve öğretmekten zevk alan bu subay
beni bu istihbarat ve foto keşfi konularda iyice yetiştirdi. Her ne kadar amirim olan
kıdemli havacı albay’a bağlı olsak da bu subay sanki benim amirimmış gibi benimle
ilgileniyordu. Kısa zaman zarfında bölümümde havacı subaylardan dahi iyi derecede işlere
vakıf ve bilgili biri olup çıkmıştım. O binbaşının da emekli olmasından sonra içimizde
en iyi performans gösteren ben kalmıştım. Bu yüzden de bana daha çok iş veriliyor,
birçok önemli proje benim üstümde dönüyordu. Bu arada bir süreliğine İngiltere’ye gidip
geldim bir istihbarat seminer/kurs gibi bir şey için ve artık iyi bir istihbaratçı
olmuştum kendimce. Önceleri Bulgaristan kriziyle ilgileniyorduk ama sonra körfez krizi
patlayıp Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle Ankara’da hareketlilik başladı. Uzunca bir
süre ben Amerikalılar ile daha doğrusu irtibat subayı olarak onların istihbaratçıları
ile çalıştım. Bu dönemde oldukça fazla anılarım oldu ve kısaca gördüm ki; aslında bizi
bir güzel parmaklarında oynatıyorlar. Evet belki bağımsız bir ülke olabiliriz fakat
gerçekler hiç de öyle değilmiş. Dönen dolapları anlamamak için oldukça aptal olmak
gerekir, tamamen güdümlü bir durumda idik. Malum, zamanın devlet yönetimini de
düşünürseniz bunun ne kadar haklı bir tespit olduğunu anlarsınız, zaten bilmeniz de
gerekir o dönemleri yaşamış olanlar.
Bu dönemde, günlerden bir gün sabah işe gelir gelmez telefonum çaldı. Arayan ABD
elçiliğininde çalışan, onların idari işlerine bakan havacı kurmay albay emeklisi bir
zattı. Kendisinin emekli bir Türk subayı olarak orada çalışması ne kadar garipse,
kendisiyle ilişkilerimde dikkatli olmam konusunda da zaten ikaz edilmiştim, tahmin
etmesi güç değil, ait olduğu yere çalışan bir ajandı işte.
Bana hararet ve heyacanla Genelkurmay Başkanı’nın istifa ettiğini duyup duymadığımı
soruyordu. Hayır, haberim yok dedim. Gerçekten de böyle birşeyden hiç söz edilmemişti,
duymamıştım. Ama sorar öğrenirim, birşey öğrenebilirsem sizi ararım diyerek kapattım.
Her zaman olduğu gibi bu adamdan gelen bu aramayı başkanımıza ilettim, o da hiçbir fikri
olmadığını Genelkurmay’a soracağını söyledi ve orayı aradı. Tümgeneral olan bu amirim
(Sabahattin Çatırel) sanırım yine oradaki emsali birini yada GnKur İstihbarat başkanını
aramış olsa gerek. Onların da hiçbir fikri yokmuş ve biz bu anlamsız aramanın üstünde
pek fazla durmadık, ta ki aynı gün öğle saatlerine kadar. Sonrasında TRT 13:00
53
haberlerinden kısa bir süre önce istifanın başkan yardımcısı tarafından basına verildiği
ve öğlen haberlerinde bunun açıklandığını duyduk ve çok şaşırmıştık.
Bu adam nereden biliyordu bu konuyu? Kendi karargahında ve bizim bilmediğimiz özel ve
gizli tutulan bir konuyu elçilikte çalışan biri nasıl bilebilirdi? Bizden sanırım teyid
edebilmek için haber araştırıyordu.
Torumtay paşayı yakından tanıma fırsatım olmuştu, kendisi çok zeki ve mükemmel bir
komutandı. Nadir görülebilecek şahsiyette bir insandı. Bulunduğu dönem ne yazık ki
talihsiz bir dönemdi. Onu saygıyla anıyorum, yapması gerekeni en centilmen bir şekilde,
yerinde ve zamanında yapmıştır bana göre. Ben de olsam aynı davranışı gösterirdim.
Sonradan hiç konuşmayan bu değerli komutanı tarihimiz nasıl değerlendirecek bilmem ama
benim nazarımda çok önemli bir şahsiyettir.
Ankara’ya yaklaşık 20 yıl sonra bir süreliğine de olsa yerleştiğimde hissettiğim şu
oldu. Doğup büyüdüğüm bu şehire ait değildim artık. Şehrin tabiki bir kabahati olamaz
ama kesinlikle burada yaşayamazdım. Gerek mesleğim, gerekse zevklerim, başkentin o
kasvetli havası ile başıma gelenler beni feci şekilde soğuttu bu şehirden. Oysa ki babam
emekli olup kendi evine yerleşmiş annemle birlikte, diğer kardeşlerimin hepsi meslek
sahibi olmuş ya da evlenip barklanmışlar, yıllar sonra ailemle birlikte olmak ve büyüyen
çocuklarımın daha iyi okullarda eğitim görmesi, nereden bakarsanız bakın benim için
büyük avantaj ve mutluluk kaynağı olmalıydı oysa, ama olmadı.
Daha tayinimi öğrenir öğrenmez yaptığım yanlışlıkları da buna eklersek sanırım bunda
benim de payım oldu. Hemen annemi arayıp, müjdeli haberi verdim, artık Ankara’ya
geliyorduk. Annem çok sevindi tabii ve hemen birlikte planlar yapmaya başladık. Yanlız
en önemli sorun oturabileceğimiz bir ev olduğu için biraz endişeliydim. Bana lojman
çıkma ihtimali oldukça zayıftı ve üstüne üstlük başkentin kiraları bizim boyumuzu
aşıyordu. Şehre uzak ve iki çocuklu bir aileye yetecek ucuz bir ev bulabilirdik ama bu
kez de çocuklarımızın henüz küçük olmalarından dolayı sorunlar yaşayacaktık. Oysa ki
yaşamı daha kolay olan Gölcük’te bu işleri kolayca halledebiliyorduk. Sonunda annemin de
önerisiyle, endişe etmememizi eşyaları koyacak yer bulduğunu ve bir müddet birlikte
oturabileceğimizi söyledi bana. Burada ilginç gelebilir, neden daima özel şeyleri annem
ile konuşuyorum? Evet, her ailede farklı usuller olabilir, bizim ailemizde de çok
otoriter bir baba fakat böyle konular sadece anneyle konuşulur. Nedense bize daima bir
perde koymuştu babam, biz çocuklar da ona, halbuki ne kadar saçma.
Onların oturduğu sitede bir boş kapıcı dairesini kiralayıp eşyalarımızı taşıdık ve
annemle babamın oturduğu eve yerleştik. Tabii biraz sıksişmakla birlikte babamı rahatsız
edecek bir durum yok, sadece biz çocuklarla biraz sıkışıyoruz. Üstelik bu durumun en
fazla birkaç ay süreceğini tahmin ediyoruz, çünkü henüz boşalmamış ve emekli olup
lojmanını birkaç ay sonra boşaltacaklardan bize mutlaka bir ev bulunacak, sıralamadaki
durumuma göre bu kesin. Birkaç ay için ev kiralayıp yerleşmeye bile değmez.
Evimize yerleştikten sonra hem yaz olması, hem de çocukların bir tatil yapabilmeleri
için de annemle birlikte çocukları hemen o zaman Rize’de oturan ablamın yanına
54
gönderdim. Babamın şeker hastalığı ve bacaklarındaki damar tıkanıklığı rahatsızlığı
başladığı için o gitmedi, benimle evde kaldı. Benim ise derhal vazifeme başlamam
gerekiyordu, iyi de oldu, hem biz baba oğul birkaç hafta arkadaşlık edecektik, hem
hanımlar ve çocuklar tatil yapmış olacaklardı. Onları yolcu ettikten sonra ben annemin
hazırladıkları şeylerle ve daha sonra da kendim babama hizmette kusur etmiyorum, zaten
her türlü alışverişini veya diğer ihtiyaçlarını görüyorum. Sadece işe gitmem gerekiyor
sabahları, genelde de evimiz iş yerime çok yakın olduğu için o dönemde öğle arasında da
eve gelip babamla öğle yemeğimizi yiyoruz. Bir keyifli yaz akşamında önü park ve
manzaralı olan güzel balkonumuzda babamla çay içip sohbet ediyoruz, henüz yeni gitmiş
çocuklar. Babam ordan burden konuşurken birdenbire “Oğlum, bu şekilde olmaz. Evin üstüne
ev olmaz. Çoluk çocuk gelip bize yerleştin ama misafirlik başka sürekli birliktelik
başka, bu şekilde yaşayamayız. Ev tutup, kendi evinde oturmalısın” demez mi? Ben bir
anda ne olduğumu şaşırmıştım. Oysa bir hafta önce eşyaları taşırken, eve yerleşirken
bunları biliyordu babam. Gerçi oturup onunla yüzyüze konuşma fırsatım olmamıştı ama
herşeyi onun yanında konuşuyordu annem benimle, onun fikrini bilmiyordum ki. Annem gel
dedi, ben de kalkıp geldim.
Baba, dedim, bunu şimdi mi söylüyorsun? Beni en iyi tanıyan insan sensin. Şu anda benim
ne yapabileceğimi biliyormusun? Bu sözlerine çok şaşırdım, neden şimdi söylüyorsun?
Benimle oyun mu oynuyorsun? Yarın sabah bir ev bulur taşırım eşyaları, hatta taşımama
bile gerek yok gider başka bir yerde kalabilirim. Çocuklar geldiğinde de buraya değil
bir başka yere götürebilirim. Birkaç ay için ev tutmayalım dedik, burnumuzdan getirme,
dedim. Gerçekten de çıkıp gitmeyi ve bir daha uğramamayı düşünüyordum ama onu yanlız
bırakmam olmazdı. Çok fena bozuldum ama, bundan sonra uzun süre eskisi gibi yakın
olamadım babama. Ardından tatilden döndüler, hanım işe, çocuklar da okula başladılar.
Ben evin tüm ihtiyaçlarını karşılıyorum ve işten artakalan zamanlarımda annem yorulmasın
diye bütün dişarda yapılması gereken işleri hallediyorum, eşim de ev işlerinde. Yani
değil sorun, hiçbir şekilde rahatsızlık vermemiz sözkonusu değil, bilakis mutlu olmaları
gereken bir vaziyetteyiz. Kızlarım da zaten öyle yaramazlık veya gürültü patırtı yapan
çocuklar değiller, her zamankinden de dikkatliler. Okuldan gelip erkenden de yatıyor
çocuklar. Ortada gerginlik var ama, örneğin eşimin yaptığı bir çorbayı babamın elinin
tersiyle itmesi, ikidebir oflayıp puflaması, hoşnutsuzluk var. Ben bu arada gerçekten
çıkıp başka bir yere gitmeyi kafama koydum ama içime de sindiremiyorum, yıllar sonra
baba ocağında kısa bir süre de olsa kalamadı denmesin diye sabrediyorum. Bir gün kızımın
Gülhanede hazır olan raporunun alınması gerekiyordu, kırmızı özel reçete ile ilacını
alabilmek için gerekiyor. Eşim işine yeni başladığı için izin alamıyordu, ben de o
sırada iyice yoğunlaşmıştım ve kısa bir süreliğine bile iş saatinde ayrılmam imkansızdı.
Akşam evde annemden rica ettim, annem zaten çok becerikli ve o tarafları çok iyi bildiği
için kuşku duymuyorum yapacağından ve onun için çocuk oyuncağı. Hiçbir işi de yok ertesi
güne. Kapının önünden bir arabaya binip yarım saatte halledebileceği bir iş. Tesadüfe
bakın ki, annemden hiç beklemediğim bir cevapla karşılaştım. O hastaneyi çok iyi
bildiğini bildiğim halde annem demez mi bana “oğlum, ben çıkaramam oranın yerini, sen
kendin hallet”. Haydaa, beynimden vurulmuşa döndüm. Ya anne, allah aşkına şenle her gün
oraya gitmedik mi Dilek yatarken. Ana kapıdan girip, bilmem kaçıncı kata çıkıyorsun ve
oradaki görevliye sadece ismini söyleyeceksin, raporunu alıp geleceksin. Yok hayır annem
55
tutturdu, yapamam edemem, tartışıyoruz. Birden babam kükredi, yaşlı kurt ininden çıktı
sanki. Sanırım bizim balkondaki konuşmamız ve süregelen gerginliklerde annemin başının
etini yemiş olacak ki, bu durum biraz da bilinçli olarak yaratıldı ve herhangi bir
şekilde bir sorun çıkması zaten bekleniyordu. Bana söylemediğini bırakmadı, hakaretler
beni öldürse daha iyi denecek boyuttaydı. Benim aslında onun değil eşimin babasının oğlu
olduğundan tut, içindeki bütün kıskançlık, biriktirdiği kin ve nefreti bir anda
kusmuştu. Yıkıldım tabii, eşimin ve çocuklarımın karşısında kendi babam beni inanılmaz
şekilde eziyor, hakaret ediyordu. Bir sandalyeyi havaya kadırıp yere çarparak paramparça
ettiğimi hatırlıyorum, hırs ve sinitimi allahtan sandalyaden çıkarmışım. Gösterdiğim
isyan ve geçirdiğim tepkiden sonra sesler kesildi. Bir daha babamla hiç konuşmadım.
Giderek annemin de siz, biz ayırımı yapması, evin alışverişinden tut ince küçük maddi
hesaplar yapmaya başlaması iyice midemi bulandırmıştı. Kısa bir süre sonra bize lojman
çıktı ve taşındık. 14 yaşımda çıktığım baba evinde yıllar sonra geçirdiğim birkaç ay
benim için kabus olmuştu. Ancak taşınmamız, bu kabustan kurtulmama yetmiyecekti.
Sürekli hastalığı nedeniyle devamlı babamı hastaneye muayeneye, sonra da tedaviye
götürmek icabediyordu. Bütün olanlara rağmen bu görev tabiki bana düşüyordu ve tüm
imkanlarımı zorlayarak bunu eksiksiz yapıyordum. Yine iş ve evimden koşa koşa gelip
annemi meşhur pazar alışverişine götürüp, geri getiriyordum. Yani benim için bir evladın
yapması gerekenden daha da fazlası hala geçerliydi ve hiçbir şekilde sızlanmadan hatta
aşırı bir ilgi ve sorumlulukla bunları yapmaya devam ediyordum. Fakat sanırım babam da,
annem de artık kalbimin onlara kırık olduğunu çok iyi biliyorlardı. Onlara yumuşak ve
sevecen olamıyor, sanki hizmetlerine bakan çok çalışkan ve ilgili bir görevli gibi
davranıyordum. Buyur edildiğimde bir bahane uydurup, işimin bitmesiyle ortadan toz
oluyordum. Bir yemeklerini, çaylarını bile kabul etmeyi içime sindiremiyordum. Bazen
ailemi mecburen ziyaretlerine getirmek zorundaydım, çocukları hepten uzak tutmak yakışık
almazdı, bunda bile eskisi kadar samimiyet gösteremiyor, ziyareti fazla uzatmadan
ayrılıyordum.
Biz babamın ciddi hastalığı ile uğraşırken Rize’den ablam ve eşi geldiler. Haber
kötüydü, eniştem 35 yasına henüz gelmiş olmalıydı ki kötü bir ciğer hastalığına
yakalanmış, zaten vardı biliyorduk ama yanlış tedavi sonucu iyice tükenmiş ciğerleri ve
hastaneye yattı Ankara’da. Hepimiz ona konsantre olduk, ablam kalıyor yanında ama biz de
sırayla yanında nöbet bekliyoruz. İyice kötüleşti ve hiç ümit kalmadığını söylüyorlar.
Sonunda da vefat ediyor. Henüz genç ablam dul kalıyor, geride de 9-10 yaşlarında bir
oğlu öksüz kalıyor. Zaten babamın ciddi hastalığı üzerine bu durum iyice tuz biber
oluyor. Giderek kötüleşen babam ise önce bir bacağı kangren olduktan sonra iki kez
kesilmek üzere ameliyat oluyor, daha sonra da diğer bacağı iki kez alttan ve yukardan
olmak üzere kesiliyor. Bütün bu olaylarda getirip götüren, kucaklarda taşıyan, bakımını
ve pansumanı, temizliği dahil olmak üzere başrollerde yine ben ve eşim bulunuyoruz.
Diğer kız kardeşlerim de arada bir geliyorlar ama yük bizim üzerimizde. Bundan şikayet
etmiyoruz ancak okula giden kızlarımız ihmal oluyor, işlerimizden sürekli ayrılmak
zorunda kalıyoruz ve hemen hemen hiç evimizde rahatça uyuyabilmek bile nasip olmuyor
aylarca. Sonuda babam felç oluyor, tamamen konuşamaz ve yatalak hale geliyor, hastaneden
çıkarıyorlar, kuyruk sokumunda büyük bir yara açılmış olarak. Öyle kötü bir yara ki,
56
etleri çürümüş halde ve çürüyen etleri alındıktan sonra kocaman bir delik açılıyor ve
vücudu yan çevirildiğinde delikten iç organları gözüküyor. Fazla yaşamaz denilirken
pansuman ve bakımla yaklaşık altı ay yaşatabiliyoruz, yarayı neredeyse tamamen iyileşmiş
duruma geterek kapatıyoruz. Ancak şeker hastalığının son haddine gemiş durumdaki babamı
kaybediyoruz. Öylesine uzmanlaşmıştık ki, şeker ölçümü yaparak son zamanlarında
olabilecek en düşük ve en yüksek seviylere inip çıkan şekerini koma halinde de olsa
balans edebiliyorduk. Bir akşam yine çok düşen şekerini kotrol ettikten sonra bunun için
gereken glikozu vermek için davrandığımda annem yeter oğlum dedi. Artık hiçbir şekilde
yaşama dönme şansı kalmamış, koma halindeki babamı öylece bırakmamı istedi. Bu isteğini
yerine getirdim ve eve döndük. Çok uykusuz olmama rağmen gelecek haberi bekliyordum,
uyuyamadım. Sabaha karşı vefat ettiği haberi geldi. Hemen çıkıp sanki programlanmış
şekilde cenaze işlerini hallettim, defnettik. Ben çok üzgün olmama rağmen oldukça
sakindim. Annem neredeyse ferahlamış bir izlenim veriyordu. Aslında tüm ailede bunu
hissettim ve gerecekten de dört yıl süren bu ağır ve zor dönem sona ermişti. Ablam biraz
hassas bir insan olduğu için kendini yerden yere atıyordu, diğer kardeşlerim de birkaç
ağlamadan sonra yaşam normale dönmeye başlamıştı. Ben buzdolabı gibi idim, hiçbir tepki
vermiyordum. Üzüntümü kalbime gömdüm ama bir süre sonra artık bakacağım, taşıyacağım,
endişe edeceğim hasta babam kalmamıştı. Aslında işim gücüm, sorumluluğum bitmişti ama
uyuyamıyordum. Belki altı ayı aşacak aşırı bir uykusuzluk şeklinde beni perişan eden bir
dönem geçirdim. Çok kısa daldığımda da babam beni rahat bırakmıyordu. Bir saati bile
bulamayan uyku halimde babamla konuşup duruyordum sürekli olarak. Aradan yıllar geçti,
15 yılı buldu. Hala seyrek de olsa gördüğüm bütün rüyalarımda babam bir şekilde vardır.
Ardından çok geçmeden Ankara’dan yine Gölcük’e tayinim çıktı. Tekrar geldiğimiz yere
geri döndük, Alb.Hakkı Burak’a ikinci komutan olmuştum. Bu tayin hikayesi de ilginç,
anlatayım;
Hava kuvetlerinde üç yılımı tamamlamıştım ki, artık buradan tayini olmayı beklerken
nedense böyle birşey yapmadıklarını gördüm. Tayinlerimizin yapıldığı yerde çalışanları
tanıdığım, hatta benden bir yaş büyük yakın bir arkadaşımız da orada olduğu halde hiçbir
şekilde ricacı olmadım ve bir özel istekte bulunmayı içime sindiremedim. Oturup bir
dilekçe yazdım kendi kuvvetime. Sıralı amirlerim kanalıyla da göndermem gerek. Üstelik
çalıştığım başkanlıkta çok seviliyorum, güzel ve verimli çalıştığım için de beni
bırakmak pek istemiyorlar ama yine de dilekçemi verdim. Dilekçemde özetle, benim denizci
bir subay olduğumu, mesleğimi çok sevdiğimi, gemilerde görev yapmak için
yetiştirildiğimi, başka bir kuvvete atanmamı görev addederek layıkıyla çalıştığımı fakat
mesleki kariyerim ve bizi ilgilendiren mesleki talimnameleri de ilgi yaparak, biraz da
hesap sorarcasına iyice döşendim. Hava kuvvetlerinde çeşitli liyakat rozetleri,
takdirnameler filan almıştım, önceden de gemilerde iken ödüller, takdirnamelerim
bulunuyordu. Sicilim de gayet iyi ve bu çıkışımda herhalde üst komutanlığın bir şekilde
durumumu değerlendirmesini resmi yollardan bekliyordum, aksi taktirde burada beni
unutursanız kaybedeceksiniz çıkışı idi bu.
Havacılar istemeye istemeye, keşke kalsaydın temennileri le dilekçemi ilgili yere
yolladılar. Ardından kendi kuvvetimde önüne dilekçem gelen ve komşumuz olan atama
biriminin amiri olan zat dilekçemi kuvvet komutanına arz ediyor, gerekli hazırlığı da
57
yapmış olmalı. Komutanın vereceği karara göre ya sürüleceğim, yada normal bir göreve
atanacağım, işin artık ortası kalmamış durumda benim yaptığım bu müracaat sonucu.
Dönemin komutanı da oldukça sert, ters ve ne yapacağı pek belli olmayan bir zat; patır
patır bazı subay ve astsubaylar ahlak ve çeşitli gerekçelerle atılıyorlar, öyle bir
dönemdeyiz.
Dilekçemi okuduktan sonra, haklı bu subay diyor. Çocuk denizde çalışmak istiyor, neden
genç bir rütbede bunca yıl orada tutmuşuz diye soruyor ve derhal istediği yer neresi ise
oraya atanmamı emrediyor. Kısa süre sonra ilgili subay beni aradı, neden kendisine
söylemediğimi, dilekçe vermeden halledebileceğini söyledikten sonra nereye gitmek
istediğimi sordu. Benim için hiç farketmez, neresini uygun görürseniz efendim dedim.
Denize çalışmak istiyorum dedim sadece. Ve tayinimi sonradan yayınlanınca öğrendim.
Katıldığım gemi yardımcı sınıf olmasına rağmen hiçbir şekilde gocunmadım, benim için
gemi gemiydi. Muharip gemi de olsa, başka gemi de olsa benim için farketmiyordu.
Görevimi yine layıkıyla yapıyor, gemide komutandan sonraki en kıdemli subay olarak ahenk
ve disiplinle çalışıyordum. Bu gemide bir yıl kalabildim. Yine bir başka sebepten acilen
beni eğitim merkezine öğretmen ve grup başkanı olarak tayin ettiler. Gittiğim yerde bir
sınıf arkadaşımın yerine gidiyordum ve kendisi bir başka göreve tayin edilmiş. Bunu hiç
beklemiyor ve istemiyordum. Gemidekine nazaran çok daha rahat bir iş olmasına karşın
bunu hiç mi hiç istemedim. Gerçi orada da layıkıyla vazife yaptım, işimi ciddiye aldım.
İki ders kitabı yazıp, subay ve astsubay öğrencilere elimden gelenin en iyisini
öğretmeye gayret ettim. İyi bir istihbaratçıydım ve öğretmemi istedikleri konu buydu.
Kimse benden gemicilik, topçuluk, gemi sevk ve idaresi öğretmemi istemiyordu. Kuvvetime
göre artık benim ihtisasım İstihbaratçılık idi, onun da teknik bir bölümü...
Bu vazifedeyken bir yaz İzmir’de güvenlik kursuna da gittim, bunu da başarıyla
tamamladıktan sonra gördüm ki artık beni kuvvetim bu konuda ihtisaslaştırmak istiyor.
Giderek önümü görmeye başlamıştım. Oysa ben bu işi iyi bilmeme rağmen devam etmeyi hiç
istemiyordum. İyice de sıkılmıştım işimde artık, rütbem de binbaşı idi ve üst subaydım.
Ankara’daki atama bölümünde çalışan bir sınıf arkadaşım da zaten ne istediğimi, en iyi
ne olurum’u gayet iyi biliyordu ve bir gün yine bir yardımcı sınıf gemiye komutan olarak
tayinim çıktı. Geminin komutanı bir sınıf üstümüz olan bir subaydı ve ayrılmaya karar
vermiş, beni de onun yerine tayin etmişler.
TCG Umurbey denizaltı ana gemisiydi ve denizaltı filosuna bağlıydı. Denizaltıcılarla ilk
defa çalışacaktım. Çok zevk alarak hiç sorunsuz çalıştım bu gemide ve yeni filomda.
Gerek filo komutanları ile gerekse diğer idarecilerle, komodor ve gemi komutanlarıyla
aramızda hiçbir sorun olmadı. Oysa ki ben denizaltıcı değildim ve denizaltıcılar genelde
kapalı kutu gibi bilinirler. Ben onlardan biri olmasam da gayet güzel bir şekilde
çalıştik. Hemen her hafta seyirlere çıkıyor, denizaltılar genelde bize torpido atışı
yapıyor, biz de onları değerlendirip attıkları torpidoları da denizden alarak geri
geliyorduk. Emekli olana kadar baya uzun süre çalıştığım bu gemideki mesai
arkadaşlarımı, personelini hiç unutamam. Gerçekten de sanılanın aksine gayet disiplinli,
profosyonel ve kazasız belasız bir çalışma ortamımız olmuştu. Hiçbir şekilde ne onlar
beni, ne de ben oları üzmedik.
58
Sadece tak bir olay yaşadım, kadere bakın ki onda da gemide değildim... Ama beni
ziyadesiye etkilemiştir, anlatayım;
İki yılı aşan bir süredir sürekli çalışıyordum ve yıllık izne çıkma fırsatı
bulamamıştım. Ocak ayı gibi emekli olmayı düşündüğümden o yaz artık bir yaz tatili
yapmayı kafama koymuştum. Bu o kadar kolay değildi, çünkü geminin programı sürekli
doluydu. Üstelik de sıraya girilip birkaç yılda bir tesadüf edebilen yaz kampına
müracaat etmiş ve bana da iki haftalık izin süremde kamp yeri tahsis edilmişti.
Gümüldür’deki kampa gideceğiz ailecek. Tabii birde o yıl yeni dünyaya gelen oğlum
ailemize katılmıştı. Bir yaşına yaklaşan oğlumu da alıp çocuklarla bir tatil yapmam
gerekiyordu. Tatil zamanı yaklaştıkça yerime kimin vekalet edeceği sorun oldu. Çünkü
tardımcı sınıf şu üstü gemisi komutanlığına haiz biri gerekiyordu ve filomuzda sadece
bir tek ben vardım. Filo dışından biri gerekiyordu. Yazışmalar sonucunda mayın
filosundan bir komutanın yerime vekalet etmesi uygun görülmüş ve izine çıkmadan bir süre
önce bu belli oldu. Ben de bu arkadaşla temasa geçerek yokluğumda planlanan bir görev
için gereken açıklamaları ve izahati kendisine verdim, planlanan görevin detaylarını
anlattım. Görev kısaca hücumbotların atışlar yapılacak (bu arada denizaltılardan başka
hücumbotlarına da torpido atışlarında hizmet veriyorduk) ve atışlar tamamlandıktan sonra
denizden alınan torpitolar Umuryeri’ne götürülüp teslim edilecek. Yanlız verilen emirde
açık madde olmasına rağmen ben iyice bu maddeyi izah etmiştim kendisine. Emirde
Umuryerindeki birliğe torpidoların teslim edileceği yazıyor, oraya yanaşıp yanaşılmaması
açık ve sarih değil. Biz de daha önceden aynı yere gitmiş ve birkaç kez torpido
vermiştik. Yanaşılacak iskelenin konumu ve hava şartlarına göre, girişteki sığlık da
dikkate alınırsa oraya yanaşmamanın en akıllıca yol olduğuna karar verdiğimizden
birlikte buluna küçük bir çıkarma aracını çağırıp şamanrada ona vermiştik torpidoları.
Zaten benden önce de bu şekilde süregelen rutin bir uygulamamızdı. Ancak defalarca
anlatmama rağmen vekalet edecek komutan ısrarla bana emirde teslim edilecek dendiğini,
yanaşılması gerektiğini birkaç defa söyledi. Ben tekrar tekrar durumu izah ettim,
Donanma komutanlığında bu emir yayınlayan şubenin de bundan heberi olduğu, nasıl teslim
edersek edelim önemli olanın emniyetle torpidoları teslim etmek olduğunu izah ettim
kendisine. Ama itiraf edeyim, bana göre anlamsız bir şekilde bu konuyu kafasına takmış
olduğuna şahit olduğum bu komutan beni endişe içinde bırakmıştı.
Her ihtimale karşı, yine de illa ki iskeleye yanaşmak istiyorsa oraya nasıl yanaşması
gerektiğini de izah ettim kendisine. Asla koyun önündeki sığlığı dolaşarak sancak
dönüşüyle iskeleye yaklaşmamasını, kurtama ve sualtı komutanlığı önündeki dar ama
emniyetli derinlikteki düz geçitten girerek ve akıntıyı pruvasına alarak iskeleye
gelmesi gerektiğine varana kadar anlattım. Çünkü güneye doğru ve kuvvetli olan boğaz
akıntısı sancak dönüşünde onu sığlığa düşürecekti. Tek üskürlü ve havaleli olan bu
geminin elbette ki oradan dönmesi imkansız değildi ancak karaya çok yaklaşarak geniş bir
dönüş yapması gerekirdi ki, daha önce de izah etmeye çalıştığım tabiatla mücadele etmeme
prensibine çok aykırı bir davranış olurdu.
Ardından iyi bir subay olan, yakında yerime ya da başka bir gemiye komutan olmasını
beklediğim, bu meyanda da sicil verdiğim değerli bir subay olan ikinci komutan Mehmet
Karabacak’a çıkacakları görevde vekalet eden komutana yardımcı olmasını, alışageldiğimiz
59
harekat ve manevraları daha dikkatli yapmasını, gerektiğinde de kendisine tavsiyelerde
bulunmasını rica ettim ve izine ayrıldım.
Tatil hazırlığımızı yaparak birkaç gün içinde yola çıktık, bebeğimiz de olduğu için
İzmir’de mola vererek ziyaretlerde bulunduk ve kamp başlangıcında odamıza yerleştik.
Aynı gün geminin görevde olması gerekiyor, ben yine de merak ediyorum, endişeliyim. Bir
şekilde telefon edip durumu öğrenmem gerekiyor. Nitekim kampın ilk günü kara haberi
aldım. Gemim karaya oturmuştu.
Aynen tahmin ettiğim gibi, geçici görevli komutan benim tavsilerimi dinlemediği gibi
ikinci komutanın da ısrarlı tavsiyelerini dinlememiş. Şamandraya yanaşmadığı gibi,
ısrarla kaçınmasını söylediğim yerden dönmek istemiş. Madem yanaşacağız kurtarma ve
sualtı’nın önünden geçelim teklifini de reddetmiş. Dönüşle birlikte de sığlığa oturmuş.
Yani insanın göre göre kendini uçurumdan atması gibi bir şey. Başımdan kaynar sular
boşandı.
Bir an için geri dönmeyi aklımdan geçirdim ama neye yarardı ki? Zaten çevredeki
birliklerden yardıma koşmuşlar, adı üstünde Kurtarma Sualtı’nın önü... Geminin geldiğini
gören o bölgede çalışan arkadaşlar da gemiyi seyrediyorlarmış, içinde benim olduğumu
sanan biri bana anlattı. Gemi söylediğim tarzda dönüşe geçince anlamışlar. Sait ne
yapıyor, karaya oturacak demeye kalmadan gemi oturmuş. Bunu anladıkları için de derhal
çekmek için kurtarma gemisini seferber etmişler. Sonradan gemide benim olmadığımı
anlamışlar.
Denizde her şey olabilir, kimsenin başına gelmesini de istemem. Hata da yapılabilir,
ancak bu şekilde bir hatayı kabul etmem mümkün değil. Bunun adı inatçılık ya da
bilgisiz, deneyimsiz olmak önemsiz; bigi ve deneyim kazanılır ancak negatif hissiyat
veya ruhsal tedavi gerektiren durumlar profosyonellikte olmaması gereken durumlardır.
Ardından olanlar daha da ilginç ve mide bulandırıcıydı.
İşte burada kuvvetime itirazım oldu ama sesimi duyuramadım.
Tatilden döndüğümde önümde bir yazı buldum. Benden olayın ayrıntılarını, gerekli
kayıtları ve nedenleriyle, sonuçlarımı içeren görüşümü istiyorlardı.
Gemi komutanı raporu olarak gayet detaylı bir rapor hazırladığımı hatırlıyorum. Bittabii
elimdeki kayıtlar, ifadeler çerçevesinde. Ve tabi ki şimdi sizlere kısaca arz etmiş
oldugum olayın öncesi, yani geliyorum diyen kazanın evveliyatı ile birlikte.
Nereden bilebilirdim, sistemin doğru çalışmayacağını.
Çok daha sonra, daha doğrusu emekli olduktan sonra işittim ki bu karaya oturma hadisesi
ikinci komutanın geleceğine mal olmuş. Evet, malesef.
Çok iyi bir denizci olduğunu bildiğim ve inandığım ikinci komutan o zamanın sürgün yeri
olan bir yerlere tayin edilip, kendisine bir daha gemi komutanlığı verilmemiş. Sanırım
bir çizik almış olmalı, bu olaydan onu sorumlu tutmuş olmalılar. Bilmem nerededir şimdi,
sevgili Karabacak, senden ben mesuldum. Meslek yaşamımda amiri olduğum, bilerek ya da
bilmeyerek yegane hata yaptığım personelim bir tek sen oldun kardeşim. Hakkını lütfen
helal et bana. Gerçi hiç aklımın ucundan bile geçmezdi, sorumlu olan kişiyi bırakıp bu
konuda hiçbir sorumluluğu olmaması gereken bir kişinin kurban seçilmesini aklıma
getiremezdim ama yine de hesap etmeliydim.
Burada yeri gelmişken değinmek istediğim ana konu da bir donanmanın, yüzer birliklerin
ya da sivil gemilerin dahi yönetiminde bulunanların en az bizler kadar bilgi ve
60
tecrübeye sahip bulunmalarının gerektiğidir. Masa başında otursalar da bizim sorumluluk
ve hislerimizi bilmek zorundadırlar. Bu şekildeki hata ve olaylara yaklaşım devam
ettikçe, çok kurbanlar verilir, çok da önemli değildir ancak yönettiğiniz gemilerin,
filolarınızın kıymeti yine insanla ölçülmelidir. Oradaki can ve mal bize emanettir. Ehil
ile ehil olmayanı ayırd etmek de yöneticilere düşmektedir. Olayın küçüğü, büyüğü
olmamalı; nasıl ki gereksiz ve önemsiz görevlerle benim gibi asıl işimiz olan gemileri
ve gemiciliği ön planda tutma idealindeki ve ruhundaki insanların önünü açmalıdırlar.
Hadi bunu bırakın, hiç olmazsa haksızlığa önlem alınmalıdır.
Üzülerek söylemeliyim ki, yıllardır gerçek denizcilerin daima acısını çektiği ve
kendielrine sürekli sorduğu, gerek sivil gerekse de genel anlamda neden denizciliğimiz
yeterince ilerliyemiyor, neden denizci bir millet olamıyoruz sorusunun gizemi burada
yatıyor olsa gerek. Başlangıçta da kendimi acımasızca eleştirmiştim, yine burada kendimi
(zi) eleştiriyorum belki ama kimse alınıp gücenmesin, gerçek bu.
İlerde sivil denizcilik yaşantıma geçtiğimde onu da göreceksiniz. Ben de günlerdir bu
yabancı gemide ne işim var diye sizlere yazıyor, yazıyor olmaya devam edeceğim…
Derken efendim, kıdemli binbaşı olmuş ve artık emeklilik hakkımızı da doldurmuş
olduğumuzdan 1997 yılının bitimiyle emekli olmak isteyelerin dilekçelerinin verileceği
tarih yaklaşmıştı. Aynı tarihlerde de talihsiz bir şekilde belimi incitmiş ve çarpılıp
kalmıştım, bu yüzden tedavi de görüyordum. Nasılsa emekli olacağımdan bir karar verdim,
gemiden emekliliğe direk geçmeyi gözüm de pek yemiyordu. Benim için ziyadesiyle zor ve
duygusal bir ayrılış olacaktı, iyisi mi kısa bir süre de olsa gemiden ayrılıp öyle
emekli olayım dedim. Bu isteğimi filo komutanına açtım, uygun buldu sağolsun. Bir süre
sonra yine bir sınıf arkadaşım yerime tayin oldu ve ona gemiyi teslim ettim. Gemiden
yine çok duygulu bir şekilde ayrıldım ve birkaç yüz metre ötedeki donanma komutanlığında
başka bir göreve geçtim. Denizden sonra beni hiçbir görevin tatmin etmesi düşünülemezdi
ve iyiki de emekli olmaya karar vermiştim, bunu daha iyi anladım. Çocuk oyuncağı ve bana
göre çok sıradan bir işim vardı, burada çok kısa bir süre çalıştıktan sonra yeni yılın
ilk günlerinde emekli oldum.
Aynı tarihlerde eşim de emekli olmuştu ve ikimiz birlikte ikramiyelerimizle en azından
bir ev alabiliriz diye düşünüyorduk. Oysa ki gerçekler farklıymış, alamadık. Belki de
iyi olmuş, alsaydık depremde altında kalabilirdik, çünkü o bölgede yerleşmeyi
düşünüyorduk. Birkaç araştırmadan sonra bunun mümkün olamayacağını anlamıştık. moralimiz
bozulmuştu ama dert etmedik. Ben nasılsa evde oturmak için emekli olmamıştım, denizde
çalışacaktım ve kazanacağım parayla da nasılsa bir ev sahibi olabilirdik. Hemen
evraklarımı tamamlayıp denizde çalışmak için gerekli belgelerimi çıkarmaya başladım.
Yanlız ticaret gemilerini ve piyasayı pek bilmediğimden, nereden ve nasıl başlayacağımı
hiç bilmiyordum, denizde çalışan tanıdıklardan bu konuda yardım ve bilgi istiyor,
soruşturuyordum. Bu arada bir gün karşılaştığım yaşlıca bir bey kendisinin bir
denizcilik şirketinde teknik müdür olduğunu söyledi, sanırım bir yakınını ziyaret için
bizim yaşadığımız yere misafir gelmişti. İstersem evraklarım tamam olunca kendisini
arayabileceğimi söyledi. Gerçekten de evraklarım hazır olunca onu aradım ve hemen beni
çalıştırdıkları bir gemiye üçüncü kaptan olarak göndereceğini söyledi.
61
Gideceğim gemi bir kimyasal tankerdi, ismi de Ottoman’dı.
Hazır olmam gereken gün İstanbul’a geldim, gemi boğazdan geçerken Büyükdere’de motorla
gemiye çıktım, yerine gittiğim şahıs ta aynı motorla ayrıldı. Eşyalarımı kamaraya
bırakıp köprüüstüne çıktım ve kaptana kendimi rapor ettim. Gemi boğaz geçtiğinden kaptan
radar başında oturmuş geminin manevrasına konsantre olmuştu, pek tabiki benimle pek
ilgilenmedi. Ben önceden kalma alışkanlıkla harita masasına eğilip geminin mevkisini
takip etmeye başladım, ben gemiye çıkmadan önce kimsenin bunu yapmamış olduğunu
farkettim, kaptan sadece radarla gidiyordu. Derken boğazdan çıktık, kaptanla tanıştıktan
sonra bana ilk sorduğu soru şu oldu.
“Nasıl, vardiya tutabilecekmisin?”
Ben şaşırmıştım, nasıl yani? Neden tutamayım ki? Hik mik, ne diyeceğimi şaşırmışken
açıkladı, yani bu radardan anlıyormusun? Cihazları biliyormusun? dedi. Biraz evvel
boğazı geçerken yarım saat kadar etrafıma göz gezdirmiştim, evet efendim dedim. VHF,
Arpa Radar ki aynısını bir evvelki çalıştığım gemide de kullanmıştım, biliyorum, diğer
cihazları da öyle. Sadece otomatiğe alınmıştı o sıra, dümeni burada farklı gördüm ki,
onu da anladım dedim. Birde arka tarafta bir cihaz vardı, teleks cihazı olmalı, onu
kullanmasını henüz bilmiyorum dedim. Zaten onu bir tek ben kullanırım, senin bilmene
gerek yok dedi.
Ben biraz şaşırmıştım ama neden böyle dan diye olmayacak birşey sordu bu adam diye de
düşünüyordum. Bir süre sonra kumandayı bana bırakıp aşağıya indi. Ben normal olarak
çizilen rotada gidiyorum, hepsi bu. Sürekli geminin mevkisini konrol ediyorum, biraz
daha detaylı şekilde köprüüstünü inceledim bu arada. Anladım ki makina kumandası da
köprüüstünden ve geminin bow thruster’i var, yani manevrada baş tarafı enine doğru iten
bir yardımcı pervane. Gerçekten de çok güzel dizayn edilmiş mükemmel bir gemiydi bana
göre. Yanlız kaptan arada bir sürekli yukarı gelip tekrar aşağı ınıyor, sanırım beni
kontrol ediyor. Geceyarısına doğru oldu, bekliyorum ki başka biri gelsin de beni
değiştirsin ama kimse gelmiyor. Meğer benim tuttuğum vardiya kaptanınki imiş, o da bana
git demediği için vardiyada ben duruyormuşum. Benim vardiyam ise 12-04 olduğundan bir
dört saat daha durmalıyım. Herneyse, yorgunluk ta var ama idare etmeliyim. Sabaha karşı
ikinci kaptan geldi vardiyasına, ilk defa karşılaşıyoruz, tanıştık. Benden biraz daha
genç bir arkadaş, uykulu gözlerle geldi, biraz sohbet ettik, ben müsade isteyip kamarama
yerleştim. Normalde öğlen vardiya alacağım, çok da yorgunum ama sabah nedense kalktım.
Biraz kahvaltı edip diğer personelle tanıştım. Gemi İtalya’nın Ravenna limanına
gidiyormuş. Biraz gemiyi dolaştım, gemiyi beğendim, İsveç yapımı 6600 tonluk bir
kimyasal tanker. Vardiya saatim geldiğinde yukarı biraz da erkenden çıktım ve gördüm ki
kaptan da vardiya tutuyor bu küçük gemide, ondan vardiyayı teslim aldım. Bana biraz
konuştu kaptan, yeni denize çıktığım için bana güvenmediğini anladım. Yapmam gereken
işleri saydı, genelde harita ve yayınların düzeltmeleriydi bunlar. Benden önceki arkadaş
hiçbirini doğru dürüst yapmamış, onları yapmam gerektiğini anladım. Var gücümle onları
çıkarıp işe koyuldum. Nereden bileyim, ben vardiyamda daha çok geminin seyrüseferiyle
ilgilenip arta kalan zamanda düzeltmeleri yapmaya çalışırken biran önce bitirebilmek
için vardiyam bittiğinde de çalışmaya devam ederek kendimi helak ederken ikinci kaptan
bana vardiyanda yaparsın, git dinlen dedi. Ben de yok, çok fazla birikmiş, bitirmem
gerek diyerek kalacağımı söyledim. Sen bilirsin dedi...
62
Ben deli gibi çalışıyorum, bitirebilmek için, o kadar çoklar ki bitmesi imkansız.
Sonradan adam bana madem öyle öncelikle gideceğimiz yerlerinkine öncelik ver,
diğerlerini zaman buldukça yaparsın dedi. Haklıydı, ben de öyle yaptım, kısa sürede
onları öncelikle bitirdim. Ama hiç gitme ihtimalimiz olmayan yerleri de yapmaya devam
ettim sonra. Bir süre sonra bütün düzeltmeleri bitirmiştim.
Yanlız bu arada kaptan tarafından sürekli tacize uğruyorum, bana sürekli gerekli
gereksiz çatıp hırpalamaya çalışıyor. Öyle ki ortada hiçbir şey yokken onurumla oynamaya
başladı. Kendisi yüzbaşı iken ayrılıp ticaret gemilerinde çalışmaya başlamış biri ve
bana daima bahriyede hiçbirşey öğrenmeden gelip sonra burada işin öğrenildiğini
anlatıyor, beni bir hiç olarak görüyordu bu adam. Bu üstüme gelmeler gücüme gitse de
çıktığım ilk deniz görevinde bir vukuat olmaması için kendime hakim oluyordum. Yaşı da
atmış civarındaydı bu kaptanın, davranışlarından hiç sevilmediğini kısa zamanda
anlamıştım gemideki havadan. İkinci kaptan da meslek lisesinden mezun işini biliyor ama
onun dışında oldukça gevşek ve dünya yansa umurunda olmayan, vardiyası dışında pek
güverte ile ilgilenmeyen, bana göre oldukça tembel biriydi. Onunla herhengi bir problem
yaşamadım ama bana bir faydası da dokunmuyordu. İşi kendi kendime öğrenmeliydim. İlk
limanda tahliye yapılırken olabildiğince güvertede durarak yapılan işlemleri takip
ettim. Tahliyeden sonra tank temizliği ve sonra yine başka bir yüke girdik, ben sürekli
olarak işim olsun olmasın neyi, nasıl yaptıklarını öğrenmeye gayret ediyorum. Devreleri,
valfları ve tulumbaları iyice öğrendim.
Kaptan’la her muhatap oluşumuzda ne olursa olsun beni (aslında önüne gelen herkezi)
aşağılayan bu adama bir türlü kanım ısınmadı. Onun dışında başçarkçı ile çok samimi
olduk. Benim her vardiyamda köprüüstüne gelmeyi adet haline getirmeye başladı, benden
biraz daha büyük kırklı yaşlarını aşkın bir beyefendiydi ve teknik üniversite makina
mezunu bu şahıs bir süre Amerika’ya yerleşmiş, sonra tekrar geri dönmüş biriydi.
Yaklaşık iki ayı geçirmiştim ki bir gün İngiltere’de tahliyemizi tamaladıktan sonra
demire çıktık ve tankları temizliyoruz. Ben köprüüstündeyim yine, vardiyam değil ama
demirde kaptan vardiyasına gelmiyordu ben onunkini de tutuyordum ekstradan. Rüzgar iyice
artmıştı. Çevremizde de pek gemi yok, baya açıktayız. Sadece dört beş mil kadar ötede
demirli bir gemi var, bizden baya büyük bir kuru yük gemisi ve oda boş baya havaleli
duruyor. Ben hava iyice artınca hem kendi mevkimizi hem de o gemiyi takip ediyorum. Bir
ara geminin mevkisinin bize hafifçe yaklaştığını sezdim. Gerçi baya bir mesafe var ama
rüzgarın yönüne göre üzerimize doğru düşse tam üstümüze çıkacak bir konumdayız. Arada
bir dürbünle de izliyorum, ortada bir gariplik var. Gemi böylesine güçlü bir rüzgarda
bize borda göstermeye başladı. Yani demir tarıyor. Normalde geminin taradığını bu
şekilde anlayabilirsiniz. Eğer geminin demiri dipten ara sıra da olsa kurtulursa rüzgar
gemiyi bordasına çevirip sürüklemeya başlar. Mesafenin de kapatması üzerine tam
manasıyla bu geminin taradığına kanaat getirip hemen kaptanı aradım telefonla. Havanın
arttığını ve önümüzdeki geminin taradığını söyledim, köprüüstüne gelmesi gerekiyordu.
Tamam görüyorum o gemiyi dedi ama gelmedi. Baktım olacak gibi değil, telsizden gemiyi
çağırdım. Cevap yok. Israrla çağırıyorum ama kimse cevap vermiyor. Bir Çin gemisiydi.
Genelde Çin gemileriyle muhabere yapma zorluğu çekilir, sanırım o gemide de birini
köprüüstüne koymuşlardır mutlaka ama lisan bilip bilmediğinden emin değilim. Başımın
çaresine bakmam gerektiğini farkettim. Bu arada ikinci kez kaptanı aradım, durumu
63
anlattım, gemi kesin olarak tarıyor, aradım ve cevap vermedi dedim. Kaptan yine telefonu
kapattı ve gelmedi. İyice canım sıkılmıştı, gerek kaptanın gelmemesi, gerekse o geiminin
bir türlü bana çevep vermemesi üzerine ben de çarkçıbaşını aradım. Kısaca durumu izah
edip derhal makinayı devreye almasını söyledim. Bana kaptanın haberi olup olmadığını
sordu, ben de buna vakit olmadığını iki kez aradığım halde gelmediğini, benim dediğimi
acilen yapmasını rica ettim. O da öyle yapmış, makinanın köprüüstünden kumanda ışığı
yanar yanmaz da hemen üzerimize düşmekte olan gemiden açasıya dümeni kırarak ileri yol
verdim. Tabii gemi demirli olduğu için demir üzerinde manevra yapıyorum, rüzgarın da
etkisiyle iyice gergin olan demir bizi tutuyor ve tam istediğim gibi dönmüyor gemi. Bu
arada tarayan gemiinin hızı da iyice arttı ve artık tam borda göstererek üzerimize
geliyor, ben de büyük bir uğraşla bu gemiden açabilmek için aksi istikamete gemiyi
döndürmeye çalışıyorum. Demire boş vermem ya da almam mümkün değil, buna ne zaman ne de
demire boş verecek kimse yok güvertede. Aklıma hemen bow thruster geldi, yanaşırken
izlemiştim gerçekten geminin başını istediğin gibi salabilmek için çok etkili bir
sistem. Hemen bunu çalıştırdım ve baş tarafı açasıya itmeye başadım, Bu arada da ileri
yolu arttırdım ve döndürüyorum gemiyi. Öyle bir hale geldik ki, tamam başı gemiden
kurtarabileceğim belki ama bacasından dumanlar çıkmaya başlayan gemide hiçbir hareket
yok, bu gidişle bize köprüüstü yada kış aynalık hizasında çarpacaklar. Yanlız bu arada
Çinli de bozuk bir ingilizce ile bizi çağırmaya başladı, üzerinize düşüyorum, demir
tarıyorum, benden nete olun demeye çalışıyor. Bunu zaten biliyorum ben tabii, bekliyorum
ki bir ileri hareket versin de bu gemi, biz de rahatlayalım ama nafile, kıçındaki
pervane sabit, hiçbir emare gözükmüyor pervanesinin çalıştığına dair. Öyle bir pozisyona
geliyoruz ki o an karar veriyorum ve dümeni bu kez tam aksi istikamete yani geminin
üstüne doğru basıyorum ama bow thruster yine aynen çalışmaya devam ediyor. Amacım bizim
geminin bu kez kıçını açmak. O an kaptan heyecanla köprüüstüne geliyor, hışımla dümene
saldırıyor, benden alıp öteki tarafa basmaya gayret ediyor. Ben onun elini iterek daha
doğrusu boğuşup bastığım dümeni aynı tarafa alabandaya basılı olarak tutuyorum, biraz
itişiyoruz kendisiyle bu arada. Diğer gemi de tam bordamız hizasında artık, heyula gibi
tam bordamızdan birkaç metre mesafecen geçip kıç tarafımaz değmeden geçip gidiyor. Ben
bu arada köprüüstünden gözüken ve bordaya doğru iyice gerilmiş demir zincirine
bakıyorum, yök, şükürler olsun ki yanımızdan geçen geminin dümeni ya da bir tarafı
zincirimize takılmadan geçti gitti.
Sonra anlamsız birkaç sözcükten sonra kaptanın gelip benim ellerimden tutarak bana
sarıldığını, allahtan ne muradım varsa vermesi dilekleriyle teşekkür üstüne teşekkür
etmesini hatırlıyorum. Benim ise çok canım sıkkın ve sinirlenmiş olmaktan başka bir
duygum yoktu o sırada. Bütün gayretlerime karşın yine berbat bir kazaya göz göre göre
düşecektik ve kimse kılını bile kıpırdatmamıştı. Sonradan başmühediş’e çok teşekkür
ettim ama onun da kaptanın talimatı olmadan asla makinayı çalıştırmayacağını, beni
tanıdığı ve güvendiği için, mutlaka çok önemli bir sebebi olduğunu düşünerek
çalıştırdığını ve risk aldığını söyledi.
O an anladım ki ticaret-I bahriye yetki, sorumluluk, gelenek ve göreneklerimiz de
hikaye. Süper anlaştığımız ve Baş Mühendis olan bu şahısla sonradan dostluğumuz sürdü ve
ben kendisine daima aklını ve akıllı insanları izlemesini, geri kalan kurallar ve
saçmalıklar manzumesinin koskoca bir hiç olduğunu söylemiştim.
64
O ise bana nasıl oluyor da o anki süvarinin de benim bu mesleği öğrendiğim aynı camiadan
oalabildiğini sormuştu, cevabım yoktu.
Bir ay kadar sonra limana döndüğümüzde ilk motor üzerimize yanaşmış, gemiye evvelce ilk
karşılaştığım teknik müdür çıkmış ve kaptana eşyalarını toplayıp gemiden ayrılması
talimatı verilmişti. Yanında yeni bir kaptanla gelmişti bu şirket yetkilisi. Sanırım
biri bu olaydan bahsetmiş olmalı kendilerine. Sonradan bu olayı bir şekilde
öğrendiklerini işittim.
Geminin ikinci kaptanı da zaten ayrılıyordu, o da kaptanla birlikte aynı motorla gitti.
Yanlız yerine kimse gelmemişti. Nasıl olacağını sordum, bana sen yapacaksın dediler.
Zaten ben son bir aydır ikinci kaptan gideceği için onun işlerini yapıyordum, buna
hazırdım ve kabul ettim. Gemiyi İzmit körfezinde bir rıhtıma yanaştırdık ve ben yeni
mali gemiye yüklemeye başladım. Ertesi gün kalkacağız ve yüklediğim mal da bitmek üzere,
yanlız hala bir zabit eksiğimiz var. Bana söylenene göre ben kendi yerime birinin
geleceğini umuyorum, zaten ikinci kaptanlığı benim yapacağım da bildirilmiş durumda ve
zaten yapıyorum da. Yaşlıca biri gemiye geldi, ben yeni ikinci kaptan dedi. Ben
şaşırmıştım. Bende eskisi oluyorum o zaman dedim. Adam güldü. Durumu anlattı.
Meğer bu zat bir astsubay emeklisi imiş. Emekli olduktan sonra uzun süre aynı şirketin
iç hatlarda çalışan bir tankerinde üçüncü zabıt olarak çalışmış. Artık ara sıra denize
çıkıyormuş ve kızını evlendireceği için kısa bir süreliğine tekrar bir sefer yapmak
istemiş. Şirketi arayınca onlar da onu ikinci kaptan göndermeye karar vermişler. İlk
başta bu bana da makul geldi ama kim ikinci olacak deyincde, yine sen yapacaksın demez
mi? Nasıl yani dedim. Kendisinin hiç yabancı dili olmadığını ve kağıt üstünde bu görevde
kendisi gözükmesine rağmen işi benim yapıp bir süre öyle devam edeceğimizi bana söyledi.
Bu arada da yeni uygulanmaya başlayan İSM sistemini yapıyor, şirketin bu konuda bize
yollaması gereken talimatını ben hazırlıyordum onlar adına. Hemen hemen bitmişti ve yeni
kaptana vermiştim. Bunun hiçbir kurala ve uygulamaya uymadığını, yarın öbür gün herhangi
bir kusur olsa kimin sorumlu olacağının bile belli olmadığını söyledim ve olmaz öyle şey
dedim. Babacan bir adam olan bu şahıs, dert etmememi, hallederiz dediğini anımsıyorum.
Ama benim için kazın ayağı öyle değildi. Bir anda kararımı verdim ve önce eşime telefon
ettim, hemen gelip beni almasını söyledim, pek zamanım yoktu. Kısa bir süre sonra gemi
kalkacak ve kimbilir ne zaman dönecektik. Ardından kaptan çıktım ve gemiden ayrılacağımı
söyledim. Bunun uygun olmayacağını söylemesine rağmen kararlı olduğumu ve ineceğimi
söyledim. Ardından beni işe alan enspektör beni aradı, birkaç ikna edici sözden sonra
kararımdan dönmeyeceğimi anlayınca benim artık bu piyasada iş bulamıyacağımı ve birtakım
tehditlerde bulundu. Ben hemen eşyalarımı toplayıp gemiden ayrıldım, zaten bu arada da
yükleme tamamlanmıştı. Yük hesaplarını ve evrakları kaptana teslim ettim ve vedalaşıp
çıkıp gittim gemiden. Tabi, sonradan içerde kalan hak ettiğim bir miktar maaşımı
ödemediler, istesem uğraşırdım ama buna gerek görmedim. Ortadaki gerçek açıktı, bizim
beğenmeyip eleştirdiğimiz kuvvetimizden sonra ticaret bahriyesi evlere şenlikmiş meğer.
Bu arada ertesi gün benim denizde çalışmaya başladığımı duymuş olan benden daha erken
ayrılıp kaptan olmuş bir sınıf arkadaşım aradı. Ben de başımdan geçen ilk tecrübeyi
anlatıp henüz daha yeni eve döndüğümü söyledim. Bana ertesi gün İstanbul’a gelmemi ve
65
benimle birlikte çalışmak istediğini söyledi. İki gün içinde Samsun’da bir gemiye
katılacakmış, beni de ikinci kaptanı olarak beraber götürmek istedi, ben de kabul ettim.
Bundan sonra Lucky Rose gemisi maceramız başlamıştı.
Çok samimi olduğum hem sınıf hem de aynı bölümden arakadaşımla birlikte gemiye katıldık
Samsun’da. İkimiz de oldukça mutluyduk, yıllar sonra en azından altı ay birlikte
olacaktık ve benim henüz ticaret gemilerine yeni başlamam sebebiyle bir an evvel bilgi
ve tecrübemi arttırmam için bu kaptan arkadaşımın çok yardımı dokunacaktı. Malesef
sonradan rahmetli olan bu arkadaşım da çok mutluydu çünkü bahriyeden ayrıldığından beri
oldukça zor günler geçirmiş, farklı bir ortam olduğu için çocukluktan beri dost ve
kardeş gibi olan ilişkilerimizi, dostluğumuzu özlemişti. Birkaç gün içinde ikimizin de
bu hayalinin boş olduğunu anlayacaktım oysa, işte deniz böyle bir ortam, meşakkatli ve
zor, acımasız.
Samsun’dan kalkarken pilotaj hatası ve römorkörün manevra yapamamasından dolayı geminin
bordası iskeleye çarptı. Kullanılan romörkor olmasa bence daha emniyetle ve kolay
kalkabilirdik, gelen römorkör bize yardım etmek şöyle dursun kalkarken çarpmamıza sebep
oldu. Oysa ki oradaki gübre iskelesi denize açık bir iskele ve römorkörsüz ileri yolla
kolayca kalkılabilecek bir yer. Tabii daha ilk manevrada bu aksiliğin olması kaptanı
müthiş sinirlendirdi. Ben üç numaralı ambara inip çarpan yeri inceledim, içeri baya
göçmüştü, postalarda da eğilme vardı. Gemi boş ve çarpılan yer deniz seviyesinden
yukarda olduğu için bir delinme olup olmadığını göremedim ama burası mutlaka
onarılmaydı, yük altına girdiğimizde delik veya çatlak oluşmuş ise başımız derde
girerdi.
Kaptanla durumu görüşüp ne yapacağımızı sordum, merak etme birşey olmaz dedi, kafama
yatmadı ama ne yapabileceğimi bimiyorum ki, zaten yol kısa temizlemeye bile vakit
oldukça dar.
Ardından Ukrayna’da Yüzhny limanına gidip gemiyi yüklemeye başladık, yükümüz saç ve
demir çelik malzemeleri. İşlemler biter bitmez kaptan ben çıkıyorum dedi. Sürekli
görüştüğü bir bayan arkadaşı vardı ve onunla birlikte kalacak, gemi kalkarken geleceğini
söyledi. Zaten yükü nasıl yükleyeceğimizi birlikte planlamıştık, aynı şekilde yüklersin
dedi. Herhangi bir telefon numarası filan da bırakmadı, ben tereddüt ettim ve acil
durumlar için hiç olmazsa bir numara olaydı dedim ama olmadı işte. Yüklemeyi sürekli
takip ediyorum, özellikle üç numaralı ambarın çöken yerini merak ediyorum. Geceyarısını
geçtikten sonra korktuğum başıma geldi, deniz seviyesine gelen bu kısımdan ambarın içine
su geliyordu. Yüklemeyi kestirmem mümkün değil, yoksa bize çok pahalıya mal olacak.
Bekleme süresinin masrafları armatöre rücu edecek. Hemen gemiyi aksi tarafa yatıracak
şekilde yüklemeyi değiştirttim ve balast tankları ile de bunu biraz daha çabuklaştıracak
şekilde durumu ayarladım. Geminin fitterini kaldırıp derhal delik olan yeri onarmak için
çabalıyorum. Tamir edilecek yerin de ambar içinde yüksekte olması nedeniyle çalışmak
hayli zor. Bu arada geminin ikinci mühendisi nöbetçi makina zabiti, onu da kaldırttım
ama adam gelmedi. Kaptan, ben ve başmühendis haricinde genelde Filipinli mürettebat
vardı, bu zabit de Filipinliydi. Tekrar haber yolladım, acil durum, gemi delindi ve bana
yardım etmelisin dedim ama yine reddetti, benim işim değil gecenin bu saaatinde yapamam
66
dedi. Kulaklarıma inanamadım, oysa benim bildiğim bu gibi durumlarda gemi personeli
geminin selameti için elinden geleni yapmalıydı, oysa adamın dünya umurunda değildi.
Kaybedecek zaman da yok biz fitter ile derhal deliği kapatabilmek için uğraşıyoruz ama
suyu bir türlü kesemiyoruz. Suyu kesmeden de kaynak yapmamız mümkün değil. Geminin
yatmasını hızlandırmak için elimden geleni yapıyorum ama limanın görevlisi aynı hızla
yüklemeye devam ediyor ve artık aksi taraftaki yükleme sırası bittiğinden benim
istemediğim tarafa yüklemek istiyor. Bir şekilde bu durumu çözmeliyim, bize herhangi bir
bekleme masrafı yazılmadan. Hemen Formen’e birkaç şişe içki verdim, bize kısa bir süre
yardımcı olması için. Adam hemen kabul edip işi iyice yavaşlattı, bize yardımcı olmaya
başladı. Biz de bu arada ballast tanklarıyla iyice gemiyi yatırıp deliği sudan
kurtardık. İçerden geçici olarak şu gelmeyecek kadar deliği bir saçla kapattık. Bu
deliğin tamiri tabiiki geçici yapılabildi, hiçbir garantisi yoktu ve aslında bu şekilde
uzun bir sefere devam etmek riskliydi ama daha fazla da yapılabilecek birşey yoktu.
Yüklemeye devam etmeye başladık ve yüklemenin bitmesine az bir zaman kala kaptan geldi.
Ona durumu anlattım, deliği zar zor kapatabildiğimizi ama hiçbir garantisi olmadığını
izah ettim, kendisi de onarılmış bölümü yerinde gördü, birşey olmaz böyle gideriz
diyerek bana teşekkür etti. Filipinli’nin gelmemesi olayını da söyledim, bunlar böyledir
mesai saati haricinde hayatta çalışmazlar diyerek üstünde durmadı. Buna da hayret
etmiştim, hiç alışkın olmadığım ve nerede olursa olsun denizcilik mesleğine uymayan bir
durumdu.
Ardından sefere çıktık, yolumuz oldukça uzun, Panama kanalından geçerek Ekvator’un
Guayaquil limanına gideceğiz. Kaptanla ilişkilerimiz herkesin önünde farklı ama mesai
haricinde özel beraber olduğumuzda yine iki samimi arkadaşız. Ben genelde daima herşeyi
onunla paylaşıyorum, ne yapacaksam fikir alışverişinde bulunup onun da tavsiyelerini
almak istiyorum. Ama giderek bana pek yardımcı olmadığını görmeye başladım. Hatta beni
fazla titiz bulduğunu, boşvermemi, zamanla zaten iyice pişeceğimi söyleyip duruyordu.
Ben de baktım ki olacak gibi değil onunla sadece sohbet etmekle iştigal etmeye başladım.
Yanlız bu arada işler de çok, geminin bakım tutumu, her türlü işleri planlamam
gerekiyor. Gündüzleri pek vaktim olmuyor, personeli ve kendim de planladığım işlere
koşturuyorum. Gemiye evvelce hiç bakılmamış, toparlanması lazım. Giderek kaptan genç bir
3ncü kaptanla çok samimi oldu. Evvelce bir gemide beraber çalışmışlar, henüz birkaç yıl
önce meslek lisesini bitirip zabit olan bu çocukla birlikteler sürekli. Ondan başka aynı
yaşlarda bir 4ncü kaptan da var, onu biraz eziyor ve ona baya hor davranıyor. Oysa bu
çocuk terbiyeli ve işini layıkıyla yapmaya çalışıyor. Giderek bu üçüncü’nün oldukça
dedikoducu ve hınzır biri olduğunu anladım, bana da saygısızlık etmiyordu ama
birbirimizden hoşlanmadığımız belliydi. Kaptanın arkadaşı olmasam bunu da yapabileceğini
tahmin ediyordum. Bir gün yine aptalca ve basit bir dedikodu yapılması ve kaynağının bu
çocuk olması üzerine kaptana durumu açtım, gözlemlerimi anlattım ve kendisinin bu
çocukla normalden biraz fazla olan sıkı fıkılığına dikkat etmesini, şımartmamasını rica
ettim. Bana ters cevap verdi, oysa ben tamamen dost ve arkadaşça hatırlatmak istemiştim,
yoksa arkadaş olmasak hiç karışmayacağım, bana ne, ne yaparsa yapsın. Ardından
personelin kendisi hakkında da dedikodu yaptığını, gemici ve yağcıların kamarasına gidip
onlarla bir kaptanın pek yapmaması gereken lüzumsuz samimiyetlere girmesinin de gemi
disiplinini bozduğunu söyledim. İyice sinirlendi kaptan. Bundan sonra ilişkilerimiz hiç
67
istemediğim şekilde bozuldu, benden iyice uzaklaştı. Dediklerimin aksine aynı şeyleri
daha da arttırarak yapıyor. Anladım ki o çocukla beni de dedikodu ediyor, benim bazı
işlerimde haberim olmadan beni atlayarak benim söylediklerimi değil kendi kafasından ve
benden gizli işler dönüyor. Çok içerledim tabii, arkadaşımdan böyle birşey
beklemiyordum. Onun da beni davet etmesi ve omuz omuza çalışacağımız sanırken tam tersi
bir durum olmuştu. Ama yine de arkadaş ilişkilerimiz bozulmasın diye hiçbir şekilde
dargınlık ortamı yaratmamaya özen gösteriyor ve böylesine aptalca beni ezmek, yok saymak
davranışlarını görmezden gelmeye, üstünde durmamaya çalışıyordum. Böyle bir ortamda
Panama kanalına girdik. Kanalda lock’lardan geçtik ve yukarıdaki nehire çıkıp
şamandralar arasından kanal seyri yapıyoruz. Ben manevradan sonra köprüüstüne çıktım ama
bir terslik vardı. Gemide pilot da var, gemi dümen manual ve otomatikte de dinlemiyordu,
sadece butonlarla basarak yapılabilen emergency kumanda sistemi çalışıyordu, anca onunla
dümene kumanda edilebiliyordu. Bir arıza olduğu kesin, ve arızanın dümen dolabındaki
kablo bağlantılarında da olduğu anlaşılıyor. Dümene yeke’den kumanda etmek olası değil,
çünkü dar kanalda ve sık dönüşlerde gemiyi böyle abramak mümkün değil. Çaresiz bu
butonlarla devam edeceğiz ama bunun da o kadar kolay olmadığı anlaşılıyor. Pilotun
kumandalarına istenen çabuklukta reaksiyon göstermek mümkün olamıyor. Dümencinin bu işi
yapamayacağı anlaşıldı, çünkü bir samandrayı kaçırdık ve içinden geçmemiz gerekirken
aksi tarafından dönebildik. Tabii pilot hop oturup hop kalkıyor, böyle devam edersek
gemiyi bir yere çekip ayrılacak veya durumu bildirecek ki, bunun anlamı bir sürü masraf
ve olay. Bir şekilde pilotun bunu yapmamasını sağlamak zorundayız. Bu arada arızayı da
bulmaya çalışıyor elektrikçi ama manevra esnasında bunu yapması mümkün değil. İlk başta
kaptan kendisi geçti butonların başına ama daha sonra bana vermesini söyledim ve ben
butonlarla kumandalara göre devam ediyorum. Gerçekten yapması zor bir iş, bütonlara
basma sayısı kadar birer birer derecelerle sancak veya iskeleye gelebiliyor dümen. Bu da
sürekli sağ ve sol elinizin hızla çalışıyor olmasını gerektiriyor, üstelik dümene normal
gecikmesiyle kumanda edildiğinden bunu yapmak güçleşiyor. Ben ise dönülecek tarafa göre
önceden sezerek daha henüz pilot kumada etmeden dümeni hareket ettirmek zorunda olduğumu
anladım. Bu yüzden dönüşlere yetişebilmeye başladım. Bu uzun kanaldaki seyrimiz böylece
devam etti, kazasız belasız kanaldan çıkana kadar böyle devam ettik, aslına bakarsanız
böyle bir şey imkansızdı ve biraz da bizim gayretimiz ve zmanla pilota verdiğimiz
güvenli kumanda ile adam devam etmişti.
Panama’yı geçtikten sonra dümen dolabı açıldı ve gerçekten bir kablonun yerinden çıktığı
anlaşıldı. Vidayla tutturulan kabolardan biri her nasılsa temas etmiyormuş ve dümenin o
bölümü bu yüzden çalışmıyormuş.
Tabii bunun tam da kanal girişinde olması ilginçti, ben kötü bir tesadüf olarak
yorumladım. Oysa kaptan başka bir şey düşünüyormuş. Beni birisi sabote etti dedi. Allah
allah, ben şaşırmıştım. Yahu kim yapabilir böyle bir şeyi dedim. Üstelik kanala girmeden
çalışıyordu, girdikten sonra bozuldu, bu arada kim açıp bu kabloyu çıkarablir ki dedim,
herkes, kendisi de dahil köprüüstündeydiniz. Ben böyle saf saf yorum yaparken anladım
ki, kastettiklerinden biri ben de olabilirim. Bunu bana ima edince iyice çılgına döndüm,
artık benim işim olmayacağını anladım böylesine saçma sapan ortam ve insanlarla.
68
Kamarama çekildim, vardiyami tutuyor, mesaimi yapıyor ve zorunlu olmadıkça kimseyle
fazla muhatap olmuyordum. Ekvator’a geldik, yükümüzü boşalttık. Bu ülkede de ilginç bir
anım var, anlatayım;
Yanaştıktan sonra iskeleyi veriyoruz, limanda ayakları çıplak bir yerli gelip geminin
reisine “banana” dedi. İşiyle uğraşan reis olur dedi ve bir fiyatta anlaşmış olacaklar
ki adam bir dakika sonra omuzunda bir kutu müzla geldi. Reis buna beş dolar verdi.
Ardından başka bir adam gelip yine başka bir gemiciye aynısını dedi. Onla da anlaşmış
olacaklar ki o dama da bir kutu müzla gelip parasını alıp gitti. Kaça diye sorulduğunda
gemici parmaklarıyla dört işareti yapıyordu. Reis buna sinirlendi, kazıklanmıştı. Derken
bu seri böyle devam edip gitti ve gemiciler üç, iki, bir dolara kadar inecek şekilde
para ödeyerek müzlarını aldılar. Ardından yine başka biri bu kez omuzlayıp getirdiği bir
başka müzla gelince ilgilenen olmadı. Ben de kendisine ellerimi açıp malesef alıcı yok
işareti yaptım. Adam müz kutusunu yere bırakıp çekip gitti. Hepimiz gülüştük ve ben de
onu alıp güverteye bıraktım, işte kısa günün karı, demek ki sabretmek gerekiyormuş dedim
oradakilere. Buranın bir muz cenneti, hatta takma isminin de muz cumhuriyeti olduğunu
biliyorduk tabii. Meğer adamlar müz depolarından araklayıp bize getiriyorlarmış. Limanın
en büyük ihracatı bu olduğu için depolar ağzına kadar müzla doluydu. Yeşil olan müzlar
sonradan sefere çıktığımızda hepsi bir anda olgunlaşınca kimse artık müz yiyemiyor, müz
görünce midesi bulanıyordu. Alınan onca müz da kısa zamanda yenmediğinde çürüyerek
atılmıştı.
Şili’den bakır madeni yükleyip Peru’ya boşalttıktan sonra yine Peru’nun Chimbote
limanına gittik, balık unu yükleyeceğiz, berbat bir yük, üstelik baya da tehlikeli,
ambarlara su sızmaması gerekiyor, aksi taktirde oksitlenerek kendi kendine yanıyor.
Yanlız gideceğimiz bu limanı Ekvator’da öğrendiklerinde anladık ki Ekvatorlular ile
Peru’lular birbirlerini hiç mi hiç sevmiyorlar. İki düşman ülkelermiş o sırada.
Ekvator’un yarısı zaten bir Amerikan senatörü olan Robert Dole isminde yahudi asıllı bir
adamın, bu adam müz bahçelerini kapatmış, meşhur Dole muzları onun. Peru’ya gittiğimizde
de bunun aynısını gözlemledik. Orada bize anlatılanın ne kadar gerçek olduğunu
bilmiyorum ama adamlar Türkleri de pek sevmiyorlardı. Neden diye sorduğumuzda Peru’da
yaşayan yegane iki Türk asıllıdan biri olan geminin yüklenmesi için görevli Kıbrıs
uyruklu biri anlattı. O zamandan birkaç yıl evvel yine her yıl olduğu gibi sınırlarını
teşkil eden nehrin kendilerine ait olduğunu iddia eden Peru ordusu Ekvator’a saldırıyor.
Genelde her yıl bu oluyor, Zayıf Ekvator daha güçlü Peru’ya boyun eğmek zorunda kalıyor
ama sonradan araya Amerika girip politik ve birtakım tehditlerle Peru’yu tekrar geri
çekilmeye zorluyor. O yıl da aynı şeyler olmuş ama bu kez daha farklı bir tepkiyle
karşılaşmış Perulular. Aldıkları bölgeye girdikten sonra bir de bakmışlar ki uçaklarla
bir hava indirme birliği indirilmiş karşılarına. Bir tabur kuvveti büyüklüğündeki bu
profosyonel askeri birlik Ekvatorlular değil ama. Sonradan anlaşılıyor ki uçaklar
İsrail’e ailt ve inen karışık milletlerden askerlerin ya da milislerin birçoğu Türk.
Dönemin Amerikan karşıtı Peru başkanı bunun kanıtlarını sonradan kendi TV ve basınında
bir bir açıklamış ama dünyada bunu kimse duymuyor, bilmiyor tabii, biz de bilmiyorduk.
Duyunca çok şaşırdık. Üstelik yine bu sebepten Peru T.C. vatandaşlarına vize uygulamaya
başlamış. Peru’ya kim gider bilemem ama bunu da bilmiyorduk. Hatta bunu bize anlatan
69
şahıs Peru’lu bir hanımla daha önceden evlenmiş olmasına rağmen Türk asıllı bir Kıbrıslı
olduğu için bu dönemde oldukça zorluklar da yaşamış, bunları bize anlattı. Sonradan bu
duyduklarımı çevreme anlattığımda kimsenin bu konuda bilgisi olmadığını farkettim, ne
derecede doğrudur, değildir hala bir fikrim yok, yanlız o dönemin Tansu Çiller’in
başbakanlık dönemi olması gerek, o kadarını biliyorum.
Daha sonra da Callao limanına gidip yükümüzün kalan kısmını alıp Almanya’nın Bremen
limanına rotamızı çevirdik. Bremen’de geminin bağlı bulunduğu şirketin genel müdürü
Almanya’ya geldi, bizi ziyaret etti. Gemiyi inceledi. İyice geç olmuştu, geceyarısından
sonra çok geç bir saatte hadi bakalım diyerek kaptanı ve beni dışarı davet etti. Bir
bara gittik ve birşeyler içerek sohbet ettik. Anladığım kadarıyla ikimizin arasındaki
sorunlardan haberdardı. Ben hiçbir şekilde arkadaşımla olan ilişkilerimden bahsetmediğim
gibi en ufak bir şekilde serzenişte bulunmadım. Yanlız yükümüz balık unu olduğu için
boşalttıktan sonra ambarları ne kadar temizlersek temizleyelim toz halinde yapışan ve
balık kokusu bir türlü çıkmayan bir durumda olacağımızı, bundan sonraki yükün buna göre
olmasını tavsiye ettim. Fakat oradan kalktıktan sonra sonraki sefer talimatını
aldığımızda doğu Almanya’nın Rostock limanından Libya’ya buğday yükleyeceğimiz
bildiriliyordu. Bunun asla mümkün olamıyacağını hemen anladım. Kaptana bu endişemi
tekrar söyledim ama o merak etme yüzkleriz dedi. Bütün gayretimizle en iyi şekilde
ambarları temizledik, günlerce yıkadık. Ancak deniz suyu ile yıkamaktan başka elimizde
imkan yoktu. Sefer talimatı geldiğinde kesinlikle kimyasal ile temizlik gerektiğini,
ambar havalandırma bölümleri de dahil olmak üzere çok iyi bir temizlik yapılmadıkça asla
buğday yükleyebilecek hale gelemiyeceğini söyledim, kaptan yine kendinden emin bir
şekilde halledebileceğimizi söylüyordu. Havanın da iyice soğuk olmasına karşın günlerce
ambarları geceyarılarına kadar yıkadık. Tekrar tekrar temizledikçe kuruduktan sonra ince
bir toz tabakası gibi balık unu kalıntılarının tekrar sindiğini görüyorduk, tek
yaptığımız fırçalayarak tekrar yıkamaktı. Şirketten bu arada bence komik olan bir
şekilde ambarda kahve yakmamızı, kahvenin kokuyu alacağını filan tavsiye ediyorlardı.
Oysa ki bahsekonu koku öyle sıradan bir koku değildi, mutfakta balık pişirilmemişti,
tonlarca balık unu ambarların ağzına kadar yüklenmiş, mazerna ve ambarın havalandırma
manikalarının içine kadar toz şeklindeki bu ürün yapışmıştı. Nitekim bu gemide birkaç
sefer daha yapıp gemiyi havuzlayınca ben ayrılana kadar balık kokusunun gerek
ambarlardan, gerekse yaşam mahallinden hiçbir şekilde gitmediğini ve daha sonra da aynen
devam ettiğini işitmiştim. Uzatmayalım biz Rostock limanına girdik. Ambar surveyi için
bir Alman ve Libyalı görevli gemiye geldi. Hepimiz birlikte, kaptan da dahil ambara
indik. Daha inerken Libyalı alıcının surveyoru söylenmeye başladı, aşağıda ise iyice
çıldırdı. Herhalde siz bizimle dalga geçiyorsunuz, bu gemiye hiç buğday yüklenirmi dedi.
Kaptan sevimli olmaya çalışıyor, adamı kafaya almak istiyor, omuzundan sarılarak
sakinleştirmeye çalsti ve baktım cebinde önceden hazırladığı kalın bir demet parayı
adamın cebine sokuşturmaya çalışıyor. Tabi bütün bunlar ise yaramadı, Libyalı fena bir
şekilde kaptanı tersleyip koyduklarını geri fırlattı. Açıkçası bırakın Libyalı’nın bu
sebepten ilerde hapislerde çürüyeceğini, hiç kimsenin bu şartlarda o ambarlara buğday
yükenmesine izin vermesi düşünülemezdi. Bütün liman giriş ve çıkış masrafları bizim
şirkete rücu etmek suretiyle hemen limandan dışarı çıkmak zorunda kaldık. Şirket, kaptan
70
ve hepimiz fena şekilde bozulmuştuk. Ben o kadar kendimi yırtarcasına en azından bu malı
yüleyemeyiz demesi için kaptana yalvarır, yakarırken onun hem bana hem de şirkete bu işi
halledebileceğini söyleyerek hep birlikte hataya düşmemizi içime sindiremiyordum.
Şirketi de çok hatalı buluyordum, çünkü genel müdür geldiğinde aman sakın böyle bir
hataya düşmeyelim diye de ısrarla sanki başımıza gelecekleri biliyormuşcasına
konuşmuştum.
Bir müddet demirde bekledikten sonra Estonya’ya hurda yüklemek için gittik. Limana
bağlar bağlamaz şirketten acentaya kaptanın gemiden ayrılmasını, yeni kaptanın uçağının
rötar yaptığını ama yakında ineceğini bildirmişler. Ayrılacak kaptanın biletinden
bahsedilmiyor. Böyle bir durumu beklemesine karşın, hiç uygun olmayan bu talimata
sinirlenen kaptan şirketle görüştükten sonra kasadaki paraları da alarak otele çıktı,
eşyalarını da hazırlamıştı. Giderken bana o sinirle kötü şekilde konuştu, bir daha
yüzümü görmek istemediğini, onun yerinde gözüm olduğunu vs. Ben ondan fazla üzülmüştüm
oysa. Hiçbir şekilde ne şirketten biriyle görüşmüş, ne de en ufak bir şekilde olanları
yansıtmıştım. Üstelik henüz ikinci gemimdi ve üç aşağı beş yukarı aynı hadiseli olaylar
oluyor, birileri zorla görevinden alınıyordu. Kaptanın bu moral çöküntüsü içinde
üzerine gitmek istemedim, nasıl istersen öyle olsun, hem senin adına hem de kendi adıma
çok üzgünüm yanlızca, keşke seninle denize çıkmasaydım da dostluğumuz zedelenmeseydi
dedim. Ardından otele gidip biletini kendi halletmeye çalışmış, vize problemiyle
karşılaşmış, tekrar gemiden bir onaylı yazı almak için geldi ertesi gün. Bu arada da ben
kaptan olmadığı için gemiyi yüklüyorum, diğer işlerle uğraşıyorum ve yeni kaptan gelene
kadar onun görevlerini yapıyorum. Gerekeni yaptım, sonra yanıma geldi ve bana sarılıp
gözlerinden yaşlar boşaldı. Ben de duygulandım, keşke beni anlamaya gayret etseydin
dedim. Bu işin de, kaptanlığın da … diyerek saydım artık. Benim için sen önemliydin,
lüzumsuz şekilde kendini ve beni gerdin hiç gereksiz davranışlarda bulundun. Yine de
sana hiçbir şekilde en ufak bir kötü duygu beslemiyorum, hakkını helal et dedim ve
uğurladım. Ondan sonra hiç karşılaşmadık, aramadık ta birbirimizi. Bu onu son görüşüm
olmuştu. Yıllar sonra kendisinin erken yaşta gemide yatağında vefat etmiş bulunduğunu
öğrendik, nur içinde yatsın. Bu haberi duyduğumda çok ama çok üzüldüm, yurt dışında
olduğum için ancak kardeşini arayıp taziyelerimi bildirebildim.
Bu gemiyle çilem henüz bitmemişti. Gelen yeni kaptan yine benle aynı yaşlarda idi,
birbirimizi hiç tanımıyorduk. Gereken bilgileri verdim, pek fazla ilgili değildi, işleri
hallettiğimi görmüştü. Yük planını ve hesapları içeren kağıtları verdiğimde gerek
olmadığını ve yakıt ve su miktarını sorup küçük bir kağıda birkaç işlem yaparak benim
hesapladığıma yakın yuvarlak bir değer çıkarıp, bu kadar yükleyeceğiz değil mi dedi.
Aşağı yukarı, evet dedim. Bunun bir güç gösterisi olduğunu anlamak zor değildi, zaten
elimde hesaplanmış değerler var oysa ki. Tenezzül edip bakmak yerine bu yolu seçmişti
muhterem.
Nedendir bilinmez, bu daima böyle olmuştur. Kendini ispat içgüdüsümüdür, nedir? Hala
anlayabilmiş değilim böyle davranışları.
Yüklemeyi bitirip sefere başladık, Aliağa’ya gelip yükü boşaltacağız. Danimarka’ya doğru
hava iyice arttı, kış mevsimi zaten. Danimarkayı döndüğümüzde ise iyice kudurdu deniz.
Dalgalar iyice yutuyor baş tarafı, geminin hızı da 2-3 mile kadar düştü. Neredeyse hiç
ilerliyemiyoruz, bir gece sabaha karşı benim vardiyamda başüstündeki her iki halat
71
dolabının da dalgalardan yerinden koptuğunu gördüm. Halat dolapları denize gitse iyiydi
ama ana güverteye düştü ve orada bir sağa birde sola çarpiyor şiddetle. Küpeşteler ve
asıl ambarları açma kapama için hidrolik borularını parçalıyor ki böyle giderse çok
hasar göreceğiz. Sabah erkenden kaptana eğer dönebilirse aksi tarafta bırakarak ve
birkaç kişiyle gidip hiç olmazsa bu kopan halat dolaplarını deniz bağıyla
sabitleyebileceğimi söyledim. Gerçi o havada çıkmak akıl karı değildi ama geri dönerek
en azından rüzgar altı tarafından başa doğru gitmek mümkündü. Kabul etmedi, geri
dönemiyeceğini ve zaten dönse de bunun tehlikeli olacağını söyledi.
Yapacak birşey kalmamıştı, vardiyam bittiğinde aşağı indim kamaramdayım. Yaklaşık bir
saat oldu olmadı aşağıdan sesler duymaya başladım, birileri bağırıyor. Önce köprüüstüne
çıktım, ne oluyor diye, baktım ki denizler bordadan geliyor ve aksi tarafta birileri
var, üçüncü ambarla dördüncünün arasındalar ve yere yapışmış;ar, bir yerlere tutunmaya
çalşiyorlar. Hemen aşağıya koştum, güverteye çıkışta bir kişi gördüm, o geri
dönebilenlerden ve yaralı, eli yüzü kan içinde bağırıyor, arkadaşlarının denize
gittiğini söylüyor. İleri doğru baktım yerde yatanlara doğru ama oraya bu şartlarda
gitmek delilik, bordadan aksi taraftan gelen sular ambar aralarından şelale hatta gayzer
gibi fışkırıyor, üstelik ambar üzerinden de hatırı sayılır bir serpinti geliyor.
Tekrar köprüüstüne çıktım, kaptana çıkıştım. Neden benden habersiz personeli güverteye
çıkardin dedim. Bana dönmeyeceğini söyledin ama şimdi denizi bordaya alarak dönmüşsün,
maden karar değiştirdin bana söylemen gerekirdi, adamları şimdi nasıl geri alacağız
dedim. Benim şiddetli çıkışıma ve adamların o halde olmasından şok içindeydi kaptan.
Hemen dümeni tutmaya çalışan üçüncü kaptana çekilmesini söyledim ve gemiyi biraz daha
döndürmeye başladım. Denizi biraz iskele kıç omuzluğumda bırakacak şekilde denizleri
arkadan alarak kara tarafına doğru döndüm. Kara tarafına diyorum ama karaya uzaklığımız
baya var, en azından 20-30 mil. Ardından bu rotada dümeni tutmasını söyledim üçüncü
kaptana ve güverteye indim. Bu arada kaptanın gıkı çıkmıyor, hiç konuşmuyor. Güverteye
indim ve yanıma fitter’i de alarak adamların bulunduğu yere geldik. Adamları taker teker
taşıyarak yaşam mahalline getirdik. Son adam yaşlıca bir gemiciydi, kuyruk sokumunu
çarpmış ve sonradan kırık olduğunu öğrendik, onu taşımak çok zahmetli ve zor oldu.
Aslında ufak tefek olan bu gemiciyi taşırken adamın avazı çıktığı kadar bağırması, bizim
de o havada çok güçlükle taşımamıza sebep olmuştu. Neyse ki şükürler olsun denize düşen
filan yoktu, sayıları tamdi. Başlarında giden geminin reisi hariç hepsi yaralanmışlardı.
Biri kuyruk sokumu, diğeri kaburga ve bir diğerinin de çenesi kırılmış, bir gemicinin de
bacağı ciddi biçimde kesilmişti. Buna ilaveten de başka yara bereler ve birçok
yerlerinde de morluklar da vardı. Ardından işimiz bitmemişti önce rüzgar altındakini,
sonra da biraz daha dönerek öteki taraftaki halat dolabını bir yerlere bağlayıp
sabitledik. Sonra normal rotamıza dönebildik.
Bir hafta kadar sonra Aliağa’ya geldiğimizde bu kaptan da hemen çantasını alıp gitmişti.
Gemiye kaptan dayanmıyor, iyisimi ben gideyim diyeceğim ama ben bir türlü gidemiyorum.
Aslında çoktan kontrat sürem bitmiş fakat kaptan değiştirmekten ben ayrılamıyorum.
Ardından başka bir kaptan geldi, yine bana yakın yaşlarda biri, beyefendi bir zat ve
hemen kaynaştık. Ben ona gereken her şeyi çabucak anlattım, hemen her şeyi birlikte
kararlaştırıyoruz ve ilişkilerimiz olması gereken şekilde, hiçbir sorun yok. Oh, hele
şükür derken yavaş yavaş bu arkadaşı iyice tanımaya başladım.
72
Bir süre denizde çalıştıktan sonta uzakyol kaptan ehliyetini alıp denize ara vermiş.
Baya bir uzun zaman olmuş. Evlenip Malezya’ya yerleşmiş. Eşi Malezyalı idi, orada
gemilere malzeme tamin eden bir şirkette çalışmış ve sonra da o zamanın ekonomik
şartlarından işyeri kapanınca denize dönmüş. Doğal olarak biraz endişeli idi. Bunun
gayet normal olduğunu, bir süre sonra alışacağını ve ben de elimden gelen yardımı yapar
size destek olurum diyerek endişesini hafifletmeye çalıştım bu arkadaşın. Yanlız yaptığı
ve benimde yaptığım her şeyde birbirimiz haberdar etme sözü vermiştik. Öyle ki kaptan
rutin mesajlarını yazarken bile en azından tam alışıncaya kadar bana gösteriyor, ben
böyle yapıyorum, şunu yazıyorum filan diye önceki uygulamalardan da esinlenerek hem
şirketin usullerine hem de kedni bildiğiyle uygulamaların arasında bir hata olmamasına
çalışıyordu ki benim görüşümü alması iyi de oluyordu. Arada bir biz şöyle yapıyorduk,
bilmem kim bey şöyle ister, suna dikkat eder gibi tavsiyelerim oluyordu. Derken yükün
boşalmasına az kaldı, kalkacaktık. Ukrayna’ya gideceğiz ve orada gemi havuzlanacak.
Kaptan baktım bir mesaj hazırlıyor, boğaz geçişi için ve pilot istiyor. Kendisine, bakın
dedim, sizi gayet iyi anlıyorum ama gelin lütfen pilot istemeyin.
O zamanlar şimdikinden daha farklı, boğazlarda özellikle Türk kaptanı olan kuruyük
gemileri genelde pilot almıyorlardı.
Neden, dedi. Dedim ki bakın, şimdi pilot istediğinizde şirkettekiler hop oturup hop
kalkacaklar. Biliyorum, ters durumlar olacak.
“Neden olsun ki, kaptan ölarak bu benim hakkım” dedi adamcağız. Dedim ki, ya tamam
tabiki hakkın ama ben sana söylüyorum, bu adamları az çok tanıyorum. Olmadık hataları
yaparlar, bir sürü paraları kaybederler ama gel gör ki boğazda pilot istersen başına
gelmedik kalmaz. O ana kadar birbirimizi gayet iyi anlayan, benim dediklerimi makul bir
şekilde uygulayan bu arkadaş durumun ciddiyetini anlayamıyordu bir türlü. Belki bir saat
konuştum, ısrar ediyorum. Bak dedim, madem öyle ben geçeyim. Beni az çok tanıdın. Tamam
geminin kaptanı sizsiniz ama size az çok anlattım geçmişimi, benim ömrüm bu boğazları
geçmekle geçti, emin olun sizi temin ederim gayet güzel bir şekilde emniyetle
geçebilirim, kendime güveniyorum, izin verin ben geçeyim hem siz hem de şirket için bir
sorun çıkmamış olur. Bir kere kaptanın inadı tutmuştu, hala pilot istemenin ne sakıncası
olacağını söyleyip duruyordu.
Burada bir şeyin altını çizmekte yarar var. İrade ve mühür kimdeyse ne zaman risk alıp
almayacağını, şartlara göre kendi prensiplerinden (varsa) taviz verip vermeyeceğini iyi
hesap etmelidir. Sonuçta kaybedecek te, kazanacak da kendisidir. Biraz da makamın
getirdiği sorumluluğu kaldırıp kaldıramama var ki bunun okulu yada öğreteni yok, en
azından ben görmedim.
Bizim yalvar yakar ısrarlarımızı dinlemeyen kaptan bu mesajını gönderdi.
Ve kalktık, şirketten hiçbir yanıt yok. Çanakkaleyi geçtik, İstanbul’a yaklaşıyoruz bizi
aradılar şirketten. Haydarpaşa önlerinde yavaşlamamızı ve bir motorla şirket sahibinin
gemiye geleceğini söylediler ve pilot talep etmememizi, motorla pilotun da geleceğini
söylediler. Kaptan çok şaşırmış ve biraz da panik olmuştu. Tabi hemen yanıma geldi, az
çok olup bitecekleri anlamıştı. Daha onlar gelmeden, ben üzgün bir şekilde sadece ona
bakıyordum. Tam iyi bir kaptanla çalışacaktık, kısa bir süre de olsa, onu da kaybettik
dercesine. Nitekim motordan şirketin sahibi, genel müdürü, operasyon müdürü (Hakan
Gürel) ve bir de ne görelim? Bu kaptandan evvel Aliağa’da inen kaptan gemiye çıkmaz mı?
73
Meğer yeni kaptanın pilot istemesi üzerine inen eski kaptanı aramışlar, belli bir ücret
karşılığında boğazı geçmesi için anlaşmışlar. Olacak şey değildi bu ama işte, ben tahmin
etmiştim pilot istediğinde böyle saçmalıkların olabileceğini.
Gecekten de tahmin ettiğim gibi olmuş, pilot talebini aldıklarında şirket birbirine
girmiş, sonunda da bu uygulamayı kararlaştırmışlar.
Kaptana hiçbirşey söylemeden, köprüüstünde kumandayı alan eski kaptan boğazı geçiyor.
Ben de artık aşağıya indim, kamarada operasyon müdürü Hakan’la konuşmaya başladık. Bana
herşeyi anlattı. zaten okuldan da tanıştığımız bir abimizdi, kendisine önceden olan
şeyleri, sonrakileri de anlattım ve bu son durum da dahil elimden geleni yapmama rağmen
çok yorulduğumu ve yıprandığımı söyledim. Son limanda inmem gerekirken inemediğimi ve
artık lütfen havuza girer girmez ayırın beni diye rica ettim.
Ama böyle olmadı, olamadı. Çünkü boğaz çıkışında indikten sonra biz yola devam ettik,
gemiyi havuzladık. Ardından birkaç gün geçmişti ki kaptanı çektiler. Eski kaptan
geliyordu gemiye. Ben artık o adamla çalışmamın mümkün olmadığını, ister çeksinler,
isterse çekmesinler ayrılacağımı söyledim. Bu arada gemide tamir için teknik
enspektörler de var, benim de isim başımdan aşkın ama bunu kesin olarak hepsine
söyledim. Ardından ayrılacak kaptanın düştüğü durumu hiç unutamam. Eşini ve küçük
bebeğini de Türkiye’ye getiren ama bütün hesapları altüst olan bu arkadaş beş parasız
kalmıştı. Evine telefon dahi edemiyordu, baktım olacak gibi değil bir miktar yardımda
bulundum. Benden evvel yeni kaptana bırakıp gemiden ayrılmıştı. Daha sonra da kısa bir
süre evvelki kaptanla bulunduk ama ben hiç muhatap dahi olmuyordum, o da benimle. Bir
süre sonra da biletim ayarlandı ve gemiden ayrıldım. Sonradan duydum ki şirketin genel
müdürü Ünal bey de postalanmış...
Eve döndüğümde içimden şu kararı vermiştim. Artık denize çıkmayacaktım. Bu şartlar
altında kesinlikle çalışılmazdı.. Benim profosyonellik ve denizcilik anlayışıma şartlar
hiçbir şekilde uymuyordu. Üstüne üstlük kendi arkadaşımla bile ters düşmüştük, ne yapar
eder bir şekilde hayatımı kazanırdım.
Evde dinlenebilmem sadece iki gün sürdü. Üstelik yılbaşı zamanlarıydı da, hiç olmazsa
biraz dinlenir, ne iş yaparım diye daha sonra düşünürüm diyordum. Biri ısrarla beni
arıyordu. Uzun süredir görmediğim okuldan üst sınıflardan bir arkadaş nerdesin sen diye
beni ararmış meğer. Yıllar sonra ilk kez görüşüyoruz, emekli olduğumu duymuş. Ben de
denizdeydim yeni geldim, denizde çalışıyordum dedim.
Bana ne işin var denizde dedi ve hemen ertesi günü atla yanıma gel dedi. Şaşırmıştım, bu
ağabeyimizle onbeş yıl kadar önce ihtisas kursunda altı ay kadar kurs arkadaşlığımız
olmuştu, birbirimizi çok severdik ve iyi tanırdık. Kendisi PG eğitimi görmüş bir
mühendisti. Emekli olduktan sonra bir tersaneye müdür olmuş ve beni yanına çağırıyor.
Ben de davetine icabet ettim ve gittim. Bana konuyu açtı, çalıştığı şirketin kendi
tersanesinden başka daha büyük başka bir tersanesi daha varmış. Patronu güvenilir ve
çalışkan birini bulmasını istemiş ve benim öbür tersaneye idare müdürü olmamı istedi.
Ben işin kapsamını dahi bilmiyorum ama yaparız, tabiki madem siz öyle uygun gördünüz,
olur dedim. Bana işin detaylarını anlattı, neden oradaki eski müdürü çıkarıp beni almak
istediklerini söyledi. Dönen dolapları, benim neler yapmam gerektiğini bir bir sıraladı.
74
Anladım ki, sivil piyasada işler hiç de sandığımız gibi gitmiyor. Kimin eli kimin
cebinde belli değil. Soygunculuk, dalaveracılık, düzensizlik almış başını gidiyor.
Arkadaşım benim üç günde her şeyi düzelteceğimden, herşeyi bir anda yola getireceğimden
emindi. Ben de emindim...
Hemen işyerine gittik, patronun eşi bakıyor yeni eleman alımlarına ve mali işlere,
onunla görüştük. Ben kedimi takdim ettim, o da bana kısaca neler yapmam gerektiğini. Ben
de henüz denizden geldiğimi, kısaca konuları ön bilgi olarak bana anlattıklarını
söyledim, maaşınız şu kadar olacak dedi ve hemen işe başladım. Eski müdür bana devir
teslim yapıp ayrıldı. Gerçekten de kısa bir süre içinde bütün tersanenin idari işlerine
hakim oldum, hemen hemen bir ay içinde de benden isteneni fazlasıyla düzeltmiş
durumdaydım. Öyle ki aylık zorunlu giderler sonraki ay hemen hemen yarıya düşmüştü.
Güvenlikten tutun da, yemekler, servis düzenlemeleri, araçların durumu ve hemen her
konuda hem daha kaliteli hizmet hem de oldukça ekonomik önlemler alıyordum.
Aybaşında maaşım verildiğinde muhasebenin yanlış yaptığını sanıp bir miktar parayı
muhasebe müdürüne iadeye gittiğimde, yanlış yapmadığını maaşımın ilk aydan
arttırıldığını öğrenmiştim. Bu jest hoşuma gitmişti ama uygulamalarımdan rahatsız
olanlar olduğunu sonradan anladım.
Evet bizim düzenlemelerimiz ve dikkatli idaremiz teknik işlere bakan tersane müdürü olan
şahsın kaynaklarını kısmış olmalı ki bu adamın üzerime geldiğini fark ettim. Bana
önceden söylemişti arkadaşım, dönen dolapları ama bu kadar organize oldukarını doğrusu
tahmin etmiyordum. Müthiş bir menfaat şebekesi kurulmuş, ilginç olanı ise bunun içinde
patron da var. Eşini kastetmiyorum, hanımın kocası olan asıl patron. Üçkağıtçılığıyla
ünlü ve eski bir armatör olan bu şahıs da işin içinde. Pek çok detay var ama şimdi
bunlara girmenin alemi yok, mide bulandırıcı diyelim ve geçelim. Burada bir yılımı zar
zor tamamlayabildim. Üç kez istifa ettim ama her seferinde dayanmam için arkadaşımın
ricasıyla geri döndüm. Sonunda da artık tersanede yapılan büyük bir proje bittiğinde
ayrıldım. Yine yarım kalan tatil düşlerimi yaparken bu kez tersanede beni tanıyan
projenin asıl sorumlusu bir mühendis beni aradı ve ne yaptığımı sordu. O da işten
ayrılmıştı. Ben de çalışmadığımı söyleyince, eşinin yeni açılan bir kolejin genel müdürü
olduğunu ve istersem onunla gidip görüşebileceğimi söyledi. Ben de iyi tanıdığım ve
sevip saygı duyduğum, çok düzgün bir insan olan bu şahsın önerisine olumlu yanıt verdim
ve gidip o hanımefendi ile görüştüm. Tanısınca çok sevdiğim bu hanımın iş teklifini
kabul ettim ve o koleje insan kaynakları departmanının ilk kurucusu olarak başladım.
Yeni kurulmuş bu özel kolejde evvelce hiç yapmadığım bu işi en iyi şekilde yapmak
istiyordum, yanlız hiçbir bilgim ve ilgim olmayan bu konuda devam edip etmemek için bu
hanımefendiden ise başlayacağımı, elimden gelenin en iyisini de yapacağımı ama bir ay
sonra devam edip etmeyeceğimi kendisine bildireceğimi söylemiştim, o da makul
karşılamıştı.
Gerçekten de öyle oldu, bir ay boyunca birçok şey yaptım, yeni kurulan bir deparmana ne
gerekiyorsa hepsini kısa zamanda bitirmiştim. Ancak ayın sonunda genel müdüre giderek
işe devam edemiyeceğimi söyledim. Bu iş bana göre değildi. Merak etmemesini, ben
giderken yerime de enaz benim kadar bu işi yapabilecek bir arkadaşımı getirmek üzere söz
75
verdim. Ardından da o sırada iş arayan ve benimle birlikte emekli olmuş bir sınıf
arkadaşımı kendisiyle tanıştırdım. Her iki tarafta kabul ettiler ve işimi arkadaşıma
devrederek oradan ayrıldım.
Tekrar denize çıkacaktım ve yine hiç vakit kaybetmeden benimle biri irtibata geçmişti.
Amerika’da bir gemiye ikinci kaptan gidecektim hemen. Acilen pasaportumu istediler, vize
işlemleri yapılıp biletim alındı ve gemiye gittim.
Ben gemide kendimi işlere vermiş durumdayım, seferler yoğun. Bu kez daha dikkatli
çalışıyorum, allahtan kaptan da gayet iyi, yaşı benden küçük olmasına rağmen oturaklı ve
ne yaptığını bilen biri. Bu gemiye 2nci kaptan olarak kaildiğimda aynı gemiye 3ncü
kaptan olarak kim geldi dersiniz?
Bahriyede iken gemi komutanlığını devraldığım, emekli olan benden bir sınıf üst olan
Umurbey gemisinde selefi olduğum komutan… Evet kadere bakın ki bu arkadaş emekli oluyor,
hemen o da denize çıkıyor ama daha ilk seferinde bir beyin kanaması geçirince onu apar
topar hastaneye kaldırıyorlar. Çok talihzce bir olay yaşayan bu arkadaşımız daha sonra
tedavi oluyor, üzerinde iz bırakmış tabi geçirdiği operasyonlar ancak çalışmaya da
ihtiyacı var ve şirketten hareket etmeden bana ona mukayet olmamı, gemide olabildiğince
yardımcı olup hiç olmazsa mesleğe tekrar kazandırmaya çalışmamızı öğütlemişlerdi.
Birlikte seyahat edip gemiye katıldığımızda az çok durumu bilen kaptana bu arkadaşımızın
durumunu izah ettim. Gerçekten de sadece köprüüstünden sorumlu olan bu arkadaşa
elimizden gelen her türlü desteği veriyorduk. Sadece vardiyasını tutuyor, zaman zaman da
gerek kaptan, gerekse de ben kendisini kontrol edip herhangi bir ters durum olmaması
için idare ediyor, daha doğrusu yanlız bırakmıyorduk.
Ediyorduk ama, yine de istediğimiz gibi olamıyordu. Öncelikle bu arakadaş Amerika’dan
kalktıktan sonra bir gece Karayiıpler’de çok sık karşılaşılan bir yolcu gemisine çapariz
verecek şekilde giderken durumu fark ettim. Vardiyam olmamasına rağmen arada bir çıkıp
en azından trafiği kontrol ediyordum ve bazen de bu işi kaptan kendisi yapıyordu.
Genelde kaptan geç yatıyor, ben de sabah 4’te kalkmam gerekirken biraz daha erken
kalkarak yukarı çıkıyordum, böylece onun vardiyasında birimiz ayakta kalmış oluyorduk.
Öyle ki, normalde bu arkadaşın göz göre göre o geminin üstüne gitmesi imkansız ama
gidiyor. Ben rotamızı değiştirmemiz gerek dedim, yök hayır dedi, onun kaçınması lazım.
Allah, allah anladım ki normal değil. Bir çeşit epilepsi durumu geçiriyor. Kızımdan da
bildiğim için epileptik durumların her zaman farkına varmayabilirsiniz. Çok mantıklı ve
normal gibi tepkiler veriyor gözükmesine rağmen hatlar karışmış duruma düşebiliyor bu
tür hastalar. Ben hiçbir şey demeden dümeni kırarak rotayı değiştirdim, gereken
manevrayı yaptım. Bu kez arkadaşımız sinirlendi. Değiştirme rotayı, ne değiştiriyorsun
dedi. Tabii tepki vermedim, ona vardiyayı aldığımı artık gidip yatmasını söyledim. O gün
öğleden sonra bu olayı hiç hatırlamadığını gözlemledim. Durumu çok ciddiydi ama yine de
kimseler söyleyemedim, Türkiye’ye varıncaya kadar daga sıkı kontrol edecektim çaresiz.
Bir başka konu ise; kamarası hemen kaptanın kamarasının yanındaydı. Onun kamarasından
feci bir ayak kokusu geliyordu, öyle ki kapısı kapalı bile olsa bu koku koridora
taşıyordu. İlk fark ettiğimde pek üstünde durmamıştım ama öyle bir yerde ki her
köprüüstüne çıkışta insanın burnunun direği kırılıyor ve koku hiç gitmiyor. Artık bir
76
şekilde kokuyu araştırmak ve gidermek istiyorum ama cesaret edemiyorum, nasıl yapacağım?
Bir gün kaptana çekinerek sordum, dedimki bu kokuyu siz de duyuyormusunuz? Ah, adamcağız
bir döküldü ki bana sormayın. Meğer o bunalıma girmiş, kamarasına giremiyor bile ve ne
yapacağını o da bilmiyor. Neyse artık birlikte o arkadaşı üzmeden bir çözüm yolu
bulmalıyız, birlikte düşünüyoruz, ne yapalım diye. Önce üzerindeki çorapları çaktırmadan
tetkik ettik, pek fazla anormal bir durum yoktu. Değiştirdiğini, vücudunu ve
coaraplarını yenilediği kanaatine vardık ama bunca koku nereden geliyordu? Bir şekilde
kamarasına girmeli ve tetkik etmeliydik. Bir bahane uydurarak, bir yerde arıza varmış
gibi tuvalet deverelerini kontrol etmek maksadıyla kamarasına girmek istediğimizi
söyledim. Yanıma da birini alıp güya devreleri kontrol ediyoruz. Birden ne görelim,
geldiğinden beri bütün çorapları bir kovaya koymuş ama yıkamamış. Kimbilir belkide
unutmuş, orada dura dura iyice kokuşmuş. Belki de aynı çorabı yıkayarak giyiyor sadece.
Fakat bu şahsı önceden de tanıdığım için normalde böyle davranmayacak biri olduğunu da
adım gibi biliyorum. Anlaşılmaz bir durumu var sizin anlayacağınız. Sonradan anladık ki
geçirdiği operasyondan sonra koku alma fonksiyonunu da kaybetmiş. Normal olduğu bir
dönemde sonradan bunu kendisi anlatmıştı. Bu zavallı arkadaşımızı Türkiye’ye kadar
getirdik fakat kaptanın kararı malesef devam edemiyeceği yönündeydi ki, sonunda istemeye
istemeye ben de aynı kanaatteydim. Mersin’de eşi de gelmişti, kendisine bu kararımızı
açıkladığımızda kadıncağız çok üzülmüştü. Ve bunu kendisine nasıl söyleyeceğimizi
bilemez haldeydik. Bir şekilde eşinden bize yardımcı olmasını ve kendisini üzmeden
halletmesini rica ettik, o da sağolsun bizi kırmadı ve bir süre gemide kaldıktan sonra
yolcu ettik. Daha sonradan duyduğum kadarıyla sınıf arkadaşları onlara yardımcı olmuşlar
bir şekilde fakat çok geçmeden birkaç yıl sonra bu arkadaşın vefat ettiğini duydum ve
tabi çok ama çok üzüldüm, Allah rahmet eylesin; 78 mezunu dostlarımız yakınen tanırlar,
çok muhterem bir ağabeyim ve hanfendiyle de tanışma ve bir müddet kader arkadaşlığı
yapmıştık vakti zamanında.
Daha sonraları bu son şirkette kaptan oldum, birçok gemilerinde aralıklarla süvarilikler
yaptım.
Kader bizi sadece kendi gemilerimizde değil bir süre sonra farklı milliyetlerdeki
şirketlerle, personelle çalışmayı nasip etti. Hemen her ortamda sorunlar belki farklı
olsalar da aslında denizci için hiçbir şey fark etmiyor, bütün gemiler aynı.
Denizde birçok olaylar yaşadım, dünyanın gitmediğim hemen hemen pek bir yeri kalmadı.
Gemilerde ve gittiğim yerlerde çalıştığım, çeşitli sebeplerle ilişkide bulunduğum her
milletten ve çeşitli farklı dil, din ve kültürdeki yaşamaları gözlemledikçe aslında
yaşamın tamamen göreceli değerler üzerine kurulu olduğunu, neyin doğru neyin yanlış
olduğunu pek de kesin çizgilerle belirleyemiyeceğimiz kanaatine vardım. Mutluluk kavramı
da göreceliydi. Bir güney Amerikalı ya da güney Asyalı günü yaşarken, bir Avrupalı,
Japon ya da Amerikalı yarını yaşayabiliyordu. Soğuk iklimlerdekiler çalışkan iken sıcak
yerlerde yaşayanlar tembeldiler. Aklınıza gelebilecek her türlü insanı değer de farklı
algılanabiliyordu.
77
Ama bütün bunlar benim içimdeki insan sevgisini, yeryüzünün insanlara bahsedilmiş bir
cennet, denizlerin ve sahillerin de bu cennetin en güzide yerleri olduğu gerçeğini
değiştirmiyordu. Deniz, aklı olanlara, ondan yararlanmasını bilenlere bütün nimatlerini
sunuyor, onu tanıyamayanlara ise gereken dersi ziyadesiyle veriyordu. Ülkemizi kuran
liderin bu konudaki bir çift sözü ne kadar anlamlı ve gerçektir; “Denizlere hakim olan,
cihana hakim olur”.
Gerçekten de biraz askeri bir söz gibi algılansa da deniz hakimiyeti konusunu biraz daha
geniş kapsamlı düşünürseniz bunun binlerce yıl öncesinden bu yana ve bundan sonra da
müthiş derecede geçerli olduğunu göreceksiniz.
Bu hakimiyette ülkemiz nerededir, bir ilerleme ihtimali olacakmıdır, herkes gibi ben de
kuşkuluyum. Doğal olarak, en azından karşı kıyımızdaki ülke kadar veya emsallerimiz olan
diğer ülkeler kadar güçlü olabilelim isterdim. Bunun bugünden yarına olamıyacağının
farkındayım ama yine de bunu ilgili olsun ya da olmasın herbir vatandaşımızın yürekten
hissetmesi, sorumlu insanların da bu hedefin milli bir ülke politikası olmasını
sağlamasını arzu ederdim. Hiçbir partinin programında denizciliğimizi (benim anladığım
manada) ilerletmek adına bir program bulunmuyor. Ülkemizin hala bir denizcilik bakanlığı
yok. Hala denizciliğimiz ile karayolları veya demiryolları işlerini eşdeğer tutmaktayız
ve acayip bir şekilde Deniz Yolları gibi absürd bir kelimemiz dahi var. Bırakın kelime
olmasını, bu isimde düne kadar bir devlet işletmemiz dahi vardı. Hava yolu kavramında da
aynı şey geçerlidir. Hava yolu kavramı da yanlıştır.
Deniz yolu ne demek? Karayol’cu, demiryol’cu olabilirsiniz, bu bir meslek de olabilir.
Ama deniz yol’cu olamazsınız. Ya denizcisinizdir ya da değil. Veya ya havacısınızdır, ya
da değil. Bunun farkını bilmem anlayabildiniz mi?
Okuduğum ilk okulda öğretmen anlatıyordu; hava, kara ve deniz taşımacılığı arasındaki
mukayeseyi de vurgulayarak. İnsanlığın bulabildiği taşımacılık için bire-on, bire-yüz
hatta bire-bin farklılıkla olabilceği bu taşıma kapasitelerinin zaman bileşenlerini de
katarak en ekonomik olanının deniz olduğunu o yıllarda öğrenmemize rağmen bunun ne kadar
farkındayız, uygulamada ne kadar dikkat ediyoruz tartışılır.
Örneğin şu an gemimde kırk bin ton yük bulunuyor. Bunu diğer nakil vasıtalarınla
taşımaya kalktığınızda; 20-30 katar tren, iki bin kamyon ya da binlerce uçak
gerekmekte, düşünebiliyormusunuz?
Bugün içinde bulunduğumuz durum feci şekilde genişlemiş kara taşımacılığında neredeyse
bölgemizde birinci olmuş bir ülkede yaşarken, deniz için neredeyse limanlarımızın düşük
kapasitesini de hesaba karatsak en alt sıralardayız. Deniz kadar önemli demiryollarında
da durum içler acısı.
Üzülmekten başka yapacak şeyler olmalı ama kimse kılını kıpırdatmıyor, cılız birtakım
girişimcilerin de nedense daima onü kesiliyor. Göz göre göre çok yazık oluyor.
Barbaros’un torunları olmakla kalan denizciliğimiz için yapılabilecek o kadar çok şey
var ki.
78
Kafama esiverdi işte;
Tarihsel olarak orta kuşak halkları olan Türkler, İranlılar, Afganlılar, Çinliler,
Koreliler ve Japonlar sömürge yapılamayacak toplumlardır. Buna karşın Avrupalılar ve
Slavlar daima sömürgeci olmak arzusundadır. Zaman zaman Türkler, Çinliler ve Japolar
üstün oldukları zamanlarda yayılma politikası izleseler de hiçbir zaman bu ülkeler gibi
sömürgeci olamamışlardır. Bunun sebebi sosyal, kültürel ve yerleşmiş geleneklerinine
sömürgeciliğin uygun olmamasıdır.
******
KÜÇÜK BİR ARA…
Küçük ara verdim evet, o kadar yoğundum ki bir türlü yazmaya fırsatım olmadı.
Sanıldığının aksine biz denizcilerin aslında hiç vakti olmuyor, eh tabii bunda son
yıllarda “çıkartılan” bir sürü gerekli gereksiz kurallar, birtakım asalakların bu
verimli ticari ulaşım pastasından pay kapma çabalarının kurallaştırılması sonucu bu hale
geldik. Bunun ardında kimlerin, hangi ülkelerin olduğunu tahmin etmek güç değil. En
büyük kapitalist ülkelerden başlayarak bunu anlayabilirsiniz. En başa lütfen
İngiltere’yi koymanızı rica edeceğim, ardından ABD, Avrupa ülkeleri vesaire…
Gelelim bu “küçük” arada ben nerelerdeydim? Efendim Venezuela’nın belkide dünyanın en
tehlikeli ama bir o kadar da taşınması gereken zengin kaynaklarının olduğu bir yerine
gittim Güney Afrika’dan. Rio Orinoco isimli bu nehirde seyrüsefer yapmak oldukça riskli.
Zaten beynelmilel İngiliz Admiralty haritalarında en son 1973 yılında başımı yapılmış ve
haritaya not düşmüşler; özetle bu harita her ne kadar seyrüsefer için size referans
teşkil etsede hiçbir şekilde gerek derinlikler, gerekse nehirde gidebilmek için gerekli
seyir yardımcılarına güvenmeyin deniyor. Gerçekten de öyleydi. Uzatmıyayım, öyle böyle
nehre girip 195 mil içeri girdikten sonra benim geminin tonajında gemilerin gidebileceği
en son yere kadar gidip yükümüzü boşalttık. Ardından aynı nehirde 178nci mile dönüp
başka mal yükledik ve Mısır’ın İskenderiye limanına gittik. Tesadüfe bakın ki Mısır’dan
Ukrayna’ya çıkarak ve tekrar yükleyerek aynı nehre bir sefer daha yaptık. Tahmin
edebileceğiniz gibi bu birkaç ay sürdü. Şimdi Venezuela’dan tekrar yükleyip Missisipi
nehrinde New Orleans’a gidiyoruz. Eh, bu nehir dert değil, her türlü güvenlik önlemi
“fazlasıyla” alınmış. Gelin görün ki biz kaptanlara sorduğunuzda durum hiç de öyle
sanıldığı gibi rahat değil. Çok tehlikeli Orinoco nehrini tercih edecek kadar hem de.
79
Çünkü yukarda anlatmaya çalıştığım gibi daha limana gelmeden başlayan saçma sapan
formlar, akla hayale gelmeyen hazırlıklar yapmamız gerekiyor. Aksi taktirde Amerikan
sahil güvenliğından başlayarak bilumum sebeplerden başınız derde girebilir,
tutuklanabilir ya da büyük cezalar yiyebilirsiniz.
Biz gelelim Orinoco nehrindeki maceralarımıza. İlk gittiğimde yükümü ve draftımı
şükürler olsun ki iyi ayarlamıştım. Geminin çektiği suyu ayarlamak öyle pek kolay birşey
değil. Şöyle ki; tropikal yağmur sezonunda gittiğimiz için yağmur durumu ve med-cezir
durumuna göre varacağınız tarihteki nehir derinliği tahminini iyi yapmalısınız. Adı
üstünde “tahmin” yani kesin bir şey söyleyemiyorsunuz. Yani siz diyelimki 10.60m draft
ile vardınız, eğer derinlik buna müsade etmiyorsa kaldınız demektir. Ee canım siz de az
yükleyin derseniz bu sefer gemiyi işletenlerin işine gelmiyor herbir santim aşağı yukarı
60 ton yükten kayıp etmek anlamına geliyor. Neyse, biz ilk vardığımızda bunu becerdik,
sağ salim yanaşıp yükümüzü boşaltmaya başladık. Çok kritik bir yer var, tam da
yanaşmamız gereken limana yakın ve dönemeç bir yer, orada nehir samandraları noksan ve
bakımsız, pilotlar da biliyor ve gece geçilmesi uygun değil, en azından gün ağarmışken
geçmek gerek göz tahmini yapabilmek için. Oraya varışımı tam gün ağarma vaktine denk
getirecek şekilde süratimi ayarladım ve kazasız belasız geçebilmiştik. Ben yükümü
boşaltırken acentadan bir haber geldi, benden 2 gün sonra bir Kore gemisi hemen hemen
bizle aynı tonajda bu yerde sancak taraftan karaya oturmuş, daha doğrusu birinci
tankından başlayarak beşinci ve son tankına kadar bordası tamamen yırtılmış. Tabii
tanklarına şu dolmuş, yakıt tankı da yırtıldığı için hem su almış hemde yakıtı nehre
taşmış, gemi tehlikeli biçimde sancağa yatmış, felket bir durum anlayacağınız. Olay
sabaha karşı yani henüz gün ağarmamışken oluyor, tabii pilotun kusuru söz konusu ama
olay kaptanda bitiyor, bütün sorumluluk onda.
Sonradan ikinci limana yükleme için yanaştığımda bu geminin o limana çekildiğini gördüm,
imkanları kısıtlı bu ülkede onarım neredeyse imkansızdı ve gemiyi tahliye edip –ki bu
durumda oldukça zordu- nasıl uygun bir tersaneye çekeceklerini düşünüyorlardı, dalgıçlar
yırtığı geçici olarak kapatmaya uğraşıyorlardı.
Biz yükleyip geri yola koyulduk, koyulduk koyulmasına ama hareket tarihindeki resmi ve o
günki maksimum draft bana liman başkanlığından tebliğ edildiğinde yükümü bana verilen
drafta tam olarak ayarlamak zorunda kaldım. Yani ne eksik, ne de fazla. Birazcık emniyet
payı bırakacak olsam kirada olan gemiyi kiralayan ortalığı birbirine katacak, bu kez
başka sebepten başım derde girecek. Dualar ederek kalktık, nehir ağzına artesi sabah
geldiğimizde tam yol gitmemize rağmen sürat iyice düştü, neredeyse durma noktasına
geliyoruz, her dönüşümüzde gemi yatıyor ve çok zor doğruluyor. Yani dibe temas ederek
gidiyoruz. 7-8 kere oturaklı şekilde temas ettiğimiz hissettik, hemen tankların
iskandillerini aldırdım neyseki herhangi bir yırtılma, delik vs tespit etmedik. Nehir
ağzı aluvyon çamuru olduğunda yumuşak ve hasarsız atlattık. Tabii makinanın soğutma suyu
devreleri ve diğer deniz suyu devreleri çamurla doldu, sonradan bunu temizlemek çok uzun
sürdü. Güverte hava kompresörü bu çamur yüzünden ve müzminleşen soğutma devresi
probleminden bir süre sonra havlu atarak yandı.
İkinci seferimde girişte yine iyi ayarlamışım, bir sorun olmadan benzer seferi yaptık,
çıkışta da draft problemi yaşamadım. Ancak bu kez çok salak bir pilota denk geldim. Adam
80
sürekli başka şeylerlem uğraşıyordu, hiç gözüm tutmadı. Sürekli cep telefonuyla yada
VHF’ten birileriyle konuşup durdu. Yüksek su zamanının beklemek için gece nehir
ortasında bir yere demirlememiz gerekiyordu. Ben makinayı manevraya hazırlattım ve
yavaşlayıp manevrayla döneceğimizi zannediyorum, neredeyse demir mevkiine ulaştık ama
hala tam yol gidiyoruz. Üstelik nehir çıkışına gittiğimiz için akıntı da arkamızdan,
vasati 5-6 kts kuvvetinde, süratimiz 18 kts. Pilota dedim süreti azaltmıyacakmıyız?
Neyse bir müddet sonra pilot efendi yarım yola düştü ama yetmez, biz hala çok yüksek
süratteyiz, akıntıdan dolayı bir türlü yavaşlayamıyoruz, çok önceden sürat düşmeliydik
ki en azından iki mil kadar önce makinayı ağır yola almalıydık. Henüz gemi yavaşlamadan
birdenbire dümeni alabandaya basarak dönmeye başladı herif… Napiyorsun dur demeye
kalmadan biz direk olarak karşı sahile doğru ilerlemeye başladık. Bu geminin daracık
nehirde ve hemde akıntıya karşı dönmesi mümkün değil, kafadan sahile çıkacağız,
süratimizi düşmüş olsak derhal demir atıp gemiyi tutacağım ama bu süratte o da mümkün
değil. Radarda karaya çıkmak üzereyken tam yol ve acil anonsuyla tornistan verdim.
Verdim ama biz bir güzel karşı sahile aborda olduk. Başüstü nehre doğru uzanmış tropikal
ağaç dallarınının güvertemize geldiğini rapor ettiler… Hayatımda ilk kez karaya
oturuyordum. Bu salak pilot bana bunu da tattırdı işte sonunda. Allahtan metanetimi
yitirmedim ve hemen manevraya başladım, öyle ki tam kıçımızda da bir samadra var ve bas
tarafı kurtarırken fazla geri gitme mesafemiz yok, önce de söylediğim gibi aksi
istikamette çok fazla akıntı var. Tornistanla biraz gemiyi geri çekip tam yolla ileri
verip kıç tarafı da açacak şekilde manevra yapıp gemiyi yüzdürdüm. Hemen ikinci kaptanı
baş tankları kontrol etmesi için görevlendirdim, neyse ilk raporlar iyiydi, bir
anormallik yoktu. Bu arada ben bunlarla uğraşırken bizim pilot özür üstüne özürler
diliyor, tasa etmemeizi nehir kenarı ve dibin yumuşak çamur olduğunu filan söylüyor. Ben
gemini selameti ve hasar varmı yokmu uğraşırken tuttu demiri de erken attırdı salak
herif, aman allahım çıldırmamak işten değil, hata üstüne hata yapıyor ve önleyemiyorum,
önleyebilmem için pilotu off yapmam lazım ama bu sefer de başka problemler çıkacak,
geminin seyri gecikecek, maliyet çıkacak ve bir sürü daha başka problem... Sahile 100
metreden az bir mesafeye demirliyiz. Hala bana akıntı nedeniyle sahile temas
etmeyeceğimizi, parallel kalacağımızı söylüyor. Üstelik iskele demiri kullandırdı, sahil
ise sancakta. Yaşam mahalli büyük ve geniş gemiler her zaman attıkları demirin aksi
istikametine salar oysa ki, ben gemimi tanımıyormuyum? Tonajına göre heyula gibi yaşam
mahalli olan yelken gibi zor bir gemi.. Yani bizi tekrar sahile aborda edecek bu adam.
Demirledikten sonra mesafe gittikçe düşmeye başladık, 30-40 metrelere geldi. Artık pilot
milot dinleyecek halim kalmadı, derhal makinayı ileri verip dümeni kırdım ve demiri
viraya başlattım. Demiri alıp gemiyi daha ileri ve iskele tarafına götürüp demirledim.
Bu halde bile yine gemi demirledikten sonra saldığında sahile mesafemiz 100 metre
civarında oldu. Pilot’a gidip yatmasını ve kamarasını gösterdim, sabah kalkış saatinde
görüşürüz dedim. Sabah erkenden kalkıp kalkışa hazır olduktan sonra artık kumandayı da
pilota bırakmadım, kalkış da pek kolay değildi akıntı ve dar bir alanda geri dönmek
zorunda olduğumuzdan ama normal manevramı yaparak ve akıntıyı da kullanarak gemiyi
çevirip tam yol verdikten sonra pilota devrettim kumandayı. Çıkışa kadar pilotla bir
daha hiç konuşmadık, çıkışta helikopterle ayrılırken de yine özür diler gibi anlaşılamz
birşeyler mırıldandı ve gitti, ben yine de hiçbir şey söylemedim. Zaten pilotun
81
ayrılması gereken yere daha vardı, biraz erken ayrıldı ben gemiye kumanda ediyordum,
ilgi göstermedim, söylenecek çok şey vardı ama faydasız olacağından kendimi daha fazla
strese sokmak istemedim galiba.
İşte böyle, tekrar görşmemek üzere çıktım gittim bu Orinoco nehrinden…
Hayat kurtarmak nasıl bir duygudur? Şükürler olsun ki bunu da tatmak nasip oldu denizde.
Evet, gerçekten de daima düşünür ve söyleriz; örneğin doktorlar daima hayat kurtarırlar,
itfaiyeciler, acil durum çalışanları vs. Ama biz sıradan insanlar trafik kazaları olsun
yada şurada burada hayat kurtarma şansına sahip olmuşuzdur belki zaman zaman.
Genelde böyle işler risk almak demektir hatta sonradan baş ağrısıdır, şudur budur...
Kimi zaman üstünüz başınız batar, vaktiniz boşa gider, gecikir yada hatta bazen hayati
tehlike yaşayabilirsiniz, belkide suçlu duruma dahi düşebilirsiniz...
Bizde uzun yıllardır birçok maceralar yaşamış olmamıza rağmen oldukça ilginç bir durumla
karşılaştık.
WeatherNews sert fırtına nedeniyle Cebelitarık'tan 180-200nm açığa çıkıp İber
yarımadasını açıktan dolaşmamızı tavsiye etmişti, Portekiz kıyılarında hava berbat bir
durumdaydı ( 9/10 beaufort ). Gerçi açıktan geçtik de ne oldu, hava hiç 8'den aşağı
düşmedi ya, o da ayrı konu.
İşte bu bölgede 31 Ekim 2010 geceyarısı sularında bir mayday aldık. Dalgalar 6m, NW'ly
hava 8 kuvvetinde. Mevki bize yakın 7nm civarındaa ve o havada esasen hemen hemen bütün
denizciler bilir yapılacak pek birşey yoktur, en fazla can salı / life raft bırakır
devam edersiniz hepsi o kadar.
Herneyse Allahla başbaşa kalıyorsunuz ve kendimin de sonradan tam çözemediği ilahi bir
kudret ve soğukkanlılıkla kurtarma operasyonuna karar verdim.
Operasyonun oldukça zor olduğunu tahmin edersiniz, hatta tekrar becerebilirmiyim
bilmiyorum ama tekrar aynı manevrayı yapamam herhalde, iki ayrı menevrada o havada önce
sepet yat personelinin (56/57 yaşlarında Fransız bir çift) denize bıraktıkları boş Life
Raft'i sonra da direk yat'ın direk üzerine yanaşarak yattaki iki kişiyi toplam 50 dk'lik
bir sürede kurtardık.
Bu olayı kendi özel ve profosyonel yaşamımdaki en büyük gururum ve anım olarak kaydetmiş
bulunuyorum. Esasen mucizevi bir operasyondu.
Kurtarma operasyonundan sonra yattaki şok içindeki insanların yaptıkları hataları, benim
kurtarma operasyonunu ne kadar zorlaştırdıklarını izah edip o çaresiz insanların bunu
anladıktan sonra olayın vehametini sonradan anlayıp nasıl da Tanrıya şükrettiklerini
görmeliydiniz. Bütün bunlara rağmen Tanrı onlara beni ve personelimi göndermişti ve tabi
bizlerde de o anlarda ve sonradan hissettiğimiz ilahi bir güç ile bezenmiştik.
Bizler profosyonelleriz, işimizi iyi bilmek ve yapmak zorundayız daima. Çoğu insan bizi
dosdoğru, yalın ve çelik irademize inanmayanlardan bilirler ve sanırım birçok zamane
betimlemeleriyle tanımlarlar. Kadın, alkol, her türlü melanetin olabildiği dünyanın
yetmişyedi milleti ve memleketinde kaşarlaşmış insanlarızdır belki de onlara göre.
82
Şunu söyleyebilirim, Tanrıya çok yakındayızdır daima. Tanrıya yakın insanlar hiç de öyle
sanıldığı gibi olmazlar. O neredeyse onunla başbaşayızdır, daima.
O bize daima elini verir.
Tabiatın şiddeti ve kudreti ile biz insanları sınarken biz onun dokunuşunu daima
kalbimizde hissederiz.
İnanırız... İlahi'ye.
Michel ve Dominique'e uzun ve mutlu bir ömür diliyorum.
Artık benim 56 ve 57 yaşlarında birer çocuklarım daha var.
İlahi onları ve beni ödüllendirdi.
Ama sonra şu haberi okuyunca üzülmedim desem yalan olur; kurtarma operasyonundan sonra
durumu bildirdiğimiz Gris-nez (FR) MRCC yada ne bileyim kimler nereden haber aldılarsa
yanlış bir haber almışlar;
http://www.algarve-abc.com/nachrichten-meldungen/en/segeln-algarve/449
Ne helikopteri yahu, haber değeri bile olduğunu sanmıyorum ama haber veriyoruz diyen
hiçbir kaynağa artık doğru dürüst inanasım gelmiyor.
Mayday almamızdan başlayalım, ilginçti. Geç saatte kesik kesik ve oldukça sakin, zayıf
bir sesle sadece mayday kelimesi anlaşılan VHF çağrısını duyan vardiya zabitim beni
aradı. Hemen yukarı çıkıp etrafı kolaçan ettim, her iki radar da devrede ve yakın ve
uzağa ayarlanmış her iki radar ekranında da herhangi bir eko görünmüyor.
Bir süre sonra mayday çağrısı tekrar etti, ancak üç kez mayday dedikten sonra
söylenenler anlaşılmıyordu. Aksanlı diyemiyeceğim İngilizce de diyemiyecegim fakat bir
şeyler anlatmaya çalışıyor ( sonradan öğrendim, yatın ismini söylemeye çalışıyormuş ).
Şimdi bu aşamada itiraf edeyim kısa bir süre bekledim, kimbilir belki çevrede 16ncı
kanalı dinleyen birileri yanıt verir diye umuyorum ancak yaklaşık 5-10 dakikadır
çağrılar yapılıyor olmalıydı ve yanıtlayan da olmadığına göre çaresiz yanıtlamaya karar
verdim.
Batmak üzere ve zorda olduğunu anladığım bir yatın yardım isteği olduğunu anladım ama
daha fazla bilgi öğrenemedim, zaten bunu anlamam bayağı bir uzun süre aldı, karşımdaki
şahsın İngilizcesi felaketti, daha doğrusu yok ( biz daha sonra fransızca öğrenmek
zorunda kaldık, o kadar yani).
Bu arada baya yüksek denizler ve o havada keskin bir dönüş yaptım, hem konuşmaya
çalışıyor hem de manevra ve personeli uyarıp alarm veriyorum, hazırlıkları başlatmam
gerek. Üstelik gemide yük yok, ballastlı olarak yükleme limanına intikaldeyiz, böyle
bir havada oldukça dezavantajlıyız yani.
83
Teferruatı geçip manevraya gelmek istiyorum, bu arada hazırlıklar, mix crew ( rus,
ukraynalı ve filipinli ) olması ve bunların çok kısa zamanda doğru acil durum
reaksiyonları siz ne kadar eğitseniz de anında emir ve ikazlarınız gerekiyor. Allahtan
şam hazır, zabiti o işe veriyor ve liste üzerinde ne var ne yok checklist yaptırıyorum
muhabere cihazlarıyla.
İşin başa boyutu ki en önemlisi bütün bunlar olurken MRCC bilgilendirilmeli, allah
mafaza bir durum olsa operasyona başlamadan haber vermemek, gecikmiş olmak bizi zor
durumda bırakabilir. Ben bütün bunları nasıl yapacağımı düşünürken devreden Hint aksanlı
biri de muhaberatımıza karışmaz mı? Aman allah, inanın ne kadar sevindiğimi anlatamam.
Esasen bal gibi biliyorum, o bölgede hava şartlarından dolayı biz radarda göremesek de
birileri var, olmalı. Çünkü bizi monite eden hava durumu merkezi yada diğerleri birçok
şirketin de gemisini aynı bögeye yönlendirmiş olmalı.
Tabiatıyla bu Hintli kaptan da kulağının üstüne yatıp yanıt vermeyenlerden... İlk
smylediğim, kendisinin kurtarma operasyonu yapıp yapamayacağı oldu, çünkü henüz
telsizden yardıma geliyorum filan dememiştim. Kaptan kurtarma botu olmadığını, aynen
bizim gibi can salları olduğunu ( motorlu bir tanesi kurtarma amaçlı kullanılıyor ) ve
bu havada kurtarma operasyonu yapamayacağını söyledi. Gerçi daha kıvrak ve kullanışlı
rescue botu olsa ne yazar o havada. Neyse efendim, anladık ki adam hiçbir şekilde
kurtarma için niyetli değil. Dedim o zaman bari MRCC (Griz-nez) istasyonunu ara ve bizim
geminin ismi, çağrı işareti, sat telefon numaralarını filan ver ve kurtarma operasyonu
yapmakta oldugumuzu, bir fransız yatına operasyon yaptığımızı ve nihayetinde gemis sizi
arayacak de dedim, kabul etti ve merak etmememi söyledi ( bütün bunlar anında
kaydediliyor jurnala ).
Bu arada konustuğumuz geminin ismi, mevkisi vs de kaydedildi ve yatın bir tarafında
hemen hemen aynı mesafede biz, diğer tarafında ise onların olduğu anlaşıldı.
Bu arada makine sea speed durumunda çalışıyordu ve normal manevra yani fuel-oil
yakıtından motorin yakıtıyla manevra durumuna geçmemiz için normalde 2 saat ( aslında 45
dk veya max. 1 saat ) olması gereken ikaz süresi yoktu. Baş mühendise emercensi
manevraya en çok yarın saat içinde hazır olmasını ve makinamıza zarar vermemek için ne
lazımsa yapmasını, lakin vakti geldiğinde cok sert manevra yapacağımı bildirdim ve
herkesin dairede her duruma hazır olmasını söyledimç o da beni zaten alarmla beraber
hazırlıkların başladığını ve sürdüğünü, merak etmememi söyleyerek rahatlattı.
* Baş mühendis’in kaptan’la eşdeğer olduğunu, onların desteği, öngörüsü ve gayreti
olmadan ağzınızla kuş tutsanız iyi bir gemi veya kaptan olunamıyacağını bir kez daha
belirtmek isterim.
Ancak hala hiçbir şey göremiyoruz, ne radarda ne gözle. Belirtilen mevkiye de baya
yaklaştık, ilave gözcüler, çıplak gözle, dürbünle bir ışık, yansıma arıyoruz.
Reflektörlerden yansıma olsun diye muhtemel tarafa ışıldaklar tutuyoruz.
84
Sonunda bir belli belirsiz bir parıldama farkettik ve ona doğru yöneldik. Ne olduğunu
tam göremiyorum ama bunun bir Life Raft olduğunu sezdim, çünkü gördüğüm yansıma sadece
L/R veya Can Sallarına konulan reflektör yansımasına benziyordu. Hiç düşünmeden rüzgar
altıma alacak şekilde sert bir manevra yaparak yanaştım.
Ticaret bahriyesindekiler veya yardımcı sınıf gemilerde çalışanlar bilirler, tek uskurlu
(sağa devirli) ve başka manevra yardımcısı olmayan dökmeci tabir ettiğimiz (handymax)
standard bir gemiden bahsediyoruz. Tam yoldan, yarım ve agır yola düştüm düşmesine ancak
makina devri olarak, toplasan 3 yada 5 dakika olmamıştır. Tornistan verdiğimde geminin
degil durması, pervanenin/şaftın durması bile mümkün değildi. Ne demek istediğimi
makinacı arkadaşlarımız daha iyi anlarlar, işte burada yüklü olmamamız avantaja dönüştü.
Çünkü yüklü olsak o manevra 4 hatta 8 kat daha uzun zaman alacaktı, rüzgar ve deniz
etkisi tam tersi olacaktı doğal olarak. Şimdi problemim geminin kuvvetleri olmadığı anda
bir yelken gibi anından havaya tabi olmasıydı.
Neyse efendim, biz tam yol tornistendayken L/R’ı baş omuzlukta tutabilmeyi becererek
rüzgarın da etkisiyle objeyi vasatımıza doğru almaktayız, öyle ki artık daha kolay olsun
diye (yüksek freeboardluyuz) L/R’ı tam pilot merdiveni hizasına getirebildim, son (no.5)
ambar civarında.
Baktım şeytan çarmıhından 2nci Kaptanım inmeye çalışıyor, nasıl kükredim bilmiyorum,
avazım çıktığı kadar bağırıyorum (sesim kısılmıştı sonra) neyse o havada duymuş olmalı
ki yarı yoldan tekrar geri tırmandı. Tabiatıyla birilerinin kendini göstermesini
bekliyor, çıkmayınca el incesi kullanamıyor ve inip bakma ihtiyacı duyuyor, halbuki bu
işler için hazır tuttuğumuz uzun/uzayıp kısalabilen, hafif ve kancalı gönderimiz var,
zabit’e check ettirdim. Filipinliler çok daha denizci, bilirsiniz, Filipinli reise
gerekeni söyledim, iki dakika sonra sal güvertedeydi ama içi boştu, zaten birileri olsa
bu şekilde alamazdık, başka yöntem gerekirdi.
Tekrar arama taramaya konsantre olduk. Tek bir ışık yok, anladığınız gibi yatın
skipper’i salı indirmiş indirmesine ama ipini de çözmüş... büyük hata!!!
Bir müddet aradıktan sonra yatın direğinin ve güvertesindeki parıldayan objelerden yatı
hayal meyal gördüm, yüksek dalgalardan sürekli değil ara sıra fark edebiliyoruz.
Ancak yaklaştıkça bu tekneyi asla rüzgar altıma alamıyacağımı yoksa kaynayıp gideceğini
fark ettim. Hayır biraz daha büyük ve alçak direği olsa belki ama küçücük fiber bir
tekne ve o tekneye göre hayli uzun ve büyük bir direk??? Tekneyi boşver üstündeki
canları kesin kaybederiz.
Yine tam yolla, hatta çok daha sert bir manevra yaptım, yanlız bu sefer yatı baş
omuzluğumda değil kıç omuzluğumda kalacak şekilde ayarladım ve tam yol tornistandayken
stop verdiğimde anında makinayı durdurup ileri yola geçmeye hazır olunmasını söyledim,
en kritik andı bu ki tam istediğim şekilde uygulayabildi makinacılar.
85
Yat kıç omuzluğumuza yaklaştığında Line Trowing Apparatus ile inceyi bir defada
verebildik, 2nci kaptan Valery Levchenko bu kez kendisini affettirdi... ( bu şahsı bu
satırları okuyan ve evvelce birlikte çalıştığım arkadaşlarım tanırlar, benle aynı yaşta
ve kendini bildi bileli aynı gemide çalışmış, son 10 yıldan fazla da yine aynı gemide
2nci kaptan olarak çalışan enteresan bir personelimdi )
Makinaya artık ileri yol verdiğimde elimde telsizle kıçüstüne indim ve vardiya zabitine
telsizle kumanda vereceğimi söyledim.
Yata oldukça yakın kalmalıydık ve öyle de oldu ve biz halatı verene kadar –ki önce el
incesini attığımız kılavuz incesine daha sonra diğer kalın ince ve en sonunda bir halat,
ki karşı tarafta bunu ancak takma şansı olan şok içindeki yaşlı bir adam.
Bu arada evvelce kırık muhaberatımızda yattaki adama sadece can yeleği giymiş olmalarını
özellikle tembih etmiştim. Belkı on defa Life Jacket diye tekrarlayıp durmuştum. Oysa
şimdi ne adamın ne de karısının üstünde can yeleği yoktu. İkisi de direğe yapışmışlar ve
sırt cantalarını takmışlar.
Neyse efendim biz yatı binbir güçlükle ve en az üç parima kullanarak direğini
yakalayabildiğimiz o tehlikeli saliselerde ( direğinden ) yatı rüzgar üstümüze gelecek
şekilde kıç aynalığa tutturabildik. Tutturduk diyorum çünkü bağlamamız olası değil,
direk bir aşağı bir yukarı –hemen hemen kendi boyu kadar- piston gibi bir yukarı bir
aşağı hareket ediyor. Bizi en çok uğraştıran ise bir kılıç gibi tehlike arz eden dreğin
ön ve arkasındaki lashing telleri.
Israrla can yeleği giymelerini söylüyorum kazazedelere ama reddediyorlar, sırtlarındaki
çantaları göndermeleri ve sonra onları yelekli olarak alacağımı söylüyorum, ne desem
boş, reddediyorlar. Onları öylece bırakıp gitmek vardı... neyse...
Evvela kadını yatın guvertesine binbir zahmetle verebildiğimiz şeytan çarmıhına
bindirdik ve tam yatın aşağı pozisyonunda kuvvetlice yukarı çektik hep beraber. Kadını
almamız oldukça zor oldu, kilolu ve neredeyse hiç kuvveti olmayan kadıncağız son aşamada
vücudunda tutacak yer kalmadığından ki üzerindeki kazağı çekerken üstünden çıkıyordu,
yan taraflarındaki etlerinden/yaglarından tutarak kurtarabildiğimi hatırlıyorum. Bu son
hamlemizde tabiki vücudunda morluklar olmuş ve sanırım o direkteki lashing teli bir an
için parmağının ucuna denk gelmiş olmalı ki parmağı yaralanmıştı.
Adam daha güçlü olduğu için onu kadından biraz daha kolay yukarı alabildik ama bu kez
adam daha fazla sallanmıştı ve hatta bir kez şiddetle bizim bordamıza çarptı, neyse ki
yaralanmadı yada düşmedi.
Kadın kurtulduktan az sonra kamarot ve aşcıya vermiştim ki birden oldukça cırlak bir
sesle çığlık attı ve bayıldı. Ben farketmemiştim o hengamede, meğer elinden gelen kanı
görmüş ve çığlık atıp bayılmış.
86
Lakin adamı da kurtardıktan sonra baygın duran karısını gören adam nefes alıp verme
hareketi yaparak asthma asthma diyerek bizi ikaz ediyorç anladım ki kadının astım
problemi var ve nefes alıp vermesini izlemeliyiz. Hemen kadına yoğunlaştım ve 2nci
kaptanı astım için ne var ne yok bakması için revire yolladım, aradığım hefes açıcı
spreylerdendi, olması lazım diye hatırlıyordum. Nitekim kadını sedye ile revire taşıdık,
baya bir baygın kaldı ama sonra revirde ayılttık, astım spreyini de bulmuştuk fakat
gerek kalmadı, elindeki yaralanmayı fazla abartıyordu kadın şokun da etkisiyle hemen bir
sakinleştirici iğne yapıp, elini görmeyecek pozisyonda yarayı temizleyip pansuman yapıp
kapattık. Spreyi ve ilaçlarını eşine verip bir kamaraya yerleştirdik, kıyafetler verdik
vs.
Adam ilk güverteye çıktığında kısa bir şok ve suskunluk sonrası şunu söylemeye çalıştı;
“Bu benim evim, onu kaybetmek istemiyorum“. Oysa bu tekneyi o havada kurtarmam neredeyse
imkansızdı, ben de ona hristiyanlar gibi dua hareketi yaparak “dua et tanrıya,
kurtuldunuz“ demiştim. Hani çok zorlasam o yatı kurtarırmıydım? Kurtarabilirdim belki
ama ne için? Çok çabuk olarak kafamda bir değerlendirme yaptım ve o riski –ki hayli
fazlaydı- almadım. Aşırı kahramalığa gerek yoktu ve sonuçta kaybedeceğim zaman, belki
personelime kaza bela riskine değmezdi.
Asıl hengame ondan sonraydı... zaten bu işler süresince onlarca defa verdiğimiz uydu
telefonundan aranmıştık ve her seferinde vardiya zabitince operasyonun devam ettiği,
bitince kaptanın arayacağı cevabı verilmişti MRCC’ye fakat hala ısrarla aramaya devam
ediyorlar, fırsat vermiyorlardı. Ben de sürekli benim aramamı beklesinler, işim bitince
ararım diyerek kazazedelerin sağlıklarının iyi olduğunu söyletiyordum.
Kazazedeleri yerleştirdikten ve geminin normal rotasında olduğunu kontrol ettikten sonra
MRCC’yi aradım, daha doğrusu aynı anda kısa bir mesaj ile yatın ve kazazedelerin ismi,
detayları ile sağlıklarının yerinde olduğunu, acil bir isteğimizi olmadığını, küçük bir
parmakta kesik yaralanması olduğunu söyledim. Telefondaki vardiya zabitinin
İngilizcesini anlamak için Fransız olmak lazım geliyordu, berbat aksanlı ve kelimeleri
ağzından değil o bildiğiniz Ğ, HĞR filan gibi kursağından çıkarıcasına konuşmaya
çalışıyordu. Herneyse, ben beni anlayıp anlamadığını teyid ettikten sonra –beni tam
olarak anladığını söyleyebildi- ben kendisini çok zor anlayabildiğimi ve bunu
kaydetmesini istedim, eğer anlıyorsan ben de bunu “jurnal” a -fransızca diyorum bunu-
kaydediyorum. Ve lütfen az önce adresinize yolladığım mesaja bak dedim, daha sonra varsa
sorularınız sorun yada bana mesajla cevap verin dedim, telefonu kapattım.
Baktım ellerim yaralanmış -güvertedeki hemen herkesin elleri ufak tefek yaralanmıştı,
çünkü eldivenlerle çalışamadık maalesef, bu işler için özel kaymaz deri eldivenler imiz
yoktu, emergency durumlar için bu pahalı eldivenlerden olmalı daima- ve kadının
taşınması ve tedavisi sırasında her tarafım kan olmuş. Elimi yüzümü yıkayayım dedim ama
MRCC fırsat vermedi. İnanırmısınız o gece saat 2’den sabaha kadar bu adamlarla uğraştım.
Hatta daha sonra şimdi fazla uzatmayayım detaylarını, kazazedeleri varış limanında
gönderinceye kadar uğraştım Fransız makamlarınla. Diyeceksiniz ki vatandaşlarıyla çok mu
87
ilgiliydiler, hayır. Ondan değildi, çünkü bizatihi kurtardığım adamı konuşturdum,
kazazedeler ne isterlerse onu yapacağımı beyan ettim fakat yine de Fransız
makamlarındaki anlaşılmaz bürokrasi ve organizasyon bozukluğunu aşamadık. Her bir
vardiya değişiminde bizden tekrar tekrar aynı bilgileri istediler, bir sürü şey. Sonunda
öylesine zor durumda kaldım ki geminin bağlı bulunduğu bayrak devletine (Malta) durumu
bildirdim, her türlü bilgi, belge, jurnal, foroğraf, kayıt kuyut aklıllara zarar,
sanırsınız ki Fransız Devlet Başkanı kurtarıldı sanki.
Sonuçta bir teşekkür filan beklemiyordum zaten ama karadaki insanların denizde
çalışanlara saygısızlığını ve bunu ısrarla sürdürmelerini üzülerek bir kez daha müşahade
ettim.
Neticede bu insanları ilk limandan mutlu bir şekilde yolladıktan sonra armatör ve
sigorta ile de gerekli P&I bilgi, belgelerini hallettikten sonra yolumuza devam ettik.
Elbette oldukça gurur duydum bu operasyondan sonra, hala da duyuyorum ama ne yalan
söyleyeyim en baştaki çekingenliğimde ne kadar haklı olduğum teyid oldu sonra.
Bayrak devletinden bir teşekkür yazısı aldık.
88
Saygı ve sevgilerimle.