başyazı - somuncu baba dergisifor the muslims, urfa is the city of hadrat ibrahim (pbuh) and...
TRANSCRIPT
Başyazı Sebahaddin ATEŞ
ŞANLIURFA
Şanlıurfa is one of the exceptional and ancient cities of the Southeast Region. From past to present, it has become the most important place of history, law, religion, culture, art, literature and civilization.
Having had a trace in each period of history and become the source of history, the history,itself, should be searched in Urfa; not Urfa in history.
For the Muslims, Urfa is the city of Hadrat Ibrahim (pbuh) and Eyyûb (pbuh). Urfa, which has raised the religious leaders and attributed maqams to the prophets throughout the history, has been known as the “City of Prophets” or the “Land of Prophets”
If you want to see the melting pot of cultures and civilizations and the capital of tolerance, love, you should absolutely visit this beautiful city.
ŞANLIURFA
Şanlıurfa; Güneydoğu’nun özel ve kadim şehirlerindin biridir. Geçmişten günümüze tarih, bilim,
hukuk, inanç, kültür, sanat, edebiyat ve medeniyetin en önemli yeridir.
Urfa, taşıyla toprağıyla tarihin her döneminde mutlaka izleri bulunan; tarihe kaynaklık eden
özelliğinden dolayı, Urfa’yı tarihte değil, tarihi Urfa’da aramak gerekir. İl Kültür ve Turizm Müdürü
Selami Yıldız şehrin kültürünü şöyle vasfediyor:
“ Tespit edilen taşınmaz kültür varlıkları kapsamındaki eser sayısı ile Türkiye’nin ilk üç-dört şehri
arasında gösterilen Urfa, “dünyada en çok arkeolojik kazı yapılması gereken yer” niteliğini hala
korumaktadır. Bu bağlamda dört ilçe merkezi kentsel sit alanı; Eyyubnebi Beldesi, turizm gelişim
merkezi olarak ilan edilmiş, ayrıca şehir merkezi ve tarihî Harran ilçesi, dünya kültür mirası aday liste-
sine alınmıştır. Urfa taşı ile yapılmış han, hamam, çeşme, cami, minare, kilise, manastır, konak ev, so-
kak, kabaltılarda özgün geleneksel mimaride, taş süsleme sanatının en güzel örneklerinin uygulandığı
Urfa, adeta açık hava müzesidir. Bu özelliğinden dolayıdır ki “Müze Şehir Urfa” olarak da anılır.
Tarihî araştırmalara göre insanlık tarihi ilk olarak bu bölgede yerleşmiş ve ilk buğdayı Harran
ovasında ekerek çiftçilik tarihini buradan başlatmıştır. Hazreti İbrahim Urfa’da doğmuş, Nemrut’la ef-
sanevi bir şekilde mücadeleye girmiş, Mucize-i İbrahim ile ateş, Urfa’da gülistana dönüşmüş “serin ve
selamet” olmuştur.
Müslümanlar açısından Urfa, İbrahimî ve Eyyûbî bir şehirdir. İnanç önderlerini bağrından çıkaran
Urfa, peygamberlere izafe edilen makamları ile tarih boyunca “Peygamberler Şehri” veya “Peygamber-
ler Diyarı” adıyla da anılmıştır.”
Hz. Eyyûb Peygamberi, eşi Hz. Rahme’yi ve Hz. Elyesa Peygamberi bağrında saklayan Eyyubne-
bi Beldesi, Harran Havzasının en önemli turistik yerlerdir. Tarihte üstlendiği misyonu ile din, kültür,
sanat, edebiyat, felsefe, astroloji gibi alanlarda önemli bir merkez olan Urfa âlimi, din adamı, filozofu,
düşünürü, yazarı, şairi, seyyahı, sanatçısıyla ünlü olan; üzerine birçok şiir, destan ve ağıt yazılan Urfa,
sahip olduğu özgün mirası ile hâlâ ilham kaynağı olmaya devam etmektedir.
Medeniyetlerin ve uygarlıkların buluştuğu, kaynaştığı, hoşgörünün muhabbettin başkentini görmek
istiyorsanız, yolunuz mutlaka bu şehre düşmeli…
Hz. İbrahim (a.s)’in oğlu Hz. İsmail (a.s)’i feda etmesinin sembolü olan kurban ibadetinizin yüce
Allah (c.c) tarafından mukbuliyetini niyaz ederim.
46
52 60 80
BAYRAK - Fazıl Ahmet BAHADIR (09)
İYİ BİR ÖRNEK - Mehmet AKKUŞ (10)
DİNDEN ETMEK DEĞİL DİNE KAZANDIRMAK - Ali AKPINAR (12)
EL-HABÎR - Ramazan ALTINTAŞ (16)
AMRE BİNT MES’ÛD(r.a.) - Bünyamin ERUL (26)
KIRK YAPRAKLI GÜL - H. Hamidettin ATEŞ (27)
HİCÂZ NOTLARI VIII: KÂBE - Fatih ERKOÇOĞLU (28)
İLİM HAZİNELERİ - Musa TEKTAŞ (34)
O’NUN YOLUNDA - Mehmet SERTPOLAT (38)
DÎVÂN-I HULÛSÎ-İ DÂRENDEVÎ’DE HZ.EYYÛB(a.s.) - Resul KESENCELİ (42)
‘GÜL’ OLSUN - Servet YÜKSEL (51)
KANUNÎ’NİN MUHTEŞEM PORTRESİ - İsmail ÇOLAK (56)
NÛRA KOŞANLAR - Bekir OĞUZBAŞARAN (64)
ATTAR’A GÖRE MUTLULUK REÇETESİ - M. Doğan KARACOŞKUN (66)
GÜZELLİKLERİ GÖREBİLMEK - M. Emin KARABACAK (70)
ÂH AKŞAMLAR - Bestami YAZGAN (73)
İNCİ MERCÂN - Vedat Ali TOK (74)
URFA VELİLERİ - Yusuf HALICI (76)
URFA ŞEHRENGİZİ - M. Nihat MALKOÇ (79)
SONBAHAR DEPRESYONUNA DİKKAT - Akın DİNDAR (84)
PAZI - Şifalı Bitkiler (86)
TORBADA TAVUK DOLDURMASI - Mesude SARI (87)
URFALIYIZ EZELDEN
KAPANMAYAN AMEL DEFTERİ
YEMİN VE KEFARET
HEDİYE
HAK NAZARI İLE BAKMAK
HASET EDEREK YAŞAMAK?
06Peygamberler şehrinin bütün vakarı ve ihtişamıyla söylüyor ezgilerini. Harran ovasına gönülden geçeni ekiyor, Ceylanpınar’da sevgililer geçiyor. Urfa’nın etrafı dumanlı değildir artık, bağdır bostandır, güldür, gülistandır.
Sahip olduğumuz servetle Allah rızâsı için bütün insanların faydalanacağı hayır müesseseleri kurmalıyız ki, amel defterimiz biz öldükten sonra da kapanmasın.
İslâm kendinden önceki tüm kötü adetleri yıkıp onların yerine İlahî iradeye uygun olan yeni hükümler getirmiştir.
Günün yoğunluğu geçip çocuklar uyuduktan sonra, baş başa kaldıklarında Baki gelecekle ilgili yapmak istediklerini anlatırdı.
Peygamberimiz gündelik yaşayışı, yemesi, içmesi, kullandığı eşyalar itibariyle oldukça sade bir görünüme sahiptir.
Bu insanların nazarlarından korunmak için görüşmeyi olabildiğince azaltmak ve onunla konuşurken mevzuyu sizin üzerinizden başka alanlara çekmek son derece yararlı olacaktır.
20Meryem Aybike SİNAN
Mehmet SOYSALDI Abdullah KAHRAMAN Raziye SAĞLAM
Kadir ÖZKÖSE Enbiya YILDIRIM
SOMUNCU BABA / AYLIK İLİM - KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nın Yayın Organıdır
Kurucusu A. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
YIL: 17 SAYI: 133 Kasım 2011 Basım Tarihi: 01 Kasım 2011
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adına
İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni Sebahaddin ATEŞ
Yazı İşleri Müdürü Hulûsi YAYLA
Yayın Editörü Musa TEKTAŞ
Yapım ARTWORKS
www.artworks-tr.com
Genel Sanat Yönetmeni İlhan SOYLU
Sanat Yönetmeni Volkan ZORBA
Tashih Ali YILMAZ - Vedat Ali TOK - Yusuf HALICI
Arşiv Muharrem AKIN
Abone Bekir CANPOLAT
Reklam Ziya TOKSÖZLÜ
Basım-Yayım-Dağıtım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]
Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım
Baskı & Üretim Bizim Repro Ofset ve Matbaacılık Ltd. Şti.
Büyük Sanayi 1. Cadde Alibey İşhanı 99/22 İskitler / ANKARA - Tel: (312) 341 10 20
Tek Sayı : 7 TL - Kurum Abone : 120 TL
1 Yıllık (12 Sayı) Abone : 70 TL Avrupa 1 Yıllık Abone : 72 EURO Avrupa Tek Sayı Fiyat : 6 EURO
Avrupa Harici Yurtdışı Abone : 102 USD Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen (0422) 615 15 00 / 185 dahiliyi arayınız.
ADANA 0 322 457 66 54ALANYA 0 242 518 26 18AMASYA 0 533 681 33 82ANKARA 0 312 324 40 75 ANTALYA 0 530 328 82 86BARTIN 0 378 227 30 64BOLU 0 374 217 42 02BURSA 0 532 766 92 56ÇAYCUMA 0 372 615 19 21ELBİSTAN 03444150188G.ANTEP 0 342 321 43 34GEREDE 0 532 704 15 44GÖLCÜK 0 532 561 61 65 İSKENDERUN 03266157356İSTANBUL 02164720892
İZMİR 02324359091K.MARAŞ 05446904567KARABÜK 0 542 240 67 63KAYSERİ 03523360329KONYA 0 332 233 38 74MALATYA 0 533 331 88 13MERSİN 03243363109OSMANİYE 03288462139SAKARYA 0 264 339 23 65SAMSUN 0 362 238 79 79SİVAS 03462220846TOKAT 0 356 212 24 63TURHAL 0 356 275 86 00TÜRKELİ 03686712450ZONGULDAK 03722532474
7Kasım 20116
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Otuzuncu Hutbe
Şeyh Hâmid-i Veli Minberinden
Hutbeler
Muhterem Cemâat-ı Müslimîn !
Bugün azîz vatanımızda sağlık, selâmet ve huzur içinde dinî bayramlarımızdan biri olan
Kurban Bayramı’nı idrâk etmiş bulunuyoruz. Yalnız bizler değil, bütün İslâm âlemindeki
altı yüz milyon Müslüman, ırk, dil, renk farkı gözetmeden, bir tek Allah (c.c)’a inanma-
nın, sevgili Peygamberimiz (s.a.v)’in hidâyet yolunda bulunmanın sevinci içinde, bu büyük
günü kutluyorlar. Şu anda bütün İslâm ülkelerinden gelen yüzbinlerce Müslüman, ilâhî
vecd ve ihlâsıyla kıblegâhımız Ka’be-i Muazzama etrafında tavaf etmekte, Cenâb-ı Hakk’a
hamd u senalarla hac farizasını yerine getirmektedirler. İslâm’ın beş rüknünden birini ye-
rine getirdikten, bu büyük şerefe erdikten sonra kurban keserek bayram yapan oradaki
kardeşlerimize, bizler de keseceğimiz kurbanlarla iştirak ediyor ve bayram yapıyoruz. Bay-
ram sevinç ve neşe günü demektir. Öteden beri her milletin birtakım millî günleri, târihî
hâtıralarını canlandıran bayramları, bulunmaktadır. Aynı şekilde, bir dine bağlı kimsele-
rin de dinî günleri, bayramları vardır. Bayramlar, inananlar üzerinde çok müsbet te’sîrler
yapar, dinî şuur ve duygularını kuvvetlendirir. Yeni bir heyecan ve kuvvet şevki kazandırır.
Peygamberimiz Efendimiz Medîne’ye şeref verdikleri zaman, Medîne halkının da bay-
ramları vardı. Câhiliyye devrinin bütün fena âdetleri ile birlikte, Peygamberimiz bu bay-
ramları da kaldırmış, buna mukabil Müslümanların iki dinî bayramları olduğunu bildir-
miştir.
Bayramların bizlere yeni bir gayret, dinî ve dünyevî çalışmalarımıza yeni hız, inançları-
mıza ve îmân nurumuza yeni bir parlaklık kazandırması bakımından önemi büyüktür. Şu
muhteşem manzaraya bakınız: Allah (c.c)’a inanan, aynı gayeye yönelen mü’minlerin bir
anda aynı yerde toplanmalarının ma’nâsı ne kadar büyüktür...
Muhterem Kardeşlerim!
Hak Teâlâ; “İyilikle takvada yardımlaşınız, günahta ve düşmanlıkta yardımlaşmayı-
nız.” (5/Mâide, 2.) buyuruyor.
Bu yardımlaşmalar neticesinde fakîr, zengin bütün Müslümanların dinî bağları kuvvet
bulur. Fakîr ile zengini bir birine düşman etmek suretiyle vatanımızı anarşiye götürmek is-
teyen şer kuvvetli kötü niyetli kimseler, emellerinde muvaffak olamazlar.
Hulâsa: Bayram günlerinde kin ve intikam hislerini bırakarak, birbirlerimizle kaynaş-
mak, yardımlaşıp dayanışmalı, hâli vakti yerinde olan zenginler fakîr ve muhtaçlara her
zamandan daha fazla yardım etmeli, yekdiğerine karşı samîmî hislerle mütehassis olarak
tesânüd-i İslâmiyyeyi takviyeye çalışmalıdır.
9Kasım 20118
Şehir Güzellemesi Meryem Aybike SİNAN Sıcak topraklara bağdaş kurup oturduğun
binlerce yıldan beri Halil İbrahim bere-
ketiyle gülümsüyorsun güvercin yürek-
lerin aynasına. Urfa tarihin diliyle konuşur, Urfa
bir yürek aydınlığıdır bütün karanlıklara inat.
Sıcak toprakların sarışın düzlüklerine vefa-
yı eken, peygamber dilinin lehçeleriyle konuşan
ve yüreklerin akça ve pakça sesini dillendiren bir
soluk gibi yükseliyorsun gönüllerin taraçalarına.
Urfa Yanılmaz, Urfa Bilenmez, Urfa Yorulmaz
Peygamberler şehri bütün vakarı ve ihti-
şamıyla söylüyor ezgilerini.
Harran ovası-
na gönülden geçeni ekiyor,
Ceylanpınar’da sevgililer geçiyor.
Urfa’nın etrafı dumanlı değildir artık, bağdır
bostandır, güldür, gülistandır.
Urfa İbrahim Peygamberin diyarı, bereketini
İbrahim bereketinden devşiriyor. Sabrını Eyyûb
sabrından, bağlılığını İsmail vefasından alıyor
Urfa. Nice gönül sultanları gelip geçiyor ansızın
Urfa semalarından. Onlar gitmemiş, onlar her
dem şehrin ruhuna bir serinlik, bir ulviyet, bir
güzellik hohluyorlar. Urfa tarihi şehirlerin yürek
sultanı edasıyla buğulu bakışlarıyla geçmişin tü-
lümsü hatıralarını bir bir saklıyor göğsünde, uyu-
tuyor.
Urfa sokaklarında yürürken birden bir yanık
ses, Kazancı Bedihi geliyor ruhunuzun burcuna.
Bir ağır divan, bir hüzünlü ağıt gelip ruhunuzun
en nazenin teline basıyor, uyandırıyor yüreğini-
zin ritmini. Kazancı Bedihi de gitmiş, türküler
öksüz ve kimsesiz kalmış.
Urfa türküleri ayağa kalkmış hep birlik-
te hasretin, özlemin, aşkın, ayrılığın, ölümün,
sevginin, vefanın sesini haykırıyor. Urfa do-
ğuştan marka şehir, Urfa şanlı şehir, Urfa
türkülü şehir ve Urfa yiğit şehir güney illeri-
nin yıldızıdır Urfa.
Fırat Urfa’da Başka Mavidir
Bütün güzelliğini, bütün haşmetini ve bütün
bereketini sunmuştur sanki bu Peygamberler
şehrine. Bir büyülü el değmiştir Urfa ovalarına.
Sarışın düzlükler yeşile boyanmış, bahçeler mey-
velere doymuş, ambarlara tahıllar doluşmuştur…
Urfa’da hayat sıcaktır.Urfa telaşsızdır, kavga-
sızdır ve yalnızdır. Kendini işine ve aşına vermiş
gibidir. Balıklı Göl gibi huzurlu, sakin ve anlayış-
lıdır gelip geçene.
“Peygamberler şehrinin bütün vakarı ve ihtişamıyla söylüyor ezgilerini. Harran
ovasına gönülden geçeni ekiyor, Ceylanpınar’da sevgililer geçiyor. Urfa’nın etrafı
dumanlı değildir artık, bağdır bostandır, güldür, gülistandır. “
Ezelden!URFALIYIZ
Bekir SARI
11Kasım 201110
BAYRAK
Salınırken görünceTürk mavisi göklerde,Şehitlerin al kanıFışkırıp da topraktan,Arşa değmiş sanırım.Lacivert akşamların Yeni doğmuş ayınaYıldız olur yüreğim.Milyonlarca yıldızdanHilâli kıskanırım. Aldığım her nefeste,Hürriyetin kokusuOkşarken gururumu,Bir yerinde gönlümünBir garip burukluk var.Bilirim, Bir yerlerdeSana hasret topraklar,Hayalinle avunup,Yolunu gözleyen var.
Yokluğunu düşünmek,Cehennem azabıdır.Yer yüzünde cennettirGölgenin düştüğü yer. Şereftir,şandır elbet,Uğrunda candan geçmek.En makbul ibadettir,Ölmekten zor ve güzel.Seni yüceltmek için,Yaşamak, çile çekmek. Başımız dik,Nice yıldır gölgende.Genç umutlu,Yaşlı, mutlu sayende.Süstür ayın yıldızınGeçmişten geleceğe.Bahtiyardır cihanda,İki cihanda aziz.Senin için yaşayan daUğruna can veren de.
Fazıl Ahmet BAHADIR
Bir serinliktir Balıklıgöl! Bütün balıklar zikir
halinde huşuyla kendinden geçmiştir ve sular ür-
permektedir. Nemrut ateşini söndüren sular, bu-
rada üşümektedir!
Bir derin kültür, bir eski gelenek her dem söy-
lenen bir türkü gibidir Urfalının ağzında.
Urfa Mutfağı, gelene geçene buyur derken le-
ğen leğen; bir içtenlik, bir samimiyettir bilene.
Çiğ köfte, Aya Köftesi, Ciğer Köftesi, Urfa Ke-
babı, Arpa Lebenisi, Ağzı Yumuk, Çömlek, Du-
vaklı Pilav mutfakta gelinlik kız gibi görücüsünü
beklemektedir adeta. Urfa doğuştan marka şehir,
diyor Urfalı.
Türküsüyle Tek Başına Varım Der Urfa…
Tarihi mekânlarıyla, binlerce yıllık geçmişiyle
buradayım der.
Urfa bir türküler geçidi, Urfa bir bağlamanın
teli gibi uyumlu her bir yanıyla. Urfa göçebe bir
şehir değil, Urfa ta ezelden medeniyetler beşiği.
Bir “Sahaniye” toplantısında Urfa kendini söy-
lemektedir. Bir kardeşlik, bir yakınlık, bir bağlı-
lık buluşmasıdır Sahaniye. Urfa Sahaniye’de daha
bir Urfa’dır.
Oda geleneğinde mırra’nın, kahvenin yana
yana demlendiği ve Urfa’lının sohbetine tat kattı-
ğı bir eski gelenektir unutulmayası.
Urfa bir ermişler, şairler ve ozanlar yurdudur.
Urfalı Nabi, aradan yüzyıllar geçse de Urfalıca
söyler gibidir divanında:
Sakın terki- edepten kûy-i Mahbûb-i Hudâ’dır bu
Nazargâh-ı ilâhîdir makam-ı Mustafâ’dır bû
Felekte mâh-ı nev Bâbu’s-selâm’ın sîne-çâkidir
Bunun kandîli cevzâ matla-ı nûr-i ziyâdır bû
Terk-i edebi terk etmeyen ahalisiyle Urfa bil-
dik Urfa’dır aslında. Urfa geçmişin ayak izlerini
takip etmektedir hala, geçmiş Urfa’da bir tatlı ne-
sim gibidir huzur veren, aydınlatan ve bir güver-
cin güzelliğiyle ruhları yükselten.
Urfa’nın Gazelhanları
Urfa’nın gazelhanları şehrin bütün tarihi do-
kusunu avaz avaz duyurmaktadır bütün dünyaya.
Bir gönül seferberliğidir Urfa türküleri. Urfa sıra
gecelerinin tadı bereketi olan bu gazelhanlar asır-
lardır Urfa semalarının avazı olmuş, Urfa’yı söy-
lemektedir.
Bütün bilindik duyguların harman olduğu yer-
dir Urfa. Kâh Harran’dır, kâh Suruç’tur, kâh cey-
lanların pınarıdır Urfa. Söz biter Urfa bitmez, yol
biter Urfa’ya gitmeler bitmez, zaman Urfa’da eski-
dir, başkadır, tükenmezdir.
Yolunuz Urfa’ya düşürse bütün eskiye dair,
geçmişe dair, medeniyete dair daha neler bulacak-
sınız, neler göreceksiniz. Urfa türkünüz, İbrahimî
teslimiyet ülkünüz olsun.
Hul
ûsi G
ÜLS
EREN
13Kasım 201112
Hulûsi Kalb’denMehmet AKKUŞ* İnsan, kendisine kimi örnek alır; ailesine,
çocuklarına, komşularına v.s. kimi örnek
gösterir? Kime gıpta eder? Her ferdin ha-
yatının çeşitli dönemlerinde kendisini örnek al-
dığı kişiler mutlaka vardır. Bu kişiler, bir takım
meslek erbabı, sanatçı, öğretmen olabilir. Bir ço-
cuk önce anne ve babasını örnek aldığı gibi daha
sonraları öğretmenlerini, beğendiği başka kişileri
takdir eder ve onlar gibi olmaya çalışır.
Ancak hangi sahada olursa olsun, hangi yaş-
ta bulunursa bulunsun herkes tarafından paylaşı-
lan bazı ortak değerler vardır ki bunlar hayat bo-
yunca genel kabul görürler. Biz her zaman diğer
insanlardan böyle davranışlar içerisinde olmala-
rını bekleriz. Oysa görmek istediğimiz iyi davra-
nışları önce kendimiz yapmalıyız. Hz. Peygamber
(s.a.v) Efendimizin buyruğu hepimiz için ne ka-
dar da hayatidir. “Bir kimse, kendisine yapılma-
sını istediği davranışı Müslüman kardeşleri için
de yapmadıkça hakiki Müslüman olmaz.”
Toplumda her bakımdan örnek insan istiyor-
sak, önce kendimiz örnek davranışlar sergileye-
ceğiz. Güzel davranışları hem tavsiye edeceğiz,
hem de kendimiz uygulayacağız. Herkesin ortak
paydası haline gelen güzel davranışlar nelerdir?
Hulûsî Efendi aşağıdaki gazelinde bunlardan
bazılarını gayet veciz bir şekilde ifade etmektedir.
Şiirin konusu olan çalışmak, fazilet sahibi olmak,
doğruluk, vefâ, Hazret-i Peygamber (s.a.v)’in
yolu, Allah’ı hamd ü senâ, ihlâs, kerem ve atâ,
itaat ve tâat, tevekkül ve rızâ gibi güzel hasletle-
ri kim istemez.
Gazelin Metni
1. Çalış tefeyyüz eyle yücel temeyyüz eyle
Fazilette sehâda örnek insan ol örnek
2. Doğruluk kârın olsun vefâ şiârın olsun
Sadâkatta vefâda örnek insan ol örnek
3. Şol müselsel turrene bendeylemiş tâ ezel
Tarîk-i Mustafâ’da örnek insan ol örnek
4. Neylesün yok kurtuluş gönlüm dîvâne olmuş
Hakk’a hamd ü senâda örnek insan ol örnek
5. İhlâs ile amel kıl hâlini mükemmel kıl
Keremde ve atâda örnek insan ol örnek
6. Allah’a itaat kıl her veçhile tâat kıl
Tevekkülde rızada örnek insan ol örnek
Gazelin Açıklaması
1. Çalışarak, gayret sarf ederek işlerinde iler-
le, kendi akranların arasında sivril, yüksel diğer
insanlardan farklı ol. Sadece maddî sahada değil
aynı zamanda fazilet bakımından, cömertlik açı-
sından da örnek insan ol.
2. İnsanlarla ilişkilerinde, ticâretinde, alış-ve-
rişlerinde senin en karlı işin doğruluk olsun. Di-
ğer taraftan dostlarına, verdiğin sözlere sâdık kal-
mak ise senin için en belirleyici özelliğin olsun.
3. Tâ ezelden beri yegâne örnek olan Hz. Mu-
hammed (s.a.v)’ın sünnetine tâbi ol. Onun yolun-
dan gidenler arasında parmakla gösterilenlerden
ol.
4. Benim gönlüm o Rasûlün aşkından deli di-
vane olmuş, bundan kurtuluş yok. Bunun için
Allah’a şükr eyle, O’na hamd etmede verdiği ni-
metlere karşı O’nu övmede, O’na şükr etmede
herkese örnek ol.
5. Yaptığın her işi, ihlâsla samimiyetle yapar-
san, hayatın muntazam, işlerin mükemmel olur.
Bunun yanında insanlara karşı cömert davrana-
rak, elinde bulunan imkânlardan vererek hayırda
onlara yol gösterici ol.
6. Sadece Allah’a boyun ey, O’nun emirlerine
tâbi ol. Sadece iman etmekle kalma, O’nun emir-
lerini gereği gibi yerine getir. Sonra da sadece
O’ndan iste, O’na dayan.
O’nun rızâsını gözeterek amel eden bir kul ola-
rak herkese örnek insan ol. *Prof. Dr.
İYİ BİR
ÖRNEK
15Kasım 201114
İlim ve Hayat Ali AKPINAR*
Büyük günahlardan biri de tekfîr
hastalığıdır. Tekfîr, Müslüman
olduğunu söyleyen bir kimse-
yi Müslüman kabul etmemek, ona kâfir olduğu-
nu söylemek ve/veya kâfir muamelesi yapmak-
tır. Geçmişte olduğu gibi bugün de bu hastalık
bir hayli yaygındır. Müslüman olduğunu söyle-
yen insanlar, yine Müslümanlar tarafından din
dışına itilmekte ve hatta acımasızca öldürülebil-
mektedir.
İman, asıl olarak kalp ile tasdîk ve dil ile ik-
rardır. Bazı ilim adamlarımız, imanın üçüncü
bir olmazsa olmazı olarak gereği ile amel etme-
yi de saymışlardır. Ancak imanın doğrultusunda
amel etmenin üst sınırı yoktur. Zira beşer olması
hasebiyle insan, zaman zaman günah işleyebili-
yor, mü’min olarak yapması gereken şeyleri terk
edebiliyor, yapmaması gereken şeyleri işleyebili-
yor. Bundan dolayı amel imandan bir cüz sayıl-
mamıştır. Yani kalben tasdik edip dilleriyle Müs-
lüman olduklarını söyledikleri halde, İslam’ın
hükümlerini terk edip o hükümlere aykırı dav-
randıkları zaman da günahkâ olurlar ama Müs-
lümanlıktan çıkmış sayılmazlar.
Her İnsanın Az veya Çok Günahı Olabilir
Hz. Mevlâna, “Her günah içki gibi sarhoş et-
seydi ayık gezen hiç kimse kalmazdı.” der. Ger-
çekten de öyledir. Allah’ın koruması altında olan
peygamberlerin dışında her insan günah işleye-
bilir. İşlediği günah sebebiyle insanları kâfir ola-
rak görme ise, neredeyse dünyada hiç Müslüman
bırakmaz. Zira her insanın az veya çok günahı
olabilir.
İnsan, kalbi ile inanıp diliyle Müslüman ol-
duğunu söylediği anda İslam dairesinin içerisi-
ne girer. Küfre döndüğünü söylemedikçe de o
dairenin içerisinde kalır. İman ettiği halde, küf-
re düşüren bir şeyi söyleyen yahut işleyen kimse
ise, tekrar diliyle tevbe edip İslam’a döndüğünü
söylediği an yine Müslüman sayılır. Bugün bazı
Müslümanlar, Müslüman olduğunu söyledikleri
halde bazı insanları, kolayca din dışı sayıp tekfîr
edebilmektedir. Böylelerine göre dinden çıkmak
yahut çıkarmak çok kolay, dine girmek ise çok
zordur ki bu yaklaşım isabetli değildir. İnsanlar
tevhid sözünü inanarak söyledikleri an dine gir-
miş olurlar.
Elbette bu söylediklerimizden imanın doğ-
rultusunda amel etmenin gereksiz olduğu veya
yapılmasa da olur sonucu çıkmamalıdır. Elbet-
te salih amel, iman ağacının varlığını gösteren,
o ağacın canlı kalmasını sağlayan, o ağacın mey-
vesidir.
“Allah Kalplerde Olanı Bilir”
Bir kişinin gerçek mü’min olduğu kalbindeki
inancıyla oluşur. İnsanların kalplerini, niyetleri-
ni ise bizler bilemeyiz. Biz, ancak insanların söz-
lerine ve dış görünüşlerine bakarak karar veririz.
Diliyle Müslüman olduğunu söylediği halde,
kendisini küfre düşürecek açık bir inkâr içeri-
sinde olmadığı halde bir kimseyi Müslüman say-
“Geçmişte olduğu gibi bugün de bu hastalık bir hayli yaygındır.
Müslüman olduğunu söyleyen insanlar, yine Müslümanlar
tarafından din dışına itilmekte ve hatta acımasızca
öldürülebilmektedir.”
DİNDEN ETMEK DEĞİL
DİNE KAZANDIRMAK
DİNDEN ETMEK DEĞİL
DİNE KAZANDIRMAK
17Kasım 201116
mamak, onun kalbini okuma iddiasıdır. Bu ise
Yüce Allah’ın yetkilerine tecavüz etmektir. Çünkü
kalpleri en iyi bilen O’dur. Bu konuda Kur’ân’da
şöyle buyrulur:
“Allah kalplerde olanı bilir.”1
“Şüphesiz Rabbin onların gönüllerinin gizle-
diklerini de, açığa vurduklarını da bilir.”2
“Allah gözlerin hainliğini ve gönüllerin gizle-
diğini bilir.”3
“Allah, herkesin
kalbinde olanları en
iyi bilen değil midir?”4
“Doğrusu Allah aşı-
rı gidenleri sevmez.”5
“Allah’a ve
Peygamber’e baş kal-
dıran şüphesiz apa-
çık bir şekilde sapmış
olur.”6
Müslüman karde-
şini küfürle itham et-
mek ona eziyet etmek-
tir. Oysa Rabbimiz,
mü’minlere her türlü
eziyeti yasaklamıştır:
“İnanan erkek ve
kadınları, yapmadık-
ları bir şeyden ötürü
incitenler, şüphesiz ifti-
ra etmiş ve apaçık bir günah yüklenmiş olurlar.”7
“Ey inananlar! Zannın çoğundan sakının, zira
zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin suçunu
araştırmayın; kimse kimseyi çekiştirmesin; han-
gi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır?
Ondan tiksinirsiniz; Allah’tan sakının, şüphesiz
Allah tevbeleri daima kabul edendir, acıyandır.”8
Müslümanım diyenleri tekfîr etme, Peygamberi-
miz zamanında da yaşanmış ve duruma peygam-
berimiz şiddetle karşı çıkmış, onun üzerine bu ko-
nuda Müslümanları uyaran âyet inmiştir:
“Ey inananlar! Allah yolunda yürüdüğünüz
vakit, her şeyi iyice anlayın. Size, Müslüman ol-
duğunu bildirene, dünya hayatının geçici men-
faatine göz dikerek: ’Sen mü’min değilsin.’ de-
meyin. Allah katında birçok ganimetler vardır.
Evvelce siz de öyleydiniz. Allah size iyilikte bu-
lundu, iyice araştırıp anlayın, Allah işledikleri-
nizden şüphesiz haberdârdır.”9
“Mala Göz Diktiğiniz İçin
mi?”
K a y n a k l a r ı m ı z d a
âyetin inişi ile ilgili olarak
şu olaylar yer almıştır:
Mirdâs, Müslüman ol-
muş tek Fedekli idi. Kav-
minden, ondan başka
kimse Müslüman olma-
mıştı. Hz. Peygamberin
gönderdiği bir seriyye,
Mirdâs’ın kavmine git-
mişti. Bütün kavim kaç-
mış, ama Mirdâs, Müslü-
man oluşuna güvenerek
yerinde kalmıştı. Atlıla-
rı görünce, koyunlarını
dağın bir oyuğuna çek-
ti. Müslüman atlılar ora-
ya ulaşıp tekbir getirin-
ce, o da tekbir alıp onların
yanına indi ve “Lâilâhe
illallâh Muhammedur-rasûlullâh. es-Selâmu
aleykum” dedi. Fakat Üsâme b. Zeyd, onun Müs-
lüman olmadığını ve korkudan böyle söylediği-
ni düşünereek onu öldürdü ve koyunlarını sürüp
götürdü.
Olayı Hz. Peygamber (s.a.v)’e haber verdikleri
zaman o, çok kızdı ve “Siz onu, yanındaki mala
göz diktiğiniz için öldürdünüz.” dedi. Sonra bu
âyeti Üsâme’ye okudu. Üsâme de, “Ya Rasulellah
benim için Allah’a istiğfar et.” dedi. Bunun üze-
rine Hz. Peygamber (s.a.v), O, “lâilâhe illallâh
demişken, bu nasıl olur?” dedi.
Hz. Peygamber (s.a.v) bu sözü birkaç sefer tek-
rar etti. Hz. Üsâme, “Keşke, daha önce Müslü-
man olmamış olsaydım da o gün Müslüman ol-
muş olsaydım ve bu azarı işitmeseydim.” diyerek
pişmanlığını dile getirmiştir. Daha sonra Hz. Pey-
gamber (s.a.v) onun için istiğfar etmiş ve “Bir köle
azâd et.” buyurmuştur.
Toprak Onu Üç Kere Dışarı Attı
Bir başka olay da
şöyledir:
Bir savaş sırasında
Muhallem b. Cüsâme,
Âmir’e rastladı. Âmir
onu, İslâm selamı ile se-
lamladı. Muhallem ile
Âmir arasında, Cahi-
liyye Dönemi’nden kal-
ma bir düşmanlık var-
dı. Muhallem bir ok atıp
onu öldürdü.
Durumu öğrenen Hz.
Peygamber (s.a.v) bu
olaya çok kızdı ve “Allah
sana mağfiret etmesin.”
dedi. Bunun üzerin-
den yedi gün geçmeden
Muhallem öldü. Müslü-
manlar onu gömdüler,
fakat toprak onu üç kere dışarı attı. Bunun üze-
rine Hz. Peygamber (s.a.v): “Hiç şüphesiz toprak,
ondan daha şerlileri kabul eder. Fakat Cenâb-ı
Hak böyle yaparak size, bu günahın kendi katın-
da ne kadar büyük olduğunu göstermek istedi.”
buyurup onun üzerine taş konulmasını emretti.
Evet, bu olaylar Peygamberimiz döneminde
yaşandı ve bu sert uyarılar geldi. Ancak tarih bo-
yunca Müslümanlar bu sert uyarılara rağmen bir-
birlerini tekfîr etmekten ve öldürmekten çekin-
mediler. Bugün de öyle. Dünyalık için, dünyanın
geçici makam ve mevkileri için Müslümanlar bir-
birlerini öldürmeye devam etmektedirler.
O halde, Müslüman kardeşlerimiz bizden kar-
deşlik beklemektedirler. Kardeşlik, dini yaşama-
da birbirine yardımcı olmayı gerektirir. Kardeş-
lerimizin yanlışlarını düzeltmek, eksikliklerini
tamamlamak bizim kardeşlik borcumuzdur. Biz
hiç kimsenin kalbini yarıp bakma imkânına sa-
hip değiliz, kalplere baka-
cak olan Allah’tır. Biz ise
zahire göre hüküm ve-
ririz. Bu din Allah’ın di-
nidir, o hiç kimsenin te-
kelinde değildir. Dinin
kapısı insan olan herke-
se açıktır ve ona girenle-
ri kabul edecek olan da
reddedecek olan da Yüce
Allah’tır.
Bu konuda Peygam-
berimizin uyarılarından
bir kaçı şöyledir:
“Müslüman, kardeşi-
ne kâfir derse, küfür iki-
sinden birine döner.”10
“Müslümana sövmek
fâsıklık, onu öldürmek
ise küfürdür.”11
“Bir kimse, birini öyle
olmadığı halde küfürle
çağırır yahut ona Allah düşmanı derse, söyledik-
leri kendisine döner.”12
1 3/Âlu Imrân, 119, 154; 4/Nisâ, 63; 8/Enfâl, 43; 11/Hûd, 6; 33/Ahzâb, 51...
2 27/Neml, 74; 28/Kasas, 69.3 40/Ğâfir, 19.4 29/Ankebût, 10.5 2/Bakara, 190.
6 33/Ahzâb, 36.7 33/Ahzâb, 58.8 49/Hucurât 12.9 4/Nisâ, 94.10 Buhârî.11 Buhârî, Müslim, Tirmizî, Nesâî.12 Buhârî. Müslim.
Dipnot *Prof. Dr.
19Kasım 201118
Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*
El-Habîr, ilim ve haberle ilişkili... Arap-
çada el-Habîr, mübalağa kalıplarından
“faîl” vezninde binâ edilmiş olup, “her
şeyi en iyi bilen” mânâsınadır. Bu bağlamda el-
Habîr, Yüce Allah’ın en güzel isimlerinden sade-
ce birisidir.
El-Habîr, hiçbir şey gizli kalmayacak şekilde
bilen…
El-Habîr, gerek cismanî ve gerekse ruhanî
âlemde meydana gelen her bir olaydan, hareket
eden her bir zerreden, alınan ve verilen her bir
nefesten haberdar olan…
El-Habîr, Derinlemesine Bilen
İlim batinî ve gizli şeylere izafe edildiği za-
man “hıbre” diye isimlendirilir. Bu haberi alana
da “Habîr denilir.1 Gerçek anlamda el-Habîr olan
Yüce Allah’tır. Mülkünde her şeyin özüne ve içe-
riğine varıncaya kadar bilen, yegâne varlık O’dur.
Kur’an’da şöyle buyrulur: “O, en gizli şeyleri bi-
lendir (her şeyden) hakkıyla haberdar olandır.”2
El-Habîr ve el-Alîm, bilmede kemal üzerine
binâ edilmiştir: “Şüphesiz Allah hakkıyla bilen-
dir, (herşeyden) hakkıyla haberdar olandır.3
El-Alîm, işlerin zâhirini bilen. El-Habîr, işle-
rin gizliliklerini bilen... Allah hakkında ikisini bir-
likte düşündüğümüz zaman, bilmede nihayetsiz-
lik ortaya çıkar. O zaman mânâsı, mülkünde olup
biten işlerin hem zâhirini ve hem bâtınını bilen
demektir. Her iki ismin birlikte kullanılmış ol-
ması, birbirini destekleyerek Yüce Allah’ın bilme
gücünün ve kuvvetinin nihayetsizliğine ulaştırır,
insanı. Bu noktada O, hiçbir varlıkla mukâyese
edilemez.
İdrak Etmekten Aciz Olduğu Bütün Şeyleri Bilir
Yüce Allah’ın Habîr isminin Latîf ismiy-
le birlikte bulunması da çok anlamlıdır. Çün-
kü Latîf, işlerin ince ve gizli yönlerini bilen de-
mektir. Kesâfet ve katılığın zıddı, yani. Bu isim
de el-Habîr ismine katma değer katarcasına,
Allah’ın her şeyden haberdar olduğunun incelik-
lerini verir. O, akılların ve zihinlerin idrak etmek-
ten aciz olduğu bütün şeyleri bilir ve ona nüfuz
eder. Nitekim Yüce Allah kendisini bize şöyle ta-
nıtır: “Çünkü Allah en gizli şeyleri bilendir, (her
şeyden) hakkıyla haberdar olandır.”4 Bu sebep-
le her mü’min “ân”ı yaşamalı ve Allah’ı aslâ dev-
reden çıkarmamalıdır. O’nu unutmamak, salt
zihinde tutmak değil, gündelik hayatın her ala-
nında O’nunla birlikte olmak ve O’nun teklifleri-
ne uygun bir yaşama modeli seçmektir.
Herşeyİn İçyüzünü ve gİzlİ taraflarını bİlen:
EL-HABÎR“Allah kullarının gizli ve açıktan yaptığı her şeyden haberdârdır. Bu inanç,
Müslüman’a özgüven duygusu kazandırmalı, helal ve haramlar konusundaki
hassâsiyeti güçlendirmelidir.”
21Kasım 201120
Her mü’min, Yüce Allah’ın, “Şüphesiz Allah
(kullarından) hakkıyla haberdardır. Onları hak-
kıyla görür.”5 âyeti karşısında müteyakkız olma-
lıdır.
“Yaratan bilmez mi?”6
Gündelik hayatta teknolojik bir ürünü üre-
ten kimseler nasıl onun hakkında geniş mâlûmâta
sahipseler, Allah da, yarattığı bütün varlıkların
başlangıç öncesi ve sonrası hakkındaki bilgilere
sahiptir. Hem de en ince ve detay bilgisine varın-
caya kadar.. Bu sebeple bir mü’min, Yüce Allah’ın
el-Habîr ismi üzerinde ciddi anlamda durmalı ve
ilâhî ahlakın kendisi hakkındaki semerelerini dü-
şünmelidir.
Yüce Allah’ın el-Habîr oluş bilgisi, mü’minde
ahlaki değişime katkıda bulunmak yönüyle iki açı-
dan tesir eder:
Bunlardan birisi, mü’min yalnız olmadığını bi-
lir, her an Allah’ın kendisini gördüğüne, hem ken-
disinin yaptıklarını ve hem de kendisine yapılan-
lardan haberdar olduğuna inanır. Bu iman, güçlü
bir motivasyon işlevi görür. Kişiye, özgüven duy-
gusu aşılar. Buna sekine de denebilir.
Diğeri ise, olumlu yönde dinî hayata disiplin
kazandırır. Çünkü değil açıktan, yapılanları, Al-
lah, kalplerden geçeni de bilir. Alıp verdiğimiz ne-
fesleri bile bilen Allah’a karşı nasıl erdemsizlikler
yapabiliriz? Acılara, itilmişliklere, hakaret ve zu-
lümlere Allah’ın muttalî olduğunu bilip dayanma
gücü kazandığımız gibi, dinî hayatımıza da çeki
düzen verip iyi Müslüman olmamızda da O’nun
el-Habîr ismi yardımcı olacaktır.
Öte yandan, ilâhî ahlakın en önemli umde-
si olan el-Habîr, acaba kişisel gelişimimize nasıl
katkı sağlayabilir?
Bu soruya cevap vermek çok kolaydır. Evvelâ,
kişi, işe, kendi küçük dünyasında olup bitenler-
den haberdar olmakla başlamalıdır. İnsanın hem
derûnî ve hem de dış dünyası vardır. Hem içe ve
hem de dışa bakış birlikte bulunmalıdır. Bunun
yolu, iç ve dış bilgisinden haberdar olmaktır.
Bâtınî Hastalıkları Bilir
İnsanın iç dünyası, kalbidir. Kalb, bir ülkenin
başkenti gibidir. Başkent iyi çalışır ve güzel işler
yaparsa, onun organları olan taşradaki uzantıla-
rı da iyi çalışır ve hayırlı işler yapar. Hani bir Al-
lah dostu öyle demişti: “Kalbimin kapısında kırk
sene nöbet tuttum. Oraya Allah’tan başka kim-
se girmedi.” Eğer bir kalbe Allah egemen olursa,
insanın bütün azalarına da O egemen olur. Ön-
celikle insan, gönül dünyasında olup bitenlerden
haberdar olmalıdır. İnsanın Allah’la arasının açıl-
masına vesile olan bir takım bâtınî hastalıklar var-
dır. Sûfîler buna: “Emrâz-ı bâtıniyye” derler. Bu
hastalıklar tedâvî edilmeden, insanın Allah’a kar-
şı kulluk görevini hakkıyla yerine getirmek müm-
kün değildir. Önce kalb tedâvî edilmelidir. Bunun
yolu Gazâlî’nin projesinde geçtiği gibi, kalbimizi
keşfe çıkarak tanımak ve orada olup bitenlerden
haberdar olmaktır. Eğer bir insanın kalbinde; kin,
kıskançlık, buğz, düşmanlık, dünyaperestlik, kö-
tülüğü gizlemek, hayrı açığa vurmak, gösteriş var-
sa, böyle bir kimsenin kalbi iflas etmiş demektir.
Bu hastalıkları ancak “keşfu’l-kulûb” çabası içe-
risine girenler bilebilir ve haberdâr olabilirler.
Kalplerini istiğfâr ve kelime-i tevhîdle cilalayan-
lar, orada ilâhî ışığın parlamasına zemin hazır-
larlar. İşte kalbinde ne olup bittiğinden haberdar
olanlar, ne yapılması gerektiğini o zaman bilirler.
Onun için İmam Gazâlî, “Allah’ın, kalbine attığı
ışıkla” aydınlık yolu bulduğunu söyler. Onun el-
Munkızu mine’d-dalâl adlı otobiyografisi bu ente-
lektüel krizi anlatır.
Bir diğer önemli husus da bedenimizden ha-
berdar olmaktır. Biz, bedenimiz üzerinde tasar-
ruf yapma hakkına sahip değiliz. Çünkü mülk,
Allah’ındır. Ancak O tasarruf yapabilir. Burada bi-
linmesi gerekenler, bedenimiz ve bedenimizi teş-
kil eden organların hangi amaçla yaratıldığı bilgi-
sinden haberdar olmaktır. Her bir organı O’nun
yolunda ve O’na hizmette kullanabilme erdemini
göstermek, kâmil insanların ahlakıdır.
Her bir organ, bizde Allah’ın bir emânetidir.
Onun için bu emânet üzerinde tirtir titremeli, hiç-
bir organımızı günaha alet ederek zulme kurban
etmemeliyiz. Ellerimiz hayra dokunmalı, gözle-
rimiz helale bakmalı, ayaklarımız harama gitme-
meli, kulaklarımız Allah’ın sevmediği şeyleri duy-
mamalı, ağzımızdan haram lokma geçmemeli,
dillerimiz hakkı söylemelidir. Yarın her birisi kı-
yamet gününde dile gelecek ya lehimizde ya da
aleyhimizde şahitlikte bulunacaktır.
Netice-i kelâm, Allah kullarının gizli ve açık-
tan yaptığı her şeyden haberdârdır. Bu inanç,
Müslüman’a özgüven duygusu kazandırmalı, he-
lal ve haramlar konusundaki hassâsiyeti güçlen-
dirmelidir. Bu iki temel kazanca bağlı olarak,
her mü’min gönül âlemini iyice gözden geçirme-
li, Allah’la arasının açılmasına sebep olacak her
türlü kötülüklerden haberdâr olup uzak durmalı-
dır. Ancak Allah’ın bakışına mahal olan gönlünü
arındıranlar kurtuluşa ereceklerdir. Ayrıca maddî
bedenimizi, O’nun bir emâneti olarak bilmeli ve
O’nun yolunda, hizmetinde kullanmalıyız. İşte el-
Habîr olmak duyarlılığı bizde farkındalık şuuru-
nu geliştirecektir. Farkındalık şuuru da bilgisiz
olmaz. Buna basîret ve haberdâr oluş ikilisi de de-
nebilir.
Ne mutlu Yüce Allah’ın el-Habîr ism-i
şerîfinden hisselenenlere!..
1 Geniş bilgi için bakınız. Gazalî, el-Maksadü’l-Esnâ, s. 73.2 6/En’âm, 103.3 Bkz. 31/Lokman, 34; 49/Hucurât, 3.4 31/Lokmân, 16.5 35/Fâtır, 31.6 67/Mülk, 14.
Dipnot *Prof. Dr.
23Kasım 201122
Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE*
Sözlük anlamıyla tevâzu;
alçak gönüllü olmak, bü-
yüklük taslamamak, gös-
terişten uzak olmak, bir şeyi
elinden bırakmak, mani olmak,
nefsini aşağılamak, kibirli ve
gururlu olmamak, kendini be-
ğenmemek gibi anlamlara gel-
mektedir.1 Tasavvufî terim ola-
rak ise; kişinin nefsini Allah’ın
huzurunda kulluk mevkiine
koyması, halka karşı şefkatli ol-
ması, kibir ve gurûru terk etme-
si demektir. Alçakgönüllülük;
azlıkla iftihar etmek, zilleti ku-
caklamak ve insanların yükü-
nü taşımak, Hak Teâlâ’nın hu-
zurunda eğilmek ve Hak Teâlâ
hürmetine hakka rızâ göster-
mektir.2
Peygamber Efendimizin Tevâzuu
Hz. Peygamberin tevâzuu,
alçakgönüllülüğü dillere des-
tan olacak kadar önemlidir, iç-
tendir ve çok yönlüdür. Yara-
tılmışların en üstünü, makam
ve mertebece en yücesi oldu-
ğu, Kur’ân-ı Kerim’de Rabbi
tarafından çeşitli defalar bil-
dirildiği halde, hiçbir şekilde
insanlar arasında Peygamberlik
imtiyazını kullanmamış ve ken-
disini onlardan üstün görme-
ye çalışmamıştır. “Sana uyan
mü’minlere (merhamet) kana-
dını indir.”3 emrini alan Resûl-i
Ekrem Efendimiz; “Allah Teâlâ
bana, ‘O kadar mütevâzı olun
ki, kimse kimseye böbürlenme-
sin; kimse kimseye zulmetme-
sin.’ diye emretti.”4 buyurmuş
ve hayatını tevâzuun zirvesin-
de yaşayarak biz ümmeti için
sayısız örnekler sunmuştur.
Cenâb-ı Hak, kendisini kral
bir peygamber olmakla, kul
bir peygamber olmak arasında
serbest bıraktığında o, “kul bir
peygamber” olmayı tercih edip
kabul etmiştir.5
Peygamberimiz gündelik ya-
şayışı, yemesi, içmesi, kullan-
dığı eşyalar itibariyle olduk-
ça sade bir görünüme sahiptir.
İnsanlara karşı davranışların-
da; büyük küçük, zengin fakir,
asil veya sıradan insan ayırımı
yapmaksızın herkese son dere-
ce şefkatli, alçakgönüllü ve se-
vecen bir tavır içinde olmuştur.
Meselâ o, sıradan ev işlerini
gerektiği zaman bizzat kendi-
si yapardı. Elbisesini eliyle ya-
mar, odasını süpürür, keçilerini
sağar, pazara giderek alışve-
riş yapar, bazen ayakkabıları-
nı tamir ederdi. O günkü şart-
larda hayatın içindeydi, sıradan
bir kimse gibi merkebe bi-
ner, fakirler ve kölelerle birlik-
te yemek yerdi. Bu durum Hz.
Peygamber’in muhâliflerini şa-
şırtmış olduğunu Kur’ân’ın şu
ifadesinden anlıyoruz:
“Onlar (bir de) şöyle dedi-
ler: Bu ne biçim peygamber;
(bizler gibi) yemek yiyor, çar-
şılarda dolaşıyor! Ona bir me-
lek indirilmeli, kendisiyle bir-
likte o da uyarıcı olmalı değil
miydi?”6
Peygamber Efendimiz bi-
riyle karşılaştığı zaman,
musâfaha/el sıkışmak için ken-
disi daha evvel davranır ve eli-
ni önce o uzatırdı. Bu sırada eli-
ni ilk geri çeken de o olmazdı.
Habeşistan’dan Medine’ye bir
heyet gelmişti. Hz. Peygam-
ber onlara bizzat hizmet etti.
Ashâb-ı kirâm; “Ey Allah’ın
Resûlü! Lütfen bu hizmet işi-
ni bize bırakın.” dedilerse de;
“Hayır, bu insanlar kendi
memleketlerinde benim adam-
“Peygamberimiz gündelik yaşayışı, yemesi, içmesi, kullandığı
eşyalar itibariyle oldukça sade bir görünüme sahiptir. İnsanlara
karşı davranışlarında; büyük küçük, zengin fakir, asil veya
sıradan insan ayırımı yapmaksızın herkese son derece şefkatli,
alçakgönüllü ve sevecen bir tavır içinde olmuştur.”
TÜM YARATILMIŞLARA
HAK NAZARIİLE BAKMAK
Kasım 201124 25
larımı ağırlamışlardı, ben de
onları burada bizzat kendim
ağırlamak isterim.” dedi. Bir
ara toplantılarını yaptığı yer dar
idi. Sonradan gelenler oturacak
yer bulamayınca, Hz. Peygam-
ber abasını çıkarıp yere serer ve
gelenleri üzerine oturturdu.
Tevâzuun en büyük belirti-
si, mânevî mertebesi, toplumsal
statüsü yüksek insanların, kala-
balığın içine girip onlara Allah
rızâsı için hizmet etmeleridir.
Bu hizmetleri, kırmadan, hakir
görmeden ve bir şeyler isteme-
den yapmak esastır. Peygamber
Efendimizin ifadesiyle insanlar
içine karışıp eza ve cefasına kat-
lanan mü’min, bir kenara çeki-
lip sıkıntılara muhatap olmayan
mü’minden daha hayırlıdır.7
Ashâb-ı kirâm Peygamber
Efendimizi en fazla mütevâzı ol-
duğu için sevmişlerdir. Bu se-
beple tevâzu bir nevi Peygamber
sıfatıdır. Alçakgönüllü davranış
şeklî takvâ sahiplerinin özelliği,
zıddı olan kibir ve gurur şeyta-
nın vasfıdır. Bu gibiler Peygam-
ber Efendimizin haber verdiğine
göre cennete giremeyeceklerdir.
Kişinin Allah ile irtibatı
takvâ düzeyinde, insanî ilişkile-
ri tevâzu mihverinde, dünya ile
ilişkisi zühd boyutunda ve nef-
si ile ilişkisi ise mücâhede gay-
retinde olmalıdır. Takvâ, tevâzu,
zühd ve mücâhede âbidesi olan
Peygamber Efendimizi, Abdul-
lah İbn Abbas; “Toprak üzeri-
ne oturur, yerde yemek yer, ko-
yununu sağar, bir kölenin arpa
ekmeğini yeme davetini ka-
bul ederdi!...”8 sözleri ile tanı-
tırken, Abdullah b. Ebî Evfâ da
ondan şu şekilde bahsetmekte-
dir: “Resûlullah (s.a.v.), çok zik-
reder, boş sözü sevmez, nama-
zı uzatır ve hutbeyi kısa tutardı.
İhtiyaçlarını karşılamak için
ihtiyar kadınlarla ve fakirlerle
yürümekten çekinmez (büyük-
lenmez)di!..”9
Resûlullah (s.a.v.)
tevâzuunun gereği olarak hür
olsun, köle olsun herkesin da-
vetine icabet eder, bir yudum
süt veya bir tavşan bacağı bile
olsa hediyeyi kabul eder, onla-
rı yemekten çekinmez, hediye-
lere mukâbelede bulunur, câriye
veya miskin bile olsa davetlerine
icâbetten çekinmezdi.10
Kibir ve Gururun Getirdiği Felaketler
Gurur, övünme ve bencillik
eşya ile insan arasına çekilen bir
perdedir. Bu perdeyi kaldırma-
dan, hiçbir şeyi olduğu gibi gör-
mek mümkün değildir. Kendini
beğenmiş kimselerin tasavvur-
larındaki âlemin, gerçeğine nis-
petle büsbütün farklı bir man-
zarası vardır. Bu vehimlerden
sıyrılarak olaylara hakikat pen-
ceresinden bakamayan kimse-
ler, hatalara sürüklenmekte,
başkalarından daha çok kendi-
lerini aldatmakta ve daha kötü-
sü de Allah Teâlâ’nın gazabına
ve hoşnutsuzluğuna maruz kal-
ma bahtsızlığına duçar olmak-
tadırlar.11 Resûlullah (s.a.v.) bu
felâkete dikkat sadedinde şöyle
buyurmuşlardır:
“Kim Allah Teâlâ’nın rızâsı
için bir derece tevâzu gösterir-
se, Allah, onu bu sebeple, bir de-
rece yükseltir. Kim de Allah’a
karşı bir derece kibir gösterir-
se, Allah da onu bu sebeple bir
derece alçaltır, neticede onu
esfel-i sâfilîne (aşağıların aşa-
ğısına) atar.”12
Gurur ve kibrin ne derece-
de kötü bir huy olduğunu göste-
ren diğer bir hadîs-i şerif de şöy-
ledir:
“Üç sınıf insan vardır ki kı-
yamet günü Allah, onları mu-
hatap almaz, yüzlerine bak-
maz, onları temize çıkarmaz.
Hem de onlar için can yakıcı bir
azap vardır.”
Resûlullah (s.a.v.)’in bu cüm-
leyi üç kere tekrarlaması üzerine
Ebû Zer (r.a.):
“Bu kimseler tam bir
mahrûmiyete ve hüsrâna uğ-
ramışlar. Bunlar kimlerdir ey
Allah’ın Resûlü,” diye sordu.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem
Efendimiz:
“Elbisesini kibirle yerler-
de sürüyen, yaptığı iyiliği başa
kakan ve yalan yere yemin ede-
rek malını iyi bir fiyatla satma-
ya çalışandır.” cevabını verdi.13
Hadisten de anlaşılacağı üze-
re, büyüklenmek ve gurura ka-
pılmak insanı, âhiret gününde
Cenâb-ı Hakk’ın kelâmından,
nazarından ve tezkiyesinden
mahrum edip onu elim bir aza-
ba müstahak kılacak kadar kötü
bir haslettir. Böylesi kişiler ha-
kikatten saptıkları gibi insanla-
rın gözünde de sevimsiz hâle ge-
lirler.14
Alçakgönüllülüğün Kazandırdığı
Güzellikler
Tevâzu, insanı hakikate alış-
tırır; aynı zamanda onu derin-
leştirir ve yüceltir. Bir müte-
fekkirin dediği gibi; “İçtimaî
hayatta herkesin görüneceği
bir pencere vardır. Boyu kısa
olanlar o pencereden görüne-
bilmek için parmakları üzerine
yükselirken, büyükler de eğilir-
ler.” Bütün insanlar ise tevâzu
ehlini gayr-i ihtiyarî severler.
Çünkü her şeyde olduğu gibi
muhabbet de yukarıdan aşağı-
ya doğru akar.15 Tevâzu kıya-
fetine bürünenlerin âbide şah-
siyetlerine Mansur b. Ammâr
(ö.225/840) şu sözüyle dik-
kat çekmektedir: “Kul için en
güzel elbise tevâzu ve inkisar
(Mevlâ’ya karşı boynu bükük
olma) elbisesidir. Onun için Al-
lah Teâlâ, ‘Takvâ elbisesi daha
hayırlıdır.’16 buyurmuştur.”17
Kelâbâzî (ö.380/990)’nin
ifadesi ile tevâzu, kalbi iyiliğe
yöneltir ve aklı cilâlar. Dünya-
da Allah için tevâzu gösteren ki-
şiyi Allah, âhirette yok olmayan
sonsuzluk tahtı ve hiç eksilme-
yen mülkün minberi üzerinde
yükseltir, mertebesini yüceltir
ve günahları ondan uzaklaştırır.
Ayrıca mü’min kullarına lütfet-
tiği gibi Allah’ı zikretmesi için
ona yardım eder. Yaptığı iyilik-
lerin sevabını bol bol verir. Kö-
tülüklerini en iyi şekilde terk et-
mesini sağlar. Kim Allah için
tevâzu gösterirse, Allah onu
yükseltir. Kişi tevâzua ulaştığı
zaman herkese hak ettiği değeri
verir. Kendi benliğinde tevâzuu
bir ahlâk olarak yaşayan kişi,
kalbî huzura kavuşur. Tevâzu
Hakk’a itaat ve O’na itirazdan
yüz çevirmektir.18
Tevâzu göstermekle kişinin
kaybedecek hiçbir değerinin ve
saygınlığının olmayacağı, Nas-
reddin Hoca’nın bir nüktesinde
şu şekilde açıklanır: “Bazı kim-
seler Hoca’nın bir keramet gös-
termesini isterler. Hoca, ta-
mam, der. ‘Şu karşıdaki ağacı
bana doğru yürüteceğim’ di-
yerek ağaca seslenir: ‘Ey ağaç
yürü!’ Ağacın yürümediği-
ni gördüğünde yerinden kal-
kar ve ağaca doğru yürümeye
başlar. Ne yaptığını soranlara:
‘Bizde gurur, kibir yoktur. Ağaç
bize gelmezse biz ağaca gide-
riz.’ der.”19
Tohum toprağa düşmekle al-
çalmış değil, yükselişe geçmiş
olur. Şairin dediği gibi,
Mazhar-ı feyz olamaz
düşmeyince hâke nebât
Mütevazî olanı rahmet-i
Rahmân büyütür.
Yani, tohum toprağa düşme-
yince filizlenip büyüyemez. Top-
rağın tohumu büyütmesi gibi
Allah’ın rahmeti de alçakgönül-
lü olanları büyütür ve yüceltir.
“Ashâb-ı kirâm
Peygamber
Efendimizi en fazla
mütevâzı olduğu
için sevmişlerdir.
Bu sebeple tevâzu
bir nevi Peygamber
sıfatıdır.”
EZRY
A R
AHM
AN
Kasım 201126 27
Tevâzuda Ölçü
Kul olarak mütevâzı olma-
mız esastır. Ancak tevâzuun da
belli bir ölçü içinde olması ge-
rekmektedir. Zira diğer insan-
lar arasında tevâzu sahibi imiş
gibi görünüp onların saygı ve
hürmetini kazanmaya çalış-
mak hoş bir tavır değildir. Böy-
lesi yapmacık bir tevâzu, kişide-
ki rûhî olgunluğun bir tezâhürü
olmadığı gibi, Allah’tan ziyade
insanların saygısını kazanmaya
yönelik bir tavırdır. Her ne ka-
dar ahlâk, büyük ölçüde çocuk-
luktan itibaren anne-baba ve
çevrenin olumlu ya da olumsuz
tavrına yönelik olarak geliştiri-
liyorsa da insanın ömrü boyun-
ca hep başkalarının bekleyiş ve
tepkilerine göre davranışlarda
bulunması, zihnî açıdan da pek
gelişmediğinin göstergesi ola-
rak kabul edilebilir. Zira rûhî ve
zihnî olgunluğa eriştikçe, vicdan
denilen iç kontrol mekanizması
devreye girmekte ve bireyi baş-
kalarının tepki ve beğenisi yö-
nündeki çabaya göre hareketten
ziyade, ahlâkî tutarsızlıktan kur-
tarmaya yöneltmektedir.20
Kaldı ki aksi bir tutum, in-
sanların saygısından ziyade tep-
kisini çekmektedir. Bu noktada
kimi tasavvuf erbabı giyim-ku-
şam, tekke-dergâh gibi husus-
larda halktan ayrılmayı bile hoş
görmemiş, hatta daha da ileri
giderek, yaptıkları hayrı gizle-
yip kötülükleri açıklamak, ken-
dilerini halka kınatacak tarz-
da hareketler de bulunmak gibi
uygulamalara gitmişler; bu gö-
rüşe mensup kimseler zaman-
la Melâmetiyye diye adlandırıl-
mışlardır.21 Melâmiyye’nin bu
hassasiyetini biz en çok Fudayl
b. İyâz (ö. 187/802)’ın şu sö-
zünde görmekteyiz: “Riyakârım
diye yemin etmem, riyakâr de-
ğilim diye yemin etmemden
daha çok hoşuma gider.”22
Ebû Abdillah Muhammed
Mağribî (ö. 299/911) tevâzu ile
zillet arasındaki ince çizgiyi şu
şekilde ayırmaktadır: “İnsanla-
rın en zelîli, zengine yağcılık ya-
pan veya tevâzu gösteren fakir-
dir. İnsanların en azîzi fakirlere
tevâzu gösteren ve onlara karşı
hürmeti muhafaza eden zengin-
dir.”23
Dervişin Himmetini Âlî Tutması
Dervişlik hem gizli hem de
aşikâr olmayı gerektirir. Derviş
bâtınında Hak, zâhirinde halk
iledir. Nakşibendiyye’nin “hal-
vet der encümen” prensibi ile
dervişin eli kârda olsa bile gönlü
daima yârdadır. Dervişin halk-
la ünsiyeti her an tevâzu engin-
liğindedir.
Melekût âlemine âşinâ,
zâhire bigâne ol
Bu türlü hoş aydınlık cihanda
zor bulunur.
diyen Ya’kûb-ı Çerhî, “Bu yo-
lun erleri, himmet ve nazarla
ilerlediler. Bu sebeple geçtikle-
ri yolda hiçbir iz yoktur” tembi-
hinde bulunmaktadır. Melekût
âlemine âşinâlık, kalpte rikkat
ve inceliğin meydana gelmesi-
dir. Bu sebeple dervişlerde gö-
rülen edep ve tevâzu, zorlama
bir tavrın değil yaşadıkları halin
tabii bir sonucudur. Çerhî’nin;
“Kul sıfatsızlığa erdiğinde, özel-
likle zâhir ehlinin, onu tanıması
zordur” sözü konunun açıklığa
kavuşması açısından son derece
manidardır.24
Hikmet geleneğinin ustası ve
mâneviyat yolunun seçkin reh-
beri olan Atâullah el-İskenderî,
hikmetlerinde gerçek alçakgö-
nüllülüğü, Allah Teâlâ’nın aza-
metine ve sıfatlarının tecellîsine
tanık olmaktan doğan hazi-
ne olarak tanımlarken,25 tevâzu
göstereyim derken tevâzu id-
diasına kalkışanları şu şekilde
uyarmaktadır: “Kendisini alçak-
gönüllü gören kimse, aslında
kendisini büyük görendir. Çün-
kü kendisini alçakgönüllü gör-
mek, ancak kendisini yüksek
görmekten kaynaklanır. Böy-
le olunca sen kendini al-
çakgönüllü gördüğünde
aslında kibirlisin demek-
tir. Alçakgönüllü, ken-
disinin daha yüksek bir
konumda bulunduğu-
nu düşünerek alçakgö-
nüllülükte bulunan de-
ğil, ancak kendisinin
daha alçak bir konum-
da bulunduğunu düşü-
nerek alçakgönüllülükte
bulunandır.”26 Zira der-
vişin Allah’a yönelişinde
uyması gereken âdâbın
en önemlisi, başına gelen
hârikulâde hallerle mağ-
rur olmamasıdır. Aksi du-
rum, kulluğun kabul edil-
mediğinin alâmetidir. Bu
sebeple derviş, himmeti-
ni âlî tutmalı ve Hakk’ın
iltifatını beklemelidir. Ya’kûb-ı
Çerhî bu konuda; “Biz her ne
bulduysak himmetimizi âlî tut-
makla bulduk”27 der. Tezellülün
ifadesi olan ibadet ve sonrasın-
da meydana gelen vakıata gu-
rurlanmak tezattır. Kişinin ya-
şadığı haller sebebiyle mağrur
olması, ibadetinin kabul edil-
memesinin alâmetlerindendir.
Mahviyyet duygusu ile hare-
ket edip hiçlik boyutunda kulluk
süreci gerçekleştirmeyi öngören
Atâullah el-İskenderî, bir başka
ölçüyü ise şu şekilde beyan kıl-
maktadır: “Kendini küçük gör-
me ve muhtaçlık duyguları do-
ğuran bir günah, kendini güçlü
görme ve büyüklenme duygula-
rı doğuran bir ibadetten daha
hayırlıdır.”28
Özetle, kendini keşfedeme-
yen benlikler çoğu kez bir savaş
alanı gibidir. Kendi kulluğunun
farkında olamayan, tevâzu ka-
natlarını gerip doğal bir tutum
sergilemeyenler, hırsları, do-
yumsuz iştahları, yersiz düşün-
ce ve haksız yargıları ile sürekli
bir mücadele içindedirler.
Nefsânî Arzularını Frenlemesi
İnsan kendi içindeki barış
ve huzur ışığını sevgiyle yak-
madıkça, benliğini keşfetmesi
mümkün olmayacaktır. Kişinin
nefsânî arzularını frenlemesi-
nin, bayağı tutkuların tutsa-
ğı olmamasının, ifrat ve tefrite
düşmemesinin en önemli ilke-
si, varlık hiyerarşisindeki yeri-
ni bilmesi, eşyanın hakîkatine
vâkıf olması, kendi gerçekliği-
ni idrak etmesi, Hakk’a bende
ve yaratılmışlara müşfik dav-
ranmasıdır. Tüm varlıkların se-
sini duymanın yolu ken-
di fânîliğimizi hissedip
Bâkî olanla irtibat kura-
bilmek, mahviyet duygu-
suna bürünüp kendimizi
O’nunla zenginleştirmek-
tir. Onsuz her adımın,
O’ndan mahrum kılan
her türlü servetin, O’nu
hoşnut kılmayan her tür-
lü birikimin uzaklık ve fe-
laket olduğunu hissetme-
liyiz. Balçıktan yaratılan,
kan ve sudan ibaret olan
ten dünyamızla avunmak
yerine gönül ve ruh zen-
ginliğini hissedebilmek
en önemli hissiyatımız ol-
malıdır. Zira kulluk göre-
vinin gereği olarak tevâzu
sahibi olmak, hem kendi-
mizi hem de âlemi olduğu
gibi görebilmek en önemli er-
demdir.
1 İbn Manzur, Lisânu’l-Arab, c. III, s. 941-943.2 Kelâbâzî, et-Taarruf, s. 97.3 26/Şuarâ, 215 4 Müslim, Cennet, 645 İbn-i Hanbel, II, 231; Heysemî, IX, 18, 20.6 25/Furkân, 7.7 Demirci, Tasavvuf ve Ahlâk Yazıları, s. 128.8 İmam Suyûtî, Câmiu’s-Sağîr, c. III, s. 185, Hadis
no: 3180 (6889). 9 Neseî, Kitâbü’l-Cum’a, B. 31, Hadis no: 1414.10 Sühreverdî, Avârifu’l Maârif, s. 299.11 Komisyon, Üsve-i Hasene, s. 266.12 İbn-i Mâce, Zühd, 16.13 Müslim, Îmân, 17114 Komisyon, Üsve-i Hasene, s. 267.15 Komisyon, Üsve-i Hasene, s. 267.16 7/A’raf, 26.17 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 423. 18 Göktaş, Buhara’da Tasavvuf, s. 300.19 Şimşek, Nasreddin Hoca ve Tasavvuf, s. 186.20 Güngör, Ahlâk Psikolojisi ve Sosyal Ahlâk, s. 40-48. 21 Haksever, Ya’kûb-ı Çerhî, s. 173-175.22 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 424. 23 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 234. 24 Haksever, Ya’kûb-ı Çerhî, s. 174-175.25 İskenderî, Hikmet Pırıltıları ve Allah’a Yakarışlar, s. 72.26 İskenderî, Hikmet Pırıltıları ve Allah’a Yakarışlar, s.72.27 Haksever, Ya’kûb-ı Çerhî, s. 173.28 İskenderî, Hikmet Pırıltıları ve Allah’a Yakarışlar, s. 73.
* Prof. Dr.
Dipnot
“Zira dervişin Allah’a yönelişinde uyması gereken
âdâbın en önemlisi, başına gelen hârikulâde hallerle
mağrur olmamasıdır. Aksi durum, kulluğun kabul
edilmediğinin alâmetidir. Bu sebeple derviş, himmetini
âlî tutmalı ve Hakk’ın iltifatını beklemelidir.”
Kırk Yapraklı Gül
H. Hamidettin ATEŞ
Açıklamasıİnsan Cenab-ı Allah’ın lutfettiği akıl sayesinde iyiyi doğrudan ayırır. Ayrıca duyduğu bilgiler ve görgüsü vesilesiyle de
tecrübî olarak işlerini yapar, daima hakikat üzere yaşamaya çalışır. Mü’min aklı ile Allah’ı tanır ve bilir, O’na itaat eder; korku ile ümit arasında emirlerini yerine getirip yasaklarından kaçınmaya çalışır. Dünyada ve ahirette mutlu olmanın yollarını arar. Hem kendisine hem de başkalarına faydası dokunur.
Bir âyet-i kerimede mealen şöyle buyurulur: “Size (her türlü) işaretlerini gösteren¸ sizin için gökten rızık indiren O’dur: Ama Allah’a yönelmiş olanlardan başkası (bundan) bir ders çıkarmaz.” (40/Mü’min¸ 13.)
Allah’ın âyetlerinden ve hatırlatmalarından ibret alıp ders çıkaranlar ancak akılları ve yürekleriyle O’na yönelenler-dir. Akılla kavramak kadar gönülle hissetmek de çok önemlidir. Sevgili Peygamberimiz “Mü’minin ferasetinden sakının, çünkü o Allah’ın nuruyla bakar” (Tirmizi, V, 298) buyurmuşlardır.
Feraset, “Allahu Teâlâ’nın, mü’minlere ihsan ettiği işlerin iç yüzüne vâkıf olma kuvveti, sezme ve ileri görüşlülük” anlamındadır. Bir başka deyişle feraset; olaylara ve bütün varlık âlemine iman nuruyla bakmak, eşyanın hakikatindeki gerçekleri görüp hissedebilmek demektir.Gerek ashab-ı güzin ve gerekse daha sonraki çağlarda yaşayan müslümanlar, her hususta olduğu gibi, feraset konusunda da Rasûlüllah’ı örnek almışlar, böylece başarıdan başarıya ulaşmışlardır. Ama bunu yapamayanlar da, geri kalmışlardır. Bu gün müslümanlar, Kur’an-ı Kerim’in öngördüğü, Hz. Peygamber (s.a.v)’in bizzat uygulayarak gösterdiği kalbî seziş ve ileri görüşlülüğe her zamankinden daha çok muhtaçtır. Akıl sahibi ve imanı kâmil her mü’min, din ve dünya işlerinde sakınılacak şeylerden sakınmalı, tedbirli ve uyanık hareket etmeli, aldatılsa veya hataya düşse bile, ikinci defa aynı hatayı işlememelidir.
“Mümin, bir delikten iki defa sokulmaz. (Mümin, iki defa aynı yanılgıya düşmez)” (Buhârî, Edeb, 83; Müslim, Zühd, 63)
Yedinci Hadis
29Kasım 201128
Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*
AMRE BİNT MES’ÛD (r.a.)
Adı : Amre
Künyesi :Tespit edilemedi
Doğumyılı : Tespit edilemedi
Doğumyeri : Medine
Babaadı : Mes’ud b. Kays
Anneadı : Umeyre bint Amr b. Harâm
Eş(ler)i : Ubâde b. Deylem b. Hârise
Akrabaları :Tespit edilemedi
Oğulları : Sa’d b. Ubâde
Kızları : Tespit edilemedi
Kabilesi :Hazrec Kabilesi’nin Sâide kolun-dan
İslam’agirişi : Hicret öncesinde veya hemen sonrasında
Sohbetsüresi : Tahminen on yıl
Rivayeti : Tespit edilemedi
Yaşadığıyer : Medine
Mesleği : Ev hanımı
Hicreti :Yok
Savaşları : Tespit edilemedi
Görevleri : Tespit edilemedi
Fizikîyapı : Tespit edilemedi
Mizacı :Hayırsever
Ayrıcalığı : Vefatından bir ay sonra Hz. Pey-gamber (s.a.v) onun cenaze namazını kılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.v)’e bey’at eden hanımlardan idi.
Ömrü :Tespit edilemedi
Ölümyılı : H. 5.
Ölümyeri : Medine
Ölümsebebi : Hastalık veya yaşlılık
Hakkında : Vefat ettiğinde Hz. Peygamber (s.a.v) ile birlikte Dûmetu’l-Cendel Savaşında olan oğlu Sa’d, Allah Rasulü’ne annesi adına tasadduk et-mesinin ona bir yarar sağlayıp sağlamayacağını sor-du. “Evet” cevabını alması üzerine annesi adına bazı rivayetlere göre bir hurma bahçesini, bazılarına göre ise bir su kuyusunu tasadduk etti. Kimi rivayetlerde ise, annesinin adağını yerine getirdi.
Hadisleri : Tespit edilemedi
Kaynaklar : İstîâb, I. 610; İsâbe, III. 66; VIII. 32-33; Üsd, I. 1388-1389; DİA, III. 96; Müsned, VI. 7; İbn Sa’d, Tabakât, III. 614.
*Prof. Dr.
31Kasım 201130
Kâbe’yi ilk gördüğünüzde, edilen dualar kabul
edilirmiş, derler. Ne dua ettim hatırlayamıyo-
rum; fakat hareme Suudilerin ilave ettiği revak-
lardan geçerek avluya ulaşırken birden Kâbe’yi görmek beni o
kadar çok mutlu etti ki bunu satırlara dökmem imkânsızdır. Re-
simlerde ve kamera görüntülerinde daha büyük gözüken avlu
kısmı ne hikmetse bana daha küçük göründü. Çocukluğumdan
beri resimlerine baktığım, yüksek lisans tezimde imar faaliyetle-
rini çalıştığım Kâbe’yi ve Harem’i çıplak gözlerle görmek gerçek-
ten muhteşemdi. Rabbim burayı görmeyenlere en kısa süre içe-
risinde görmeyi nasip etsin temennisinde bulunuyorum.
Kâbe âyet-i kerimede ifadesini bulduğu gibi; “Doğrusu insan-
lara (mabed olarak) ilk kurulan ev Bekke (Mekke)de olandır.
Âlemlere uğur, bereket ve hidayet kaynağı olarak kurulmuş-
tur.” İnsanoğlunun yeryüzünde ibadet etmesi için inşa edilen ilk
mabet olan Kâbe’yi ilk defa inşa eden Hz. Âdem (a.s)’dir. Ölü-
münden sonra mabet oğulları tarafından tamir edilmiştir.Nuh
tufanı sonrasında Kâbe’nin yeri kaybolmuş ve Hz. İbrahim (a.s)’a
kadar da belirsiz kalmıştır. Hz. İbrahim’e Allah (c.c) Kâbe’nin ye-
rini açıklamış ve oğlu Hz. İsmail’le birlikte Kâbe’yi yeniden inşa
etmişlerdir.
Yapının yüksekliği, Hz. İbrahim zamanında 9 zira (4,5 m.),
uzunluğu 30 zira (15 m.) genişliği ise 22 zira (11 m.) olarak ya-
pılmıştır. Hz. İbrahim’in inşasından sonra yıkılan Kâbe mütead-
dit defalar daha inşaat geçirmiştir. Mekke’nin yakınlarında yaşa-
yan Amalikalılar ve müteakip devrede Cürhümlüler Kâbe’yi inşa
etmişlerdir. Bunlardan sonra Huzâalılar Mekke’nin ve Kâbe’nin
idaresini ellerine almışlardır. Huzâalılar’ın, üç yüz senelik idare-
lerinden sonra, Kureyşlilerin lideri Kusay, şehrin hâkimi olmuş,
onun zamanında ise Kâbe yıkılıp yeniden yapılmıştır.
Hz. Muhammed (s.a.v)’e peygamberlik vazifesi gelmeden
önce Kureyşliler Kâbe’yi yıkıp yeniden inşa etmişlerdir. Bu ta-
GeziFatih ERKOÇOĞLU*
Hİcâz Notları VIII:
“KâbE”
“1629 yılında mimar Mehmed Rıdvan
Ağa’nın nezaretinde altı buçuk ayda Kâbe’nin
Hacerülesved köşesi hariç bütün duvarları
temellerine kadar sökülerek orijinalliği
bozulmadan yeniden yapıldı. Harap olan
kısımların taşlar yenilendi.”
Kasım 201132 33
mir sonrasında sel sularının yeni yapıyı tahrip et-
memesi için kapısının yerden yüksek yapılması ve
bu kısmın toprakla doldurulması kararlaştırıldı.
Duvarlar yapılırken bir sıra taş bir sıra da ahşap
malzeme konuldu. İnşaatın bitmesiyle Kâbe’ye
dört zira bir karış (2 m. 26 cm.) yüksekliğinde, ki-
litlenebilir özelliği bulunan bir kapı takıldı. Ayrı-
ca Kâbe’nin iç kısımları da sel baskınlarına karşı
toprakla takviye edildi. Yapının tavanı ise, Bakom
veya Bâkûm adlı bir dülger ustası tarafından sa-
çaksız düz bir şekilde yapılarak ve tavanı taşıması
için de iki sıra halinde altı adet direk dikildi. Ön-
ceki yapımda yüksekliği dokuz zira (4,5 m.) olan
Beytullah’ın yüksekliği bu sefer on sekiz zira (9
m.) olarak yapıldı. Yapının oluğu, suyunu Hatîm’e
aktaracak şekilde tavana yerleştirildi. Kureyşliler,
Hacerülesved taşını yerleştirmede ihtilafa düş-
tüklerinde, hakem tayin edilen Hz. Muhammed
(s.a.v) kaftanını yere sererek Hacerülesved’i onun
üzerine koymuş, daha sonra da her kabileden bir
adam çağırıp, onları kaftanın köşelerinden tuttur-
muş ve Hacerülesved’i hep birlikte duvara yerleş-
tirmişlerdir.
Kureyş’in inşası sonrasında Kâbe’nin, Ab-
dullah b. Zübeyr tarafından Hz. İbrahim (a.s)’in
yaptığı esas temeller üzerine inşasına kadar cid-
di bir tamir geçirdiği bilinmemektedir. Kâbe,
Abdullah b. Zübeyr’in Emevîlerle yaptığı mü-
cadelelerde büyük hasar görmüştür (64-72/683-
692). Şehri muhasara eden ilk Emevî ordusu,
Kâbe ve çevresinde karargâhını kuran Abdullah
b. Zübeyr’e mancınıkla taş atmışlardır. Atılan bu
taşlar, Kâbe’nin duvarlarına da isabet etti. Bu es-
nada Abdullah b. Zübeyr’in adamlarından birinin,
okunun ucunda bulunan ateşin kıvılcımlarının
yanlışlıkla Kâbe’nin örtüsüne sıçraması sonu-
cu, yapı alev aldı (64/683). Çıkan yangın sonra-
sında Kâbe’nin duvarları tahrip oldu. Bunun üze-
rine Abdullah b Zübeyr, Kâbe’yi Hz. Aişe’nin Hz.
Peygamber (s.a.v)’den tavsif ettiği şekliyle Hz. İb-
rahim (a.s)’in temeli üzerinde inşa etmeye karar
verdi. Gerekli malzemeyi tedarik ettikten sonra
Kâbe’yi yıkan Abdullah b. Zübeyr, Hz. İbrahim
(a.s)’in yapmış olduğu temele kadar açtırdı ve açı-
lan bu temelle birlikte (Kâbe’nin kuzeyinde bulu-
nan Hatîm (Hicr) denilen yeri de almak suretiyle)
inşaata başladı.
Eski yüksekliği on sekiz zira (9 m.) olan yapı-
nın yeni inşaatı, eski temelin ilavesi de dâhil edil-
diği için, bu yüksekliği kâfi gelmedi ve binanın
boyu, genişliğine göre kısa kaldı. Bunun üzerine 9
zira (4,5 m.) daha ilave edilmek suretiyle yapının
boyu yükseltildi. Kureyş’in yapımında tavana des-
tek olan, 6 direğe bu sefer 3 direk daha ilave edil-
di. Abdullah b. Zübeyr, Kâbe’nin duvarlarını kireç
getirtip bu malzemeyle yapıyı yeniden inşa ettirdi.
Kâbe’ye bir kapı daha yaptıran İbn Zübeyr, bu ka-
pıyı eski kapının tam hizasına yerleştirdi. Kapıları
iki kanatlı ve on bir metre (5,5 m.) yüksekliğinde
yaptırılan, yapının oluğu ise Hatîm’e akacak şekil-
de düzenlendi.
Abdullah b. Zübeyr’in yaptırdığı yapı uzun
süre bu şekilde kalamadı. Mekke’de Emevîlere
karşı sürdürülen isyan 73/693 yılında Abdullah
b Zübeyr’in öldürülmesi ile bastırıldı. Mekke va-
lisi olan Haccâc b. Yûsuf, halife Abdülmelik b.
Mervân’dan, İbn Zübeyr’in Kâbe’yi inşasında, ya-
pının aslından olmayan bazı kısımlar ilave ettiğini
ve ikinci bir kapı açtırdığını yazarak, izni dâhilinde
bu fazlalıkları yıktırıp Kâbe’yi, Cahiliye dönemin-
deki konumuna getirtmek istediğini belirtti. Ha-
lifenin izni doğrultusunda Haccâc, duvarlardan 6
zira bir karışlık yeri (Hicr-İbn Zübeyr’in ilave et-
tiği yeri) yıktırarak, arka tarafta açtırdığı kapıyı
da kapattırdı. Haccâc bunların haricindeki yerle-
re dokunmadı.
Abdülmelik b. Mervân’ın izniyle bu ilavele-
rin yıkılması ve Kâbe’nin câhiliye ve Peygam-
ber dönemlerindeki gibi bırakılması, Emevîlerin
meşrû’iyeti açısından büyük önem taşımaktadır.
Böylece bu ilavelerin yıkılmasıyla Hz. Muham-
med (s.a.v) ve onun halifelerinin yolundan gidil-
diği vurgulanmıştır.
Velid b. Abdülmelik (86/705) halifeliğinde
Mekke valisi Halid b. Abdullah el-Kasrî’ye 30 bin
Dinar göndererek Kâbe’nin kapısını, içerisinde-
ki sütunları ve yağmur sularını akıtan oluğu al-
tın levhalar ile kaplattı. Böylece Halid b. Abdullah
el-Kasrî, Kâbe’yi altınla süsleyen ilk kimse oldu.
Velid b. Abdülmelik 91/710 yılında bu yapılanla-
rı görmek için hacca gitti. Beraberinde Şam’dan
getirttiği kırmızı, beyaz ve yeşil mermerlerle
Kâbe’nin iç kısımdaki duvarlarını da kaplattı.
Kâbe’nin bu yapısı 1040/1630 yılına kadar
herhangi bir değişikliğe uğramaksızın geldi. Bu
uzun süre zarfında sadece yapıya basit onarım-
lar ve süsleme çalışmaları yapıldı. Fakat XVI. yüz-
yıl sonlarına doğru Kâbe’nin kuzeybatı duvarında
ciddi boyutlarda çatlamalar olmuş, İstanbul ule-
masının Kâbe’nin yeniden yıkılıp yapılmasının
caiz olmadığı kararından sonra I. Ahmed, Baş-
mimar Mehmed Ağa’dan tehlike arz eden kısma
karşı önlem almasını istemiştir. Böylece 80 bin
altın harcanarak yıkılmaya yüz tutan yerler ye-
niden yaptırıldı. İstanbul’da hazırlanan altın ve
gümüşlerle tezyin edilen dört ayak ve on altı ki-
rişten oluşan ve demir kuşaklarla takviye edi-
len ahşap çatı elden geçirildi. Eski yağmur olu-
ğu sökülerek yerine gümüş kaplama üzerine
altın süslemeli yeni bir oluk yerleştirildi. Yapı-
nın kapı kemeri de yenilenerek, üzerindeki gü-
Kasım 201134 35
müş kitabe levhası da altın bir kitabe levhası ile
değiştirildi (1021/1612). IV. Murad zamanında-
ki sel baskınını uğrayan Kâbe’nin, suların duvar-
ların yarısına kadar çıkması sonucunda kuzey-
batı duvarı tamamen, kuzeydoğu duvarı kapıya
kadar, güneybatı duvarının da bir kısmı yıkıl-
dı (1039/1629-30). Mısır’dan gönderilen Mimar
Mehmed Rıdvan Ağa’nın nezaretinde altı buçuk
ayda Kâbe’nin Hacerülesved köşesi hariç bütün
duvarları temellerine kadar sökülerek orijinalliği
bozulmadan yeniden yapıldı. Harap olan kısım-
ların taşlar yenilendi.
Suudi Krallığı zamanında ise 1958 yılında ilk
olarak dam ve duvarların iç tarafında bulunan
mermer kaplamalar, 1982 yılında yapının zemin
mermerleri değiştirildi. 1996 yılında ise duvar-
ların dış yüzeyinde bulunan taşlar numaralanıp
sökülerek değiştirilmesi icap eden taşlar yenilen-
di. Ayrıca bu tadilatta yapının direkleri ile zemini
yeniden elden geçirildi.
Kâbe’nin Örtülmesi (Kisvetü’l-Kâbe)
Kâbe’nin Câhiliyye döneminden beri giydiril-
diği bilinmekle birlikte ilk defa ne zaman giydiril-
diği hususu ile ilgili olarak muhtelif rivayetler var-
dır. Ezrakî’de geçtiğine göre Kâbe’yi ilk giydirenin
Es’ad isimli bir Himyerî Tubba’ (Yemen hüküm-
darlarına verilen isim) olduğu kaydedilmekte-
dir.30 Onun deriden bir örtü ile Kâbe’yi giydirdiği
ifade edilmektedir. Câhiliyye döneminde deriden
mamul örtüler ve meâfir kumaşları ile örtülmüş
olan Kâbe, Hz. Peygamber (s.a.v) döneminde Ye-
men kumaşı, Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemle-
rinde ise Kıbtiyye beziyle giydirildi.
Muaviye’nin hilafetinde Kâbe’ye biri Rama-
zan ayının sonunda (Ramazan’ın 27. günü) giydi-
rilen Kıbtî bezi diğeri ise Aşure gününde örtülen
Atlas örtü olmak üzere iki örtü hazırlanmaya baş-
landı. Abdullah b. Zübeyr’in inşaatı tamamlanınca
da Kâbe, Kıbtiyye kumaşı ile örtüldü. Abbâsî ha-
lifesi Me’mun zamanında ise beyaz renkli üçün-
cü bir örtünün daha hazırlanması sağlandı. Halife
Nâsır-Lidinillâh’ın 579/1183-84’te Kâbe’ye gön-
derdiği örtülerin yeşil renkli olup, üzerindeki ya-
zıların kırmızı renkte olduğu ifade edilmektedir.
Aynı halifenin, hilafetinin sonlarına doğru gön-
derdiği örtülerin rengi ise siyah olup, yazıları sarı
renkte idi. Abbâsî hilafeti sonrasında Kâbe, birkaç
yıl Yemen’de hüküm süren Resûliler tarafından
örtüldükten sonra, Sultan I. Baybars’ın hüküm-
ranlığının ikinci yılında (661/1262) bu iş Mem-
lüklerin uhdesine geçti. 761/1360 yılında Sultan
Melikü’s-Sâlih’in kardeşi Hasan, 826/1423’te Me-
lik Eşref Barsbay’ın ve daha sonra iktidara gelen
Memlük sultanlarının Kâbe’ye iç örtü gönderdik-
leri, bu örtünün güneşten zarar görmediği için de
her yıl değiştirilmediği bilinmektedir.
Yavuz Sultan Selim’in 1517 yılında Mısır’ı fet-
hetmesiyle birlikte Kâbe’nin örtülmesi artık Os-
manlılar tarafından yapıldı. Yavuz, örtülerin es-
kiden olduğu gibi yine Mısır’dan götürülmesini
emretti. Kanunî döneminde ise Kâbe’nin dış örtü-
sü Mısır’da dokunurken iç örtüsü ise İstanbul’da
hazırlanmaya başlandı.
III. Ahmed döneminde ise bütün kumaşlar ar-
tık İstanbul’da dokunuyordu. İstanbul’dan son
olarak Sultan Abdülaziz tarafından 1861’de gön-
derilen iç örtü, 1943 yılına kadar kullanıldı. Mek-
ke Emiri Şerif Hüseyin’in ayaklanmasıyla birlik-
te örtüler, Mısır’dan gönderilmeye başlandı. 1926
yılında Mısır ve Suudîler arasında anlaşmazlık baş
gösterince Mısır’da hazırlanan örtülerin gönderil-
mesi durduruldu. Bunun üzerine Kral Abdülaziz,
örtülerin hazırlanması için Mekke’de bir atölye
kurdurdu. On yıl sonra 1936 yılında örtüler, yeni-
den Mısır’dan gönderilmeye başlandı. Fakat 1962
yılında Mısır’dan gönderilen örtü Suudîler tara-
fından geri çevrildi. Bundan sonra Mekke’de Kâbe
için özel olarak kurulan fabrikada örtüler hazır-
lanmaya başlandı.
Son zamanlarda hazırlanan Kâbe örtüleri 14
m. uzunluğunda ve 0.95 m. genişliğinde kırk sekiz
parçadan oluşmaktadır. Örtünün tamamı 638, 4
metre karedir. Örtüler kitabeli olarak dokunmuş-
tur. İç içe giren üçgenler arasında lafza-i celâl,
kelime-i tevhid ve “sübhanallâhi ve bihamdihî
sübhanallahi’l-azîm” ibareleri altın ve gümüş tel-
lerin kullanılmasıyla yazılmıştır.
Kâbe hizmetleri ise yapının ilk inşasıyla birlik-
te başlamaktadır. Hz. Peygamber (s.a.v) bu görev-
leri eskiden beri yürüten ailelere bıraktı.
Hz. Ömer bu işler için beytülmalden tahsisat
ayırdı. Muâviye’nin halifeliği ile de bu işler düzen-
li hale getirilerek bu hizmetlerin yürütülmesi için
özel görevliler tahsis edildi. Osmanlı idaresinde
ise bu hizmetleri hadım ağaları yapıyorlardı. Gü-
nümüzde ise bunlar yerlerini memurlar ve hade-
melere bırakmışlardır.
*Dr.
37Kasım 201136
EdebiyatMusa TEKTAŞ
Gönüllere hakikat nakışlarını ilmek ilmek
dokuyan, gül kokulu eyvanlarda lâhutî
sedalarda bülbül misali şakıyan insanın
iç âlemini gülistana çeviren büyük şahsiyetler
vardır. Onların açtıkları ilim ve irfan yolundan
ilerleyenler, kurtuluşa ermişlerdir. Gönül kerva-
nı asırlar boyu yol almaya devam etmiş ve ede-
cektir. Bizim insanımızı ayakta tutan en büyük
güç; ilmiyle âmil olan irfan âbidesi olarak etrafla-
rına güzellikler saçan ileri görüşlü bitmez tüken-
mez hazinlerin sahipleri olan gönül sultanlardır.
Onlar ilimlerini artırması için Rabbimize
hep dua etmişler; bilenlerle bilmeyenlerin hiç-
bir zaman bir olmadığını beyan buyurmuşlardır.
Allah’tan ancak ilim sahiplerinin korktuğunu,
Allah’ın hakkında hayır istediği kimseye ilim ver-
diğini, gıpta edilecek iki kişiden biri-
sinin ilim sahibi oldu-
ğunu, ilim sahibinin
bereketli yağmu-
ra benzediğini, va-
hiy bilgisiyle bir kişi-
nin doğru yolu bulmasının
vadiler dolusu develerden hayırlı
olduğunu dillendirmişlerdir. Dinî il-
min yayılması ve ilim tahsili için
bir yola girene cennet yo-
lunun kolaylaştırılacağı-
nı, hidayete çağıranlara
kendisine uyanların se-
vabı kadar sevap verilece- ğini, sona ermeyen
üç amelden birinin de faydalanılan ilim olduğu-
nu, dünya ve içindeki her şeyin değersiz olduğu-
nu destan destan anlatmışlardır. Damlayı der-
yaya ulaştırabilenlerin ilmin tevazusuyla bitmez
hazinelere kavuştuğunu Hulûsi Efendi (k.s.) şöy-
le ifade eder:
Su gibi sür yüzü toprağın ayağına düşüp
Katreni bahra katıp vâsıl-ı deryâ olagör1
Meşhur Yedi Tâbiin Fakihinden Biri
Saadet asrına yakın, adeta gözeden su içmiş,
öğrendiği ilmi insanlığın istifadesine sunmuş
ilim hazinelerinden biri de; Altın silsilenin dör-
düncü halkası olan Kâsım b. Muhammed Haz-
retleridir. O öyle bir asalet sahibidir ki; Hz. Ebû
Bekir (r.a.)’in torunudur. Hz. Ali (r.a.)’nin halife-
liği döneminde yaklaşık 37/657 yılında dünyayı
teşrif etmiştir.2 Babasının öldürülmesinden son-
ra bir müddet halası Hz. Aişe (r.ah.)’nin yanın-
da kalmış, onun terbiyesi altında büyümüştür. O,
Peygamberimizin şu hadisini hayat düsturu ka-
bul etmiş, ilimle meşgul olmuş, ilim hazinesi ha-
line gelmiştir:
“Bir kimse, ilim elde
etmek arzusuyla bir
yola girerse, Allah o
kişiye cennetin yolu-
nu kolaylaştırır. Mu-
hakkak melekler yap-
tığından hoşnut oldukları
için ilim öğrenmek isteyen kim-
senin üzerine kanatlarını gererler.
Göklerde ve yerde bulunan-
lar, hatta suyun içinde-
ki balıklar bile âlim ki-
şiye Allah'tan mağfiret
dilerler.
Âlimin âbide karşı üstünlüğü, ayın diğer
yıldızlara olan üstünlüğü gibidir. Şüphesiz ki
âlimler, peygamberlerin vârisleridir. Peygam-
berler altın ve gümüşü miras bırakmazlar; sa-
dece ilmi miras bırakırlar. O mirası alan kimse,
bol nasip ve kısmet almış olur.”3
Medineli meşhur yedi tâbiin fakihi arasın-
da yer alan Kâsım b. Muhammed (k.s.) Mescid-i
hazİnelerİİlİm
Kasım 201138 39
Nebevî’de ders halkası bulunan önemli âlimlerden
ilmi, edebi, irfanı ve ahlâkı yüksek şahsiyetlerden-
dir.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri il-
min ve âlimin önemine şöyle işaret buyurur:
“İman, yalnız insanın kendi nefsine fayda-
sı olan ve faydası başka kimselere tecavüz etme-
yen sıfat ve hikmetlerden ibaret olmayıp, böy-
le fayda ve menfaati başka kimselere de dokunan
içtimaî, ma’şerî sıfat ve hasletleri de câmidir. Din
âlimlerinin bildirdikleri veçhile imanın yetmiş bu
kadar şûbelerinden biri de ilm öğretmek ve öğren-
dikten sonra, ilmi neşretmektir ki, ilim içtimaî ve
ma’şerî bir sıfat ve haslet olduğu meydandadır.4
Pek âlâ bilirsiniz ki, vaktinde bakılmayan, iste-
diği tımarı ve suyu bulamayan bir tarlada, hasat
zamanı sahibine hasret ve nedametten başka bir
şey vermez. Bu nasıl böyle ise ilim, irfan nurlarıyla
yıkanıp parlatılmayan bir kalpte temizliğe, ibâdet
ve taata mahal olamaz, öyle bir kalpte ahlâkî fazi-
let meydana gelmez, gelse de uzun müddet yaşa-
maz. Hayatın esası su olduğu gibi, rûh-ı insanın,
beşerin hayatı, izzet ve şerefi, insanın kemâli, baş-
kalarından imtiyazı da ancak ilim iledir. Fertlerin
cemiyetlerin ilerlemesi ve yükselmesi ilm ile geri-
leyip düşmesi de cehl iledir.
Cehâlet yüzünden, nice aileler perişan olmuş,
ne kadar milletler dünya haritasından silinip git-
miştir. Dünyada ilimsiz hiçbir sahada ne ilerleme,
ne de yükselme olur. İnsanı bozan düşüncelerden
hurâfelere kapılmaktan alıkoyan, insan ruhunu
ihtiras ve helecan gibi fena hallerden koruyan, an-
cak ilimdir, ilme dayanan muhakeme ve düşün-
cedir.”5
“İlmi Gizlemek Helâl Değildir”
Kasım b. Muhammed hazretleri, ilmi gizleme-
nin helâl olmadığını söyler, sorulan sorularda bil-
mediklerini cevaplandırmaz, bir fikir beyan et-
tiğinde onun şahsî görüşü oluğunu ve mutlaka
hakkı yansıttığını ileri sürmediğini vurgulardı.6
Özellikle ehl-i re’ye, insanın Allah(c.c.)’ın farz-
larından habersiz yaşamasının bilmediği şeyleri
O’na ve Resûlüne nispet etmesinden daha hayır-
lı olduğunu söyleyerek indî fetva vermemeleri-
ni öğütlerdi.7 Fetvalarına bir örnek olarak kişinin
akıl ve ruh sağlığının temini ve yolculukta devele-
rin hızlandırılması gibi meşru amaçlarla musıkîyi
caiz görmesi zikredilebilir.8 Allah(c.c.)’ı gereğince
tanıyan kişinin bilmediği hususlarda ahkâm kes-
mektense cahil görünmesinin daha iyi olacağını
söylemektedir. Yine Medine valilerinden biri ken-
disini ziyarete gelip kendisinden nasihat etmesi-
ni istediğinde, ona; “Kişinin bildiğini ifade etmesi,
onun keremindendir.” hatırlatmasında bulun-
muştur.
İbn İshak değerlendirmede bulunarak der ki:
“Kâsım b. Muhammed, Sâlim daha büyük âlimdir,
diyerek yalan söylemedi. Ben ondan daha büyük
âlimim diyerek de nefsini temize çıkarmadı.”
İbn Maîn, Ubeydullah-Kâsım-Aişe ravi zinci-
rini “altın yaldızlı senet” şeklinde niteler. Müs-
lim b. Haccâc’ın çok önem verdiği Kâsım b.
Muhammed’e ait rivayetler Kütüb-i Sitte’de yer
almıştır.9
Âlimlerin ölüp gitmesiyle ilmin yok olmasın-
dan endişe eden Halife Ömer b. Abdilaziz, Me-
dine valisi Ebû Bekir b. Hazm’a bir ferman gön-
dererek başta teyzesi Amre bint Abdirrahman ve
Kâsım b. Muhammed’in rivayetleri olmak üzere
Peygamber Efendimizin hadislerini araştırıp yaz-
masını istemiştir. Bunun üzerine vali Ebû Bekir’in
rivayetleri derleyip halifeye gönderdiği belirtil-
mektedir.10
Bilmiyorum Demekten Çekinmezdi
Emevî döneminin karışık siyasî ve içtimaî orta-
mında yetişti. Yaşadığı dönem siyasî kargaşaların
alıp yürüdüğü, devlet adamlarının ve zenginlerin
dünyaya daldıkları bir dönemdi. Bu sebeple zâhid
âlimler Peygamber Efendimiz ve ashâbının sade
hayatlarına büyük bir özlem duyarlardı. Gözü
yaşlı bahtiyarlardandı. Ömer İbn Abdilaziz eğer
elimde olsa hilafeti Kâsım b. Muhammed’e bırak-
mak isterdim, derdi. Kendisine bilmediği konu-
larda sorulan sorulara bilmiyorum demekten çe-
kinmezdi. Çok üstüne gelenlere de şunu söylerdi:
“Kişinin, Allah (c.c)’ın kendisine farz kıldığı şey-
leri bildikten sonra cahil olarak yaşaması bilme-
diği şeyler hakkında söz söylemesinden daha iyi-
dir.” Bu veciz ifadeyle mütenasip olarak, ledünni
ilimden habersiz, bilmeyen ve güzelliklerin farkı-
na varmayan birinin daha çok inkâra düşmeme-
si için kendi noksanını bilmenin âriflik olduğunu
Hulûsi Efendi bir beytinde bizlere şöyle hatırlatır:
Bilmedinse hatt u hâli zülfünün sırrın eğer
Cehlini bil eyleme inkâr inkâr üstüne11
Ömrünün son üç yılında gözleri görmeyen
Kâsım b. Muhammed, yetmiş veya yetmiş iki ya-
şında iken bir hac ya da umre yolculuğu sırasında
Kudeyd mevkiinde vefat etti ve Müşellel’de def-
nedildi.12 Ölüm tarihi ile ilgili olarak 101/719, ila
112/730 yılları verilmektedir.
Kâsım b. Muhammed uzunca boylu, esmer
tenli idi. Sakalının iki tarafı seyrek idi. Gözleri si-
yahtı. Gözlerinin yaşı durmaz akardı. Allah (c.c)
korkusundan daima boynu bükük dururdu. Al-
nında secde alameti bir nur vardı.13Es-Seyyid H.
Hamidettin Ateş Efendi’nin ilimle ilgili şu kelâmı
kibarlarını naklederek yazımızı bağlayalım:
“Allah adına okuyan ilmin zevkine erer, sevaba
ulaşır. Allah adına yapılmayan bir işin onun ka-
tında hiçbir değeri yoktur. Dinimizde okumanın
öğrenip bilgi edinmenin yeri zamanı ve cinsiyeti
yoktur. İlim Müslüman’ın yitik malıdır. Onu nere-
de bulursa alır. Bu noktadan hareket eden ataları-
mız insanlığa ölmez abideler bırakmışlardır. Pey-
gamber Efendimiz: “Kim ilim tahsil etmek için
bir yola girerse, Allah o kişiye cennetin yolunu
kolaylaştırır.”14 buyurmuştur. Öyle ise İslâm’ın
bu sesine kulak verelim. Dinimizi ve dünyamızı
mamur edecek ilimleri öğrenmede yarış edelim.”15
1 Ateş, Es-Seyyid Osman Hulûsi, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz. Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz), Nasihat Yay., İstanbul, 2006, s. 80.
2 Şakir Mustafa, et-Târihu’l-Arabî vel-Müerrihûn dirâsetün fî tetavvuri ılmi’t-tarih ve marifeti ricâlihi fi’l-İslâm, Dâru’l-Ilm, Beyrut 1978, c. I, s. 154; Bkz: Özköse Kadir-Şimşek Halil İb-rahim, Altın Silsileden Altın Halkalar, Nasihat Yay. Ank. 2009, s. 71.
3 Ebû Dâvûd, İlim 1; Tirmizî, İlim 19.4 Ateş, Es-Seyyid Osman Hulûsi,
Şeyh Hamid-i Veli Minberinden Hutbeler, (Haz. Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz), Nasi-hat Yay., İstanbul, 2006, s. 23
5 Ateş, Hutbeler, s. 141-142.6 Ez-Zehebî, A’lâmi’n-nübelâ, c. V, s. 57.7 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, Dâru
Sadr, Beyrut, ts., c. V, s. 188.
8 Cengiz Kallek, “Kâsım b. Muham-med b. Ebî Bekir”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, İstanbul 2001, c. XXIV, s. 545.
9 Kallek, “Kâsım b. Muhammed b. Ebî Bekir”, DİA, c. XXIV, s. 545.
10 Şihabuddin Ebü’l-Fazl Ahmed b. Ali İbn Hâcer el-Askalânî, Tehzîbü’t-tehzîb, Tahk.: Mustafa Abdülkadir Atâ, Dâru’l-Kutübi’l-Ilmiyye, Beyrut 1994, c. VIII, s. 291.
11 Ateş, Dîvân, s. 245.12 İbn Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ, c. V, s.
194. 13 El-Hânî, Âdâb, s. 40.14 Müslim, Zikr 39. Ayrıca bk. Buhârî,
İlim 10;15 H. Hamidettin Ateş Hutbe Arşivin-
den, (19.09.1986)
Dipnot
41Kasım 201140
DenemeMehmet SERTPOLAT
İlk çocukluk yıllarımdan
itibaren en çok merak
ettiğim insan O’ydu. Me-
rak ettikçe okudum hayatını. İl-
ginçtir, okudukça merakım daha
da arttı. O, Arabistan çöllerin-
den dünyayı aydınlatmaya baş-
layan bir ışıktı! Ben ise O’nun
etrafında pervane olmak istiyor-
dum. Bu yüzden benim için yıl-
larca yürek yangını oldu. Uzun
yıllar böyle geçti. Her okumay-
la biraz daha artıyordu O’na olan
hayranlık ve hasretim. Bu böy-
le uzaktan uzağa olmayacaktı.
Bir gün O’na ve kutlu izine ula-
şabilmek için yola çıkmalıydım.
Senelerdir her köşesinde kutlu
bir hatırası olan o beldeleri gez-
meyi istiyordum. İzinin tozuna
Yûnus’ça yüz sürmekti amacım.
Aradan çok zaman geçmişti.
Bazı izlerinin kaybolmuş olabi-
leceğini tahmin edebiliyordum.
Ama zihin haritamda yer etmiş
pek çok köşe taşının hala O’nun
hatırasını koruduğunu düşünü-
yordum. Koruduğunu düşün-
müyor, aslında koruması gerek-
tiğine inanıyordum Ne de olsa O
âlemlere rahmet olarak gönderi-
len kutlu bir elçi değil miydi?
Yıllardır özlemiyle yandığım
ve büyük bir aşkla yönelip var-
mak istediğim Mekke’deydim.
Rüya mı görüyordum? Zihnim
bana oyunlar mı kurguluyor-
du anlayamıyordum. Seneler-
dir hayallerimi süsleyen Mek-
ke’deydim! Evet, evet burası
Mekke’ydi! Ama O Mekke’de
yoktu! Önce yetim, sonra ök-
süz büyüdüğü Mekke sokakla-
rı O’ndan bir işaret taşımıyor
gibiydi! Sanki O verildiği sütan-
nesi Halime’nin köyünden hiç
Mekke’ye dönmemiş gibi orta-
larda yoktu!
Atası İbrahim (a.s) in diktiği
Kâbe dimdik ortada ve mümin-
ler onu tavaf ediyorken, O neden
yoktu Mekke’de? Yoksa Hıra’da
yine inzivaya mı çekilmişti?
Cibril-i Emin ile karşılaştığı o
Hıra Mağarasından titreyerek
döndüğünde, Hatice validemize:
“Üstümü örtün, Üstümü örtün!”
dediği günkü o ev şimdi nerede?
“Ey örtüsüne bürünen” diye
ilahi vahye muhatap olmaya baş-
ladığı o ev, o evin sokağı ve o şe-
hir şimdi nerede? İlk inananların
toplandığı Erkam’ın evi ne tara-
fa düşüyordu? İslam’ı tebliğ et-
meye başladığında üzerine hay-
van leşi ve diken atılan o günkü
sokakların, en azından bir kroki-
si kalmış mıdır şimdi?Ne hüzün!
Eşinin ve amcasının vefat etti-
ği yıla “Hüzün Senesi” demişler-
di. Sonra aralarında imana gelen
olur mu diye Taif’e gidip tebliğde
bulunmuştu. Taif’e Mekke’nin
hangi yolundan, nasıl gitmiş-
ti? Taşa tutulup geri döndüğün-
de, ne taraftan şehre girmişti?
O gün çok acı çekiyordu! Acı-
sı taşlanmadan dolayı değil, Ta-
iflilerin imana yanaşmamış ol-
malarındandı. O’nun acısını
benliğimde hissederek, görmüş
olabilirler diye, Taif yolu boyun-
ca sıralanmış taşlara, kumlara
O’nu sormak istedim. Her taraf
asfaltlanmış olduğu için muha-
tap bulamıyordum. Dökülen as-
falt ise O’nu göremeyecek kadar
yeniydi!
Sonra Hıra Mağarasına çık-
tım.Hani Rabbi ile baş başa kal-
mak için gidip günlerce kaldığı
ve “İkra…” ile başlayan ayetler-
le taltif edildiği Hıra’ya!...Yollara
taş ve beton döşenmiş, sarplığı,
doğallığı kısmen değiştirilmişti.
YOLUNDAO’NUN
43Kasım 201142
O’nun mübarek ayaklarının değ-
diği zemini –hacılara kolaylaş-
tırmak adına – o zemindeki O’na
ait muhtemel izleri kaybedenler,
bir de ellerinde harç malalarıyla
para yardımı talep etmezler mi?
Efendimizin affına sığınarak,
içimden “İz düşmanları!” diye
haykırmak geldi. Ancak niyet-
lerinin halis olduğunu düşüne-
rek acı acı tebessüm ettim onla-
rın haline! İngilizce olarak birine
nereli olduğunu sordum, biraz
da utanarak. “Bangladeş” dedi.
Yola devam ettim. Çıkarken sü-
rekli salâvat getiriyor ve yüzler-
ce- binlerce insanın iniş ve çı-
kışlarının silüetini görüyordum
sadece. Bir hayal gibi geliyordu
her şey! Bir grup genç Türk ha-
cısı zirveye yakın bir yerde mola
vermiş ve ilahi okuyorlardı. Çok
hoşuma gitti. Soluklanıp kulak
verdim: “Sevdim seni mabudum
ah canan diye sevdim” diye de-
vam ediyordu. Dinledim… Din-
ledim… Bitince, Efendimizi
görebildiniz mi, mağarada inzi-
vada mıydı, diye sordum. Öyle-
ce baktılar yüzüme. Hüzünle tır-
manmaya devam ettim.
Zirvedeydim. Allah’a şükür,
mağarası Hıra, olduğu gibi duru-
yordu. Kokladım, gül kokuyor-
du, ama O yine yoktu! Oradan
gözlediği, bakarken; tevhidin
sembolü olduğu için seyrine do-
yamadığı Kâbe’ye nazar ettim.
Ama kralın sarayı ve başka yük-
sek binalar boğmuştu Kâbe’nin
görüntüsünü! Bu yüzden O’nun
buradan bakıp gördüğü gibi gö-
remedim Harem-i Şerifi. Ya şim-
di O de nazar etmeye gelseydi,
ne yapardı? O sarayları, Kâbe’ye
enginlik hissi veren yüksek bina-
ları, Hiltonları… Derhal yıktırır
mıydı diye kendi kendime hayıf-
landım.
Sevgili Efendimizin hicre-
te zorlandığında, ayette “İki-
nin ikincisi” diye onurlandırı-
lan Hz. Ebubekir ile iltica ettiği
Sevr mağarasına yöneldim. O’nu
aradım! O’nu ve izini! Güvercin-
ler uçmuş, mucize örümcek ora-
dan ayrılmıştı! O ve ikincisi olan
“Sıddıyk” yoklardı orada! Yok-
lardı, ama yine gül kokuyordu!
Efendimiz zaten güllerin efendi-
si değil miydi?
O’nu ve izini aramak için, ye-
niden düştüm yollara!.. Yok!...
Yok!... Yoktu Efendimiz! San-
ki Mekke yarılmışta O içi-
ne girmişti! Yalnız böyle olsay-
dı, Cennetü’l Mualla’da, biricik
eşi Hz. Hatice validemizin kab-
ri yanında olması gerekmez
miydi? O’nu hiçbir yerde göre-
meyince, Hz. Ebubekir’i hatırla-
dım. Hani gecenin bir kısmında
Efendimizin Burak ile Mescidi
Haram’dan, Mescid-i Aksa’ya,
oradan da Sidretü’l Münteha’ya,
yani Mirac’a gidişini duyduğun-
da, inanamayıp alay eden müş-
riklere “O söylemişse doğrudur.”
diyen Sıddîk arkadaşı, kayın pe-
deri ve hastalandığında, cema-
ata namazı kıldırması talima-
tını verdiği, yegâne halifesi Hz.
Ebubekir’i aradı orada gözlerim!
Nafile O da yoktu! Tıpkı Efendi-
miz gibi.
Zaman hac mevsimiydi ve
hac ibadeti henüz bitmişti. Mes-
cidi Haram’ın varlığına rağmen,
Mekke bana dar gelmeye başla-
mıştı! Çünkü Mekke’de Efendi-
miz yoktu! “Gökteki yıldızlar gi-
bidir.” dediği ashabının çoğu da
yoktu Mekke’de! Sonra sünneti-
ne uyarak, Medine’ye yöneldim.
Yol hicret yoluydu. Ancak o yol
değildi. Her taraf otoban olmuş-
tu. Ben de, yol boyu devam eden,
el ve makine değmemiş tepelere
bakarak, en azından Rasulullah’ı
devesinin üstünde bunlar gör-
müşlerdir diye gıpta ile izliyor-
dum etrafı. Ama nafile ne iz, ne
işaret? Medine’ye iyice yakla-
şıyorduk. Hani o “Ensar” diye
Kur’an da övülmüşler yurduna!
Kuba’da ilk Cuma Namazını kıl-
dırdığı mescid civarında izleri-
ni aramaya devam ettim Efen-
dimizin, yine yoktu! Sanki çöl
yutmuştu ilk mescidi. Yerine ha-
tırasına başka ve büyük bir mes-
cid yapmışlardı. Yer kaybolma-
mıştı, ama O yine yoktu! Verdiği
ve hadis kitaplarında yer alan o
ilk Cuma hutbesini hatırladım.
Sonra neden Cuma Namazını,
Mekke zulmünden kurtuluncaya
kadar kılmadığını-kılamadığını
yüreğimde hissederek gözlerim
doldu. Burada da duramazdım,
çünkü Efendimiz burada da yok-
tu! Hedef Medine idi. “Üzerimi-
ze ay doğdu Veda Tepelerinin
üstünden…” diyerek Peygam-
berimizin, yani O’nun gelişini
kutlayan Medine. İlkin, üzeri-
ne ay doğan Ensar Medinelile-
ri aradım Medine’de! Üzerlerine
doğan ay ve yıldızların tümü-
nü göstersinler diye. Akabe’de
Peygambere, Mekke müşrikle-
rine karşı, kendi can, namus ve
mallarını korur gibi koruyacak-
larına dair beyat veren Medine-
lileri! Uhud’da, mübarek dişi-
nin kırıldığında, “Muhammed
öldü!” diye sevinç çığlıkları atan
Mekke müşriklerine, ağlayarak
ve etrafında etten bir duvar öre-
rek “Muhammed ölmedi, O ya-
şıyor!” diye can siperane bağırıp
savaşan Medinelileri!
Veda Haccı’nda, Arafat
Meydanı’nda, “Bu gün üzerini-
ze nimetimi tamamladım ve din
olarak İslâm’ı seçtim.” ayetini
okuduğunda, artık iki cihan ser-
verinin vefatının yaklaştığını an-
layıp, sicim gibi gözyaşı döken
Medinelileri! Yani Ensar ve on-
lara katılan Muhacir Medinelile-
ri aradım Medine sokaklarında!
O Medineliler yoktu! Bambaşka
Medineliler vardı Medine sokak-
larında! Aradığım Medinelile-
ri Cennetü’l Baki Mezarlığı’nda
buldum. Hepsi de cennetten bi-
rer bahçe olan, üzeri kaybol-
muş mezarlarında yatıyorlar-
dı. Bir bir hatıraları canlandı ve
Hayatü’s-sahabe bir film şeridi
gibi geçti gözlerimin önünden!
İzlerini ararken kendi mescidin-
de buldum O kutlu elçiyi. Yanın-
da Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer.
Efendimiz, yattığı yerden san-
ki onlara bir şeyler fısıldıyordu.
“Beni vefatımdan sonra ziyaret
edenlerin salât ve selamları, tıp-
kı sağlığımda ki gibi bana bildi-
rilir.” buyurduğunu hatırladım
ve sevinçle, herhalde biz ümme-
tinin salât ve selamına mukabe-
lede bulunuyordur diye bir iç ge-
çirdim! Sonra daha bir aşk ve
şevkle selam verdim ve salâvat
getirdim! Beni de, ümmeti ara-
sına alır ümidiyle! Mahşer günü
hatırlar da şefaat etmek için rab-
bimize vesile olmaya çalışır diye.
Ben, Efendimizi göremiyordum,
ama biliyordum ki benden ha-
berdardı! Selamım O’na iletili-
yordu! Bu benim için ne büyük
bir bahtiyarlıktı Allah’ım! Rab-
bim sana şükürler olsun!
Yolculuğum boyunca, rahmet
peygamberinin tarihi izleri üze-
rine şöyle bir intiba edinmiştim:
O’nun Mekke ve Medine’de-
ki izlerinin çoğu kaybolmuştu ne
yazık ki. En büyük tesellim ise,
Medine’deki Mescid-i Nebevî
ve Raşit Halifelerinin kabirle-
rinin var olmasıydı. Çünkü O
aydı! Cennetü’l Baki de, ayın et-
rafındaki yıldızlar kümesi gibi
Mescid-i Nebevî’yi kuşatıyor-
du. Ancak, çöl kumlarının üzeri-
ne kurulan Arap Medeniyeti’nin
yeni binaları sanki Efendimi-
zin tüm izlerini yok etmek için
kurulmuştu! Bunu bir türlü içi-
me sindiremiyordum! Ne gelir-
di ki elden! Ama olsun, Mescid-i
Nebevî vardı ya! Medine’ye do-
ğan ay olarak O vardı ya! Yanın-
da Cennetü’l Baki ve yıldızları
olarak ashabı vardı ya!
Gönüller sultanının çoğu iz-
leri kaybolmuştu hüzünlendim!
Ancak ümmetinin salât ve sela-
mından haberdar edilen gülle-
rin efendisi ve Hatemü’l Enbiya
olarak O âlemlere rahmet pey-
gamberini buldum ya! Şükür-
ler olsun Mevla’ya! Medine biraz
daha büyüdü gözlerimde! Ülke-
me dönerken buruk bir sevinç
vardı içimde.
45Kasım 201144
Üstün Sabır Sahibi Güzel Bir Kul
Kur’ân-ı Kerim’de Hz.
Eyyûb (a.s) hakkında hastalığın
ve Allah’ın lütfuyla şifa bulma-
sı hakkında bilgiler verilmiştir.
Burada, önceki bilgilere ilâve
olarak, onun yakalandığı dert-
ten nasıl kurtulduğuna, malına
mülküne yeniden kavuştuğuna,
engin sabrına ve hanımıyla ilgi-
li bir duruma işaret edilmiş; ay-
rıca onun Allah’a yönelen çok
güzel bir kul olduğu belirtilmiş-
tir:
“Ey Muham-
med! Kulumuz
Eyyûb’u hatırla!
Hani bir zaman o,
Rabbine, ‘Gerçek-
ten şeytan bana
meşakkat ve ıs-
tırap dokundur-
du!’ diye nida
etmişti, ona, ‘Aya-
ğını yere vur! İşte
sana, yıkanılacak ve içilecek
soğuk bir su!’ dedik. Nezdimiz-
den bir rahmet ve akıl sahiple-
rine bir öğüt olmak üzere biz,
ona aile fertlerini ve önceki
mal-mülkünü bahşettik, bir o
kadar da artırdık.”
Kavmine peygamber olarak
görevlendirilen Hz. Eyyûb (a.s),
tefsirlerde ve diğer kaynaklar-
da anlatıldığına göre büyük bir
zengindi. Geniş topraklar, bağ-
lar, bahçeler ve kalabalık sürü-
ler sahibiydi. Son derece sağ-
lıklı bir bünyeye sahip olup çok
sayıda çocuğu vardı. Ömrünün
bolluk ve sağlık içinde geçirdi-
ği yıllarında, varlıklı ve sağlıklı
bir kulun yapabileceği en güzel
kulluk şeklini göstermişti. Son
derece muttakî, Allah’ın verdi-
ği nimetlere şükreden ve muh-
taçlara yardımcı olan bir kul
olmuştu. Dünya malı hiçbir şe-
kilde onu tuzağına düşüreme-
mişti. Bunlarla alâkalı olma-
lı ki, Yüce Allah, onu kendisine
bol bol verdiği bu nimetlerle,
çocuklarının çokluğu ve bede-
ninin sıhhatiyle imtihan etmek
istedi. Onu malını mülkünü
ve ardından yakınlarını elin-
den almakla imtihan etti. Bü-
tün mal varlığını ve çocuklarını
kaybeden Hz. Eyyûb (a.s), aynı
zamanda ağır bir hastalığa ya-
kalandı. Bu durumda ise o, has-
ta ve muhtaç sâlih kullar için
örnek bir hayat yaşadı. Başına
gelen bu sıkıntılara karşı sabır
zırhına bürünerek Allah’a ham-
dine ve yoğun ibâdetine devam
etti. Asla kırgınlık göstermedi,
büyük bir tevekkülle Allah’tan
gelen her şeye razı olduğunu
gösterebilmek için elinden ge-
leni yaptı. Bolluk zamanında
olduğu gibi, darlık hallerinde
nasıl olunması gerektiği husu-
sunda sâlih kullar için güzel bir
örnek oldu.
Hatta neticede,
Allahu Teâlâ tara-
fından “sabırlı, güzel
bir kul olarak tanıtıl-
ma” yanında, sabır-
lı kişiler hakkında en
önemli örnek hâline
geldi. Rivayete göre
sâliha bir hatun olan
hanımı da, bolluk-
ta ve darlıkta ondan
farksızdı. Nimetlere
şükretmesini bilen bu bahtiyar
kadın, sıkıntı ve ağır hastalık
günlerinde, kocasını terk etme-
di, onu yalnız bırakmamak için
elinden geleni yaptı ve her tür-
lü hizmetini yürütmeye çalıştı.
Eyyûb-ı pür-derddir gönül
Ya’kûb-ı firkatdir gönül
Yûsuf-ı hasretdir gönül
Ey yâr-ı gâr gelmez misin? 2
“Allahu Teâlâ tarafından “sabırlı, güzel bir kul olarak tanıtılma” yanında, sabırlı
kişiler hakkında en önemli örnek hâline geldi. Rivayete göre sâliha bir hatun olan
hanımı da, bollukta ve darlıkta ondan farksızdı.”
DÎVÂN-I HULÛSÎ-İ DÂRENDEVÎ’DE
HZ.EYYÛB(A.S.)
Eyyûb-ı pür-derddir gönül
Ya’kûb-ı firkatdir gönül…KültürResul KESENCELİ
Bekir SARI
Kasım 201146 47
“Gönlüm Eyyûb Peygambe-
rin tüm dertleri sıkıntıları ve
çileleri ile dertlenmiştir. Ya-
kup Peygamberin ayrılık ıstıra-
bı içerisindedir. Yûsuf Peygam-
berin ise hasret ayrılık çilesini
çekmektedir. Ey çok vefalı dost
nerelerdesin, gelmiyor musun,
gelsen de bu dertlerim, çilele-
rim sona erse. Bu dertlerimin
sona ermesi senin gelmene bağ-
lı.”( Yâr-ı Gâr: Vefalı sadık dost,
hicret sırasında Hz. Peygambe-
re (s.a.v) mağarada arkadaşlık
yapan Hz. Ebu Bekir (r.a), iki-
nin ikincisi.)
Aynı zamanda yukarıdaki
dörtlükte bazı peygamber isim-
leri geçmekte (Eyyûb, Ya’kûb,
Yûsuf Peygamberler) ve Yâr-ı
Gâr ifadesiyle de Hz. Peygam-
ber (s.a.v) ve Hz. Ebu Bekir ifa-
de edilmektedir.
Şeytanın Vesvesesi
Müfessirler, son âyette, Hz.
Eyyûb (a.s.)’ın hastalığı sırasın-
da duyduğu meşakkat ve acıyı,
şeytana nispet etmesinin yanlış
anlaşılabileceğini düşünerek, bu
işin hakikatini şöyle açıklamış-
lardır; Hz. Eyyûb (a.s), «Ger-
çekten şeytan bana meşakkat
ve ıstırap dokundurdu!» der-
ken, şeytanın insanlar üzerin-
de hastalık ve sıkıntı meydana
getirdiğini veya onun böyle bir
güce sahip olduğunu kastetme-
miştir. Zâten şeytanın böyle bir
gücü de yoktur. Çünkü böyle bir
güce sahip olması durumunda
insanların onun kötülüklerin-
den kurtulmaları mümkün ola-
mazdı. Şeytanın insanlar üze-
rindeki yetkisi, vesvese vermek
suretiyle onları etkilemesinden
ibarettir. Hz. Eyyûb (a.s)’ın kas-
tettiği de işte bu vesvesedir. Şey-
tanın Hz. Eyyûb (a.s)’a verdiği
vesvesenin keyfiyeti hakkında
ise farklı açıklamalar yapılmış-
tır. Bu hususta söylenenler özet-
le şöyledir:
Hz. Eyyûb (a.s)’ın hastalı-
ğı şiddetlenince, ona gelen şey-
tan, önceden sahip olduğu ni-
metleri ve o andaki hastalığını
hatırlatarak, onu rahatsız etme-
ye çalışırdı. Veya vesvese sure-
tiyle gelir, sıhhat bulamayaca-
ğından bahsederek onun zihnini
karıştırırdı. Yahut eşine, “Kocan
bana itaat ederse, hastalığını
gideririm.” der, bunun üzerine
eşi, şeytanın sözlerini aktararak
Eyyûb’ u rahatsız ederdi. Bu yol-
lardan hangisiyle olursa olsun,
onun vesvesesi kendisini rahat-
sız ettiğinden, Hz. Eyyûb (a.s),
onun şerrinden kurtulmak için
Allah’a duâ etmiştir.
Şifa Bulması
Kur’ân-ı Kerim’de açıkla-
nan diğer bir husus, Hz. Eyyûb
(a.s)’ın şifa bulmak için yap-
tığı duânın Allahu Teâlâ tara-
fından kabul edilmesi ve has-
talıktan kurtulması için ne
yapması gerektiğinin bildirilme-
sidir. Cenab-ı Hak, ona “Ayağını
yere vur! İşte sana, yıkanılacak
ve içilecek soğuk bir su!” buyu-
rarak hastalığından nasıl kurtu-
lacağını açıklamış, bunun üze-
rine ayağını yere vurduğunda,
oradan soğuk bir su fışkırmış ve
Hz. Eyyûb (a.s), o sudan içip ar-
dından banyo yapınca şifa bul-
muştur.
Hz. Eyyûb (a.s)’ın hastalı-
ğı, Enes b. Mâlik’ten nakledilen
bir hadise göre on sekiz yıl de-
vam etmiştir. Bu hastalığın yedi
veya üç yıl sürdüğünü bildiren
rivayetler de vardır. Bir hadiste
de Hz. Eyyûb (a.s)’ın bu hasta-
lığa bir çarşamba günü yakalan-
dığı ve bir salı günü kurtulduğu
belirtilmiştir.
Eyyûb misâli sabrı kâmil
Eyledi bu visâle seni nâil3
“Hz. Eyyûb (a.s) gibi her çi-
leye, sıkıntıya, belaya tam ola-
rak boyun eğer sabır gösterirsen
O sevgili seni muradına kavuş-
turur, eriştirir. / O zaman vuslat
hâsıl olur.”
Yüz Değnek Meselesi
Âyetteki “Biz, Eyyûb’a, ‘Eli-
ne bir demet sap alıp onun-
la hanımına vur, yeminini
bozma!’demiştik. Gerçekten biz,
onu sabırlı bulmuştuk. O, ne
güzel kuldu! Daima Allah'a yö-
nelirdi.”4 ibaresiyle işaret edi-
len hususa gelince, Fahreddin
Râzî ve Beyzâvî’nin naklettikle-
rine göre, hastalığı günlerinde,
eşi bir ihtiyaç için gittiğinde geç
gelmiş, bu duruma öfkelenen
Hz. Eyyûb (a.s), “Hastalığım-
dan kurtulursam sana yüz değ-
nek vurayım!” diye yemin etmiş-
ti. Cenab-ı Hak, onun yeminini
yerine getirmesi için bir kolay-
lık gösterdi. Çöplerden bir de-
met yaparak bir defa vurmasıyla
yemininin yerine geleceğini bil-
dirdi.
Başka bir rivayete göre
ise, hastalığı arttığında ha-
nımı, “Sen duası makbul bir
adamsın, dua et de Allah şifa-
nı versin!”deyince, “Biz yetmiş
yıl nimetler içinde yüzdük, yet-
miş yıl da belâ ve sıkıntıya sab-
redelim! Allah bana şifa verirse
sana yüz sopa vuracağım.” diye
yemin etmiştir. Elmalılı, bu
konu hakkında şöyle demiştir:
“Deniliyor ki, Hz. Eyyûb (a.s),
bir hâdise dolayısıyla eşine yüz
değnek vurmaya yemin etmişti.
Böylece bir demet yaparak vur-
makla yeminin yerine geleceği
kendisine ruhsat olarak göste-
rilmiş, şer’î ceza ve yeminlerde
bu “Eyyûb ruhsatı” adıyla bakî
kalmıştır. Âyette ne demeti ol-
duğu açıkça belirtilmediği için,
daha geniş mânâlara ihtimali
vardır.
Kendisine Yeniden Çocuk ve Mal
Verilmesi
Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Eyyûb
(a.s)’m isminin zikredildiği En-
biya Sûresinde Cenab-ı Hak,
bazı peygamberlerine verdiği
imkânlar ve onlara yaptığı yar-
dımlardan bahsederken, Hz.
Eyyûb (a.s)’in yakalanmış oldu-
ğu hastalıktan kurtulmak için
yaptığı duaya da işaret etmiş ve
onun bu duasını kabul ettiğini,
ona şifa ile birlikte yeniden evlât
ve bol miktarda mal verdiğini
açıklamıştır. Ayrıca onun bu du-
rumunu, musibetlere mâruz ka-
lan mü’minlerin, bu belâların gi-
derilmesini Allah’tan istemeleri
ve ihlâsla O’na sığınmaları hu-
susunda örnek göstermiştir:
“Eyyûb’u da hatırla! O, bir
zaman Rabbine, ‘Doğrusu ben
bir hastalığa yakalandım. Sen,
merhametlilerin en merhamet-
lisisin, bana merhamet et!’ diye
duâ etmişti. Bunun üzerine du-
asını kabul ettik ve onu yaka-
landığı dertten kurtardık.” 5
Kur’ân-ı Kerim, Allahu
Teâlâ’nın, duasını kabul ederek
sağlığına tekrar kavuşturduğu
Hz. Eyyûb (a.s)’a, önceden oldu-
ğu gibi, çok sayıda çocuk ve bü-
yük bir servet bahşettiğini, hatta
önceki servetini ikiye katladığını
da haber vermiştir.
1 38/Sâd, 41-442 Ateş, Es-Seyyid Osman Hulûsi, Dîvân-ı Hûlusi-i
Darendevî, (Haz. Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz), Nasihat Yay., İstanbul, 2006, s, 144.
3 Ateş, Divân, s, 323.4 38/Sâd, 41-445 21/Enbiya, 83-84.
Dipnot
49Kasım 201148
Mutlu insan ken-
di hayatını ya-
şayabilendir.
Elindeki nimetlere şükretme-
sini bilen, başkalarını kendisi-
ne ölçü almayandır. Kendisin-
den daha iyi durumda olanlara
haset etmeyen, başkaları bir
musibete uğradığında bundan
keyif almayandır. Allah’ın her-
kese ihsanda bulunmasını ta-
lep eden, başkaları için her za-
man iyilik düşünendir. Velhasıl
iyi kalplidir.
Başkalarını kendisine ölçü
alan, onların elde ettiklerini
elde etmeye çalışan, kıskanan
ve haset eden, hep bende olsun
başkalarında olmasın diyenle-
re gelince… İşte bunlar haya-
tı kendilerine zehir edenlerdir.
Diğer insanların başarıları-
nı hazmedemeyenlerdir. Kendi
hayatlarını yaşayamayanlardır.
Böylesi insanlara baktığımızda
şöyle bir tabloyla karşılaşırız:
Kendi Başarılarından Haz Almaz
İnsan sürekli olarak etrafın-
daki kişileri takip ettiğinde ken-
di başarılarından keyif almaz.
Çünkü her zaman açtır. Müthiş
bir doyumsuzluk içindedir. Ka-
naat duygusu körelmiştir. İçin-
de bulunduğu nimetlere, elde
ettiklerine şükretmez. Pek çok
insanın onun sahip oldukla-
rından yoksun olduğunu aklı-
na getirmez. Hep daha fazlasını
ister. Çünkü gözü başkalarında
olduğundan kendi kazandıkla-
rı ona yetmez. Etrafındaki ki-
şilerin kazandıklarını da elde
etmek ister. Her zaman en ço-
ğunu kendisinin elde etmesi-
ni arzular. Elindekileri başkala-
rıyla kıyasladığından elde ettiği
gözünü doyurmaz. Hele başka-
sı da onun gibi bir başarı elde
etmişse kendi başarısı hiç gözü-
ne gelmez. Hatta kendi başarı
ona elem bile verir. Neden daha
fazla kazanamadım diye hayıf-
lanır.
Mutsuzdur
Başkalarını takip eden in-
san hırsından ve tamahından
ötürü her zaman huzursuzdur.
Gülerken bile mutsuzdur. Zih-
ni birilerinde olduğundan hiç-
bir şey onu gerçek anlamda ke-
yiflendirmez. Mutsuzluğunu
evine de taşır. Başını yastığa
koyduğunda rahat uyuyamaz.
Sürekli planlar yapar. Gecele-
ri kâbuslar görür, sayıklar. Sil-
kinerek yataktan fırladığı çok
olur. Sabahleyin çoğu kez yor-
gun olarak kalkar.
Böylesi insanların en mut-
suz oldukları an kendilerini kı-
yasladıkları kişileri gördükle-
ri anlardır. İşte o anda normal
düşünme duygularını kaybe-
derler. Moralleri tamamen bo-
zulur. Kıskandığı kişi aynı iş
yerinde onun önündeyse, ona
daha çok değer veriliyorsa,
daha başarılıysa bunu asla haz-
zedemez. Onun başarıları veya
kazandığı itibar bir ok gibi yü-
reğine saplanır. Aynı havayı te-
neffüs ettiği ortam dünyada ya-
şadığı cehennem gibidir. Bu
yüzden haset ettiği kişiyi gö-
zünün görmemesi için çırpınır
durur.
Her Zaman Düşüncelidir
Haset ediciler zihinleri sü-
rekli meşgul olduğundan dola-
yı her zaman dalgındırlar. Hırs
ve aç gözlülük, başkalarının
önünü kesme düşüncesi onla-
rı hâkimiyeti altına aldığından
KültürEnbiya YILDIRIM*
EDEREK YAŞAMAK?
HASETEDEREK YAŞAMAK?
HASET “Bu insanların nazarlarından korunmak için
görüşmeyi olabildiğince azaltmak ve onunla
konuşurken mevzuyu sizin üzerinizden başka
alanlara çekerek dikkatini dağıtmak son derece
yararlı olacaktır. İlgili âyetleri okuyarak dua
etmek de son derece faydalıdır.“
51Kasım 201150
kendilerini bu düşüncelerden
kurtaramazlar. Hem önlerinde-
ki işe hem de haset ettikleri ki-
şiye odaklandıklarından dolayı
bedenleri iki ağır düşünceyi aynı
anda taşıyamaz ve bunu dışarı
yansıtırlar. Sizinle konuşurken
dalıp giderler. Sanki dünyanın
tüm sorunlarını çözme göre-
vi kendisine verilmiş gibidirler.
O yüzden de onlarla oturup ko-
nuşmaktan hoşnut olmazsınız.
Ağzınızın tadıyla bir sohbet ede-
mezsiniz. Bedenen yanınızda ol-
masına rağmen aklı başka alan-
larda gezindiğinden dolayı bir
konuşmayı doğru düzgün ta-
mamlayamazsınız.
Sizinle konuşur görünmesi
canınızı sıkar ve bir an önce ya-
nından kalkmak istersiniz.
Kalbi Yorgundur
İnsanların genç yaşlarda çe-
şitli hastalıklara mübtelâ olma-
larının veya kalp krizi geçirerek
vefat etmelerinin pek çok nede-
ni vardır. Ancak stres insan öm-
rünü yiyip bitiren hususların ba-
şında gelmektedir. Başkalarının
hayatını ve elde ettiklerini ken-
disine ölçü alan kişi, kalbine bu
şekilde dayanamayacağı kadar
yük yüklemiştir. Bedenine mer-
hameti olmayan biridir, kalbi-
nin düşmanıdır. Etrafına o ka-
dar çok odaklanmıştır ki, kalbi
sıkıntı üstüne sıkıntı, acı üstü-
ne acı yüklenir. Bazı zamanlar
üzerine olan baskı o kadar faz-
la olur ki, rahatsızlıklar başlar.
Sahibinin kendisini düzeltmesi
için düzensiz çarpıntılar sergi-
ler. Bazen uyarının dozunu artı-
rarak krize girer. Uyarıları an-
layacak kadar izan sahibi olan
kişi kendisini bundan sonra top-
lar ama hâlâ durumunun farkın-
da olmayan için yapacak bir şey
yoktur. Çok kısa bir süre vücu-
dunu yere serecek kuvvetli bir
krizle dünyası değişiverir.
Buradan şunu anlıyoruz:
Haset eden kişi en büyük zara-
rı kendisine vermektedir. Bü-
yük ihtimalle haset ettiği kişinin
onun bu düşüncelerinden habe-
ri bile yoktur, varsa da umursa-
maz. Ama bir insanı kendisi için
problem edinmiş olan insan bu
problemi sürekli olarak içinde
taşıdığı için acısını her zaman
kendisi çeker. Ne acıdır, tamah
ettiği kişi hayatını yaşarken, o
beri tarafta hayatı kendisine ze-
hir etmekle meşguldür. Dolayı-
sıyla hasetten en büyük darbeyi
her zaman için hasetçi yer.
Harama Helale Dikkat Etmez
Başkalarının başarısını çe-
kemeyen ve onların elde ettik-
lerinden daha fazlasına sahip
olmak isteyen insanda haram
helal titizliği zayıflar ve bir müd-
det sonra kaybolur. Gözünü bü-
rüyen hırs Allah korkusunu geri
plana iter. Bütün hedefi elde et-
mek istediğini kapmak, kaybet-
mesini istediği kişinin zarar et-
mesini sağlamak olduğundan
artık önünde helal haram diye
bir çizgi kalmaz. Amaçlarını ger-
çekleştirmek için her türlü yolu
denemeye başlar. Haset ettiği
kişinin ardından onu küçültücü,
tahkir edici, alay edici konuşma-
lar yapmak vazgeçemeyeceği bir
huy olur. Bundan hırs dolu bir
zevk alır. Bunun yanında yarış-
tığı kişinin önüne çeşitli engel-
ler çıkarmak için çabalar. Bütün
çabalarına rağmen başarılı ola-
mazsa iftira atmak da dâhil ol-
mak üzere her yolu dener. Hat-
ta fırsatını bulursa bizzat onun
bedenine veya malına zarar ver-
mek için vesileler kollar. Bir
kere gözünü hırs bürümüştür.
Hedefine erişmeden onu durdu-
racak bir şey yoktur.
Âyette “Haset ettiğinde, ha-
set edenlerin şerrinden… saba-
hın Rabbine sığınırım.”1 buy-
rulmasının hikmetlerinden biri
budur. Zira kindar ve kıskanç
kişi bir kişiyi kendisine prob-
lem edindiğinde ona bizzat zarar
vermek için de uğraşır. İşin kö-
tüsü, bu zararın nereden gelece-
ğini tahmin edemezsiniz. Çünkü
sizin için planları olan kişi her
fırsatı kollamaktadır.
Bakışları Zararlıdır
Başkalarının elindeki güzel-
liklere her zaman haset ile ta-
mah eden insanlarda müthiş bir
çekememezlik olduğundan ba-
kışları saplantılıdır. İnsanı ra-
hatsız edicidir. Böylesi gözle-
ri gördüğünüzde onların içten
olmadığını hemen anlarsınız.
Yüzlerini kaplayan sözde seve-
cenliğe kanmazsınız. Zira dışarı
yansıtmaya çalıştıkları memnu-
niyet soğuktur, yapmacıktır. Ne
kadar gizleseler de çekemezlik-
leri kendisini ele verir.
Bu insanlar başkalarına kilit-
lenmiş bir yaşam sürdüklerin-
den dolayı gözleri sürekli başka-
larının ve onların sahip oldukları
üzerindedir. Bu nedenle de na-
zarları çok güçlüdür. Kendileri-
ni odaklayarak baktıklarından
dolayı bakışlarının olumsuzluğu
insan üzerinde etkili olur. Buna
maruz kalan kişi rahatsızlanır,
etkisi altına alır. Böyle bir du-
rum yaşadığınızda üzerinizde-
ki anormalliğin o kişiyle görüş-
meden sonra oluştuğunu hemen
anlarsınız. Bu insanların nazar-
larından korunmak için görüş-
meyi olabildiğince azaltmak ve
onunla konuşurken mevzuyu si-
zin üzerinizden başka alanlara
çekerek dikkatini dağıtmak son
derece yararlı olacaktır. İlgili
âyetleri okuyarak dua etmek de
son derece faydalıdır.
Allah Bu Halden Hoşnut Değildir
Her insan şöyle veya böyle bir
takım günahlar işleyebilir. Hat-
ta amellerimizde bile noksanlık-
lar olabilir. Allah’ın geniş rah-
metine sığınarak eksiklerimizin
mazur görülmesini, günahları-
mızın bağışlanmasını talep ede-
riz. Dolayısıyla günah işleme-
miş bir insan tasavvur edilemez.
Ancak Allah Teâlâ’nın ameller
kadar önem verdiği çok önem-
li bir husus daha bulunmakta-
dır. O da kalp temizliğidir, iyi ni-
yetli olmaktır, fesat olmamaktır.
Dolayısıyla kalbi temiz olmayan
kişi ibadetlerini yerine getirme-
ye devam etse bile Allah’ın iste-
diği kulluğu gerçekleştiremiyor
demektir. Nitekim âyette şöyle
buyrulmaktadır: “O gün ne mal
fayda verir ne de evlat! Ancak
Allah’a temiz bir kalp ile gelen-
ler müstesna.”2 Bir diğer âyette
de sahibimiz şöyle ferman et-
mektedir: “Kendini arıtan sa-
adete ermiştir. Kendini fena-
lıklara gömen kimse de ziyana
uğramıştır.”3 Buradan şunu
anlamaktayız: İnsanın bir ta-
kım hataları olabilir ancak için-
den bunlara pişmanlık duyma-
lıdır. Bunun yanında, iyi niyetli
olmalıdır. Kalbi fesat yuvası ol-
mamalıdır. Başkalarının kuyula-
rını kazma planları yapmamalı-
dır. Çevresindekilere karşı güzel
duygular beslemelidir.
“Allah Rasûlü şöyle buyuruyor: “Sizden önceki
ümmetlerin hastalığı size de sirâyet etti: Haset ve
kindarlık. Bu öyle bir şeydir ki tıraş eder. Saçı tıraş eder
demek istemiyorum. Dini tıraş eder. Canım kudretinde
olan Zat’a yemin ederim ki, mü’min olmadan
cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmeden de mü’min
olamazsınız. Bunu gerçekleştirecek şeyi size haber
vereyim: Aranızda selamı yayın.”
53Kasım 201152
Bu şekilde olmadığı takdirde
kalbinde taşıdığı kötü duygular
âhirette en çok sıkıntı çekeceği
hususlar olacaktır.
Haset Hastalığının İlacı
Kıskançlık gerçekten de bü-
yük bir problemdir ve insanla-
rın çok önemli bir kesimi bun-
dan muzdariptir. Nitekim nice
insan nefsinin hasedi ve ta-
mahı ardından hem dünyası-
nı hem de âhiretini hebâ etmiş-
tir. Hapishanelerde çürüyen
mahkûmların önemli bir kısmı
bu yüzden içeridedir. İnsan ne-
den bu düşünceden kurtulamaz
diye sorulacak olursa, buradaki
temel sorunun Allah korkusu-
nun ve hale rıza gösterme duy-
gusunun azlığı olduğunu görü-
rüz. Allah korkusu taşıyan bir
insanın başkalarının kötülüğü-
nü istemesi düşünülemez. Ac-
ziyetini düşünerek sadece ken-
di hatalarını düzeltmek üzerine
odaklanır, başkalarıyla uğraş-
maz. Müslümanın iki temel il-
kesinin olması gerekmektedir:
Birincisi, yaşadığımız hayatı
kendi içimizde güzelleştirmek
zorundayız. Elimizdeki nimet-
lere hamd edip halimize razı ol-
mak durumundayız. Elimizde-
kiyle mutlu olamazsak hayatı
kendimize zindan ederiz, mut-
lu olamayız. İkincisi: Başkaları-
nı kendimize ölçü almamalıyız.
Sadece kendi hayatımızı yaşa-
malıyız. Birilerini kendi hayatı-
mızın orta yerine koyup onlara
göre yaşam sürmemeliyiz. Zira
böyle bir hayat bizim yaşantı-
mız olmaktan çıkar. Başkaları-
na endeksli bir ömür olur. O ne-
denle Hz. Peygamber (s.a.v)’in
buyurduğu gibi, bu illetten kur-
tulmak için istiğfar etmeli4 ve
başkalarını takipten vazgeçme-
liyiz.
Eğer illa da haset edeceksek
işte bunun ölçüsü: “Haset sa-
dece şu iki kişiye yapılabilir:
İlki Allah’ın Kur’an ilmi verdi-
ği kişidir. Bu kişi, gecenin saat-
lerinde, gündüzün (muayyen)
zamanlarında Kur’an okur.
Onu kıskanan kimse de: ’Keş-
ke şu adama verilen Kur’an ni-
meti gibi bana verilmiş olsaydı
da onun gibi ben de amel etsey-
dim’ der. Diğeri de Allah’ın mal
verdiği kişidir. Bu kişi de, ma-
lını hak yolunda harcar. Onu,
kıskanan kimse de: ‘Keşke şuna
verildiği gibi bana da mal ve-
rilseydi de, ben de onun yaptı-
ğı gibi hak yolda harcama yap-
saydım.’ der.”5
1 113/Felak, 1-52 26/Şuarâ, 87-893 91/Şems: 9-104 Beyhakî, 10/2325 Buhârî, 4638
* Prof. Dr.
Dipnot
‘GÜL’ OLSUN Bir hayalden ibaretmiş bu cihan,Öteleri hatırlatsın rayihan,Ey gönül sahibi özün gül olsun.
Haddi aşanları zelil ederler,Sadıkları sever, Halil ederler,Ateşe atsalar közün gül olsun.
Sükut meclisleri kurmuş erenler,Halden hale girer kulak verenler,Sen bir şey söylersen sözün gül olsun.
Ömür bitip sefer günü gelende,O iman nurunu görsünler sende,Mezarda toprağın, tozun gül solsun.
Gurbet sofrasında susadık, açız,Sadra şifa bakışlara muhtacız,Yumdukça açılan gözün gül olsun.
Bir ah çekip gökkubbeye salalım,Biz garibiz, nerelerde bulalım,Yürüdüğün yolda izin gül olsun.
Aşkı bulan erer sırrına Şems’in,Alemlerin dürüldüğü ademsin, Tebessümün selam, yüzün gül olsun.
İçimizde ümit-korku kaynıyor,Zaman hoyrat, sanma oyun oynuyor,Her mevsim derdiğin hüzün gül olsun.
Servet YÜKSEL
55Kasım 201154
DüşünceMehmet SOYSALDI*
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v), Müslim’in
Ebû Hureyre (r.a)’den rivâyet etti-
ği bir hadîs-i şeriflerinde şöyle buyur-
maktadır: “İnsanoğlu öldüğü zaman bütün amel-
lerinin sevabı da sona erer. Şu üç şey bundan
müstesnâdır: Sadaka-i câriye, istifade edilen ilim,
kendisine dua eden hayırlı evlat.”1
Ölüm dünya hayatının sonu, ebedî olan âhiret
hayatının da başlangıcıdır. Ölüm, kişinin dünyada-
ki amellerini ve bunların karşılığı olan günah veya
sevâbı da sona erdirir. Yani insan öldüğünde se-
vaplarının yazıldığı amel defteri de kapanır. Ancak
bazı ameller var ki, bu amelleri yapan kişiler ölme-
sine rağmen, amel defterleri kapanmaz, sevaplar
hâlâ yazılmaya devam eder. İşte Sevgili Peygambe-
rimiz, metnini verdiğimiz hadîs-i şeriflerinde kişi-
nin amel defterinin kapanmamasına vesile olan üç
salih ameli açıklamaktadır. Bunlar; sadaka-i câriye,
faydalanılan ilim ve anne babasına dua eden Müs-
lüman sâlih evlattır. Bunları burada kısaca açıkla-
mak istiyorum:
Sadaka-i Câriye
İnsan, yeryüzünde Allah’ın değer verdiği ve bü-
tün canlılardan üstün kıldığı yüce bir varlıktır.2 Al-
lah, bu değerli varlığı yeryüzünde halife olarak ta-
yin etmiş3 ve ona sayısız nimetler bahşetmiştir.4
Zira bir âyet-i kerîmede, “O size istediğiniz her şey-
den verdi. Allah’ın size verdiği nimetleri saymaya
çalışsanız sayıp bitiremezsiniz…”5 buyurulmakta-
dır. Kendisine bu derece önem verilen insan, ba-
şıboş da bırakılmamış6, Allah’a kullukla görevlen-
dirilmiştir. Aynı zamanda kendisine verilen sonsuz
nimetlerin değerini bilip, şükretmesi ve niçin yara-
tıldığının şuurunda bir hayat sürmesi kendisinden
istenmiştir.7 Bu şuur içinde insanın, Allah’ın vermiş
olduğu nimetleri yine Allah’ın rızâsı dâhilinde sarf
etmesi gerekir. Zira insana verilen nimetler birer
emanettir. Bu nimetlerin asıl sahibi Allah olduğu-
na göre, insanın kendisine verilmiş olan nimetleri
harcarken başkalarına zarar vermeden ve aşırılı-
ğa kaçmadan sarf etmesi gerekir. Bütün insanların
faydalanması için kişinin bu dünyada Allah rızâsı
için yaptırdığı çeşme, cami, okul ve yurt v.b. gibi
her türlü hayır müesseseleri sadaka-i câriye ola-
rak nitelendirilmektedir. Eğer Allah’ın bize vermiş
olduğu bu dünyadaki fânî nimetleri bâkîye çevir-
mek istiyorsak bunun yolu bize yukarıdaki hadîs-i
şerifte açıklanmıştır. Sahip olduğumuz servetle Al-
lah rızâsı için bütün insanların faydalanacağı ha-
yır müesseseleri kurmalıyız ki, amel defterimiz biz
öldükten sonra da kapanmasın. Zira hayatımız bo-
yunca yaptırdığımız her tür hayır müessesesi dün-
ya üzerinde kaldığı ve insanlar bunlardan istifade
ettiği sürece sevabımız amel defterimize yazılmaya
devam edecektir.
Faydalanılan İlim
İnsanın ömür sermayesi bitip de ölmesine rağ-
men amel defterinin kapanmayıp sevaplarının ya-
zılmasına vesile olan diğer bir sâlih amel de fay-
dalanılan ilimdir. Kendisinden sürekli olarak
faydalanılan ilim, kişinin sağlığında öğrenip, neş-
retmiş olduğu ilimdir. Öğrenilen ilmin neşredilme-
si, kitap yazıp yayımlama şeklinde olabileceği gibi,
öğrenilen bilgileri başkalarına öğretme yoluyla da
olabilir. Yani kişinin yetiştirdiği öğrenci de bu bağ-
lamda düşünülebilir. Zira sevgili peygamberimiz,
“Sizin en hayırlınız öğrenen ve öğreteninizdir.”8
buyurmaktadır.
Yüce Dinimiz İslâm, ilmi teşvik etmiş ve dâimâ
bilgili olmayı, bilgiyi artırmak için çalışmayı öğüt-
“Sahip olduğumuz servetle Allah rızâsı
için bütün insanların faydalanacağı hayır
müesseseleri kurmalıyız ki, amel defterimiz biz
öldükten sonra da kapanmasın.”
KAPANMAYAN
AMEL DEFTERİKAPANMAYAN
AMEL DEFTERİ
Kasım 201156 57
lemiştir. İlim ve öğrenmeyi dâimâ teşvik eden Yüce
Allah, “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”9
diyerek ilim ve bilginin değerini ve bilgi sahibi ol-
manın önemini vurgulamaktadır.
Ayrıca İslâm Peygamberi Hz. Muhammed,
(s.a.v); “Âlimler, peygamberlerin varisleridir.”10
demek suretiyle ilim sahibi olmanın büyük bir şe-
ref olduğunu belirtmiştir. Nitekim sevgili peygam-
berimizin ilim sahiplerin üstünlüğünü ortaya ko-
yan sözlerinden bazıları da şöyledir: “Kıyamet
gününde âlimlerin mürekkebi, şehitlerin kanı ile
tartılır.”11, “Ümmetimden iki sınıf düzelirse, bütün
insanlar düzelmiş olur. Onlar bozuldukları zaman
bütün insanlar da bozulur. Bunlarda âmirler ve
âlimlerdir.”, “Âlimin ibadet edenden üstünlüğü,
on dördüncü gecedeki ayın, diğer yıldızlara üs-
tünlüğü gibidir.”12
İslâm dininde ilmin gizlenmeyip yaygınlaştı-
rılmasına büyük değer atfedilmiştir.13 Bu bağlam-
da dördüncü halife Hz. Ali’nin şu sözü de gâyet
mânîdârdır: “İlim maldan hayırlıdır, çünkü malı
sen koruyacaksın, fakat ilim seni korur. İlim
hâkim, mal mahkûmdur. Mal sarf etmekle azalır;
ilim sarf etmekle çoğalır.”14
Âlimler, eserleri sayesinde insanların zihinle-
rinde sürekli yaşamaktadırlar. O hâlde, eser bıra-
kan âlimler, ölmüş olsalar bile dâimâ hâtıralarda
yaşamaktadırlar.
Anne-Babasına Dua Eden Sâlih Evlat
İslâm dini gençliğe ve gençlerin yetişmesi-
ne çok büyük önem vermiştir. Çünkü gençler, bir
milletin geleceğinin teminatıdır. Bugünün gençle-
ri yarının büyükleri demektir. Gençlerini iyi yetiş-
tiren milletlerin geleceği dâimâ aydınlık olmuştur.
Nitekim Bizans’ı yıkan, çağ açıp çağ kapayan
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettiğinde 23
yaşında bir genç değil miydi? Bu örnek, gençlerini
iyi yetiştiren bir milletin geleceğinin dâimâ aydın-
lık olacağını bize göstermektedir.
Gençlerin imanlı yetiştirilmesi İslâm’ın gelece-
ği açısından da çok önemlidir. Günümüz gençliği
büyük bir inanç boşluğu içindedir. Bilindiği gibi
insan beden ve ruhtan meydana gelen bir varlık-
tır. Nasıl bedenin hayâtiyetini devam ettirebilme-
si için yemeye, içmeye ve dinlenmeye ihtiyacı var-
sa, insan ruhunun da bir gıdaya ihtiyacı vardır. İşte
o gıda da dindir. İman ve ibadetle insan ruhu tat-
min edilmezse, o zaman bir boşluk oluşur ve insan
o boşluğu daha farklı yönlerden doldurmaya çalı-
şır. Nitekim sağlıklı bir din eğitimi verilmeyen gü-
nümüz gençleri mânevî bir boşluk içine düşmekte
ve ruhlarındaki o boşluğu satanizm ve ateizm gibi
sapık akımlarla gidermeye çalışmaktadırlar. Sağ-
lıklı bir din eğitimi almış; yaratanını, kitabını ve
peygamberini tanıyan, iman ve ibadet neşvesiyle
büyüyen gençler ise, kesinlikle sapık akımlara ka-
pılmazlar. Sigara, içki, kumar ve uyuşturucu gibi
zararlı alışkanlıklardan uzak dururlar. Allah’ın ke-
sinlikle yasakladığı, zina, hırsızlık, yalan, hile, al-
datma ve iftira gibi dinin haram kıldığı bütün kötü
davranışları terk ederler.
Arşının Gölgesinde Gölgelenebilecek
Gençlik dönemi, insanın kanının kaynadığı ha-
reketli bir dönemdir. Bu dönemde kişiye, hisleri/
duyguları hâkim olduğu için pek iyi düşünmeden
çabucak karar verir. Bu nedenle gençlerin kolay-
lıkla yanlış yapma ve hataya düşme ihtimali var-
dır. Gençler, yaş çubuk gibidirler, telkinlere açık-
tırlar. Bu dönemde onlara istenilen şekil verilebilir.
Gençlerin ihmal edilmesi, telafisi zor yaralar açar.
O halde gençlerimizi iman ve ibadet neşvesiy-
le yetiştirmeliyiz. Çünkü iman ve ibadet neşvesiy-
le yetişen gençler, gençlik dönemlerini sıkıntısız ve
problemsiz geçirirler. Peygamber Efendimiz kıya-
met gününde Allah’ın arşının gölgesinde gölgele-
nebilecek olan yedi sınıf insanı sayarken âdil yö-
neticilerden sonra ikinci sırada Allah’a ibadetle
yetişen gençleri zikretmiştir.15
Demek ki gençlik dönemini sıkıntısız ve prob-
lemsiz geçirebilmek için çocukluk döneminde ge-
rekli dinî eğitimin verilmesi ve gençlere ibadet
alışkanlığının kazandırılması gerekmektedir. Bu
sebeple olmalı ki Peygamber Efendimiz (s.a.v):
“Çocuklarınıza, onlar yedi yaşına geldiklerin-
de namaz kılmayı emredin.”16 buyurmuştur. Ço-
cuklara yedi yaşlarında iken namazı emretmekten
maksat, namazı ve diğer ibadetleri öğretmek ve on-
ları gençlik dönemlerine hazırlamaktır. Çocukla-
rımızın genç yaşlarda satanizm ve ateizm gibi bir-
çok sapık akıma kapılmalarını istemiyorsak onları
daha genç yaşlardan itibaren dinlerini öğrenmeleri
için gereken din eğitimini en güzel bir biçimde ver-
meliyiz. Aksi takdirde dini eğitimden yoksun ola-
rak yetişen gençler, mânevî buhran içine düşmekte
ve ruhlarında oluşan o boşluğu, günümüzde birçok
gencin yaptığı gibi sapık akımlara kapılarak dol-
durmaya çalışmaktadırlar.
Eğer gençler, yeterli dinî bilgileri almamış ve
dinî duyarlılık kazanmamış iseler, ahlâkî konular-
da da problemleri olur. Zina, fuhuş, hırsızlık, kap-
kaç, anarşi ve terör gibi toplumun düzenini alt üst
eden yanlış hareketler içinde kolayca yer alabilir-
ler. Fakat namaz kılan, oruç tutan ve dinî ibadetle-
rini özenle yerine getiren gençler; yalan, gıybet, if-
tira, hile, aldatma, içki, kumar, uyuşturucu, fuhuş
ve hırsızlık gibi haramlardan, kötü söz ve benzeri
davranışlardan uzak dururlar. Nitekim Yüce Allah;
“Şüphesiz ki namaz, hayâsızlıktan ve kötülükten
alı koyar. Allah’ı anmak elbette ibadetlerin en bü-
yüğüdür. Allah yaptıklarınızı bilir.”17 buyurmak-
tadır.
Anne ve babalar, çocukların iyi yetişmele-
rinde sorumlu olan ilk kişilerdir. Çocuklarımız
bize Allah’ın bir emanetidir. O halde onların bize
Allah’ın bir emaneti olduğunu bilerek Allah’ını bi-
len, peygamberini tanıyan, dinini öğrenip haya-
tında uygulayan dindar kişiler olarak yetiştirmeye
çalışmalıyız. İnsan kız olsun erkek olsun kendi nes-
linden dünyaya gelen evladını Allah’ın râzı olacağı
bir şekilde eğitip yetiştirirse ve geride kalan bu ev-
ladı, anne-babasının arkasından dua ederse o an-
ne-babanın da amel defteri kapanmaz. O kişi ölüp
bu dünyadan göçmesine rağmen, sevaplar amel
defterine yazılmaya devam eder.
Amel defterimizin kapanmayıp sevapların ölü-
mümüzden sonra da devam etmesini istiyorsak,
başka bir ifadeyle Allah’ın bize bu dünyada bah-
şettiği fânî nimetleri ebedîye çevirmek istiyorsak,
bu dünyada hiç olmazsa bu üç sâlih amelden birini
yapmaya gayret etmeliyiz.
1 Müslim, Vasiyyet, 14. Ayrıca bkz., Ebû Dâvûd, Vasâyâ, 14; Tirmizî, Ahkâm, 36; Nesâî, Vasâyâ, 8.
2 95/Tin, 4.3 Bkz., 2/Bakara, 30; 6/En’âm, 165;
10/Yûnus, 14.4 31/Lokmân, 20.5 14/İbrâhîm, 34.6 23/Mü’minûn, 115.7 51/Zâriyât, 56.8 Darimi, Mukaddime, 25.9 39/Zümer, 9.10 Tirmizi, Kitabü’I-İlm, 19; Ebû
Dâvûd, Kitabü’I-İlm, 1; İbn Mâce, Mukaddime, 17.
11 Aclunî, Keşfü’l-Hafâ, I, 3281.12 Tirmizî, Kitâbü’I-İlm, 3; İbn Mâce,
Mukaddime, 17.13 İbn Mâce, Mukaddime, 24.14 İbn Kuteybe, Uyûnu’l-Ahbâr, II,
120.15 Buhârî, Ezân, 36; Hudûd, 19;
Tirmizî, Zühd, 53; Nesâî, Kudât, 2.16 Ebû Dâvûd, Salât, 26; Ahmed b.
Hanbel, II, 180, 187.17 29/Ankebût, 45.
* Prof. Dr.
Dipnot
“Amel defterimizin kapanmayıp sevapların ölümümüzden sonra da devam
etmesini, başka bir ifadeyle fânî nimetleri ebedîye çevirmek istiyorsak, bu
dünyada hiç olmazsa bu üç sâlih amelden birini yapmaya gayret etmeliyiz.”
59Kasım 201158
Kanunî Sultan Sü-
leyman, sadece
Türk ya da Os-
manlı tarihine değil adını in-
sanlık tarihine yazdırmış büyük
bir hükümdardır. Padişahlık
kudreti, cihangirlik ve fütuhat-
çılıktaki rakipsizliği, idarî, adlî
ve kanunî alanlardaki başarılı
düzenlemeleri ile tarihin ha-
fızası ve beşeriyetin maşerî
vicdanında silinmez bir iz bı-
rakmıştır. Öyle olmasaydı,
Osmanlı’ya en muhteşem dö-
nemini idrak ettirmesi, onu
dünyanın en süper devleti
mevkiine getirmesi mümkün
olmazdı. Onun muhteşem
portresinin göz kamaştırıcı
çizgilerini, kimi kitaplar, film
ve dizilerde çarpıtılmaya çalı-
şılan pespaye ve ucube kop-
yalarından takip etmekten zi-
yade tarihten yansıyan asıl
suretinden tanımak ve öğren-
mek daha sağlıklı bir yöntem-
dir. Biz de burada muteber
kaynaklara dayanarak muh-
teşem Kanunî’nin muhteşem
portresini çizmeye çalışacağız.
Çocuklarımızın, gençlerimizin
ve umum insanlarımızın, ideal
bir şahsiyet olarak kendilerine
model aldıkları o muhteşem ki-
şiliği, tarihî-manevî şahsiyetine
halel getirmeden sizlere hak-
kıyla aktarmaya gayret edece-
ğiz.
Muhteşem Hususiyetleri ve
Rekorları
Osmanlı’nın gerek siyasî-
askerî-iktisadî gerekse kül-
tür ve medeniyet noktasında
en parlak ve “ideal” dönemi,
Kanunî’nin padişahlığı zamanı-
dır. Fatih zamanında başlayan
Yükselme Dönemi ve Osman-
lı Rönesans’ı onun zamanın-
da zirveye çıktı. Tarihçi İsma-
il Hakkı Uzunçarşılı’nın tahlili
de aynı istikamettedir: “Yarım
asra yakın süren hükümdarlı-
ğı zamanında Türkiye, fütuhat,
siyaset, ilim, irfan ve sanat iti-
bariyle en parlak devrini yaşa-
dığı gibi hukuk ve yeniden va-
zedilen kanunlar ile de medenî
bir devlet olduğunu göstermiş-
tir… Osmanlı Devleti 16. asrın
ortalarına doğru idarî, hukukî
ve iktisadî teşkilatı, ilmî ve
içtimaî müesseseleriyle yüksek
bir İslam medeniyetinin bütün
vasıflarını haiz olarak görül-
mektedir.” Bundan dolayı bazı
Avrupalı tarihçiler bile 16. asra
“Türk-Osmanlı Asrı” dedikleri
gibi “Süleyman Asrı” da demiş-
lerdir. Öztuna’nın deyimiyle 16.
asır, Türk ve Osmanlı tarihinin
doruk noktasıydı ve Sultan Sü-
leyman da bunun en büyük mi-
marı olmuştu.
Devrinde, Osmanlı’nın sı-
nırlarını 6.557.000 kilometre-
kareden 14.893.000 kilometre
kareye, bağlı devletlerle birlikte
22 milyon kilometrekare-
ye yükseltti. Osmanlı’nın
sınırlarının en geniş (III.
Murad zamanı) olmasa da
en fazla genişlediği ve en
iyi yönetildiği dönem onun
padişahlık zamanı oldu.
Osmanlı onun devrinde üç
kıta, yedi denize hükmetti,
okyanuslara dayandı. Şu-
rası kesindir ki, Romanya-
lı tarihçi Nicolae Iorga’nın
da ifade ettiği üzere, ba-
şında bulunduğu devle-
ti, aynı zaman diliminde
devrindeki hiçbir Avru-
pa devletinin tekâmülüyle
mukayese dahi edilemeye-
cek mikyasta geliştirip ha-
lefine teslim etmesini bil-
miştir. Osmanlı’nın 46 yılla
en uzun süre tahtta kalan pa-
dişahı odur. En çok sefere çık-
ma rekoru da ona aittir. 13 se-
ferde geçen toplam süre 10 yıl,
7 ay, 7 gün; kat ettiği mesafe
de yaklaşık 48 bin kilometre-
dir. Dünya’nın ekvator çevresi
uzunluğu 40 bin kilometreden
biraz fazla olduğu hesaba ka-
tıldığında aklın havsalanın ala-
mayacağı bir rekordur.
Avusturya elçisi Busbecg’in
hatıralarında geçen şu ilginç
tespitler de Kanunî Sultan
Süleyman’ın gizemli hususiyet-
muhteşeMKanunî’nİn
PORTRESİ
Tarihİsmail ÇOLAK
Kasım 201160 61
lerinden bazılarını gün yüzüne
çıkarmıştır: “Söylendiğine göre
Süleyman’ın üç büyük arzusu
varmış. Önce, adına inşa ettir-
diği camii tamamlamak… İkin-
ci arzusu, eski su kemerlerini ta-
mir etmek suretiyle İstanbul’un
su ihtiyacını gidermek. Üçüncü-
sü ve son arzusu, Viyana’yı al-
mak… İlk iki isteği yerine geti-
rilmiştir. Ama üçüncü arzusu
sonuca ulaşamamıştır. Bu gaye-
sinin ebediyen gerçekleşmeme-
sini ümit ve temenni ederim.”
Kanunî’nin, muhteşem kud-
ret ve başarısının altında yatan
sırları şu şekilde de analiz et-
mek mümkündür: Hemen her
sahada kabiliyet, liyakat, ikti-
dar ve tecrübe sahibi insanla-
rı bulup çıkarması, himaye ve
teşvik etmesi, en ideal şekilde
yetiştirmesi, yükseltmesi, kul-
lanması ve nihayet onlardan is-
tifade etmesiydi. Bu anlam-
da, Kanunî’nin başarısı bir ekip
veya kadro başarısıydı demek
yerinde olur. Onun engin deha-
sı ve vasıflı insan (idareci, asker,
ulema, mütehassis, şair, müellif,
sanatkâr) yetiştirmedeki maha-
reti sayesindedir ki, kendi dev-
rinden sonra bile en azından 16.
asrın sonuna kadar Osmanlı’nın
yükselişi bu kadro eliyle devam
etmiştir. Kanunî’ye başarılı bir
hükümdar olmanın yolunu açan
önemli bir unsur da şuydu: Fevrî
bir tabiata sahip olmaması, ka-
rarlarını düşünüp taşınarak ve
ekseriyetle vezirlerine ve ulema-
ya danışarak vermesi, temkin ve
itidali elden bırakmaması idi.
Diğer taraftan Kanunî, dîvân
sahibi olacak kadar büyük bir şa-
irdi. Muhibbî lakabıyla binlerce
şiir kaleme aldı. Tam 2.779 adet
şiir yazdı ki, bu da bir rekordu.
Çünkü Divan Edebiyatı’nda en
fazla şiir yazan Zatî’nin bile top-
lam şiir sayısı 1.825’ti. Hastalı-
ğı sırasında kaleme aldığı şu şiir
yazdığı en meşhur şiirlerdendi:
Halk içinde muteber nesne yok
devlet gibi,
Olmaya devlet, cihanda bir ne-
fes sıhhat gibi.1
Kişiliği ve Müstesna Vasıfları
Beden ve iman mükemmeli-
yeti, fikir, ahlâk ve mefkûre yük-
sekliği ile temayüz eden Kanunî
Sultan Süleyman, irfan sahibi,
âlim, maddî ve manevî kema-
latı şahsında toplamış mümtaz
bir padişahtı. Çatık kaşlı olma-
makla birlikte nadiren tebessüm
eden, laubalilikten hoşlanma-
yan, ciddi, vakur, azimli, iradeli,
acele karar vermeyen, ince dü-
şünen, az, ölçülü, kesin ve mert-
çe konuşan, hoşsohbet bir miza-
ca sahipti. Babası Yavuz Sultan
Selim’in sert ve asabî çehresi-
nin aksine sakin, soğukkanlı,
tatlı-sert, nazik ve zarif bir ya-
pısı vardı. Çalışkanlığı, enerjisi,
dinamizmi, disiplini, meseleleri
idrakteki intikal kabiliyeti, plan
ve hükümlerini tatbikata koy-
madaki başarısı cihetlerinden
örnek bir hükümdardı. Sefahat
ve rehavete düşkün olmayan,
Harem’de lüzumundan faz-
la vakit geçirmekten haz alma-
yan, ömrü savaş meydanlarında
gaza etmekle geçen mefkûre sa-
hibi bir sultandı. Öyle olmasay-
dı, Osmanlı’ya en muhteşem dö-
nemini idrak ettirmesi, devletin
sınırlarını 14,9 milyon kilomet-
re kareye yükseltmesi, en uzun
süre tahtta kalması, en fazla se-
fere çıkması ve son nefesini ci-
hat ederken vermesi mümkün
olmazdı. Tarihçiler Kanunî’nin,
askerlik dehası bakımından Fa-
tih ve Yavuz’dan sonra geldiği-
ni, bilginlik bakımından da Fa-
tih ve II. Bayezid’dan sonra
geldiğini kabul ederler. Ancak
Osmanlı padişahlarının hiçbi-
risinin devlet yönetimi ve dip-
lomaside Kanunî’nin merte-
besine ulaşamadıkları (belki
Fatih yarışabilir), bu anlamda
Kanunî’nin siyasî deha bakımın-
dan Osmanlı’nın en üstün ve eri-
şilmez padişahı olduğunu teslim
etmeyi de ihmal etmezler.
1560’da Cerbe Deniz
Savaşı’nın kazanan Osmanlı do-
nanmasını karşılamak ve zafe-
ri kutlamak maksadıyla tertiple-
nen merasimi izleyen Avusturya
elçisi Busbecg’in, bu vesiley-
le Padişah Kanuni’nin karakte-
riyle ilgili şu çarpıcı gözlemler-
de bulunmuştur: “Bu merasim
esnasında Süleyman’ın her za-
man olduğundan daha farklı bir
gurur ve neşeye sahip olmadığı-
nı onu yakından görenler söy-
lüyorlar. Ben de iki gün sonra
Cuma namazı için sarayından
çıktığı zaman görmüştüm. Yü-
zünde her zamanki huşunet ve
hüzün ifadesi vardı. Sanki ka-
zanılan zaferin kendisiyle ilgisi
yokmuş, hadise her zaman bek-
lenen basit bir şeymiş gibi heye-
cansızdı. Talihin cilvesini oldu-
ğu gibi kabul etmeye bu ihtiyar
adamın kalbi öylesine alışmıştı
ki, halkın alkışlarını sanki hissiz
bir şekilde kabul ediyordu.”2
İçkiyi Yasaklattı
Kanunî Süleyman asla içki
içmezdi. Hatta İstanbul’da sa-
dece Müslümanlara değil gay-
rı Müslimlere de içki içmeyi,
imal etmeyi, alıp satmayı yasak-
ladığı tarihî kayıtlarda geçmek-
tedir. Solakzade’nin tarihinde
geçen bilgi aynen şöyledir: “İs-
tanbul şehrinde meyhanelerden
birini bırakmayıp, içkici başı
def olunmuş idi. Ecele derman
için bir katre şarap bulunma-
sı mümkün değil idi.” O devre
ve bu uygulamaya tanıklık eden
Avusturya Elçisi Busbecg’in ak-
tardığı şu malumat oldukça
önemlidir: “Peygamberin emri-
ne aykırı olarak İstanbul’da şa-
rap içmek pek yaygın bir hale
gelmişti. Bir gün, Sultan’ın fer-
manıyla şarap içmek, imal ve it-
hal etmek yasaklanıverdi. Bu
yasak, Müslümanlardan başka
Yahudi ve Hıristiyanları da kap-
sıyordu. Ben ve adamlarım sade
su içmeye alışık değildik… Bir
de yiyip içme tarzımızı mı de-
ğiştirecektik? Belki bu yüzden
hastalanabilirdik. Durumumu-
zun divanda görüşülmesini ve
eski haklarımızın korunması-
nı tercümanlarımıza anlattım.
Bazı paşalar bizim su ile yetin-
memizi, komşuların bize şarap
getirildiğini görmelerinin iyi
sonuç vermeyeceğini, onlara ya-
sak olan bu içkinin Hıristiyanla-
ra serbest olmasına, kokusunun
bütün şehre yayılmasına izin ve-
rilemeyeceğini ileri sürdüler…”3
1 İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara, 1988, c.2, s.307, 419-420; Yılmaz Öztuna, Kanunî Sultan Süleyman, İstanbul, 2006, s.9-10, 134-137, 158, 161; Tayyib Gökbilgin, Kanunî Sultan Süleyman, İs-tanbul, 1992, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, s.196, 208-209; Yaşar Yücel, Kanuni ile 46 Yıl, Ankara, 1987, TTK Yayınları, s.100, 105; Nicolae Iorga, Voyageurs Français dans I’Orient, Paris, 1925, s.21; Ogier Ghiselin de Busbecg, Türkiye’yi Böyle Gördüm, Haz: Aysel Kurutluoğlu, İstanbul (tarih-siz), Tercüman 1001 Temel Eser, s.192.
2 Solakzade, Solakzade Tarihi, Hazırlayan: Vahid Çubuk, Ankara, 1989, c.2, s.111; Uzunçarşılı, age, s.418-419; Öztuna, age, s.134-135, 158, Gökbilgin, age, s.194-195; Yücel, age, s.6, 103; Busbecg, age, s.164-165.
3 Solakzade, age, s.315; Busbecg, age, s.165-166.
Dipnot
63Kasım 201162
İslâm kendinden önceki
tüm kötü adetleri yıkıp
onların yerine İlahî ira-
deye uygun olan yeni hüküm-
ler getirmiştir. İslâm’ın cahili-
ye adetleri arasında değiştirdiği
hususlardan biri de yeminler-
le ilgilidir. İslâm bu konuda
Allah’tan başkası adına yemin
etmeyi yasaklamıştır. Câhiliye
döneminde müşrik Arapların
yaptığı ve tevhid inancına aykırı
yemin şekillerini iptal etmiştir.
Çünkü Araplar, putlara, dikili
taşlara, kurbanlara, adak yerle-
rine, babalarına, analarına, ata-
larına, Kâbe’ye yemin ediyorlar-
dı. Yeminin önemine, getirdiği
sorumluluğa ve bağlayıcı tara-
fına işaret eden âyetler yemin
kefareti de Kur’ân’da açıkça
düzenlenmiştir.
Yemin Nedir?
Dilimizde yemin, and içmek,
kasem etmek gibi kelimelerle
ifade edilir. Dinî bir terim olarak
yemin: Kişinin sözünü Allah’ın
adını ya da onun bir sıfatını
öne sürerek kuvvetlendirmesi
anlamına gelmektedir. Mesela,
“Vallahi on liraya aldım”;
“Vallahi ve billahi bir daha onun
evine girmem!”; “Rahim olan
Allah’a andolsun ki bir daha si-
gara içmeyeceğim!” gibi cümle-
ler birer yemindir.
Toplumsal İlişkilerde Yeminin Yeri ve
Önemi Nedir?
Toplumsal ilişkilerin sağ-
lam bir şekilde yürümesi için
karşılıklı güven şarttır. İnsan-
lar ilişkilerini inandıkları ve sö-
züne güvendikleri kimselerle
sürdürürler. Her insan sözüne
veya eylemine ayrı bir inandı-
rıcılık gücü kazandırmak ister-
ler. Bunu bazen ilişki içerisinde
olduğumuz karşı taraf da iste-
yebilir. Mesela, “bunun böy-
le olduğuna dair yemin edebilir
misin?” veya “doğru söylediği-
ni nereden bileyim?” şeklinde-
ki istek ve sorularla karşılaş-
tığımız olur. Günlük hayatta
bu tür isteklere ve sorulara ce-
vap vermenin en kolay ve en
çok başvurulan yolları yemin-
lerdir. Kişiler inandıkları or-
tak ilkeler ve değerler adına
and içerek muhataplarına belli
bir güven duygusu verirler.
Böylece sözleşmeler, ikili veya
çok taraflı ilişkiler karşılıklı
itimada bağlanmış olur. Bu
da ilişkilerde daha istikrarlı
bir ortam meydana getirir.
Mahkemelerde başvurulan is-
bat vasıtalarından biri de ye-
mindir. Hz. Peygamber (s.a.v);
“Davacıya delil inkâr edene de
yemin etmek gerekir.” buyur-
muştur.
Müslümanın Yemin Etmesine Gerek Var
mıdır?
Aslında müslümanın sözü
yemin yerine geçer. Çünkü müs-
lümanın sözü senettir. Böyle
olmalıdır. “Doğru sözlü olma” ve
“yalan söylememe”yi inanç hali-
ne getiren müslümandan başka
türlü bir davranış beklenmez.
Dînî değerlerine gönülden bağ-
lı olan böyle bir kimsenin, sözü-
nü kuvvetlendirmek ve doğru-
luğunu isbat etmek için başka
bir şeye ihtiyacı yoktur. Çünkü
İslâm, kendisine inananlardan
her durumda özüyle ve sözüyle
doğru olmalarını bekler. “Em-
rolunduğu gibi dosdoğru ol!”1;
“Onlar emanetlerini gözeten
ve sözlerini yerine getirenler-
dir.”2; “Rabbimiz Allah’tır de-
yip sonra dosdoğru olanlara
korku yoktur, onlar üzülmeye-
ceklerdir.”3 meâlindeki ayetler,
bu duyarlılığı açıkça ortaya koy-
maktadır. Ancak hayatın kimi
belirsizlikleri, hırsa mağlup ol-
mak ve ahlâk ölçülerindeki za-
yıflamalar, yemin gibi ilave bir
desteğe ihtiyaç hissettirmekte-
dir. Bazen karşı taraf talep et-
mese de insan kendini kontrol
altına almak için, bazı eylemle-
ri yapmaya ya da yapmamaya
söz verir, bunu da yemine bağ-
lar. Böylece, yapılan bir yemin,
kişiyi sorumluluk altına alır ve
gereğini yapmaya mecbur eder.
Yemini Yerine Getirmeyenin
Dindeki Durumu Nedir?
Dinimiz, yemin etmeyi
Allah’a söz verme olarak değer-
lendirmiştir. Bunun için de ya-
pılan yemine sadık kalmayı ve
yerine getirmeyi sıkı bir şekilde
emretmiştir. Bu konuda Yüce
Allah şöyle buyurur: “Sözleşti-
ğiniz zaman Allah’a olan ah-
dinizi yerine getirin! Yemin-
lerinizi, Allah’ı aranızda kefil
kılarak sapasağlam hale ge-
tirdikten sonra bozmayın…Ye-
minlerinizi aranızda aldatma
amacı yapmayın!.. Allah adına
verdiğiniz bir sözü az bir paha-
ya değişmeyin!..”4.
FıkıhAbdullah KAHRAMAN*
YemİN VEKeFARETYemİN VEKeFARET
Kasım 201164
KIŞ RUBAÎLERİ
Eski KışlarMevsimler de değişti, eski kışlar nerede?Dam boyu kar yağardı, fasulye tenceredeEllerde eldivenler, başta örme papaklarÇocuğunu beklerdi, anneler pencerede…
Kar KuyularıGeleneğin ölmediği çağlardaKuyulara kar konurdu bağlardaGözlerimden istemeden yaş gelirGeçmiş günler yüreğimi dağlar da…
EskidenPişmaniye dedikleri telteliler çekilirdiUzun kış gecelerinde arabaşılar yenirdiBugünkü uçurum yoktu aileler arasındaZengin-fakir sokakları, semti, mahallesi birdi…
Çocukluğumun KışlarıOtururduk toprak damlı evlerdeDamları kürürdük tahta kürekleYuvakla sıkıştırırdık toprağıHayattan karı sokağa iyice…
Kış GeceleriKestaneyi patlatırdık sobadaHikâye-masal dinlerdik meraklaMeyve kuruları tek eğlencemizGünler boyu süren kar ve fırtına…
Dışı Soğuk İçi SıcakEdebiyatımızda ‘‘Elhân-ı Şitâlar’’ varDıranas ve Sezai Karakoç’tan ‘‘Kar’’Toparlanma mevsimi, içe kapanma faslıDışım soğuktan donar, içimde volkan yanar…
Bekir OĞUZBAŞARAN
65
Mümin sözünde duran ve ye-
mini yerine getiren insandır.
Buna rağmen yaptığı yeminin
gereğini yerine getirmeyen Müs-
lüman ceza ve ibadet yönü de
bulunan dinî bir yaptırımla karşı
karşıya kalır. Bu yaptırımın adı
“keffâret”tir. Keffâret, hem ihlâl
edilen dini kuralların bir cezası,
hem ihlâl edenin tevbesi ve hem
de bağışlanma vesilesidir.
Yeminlerini bozanların dinî
sorumluluktan kurtulmaları için
keffâret ödemeleri gerekir. Yüce
Kitabımız Kur’ân’ın bu konudaki
âyetleri şöyledir:
“…Allah bilinçli olarak yap-
tığınız yeminlerden sizi sorum-
lu tutar. Bunun keffâreti, kendi
aile fertlerine yedirdiğinizin or-
talamasından, on fakiri doyur-
manız veya onları giydirmeniz
yahut bir köleyi hürriyetine ka-
vuşturmanızdır. Bunları bula-
mayan kimse üç gün oruç tutar.
İşte yeminlerinizin keffâreti bu-
dur. Yemin ettiğiniz zaman ye-
minlerinizi tutun!..”5.
Kur’ân-ı Kerim yaptığı ye-
mini yerine getirme konusun-
da bize Hz. Eyyûb (a.s)’u örnek
vermektedir. O, Allah’ın imtiha-
nı sonucu bir insanın dayana-
mayacağı derecede hastalık ve
acı çekti. Bu sürede hanımı ken-
disine iyi davranmadı ve sabrı-
nı zorlayan sözler söyledi. Bu-
nun üzerine de Hz. Eyyûb (a.s)
iyileşince ona yüz sopa vuracağı-
na dair yemin etti. Ancak iyileş-
tikten sonra hanımının söylediği
sözlerin aslında kötü niyetle de-
ğil, ona olan muhabbetten kay-
naklandığını anladı. Yaptığı ye-
mine pişman oldu. Ancak yemin
de etmişti. Bunu yerine getirme-
si gerekiyordu. İşte bunun üze-
rine Allah ona bir kolaylık ol-
mak üzere yüz başaklı bir sap
alıp hanımına vurmasını emret-
ti. O da bunu yaparak sembo-
lik olarak yeminini yerine getir-
miş oldu. İlgili âyetler şöyledir:
“(Ey Muhammed!) Kulumuz
Eyyûb’u da an. Hani o, Rabbine,
‘Şeytan bana bir yorgunluk ve
azap dokundurdu’ diye seslen-
mişti. Biz de ona, ‘Ayağını yere
vur! İşte yıkanacak ve içecek so-
ğuk bir su’ dedik. Biz ona tara-
fımızdan bir rahmet ve akıl sa-
hiplerine bir öğüt olmak üzere
ailesini ve onlarla birlikte bir o
kadarını bahşettik. Şöyle dedik:
‘Eline bir demet sap al ve onun-
la vur, yeminini bozma.’ Ger-
çekten biz Eyyûb’u sabreden bir
kimse olarak bulduk. O ne güzel
bir kuldu! O, Allah’a çok yönelen
bir kimse idi.”6
Bu âyetler ve Hz. Eyyûb (a.s)
örneği, hangi durumda olunur-
sa olunsun, yapılan yeminin ye-
rine getirilmesi gerektiğini gös-
termektedir. Kur’ân bu konuda
alternatifli bir keffâret imkânı
göstererek yeminine aykırı dav-
rananlara bir çare göstermiştir.
Günlük Konuşmalarda Sıkça Yemin Etmek
Doğru mudur?
Yemin, söze kuvvet kazan-
dırma, mahkemede ispat vasıta-
sı ve dini sorumluluk yönü olan
bir eylemdir. Kur’ân’ın önerdiği
keffâret cezasından ve Hz. Pey-
gamber (s.a.v)’in irşatlarından
anlaşıldığına göre, mecbur kal-
madıkça ve gerek olmadıkça ye-
min etmekten sakınmak gerek-
mektedir. Özellikle de yerine
getirilemeyeceği kesin olan du-
rumlarda yemine başvurmamak
gerekir. Yemini günlük konuş-
maların bir parçası haline getir-
mek asla doğru olmaz. Çünkü bu
durum, yeminin taşıdığı ciddi-
yet ve dini sorumlulukla bağdaş-
maz. Gerekli-gereksiz yemine
başvuranlar inandırıcı olamaz
ve güvenilirliklerini kaybederler.
Güvensiz bir kişi hem Allah ka-
tında, hem de insanlar nezdin-
de makbul olamaz. Bu sebeple
de ilişkilerinde çoğu kere prob-
lem yaşar. Hele hele yalan yere
yemin etmek, yeminiyle aldatma
niyeti taşımak büyük günahlar-
dan sayılmıştır. Bu sebeple hem
Kur’ân7 hem de Hz. Peygamber
(s.a.v) çok yemin etmekten sa-
kındırmıştır8.
“Şu şöyle değilse hanımım
benden boş olsun” gibi ifadeler
kullanarak yeminlere hanımla-
rı âlet etmek de en büyük yanlış-
lardandır. Çünkü bu evlilik cid-
diyetine ve evliliğin saygınlığına
zarar verir.
Bir mümin için bu konuda
ideal durum, yemin etmeye ge-
rek bırakmayacak güvenli bir
kişiliğe sahip olmak ve yemin
edince de gereğini yerine getir-
mektir.
* Prof. Dr.
Dipnot
1 11/Hûd 112.2 23/Mü’minûn 8; 70/Meâric 32.3 46/Ahkâf 13.4 16/Nahl 91, 94, 95.5 5/Mâide 89.6 38/Sâd, 41-44.7 68/Kalem, 10.8 Müslim, Müsâkât, 132.
67Kasım 201166 67
Kitaplık
Bahadır Kuzu Çobanı
Fatma Pekşen
TDV Yayınları
Tel: 0312 354 91 31
Süper Defter 1
Zeynep Sevde Paksu
Nesil Çocuk
Tel: 0212 551 32 25
Osman Gâzi
Mustafa Akgün
Akgün Yayınları
Tel: 0532 620 11 37
Nasihatnâme-i Vehbi
Yrd. Doç. Dr. Lütfi Alıcı
Ukde Yayınları
Tel: 0344 225 13 00
Aşk-ı Sükûn
Nuriye Çeleğen
Nesil Yayınları
Tel: 0212 551 32 25
Son yıllarda yayınladığı yazılar ve kitap-
larla dikkatleri üzerine çeken Vedat Ali
Tok’un bir kitabının adı bu. Vedat Ali
Tok, Kayseri’de yaşayan bir yazar. Sağlık Mes-
lek Lisesinde Edebiyat öğretmeni.
Daha önce Kayseri Lisesinde yıl-
larca hocalık yaptı. Edebiyat öğ-
retmenliğinin bir bölümü de
Karadeniz’de geçti. Erciyes
Üniversitesinde de Türk Dili
dersleri veriyor. Hem Kay-
seri Lisesinin, hem de Sağ-
lık Meslek Lisesinin okul
dergilerini de o çıkardı.
2002’den beri Kayseri’de
aylık olarak neşredilen
kültür ve sanat dergisi
Berceste’nin Genel Yayın
Yönetmeni. Diyanet Ay-
lık Dergi’nin ve Somuncu
Baba’nın sürekli yazarlarından. Çalışkan bir öğ-
retmen ve üretken bir yazar. Şairliği de var. On
kadar kitabı yayınlandı, fakat bu sayı çok artaca-
ğa benziyor. Çünkü o, habire yazıyor, nicelik ka-
dar niteliğe de önem veriyor. Diyanet Dergisinde
çıkan Berceste Beyit Şerhleri çok güzel. Herhalde
yakında o da kitaplaşır.
Bu değerli edebiyatçı, yazar Naat Tahlilleri
yaptı. Şiir Terimleri üzerine bir çalışma neşret-
ti. Türk Şiirinde Hz. Muhammed (s.a.v.) isimli
bir inceleme yazdı. Dîvân Edebiya-
tı ağırlıklı Mülâkatlar yaptı. Edebî
Sanatlar Ansiklopedisi hazırladı.
Eski Yazı ve kültürümüzden günü-
müze kitaplar aktardı.
Tok’un kendisini rahat okutan
bir kalemi var. Dili ve üslubu sıkıcı
değil, akıcı. Bu dil ve üslubu tahkiye
alanında da kullanarak birbirinden
değerli, güzel romanlar yazdı, yazı-
yor. İşte onlardan biri de (Kayseri
Lisesinden) Nûra Koşanlar’dır.
Nûra Koşanlar’ın dışında Per-
vanenin Rüyası (Fuzûlî Romanı)
adlı eseri edebî, tarihî, biyografi romanı. Daha
doğrusu bir çağ romanı. Şimdilik iki baskısı ya-
pılan ve okuyucudan büyük ilgi gören bu roma-
nın mevcudu tükendikçe yeni baskılar yapacağını
söylemek yanlış olmaz. O, şimdilerde, son büyük
Dîvân şairi sayılan Mevlevî Dedesi Şeyh Galib’in
hayatını ve yaşadığı devri anlatan bir roman daha
yazdı: Semender. Bu roman da yakında kitap-
KitapBekir OĞUZBAŞARAN
çı vitrin ve raflarını süsler. Bu da edebî ro-
man nitelemesine uygun bir eser. Müsved-
delerini okuduğum için biliyorum. Vedat Ali
Tok’un elindeki bir roman çalışması da ta-
rihimizin hayırseverliği ile meşhur kadınla-
rından Gevher Nesibe Hatun ile ilgili.
Nûra Koşanlar ise edebî olmaktan çok
millî bir roman. Zaten yazarı da bu kitabını
edebî bir roman olsun diye yazmamış. Ro-
man okunduğunda amacının akıcı bir üslup
içinde insanımıza, özellikle de gençlerimize
millî şuur, millî ruh ve tarih şuuru aşılamayı
hedeflediğini anlatıyor. Tabii bunu hakkıy-
la başarıyor da. Bu hacmi küçük fakat değe-
ri büyük kitabı kim okusa mutlaka ağladı-
ğını söylüyor. Buna şahsen ben de dâhilim.
Memleketimizin, yaşı yüz yirmiye dayan-
mış tarihî liselerinden biri olan ve iki Cum-
hurbaşkanı yetiştirmiş bulunan (Merhum
Turgut Özal ve Sayın Abdullah Gül) Kayse-
ri Lisesinin Millî Mücadele’de (muhteme-
len 1921’de) okulu bırakıp vatan savunma-
sına giden ve şehitlik mertebesine ulaşan
son sınıf öğrencilerinin dokunaklı hikâyesi.
Onların hepsi Nûra Koşmuşlar ve Allah’a
(c.c.) kavuşmuşlardır. Bu yiğitlerin man-
zum destânını Fazıl Ahmet Bahadır, men-
sur destânını da Vedat Ali Tok kaleme aldı.
Onlar böylece İstiklâl Marşı ve Çanakkale
Destânı şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’a lâyık
birer kalem erbâbı, hayrül halef evlat ve to-
run olduklarını gösterdiler. Ellerine, dil-
lerine, kalemlerine sağlık. Bizlere düşen-
se onların hikâyelerini okumak, okutmak,
hislenmek ve ağlamaktır. Dünün, bugü-
nün ve yarının kıymetini bilmektir. Mukad-
des değerler uğrunda her türlü cehd göste-
rip “Ölürsem şehit olurum, kalırsam gazi…”
idealini kıyamete kadar yaşatmaktır…
Vedat Ali TOKNûra Koşanlar, 88 sayfa, 5 TLİsteme adresi: Laçin Kitap Kırtasiye, Talas C. Üzüm Ap. K: 1 KAYSERİ Tel: 0352 222 19 40
KoşanlaRNÛRA
69Kasım 201168
Mutlu olmak hiç şüphesiz izafi bir
kavramdır. Ancak yine de mutlu
olmak denilince ortak bir duygu-
dan söz ederiz. Bu duygu kendini iyi hissedebil-
mektir. Bazen bir bardak çay içilirken duyulabilen
bu tatlı duygu, bazen başkalarının acılarını payla-
şırken, bazen bir davranıştan pişmanlık duyarak
affedilmek için çaba harcarken, bazen acı çekse
bile bunu olgunlukla ve sabırla karşılayabilmeyi
becerebilirken olabilir. Yani mutlu olmak, genel
kanı olarak daha sağlıklı olmak, daha fazla mal-
mülke sahip olmak, daha yüksek makam ve mev-
kileri elde edebilmek gibi dünyevi beklentilerle
özdeş anlaşılsa da, bireyden hareket ettiğimizde
bu her zaman ve her birey için geçerli değildir. En
basitinden Türk Divan Edebiyatının önemli isim-
lerinden Fuzûlî’ye atfen anlatılan, Kâbe’ye vardı-
ğı vakit Allah’tan acılarını arttırmasını talep et-
mesi, onun mutluluğu aradığı noktanın sayılan
hususlarla örtüşmeyip, hatta çeliştiğini gösterir.
Yine tasavvuftaki dervişlikte mutluluk, az yeme,
az uyuma, az konuşma, mala mülke ve dünya-
nın diğer nimetlerine meyletmeme, onlardan ola-
bildiğince uzak durma esasına dayanır. Nitekim
atalarımız “azıcık aşım, ağrısız başım” atasözüy-
le mutluluğu başkalarını kıskandıracak derecede
mal-mülk sahibi olmakta değil, tam tersine her-
kesin rahatlıkla elde edebileceği sade bir yaşantı-
da görürler.
Asırlar önce yaşamış bir mutasavvıf olan Feri-
düddin Attar da, çocuklara öğütler içeren ve na-
zım tarzında kaleme almış olduğu “Pendname”
isimli eserinde mutluluğu sadelik ve azla yetin-
mekte görür.
Özellikle “Malın varsa derdin var.” ilkesini be-
nimseyerek şöyle ifade eder şiir diliyle bu yakla-
şımını: “Oğlum arama mutluluğu parayla malla”,
“Yol erine yararı yok dünya varlığının/Düşün-
mez asla o yokluğu/Saf olur gönlü doğrulukla/
Kâfi olur hırkası ile lokması/Arttırmak isterse
PsikolojiM. Doğan KARACOŞKUN*
MUTLULUKATTAR’A GÖRE
“Asırlar önce yaşamış bir mutasavvıf olan Feridüddin Attar da, çocuklara öğütler
içeren ve ve nazım tarzında kaleme almış olduğu “Pendname” isimli eserinde
mutluluğu sadelik ve azla yetinmekte görür.”
REÇETESİ
71Kasım 201170
malını mülkünü/Uzak kalır asıl saadetten”. Şiir-
den de anlaşıldığına göre asıl mutluluk âhirette
olup, bu dünyada derviş olmak gerekir. Dünyada
neye sahip olursanız olun sizi mutlu etmeye yet-
mez demek ister. Ona göre bırakın mutlu etme-
yi, hatta insana bir yük, bir meşakkat verir dünya-
nın mal ve mülkü. Bu yüzden Allah’tan zenginlik
dilememek gerekir: “Olmaz reva Allah’tan zen-
ginlik dilemek/Meşakkettir mü’minin zenginliği”
mısraları bunu anlatır. Tabii burada anlatılmak is-
tenen ahreti unutturup dünyaya yönelmeye sebep
olan mal-mülk ve zenginliktir. Allah’a kulluğu ve
âhireti unutturmadıktan sonra mal-mülk sahibi
olmanın ve zenginliğin bir
skıncası elbette yoktur.
Attar, mutluluk anah-
tarını dervişçe yaşamakta
görmekle kalmayıp, bu ya-
şantının rol model davranış
biçimlerini de aktarır. Bu
davranışlardan bazılarını
onun nazım şeklindeki seç-
me ifadelerinden hareketle
şöylece açıklayabiliriz:
Kıskançlık Etmemek
“Üzülmemek için dünyada/
bakma kıskançlıkla kimse-
ye”
“Ne uğursuz kıskançta ra-
hat/ ne bedbaht yalancıda
vefa olur”
Nefsin Arzularına Karşı Durmak
“Yüz çevir murat ve ar-
zudan. / Yönel Tanrı’nın
dergâhına.
Mutluluk çeker mutsuzlu-
ğu.”
Cimrilikten Sakınarak, Cömert
ve Alçakgönüllü Olmak
“Meşhur ol insanlığınla./Uzak ol kibirden, cimri-
likten.
Ol cömert,/âdet edin alçakgönüllülüğü.
Aydın olsun yüreğin dolunay gibi.”
Attar’a göre cimri karakterin tipik davranışları ve
hâlet-i rûhiyesi şu şekilde ifade edilir:
“Üç alâmeti var cimrinin/Söyleyim sana,
öğren oğlum./Cimri korkar önce dilenciden./Tit-
rer açlık belasından.
Rastlarsa yolda tanıdığa,/geçer yanından rüzgar
gibi,/der merhaba. *Doç. Dr.
Dokunmaz fayda ekmeğinden kimseye./Nasiple-
nir pek az kişi sofrasından.”
Öfkeden Sakınmak, Öfkeyi Kontrol Etmek
“Varsa dünyada ömrün tadı, zevki,/sakın öfken-
den, kahrından.
Görürsen halkın sana uymadığını,/uy sen onların
huyuna.
Geçmiyorsa istediğin eline,/ferah tut gönlünü.”
Kanaatkâr Olmak
“Nasıl zengin kılabilir dünya malı kanaatsiz kişi-
yi?”
“Yol erine yararı yok dünya varlığının./Düşün-
mez asla o yokluğu.
Saf olur gönlü doğrulukla./Kâfi olur hırkası ile
lokması.
Arttırmak isterse malını, mülkünü,/uzak kalır asıl
saadetten.”
Dünyanın Geçiciliğini Unutmamak
“Bir köprüye benzer dünya./Koyulmuşsun yola,/
geç ondan.
Kim yaparsa köprübaşına ev,/değildir akıllı,/de-
lidir deli.”
Özür Dilemeyi ve Özür Dileyenin Özrünü Kabuletmeyi
Bilmek
“Kabul et seni incitenin özrünü/ki bulasın mağ-
firet.
Tanrı sevmez insan incitenleri./Olmaz böyle has-
leti dindarların.
Kim yaralarsa zulümle birinin gönlünü,/Yarala-
mıştır kendi vücudunu.
Düşkünlük olur sonu/gönül kırma peşinde ola-
nın.
Oğlum!
Kalkma gönül incitmeye./Konuşma ileri geri Ya-
radanın hakkında.
Kırma kimsenin hatırını oğlum.”
Duyarsız, Dertsiz ve Tasasız Olmamak
“Değildir yol eri köşk, bağ, bahçe hevesinde.
Eksik olmaz yüreğinde dert hem de yara.
Diksen de gökyüzüne kadar bina,
gireceksin sonunda toprağın altına.”
Kibirden Uzak Olmak
“Kibirle başını kaldıran,/kalır kurt gibi tek başı-
na.”
Düşünmeden Konuşmamak ve Susmayı Alışkanlık Haline
Getirmek
“Susmayı alışkanlık haline getiren,/kaygı duymaz
hiç.
İstiyorsan selamet, sus.”
“Sâkin olup susan kimse,/giyer üstüne esenlik
giysisini.”
Minnet Beklemeden Hayır Yapmak, Başkalarının
Kusurlarını Görse De Susup Yadırgamamak ve Kendi İşini
Başkasına Yıkmamak
“Kim üç şeye alışırsa saadet bulur dünyada.
Minnet beklemeden hayır yapmak./Bunu yapan
layık olur rahmete.
Girse de hep başkasının kusurunu/kınamak için
açmaz ağzını.
Kimi görürsen doğru olmayan yolda,/yol göster
ona sevap kazanmak için.
Verme insanlara zahmet./Yükleme başkasına
kendi yükünü.”
Sabretmek
“Oğlum! Gâfil olma âhiretten./Mutlu olma bu
dünyanın malından, mülkünden.
Sabret dünyanın belalarına;/şükret nimet vakti
Tanrı’ya.”
Orh
an D
İNÇ
73Kasım 201172
Bir zamanlar efendi-
sinin evine her gün
nehirden su taşı-
yan bir köle vardı. Köle boynun-
da taşıdığı bir sopanın iki ucuna
birer kova asar, bu kovaları ne-
hirden aldığı su ile doldurur eve
getirirdi. Ancak kovalardan bi-
risi birkaç yerinden delinmiş
eski bir kovaydı. Dolayısıyla, ne-
hirde ağzına kadar doldurulan
suyun ancak yarısını tutabilirdi
eve kadar. Diğeri ise yepyeni ve
sağlam bir kovaydı. Suyu hiç sız-
dırmadan taşırdı.
Tam iki yıl bu böylece de-
vam etti. Sucu köle nehirde iki
tam kova dolduruyor, efendisi-
nin evine geldiğinde ise geriye
sadece bir buçuk kova su kalı-
yordu. Deliksiz kova bu başarı-
sıyla gurur duyuyor ve ben işimi
tam görüyorum, diyerek böbür-
leniyordu. Zavallı delik kova ku-
surundan dolayı utanıyor ve
kendisinden beklenenin sade-
ce yarısını yapabildiği için hep
üzülüyordu. İki yıl boyunca de-
liğinden su sızdırmayı içine sin-
diremediği için, bir gün dile ge-
lip nehir kenarında sucuya şöyle
dedi:
- Ey sucu! Kendimden utanı-
yorum ve senden özür dilemek
istiyorum.
- Niye ki, diye sordu sucu.
- Neden utanıyorsun?
- İki yıl boyunca, yan tara-
fımdaki çatlaklar yüzünden su-
lar akıp gitti ve yükümün sadece
yarısını efendinin evine götüre-
bildim. Benim kusurum nede-
niyle sen de gayretlerinin karşı-
lığını tam alamıyorsun.
Sucu eski delik kovaya acıdı
ve şefkatli bir sesle şöyle dedi:
-Efendimin evine dönerken,
yol kenarındaki çiçeklere bir
dikkat et istersen.
Gerçekten de, tepeye çıkar-
ken, delik kova yol kenarında-
ki enfes yaban çiçeklerini gördü
ve bu onu birazcık neşelendir-
di. Ama yolun sonunda yine ke-
derlendi, çünkü yükünün yarı-
sını yine çatlaklardan akıtmıştı.
Bu başarısızlığından ötürü su-
cudan yine özür diledi. Sucu ko-
vaya şöyle dedi:
-Yolun sadece senin tarafın-
da çiçekler açtığını, diğer tara-
fında hiç çiçek olmadığını fark
etmedin mi? Bu neden böyle bi-
liyor musun? Ben senin delik ol-
duğunu baştan beri biliyordum
ve bundan faydalanmak iste-
dim. Senin tarafındaki yol kena-
rına çiçek tohumları ektim. Ve
her gün dereden dönerken onla-
rı sen suladın. İki yıl boyunca bu
güzel çiçeklerle efendimin ma-
sasını süsleyebildiysem, bu se-
nin sayende oldu. Senin sayen-
de, efendimin odası böylesine
güzelleşti.(Murat Çiftkaya, İl-
ham Öyküleri)
Hikâyede olduğu gibi haya-
ta ve olaylara olumlu bir şekil-
de bakılmalıdır. Amacımız sa-
dece, yolun sonu dediğimiz
hedefe ulaşmak olmamalıdır.
Yolun sonu dediğimiz hedefe
ulaşırken etrafımızdaki güzel-
likleri görebilmelidir.
Nedir bu yolun etrafındaki
güzellikleri görebilmek?
Hayatın içindeki olumsuz
yönlerden daha çok olumlu yön-
lerini görebilmektir. Bardağın
boş tarafını değil dolu tarafını
görebilmektir. Eşimizin, dostu-
muzun ve çocuklarımızın olum-
suz davranışlarını değil olum-
lu davranışlarını görebilmektir.
Mevlana Hazretlerinin: “Ayıpsız
dost arayana dostsuz kalır” de-
memiş midir? Elektriği bulmak
için Edison 999 defa (bazı riva-
yete göre de 9999) deneme yap-
mış. Etrafındakiler üstat demiş-
EğitimM. Emin KARABACAK
GÜZELLİKLERİGÖREBİLMEK
“Olumlu bakmak kişinin hem işini sevmesini hem de
kendini geliştirmesini sağlayacaktır. Faydalı olabilme
adına kendini geliştiren insan olaylara geniş açılardan
bakmayı öğrenecektir.”
75Kasım 201174
ler bir daha deneyince sayı da
bin olunca başarısız oldum diye-
bilir misiniz demişler.
Edison:
- Hayır, elektriğe gitmeyen
bir yol daha buldum diyebilirim,
bakış açısıyla hayata bakabilme-
lidir.
Memlekete ziyarete ya da
tatile gitmeye karar verdiği-
niz düşünelim. Tatil programı-
nı yaptıktan sonra akla, ne za-
man çıkalım sorusu gelecektir.
Baba, erken çıkalım erken vara-
lım der. Anne benim için fark et-
mez der. Çocuklar ise gündüz çı-
kalım hem etrafı seyrederiz hem
de piknik yaparız derler.
Babanın görünüşüne göre ha-
reket edilirse sadece önemli olan
hedefe ulaşmaktır. Annenin yak-
laşımı uyumlu gibi görünse de
hayattan da çok fazla beklenti-
si yok. Çocukla-
rın düşünceleri-
ne göre hareket
edilirse hem he-
defe ulaşmak
hem de hede-
fe ulaşırken za-
manı ve ortamı
en güzel şekilde
değerlendirmek
vardır.
İnsanoğlu-
nun hayatın-
da sadece bir
kesit olan bu
olay, gerçekten
de insanın ha-
yatını tümüy-
le nasıl değer-
lendirdiğini veya
nasıl değerlendirilebileceğini
gözler önüne sermektedir.
İnsanoğlu çocukluğunda bü-
yümeyi, büyüyünce okulu bitir-
meyi, üniversite kazanmayı, işe
yerleşmeyi, evlenmeyi, çoluk ço-
cuk derken emekli olmayı hedef-
ler. Oysa hedeflerine adım adım
ulaşırken içinde bulunduğu za-
manı ve ortamı en güzel şekilde
değerlendirmeyi aklının ucuna
bile getirmez. Hayatındaki gül-
leri değil dikenleri görerek yaşa-
maya çalışır.
Bir ömür faslı nasılsa geçe-
cektir. Kimi yetmiş yaşında, kim
elli yaşında, kimi hayatın baha-
rı dediğimiz genç yaşta ölüm-
le tanışacaktır. Ölüme giden ha-
yat yolunda zamanı ve ortamı en
güzel şekilde değerlendirmek ge-
rekir. En güzel şekilde değerlen-
dirme adına kendimize eşimize,
çocuklarımıza ve çevremize en
azından tebessüm etmeyi bece-
rebilmeliyiz.
Sabah işe başladığımız za-
man, akşam eve gitmek için za-
manı geçirmek yerine işimizi en
güzel şekilde nasıl yaparım, in-
sanlara nasıl yardımcı olabilirim
diye düşünülmedir. Hatta bunu
düşünce eyleminde öte, fiili ola-
rak uygulamakla hem insanları
hem de kendimizi mutlu etmiş
oluruz. Önemli olan burada ba-
kış açısıdır. Çünkü olumlu bak-
mak kişinin hem işini sevmesi-
ni hem de kendini geliştirmesini
sağlayacaktır. Faydalı olabilme
adına kendini geliştiren insan
olaylara geniş açılardan bakma-
yı öğrenecektir.
Her gün evimizden işimize
giderken zihnimizi olumsuzluk-
larla meşgul etmek yerine fay-
dalı şeylerle meşgul etmeliyiz.
Dolmuş ve otobüslerde insan-
lara baktığınız zaman herkesin
camdan dışarı baktığını görür-
sünüz. İnsanlar yanındakilerle
ya iletişime kapalı olduğundan
ya da diğer insanları rahatsız et-
meme adına konuşmamakta-
dırlar. Oysa eline bir kitap veya
dergi alıp okusa ya da zikir yap-
sa bence içinde bulunduğu anı
en güzel şekilde değerlendirmiş
olacaktır.
Gerçektende bunları akli se-
lim şekilde bir düşündüğümüz
zaman, ne kadar önemli olduğu-
nun farkına varmaktadır insan.
Telafisi ve dönüşü olmayan bir
hayat yolunda bulunduğumuzu
ve bulunduğumuz konum ve ye-
rin kıymetini bilerek yaşamak ve
değerlendirmek gerekir.
ÂH AKŞAMLAR
Işıl ışıl süslenmiş ay, Semâ sanki sırça saray Olsa bile gurbetteyim, Hasret içre hasretteyim. Üzerime yürür gamlar, Âh akşamlar...
İçerim köz, dışarım kar, Savruluyor son umutlar. Yalnızlık bir yalın alev, Gölgesinde gezinir dev. Başıma yıkılır damlar, Âh akşamlar...
Yüreğimde gül memleket, Canımda bülbül memleket. Sesler gelir dertli yanık, Âlem uyur, ben uyanık, Perçeminden hüzün damlar, Âh akşamlar, âh akşamlar... Bestami YAZGAN
EZRY
A R
AHM
AN
77Kasım 201176
EdebiyatVedat Ali TOK Yandaki beytin kime ait olduğu bilin-
miyor. Klâsik edebiyatımızda sahibi
bilinmeyen şiirlerin, beyitlerin altına
“Lâedrî” yazılır. Bazı şairler de şiirlerine adlarını
yazmayı kibir saydıkları için “Lâedrî” imzasını at-
mışlardır. Her halükârda bir tevazu örneği sayıla-
cak bu davranış söylenen şiiri, beyti anonim hâle
getirmiştir. Bir bakıma halkın ortak malı, ortak
zevki durumuna gelen bu tür beyitler, nakledenin
kültürüne, eğitim düzeyine ve kelime hazinesine
göre de kelime ve anlam değişikliğine uğratılmış-
tır. Nitekim bu beyit bazı kaynaklarda,
Ârif ile sohbet etmek inci mercân incidir
Ahmak ile sohbet etmek âkıbet cân incidir
Biçiminde de görülmektedir.
Sözün, konuşmanın, muhabbetin insan haya-
tında büyük bir önemi vardır. İnsan sözünden,
hayvan yularından tutulur denmiştir. İnsanı an-
lamanın ölçülerinden biri de onu konuşturmaktır.
Çünkü söz, insanın aynasıdır. Fuzûlî, “Söz, gönül
hazinesinin mücevheri, insan karakterini yansı-
tan aynasıdır.” diyor. Yine Fuzûlî:
Artıran söz kadrini sıdk ile kadrin artırır
Kim ne mikdâr olsa ehlin eyler ol mikdâr söz
“Doğru söylemekle sözün kadir ve kıymetini
artıran kişi, kendi kadir ve kıymetini artırır. Söz
ne kadar değerli ise sahibini de aynı derecede de-
ğerli kılar.” demektedir.
Muhabbet, istişare, sohbet… Bunlar, sosyal bir
varlık olan insanın vazgeçilmez ihtiyaçlarından-
dır. İnsan; her gün, her an başkaları ile iletişim
halindedir. İşte bu noktada ilişki içinde bulun-
duğumuz çevre büyük bir önem arz ediyor. İnsan
dostunu, arkadaşını seçmekte hürdür. Bu, bir ba-
kıma insanın kendi hayatını da etkileyecek bir se-
çimdir. İnsan kiminle dost olur, ünsiyet kurarsa
onun boyasıyla boyanır. Zamanını bilgili, kültür-
lü kimselerle geçirenler ruh aydınlıklarına kavu-
şur; dimağlarını her an taze tutarlar. Cahillerle ar-
kadaşlık kuranlar ise malayani ile uğraştıkları için
ne kendilerine, ne de etraflarına fayda sağlarlar.
İnancımızda, geleneğimizde, kültürümüzde
âlimlere, âriflere büyük değerler verilmiş, on-
lara üstün görev ve sorumluluklar yüklenmiş-
tir. Âlimin ölümü, âlemin ölümü kabul edilmiş-
tir. Âlimlerin kalemindeki mürekkeple şehitlerin
kanları mukayese edilebilir olmuştur. Bütün
bunların sebebi bilgin ve bilgelerin hayatımız-
da oynadıkları önemli rollerden kaynaklanmak-
tadır. Bir milletin hayatiyeti âlimlerin beyinle-
ri ile doğrudan orantılıdır. Onlar bilgi ve fikirleri
ile milletlerin hallerine ve istikballerine yön ve-
rirler.
Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu
söyleyeyim, demiş atalarımız. Hayatta her şey
maddî değerlerle kıymet kazanmaz. İnsan bazen
okuduğu bir kitaptan aldığı lezzetle büyük gönül
zenginliklerine ulaşabilir; dinlediği bir bilgenin
sözüyle hayatı değişebilir insanın. Onlarla sohbet
etmek cana can katar. Beyitte işaret edildiği gibi
manevî anlamda incilere, mercanlara mücevher-
lere gark olur insan. Âlim ne söylediğini bilen in-
sandır. Cahil ne konuştuğunu, sözünün nereye
varacağını bilmez. Öyle bir söz söyler ki bizi üzer,
onunla dost olduğumuza bin pişman eder bizi…
Resulullah (s.a.v.) Efendimize cahilin kim ol-
duğunu sordukları zaman; cahilin vasıflarını an-
latıyor. Bu tarifin zıddı da elbette âlimlerin beya-
nıdır. Diyor ki Efendimiz:
“Cahil ile arkadaş olursan seni zahmete dü-
şürür. Uzak durursan küfreder. Sana bir şey ve-
rirse minnet eder, sen bir şey verirsen nankör-
lük eder. Sırrını ona söylersen hıyanet eder;
sırrını sana söylerse seni (onu yaymakla) suç-
lar. Zengin olursa azar, kaba ve katı yürek-
li olur; fakir olursa Allah’ın nimetini inkâr eder
ve günahtan çekinmez. Sevinçli olursa haddi-
ni aşar ve azgınlık yapar, üzülürse ümitsizliğe
kapılır. Gülerse kahkahayla güler, ağlarsa çığ-
lık atar. İyilere dil uzatır, Allah’ı sevmez, O’nun
haklarını gözetmez, O’ndan utanmaz, O’nu an-
maz. Razı etsen seni över ve sende bulunmayan
iyilikleri sana nispet verir; sinirlenirse övgüle-
ri kesilir ve sende bulunmayan kötülükleri sana
nispet verir. İşte cahilin durumu budur.”
mercÂnİncİ
“Âlim ile sohbet etmek inci mercân incidir
Câhil ile sohbet etmek âkıbet cân incidir” / Lâedrî
(Bilgili kimselerle sohbet eden çok kıymetli şeyler kazanır.
Cahillerle sohbet eden kimsenin nihayetinde canı yanar.)
79Kasım 201178
13.500 yıl öncesine dayanan tarihî geçmişiyle
Urfa, tarihte dünya kültür ve medeniyetinin
merkezi kabul edilen ve arkeoloji literatü-
ründe “Bereketli Hilal” olarak adlandırılan böl-
ge üzerinde yer alması sebebiyle yeryüzünün ilk
medeniyet ve kültürlerinin yaşandığı şehirlerden
biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünya Uygar-
lık Tarihi’nin kutsal kentleri arasında ilk sıralar-
da yer alan Urfa, “Peygamberler Şehri” unvanını
sahip bir ilimizdir. Urfa’nın tarihine bir göz atıl-
dığında kente bu unvanın verilmesinin çok yerin-
de olduğunu anlayabiliriz. Şöyle ki;
Hz. Nuh (a.s) Kur’an’daki geçen ifadeye göre
tufan sonrası Hz. Nuh’un gemisinin Cudi Dağı-
na oturmuştur. Gerek Kutsal kitaplara ve gerekse
tarihî kaynaklara dayanmasa da geminin oturdu-
ğu Cudi Dağının Urfa ilinin sınırları içinde oldu-
ğuna inanılır.
Hz. İbrahim (a.s) Urfa’da doğmuş, burada ya-
şamış ve en önemli mesajını burada vermiştir.
Nemrut ve halkının taptığı putlarla mücadele et-
tiği için burada ateşe atılmıştır.
Hz. Lût (a.s), Hz. İbrahim (a.s)’ın karde-
şi Harran'ın oğludur. Urfa' da doğmuş ve ilk ço-
cukluğu Hz. İbrahim ile beraber geçmiştir. Onun-
la beraber Harran'da da yaşamıştır. Amcası Hz.
İbrahim'in ateşe atılmasını gören Hz. Lut (a.s)
daha sonra Urfa'dan Sodom ve Gomore şehirle-
rine doğru yola çıkmış orada kendisine peygam-
berlik verilerek insanları Allah’ın dinine davet et-
miştir.
Hz. Yakub (a.s) İbrahim (a.s)’in torunu ve
İsrailoğulları’nın atası olup Harran'da evlenmiş
sonra Ken’an İline hicret etmiştir.
Hz. Eyyûb (a.s)’ın hastalık çektiği mağara
ve yıkanarak şifa bulduğu kuyu bugün Urfa'nın
Eyyûb Peygamber semtindedir. Karşılaştığı sı-
kıntılara karşı tam bir tevekkülle sabreden Eyyûb
(a.s) Urfa'da vefat etmiş olup kabri Eyyûb Nebi
köyündedir.
Hz. Elyasa' (a.s) Hz. Eyyûb’u ziyaret etmek
amacıyla yola çıkmış; yıllarca dolaştıktan sonra
Eyüp Nebi Köyü’ne yaklaştığında karşısına şey-
tan çıkmış.
Hz. Eyyûb’un yaşadığı köye epey yaklaşma-
sına rağmen şeytan ona, daha yolun yarısın-
da olduğunu söylemiş. Bunun üzerine yaşı epey
ilerlemiş olan Hz. Elyesa, Hz. Eyyûb’a ulaşama-
yacağını düşünerek Allah’tan canını almasını di-
lemiş ve oracıkta vefat etmiş.
Hz. Şuayb (a.s), Harran’a çok yakın mesafe-
deki Şuayb Şehri'nde yaşamış, Musa (a.s), Şuayb
Şehri yakınındaki Soğmatar'da Şuayb (a.s) ile bu-
luştuğu anlatılmaktadır. Fakat bu bilgilerin tarihi
Örnek Hayat Yusuf HALICI
kaynaklar-
da dayanağı
yoktur.
Hz. Musa (a.s)’ın
Şuayb Peygamber’in ya-
nına giderek uzun süre onun
hizmetinde bulunduğu ve kızıyla
evlendiği bilinmektedir. Şuayb Şehri-
ne yakın Soğmatar’da Hz. Musa (a.s)’nın
kuyusu ve asasının izi olarak bilinen iki yer
halen ziyaret edilmektedir.
Hz. İsa (a.s)’ın Urfa'yı kutsadığına dair bir
mektup ile zamanın Urfa Kralı Abgar Ukkama'nın
yakalandığı bir hastalıktan kurtulması amacıy-
la yüzünü sildiği mendili krala gönderdiği hat-
ta o mendile Hz. İsa (a.s)’ın yüzünün portresinin
çıktığı rivayet edilmektedir. Yine rivayetlere göre
Hıristiyanlık devlet dini olarak dünyada ilk defa
bu kral döneminde Urfa'da kabul gördüğü bilin-
mektedir. Saymaya çalıştığımız bu nedenlerden
dolayı Urfa bir diğer adı olan “Peygamberler Şeh-
ri” unvanını hak ettiğine inanıyoruz.
Ayrıca, eski bir yerleşim yeri olması sebebiy-
le burada çok farklı inanç grupları yaşamıştır. Üç
büyük semavî din mensuplarının ve değişik inanç
gruplarının burada yaşamış olması, Şanlıurfa’nın
dinî hayatına önemli etki etmiştir. Bu açıdan ba-
kıldığında Urfa'nın dinler tarihi ve inanç turiz-
mi yönünden Mekke ve Kudüs'ten sonra dünya-
nın önemli inanç merkezlerinden biri olduğunu
da kolaylıkla söyleyebiliriz.
Dinî hayatın son derece canlı olduğu bir yer-
de elbette ki, tasavvufî hayatta o derece canlı ola-
caktır. Tarihsel süreçte Urfa’da tasavvuf ilminin
de birçok kolu halk arsında kabul görmüş, bu çer-
çevede, insanlara manevî rehberlik yapan, onlar-
la manevî dünyalarını paylaşan pek çok şahsiyet
yetişmiştir.
Şeyh Hayât Bin Kays El-Ensarî El-Harrânî
Harran’da doğup yetişmiş dönemin önde ge-
len ariflerinden-
dir. Doğum tarihi
hakkında, kaynak-
larda bir bilgi bulun-
mayan Şeyh Hayât Haz-
retleri zühd anlayışına
yönelik bir arınma terbiyesini,
Yaratıcı’ya vuslatta esas alan bir
evliyadır.
Künyesindeki “Ensârî” nisbesi onun
sahabe soyundan geldiğinin bir gösterge-
sidir. Dindar bir aileden gelen Şeyh Hayât’ın,
Harran’da elli yıl Hüseyin el-Bevârî’nin sohbetle-
rinde bulunduğu, namazlarını sürekli olarak ce-
maatle kıldığı rivayet edilir.
Harran’da adını taşıyan mescidin kıble tara-
fında inşa edilen zaviyesinde irşad faaliyetlerinde
bulunan Harrânî Hazretleri bölgenin en çok say-
gı gösterilen şeyhi olup kendisi Nureddin Zengî
ve Selâhaddin Eyyûbî gibi bazı sultan ve ordu ko-
mutanları tarafından ziyaret edilmiştir.
Büyük bir mutasavvıf olması, Allah aşkıyla gö-
nüllere kapılar açması, halk arasında büyük bir
teveccüh kazanmasına ve çevresine birçok mü-
rid toplamasına sebep olmuştur.Yumuşak huy-
luluğu, güler yüzlülüğü, cömert kişiliği, helâle ve
harama dikkat etmesi ve gece ibadetlerine çok
ehemmiyet vermesi ile bilinen Şeyh Hayât Haz-
retlerinin hayattaki en temel gayesi Allah rızası-
nı kazanmaktır.
Keşf ve kerametleri açık Harrânî Hazretleri
için vefatından sonra da tasarrufları devam eden
dört evliyadan biri olduğu söylenmektedir. 1185
velİlerİ URFA
81Kasım 201180
(H.581) yılında
Harran’da vefat
etmiş oraya defnedil-
miştir.
Dede Osman Avni Efendi
Büyük mütefekkir, mutasavvıf Dede Os-
man Avni Efendi Urfa’da doğdu. Seyyid olup,
bütün fertleri mutasavvıf olan bir ailenin çocu-
ğu olarak dünyaya gelen Dede Osman Avni Efen-
di hayatını Urfa’da Mevlid-i Halil Dergâhında, in-
sanları irşad ile geçirmiştir.
Dede Osman Efendi daha önceleri Rufaî iken,
sonraları Kadiri Şeyhi olan dedesi Eyyûb Urfavî
Hazretlerine intisap etmiştir. Dedesinin vefatın-
dan sonra Abdurrahman-ı Halis Talabanî Haz-
retlerinin halifelerinden Şeyh Abdulkâdir Kamil
Hazretlerine intisap etmiş, onun vefatından sonra
da makam-ı irşada oturmakla müşerref olmuştur.
Dede Osman Avni Efendi ilmiyle amil, fazıl ve
muttaki bir zat idi.
Rivayete göre Dede Osman Avni Hazretleri
bu ümmetin işlemiş olduğu günahları ve dünya-
nın çirkefini görmeye dayanamadığından Cenab-ı
Hakk’a şöyle bir duada bulunur:
- Ey merhameti bol olan Allah'ım! Sen işi-
nin hâkimisin.
Ben ümmet-i
Muhammed'in
günah İşleme-
sine, bu dün-
yanın çirkefine
tahammül ede-
miyorum. Göz-
lerimin ışığını al
da onları görme-
yeyim.
Cenab-ı Hak,
duasını kabul
buyurur. Hazre-
ti Şeyh bu vakit-
ten sonra gözleri
açık olmasına rağ-
men görme hasletini
kaybetmiştir.
Urfa’da yaşayan ve yetişen
sûfî meşrep zatlar içerisinde tari-
kat silsilesine sahip olan nadir şah-
siyetlerden biri olan Dede Osman Avni
Efendi 1883 yılında vefat etmiştir. Tür-
besi Mevlid-i Halil Camisi avlusunun güne-
yinde yer almaktadır.
Şeyh Mes’ud Hazretleri
Devrinin âlim ve mutasavvıflarından olan
Şeyh Mes’ud aslen Batı Türkistan yakınlarındaki
Nişabur’dan olup Urfa’ya sonradan geldiği bilin-
mektedir. Asıl adı Şeyh Mes’ud olamasına rağmen
halk arasında yanlış olarak “Şıh Maksut” diye ta-
nınmaktadır.
Türbe kitabesine, göre Şeyh Mes’ut’un Hoca
Ahmet Yesevî’nin Anadolu’ya insanları tebliğ ve
irşat için gönderdiği Alperenlerinden olduğu be-
lirtilmektedir.
Zengiler'in ve Eyyûbilerin Urfa'ya hâkim ol-
dukları bir dönemde öğrencileri ile kente gelen
Şeyh Mes'ud’un o dönemde özellikle Urfa’da ve
çevresinde bugün türbesinin olduğu yerde kurdu-
ğu dergâhında, insanların İslâm’ı öğrenme nokta-
sında büyük hizmetleri olmuştur.
URFA ŞEHRENGİZİ
“Urfa, ateşin gerçek âşıkları yakmadığı yegâne şehirdir…”
Maneviyat cevheri, yirmi dört ayar Urfa!...Şehrin ak aynasında Rahman’a kayar Urfa!...
Barınamaz hainler bu kutlu topraklardaTam tekmil silahını alnına dayar Urfa!...
Nâbî’nin kutlu şehri, şairler yatağıdırMeydan okur zamana, namını yayar Urfa!...
Nice kutlu misafir iz bırakır topraktaSırf bu yüzden kendini bahtiyar sayar Urfa!...
Sızıdır yüreğinde Eyüp Peygamber sabrıYalana demir yumruk, hakikate yâr Urfa!...
Ayn Zeliha Gölü’nde dile gelir çınarlarÖlümsüzlüğe kundak, aşklara diyar Urfa!...
Sıra gecelerinde dile gelir saz cümbüşİffeti için ölür, canına kıyar Urfa!...
Balıklı Göl’de sular gizler nice sırları Gül yüzlü şehirlere kendini koyar Urfa!...
Bağrını İbrahim’e açar sonsuza kadar…Nemrut suratlıların gözünü oyar Urfa!...
Halfeti’yi görenler dünya cenneti sanırBembeyaz bulutları al renge boyar Urfa!...
Geceyi aydınlatır aydan arı cemaliİbrahim sofrasında yedikçe doyar Urfa!...
Yüreklerin alevi tutuşturur sularıHallaç-ı Mansur gibi tenini soyar Urfa!...
İbrahim’in aşkıyla gülistan olur ateşHakk’ın azametini her vakit duyar Urfa!...
Enbiyalar diyarı, nübüvvetin pınarıYüz çevirir batıldan, Hakk yola uyar Urfa!...
M. Nihat MALKOÇ
83Kasım 201182
HikâyeRaziye SAĞLAM
- Alper, Salih, Ömer! Hadi Ayşenur’u da alıp
gelin yemek hazır. Ellerinizi yıkamayı unutma-
yın.
Çocuklar annelerini hiç duymadan, oyunla-
rına devam ettiler. Ağaçların etrafını dolanarak
“Elim sende!” oynuyorlardı. Handan yeniden
ama daha yüksek seslenince hemen oyunu kesip
iki yaşındaki Ayşenur’un da elinden tutarak ko-
şup geldiler. Çeşme sırası beklerken, itişip kakı-
şarak oldukça çok gürültü yaptılar. Anneannele-
ri Narin Hanım onları izlerken “Çocuk olasın şu
dünyada” diye gülümsedi.
Handan en büyüğü dokuz yaşında olan çocuk-
ları, anne ve babasıyla birlikte Bursa yakınların-
daki çiftlikte yaşıyordu. Kocası, aniden bir kriz
geçirip ölünce, çevredekilerin “Kocasının yoklu-
ğunda, bu çiftliği zor idare eder.” diye kendi ara-
larında konuştuklarını duyup çok üzülmüştü.
Şeftali bahçeleri, arı kovanları ve üzüm bağları
vardı. Ayrıca çocuklara taze süt ve peynir olsun
diye inek beslemeye başlamışlar, yaptıkları pey-
nir ve yoğurtlar çok beğenilince, üretip satmak
için mandıra kurmuşlardı.
Günün yoğunluğu geçip çocuklar uyuduktan
sonra, baş başa kaldıklarında Baki gelecekle ilgili
yapmak istediklerini anlatırdı. Sık sık İstanbul’a,
giderken Handan, onun yapacağı işlerle ilgili ol-
duğunu düşünür sesini çıkarmazdı. Akrabaların-
dan bazıları “Bak, erkeği böyle boş bırakmaya
gelmez. Oralarda başına bir iş getirmesin sonra?”
diyerek kendilerince onu uyarmaya çalışırlardı.
Handan bazen bu laflardan etkilenir, yeise düşer
sonra bu vesveseleri hemen kafasından kovardı.
Baki’nin hayalinde bir fabrika kurmak vardı ve
inanıyordu ki o bunun için gidiyordu. Bir marka
olup ihracat yapmanın öneminden bahsederken,
Handan onun heyecanından çok etkilenirdi. En
çok da “Birkaç seneye kadar çiftliğimiz için, çok
güzel hediyelerim olacak.” derken gözlerinde gör-
düğü pırıltıyı severdi.
Şimdi eşinin hayallerini gerçekleştirmek
Handan’a kalmıştı. Bütün bu işlerin yönetimi el-
bette çok zordu. Üniversiteyi bitirdiği yıl evlen-
mişti Baki’yle. Hiç çalışma hayatı olmamıştı. Hat-
ta arkadaşları ve akrabalarından bazıları, “Evde
oturmak için mi okudun onca yılı. Üstelik adam
senden on yaş büyük ve lise tahsili bile yok.” diye
eleştirmişlerdi onu.
Baki’nin ardından sudan çıkmış balığa dön-
müştü. Ne yapacağını bilmiyordu. Ya kocasının
onca emekle bu hale getirdiği çiftlikte işleri ida-
re edemezse…
Kırk mevlidi için İstanbul’dan gelen abisi Der-
viş, tedirgin halini görüp ne olduğunu sorunca
- Abi korkuyorum! Baki’nin bıraktığı gibi de-
vam edemeyeceğim diye, geceleri gözüme uyku
girmiyor.
Derviş bacısının ellerini avuçları arasına alıp,
gülümseyerek gözlerinin içine baktı.
- Handan, bu kadar tedirgin olup kendini üz-
mene gerek yok. Günümüzde artık her şey çok
değişti. Tamam, Baki her işin başındaydı. Çok da
iyi yönetirdi ama sen de yapabilirsin. Şimdi ar-
tık her şeyin uzmanı var. Yarın birlikte gidelim
İstanbul’a orada bildiğim çok iyi danışmanlar
var. Olmadı buraya onlarla birlikte döneriz. Ba-
kar incelerler, sen hiç korkma. Bak her şey nasıl
yolunda gidecek.
Handan, abisi ile konuşunca biraz içi rahat-
lamıştı. İçeri girdiğinde annesi çocukların hep-
HEDİYE“Günün yoğunluğu geçip çocuklar uyuduktan sonra, baş başa kaldıklarında Baki
gelecekle ilgili yapmak istediklerini anlatırdı. Sık sık İstanbul’a, giderken Handan,
onun yapacağı işlerle ilgili olduğunu düşünür sesini çıkarmazdı.”
Kasım 201184 85
sini yatırmıştı. Handan hepsini tek tek öptü,
Ayşenur’un pikesini örterken “Yavrum! Babası-
nı hiç hatırlamayacak.” diyerek yaşaran gözlerini
sildi. Sonra düşen omuzlarını dikleştirdi ve karşı-
sında biri varmış gibi “Yavrularım için başaraca-
ğım Allah’ın izniyle. Ailem bana güveniyor.” dedi.
…
Handan İstanbul’dan gelen iki uzmana baba-
sıyla birlikte bahçeleri gezdirdi. Baki’nin aldığı
notları incelediler. Bir diğer uzman da mandıra ve
kovanları inceledi. Handan onları dinlerken, bazı
notlar aldı.
…
Uzmanların danışmanlığında çiftlikte, yeni
bir sistem kurdu. Kendinin daha az yorulduğu fa-
kat daha verimli sonuçlar alınan bu sistemin so-
runsuz ilerlemesi için, yeni elemanlar işe aldı. Bu
arada çocuklar da babalarının yokluğuna giderek
alışıyorlardı. Çiftlikte her şey yolunda gidiyordu.
Şimdi eşinin hayali olan fabrika kurma çalışmala-
rına başlayabilirdi. Baki zaten fizibilite çalışmala-
rını yapmış, fabrikanın yapılacağı arsayı bile ayar-
lamıştı.
…
Fabrikanın temeli atılacağı akşam yatsıdan he-
men sonra yattı. Çok heyecanlıydı. Bir süre müca-
deleden sonra uyuyakaldı. Gece birtakım karışık
rüyalar gördü. Arada Baki’nin yüzünü de görü-
yordu. Sabah ezanları okunurken, birden uyandı.
Gördüğü rüyalardan sanki yorulmuştu. Ne gördü-
ğünü hatırlamaya çalıştı ama sadece Baki geliyor-
du gözünün önüne. Sanki ona gülümsüyordu. Bel-
ki de öyle inanmak istiyordu. Namazı kıldıktan
sonra Yasin-i Şerif okudu ve “Allah’ım fabrikamı-
zın temelini hayırlısıyla atabilmeyi ve tez zaman-
da yapabilmeyi nasip et. Yasin-i Şerif hürmetine
içimdeki sıkıntıları yok et.” diye dua etti. Bahçeye
indiğinde kahvaltı hazırdı. Anne ve babası çocuk-
lar hepsi masaya oturmuş gülümseyerek onu bek-
liyorlardı.
Babası Kerim Efendi, onun sıkıntılı halini gö-
rüp sofradan kalktı ve:
- Kızım, bugün senin günün. Hiç gönlünü da-
raltma, hayır için yola çıktın hayırlara vesile olur
inşallah, diyerek kucakladı onu.
Handan da babasına muhabbetle sarılırken
- Allah razı olsun sizden. İyi ki varsınız dedi.
Çocukların hepsi birden alkışlayınca Handan ken-
dini tutamayarak güldü ve:
- Deliler! Muziplik için de hiç fırsatı kaçırmaz-
sınız. Hadi bakalım hemen kahvaltımızı yapalım
bu gün çok işimiz var.
Neşe içinde yemeklerini yerken telefon çaldı.
Arayan Baki’nin İstanbul’daki ablası Gültezer’di.
Karşılıklı hatırlar sorulduktan sonra:
- Handan’cım fabrikan şimdiden hayırlı olsun.
Ben gelemeyeceğim, okuldan izin alamadım ama
sana üç tane misafir gönderiyorum.
- Buyursunlar abla; ama keşke sen de gelsey-
din. Misafirler kim ben tanıyor muyum?
- Yok sanmıyorum. Onlar gelince kendini ta-
nıtır. Hadi canım çocukları öp benim için. Kerim
Amca ile Narin Teyzeye hürmetler.
…
Kurban kesilip dualar edildi. Belediye Başka-
nıyla, Sanayi Bakanı Yardımcısı da törene katıl-
dı. Çevreden de katılım çok oldu. Handan temel
atılırken gözyaşlarını tutamadı. Sanki Baki’nin
ruhaniyeti oradaydı ve ona gülümsüyor gibiydi.
Ardından kurulan büyük sofralarda yemekler ye-
nip kahveler içildi. Öğleden sonra misafirler da-
ğılırken kâhya üç gencin onu görmek istediğini
söyledi. “Şeftali bahçeleri için Ziraat Mühendisi
gelecekti. Hasibe yemek hazırlasın onlar için, mi-
safirleri yolcu edip geliyorum.”
Gençler yemeklerini yedikten sonra, Handan
yanlarına geldi. İyi giyimli yirmi beş yaşlarında üç
genç, onu görünce saygıyla ayağa kalktılar. İçle-
rinden biri konuşmaya başladı.
- Efendim ben Burak, arkadaşlarım da Sami
ile Celal. Baki Abinin vefatını duyunca çok üzül-
dük ancak yurt dışında olduğumuz için başsağlı-
ğına gelemedik.
- Eksik olmayın. Siz nerden tanıyordunuz
Baki’yi.
Sami:
- Efendim bizler yetiştirme yurdunda büyü-
dük. Sami Abi sürekli ziyaret edip, bizimle ilgile-
nirdi. On sekiz yaşında yurttan ayrılmamız gerek-
tiğinde, bize ev tuttu ve üniversiteyi okuttu. Ben
İşletme okudum. Burak Endüstri Mühendisi, Ce-
lal ise Ziraat.
Handan:
- Demek sık sık İstanbul’a gitmesinin nedeni
buymuş, dedi kendi kendine, gözleri dolarak.
- Sizi Gültezer Hanım mı gönderdi.
O zamana kadar hiç lafa karışmayan Celal:
- Evet efendim. Sami Abinin yokluğunda, Gül-
tezer Abla bizimle gerçekten abla gibi ilgilenirdi.
Sami Abi okullarımız bitince bizleri yurt dışına
gönderdi. Orada eğitimimizi tamamlayıp döndü-
ğümüzde ise acı haberini duyduk. Çok üzgünüz.
Ne yapsak hakkını ödeyemeyiz. Ona böyle söyle-
dikçe güler ve “Sizinle çok işimiz olacak çocuklar.
O zaman asıl ben size teşekkür edeceğim.” derdi.
Sami:
- Şimdi biz onun hakkını ödeyemeyiz, ama
onun sayesinde aldığımız eğitimle iyi bir şeyler
yapabileceğimize inanıyoruz. Eğer bize ihtiyacı-
nız olursa…
Handan artık gözyaşlarını tutamıyordu. Bir
süre sessiz kalıp ağladı. Çocukların da gözleri dol-
muştu. İçinden “ Kıymetli hediyelerini aldım ka-
bul ettim.” dedi.
87Kasım 201186
SağlıkAkın DİNDAR
SONBAHARDEPRESYONUNA DİKKAT!
“Kendini üzgün ve boş hissetme, ilginin azalması ve zevk alamama, nedensiz kilo
alma veya kaybetme, uykusuzluk veya aşırı uyuma, aşırı hareketlilik veya uyuşukluk,
sürekli, nedensiz yorgunluk ve enerji kaybı, değersizlik ve suçluluk duygusu,
düşünme, konsantre olma yetisinin azalması, ölüm ve intihar düşüncesi…“
Güneşin giderek etkisini kaybettiği son-
bahar aylarında günlerin kısalması ve
yaz tatilinin sona ermesiyle beraber bazı
ruhsal problemler ortaya çıkabiliyor. Özellikle
sonbahar döneminde nükseden ve gündelik ya-
şamı olumsuz etkileyen depresyonun belirtileri
ve tedavi yöntemlerini Nöroloji Uzmanı Dr. Meh-
met Yavuz anlatıyor…
Soğuk kış günlerinin habercisi olan sonbahar,
yaz aylarının sıcak ve aydınlık günlerini aratıyor.
Bu durum da yaz aylarını açık havada geçirenleri
karamsarlığa sürüklüyor. Sonbaharda azalan gü-
neş ışınları mutluluk hormonu seratonin salgıla-
masının azalmasına, beyin kimyasının değişme-
sine ve bunların sonucunda depresyona neden
olabiliyor. Aynı mevsimsel depresyonun kış ay-
larında da görüldüğünü belirten Dr. Mehmet Ya-
vuz, yaz mevsiminin hemen ardından geldiği için
sonbahar depresyonuna daha sık rastlandığını
vurguluyor.
Depresyonun Belirtileri Nelerdir?
En az iki hafta boyunca bu şikâyetlerden beşi-
ni yaşıyorsanız depresyonda olabilirsiniz; Kendi-
ni üzgün ve boş hissetme, ilginin azalması ve zevk
alamama, nedensiz kilo alma veya kaybetme, uy-
kusuzluk veya aşırı uyuma, aşırı hareketlilik veya
uyuşukluk, sürekli, nedensiz yorgunluk ve enerji
kaybı, değersizlik ve suçluluk duygusu, düşünme,
konsantre olma yetisinin azalması, ölüm ve inti-
har düşüncesi…
Depresyonu Önlemek Mümkün mü?
Mevsim değişikliği ile ortaya çıkan depresyo-
na karşı Dr. Yavuz bu önerilerde bulundu;
Gün ışığından mümkün olduğunca faydala-
nın. Bulutlu günlerde dahi sabah veya öğle ara-
sında vaktinizi 20-30 dakika dışarıda geçirin.
Spor yapın. Günde 30 dakikalık aktif, tempolu
bir yürüyüş yeterli olabilir. Sağlıklı beslenin. İş-
tahınız artsa da karbonhidrat ve basit şekerlere
fazla yüklenmeyin ve bol bol su için. Çok uyuma-
yın. Zor da olsa sabah yataktan erken kalkma-
ya çalışın. Yeni hedefler, yeni planlar belirleyin.
İşyerindeki isteksizliği azaltmak için sık ve kısa
molalar verin. Sosyal yaşamınızı keyif alabilece-
ğiniz aktivitelere göre yeniden planlayın.
En Etkili Yöntem TMS Tedavisi…
Son derece açık belirtileri nedeniyle kolayca
teşhis edilebilen depresyonun tedavisinde ilaç
ve psikoterapi yöntemleri kullanılabilir.
Ayrıca TMS tedavisi, depresyon konusunda
önemli bir yöntemdir. Dr. Yavuz, manyetik si-
mülasyon tedavisiyle ilaçlara cevap vermeyen ya
da tam düzelmeyen hastalarda beyne şok man-
yetik uyarılar göndererek, beynin hastalanma-
dan önceki sağlam durumuna dönmesini amaç-
ladıklarını dile getirdi. TMS tedavisi özellikle
hamile ya da emzirme döneminde olan veya ilaç
kullanması sakıncalı hastalarda tercih edilen bir
yöntem.
Mutlaka Bir Uzmana Başvurun
Hastalığın şiddetine, kişinin yaş, cinsiyet ve
kilosuna göre var olan ilaçlar ve diğer tedavi se-
çenekleriyle başarılı sonuçlar elde edildiğini be-
lirten Dr. Yavuz, depresyon belirtileri yaşayan
kişinin mutlaka bir psikiyatri uzmanına başvur-
ması gerektiğini vurguladı.
Kasım 201188 89
Gönülden İkramlar Mesude SARI
Bekir SARI
Şifalı Bitkiler
PazıTüm dünyada onbinlerce çeşidi bu-
lunan mantar, besin değeri yüksek bir
gıdadır. Özellikle, protein ve demir açı-
sından çok zengindir. Ayrıca, mantarda
A, B, D, P ve K vitaminleri ile kalsiyum,
potasyum, fosfor ve bakır mineralleri
de bulunur.
Faydaları
İçerdiği protein değeri sayesinde
ete iyi bir alternatiftir. Bağışıklık siste-
mini güçlendirerek hastalıklara kar-
şı direnci arttırır. Göze ve vücuda kuv-
vet verir. Bedensel ve zihinsel gelişimi
destekler. Öğrenme yeteneğini arttırır.
Yorgunluğu giderir. Bol miktarda demir
minerali içeren mantar, kansızlığa iyi
gelir. Kandaki kolesterol oranını düşü-
rerek kalp ve damar hastalıları ile kalp
krizine karşı koruyucu etki gösterir.
Nasıl Kullanılır?
Protein değeri yüksek bir besin ol-
makla birlikte yağ oranı düşük olduğu
için mantar diyetlerde sıklıkla kullanı-
lır. Mantar lezzetli ve besleyici bir be-
sin olmakla birlikte zehirli pek çok türü
olduğu için yabani mantar uzman kişi-
ler tarafından toplanmalı ve dikkatli tü-
ketilmelidir.
Bu nedenle kültür mantarlarını
tercih etmek daha sağlıklı olur. Ayrı-
ca, mantar vücutta üre asidi bıraktığı
için romatizma şikâyeti olanlara tavsi-
ye edilmez.
Hazırlanışı:
Tavuğu yıkayıp içini ve dışını limon ile ovuyoruz. Zeytinyağını kırmızı pul biber ve tuz ile karıştırıp tavuğun üzerine ve içerisine bir fırça yardımı ile sürüyoruz.
Bir tencereye yağı ve yemeklik doğranmış soğanları alıp fıstı-ğı da ilave ettikten sonra kavuruyoruz. Soğanlar sararınca, pirinci ilave edip kavurmaya devam ediyoruz. Pirincin rengi kristalleşince, kuşüzümünü, tuz, yenibahar ve karabiberi ekleyip, 2 su bardağı su ilave edip pişiriyoruz. Pişirdiğimiz iç pilavı dinlendirip, hazırladığı-mız tavuğun içerisine dolduruyoruz. İç pilavın artanını servis sıra-sında kullanabiliriz.
Doldurduğumuz tavuğu, iç pilavları dışarı çıkmasın diye açık olan bölümlerini dikiyoruz.
İç pilavlı tavuğumuzu fırın torbasına yerleştirip, 180 dereceye ayarlı fırınımızda nar gibi kızarıncaya kadar pişiriyoruz. Servis ta-bağına alıp, iç pilav ve yeşilliklerle süsleyip servis yapıyoruz.
Afiyet olsun.
Torbada Tavuk Doldurması4 kişilik
Malzemeler
1 tüm tavuk
1,5 su bardağı pirinç
1 adet kuru soğan
2 çorba kaşığı zeytinyağı
1 çorba kaşığı tereyağı
1 kahve fincanı dolmalık fıstık
1 kahve fincanı kuşüzümü
Yenibahar, karabiber
İsteğe göre tavuk ciğeri veya dereotu
Üzeri için
1 kahve fincanı sıvıyağ
1 tatlı kaşığı kırmızı pul biber
Tuz
Kasım 201190
Som
uncu
Bab
a De
rgisi
’nin
Ücr
etsiz
Eki
’dir.
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009
Yl: 3 Say: 36
İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.
Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan
bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze
kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o
söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve
kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak
Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de
söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek
laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-
seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini
indirir.” buyuruyor.
Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun
laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-
meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-
berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde
günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”
buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
115
Dergisi Hediyesi...
M A Y I S 2 0 1 0
Fiyat: 7 TL
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ
Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010
Yl: 4 Say: 3
7
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir:
Telefon: ( )
Faks: ( )
E-posta: @
Türkiye : 70 TL Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Vergi Dairesi:
Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi:
İmza
Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]
2012 Yılı Çocuk ekiyle birlikte
yıllık abone bedeli
85 TL
2011 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 47 00015 00 1580 0728 678 4111
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
Gerçek Kalp Dostları4606 Hulûsi Efendi(k.s.)’nin
Tasavvufî Görüşleri
116
Dergisi Hediyesi...
H A Z İ R A N 2 0 1 0Fiyatı: 7 TLAYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ