aydınlık gazetesi’nin ücretsiz ekidir yazmak, içmek ve ... · diksiyon dersleri verdi. 1964...
TRANSCRIPT
AydınlıkBU SAYIDA
19KİTAP
TANITILIYOR
23 Kasım 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 39
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
KITAP.
Toplam: 1293
Yazmak, içmek vehayatta kalmak
Soykırım vePost-Travma
Şaşaalı 20’ler
Hilafet neydi, niçinkaldırıldı?
Köylü çocuğundanseçkin bilim adamına
“Bir yazarın asıl görevi çağına tanıklık etmektir”
Halk geleneğini yaşatan usta öykücü Osman Şahin:
23 KASIM 2012 CUMA 3Aydınlık KİTAP
Çok önceden belliydi aslında İstanbul Kitap Fuarı’nın bu yılki konusununçocuk ve gençlik edebiyatı üzerine olacağı. “Çocukluğum Yurdumdur” slo-ganı da çok geçmeden ilân edildi. Buna rağmen bu kadar şenlikli ve ger-çekten çocukların damga vurduğu bir fuar göreceğimizi hesap edememiş-tik doğrusu. Çocuk ve gençlik edebiyatı alanında uzmanlaşmış yayınevle-rini görmek sevindiriciydi. Zengin kitaplığıyla yetişkin okuru aydınlatan bazıyayınevlerinin çocuk kitapları konusunda zayıf kalmış olmaları ise uyarı-cı. TÜYAP, alanında iyi işler çıkaran yayınevlerinin çocuk edebiyatına dael atmalarına vesile olur belki.
Fuardan aktarabileceğimiz bir diğer haber ise ilginin çok yoğun oluşuydu.Kitap ekimiz baskıya girerken resmi rakamlar henüz açıklanmamıştı fakatziyaretçi sayısının geçen senelerden daha yüksek olduğunu kestirmek zor de-ğil.
TÜYAP Beylikdüzü’nde yapıldığından bu yana farklı salonlarda farklıkurum ve kuruluşlar da yerlerini alıyordu. Bu yeni sayılmaz. Sahafların bu-lunduğu salon ise son yenilik. Okurlar yeni kitaplarda arayıp bulamadı-ğını sahaflarda bulmayı denedi. Sahaflar, fuar indirimlerine rağmen fiyat-lardan yakınanlar içinse bulunmaz bir fırsat oldu.
Fiyatlardan bahsetmişken; gelelim fuarın olumsuz yönlerine. Kitap fi-yatları bilindiği gibi oldukça yüksek. Kitapseverler fuara genelde uzun sü-redir almayı bekledikleri kitapları indirimli fiyattan alma ümidiyle gelirler.Bu yıl çoğu yayınevinin fuar indirimi ise oldukça yetersizdi. Örneğin kitabeviolan yayıncıların fiyatlarının kendi kitabevlerindekiyle aynı olduğunu söy-lemeden edemeyeceğiz.
Bir diğer mesele ise dillere destan ulaşım sorunu. Her ne kadar metro-büs TÜYAP’a kadar hizmete girmiş olsa da sorun çözülmüş sayılmaz. Bukez de aşırı kalabalık metrobüsleri neredeyse kullanılmaz hale getirdi. Ön-ceki yıllarda şehrin çeşitli yerlerinden servisler kaldırılırdı. Bunların sayısıda çoğu kez yetersiz kalsa da nihayetinde ücretsiz ulaşım sağlanıyordu.
Bütün gününü kitaplarla iç içe geçirmek isteyen kitap sevdalıları içingün boyu açlık yine kaçınılmazlardan biriydi. Yiyecek içecek fiyatların-daki astronomik rakamlarda bir değişiklik yoktu; kapının önündeki pi-lavcıları saymazsak.
Uzun lafın kısası sorunların çözümü ancak köklü değişimlerle olacak;belli.
Her şeye rağmen milyonlarca insanı, genciyle yaşlısıyla, kadınıyla erke-ğiyle “kitap” ortak paydasında buluşturması açısından fuar, önemini bir kezdaha kanıtladı.
Haftaya buluşmak dileğiyle...
Fuar notları
SUNU
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.
adına sahibi:Mehmet Sabuncu
Genel Yayın Yönetmeni:Serhan Bolluk
Sorumlu Müdür:Mehmet Bozkurt
Genel Müdür Yardımcısı (Reklam):Saynur Okuroğlu
Aydınlık
KITAP.
Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç
Editör: Pınar Akkoç
Yazıişleri: İrem Halıç, Deniz Antepoğlu, Cenk Özdağ
Yazıişleri Müdürü: Damla Yazıcı
HAFTANIN PORTRES�
Ünlü şair, oyun yazarı Melih Cevdet An-
day, 1915 yılında İstanbul Kadıköy’de doğdu.
Çocukluğu Kadıköy’de geçen şair, liseyi An-
kara’da okudu. Lise eğitimi esnasında Oktay
Rifat ve Orhan Veli ile tanıştı. Liseyi bitir-
dikten sonra kısa süre hukuk eğitimine de-
vam etti, yarıda bırakarak Ankara Üniver-
sitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi’ne kay-
doldu. Memuriyeti sebebiyle eğitimine devam
edemedi, anak çalıştığı kurum sosyoloji eği-
timi alması için onu Belçika’ya gönderdi.
1936 yılında Varlık dergisinde “Ukde”
isimli ilk şiiri yayımlandı. Daha sonra şiirle-
ri Ses, Yaprak, Yeditepe, Papirüs, Yeni Ufuk-
lar, Yeni Dergi, Soyut, Ataç, Dönem, Yön gibi
çeşitli dergilerde yayımlandı. 1941 yılında ise
Orhan Veli ve Oktay Rifat ile “Garip” isim-
li şiir kitabını çıkardılar. “Kolları Bağlı Odys-
seus” isimli eseri ile kendine özgü felsefi şiir
akımını başlatmış ve Garip Akımı’ndan ay-
rılmıştır. 1946’ya kadar Hasan Âli Yücel’in
tavsiyesi ile Milli Eğitim Bakanlığı Neşriyat
Müdürlüğü’ne memur olarak atandı.
1953-1954 yılları arasında Akşam gaze-
tesinin edebiyat ve sanat sayfasını hazırla-
dı. Fikirleri sebebiyle işten çıkarıldı. Doğan
Kardeş Yayınları’na geçti ve çeviriler yap-
tı. Yine fikirleri sebebiyle buradaki işinden
de ayrılmak zorunda kaldı. 1958’den itiba-
ren Tercüman, Büyük Gazete, Yeni Tanin
ve İkdam’da denemeler ve makaleler yaz-
dı, tefrika romanlar yayımladı. 1956’da ya-
yımladığı “Yanyana” isimli şiir kitabı 1964
yılında yasaklandı. Gerek şiir kitaplarıyla ge-
rek tiyatro oyunları ve romanlarıyla pek çok
ödül aldı.
1960’ta Nadir Nadi’nin desteğiyle Cum-
huriyet’te köşe yazıları yazmaya başladı ve
1997’ye kadar yazmayı sürdürdü. İstanbul
Belediye Konservatuarı Tiyatro Bölümü’nde
diksiyon dersleri verdi. 1964 ile 1969 yılla-
rı arasında TRT’de yönetim kurulu üyeliği,
1979 ile 1980 yılları arasında Paris’te eğitim
müşavirliği görevlerini yürüttü.
28 Kasım 2002’de vefat eden şairi, şiir-
lerinden biriyle anmak yerinde olacaktır:
TELGRAFHANEUyumayacaksınMemleketinin haliSeni seslerle uyandıracakOturup yazacaksınÇünkü sen artık o sen değilsinSen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisinDurmadan sesler alacakSesler vereceksinUyuyamayacaksınDüzelmeden memleketin haliDüzelmeden dünyanın haliGözüne uyku giremez ki...UyumayacaksınBir sis çanı gibi gecenin içindeTa gün ışıyıncaya kadarVakur metin sadeÇalacaksın.
Melih Cevdet Anday(13 MART 1915 – 28 KASIM 2002)
1941 y�l�nda OrhanVeli ve Oktay Rifat ile“Garip” isimli �iirkitab�n� ç�kard�lar.“Kollar� Ba�l�Odysseus” isimlieseri ile kendineözgü felsefi �iirak�m�n� ba�latm�� veGarip Ak�m�’ndanayr�lm��t�r
23 KASIM 2012 CUMA4 Aydınlık KİTAP
Say Yayınları 2012-2013 yayın döne-
minde “Doğu Bilgeliği” isimli yeni bir di-
zinin yayımına başlamış. Sunuş yazısından
anlaşıldığı kadarıyla bu dizi içerisinde bir
yandan Doğu öğretileri üzerine yazılmış in-
celeme, araştırma ve yorumlar, bir yandan
da, “çevirisi mümkün olduğu ölçüde, bu öğ-
retilerin yer aldığı kaynak metinlerin çevi-
rileri” yayımlanacakmış. Dizinin bu ilk ki-
tabının ise bir yandan “bu çevirilerin güç-
lüğüne işaret etmeyi”, bir yandan da “bu çe-
virilerden kaynaklanan yanlış anlamalar ve
bunların yol açtıkları kötü sonuçlara temas
etmeyi” hedeflediği söyleniyor. Böylece
kısmen bu yanlış anlamalardan kısmen
başka sebeplerden kaynaklanan Doğu öğ-
retilerinin “vulgarizasyon”u meselesine ve
özellikle “Amerikan pragmatizmi ve pa-
zarlamacılık zihniyeti ile buluştuğunda or-
taya çıkmış olan tehlikelere” dikkat çekil-
mesi hedeflenmektedir.
Okunup bitirildiğinde doğrusu kitabın
hedeflediklerinin büyük bölümünü ger-
çekleştirdiği görülmektedir. Ve her sayfa-
sı ele aldığı konulara dair yeni bir şeyler öğ-
renilerek çevrilmektedir. Dahası ışık tuttuğu
meselelerle ilgili yeni ufuklar açmakta,
daha önce dikkatimizi çekmemiş, hatta var-
lığından habersiz olduğumuz konularda or-
taya kafa yorulmaya değer yeni sorular at-
maktadır.
YEN� GERÇEKLEREULA�MAK
Belki biraz bundan biraz da ele aldığı
meselelere pek aşina olmadığımız tarzda
yaklaşmasının bir sonucu olarak birkaç
sayfada bir kendi kendimize herhangi bir
gerçeğe yeni aymış olmanın şaşkınlığıyla
“demek işin bir de bu yanı varmış, bu ya-
nını da düşünmek gerekiyormuş” dediği-
mize tanık oluyoruz. Mesela “bilme”nin ve
“olma”nın bir ve aynı şeyler olduğunu bu-
rada apayrı bir ışık altında ve sarhoş edici
bir derinlik içinde görüyoruz. Biraz ileride
“sınıf meselesi”nin de bu aynı birlik içinde
görülebileceği görmezden gelinemeyecek
bir ihtimal olarak ortaya çıktığında nasıl
olup da bunun daha önce hiç aklımıza gel-
memiş olduğuna şaşırıyoruz. Ve eğer bugün
“kapitalizm” denilen ve aslında muhteva-
sı bu kavramla ifade edilmek isteneni kat
kat aşan “ucube” tüm insanlığın can düş-
manı ve hasımlarının en başta geleniyse
onunla yapılan mücadelenin neden yeter-
siz ve sonuçsuz kaldığı sorusunun bu defa
aklımızı bir başka kurcaladığını görüyoruz.
Ve cumhuriyetin başlarındaki, sonuçlarıy-
la değil de daha çok hedefledikleriyle yar-
gılanması gereken “seçkincilik” tecrübesi-
nin, bilhassa bugünkü “vandalizm”i ve
onun taş üstünde taş bırakmayan çapul-
culuğunu gördükten sonra hiç de yabana
atılmaması gereken bir tecrübe olduğunu
düşünmeye başlıyoruz.
Bu zamanda bir kitap için bunlar doğ-
rusu az bulunur meziyetler. Bunlar, hatta
daha azı için okunmayı fazlasıyla hak edi-
yor. Ama kitap yayımlan-
dığı bugünlerde bambaş-
ka bir sebepten ötürü
okunmayı hak ediyor.
Kitabın 1915’te kale-
me alınmış “Hindistan’ın
İnsanlığa Katkısı” başlık-
lı dördüncü bölümünde şu
satırlara rastlıyoruz:
“Asya’nın çöküşü kıs-
men iç zorunluluk sebe-
biyle, kısmen de sanayici-
lerin yıkıcı sömürüsünün
sonucu olarak hızlanıyor.
Ama gördüklerimizi yo-
rumlamada acele etme-
yelim. Önce Hindistan’da
gördüğümüz şeyin çöküş halinde olan iş-
birliğine dayalı bir toplum olduğunu anla-
yalım. Batı toplumu hiçbir zaman bu kadar
yüksek teşkilatlanma seviyesine ulaşama-
dı fakat teşkilatlandığı kadar çözülüp da-
ğılması Hindistan’da gördüğümüzden çok
daha büyük bir hızla olup bitti.
Sınai rekabetin içine en başta gömül-
düğü için Avrupa’nın onun
içinden en önce çıkacağını
umut edebiliriz… Ama eğer
Avrupa’nın yapıcı / onarıcı dü-
şüncesi ya bilgisizlik sebebiyle
veya Asya’yı küçümsediği için
Doğulu düşünürlerin işbirliği-
ni aramayı ihmal ederse sana-
yicilikle mücadele etmek için
Avrupa’nın yetersiz kalacağı
bir zaman gelecektir; çünkü bu
düşman Asya’ya da yerleşme-
ye başlamıştır ve onun düşü-
şünü süratle hızlandırmaktadır.
…Eğer Asya Avrupa ile
olmazsa ona karşı olacaktır ve
o zaman idealist Avrupa ile
maddeci bir Asya arasında korkunç bir ik-
tisadi, hatta silahlı çatışma ortaya çıkabilir.”
(A. K. Coomaraswamy, 1915.)
Artık iyice görüyoruz ki bugün bizi
bekleyen, “silahlı çatışma” tehlikesinden çok
daha büyük bir tehlikedir. Ve bildik dış po-
litika manevraları ve istihbarat oyunlarıy-
la bu tehlikenin önüne geçemeyeceğimiz or-
tada.
“ZOR”LA AYAKTA DURANDÜNYA DÜZEN�
Şunu artık aklı olan herkes teslim edi-
yor: Bir zamanlar “demokrasi”, “eşitlik”,
“özgürlük” teraneleriyle tesis edilen dün-
ya düzeni bugün artık sırf “zor”la ayakta du-
ruyor. Ve zor bir düzenin en nazik, en kı-
rılgan evresidir. Bunu kendileri de biliyor,
ama ellerinden zora başvurmaktan başka-
sı gelmiyor. Ve sonunda bir gün zor artık o
noktaya gelecek ki “oyun bozulacak”.
Belli ki o oyunbozan oyun sahasını
kola kolay terk etmeyecek. Elindeki bütün
imkânları ayakta kalabilmek için seferber
ederek dünyayı bir yangın yerine çevirecek.
Ve öte yanda kendi kökleriyle bağlarını ko-
parıp her bakımdan Batı’yı taklit ederek
şimdi ona kafa tutmaya kalkan Doğu. Bir
gün bu ikisi karşı karşıya gelecek. Setin ne-
reye çekildiğini işte o zaman anlayacağız.
Peki, o oyun bozulduğunda biz nerede
olacağız?
Vaktiyle eşine az rastlanır bir basiret-
sizlik yüzünden dünyanın ve olayların sey-
rini doğru okuyamadığımız için birilerinin
dümen soyuna takıldık ve koca bir impa-
ratorluğu batırdık. O zaman başımıza ge-
lenlerden zerrece ders çıkarmamış olarak
bu defa, sırf zorla ayakta kalmaya çabala-
yan bir gücün dümen suyuna takılıyoruz ve
“derinlik” adı altında sığlığın en koyusuy-
la o imparatorluktan kalan son bakiyenin
eriyişine, “son kale”nin düşüşüne seyirci
oluyoruz.
Artık bu sığlıktan kurtulmanın zamanı.
Bu defaki basiretsizlik bizi son yurt topra-
ğından edebilir ve şimdilerde manen tat-
maya başladığımız yurtsuzluğu o zaman
madden yaşamak zorunda kalabiliriz. Bu-
nun tek yolu içinde debelenip durduğumuz
bu sığlıktan ve darlıktan, bu bağnazlıktan
ve yobazlıktan bir an evvel kurtulmaktır.
Bu zamana kadar merak saikiyle dahi
kulak vermediğimiz Doğu’nun engin bil-
geliğine anlaşılan bundan sonra fayda sai-
kiyle dönüp bakmak zorunda kalacağız. An-
cak böyle bir zoraki bakış ondan öğren-
memiz gerekenleri öğrenmeye belli ki yet-
meyecek.
Sunuş yazısından öğrendiklerimize göre:
İşte bu ilk kitap “Doğu Bilgeliği”nden ya-
yınlanacak bir dizi kitaptan verimli bir öğ-
renme süreci için “kılavuz” olmayı amaçlıyor.
(Doğu Bilgeliği- Kılavuz Kitap,A. K. Coomaraswamy, R. Guenon,
S. Dasgupta, Say Yayınları,Çev.: A. Aydoğan, 152 s.)
Bir kitabın düşündürdükleriBelli ki o oyunbozan oyun sahas�n� kola kolay terk etmeyecek. Elindeki bütün imkânlar� ayakta kalabilmek
için seferber ederek dünyay� bir yang�n yerine çevirecek. Ve öte yanda kendi kökleriyle ba�lar�n� kopar�p herbak�mdan Bat�’y� taklit ederek �imdi ona kafa tutmaya kalkan Do�u. Bir gün bu ikisi kar�� kar��ya gelecek.
M. ŞADİ ERKILIÇ
23 KASIM 2012 CUMA6 Aydınlık KİTAP
Loş ışığın sahte huzurunda, bir
sığınma evi gibiydi bu otel odası. Ya-
tağın üzerine rasgele bırakılmış eş-
yalarımın şaşkınlığı, gözle görülü-
yordu. Alışkın olmadıkları bir sav-
rukluktu bu. O bilindik, çekmece dü-
zeni yoktu artık. Eşyaların hali, tav-
rı; fazla kalınmayacağının, bir kök-
süzlüğün habercisiydi. Odanın tam
ortasında, kendi haline bırakılmış
sandalyeye oturdum. Kibritin yanı-
şıyla, yüz çizgilerim saklandıkları
yerden çıktılar. Her çizginin bir hi-
kâyesi vardı. Çizgilerin hikâyesi ses-
sizce karıştı, odanın hikâyesine.
Ayak sesleri işitiyordum. Gözlerim,
bu sese bir beden arıyordu. Kimse-
ler yoktu, ürperiyordum. Zamanın
sinsi yürüyüşü müydü bu yoksa?
Yaşlanmak, bu odadaki tek eyle-
mim… Oysa ne çok hayat gizli, kir-
li sarı dört duvar arasında… Uzak
sevinçler, umutlar, yastığa bulaşan
gözyaşları… Birden hepsini duyar
gibi oluyordum. Kendimi, anıların o
gürültülü akıntısına bırakıyordum.
Yine eşyalar rehberlik ediyordu
bana. Çünkü duvarların dili vardır.
Yalnızca, biz anlamayız onların li-
sanını. Tıpkı karıncaları, saka ku-
şunu, hanımeli çiçek-
lerini anlayamadığı-
mız gibi… Çünkü eş-
yalar konuşurlar; tiz fı-
sıltılar halinde. Bir-
den elektrikler, siren-
ler kesilecek olsa,
uğultulu bir kentin gö-
beğinde, onları duyar
gibi oluruz. İrkiliriz!
Doğrusu eşyalara
anlam yükleyen, ruh
üfleyen insan duyarlı-
ğıdır. Aynı duyarlık,
bir kentin de soluğunu
hissedebilir. İnsan ya-
şadığı çevreyi, nesne-
lerden başlayıp; tüm şehre varana
dek, kendi gözleriyle biçimlendirir.
Bazen anılar şekil verir bir eşyanın
yarattığı çağrışıma; bazen eşyalar ya-
şanan ana değer katar. Maddi değeri
olmayan, küçük bir taş kimi zaman
büyük bir sevginin nişanı olabilir;
şans getirdiğine inanılır bazen bir
kolyenin… Kimi zaman, kötü bir
günü hatırlattığından giyilmez hat-
ta kaldırıp, atılır giysiler… Belki
bazen sokaklara, şehirlere gidilmez,
anıların şiddetinden… Bazen de
şehirler peşimizden gelir. Tıpkı Yu-
nanlı şair Kavafis’in dediği gibi…
“Yüzümü nereye çevirsem, ne-
reye baksam, kara yıkıntılarını gö-
rüyorum ömrümün, boşuna bunca
yıl tükettiğim bu ülkede. Yeni bir
ülke bulamazsın, başka bir deniz bu-
lamazsın. Bu şehir arkandan gele-
cektir. Sen gene aynı sokaklarda
dolaşacaksın, aynı mahallede koca-
yacaksın; aynı evlerde kır düşecek
saçlarına. Dönüp dolaşıp bu şehre
geleceksin sonunda. Başka bir şey
umma, ömrünü nasıl tükettiysen
burada, bu köşecikte, öyle tükettin
demektir bütün yeryüzünde de.”
E�YALARLA YAZARIN BA�IBana bu satırları yazdıran, Kır-
mızı Kedi Yayınevi'nden çıkan “Pro-
ust’un Paltosu” adlı kitaptı. Tatlı bir
tesadüf eseri, evimden uzak bir otel
odasında almıştım kitabı elime.
Bambaşka bir yatakta gözlerimi aç-
tığım, her sabah uyandığımda ko-
modini, dolabı, uyandığım yatağı,
yorganın kısalığını algılamaya ve
anlamlandırmaya çalıştığım 512 nu-
maralı otel odasında… Kavafis’in de-
diği gibi içimde getirdiğim şehir,
evim ve eşyalarım, odadaki eşyala-
rın kaderine ka-
rışmıştı. Proust da
“Kayıp Zamanın
İzinde” adlı ese-
rinde bana bu çağ-
rışımı yaptıran şu
satırları kaleme
alıyordu:
“Çevremizde-
ki nesnelerin du-
rağanlığı, bu nes-
nelerin başka nes-
neler değil de on-
lar olduklarından
emin olmamızın,
yani düşüncemizin
onların karşısında
durağan olmasının zorunlu bir so-
nucudur belki de. Ne olursa olsun,
şurası bir gerçek ki, bu şekilde uyan-
dığım zamanlar, zihnim nerede ol-
duğumu anlayabilmek için boş yere
çırpınır, nesneler, ülkeler, yıllar, her
şey etrafımdaki karanlığın içinde
döner dururdu. (…) Bu fırıl fırıl dö-
nen, karışık hatıralar en fazla birkaç
saniye sürerdi daima; çoğunlukla bu-
lunduğum yer konusundaki kısa te-
reddüdüm sırasında, tıpkı koşan bir
atı izlerken, kinetoskopun bize gös-
terdiği, birbirini izleyen pozisyonla-
rı tek tek ayıramayışımız gibi bu be-
lirsizliği oluşturan çeşitli tahminle-
ri birbirinden ayıramazdım. Ama ha-
yatım boyunca yattığım odaların
kah birini kah başkasını görmüş
olur; uyandıktan sonra daldığım
uzun tahayyüllerde de tek tek bütün
odaları hatırlardım.”
Lorenza Foschini’nin yazdığı,
Eren Yücesan Cendey’in dilimize
kazandırdığı “Proust’un Paltosu”
da, eşyalar üzerinden bir yazarla ve
onun gizemli dünyası ile kurulan tut-
kulu bir ilişkiyi anlatıyor. Bir ente-
lektüel, bir bibliyofil ve aynı za-
manda d’Orsay Parfümerisi’nin sa-
hibi olan Jacgues Guerin’in, adım
adım Proust’un izlerini sürdüğü, ai-
lesine, teneffüs ettiği havaya karış-
tığı ve nihayetinde kendini “özel
bir görevli” gibi addettiği serüveni
kaleme alır yazar Foschini. Guerin,
kendine bu yakıştırmayı yapmakta
haklıdır da. Zira Marcel Proust’un
kardeşinin eşi Marthe, Marcel’in
ölümünden sonra birçok el yazma-
sını yakmış; şahsi eşyalarını da ora-
ya buraya savurmaya başlamıştır:
“Jacgues, Marthe’nin sözleriyle
altüst olur; bir dahinin anılarını ve ta-
nıklıklarını yok eden alevlerin, şim-
di yanındaki şömineden çıktığını ve
onu da yaktığını, tutuşturduğunu his-
seder. Sarsılmış ve duyduklarına ina-
namamış halde salondan çıkar; bir
yandan da yakıp yıkmak için savaş-
lara, ihtilallere gerek olmadığını
düşünür. Bunun için varisler, aileler
yetiyormuş diye geçirir içinden avun-
tusuz; böyle küstah kişiler değerli iz-
leri ve tanıklıkları silme hakkını
kendinde bulabiliyormuş demek
ki!” ( Prosut’un Paltosu, s.37 )
PROUST’U YEN�DEN KE�FETMEK
Proust’a tutkun Guerin’in, bu yı-
kımdan sonra, iz sürme ve toplama
iştahı artarak devam etmiştir. Kita-
ba da adını veren “Proust’un Palto-
su” bu yolculuğun son noktası ola-
caktır. Ancak siyah palto, şu an bu-
lunduğu yere; Carnavelet Müze-
si’nin deposunda pelür kağıtlar ara-
sındaki kutuya ulaşana dek, bir öy-
küye de hayat verecektir. Bu ba-
kımdan ilginç bir kitaptır; Foschi-
ni’nin kaleme aldığı “Proust’un Pal-
tosu”… Hem Proust hayranları için
belgesel niteliğinde bir çalışma, hem
de daha çok kentler, evler ve bilhassa
eşyalar üzerinden bir yazarla kuru-
lan ilişkiyi anlatan biyografik bir
roman…Bazı kitapları bilerek ağır-
dan alırsınız, bitmesini istemediği-
nizden. Benim açımdan, Kırmızı
Kedi Yayınlarından dilimize kazan-
dırılan kitap; bu sınıfta yer alıyor. Bil-
hassa, kitapta Guerin’in ahbabı ola-
rak adı geçen müzisyen Erik Sa-
tie’nin parçalarının fonda yürüdüğü
bir gecede okumak, daha da keyif ve-
rici… İşin tüyosu…
Saygıdeğer okuyucu, benzer bir
duyguyu geçenlerde Taksim Sırasel-
viler Caddesinin karşı sokağında yer
alan Attila İlhan Vakfı’na gittiğimde
yaşadım. Burada, Attila İlhan’ın viş-
ne rengi oturma koltuklarını, çalışma
masasını ve kütüphanesini görmek
mümkün…Okuduğu hatta not aldı-
ğı kitapları masanın üzerinde ilk gör-
düğümde, insiyaki olarak dokunma-
dığımı fark ettim. Kutsal bir emane-
te duyulan saygıydı bu bir nevi. Neden
sonra kitapları elime aldım, sayfalar
arasında gezindim. Beni karşılayan,
vakfın gönüllüsü ve sağlığında kap-
tanın tabir-i caizse, çantasını taşıyan
gençlerden biri olan İsmail Bey ile sa-
atlerce Attila İlhan’dan bahsettik.
Meraklısına duyurulur!
Dipnot: “Işığın gölgesinde kalan…
Gatsby!” başlıklı yazıma yaptığı yorumda,
Can Yücel çevirisi ile ilgisi değerli çalış-
masını benimle paylaşan çevirmen Hasan
Fehmi Nemli’ye teşekkür ederim.
(Proust’un Paltosu, LorenzaFoschini, Kırmızı Kedi Yay.,
Çev: Eren Yücel Cendey, 103 s.)
Kayıp Palto’nun izindeProust’a tutkun Guerin’in, y�k�mdan sonra, iz sürme ve toplama i�tah�artarak devam etmi�tir. Kitaba da ad�n� veren “Proust’un Paltosu” buyolculu�un son noktas� olacakt�r. Ancak siyah palto, �uan bulundu�u
yere; Carnavelet Müzesi’nin deposunda pelür ka��tlar aras�ndakikutuya ula�ana dek, bir öyküye de hayat verecektir
DAĞHAN DÖ[email protected]
Bazı kitaplarıbilerek ağırdan
alırsınız,bitmesini
istemediğinizden.Benim açımdan,
Kırmızı KediYayınları’ndan
dilimizekazandırılan
kitap; bu sınıftayer alıyor.
Bilhassa, kitaptaGuerin’in ahbabıolarak adı geçen
müzisyen ErikSatie’nin
parçalarınınfonda yürüdüğü
bir gecedeokumak, daha da
keyif verici… İşin tüyosu…
Lorenza Foschini
7Aydınlık KİTAP
Dan Fante Altıkırkbeş Yayınları tara-
fından ilk kez Türkçede. Her ne kadar yazar
Dan Fante kendisini sıklıkla yaşlı adam ola-
rak andığı babası üzerinden tanımlamasa da
Fante ailesi geleneklerini sıkı sıkıya takip et-
tiğini söyleyebiliriz: Yazmak, içmek ve hayatta
kalmak. John Fante “Üzümün Kardeşli-
ği”nde babasını anlattı, “Hayat Dolu”da ise
oğlunun aileye katılmasını... Dan Fante an-
nesinin karnındayken babası onun hakkında
şöyle diyordu:
“Ev büyüktü, çünkü planlarımız büyük-
tü. Birincisi yoldaydı bile, karnında bir yum-
ru; alev gibi hareket eden, bir yılan kümesi gibi
kaygan ve kıpır kıpır bir şey.
Gece yarısının sessizliğinde
kulağımı karnındaki pınara
dayayıp su seslerini çağlama-
ları ve emişleri dinlerdim”
Yıllar sonra Roma’da 17
yaşındaki oğlunun mektubu-
na şöyle cevap veriyordu:
“Çok güzel bir mektup yaz-
mışsın, temiz, berrak ifadeler,
doğrudan ve isabetli. Belki
sen de bir yazarsın, benim
gibi. Düşün bunu.” Tabi ki
Daniel aile geleneğinden ka-
çabileceğini düşündü ve babasını dinleme-
di. 1966 yılında New York’a gitti. Karnaval
çığırtkanlığı, zarf dolduruculuğu, taksi şo-
förlüğü gibi pek çok kötü işte çalıştı, uzun za-
man bir alkolik ve müptela olarak yaşadı.
“Bir Taksicinin Los Angeles Hikayele-
ri” Dan Fante’nin kısa hikayelerinden olu-
şan bir kitap. Bir anlamda Fante -Bukows-
ki, tanrı- yazar geleneğini sürdürdüğü söy-
lenebilir. Nasıl ki Arturo Bandini karakteri
Baba John Fante’nin edebi kimliği, Henry
Chinaski Charles Bukowski’nin edebi kah-
ramanı ise Bruno Dante de Dan Fante’nin
pek çok kitabındaki ana karakteridir. Yazar
bir röportajında:
“Bruno ile ilgili pek çok şey otobiyogra-
fiktir. Kitaplarda kronoloji farklı olabilir fa-
kat hissiyat ve deneyim gerçek. Bruno sıklıkla
kontrolünü kaybeden bir alkolikti. Kendim
hakkında doğruyu söylemek, eserlerimi oku-
yanlarla aramda kurduğum bağ. İlk romanı-
ma üç yıl ayık kaldıktan sonra başladım. Eski
bir acıyı içimden atmak, kusmak için yazdım.”
Sahiden de babasının dediği gibi Dan Fan-
te harika bir yeraltı edebiyatı yazarı. Direkt
ve meselenin özüne ilerleyen, samimi, basit
bir anlatımı var. Beni bir kez daha “bu kadar
kocaman bir ağrıyı, nasıl bu kadar basitçe ama
dehşete düşürecek kadar da doğru ifade
edebiliyor” dedirten yazarlar-
dan biri oldu, bilhassa hikaye-
lerin orjinal dilde yazılmış kop-
yalarına göz atma fırsatı bu-
lunca. Nitekim çeviride bir kı-
sım anlam ve duygu kayıpları-
nın kurbanı olmuş, çeviri me-
tinlerin en büyük problemi,
bu kitapta da peşimizi bırak-
mıyor. Fakat yine de bu kitabı
Türkçe okumamızı sağlayan
herkese Altıkırkbeş nezdinde
teşekkür boynumuzun borcu.
Yazarlara yazarlardan git-
meyi, yazarlardan kitaplara gitmeyi, yazarların
edebi besinlerine en azından bir göz atmayı
siz de benim kadar seviyorsanız: İşte Dan Fan-
te’ninkiler: “Selby en büyük ilham kayna-
ğımdı. Ayrıca John Fante ve Eugene O'Ne-
ill- oyunlar yazmayı seviyorum- ve Tennessee
Williams ve Shakespeare. Ayrıca genç ölen
müthiş bir Amerikan yazar Edward Lewis
Wallent. Bazı işleri dahiyane. Ve tabi ki J.P
Donleavy. Kendi hakkında ve insanlığın hali
hakkında doğruyu söyleyenler, bana büyük bir
hediyeydi ve devam etmemi sağladı”.
(Bir Taksicinin Los AngelesHikayeleri, Dan Fante, Altıkırkbeş
Yayınları, Çev: Feyyaz Şahin, 160 s.)
DİLAN ÖZTÜ[email protected]
Dan Fante
Yazmak, içmek vehayatta kalmak
Yazmak, içmek vehayatta kalmak
Yazmak, içmek vehayatta kalmak
Yazmak, içmek vehayatta kalmak
Yazmak, içmek vehayatta kalmak
Yazmak, içmek vehayatta kalmak
Yazmak, içmek vehayatta kalmak
K�TAPTAN“Si.tir!Taksicilik mesleğine sıkışıp kalmaktan nefret ediyordum. İşe yeniden başladı-
ğımdan beri yaşamım bütünüyle anlamsızlaşmıştı. Taksi şoförlüğü bir erkeğin ya-şamsal sıvılarını haftada altı gün, günde on saat boyunca yok eder. Los Angeles’tataksi sürmek hiç faydalı bir iş değildir. Bir yığın onursuz serseriyi bir plastik fast foodmuhitinden diğerine götürebilmek için, insanlığınızı bir kenara bırakmanız gerekir.”
Orhan Duru’nunardından Duru’nun seçme yaz�lar�ndanderlenen “Roman Medya’danÖnce Gelir”de bir devrin edebiyatve sanat dünyas�nda yolculu�aç�kacaks�n�z. Yar�m yüzy�ll�k birevrede sanat ve edebiyatdünyas�n�n hangi a�amalardangeçti�ine tan�kl�k edeceksiniz
8 Aydınlık KİTAP
Derleme kitaplar ya da anı kitapları de-
nildiğinde ilk tepkiniz nasıldır. Veya yaşa-
ma veda etmiş bir yazarın kitaplaşmamış ya-
zılarına ilgi duyar mısınız?
Eğer sözü edilen kişi bir döneme tanıklık
etmiş, o dönemin önemli isimlerinden bi-
riyse sizi bilemem ama ben bu soruya “el-
bette” yanıtı verebilirim. Hele de yarım yüz-
yılı aşkın yazınla geçen bir yaşamsa…
İşte böyle bir ismin, basınımızın ve
edebiyat tarihimizin usta kalemlerinden Or-
han Duru’nun 1950’li yıllardan 2000’li yıl-
lara kadar gazete ve dergilerdeki seçme ya-
zıları “Roman Medya’dan Önce Gelir”
adıyla kitaplaştırıldı.
Kitabı yayıma Duru’nun son anına ka-
dar yanında olan Burak Fidan hazırladı.
Çalışmada, Duru’nun gençlik yıllarında
Pazar Postası’nda yayımlanan yazıların-
dan gezi notlarına, kitap eleştirilerinden
portrelere değin pek çok yazısına rastlamak
mümkün.
Fidan, sunu bölümünde Orhan Du-
ru’nun son anlarına ilişkin şu bilgileri ak-
tarıyor: “Ölümü beklediği söylenemezdi, ha-
yır; yanından hiç ayırmadığı o küçük not def-
terlerinden biri vardı elinde, gene bir öy-
künün peşindeydi: ‘Bir Uçuş Hazırlığı’.
İlaçlar, hastane koridorları, kontrol için sü-
rekli gelip giden doktorları kollarına takı-
lan serumlar, hasta ziyaretçilerinin tuhaf pa-
niği… Gerçekler bunlardı. Oysa o bir uçuş
hazırlığı içinde, bir uzay mekiğiyle sonsuz
boşluğa fırlatılacakmış gibi yazıyordu öy-
küsünü…”
B�L�M KURGUNUN BABASIÇalışma, Duru’nun 1950’li yılların or-
talarında, ilk gençlik yıllarındaki yazılarıy-
la başlıyor. “El Yordamıyla Yürüyen Sanat”
başlığı altında toplanan ve Pazar Postası,
Yeni Ufuklar, Soyut ve Değişim gibi yayın
organlarında yer alan yazılarından seçme-
lerle oluşturulan bu bölümde Duru, 1950’li
yılların sanat ve edebiyatına dair görüşleri
ve değerlendirmeleri yer alıyor. Kimler
yok ki; Cemal Süreya, Ferit Edgü, İlhan Sel-
çuk, Cevdet Kudret, Demir Özlü, İlhan
Berk, Metin And…
Sonra ilk gezi notlarına rastlıyoruz ki-
tapta; İtalya, Roma, Venedik, sergi notla-
rı ve daha birçok not. Öykülerle didişirken,
bilim kurgu gezegeninde buluyoruz ken-
dimizi.
Bu arada hatırlatalım; 1950 kuşağı öy-
kücülerinden olan Orhan Duru’nun bilim
kurgu öyküleri yeni bir çizginin başlangıcı
olarak da nitelendirilir. Duru, aynı za-
manda “bilim kurgu” adının da babasıdır.
Ardından “Kişiler, Kişilikler” bölümü
geliyor. Burada da Ferit Edgü’den Oktay
Akbal’a, Vedat Günyol’dan Sabahattin
Eyüboğlu’na, Attila İlhan’dan Salâh Birsel’e,
Aziz Nesin’den Doğan Hızlan’a ve Mina
Urgan’a, Yüksel Arslan, Cihat Burak, Ner-
min Menemencioğlu, Zeki Müren, Allen
Ginsberg, John Ashbery gibi birçok isme
dair Milliyet Sanat’ta yayımlanan yazılara
ve anlatımlara rastlamak mümkün.
Çalışmanın son bölümünde ise “Ki-
taplar’dan İzlenimler” yer alıyor.
GEN�� KÜLL�YATİlk öykü kitabı “Bırakılmış Biri” yirmi
altı yaşında (1959 yılında), Muzaffer Er-
dost’un yönettiği Açık Oturum Yayınla-
rı’ndan çıkan Duru, 2009 yılı başında ara-
mızdan ayrıldı.
Sivas katliamında yakılarak katledilen
Asım Bezirci, O’nun için; “Gerçekçiliğimize
yeni yollar, hikâyeciliğimize yeni olanaklar,
dilimize yeni deyişler getiren bir yazar” ifa-
desini kullanıyor.
Doğan Hızlan da, Duru’nun öykü ev-
renine bakarken, belirgin olan şu yönünü
vurguladığını görüyoruz: “Orhan Duru bir
üslupçudur. Mizahi, geleneksel tatları mo-
dernleştiren kıvamdadır.”
Ardında öykülerden denemelere, gazete
yazılarından çevirilere, tiyatro uyarlama-
larına kadar geniş bir külliyat bıraktı.
Duru’nun seçme yazılarından derle-
nen “Roman Medya’dan Önce Gelir”de bir
devrin edebiyat ve sanat dünyasında yol-
culuğa çıkacaksınız. Yarım yüzyıllık bir ev-
rede sanat ve edebiyat dünyasının hangi aşa-
malardan geçtiğine, nerelerden nerelere gel-
diğine tanıklık edeceksiniz. O dönemin isim-
lerini tanıyarak hem de…
Tanıtım metninde de belirtildiği gibi, ya-
rım yüzyılı geçen bir yazı serüveninde so-
rumluluğunu iliklerine kadar hissedip sa-
hiciliği hiçbir zaman kaleminden düşür-
meyen usta bir yazarın öykü dünyasının ar-
dındaki birikimi ve çabayı ortaya koyan bir
kitap. Adeta bir hiza-yoklama denemesi.
(Roman Medyadan Önce Gelir,Orhan Duru, Yapı Kredi Yayınları, 354 s.)
ŞENOL Ç[email protected]
23 KASIM 2012 CUMA 9BABİL BALIĞI Aydınlık KİTAP
“Her kelime, sessizlik ve hiçlik üzerinde gereksiz bir leke gibidir.”
Samuel Beckett
Daha önce de değindiğimiz üzere ül-
kemizde çizgi-roman yayıncılığının yeni-
den, geç de olsa hareketlendiği bir döne-
me giriyoruz. Dağıtımından, yayın ve
okur adedine kadar türlü sorunlar hala
mevcut bulunsa da her ne kadar istediği-
miz hız ve adette raflarda göremesek de
hiç olmazsa klasik ve kült çizgi-roman eser-
lerinin tercümelerinin birer birer raflar-
daki yerlerini almaları sevindirici bir ge-
lişme. Ülkemizde en az her sanat dalı ka-
dar ve daha da fazlası öteleme ve itele-
meyle karşılaşan bu sanat ve öykü dalını
gönül ister ki bütün dünya ile aynı anda,
güncel olarak takip edebilelim, sadece yurt
dışında yapılanları değil, ülkemizde de üre-
tilenleri her hafta bol bol işleyebilelim. Gö-
rünen o ki oraya daha çok var. Türk çiz-
gi-roman okuru olarak şu an hiç olmaz-
sa nadiren raflarda yer bulan eserleri
kucaklamak ve sahiplenmekten başka
yapabileceğimiz bir şey yok. Elbette ya-
bancı dili olanlar için, ne yazık ki birkaç
adetle sınırlı olan, sadece çizgi-roman sa-
tışına yönelik noktalardan, yabancı çizgi-
romanları, o da ancak sipariş edebildik-
leri kadarı ile takip etmeniz mümkün. Ge-
nel gelir durumu göz önüne alındığında,
yerleşmiş bir fan, takas, kütüphane kültürü
de olmadığından -ki çizgi-roman için bu
daha da vahim boyutlardadır- okurun
büyük çoğunluğu için güncel olarak çizgi-
romanı takip edebilmek ne yazık ki hala
lüks sayılabilir. Bu durumda okurun bü-
yük çoğunluğunun da internet üzerinden
korsan olarak yabancı çizgi-romanları
edinmeye itildiğini söylemek haksızlık
olmaz. Bu nedenle bir başka sorun olarak;
uzunca süre yerli yayıncıların bıraktığı boş-
lukta internetten dosya paylaşımına yö-
nelen okurların, tekrar raflara yönelme-
si de zaman alacaktır. Bu açıdan çizgi-
roman klasiklerinin ve türün en güzel ör-
neklerinin tercümelerinin özenle ve ive-
dilikle, belki yayınevleri adına bir müddet
daha kâr oranı gütmeden raflara taşınması
bu süreci kolaylaştıracaktır. Birkaç hafta
evvel Jason Lutes’un “Berlin” üçlemesi-
nin ilk iki cildinin dilimize kazandırıldığını
bu sayfadan duyurmuştuk. Bu hafta da İle-
tişim Yayınevi’nin dilimize kazandırdığı,
olabilecek her türlü çizgi-roman ödülünün
yanı sıra, 1992 yılında Pulitzer Ödülü’nü
de kazanan, Art Spiegelman’ın “Maus”un-
dan bahsedeceğiz.
�ZG�-ROMANA �LKAKADEM�K �LG�
Art Spiegelman (asıl adı Arthur Spie-
gelman), 1948 İsveç doğumlu ve Polonyalı
Yahudi bir ailenin çocuğu. Ailesiyle Ame-
rika’ya göç ettikten sonra, ailesi her ne ka-
dar onun diş hekimi olmasını istese de sa-
nat ve felsefe eğitimi aldıktan sonra çiz-
gi-roman üzerine çalışmaya başlar. Çizgi-
roman türünün önemli savunucularından
biridir. 1970’lerde ekol halindeki bağım-
sız Underground Comix ekolüne giriş
yapar. Bu dönemdeki çalışmaları nispeten
kısa ve kısmen otobiyografik temalara da-
yalıdır. Bu dönemdeki ça-
lışmaları 1977’de bir araya
toplandıktan sonra Spie-
gelman, daha uzun bir çiz-
gi-roman üzerinde çalış-
mayı kafasına koyar. Soy-
kırımı ilk elden gören ve
yaşayan babasının anıla-
rından yola çıkarak
“Maus”u şekillendirmeye
başlar. Tamamlanması
1980 yılından 1991 yılına
kadar, 11 yıl süren çizgi-
roman, soykırımı ele alış
şekli, tarihi detayları, gör-
sel imgeleri ve derinlikli
yazını sayesinde bir hayli ses getirir ve ona
ödül üzerine ödül kazandırır. Şüphesiz bu
ödüllerin en büyüğü 1992 yılında aldığı Pu-
litzer’dir. Bu açıdan “Maus”un çizgi-ro-
man tarihi açısından bir başka önemi,
“Maus” ile birlikte ilk kez bir çizgi-romana
gösterilen akademik ilgidir. Dolayısıyla da
çizgi-roman türünün saygı görmesine ve
daha geniş kitlelere ulaşmasında önemli
katkıları olmuştur. “Maus”un dışında “In
The Shadow Of No Towers”, “Break-
down”, “Be A Nose” dışında çocuklar için
yarattığı “Open Me I’m A Dog” çalış-
maları bulunur. Yine aynı şekilde pek çok
çizgi derlemesinde de katılımı ve katkısı
bulunan Spiegelman’ın çarpıcı çalışma-
larından biri de Paul Auster’ın “New
York” üçlemesinin çizgi-roman versiyo-
nuna yaptığı katılımdır.
YAHUD�LER FARE, NAZ�LER KED�Çizgi-romanlarında genel olarak me-
tinlerinin çizgilerinin önüne sıklıkla çık-
tığı görülür. Diyalog yaratımında çoğun-
lukla bir öykücüden ziyade bir
romancı gibi davranır. Çizgi-
romanlarının getirdiği ses ve
oluşturduğu drama faktöründe
de bu diyaloglar oldukça yük-
lü bir hacim kaplar. İmgeledi-
ği karakterlerinin aksine, say-
falarında sessizliğe adeta düş-
mandır, öyle ki sürekli olarak
düşüncüleri anılar, gerçek söy-
lenceler ve tarihle yoğurmak-
la meşguldür. “Maus”, Spie-
gelman’ın babasının anıların-
dan yola çıkarak Nazilerin ya-
rattığı dehşetin ve soykırımın
hem öncesini, hem soykırım yıl-
larını hem de sonrasını ele alır.
Dönemin sorularını ve sorun-
larını üç ana katmanda birleş-
tirir. Her bölümün içerisinde
bir başka tarihi süreç aniden sayfalara çı-
karak örtüşmeye neden olabilir. Barın-
dırdığı ciddi konuyla anlatıdaki hiyerarşiyi,
kültürel sıralamayı bir açıdan tepetaklak
ettiğini gözlemleyebiliriz. Babadan oğla
aktarılan bir öyküyü, bir şahitliği yeni bir
formla okuma şansına kavuşuruz. Döne-
min normlarını tersine
çevirerek, Nazilerin ve
dönemin savaş dünyasının
tek tipleştirdiği ve aynı
kalıba soktuğu, kartonlaş-
tırdığı karakterlerini, bu
korkutucu gerçekliğin içe-
risinde aynı tek tipleştirme
modeli ile Freud’un psika-
nalizine bağımlı yeni bir
okumaya dönüşümüne ta-
nık oluruz. Yahudileri fare,
Nazileri kedi şeklinde tek
tipleştirerek sürüklenilen
dehşete ilk elden tanıklığı
kuvvetlendirmeye ve karşı-
toleransı gittikçe azalan dö-
nemin depresyonunu gerçek kılar. Bilinç-
li şekilde gerçekleştirilen bu minyatür-
leştirme aynı zamanda soykırıma yönelik
bilinç içi ve dışı yanıtların da basitleştiril-
miş, küçük izlerini rahatlıkla taşımasına yol
açar. Bu açıdan Spiegelman’ın post-mo-
dern yazının da aracı bir örneğini sergi-
lediğini söylemek mümkün olduğu gibi,
post-modern bir melankoliyi çizgi-ro-
manda ilk olarak yaratan sanatçı olduğunu
söylemek de mümkündür.
NEFES ALIP VEREN B�R KLAS�K“Maus”u yaratım süreciyle ilgili bir söy-
leşisinde Spiegelman, “ölümleri ve cina-
yetleri çizmek karşılaştığım zorluklardan
biriydi. Çünkü çizgi-romanlardaki ölüm-
ler genellikle canlı değildir. Ölümün ger-
çekliğini yansıtmazlar,” der ve soykırımın
şiddetini aktarmakta geri durmak iste-
mediğini, ancak bu şiddeti yansıtırken de
panelleri kullanarak, lisanı ve anlatıyı ön
plana çıkardığını anlatır. Okuduğumuz
sayfa boyutlarında basıldığında daha iyi gö-
rüneceğini ve detayları eklemekte kolay-
lık sağlayacağından çizgi-romanı oldu-
ğundan daha büyük boyutta çizdiğini an-
latır. “Maus”un tarih dersi vermek gibi bir
amacı olmamasına karşın, bu alanda da bir
kullanımının mümkün olduğunu, olan
şeylerin tarihi gerçekliğe ve belgelere tu-
tarlılıkla anlatıldığını savunur. Bu detay-
lar arasında okurken aklınıza kazınacak
çok fazla küçük ayrıntı olacağını söyle-
meliyim. Özellikle post-travma dönemi-
ni içeren anlatıların, okuyucuya travma
günlerinin gerçekliğini yansıtmasındaki
yardımcı rolü yadsınamayacak öneme
sahip. Klasik, tanıktan aktarmanın can-
landırılmasıyla şekillendirilen anlatıya
çeşitli katmanlarda farklı etmenlerin dâ-
hil olduğunu da gözlemliyoruz; aile arşi-
vinden gerçek fotoğraflar, bir kremator-
yumun detaylı planı, bir ayakkabı tamiri
kılavuzu vb. Bütün bu kullanılan detaylarla
okurun tarihi olgulardaki pozisyonu da ruh
hali gibi dalgalanır. Adım adım her şey git-
tikçe insani bir gerçekliğe bürünür. Oku-
mayı bitirdiğinizde karşılaştığınız bütün bu
dehşetin artmasına neden olan da sanırım
bütün bu ayakları yere basan insani öykü
katmanları olacaktır. Bir başka dikkat çe-
kici nokta da okurken, Spiegelman’ın bu
anlatıdaki yerini düşünmenin, ikinci veya
üçüncü okumaya katacaklarıdır. Elinize
ikinci kez, bu sefer babasının anlatılarını
dinleyerek kendi kökenlerini arayan bir
gencin öyküsü olarak ve Spiegelman’ın bu
öyküyü toparlama, kâğıda dökme mace-
rası olarak aldığınızda bir başka katman-
la karşılaşırız. “Maus”u zannediyorum ki
nefes alıp veren canlı bir klasik haline ge-
tiren, bu birbirinden ayrılamayan okuma
katmanları. Kolay kolay elden ve akıldan
düşmeyecek bu anlatıyı, ister çizgi roman
sevin, ister sevmeyin tavsiye ediyorum.
Önümüzdeki hafta görüşmek dileğiyle…
(Hayatta Kalanın Öyküsü – Maus,Art Spiegelman, İletişim Yayınevi,Çev: Ali Cevat Akkoyunlu, 303 s.)
M. SALİH [email protected]
Soykırım ve Post-Travma
Art Spiegelman
Chaplin’in Modern Zamanlar fil-
mindeki iş bantlarını, dönen çarkları ve
bu çarklar arasında sıkışıp kalmış, yö-
nettiğini düşündüğü zamanın çarkları
arasında kalmış işçinin modern za-
manın tüm insanlarını temsilen kendini
içinde bulduğu dram yaklaşık 200 yıl-
dır insanlığın gündeminde. Özellikle de
20. yüzyılın ilk çeyreğinde Fordist üre-
tim adıyla anılan üretim biçiminin ege-
menliğini görebiliyoruz. Ne var ki bu
üretim biçimi hakimiyetini yeni bir bi-
çimi devretmiş durumda. Elbette bu de-
vir öyle çok da sancısız gerçekleşmedi.
1980’lere gelirken ilan edilen Neoliberal
programlar eşliğinde insanlık yeni bir
üretim ortamında buldu kendini.
YEN� EKONOM�’DENSAVA� EKONOM�S�’NE
Lenin’in “Emperyalizm KapitalizminEn Yüksek Aşaması” adlı çalışmasında
ortaya koyduğu kapitalizmin yeni biçimi
olan emperyalizm bu yeni süreçte daha
da üst bir aşamaya vardı. Önceleri
emek-sermaye çelişmesinin hakim ol-
duğu kapitalist sistemi, ezen ve ezilen
milletler arasındaki çelişmenin merkezi
çelişme haline geldiği
emperyalist sistem iz-
ledi. 1980’lerden itiba-
ren insanlığın biriktir-
diği tüm diğer çelişme-
lerin (kadın-erkek, kafa
emeği-kol emeği, ser-
maye-emek) yanı sıra
ezen ve ezilen milletler
arası çelişmeyle üretim
ve üretimden büyük öl-
çüde bağımsızlaşmış fi-
nans arasındaki çelişme
de merkezi bir konum al-
mıştır. Sözünü ettiğimiz
yeni çelişmenin kendini
gösterdiği en uğrak mekanı borsadır.
Borsadaki dalgalanmalar ve hareket ise
geçmişteki gibi üretimin bir yansıma-
sından ziyade iktidarın çevresinde kü-
melenmiş grupların iletişimsel eylem-
lerine dayanmaktadır. Bu iletişimsel ey-
lemleri, dilsel edimleri, sermayeyle
ilişkilendiren Christian Marazzi bu yıl
Ahmet Ergenç tarafından çevrilip Ay-
rıntı Yayınları tarafından basılan “Ser-maye ve Dil - Yeni Ekonomi’den SavaşEkonomisi’ne” başlıklı çalışmasında
önemli saptamalarda bulunuyor.
Esere yazdığı önsözde, Michael
Hardt “Sermaye ve Dil’in merkezi tezi
şu: Dil çağdaş kapitalist ekonominin iş-
leyişini ve krizlerini anlamak için bir
model sunmaktadır.” (s. 8) demektedir.
İçinde bulunduğumuz ekonomik sis-
temin hakimi olan finansın temel ka-
rakteri ve emekçilerin geleceğini gasp
etmesi Hardt tarafından şöyle ortaya
konuyor: “Finansın kendine has özel-
liği emeğin gelecekteki değerini ve
gelecekteki üretkenliğini temsil etme-
ye kalkışmasıdır.” (s. 9). Finansın geli-
şim yolunu ve karşılaştığı sorunları
aşma yöntemini, finans hakimlerinin
dilsel becerileri oluşturuyor. Dolayısıyla,
dil ve dilsel eleştiri finansın, ve dahası
yeni ekonominin, durumu çözümle-
mede başat bir konuma oturuyor.
YEN� EKONOM� VEMAFYOKRAS�
Dr. Doğu Perinçek’in Kaynak Ya-
yınları tarafından çıkan “Mafyokrasi” adlı
çalışmasında dile getirdiği gibi mevcut
ekonomi mafyatik bir yapıda ve tefeci-
lerin egemenliğindedir. Egemenler söy-
lemleri (ve söylemlerinin kitlelerin zih-
nine nüfus etmesine yarayan medya) ve
söylemlerini reel bir güç haline getiren
örtülü savaş kabiliyetleri aracılığıyla ha-
raçlarını garanti altına alı-
yorlar. Bu haraç ekono-
misi bir anlamda gelece-
ğin sömürülmesini içeri-
yor. Gelecek mali spe-
külasyonlar ve borsaya
dair söylemlerle yönlen-
dirilip yaratılıyor ve bir
yandan da haraç verme-
yenler emperyalizmin
tetikçileriyle sindiriliyor.
ABD merkezli sistemin
dünya piyasalarını ha-
raca bağlaması ancak
büyük bir kaynak ak-
tardığı savaş ekonomisiyle mümkün
olabiliyor. Kurulan onlarca denetim
mekanizmasına rağmen baş kaldıranlar
savaş ekonomisinin yarattığı profesyonel
ordularla içeriden ve dışarıdan kuşatılı-
yor. Marazzi bu konuda şunları söyle-
mektedir: “... ABD tarafından teröriz-
me karşı yürütülen savaş, Yeni Ekono-mi’nin başka yollarla sürdürülmesinitemsil etmektedir. Yeni Ekonomi
SSCB’nin sona erişinin damgasını vur-
duğu uluslararası bir bağlamda şekillendi
ki bu bağlam bilgi-teknoloji devrimi eş-
liğinde, dünya yönetiminin biçiminin
ne olacağı sorununu ortaya koydu. Bu da
kutupsuzlaşma sürecinden ve uluslararası
dengenin ikili biçiminin üstesinden ge-
linmesinden kaynaklanan küresel siya-
si-askeri düzenlemeleri tanımlamak için
İmparatorluk kavramının kullanılması-
na neden oldu” (s. 125). Yazar bu söz-
leriyle ortaya koyduğu tezi Negri ve
Hardt’ın “İmparatorluk” adlı çalışmala-
rında yer verdikleri ABD çözümlemesine
bağlamaktadır.
BÜTÜN B�R HAYAT ��EKO�ULUYOR
Perinçek’in tezi Marazzi’nin çalış-
masında birçok açıdan doğrulanmak-
la kalmıyor, Marazzi’nin çalışma yaşa-
mının yeni niteliğine ilişkin saptama-
larıyla da destekleniyor: “Çalışmanın
doğası temel olduğuna inandığım iki
yönden değişmektedir: Artan özerkli-
ği, yeni-serbest-mesleğin artan strate-
jik önemi ve iletişimsel-ilişkisel, tabiri
caizse, dilsel karakteri. Gittikçe daha
fazla bir şekilde çalışmak demek, ile-
tişim kurmak demek ve sermaye ve iş-
gücü arasındaki ilişki günden güne
maaştan arındırılıyor (iş olmaktan çı-karma olgusu).”(s. 42). Marx ve Engels
“Komünist Parti Manifestosu”nu ya-
zarken hedefledikleri çalışma zamanı-
nı 8 saate indirme çabası, günümüzdeki
sorunu çözmede artık yetersiz kalmış-
tır. Çalışma zamanı sözüm ona azal-
mıştır. Fakat “günümüzde çalışmaya
dair yapılan kapitalist düzenleme bu ay-
rımı ortadan kaldırmayı, iş ve işçiyi içiçe geçirmeyi, işçilerin bütün hayatları-nı işe sürmeyi hedeflemektedir. Pro-
fesyonel niteliklerden çok beceriler
ve bunlarla birlikte de işçilerin bütün
duyguları, hisleri ve mesai sonrası ha-
yatları; yani dilsel topluluğun bütün
hayatı işe sürülüyor”(s. 43). Bu ger-
çekler ışığında özetlersek, “otomasyo-
nun manüel işler için harcanan zaman
ve çabayı ciddi ölçüde azalttığı ve diğer
faaliyetler için daha fazla uygun zamanı
özgür kılabileceği doğru; fakat şu da eşit
derecede doğru ki maddi üretim için aci-len gerekli olan çalışma süresi artık ge-nel anlamda üretici faaliyetin temel öğe-si değil.”(s. 46).
YARATILAN GERÇEKL���NHEGEMONYASI
Gerçekleşen siyasi olayların borsayı
alt üst edeceği safsatası salt bir kurgu-
dan ibaret olsa, egemenler tek bir
günde yıkılırlardı. Ancak durum bun-
dan daha karmaşık. Daha karmaşık
çünkü borsanın işleyişindeki rasyonal-
lik yaratılan bir gerçekliğe ve bu ger-
çekliğin inkarına karşı kurulmuş güç-
lü bir iktidar mekanizmasına dayanıyor.
Bütün bunlarsa emekçilerin tasarruf-
larının egemenlerin eline geçmesi ve
dahası geleceklerinin belirlenmesi için
gereklidir. “Doğrusunu söylemek ge-
rekirse, finansallaşma düzgün işleye-
bilmek için taklitçi mantığa, bireysel ya-
tırımcıların bilgi açlığına dayanan bir
nevi sürü davranışına ihtiyaç duyar”(s.
20). Bu ihtiyacı, medyanın ve iktidar sa-
hiplerinin söylemleri üzerinden yara-
tılan gerçekliğe dahil olmuş yatırımcı-
ların sürü davranışı karşılar. Bu amaç-
la “davranışsal finans teorisyenleri psi-kolojik açıdan insan davranışını ka-
rakterize edebilecek bazı öğeleri için içi-
ne katmaya çalışıyor”(s. 21). Çarpıtıl-
mış gerçeğin belirleyiciliğini örnekle-
mek açısından Marazzi şunları söylü-
yor: “Hiçbir enflasyon tehlikesi olma-
dığından yüzde yüz emin olabilirim ama
Merkez Bankası Başkanı, örneğin iş-
gücü piyasasının zayıfladığını söylerse
onun “kehanetini” (“ücretler artacak
ve dolayısıyla da fiyatlar da artacak...”)
kabul ederim. Eğer hisselerimin değer
kaybetmesini istemiyorsam, Greens-
pan’in deklarasyonuna, hisslerimi müm-
kün olan en kısa sürede satarak karşı-
lık vermeliyim; çünkü herkes, gele-
neksel olarak tahmin edilebilir trend-
ler etrafındaki marjinal dalgalanmalar
üzerinde spekülasyonda bulunan şüp-
heciler ve piyasaya karşı, yerleşik akla
karşı spekülasyonda bulunan karşıtçı-lar hariç, “herkes” aynı şeyi yapacaktır.
Kar etmek için ya da para kaybetme-
mek için doğru görüşe sahip olmanız
değil, piyasanın nasıl hareket edeceği-
ni tahmin etmekte başarılı olmanız ge-
rekiyor”(ss. 23-24).
Senaryoları bozabilecek güçlerin za-
feri için sistemin çözümlenmesinde
önemli katkılarda bulunan bu eserin
teorik tartışmaların canlanması açı-
sından layık olduğu konumu kazanması
kaçınılmazdır.
(Sermaye ve Dil, ChristianMarazzi, Ayrıntı Yayınları,Çev: Ahmet Ergenç, 144 s.)
23 KASIM 2012 CUMA10 Aydınlık KİTAP
“Do�rusunu söylemek gerekirse, finansalla�ma düzgüni�leyebilmek için taklitçi mant��a, bireysel yat�r�mc�lar�n bilgiaçl���na dayanan bir nevi sürü davran���na ihtiyaç duyar”CENK ÖZDAĞozdagcenk@hotmail
Borsadakidalgalanmalarve hareket ise
geçmişteki gibiüretimin bir
yansımasındanziyade
iktidarınçevresinde
kümelenmişgruplarıniletişimsel
eylemlerinedayanmaktadır. Bu iletişimsel
eylemleri,dilsel edimleri,
sermayeyleilişkilendiren
ChristianMaraz önemlisaptamalarda
bulunuyor
Silahların bekçiliğindeyaratılan finansal “GERÇEK”
Christian Marazzi
23 KASIM 2012 CUMA14 Aydınlık KİTAP KAPAK
“MASAL ANA”LARDAN BESLENEREK HALK GELENEĞİNİ YAŞATAN USTA ÖYKÜ YAZARI OSMAN ŞAHİN:
Yoksulluk onu bilen tarafından
anlatılırsa masal olmaktan çıkar.
Yazar Osman Şahin’in Kırmızı
Kedi Yayınevi’nden çıkan son kita-
bı “Ölümün Süt Dişleri” yazarın
çocukluğundan okuyucuya bir pen-
cere açıyor ve bizi gerçek yoksullukla
karşı karşıya getiriyor.
Osman Şahin yazarlığını ağır
başlılıkla ve çok güçlü etkiler bıra-
karak sürdürmeyi başarmış edebi-
yatçılardan. Ezilenlerin yanında ol-
mak ve bütün ezici güçlerin üstün-
lüğüne rağmen “hala” ezilenin, yok-
sulun sesini duyurabilmek bir yaza-
rı aydın yapar. Osman Şahin ile
yaptığım sohbette şunu anlıyorum
ki; yazar Torosların gözü kapalı
ilerlenemeyecek çakıllı yollarından
geçerek toplumuyla bütünleşmiş-
tir. “O yolda ağzında yılan taşıyan bir
karga ile karşılaşırsınız” diyor Os-
man Şahin. Oysa asfalt yolda gözü-
nüzü kapatıp yürümek kolaydır; ne
yılan ne çıyan.
Folklorcü, “masal ana”lardan
dinlediği hikayelerle halk geleneği-
ni yaşatan usta öykü yazarı Osman
Şahin ile son kitabı ve son dönem-
deki gelişmeler üzerine bir sohbet
gerçekleştirdik.
Son kitabınız “Ölü-münüm Süt Diş-leri”ndeki öykü-ler çocukluğu-nuzla ilgili. Öyküyazmak nedir siz-ce? Osman Şahinöyküleri için ne-lerden beslenir?
Öykü yazmak
bir yaşam biçimi-
dir. Yaşamdan
bambaşka yaşam-
lar çıkarmaktır.
Baştan başa bir
kurgu ve ayrıntıdır
öykü. Anlatıda yer
alan her sözcüğü aklınızdan,yüre-
ğinizden geçirmek zorundasınız.
Ancak o zaman okurların yüreğine
ulaşabilirsiniz.
Toroslarda doğan her çocuk bir
doğa bilginidir. Bitki türlerini, kuş
türlerini, mantar türlerini, yılanı, çi-
yanı, kurdu, ayıyı, domuzu adı gibi
bilir, tanır, görür. Yörüklüğün şaş-
maz yazgısıdır bu. Ünlü romancımız
Yaşar Kemal: “Yörüklük büyük bir
doğa ve bitki birikimidir” der. Bu
ortamda her yaşlı yörük kadını bir
“masal anası”dır. Ben bu masal
analarından üçünü “Darağacı Avı”
adlı öykü kitabımda enine boyuna
anlattım. Masal anaları sözlü halk
anlatım geleneği dediğimiz gele-
nekten beslenen insanlardı, şimdi
hiçbiri kalmadı.
“HAK GEÇT� HAK GEÇT�!”
Çocukluğunuzu yazmak, 60-62yıl gerilere sarkmak, çocukluğu-nuzun dibine inmek biraz zor olsagerek. Niçin yazdınız?
Kırsal kesimlerde yaşayan ku-
şağıma II. Dünya Savaşı sırasında
“kıran artığı” derlerdi. Yüzbinler-
ce yoksul köylü çocuğu adına ken-
di çocukluğumu eksen alarak yaz-
maya çalıştım. Bir yazarın asıl gör-
evi çağına tanıklık etmektir.
Akılalmaz bir açlık ve sefalet
çektiğimi söylemeliyim. Açlığı, üşü-
meyi belimize kalın kuşaklar gibi
sardığımız yıllar. Baharda her yaş-
tan insan kırlara kızılbacak otları
toplamaya çıkardık. Otları pişirir
yerdik. Tanesiz mısır koçanını taş di-
beklerde dövdüğümüzü, tuzlanarak
el değirmenlerinde öğüttüğümüzü
ve yediğimizi anımsıyorum. “Kır-
langıç Uşağı” adlı öy-
küde anlattım: 13 kar-
deşimle çorba kara-
vanasının başına top-
lanır iki kişiye bir dü-
şen kaşıklarımızı de-
ğişimli olarak kulla-
nır, çorbamızı içme-
ye çalışırdık. Kaşığı-
mı paylaştığım kar-
deşim bir kaşık daha
almak için kaşığını
çorbaya daldırdı-
ğında ben bağırır-
dım “hak geçti, hak
geçti” diye. Yıllar
sonra köy enstitüsünde
ekmek ve kitapla tanışıp, ufkum açı-
lınca ülkemde ve dünyada ne büyük
hakların geçtiğini, dozer kepçele-
riyle banka kasalarının boşaltıldığını
gördüm. Son on yılda ülkemiz top-
raklarının yüzde onunun satıldığı-
nı hepimiz yaşıyoruz.
Siz Köy Enstitüleri’nde oku-muş aydınlarımızdansınız. KöyEnstitüleri’nin önemi sizce neydi?
Mehmet Başaran ağabeyimin
yazdığı gibi Köy Enstitüleri ulusal
Kurtuluş Savaşı’nın, Atatürk dev-
rimlerinin içerdeki devamıydı. “San-
dık demokrasi”ne kurban edildiği
için Kurtuluş Savaşımız ve devrim-
ler tamamlanamamıştır ve bu yüz-
den mütareke koşullarına geri dö-
nülmüştür.
Köy Enstitüleri, Atatürk’ün,
Hasan Ali Yücel’in, İsmail Hakkı
Tonguç’un yarattığı, dünya eğitim
sistemine armağan ettikleri en par-
lak, yaratıcı eğitim kuruluşlarıdır.
Kimsesizlerin kimsesizlerine ku-
cak açan, fırsat eşitliğine dayanan,
ezbercilikten uzak, yaparak ve ya-
şayarak üreten, ekmekle kitabı bir
tutan okullardı. Binlerce köye göz
ve kalem aşılarını, modern arıcılı-
ğı, gübre kullanmayı Köy Enstitü-
lü öğretmenler götürmüşlerdir.
Enstitüler kapatılmamış olsay-
dı sayıları 60’a çıkacaktı. 1960 yı-
lında ülkemizde okuma yazma bil-
meyen yurttaş kalmayacaktı. Bugün
2012 yılında 7 milyona yakın seç-
men parmak basarak oy kullan-
maktadır. Gerçek demokrasi, eği-
tilmiş toplumların işidir. Eğitilme-
miş toplumlarda demokrasi geliş-
mez ve tek kişinin yönetimine dö-
nüşür. Milletvekilleri sözde vardır-
lar ama “parmak milletvekille-
ri”dirler, ülkemizde olduğu gibi.
“E�R� OKLA DO�RUN��AN VURULMAZ!”
AKP hükümeti, Atatürk’ün 3Mart 1921 tarihinde çıkardığı eği-tim birliği yasasını ortadan kal-dırdı. Yerine 4+4+4 yasasını ge-tirdi. Aydın, yazar ve eğitimci ola-rak bu konuda neler söyleyeceksi-niz?
Her şeyi bölen, ayrıştıran, kıldığı
namazlığın altıntaki toprakları, ma-
denleri, limanları satan, Atatürk’e,
devrimlerine, ordusuna karşı çı-
“Bir yazarın asıl göreviçağına tanıklık etmektir”
DAMLA [email protected]
Kırsal kesimlerdeyaşayan
kuşağıma II.Dünya Savaşı
sırasında “kıranartığı” derlerdi.
Yüzbinlerceyoksul köylü
çocuğu adınakendi
çocukluğumueksen alarak
yazmaya çalıştım
Osman �ahin
Öykü yazmak bir ya�am biçimidir. Ya�amdanbamba�ka ya�amlar ç�karmakt�r. Ba�tan ba�a bir
kurgu ve ayr�nt�d�r öykü. Anlat�da yer alan her sözcü�üakl�n�zdan,yüre�inizden geçirmek zorundas�n�z. Ancak
o zaman okurlar�n yüre�ine ula�abilirsiniz
23 KASIM 2012 CUMA 15KAPAK Aydınlık KİTAP
kan, vatan hainlerine, 2. cumhuriyetçile-
re, tarikatçılara, bölücülere “beri beri” di-
yen, yurtseverlere ise “geri geri” diyen bir
yönetim var başımızda. Devletin yağma-
landığı, dev kuruluşların satıldığı, leş ba-
şında kavga eden kargaların alkışlandığı bir
dönemdir bu. 43 milyon euro parayı sö-
zümona yok eden deniz feneri davasını dü-
şünürseniz ne demek istediğimi anlarsınız.
Eğitimdeki 4+4+4 sitemi 200 yıl ön-
ceki eğitim sistemidir. Kara tahta yerine
rahle, kuran kursları ile Araplaştırma
programıdır. Vatandaş yaşadığı dünyaya
göre değil öbür dünyaya göre ayarlana-
caktır. Biat kültürü aşılanacaktır. Nerede
cennet cehennem, nerede tarikat şeyhi var-
sa bunların kuyruğuna yapışılacaktır. Se-
çim günü gelince de oy kağıtlarının on ye-
rine on parmağının mürekkebini basa-
caktır. Üfürükçülüktür bu sistemin adı.
“Kurban olduğum Allah verdikçe veriyor”
diyorlar ya; Allah aslında onların çıkarla-
rıdır. Bu böyle sürmeyecektir. Ünlü halk
ozanımız Seyrani, 19. yüzyılda söylemiştir
bu gerçeği: “Eğri okla doğru nişan vurul-
maz!”
ADALET A�AO�LU'NAELE�T�R�
5 Kasım 2012 tarihli Hürriyet gazete-sinde ünlü yazar Adalet Ağaoğlu ile ya-pılan bir röportaj yayımlandı. AdaletAğaoğlu: “Ha İnce Memet ha PKK” dedi.Siz bu konuda ne diyorsunuz?
Adalet Ağaoğlu’nun o röportajını ben
de okudum ve doğrusunu söylemem ge-
rekirse çok üzüldüm. Ağaoğlu’na göre
“İnce Memet” ile PKK arasında pek fark
yoktur. Ağaoğlu'nun mantığına biraz kat-
kıda bulunmak istiyorum. O zaman Yörük
Ali Efe, Çakırcalı, Nene Hatun, Antepli
Şahin Bey ve İzmir’de ilk kurşunu sıkan
Hasan Tahsin’i de rahatlıkla PKK’lı sa-
yabiliriz.
Ağaoğlu ya PKK’yı bilmiyor ya da
“İnce Memet” romanını. “İnce Memet”
romanı Toroslarda topraksız Değirme-
noluk köylülerini ezen Abdi Ağa ile İnce
Memet’in mücadelesini destansı bir dille
anlatır. İnce Memet sonunda Abdi Ağa'yı
öldürecek topraklarını da köylülere dağı-
tacaktır. Kemal Tahir’in “İnce Memet” ro-
manı için: “Yaşar Kemal, eşkiyaya toprak
reformu yaptırıyor” dediğini anımsıyo-
rum. PKK ise sayıları 175’i bulan Kürt top-
rak ağlarını korumak için dağlara çıkmış-
tır. Yüzbinlerce dönüm toprağı olan, soyu
sopu ağ olan Ahmet Türk gibilerini ko-
rumak için kentleri molotof kokteyli ile
bombalıyorlar, yakıyorlar, çoluk çocuk
kanı döküyorlar. Kürt köylüsünü aç ve iş-
siz bırakanlar toprak ağalarıdır. Ağaoğlu:
“PKK’lılar da geçmişin öcünü almaya ben
de varım demeye getiriyorlar” diyor. PKK’lı-
lar ve Kürtler hangi devletleri kurmuşlar-
dı da biz Türkler onların devletlerini yık-
tık, zorla herşeylerine el koyduk sayın
Ağaoğlu? Sultan Alparslan bu toprakları
Bizanslıların elinden almamış mıydı?
Ve Ağaoğlu konuşmaya devam ediyor:
“Türkiye’nin temel sorunu devamlı ‘tek
adam’ aranıyor olmasıdır. Bu arayış, bu
ulusalcılık bence pek olumlu yol değil.” di-
yor. Kürt militancılığını, Kürt militarizmini,
Kürt ulusalcılığını göklere çıkar sıra dili-
ni kullanarak romanlar yazdığın Türklere
gelince olumsuzlaşıyorsunuz sayın Ağa-
oğlu.
Ülkemiz için parçalanma haritaları
yayımlanıyor. Mütareke döneminin ko-
şullarına gelmiş dayanmış olan halkımızın
tekrar Atatürk’ü aramasına niçin kızıyor-
sunuz?
“Başbakana inandım ama umudum
kesildi” diyorsunuz. Başbakanın nesine
inanmıştınız, açıklar mısınız? Dünya ça-
pındaki bilim adamımız milletvekili Prof.
Mehmet Haberal, İşçi Partisi genel başkanı
değerli yazar gazeteci Doğu Perinçek,
milletvekili Mustafa Balbay, genelkur-
may başkanı, ordu komutanları,milletve-
kili Alan paşa yıllardır tutukludurlar.
CIA’nın Ankara şefi Henry Barkey AKP
sayesinde Türk ordusunu kafesledik diye
demeç vereli aylar oldu. Bunlar size bir şey-
ler anımsatmıyor mu? Devlet içeri attığı in-
sana suçunun ne olduğunu söylemek zo-
rundadır.
Kışın, Hürriyet gazetesinin pazar ekin-
de Buket Şahin’in New York’ta yaşayan
Paul Auster ile yaptığı bir röportajı ya-
yımlandı ve 10 gün ülkemizde kıyamet kop-
tu. Paul Auster, Türkiye'de 100'ün üstün-
de gazetecinin tutuklandığını, davet edi-
lirse Türküye’ye asla gelmeyeceğini, 20 bin
km öteden söyledi ama siz sayın Ağaoğlu
bu ülkede yaşıyorsunuz ve burnunuzun di-
bindeki ağır kokuyu, ağır insan hakları ih-
lallerini görmüyorsunuz. Paul Auster’den
öğreneceğiniz çok şeyler olmalı.
Günümüz Türkiyesinde 4,5 milyon
13-14 yaş altı gelin çocuklar olduğunu ga-
zeteler yazıyor. Geçenlerde Diyarbakır
Devlet Hastanesi başhekimi açıkladı: “Son
bir yılda 13 yaş altı 1853 çocuk gelin do-
ğum yaptı” diye.
Bir aydın, bir kadın yazar olarak bütün
bu olan bitenler ilginizi çekmiyor mu sa-
yın Ağaoğlu?
“POSTMODERN�N ÖZÜSÖZCÜ�Ü ÇÜRÜTMEK”
Son 15-20 yıl adına postmodern ede-biyat dediğimiz Batı eksenli bir edebiyatanlayışı pek çok yazarımızı etkiledi. Bu ko-nuda toplumcu gerçekçi bir edebiyatçı ola-rak bu etkiye nasıl bakıyorsunuz?
Dün olduğu gibi bugün de emperyalist
tehlike, sömürü, haksızlık büyük boyut-
larda sürüyor. Bu sürdükçe toplumcu ger-
çekçi edebiyatta var olacaktır.
Postmodern edebiyat anlayışının özü
sözcüğü çürütmektir. Başa dönelim; in-
sansoyu sözcüğü birbirine bir şey anlatmak
için bulmuştur. En eski kutsal kitaplarda,
örneğin Tevrat'ta: “İlkin söz var idi. Söz
Tanrı'ydı, söz insandı.” diye başlar. İncil ve
Kuran da böyle başlar. Söz kutsaldır, insana
aittir ve insan soyu var oldukça “söz” de
olacaktır.
Edebiyat bir söz sanatıdır diyoruz. Fa-
kat bazı yazarlarımız “madem edebiyat bir
söz sanatıdır, al sana güzel söz sanatı” diye
çok güzel sözcüklerden oluşmuş bir kitap
yayımlıyor ama özünde hiçbir şey anlat-
mıyor aslında.
Eskiden köylüler harman savururlardı,
harman niçin savrulur? Rüzgarda tane ile
samanı birbirinden ayırmak için. Bu tür ya-
zarlar tanesiz harman savuruyorlar. Bir
başka örnek vereyim; şık mağazalarda
aslı gibi güzel plastik çiçekler vardır, fakat
arı konmaz, çiçek açmaz, tohum vermez.
Onlar üretimi olmayan çiçeklerdir. İnsa-
nı doğru anlatmayan söz sanatı diyerek sö-
zün içini boşaltan yapıtlar kalıcı olmamıştır.
Sizin bir dönem Türk sinemasını bes-leyen yurtiçinde ve yurtdışında büyüködüller kazanan (23 film ve 35’in üzerin-de ödül: Kibar Feyzo, Züğürt Ağa, Keriz,Kurbağalar vb.) gibi yapıtlarınız olduğunubiliyoruz. Çok önemli büyük yönetmen-lerimizle ve oyuncularımızla çalıştığınızıda biliyoruz. Sinemada yeni bir çalışma-nız var mı?
Türk Sineması’nın büyük “Sultan”ı
Türkan Şoray’la benim “Mor Cepken” adlı
baştan sona kadınlarımızın sorunlarını
anlatan eserimin senaryolaşması üzerine
çalışıyoruz.
23 KASIM 2012 CUMA16 Aydınlık KİTAP
Oyunlar sadece çocukluğumuzda
mı kaldı? Onların saflığı değil belki,
ama oyun oynama içgüdümüzün ger-
çeklik ve sahtelik arasında tüm yaşa-
mımıza yansımadığını inkar edebilir
miyiz? Yazar Filiz Elasu, haziran
ayında Destek Yayınevi’nden çıkan
“Oyun” adlı romanında; hayatımız-
daki oyunlara 90’lar Türkiyesi’ndeki
bir kumarhaneden bakmamızı sağlı-
yor. 90’lı yıllar nelere kadir değildi ki?
Filiz Elasu anlattı.
Kitabın adı neden “Oyun” ?“Oyun”, Türkçede bir dolu anla-
mı olan ilginç bir kelime. TDK’ya ba-
karsanız 9-10 anlamı var. Bir dolu
atasözü var içinde “oyun” olan. Ama
en önemlisi kitabın girişinde kısa bir
metin var. “Oyun”, uzun yıllar önce
yazdığım o metne verdiğim addı.
Romanı da geçici olarak “Oyun”
diye adlandırdım. Tüm arayış ve fikir
değişikliklerime rağmen bir türlü
“oyun”dan kopamadım.
HA KUMARHANE HAHAYATIMIZDAK� OYUNLAR
Romanın ana mekanı olan ku-marhaneyi (Casino) düşünerek son-radan başka anlamlar yükledinizmi bu ada?
“Casino”, aynı zamanda birta-
kım şeylerin de metaforu, sadece in-
sanların kumar oynadığı bir yer değil.
Öyle olunca kumar, kişilerin seçimleri,
hikâye örgüsüyle gelişen çeşitli oyun-
lar, ilişkilerdeki oyunlar bir şekilde
kendini daha çok göstermeye başla-
dı. Hepsi bir tür senfoni gibi birbiri-
ne eklemlendi.
Romanda Semra, Melahat veUğur çok belirleyici karakterler. Bir-çok okur için ro-man bir kadın hi-kâyesi gibi görüne-bilir ama Uğur buşartlanmayı kırı-yor. İnsanın seçim-lerinde sınıfsal vecinsel kimliklerinetkisi belirginleşi-yor sanki.
Üçü de farklı sı-
nıflardalar, farklı
cinsiyetteler. Bu an-
lamda evet, sadece
bir kadın romanı
değil. Kadının ko-
numunu bir şekilde irdeliyor ama o in-
sanların seçimlerini de irdeliyor. Bu-
rada farklı cinsiyetlerin birbirleriyle
olan etkileşimleri de var. Aynı za-
manda toplumsal, sınıfsal konumla-
rından kaynaklanan bir seçimleri var.
90’LARDA TÜRK�YEDE����YOR
Tam bu noktada, romanın za-manı bilinçli bir tercih miydi? Neden90’lar Türkiyesi?
Bilinçli tabii, çünkü 90’lar Türki-
ye’si çok önemli bir dönem. Bugün
edebiyatta ağırlıkla 80 öncesi ve o dö-
nem insanların başına gelenler be-
timleniyor. 1980 sonrasını bu şekilde
işleyen pek yok gibi. Oysa 90’lar da,
çok önemli Türkiye için.
Turgut Özal’la başlayan serbest pi-
yasa ekonomisinin insanların yaşamını,
seçim ve değerlerini yavaş yavaş et-
kilemeye ve bunun artık görünür ol-
maya başladığı bir dönem. Türki-
ye’nin liberal ekonomiye ciddi an-
lamda eklendiği bir dönem. Bunun so-
nucunda yaşanan bir dolu politik
olay... 80 döneminde içeriye atılmış
sola, ayrıca entelijansiya ve gençliğe
çok büyük bir darbe var. Bu arada ka-
dın hareketleri de var. Sola inen ve ona
travma yaşatan darbe, bir şekilde ka-
dın hareketlerine bir boşluk bırakmıştı.
Liberalleşmeyle de beraber bir pa-
lazlanma var o alanda. Tabii bunun ar-
kasında aslında kadının ekonomik
hayata katılımının artmasının da payı
var. Bu, kadın erkek ilişkilerini de et-
kiledi. Ayrıca özel televizyonlar var.
Kadının özgürleşmesiyle birlikte vü-
cudunun, görünümünün, özgürlüğü-
nün nesneleştirilmesi de söz konusu.
“TOPAL”LAR YA DA �Y�OYUNCULAR TÜRK�YES�
Ayrıca o yıllarda bizim kuşak şunu
duyar oldu: “Aman ha, uslu durun. Gö-
rüyorsunuz sizden önce dayı, amca ya
da ağabeyleriniz şunu
yaptı, başlarına neler
geldi. Sakın politikaya
yanaşmayın. Siz sadece
kendi işinizi yapın!”
Sonra üniversitedeyken
“Sadece derslerini öğ-
ren, diplomanı al, haya-
tını kurtar” dediler. Ser-
best piyasa ekonomisiy-
le ve Özal’la birlikte bir-
çok değerde değişim de
başladı. “Gemisini kur-
taran kaptan”, “Köşeyi
dönmek”, “Benim me-
murum işini bilir”,
“Oyunu kuralına göre oynayacaksın”,
“İşini bileceksin” anlayışı işte bu! Bu
zihniyet dönüşümü ve bireycilik kapi-
talizmle birlikte hayatımızı etkileme-
ye başladı. Bir yandan 28 Şubat var ta-
bii. Refah-Yol hükümetinden sonra ce-
maatleşmenin ciddi anlamda başladı-
ğı da bir dönem. Zaten o zamanların
karşı hareketiyle bugünleri yaşıyoruz.
Bu roman, o yüzden hem o dönemi
hem de bugünleri kapsıyor. Özellikle
romanda Topal karakterinin ortaya çı-
kışıyla gelişen bölümler bugünlerin
bir işareti.
“Topal” çok simgesel bir karak-ter. Yavaş yavaş vücuda eren biri. Odönem için insanın aklına “Kumar-haneler Kralı” geliyor. “Topal” adı-nı özellikle mi seçtiniz?
O da, bilinçli bir seçimdi, evet.Ömer Lütfü Topal’ın “Kumarhane-ler Kralı” olduğunu biliyordum. To-pal, aynı zamanda Türk edebiyatın-da da çok kullanılan bir lakap. Heryerde, tüm köy ve kasabalarda bir to-pal vardır. Bir prototiptir. “Topal”,hem o prototipe hem de o dönemdeyaşananlara metaforik olarak gön-derme yapıyor.
KADINLAR ED�LGEN VEMUTSUZ; PEK� YAERKEKLER?
Peki az önce sözünü ettiğiniz zih-niyet değişimi ve 90’lar kadının varoluş mücadelesini nasıl etkiledi? Sı-nıfsal kimliği belirleyici değil miydi?
Türkiye’de Tanzimat’tan beri mo-
dernleşme meselesi var. Bu da yüzü-
müzün Batı’ya dönük olmasıyla ad-
landırılıp biçimlendirilmiş. Politik bir
seçim tabii ki. Türkiye’yi modernleş-
tirme hep kadın üzerinden konuşulup
tartışılıyor. Kadının modernleşmesi,
özgürleşmesi, liberalleşmesi sanki bu
modernleşmeyi sağlayacakmış gibi.
Cumhuriyetin gelmesi bile tam olarak
değiştirmiyor bunu. Kadın; doktor, öğ-
retmen oluyor ama yine evine gidiyor,
eşine, akrabalarına hizmet ediyor.
Muhafazakâr kesimlerdeki gibi sa-
dece “iyi eş”, “iyi anne” olmakla sınırlı
değil aynı zamanda çalışıyor. Bu an-
lamda gerçekten liberalleşmiyor ka-
dın. Cinsel anlamda da bu böyle,
hâlâ bir dolu tabu var. Kadın hep edil-
gen, etken değil. Güç sahibi olan
hep erkek olmuş bu toplumda.
“KUMARIN SONUNDAHEP CAS�NO KAZANIR”
Hayatı bir kumar masası gibidüşünsek, Filiz Elasu bu masadabaşında yapacağı seçimlerde neyedikkat ediyor? Bir kumar masası mı-dır hayat ona göre?
(Uzun uzun gülüyoruz) Bazı ya-
zarlar bol bol satir yapar. İnsanları gül-
düren şeyler yazarlar. Onların se-
çimleridir. Ama gerçek hayatta çok
ciddi insanlar olabilirler. Kitabımın adı
“Oyun”. İçinde insanların hayatındaki
oyunlara dair hikayeler var. Kumar
var, o bir oyun. Bu beni mi yansıtıyor,
benim seçimlerim mi? Hayır, bunu
söyleyemem. Sonuçta o karakterlerin
hem hepsiyim hem hiçbiriyim. Hayatı
bir oyun olarak mı görüyorum? Ha-
yır (Gülüyor). Belki de, aksine haya-
tı çok ciddiye aldığım için böyle bir ki-
tap yazdım. Ancak ciddiye aldığımız
bu hayatın içinde bizim dışımızda, bi-
zim plan ya da çabalarımız dışında da
birtakım şeyler oluyor. Rastlantılar
oluyor, halk arasında “kaderin cilve-
si” denir hani... Bazen bu tür esnek-
likleri de ya da sapmaları da; aşırı cid-
diye almadan, daha yapıcı bir gözle
görebilmemiz gerekebiliyor.
Zarı attığınızda kaç kaç gelece-ğindeki şans payı ile o masada uy-guladığınız matematik gibi mi?
Evet (gülüyor). Kumarın sonun-
da hep Casino kazanır ama!
(Oyun, Filiz Elasu,Destek Yayınevi, 331 s.)
90’lar Türkiyesinin kadın veerkeğine bir bakış : “Oyun”
SEZA ÖZDEMİ[email protected]
“Casino”, aynızamanda
birtakım şeylerinde metaforu,
sadece insanlarınkumar oynadığı
bir yer değil.Öyle olunca
kumar, kişilerinseçimleri, hikayeörgüsüyle gelişen
çeşitli oyunlar,ilişkilerdekioyunlar bir
şekilde kendinidaha çok
göstermeyebaşladı
Filiz Elasu
HAYATINIZDAKİ OYUNLARA YETERİNCE HAKİM MİSİNİZ?
Kad�n�n ve erke�in,bireyin ve toplumunhayat�nda oyunlar nekadar yer tutar? YazarFiliz Elasu, “Oyun”adl� roman�ndahayat�m�zdakioyunlara 90’larTürkiyesinden birkumarhane ilebak�yor
Everest Yayınları’nın, geçen yıl başlat-
tığı F. Scott Fitzgerald serisinin ikinci kita-
bı “Uçarı Kızlar ve Filozoflar” raflardaki ye-
rini aldı. Daha evvel “Muhteşem Gatsby”
romanı ile seriye başlanmıştı, bu sefer
okuyucuyla buluşan, yazarın öykü kitabı
oldu. Yazar, esas olarak “Muhteşem
Gatsby” romanıyla tanınıyor olsa da, geçi-
mini dergilerde yayımlanan öyküleriyle
sağlamaya çalışmıştır. Bu sebeple öyküle-
rinin de edebiyatta yeri başkadır.
“CAZ ÇA�I” YAZARI Yazardan bahsetmek gerekirse Fitz-
gerald, Birinci Dünya Savaşı’nda savaşa ka-
tılmış ve savaş sonrası “Caz Çağı” olarak ta-
nımladığı buhran öncesi burjuvanın yük-
selişini ve geliştirdiği yeni yaşam tarzını eleş-
tirel bir dille eserlerinde irdelemiştir.
1920’lerin şatafatlı yıllarının gerisinde, buh-
ranın ayak seslerini duy-
mak da eserlerin de müm-
kündür. Zira bir yandan
hiçbir şeyi umursamayan
partilerden partilere ko-
şan, sınırsızca “özgür-
lük”lerini yaşayan güzel
kızlar ve yakışıklı oğlanla-
rın zenginlik içinde sür-
dürdüğü şaşaalı hayatlar
vardır, bir yandan ise tıpkı
yazar gibi geçim derdine
düşmüş sıradan insanlar…
“Uçarı Kızlar ve Filo-
zoflar” kitabında da 1920’ler
gözler önüne serilmektedir. Her iki uç ya-
şamdan insanları öykülerde bulmak müm-
kün. Özellikle değişen burjuvanın kadınları
kitapta ayrı bir yer tutuyor. Kadının değişi-
mi öykülerin ana karakterlerinde hayat bu-
luyor. Yeni Amerikan kadını sigara içen, saç-
larını kısa kestiren, cinsel hayatını rahatça ya-
şayan -yazarın tanımıyla- “uçarı kızlar”dan
oluşmaktadır. İki dünya savaşı arasında ge-
lişen hayatın her türlü zevklerinden fayda-
lanmaya dayanan, hatta daha sonra “savaş-
ma seviş”e uzanacak bu temel görüş, öykü-
lere sinmiş durumda. Yazarın da alttan alta
eleştirdiği, savaş yorgunu insanların özellik-
le de zenginlerin böyle bir lükse sahipken, ge-
çimini sağlama derdindeki insanlar için sa-
vaşın her gün her saniye devam ediyor olması.
�K�L�L�K HAK�M�YET�Öykülerin ana karakterleri genelde zen-
gin ve güzel kızlarla, yakışıklı oğlanlar…
Gençliğini doludizgin, umursamaz şekilde ya-
şayan uçarı kızların tek amaçları partilere ka-
tılmak, erkeklerle eğlenceli vakitler geçirmek
ve erken yaşta evlenmek. Uçarı kızları bu şe-
kilde tanıtan yazar, filozofları ise yine yer yer
aynı karakterlerde bütünleştiriyor. Kızların
temel felsefesi asilik, aileye ve alışkanlıkla-
rın tümüne başkaldırmak… Bazen sigara içe-
rek, bazen babasına bağırarak… Öykülerde
dikkat çeken bir diğer unsur ise Kuzey ile
Güney eyaletler arası farklılıklar. Öyküler-
den anladığımız kadarıyla iki farklı kültüre
sahipler ve bir ikililik söz konusu: Halkın bir-
birini küçümseyebileceği ve uyum sağlayıp
beraber yaşayamayacağı kadar…
Ancak öykülerde sistem
eleştirisini yoğun şekilde his-
sedemiyorsunuz. Yazar top-
lumda gelişen yeni sınıfı ve
getirdiği yaşam algısını eleş-
tirdiğini en başından kitabın
ismiyle dahi belli ediyor. Ka-
rakterlerin uçarılığı hariç, öy-
külerin konusu ve gidişatı
sistem eleştirisine dönüşmü-
yor. Aksine her seferinde şa-
şırtıcı gelişmelerle gayet sı-
radan olaylar okuyorsunuz.
Dilinin akıcılığı ve öyküye
anında dahil oluşunuz kuş-
kusuz yazarın en büyük başarısı. Bahsetti-
ğimiz eleştiriye dair ise çevirenin ön sözün-
de bu öykülerin geçim kazanmak amacıyla
“sıradan” okuyucular için yazıldığı ve der-
gilerde yayımlandığı belirtiliyor. Yani yaza-
rın geçimini sağlamak için orta yolu buldu-
ğu anlaşılabilir.
Sonuç olarak, salt eleştirmeye odaklı öy-
külerden oluşmasa da yazar orta yolu bu-
lup eleştirilerini hissettirmeyi başarabiliyor.
1920’leri hissedebilmek ve o yılların Ame-
rikan yaşamını anlayabilmek için okunmaya
değer öyküler…
( Uçarı Kızlar ve Filozoflar, F. ScottFitzgerald, Everest Yayınları,
Çev.: Ülker İnce, 239 s.)
17Aydınlık KİTAP
DENİZ ANTEPOĞ[email protected]
Gençli�ini doludizgin,umursamaz �ekildeya�ayan uçar� k�zlar�n tekamaçlar� partilerekat�lmak, erkeklerlee�lenceli vakitlergeçirmek ve erken ya�taevlenmek. Uçar� k�zlar� bu�ekilde tan�tan yazar,filozoflar� ise yine yer yerayn� karakterlerdebütünle�tiriyor
Şaşaalı 20’ler
F. Scott Fitzgerald
Hilafet neydi,niçin kaldırıldı?
Mahmut Goloğlu, Milli Mücadele ve
Cumhuriyet tarihi konusundaki çalışma-
larıyla bilinir. 1950 – 1960 arasında De-
mokrat Parti Trabzon Milletvekili olarak
TBMM’de bulunmuş, 27 Mayıs sonra-
sında Yassıada’da yargılanıp, aklanmıştır.
Hukuk eğitimi alan, gümrük ve tekel ba-
kanlığında müfettişlik yapan Goloğlu,
tüm bu vasıflarının yanında asıl tarihçili-
ği, araştırmacılığı ve üretkenliğiyle bilinir.
Devrim Tarihi derslerini de yaşamının
sonuna dek sürdürmüştür.
“Halifelik” adlı çalışması, 10 yıl bo-
yunca DP milletvekilliği yapan, yani sağ-
cı bir siyasetçi olan, yani DP milletvekil-
lerine “Siz isterseniz hilafeti bile geri ge-
tirebilirsiniz” diye seslenen Adnan Men-
deres’in partisinin bir mebusu Goloğ-
lu’nun, Türk Devrimi konusunda kafasının
ne kadar berrak olduğunu gösteren eser-
lerinden biridir. Bu nedenle, saltanat me-
raklılarının öne çıktığı, halkın başkanlık sis-
temi öneren başbakanı “sultan, padişah”
yazılı dövizlerle karşıladığı günümüzde
özellikle günceldir. İktidarın “derin” ta-
rihçilerinin, resmi tarihçilerinin, vaka-
nüvislerinin alternatif tarih yazmaya ko-
yuldukları bir ortamda önemlidir. Kimi
“AK-ademisyenlerin”, hilafetin geri gel-
mesini istediği bir dönemde, öğreticidir.
Goloğlu, halifeliğin ne olduğunu, na-
sıl alındığını, niçin kaldırıldığını anlattığı
çalışmasında, şu önemli saptamayı yapar:
“Osmanlı padişahları sadece egemenlikleri
altındaki insanların hükümdarı oldukları
gibi, sadece kendi ülkelerindeki Müslü-
manların halifesi idiler. Bütün dünya Müs-
lümanlarının halifesi değildiler”.
Kitabına hilafet makamının kısa ta-
rihçesini vererek başlayan, işin dini ol-
maktan ziyade siyasi yönü olduğuna vur-
gu yapan Goloğlu, Milli Mücadele döne-
minde Atatürk’ün konuya nasıl yaklaştığını
İkinci bölümde anlatır. Gazi’nin, “Hilafet
makamında oturacak kimseyi hiçbir zaman
millete efendi yapmak söz konusu değil-
dir” sözlerine yer verir. TBMM Zabıt Ce-
ridelerini kaynak olarak kullanarak, diğer
mebusların görüşlerinden de alıntılar ya-
par. Çalışmanın üçüncü bölümünde sal-
tanatın kaldırılmasını ve hilafeti ele alır,
dördüncü bölümde Sultan Vahdettin’in ka-
çışını ve Abdülmecid’in halife oluşunu an-
latır. Mustafa Kemal Atatürk ile Halife Ab-
dülmecit arasındaki ilişkilere, Atatürk’ün
evliliği nedeniyle halifenin çektiği telgra-
fa ve Atatürk’ün verdiği yanıta yer verir.
Atatürk’ün halifeye yeni bir takım yetki-
ler tanıyıp, onu tekrar bir sultan durumu-
na getirmek isteyenlere nasıl karşı çıktığını
anlatır.
Beşinci bölümde Cumhuriyetin ilanı ve
hilafet konusunu işleyen Goloğlu, Kurtuluş
Savaşı’nı birlikte yapan kadroların araları-
nın açılmasında hilafete ilişkin düşüncele-
rinin de büyük payı olduğunu ifade eder.
Özellikle Rauf Bey ve arkadaşlarına bu
konuda kuşkuyla bakıldığını vurgular. Altıncı
bölümde halifeliğin kaldırılması öncesindeki
ön hazırlıkları işleyen Goloğlu, Gazi’nin ko-
nuyu nasıl ayrıntılı olarak ele aldığını, ilgili
tüm tarafları dinlediğini, bilim insanlarından
görüşler aldığını aktarır. Diyanet İşleri Baş-
kanlığı’nın kuruluş sürecine ilişkin bilgiler ve-
rir. Yedinci bölümde hilafetin kaldırılması-
nı içeren kanun tasarısı üzerindeki görüş-
melerde söz alan vekillerin açıklamaları
vardır. Meselenin siyasi, idari, dini, tarihi, top-
lumsal boyutları üzerinde yapılan tartış-
maların düzeyi, günümüzle kıyaslanamaya-
cak kadar yetkindir ve ileridir. Sekizinci bö-
lüm Adalet Bakanı Seyit Bey’in konuşmasına
ayrılır. Dokuzuncu bölümde ise halifeliğin
kaldırılmasının oylanması anlatılır.
Goloğlu’nun meclis tutanaklarını ve ko-
nuşmaları sadeleştirerek aktardığı kitabı-
nın sonunda ek olarak verdiği Fetva-yı Şe-
rife ile Hükümet bildirisi önemlidir. Hü-
kümet bildirisi Cumhuriyet önderliğinin ta-
rih bilincinin, aydınlanmacı karakterinin ve
devrimci iradesinin parlak bir örneğidir.
Özetle Goloğlu’nun “Halifelik” adlı ese-
ri, konuya ilgi duyan herkesin kütüpha-
nesinde bulunması gereken özgün, önem-
li bir çalışmadır.
(Halifelik, Mamut Goloğlu,Tarihçi Kitabevi, 181 s.)
Golo�lu, halifeli�in neoldu�unu, nas�l al�nd���n�, niçin
kald�r�ld���n� anlatt���çal��mas�nda, �u önemli
saptamay� yapar: “Osmanl�padi�ahlar� sadece
egemenlikleri alt�ndakiinsanlar�n hükümdar� olduklar�
gibi, sadece kendi ülkelerindekiMüslümanlar�n halifesi idiler.
Bütün dünya Müslümanlar�n�nhalifesi de�ildiler”
BARIŞ DOSTER
18 Aydınlık KİTAP
Köylü çocuğundanseçkin bilim adamına
Türkiye’nin önde gelen bilim insanla-
rından Coşkun Özdemir anılarını kitap ha-
line getirdi. Kaynak Yayınları’nın “İz Bıra-
kanlar” serisinin üçüncü kitabı olarak ya-
yımlanan çalışmasında Özdemir hayatını
anlatırken aslında Türkiye’nin yakın tarihinine
ayna tutuyor. Yine hayatı boyunca rastladı-
ğı, yan yana gelme fırsatı bulduğu önemli şah-
siyetleri farklı yönleriyle tanıtıyor. Bugün hala
bilimin yol göstericiliği için mücadele veren
Özdemir, yıllardır Kas Hastalıkları Derneği
çatısı altında bilimin ulaştığı noktaları halka
aktarmaya çalışıyor. Bu değerli bilim insanıyla
yeni kitabı ve bu kitabı yazmasına vesile olan-
ları konuştuk...
Gerici çevreler CumhuriyetDevrimi’nin halkta bir travmayarattığını ve toplumsal geliş-meye zarar verdiğini belirti-yorlar. Siz ise kitabınızın baş-lığını Urfa’dan Harvard’a koy-muşsunuz. Bunu biraz açar mı-sınız?
“Urfa’dan Harvard’a” baş-
lıklı kitabımda 83 yıllık yaşam öy-
kümü yazdım. Dünyaya gözümü
Cumhuriyetin kuruluşunun al-
tıncı yılında açtım. O yıllarda ül-
kede Atatürk ve Cumhuriyet Ay-
dınlanması yaşanıyordu. Ben, iki Cumhuriyet
öğretmeninin çocuğu olarak bu aydınlanma-
yı doyasıya yaşadım. Cumhuriyet Aydınlan-
ması hayatımızda öylesine etkiliydi ki binler-
ce köylü çocuğu köyünden alınmış ve birer seç-
kin bilim adamı, yazar ve sanatçı yapılmıştı. Bu
Aydınlanma devrimi, benim gibi Urfalı bir ço-
cuğu da almış ta Harvard’a okumaya gön-
dermişti. İşte ben, isim babası Arslan Kılıç olan
bu kitabımda bütün bu Aydınlanma sürecini
anlattım.
Kurtuluş savaşımızın önderi Mustafa
Kemal Atatürk, büyük zorluklar ve engelle-
re karşın Cumhuriyeti kurmuştu ve adı ile anı-
lan devrimleri birbiri ardı sıra gerçekleştiri-
yordu. Bunların içinde bence en önemlisi dog-
malardan kurtulmayı, aklı ve bilimi egemen
kılmayı amaçlayan Aydınlanma devrimiydi.
Devrimlerin yoksullara bir şey kazan-dırmadığı öteden beri iddia edilir, bu dev-
rimlere bizzat tanıklık etmiş biri olarak, sizbunu nasıl yaşadınız?
Köy Enstitüleri bu yolda girişilmiş bir eği-
tim devrimiydi. Ama karşı devrimciler, 1945-
46 da başlayan çok partili düzeni fırsat bildiler
ve sahneye çıktılar. Politikacıların desteği ile
binlerce köylü gencinin yetiştiği bu eşsiz eği-
tim yuvalarını ve onun gibi bir başka aydın-
lanma ocağı olan Halkevleri’ni yok ettiler.
Benim sandık demokrasisi adını verdiğim
göstermelik 60 yıllık demokrasi döneminde
hiçbir iktidar emekten ve aydınlanmadan,
akıldan ve bilimden Atatürk’ün amaçladığı bi-
lim toplumundan yana olma-
dılar. Atatürk emperyalizm
denilen yedi düvele karşı çık-
mış ve bağımsız bir Türkiye ya-
ratabilmişti. Emperyalizm de
elbette bizim karşı devrimci-
lerimiz gibi boş durmayacak,
iç ve dış işlerimize karışmak
için fırsat kollayacaktı. Bu fır-
satı politikacılarımız yarat-
maktan geri durmadılar.
Devrimlerimizi baltalamak
için çok sistemli çalıştılar.
Yurdumuzdaki halkın din-
darlık ve muhafazakarlı-
ğından yaralanmak yolunu seçerek “green
belt” (yeşil kuşak) teorisini geliştirdiler. Ki-
tabımda tanık olduğum bu olayları ve bunların
üniversitelere yansımasını anlattım. Demirel,
Özal, Çiller ve Yılmaz iktidarlarını ve tabii ki
12 Eylül darbesini ve bunların toplumda ya-
rattıkları tahribatı anlattım.
Nihayet AKP iktidarı ile nasıl bir toplumsal
dönüşümün gerçekleştirildiğini Cumhuriyet
ilkeleri ve kuruluş felsefesinden nasıl uzak-
laştığımızı, ülkede laiklik ilkesinin nasıl yok
edildiğini, ülkenin çok sayıda yurt sever in-
sanının öğrencilerinin, ordu mensuplarının
hapse tıkılışını anlattım. Bütün bunlardan bir
Cumhuriyetçi bir aydınlanmacı olarak duy-
duğum kaygıları ve yaşadığım düş kırıklığını
anlattım. Daha güzel günlere ulaşacağımız
umudunu koruduğumu vurgulayarak, sevdi-
ğim birkaç şiiri ekleyerek bitirdim kitabımı.
(Urfa’dan Harvard’a, ÇoşkunÖzdemir, Kaynak Yayınları, 360 s.)
19Aydınlık KİTAP
EMEL TELCİ
CUMHURİYET AYDINLANMASI URFA’DA
Çoşkun Özdemir bu kitapta anlattıklarını şöyle özetliyor:
Doğma büyüme Urfalıyım. 60 yıllık he-
kimim. Urfa’da başlayan eğitimim Har-
vard’a kadar uzandı. Doğru, “Urfa’da Ox-
ford yoktu”, ama Cumhuriyet Devriminin
Urfa’sı, Oxford’da, Harvard'da okuyan
halk çocukları yetiştirmişti. Bu kitapta ben
işte o Urfa’yı yazdım.
Kurtuluş Savaşı kahramanı enişte-
miz Kazım Karabekir’i yazdım.
Hastalarım Ruhi Su, T. Zafer Tuna-
ya, Bahri Savcı, Sakıp Sabancı ve diğer-
lerini yazdım.
İhsan Doğramacı’yı YÖK’ten atmak
isteyen Turgut Özal’ın beni alıp göl turuna
götürmesini yazdım. 50 yıl süreyle “des-
tanını yazacağım” dediği Cumhuriyeti
bir sabah kalkıp “zulüm düzeni” ilan
eden 40 yıllık arkadaşım Yaşar Kemal’i
yazdım.
Dostlarım İlhan Selçuk, Melih Cevdet
Anday, Aziz Nesin, Oktay Akbal, Türkan
Saylan, Azra Erhat, Selahattin Eyüboğlu,
Halet Çambel, Attila İlhan, Server Tanilli,
Gazi Yaşargil, Demirtaş Ceyhun, Talip
Apaydın, Adnan Binyazar, Ataol Behra-
moğlu, Erdal Atabek, Bedri Baykam,
Orhan Bursalı ile hemşehrilerim Mehmet
Faraç ve İbrahim Tatlıses’i anlattım.
23 KASIM 2012 CUMA20 Aydınlık KİTAP
Günışığı Kitaplığı’ndan çıkan se-vilen gençlik romanınız “Ay De-niz’le Buluşunca”dan sonra ilk kez“Gece Güneşi” ile küçükler içinyazdınız. Yetişkinler ile kıyaslanın-ca sizce çocuklar ve gençler içinyazmak ayrı bir yazarlık yeteneği ge-rektirir mi?
Çocuk kitabı yazmak tabi daha
farklı ve bir yazar için aslında çok eği-
tici, öğretici bir yanı var. İçine gir-
mediğiniz sürece ve genel algı gere-
ği eskiden şöyle bir yaklaşım vardı;
sanki çocuk edebiyatı, edebiyatın
bir alt kademesiymiş gibi. Şimdiler-
de aslında ne kadar özel, ayrı ve çok
prestijli bir alan olduğu ortaya çıktı
ve bir başına bir dünya olduğu anla-
şıldı. Yani yetişkin edebiyatından
çok ayrı öneme haiz bir alan ki zaten
bu seneki fuarın temasının başlığı da
bu önemi gösteriyor. Benim için ço-
cuk edebiyatında kitap yazma süre-
ci yetişkin edebiyatında olmadığı
kadar öğretici oldu. Çünkü editoryal
bir çalışma oluyor, bir metnin üze-
rinde birden fazla kez gidip geliyor-
sunuz, diyaloglarınızın sahici olma-
sı, kurgunun yeterince sürükleyici ol-
ması, çocuğun haki-
kat duygusuna uy-
gun bir yapıda ol-
ması gerekiyor. Bü-
tün bunların sonra-
sında ise okur buluş-
malarında çocuklar-
la ve gençlerle bu-
luşmak yetişkinlerle
buluşmaktan daha
çok tercih edilir. Çok
renkliler, samimiler,
dürüstler, sorgulayı-
cılar, çok şey öğreti-
yorlar dolayısıyla.
“Gece Güneşi”nde iki kardeşinsıcak dostluğu ve aile içi iletişiminönemini anlatıyorsunuz. Sizin içinkardeşlik ve aile nedir?
Kardeş ve aileye dair böyle “-
meli, -malı” kalıplı klişeler vardır. As-
lında ailede de her şey olur. Kar-
deşlerle de her şey her zaman güllük
gülistanlık değildir, en kanlı savaşlar
verilir. Ama orada da yine sahicilik
gereği aslında şöyle sahneler de ya-
şanır: Kavga edersiniz, anne araya gi-
rer , kardeşinize kızar ve siz kavga et-
tiğiniz kardeşinizi annenize karşı sa-
vunurken bulursunuz kendinizi. Kar-
deşliğin özerk bir alanı vardır. Kav-
galar o iki kişi arasında kalır. Ben tek
çocuğum maalesef, o yüzden kardeş
konusunda çok hassasım. “Gece
Güneşi”ndeki Arda ve Arya kar-
deşler, çok yakın bir arkadaşımın ço-
cuklarından esinlenerek yazdığım
karakterler. Yani hakikat kısmı ora-
dan, kurgusu da benim hayal gü-
cümden. Ama onları gözlemleye-
bildiğim için, onların hayatından ge-
çebildiğim için hem çok şanslı saydım
kendimi, hem de bu şansı, zenginli-
ği paylaşmak istedim. “Gece Güne-
şi” gerek çocuk edebiyatındaki gerek
yetişkin edebiyatındaki herhalde en
çok seveceğim kitap olarak kala-
cak. Çünkü en mutlu kitabım. Şirin
Dağtekin Yenen resimledi. İlk kez bir
yazar olarak benim kitabıma dışarı-
dan biri emek verdi. Sıcacık bir kitap
oldu. Normalde ben kitaplarımı çok
elime almam, yazarım koyarım ke-
nara. Ama bunu her açtığımda bana
da armağanmış gibi geliyor, beni de
mutlu ediyor.
Sizce çocuk edebiyatının en acilihtiyaç duyduğu şey nedir?
Yaratıcılık ve hayal gücü. Eskiden
benim zamanında bir hayli didaktik,
buyurgan bir dille mesajlar veren ki-
taplar vardı. Çocuğun dünyasına hiç
geçmezdi. Şimdi hayal
gücünü çok geliştiren,
sürekli sorgulayan, soru
sorduran, yanıt aratan,
çocuğa hayata dair her
şeyi veren ama ondan
umudu almayan ki-
taplar çıktı. En büyük
ağırlık herhalde bu.
Çocuk edebiyatı sa-
mimiyet gerektirir. Sa-
mimiyet çok tatlı ve
çok özel bir sınav. Sa-
mimi olmayınca da
yeterince yaratıcı olu-
namıyor, çocukla bu-
luşulamıyor.
“Ay Denizle Buluşunca” kitabıbir gençlik kitabı. Fuarda çocuk vegençlik edebiyatı teması işlenmesi-ne rağmen “çocuk” hep ön plandaolup “gençlik edebiyatı” biraz arkayaitiliyor sanki. Siz bu konuda ne dü-şünüyorsunuz ?
Gençlik çok zor bir hadise. Gen-
ci yakalamak çocuğu yakalamaktan
da zor. Çünkü genç dediğimiz yaşta,
yani 12-13 sonrası dönem, hiçbiri-
mizin bu dönemde önceliği kitaplar
değildir. Haşinlikler, hoyratlıklar,
hayal kırıklıkları, kavgalar, sevinçler,
ilk aşklar vardır, ama kitap yoktur
açıkçası. Bir de şimdinin gençleri çok
zor sınavlardan geçiyorlar. Hayatla-
rı zorunlu olarak okumaları gereken
kitaplar üzerinden gidiyor. Dolayı-
sıyla gence ulaşmak alabildiğine zor.
O yüzden çocuk edebiyatına kıyasla
geride kalmış hissi uyandırıyor. Şim-
di yayınevleri bu alana doğru ham-
le yapıyorlar, iyi de yapıyorlar. “Ki-
tap okumak faydalıdır” üst başlı-
ğıyla genç okuru yakalamak mümkün
değildir. Gençlerle iletişim mizahtan
geçiyor, kendinle dalga geçebilmeyi,
açık ve samimi olmayı gerektiriyor.
Aslında onlardan bir şeyler öğren-
meye de hazır olmayı gerektiriyor.
Sürekli “ben yetişkinim, her şeyi bi-
lirim” gibi düşüncelerle nutuk çe-
kerek iyi bir iletişim kurma söz ko-
nusu değil.
“Yetişkinler çocuklarla nedenkitap okumalı” başlığıyla bir pane-liniz vardı bu sene Tüyap’ta. Panelbaşlığındaki soruyu okurlarımıziçin sormak isterim.Yetişkinler ne-den çocuklarla kitap okumalıdır?
Kesinlikle yararlı olduğu için de-
ğil bir kere. Basbayağı çocukla kitap
okuyan yetişkinin bundan zevk ala-
cağını söyleyebiliriz. Çünkü orada bir
paylaşım var. Çocukla birebir ilişki
kuruyorsun, çok mahrem, çok özel
bir an. Sadece bir oyuncak almakla,
bir kitap almakla bitmiyor iş. Önem-
li olan paylaşım. İkincisi, çocuk ki-
tapları yetişkin kitaplarından çok
daha renkli ve iyi, neden bu zevkten
kendimizi mahrum bırakalım ki?
Çocuklu olsun ya da olmasın her ye-
tişkinin böyle renkli ve yaratıcı ki-
taplar okuyarak ufuklarını genişle-
tebileceğini söyleyebiliriz. Klasikle-
ri düşünelim, bir “Küçük Prens” ye-
tişkin kitabıdır aynı zamanda, her-
kesin kalbinin kilitlerini açar. Seni
daha iyi bir insan kılar. Sonra bir sü-
reklilik hikâyesi var aynı zamanda.
Bize de kitap okuyan bir anneanne,
anne, baba olmuştur muhakkak, bizi
kitapla tanıştıran biri. Sonra bu dön-
güyü başka çocuklara teslim ederler.
Bu geleneği sürdürmekte bile haya-
tın sürekliliğine dair bir güzellik var.
İstanbul Kitap Fuarı’nın bu yıl-ki temasının Çocuk ve Gençlik Ede-biyatı olmasıyla ilgili düşüncelerinizialabilir miyiz?
Aslında Tüyap çok arkadan gel-
di. Bir süredir çocuk ve gençlik ede-
biyatı fazlasıyla profesyonelleşti.
Hatta keşke yetişkin edebiyatı bu ka-
liteye gelse. Bu sene Tüyap’ta başlık
“çocuk” oldu diye daha kaliteli bir
şeyler görecek değiliz, zaten yeterince
kaliteli oldu. Çocuk edebiyatında
çocuğa çocuk muamelesi yapmıyor-
sun, birey gibi davranıyorsun. Sesini
onun sesine benzeterek “bıdıbıdı” ya-
parsan sadece komik duruma dü-
şersin. Çocukla bir birey gibi konuş-
tuğunda zaten seni anlayacaktır. Sen
ona bir şey öğretmiyorsun, sadece ile-
tişim kuruyorsun. Bütün bu iktidar
ilişkileri değişirse başka bir ülke
olma şansımız bile olur belki.
Peki Karin Karakaşlı çocuklar vegençler için yazmaya devam edecekmi?
Çok istiyorum. Çünkü dediğim
gibi, çocuk ya da gençlik kitabı yaz-
dıktan sonra, okurla buluşulan bir
arka plan var. Sadece yazdığınla kal-
mıyorsun. Dolayısıyla hayatına ço-
cuklar ve gençler dahil oluyor. Bu
enerjiyi çok seviyorum. Bir de sana
mücadeleyi, denemen gerekenleri, sı-
nırlarını gösteriyor. O açıdan da di-
ğer kitaplarıma da etkisi oluyor. Bu-
rada sade dili keşfettiğinde artık
orada da “edebiyat parçalamıyor-
sun”. Daha yalın, daha duru yazma-
yı, kendini böyle ifade edebilmeyi öğ-
reniyorsun.
DAMLA [email protected]
“Kitap okumakfaydalıdır” üstbaşlığıyla genç
okuru yakalamakmümkündeğildir.
Gençlerle iletişimmizahtan geçiyor,
kendinle dalgageçebilmeyi, açıkve samimi olmayı
gerektiriyor.Aslında onlardan
bir şeyleröğrenmeye dehazır olmayıgerektiriyor
ÇOCUK-GENÇ
YAZAR KARİN KARAKAŞLI İLE ÇOCUK VE GENÇLİK EDEBİYATI ÜZERİNE KONUŞTUK:
“Çocuk edebiyatısamimiyet gerektirir”
Damla Yaz�c�, Karin Karaka�l� ile birlikte
23 KASIM 2012 CUMA 21Aydınlık KİTAPSAHAF
Yaşadığı çağ her bakımdan onu
kışkırtıcı bir çağdı. Dünyanın eşitlik şia-
rına dayanan ilk devrimi başarılmış, ül-
kemizde ise yaygın deyişle “yedi dü-
vel”e karşı Kurtuluş Savaşı’mız kaza-
nılmıştı.
Fakat böylesi dönemlerin şairi ve
yazarı olabilenlerin de yine kendi se-
çimleri önemli değil midir? Maya-
kovski, Gorki, Şolohov böylesi örnek-
ler değil midir?
Uzağa gitmeye ne gerek var, Nazım
Hikmet kendi çağını okuyarak seçimini
yapan dünya ölçeğindeki yegâne şai-
rimiz değil midir?
Enver Gökçe de seçimini devrim-
den yana yapanlardan oldu ve ömrü-
nü devrime adadı.
Tabii ki filmin sonunu göreme-
yenlerdendir.
1980 Eylül’ünden sonra Seyran-
bağları’nda bir huzurevinde kaldığını
biliyorum. 19 Kasım 1981’de öldü-
ğünde de hâlâ bu huzurevindeydi. Bu
demektir ki halk istemlerinin panzer-
lerle ezildiği, devrimcilerin bir bir kat-
ledildiği, katledilmeyenlerin işkence-
lere çekildiği, tabutluklara atıldığı ve bir
kısmının da idam edildiği, idam edil-
meyenlere ise yıllarca tutsaklık haya-
tı yaşatıldığı bir dönemin tanığı ol-
muştur.
Onun devrimciliği seçtiği, halk-
tan yana tavır sergile-
diği 1940’lı yılların da
kuşkusuz kendine özgü
baskı uygulamaları var-
dır. 1943’te üyesi oldu-
ğu Türkiye Gençler
Derneği’nin faaliyetle-
rinden dolayı üç ay tu-
tuklu kalması bunlar-
dan bir tanesidir. Dev-
rimcilerin parmakla sa-
yıldığı bu dönemde po-
lisler tek tek onları iz-
liyordu. Ve onlar kos-
koca bir toplum içinde
vebalı muamelesi gö-
rüyordu.
Enver Gökçe’ye, edebiyat tarihi-
mizde “1940 Kuşağı” olarak adlandı-
rılan şairler grubu içinde yer veriliyor.
Bu kuşak içinde Mehmet Kemal, Ni-
yazi Akıncıoğlu, Arif Damar, Cey-
hun Atıf Kansu, Ahmet Arif, Şükran
Kurdakul gibi isimler bulunuyor. Şah-
sım adına ben Enver Gökçe’nin bu ku-
şağın en özgün ve en yetkin şairi ol-
duğuna inanırım.
Kendi kuşağı içindeki şairlerden,
bildiğim kadarıyla 1951 Türkiye Ko-
münist Partisi Tevkifatı’nda o ve Ah-
met Arif bulunmaktadır.
Şairimiz, duruşmalarda kendisini
bir avukatın savunmasını istememiştir.
İstese sonuç değişir miydi bilmiyoruz.
Ama yedi yıl hüküm giydiğini biliyoruz.
Haricen de iki yıl sürgün veriliyor.
İki yılı İstanbul’da geçen hapislik
hayatını Adana’nın bitli hapishane-
sinde tamamladıktan sonra Çorum’un
Sungurlu ilçesine sürgüne gidiyor. İş-
siz, güçsüz, parasız halde geçirdiği
onca sürgünlük günlerinden sonra
naklini iş bulabileceğini umduğu An-
kara’ya yaptırıyor. Bu Enver Gök-
çe’nin ilk sürgünlüğü değildir. 27 Ma-
yıs devriminin arifesinde tekrar tu-
tuklanır ve yeniden sürgünlük yolları
görünür. Bu sefer yerini kendisi belir-
lemiştir. Doğduğu köye bir sürgün
olarak dönecektir.
Devrimci önderlerimizden Doğu
Perinçek’in kendi soyağacı ile ilgi ya-
zısından Kemaliye’nin Çit köyünü ata-
larının kurduğunu öğrendiğimde En-
ver Gökçe sevgim nedeniyle çok he-
yecanlanmıştım. Akrabalıkları var mı-
dır, bilemiyorum.
Enver Gökçe’nin doğduğu top-
raklarda yaşadığı ikinci sürgünlük ha-
yatı 27 Mayıs devrimiyle son bulunca
şairimiz kendisini geçim kavgası için-
de bulur. Çeşitli gazetelerde düzelt-
menlik yapar. Bir
yandan Pablo Neru-
da çevirilerini sürdü-
rür. Ankara’dan İs-
tanbul’a gelir, Mey-
dan Larus’ta çalışır.
Bir dönem de kışları
köyüne gider, yazları
Ankara ya da İstan-
bul’a gelir.
Enver Gökçe
Sovyet devriminden
üç yıl sonra, Kurtuluş
Savaş’ımızın ise içine,
1920’de doğmuştur.
Ankara’ya, ailesinin göç etmesi sonu-
cu on yaşında iken gelmiştir. Anka-
ra’nın o dönem ünlü olan Gazi Lise-
si’nden mezun oldu. Yüksek öğreni-
mini Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde
yaptı. Bu dönemde Halkevinin Ahmet
Kutsi Tecer yönetiminde çıkarttığı
Ülkü dergisinde çalışmaya başladı.
Ülkü dergisinde “Köylerim” ve “Dost
Dost İlle Kavga” şiirleri yayımlandı.
Dergiye zaman zaman uğrayan Nu-
rullah Ataç, Ahmet Hamdi Tanpınar
gibi önde gelen yazar ve şairlerle de bu
dönemde tanışma fırsatı oldu.
Enver Gökçe’in ilk şiiri Anka-
ra’da çıkan Yurt ve Dünya dergisin-
de1943 yılında yayımlanmıştır. Bu ta-
rihte şairimiz yirmi yaşındadır. İlk ki-
tabı “Dost Dost İlle Kavga”nın basım
tarihi 1973, “Panzerler Üstümüze
Kalkar”ın ise 1977’dir. Şiirlerinin ki-
taplaşması için geçen otuz yıllık süre
şansızlıkların, denk düşmemelerin fi-
lan ve her şeyin ötesinde bir şairin ken-
dine olan has güveninin ifadesi değil
midir? Bir şairin mayasında olması ge-
reken iki özelliği buradan çıkarabili-
riz: Özgüven ve sabır.
Enver Gökçe sözcük ekonomisi ve
anlam yoğunluğu üzerine kurduğu ve
tek temsilcisinin kendisi olduğu şiir tar-
zında ilk şiirinden son şiirine dek hiç-
bir acemilik belirtisi göstermez.
Bu demektir ki matbaaya gitmeden
önce çok ciddi bir hazırlık evresi ge-
çirmiştir.
Halk dilini ve halk duyarlığını
Marksist felsefeyle bütünleştirmede
gösterdiği başarı Yunus Emre’nin ta-
savvufun karmaşık dünyasını halkın an-
layabileceği bir sadeliğe taşımasına
benzer.
Ahmet Kutsi Tecer ve Tahsin Ban-
guoğlu Enver Gökçe’nin hocalarıdır.
Aynı zamanda şairimiz Nurullah Ataç,
Ahmet Hamdi Tanpınar gibi dönemin
önde gelen ve etkileme gücü olan ki-
şileriyle de irtibat içindedir. Her şeyden
önce onun böylesi vaat edici bir ideo-
lojik atmosferden sosyalizmin sözcü-
sü olarak yükselmeyi başarabilmesi her
türlü övgüye layıktır.
Daha önemlisi o, sosyalizmin es-
tetiğini halk dili üzerine inşa etti, sos-
yalizmin estetiğiyle sokağın duyarlığı-
nı birleştirmeyi başardı.
“Başlangıç” şiiri, Enver Gökçe
için bütün şiirlerine açılan ve bütün şi-
irlerini belirleyen özellikleri içinde ta-
şır. Adı üzerinde, o bir başlangıçtır.
“Zaman akar, zaman geçer,
Zaman zindan içinde;
Biz mapusta gürül gürül yatardık
Yılan çıyan içinde.
Getirdiler ite kaka bir yiğit,
Ayak çıplak
Ak bir mintan içinde.
Zaman zaman içinde
Işık duman içinde.”
Şiirin ilk bölümündeki sade ve
günlük konuşma özellikleri gösteren
dil, ikinci bölümünde halk lisanı eda-
sını yitirmese de ağırlaşıp ağdalaşır:
“Ve râviyan-ı ahbar
Ve muhaddisan-ı rüzgâr
Şöyle rivayet
Ve hikâyet ederler kim:
Beni âdem zor bezirgân içinde
Vardı bir Balaban”
Şiirin dil bakımından gösterdiği bu
farklılık aslında Enver Gökçe’nin kül-
türel beslenme kaynaklarına da işaret
etmektedir. O halk edebiyatından ol-
duğu kadar divan edebiyatından da
beslenmiştir. Bu kültürel kaynakları
maddeci Marksist bir dünya görüşü an-
layışıyla bütünleştirerek devrimci bir es-
tetik oluşturması tabii ki onun ustalı-
ğıdır. Onun şiiri insanın, emeğin ya-
şamla sınanmışlığından, bireyin yaşa-
ma duyarlı tanıklığından damıtılmıştır.
Böyle olduğu için de dizelerinde ne bir
sözcük eksikliği hissedilir ne de bir söz-
cük fazlalık olarak durur. Estetik temeli
bu denli matematiksel ve sağlamdır.
Ölümünün otuz birinci yılında bel-
ki de en güzeli onu bir başka ustanın,
Can Yücel’in dizeleriyle anmaktır:
“Sene 1966 Kayınvaldenin evinde oturuyoruz Kınalı’da Gözü yaşlı bir sonbahar günü Güler, sökük dikiyor pencerenin önünde Ben odanın gerisinde masa başında Hatırımda kalmamış kimden Çeviri yapıyorum harıl harıl Telifini parça buçuk alacağımı bilebile… Yau diye seslendi Güler Bir adam geçti önümüzden Tam bir eski tüfek… Bu kadar olur ama! Demeye kalmadı zır kapı! Gittim açtım Karşımda bizim Enver!”
Enver Gökçe sözcük ekonomisi ve anlam yo�unlu�u üzerine kurdu�u ve tek temsilcisininkendisi oldu�u �iir tarz�nda ilk �iirinden son �iirine dek hiçbir acemilik belirtisi göstermez
Enver Gökçe: Emeği ve hürriyeti yazan şair
CAFER YILDIRIM [email protected]
Halk dilini vehalk duyarlığını
Marksistfelsefeyle
bütünleştirmedegösterdiği başarıYunus Emre’nin
tasavvufunkarmaşıkdünyasını
halkınanlayabileceği
bir sadeliğetaşımasına
benzer
Enver Gökçe
23 KASIM 2012 CUMA Aydınlık KİTAP22
Yand� �çim
Milyonları sokağa döken olay 24
Ocak 1993 Pazar günü, saat tam
13:25’te yaşandı. Ülkemizde araştırmacı
gazeteciliğin öncüsü; Atatürkçü, laik,
cumhuriyetçi, demokrat bir Türki-
ye’nin yılmaz savunucusu Uğur Mum-
cu, arabasına konan bir bomba ile
inandığı değerler uğruna öldürüldü. Eşi
Güldal Mumcu, o günü ve o günden
sonra yaşadıklarını “İçimden Geçen Za-
man” adlı kitabında anlatıyor. Suikas-
tın karanlıkta kalmış pek çok ayrıntısını
gün ışığına çıkarıyor, yalın anlatımıyla
sarsıyor. “Uğur’u sonsuzluğa uğurla-
dığımız günün ertesinde kar her tara-
fı kaplamıştı. Beyaz bir sessizlik şehri
sarmıştı sanki. Pencerenin önündeki
bordo koltuğa oturdum. Şehrin karla
kaplı sessizliğine baktım. Hayatımda
yeni bir dönem başlıyordu.”
�çimden Geçen Zaman
Will Self bu kitapta, farklı çevreler-
den tiplemeleri, karakterleri ve bu çev-
relerdeki yaşamı kendine has bir kıv-
raklıkla yansıtıyor. Self’in kara mizahı, li-
beral hümanizmin ve modern hayatın
“kutsal inekleri” konusunda çok acı-
masız. “Sert Çocuklara Sert Oyuncak-
lar”, crack kokain ticaretinden, çağdaş
psikolojinin bayağılıklarından, kendi-
lerini, bir davette yakalanmak isteme-
yeceğiniz kişiler olarak niteleyen bir
yerli kabileden, bir babanın çocuklarına
bakmak için talihsiz girişimlerden, öl-
dükten sonra Kuzey Londra’da yaşa-
maya devam eden bir anneden, bir ko-
ğuştan ya da bir evdeki böceklerden söz
ederken, tartışılmaz inançlarınız ya da
gizli önyargılarınız ne olursa olsun, sizi
telaşa düşürecek, hayran bırakacak,
kahkahayla güldürecek bir kitap.
Sert ÇocuklaraSert Oyuncaklar
Dilek Yıldırım Akgün, iş dünyasının
çeşitli alanlarında görev alan yönetici-
lerle kurduğu koç-danışan ilişkisinin
röntgenini çekiyor. İş dünyasının sıkın-
tıları ayrı bir özen gerektiriyor. Diğer yö-
neticilerle ve çalışanlarla nasıl ilişki ku-
racağınızı daha da önemlisi kendinizle
nasıl ilişki kuracağınızı öğrenmek için ya-
şanmış koçluk hikâyelerinden çıkarıla-
cak çok ders var.
“Bu kitap iyi geliyor okuyucusuna.
Gerçekten bağ kurup kendine çıka-
rımlar yapıyor; okurken dönüşüp dü-
şünebiliyor insan. Kitap içindeki öykü-
lerden çok sevdiklerim oldu, çoğunun
sonrasını, şimdisini merak ettim, en
güzeli gülümsedim, umutlandım ha-
yattan ve hepimizden yana.” (Canan Er-
can Çelik, Borusan Holding Kurumsal
Fonksiyonlar Grup Başkanı)
Biri Beni Dinliyor
Türkan Şoray’ın 60’lı yılların me-
lodramlarından 70’li yılların toplumsal
gerçekçi filmlerine evrilen, ardından
gelen sinemadaki büyük krizi atlatıp ka-
dının özgürleşmesinin sembolü olacak
filmlere uzanan sinema hayatı, aynı za-
manda Türk sinemasının tarihine de ışık
tutan birinci elden tanıklık özelliği taşı-
yor. Sinemada canlandırdığı 200’ün
üzerinde kadın karakterle Anadolu in-
sanının sanki “aileden biri” olarak gör-
düğü, erkeğiyle, kadınıyla bağrına bas-
tığı Şoray, bu yanıyla hiç kuşkusuz biz-
lerin hayatında bir “sinema yıldızı”ndan
çok daha fazla şeyi temsil ediyor. “Si-
nemam ve Ben”, büyük yıldızın sadece
sinema hayatı değil; “Türkan Şoray im-
gesi”nin gerisindeki insanı, dertlerine, za-
aflarına, sevinçlerine, pişmanlıklarına ka-
dar tanıyacağımız açık sözlü bir anlatım...
Sinemam ve Ben
Hasan Özkılıç’ın ilk romanını
okurlarımızın dikkatine sunuyoruz.
“Zahit”, 80 sonrasının, bir yanıyla
acılı, kasvetli, bir yanıyla cümbüşlü bir
manzarasını çiziyor. Siyasal dalgalan-
ma, ekonomik sıkıntılar ve Türkiye’yi
kaosa sürükleyen iç göç dalgası... Ro-
manın kahramanı “Zahit”, köyleri
boşaltılınca Doğu’dan Batı’ya göçen bir
aileden geliyor. Dağılmış, kimlik ara-
yışı içinde, her bir bireyi ayrı bir yolu
seçmiş bu ailenin öyküsünü okurken
kendimizi başarıyla çizilmiş bir Türkiye
panoramasının içinde buluyoruz. Ro-
manın odak noktası siyasal baskılar ne-
deniyle 90’larda başlatılan ve ölümlerle
sonuçlanan açlık grevleri olsa da, çok
parçalı, çok karakterli, okuru olup
bitenleri düşünmeye, sorgulamaya
iten bir roman “Zahit”.
Zahit
Harte ve Gold aileleri on sekiz yıl bo-
yunca yan yana evlerde yaşadı. Aile pik-
niklerinden en mahrem sırlara kadar her
şeyi paylaştılar. Çocukları Chris ve
Emily’nin yakınlaşması da bu nedenle
sürpriz olmadı, hatta arzu edildi. Birbi-
rini neredeyse doğdukları günden beri ta-
nıyan, hiç ayrılmayan liseli iki genç, ai-
lelerinin gurur tablosunda el ele gü-
lümsüyordu; ikisi de başarılı, ikisi de po-
püler, ikisi de pırıl pırıl. Ama bir gece ya-
rısı çalan telefonla her şey degişti; Emily
başından vurulmuştu, Chris olay yerin-
deki tek kişiydi ve silahta kendisi için de
bir kurşun olduğunu söylüyordu... İngi-
lizce öğretmenliği yaptığı sıralar sınıfın-
daki bir kız öğrencinin intihara teşebbüs
etmesiyle aklına derin izler kazınan Pi-
coult ergenlik döneminde yaşanan inti-
har girişimleri üzerine yazmaya başlamış.
Anla�ma
Pek çok gizemli masal Kafdağı’nın
ardında başlar ve kim bilir nerede son
bulur? Orası, gerçekle hayalin, umutla
çaresizliğin, aşkla nefretin, kavgayla sü-
kûnetin bir arada harmanlandığı ger-
çeküstü bir diyardır. Bizim masalımız
Kafdağı’nın kıyısında başlayan yüzlerce
yıl sürecek bir lanetin kadere karşı çaresiz
kıldığı âşıkların izini sürüyor. Meh-
met’in kalbi de tıpkı büyük atası Rostom
gibi ancak aşkıyla dolu olduğunda çar-
pabiliyor. Bu masalda bazen keskin ger-
çeklerle baş edemeyecek kadar naif, de-
rin, duyarlı ve savunmasız insanlarla ta-
nışıyoruz. Yıllar süren hayatlarda her-
kesin anlattığı masallar vardır elbet,
ama “Kış Masalları” onu okuyan her-
kesin kalbinin bir köşesinde iz bırakacak,
gizemli ve olağanüstü öyküsüyle ruhla-
rımıza nüfuz edecek.
K�� Masallar�
Hasan Özk�l�ç,Can Yay�nlar�, 288 s.
Muazzez �lmiye ��,Kaynak Yay�nlar�, 188 s.
Muazzez İlmiye Çığ, 1914’ten bu
yana bir asırlık yaşamındaki tanıklıkla-
rını, içini burkan, her vatandaşın rahat-
sızlık duyacağı olayları dizelere dökü-
yor. “Emekli olduğum 1973 yılından
sonra patlayan acı olaylar, yeni doğan to-
runumu bekleyen tehlikeler, farkında ol-
madan dizelere döküldü. ‘Vatandaşlık
Tepkilerim’ adıyla içimin yanışını mek-
tuplara geçirmiştim. En son ‘İçim Yanı-
yor’ adıyla kaleme aldığım dizeleri, so-
num gelmeden henüz yaşarken payla-
şılmasını isteyen ve yayımlayan Kaynak
Yayınları’na sonsuz teşekkürler”. Sü-
mer ve Hitit kültürlerine dair çok önem-
li araştırmalar yapan ve dünyanın en iyi
Sümerologlarından biri olan usta tarih-
çi ve yazar Muazzez İlmiye Çığ’ın son ki-
tabı “Yandı İçim”, Türkiye’nin gerçek-
lerini gözler önüne seriyor.
Will Self, Sel Yay�nc�l�k,Çev: Süha Sertabibo�lu, 485 s.
Murat Atabarut,Alt�n Kitaplar, 312 s.
Güldal Mumcu,um:ag Yay�nlar�, 232 s.
Dilek Y�ld�r�m Akgün,Optimist Yay�n Da��t�m, 195 s.
Türkan �oray,NTV Yay�nlar�, 388 s.
Jodi Picoult, April Yay�nc�l�k,Çev: Cihat Ta�ç�o�lu, 528 s.
YENİ ÇIKANLAR