Çare–der › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 davranışlarımızı sessizce yöneten...

40
Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği ÇARE–DER YIL:2016 SAYI:4 KONU:GÖÇÜN RUHSALLIĞI Dernek Yönetim Kurulu Başkan : Dr. Mehmet Uhri II.Başkan : Damla Saraçoğlu Çelik Sayman : Dr. Seda Erbilgin Genel Sekreter: Dr. Timur Şefketoğlu Üye : Ruhane Koşar Üye : Cafer Sadık Özlevent Üye : Dr. Funda Süleymanoğlu *Yayına hazırlayan ve düzenleyen Psk. Deniz Akyıl Sokullu İçimizdeki Kötü Dr. Mehmet Uhri* Hayatı korkularımıza teslim ettiğimiz yetmezmiş gibi bunun son derece doğal, alışılmış bir hayat olduğu konusunda uzlaşmış görünüyoruz. Üstelik korkularımızı çocuklara aşılamakta, onlara öncelikle nelerden korkması gerektiğini öğretmede de üstümüze yok. Annesinin kedi köpekten çekindiğini gören çocukların evcil hayvanlara yaklaşmakta zorlandığına, uzak durduğuna çoğumuz şahit olsak da sonuç değişmiyor. Tüketim çılgınlığını körüklemek için reklamlarda kullanılan argümanların çoğu da bireysel eksiklik ve kaygıları işaret edip korku toplumunun duvarlarını yükseltiyor. Markasını bilmediğimiz şampuan veya diş macunu bile kullanmaktan korkuyoruz. Korku sözcüğünün pek istenmeyen bir sözcük olduğunu bildiğimiz için tedirgin olma, endişelenme, kaygı ve hatta serzeniş gibi sözcüklerle yumuşatmaya çalışırken ne kadar komik durumu düştüğümüzün de farkında değiliz. Hayatın kaybedilmemesi gereken bir kazanım olduğuna o kadar inanıyoruz ki bir sabun köpüğüne benzeyen hayatlarımızı uzun süre bozulmadan tutma kaygısıyla nerede nasıl yaşadığımızı anlamadan görmeden “ha patladı, ha patlayacak” korkusunu hayatın ortasına

Upload: others

Post on 28-May-2020

5 views

Category:

Documents


0 download

TRANSCRIPT

Page 1: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

ÇARE–DER YIL:2016 SAYI:4 KONU:GÖÇÜN RUHSALLIĞI

Dernek Yönetim Kurulu

Başkan : Dr. Mehmet Uhri

II.Başkan : Damla Saraçoğlu Çelik

Sayman : Dr. Seda Erbilgin

Genel Sekreter: Dr. Timur Şefketoğlu

Üye : Ruhane Koşar

Üye : Cafer Sadık Özlevent

Üye : Dr. Funda Süleymanoğlu

*Yayına hazırlayan ve düzenleyen Psk. Deniz Akyıl Sokullu

İçimizdeki Kötü

Dr. Mehmet Uhri*

Hayatı korkularımıza teslim ettiğimiz

yetmezmiş gibi bunun son derece doğal, alışılmış

bir hayat olduğu konusunda uzlaşmış

görünüyoruz. Üstelik korkularımızı çocuklara

aşılamakta, onlara öncelikle nelerden korkması

gerektiğini öğretmede de üstümüze yok.

Annesinin kedi köpekten çekindiğini gören

çocukların evcil hayvanlara yaklaşmakta

zorlandığına, uzak durduğuna çoğumuz şahit olsak

da sonuç değişmiyor. Tüketim çılgınlığını

körüklemek için reklamlarda kullanılan

argümanların çoğu da bireysel eksiklik ve

kaygıları işaret edip korku toplumunun duvarlarını

yükseltiyor. Markasını bilmediğimiz şampuan

veya diş macunu bile kullanmaktan korkuyoruz.

Korku sözcüğünün pek istenmeyen bir sözcük

olduğunu bildiğimiz için tedirgin olma,

endişelenme, kaygı ve hatta serzeniş gibi

sözcüklerle yumuşatmaya çalışırken ne kadar

komik durumu düştüğümüzün de farkında değiliz.

Hayatın kaybedilmemesi gereken bir kazanım

olduğuna o kadar inanıyoruz ki bir sabun

köpüğüne benzeyen hayatlarımızı uzun süre

bozulmadan tutma kaygısıyla nerede nasıl

yaşadığımızı anlamadan görmeden “ha patladı, ha

patlayacak” korkusunu hayatın ortasına

Page 2: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

2

yerleştiriveriyoruz. Çocuklarımıza

sevgimizi sunup, sevgi ve huzur dolu bir

dünya sunmayı hayal etsek de onlar

öncelikle gözlerimizdeki korku ve kaygıyı

görüyor. Korkuların egemen olduğu

sevgisiz bir dünyadan yakınıyor ancak

çoğunluğa bakıp hayatın normalleşmesinin

böyle bir şey olduğu zannıyla değiştirmek

için kılımızı bile kıpırdatmıyoruz.

Birilerinin sevgi ve ilgi dolu

yaklaşım veya yardımına bile kaygı ile

bakıyor, art niyet arıyoruz. Korkular

hayatımıza o denli işledi ki insanoğlunun

içindeki kötünün farkındayız. Ne zaman

kime nasıl bir kötülük yapılacağı

tedirginliği ile kabuğumuzu

sağlamlaştırmaya uğraşıyor, susup

bekliyoruz.

Göçlerin yarattığı trajedileri,

insanlık ve değerlerinin bir kenara itildiği

iç savaş görüntülerini, canlı bomba

eylemlerini ve bu durumlara cılız da olsa

vicdanı ile haykıranların susturulma

çabalarını her şey normalmiş gibi

izlemekle yetiniyoruz. Yaşananları

onaylamasak da olmaması için çabalamada

kendimizi yetkin bulmuyor, böyle bir

görevimiz olmadığını düşünüyoruz.

Otoriteye boyun eğip suskun kalmakla

yaşananlara zımnen onay verdiğimizin de

çoğumuz farkında. Herkesin aynı şeyi

yapması, suskun kalıp yaşanan kötü

olaylara ses çıkarmıyor oluşu vicdanımızı

yatıştırmaya yetmese de üç maymunu

oynamayı sürdürüyoruz. Süreç bir şekilde

dönüp kendi canımızı acıttığında ise

diğerlerinin nasıl bu kadar duyarsız

olabildiğine hayret ediyor sonra yine hiçbir

şey olmamış gibi hayatı kendi akışında

sürdürmeye çabalıyoruz.

Peki, ama nasıl yapıyoruz bunu?

Böyle olabilmeyi nerede, nasıl, kim öğretti

bize? Bilindiği gibi temel davranış

kalıplarını aile ortamında öğreniyoruz.

İstenen ve istenmeyen davranışların

ayırımını, iyiyi ve kötüyü, dürüst olmayı,

doğrudan yana olmayı, yalan

söylememeyi, çalışkan olmayı öncelikle

ailenin beklentileri ile öğreniyoruz. Bu

öğrenim sürecinde ödül/kabahat veya

suç/ceza gibi zıt kavramlar ile birlikte

hayatın uç noktaları olduğunu ve toplumun

beklentilerine uygun bir denge geliştirmek

gerektiğini de önce aile sonra içinde

yaşadığımız toplum öğretiyor.

İtaat etmeyi de ailede

öğreniyoruz…Ailede başlayan itaat eğitimi

okulda öğretmene, büyüklere, inanç

sistemlerinde din adamlarına, tanrıya ve

kutsallara, toplumda ise otoriteye itaat

etme biçimiyle hayatımıza yayılıyor. Üyesi

olduğumuz topluluk, toplum, cemaat görüş

bildirdiğinde veya emir verdiğinde aykırı

düşmemek, çirkin ördek yavrusu gibi

görünmemek için itaat etmek gerektiğine

inanıyoruz.

Page 3: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

3

Davranışlarımızı sessizce yöneten

veya kontrol eden tüm bu otoriter referans

sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

sıkıştığımız anlarda sorunun varlığını fark

ediyoruz. Ailemizden edindiğimiz ahlaki

ve insani değerler ile otoritenin dayattığı

davranış, görüş veya düşünce

sistematiğinin uyuşmadığı durumlarda

çoğunlukla karşı çıkmayıp uyum

göstermeyi veya sessiz kalmayı seçiyoruz.

Toplumun ileri gelenlerinin veya

çoğunluğunun gür çıkan sesi temel ahlaki

normlara uymayan bir şeyler dikte

ettiğinde eğitimini ailede aldığımız itaat

mekanizması sessizce devreye giriyor.

İnsanın kötü ve istenmeyen

davranışlarda bulunabileceğini, başka

insanlara zarar verebileceğini ancak

bunların önlenmesi veya cezasız

kalmaması gerektiğini içimizdeki adalet

terazisi haykırsa da toplumun yüksek

yararları işaret edilerek otoritenin bu

suçları işlemesine göz yumulabiliyor. İşte

böylesi durumlarda içimizdeki fırtınayı

bastırmak, aykırı ve isyankâr görünmemek,

ceza almamak için otoriteye itaat etme

veya sessiz kalma kolaycılığına sığınmada

insanoğlunun üstüne yok. Beklenen

davranış kalıbı sadece itaat etmek, yapılan

işin ahlaki ve insani olup olmadığını

sorgulamadan, niteliğine bakmadan sadece

emirleri uygulamak olabiliyor. Bu durum

en açık şekliyle emir komuta sistemi ve

itaat mekanizmasının tartışmadan

uygulandığı askeri ortamlarda yaşanıyor.

Görüyoruz ki; her şey itaat etmekle

başlıyor.

İtaat etmeyi, toplumun genel

kabullerine direnmemeyi, vicdanımızın

elvermediği noktalarda ise yine çoğunluğa

uyup susmayı, seyirci kalmayı veya

kabullenmeyi aile ortamında öğreniyoruz.

Haklı olduğumuz noktalarda aile

büyüklerimize ses çıkarabilmek mümkün

olsa da toplum içinde kralın çıplak

olduğunu haykırabilmek hiç de kolay

olmuyor.

Çevremizde yaşanan onca kötülüğe

sessiz kalıp gözlerimizi yumarken

kendimizi bir kurban çaresizliğinde görme

eğilimimiz “ne şanssızım ki bu olaylara

şahit oluyorum, keşke benim gözümün

önünde olmasaydı da hiç yaşamamış

olsaydım” diyerek olayı kişisel bir

trajediye dönüştürmede de üstümüze yok.

Kendimizi bu şekilde avutmamız bir yere

kadar işe yarasa da başkalarının gözünde

“kötü” olmaktan kendimizi alamıyor,

tedirgin oluyoruz. Yakın çevremize

bakarak “İyi de herkes böyle yapıyor, bir

enayi ben miyim?” diye avunabilsek de

bilinç dışımız masumiyetimizi yitirdiğimizi

fısıldıyor. Daha da içine kapanma

eğilimine giriyoruz.

İçimizde bir yerlerde kötü bir insan

olduğu ve suskun kalarak bile olsa kötü bir

Page 4: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

4

şeyler yaptırdığı düşüncesi vicdanımızı

kemirmeye devam ediyor. İçimizdeki

kötüyü ne kadar dışsallaştırsak da onun

varlığını ve faaliyette olduğunu derinden

hissediyoruz.

Her insan gibi öleceğimizi bilip

kendimizin öleceğine nasıl inanmıyorsak,

tüm insanların içinde potansiyel olarak

kötülüğün olduğunu bilip kendimizin kötü

olduğuna da inanmıyoruz. Aile ortamında

öğretildiği gibi otoriteye itaat edip onayını

aldığımız sürece kötü insan

olmayacağımızı düşünüyoruz. Soykırımlar

başta olmak üzere tarih boyunca yaşanan

pek çok insanlık trajedisinde kendimiz gibi

sıradan insanların verilen emri yerine

getiriyor veya işini yapıyor olmanın gönül

rahatlığı içinde davrandığına şahit olsak

bile kötü olabileceğimizi düşünmüyoruz.

İyi davranışlarımızın

sorumluluğunu almada ve ödül beklemede

otoritenin gözünün içine bakıyor,

insanlığın temel değerlerine, insani özüne

zarar veren “kötü” davranışlarımız için de

mazeret üretip yine aynı otoriteden

bağışlanmayı bekliyoruz. Toplum olarak

insanlığa karşı bir suç işlenmiş ve bu

ortaya çıkmışsa içimizdeki kötü ile

yüzleşmek yerine inkâr ediyor veya

sesimizi yükseltip baskın çıkmaya

çabalıyoruz.

Tüm bunları öncelikle aile

ortamında öğreniyoruz. İçinde

bulunduğumuz çoğunluğun ortak aklının

yanlış yapmayacağına itiraz etmeksizin

inanmayı ve vicdanımızın sesini bastırıp

ses çıkarmadan uyum göstermeyi aile

ortamında öğreniyoruz. Kötülüğün iyi aile

terbiyesi ve inanç eğitimi almış insanların

içinde de olabildiğini görmemize karşın

kendimize “kötü insanlığı”

yakıştıramıyoruz. Ölenin ardından onca

söylenecek söz varken “iyi bilirdik” deme

gereği duymamız bile aslında içimizde bir

yerlerde kötü olabileceğimize dair kaygı ve

sıkıntının devam etmekte olduğunun işareti

olarak görülebilir.

İyiyi kötüyü ayırt etmeyi bilmek ve

yeri geldiğinde tüm üst kimliklerden

arınmış salt insan gerçeği üzerinden kötü

olduğu görünen bir davranış için

vicdanımızın sesini yükseltip “hayır”

diyebilmekle çocuktan katil yetiştirebilme

sürecinin kırılabileceğinin de farkındayız.

Bir yerden başlamak gerekiyor. Aynadaki

görüntüyle yüzleşmeye hazır mıyız?

*Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği

Derneği Üyesi

[email protected]

Page 5: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

5

Göçün Etkilerinden Çocuk Ve

Gençlerin Ruh Sağlığının

Korunması

Uzm.Dr. Timur Şefketoğlu*

‘ Herkesin zulüm altında başka ülkelere

sığınma ve sığınma olanaklarından

yararlanma hakkı vardır.’ İnsan Hakları

Evrensel Bildirgesi (madde 14 )

Göç olgusu, özellikle de savaş

sonucu zorunlu göç ve mültecilik çok

boyutlu, yaygın ve maalesef ki güncel bir

sorun olmaya devam etmektedir. Göçün

kelime anlamı bir yerleşim biriminden

başka bir yere, bölgeye veya ülkeye yer

değiştirmedir (Türk Dil Kurumu’na göre

göç ‘Ekonomik, toplumsal, siyasi

sebeplerle bireylerin veya toplulukların bir

ülkeden başka bir ülkeye, bir yerleşim

yerinden başka bir yerleşim yerine gitme

işi, taşınma, hicret, muhaceret’ ; mültecilik

ise ‘başka bir ülkeye veya yere sığınma

durumu; yabancı bir ülkede iltica etmeden

önce belirli bir süre kalma’ olarak

tanımlanmıştır). Söz konusu yer değişimi

dar bir alanda kalabileceği gibi (bir ildeki

köyden şehre), aynı ülkenin farklı bir

bölgesine (iç göç) yada daha geniş coğrafi

alanda ülke değiştirme şeklinde (dış göç)

de olabilmektedir. Genellikle yakın

mesafeli göçlerde konuşulan dilin

korunmasıyla kültürel değişim daha az

olmaktadır. Gidilen yerin uzaklığı arttıkça

çevresel değişim ve yabancılaşma

artmakta, göç edenlerin kültürü ile ulaşılan

bölge arası farklar derinleşmekte, dil

sorunları da eklenmektedir. Tüm bunlar da

yeni toplumdaki uyumu zorlaştırmaktadır.

Göç kararı zordur, çoğu zaman

istemli bir karardan ziyade bir zorunluluk

olarak ortaya çıkmaktadır. Bazen

ekonomik, siyasi veya doğal afetler, bazen

de son yıllarda giderek artan çatışma ve

savaşlar gibi insan eli ile yaşatılan

felaketler sonucu göç, insanların karşısına

zorunlu bir ‘seçenek’ şeklinde çıkar.

Göçün gerçekleştiği nedenler kadar

zamanlaması da etkilidir, öyle ki doğal afet

ve çatışmalarda olduğu gibi daha ani

gerçekleşen göçlerde uyum sorunu da

artabilmektedir. Yetişkinler için bile

yeterince zorlayıcı olan göç sürecindeki

yaşanılan bu büyük değişim, çocuk ve

gençlerde ayrıca fiziksel ve ruhsal büyüme

dönemi ile de çakışmaktadır. Korunma ve

bakımda dış kaynaklara daha fazla

bağımlılık duyan çocukların özel duygusal

ve gelişimsel ihtiyaçları mevcuttur.

Travmanın çocuk ve ailelere çok boyutlu

etkileri, göçle gelen kökenlerinden zorunlu

kopma ve çoklu kayıplar gibi birçok

değişimle artmaktadır. Çoğunluğu okul

çağında olan bu genç grup, göç süreci ile

okul yokluğu, akademik başarısızlığı ve

yaşıt ilişkilerindeki desteği yitirme ile ek

sorunlar yaşamakta, tüm bunlar çocuk ve

ergendeki zorluğu artırmaktadır. Üstelik

Page 6: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

6

göç gibi ailedeki tüm bireyleri ayrı ayrı

etkileyen bu önemli kararda fikirlerine en

az başvurulan da yine bu genç gruptur.

Göç kararında yetişkinlerin istekliliği bile

sorgulanabiliyorken, çocuklar söz konusu

olunca bu kararın onlara açıklanmaması,

görüşlerine hiçbir şekilde başvurulmaması

dahil, etkinlikleri yok denecek kadar azdır.

İnsan biyopsikososyal bir varlık

olarak tanımlanır. Bu tanımdan yola

çıkarak tam iyilik halinden bahsedebilmek

için bireyin her üç alanda da (fiziksel,

ruhsal ve sosyal) sağlıklı olması koşulu

aranır. Göç olgusu bu üç alandaki sağlığın

her birini tehdit eder durumdadır. Göçün

gerçekleştiği neden ve koşullar da

belirleyici olmak şartıyla; bedende kayıplar

dahil fiziksel olarak yaralanmalar, göç

sürecindeki hastalık ve daha önceden

tanımlananların takibindeki aksamalar,

aşılama gibi koruyucu sağlık

hizmetlerinden yoksun kalma, gidilen

bölgede sağlık güvencesinin yokluğu gibi

başlıca sebepler fiziksel iyilik halini tehdit

etmektedir. Göçün kendisi kadar aynı

zamanda göçe yüklenen anlam ve

nedenleri, göç öncesi ve süresince

yaşananlar, göç sonrası devam eden stres

de kişilerin ruh sağlığına etkilidir. Tek

başına bile stres kaynağı olan göçün süreci

uzadıkça güvensizlik, umutsuzluk, korku,

endişe, kaygı ve diğer belirtiler ruh

sağlığını da olumsuz etkilemekte ve başlıca

kaygı bozuklukları ve depresyon olmak

üzere psikiyatrik hastalıklara hassasiyet

yaratmaktadır. Tüm bu olumsuzlukların

yanında geleneksel, bilindik olan ancak

zorunlu olarak terk edilen eski toplumun

psikososyal desteğini yitirme, yabancı bir

toplumda farklı bir kültür ve dille

yalnızlaşma, yabancılaşma ve etkileşim

başlatamama, sosyalleşememe sonucu

oluşan güçsüzlük, anlamsızlık, yetersizlik,

değersizlik fikirleri ve sosyal izolasyon

toplumsal bir varlık olan insanin sağlığını

tehdit etmektedir (sosyal izolasyon teorisi).

Yetişkinlerde görülen yaşam doyumunda

ve benlik saygısındaki düşme, travma

sonrası stres bozukluğuna (TSSB) ek

olarak çocuk ve gençlerde ayrıca *davranış

sorunları, *kimlik karmaşası, *depresyon

ve kaygı gibi duygusal problemler,

*bedensel şikayetler, *dikkat eksikliği

hiperaktivite bozukluğu, *alt ıslatmalar,

*uyku problemleri, *akademik başarıda

düşmeler de görülebilmektedir.

Günümüzde yoğun ve yaygın bir

şekilde devam eden ve giderek artan

göçlerin, özellikle de mültecilerin maruz

kaldıkları kronik stresi kronolojik olarak üç

farklı evrede değerlendirmek mümkündür.

Öncelikli evre kişilerin yola çıkmadan

önceki bölge veya ülkedeyken yaşanan

olayları kapsamakta, daha sonraki

‘güvenli’ bölgeye hareket ederken

yolculuk sürecinde yaşananları ve son evre

de mülteci olarak gittikleri ülkede

yerleşmeyi beklerken yaşadıkları süreçleri

Page 7: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

7

içermektedir. İlk evreye bakacak olursak

öncelikle yola çıkmadan önceki ülkede

yaşananların çoğunlukla belirgin

travmaları içerdiğini belirtmek gerekir;

evlerini savaş veya terör sonucu terk etmek

zorunda kalmak, şiddet ve eziyet görmek,

sevdiği insan ve tanıdık kaybı, tüm bunları

gözleyip tanıklık etmek bunlardan sadece

birkaçıdır. Özellikle çocuklar ve hatta

gençler hiçbir zaman hafızalarında stabil

bir dönemi yaşamamış, okul hayatları

olmamış, olduysa bile sürekli kesintiye

uğramış olabilir, ailesel sıkıntılar ve genel

güvensizlik duygusu sık görülen

durumlardır. Mülteci olarak yola çıkılan

hedef ülke yolculuğu da ileri bir stres

kaynağı olarak gündeme gelmekte, aylarca

sürebilen bu yolculuk çoğu kişi için hayati

tehlike de arz etmektedir. Çocuklar bu

süreçte kazayla veya bilerek (çocukların

sığınmacı olarak kabulü daha olası

gerekçesi ile) ailelerinden koparılmakta,

ayrılmakta ve hatta kaçakçıların eline

kalabilmektedirler. En nihayetinde

hedefteki ülkeye varış da mülteciler için

yeni zorluk ve ek sıkıntılar kaynağıdır.

Mülteci olma haklarını ispat etme durumu

genellikle bir çok ülkedeki yasalarda zorlu

ve uzun bir süreçtir, ayrıca çoğunlukla

ikincil bir travma süreci gibi işlev gören

ayrımcılık ve yeni topluma uyum sağlama

da onları beklemektedir. Çocuk ve

gençlerin bu süreçte okul ortamına

yerleştirilmeleri gündeme gelecektir ki

bazen bu durum onlara dili öğrenme

açısından ailede zorunlu bir üst rol verir,

bu da o toplumun dilini bilmeyen aile ile

dış dünya arasında bağ kurma, köprü olma

görevidir. Bazı özel durumlarda bu önemli

görev çocukların yaşından büyük

görülmesi, fazla sorumluluk verilmesi gibi

sakıncaları da beraberinde getirmektedir.

Yer değiştirmenin çocuklardaki

psikolojik etkilerine göz atacak olursak; bir

çok çalışma gösteriyor ki ciddi stres

faktörleri altındaki çocuklar ruhsal

bozukluk geliştirme açısından risk

taşımaktadır. Bu zorlayıcı olumsuz yaşam

olayları artıp biriktiği sürece sinerjistik bir

rol oynayarak bozukluk geliştirme

ihtimalini de giderek artırıyor. Bu çocuklar

geldikleri çatışma ortamının yanı sıra

tanıdık olmayan yeni kültüre uyum

sürecinde, aynen aileleri gibi benzer stres

faktörlerini yaşamaktadırlar. Risk

faktörleri ailesel açıdan - herhangi bir

ebeveynde TSSB, annede depresyon

varlığı, ailede eziyet işkence öyküsü, kayıp

veya ayrılık, ailede çaresizliğin

gözlenmesi, çocuktaki stresin aile

tarafından yeterince ele alınmaması, ailede

işsizlik veya iş kaybıdır. Çocuğa dair risk

faktörleri - yaşanan veya tanık olunan

travma öyküsü sayısı, ifade edici dil

zorlukları, uzun dönem stresli durumlara

duyarlılık yaratan TSSB, travma veya

beslenme yetersizliği sonucu fiziksel sağlık

problemleri, çocukta ileri yaş ve çevresel

Page 8: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

8

risk faktörleri olarak da - yer değişikliği

sayısı, fakirlik, mültecilik hakkı ile ilgili

belirsizliğin süre olarak uzaması, kültürel

olarak soyutlanma, mülteci kampında

geçirilen süre, misafir ülkedeki bekleme

süresi ki süre uzadıkça risk de artmaktadır.

Sürgündeki çocuk çalışmaları gösteriyor ki

özellikle TSSB, uyku bozukluğu ile giden

kaygı durumları ve depresyon gibi

duygusal ve davranışsal bozukluk sıklığı

yüksektir. Mesela kaygı bozukluğu yeni

gelen sığınmacı çocuklarda %49-69 arası

sıklıkta bulunmuş, aile bireylerinden biri

işkence görmüş veya ailede ayrılık ve

parçalanma yaşanmışsa belirgin artışlar

bildirilmiştir. Yapılan çalışmaların birinde

çocuklarda yıllar sonra da TSSB ve

depresyonun sürebildiği, özellikle de yeni

stresli yaşam olayları varlığında TSSB’nin

devam ettiği bulunmuştur. Yine de

genellikle tek tanısal kategoriden ziyade

belirtiler kümelenmesi daha sık

görülmektedir . En sık belirtiler

*uyaranlardan kaçınma, *özel korkular,

*yalnız kalma korkusu, *içe çekilme,

*kabuslar, *travma görüntülerini yeniden

yaşama, *çaresizlik, *uyarılmışlık hali,

*ajitasyon, *konsantrasyon zorlukları,

*yoğun endişe, *uyku bozuklukları,

*bedensel yakınmalar (baş ağrısı, karın

ağrısı gibi),*düşük ruh hali, *zevk almama,

*ilgi kaybı,*okul başarısında düşme,

*davranım bozukluğudur.

Göç olgusu ile ilgili yapılan çeşitli

çalışmalarda gelişebilecek olan ruhsal

sorunlar bireysel, ailesel, toplumsal ve

sosyal faktörler açısından da belirlenmeye

çalışılmıştır. Bu çalışmaların bazıları

travma sonrası stres bozukluğu, depresyon,

bedensel yakınmaların zaman içerisinde

azalma eğilimi gösterdiğini, psikososyal

uyum sorunlarının ise daha uzun zaman

kalıcı olduğunu aktarmaktadır. Bireysel

faktörlerden göç öncesi ve sonrasında

şiddete maruz kalma özellikle TSSB ve

kaygı bozukluğu gibi psikiyatrik durumları

artırdığı; göç öncesi var olan fiziksel,

psikolojik ve gelişimsel sorunların sosyal

uyum için risk faktörü oluşturduğu;

cinsiyet açısından genellikle kızlarda daha

çok psikosomatik ve depresyon gibi içe

yönelim belirtileri ile daha fazla cinsel

saldırı öyküsü, erkeklerde ise daha fazla

şiddet görme öyküsü ile davranış sorunları

gibi dışa yönelim problemlerinin

görüldüğü; yenidoğan ve süt çocuğu gibi

okul öncesi dönemde olanların dış

kaynaklara daha bağımlı olduğu ancak iyi

bir aile desteği ile görece korunduğu; okul

çağındakilerde kabus, kaygı ve aileye

yapışmaların olduğu; en fazla zorluğun

olan biteni daha iyi kavrayan ve

değerlendiren ergenlerde yaşandığı; eğitimi

ve iş olanağı iyi olan bireylerin iyileşme

halinin daha fazla olduğu belirlenmiştir.

Yukarıdaki bu risk faktörlerinin

saptanması koruyucu ruh sağlığı

Page 9: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

9

çalışmalarının planlanabilmesi açısından

önemlidir. Göç öncesi ve/veya sonrasında

ailesinde şiddet ve işkence öyküsü olan,

göç öncesi bilinen fiziksel veya ruhsal

sağlık sorunu yaşayan, özellikle ergen

grubun belirtilerinin okul sürecindeyken de

yakından izlemi ve gerekli durumlarda

ruhsal sağaltımın sunulması, okul öncesi

dönemdeki çocukların ise mümkün olan en

kısa sürede aileyi bir araya getirerek

desteklenmeleri riskleri önemli derecede

azaltabilecektir.

Ailesel faktörlere gelince; zorlu ve

sıkıntılı süreçleri takip eden dönemde

ebeveyn işlevselliğinin çocukların iyilik

hali üzerinde güçlü bir etkisinin olduğu

bilinmektedir. Ailedeki kayıp, işkence gibi

şiddete maruz kalma durumlarının

çocuktaki psikolojik işlevselliği etkilediği;

aile bütününde eksilmelerin ve özellikle

tek ebeveyn ile göç eden erkek ergen ile

anne arasında ciddi otorite sıkıntısının

yaşandığı; ailedeki ruhsal hastalık

varlığında genellikle öfkenin çocuklara

yöneldiği ve onlardaki güvensizlik, korku

ve kaygı hislerini artırdığı; düşük

sosyoekonomik durumdaki ailede daha

fazla depresif belirti ve düşük öz yeterlik

sonucu çocukların ruh sağlığının da

etkilendiği; aile eğitim durumunun da

iyileşme sürecinde etkili olduğu çeşitli

çalışmalarda bildirilmiştir. Ayrıca duyarlı

bir grup da yetişkinlerinden koparılan ve

eşlik eden yetişkin korumasından mahrum

mülteci çocuklardır. Bu çocuklar sadece

aile ve toplum desteğinden yoksun olmayıp

ek olarak ihmal ve her tür istismara da

açıktırlar. Bu verilerden yola çıkarak aileyi

merkezi konuma almayan koruyucu

müdahalelerin yetersiz kalacağı

söylenebilir. Planlanacak çalışmaların

dikkati öncelikli olarak işkence öyküsü ve

kayıpların yaşandığı, parçalanmış, ruhsal

sıkıntıların var olduğu bilinen ailelerdeki

hem ebeveyn hem çocuklara yöneltilmeli,

tek ebeveynli ailelerdeki annelerin

desteklenmesine odaklanmalıdır. Ailede

ebeveynlerin ve özellikle annelerin ruh

sağlığının iyi olması, aile içi sorunların

söze dökülmesi, konuşulabiliyor olması

koruyucu faktörler arasında bulunmuştur.

Çok önemli bir diğer nokta da mümkün

olan en kısa sürede aile fertlerinin yeniden

bir araya getirilmesine çabalanmalıdır.

Toplumsal faktörlerden göç

edilen ülkedeki sosyal destek ve topluma

entegrasyon önemlidir. Misafir ülkedeki

algılanan ayrımcılık çoğu kez mültecilerde

depresyon ve TSSB için belirleyici

olabilmektedir. Yaşıt desteği bu açıdan

önemlidir, özellikle çocuk ve gençlerde

okulda güven ve aidiyet duygusunun

yüksek olması psikolojik sorunlara karşı

koruyucu olabilmekte, tersine zorbalık

yaşanan ve yetersiz yaşıt ilişkisinde ise

uyum ve psikolojik sorunların arttığı

bildirilmektedir. Toplumsal faktörlerden

ayrıca kültürlenme sürecinin de etkili

Page 10: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

10

olduğu ifade edilmektedir. Kültürlenme

ile kast edilen göç edenlerin geleneksel

kültürlerini korurken misafir ülkedeki

kültürel etkinliklere katılımlarıdır ki

(*entegrasyon) bunun da yeni topluma

psikososyal uyumu kolaylaştırdığı

aktarılmaktadır. Aksine *asimilasyon

(misafir ülkedeki kültürün baskınlığı ve bu

yeni kültür tarafından yutulma),

*seperasyon (sadece kendi geleneksel

kültürlerinde ısrarcılık ve yeniliklere

tamamen kapalı olma) topluma uyum

sürecinde yardımcı değilken

*marjinalizasyon diye nitelenen ve

özellikle öfkeli gençlerin misafir toplumun

aşırı uçlardaki yaşantılarına dahil oldukları

durumun ise uyum sürecine olumsuz etkisi

olduğu vurgulanmıştır. Göç edilen

ülkedeki konuşulan anadili öğrenmenin de

çökkünlük gibi içe yönelim belirtilerini

azalttığı bazı çalışmalarda bildirilmektedir.

Koruyucu ruh sağlığı çalışmalarında

çoğunluğu okul çağında olan çocuk ve

gençlerin güvende hissettiği ve onlara

sürekli yaşıt ilişkisini de sunan eğitim

merkezlerine hızlıca dahil olmaları, bu

merkezlerde zorbalık dahil ayrımcılığa

maruz kalmalarının önlenmesi için gerekli

tedbirlerin alınması, gittikleri ülkedeki

konuşulan dilin öğrenilmesinin

desteklenmesi, kendi kültürlerini

yaşamalarına olanak sağlanırken yeni

toplumdaki kültürel etkinliklere

katılımlarının da yüreklendirilmesi ilk akla

gelen yaklaşımlardır.

Sosyal faktörlerden din ve

ideolojik kapsamların da etkili olduğu, bazı

kültürlerde başa gelenlere dair yapılan dini

ve ruhani atıfların depresyon ve kaygı gibi

belirtileri azaltabildiğine dair belli

çalışmaların bildirimleri vardır. Dua

etmenin belli kültürlerde baş etme stratejisi

olarak işlev gördüğü de bildirilmiştir. Sık

sık yer değiştirmenin de akran ilişkisi,

yetişkin ilgisi, okul devamlılığı ve ait olma

duygusunu azaltarak bir risk faktörü olarak

değerlendirildiği, ailedeki iyilik halinin ev

kalitesi veya ulaşılan bölgeden çok

güvenlik duygusu ile daha yakından ilgili

olduğu vurgulanmaktadır. Benzer

bölgelerden gelenlerin genellikle belli

bölgelere yerleşme çabası da daha önce

yitirilen sosyal desteğin bir telafisi gibi

düşünülebilir. Sosyal destek stres düzeyini

düşürerek koruyucu rol oynamaktadır.

Bunlardan yola çıkarak göç edenlerin

kendi inançlarını ve örf adetlerini

yaşamalarına izin verilmesi, göç sonrası

yerleştikleri birimde mümkün olan en kısa

sürede hukuksal ve yasayla ilgili

belirsizliklerin giderilerek kalıcı

ikametgahlarının sağlanması, sosyal destek

sistemlerinin harekete geçirilmesi yine

koruyucu tedbirler olarak gündeme

gelmektedir.

Page 11: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

11

Travmatik olayların çocukların

duygusal, bilişsel ve ahlaki gelişimlerine

etkileri olduğu bilinmekte, çocukların

diğerlerinden beklentilerini ve kendilerini

algılamalarını etkilemektedir. Yüksek risk

altındaki çocukların sağlıklı kalabilmeleri

için olası koruyucu faktörleri belirlemeye

çalışan araştırmalar da yapılmıştır.

Destekleyici aile çevresi ve iyi aile içi

ilişkiler, iyi akran ilişkileri, dışarıdan

sosyal bir grup tarafından çocuğun baş

etme becerilerinin desteklenmesi, bilişsel

yetenekler, sözelleştirme yeteneği, pozitif

bir kişilik yapısının varlığı sıralanan

koruyucu faktörlerden bazılarıdır. Ayrıca

daha önce bahsedilen stres öncesi ve

sonrası dönemde ebeveyn işlevselliği ve

yanıt verirliğinin etkisi de çocuğun

davranışlarında önemli bulunmuştur

(gelecekteki depresyon duyarlılığında

çocukların kayıptan sonra aldıkları

bakımın kalitesi anahtar rol oynamaktadır).

Ruh sağlığı sorunlarının yanında fiziksel

sağlık sorunlarının da olabileceği (anemi,

diş sağlığı sorunları, enfeksiyonlar gibi)

unutulmamalıdır ki bunlar sıklıkla mevcut

durumu karmaşıklaştırır.

Sığınmacı çocuk ve gençlerin ruh

sağlığı ihtiyaçları hedeflendiğinde temelde

iki alanla ilgilenilmesi önceliklidir. İlk

olarak kültüre uygun yöntemler ile ruhsal

sorunların tespiti ve sunulacak uygun

hizmetlerin belirlenmesi; ikinci olarak da

dikkatlerin yukarıda da bahsedilen yüksek

risk taşıyan gruplara yönelerek koruyucu

tedbirlerin sunulmasıdır. Öncelikle kendi

ülkelerini terk etmek zorunda bırakılan ve

yabancı ülkelere sığınan bu grup

çocukların genelde yapılan travma

çalışmalarındaki gruplardan farklı olduğu

hatırlanmalıdır. Burada sıklıkla batı

ülkelerinde rastladığımız zaman zaman

gerçekleşen okula silahlı baskınlar veya

sellerdeki gibi tek bir travma olayı yoktur,

birçok, tekrarlanan ve uzun süreli

travmalar söz konusudur. Bu nedenle daha

önce yapılan travma çalışmalarındaki

çıkarımları kullanırken dikkatli olunması

gerekmekte, bu popülasyona yönelik daha

spesifik, kültüre duyarlı çalışmalara ihtiyaç

olduğu bilinen bir gerçektir. Ayrıca daha

önce yapılan travma çalışmalarında

kullanılan yöntem ve tanılama şeklinin de

batı ölçütlerinde olduğu, bu çocuklardaki

geçerliliği tartışmalıdır (örn. doğu

kültürlerinde söze dökmenin az olup

bedensel yakınmaların daha fazla olması

gibi), çalışmaların çoğunun TSSB’ye

yönelik olması da eleştirilen bir diğer

konudur. İleri çalışmalara ihtiyacın devam

ettiği bilinse de şimdiye dek yapılanların

ışığında tedavi söz konusu olduğunda bir

çok farklı yaklaşımın uygulandığı

anlaşılmaktadır. Uygulamalara

bakıldığında genel eğilimin bireysel

psikoterapi, grup terapisi, aile terapisi ve

okul odaklı müdahaleler şeklinde çok

boyutlu olduğu görülmektedir. *Bilişsel

Page 12: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

12

davranışçı,*psikodinamik,*destekleyici,*o

yun terapisi, *sanat, *müzik *dans gibi

yaratıcı dışavurumcu ve *hikaye anlatma

ile ilgili çeşitli yaklaşımların pozitif

terapötik ilişki aracılığıyla iyi sonuçlar

verdiğine dair bildirimler vardır.

Ebeveyndeki TSSB belirtilerinin

ebeveynlik işlevselliğine etkisi belirleyici

olduğundan ayrıca ele alınmalıdır. Grup

çalışmaları sorunla başa çıkma ve yeterlik

becerilerinin geliştirilmesi, ortak sorunlara

çözüm bulma arayışları ile yararlı

olabilmekte, bir çok ruhsal bozukluğa ise

psikoterapötik yaklaşım ve/veya depresyon

ve uyku bozukluklarında olduğu gibi ilaç

ile direkt müdahale edilebilmektedir.

Ancak tabii ki grup çalışmasına katılanlar

kadar bu süreci yürütenlerin de tedavi

ihtiyaçlarını belirlemede bazı zorlukları

vardır. Ek kaynak ve zaman ihtiyacı

çoğunlukla kaçınılmazdır çünkü var olan

sorunlar ne tektir ne de kolay belirlenebilir

türdendir. Ayrıca sıklıkla tercüman

ihtiyacı, destek grupları, sosyal servisler ve

okullar ile çalışmalar da gerekli

olabilmekte, bazen kültürler arası çalışma

ekipleri ile yürütülen programlara ihtiyaç

duyulmaktadır. Bu noktada okullara özel

bir yer ayırmak uygun görünmektedir.

Okulların hem koruyucu hem de

tedavi edici bir ortam olarak yukarıda

bahsedilen bu süreçteki işlevleri önemlidir.

Birincil koruma mülteci çocukların

bakımında yaşamsaldır ve okullar doğal bir

hizmet sunum merkezi olarak en kolay

ulaşılır, damgalamadan uzak yerlerdir.

Okul akademik gelişmeye paralel olarak

davranışsal ve sosyal uyumun izlenmesini,

özellikle sosyal duygusal gelişim ve

öğrenmenin yanı sıra yeni toplumun

kültürel değerleri ile tanışıklığa ve

bütünleşmeye yaşamsal katkı sağlar.

Eğitim sistemi içerisinde kalmanın yaşıt

ilişkisi geliştirme, özdeğer ve kimlik

oluşumuna katkısı vardır. Bazı çalışmalar

belirgin risk altındaki çocukların okulla

beraber ileride rekabet edebilen genç

yetişkinlere dönüştüğünü, okulun sunduğu

stabil sosyal desteğin çevreye dair kontrol

duyumunu artırarak bunda anahtar

koruyucu rol oynadığını ileri sürer. Ayrıca

belli bazı çalışmalarda hafif derecede

ruhsal sorunların (uyum sorunları, karşıt

olma belirtileri gibi) daha ileri aşama

merkezlere iletilmeden okul içinde ele

alındığı bildirilmektedir. Ulaşılan ülkedeki

mülteci politikaları sonucu sık yer

değiştirmelerin ise okul değişikliğini de

beraberinde getirdiği, bunun okul

başarısını düşürmekle kalmayıp ek

davranışsal zorlukların da eklendiği ifade

edilmektedir. Tüm bunlar okul odaklı

müdahalelerin etkinliğini ve de önemini

vurgulamaktadır.

Göçle ilgili tüm bu olumsuz

sıkıntılı ve bazen ağır travmalar içeren

yaşantılara rağmen bir çok çalışmada

çocuk ve gençlerin çoğunun süreçle iyi baş

Page 13: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

13

ettikleri ve uygun psikososyal uyumu

sağladıkları bildirilmektedir. Sıklıkla

belirgin psikiyatrik rahatsızlıkların

yaşanmadığı ve var olanların da zamanla

hem sıklık hem de yoğunluk bakımından

düzeldiği ve iyileşmeler gösterdiği

sonucuna varılmıştır. Bu yapılan

çalışmalardan özellikle bilinmesi

gerekenler bu iyileştirici faktörlerin

belirlenmesi ve gelecek için kapsamlı

koruyucu planların uygulanabilmesidir.

Ailenin yeniden bir araya getirilip bağların

güçlendirilmesi, okulda eğitimin devamı ve

toplum temelli kültürel aktiviteler önemli

görünmekte, travmanın konuşulması,

kültürlenme süreci, aile içi destek ve

ailedeki sınır/rollerin değişiminin

çalışılmasında yarar görülmektedir. Tüm

bunların yanında bizim, ruh sağlığı

çalışanları olarak temennimiz çocukların

ve gençlerin göç olgusuna zorlanmadığı bir

dünyada aileleriyle birlikte barış ve huzur

içinde sağlıklı yaşamalarıdır.

*Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği

Derneği Üyesi

[email protected]

Göçün Psikolojik Etkileri

Uzm. Kl.Psk. Ece Eryılmaz*

Göç, bireylerin geçici ya da uzun

süreli olarak yerleşmek amacıyla bir

kültürel ortamdan diğerine geçmeleriyle

gerçekleşen bir sosyal değişme süreci

olarak tanımlanabilir (Bhugra Arya, 2005).

Günümüzün en önemli sorunlarından biri

olan göç olayı, bireyleri ve toplumları;

sosyal, kültürel, ekonomik, fiziksel ve

psikolojik olarak etkilemektedir. Bilimsel

çalışmalar, göç ile birlikte travmatik

sonuçların da ortaya çıktığını, bu nedenle

de bu sonuçların anlaşılmasının ve

çözümlerinin üretilmesinin, bireylerin ve

toplumların ruh sağlığı açısından önemli

olduğunu vurgulamaktadır (Şahin, 2001;

Tuzcu & Bademli, 2014).

Ülkemizde genel olarak, en önemli

göç nedenleri arasında ailevi nedenler,

bireysel nedenler ve ekonomik nedenler

yer almaktadır (Hacettepe Üniversitesi

Nüfus Etütleri Enstitüsü, 2006).

Göçmenlerin yemek ve barınma gibi temel

biyolojik ihtiyaçları, ekonomik, hukuki,

dil, okul, kültürel uyum gibi psikolojik ve

sosyal olarak birçok ihtiyaçları olmaktadır.

Göçmenlerin bu ihtiyaçlarının göç ettikleri

yerde ne kadarının karşılanabildiği ve

desteklendiği önemlidir. Göç olgusunda;

karşılaşılan travmatik deneyimler (sağlık

problemleri, felakete şahit olma, yakın

Page 14: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

14

kaybı vb.), travmanın algılanış biçimi ve

profesyonel bir yardım alınıp alınmaması

önemli faktörledir (Polat, 2007).

Psikolojik açıdan göç; göç öncesi, göç

süreci ve göç sonrası olarak üç aşamada

açıklanabilir. Göç öncesi dönemde göçün

nedeni ve geride bırakılacakların,

kaybedileceklerin önemi büyük ölçüde

önemlidir. Göçün her aşamasında

psikolojik etkileri büyük ölçüde kişiye

veya gruba özgüdür (Paker, 2005). Ancak

sosyal ve kültürel değişimler gibi stresli

yaşam olaylarının ruhsal rahatsızlıklara yol

açabildiği bilinmektedir. Araştırmalar,

göçün hem fiziksel hem de psikolojik

sağlık üzerinde olumsuz yönde etkileri

olduğunu vurgulamaktadır. Göçmen;

kendini güçlendiren ve sahip olduğu

kaynaklarının ne kadar çoğunu arkasında

bırakıyorsa, göçün psikolojik etkisi de o

kadar olumsuz olmaktadır (Paker, 2005).

Ancak bazı durumlarda, göç bireyler için

zorluklardan ve stresten kurtulma olanağı

yarattığından, stres düzeyini azaltıcı etkide

olduğu ifade edilmektedir (Kuşdil, 2014).

Bu durumda göçün zorunlu mu isteğe bağlı

mı olduğu oldukça önemlidir. Birçok

göçmen siyasi baskılar, çatışmalar,

bölünmüşlükler ve aşırı yoksulluk

nedenleriyle hayatlarını kurtarabilmeleri ve

daha iyi yaşayabilmeleri için göç

etmektedirler (Şahin, 2001). Ancak çoğu

zaman özellikle zorunlu göç de, yeni

yaşanılan yer ile ilgili göçmen bireylerin

ortak bir amacı olmamaktadır. Amacı ve

umudu olmayan bir yaşam biçimi

beraberinde duyarsızlığı, ilgisizliği ve

saldırganlığı da getirebilmektedir (Paker,

2005). Bu umutsuzluk ve amaçsızlık,

göçmen bireyleri ruhsal olarak etkilemekte

ve psikiyatrik rahatsızlıkların ortaya

çıkmasına neden olmaktadır. Göç sonucu

kişi sevdiklerini, yakın çevresini, gelirini,

hayat standardını, alışık olduğu yurdunu,

işini ya da okulunu, hatta dilini ve

kültürünü bile geride bırakmak zorunda

kalmaktadır. Göç süresince bireyler

ailelerinin ve sosyal çevrelerinin

parçalanması sonucu yalnızlık, işsizlik,

sosyal statü kaybı, dil ve kültürel

farklılıklar gibi birçok psikososyal

stresörle karşı karşıya kalmaktadırlar.

Göçmen birey yaşadığı kültürel şok ve

alıştığı ortamdan ayrılması nedeniyle

yabancılaşma, yalnızlık, kendini değersiz

görme, kendi yaşamı üzerinde kontrol

hissinin az olması, ve pişmanlık duygusu

içerisinde kalmaktadır. Göç eden aileler ve

bireylerin sosyal değişiklikler, uyum

güçlükleri ve stres gibi psikososyal

faktörler nedeniyle bu bireylerde depresif

bozukluklar, kaygı bozuklukları,

somataform bozukluklar, uyum

bozuklukları ve ilişki problemlerinin

görülmesine neden olmaktadır. Özellikle

psikososyal uyumsuzluğun depresyonu

tetiklemesinden dolayı göçmenlerin

depresyona girme olasılığı yüksektir. Buna

Page 15: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

15

ek olarak, psikososyal faktörler ile intihar

riskinin araştırıldığı bir çalışmada, göç

olayının intihar riskini arttırdığı

saptanmıştır.

Göçmenlerin, göçmen olmayanlara

göre daha yüksek oranlarda ruhsal

hastalıklara yakalandıkları ifade

edilmektedir. Göçmen gruplarla yapılan

araştırmalarda, ruhsal rahatsızlıkların ilk

kuşaktan çok daha sonraki kuşaklarda

ortaya çıktığı vurgulanmaktadır. Göç gibi

travmatik bir deneyimin çocuk ve

gençlerin kişilik gelişimleri üzerindeki

etkisinin yetişkinlere oranla daha fazla

olduğu ancak ülkemizde yapılan bir

çalışmada göç eden yetişkinlerin yaşadığı

travma oranının % 66 olduğu saptanmıştır.

Özellikle, savaş, şiddet, işkence, kötü

muamele gibi ağır travma özelliği taşıyan

deneyimler yaşayan göçmenlerde Travma

Sonrası Stres Bozukluğu görülmektedir

(Şahin, 2001). Uyum sürecindeki

zorluklarla baş etme yollarında bireysel

farklılıklar göz önünde bulundurulmalıdır.

Ancak kadın göçmenlerin erkeklere göre

daha fazla duygusal zorlanma yaşadığı

belirtilmektedir. Zorluklarla baş etmede

yetersiz olan bireyler; sigara, alkol ve

madde kullanımının daha fazla olduğu

bireylerdir. Göç çocuk ruh sağlığında da

bir risk faktörüdür. Göçmen çocukların,

göçmen olmayan çocuklara göre daha fazla

nevrotik sorunlar (%47.6) ve davranışsal

sorunlar (%52.4) yaşadıklarını

saptanmıştır (Polat, 2007).

Stres ile başa çıkma

mekanizmalarının ve sosyal kaynaklarının

yeterli olduğu bireylerde uyum süreci daha

kolay olacaktır. Bu uyum sürecinde,

cinsiyet, yaş, dil, eğitim düzeyi, dini

inançlar, göç nedeni, gidilen yerdeki

karşılanma biçimi büyük ölçüde önemlidir

(Tuzcu & Bademli, 2014). Dil, din ve

kültürel olarak birbirine oldukça benzer bir

toplumsal yapıyla karşılaşan göçmenlerin

göç sürecinin yarattığı birçok sorunu

başarılı şekilde çözdükleri ifade edilmiştir

(Kuşdil, 2014). Göçmenlerin ruhsal sağlığı

üzerindeki en önemli etkinin, göç

deneyiminin kendisindense, göç edilen

ülkede karşılaştıkları koşullar

vurgulanmaktadır (Kuşdil, 2014). Bu

nedenle, göç edilen ülke ya da şehir; ne

kadar az dışlayıcıysa, ayrımcılık ne kadar

az ve kucaklayıcıysa, göçün de olumsuz

etkileri o kadar az olacaktır (Paker, 2005).

Sonuç olarak, göçmenlerin stres ile başa

çıkma yöntemlerinin, sosyal kaynaklarının

değerlendirilmesi ve etkin baş etme

yöntemlerinin geliştirilmesi gerekmektedir.

Page 16: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

16

*Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği

Derneği Üyesi

[email protected]

Ben, Biz Ve Ötekinin Stresi

Prof. Dr. Behiye Alyanak*

Hayvan ve insan arasındaki esas fark

öykünme yeteneğindedir. İnsan ruhsal

eğitim gördüğü yaşam sürecinde,

öğrendiğini öyküleyerek yineler,

yineledikçe öykünün farklı anlamlarını

kavrayarak pekiştirir. Böylece, kopyalama,

öykünme, mimesis yoluyla kültürünü

geliştirir. İnsan yavrusu, anne babasının

duygusuna doğar, düşüncelerinde

varlığının nedenini (tinsellik) ve sonucunu

(ölümünü) arar. Kendisi gibi yanında duran

ilk öteki kardeşidir. İlk biz, anne, baba ve

kardeşten oluşan çekirdek ailedir. Çocuk

kahraman ailesinin içinde kalarak kendisi

olamaz, yola koyulmalıdır, yolda zorluklar

ve yardımcılar vardır. Yoldan yetişkin

(bilge) olarak dönmesi için nelere ihtiyacı

olacaktır?

Kardeşinin yardımcı bir kaynak mı yoksa

bir rakip mi olacağı, ne kadar uzakta

durduğu belki ötekileştiği, anne babanın

tutumu ile ilgilidir. Anne babanın

kardeşleri bir bütün olarak görmeye

yönelmemesi, aman birbirinizi

kıskanmayın derken, onları birbirinden ayrı

tutması tam da istenmeyen yıkıcı rekabet

algısını, kıskançlığı araya sokacaktır. Bu

durumda kahraman en önemli yardımcı

kaynağı, kardeşini ötekileştirerek uzakta

tutacak, kendisi yalnızlaşacaktır. Yalnızlık

Page 17: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

17

ve yabancılaşma duygusu kahramanın

sağlıklı ruhsal yapılanmasını ve

sosyalleşmesini olumsuz etkileyecektir.

Çocuk kahramanın yaşam yolculuğunu

kardeşi ve diğer insan kardeşleriyle

bütünleşerek, bilge yaşlı olarak

tamamlaması önemlidir çünkü toplumun

bilge yaşlıları çoksa, yaşamak için nedeni

ve umudu da çoktur.

Eski ahitte, Allahın, Yahudiler ile ilgili

hayal kırıklıklarının, kızgınlığının yanısıra

sevgisinin ve seçilmişlik ifadelerinin yer

aldığı pek çok öykü vardır. Konuşma

yeteneği iyi olmayan Hz. Musa’ya

yardımcı olarak verilen Harun onun adına

konuşur. Allah, peygamberlerine dahi

insan kardeşlerini yargılama hakkı

vermemiştir. Buna rağmen kardeşini

acımasızca yargılayan, kıskançlığa

kapılarak, Habil’i öldüren Kabil’in,

Yusuf’u kuyuya atarak öldürmeye çalışan

ağabeylerinin öyküleri kardeşini

ötekileştirerek, kurban ederek, yok etme

çabasının hazin öyküleridir. Tek Tanrılı

dinlere ve bunların sonuncusu olan İslama

göre, yaratıcı mutlak varlık olan Allah,

insana kendi nefesinden (ruhundan)

üflemiş, insanı kendi suretinden

yaratmıştır. İnsanın insanı sevmesi, Allahı

sevmesinin bir yoludur. İnsan kardeşinin

hakkını teslim etmek, kul hakkıyla ölmek

istememek sosyal yaşamın temel kuralıdır.

Ruh Sağlığı Kliniğine herhangi bir

nedenle başvuran çocukların ebeveynlerine

sorduğumda; %58.7’ si masal anlatmamış/

okumamıştı, %48’i aile öyküsü

anlatmıyordu. Geçmişten bu güne anlamlı

bağlar taşıyan öyküleri iletmek

zorlaşmaktaydı. Eğitimi yüksek anneler

daha fazla aile öyküsü aktarıyordu. Hazır

öyküler -oyunlardan, tv dizilerinde

kes/yapıştır-kullanılıyordu. İnsanların

öyküleri hayatlarını oluşturur ama

kendilerini (ruhsal varlık) tasvir edemez.

Öyküde anlatılmayan/saklı bölüm öne

çıkarıldığında öykü yeniden oluşturulabilir.

Problemin öyküsü oluşur ve dışarıya

alınırsa ona bir mesafeden kaynakla (ruhsal

varlık) yaklaşılarak çözümler üretilebilir.

Narratif (öyküleştirme) terapileri böyle

çalışır.

Psikoterapiler kişinin kendisi

olması/ farkındalığa açık olması için işlem

yapar. Kişinin kendisi olması, büyüme

güçlerini özgürce (aşkınca) kullanarak

yeniliği kişiliğe özümlemesidir.

Farkındalık, aktif ilgili oluşla olanaklıdır.

Farkındalık yönelmedir, yaklaşma ve

çatışmasız seçmedir. Farkındalık, etkileşim

içinde, temasın yükselen heyecanıyla,

keşfetme ve icat etme sürecinde gerçekleşir

. Yeniliğin özümsenmesi benliği aşan bir

kendilik deneyimidir, yükselen enerjiyle

dengelenme ve bütünleşme hissi oluşturur.

Page 18: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

18

Farkındalığa kapalılık olarak

tanımlayabileceğimiz nevrotik yapı, kişinin

gelişime, deneyime, paylaşıma açık

olmayan, yabancılaştığı ‘bir tutuk

(tutuklu), darlaşmış kendilik biçimi’dir.

Nevrotik tutumunu aslında kişi beğenmez,

eleştirir ve nevrotik davranışıyla arasındaki

mesafeyi aşma çabası içindedir. Sağlıklı

davranışın karşılıklı gelişen paylaşıma ve

yaratıcı üretime götürdüğünü bilir; sağlık

kazanmak adına terapiste gelir. Tinsellik

(spiritualite), bir özgürleşme hareketi

olarak ruhsal çalışmaların merkezinde

olmalıdır. Tinsellik, verili olanı var ederek,

ötekinin varlık alanını (öyküleyerek)

tanıma çabasındadır. Egosallık, verili olanı

yok sayarak/yok ederek aşmaya

yönelebilir, şiddet, istismar, intihar,

öldürmeye varabilir (Kovel 91)

İnsan egosunun, onu geri çekmeye

çabalayan karanlık güçlerinin tersine, ileri

götüren simgeleri sağlamak, mitoloji ve

dini ayinlerin başlıca işlevi olmuşken

yüzyıllık modern ruh sağlığı çalışmaları bu

işlevi karşılamaktan uzaktır. Ruh sağlığı

çalışmaları yetişkinliğin geçişlerine ilgi

göstermek yerine sağlıklı ruhsal kaynağı

çocukluğun saf imgelerinde aramaktadır.

Ancak okyanussal cenneti bulmak umudu

da artık kalmamıştır. Campbell’e göre,

aramızdaki oldukça yüksek nevrotiklik

oranı, böylesine etkili bir ruhsal

yardımcının çöküşünden kaynaklanıyor

gibidir. Günümüz dünyasının mitolojik ve

dini kaynaklara dönüş ihtiyacını bu

bağlamda değerlendirmek önemli

görünmektedir.

İnsan topluluklarının olumsuzu

başından savmak/olumluyu dilemek adına

‘günah keçisi tanımlaması- kurban

sunumu’ kültürü oluşturan temel etken

olarak tanımlanmaktadır (Girard 2010).

Öteki bizi tanımlar. Öteki olmasaydı biz

nasıl var olabilirdik? Ötekileştirmek, bizi

biz yapan toplumsal dinamiği var etmiştir.

Olumsuzu taşıyan, acıyı, kaybı yaşayan

ötekidir, ben ya da biz değilizdir.

Olumsuzu taşıyan öteki kurban edildiğinde

kendini ’iyi olarak var’ hisseder.

Biz Türkler nasıl bir kültür

üretiyoruz? Eski Türklerde Gök Tengri

dini, tek Tanrılı bir din olarak Musevilik,

Hristiyanlık, Müslümanlık gibi semavi

özelliktedir. Türkler olarak, toprakla

ilişkimiz- köklenmek sorunu taşıyor

gibidir, yerleşik düzene geçmekte halen

zorlandiğimiz düşünülebilir. Kerpiç

evlerimiz, çiçeksiz, balkonsuz sıvasız,

boyası dökülmüş beton yığınlarımızın

içinde değil de bahçede, dışarıda yaşamayı

seviyoruz. Vagonları, karavanları

seviyoruz. Kırsalda, işsiz insanların tarlada

çalışmak istememesinin, yeterince ağaç,

çiçek yetiştirilmemesinin bir nedeni de bu

olabilir. Biz belki de özgür ruhuz. Yerleşik

yaşam kutucuklarına, maddenin içine

sıkışmak, bize zor geliyor.

Page 19: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

19

Fırsatını bulsak, çoğumuz, sultan

olmak iddiasındayız. Yaygın görünüşe

göre, erkeklerimiz hiç birşey yapmadan,

kahvede otururken, kadınlar

ötekileştirilerek, evde, tarlada, bahçede

çalışabilir. Ancak, namus söz konusu

olduğunda, ‘Etraftan ne derler?’ ile çok

meşgulüz. Duygusunu ortada yaşayan

güçsüzdür, acizdir, başı eğiktir, yetersizdir,

zavallıdır(!) Gülmek, sululuk, hafifliktir;

ağlamak duygusallıktır. Duygusallık

kadına yakışır (!). Farklı düşüncemizi

açıkça yaşayamayız, yeteneğimizi özgür

yaratıcılığa dönüştüremeyiz. Farklılığı zar

zor yerleşikleşmiş kültürümüze tehdit

algılarız. Belki de farklılık, isyanı, isyan

kıyımı, yıkımı getirecek korkusu içindeyiz!

Geleneksel güzel değerlerimiz,

dünya misafirhanesinde birbirimizi buyur

etmek, birbirimize hizmet etmek üzerine

kurulmuştur. Birbirimizle hemhal, yoldaş,

dost olmak amaçlanır. Dost insan olmak

için, kendini bilmek, haddini bilmek,

oturmasını kalkmasını bilmek çalışılır. Su

gibi akışta olmak, su gibi aziz olmak

amaçlarız. Dünyanın her yerine gitmişiz.

Çok kültürlü günümüz dünyasında önemli

bir yerimiz vardır. Ortadoğudan, özellikle

Suriye’den ülkemize gelen milyonlarca

kardeşimizle nasıl uyumlaşacağımız

önümüzde ‘büyük ödev’ olarak

durmaktadır.

Günümüz dünyasında anne babanın

farklı kültürlerden geldiği çok kültürlü

aileler giderek artmaktadır. Farklı

kültürlerin birlikte varoluşuna onay veren

varoluş içinde kimlik integrasyonunun

sağlanması önemlidir (Yılmaz 1996) Çok

kültürlü kimliğe (multicultural personality)

sahip olanlarda psikolojik sağlık daha iyi

bulunmuştur. Kültürleri birbirlerine göre

değerlendiren, aşağılayan, üstünleştiren

yaklaşımlar çok kültürlü kimliği

destekleyemez. Çok kültürlülük söylemi

kültürlerarası farka odaklanarak ayrımcılığı

ve milliyetçiliği desteklememelidir.

Kişilerin bir diğer kültürle teması sonucu

ortaya çıkan modifiye (uyarlanmış)

davranış, tutum süreçleri akültürasyondur.

Bu durum çoğunlukla stres oluşturur.

Kişinin kültüründen vazgeçmek zorunda

hissetmesi, akültüratif stres

oluşturmaktadır. Baskın kültürün azınlık

kültürü erozyonu (asimilasyonu) stres

oluşturuken, kültürlerin birbirleriyle

eklemleşerek çoğalması (integrasyon)

zenginleştirici olmaktadır. Akültüratif

strese uğrayan kişilerde şiddet davranışları,

travma sonrası stres bozukluğu, depresyon

riski artmaktadır.

Göçmen gençlerin kimliklerini

oluşturmalarında, yaşadıkları en tehlikeli

psikolojik savunma düzeneği toplumsal

kabul görmeyen/örseleyici olumsuz kimlik

imajının içe alımıdır. Kültürel pratikle

uyumlaşmadan, özümsenmeden içe alınmış

Page 20: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

20

(introjeksiyon) olumsuz kişilik özellikleri

yoksayıcılık/şiddet potansiyeli taşır.

Olumlu kişiliği olan insanlarla özdeşim

olanağı bulunması (internalizasyon)

zenginleşme, olgunlaşma olarak yaşanır.

Akültüratif stresle baş etmede en önemli

kaynak kişinin içine doğduğu kültürle

sağlıklı temasının sürüyor olmasıdır. Etnik

kimlik bilinci yeterli içselleştiğinde çok

kültürlülük ve bikültürel yeterlilik gençleri

şiddetten koruyan bir etkendir. Ötekinin

stresine ve şiddetine kapılmadan, ben ve

biz olmayı başarabilen çok kültürlü bir

toplum olabilmemiz için farkındalığı

yüksek, öğrenmeye ve değişime açık

olabilmeliyiz.

*Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği

Derneği Üyesi

[email protected]

Türkiye’de Göç, Bakıcılık ve Annelik

Uzm.Kl.Psk.Nazlı Akay*

“Patricia Tejada savaş yüzünden 1988’de

El Salvador’dan kaçtı, üç çocuğunu ve

eşini geride bırakarak. Kaçışından sonraki

dört yıl boyunca Los Angeles’ta bakıcı ve

temizlikçi olarak çalıştı; amacı ailesinin

yanına gelmesini sağlayacak parayı

biriktirmekti. Ağlayarak ve çocuklarının

nerede olduğunu, güvende olup olmadığını

merak ederek geçirdiği pek çok gece

hatırlıyor. Bu yıllar boyunca baktığı

çocuklarla sıkça sıkı bir bağ kurmuş,

sunduğu servise ihtiyaç duyulmadığında

aniden ve soğuk bir tavırla kovulacağını

görene kadar […].” (Chang, s. 57; in Akay,

2013)

Bu konudan ne zaman bahsetmek

istesem bu metin parçası ile başlamayı

uygun görüyorum. Her ne kadar dünyanın

öbür ucundan bizlere ulaşmış bir örnek

olsa da Türkiye’deki göçmen bakıcıların

durumunu özetleme gücüne sahip. Alıntıda

olduğu gibi savaş nedeniyle olmasa da,

yaşam koşullarının zorluğu nedeniyle,

Türkiye Türki cumhuriyetlerden yoğun göç

alıyor. Ancak göçmen bakıcılar ve

ulaştıkları kişiler hakkında dünyada olduğu

gibi Türkiye’de de bir araştırma eksikliği

görülüyor.

Page 21: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

21

Hâlbuki göç, kişiyi pek çok açıdan

etkiliyor: Tüm duygulanımı (Lijtmaer,

2001; Yax-Fraser, 2008; Chung, 2010;

Grinberg & Grinberg, 1984), psikolojisi

(Bhugra, 2004; Chou, 2010; Heckert,

2012; Yang et al., 2010) ve hatta diğer

insanlarla ilişkileri… Hal böyleyken

göçmen bir kadının anne-çocuk ilişkisini

de yeterli seviyede kuramaması doğal bir

sonuç haline geliyor. Rajan ve Rappaport’a

(2011) göre göç, travmatik bir etki

yaratıyor ve göçmenin “yeterince iyi

annelik” kapasitesini bozuyor. Bu,

göçmenin çocuğuna yaklaşımında ortalama

seviyede bir duygusal bakımı verememesi

demek.

Bu noktada, bakıcıların anne

olmadığı, dolayısıyla baktığı çocukla bir

anne-çocuk ilişkisi yaşayamayacağı ve

çocuğun üstünde etkisinin olmayacağı

düşünülebilir. Ancak, araştırmalar bakıcı-

çocuk ilişkisinin de tıpkı bir anne-çocuk

ilişkisi gibi önemli olduğunu ve çocuk

üzerinde etkili olabileceğini belirtiyor (van

IJzendoorn, Sagi, & Lambermon, 1992;

Oppenheim, Sagi, & Lamb, 1988; in van

IJzendoorn et al., 1992). Nitekim,

bakıcının çoğu görevi bir ev hanımının

günlük rutini ile örtüşüyor.

Bütün bu bilgiler ışığında

memleketinde çocuğunu bırakıp başka bir

ülkede çocuk bakıcılığı yapmanın hem

bakıcı için, hem bakıcının öz çocukları

için, hem de bakıcının baktığı çocuklar için

zorlayıcı olacağı düşünülebilir. Yrd. Doç.

Dr. Zeynep Çatay Çalışkan ile yaptığımız

tez araştırmasında, yedi kadın göçmen

bakıcının göç öncesi, göç sırası ve göç

sonrası yaşantılarına, göç sonrasında

hissettikleri ve düşündüklerine, kendi

çocukları ve baktıkları çocuklar ile

ilişkilerine ve yaşadıkları zorlukları nasıl

aştıklarına odaklandık.

Bulgulardan biri, göçmen

bakıcıların göçe karar verirken bile ne

kadar zorlandığı idi. Göç, özellikle de

çocuklarını geride bırakmayı içerdiği için

büyük ikilemler ve toplumsal baskının

aksine verilen bir karardı. Üstelik, bakıcılar

göç ettikten sonra bile sürekli geri dönme

ya da dönmeme kararı vermeye çalışıyor,

kendilerini tutmak için yoğun zihinsel çaba

sarf ediyorlardı. Göç ettiği için kendini

suçlayanlar da vardı.

Özellikle hissettikleri özlem ve

suçluluğun bakıcıların ruh sağlığını

olumsuz etkilediğini gördük. Zihinlerinde

sıklıkla öz çocuklarının olduğundan ve bu

durumun onları oldukça meşgul ettiğinden

bahseden çok katılımcı oldu. Öz

çocuklarına dair düşünceler, planlar,

endişeler ve özlem, katılımcılar istese de

istemese de zihinlerinde yer ediyordu.

İlginç olan, bu duygu ve düşünceleri

bakılan çocuğun varlığının da büyük

oranda tetiklemesiydi.

Page 22: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

22

Bu durumla başa çıkmak için

katılımcıların bulduğu birkaç yol olduğu,

ulaştığımız bir diğer bulgu oldu: Bu

yollardan ilki, katılımcıların çocuklarını

yoğun bir şekilde kontrol etmesiydi.

Katılımcıların çoğu çocuklarının bakımı

için kendi öz anne ve babalarını, yani

çocukların anneanne ve dedelerini

görevlendirmişti ve onlarla sıkça iletişim

halindeydiler. Bu iletişim vesilesiyle

çocuklarının yediklerinden giydiklerine,

notlarından ilişkilerine kadar her şeyi takip

ediyorlardı. Buldukları ikinci yol, kendi

düşüncelerini yeniden şekillendirmek ve

zihinlerindeki çocuklarını terk eden anne

imajı yerine fedakâr anne imajı yaratmaktı.

Üçüncü yol, maddi açıdan çocuklarının

tüm arzularını ön plana almak şeklindeydi.

Diğer bir deyişle, bakıcılar, çocuklarının

istediği her şeyi memlekete göndermeye

çalışmaktaydı. Dördüncü yol ise bakıcının

kendini evindeymiş gibi, baktığı çocuğu

ise öz çocuğuymuş gibi kurgulamasıydı.

Bu, göç, ayrılık ve özlem hislerini azaltan,

tanıdıklık ve güveni arttıran, çoğunlukla

bilinçdışı bir çaba olarak görülebilir.

Göç, kişinin kendi çocuğuna

annelik etmesini bile zorlaştırıyorken,

başka bir kişinin çocuğuna annelik etmek

zorunda kalmanın oldukça zorlayıcı

olduğu, araştırmamız sonucunda

yapabildiğimiz en net yorum oldu. Ortaya

çıkan tabloda, göçün travmatik etkilerini

herkeste olduğu gibi yoğun yaşamaya ek

olarak, bir de çocuğunu geride bırakmanın

yarattığı özlem ve suçluluk ile boğuşan bir

çalışan grubundan bahsetmek mümkün.

Üstelik Türkiye’nin bu yeni göçmen

popülasyonu, bulgularımıza göre herhangi

bir psikolojik destek almıyor.

Bu nedenle şimdiden sonra önemli

olan, göçmen bakıcıların yaşadıkları

zorlukların yeni çalışmalar ile net biçimde

betimlenmesi ve onlara ihtiyaç duydukları

psikososyal desteğin sağlanabilmesi için

birlikte adımların atılmasıdır.

Not: Araştırma ve tez yazımı

sürecinde bana önerileriyle destek olan

Yrd. Doç. Dr. Zeynep Çatay Çalışkan,

Prof. Dr. Diane Sunar ve Prof. Dr. Gülden

Güvenç’e teşekkürlerimi sunarım.

Araştırma hakkında daha detaylı bilgi

için [email protected] adresinden

benimle bağlantıya geçebilirsiniz.

*Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği

Derneği Üyesi

[email protected]

Page 23: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

23

Zorunlu Göç ve Ayrımcılık

Uzm.Kl.Psk. Yusuf Öntaş*

Başlığın oluşturduğu her iki kavram

da olumsuzluğa işaret etmektedir.

Öncelikle göçü zorunlu kılan sebepler

irdelendiğinde kendi içinde bir ayrımcılığı

da barındırdığı görülecektir. Çünkü göç

eşit olmayan bir süreçten doğar. Şartların

eşit olmadığı durumlarda, -ister ekonomik,

ister sosyal, isterse de siyasal olsun- göç

başlar. Daha iyi koşullar bulma umuduyla

başlayan bu yolculuk eşitlik koşullarının

sağlanması hedefini taşır. Göçün nedeni

savaş ise, bu durum daha derin bir anlam

kazanır. Can güvenliği en önemli hedef

haline gelir. Bu yazıda özellikle savaş

nedeniyle göç etmek zorunda kalmış ve

Türkiye’ye gelmiş Suriyeli mültecileri,

yaşadıkları ayrımcılığı konu ediniyor

olacağım. Bu konuda gözlem ve

yorumlarımı paylaşacağım.

Bilindiği üzere Suriye’de 2011

yılında başlayan iç savaş yaklaşık 2,5

milyon insanın Türkiye’ye göç etmesini

sağladı. Göç etmek zorunda kalan insanlar,

ülkelerini terk etmeye başladıkları andan

itibaren bilmedikleri bir yolculuğa ilk

adımlarını atmış oldu. Zorunlu olan her şey

gibi bu göç de olumsuzluklarla başladı.

Yakınlarını kaybedenler, evi

bombalananlar, işlerini kaybedenler,

yaşadıkları yeri, kültürü terk etmek

zorunda kalanlar, kişisel tanıklıklar, şiddet,

işkence, alıkonma, açlık, güvensizlik gibi

kısacası savaşın yol açabileceği bütün

tahribatları yaşayıp ülkelerini terk eden

insanlar, derin ruhsal yaralarla birlikte

geldiler. İnsanların yaşadığı kayıplar

devam ederken, henüz bunların yası

tutulamamışken aynı zamanda birçok

olumsuz davranışlarla, söylemlerle

karşılaştılar. Gerek devletin bu konuda

planlı olmayışı, gerek toplumun hazırlıksız

oluşu, gerekse de medyanın bakış

açısından kaynaklı Suriyeli mülteci algısı

toplumda oldukça olumsuz bir yere oturdu.

Bu durum toplumun önyargılarını beslediği

gibi gelen mültecilerde de güvensizlik,

kaygı, stres, iletişim sıkıntısı yarattı.

Savaştan kaynaklı olarak yaşadıkları

travmatik süreç, toplumun önyargılı ve

ayrımcı söylem ve davranışları ile de

buluşunca var olan sorunlar daha da

ağırlaştı. Ayırımcılık bir çok alana hakim

oldu.

Mültecilerin kendi içlerindeki

ayrımcılıktan, toplumun yaptığı

ayrımcılığa, devletin mülteci

politikasındaki ayrımcılıktan, medyada

kullanılan ayrımcı dile kadar birçok alanda

ayrımcılığın yaygınlaştığını görmek

mümkün. Ayrımcılık çok çeşitli

olduğundan bunu açmakta fayda

görüyorum. Çünkü söz konusu Suriyeli

mülteciler olduğunda ilk akla gelen

yabancı düşmanlığı oluyor ama maalesef

Page 24: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

24

ayrımcılık sadece bununla sınırlı kalmıyor.

Yabancı düşmanlığı, ırk, cinsiyet, din ve

engelli ayrımcılığı gibi daha çok fazla

sıralayacağımız ayrımcılıklar mevcut.

Konumuz itibariyle Suriyeli mültecilerin

Türkiye’de yaşadığı ayrımcılık da sadece

yabancı düşmanlığı ile sınırlı değil.

“Araplar, Kürtler, Türkmenler”, “Suriyeli

kadınlar” “Alevi-Sünni” gibi ırksal, cinsel

ve mezhepsel bir ayrımcılık da var. Bunları

kendi içinde ayrı ayrı değerlendirmek

gerekiyor. Bu güne kadar yaptığım

çalışmalarda karşılaştığım durumları,

deneyimleri paylaşmak istiyorum.

Öncelikle Suriyeli mültecilere karşı

uygulanan toplumsal baskıdan başlamak

gerektiğini düşünüyorum. Devletin bu

konudaki politikasızlığı ve kamuoyu ile

ilgili yeterince bilgi paylaşımının

sağlanmaması nedeniyle toplumda gelişen

olumsuz algılar üzerinde durmakta fayda

var. Toplumda, maaş aldıkları, oy

kullandıkları, vergi alınmadığı, ücretsiz

sağlık ve eğitim hakkından yararlandıkları

gibi algılar var. Tüm bunlar toplumun

kendisine yapılmış haksızlık olarak

algılanmasını sağlamakta, bu nedenle de

nefret söylemleri ve ayrımcılık

gelişmektedir. Söz konusu ayrımcılık

kendilerinin bu haktan yararlanmazken,

Suriyeli mültecilerin yararlanması

üzerinden şekillenmekte ve tepki

toplamaktadır. Oysa faydalanabildikleri

durumları tek tek incelediğimizde aslında

toplumda var olan ve öyle olduğuna

inanılan birçok şeyin eksik ve yanlış bilgi

ve algılar üzerinden geliştiğini görebiliriz.

Toplumda doğru sanılan yanlış algı ve

düşünceler:

Birincisi; Türkiye’de hiçbir Suriyeli

mülteci maaş almıyor. Kaymakamlıklara

bağlı sosyal yardımlaşma vakıflarında ya

da belediyelerde zaman zaman yapılan cüzi

bir yardımdan söz etmek mümkün. O da

her yerde düzenli olan bir şey değil. Bu

durum ülkenin vatandaşlarına da tanınan

bir yardımdan ibarettir.

İkincisi; Türkiye’de Suriyeli

mültecilere verilen geçici kimlik kartı

bulunmaktadır. 99 ile başlayan bu geçici

kimlik kartı vatandaşlık haklarından

yararlanmayı sağlamamaktadır. Vatandaş

olmayan hiç kimse seçimlerde oy

kullanamamaktadır. Dolayısıyla Suriyeli

mülteciler bu haktan uzaktır.

Üçüncüsü; vergi alınmadığı

şeklinde oluşan yanlış algıdır. Bütün

vatandaşlar gibi Suriyeli mülteciler de

elektrik, su, doğalgaz, çevre vergisi, bina

vergisi, çöp vergisi gibi birçok

vergilendirme sistemine tabidir. Bu konuda

bir tek işyeri açma ve işletme konusunda

kolaylıklar tanınmaktadır ki, bu durum

devlet tarafından kendi vatandaşlarına da

tanınmaktadır.

Page 25: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

25

Dördüncüsü; sağlık hizmetlerinden

ücretsiz yararlanmalarıdır. Öncelikle böyle

bir hakkın olduğunu fakat bu hakkın

oldukça problemli olduğunu da söylemekte

fayda var. İşsiz, herhangi bir geliri

olmayan vatandaşlara sağlanan Genel

Sağlık Sigortası(GSS) gibi bir sistem

işlemekte olup, devlete ait kurumlarda

sağlık hizmeti alabilmekteler fakat ilaç

alma konusunda ciddi sıkıntılar

yaşamaktalar. Birçok eczanenin giderleri

AFAD tarafından karşılanan bu ilaçları

düzenli ödeme yapılmadığı için vermek

istemediğini biliyoruz. Sağlık hizmeti bu

anlamda sorunludur. GSS’li olan bir

vatandaş eczaneden ilaçlarını

alabiliyorken, Suriyeli mülteciler kendi

paraları ile almak zorunda bırakılıyorlar.

Oysa ilacın ücretsiz olduğu fikri toplumda

yaygın bir düşüncedir.

Beşincisi; eğitimin ücretsiz

olmasıdır. Bilindiği üzere mevcut okullar

Suriyeli öğrencileri de kapsamakta, isteyen

kaydolabilmektedir. Yalnız anadilin

Arapça olması bakımından öğrenciler

sonradan yaygınlaşan Suriye okullarına

gitmeyi tercih ediyor. Küçük de olsa belli

bir ücret karşılığında Arapça eğitim veren

Suriye okullarına ilgi daha fazla. Bu parayı

karşılayamayanlar devlet okullarını tercih

ediyor fakat burada da dil problemi nedeni

ile çok fazla sorun yaşanıyor.

Tüm bu sıraladığımız maddeler

toplumda oldukça yaygın bir düşünce ve

algıyı yansıtması bakımından önemli. Bu

sorunlar ülkenin vatandaşlarını da

kapsayan sorunlar. Burada Suriyeliler

büyük sorun yaşıyor fakat vatandaşlar bu

imkanlardan çok iyi yararlanıyor gibi bir

sonucun çıkmasını istemem. Çünkü her

alanda olduğu gibi bu alanlarda da herkes

sorunlar yaşıyor. Bunun Suriyeliler bizden

daha avantajlı gibi bir algı ve düşüncenin

temelsiz olduğunu görmek açısından

önemli olduğunu düşünüyorum.

Toplumsal baskı bunlarla sınırlı

değil. Bu ve buna benzer yaklaşımlar ile

birlikte söylemlere ve davranışlara

yansıyan bir ayrımcılık söz konusu.

Örneğin mültecilerin ülkemize geldikten

sonra kiraların birden arttırılması,

“kalabalıklar, gürültü yapıyorlar, yemekleri

çok kötü kokuyor” gibi söylemlerle

mahallelerde istenmemeleri, çocukların

sokaklarda okullarda karşılaştıkları “

Oğlum- kızım oynama onlarla” “Arap”

“Suriyeli pis o” gibi nefret ve ayrımcı

sözler, çalıştığım merkezde sıkça

dinlediğim ve gözlemlediğim birkaç örnek

maalesef. Bunların yanında bir de neden

burada olduklarına dair söylemlerle de

karşılaştığımız oluyor. “Kamplara

götürsünler” “Biz olsak bize bakarlar mı

ilk sırtını dönen bunlar olur” “Akıllı

olsunlar, taşkınlık yaparlarsa toplum onları

linç eder” “ Hırsızlık yapıyorlar”

Page 26: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

26

“İnsanların işini çalıyorlar” “Bizim

fakirimiz bize yeter bir de bunlara mı

bakacağız” ‘Her taraf Araplarla doldu”

“Ülkelerine dönsünler” “ Suriyeli

kadınların gözü kocalarımızda” gibi birçok

ayırımcı, ırkçı, cinsiyetçi söylemlerle

karşılaşıyoruz. Bu söylemlerin toplumun

her kesiminde mevcut olan söylemler

olduğunu da eklemekte yarar görüyorum.

Çok çarpıcı bir örneği de paylaşmak

istiyorum. Yukardaki söylemlerden “Akıllı

olsunlar, taşkınlık yaparlarsa toplum onları

linç eder” söylemi bir üniversitede

yüzlerce psikoloji öğrencisine yüksek

lisans düzeyinde ders veren bir hocaya ait.

Söylem ve davranışların toplumun tüm

kesimlerine yayıldığına iyi bir örnek

olması bakımından paylaşmak istedim.

Tüm bu söylem ve davranışları

yaratan ana unsur devlet. Devlet yukarda

da ifade ettiğim gibi mültecilere dair

politikalarını netleştirmek, mevcut ayrımcı,

nefret söylem ve davranışlarından

kendisinin kaçınması kadar, toplumu bu

konuda bilgilendirmek ve buna dair

çalışmalar yürütmek zorundadır. Aksi

taktirde mevcut sorunlar toplumda

büyümeye devam edecektir. Mülteciliğin

bir insan hakkı olduğu üzerinde durulmalı,

“Misafirlik” “Konukseverlik” söylemleri

terk edilmelidir. Toplumda oluşan bu

durumun ana sorumluluğu devletin bu

konuda ısrarıdır.

Şunu bir kez daha tekrarlamakta

yarar görüyorum. Mültecilik bir insan

hakkıdır. Ülkemizde olan bütün

mültecilerin en az bizim kadar yaşamaya,

hoşgörü ile karşılanmaya hakkı vardır. Bu

bizim tanıdığımız bir fırsat, imkan değil,

insan olmalarından kaynaklı en temel

haklarıdır. Nefret söylemleri, ayrımcılık

suçtur. Gün içinde konuştuklarımıza,

davranışlarımıza dönüp bakmakta yarar

var. Kimi zaman farkında olarak, kimi

zaman farkında olmadan kullandığımız

dilimize tekrardan bir göz atmak insanlığa

iyi gelecektir. Nefret dilinden ve

ayrımcılıktan uzak bir dünya özlemiyle,

sevgiler, saygılar.

* İnsan Kaynağını Geliştirme Vakfı

Üyesi, Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği

Derneği Üyesi

[email protected]

Page 27: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

27

Narsisizm

Uzm.Psk.Elif Aybay*

"..Hala tırmanarak artan bir

belirsizlik ve savaş var. Hem ülkemizde

hem yakın coğrafyamızda. İnsanların feci

şekilde öldükleri, evsiz, memleketsiz,

dilsiz kaldıkları bir ortamda bir şeyler

yazmaya çalışmak çok zor. Edebiyat ne işe

yarar, roman ne için yazılır, neden okunur

diye daha sık sorar oluyor insan.."diyor

Murat Gülsoy bir röpörtajında. Ölümle

burun buruna yaşarkenki kaygı, sanatı da

bilimsel araştırmaları da anlamsız

kılabiliyor insanın gözünde. Ancak savaşa,

zulme karşı insanoğlunun en büyük silahı

yine bilim ve sanattır diye düşünüyorum;

düş ve düşünce gibi insanı insan yapan tüm

unsurların toplamıdır bu silah. Düşünmek

insanı farklı olana, doğru olana, en

derindeki gerçeğe yönlendirmek için

önemli bir itici güçtür diyebiliriz sanırım.

İşte savaş, düşmanlık ve bunun

sonucu oluşan göç kavramı üzerine

düşünürken insanın ruhsallığına dönüp

baktığımızda ilk aklımıza gelen

kavramlardan biri narsisizm oldu. Kendilik

sevgisi, diğerinde kendini bulmak istemek,

ötekine bu nedenle yakınlaşmak ya da tersi

durumda düşman bilmek gibi özellikleri

içeren bu kavram konumuzla yakından

ilgili olabilir diye düşündük; İnsanoğlunun

kişiliğindeki bu özelliğe dikkat çekmenin,

ötekine yaklaşırken kendimizin

farkındalığını sorgulamanın devletler arası

düşmanlıklarla ince bir bağı olabilir mi

diye kendimize sorduk..

Narsisizm deyince aklımıza

öncelikle ontolojik bir yetersizlik gelebilir.

Bir görüşe göre doğuştan bir yetersizlik

duygumuz mevcuttur. Bu yetersizlik

dışarıdan veya nesne ilişkileri ile gelen

ihmal vs. nin sonucu değildir. Hayata

böyle başlarız diye düşünülür. Sonra dış

koşulların etkisiyle bu daha iyi veya daha

kötü hale gelir. Bu durum bir tür kader

gibidir. Narsisizm kişinin doğuştan

getirdiği yetersizliğinden türer. İnsanoğlu

doğuştan itibaren uzun bir süre başkalarına

bağımlı bir varlıktır çünkü. Ancak fiziksel

ve ruhsal olarak sağlıklı gelişirse

özerkleşecek ve enerjisini yaratıcılık ve

üretkenlik adına kullanacaktır. Ruhsal

gelişimde de benlik libidinal yatırıma

uğramak ister ancak bunu kendi başına

yapamaz ve başkalarına yönelir. Bu yine

benliğin yetersizliğinin bir sonucudur.

Libidinal yatırım için ise güç ve yeterlilik

atfettiği nesnelere yönelir. En temelde

kendinden memnun değildir ne yazık ki!

Çünkü yalnızca kendini tatmine taşıyan

nesne sayesinde kendini sevebilir. Ama

nesneye bağımlı olmanın engellemeye açık

doğası nedeniyle kendine yetebilmek ve

aynı zamanda güçlü olmak da ister.

Page 28: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

28

Narsistik sorunsalda yetersizlik,

değersizlik hislerinden kurtulmak için

büyüklenmeci, güç odaklı savunmaların

kökeninde yine varoluşsal yetersizlik yatar.

Libido benliği hazza tatmine taşıyacak

nesnelere bağlanma eğilimindedir.

Diğerleriyle ilişkisi hep sorunlu ve

düşmanca olacaktır.

Sevmek veya düşmanlaşmak

varoluşumuzun merkezindeki bir meseledir

ve bu mesele ile baş etme tarzımız kişisel

psikopatolojimizi belirler.

Normal ve klinik veriler, temel

insanî arzunun, dışarı saçılmış libidonun

tümünü benlikte toplamaya koşullanmış bir

ruhsal etkinliği gösteririr.

Birincil narsisizm rahim içi döneme

dek izi sürülen libidonun sadece egoya

yatırıldığı, benliğin sadece kendini sevdiği

ruhsal dünyanın başlangıcıdır. İlk sevgi

kendimize dönük, ilkel ve tek kişilik bir

sevgidir.

Otto Kernberg’e göre sağlıklı narsisizm,

başlangıç itibariyle ayrışmamış benlik ve

nesne ilişkisine yapılmış libidinal

yatırımdan kaynağını alır. Kernberg’e göre

süreç, iyi benlik-nesne-duygulanım süreci,

ego gelişiminin çekirdeği olarak işlev

görecek biçimde libidinal yatırıma

uğramasıyla başlar.

Kişide iyi bir ruhsal sağlık değerlendirmesi

için şu saptamayı kıstas olarak alırız;

özdeşleşmek istediğimiz ideal benliğe

ulaşabilmek, sevdiğimiz ve sevildiğimiz iyi

bir içsel nesne benliğin libidinal yatırımını,

dolayısıyla benliğin kendinden

memnuniyetini artırır. Kernberg’e göre

normalde benliğe yapılan libidinal

yatırımın artması nesnelere yönelik

libidinal yatırımın artışını da beraberinde

getirir; zira nesne ilişkilerinde nesnelere

yatırım ile benliğe yatırım eş zamanlı ve iç

içe gerçekleşir. Bunu basitleştirerek ifade

edersek kendimize dönük olumlu, iyi

yaklaşım diğerine olan yaklaşımla

benzerlik taşır. Benlik değerini azaltacak

olan ise benliğe yönelik agresif yatırımdır.

Psikolojide narsistik sorunsal diye

adlandırılan durum da tam da burada

başlar. Dışsal sevgi kaynaklarının kaybı,

ego amaçlarına ulaşmada veya ego

beklentilerine uygun yaşamada

başarısızlık, süperegonun kabul edilemez

addettiği içgüdüsel itkilere yönelik baskısı,

benliğin taleplerine uygun yaşayamama,

içgüdüsel gereksinimlerin genel olarak

engellenmesi veya kronik fiziksel hastalık

gibi durumlarda benliğin libidinal yatırımı

azalır ve bu durum patolojik narsisizm

oluşumuna zemin hazırlar. Patolojik

narsisizm nevrozdan başlayıp daha

karmaşık durumlara uzanabilir. Nesnelerle

doyum sağlayıcı ilişkide, nesnelere

libidinal yatırımla benliğe yapılan yatırım

ilişkilidir. Benliğe yönelik libidinal

yatırım, benlik değerini arttırırken agresif

Page 29: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

29

yatırım azaltır. Agresif yatırımda çocuksu

istekler, kontrolsüzlük vardır. Eğer

ebeveynin kendi özsaygısı adına çocuğu

için bir planı varsa ve çocuk onu hayal

kırıklığına uğratmışsa eleştirilecektir ve

yeterince iyi olmadığı hissettirilecektir.

Çocuğun kendi duygularını, korkularını

yaşamasına izin verilmeden, bunları ortaya

çıkarırsa reddedileceği, küçük düşeceği

mesajı veriliyorsa yani çocuğun gerçeğini

yaşamasına izin verilmiyorsa bu öfke ve

nefrete sebep olabilir. Ve bu nefret yine dış

dünya ile ilişkilerde yansıtılarak ortaya

konur.

Cinsel dürtünün aşırı

bastırılmasına bağlı olarak gelişen nevrotik

nitelikli benlik değeri azalmasını biliyoruz.

Buradan türeyen karakter patolojilerinden

biri de patolojik narsisizmdir. Çocukluk

döneminden kaynaklı bu sorunun

temelinde katı kurallar koyarak çocuklara

yaklaşım yatar. Çocukların benlikleri

yeterince onaylanmamıştır. Anlayışlı bir

yaklaşımla değil zorbaca çocuğa kurallar,

yasaklar konulmuştur. Kendilik değerinde

eksiklik duymak buradan, yeterince şefkat

görmeden yetiştirilmekten başlar. Çocuğun

bu durumda kendilik duygusu, değeri

yetersiz olacaktır. Özgüvenin gelişmemesi

denilen şey budur. Özgüven yeterince

gelişmemişse sağlıklı bir ruhsal gelişimden

de bahsedemeyiz. Bastırılmış ancak sevgi

eksikliği yaşayan kişide bu dengesizliğin

bir sonucu olarak düşmanlık ve nefret

hislerini barındıran bir ruhsallık söz

konusudur.

Toplumsal olarak baktığımızda

da eğer bireyler yetiştirilirken ailelerinden

benliklerine, hak ve özgürlüklerine saygılı

bir yaklaşım görmemişlerse o toplum da

sağlıklı olmayacaktır. Toplumsal

demokratik hak ve özgürlükler tehlikeye

girecektir. Toplumsal haklar da çocukların

narsistik gereksinimlerinin doyurulmasına

doğrudan bağlıdır. Çocukluk ve

gençliklerinde narsistik olarak yeteri kadar

doyum yaşamamış erişkinler, yetişkinlik

hayatlarında idealleştirdikleri lider

figürleriyle özdeşleşmeye ve hatta

kendiliklerinden vaz geçerek o olmaya

çalışırlar. Böylelikle düşlemlerinde yeteri

kadar güçlü bir kendiliğe kavuşmuş olurlar.

Narsisistik patolojiye sahip kişi idealize

ettiği bir ebeveyn imgesinin ikamesine

başvuracaktır. Narsistik patolojide

idealizasyon bir savunma olarak

saldırısından korkulan nesneye karşı

geliştirilir yani gerçek bir ideal değerden

bahsedemeyiz. Kişinin toplumsal liderlerle

bu şekilde özdeşleşmesi kolektif patolojiye

sebep olabilir. Kişiler bu yetersizlik

duygusuyla çoğunlukla idealize ettikleri

mutlakiyetçi liderlere yönelecekler, onlara

hayranlık besleyeceklerdir.

İçselleştirdikleri nesne tam da özgürlükleri

kısıtlayan çocuğa bireyleşmesi için fazla

alan tanımayan biridir. Kısaca içselleşen

Page 30: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

30

nesne temsili böyle bir liderle iyi

örtüşmektedir.

Hitler Almanya'sı bu

söylediklerimize iyi bir örnek teşkil

etmektedir. Dünya Savaşı'ndan mağlup

çıkan Almanya zavallılığını giderecek

özdeşleşeceği bir lider aramış ve Hitler

tarih sahnesine çıkmıştır. Karşısındaki

yaratılması gereken düşman ise Yahudi

toplumu olmuştur. Toplumsal bir "bölme

mekanizması" işlemiş, bir iyi-üstün bir de

kötü-saldırılacak nesne yaratılmıştır.

Yılllarca süren Nazi Soykırımı'nda

milyonlarca insan öldürülmüş, bir kısmı

ülkeden kaçmak zorunda kalmıştır.

İnsanlık tarihinin sayfalarına asla

unutulmayacak ve unutturulmayacak bir

utanç yazılmıştır. İnsan ruhsallığındaki bu

tuhaf mekanizma bir ölçüde bireyden

bağımsız bir kolektif nevroza sebep olmuş

ve sonuç olarak dünyanın ve insanlığın

gelişimine büyük bir zarar vermiştir.

*Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği

Derneği Üyesi

[email protected]

Göç ve Kimlik – Kargaşa-

Sağaltım ve Dönüşüm, Salman

Akthar

Bir Kitap İncelemesi

Psk. Deniz Akyıl Sokullu*

Kutlama

Memleketime çoktan bahar gelmiştir Başakları şimdiden göğe ermiştir

Dağlarını gelincik basmıştır Yer, gök ve yürek çiçek açmıştır

Kirazlar olmadan tez vakitte

Asmanın sürgün veren dallarında Nergisin, zerenin taç yapraklarında Seninle baharı kutlamaya geliyorum

Söz: Sezen Aksu Beste: Arto Tunçboyacıyan

Psikanalizi en iyi anlatan

hocalardan birinin yazdığı bir kitaptan

bahsetmek isterim; bu kitabın yazarı,

öğrencileriyle kendi, göç, kimlik

tecrübelerini de paylaşmaktan çekinmeyen,

Hintli, Müslüman bir göçmen olarak uzun

yıllardır Amerika’da yaşayan, benim de

kendisini Eylül ayında İzmir’de Halime

Odağ Vakfı tarafından düzenlenen, 17.

İzmir Psikanaliz ve Psikoterapi günlerinde

dinleme fırsatı bulduğum Salman Akthar.

Tıpkı göçmenlik, sürgünlük konularını

psikanaliz içinde tartışabilen, uluslararası

üne sahip ve göçmen olan ; geçtiğimiz yıl

Mary Sigourney Psikanaliz ödülü alan

Kıbrıslı olan Vamık Volkan ve Otto

Kernberg gibi o da ülkesini geride

bırakmış bir psikanalisttir, ve onlara

teşekkür ederek kitabına başlar. Aynı

Page 31: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

31

zamanda bu yazıya bir şarkıyla

başlamamın nedeni de onun şiire olan

düşkünlüğü olsa gerek ; çünkü pek çok

akademik yayın, ödül ve ünvana sahip

olmasının yanı sıra, altı tane şiir kitabı

bulunmaktadır.

Göç ve Kimlik – Kargaşa-

Sağaltım ve Dönüşüm (1995), üç bölümden

oluşmaktadır. Birinci bölümde, “Göçle

İlişkili Psikososyal Değişkenler”

başlığında, aslında göçün oldukça

örseleyici bir deneyim olduğu, daha

doğrusu bir “yas” süreci olduğu anlatılıyor.

Yas süreci ise, sürecin getirdiği kayıpların

acısı ile değişen dış ve iç gerçekliğin

ortaya çıkardığı kaygının birleşmesiyle

harekete geçer.

Göçmenin yeni çevresiyle bütünleşebilmek

için en azından geçici olarak, kimliğinin

bir bölümünden vazgeçmesi gerektiği

açıktır. Göçmenin katıldığı yeni toplum ile

bir zamanlar ait olduğu toplum arasındaki

fark büyüdükçe bireyselliğinden

vazgeçeceği bölüm de o kadar büyük

olacaktır (Grinberg ve Grinberg,

1989,s.90; akt: Akthar, 1995).

Kitapta göçün psikolojik sonuçlarını

etkileyen çeşitli etkenlerden bahsedilir,

bunlar; göçün koşulları ve nedenleri,

yeniden yakıt alma olanakları, göç etme

yaşı, göç öncesi kişilik, terk edilen ülkenin

yapısı, kültür farklılığının büyüklüğü, ev

sahibi toplum tarafından kabul edilme,

yeni ülkede yararlı olma deneyimleri, yeni

ülkede çocuk sahibi olma gibi etkenlere,

sonradan literatürde, ilgi görmemiş,

bedensel özelliklerin rolü, cinsiyetin etkisi,

evlilik, yasal durumlar, eşcinsellik, düşler,

göç sonucu değişen insan- hayvan ilişkileri

gibi boyutlar da eklenmiştir. Kitabın ilk

bölümünü oluşturan bu etkenlerin

tamamından bahsedemesem de, birkaç

maddeye öneminden dolayı da yer

vereceğim.

Göçün koşulları ve nedenleri alt

başlığına baktığımızda, göçün ardında

yaşanan psikolojik olayları belirlemede

“göçün geçici ya da sürekli olması”,

“kişinin ülkesini terk etmesinin ne düzeyde

kendi kararıyla ilgili olduğu”, “anayurdunu

yeniden ziyaret etme olasılığı” ve “ayrılma

nedenleri” de, önemli olduğu belirtilmiştir.

Aslında burada çok önemli bir soru sorar

Akthar, “psikolojik açıdan göç, eski

duruma karşı kaygılı ve kızgın, bir

başkaldırı mı, yoksa benliğin dış dünyayı

değiştirme yeteneğinin bir dışavurumu

mu?” Aslında “göçmen” ile “sürgün”

arasındaki ayrımı anlamaya çalışır.

Özellikle de bu sürgün kelimesi çocuklar

için daha uygun bir ifadedir. Çünkü

ebeveynler gönüllü ya da gönülsüz olarak

göç edebilirler ama çocuklar ayrılma

kararını ve istediklerinde de geri dönme

kararını veremezler (Grinberg ve Grinberg,

1989, s.125, akt; Akthar, 2010). Özellikle

küçük çocukların ve bebeklerin göçten

etkilenmesi, anne-babanın ruhsal

Page 32: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

32

yapılarına çok bağlıdır. Yeni bir ülkeye

gelinmesiyle birlikte ortaya çıkan kaygılar

ve yaslar çok yoğun ise, çocuğun duyduğu,

benlik desteği yitirilebilir, bu aynı

zamanda annenin “kapsayıcılık” (Bion,

1967) işlevinin bozulması anlamına da

gelebilir. Kısacası çocuklar, ebeveynin

duygusal uyumuna gereksinim duyarlar.

İkinci bireyselleşmenin gerçekleştirilmeye

çalışıldığı ergenlik döneminde, bebekliğin

ve çocukluğun sevgi nesnelerinden

ayrılmakla yüzleşilirken göç etmek,

oldukça zorlayıcıdır. Çünkü aileden

bağımsızlaşılmaya çalışılan bir zamanda

kültürel kurumların da kaybı “çifte yas”

yaşanmasına neden olabilir.

Göçün psikolojik sonuçlarını

etkileyen etmenlerden bir diğeri de terk

edilen ülkenin yapısıdır. Geride bırakılan

ülkenin durumuna göre, özellikle fakir bir

ülkeden zengin bir ülkeye göç ediliyorsa,

kaçınılmaz parasal yararların yanı sıra, bir

suçluluk hissi de ortaya çıkabilir. Bu

durum arkadaşları, aileyi, hemşerileri

geride bırakmakla, ayrılma ile ilgili

suçluluklarla ilgilidir. Burada Awad

(1995;akt; 2010), başka bir suçluluk

türünden daha bahseder, bu da “yaşamda

kalmanın suçluluğudur”. Başkalarının

yapamadığını yapmak, hayatta kalmak…

Ev sahibi toplum tarafından kabul edilme

de, göçün psikolojik sonuçlarını etkileyen

etmenlerden birisidir ve aslında bizim

ülkemiz için de oldukça güncel bir

meseledir. Bir tarafta önyargı ve yabancı

korkusu, bir tarafta da, aşırı kibarlık ve

sonrasında gelen hayal kırıklığı ve

reddediş. Yeni gelen diğerlerini ekonomik

olanaklardan yoksun bırakan bir fazlalık

mı, yabancı mı, misafir mi, bela çıkaran

mı? Akthar’a göre (2010) ev sahibi

toplumun yeni gelene karşı tutumlarını

belirleyen üç alt değişken vardır; ilki var

olan toplumun yapısı, yani, ülkede farklı

göçmen gruplarının olup olmadığı, ülkenin

tek bir ırktan oluşup oluşmadığı, ikincisi

göçün yapıldığı dönemin özellikleri, yani

kabul edici olmak ya da olmamak;

üçüncüsü de uyum sağlanan ülkeyle

bırakılan ülke arasındaki tarihi bağlar.

Kitabın ilk bölümünde, göçün

psikojik sonuçlarını etkileyen burada

değinilmemiş ve oldukça önemli olduğunu

düşündüğüm alt başlıklar bulunmaktadır.

Burada sadece bir kaçına yer verdim,

özetle, göçü, bireyin kimliğine güçlü bir

etkisi olan, dengelerin bozulduğu ve bu

dengelerin yeniden kurulmasına ihtiyaç

duyulan bir yaşam olayı olarak

tanımlayabilir.

İkinci bölümde ise, göç

sonucundaki kimlik değişimi ele alınır.

Erikson’a göre, kimlik yapılanması, en

erken çocukluk döneminden başlayarak,

yaşam boyu sürer ve ergenlik de bu sürecin

önemli bir evresidir. Kendileri ve dünya

Page 33: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

33

hakkındaki bilgileri, geçmişteki

kazanımları, günlük deneyimleri ve

gelecekteki amaçlarını bütünleştirmeye ve

böylece kendilerinin bütüncül bir

duyumunu kazanmaya çalışan ergenler, bu

sırada bir başarısızlık yaşarlarsa, insan

oluşa dair de hem soyut hem de toplumsal

bağlamda karmaşık duygular yaşarlar

(Akthar, 2010).

Kimlik oluşumunda, aileye özgü

söylemler, ebeveynler arasındaki uyuşmaz

beklentiler, örselenmeler ve bunların

kuşaklar arası aktarımı, çocuğun

kimliğinde oldukça önemli bir role sahiptir

ve dahası, ebeveynin yas tutma-

özgürleşme süreçleri de yeni doğanın

kendiliğinde önemlidir. Özellikle çocuğun

doğumu annenin sevdiği bir yakınını

kaybettiği zamana denk düşüyorsa, durum

olumsuz olabilir. Bu durum annenin

işlenmemiş yasıyla bağlantılandırılabilir,

ve annenin yalnızca beklentilerini değil,

onun eski sevdiklerinin depolanmış

tasarımlarını da taşıyan, üstüne almak

zorunda kalan ‘ikame çocuk’ doğmuş olur.

Göç sonrasındaki kimlik

değişimindeki dört yolak, alt bölümünde

ise, kimliğin dönüşümünün

psikodinamikleri anlatılır. Bir ülkeden bir

ülkeye göçün getirdiği kültür şokunun ve

yasın birlikte var olması, kimlik

sürekliliğini bozar ve çevresel desteği elde

edemez. Kaybedilen sevgi nesnelerine

duyulan özlem arttıkça, kimliğe yönelik

tehditler daha acı ve üzüntü verici olur

(Garza- Guerrero,1974; akt. Akthar, 2010).

Kitapta, bu sürecin gerçekleştiği temelde,

birbiriyle bağlantılı dört yolaktan

bahsedilir. Bunlar; dürtüsel ve

duygulanımsal boyutları (sevgiden ve

nefretten çiftedeğerliliğe), kişilerarası alanı

ve psişik alanı (yakın veya uzaktan, en

uygun uzaklığa),zamana bağlılığı (dünden

veya yarından, bugüne) ve sosyal ilişkileri

ve ortaklıkları içerir.

Göçmenin durumunda pek çok

bilindışı suçluluklar olur, yeni ülkede

başarı kazanılmasının suçluluğu , eski

ülkeden ayrılmanın suçluluğu ve aslında

genel haliyle de yaşamda kalmanın

suçluluğudur. Çoğu zaman yeni ülkedeki

aynı ırktan kurulan bağlar, uluslararası

telefon görüşmeleri ve göçmenin ülkesinin

müziklerini dinlemesiyle iki bölge arasında

köprüler kurulur. Winnicott’a göre (1953),

bunlar geçiş nesneleridir ve çok uzaktaki

şeyleri biraz daha yakına getirir.

Akhtar’a göre (2010), ‘keşke’ ve

‘birgün’ fantazilerinin zamandaki yönleri

farklı olsa da, ilki göçmeni geçmişe,

ikincisi geleceğe sabitler ve kendilik

deneyiminin zamansal sürekliliğini

bozarlar. Yeni bir ülkede yaşamaya

başlayan göçmen, uzunca bir süre, ‘benim’

ve ‘senin’ şeklinde bir bölmeye

başvurur;ancak bu bölmeyi çözebildiğinde

Page 34: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

34

‘bizim’hissini yaşayabilir. Gelenekler,

müzikler, yemekler, dil, oyunlar bu bölme

üzerinden değerlendirilir. Daha doğrusu,

yukarda da sözünü ettiğimiz Winnicott’ın

(1953) geçiş alanlarının yerel kültür

tarafından doldurulması; ‘biz-lik’ ve

bununla bağlantılı olarak kimlik değişimini

ilerleten önemli bir araçtır. Bu ‘biz-

lik’kavramının ortaya çıkmasındaki en

önemli araç ise yeni dildir. Yararlı olduğu

kadar zor olan bir yolculuktur, yeni dil. Dil

meselesinde, çok anlaşılır bir örnek verir

Akthar (2010), ‘gerçek’bir küfürde,

göçmenin yalnızca anadilini kullandığını

söyler. Yavaş yavaş her iki dilin bağlantı

ağları birbirine geçmeye başladıkça

sonradan edinilen argo kelimeler de

duygusal yükler kazanırlar. Özetle bu

bölümde , göç sonucunda kendilik ve

nesne dünyasında ortaya çıkma

eğilimindeki bölmenin çözümlenmesi ve

bu bölmelerin dört boyutta, dürtü ve

duygulanımlar, alan,zaman, sosyal açıdan

yeniden doğuşa, yeni ve karma bir kimlik

ortaya çıkmasına yol açacağı anlatılmış

olup, göç sonucunda gerçekleşen kimlik

değişiminin yaşam boyunca sürdüğü

anlatılmaya çalışılmıştır (Akthar, 2010).

Kitabın sonlarına doğru

yaklaşırken, Akthar (2010), biz ruh sağlığı

çalışanlarına göçmenlerle, sığınmacılarla

çalışmanın yolların, kendi pratiklerini;

bunu psikanaliz ve psikodinamik

psikoterapi ile nasıl yapabileceğimizi

aktarır. Her iki kültür arasındaki boşlukta

köprü kurma çabaları olan göçmenler

klinik ortamda saygı görmeli ve

yargılanmadan kabul edilmelidir. Akthar

(2010), kayıplarla ilgili ayrıntılara inmek

için ruhsal bir alan yaratmak, ülkesini terk

etmeye zorlayan yıkımı, travmanın

öncesindeki güzel zamanlara da değinmek

gerektiğini belirtir. Aslında özetle, yaşamın

bundan sonra devam edeceği ve uyum

sağlanmaya çalışılan ülkeye, ancak böyle

bir dayanakla gerçek bir bağlılık

hissedilebileceğinden bahsedilir. Bazı

çalışmalara göre, hastaların kendi

anadillerinde ya da en azından bazı önemli

kelimeleri söylemesi gerektiği

belirtilmiştir, daha etkili, daha canlı, bu

yüzden sağaltım amaçları açısından daha

yararlı olduğu görüşü vardır

(Buxbaum,1949; Greenson, 1950; akt;

Akthar,2010). Hasta anadilinde

konuşmaya başladığında, (ki birçok

göçmen hasta, kendini sağaltımda rahat

hissettiği zaman böyle yapar) terapist

sabırla dinlemeli, kelimeleri analistin diline

çevirmesini beklemelidir, böylelikle

duygular da öğrenilebilecektir. Akthar,

göçmenlerle çalışan psikoterapistler için

sekiz adet ilke önermiştir; (2010,s.106)

1. Kültürel yansızlığı geliştirmek

ve korumak,

2. Zaman deneyimindeki ve

farklılaşma düzeyindeki

Page 35: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

35

kültürel farklılıklara saygı

duymak,

3. Gelişimsel bir duruş ortaya

koymak ve gelişimsel bir

çalışma yapmak,

4. Hastaya iç dünyasındaki

çatışmalarını kültürel

çatışmalardan ayırması

konusunda yardım etmek,

5. Yerinden olmanın yarattığı

duyguların kabul edilmesini ve

yas tutulmasını kolaylaştırmak,

6. Yurt özleminin ortaya çıkışına

karşı gelişen savunmaları

yorumlamanın yanında yurt

özleminin savunma amaçlı

işlevlerini de yorumlamak,

7. Uygunsuz görünen

bireyselleşme biçimlerini ve

akrabaların sağaltıma dahil

oluşlarını kabul etmek

8. Hastanın çok dil bilmesinin

veya çok dil kullanmasının

zorluklarıyla yüzleşmektir.

Son olarak, Akhtar, ruh sağlığı

çalışanlarına; göçmenlere sırtlarını dönmek

yerine, onların yardım aramak

konusundaki dirençlerini anlamak için

çabalamalarını, psikolojik eğitim

etkinlikleri düzenleyerek onlara el

uzatmaları, yardımları yenilikçi yollarla

sunmaları ve sosyal hizmetlerden

psikiyatriye, klinik psikolojiye ve

psikanalize kadar değişen ruh sağlığı

alanlarında daha çok göçmen çalıştırılması

konusunda girişimlerde bulunmaları

gerektiği önerilerinde bulunur.

Bu kitap göçmenlerle,

sığınmacılarla çalışanlar için psikanalitik

bağlamda çok faydalı öneriler sunmanın

yanı sıra, 2011 yılından itibaren

Türkiye’ye göç etmek zorunda kalmış, 2,5

milyon insanın da ruhsallığını

anlayabilmemizin de kapılarını açıyor.

*Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği

Derneği Üyesi

[email protected]

Page 36: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

36

Suriye’li Mülteci Çocuklar ile

Dışavurumcu Sanat Terapisi

Grupları

Deneyim Aktarımı:

Uzm.Kl.Psk.Ezgi İçöz Özgür*

Inside/Outside (İç ve Dış) projesi

(Bu çalışmanın tamamına ulaşmak

için; http://insideoutsideproject.org/home/s

yria-project/) kapsamında Gaziantep ve

Kahramanmaraş’ta toplam 4 okulu ziyaret

ettim ve 3 okul ile çalışma şansım oldu.

Okullardan bir tanesi özel bir Suriye

okuluydu, diğerleri ise belediyelerin

desteklediği parasız okullardı. Her grup ile

2 seans olmak üzere 4 grup ile 2şer saatlik

toplam 8 seans yapıldı. Bir okulda

öğretmenlere sanat terapisi ve kişi odaklı

terapi ile ilgili bir eğitim verildi. Her gruba

10-15 çocuk katıldı. Gruplar 9-11 yaş

arasında kız ve erkek Suriyeli mülteci

öğrencilerden oluşuyorlardı.

Çalışmalardaki ilk hedefim

çocukların olumlu, olumsuz duygularını

özgürce ifade edecekleri güvenli ortam

yaratmaktı. Dil bariyerine rağmen oyun

aracılığı ile ilk andan itibaren gerçekten

sıkı bağlar kuruldu. Çevirmenimin (Khalid

Eid) çocuklar ile tiyatro deneyimi olması

ve çocuklar ile kolay ve yakın ilişki

kurması çok büyük bir avantajdı. Grup

çalışmalarına drama terapisi ısınma

egzersizleri ile başlandı. Bu egzersizlerde

çocukların paylaştıkları duygular ve

temalar üstünde durularak sanat terapisi

aktiviteleri yapıldı. Ortaya çıkan temalar

ve duygular daha çok korku, hüzün, öfke,

özlem ve umut oldu.

Her grup ile yaptığım 2 oturumun

1. oturumda negatif duyguların ifadesi ve

dönüştürülmesi üzerinde durulurken, 2. ve

son oturumda daha çok kaynak odaklı

aktiviteler yapıldı. Hem bireyselliği,

bireysel ifadeyi geliştirecek, özgüveni

besleyecek çalışmalar, hem de grup ve ekip

bilincini artıracak, birbirine destek ve

güveni besleyecek çalışmalar yapıldı.

Maske çalışmaları, kahramanın yolculuğu,

grup resimleri, resim aracılığı ile hikaye

anlatma gibi birçok sanat terapisi tekniği

kullanıldı.

Bu zamana kadarki en büyük

mülteci hareketinde, Suriye’de hala iç

savaşın sürmesi ve milyonlarca insanın

kendi evinden kaçmak zorunda olması

sosyal, psikolojik ve politik birçok katmanı

olan hem Türkiye’yi hem de Suriye’yi

ilgilendiren bir durum. Şu anda İstanbul da

dahil olmak üzere Türkiye’de birçok

şehirde sayısı milyonlara ulaşan çocuk ve

yetişkin mülteci bulunmakta. Bu ağır

psikolojik travma ve bilinmezlikle birlikte

yeni bir ülkeye, yaşam alanına ve dile

asimile olmaya çalışmak mültecilerin

psiko-sosyal olarak farklı bir katmanını

Page 37: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

37

oluşturuyor. Yaşanan savaşın izlerini

çocuklar ile yaptığım çalışmalarda ve

yapılan sanat terapisi gruplarında

gözlemledim. Yapılan resimlerde siyah

güneş ve bulutlar, kanlı gözyaşları, kopmuş

beden parçaları, gökten inen bombalar gibi

kendini tekrarlayan imgeler vardı.

Oyunlarda korku, güvensizlik ve nefret

gibi temalar kendini tekrarladı.

Öğretmenlerde ve ailelerde travma sonrası

stres bozukluğu ve depresyon semptomları

gözle görülür idi.

Sadece 2 oturumluk olan bu

çalışmalarda çocuklarda gözle görülür bir

değişim yaşandı ve öğretmenlerden çok

olumlu geribildirimler alındı. Bu tarz

çalışmaların devamlılığının sağlanılması ve

çocukların yanında aile ve öğretmenler ile

de çalışmalar yapılması mültecilerin

yaşadığı bu zor sürece yardımcı olacak ve

yaşanan travmaların biraz olsun

hafifletilmesine aracı olacaktır.

Sanat Terapisi gruplarından çalışma

örnekleri

Page 38: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

38

Page 39: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

39

*Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği

Derneği Üyesi

[email protected]

Page 40: ÇARE–DER › files › 2016-bulten-gocun-ruhsalligi.pdf3 Davranışlarımızı sessizce yöneten veya kontrol eden tüm bu otoriter referans sistemleri ile kendi vicdanımız arasında

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

40

*Bu bültendeki konular Çocuk

Akıl Sağlığı ve Rehberliği Derneği

üyeleri tarafından yazılmış olup,

ücretsiz olarak dağıtılmaktadır.

*Bu bültendeki yazıların

kaynaklarına ulaşmak için

www.careder.org adresini ziyaret

edebilirsiniz.

Çocuk Akıl Sağlığı ve Rehberliği

Derneği

İletişim; Ahmet Vefik Paşa Cad.

Şair Mehmet Emin Sok. Gülçin

Apt. No.5 D.1 Fındıkzade/Fatih

[email protected]