bosna-hersek tarİh ders kİtaplarinda osmanli tarİhİ ve · 2019-01-31 · “İmajlar ve ders...
Post on 04-Mar-2020
8 Views
Preview:
TRANSCRIPT
BOSNA-HERSEK TARİH DERS KİTAPLARINDA OSMANLI TARİHİ VE
OSMANLI/TÜRK ALGISI
T.C. BAŞBAKANLIK
Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı
Uzmanlık Tezi
Sevilay ÜNAL
Tez Yöneticisi:
Doç. Dr. Necmettin ALKAN
Eylül 2012
ANKARA
i
Sevilay ÜNAL tarafından hazırlanan BOSNA-HERSEK TARİH DERS
KİTAPLARINDA OSMANLI TARİHİ VE OSMANLI/TÜRK ALGISI adlı bu tezin
uzmanlık tezi olarak uygun olduğunu onaylarım.
Doç. Dr. Necmettin ALKAN
Tez Yöneticisi
ii
Tez içindeki bütün bilgilerin etik davranış ve akademik kurallar çerçevesinde
elde edilerek sunulduğunu, ayrıca tez yazım kurallarına uygun olarak hazırlanan bu
çalışmada her türlü kaynağa eksiksiz atıf yapıldığını bildiririm.
________________________________________
Sevilay ÜNAL
iii
ÖZET
BOSNA-HERSEK TARİH DERS KİTAPLARINDA OSMANLI TARİHİ VE
OSMANLI/TÜRK ALGISI
Ünal, Sevilay
T.C. BAŞBAKANLIK
Yurtdışı Türkler ve Akraba Topluluklar Başkanlığı
Uzman Tezi
Tez Yöneticisi: Doç. Dr. Necmettin Alkan
Balkanların dinamik ontolojisi yoğunlukla onbeşinci yüzyıldan başlamak
üzere günümüze değin, pek çok seyyah, tarihçi ve araştırmacının ilgisini çekmiştir.
1400’lerin ortalarından itibaren Avrupalı tarihçilerin geçerken uğradıkları
topraklarda yaşayan halklara dair yazdıkları gezi edebiyatı eserlerinde başlayan
“Balkan tanımlamaları”, zaman içindeki bazı algısal sapmalarla nitelik değiştirse de,
çok da fazla değişim ve dönüşüme uğramadan günümüze kadar devam etmiştir.
Balkanlara dair bu tanım, algı ve zaman içinde oluşan stereotip ve imgeler, beş yüz
yıl kadar birlikte yaşadığı Osmanlı mirasından çok şey taşımaktadır. Öyle ki,
Balkanlara dair herhangi bir çalışmanın Osmanlı mirasından söz edilmeden
yapılması imkânsız gibidir. Balkanlar bölgesinin bir Osmanlı mirası olduğuna dair en
ufak bir şüphe barındırmayan son dönem ciddi tarih çalışmaları, bölgenin başta
Osmanlı’ya, sonra da kendine dair algı ve önyargıların büyük ölçüde, on beşinci
yüzyıl Avrupa gezginlerinin yazdıklarıyla şekillenen ve zamanla donuklaşan
söylemlerin eseri olduğunu ima ederler. Daima olumsuz anlamlar taşıyan ve algılama
düzleminde devam eden Osmanlı’nın bıraktığı mirası, XIX. yüzyıldaki uluslaşma
sürecinin başlamasından itibaren bünyesinden atmaya çalışan Balkanlar, bu mirasa
karşı en son yıkıcı refleksini 1992-1995 yılları arasında Bosna-Hersek’te
iv
göstermiştir. Söz konusu yıllar arasında yaşanan etnik gibi görünen dini çatışmalar
halkların birbirlerine, Osmanlı’ya, İslam’a ve Türklere karşı taşıdıkları algı ve
önyargıları gözler önüne sermiştir. Bu olumsuz ve yıkıcı algı ve önyargılar, medya,
popüler kültür ürünleri, gazete haberleri, dinsel söylemler, tarihyazımı ve ders
kitapları yoluyla kendini durmadan tazelemektedir. Elinizdeki bu çalışmanın amacı,
genelde Balkanlar, özelde de Bosna-Hersek okullarında okutulan tarih ders
kitaplarındaki bu tür söylemleri tespit etmektir.
Anahtar Kelimeler: Tarih Ders Kitapları, Miras, Algı, İmaj, Stereotip,
Osmanlı, Türk, Müslüman
v
ABSTRACT
IMAGES OF THE OTTOMAN HISTORY AND OTTOMANS/TURKS IN THE
HISTORY TEXTBOOKS IN BOSNIA AND HERZEGOVINA
Ünal, Sevilay
Supervisor: Assist. Prof. Necmettin Alkan
Since the fifteenth century until today the definitions of the region by
European travelers have been maintained until today without much changes, even if
from time to time there were some perceptual deviations. All these definitions,
perceptions and stereotypes about Balkans, contain traces of the Ottoman legacy, it is
impossible to carry out any academic research on the Balkans without mentioning
this legacy. Since the fifteenth century until today the definitions of the region by
European travelers have been maintained until today without much changes, even if
from time to time there were some perceptual deviations. All these definitions,
perceptions and stereotypes about Balkans, contain traces of the Ottoman legacy.
Therefore, it is impossible to carry out any academic research on the Balkans without
mentioning this legacy. Recent serious historical studies that accept the importance
of the Ottoman legacy in the Balkans, imply that perceptions and stereotypes Balkan
peoples have in their minds concerning the Ottomans largely represent the discourses
constructed and frozen in those travelers’ works. Maintaining its struggle for getting
rid of the Ottoman legacy since the beginning of nation building process in the
nineteenth century, the Balkans showed its last destructive reflex between 1992-1995
in Bosnia-Herzegovina. The seemingly ethnic, but in fact religious conflicts brought
the perceptions and stereotypes that peoples have against each other, the Ottomans,
Islam and Turks to light. These negative and destructive perceptions and stereotypes
refresh themselves constantly by means of media, popular cultural products,
newspaper reports, religious discourses, historiography and textbooks. The main aim
of this research is to analyze this kind of stereotypes and discourses in the history
vi
textbooks which are taught in the Balkans in general and in Bosnia-Herzegovina in
particular.
Keywords: History Textbooks, Legacy, Perception, Image, Stereotype,
Ottoman, Turk, Muslim
vii
İÇİNDEKİLER
Sayfa
ÖZET iii
ABSTRACT v
İÇİNDEKİLER vii
KISALTMALAR ix BİRİNCİ BÖLÜM 1
GİRİŞ 1
İKİNCİ BÖLÜM 4
BALKANLARIN OSMANLI MİRASI 4
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 18
İMAJLAR VE DERS KİTAPLARI ARASINDAKİ İLİŞKİNİN
İNCELENMESİ 18
3.1 Algılama, Stereotipleştirme ve Balkanların Ötekisi 20
3.1.2. Balkanların Dinsel Ötekisi 40
3.1.2.Tarih Ders Kitaplarının Ötekisi: Osmanlı, Müslüman ve Türk Algıları 58
3.2. Bosna-Hersek Tarih Ders Kitaplarında Osmanlı, Türk ve Müslüman Algı ve Stereotipleri 62
3.2.1. 1389 Kosova Savaşı 67
3.2.2. BH’de İslamlaştırma 69
3.2.3. Diğer Cemaatlerin Statüsü ve Dini Tolerans 71
3.2.4.Devşirme 74
3.2.5. 1683 Büyük Viyana Savaşından Önce Ve Sonra Osmanlı Devleti 75
3.2.6. Sultan ve Yerel Elitler 76
3.2.7. Müslümanların ve Hıristiyanların Durumları ve Rolleri 78
3.2.8. Göçler ve Demografik Değişimler 79
3.2.9. İsyanlar ve Ayaklanmalar 81
3.2.10. Yerel Kültüre Osmanlıların Katkısı 83
3.2.11.Osmanlıların Ahlaki Niteliği 84
3.2.12. Görseller 86 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM 88
SONUÇ, DEĞERLENDİRME ve ÖNERİLER 88
KAYNAKÇA 94
viii
Kitaplar 94
Makaleler 97
Tarih Ders Kitapları 99 EKLER 100
ix
KISALTMALAR
Kısaltmalar Açıklama
AGİK Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konseyi
BH Bosna-Hersek
CDRSEE The Centre for Democracy and Reconciliation in Southeast
Europe
İDEDK İslam Din Eğitim Ders Kitapları
KDEDK Katolik Din Eğitimi Ders Kitapları
ODEDK Ortodoks Din Eğitimi Ders Kitapları
SOK Sırp Ortodoks Kilisesi
TDKS Türk Dil Kurumu Sözlüğü
1
BİRİNCİ BÖLÜM
GİRİŞ
Genelde Balkanlarda, özelde ise Bosna-Hersek ders kitaplarındaki Osmanlı,
Türk ve Müslüman algı ve stereotiplerinin izini sürmeyi amaçlayan bu çalışma iki
önemli tespit üzerine kuruludur: Bunlardan birincisi, Balkanlarda Osmanlı’ya ilişkin
olumsuz algı ve stereotipler büyük ölçüde, XV. yüzyılda başlayan ve XVIII. yüzyılda
doruğa ulaşan Avrupa gezi edebiyatında sunulan bakış açısı ve tanımlamalardan
oluşmuştur. Halil İnalcık’ın ifadesiyle, “kendisini İslam’a karşı savunan Hıristiyanlık
nosyonundan beslenen” ve 1878 Berlin Kongresi’yle Balkanlar’ı ateşleyen
Avrupa’nın modernizasyon sürecinin milliyetçilik akımlarının ürettiği olumsuz Doğu
ve Osmanlı imajlarından etkilenerek ortaya çıkmıştır.
İkincisi ise, temelde Antik Yunan, Helen, Roma, Bizans ve Osmanlı siyasal,
yönetsel, kültürel ve sosyal sistemlerinin bir karışımı olarak adlandırabileceğimiz
Balkanların, tarihindeki en uzun siyasal birliği kurmuş olan 500 yıllık Osmanlı
döneminin bir mirası olduğudur. Büyük ölçüde, Kemal Karpat, Halil İnalcık ve
Maria Todorova’nın temsil ettiği bakış açısını takip eden elinizdeki bu çalışma,
Balkanların Osmanlı döneminde yalnızca yeni bir ad -Balkanlar- almakla kalmadığı,
büyük ölçüde bugünkü stereotipleri oluşturanların ya Osmanlı ögeleri ya da böyle
algılanan gerçekler olduğu kabulüne dayanmaktadır.
Bulgar akademisyen Maria Todorova, Balkanların ciddi ve karmaşık bir
incelemeyi hak eden sürekli ve derin değişimlerden oluşan güçlü bir ontolojisi
olduğunu söyler. Güçlü bir çatışma miti etrafında şekillenen ve durmadan “öteki”ler
üreten bu ontoloji, hayatın her alanında kendini sürekli olarak yeniden ve yeniden
inşa eder. Bu inşa faaliyetinin değişmeyen temel çıkış noktasını ise, Osmanlı
geçmişinin değişen algılamaları oluşturur. “Osmanlı zulmü” stereotipi etrafında
konumlandırılan bu algılar, tarih yazımı eserleri, edebiyat ürünleri, ders kitapları,
2
gazetecilerin yazdıkları, sanat eserleri ve dini anlatımlar gibi ürünlerle nüfusun
değişik kesimlerine aktarılır ve yaygınlaştırılır.
Yüzyılımızın hâkim kanaat ve algı oluşturucu aracı olan kitle iletişimini
saymazsak, Balkanlar milli kimliğinin inşasında her zaman özel ve ayrıcalıklı bir
yere sahip olan dini algılar ve söylemler, dolayısıyla öğrenileni gerçekliğe atfetme
potansiyelini içinde barındıran edebiyat eserleri ve her zaman siyasi kullanımın bir
öznesi olan ders kitapları aracılığıyla kollektifleştirilen ve dondurulan bu algıların
analizini yapmak şüphesiz çok kolay bir girişim değil. Kaldı ki, bu konuda henüz
sistematik bir çalışma da yapılmış değil.
“Osmanlı zulmü” klişesi etrafında şekillendirilmiş milliyetçi söylemlerin
Balkanlarda silahlı çatışmalara dönüşmesinde ders kitaplarının rolü üzerine
1990’ların sonunda başlatılmış ve devam eden çalışmalar mevcut. Bu çalışma, ders
kitabı incelemeleri kapsamında yürütülen projelerin sonucunda ulaşılan tespit ve
değerlendirmelerden büyük ölçüde faydalanırken; bir yönüyle de kendini, bu
çalışmaların okuyucuya ulaşmasında bir aracı olarak görmektedir.
Çalışmanın temel amacı, Bosna-Hersek’te okutulan tarih ders kitaplarında
Osmanlı, Türk ve Müslüman algısının nasıl olduğunun tespit edilmesidir. Bu
çalışmada, söz konusu tarih kitaplarında kullanılan Osmanlı, Türk ve Türkiye’ye
ilişkin stereotipik söylemlerin nasıl kurgulandığı, bu kurgunun hangi amaçla, ne
şekilde kullanıldığı üzerinde durulmaktadır. Ayrıca bu söylemlerin ülkede yaşayan
hâkim üç etnik grubun (Boşnak, Hırvat, Sırp) ilişkilerini nasıl etkilediği ele
alınmaktadır.
“Balkanların Osmanlı Mirası” adını taşıyan birinci bölümde, tarihçi ve bilim
adamlarının çalışmalarından yola çıkılarak, bölgenin neden bir Osmanlı mirası olarak
algılanması gerektiğine dair tarihsel bir arkaplan sunulmaya gayret edilmektedir.
“Tarihyazımı, Algılar, Stereotipler ve “Öteki” başlıklı ikinci bölümde,
Osmanlı ile ilgili tarih yazım çalışmalarının genel niteliklerine dair tespitlere yer
verildikten sonra, Osmanlı’ya dair algılama alanına geçen mirasın üzerinde
3
durulmaktadır. Bu miras nedir? Nasıl ve kimler tarafından üretilmiştir? Ne tür
stereotipler ve “öteki” algısı yaratmıştır ve yaratmaktadır? Bu sorulara bulunan
cevaplar, aynı zamanda, çalışmanın temel ön kabulünü destekler nitelikte veriler
sağlamaktadır. Bu önkabul ise şu şekildedir: Balkanlarda Osmanlı’ya ilişkin olumsuz
algıların ve stereotiplerin tek başına olmasa da, büyük ölçüde Avrupa bakış açısından
etkilenerek oluştuğudur.
Osmanlı’ya dair stereotiplerin hangileri dini içeriğe sahiptir ve dini alanlarda,
hangileri tarih yazımında ve ders kitaplarında üretilmiştir sorusu da bu bölümde ele
alınmaktadır.
“İmajlar ve ders kitapları arasındaki ilişkinin incelenmesi” başlığı altındaki
üçüncü bölümde, imge, imaj, algı ve stereotip kavramları tanımlandıktan sonra
Bosna-Hersek’te okutulan tarih ders kitaplarındaki Osmanlı, Türk ve Müslüman algı
ve stereotiplerinin etraflı bir analizine yer verilmektedir.
Bosna-Hersek’teki tarih ders kitaplarıyla ilgili temel kaynak olarak
Saraybosna Devlet Üniversitesi’nde Profesör Ahmet Alibašić’in “Bosna Hersek Ders
Kitaplarında Osmanlı, Müslüman ve Türk İmajı” adlı çalışması kullanılmıştır. Aynı
şekilde, ders kitaplarının analizinde de büyük ölçüde bu çalışmanın sunduğu
kategoriler ve tespitler takip edilmiştir. Bu çalışma kapsamında incelen en eskisi
2001 ve en yenisi ise 2005 yılında yazılan ve BH ilkokullarında okutulan tarih ders
kitaplarına ek olarak 2003, 2007, 2010 ve 2011 yıllarında yazılmış ve sadece Sırp
okullarında okutulmakta olan tarih ders kitapları incelenmiştir.
“Sonuç ve Öneriler Bölümü”nde ise, bu çalışmada ulaşılan bilgi ve tespitler
sistematize edilmekte ve nihai olarak bazı önerilerde bulunulmaktadır.
4
İKİNCİ BÖLÜM
BALKANLARIN OSMANLI MİRASI
Balkan tarihiyle ilgilenen akademik çalışmalarda bir gelenek halini almış olan
Balkan kelimesinin ne anlama geldiğinin açıklamasıyla başlamak, “Balkan” ismini
bölgeye veren Osmanlı’nın Balkanlardaki mirasının izini sürmeye çalışan bu bölüm
için anlamlı olacaktır.
Bir coğrafi terim olarak Balkan "sıradağ" ya da "dağlık" anlamındadır. Balkan terimi,
ağaçlarla kaplı dağlar silsilesi anlamına gelen Türkçe bir terimdir. Balkan yarımadası ile
kuzeydeki Karpatlar’ı birbirinden ayıran dağ silsileleri, Balkan halkları arasında sınır
oluşturucu niteliktedir. Bölgenin doğal bir merkezi yok gibidir. (Jelavich:2009, 1)
XIX. yüzyılın başlarına kadar Balkan yarımadası’nın bir ismi yoktur. Bir
Alman coğrafyacı, 1808 yılında bölgeye Haemus Yarımadası adını verir, ama daha
sonra bölgenin yöredeki en önemli dağ sırasının ismiyle anılması pratiğine uyarak,
Balkan Yarımadası olarak değiştirir. Aslında Türkçe’de bir cins isim olan balkan
kelimesi bu spesifik dağ sırasının adı olduğu varsayılarak, daha önce Osmanlı
Avrupası ya da Avrupa’daki Türkiye olarak bilinen bölgede ortaya çıkan yeni
devletlere kısa yollu bir ad bulma amacıyla bölgeye dayatılır. (Jezernik: 2006, 1)
Adını Osmanlı’dan bir miras alan Balkan yarımadasının ikinci dikkat çeken
özelliği, her bakımdan kendine mahsus özellikler gösteren beşeri coğrafyasıdır. Batı
ve güneye hâkim sarp dağlar toplumlararası irtibatı güçleştirdiği için her bölge
kendine has kültür, din ve dil gruplarının gelişmesine sahne olmuştur.
George Castellan, Balkan Tarihi adlı kitabının giriş bölümünde, bugün
Balkanlar için kullanılan kalıpları sıraladıktan -Asya ile Avrupa arasında bir “köprü”
veya “kavşak”, bir “halk salatası”, “karışım potası”, Avrupa’da bir “barut fıçısı”,
veya “düello alanı”- sonra şunları söyler: “Oldukça elverişli doğal koşullar (altın,
gümüş, bakır, petrol, demir, nikel gibi madenler ve muhteşem doğa) yarımadayı
insanlar için çekici hale getirmiştir.” (Castellan: 1995, 2) Bölge insanının
hoşlanmadığı kavramlar olan “kavşak, köprü, halk salatası karışım potası ve barut
5
fıçısı” ile tanımlanan Balkanlar nasıl bir tarihi seyir geçirmiştir, kimlerin mirasını
taşımaktadır?
Maria Todorova, Balkanları Tahayyül Etmek adlı kitabında “Öyleyse
Balkanlar nedir?” diye sorar ve son derece öz bir sıralamayla, Balkanları
şekillendiren farklı tarihsel mirasları şöyle özetler:
Balkan mirası, şehir devletlerinin sahil şeridini kolonileştirdiği ve hinterlanda doğru yavaş
yavaş yayıldığı Antik Yunan dönemiyle başlar ve ardından Balkanların bir bölümünün
Makedonya hükümdarları idaresinde birleştiği kısa Helenistik dönem gelir; sonra da, bütün
yarımadanın Roma imparatorluğu topraklarına katıldığı ve ilk kez siyasal olarak birleştiği
Roma dönemi üzerinde durulur. Daha sonraki Bizans bin yılında gerçi yarımada siyasal olarak
parçalanmıştı, ama siyasal birlik değilse de, bir kültürel kendilik elde etmişti: İstanbul’dan
gelen Ortodoks versiyonuyla Hıristiyanlık yarımadaya yayılmış, Slavlar arasında Roma
hukuku yerleşmiş, Bizans edebiyat ve sanatının etkisi hissedilmiş, kısacası Bizans kültürel ve
siyasal modelleri taklit edilmişti. Dilbilimciler Balkan dil birliğinin başlangıcını bu döneme
yerleştirirler. Yarımadaya adını veren Osmanlı fethi, bölgenin yaşadığı en uzun siyasal birlik
dönemini başlatmıştır. Osmanlıların geri çekilişinin ardından gelen yüzyıl boyunca
yarımadanın yeni siyasal parçalanmasına tanık olundu, ama yeni ülkeler Balkanların sürekli
periferi statüsünde bulunduğu Avrupa’yla ekonomik, sosyal ve kültürel bütünleşme
dalgalarını yaşadı. Son yarım yüzyılda ise Soğuk Savaş hattı Balkanlar’ı bölmüştü, yarımada
ülkeleri iki ya da –Yugoslav deneyimine tarafsız statüsü tanınırsa- üç siyasal çerçeve içinde
işlev görmüştü. (Todorova: 2010, 325)
Antik Yunan mirası, Helenistik miras, Roma mirası, Bizans mirası, Osmanlı
mirası, Habsburg mirası, Rus (komünist) mirası ve günümüz Avrupa’sına entegre
olmaya çalışan Balkan ülkelerinin etkisi altına girdikleri Avrupa mirası. Kısaca
bugünkü Balkan coğrafyasını tarihi ve kültürel olarak oluşturan önemli miraslar
bunlardır.
Bu tarihsel miraslar dizisinde en önemlisinin Osmanlı mirası olduğunu,
bunun Bizans mirasını küçümsemek anlamına gelmediğini vurgulayarak söyleyen
Todorova’ya göre, “Balkanların Osmanlı mirası olduğunu söylemek abartma
olmayacaktır.” (Todorova: 2010, 325)
Balkanların bir Osmanlı mirası olduğunu güçlü bir biçimde ortaya koyan
tarihçilerden biri olan Kemal Karpat, Osmanlı Devleti’nin Balkanlarda kurulduğunu
6
ve buradan aldığı güçle Anadolu’nun fethini tamamladığını ileri süren tarihçilerin
iddialarının geniş çapta doğru olduğunu söylerken, Osmanlı’nın gerçek anlamda bir
devlet haline gelmesi, güçlenmesi ve büyümesinin, 1360-1444’te Balkanların,
1453’te de İstanbul’un fethi ile gerçekleştiği düşünülürse, Balkanların Osmanlı ve
Türk tarihindeki öneminin kendiliğinden ortaya çıkacağını ifade eder. (Karpat; 2012,
7). O halde, bir Balkan imparatorluğu olan Osmanlı İmparatorluğu’nun, 500 yıla
yakın bir süre yönettiği ve varoluşunun temelini dayandırdığı topraklara pek çok
açıdan silinmesi kolay olmayan izler bırakmış olmaması, ardında zengin bir miras
bırakmamış olması mümkün müdür?
Farklı tarihçi ve araştırmacıların yazılarını derleyen ve Osmanlı’nın
hinterlandında bıraktığı izleri süren çalışması Osmanlı Mirası’nda, L. Carl Brown,
Osmanlı mirasının şimdiye kadar tarih disiplini tarafından ihmal edilmiş, eski
Osmanlı topraklarında yaşayan insanlar tarafından dahi reddedilmiş, ya da
istenmeyen yabancı bir hâkimiyet olarak temsil edilmiş olduğunu söyler. “Doğrusu,
böylesine ısrarlı bir biçimde görmezden gelinen ya da yanlış temsil edilen önemli bir
siyasal yapı bulmak zordur. Bu tavır yalnız Batı’da değil, Osmanlı mirasçısı
devletlerde de görülür”. ( Brown,2010, s.17)
Brown’a göre, bugün genellikle ya silinip atılması gereken kötü bir miras, ya
da olayların gerisinde kalan ve bugünün gerçekliğinden kopuk, geçmiş bir çağa ait
bir olgu olarak kabul edilen Osmanlı İmparatorluğu, yönettiği bölgelerde insanların
davranış kalıplarını ve algılarını bile şekillendiren, politikadan, diplomasiye,
ekonomiden bürokrasiye, eğitimden dile ve dine kadar pek çok alanda derin bir miras
bırakmıştır. (Brown:2010, 18)
Todorova, Osmanlı’nın Balkan topraklarına miras olarak bıraktıklarından söz
ederken, günümüz Balkanlar stereotipinde hemen hemen her zaman bahsi geçenlerin
Osmanlı unsurları ya da Osmanlı olarak algılanan unsurlar olmasından yola çıkar. Bu
mirası sözde kurucu unsurlarına- dil, müzik, yemek, mimari, sanat, giysiler, idare
gelenekleri, siyasal kurumlar- bölmeye çalışan ve bunları genellikle “Doğu
unsurları” başlığıyla sınıflandırmaya çalışan yorumlara yazar pek itibar etmez.
(Todorova’ya göre bu yaklaşım, Osmanlı’yı, Hıristiyan Ortaçağ toplumlarına
7
(Bizanslı, Bulgar, Sırp, vs.) dayatılan, dinsel, toplumsal ve kurumsal açıdan yabancı
bir unsur olarak tanımlar.) Bu tür çabalarla Balkanlarda Osmanlı mirasını aramayı
anlamsız bulan Todorova’ya göre, Balkanların kendisi bir Osmanlı mirasıdır.
(Todorova; 2010, 324)
Osmanlı’yı Balkan toplulukları için yabancı bir unsur olarak tanımlayan
yaklaşımın temel argümanlarından biri, imparatorlukta hiç bir zaman toplumsal bir
bütünleşmenin görülmemesi gerçeğidir. Osmanlı İmparatorluğu’nun her şeyden önce
gayri müslimlerin tartışmasız biçimde geri planda kaldığı, katı bir dinsel hiyerarşiye
sahip bir İslam devleti olduğu tespitiyle, Todorova, bu argümana karşı çıkar. Evet,
imparatorlukta ortak bir Osmanlı toplumuna aidiyet duygusu bulunmadığı gibi,
kaynaşması asla mümkün olmayan ayrı gruplara aidiyet hissediliyordu. Yazara göre
bunun nedeni, Osmanlı’nın böyle bir bütünleşmeyi yaratma konusundaki
başarısızlığı değildi, XIX. yüzyıla kadar temelde milletler-üstü bir yapılanma olan
imparatorluğun böyle bir bütünleşmeyi zaten hedeflememiş olmasıydı. Güçlü
Ortaçağ unsurlara sahip bu imparatorlukta tek ortak kurum, bütün unsurları birbirine
bağlayan, ama bütünleştirmeyen güçlü bir bürokrasiydi. (Todorova; 2010, s.325)
Osmanlı mirasıyla yalnızca Türkiye Cumhuriyeti arasında organik bir bağ
kuran ve Balkan halklarıyla olan ilişkileri ayrı alanlar bakışaçısıyla açıklayan bu
miras yorumunun aksine, Osmanlı mirasını, Türk, İslam ve Bizans\Balkan
geleneklerinin karmaşık bir birleşimi olarak gören ikinci yorum ise organik bir
mirastan ve süreklilikten söz eder. Todorova, her iki yaklaşımın da açıklayabileceği
alanlardan söz ederek, her iki yorumun da Osmanlı dönemlerinden günümüze yan
yana var olmuş olduğunu söyler.
Osmanlı’nın Balkanlara bıraktığı mirası iki kategoriye ayırarak incelemeyi
tercih eden yazar, Osmanlı mirasını Balkan devletlerinin Osmanlı
İmparatorluğu’ndan resmen kopmasının ardından yaşanan tarihsel devamlılıkların
toplamı olarak inceleyen yaklaşımı benimser. Osmanlı mirasıyla ilgili temel sorunun,
süreklilik mi, kopuş mu olduğunu düşünen Todorova, eğer bir süreklilikse, olası
“nüfuz” alanları ya da süreklilikler nelerdir, diye sorar. (Todorova: 2010, 337)
8
Süreklilik avına siyasal alanla başlayan tarihçi, Osmanlı Devleti’nin vilayet
sınırlarının XIV. ve XV. yüzyıldaki çeşitli Balkan prensliklerinin sınırlarına çok
benzer şekilde çizilmiş olduğunu ve yer adlarının korunmasıyla beraber bu durumun
Osmanlı öncesi dönemden belirgin ama değişmez olmayan bir sürekliliği devam
ettirdiğini söyler. Todorovo’ya göre, bu, yerel Balkan, İslam ve Türk bileşenlerinin
karmaşık ürünü olarak Osmanlı mirasının mükemmel bir örneğidir. Bazı yerlerde
Osmanlı vilayet sınırlarının daha sonra devlet sınırlarına dönüşmesinin örneği olarak
Belgrad Paşalığı’nın Sırp ulus-devletinin çekirdeğini oluşturmasını gösterir.
(Todorova: 2010, 338) Osmanlı’nın sınırlar anlamında Balkanlara bıraktığı bu
siyasal miras, bazı ülkelerde on yıllarca devam ederken, bazılarında yüzyıla yakın bir
süre etkili olmuştur. Bu konuda Halil İnalcık’ın, Osmanlı döneminde paşalık olan
şehirlerin daha sonra kurulan Balkan ulus devletlerinin başkentleri olduğu şeklinde
bir tespiti vardır. (Brown; 2010, 35)
Osmanlı’yla Balkan ülkelerinin en erken ve en derin kopuş alanlarından biri
olan kültürel alandaki kopuş elit kültüründe yaşanmış, bölgenin toplumsal
hiyerarşisindeki en üst düzeyleri işgal eden Bosnalı Müslümanlar ve popüler kültür
ve gündelik yaşam alanları hariç, Osmanlı kültürü mimari eserlerini bölgede
bırakarak kısa bir süre içinde tamamen yokolmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlardaki en somut mirası ekonomik ve
toplumsal alanda olmuştur. Balkan toplumlarının hemen hepsinde doğrudan Osmanlı
mirası sayılabilecek üç temel ortak noktaya dikkat çeken Todorova, bunlardan
ilkinin, “merkeziyetçi devletten bağımsız bir biçimde gelişebilecek toprak sahibi bir
sınıfın engellenmesi nedeniyle “toprak sahipliğine dayanan bir soyluluğun
olmaması” olduğunu söyler. (Todorova; 2010, 342) İkinci karakteristik özellik ise
görece özgür bir köylülüğün varlığıdır ve bu durum, Todorova’ya göre, Balkanları
serfliğin ikinci doğuşu denen şeyden kurtarmıştır. (Todorova: 2010, 344) Todorova,
burada, daha sonra inceleyeceğimiz tarih ders kitaplarının Osmanlı’yla ilgili olumsuz
algılamalarının temel argümanlarından biri olan, köylülüğe dayanan tarımsal
ekonomi nedeniyle, Balkan ülkelerinin Avrupa’nın geçirdiği ekonomik gelişimi
yakalayamadıkları yönlü savların yanlışlığını ortaya koyar. Balkanlardaki tek istisna
9
olan ve köylülerini ikinci serflikten korumayıp, güçlü bir toprak soyluluğunu
alıkoymuş, hatta kentleri belirli bir ölçüde idari ve siyasi otonomiye ulaşmış olan
Romanya’nın Avrupa kapitalist gelişmesinin periferisinde aynı şekilde geri kalmış
olmasını örnek olarak verir. (Todorova: 2010, 345) Balkan devletlerinde ortak olan
Osmanlı mirasının diğer unsurları olarak ise Todorova, aristokrasinin olmayışı,
burjuvazinin zayıf oluşu ve güçlü bir merkeziyetçi devletin varlığını gösterir. Bu
özellikler, bugün de Balkan ülkelerinin temel niteliklerini kazandıran miraslardır.
Halil İnalcık, Carl Brown’ın çalışması Osmanlı Mirası’na yaptığı katkıda,
Todorova’nın değinmiş olduğu küçük çiftçiye dayanan (çift-hane sistemi) özgül
tarımsal-toplumsal yapının bütün Osmanlı toplumsal-siyasal yapısı için hayati
önemine değinir. (Brown; 2010, 36) Bu sistemin, yeni uluslar döneminde yapılan
toprak reformu sırasında devrimci değişiklikler yapılmasına gerek bırakmadığının
altını çizer.
İnalcık’a göre de, Osmanlı hinterlandındaki diğer bölgelerde olduğu gibi,
Balkanlara dair bir tarih çalışmasının Osmanlılara gönderme yapmadan yapılması
doyurucu olamaz. (Brown; 2010, 33) Osmanlı’nın dağılmasıyla ortaya çıkan
devletlerin hepsi Osmanlı geçmişinin etkisini taşır: Bu ülkelerin başkentleri Osmanlı
mimarisinin ve şehirciliğinin sayısız örneğini sunar. Dilleri Türk dilinden alınmış
binlerce sözcük ve deyimi barındırır. Popüler kültürleri, mutfakları ve yaşam
tarzlarının yanı sıra halklarının genel davranış tarzı da, geçmişlerindeki Osmanlı
yüzyıllarının ipuçlarını verir.
Osmanlı’nın Balkanlara bıraktığı en büyük miraslardan biri Castellan’a göre,
bir eksikle cemaatçiliktir. Bu eksiklik, Osmanlı’nın bu cemaatçiliğin siyaset dışı ve
zararsız olmasını sağlayan koruyuculuğudur. Castellan, cemaatçilik-milliyetçilik
ortak yaşamının bir parçası olan etnik akrabalık unsurunun Osmanlı yönetimi
sırasında gelişip güçlendiğini söyler.
Hatta Ortodoks Hıristiyanlık dinsel bağları, halkın rejime karşı duyduğu ortak sürekli bir
tatminsizlik duygusu ile birbirine bağlanmış olmaları nedeniyle değil, aksine Osmanlıların
halk arasındaki dinsel bağları en önemli ayırım olarak düşünmesi ve yönetsel sistemi
Hıristiyan ya da Müslüman dinsel cemaatçiliğinin serbestçe gelişmesini sağlamak üzere
10
oluşturması nedeniyle bölge Müslümanlarca yönetilirken güçlendi. Bu güçlü popüler
cemaatçilik günümüz Balkan yönetici gruplarının meşruiyet ve iktidarları için yaslandıkları
bir Osmanlı mirası olarak devam eder. (Castellan: 1995, 20-21)
Osmanlı mirasının toplumsal alanda en önemli etkisi olan demografi
konusuna gelecek olursak; yüzyıllarca süren uzun dönemli bir gelişme olmakla
kalmayıp etkileri bugün de sürmekte olan bu önemli miras, Balkan tarih yazımında
sıkça başvurulan “zorla İslamlaştırma” izahına karşı tarihsel gerçekleri ortaya koyma
bakımından elverişli bir geçiş imkânı sağlayacaktır.
Çoğu tarihçi, Balkanlardaki toplumların İslam’la ilk temasını Osmanlı
İmparatorluğu’nun bu bölgeleri ele geçirmesinden yaklaşık 3–4 asır önceye kadar
götürür. Araplar ve güney Slavlar ilk defa sekizinci yüzyılda karşı karşıya
gelmişlerdir. İlk tanışmanın ardından gerçek anlamda İslam’ın Balkanlarda
duyulmasını Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgeye yönelik askeri seferleriyle
başlatırlar. Bu topraklarda yaşayan kavimlerin, özellikle Slavların, Osmanlı
Türklerinin gelişinden çok önce bu dinden haberdar oldukları, etkilendikleri ve
bazılarının bu dini kabul ettikleri söylenir.
Noel Malcolm da, Bosna’nın İslam’la tanışmasının XV. yüzyılda Türklerin
bölgeye girişinden önce olduğunu söyler. “IX. yüzyılda Girit, Sicilya, İtalya ve
İspanya’da Arapların İslami bir yönetim kurması sonucu Müslüman tüccar ve
denizciler Dalmaçya kıyılarına inmiş olmalı.” (Malcolm: 2002, 51)
Yazar, 1468 tarihli Osmanlı defterlerinden Bosna’da İslam’a geçişleri takip
eder: Defter kayıtları, İslamlaşma sürecinin Osmanlı işgalinden sonraki bir kaç yıl
içinde doğu ve orta Bosna bölgesinde 37.125 kişinin Hıristiyan, 332 kişinin ise
Müslüman olduğunu yazar. Defterleri ilk inceleyen Nedim Filipoviç, İslamlaşma’nın
Hersek bölgesinde, 1440’lardan beri Türklerin elinde olan Saraybosna civarından
daha yavaş yürüdüğünü tespit eder. 1485 yılına ait bir defterin incelenmesi sürecin
dikkate değer ölçüde hızlandığını gösterir. 30.552 Hıristiyan aile, 2491 Hıristiyan
bekâr veya dul ve 4134 Müslüman aile ve 1064 Müslüman bekâr. 1520 yılına ait bir
defterde ise rakamlar şöyledir: 98.095 Hıristiyan, 84.675 Müslüman. Bu dönemde
11
ülkeye dışarıdan Müslüman nüfus akışı olmadığı bilindiğine göre, bu rakam
tamamen Bosnalı Hıristiyanların İslam’a dönüşünü ifade eder. (Malcolm: 2002, 53)
İslamlaşma süreci Hersek bölgesinde daha yavaş ilerler. 1509 yılında
Hersek’te yaşayan bir Ortodoks keşiş pek çok Ortodoks’un gönüllü olarak İslam’ı
kabul ettiğini yazar. Kuzey ve kuzeydoğu Bosna bölgeleri Macaristan tarafından
işgal edildikçe İslamlaşma süreci yavaşlar. 1520’de fetih tamamlanınca İslamlaşma
süreci biraz daha hızlanır. Fransisken tarihçi Baba Mandiç, 1516-24 tarihleri arasında
ilk defa İslam’ı kabul etmeleri için Katoliklere baskı uygulandığını yazarken, Adem
Hanziç, bu iddiaya katılmaz ve bu tarihlerde bölgeden bir Katolik göçü olduğunu ve
Katolik Kiliselerine uzak yerleşim yerlerindeki Katoliklerin İslam’ı daha kolay kabul
ettiklerini ifade eder. (Malcolm: 2002, 53) İslam’ı kabul konusunda en çok direnen
yerlerden biri nüfusun çoğunluğunu Katolik Almanların ve Ragusanların oluşturduğu
Srebrenica’dır. Şehirler kırsal bölgelerden daha kolay ve çabuk İslam’a geçiş yapar.
XVI. yüzyıl sonları ve XVII. yüzyıl başlarında Bosna nüfusunun büyük bir
çoğunluğu Müslüman olmuştur. Malcolm, 150 yıl süren bu sürece bakılarak ve tüm
bu verilerden yola çıkılarak Bosna’nın Müslümanlaştırılmasıyla ilgili üretilen
mitlerin reddedilmesi gerektiğini söyler. Çünkü süreç çok yavaş ilerlemiş ve bir kaç
nesil gerektirmiştir. Diğer taraftan, Bosna’ya dışarıdan Müslüman nüfus getirildiğine
dair yazılanların da gözardı edilmemesi gerektiğini de ekler. (Malcolm: 2002, 54)
Malcolm, son derece haklı olarak, “Neden İslam’ı kabul ettiğini
sorabileceğimiz birileri olmadığına göre, Katolik keşişin insanların gönüllü bir
şekilde İslam’a geçtikleri şeklindeki ifadesinden yola çıkarak yorumlar yapmak
zorundayız.” der. Diğer taraftan, defterler, İslam’ı kabul etmeyen Hıristiyanlarla ilgili
hiç de rahatsız olmayan bir muamelenin olduğunu gösterir. İnsanlar Müslüman olup
İslami isimler aldıktan sonra bile Hıristiyan aileleriyle beraber yaşamaları normal
karşılanır. İlk defterlerde “Ferhad, Ivan’ın oğlu, Hasan, Mihailo’nun oğlu” şeklinde
pek çok ibare bulunduğunu belirten Malcolm, daha sonra bu isimlerin soyisim olarak
devam ettirildiğini belirtir. Baba Müslüman olsa dahi kendi yerel dillerindeki isimler
soyisim olarak alınır: “Hasanoviç, Sulejmanoviç gibi” (Malcolm: 2002, 55)
12
Osmanlı, Bosna’yı fethettiği sırada ülke topraklarında var olan iki ayrı
kiliseden Ortodoks Kilisesi’ni Avusturya ordusunun kilisesi olan Katolik Kilisesi’ne
tercih eder. Osmanlı fetihleri sırasında tüm Bosna bölgesinde Osmanlı’ya direnecek
bir Ortodoks nüfusun olmaması bu tercihin bir nedeni olabilir. “Esasında Osmanlı,
Ortodoks Kilisesi’ni bir kurum olarak kabul eder ve Ortodoks nüfusun tüm Bosna’ya
yayılması Osmanlı politikalarının bir sonucudur. Diğer taraftan, faaliyetlerine devam
etmesine izin verilmesine rağmen, Osmanlı, Katolik Kilisesi’ne şüpheyle
bakmaktadır.” (Malcolm: 2002, 55)
Malcolm, Bosna’daki İslamlaşma süreciyle ilgili, Bogomil olarak kabul
edilen Bosna Kilisesi’nin tüm üyelerinin, İslam’ın özellikle tasavvuf yorumunu kendi
inançlarına çok yakın bularak toplu halde İslam’a geçtikleri şeklindeki teoriyi fazla
popüler bulur. O’na göre, Bogomil Kilisesi daha Türk fetihleri başlamadan önce
geçersiz hale gelmiştir. Dolayısıyla, özellikle Müslüman tarihçilerin çok itibar
ettikleri bu teori geçerli gibi görünmmektedir. (Malcolm: 1995, 57) Castellan da aynı
fikirdedir; Bogomillerin Bosna’daki İslamlaşmaya katkılarıyla ilgili tarihçiler
arasında sert tartışmalar yaşandığını ifade eden tarihçi, erken dönemlerden birincil
kaynak niteliğinde yeterince belge olmadığı için birçok şeyin modern tarihçilerin
hayal güçlerine kaldığını söyler. (Castellan; 2002, 285)
Osmanlı fetihleri başladığı sırada Bosna’nın bazı bölgelerinde (Hersek’te ve
Doğu Bosna’nın Sırbistan sınırlarında) rekabet içinde olan ve hiç bir zaman devlet
tarafından desteklenmeyen çoğu yerleşim yerlerinden bir hayli uzakta bulunan farklı
kiliseler (Bosna’da Bosna Kilisesi ve Katolik Kilisesi bulunuyordu.) Bosna’da
İslam’ın başarılı olmasını yeterince açıklamaktadır:
Hıristiyanlığın, Bosna’nın birçok bölgesinde Kilise örgütlenmesine sahip olmadığını
düşünürsek, İslam’a geçiş psikolojisini daha iyi bir şekilde anlayabiliriz. Kaldı ki, halk
Hıristiyanlığından halk İslamına geçmek gündelik hayat pratiklerinde ve alışkanlıklarda çok
fazla bir değişiklik gerektirmiyor ve geçişler yumuşak bir biçimde yaşanıyordu. Öte yandan,
muska taşımak, nazar boncuğu takmak gibi çok benzer pagan uygulamaların olması da bu
geçişi kolaylaştıran unsurlardan bazıları olmuştur. (Malcolm: 2002, 59)
13
Bosna’da İslamlaşma süreciyle ilgili hala inanılan ve 1930’lu yıllarda
tarihçiler tarafından çürütülen yanlış teorilerden biri de, Türklerin Bosna’yı
fethettikleri zaman, Hıristiyan soylularının tamamının, mülklerini koruyabilmek
amacıyla İslam’a geçtikleri şeklindedir. Bu teoriye göre, Hıristiyan soyluları
topraklarını başka türlü koruyamayacakları için İslam’ı kabul etmişlerdi. Mülklerini
ve zenginliklerini garanti altına alan bu yeni inanç, onları her türlü vergiden
kurtarıyor, çalışmadan ve çaba harcamadan büyük lordlar gibi yaşama uğruna her
türlü “kötülük ve ahlaksızlığa bulaşma” yetkisi veriyordu. 1851 yılında Slav
milliyetçisi Ivan Franjo Jukiç tarafından “Slavoljub Boşnjak” takma adıyla yazılan
Bosna tarihi kitabında ileri sürülen bu teoriyi 1930’larda tarihçi Vaso Çubriloviç,
Bosnalı toprak sahiplerinin az bir kısmının sipahi olarak mülklerini elinde tuttuğunu,
ama aslında böyle yapmak için Müslüman olmak zorunda olmadıklarını yazarak
çürütmüştür. (Malcolm: 2002,63) Kaldı ki, tımar mülküne dönüştürülmüş toprağın
sahibi bir soylu, Osmanlı tımar sistemine göre yılın büyük bir kısmını asker olarak
aktif hizmetlerde geçirmek zorundaydı. Ancak, ne yazık ki, hiç bir sosyal gerçekliğe
sahip olmayan bu teori de, İslamlaşma süreciyle ilgili benzer birçok teoriyle beraber
Balkanlar tarih yazımında ve okullarda okutulan ders kitaplarında başköşeyi
almaktadır.
Malcolm, Bosna halkının ekonomik ve sosyal durumlarını iyileştirmek için
İslam’ı kabul ettikleri şeklindeki genel düşünceyi, fazlasıyla genel bularak
reddetmenin güç olduğunu söyler. Fakat bu ekonomik motivasyonun
gayrimüslimlere uygulanan vergiler olan cizye ve haraçtan kaçmak gibi tek bir
konuya indirgenemeyeceğini ifade eder. Devamında şunlar belirtmektedir:
Özellikle savaş zamanlarında vergi yükünün Müslümanlara kadar genişletilebildiğini
düşünülürse, vergiden kaçmak için İslam’ı kabul etmek gibi bir açıklama kabul edilemez
görünüyor. Kaldı ki, Müslümanların da ödemesi gereken zekâtları vardı. Üstelik Müslümanlar
savaş zamanında ya şehir milislerine ya da sipahilere katılmak üzere askere
çağrılabiliyorlardı, ama Hıristiyanların böyle bir zorunluluğu yoktu.(Malcolm: 2002, 65)
Halkın zengin olmak için İslam’ı kabul ettiği teorisini de eleştiren Malcolm,
Hıristiyanlığı hiç bir zaman terketmemiş çok sayıda Yunanlı, Ulah ve Ermeni
tüccarları örnek gösterir. (Malcolm: 2002, 66)
14
Kölelik ve Müslüman şehirlerin büyüklüğü gibi faktörler de İslam’ın
Bosna’da hızla yayılmasını etkileyen faktörlerden ikisi olmuştur. Savaş
meydanlarında ele geçirilen ve sadece düşman askerlerinden oluşmayıp, yerel halkın
da içinde bulunduğu köleler arasında Müslüman olanların özgür bırakılması da
Bosna’da İslamlaşma sürecine önemli bir sayı sağlamıştır. “Örneğin, 1494’te
Hırvatistan’dan 7000, 1526 yılında ise Macaristan ve Slovenya’dan 200.000 köle
getirilmişti. 1528’de bu şekilde Müslüman olup özgürleşen köleler Saraybosna
nüfusunun %8’ini oluşturuyordu.”(Malcolm: 2002, 66)
Bosna’nın İslamlaşmasında rol oynayan faktörlerden biri de, Bosna sınırları
dışında yaşayan önceden Müslüman olmuş Slavların ülkeye yerleşmesi oldu. İlk
yıllarda Sırbistan, Makedonya ve Bulgaristan’dan Müslüman olmuş Slav sipahiler
Bosna’ya yerleştikleri gibi, XVII. yüzyılın sonlarında Osmanlı’nın Dalmaçya,
Hırvatistan, Slovenya ve Macaristan’dan çekilmesiyle beraber, bu ülkelerden
Bosna’ya çok sayıda Müslüman göçü yaşanmıştır. (Malcolm: 2002, 69)
Kitleler halinde din değiştirme olgusunun tarihçilerin muhayyilelerinin bir
ürünü olduğuna inanan tarihçilerden biri olan Castellan, dini ideolojiler üzerine
kurulmuş da olsa Osmanlı istilalarının din değişikliğini beraberinde getirmediğini,
“mezhep sapkınlığıyla kemirilmiş” Bosna dışında böyle bir olguya rastlanmadığını
ifade eder. “Ancak çok sonraları, XVII. yüzyılda Arnavutluk, Makedonya ve
Bulgaristan’da birçok karmaşık değişimler sonucunda Müslüman toplumların
geliştiği gözlemlenmektedir. Dobruca, Makedonya ve Kuzey Bulgaristan’a
yerleştrilen Doğu Trakya’nın eski çekirdek yapısını oluşturmuş Anadolu kolonileri
olan bu Türkler, Müslümandılar.” Ancak, aynı zamanda, şu ya da bu nedenle,
gönüllü din değiştirmeler de oluyordu; örneğin, Rodoplu Pomaklar, Makedonyalı
Slavlar, Kosovalı Arnavutlar, gezginler tarafından Türk olarak kabul edilmişti ve
“bağımsızlık savaşları” zamanında Hıristiyan halk bu Türk denilen nüfusu katliamlar
ve zorunlu göçlerle yok etmeye çalışmış, onlara karşı acımasız davranmışlardı.
(Castellan: 1995, 57-58). Bütün Müslümanların XIX. yüzyılda Türk olarak
tanımlanmasının yanı sıra, bölge Müslümanları söz konusu olduğu zaman etnik
15
kimlikle dini kimliğin iç içe geçtiği, birbirinin yerine kullanılabildiği ve bu
kullanımın günümüzde hala devam ettiği bilinen bir gerçektir.
Fikret Adanır ve Suraiya Faroqhi, Osmanlı tarihyazımı çalışmalarıyla ilgili
derleme kitapları Osmanlı ve Balkanlar, Bir tarihyazımı tartışmasında, Bosna’daki
en erken dönem Müslüman varlığının askeri nitelikte olduğunu söylerler. Miloko
Filipovic’in, Fatih Sultan Mehmet’in Bosna’da 12.000 asker bıraktığına dair, Visoko
yakınlarından kaydettiği bir halk efsanesini aktarırlar. Askeri nitelikte bir İslam’ın
bölgede varlığı, Osmanlılar Bosna Seferleri’ni gerçekleştirdiklerinde, Balkan halkları
için İslam’ın tamamen yabancı bir öge olmamasına ve kabulünün de aynı nispette
kolaylaşmasına katkı sunması bakımından önemlidir. (Adanır, Faroqhi: 2011, 285)
Müslümanlığı seçenlerin aileleriyle birlikte yaşamaya devam ederken bazı
Müslüman erkeklerin eşlerinin Hıristiyan inançlarına sadık kalabilmesi gibi
esneklikler bu kabulü kolaylaştıran etkenler olmuştur. (Adanır, Faroqhi: 2011, 336)
Adanır ve Faroqhi de özellikle Boşnakların İslamlaşmasının nedenleri üzerine
dururlar ve Müslüman tarihçilerin memnuniyetle karşıladıkları argüman olan
Bogomilizmle İslam arasında geçişleri kolaylaştıracak yakınlık ve benzerliklerin
bulunduğu tezini incelemeye koyulurlar. 1940’lı yılların sonlarında Aleksander
Solovjev’in, birincil kaynaklardan yaptığı incelemelerle, XIII. ve XVI. yüzyıllar
arasında Bosna Kilisesi’nin Bogomil olduğu ve böylece Katolik ve Ortodoks
teolojisinin söz konusu olduğu yerde heretik olduğu ve bu heretizmin İslam’a geçişi
kolaylaştırdığı şeklindeki açıklamaları Müslümanların hoşlarına gider. Ancak çok
sayıda Balkan tarihçisi bu teze şiddetle karşı çıkan argümanlar ileri sürmüş ve
sonunda tarihçiler Bogomilizm kuramını büyük ölçüde terketmiştir. (Adanır,
Faroqhi: 2011, 335)
XIII. yüzyılın ikinci yarısında İslam’ı Balkanlara yaymak için çıkan Sarı
Saltuk gibi kolonizatör Türk derviş tarikatlarının bölgenin İslamlaşmasında oynadığı
rol konusunda önemli kanıtlar olduğunu söyleyen yazarlar, İslamlaşma sürecinde
derviş Şeyh Bedreddin’in hümanizmini yorumlayan Nedim Filipoviç’in, tüm dinlerin
eşit olduğunu savunan İslam mistisizminin, çeşitli inançlar ve kiliseler arasında
oturmuş sınırları sarsmasına yaptığı vurguyu aktarırlar. (Adanır, Faroqhi: 2011, 338)
16
Osmanlı mirası üzerine yazan tarihçilerin birbiriyle çatışır nitelikte hem fikir
oldukları konu olan Osmanlı’nın Balkanlardaki demografi mirası, hem XIX. yüzyılın
siyasi ve toplumsal hareketlenmelerinde, hem de bölgede yaşanan son savaşlarda
sıkça gündeme gelen bir konu oldu. Bu demografik değişimde, Türk tarihçilerinin
iddia ettiği gibi, bölgeye Anadolu’dan yerleştirilen Müslümanların mı, yoksa Balkan
tarihçilerinin savunduğu gibi bölge halkının “zorla” Müslümanlaştırılmasının mı
daha büyük payı olduğu tartışmaları günümüzde de devam etmektedir. Todorova gibi
tarihçiler, Osmanlı’nın uyruğundaki gayri Müslim halkları, İslamı kabul etmeye
zorlamadığına inanır:
...İhtidalar Osmanlı fetihlerinin hemen ardından başlamış, XIX. yüzyıla kadar devam etmiştir,
ama kritik dönem XVII. yüzyılda yaşanmıştır. Zorla din değiştirme örnekleri olmakla birlikte,
çoğunluk, hüsn-i tabirle gönüllü denen, zora dayalı olmayan din değiştirmeler kategorisine
girmektedir: Bu din değiştirmeler idari baskının değil, dolaylı ekonomik ve sosyal baskıların
sonucudur. Esas olarak ayrı bir sosyal yeniden kategorizasyona kavuşma arzusuyla yapılan
ihtidalar, sonunda bir tür bütünleşme olanağı yaratmıştır. (Todorova: 2010, 330)
Osmanlılarıın oluşturduğu siyasal sistemlerin dinsel azınlıkları Avrupa’ya
kıyasla çok daha fazla kabul ettiklerini ve onlara devlet içinde yükselme olanağı
tanıdığını söyleyen Todorova gibi tarihçiler, bu imparatorluğun Müslüman ve Türk
olmayan uyruklarının kültürel bütünlüğünü tehdit ettiğini söylemenin zorlama bir
yorum olacağını düşünür. Todorova’ya göre, Osmanlı millet sistemi sonraları ulus-
devletlere dönüşecek olan bu ön-ulusların varlıklarını sürdürmesini sağlamıştır.
Todorova’nın “devamlılık olarak Osmanlı mirası” adını verdiği sosyal,
kültürel, siyasal ve demografi alanındaki Osmanlı etkilerinin yanı sıra, geçmişe
yönelik algılamalarla geçmişin bilinçli veya bilinçsiz olarak yeniden kurulduğu,
devleti meşrulaştırma ve geçerli kimlik arayışlarının merkezinde duran “algılama
olarak Osmanlı mirası” dediği şey, muhtemelen farklı Balkan ülkelerinin egemen
söylemlerindeki en ortak ve benzer nitelik olarak ortaya çıkar. Bu nitelikteki bir
“Osmanlı mirası algılamaları, kuşaklar boyu, politikacıların yanı sıra tarihçiler,
yazarlar, şairler, gazeteciler ve öteki entelektüeller tarafından da biçimlendirilir ve
yeniden üretilir. (Todorova: 2010, 361)
17
Aşağıdaki bölümde genel çerçevesi çizilen Eski Yugoslavya’dan ayrılan
devletlerin tarih ders kitaplarında Osmanlı/Türk/Müslüman algısı, Balkanlardaki bu
Osmanlı siyasi, iktisadi, dini ve kültürel miras üzerine inşa edilmiştir.
18
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
İMAJLAR VE DERS KİTAPLARI ARASINDAKİ İLİŞKİNİN
İNCELENMESİ
Tarihin kendisi ve tarih yazımı bir “inanç” alanıdır. Hele de birincil
kaynaklara ulaşamadığınız tarihsel dönemler hakkında yazıyorsanız, hayal gücünüzü
kullanmaya çok ihtiyacınız var demektir. Geçmişe atfedilen herhangi bir olayın öyle
olduğuna veya olmadığına inanmak veya inanmamak gibi bir serbestiye sahip
olursunuz ve hangisini kanıtlamaya karar verirseniz, onu kanıtlayacak yeterli belgeye
ulaşmanız hiç zor olmayacaktır. Aslında yapılan şey, geçmişi anlatmaktan çok,
geleceği kurgulamaktır. Bunu yapmak içinde tarihî bazı olaylar duruma göre
istenildiği gibi manipüle edilebilmekte; duruma göre farklı bir şekilde kurgulana
bilmektedir.
Halil İnalcık tarihyazımıyla ilgili bu olguya işaret ederek, tarih yazmanın
kaçınılmaz kaderini şöyle dile getirmektedir:
“Bir milletin veya devletin tarihi yazılırken dünya kamuoyunda yerleşmiş belli bir imaj,
dostluk ve düşmanlık, siyasi ideolojiler yeni kültür yönelişleri gerçeği saptırır, abartır veya
karalar. Bu kaçınılmaz bir alınyazısıdır. Osmanlı tarihi bu bakımdan en çok saptırılmış, tek
yanlı yazılmış bir tarihtir.” (İnalcık: 1999, 36)
Tek başına böylesine yanlış anlama ve algılamaların, saptırmaların, karalama
ve abartmaların “kaçınılmaz” alanı olan tarih yazımı, Balkanlar’ı ve Osmanlı’yı, hele
de “ Balkan bağlamında İslam’ı ele alma” söz konusu olduğu zaman, Adanır ve
Faroqhi’nin deyimiyle, “patlayıcı bir maddeyi, XX. yüzyılın sonunda Güneydoğu
Avrupa’yı şiddetli çatışmalara sürükleyen bir konuyu ele almak” anlamına gelir.
Adanır ve Faroqhi’nin Osmanlı tarih yazımı çalışmalarıyla ilgili derleme
kitapları Osmanlı ve Balkanlar: Bir Tarihyazımı Tartışması’nda, bu konunun
zorluğuyla ilgili şunları söyler:
Hem göç yoluyla hem de yerel halkın bir kesiminin din değiştirmesi yoluyla İslam’ın
Balkanlarda yayılmasını Balkan tarihçilerinin çoğu sakince kabul edip tarafsızca incelemeyi
19
başaramadı. Balkanlardaki Müslüman topluluklar hakkında negatif stereotipler oluştu ve ders
kitapları-ama aynı zamanda akademik araştırmalar- yoluyla bu basitleştirici nosyonlar
kuşaktan kuşağa geçti. Bunun da ötesinde, bu stereotipler o kadar yaygındı ki, Hıristiyan veya
Hıristiyan sonrası Balkan nüfusunun çoğunun Müslüman komşularına karşı eylemde
bulunmaları için harekete geçmelerini kolaylaştırdılar. Bulgar bağlamında ilk olarak, 1985-89
yılları arasındaki utanç verici yeniden canlandırma hareketi akla gelir ve daha da yeni tarihli
olarak Bosna’daki savaşın dehşeti. “(Adanır, Faroqhi: 2011, 305-308)
Bununla alakalı ilginç bir anekdotu Halil İnalcık zikretmektedir. İnalcık, bir
Balkan tarihçisine “Siz Osmanlı hakkında olumlu hiçbir şey yazamazsınız, çünkü o
zaman devlete ve millete hıyanet sayılır.” dediği zaman aldığı karşılığın “Ama
gerçek o değil midir?” olduğunu- muhtemelen hayretler içinde- aktarır. (İnalcık;
1999, 36)
Todorova’ya ait “devamlılık olarak Osmanlı mirası” unsurlarından yukarıda
bahsedilmişti. Ona göre, demografi ve popüler kültür hariç, Balkan ülkelerinin
siyasal bağımsızlıklarının ardından neredeyse bütün alanlarda bu miras unsurlarından
kopuş gerçekleştirilmiş ve daha sonraki dönemlerde bu miras algılama alanına
geçmiştir. Tarih yazımı eserleri, ders kitapları, edebiyat ürünleri, gazetecilerin
yazdıkları ve sanat eserleri aracılığıyla tabi tutulan inşa eyleminin sonucunda
yaratılan algı ve stereotipler, bugünkü toplumsal düzenlemelerin yapılmasında
merkezi bir rol oynar, devletin meşrulaştırılmasında ve ulusal bir kimlik arayışında
son derece elverişli ve kullanışlı bir zemin sağlar. (Todorova: 2010, 361)
Osmanlı’ya dair algılama alanına geçen bu miras nedir? Nasıl ve kimler
tarafından üretilmiştir? Ne tür stereotipler ve “öteki” algısı yaratmıştır ve
yaratmaktadır? Çalışmamızın ağırlığını teşkil eden bu soruların cevapları öncelikle
genel olarak Balkan örneğinde özel olarak ise Bosna-Hersek örneğinde aranacaktır.
20
3.1 Algılama, Stereotipleştirme ve Balkanların Ötekisi
İnsanoğlunu ‘etrafındaki dünyayı etiketlemeden ve bildik kalıplar içine sokup
kategorize etmeden” neden rahat edemediğinin cevabı henüz bulunamadı ve
mütevazı amacı genelde Balkanlarda, özelde de Bosna-Hersek’te Osmanlı’ya dair
stereotiplerin, imge ve algıların bu ülkelerde okutulan tarih ders kitaplarında izini
sürmek olan bu araştırmanın kapsamı dışında kalmaktadır. Ancak, adlandırarak
kendine güvenli bir varoluş alanı oluşturma ve kendini dolayısıyla tanımlayabileceği
bir “öteki “ yaratma gibi köklü bir arzunun, bu çalışmanın açığa çıkarmayı
hedeflediği anlama ve adlandırma, tanıma ve tanımlama, kimlik oluşturma ve
“öteki”ni yaratma eylemlerinin en derininde yatan psikolojik süreçler olması
bakımından değinilmeyi hak etmektedir. Bu kapsamda, bu çalışma boyunca bize
eşlik edecek olan imge, imaj, algı ve stereotip kavramlarının ne anlama geldiklerine
kısaca değinmek faydalı olacaktır.
Latince imago kelimesinden türemiş olan imaj kavramı, etimolojik açıdan
görüntü, resim, inşa/kurgu ya da tasavvur anlamlarına gelir. İmaj kelimesinin
karşılığını imge olarak veren Türk Dil Kurumu Sözlüğü (TDKS), İmgeyi şöyle
tanımlamaktadır: Zihinde tasarlanan ve gerçekleşmesi özlenen şey, hayal, hülya,
genel görünüş, izlenim, imaj, duyu organlarının dıştan algıladığı bir nesnenin bilince
yansıyan benzeri, hayal, duyularla algılanan, bir uyaran söz konusu olmaksızın
bilinçte beliren nesne ve olaylar, hayal, imaj. Sözlük, imge ile imajı eşanlamlı
sözcükler olarak vermektedir.
Bu çalışmada da imge eşittir imaj olarak kullanılmakta ve John Berger’in
Görme Biçimleri adlı kitabındaki imge tanımlamasına yakın bir anlam
kastedilmektedir. Berger’e göre, tüm imgeler insan yapısıdır ve “yeniden yaratılmış,
yeniden üretilmiş görünümlerdir.” İlk kez ortaya çıktığı yerden ve zamandan kopmuş
ve saklanmış bir görünüm ya da görünümler düzenidir. Her imgede bir görme biçimi
yatar. Sınırsız seçenekler arasından belli bir görünümü seçer ve saklarız. Her imgede
bir görme biçimi yatsa da bir imgeyi algılayışımız ya da değerlendirişimiz görme
biçimimize yakından bağlıdır. TDKS’nün tanımına geri dönersek; nesne ve olayların
bir uyaran söz konusu olmaksızın bilinçte belirmesi, imgenin canlandırdığı şeyden
21
daha kalıcı olduğu anlamına gelir. Berger’in deyimiyle, başlangıçta orada
bulunmayan şeyleri gözde canlandırmak amacıyla yapılan imgeler, zamanla o şeyin
yerine geçer. Zihinde canlandırma eylemi ise, aslında bir yeniden inşa eylemidir.
(Berger: 1988, 10)
Tek bir cümleyle ifade edecek olursak imaj kavramı, “belirli bir olaya,
olguya, bölgeye ilişkin yapılandırılmış ve genelleştirilmiş tasavvurlar, zihinsel
imgelerdir.” (Gökçe: 2011, 44)
Algı ise TDKS tarafından bir şeye dikkati yönelterek o şeyin bilincine varma,
idrak olarak tanımlanır. Kelimenin(Perception) İngilizce sözlüklerdeki karşılığı
anlama, anlayış, duyumsama, duyuş, farketme, feraset, his, idraktir. Bir çeşit zihinsel
yeti olarak tanımlanan algı kavramı, görme, duyma, dokunma gibi fizyolojik yetilerle
aynı anlamda kullanılır. Anlamlandırma veya inşa gibi zihinsel ve psikolojik yan
süreçler hesaba katılmaz. Bu çalışma ise, Berger’in sınırsız seçenekler arasından belli
bir görünümü seçip sakladığımız tespitinden hareketle, algı eylemlerimizin de şu ya
da bu biçimde tasarım ve inşa eylemiyle ilişki içinde bilinçli bir süreç olduğunu
varsaymaktadır.
Genelde olumsuz çağrışımlara sahip stereotip kavramına gelince; kelime,
katı, sıkı, sert anlamına gelen Yunanca stereos ve biçim, şekil, nitelik, model
anlamına gelen typos kelimelerinin birleşiminden oluşur. Teknik anlamını
basımcılıkta, matris kâğıdı kullanarak formaları, klişeleri ve metinleri çoğaltmaya
yarayan yöntem olarak veren TDKS, stereotip kavramını sosyal bir grubun içinde
olan ve içinde bulunduğu grubu en iyi temsil eden özellikleri taşıyan, örnek
gösterilebilecek kişi şeklinde tanımlamakta. Sıfat olarak ise basmakalıp düşünce
şeklinde bir tanımlama getirilir. Tureng’e göre stereotype fiili basmakalıp bir
kategoriye sokmak, kalıba sokmak, saptamak, tutturmak. İsim anlamı ise; şablon,
klişe, basmakalıp örnek.
Stereotip kavramını bilimsel literatüre kazandıran kişi olan Walter Lippman,
kelimeye, sözlüklerin verdiği olumlu anlamı atfetmez. Lippmann’a göre stereotipler,
tek taraflı, şematik, zihinlerdeki resimlerdir. (Gökçe: 2011, 47) Lippmann’ın
22
tanımlamasındaki ‘tek taraflı’ ifadesi kavrama atfettiği olumsuz anlama dair yeterli
ipucu vermektedir.
Değişik sosyalbilimciler ve dilbilimciler tarafından tanımlanırken anlamsal
açıdan yeni boyutlar kazanan stereotip kavramının öne çıkan niteliklerinden biri,
gruplara yönelik değerlendirme ve yargılar olmasıdır. Toplumsal hafızada yerleşmiş,
basitleştirici, genelleştirici, değerlendirici nitelikteki hatalı düşüncelerdir. Genelde
deneyime dayanarak oluşmadığı ve dolayısıyla mantıklı bir çıkarıma dayanmadığı
düşünülmektedir. Normale ve beklentiye aykırı düşen tipik özellikler ile
ilişkilendirilir. Aşırı değer ve duygu yüklü tasavvurun sözlü ifadesidir. Öznel bir
düşünce biçimi olan stereotipik düşünce, genelde duygusal süreçlere dayanan
olumsuz düşüncedir. Bu nedenle de, sabit, katı ve değişime dirençlidir. Kişisel
deneyimden bağımsız olarak sosyal ortamlarda oluşan stereotipler, ağitim, aile,
medya aracılığıyla nesilden nesile aktarılırlar. (Gökçe: 2011, 48) Gerçeklerle çok az
örtüşürler veya hiç örtüşmezler. Abartı ve karikatürleştiricidirler. Bireysellikleri yok
sayar, genelleştirirler. (Türkler, Osmanlılar, Müslümanlar, Hıristiyanlar, Zenciler,
Almanlar gibi.)
Genelde olumsuz değer yargıları içeren stereotiplerin yaygın kullanımda
olması, kavramın kendisine de olumsuz bir görünüm kazandırmaktadır. Halbuki
İskandinav kızları güzeldir yargısı bir stereotiptir ve olumlu bir anlama sahiptir. Bu
anlamda, bütün stereotiplerin olumsuz anlama sahip olduğunu söylemek, bir başka
stereotip oluşturmaktır.
Stereotip kavramının tüm anlamlarını süzgeçten geçiren Quasthoff, 1973
yılında şöyle bir tanım yapmıştır:
Stereotip, bir sosyal gruba ya da onun bir üyesine yönelik yaygın bir inancın sözel ifadesidir.
Mantıksal açıdan bir yargı niteliği taşıyan stereotip haksız, basitleştirilmiş ve genelleştirilmiş
şekilde duygusal değerlendirici eğilimle bir sosyal gruba ya da onun üyesi bireylere belirli
nitelikler atfetmektedir. (Gökçe: 2011, 49)
Basitleştirici, genelleştirici ve ötekileştirici doğasıyla stereotip,
ideolojik söylemlere eşi bulunmaz bir malzeme bunar. 1996 yılında yazdığı İdeoloji
23
adlı kitabında Terry Eagleton, “İnsanların, birbirlerini, zaman zaman, tanrı ya da
böcek katına koymalarına yol açan şey ideolojidir.” der. Her iki durumda da,
kendimizin dışındaki varlık “ötekidir” (Eagleton: 1996, 14)
Avrupa’nın, XV. yüzyıldan itibaren gezginleri aracılığıyla Balkanları keşfini,
ardından icadını sonra da sınıflandırmasını anlatırken Todorova, haklı olarak,
“Etrafımızdaki dünyayı gruplandırdığımız kategorilerin inşa veya icat edilmiş” bir
nitelik taşıdığı “çevrede mevcut olmadıkları” açıktır.” der. (Todorova: 2010, 238)
Algılarken açıklık ve kesinliğe duyduğumuz ihtiyaçla, Bartlett’in deyimiyle
“şemalar”, Schutz’un “reçeteler”, Marleau-Ponty’nin “formlar” dediği örüntülere
başvururuz. Bu örüntüler, Eagleton’ın “ideoloji” olarak tanımladığı ve insanları
böcek ya da Tanrı katına koymamıza neden olan kendi “icat”larımızdır. Asla,
“kendisi” değildir, bir şeyin ya da kişinin zihinlerimizdeki tasvirleridir.
Keşif ve icat süreçlerinin birbirinden ayrılmaz niteliğine vurgu yapan
Todorova, önyargı ve kurgulardan bağımsız bir tasvir kategorisinin olmadığını şu
sözlerle dile getirir: “Özü itibariyle tasvir edici” hiç bir kategori olmadığını, tasvir
etmenin “bir anlam gezeneği (“locus”) belirlemek, bir bilgi nesnesi inşa etmek, tasvir
edici inşa edimiyle sınırlanacak bir bilgi üretmek” olduğunu hepimiz biliyoruz.”
(Todorova: 2010, 238)
Balkan halklarının hem kendilerine, hem 500 yıl birlikte yaşadıkları
Osmanlılara ve Türklere dair sahip oldukları algı, imaj ve stereotiplerin yaratım
sürecinde neler etkili olmuştur? “Avrupa, Balkanlar’ı ilk defa keşfederken, daha
doğrusu “inşa” ederken, bilgi üretme sürecinin dinamik akışkanlığından yararlanır;
daha sonra da biriktirdiği bu bilgileri kategorize edip etiketleyerek donuklaştırır.” Bu
katılık özlemi, “insanlık durumunun bir parçası”dır ve kesin çizgilere ve berrak
kavramlara kavuşma isteği” zamanla bize güven veren bir “muhafazakâr önyargılar
oluşturur.” (Todorova: 2010, 238) Bu muhafazakâr önyargılar, hem
adlandırmalarımızla kendimizi, hem de nihai amacı kendi kimlik inşamıza hizmet
etmek olan bilinçli ve bilinçsiz bir inşa süreci sonucu ürettiğimiz “öteki”ni
donuklaştırır. Bu süreçte işimizi en çok kolaylaştıran unsurlarsa “hazır” olarak
bulduğumuz stereotipler ve imajlarken, bizimle ilgili dolaşımda olan olumsuz
24
imajları en yakınımızdaki komşumuza yansıtırız ve böylelikle onlardan sonsuza dek
kurtulduğumuza inanırız. Biz “onlar”dan farklıyızdır.
Sofya Üniversitesi akademisyenlerinden Maya Tzenova, Balkan halklarının
temel karakteristiklerini belirleme üzerine yaptığı çalışmasında, Balkanların
paradoksal genel niteliklerinden birinin, Balkan halkları arasındaki temel benzerliğin
onların “farklılığı” olduğunu söyler. Devamında; “Her bir millet kendini bu farklılığa
adamıştır, onu savunmanın bedeli ne olursa olsun ödemeye hazırdır, bu bedel
yalnızca komşularına değil, müttefiklerine karşı savaş ilan etmek olsa da!” tespitinin
altını çizer.
Son dönemlerin müttefiklerinin silahlarını ortak düşmanlarından birbirlerine
çevirdikleri 1991-1995 Balkan savaşlarının bunun en iyi örneği olduğunu söyleyen
Tzenova, İkinci Balkan Savaşı olarak adlandırılan bu iç savaşların Batı literatürüne
balkanizasyon olarak girdiğini ve bu kavramın Balkan yarımadasının özel statüsünün
temellerinde yattığını tespit eder.
Tzenova’ya göre Bulgarlar, zihinlerinin derinlerinde kök salmış bir “kölelik”
nosyonuna sahiptir; Kölelik, köleleştirme ve köleler kavramları Bulgar tarih
kitaplarının hâlâ baş kavramlarıdır. Ta Ortaçağ’dan günümüze kadar kölelik,
köleleştirme ve kölelerle ilgili tasvirler canlılığını ve zenginliğini hep korumuştur.
Tzenova, buna örrnek olarak Ortaçağ Bulgar yazarı Gregory Tsamblak’a ait şu
cümleleri zikreder:
Kana susamış canavar onları ellerinden yakaladı ve kilisenin ortasında biçti, daha doğrusu,
günahlarından arındırdı, beyaz saçlı utanmaz, çocuklara bile acımayan canavar onların
boyunlarını bıçağının ucuna oyuncak yaptı. İşkenceci daha sonra onların ölü bedenlerini
gökyüzünün kuşlarına yiyecek olarak bıraktı. (http://www.de-
zorata.de/forum/index.php?topic=554.0)
Belki de bu cümlelerin yerine kullanılacak bir resim veya fotoğraf aynı etkiyi
yaratmayacak kadar silik kalabilir.
Balkan insanının psikopatolojisini anlamaya çalışan Tzenova, Âdela
Peeva’nın Bulgaristan’da yaptığı “Bu Şarkı Kimin” isimli bir belgesel çalışmadan
25
bahseder. Çalışmaya konu olan şarkı, Bulgaristan’da Osmanlı’ya karşı Ilinden–
Preobrazhenie Ayaklanmasının marşı olarak bilinen bir Osmanlı aşk şarkısıdır:
Kâtibim. (“Üsküdar’a gider iken aldı da bir yağmur”) Araştırmacı şaşırtıcı biçimde
şunu tespit eder; bu şarkı her bir Balkan ülkesinin yerel dilinde bulunmaktadır.
Böyle bir çalışmayı yürütmesinin arkasındaki güdü olarak her bir Balkan
halkının bu şarkıyı sahiplenirken başkalarının da olabileceğinin kabullenmekte
neden zorlandığını anlamak isteği olduğunu ifade eden Adela Peeva şunları söyler:
Bir şarkının halkları birleştirdiğini veya en azından nefreti körelttiğini görmeyi
arzulamıştım. Emindim ki, bizler, Balkan insanları son derece sevecen insanlarız, ancak
birbirinin haklarını tanımaya sıra geldiğinde tahminedilemez oluyoruz. Şunu farkettim ki,
nefretin kıvılcımları çok kolay parlatılabilir. Balkanlarda yaralar henüz iyileşmedi.
(http://www.de-zorata.de/forum/index.php?topic=554.0)
Tzenova’nın vurguladığı ve Balkan halklarının ortak karakteristiğini
oluşturan bu “biz farklıyız” algısı Balkan kimliğinin ayrılmaz bir unsuru
olarak neredeyse tüm Balkan ülkelerinde kendine özgü söylem ve pratikler
üretir. Todorova çalışmasında, Balkan halklarındaki bu ortak temayülü
vurgular: Balkanlı ve Ortodoks tek AB üyesi Yunanistan, batının Balkan
kavramına atfettiği olumsuz anlamları edilgin bir biçimde kabullenirken,
kendisinin Avrupalılığını saplantılı bir biçimde vurgular. Arnavutluk, Balkan
yarımadasının en eski ve en güzel ırkı olmakla, Ortaçağ’a kadar tüm Balkan
ülkelerini ele geçirmekle, milli bilinçlerinin komşularınınkinden çok daha
güçlü olmasıyla övünürken, Romanya kendine Orta Avrupa’yı bile değil, Batı
Avrupa’yı coğrafi tanımlama olarak yakıştırır. Bölgenin tek Latin halkları
olarak “öteki”lerden, “eşkıya, kaba, gaddar, kurnaz, acımasız, kara sakallı”
Balkanlılardan farklıdır. Yugoslavlar, soğuk savaş dönemi boyunca Doğu
Avrupa’yla özdeşleşmeyi gururlu bir tavırla reddederler ve ona tepeden
bakarlar. “Biz onlar gibi değiliz, biz başkayız.” Todorova, Yugoslavların
Balkanlara aidiyetlerini tamamen reddettiklerini, kendilerini bir Tuna veya
Adriyatik ülkesi olarak tanımladıklarını yazar. (Todorova: 2010, 115) Balkanlı
olmak varoluşlarının, öz-kimliklerinin karanlık yanıyken, Balkanlı olan hep
“öteki”lerdir.
26
Avrupa’nın, Birinci Dünya Savaşı sonrası Balkan coğrafyasında
meydana gelen hareketlenmeleri ve küçük küçük devletçiklerin ortaya çıkışını
“balkanizasyon” olarak tanımladıktan ve sonra kavramın giderek daha da
olumsuz bir anlam kazanarak literatüre girmesinden edilgin bir şekilde
etkilenen Balkan halkları bu kavramın ima ettiği tüm anlamları üstüne giyer.
Hatta Balkanizasyon kavramını olumsuz bir anlam yükleyerek literatüre sokan
Batılı yazarların bile acımasızlıkla niteleyebileceği bir duyguyla Balkanlı
olmayı aşağılar. Romanya’lı yazar Eugene Ionesco, Balkanlı olmayı şu
sözlerle tanımlar:
Orijinal ve otantik bir Balkan kültürü gerçekten Avrupalı olamaz. Balkan ruhu ne
Avrupalıdır, ne de Asya’lı. Batı hümanizmiyle hiç bir ilişkisi yoktur. Orada tutkular
varlık gösterebilir, ama sevgi hayat bulamaz. İsimsiz bir nostalji kendini gösterebilir,
ama belli bir yüz kazanamaz, bireyselleşemez. İnce alay yoktur, hatta ironi yoktur,
yalnızca acımasız, kaba köylü şakaları vardır. Hepsinden önemlisi, Balkanlılar (les
Balkaniques) hayırseverlik nedir bilmezler. Dinleri, Katoliklerin ve Protestanların
duygusal, psikolojik ve entelektüel dininden o kadar köklü bir farklılık taşır ki, din
bile sayılamaz. Papazlar materyalist, pratik, sözcüğün Batılı anlamıyla ateisttir;
eşkiyadır onlar, satraptır, kara sakallı, kurnaz, acımasız, dünyevi yaratıklardır: Gerçek
“Traklar”...Demir Muhafızlar fenomeni geçici bir şey değildir, derinden derine
Balkan niteliği taşır, incelmemiş Balkan ruhunun zalimliğinin gerçek bir ifadesidir.
(Todorova: 2010, 105)
Todorova bu satırları, birçok şeyin yanısıra, “kötülüğün soyut bir
Balkanlılık’a yüklenerek dışsallaştırılması, içerdeki karanlık yan” olarak
yorumlar. (Todorova: 2010, 105)
Balkan halklarının kimliklerindeki “belirsizlik, muğlaklık”, ne doğulu,
ne batılı ya da hem doğulu, hem batılı olma karmaşası, gözlem noktasına göre
ilişkisel bir şekilde durmaksızın halklar tarafından birbirlerine mal edilir. Bir
Sloven için Sırp doğuludur, coğrafi açıdan Bosna batıda yer alsa da, Sırp için
Bosnalı bir doğuludur. Arnavutluk, Balkanların batısında yer almasına rağmen,
diğer Balkan halkları için Arnavutluk en doğulu ülkedir. Yunanistan, AB
içinde yer aldığı için Balkanlardaki komşuları için doğulu olmasa da Avrupa
Birliği doğulu bir ülkedir. Bütün Balkan halkları için ortak doğulu Türk’tür.
27
Bu tür damgalamalar ve etiketlemeler, kimlik edinme çabası içindeki Balkan
halkları için hayati önemdedir. (Todorova: 2010, 126)
Bütün Balkan ülkeleri Doğulu olarak algılanmayı kesinlikle reddeder
ve kendilerini Batılı olmasa bile Doğulu olmayan ülkeler olarak kabul ederler.
Bu anlamda, Osmanlı doğudadır ve tamamyle doğuludur. Dolayısıyla, doğulu
Osmanlı kendilerine de Doğu’nun izlerini bir leke gibi bırakmıştır; bu leke
bazen bir tarihi eser, bazen bir kelime, bazen de bir insandır: Bu her ne olursa
olsun doğuya aittir, “öteki”dir ve yok edilmelidir.
Balkanlar’la ilgili yazan hemen herkesin vurgu yaptığı ortak Balkan
niteliklerinden olan geçiş, karmaşıklık, karışıklık ve müphemiyet durumu
neredeyse tüm Balkan halkları tarafından olumsuz olarak algılanır. (Tıpkı
Drina Köprüsü gibi, orada öylece durup edilgen bir şekilde yalnızca gelip
geçeni seyretmek ve onun kadar Osmanlı olmak.) Balkan halklarına göre,
“Köprüde olmak iyi bir durum değildir, kavşakta yaşanmayacağını herkes bilir,
bu geçici, belirsiz bir varoluş halidir, mekânsızlıktır.”
Balkan halklarını rahatsız eden bu “geçiş, köprü” olma tanımlaması da
Avrupalı seyyahların bölgeye bir hediyesidir. XIX. yüzyıl Balkanları üzerine
literatürün önemli kaynaklarından Cyprien Robert, başlangıçta büyük bir önem
atfettiği Slavlık rolünü, Asya ile Avrupa, hareketsizlik ile ilerleme, geçmiş ile
gelecek, var olanı koruma ile devrim arasında sürekli bir aracı olarak
yüceltirken, çok geçmeden, Balkanların arada kalmışlığına dair pek de olumlu
sayılmayacak değerlendirmeler yapmıştır. (Todorova: 2010, 173)
Balkan halklarının tamamında bulunan bu “Doğulu” olmayı kesinlikle
reddetme ve kendini ısrarla Avrupa coğrafi ve kültür havzasına ait olmakla
tanımlama psikopatolojisi, tamamıyle olmasa da, büyük ölçüde kökenlerini
Avrupalı bakış açısından alır. XVIII. yüzyıla kadar Balkanlılar, Avrupalılar
tarafından sosyal, siyasal, kültürel ve bireysel bir kendilik olarak görülmezler.
Batı Avrupalı gezginlerin gözünde Balkanlar sadece Osmanlı’ya giderken
geçilen topraklardır. Söz konusu dönemde Balkan halklarını ciddiye alan tek
28
Avrupa ülkesi, muhtemelen coğrafi yakınlık ve “uygarlaştırma misyonunu
kendine biçmesi” gibi nedenlerle Balkan ülkelerini soyut değil somut birer
varlık olarak algılayan İtalya’dır. (Todorova: 2010, 145)
Gezgin edebiyatı sayesinde Balkanlar bölgesini, Balkan insanını,
Osmanlı’yı ve İslam’ı keşfeden Batı Avrupa, başlangıçta hayranlıkla
bahsettikleri ve iktidarı karşısında öykündükleri Osmanlı ve dolayısıyla
İslam’la ilgili, zamanla ve İslam-Hıristiyanlık karşıtlığını anladıkça olumsuz
imajlar üretmeye başlarlar.
Todorova bu süreci ve süreçte üretilen olumsuz imajları şöyle anlatır:
Türk aleyhtarı propaganda içeren muazzam miktardaki ürün, Osmanlı’ya ilişkin
vahşi, kanlı ve gayri insani olarak stereotip bir imaj yaratmış ve Hıristiyanlığın kadim
düşmanını temsil eden şeytanlaştırılmış bir antagonist üretmişti.” Çok sayıda halk
şarkısının, vaazın, belirli geleneklerin kanıtladığı üzere, popüler zihniyette, Türk
belası ve Türk korkusu diye bilinen duygular derin izler bırakmıştır. (Todorova:
2010, 144)
Balkan halklarında Osmanlı’ya ve genel olarak Balkanlı olmaya dair bugün
bile kullanımda olan donmuş olumsuz imajlar ve stereotiplerin üretilmesinde
Batı’nın bu üretiminin payının büyük olduğuna inanan Todorova, bu coğrafyayla
ilgili gözlemlerini daha sonra Balkanlara yapışıp kalacak imajlara dönüştüren Batılı
seyyahların kitaplarında donup kalmış olan imajların resmini çıkarmaya çalışır.
“Nasıl olmuştur da coğrafi bir tanım tarihte, uluslararası ilişkilerde, siyaset biliminde
ve şimdilerde genel entelektüel söylemde en alçaltıcı sıfatlardan birine dönüşmüştür?
Sonradan siyasal, toplumsal, kültürel ve ideolojik yan anlamlarla tıka basa
doldurulmuş ve Birinci Dünya Savaşı sırasında alçaltıcı bir anlamda kullanılmaya
başlanmış olan “Balkan” sözcüğü adını verdiği nesneden nasıl tamamen kopmuştur?
(Todorova: 2010, 24-25)
Batılı gezginlerin eserlerinde, Doğu tamamen egzotik ve hayali bir dünya,
söylencelerin, peri masallarının ve gizemli olayların yaşandığı bir yer, Balkanlar ise
doğulu gaddarlığın mekânı, “gerçek serüvenciliğin özü olan entrikacılık, dolap
29
çevirme, gizem, gözü pek ve gözü kara davranmayla tanımlanır... Balkan erkeği
uygarlık dışı, ilkel, kaba, gaddardır, saçı başı darmadağınıktır. (Todorova: 2010, 40)
Böylesine gaddar, ilkel, kaba ve uygarlık dışı “halk salatası” nasıl olur da
yüzyıllardır bir arada hiç sorunsuz var olur sorusu Batılı araştırmacıların cevabını
asla bulamadıkları bir sorudur. Burada, yine bir anlamlandırma örüntüsü devreye
girer ve Balkan ülkeleri “çelişkiler ülkesi” olarak tanımlanır. Çünkü her şey mantık
açısından beklenebilecek olanın tam tersidir. Ve böylece, Balkanlar eksik bir öteki
haline getirilir ve “eksik bir benlik” olarak inşa edilir. (Todorova: 2010, 46)
Bu “eksik benlik” kendini ve dolayısıyla tanımlandığı Osmanlı’yı, Fransız
gezi notları literatürü, Balkanlar bölgesinde Bulgarların hamiliğine soyunan Rus
gezginlerin notları ve yüzyıllar İngiltere’de boyunca romanlardan sonra en çok
okunan İngiliz gezi eserlerinin “Balkan halkları ve Osmanlı” tanımlamalarıyla
tanımlayarak “tamamlamaya” çalışır.
Özellikle Bulgarların kendilerine ve Osmanlı’ya dair imajlarının oluşumunda
büyük paya sahip olan Rus gezginlerinden Yuri İvanoviç Yenelin’in 1830’da
yayınlanan gezi notlarında Bulgar halkına dair Bulgarların kendilerini
algılamalarında ağırlıklı bir yer tutan tespitleri oldukça çarpıcıdır:
Türkler için bu bahtsız halk koyun gibidir, insana en yararlı ve gerekli hayvan gibidir. Ondan
süt, yağ, peynir, post, yün, yani yiyecek ve giyecek sağlarlar… Bunların Türkiye’deki en iyi
inşaat ustaları ve zanaatkârlar olması kendi zararlarına olmuştur. Avrupa’da Türk hâkimiyeti
ve varlığı esas olarak, belki de yalnızca Bulgarlar’a dayanmaktadır. Boğdanlılar ve Eflaklılar
her zaman yarı özgür olmuşlardır. Sırpların bir kısmı Türklerle karışmış, bir kısmı din
değiştirmiş, bir kısmı da bağımsızlıklarını korumuştur, hepsi dağlık bölgenin korumasından
yararlanmışlardır. Arnavutlar da her zaman yarı-bağımsız kalmışlardır, doğaları gereği
gururlu savaşçılar olduklarından, Türklere yalnızca çıkarları uğruna ve para için hizmet
etmişlerdir. Yüksek dağlar, yaşadıkları küçük ülkede kendilerini korumuştur. Aynı şey,
Mora’daki dağlı Yunanlılar için de söylenebilir. Adalarda yaşayan Yunanlıların daha başka
avantajları vardır ve daha özgür bir havada yaşamaktadırlar... Slavlar arasında en büyük
sıkıntıyı çeken Bulgarlardır. (Todorova: 2010, 176)
Rusların Bulgarlar karşısındaki tavrı Avrupa’nın filhelenik tavrını hatırlatır.
“Avrupalılar nasıl uygarlıklarının kaynağı olan kendi Yunanlılarını keşfettilerse,
30
Ruslar da Slav kültürünün kökleri olarak kendi Bulgarlarını keşfediyorlardı.”
(Todorova: 2010, 178) Turgenyev, Dostoyevski, Tolstoy, Garşin ve Dançenko gibi
pek çok Rus entelektüel Balkan Slavlarının ezilmesine ateşli bir şekilde karşı çıkar.
(Todorova: 2010, 178)
Ljubljana Üniversitesi’nde kültürel antropoloji dersleri veren Jezernik’in
çalışması da Todorova’nınki ile aynı temaları paylaşır. Jezernik, Batıdaki Balkan
imajlarını anlattığı kitabında Todorova gibi, XV. yüzyıldan XX. yüzyılın başlarına
kadar Batı Avrupalı seyyahların yanı sıra Türk, Rus ve eski Yugoslavya’dan bazı
yazarların eserlerindeki “Türk, Osmanlı, Balkanlı, Doğulu” imajlarının analizini
yapar. Balkanlar’ı ziyaret eden çoğu Batı Avrupalı seyyahın, “coğrafi olarak yakın
fakat kavramsal olarak uzak” olan Balkanlarda ötekiliğe dair değişen imajları nasıl
inşa ettiklerini tespit eder. Coğrafi yakınlığa rağmen kavramsal uzaklık, Avrupalının
Osmanlı ve Türklere olan bakışıyla yakından ilgilidir. Avrupa’nın kıyısında olmasına
rağmen, “Doğulu ve kâfir” Osmanlı yönetimi altında olan bu bölge, Türklere
yakıştırılan bütün olumsuz anlam ve klişelerden payını almıştır. Bu klişeler
Osmanlı’nın gücüne ve Avrupa’nın politikalarına göre biçim değiştirir.
Avrupalı’nın Osmanlı’ya ve Balkanlara dair bu değişken ve karmaşık
bakışına örnek olarak, Jezernik, Batılı’nın Mostar’daki taş köprüyle ilgili yazdıklarını
gösterir. Mimar Sinan’nın talebesi Mimar Hayreddin’in planlarına göre 1566’da inşa
edilmiş olan bu muhteşem köprü, XVI. ve XVII. yüzyıllarda Sultan Süleyman
Köprüsü olarak bilinirken, XIX. yüzyılda Osmanlı’nın gücü hissedilir derecede
azaldığında, köprü artık Türklere değil, klasik dönemlere atfedilmeye başlanır. Bir
zamanlar, sınırsız güce sahip bir imparatorluğun “mucize” eseri olarak tanımlanan
Mostar Köprüsü’nün hangi döneme ait olduğunu tespite dair Avrupa’da sayısız
tartışmalar yapılır. Böyle bir şaheser, “Avrupa”daki Asyalı barbarlara” ait olamaz.
(Jazernik:2006, 253)
Bu dönemde Avrupa yazınında “bir zamanlar dünyayı titreten can çekişen
aslan”a dair çok sayıda efsaneler üretilir. Onlardan bir tanesi, Niş’teki Kafatası
Kulesi’dir. Fransız şairi, diplomatı ve politikacısı Alphonse-Marie-Louis de
Lamartine’in 1830’ların başlarında Doğu Akdeniz’e gerçekleştirdiği seyahatin
31
sonrasında inanılmaz zengin muhayyilesiyle yarattığı bu kafatası kulesi, birçok Batılı
seyyahı Niş’e yöneltir. Bazılarının ‘bir kuş yuvası kadar’ bularak şaşırdığı katledilen
‘Sırp kafalarından yapılmış bu kule’, Osmanlı’nın kendilerine yaptığı zulüm ve
şiddetin en canlı örneklerinden biri olarak bugün hala Sırpların kollektif hafızalarının
en tepe noktasında durmaktadır. Mimar Lamartine, Kafatası Kulesi’ni Sırp halkına
hediye etmiştir
XVI. yüzyılın tamamında ve XVII. yüzyılın büyük bir kısmında İngilizlerin
kafaları “zalim, keyfi, haraç kesen, korsan, köleleştiren, vahşice cezalandıran,
Hıristiyan kıyımı yapan Türk” imgeleriyle doluyken, XVII. yüzyılın sonlarına doğru,
İngilizlerin doğrudan ampirik gözlemlere dayanarak fikir oluşturma merakları
nedeniyle, önyargılardan arınmış bir biçimde Osmanlı ve Türkleri gözlemlemeleri
sonucunda bu hava yavaş yavaş değişmeye başlar. Nesnel bir yargıya varma
amacıyla yapılan bilinçli gözlemler sonucunda yazılan gezi yazılarında Osmanlı ve
Türklerden artık eski olumsuz stereotipler çerçevesinde değerlendirmeler yapılmaz.
Oxford Trinity College’ın kurucularından birinin oğlu ve saygın bir avukat olan
Henry Blount, Osmanlı topraklarına yaptığı yolculuk sonrası kaleme aldığı anılarında
şunları yazar:
Eğer dünyayı önünde diz çöktürecek bir ruhla doğan bir ırk varsa., bence o ırk Türkler’dir...
Alicenap olanlar ister istemez kibire kapılabilirler, yine de asil tabiatlarını büsbütün
kaybetmezler: İşte Türklerin tarzı da budur. Kendilerine başkaldıranlara karşı acımasız
olurlar, bu yüzden gaddar sanılırlar, aslında değildirler. Çünkü devamlı olarak tevazuya
dönerler. Her zaman, onların lehine olarak memnuniyetle gördüğüm nokta
buydu…Türkleri’in tabiatı cömert, şefkatli ve dürüsttür. Bir Türk sözünü tutmamayı aklına
bile getirmez; elini göğsüne, sakalına veya başına götürüp selam verdikten, ekmeğini benimle
bölüştükten sonra, yüz canım olsa, yüzünü de onun bir tek sözüne güvenip tehlikeye atardım.
Hele Mağripli, Arap veya Mısırlı değil de, gerçek bir Türk’se... (Todorova: 2010, 190)
Özellikle İngiliz gezginlerin eserlerinde görülen bu Türk’e övgü havasının
arkasında, Rus ilerlemesine karşı Osmanlı İmparatorluğu’nun toprak bütünlüğünü
kendi çıkarına gören İngiliz dış politikasının olduğu kadar, İngilizlerin klasik çağlara
duydukları özlem ve ilgiyle Yunanistan’a yaptıkları geziler sonucu aradıklarını
bulamamanın onlarda yarattığı hayal kırıklığı da vardır. Todorova buna “Filhelen
hayalkırıklığı” der. Filhelen hayalkırıklığı Yunanlılar hakkında son derece acımasız
32
yargılamalar yazılmasına neden olur. Yunanlılardan “daima üçkâğıtçı ve dolandırıcı,
soyluluktan mahrum, nezaketadına yaltaklanan, fesat, soğuk, dalkavuk, cahil, batıl
inançlı, tembel, açgözlü, rüşvetçi, entrikacı, pis, nankör ve yalancı insanlar” olarak
bahsedilir. (Todorova: 2010, 194)
1830’lara kadar Osmanlı İmparatorluğu ile net olmayan dış politikasını,
Rusya’nın güçlenmesi ve Osmanlı’dan toprak koparması üzerine netleştirmeye
çalışan İngiltere gezginleri, bu tarihlerden itibaren, bir zamanlar ateşli
savunuculuğunu yaptıkları Filhelenizmi terk ederek, Osmanlı yöneticilerini göklere
çıkaran yazılarıyla, Osmanlı tebaası halkları adeta görmezden gelerek veya yazı ve
resimlerine egzotik ve moda deyimle pitoresk dekorlar olarak kullanırlar. Bir İngiliz
gezgin şunları bile yazar: “Yunanlıların köle ruhunu yaratan Türklerin zalim idaresi
değildi, tersine Türklerin pastoral alışkanlıklarını Yunanlıların köle ruhu bozmuştu:”
(Todorova: 2010, 200)
XIX. yüzyıla kadar çok gelişkin olmayan Amerikan gezi edebiyatı, XIX
yüzyılın sonlarına doğru Osmanlı topraklarına gönderilmeye başlanan misyonerler,
başka din görevlileri, eğitimciler, diplomatlar ve gazetecilerin yazdıkları gezi
raporlarıyla parlamaya başlar. Balkanlar’la ilgili ilk gezi yazısını kaleme alan 1806
ilkbaharında ülkeyi ziyaret eden Amerikalı Nicholas Biddle’dır. Biddle’ın
kaleminden çıkan Yunanlı tasvirleri acıma, hayal kırıklığı ve aşağılama arasında
gidip gelir, en net hissettiği duygu “barbarların etrafını” doldurduğudur. Yunanlıların
acınası durumlarının altında yatan nedenin, köle olmaları olduğunu yazan Biddle’a
göre, öteki köleler gibi boyun eğerken alçak ve sefil, fırsat bulduklarında da acımasız
ve kibirlidirler. “Bir eylemde bulunmaktan aciz oldukları için, özgürce düşünmeye
kolay kolay cüret edemezler; her şeyleri, hatta müzikleri, yüksek sesle konuşmaya
korkan kölelerde görülen o genizsil sesleri, bize bir efendileri bulunduğunu
hatırlatır.” (Todorova: 2010, 214)
Bu barbar kölelerin efendilerini ziyaret eden Biddle, Mistra Ağasının “genel
olarak çok medeni ve yaşlı bir beyefendi olduğunu” yazar. Osmanlı’da davaların kısa
sürede etkili çözümler sağlamasından çok etkilenen Biddle, Türk adalet sisteminin
Avrupa ve Amerika’daki hukuka tercih edilip edilemeyeceğini bile kendi kendine
33
sorgular. Türklerin başka dinlere ve hayvanlara karşı hoşgörüsünden de çok etkilenen
Biddle, büyük bir hayranlık ve sempatiyle kucaklaşmaya gittiği başta Yunanlılar
olmak üzere neredeyse tüm Osmanlı tebaasına ait olan ne varsa “her bakımdan daha
bayağı” bulur. (Todorova: 2010, 216)
XV. yüzyılda Venedikli, XVI. yüzyılda Venedikli ve Habsburglu, XVI. ve
XVII. yüzyıllarda Alman, sonraki iki yüzyılda ise Fransız gezginlerin izlenimlerinin
oluşturduğu zengin, çeşitlilik dolu ve her zaman uyumlu olmayan Balkan halkları
külliyatında, Todorova iki temel algılama örüntüsü tespit eder: Aristokrat ve burjuva.
XIX. yüzyılın ortalarına kadar gezi yazılarına hakim olan aristokrat söylem
için, “Genel İslam karşıtı, çoğu zaman düpedüz köktendinci Hıristiyan” retoriğe
rağmen, “Balkanlı türediler yerine Osmanlı yöneticileriyle özdeşleşmek” daha kolay
gelir ve zaten de öyle yaparlar. (Todorova: 2010, 226) Todorova, köylüye karşı esas
olarak önyargılı, ama koruyucu bir tavır sergileyen aristokrat söylemle, Osmanlı
yönetiminin köylülüğe yönelik genel tutumu arasında büyük bir benzerlik kurar.
Osmanlı yönetimi de köylüyü toplumun temel direği görerek, koruyup kollamıştır.
İkinci örüntü ise, “Aydınlanmanın düzçizgisel evrim düşüncesine ve ilerici-
gerici, ileri-geri, sanayileşmiş-tarımsal, kentsel-kırsal, rasyonel-irrasyonel, tarihsel-
tarihsel olmayan gibi karşıtlıklara” dayanır. (Todorova: 2010, 226) Bu yaklaşım,
Osmanlı’nın, Balkan halklarının ilerlemesinin önünde engel teşkil ettiği savına
dayanır. (Bu sav, sonradan Balkan ülkelerinin ulusal kimliklerini kurarken tarih
yazımı ve ders kitaplarında en çok başvurdukları stereotip halini alır.) Ancak, kendi
kendini idare etmeyi bu genç uluslara henüz fazlasıyla bol bulan bu bakış açısı,
onlara en uyun yönetim tarzı olarak otokrasiyi görür: “Bütün politik düzenbazlıklar
içinde en kötüsü, bir Doğu ulusuna kamu işlerini öğrenme fırsatı sağlanmadan,
eksiksiz temsili yönetimin bahşedilmesidir.” (Todorova: 2010, 227)
XX. yüzyıla gelindiğinde, Balkanlarda Avrupa literatüründe şekillenmiş olan
Balkanlar imgesini bozan bazı olumsuz gelişmeler yaşanır. Yunanistan’da 1870’de
İngiliz turistlerin öldürülmesi Filhelenizmin sonunu getirirken, 1878 Berlin
Antlaşması’yla Makedonya’nın tekrar Osmanlı hâkimiyetine girmesi üzerine
34
Makedonya’nın “dehşet, ateş ve kılıç ülkesi” olarak tanımlanmasına neden olacak
kanlı direniş hareketleri, “medeni” Avrupalıları rahatsız ederken Avrupa’nın
Balkanlara dair yüzyılların ürünü örüntülerinde kaymalara neden olur. “Adriyatik ile
Karadeniz arasındaki yaban ve kanunsuz ülkeler”de bu hiç bitmeyen sorunlar,
rahatına düşkün Avrupalı’yı huzursuz eder. Makedonya köylüleriyle ilgili
“olgunlaşmamış, aydınlanmamış zihinler” tanımlaması yapılır. (Todorova: 2010,
239)
Kral Aleksander ve eşi Draga Belgrad’da öldürülüp cesetleri sarayın
penceresinden atılınca, Avrupalı dehşete kapılır. Makedonya’daki 1903 isyanının
bastırılmasının ardından, ülkede bulunan bir İngiliz, Londra ile Paris’in ahlak
standartları ile Balkanların ahlak standartlarını karşılaştırdığı bir yazı kaleme alır:
Balkanların standartları ile Avrupa’nın standartları arasındaki farkı göz önünde bulundurarak,
gerek Hıristiyanları, gerek Türkleri olabildiğince-bir Avrupalının elinden geldiğince-
yargılamaya çalıştım. Köylünün sırtında tüfek saban sürdüğü, hükümdarların fırsat çıktığında
katliamlara girişme becerileri sayesinde tahtta oturdukları, Hıristiyan rahiplerin siyasal
cinayetler düzenlediğine herkesin inandığı bir bölgede, hayatın olsa olsa nisbi değeri vardır,
cinayet de sıradan bir suç olmaktan öte bir anlam taşımaz. Hunharlık ve kan dökücülük
açısından Balkan ırklarının arasında pek bir fark yoktur-hepsi asırlardır süren Asyatik idarenin
ürünleridir. (Todorova: 2010, 241)
Balkan gaddarlığını daima Doğu referansıyla açıklamaya çalışan Batı Avrupa,
Saraybosna’da Gavrilo Princip’in düzenlediği suikastın Birinci Dünya Savaşı’nın
ateşleyici olmasıyla, Balkanlara dair bütün iyiniyetli değerlendirmelerini bir kenara
bırakır. “Balkan Yarımadası’ndaki bu zavallı, sefil, küçük ülkelerin dünya
savaşlarına yol açacak çatışmalara girişebilmesi, insanın ve siyasetin doğasına ağır
bir saldırı” olarak nitelenir. (Todorova: 2010, 242) 1914’ün “kerpiç evlerle dolu ilkel
köyü Saraybosna’da” vuku bulan bu olay, bir Batılının kolay kolay anlayamayacağı
iğrenç, mide bulandırıcı, karışık hesaplar ve oyunlar” içerir. Avrupa basını, olan
biten karşısında yaşadığı şok, mide bulantısı ve tiksintiyle, Doğu ve Batı’ya dair
bilinçaltının bir yerlerinde her zaman bekleyen klişeleri adeta kusar: “Doğu: Pislik,
edilgenlik, güvenilmezlik, kadın düşmanlığı, entrikacılık, samimiyetsizlik,
oportünizm, tembellik, batıl inançlılık, uyuşukluk, hareketsizlik, verimsizlik,
beceriksizlik. ”Doğulu ile kısmen örtüşen Balkan: Doğu’ya ait niteliklere ek olarak
35
“acımasızlık, hoyratlık, istikrarsızlık, ve kestirilemezlik” Ama, Avrupa: Temizlik;
düzen, özdenetim, karakter gücü, hukuk anlayışı, adalet, etnik idare, vs.” (Todorova:
2010, 244)
Batılının gözünde her bakımdan olumsuz bir değer yüklenen “Balkanlaşma”
terimi de Paul Scott Mowrer tarafından bu dönemde icat edilir. (Balkanized Europe).
Balkanları anlatmak için merkezi bir motif olarak kullanılmaya başlanan “şiddet”
terimi, Balkan Savaşları’nın başlamasıyla artık silinemez bir leke gibi Balkanlara
yapışır ve Balkanlar’la özdeşleşir.
XIX. yüzyıl Avrupa düşüncesinin ayrılmaz bir parçası olan ırkçılık görüşü
Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemde antropolojiye duyulan merakın bir yan ürünü
olarak gelişmeye başladığında, kendini “saf ırk” olarak tanımlayan Avrupa, Doğu ve
Balkanlara dair etiketlemelerine ırksal bir takım çözümlemeler, nitelemeler ve
etiketlemeler ekleyerek yeniden tanımlar üretir: Slav tipi, “ırk saflığından yoksun” ve
karışıktır, bu durumsa “aydınlanmamış bir zekâ, kurnazlık ve vahşiliğe yönelik doğal
bir eğilimi beraberinde getirir.” (Todorova: 2010, 252) Balkanları’ın ruhu çatışma
ruhudur ve ilkel ırkların yaşadığı bir coğrafyadır. Bazı gezginlere göreyse,
“Doğu’nun ruhsuz bedeni, harap olmuş bir Doğu, kendisinden kaçan fessiz, peçesiz,
Kur’an’sız bir kaçak, geçmişiyle bilinçli olarak bağını koparmış, kadim mirasını
reddetmiş, yapay, sahte bir yeni Doğu.” (Todorova: 2010, 252)
Yunanlılarla yaşanan ve aslında bir anlamda ırkçı nitelikler barındıran kısa
flört dönemini çoktan unutan Avrupalı yazar, bu ırksal ve kültürel olarak
melezleşmiş Balkanlı ırkı saf “Doğulu Öteki”den daha kötü bulur. Yukarıda anılan
kitabın yazarı Balkanlar ahalisini şöyle tasvir eder:
Davranışlarında garip bir yön var, çok bağırıyor, çok ani, çok istekli hareket ediyorlar... Dört
bir yanda acayip, inanılmaz kişiler görünüyor-daracık alınlar, donuk, anlamsız gözler,
kocaman kulaklar, kalın alt dudaklar... Balkanlar ile Akdeniz arasındaki bölgede bulunan
Levanten tipi, psikolojik ve sosyal olarak tam anlamıyla bir “ara biçim”dir. Doğulu ile
Batılının bir karışımı, çok dilli, kurnaz, yüzeysel, güvenilmez, materyalist ve hepsinden
önemlisi geleneksiz... Ruhsal anlamda bu yaratıklar evsizdir; artık Doğulu değiller, ama henüz
Avrupalı da değiller. Doğu’nun kötülüklerinden kurtulmuş değiller, Batı’nın erdemlerinden
hiç birini edinmiş değiller.” (Todorova: 2010, 254)
36
Mide bulandırıcı bir “egzotik böceği” tanımlıyor izlenimi veren yazarın yüz
ifadesini satırların arkasından görür gibi oluyor okuyucu.
Balkanların, “kolay kategorizasyonlar yapılmasını engelleyen ve düzenli
reçetelere aykırı düşen bu karmaşıklık”ı ve etnik karışıklığı, Todorova’ya göre etnik
çatışmalara tek başına yol açan temel neden değildi. O’nu haklı olarak isyan ettiren
neden, “etnik homojenlik temelinde idealleştirilmiş ulus-devlet çerçevesindeki etnik
karmaşıklık”ın bu etnik çatışmaların nedeni olduğunu hiç kimsenin düşünmemesidir.
(Todorova: 2010, 261) Hatta tersine, Balkanlarda medeniyetin başlamasını milli
bilincin uyanmasıyla eşzamanlı gören kimi Avrupalı düşünürler, “Balkanlarda nerede
ve ne zaman milli duygu bilinçli hale geldiyse, o zaman ve o ölçüde medeniyet
başlamıştır; böyle bir bilinç, en iyi şekilde savaş yoluyla uyanabiliyordu, Balkanlarda
savaş barışa giden bir yoldu.” bile diyecektir. (Todorova: 2010, 268)
XVII. yüzyılda doğarak XVIII. yüzyılda olgunlaşan “evrimcilik” hareketi
XX. yüzyılda doruk noktasına ulaşan bir ilerlemecilik teorisine dönüşür. Bu teoriden
fazlasıyla etkilenen XIX. yüzyıl Balkan araştırmaları, Balkanlar’ı insanlığın ilk
dönemine yerleştirir. Kapsamlı bir tarihsel araştırmayı hak etmeyen Balkan Slav
kökenli milletleri bir “folklorik araştırma nesnesi”ne dönüştürülerek incelenir ve
Avrupa’nın Volksmuseum”u niteliği kazanır. (Todorova: 2010, 263) Barbarlık ve
medeniyet arasında bir ara durumda bulunan Balkanlar, Avrupa siyasetçileri ve
diplomatları için bir “sınama yeri” olarak görülür. Asya ve Afrika ülkelerine göreve
gitmeden önce Avrupalı siyasetçi ve diplomatlar “Balkan okulu”nda staj yapar.
Batı’daki bu olumsuz Balkanlar imgesine İkinci Dünya Savaşı sonrasında
yeni bir boyut daha eklenir: Komünizm. Rus komünizmi bölgede varlığını
sürdürdüğü sürece artık Balkanlar Avrupa’nın elinden çıkmıştır. Komünizm
belasından uzak duran Türkiye ve Yunanistan, Balkanlar bölgesinden çıkarılarak,
Akdeniz medeniyetinin bir parçası ilan edilirler. Gerçi hiç bir zaman tam anlamıyla
bir Balkan ülkesi sayılmayan Türkiye, savaş sonrası dönemde, çok daha eski bir
niteleme olan Doğulu olmaktan kurtulmaya başlar. Aynı kurtuluşu, Tito’nun
Moskova’yla girdiği çatışmadan sonra, iplerini Rusya’nın elinden kurtarmasından
sonra Yugoslavya, ardından Romanya ve Arnavutluk da yaşar.
37
Gerçi bu dönemde aşağılayıcı bir tanımlama olarak “Balkanlar” sözcüğünün
yerini, Soğuk Savaş’ın bitmesi, Doğu Avrupa’da devlet komünizminin çökmesi ve
Yugoslavya’nın parçalanmasının ardından yaşanan Bosna Savaşı’na kadar “Doğu
Avrupa” almıştır. Todorova, bu dönemde aşağılayıcı Balkan tanımlamasının tekrar
geri gelmesinin nedeni-öyle ki Yunanistan bile bundan kurtulamamıştır- ise artık
Sovyet tehdidin ortadan kalkmasıyla Balkanların stratejik değer kaybı yaşamasına
bağlar. (Todorova: 2010, 275) Kadim “barbar, vahşi halklar” stereotipleri tekrar
kullanıma sokulur.
Todorova burada, Batı dünyasının Holokost’a karşı açıkçı ifade edilen ve
içtenlikle duyulan nefrete rağmen, yaşanan kıyımları, Batı dünyasındaki siyasetin
tipik sonuçları değil de aşırı sapmalar olarak görürken, Balkanlarda yaşanan şiddeti
“daha şiddetli”, “arkaik” ve “klan toplumlarının bir ürünü” olarak görmelerini
yerinde bir şekilde eleştirir. Dahası, XVII. ve XVII. yüzyıllarda Osmanlı
İmparatorluğu’ndan gelen, klan ve aşiretler halinde örgütlenen ele avuca sığmaz Sırp
göçmenleri Habsburgların sınır bölgelere yerleştirerek askeri açıdan
güçlendirmelerini savaşın ve kıyımın gerçek bir nedeni olarak örtülü bir biçimde ima
eder. (Todorova: 2010, 276) Belki de Batılıların kızdıkları asıl şey, kamusal bir öfke
dalgası yaratmadan sistematik katliamlar düzenleyebilirken, Sırpların bunu
beceremeyerek bütün dünyanın öfkesini üzerlerine çekmesidir.
Balkanların birlikte 500 yıl yaşadığı ve kendilerini feodal beylerin baskı ve
zulmünden kurtardığı için memnuniyetle değilse bile çok çabuk kabullendiği; etnik
farklılıkları vurgulamayan, aksine “millet sistemi” kapsamında dinsel bir birliktelik
nosyonu içinde eriterek etnisiteler arası “çatışma” potansiyelini yok eden Osmanlı
İmparatorluğu ile ilgili Balkanlı halkların algı alanlarına yerleşen olumsuz “imge”,
“klişe” ve “stereotipler”in, Avrupa tarafından “inşa” edildiği, XIX. yüzyılda
doruğuna ulaşan ulusalcı fikirler aracılığıyla bu devletlerin “koruyuculuğuna ve
özgürleştiriciliğine” soyunan Avrupa tarafından Balkan halklarına ihraç edildiği
şüpheye yer bırakmayan bir gerçeklik içerir.
İslam ile Hıristiyanlık arasındaki kritik bölünmeden dolayı, Balkanlara
fikirler neredeyse yalnızca Hıristiyan Batı ve Rusya’dan gelmiştir. Balkanların uzun
38
Osmanlı idaresi ve Bizans mirası yüzünden Avrupa ana çizgisinden kültürel olarak
yalıtıldığı nosyonu ve Avrupa\Batı medeniyetinin kritik oluşum aşamalarını atlayan
Balkanlar şeklindeki yaygın stereotip-bu nosyon sonradan ciddi bir biçimde sarsılmış
ve Balkanlarda milliyetçilikle beraber büyük bir kurucu etkide bulunan
Aydınlanma’dan bu yana, bölgenin, Avrupa’daki her kültürel ve ideolojik akıma
aktif bir şekilde katıldığı ortaya konmuştur- sürekli olarak Avrupa’dan Balkanlara
empoze edilmiştir.” (Todorova: 2010, 356)
Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanları Avrupa’nın ana gelişim çizgisinden
mutlak olarak kopardıkları yolundaki iddialarla beslenen Balkan ulusal hareketleri,
XIX. yüzyıldan günümüze dek sürekli olarak popüler inançlar, adetler, tutumlar,
değer sistemleri alanındaki Osmanlı izlerini silme çabası içinde oldu. Son yirmi yıl
içinde bile Balkanlarda, özellikle Bosna’da yaşananlar, Osmanlı mimari ve kültür
eserlerinin yokedilmesi, onun mirası olan Müslüman halklara yönelik toplu
katliamlar, tecavüzler ve yerlerinden etmeler bu algı ve stereotiplerin ürettiği
çabalardı. “Osmanlı izlerini silme, Osmanlı (ya da Doğulu) olmanın tam zıddı olan,
çok imrenilen, ideale, yani toplumun Avrupalılaşması, Batılılaşması veya
modernleşmesi idealine ulaştıracak süreç olarak görülüyordu. Osmanlı izlerini silme,
“Doğululuk’tan çıkarma”, “Balkanlılık’tan çıkarma” ve “patriyarkal düzeni
yıkma”yla eşanlamlıydı. (Todorova: 2010, 358)
İnalcık bu çabayı ve arkasında yatan temel güdüyü şu şekilde ortaya koyar:
“Ortaçağa ait Respublica Christiana ideolojisine sadık haçlı Avrupa, Avrupa
topraklarında bir İslam devletinin varlığını hiç bir zaman tam olarak benimsemedi.
Yüzbinlerce Müslüman, Türk, Çerkez, Tatar, Boşnak ve Arnavut, XIX. yüzyılda
Balkanlar, Kırım ve Kafkaslar’dan göç etmeye zorlandığı zaman Batı buna göz
yumdu. Türkleri Avrupa’dan çıkarmak için kutsal birlikler, haçlı seferleri yönünde
yapılan yoğun bir propaganda, Batı’daki yığınlar arasında bir Deccal Türk imgesi
yaratmıştı.”(C. Brown: 2010, s. 41)
Batı’nın inşa ederek Balkanlara ihraç ettiği Balkanlı-olma-öz-kimliğinin
hangi temel algı, yargı, imge ve stereotiplerden oluştuğu, Avrupalı gezginlerin
yazdıklarından yapılan alıntılarla yukarıda gösterilmişti: Entrikacı, uygarlık dışı,
39
ilkel, kaba, gaddar, üçkağıtçı, dolandırıcı, soyluluktan mahrum, nezaket adına
yaltaklanan, fesat, soğuk, dalkavuk, cahil, batıl inançlı, tembel, aç gözlü, rüşvetçi,
nankör, yalancı, güvenilmez, samimiyetsiz, oportünist ve Doğulu. Kendi
kimliklerinin derinine işlemiş olduğunu hissettikleri bu imge ve stereotipleri, yakın
coğrafyadan farklı din veya etnisiteden komşularına veya uzak coğrafyadan Osmanlı,
Osmanlı mirası veya Türklere yansıtarak kurtulmaya çalışırlar. “Doğulu” olan hep
“öteki”dir. “Daima ‘doğulu’ bir öteki karşısında kurulan Öteki, coğrafi bir komşu ve
hasımdan (çoğunlukla Osmanlı imparatorluğu ve Türkiye, ama aynı zamanda eski
Yugoslavya’da oryantalizmlerin gelişmesinde görüldüğü gibi bölge içindeki
hasımlar) kendi tarihsel geçmişinin bir bölümünün (genellikle Osmanlı dönemi ve
Osmanlı mirası) ‘doğululaştırılmasına’ dek uzanan geniş bir yelpazede yer
alır.”(Todorova: 2010, 51) Batıda bile kamuoyu ekseriyetinin İslam’ı demokrasi ve
refaha engel olarak gördüğü bir dönemde, Balkanlardaki birçok insanın ülkelerinin
günümüzdeki kötü durumunun sorumluluğunu geçmişteki Osmanlı-İslam
egemenliğine bağlamaları anlaşılır bir tutumdur. (Todorova: 2010, 45-47)
Balkan ülkelerinin tamamında hâkim olan ve şaşırtıcı derecede benzerlikler
ve süreklilikler içeren “Yarımadanın her anlamda gelişimini engelleyen ve onu ilkel
tarım ekonomisine mahkûm eden Osmanlı’ argümanını şöyledir:
Osmanlı fethinin arifesinde, Balkanların Ortaçağ toplumları, Batı Avrupa’daki gelişmelerin
ilerisinde değilse bile, o gelişmelere denk, yüksek bir sofistikasyon düzeyine ulaşmıştı.
Yarımadada, Avrupa Feodal Ortaçağ toplumlarının en ileri gelişim aşamaları için tipik olan
siyasal parçalanmışlığı sergilemesine rağmen, Ortaçağ uluslarının (ön-uluslar olarak algılanır)
oluşumu, hümanizm ve ulusal kültürler yönünde olası gelişmelere işaret eden belirtiler de
vardı. Bu açıdan, Osmanlılar’ın gelişi benzersiz sonuçlar doğuran bir felaket oldu, Avrupa
hümanizmi ve Rönesans genel sürecinin önemli ve yaratıcı bir parçası olan güneydoğu
Avrupa toplumlarının doğal gelişimini kesintiye uğrattı. Balkanlarda Osmanlı idaresinin
sağlamlaşması, yarımadayı Avrupa’daki gelişmelerden kesin olarak kopardı, Rönesans ile
Reform’un büyük fikirlerinin ve dönüşümlerinin etkisinden yoksun bıraktı. Ayrıca, derin bir
kültürel gerileme, barbarlaşma ve toplumun aynı potada erimesi sonucunu doğurmuştu.
Fatihler, Balkanların siyasal entelektüel elitlerinin varlığına son verdiler. Aristokrasi ve din
adamlarının büyük bir kısmı ortadan kaldırılmış, bir kısmı sürgüne gönderilmiş nihayet bir
kısmı da siyasal yapıya entegre edilmiş yani fiilen milliyetini kaybetmiştir. Dinsel ve etnik
bilinci canlı tutan kurumlar yalnızca Ortodoks Kilisesi ve başta köy komünü olmak üzere
özyönetim organlarıydı. (Todorova: 2010, 362)
40
Balkan tarihinin bu en hazin ve karanlık döneminin, Osmanlı döneminin,
Güneydoğu Avrupa’yı Avrupa’daki gelişmelerden koparmakla kalmayıp, bölgeyi
yalnızca hayvancılık ve tarım yapmaya mahkûm ettiği şeklindeki söylem,
Todorova’nın algılama olarak Osmanlı mirası dediği şey, her zaman Balkan
milliyetçi söyleminin en temel direklerinden biri oluşturmuştur. Bu argüman,
Osmanlı’nın XVIII. yüzyıldaki gerileme döneminde ardı ardına patlak veren Balkan
ulusal kurtuluş mücadelelerinin arkasındaki en sağlam argümanlardan biri olmuştur.
3.1.2. Balkanların Dinsel Ötekisi
İmparatorluk Mirası kitabının “Algılamalar Sorunu” bölümünün yazarı
Norman Itzkowitz, Türklerin tarihini öğrettiği ve kendisinin Ermeni karşıtı olarak
gördüğü kitapları okuma listesine aldığı için onu kınayan bir Ermeni öğrencisinden
söz eder. Itzkowitz, bir gün ona bütün bu fikirleri nereden edindiğini sorar. Bu
bağlamda iki soru tevdi eder: Bir Türk’le tanışmış mıdır ve Türkler ona kötü bir şey
yapmışlar mıdır? Her iki sorunun cevabı da “Hayır”dır. Peki, bu bilgileri nereden
almıştır? Bir an düşünen öğrenci, sonunda “Büyükannemden” cevabını verir.
(Brown: 2010, 58)
Itzkowitz’in öğrencisi, hakkında doğrudan hiç bir şey bilmediği Türklerle
ilgili öylesine derin bir öfkeli algıya sahiptir ki, bir profesörün bu insanların tarihini
öğretmesini, üstelik de Ermeni karşıtı olarak gördüğü kitapları okuma listesine
koymasını anlayamaz. Büyükannesinin anlattıklarından yola çıkarak zihin
dünyasında olumsuz stereotipler inşa ettiği Türklerle en ufak bir yakın teması
olmadığı gibi, bir kötülük de görmemiştir. Onlara ait bu derece katılaşmış
önyargısının şekillendiği yer yalnızca ailesidir.
“Öteki” algımızın ilk ve en doğrudan şekillendiği yer olan aileler, ister
tarihsel bir miras olarak alsınlar, ister bireylerin kendi tercihleri olsun, yalnızca
sosyal ve kültürel değerlerin bir taşıyıcısıdırlar ve bu değerleri kendi kendilerine
üretmezler. Resmi ve gayri resmi dini kuruluşlar, medya, sanat eserleri, akademik
çevreler, eğitim kurumları vs. bu algıların üretilip kuşaktan kuşağa aktarıldığı
ideolojik aygıtlar olarak işlev görürler. Milli kimliğin inşasında dinin belirleyici
41
önem taşıdığı Balkanlar söz konusu olduğunda, dinsel alanda inşa edilmiş algı ve
stereotiplerin ve “ötekiler”in incelenmesi, toplumların sosyolojik ve psikolojik
örüntülerini anlamada çok daha önemli bir hale gelir.
Bu nedenle, Bosna-Hersek’te okutulan tarih ders kitaplarında kullanılan
Osmanlı, Türk ve Müslüman imge ve stereotiplerini belirlemeye yönelik bir
çalışmaya girişmeden önce, bu ülkedeki Sırp entitesi ve etnisitesi üzerinde doğrudan
etkiye sahip olan Sırp Ortodoks Kilisesi’nin resmi yayınlarına ve Sırp Hırvat ve
Boşnak okullarında okutulan din öğretimi ders kitaplarının incelenmesi ve orada
üretilen algı ve klişelerin anlaşılması ders kitaplarının incelenmesi temel çalışmasına
büyük bir katkı sağlayacaktır.
Özellikle Sırp dini kimliği, Balkanlarda yüzyıllar süren güçlü Türk
hâkimiyetine muhalefetle oluşturulmuştur. Dinsel ötekinin imajlarını, dini cemaat
temsilcilerinin sözlerinden çok yazılarından ayırt edebileceğimiz gerçeğinin en iyi
örneğini 1987 yılında yazdığı “Nasıl Hayatta Kaldık?” adlı kitabında Sırp Ortodoks
PiskoposVelimirović gösterir.
Türk şeytanına karşı, dini liderler sık sık şövalyeleri görev başına çağırdılar. Bu teori,
kiliselerde Haç ve İncil eşliğinde, toplantılarda ilahi ve şarkılarla, yaşlılar ve gençler tarafından,
erkek ve kadınlar tarafından söylenip durdu. Ve sonunda bu dualar, küçük Karadağlı kabilesinin
ruhunu ateşledi ve ayağa kaldırdı. Böylece, Aryan Avrupa ırkının karşılaştığı en büyük şeytana
(Osmanlı) karşı başkaldırı başladı. ( Moe: 2008, 128)
Sırbistan Ortodoks Kilisesi (SOK) Teoloji Fakültesi eski dekanı Radovan
Bigovic, yazdığı Crkva i društvo (Kilise ve Toplum) adlı kitapta ötekini şöyle
tanımlar: “Öteki, onsuz olamayacağımız şeydir. Bizim kişliğimiz ve varoluşumuz
için bir şarttır. Ötekisiz tam bir varoluş ve kişisel kimlik edinemeyiz. Her insani
günahın özü ve trajedisi, ahlaki değerlerin ve geleneğin ihlalinde değil, tam olarak
ötekiyle olan ilişkinin ayrımında yatar. (Moe: 2008, 173)
Zlatiborka Popov-Momčinović, Sırbistan Ortodoks Kilisesi’nin 1967 yılında
yayına başlayan ve ayda iki kez yayınlanan Pravoslavlje (Ortodoksi) dergisini (2005
yılına ait sayılarını) inceler. SOK’nin resmi yayını olan ve basit dili sayesinde geniş
42
kitlelere ulaşabilen ve yalnızca dini alanda değil, siyasi alanda da etkili olan
Pravoslavlje dini elitlerin görüşlerini yansıtması bakımından da önemli. Dergi, hem
Sırbistan, hem de Bosna-Hersek içinde ayrı bir Sırp entitesi olan Sırp
Cumhuriyeti’nde en çok okunan Ortodoks yayını.
Derginin ele aldığı temel konular şöyle: Önemli Ortodoks tatiller, popüler bir
yaklaşımla ele alınan dini konular, SOK kurucuları, hayatları ve eserleri, kilisenin
bakış açısından sosyal olaylar, kitap tanıtımları. Dergi aynı zamanda aile içi şiddet,
yoksulluk, tüketim toplumu, medyanın ticarileşmesi, modern dünyada teknolojinin
etkileri gibi konuları sıkça işlemekte. Konunun araştırmacısı, Eski Yugoslavya’da
yaşanan ve muhtemel çatışmaların dinin kullanılarak nasıl meşru gösterildiğini
göstermesi açısından son derece önemli olduğunu ifade etmektedir.
Pravoslavlje dergisinde din ve kimlik üzerine oluşturulan temel tezler şöyle
sıralanabilir:
- Sırp kimliği tarihle tanımlanır ve sürekli tehlikede olmuştur, kimliğin
oluşmasında SOK’nin katkıları muazzamdır.
- SOK’nin, özellikle Sırpların çoğunlukta oldukları ve ulusal devlet
oluşturdukları yerlerde (Sırbistan ve Sırp Cumhuriyeti) hakimiyeti tekrar
kurulmalıdır.
- Sırpların, devletlerini kaybettikleri Osmanlı egemenliği altında bile din ve
siyaset arasındaki bağlantı asla kopmamıştır. Bu dönemde Sırp milli
kimliğinin gelişmesinde en büyük pay SOK’nindir. Türklerin kölelik
döneminde Sırpların ayakta kalmasını sağlayan en önemli kişi Ortoçağ’da St.
Sava, modern zamanlarda ise Bishop Nikolaj Velimirović’dir. (Devletle
SOK’nin birbirini desteklediği Ortaçağ özlemle anılır.)
- İlerleme sadece geçmişi bilmek ve ona saygı göstermekle mümkündür.
- “Kosova Etiği” Sırp ruhsal varlığının bir parçasıdır. Atalarımız sayıca
Türkler’den daha az olduklarını bilmelerine rağmen savaşmayı seçerek
cennetin krallığına hizmet ettiler. Kosova Etiği, Sırp kimliğinin oluşumuna ve
Sırpların bütün tehlikelerle baş etmelerine en büyük katkıyı sağlamıştır.”
(Moe:2008, 130)
43
Sırp Cumhuriyeti’ndeki etkisi Sırbistan’dakinden daha geniş olan dergi,
kendisiyle belli bir mesafeyi koruyan siyasetçi ve STK’lara nefret dolu söylemlerle
yaklaşır. “Kiliseye saldırı, halka saldırıdır. Dini toplumsal ve siyasal hayattan
dışlayarak yalnızca özel alana hapsetmek şizofreniye neden olur.” söylemi en sık
tekrarlanan söylemlerdendir.
Pravoslavlje dergisinin “öteki”lerinin kimler olduğuna bakalım:
- Modern dünya krizlerle dolu bir yerdir, ekonomik, siyasi ve
her şeyden önce ve en önemlisi manevi bir kriz vardır. Her şey satılıktır.
(Moe: 2008, 131)
Öteki, modern dünyanın tüketim toplumudur. Bu ortamda kültürel kimliğin
korunması son derece zordur. Kimliğin kaybı hem bireysel hem toplumsal çöküntü
ve çözülüşe neden olur, bu yüzden kimlik korunmalıdır. Çözüm, SOK’dir:
- Modern dünyanın ahlak krizine çözümün olduğu tek din
Hıristiyanlıktır, tıpkı Roma döneminde olduğu gibi.
- Sırp milleti dört tarafı düşmanlarla çevrelenmiş bir millettir.
Örneğin, son savaşta, Hırvatlar ve Müslüman Boşnak ve Arnavutlar
Avrupalı-Amerikalı faşistlerin yardımıyla Sırpları yoketmeyi denemişlerdir.
(Moe: 2008, 132)
Yazar burada şu yorumu yapar:
Balkanlarda ulus fikri hiçbir zaman siyasi ve milli topluluklar oluşturan özgür bireyler
nosyonu üzerine kurulmadı, daha çok etnisite, birbirinden farklı kültürel gruplar düşüncesi
üzerine kuruldu. Bu Balkanların karakteristiğini oluşturdu ve devam ettirdi, bu nedenle dinsel
ötekinin tanımlanması da tarihsel perspektifin izlerini yansıtır. Tarih kullanılarak, kendi dinsel
topluluklarının tarih boyunca nasıl tehlikede olduklarını göstermeye çalışırlar. İnsanların
kurtuluşu için kendini kurban eden bir Tanrı, korkunç işkenceler altında bile inançlarını
terketmeyerek şehit olan takipçileri, ötekinin imajının oluşturulmasında ve ötekiyle olan
ilişkinin belirlenmesinde sürekli olarak kullanılır ve üretilir. (Moe: 2008, 174)
Kosova, Sırbistan’ın Kudüsü olarak tanımlanır, Sırp halkının kendini
Hırıstiyanlığa adamasının bir sembolüdür. Ancak, Türkler, Arnavutlar ve NATO
44
yüzünden devamlı olarak Sırp milletine acı vermektedir. “Bu kutsal toprağı,
kimliğimizin sembolü olan bu toprağı asla bırakamayız.”
Bu adanmışlığı ifade eden ve çok kullanılan şu deyime yer verilir: “Bir Sırp
İsa’ya aittir, o ölürken neşeliydi. Hıristiyanlıktan daha güzel bir inanç yoktur.”
Popov-Momčinović, dini inancı için kendini kurban etme motifinin, yani
teolojik olanın pratik hayata bu transferinin, Balkanlara son derece hoşgörüsüz bir
atmosfer kattığını ve böyle bir pratik bir teoloji formunun, dinsel öteki algımızı
gerçeklikler üzerine değil, çatışmalar ve düşmanlıklar üzerine kurmamıza yardımcı
olduğunu söyler. (Moe: 2008, 133)
Pravoslavlje’nin Batı kültürü ve Batı Hıristiyanlığına bakışı Marksist
geleneğin modernite eleştirisini andırır. Roman Katolisizmi ve Protestanlık çok
biçimselleşmiş ve sekülerleşmiş bulunur. “Batı dinselliği antroposentrik ve insanla
Tanrı arasında doğru ilişkiyi sağlayamayan durmadan genişleyen seküler anlayışa
alan açan bir dinselliktir.” (Moe: 2008, 133) Hıristiyan ruhun yok sayılarak dinin
aklileştirilmesi ruhsallığı ve hayal gücünü yok eder ve modern pazar ekonomisine
hakikatin ticarileştirilmesi için verimli topraklar sağlar. Modern dünyadaki pek çok
olumsuz olgunun nedeni, hakiki Hıristiyan mesajların Batıda sürekli olarak
bozulmasıdır.
Katoliklerin imajı yukarıda anlatılanlarla sınırlı değildir; Ortodoks ve Katolik
nüfusların yoğunlukta olduğu ülkeler arasındaki çatışma ve tarihi karşılaşmalar
sürekli hatırlatılır. Haçlı seferleri sırasında Latinlerin İstanbul’u nasıl yerle bir
ettikleri ve Müslüman Türklere karşı Batı’nın Ortodoks Bizans’a yardım etmeyişi
devamlı olarak hatırlatılır. Kosova’nın bugün ki durumuyla, bu olay arasında
benzerlikler kurulur ve Batılı ülkelerin, Arnavutların Kosova’yı işgal etmelerine izin
verdikleri ve Bosna ve Kosova’daki İslamlaşma süreçlerine göz yumdukları ifade
edilir.
Hemen her sayıda Ortodoks Sırp ve Katolik Hırvatlar arasındaki sorunlar dile
getirilir. En çok yer, İkinci Dünya Savaşı’nda Faşist Ustaşaların Sırplara
45
uyguladıkları soykırıma ayrılır ve Ustaşalara ait toplama kamplarının resimleri
yayınlanır. Papa II. John Pole’ün, 700.000 Sırp’ın işkence edilerek öldürüldüğü
Jasenovac toplama kampını hiç bir zaman ziyaret etmediği söylenir. Hırvatistan’da
yaşayan Sırpların hala aynı durumda olduğu, çok sayıda Ortodoks Kilisesi’nin yok
edildiği ve pek çok Sırp’ın hala tehlike altında olduğu anlatılır. Derginin her sayısı,
bugünün Hırvatistan’ında yaşayan Sırpların ve Ortodoks Kilisesi’nin karşılaştığı
sorunlarla biter. Birçok kiliseye saldırılar düzenlenmekte, kiliselerin duvarlarına
Sırplara karşı nefret dolu ifadeler içeren faşist sembollerle dolu grafittiler
yazılmaktadır.
En olumlu imaja sahip dinsel ötekiler Yahudilerdir. Kendilerinden çok fazla
söz edilmese de dinleriyle ilgili olumlu ifadeler kullanılır. Sık sık Tanrı’nın insanları
veya seçilmiş insanlar olarak söz edilir. Dergiye göre, Yahudilik, Hıristiyanlığın
köklerini oluşturur ve köklerimizi inkâr etmek “kan ve toprak” ideolojisini kabul
ettiğimiz anlamına gelir. “Gerçek topluluğun yalnızca Tanrı ile gerçek bir iletişim
kurarak mümkün olduğunu anlayan ilk halk Yahudilerdir.” (Moe: 2008, 137)
Pravoslavlje İslam’dan bir din olarak bahsetmezken, İslam’ın imajları,
Türkler, Arnavutlar ve Boşnaklar gibi ulusal grupların imajları aracılığıyla
şekillendirilir. Türklerden genellikle, “Hıristiyan olmayanlar, işgalciler, Sırbistan’ın
Ortaçağ devletinin kültürel, ekonomik ve siyasi gelişmesine engel olan vahşi sürüler”
olarak bahsedilir. Türk işgali, “kölelik, zulüm ve işkence dönemi” olarak anılır. Bu
dönemde pek çok Ortodoks Kilisesi yıkılmış veya üstüne minareler eklenerek camiye
dönüştürülmüştür. Kalan kiliselere ise çan takılmasına izin verilmemiştir. Pek çoğu
çok kötü durumdadır, ikonalar ve diğer dinsel resimler kazınmış veya tahrip
edilmiştir. Hıristiyanlar, kiliselerini korumak için yollardan uzak yerlere veya yüksek
dağlara inşa etmeye zorlanmışlardır. Sataşma ve tacizlerden korunmak için Ortodoks
rahipler çok ender kasabaya inmiş, Sırp kadınlar Türk kadınları gibi başlarını örtmek
zorunda kalmışlardır. Derginin neredeyse her sayısında “sözde seküler” Türk
Devleti’nden kaynaklanan sorunlardan bahsedilir: “Türkiye’deki Hıristiyan kültürel
miras devletin koruması altında değildir; hükümet Ortodoks din okullarının
açılmasına izin vermemektedir; kiliselerin arsa sahipliğine izin verilmemektedir;
46
hükümet bazı İslami kuruluşlara ayrıcalık tanırken, Hıristiyanlara tanımamaktadır;
Türkiye, doksan yıl önce Ermenilere uyguladığı soykırımı hâlâ tanımamaktadır.
Türkiye’de yaşayan gizli-Hıristiyanar vardır ve kendilerini Müslüman olarak
tanıtmaları için zorlanmalarına rağmen, Hıristiyan inançlarını kahramanca
savunmakta ve gizlice yaşamaktadır.” (Moe: 2008, 139)
Dergide sık sık tekrarlanan temalardan biri de, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne
üyeliği konusudur. Avrupa Hıristiyan toplulukların, “farklı medeniyet” olması
nedeniyle Türkiye’nin AB’ye girmesine karşı olduğu ve Türkiye eğer Avrupa’ya
yakın olmak istiyorsa Hıristiyanlar üzerinde ayrımcılık yapmaktan vazgeçmesi
gerektiği sık sık tekrarlanmaktadır. Kosova Etiği” denen imge, hem SOK’nin dergisi
Pravoslavlje, hem başka dini yayınlar ve okullarda okutulan din dersi ve tarih
derskitaplarının temel imgelerinden biridir. “Sırp manevi varoluşunun” temel parçası
olan “Kosova etik formlarından” derginin hemen her sayısında bahsedilirken,
Kilise’ye ait diğer yayın, beyanat ve tartışmalarda en çok başvurulan imge olduğunu
bölümün yazarından öğreniyoruz. Kosova etiğinin söz konusu olduğu her cümlenin
arkasından, halen çatışma içinde olunan Arnavutlar’dan bahsedilir. “Sırp Ortaçağ
devletinin kalbi durumundaki Kosova’da Sırpların azınlık durumuna düşmelerinden
Türk yönetimi, İkinci Dünya Savaşı, Komunist diktatörlük ve NATO müdahalesi
sorumludur. (Moe: 2008, 139)
Mart 2004’teki Arnavut ayaklanmasına ve yıkılan 24 manastıra özel önem
verilir. Arnavutlardan bahsedilirken kullanılan ifadeler genelde; “saldırganlık,
ekstremizm, şiddet, radikalizm, suç, barbarlık, vs.”dir. Her sayıda yıkılan kiliselerin
fotoğrafı yer alır. Tel örgülerle çevrelenmiş Gračanica Manastırı’nın fotoğrafları
Kosova’daki Sırpların durumunu sembolize eder; gettolara sıkıştırılmış ve Arnavut
tehdidi altında yaşayan Sırplar. Kosova’nın statüsü tartışılamaz. Arnavutlar birinci
ötekidir.
Genel olarak değerlendirildiğinde diyebiliriz ki, Türkler (Müslümanlar) ve
Arnavutlar, SOK’nin “en ötekileri”dir. 1990’lardaki çatışmalar, özellikle BiH’de
Müslüman Boşnaklara uygulanan soykırımlardan hiç bahsedilmez, sadece Dayton
Barış Antlaşması’ndan sonra ülkede ciddi şiddet olayları olmadığı söylenir. Ancak,
47
BiH’deki birliktelik problemlerinden bahsedilirken, özellikle Saraybosna’nın
Ortodoks Hıristiyan nüfustan arındırıldığı söylenir. Ayrıca, Sırpların azınlıkta olduğu
BH bölgelerinde (Federasyon mesela) yıkılan Ortodoks kiliselerinin asla tamir
edilmediği ve savaş sonrası BiH’teki ekonomik sıkıntıların Sırp nüfusun geri
dönüşünü engellediği söylenir.(Moe: 2008, 140)
Genel bir değerlendirme yapılacak olursa, Sırp Ortodoks Kilisesi’nin resmi
yayın organı gibi işlev gören Pravoslavlje dergisi, İslamla ilgili net bir değerlendirme
yapmaz ve bu dinin öğretilerine dair hiç bir bilgiye yer vermez. Belli Müslüman
gruplarla tarihte ve günümüzde yaşanan sorunlar vurgulanarak İslam’la ilgili son
derece çatışmacı ve olumsuz bir imaj çizilir. İslam hâkimiyeti sırasında (Osmanlı
İmparatorluğu dönemindeki 500 yıllık köleliğin ve şu an Kosova’daki köleliğin) Sırp
milli kimliğinin ve Sırpların öz-imajlarının oluşmasındaki katkıları özellikle
vurgulanırken “şehitlerle” gurur duyulur. (Moe: 2008, 140)
Farklı ötekilerle karşılaşmalar ve onların imajlarının Sırplığın oluşumundaki
etkileri vurgulanırken, Müslüman yönetici Sinan Paşa’nın 1594’te St. Sava’ya ait
kutsal emanetlerin yakılmasını ve küllerin tüm Sırbistan’a serpilmesini emretmesi
sürekli hatırlatılır. Bu Ortodoks Sırp kimliği hakikatininen sağlam temelini oluşturur.
(Moe: 2008, 141)
Pravoslavlje’nin (SOK’nin), Zlatiborka Popov-Momčinović’in tanımlamasını
kullanırsak, “en öteki ötekileri” ateistlerdir. Ateizme duyulan tepki ve
hoşgörüsüzlük, İslam’a duyulandan çok daha ileridedir. Ateizm, komünizmle eşdeğer
bir anlamda kullanılır. Bazı medya organlarının hâlâ, neo-liberallere dönüşen
komünistler ve onların çocukları tarafından yönetildiği ve SOK’ne düzenli saldırılar
gerçekleştiren bu medyanın Sırp milli ve dini kimliğinin altını oymaya çalıştığı sıkça
konu edilir. Komünistler aynı zamanda Makedonlar ve Müslümanlar gibi yeni
milletler yaratarak bölgede çatışma potansiyeli yaratmışlardır. (Moe: 2008, 142)
Kimliğin korunmasında ve Sırp gençliğinin toplumsallaştırılmasında tek doğru merci
ise SOK’dir.
48
SOK, “Asırlar Boyunca Sırbofobia” isimli bir kitap yayınlayarak, Sırpların
öteki tarafından nasıl algılandığına dair değerlendirmeleri toparlar. Kitabın yazarları,
Sırbofobianın ‘Latin’ siyasetinin bir parçası olduğu anlatarak, Sırplarla ilgili olumsuz
imajların, 1054’deki büyük bölünme, 1878 Berlin Kongresi, Bosna-Hersek’in
Avusturya-Macaristan tarafından ilhakı, İkinci Dünya Savaşı ve son Balkan savaşına
kadar devam eden uzun tarihinden bahsedilir.
Ötekilerin Sırpları ve SOK’ni hoşgörüsüzlük, soykırım ve bölgesel
huzursuzluklardan dolayı suçladığı ifade edilir. Batılı düşünürlerin Sırplar ve SOK
hakkında hala çok önyargılı oldukları zikredilir. Örneğin, Fransız düşünür Gustave
Le Bon (1841-1931)’a ait şu ifadelere yer verilir: “Balkanların ilkel mentalitelerine
en uygun siyasi rejim, Türk yönetimi sırasındaki kölelik rejimidir.” (Moe: 2008, 143)
Hırvatlar tarafından Sırpları karalamak için sayısız yayınlar yapıldığı, XIX.
Yüzyıldan beri bazı Hırvat dini figürlerin, tarihçilerin ve toplumda etkili kişilerin
yanlış Ortodoks imajı yaydığı söylenir. Sırplarla ilgili olumsuz imaj oluşturulmasının
altında “yenidünya düzeninde” tamamen Katoliklerden oluşan bir Hırvatistan
yaratmak olduğu ifade edilir. (Moe: 2008, 143)
Genelde tüm Balkan ülkelerinde ve özellikle Sırbistan’da dinin milliyetin
psikolojik temeli olarak kullanıldığı, Sırp milli kimliğinin oluşturulmasında SOK’nin
rolüne daha önce değinilmişti. Burada özellikle dikkati çeken, “Kosova Sendromu”
olarak adlandırılan Kosova Savaşı’nın efsaneleştirilerek bir mite dönüştürülmüş
olmasıdır. Sırp devletinin yayılmacı politikalarını meşrulaştırmak IX. yüzyılda
canlandırılan bu efsanenin Sırp milli kimliğinin en ayrılmaz parçası olarak nasıl
kutsallaştırıldığı incelenen ve geniş kitlelerce takip edilen Pravoslavlje dergisince
gözler önüne serilmektedir. Bu efsane, daha sonra görüleceği gibi, Sırbistan ve
Bosna-Hersek’te okutulan tarih ders kitaplarının Osmanlı tarihi ile ilgili bölümlerinin
temel motifini oluşturmaktadır.
Sırp ulusal kimliğinin ve “öteki” algılarının oluşturulmasında SOK’nin bu
denli etkin bir rol oynaması, gerek Sırbistan, gerekse siyasetin Sırbistan’dakinden
çok daha güçlü bağlarla bağlı olduğu ve doğal müttefik olarak SOK’ni kabul ettiği
49
Bosna-Hersek Sırp Cumhuriyetindeki toplumsal bütünleşme ve barış adına
endişelenmemiz için yeterli neden olabilir. Özellikle “Müslüman Öteki” üzerinden
inşa edilen Sırp milli kimliğinin nesiller değiştikçe yeniden ve sürekli aynı motifler
ve donup kalmış yüzyıllık stereotipler (Kosova Sendromu gibi) üzerine inşa edileceği
aşikârdır. Siyasete olan büyük merakıyla sahip olduğu toplumsal desteği ve
hâkimiyeti kaybetmemek adına SOK, Sırbistan devletinin bekası ve Sırp milli
kimliğinin garantisi için ne kadar önemli bir kurum olduğunu durmadan aynı motifler
etrafında tekrar tekrar hatırlatıp duracaktır. Zira ötekinin kim olacağına ve nasıl
temsil edileceğine güçlü olan karar verecektir.
Bosna’daki üç etnik grubun, Boşnak, Sırp ve Hırvat, 1992-1995 yılları
arasında süren ve pek çok kişinin esasında “din savaşı” olarak nitelediği Bosna
Savaşı’nı bitiren 1995 tarihli Dayton Barış Antlaşması’nın Bosna-Hersek içerisinde
yarattığı bir Sırp entite olan Sırp Cumhuriyeti’nin, Sırbistan’daki SOK ile göbek
bağına yukarıda değinilmişti. Cumhuriyet içindeki siyasilerin SOK ile olan organik
ilişkileri ve dini otorite olarak SOK’ni tanımasının yanı sıra, bu cumhuriyetin
okullarında okutulan eğitim müfredatı ve içerikleri ve ders kitapları çok büyük
ölçüde anavatan olarak görülen Sırbistan’ı takip etmekte, hatta çoğu durumda,
okullarda, Sırbistan’da basılan ders kitapları okutulmaktadır. Aynı durum, Bosna-
Hersek Federasyonu içindeki Hırvat etnik grup için de geçerlidir; Bosna Hırvatları,
eğitim müfredatları ve ders kitapları konusunda Hırvatistan’ı takip etmekte ve tıpkı
SC gibi, Hırvatistan’da basılmış ders kitaplarının okullarda okutmaktadır.
Bosna-Hersek (BH) içerisinde ayrı bir devlet gibi davranan Sırp Cumhuriyeti
(SC) ve Boşnak-Hırvat federasyonu olan Bosna-Hersek Federasyonu (BHF) farklı
müfredat ve ders kitaplarıyla, farklı okullarda eğitim vermektedir. BHF içinde bile 11
farklı eğitim sistemi kullanılmaktadır (Federasyon ve 10 kanton). Okullardaki din
eğitimi dersleri bazı kantonlarda zorunlu, bazılarında ise seçimlik olarak
okutulmaktayken, SC’de din dersi yalnızca ilkokullarda okutulmakta ve dersin
zorunlu olabilmesi için 30 kişinin talepte bulunması gerekmektedir.
BH Anayasası ve eğitim sisteminin karmaşıklığı kadar, yakın zamanda savaş
yaşamış bir ülkenin çocuklarına farklı dinlerde eğitim vermeye çalışmanın zorlukları
50
ortadadır. Hele hele, etno-dini düşmanlığı üreten olguların en başında gelmesi
hasebiyle, birbirine düşman üç halk için eğitim programları geliştirmek ve dini
eğitim yapmak son derece zor bir çabadır.
Christian Moe’nun editörlüğünü yaptığı yukarıda değinilen çalışmaya Bosna-
Hersek İlköğretim Okullarında Okutulan Din Eğitimi, Ders Kitaplarında Dinsel
Öteki İmajı başlığıyla katkı veren Aid Smajić, BH’teki üç farklı etnik grubun
okullarında okutulan din eğitimi kitaplarındaki “dinsel öteki”nin kim olduğunu ve
nasıl tanamlandığını göstermektedir.
1990’lı yıllarda Yugoslavya’da komünist rejimin çöküşü, diğer birçok
komünizm-sonrası ülkelerinde olduğu gibi BH’te de dinin kamusal alana geri
dönmesi ve dini özgürlüklerin yaşanması anlamında bir dönüm noktası oldu. Daha
önce dini özgürlükten mahrum farklı etnik ve dini geleneğe sahip halklar dinlerini
açıkça ifade etme özgürlüğünü yeniden kazandılar. 1994 yılında BH Eğitim
Bakanlığı, ilköğretim okullarında din dersinin okutulması yönünde kararlar alarak
“İslam, Katolik, Ortodoks, Yahudi ve Adventist Dinler için Dini Eğitim Plan ve
Programı” geliştirerek 1996 yılında uygulamaya geçirdi.
2002 yılında Katolik, Ortodoks ve İslam cemaatlerinin temsilcileri ve AGİT
tarafından BiH’teki din öğretimi kitaplarının ilk ve son resmi revizyonu yapıldı.
Revizyonun amacı, diğer dinlere mensup insanları rahatsız edecek ve incitecek
ifadelerin ders kitaplarından ayıklanmasıydı. Yapılan bu revizyon sonrasında
ayıklanan “incitici, ötekileştirici ve düşmanlık üretici” ifadelerin her iki entitede de
din öğretimi ders kitaplarına nasıl yansıtıldığını inceleyen Smajić, bu yöndeki
çalışmanın BHF’de SC’ye göre daha başarılı bir biçimde kotarıldığı tespit eder.
(Moe: 2008, 102)
Katoliklere ait okullarda okutulan din öğretimi ders kitaplarında “dinsel
öteki”ye yeterince yer verildiğini tespit eden Smajić, çalışmasında, söz konusu
kitapların “dinsel öteki”den bahsederken kullandığı dil, söylem ve sınıflandırmaları
şöyle belirler:
51
“Katolik din eğitimi ders kitapları (KDEDK), farklı dinsel öteki
kategorilerinden bahseder ve bu kategorileri aşağıdaki gibi tanımlar: Diğer Hıristiyan
inananlar, Hıristiyan Olmayan İnananlar, Yeni Dini Hareketler, Din Dışı Halklar
veya Ateistler” (Moe: 2008, 144)
Diğer Hıristiyan inananlar olarak tanımlanan Yunan-Katolikler, Ortodoks
Kilisesi, Protestanlık ve üç farlı kolu olan Lutheryanizm, Kalvenizm ve
Anglikanizm, “Hıristiyan bölünmüşlüğü” bağlamında ele alınır, bu bölünmüşlüğün
nedenleri, her bir fraksiyonun öğretileri, inananlarının sayıları ve çoğunlukla
yaşadıkları yerlerle ilgili bilgiler verilir. Luteryan Kilisesi’nin kurucusu Martin
Luther’den “çok radikal ve katı” olarak bahsedilir. Hıristiyanlar arasındaki
bölünmelerden bahseden bölümler ekümenik hareketin öneminden ve barış
çabalarından, Hıristiyan Kiliseleri arasında birleşme çalışmalarından vurguyla söz
eder.
Hıristiyan Olmayan inananlar başlığı altında Yahudilik ve İslam
incelenmektedir. Yahudilik’ten hemen her sınıfın ders kitabında bahsedilirken,
İslam’dan yalnızca beşinci sınıf ders kitabında bahsedilir. Yahudi imajı son derece
olumludur; Yahudi halkının ne kadar çalışkan olduğu, Firavun’un bu halka
uyguladığı baskı ve terör ve nihayet Tanrı’nın onlara nasıl yardım ettiği anlatılır.
Ancak, İsa’nın çarmıha gerilişiyle ilgili bölümlerde Yahudi imajı yavaş yavaş değişir
ve çarmıha gerilişten açıkça yoldan çıkmış Yahudi dini liderler suçlanır. Holokost
suçlarına doğrudan gönderme yapılmadan, dini ayrımcılık, anti-Semitizm ve
Yahudilerin zaman zaman maruz kaldıkları kötü muamelelerden söz edilir ve
öğrenciye sık sık İsa’nın kendisinin de bir Yahudi olduğu hatırlatılır.
İslam’ın öğretileri ve kökenleri yalnızca tek bir sayfada bir kaç cümleyle
anlatıldıktan sonra Türk ve Hırvatlar arasındaki savaştan söz edilir. Kitabın Dinler
Tarihi bölümünde İslam ile ilgili tarafsız bir anlatımla betimleyici bilgiler verilir ve
İslami kaynaklar ve öğretilerden bahsedilir. Müslümanların diğer dinlere inananlarla
aynı değerleri, kökenleri ve yaşam alanlarının paylaştıkları vurgulandıktan sonra
İbrahim Peygamber’in sadece Yahudi ve Hıristiyanların değil, Müslümanların da
“babası” olduğu söylenir. Ders kitabı, Kur’an’ın Müslümanların kutsal kitabı
52
olduğunu ve ayetlerinin gerçek takvayı ve evrensel değerleri teşvik ettiğini belirtir.
“Müslümanlar toplumun gelecek refahı için aynı ölçüde katkı sağlayan ahlak
komşularıdır.”(Moe: 2008, 105)
Hırvatların ulusal tarihinin anlatıldığı bölümde, Hırvatistan ve Bosna’da 500
yıla yakın kalan Müslümanlardan, Türk-Hırvat savaşlarından ve Osmanlı
idaresindeki Katoliklerin durumundan bahsedilir. “Katolik Kilisesi ve Hırvatlar
Arasındaki Hıristiyanlık” bölümünde Türkler şöyle anlatılır:
Bazı İslami yasalar genel olarak Hıristiyanlık inancına karşı hoşgörülü olsa da, Hıristiyanlar,
Osmanlı İmparatorluğu’nda ikinci sınıf vatandaşlardı. Hiç bir devlet görevinde bulunamaz,
silah taşıyamaz ve ata binemezlerdi. Birçok Hıristiyan kilisesi yıkıldı. Yüksek ve adaletsiz
vergiler ödediler... Türkler, Papa’nın Hıristiyan dünyasını birleştirerek Hıristiyan ülkelerinin
özgürlüğü için savaş başlatmasından korktukları için Katolikleri ağır vergiler altında ezdiler.
Srijem ve Doğu Bosna-Hersek’teki Katolikler, çareyi kendilerine göre daha ayrıcalıklı
muamele gören Ortodoks Hıristiyanlığına geçmekte buldular. XVII. yüzyılın başlarında
Bosna, Slovenya ve Srijem’de zorla İslamlaştırma başlattılar. Bunun sonucunda, çok sayıda
Katolik İslam’a geçti ve Katolik nüfusun yüzdesi aniden düştü... Türk işgali sırasında Katolik
inancı baskı gördü ve Katoliklerin yaşamları giderek zorlaştı. (Moe: 2008, 106)
Budizm, Hinduizm ve Konfuçyüsçü gelenek betimleyici ve tarafsız bir
yaklaşımla sunulur. KDEK’nın ateistler ve “Yeni Dini Hareketler” olarak tanımlanan
son yirmi yılda özellikle Hinduizm ve Budizm’den kaynaklanan yeni dinsel
öğretilerle ilgili tavrı, Sırp Ortodoks Kilisesi’ni yaklaşımını hatırlatır. (Moe: 2008,
105-106)
“Öteki” dinler ve inanç sistemleri anlatılırken KDEK’nın Vatikan Kilisesi’nin
nihai gerçekliğin tek sahibi olduğu yönündeki sürekli vurgu ve imaları özellikle
dikkati çeker.
Bosna-Hersek’teki Sırp okullarında okutulan Ortodoks din öğretim ders
kitaplarında (ODEDK), temel amaç olarak ‘komşu ülkelerin dini gelenekleriyle ilgili
öğrencileri bilgilendirmek’ belirlenir.
53
Hıristiyan inançlar olarak bir yandan Batı Kilisesi veya Roman-Katolik
Kilisesi, Protestanlık, ve Eski Katolik Kilisesi, diğer yandan diğer Ortodoks
Kiliselerinden bahsedilir ve bilgilendirici bir nitelik taşır.
Diğer Hıristiyan inançlar başlığı altında betimleyici bir biçimde ve çoğunlukla bu
dinlere inananlar arasında yaşanan ihtilaflar ve savaşlardan bahsedilirken, bu dinlere
inananlar hakkında bilgi verilmez. Böylece, öğrenci anlatılan dinlere inananlarla
ilgili her hangi bir imaj geliştiremez.
Katolik Kilisesi’nden bahsedilirken, daha çok Doğu ve Batı Kilisesi arasında
1054’de gerçekleşen bölünmeden söz edilir. Katolik Kilisesi’nin dini otoriteleri,
‘Kilise’nin ilk geleneklerine saygı göstermemek ve kendi amaçları doğrultusunda
yeni bir Kilise kurmakla’ suçlanır.
Ortodoks Kilisesi’nin Katolik ve Protestan Kiliseleriyle bir araya gelme
olasılığı kesinlikle yadsınır ve gerekçe olarak aynı dini paylaşmadıkları, ikincilerin
yanlış düşüncelerinin inanç sistemlerini özünden saptırdığıı gösterilir. Kiliseler
Dünya Konseyi’nin Hıristiyanlık dışı dinlere inananların dine davetiyle ilgili
inisiyatifi konusunda da olumsuzdur, bu tür çabalar, her dini inançtan insanı bir araya
getirerek bütün dinlerden aldıkları şeylerle evrensel ‘derleme’ bir din oluşturmaya
çalışan ‘Masonluğa’ benzetilir. Bu yüzden, tüm Ortodoks kiliseler, Kiliseler Dünya
Konseyi’ni derhal terk etmelidir.
Hıristiyanlık Dışı İnançlar kategorisinde Yahudilik ve İslam tartışılır.
Yahudilik’in ortaya çıkış süreci anlatıldıktan sonra, Tanrı’nın vahyine, ilk
Hıristiyanlara ve İsa’ya karşı Yahudilerin tutumları eleştirilir. Günümüz
Yahudiliğine ve Yahudilerine, İkinci Dünya Savaşı’na ve Yahudi Soykırımına hiç
değinilmez. Yahudilerden, Hıristiyanlığın ilk üç yüzyılıyla ilgili bir bağlamda ve
genellikle Tanrı vahyini yalanlayan veya uymayanlar, ‘hırsızlar’ ve İsa’nın çarmıha
gerilişinden sorumlu insanlar olarak bahsedilir. Kötü davranışları ve İsa’ya
yaptıklarından dolayı, Çingenelerle birlikte sonunda Tanrı tarafından
cezalandırıldıkları ifade edilir.
54
İslam’ın öğretilerinin menşeine 5. sınıf kitaplarında iki tam sayfa ayrılır,
betimleyici ve bilgilendirici bir üslupla anlatılır. Bir kaç yerde, bazı temel İslami
kavram yanlış biçimde yazılır veya orijinal kavramlar kullanılmaz. Bazı İslami
öğretiler aşırı basitleştirilerek veya yanlış bir biçimde öğretilir; örneğin,
Müslümanların oruç tuttukları dönem ‘bajram’ olarak tanımlanır. Hıristiyan
ahlakının temelini oluşturan ‘ hakikatin erdemi, umut ve aşkın’ yerine İslam’ın
‘Tanrı korkusu’ koyduğu söylenir. Hazreti Muhammed ‘Hıristiyanlık ve
Yahudilikten istediği öğretileri alarak canının istediği biçimde birleştiren’ biri olarak
anlatılır. Bu algılamanın, Müslüman bakış açısını değil, sadece Hıristiyan bakış
açısını yansıttığı söylenmez, evrensel olarak kabul görmüş bir doğru olarak anlatılır.
Sırbistan devletini kurmak için Osmanlı’ya karşı Sırp Ortodoks Kilisesi’nce
düzenlenen Sırp ayaklanmalarından bahsederken, Türklerden (Müslüman=Türk)
oldukça incitici bir üslupla bahsedilir. Katolik ders kitaplarında olduğu gibi,
Ortodokslarınkinde de Balkanlardaki Müslüman unsurlar doğrudan Osmanlı
Türkleriyle ilişkilendirilir. Örneğin; Sokullu Mehmet Paşa’dan bahsederken, “Aslen
Vişegrad yakınlarındaki Sokolovići köyünden olan Türk Paşa” ifadesi kullanılır ve
“poturčenjak” (Türk dinine geçmiş) olarak tanımlanır. (Moe: 2008, 113)
Kitapta Türkler, “Masum insanları ve Ortodoks din adamlarını öldüren,
Ortodoks mabedleri yerle bir eden veya camiye dönüştüren ve Sırplara eziyet eden
cani insanlar” olarak tasvir edilir. (Moe: 2008, 113)
Bosna-Hersek’teki savaştan hiç bahsedilmezken, Kosova’nın yeniden
başkalarının eline geçtiği ve Kosova ve Sırbistan’da Türklere karşı verilen
mücadelelerle ilgili nasihatlerin ciddiye alınması gerektiği söylenir. (Bu ifadelerin
tamamı kitapların 2002 ve 2007 baskılarında vardır.)
Yeni Dini Hareketlerden uzun uzun bahsedilir ve okuyucu bu hareketlere
karşı uyarılır. Ateizm kısaca tanımlanır ve öğrenci, inanmayan insanlara karşı
merhametli olmaya davet edilir; çünkü inanmasalar da onlar da Tanrı’nın suretinde
yaratılmışlardır. (Moe: 2008, 114)
55
İslam Din Eğitimi Ders kitapları (İDEDK),diğer dini gelenekler hakkında
özet bilgi sunarken, üç kategoride dinsel öteki tanımı yapar: Müslüman Gruplar (ve
mezhepler), Ehli Kitap ve Ateistler.
Müslüman Gruplar başlığı altında, Sünniler, Şiiler, Hanefiler, Malikiler,
Şafiler, Hanbeliler, Sufiler gibi İslam’ın farklı gruplarından bahsedilir. Vahabiler,
Ahmediler, Kadianiler ve Bahailer “mezhep” kategorisindedir. Ehli Kitap
kategorisinde Yahudiler, Katolik ve Ortodoks Hıristiyanlardan bahsedilir. Ateizm ve
ateistlerden altıncı sınıf kitabında “Küfür” başlığı altında söz edilir.
Müslüman gruplar ve “mezhepler” konusunda, 8. sınıf kitabında bu İslami
grupların tarihi kökenleri, bugünkü coğrafi dağılımları ve öğretileri hakkında bilgiler
verilir. Sufilik ve sufilere de aynı tanımlayıcı tarzda yaklaşılır. Sufizm’in ortaya
çıkışı ve tarihi önemi, temel terminolojisi, ibadetleri, farklı dini grupları ve BiH’deki
temsilcileri anlatılır.
Bahailer ve Ahmediler, bozulmuş öğretilerin takipçileri ve diğer dinlerden
alınan ögelerle oluşturulmuş, İslam’ın ilkeleriyle çatışan mezhepler olarak
tanımlanırlar. Vahabizm’in açık bir tanımı yapılmaz. Yazara göre, Vahabizm
yanlışlıkla Ahmedilik, Bahailik ve Kadiyanilik’le aynı kategori altına konmuştur.
Vahabilik, İslam’ın son derece tutucu, temel İslami ilkelerin dışına çıkmayan bir
yorumu olarak vasıflandırılır. (Moe: 2008, 117)
Ehli Kitap olarak tanımlanan Hıristiyan ve Yahudilerden çok farklı
bağlamlarda bahsedilir. İlk Müslümanların Mekke’deki zulümden kaçarak
sığındıkları Habeşistan Kralı Necaşi’den, onun adil ve kibar yönetici oluşundan,
Müslümanlara “değerli misafirler” muamelesi yapışından söz edilir.
Ehli Kitap’tan bahsedilirken, İslam imanının altı temel ilkesinden ikisinin
Allah’ın peygamberlerine ve kitaplarına inanmak olduğu söylenir. Sık sık önceki
peygamberler (Hz. Musa ve Hz. İsa dâhil olmak üzere) konusunda İslam’ın duruşu
hatırlatılır. Öğrencilere Hz. İsa ve Hz. Musa ve onların kutsal kitapları hakkında
bilgiler verilir ve saygı göstermeye davet edilirler. Ancak, sekizinci sınıf kitabında,
56
Tevrat’ın orijinal versiyonunun var olmadığı, çünkü Yahudilerin onu
koruyamadıkları söylenir. Kur’an’dan alıntı yapılır; “Çünkü onlar Tevrat’ın bir
kısmına inandılar, ikinci kısmını inkâr ettiler, üçüncü kısmını ise unuttular.”
Böylece, bu konudaki resmi İslam duruşu ortaya konur. Yazarlar daha sonra,
Kur’an’da tanımlandığı biçimiyle Tevrat’ın ilkelerini anlatır. Dört İncil, İsa ve annesi
Meryem ile ilgili mevcut Hıristiyan öğreti anlatıldıktan sonra, bu anlatımları
olumsuzlayan Kur’an ayetleri ve konuyla ilgili İslami bakıştan bahsedilir.
İDEDK’nın 2005 revizyonundan önceki baskılarının Ortodoks ve
Katoliklerden bahseden bölümlerinde Bosna Savaşı sırasında yıkılan camilerin
resimlerine yer verilmekte ve bu resimlerin altında “Hırvatlar tarafından yıkıldı”,
“Sırplar tarafından yıkıldı” gibi yazılar bulunmaktayken, bu revizyonla bu tür
resimler kaldırılmıştır.
Aid Smajić’in bütün bu incelemelerinden sonra şu sonuçlara ulaşılabilir:
- Hem nicelik hem de farklılık anlamlarında dinsel ötekine en çok KDEDK’da
yer verilir. Ancak, dinsel ötekilere verilen yer bakımından adil değildir,
- İDEDK’da ise dinsel ötekine verilen yer, ODEDK’yla karşılaştırıldığında
bile, hem daha parçalı hem de daha azdır,
- 2002 yılında yapılan revizyonlarla Müslüman ve Katoliklerin ders kitapları
dikkate değer ölçüde değişmiştir, ancak ne yazık ki, Ortodoks ders
kitaplarında fazla bir değişiklik olmamıştır,
- Yeni dini hareketler her üç dinin ders kitaplarında da son derece olumsuz
ifade ve tanımlarla anlatılırken, ateistlerle ilgili ortak yaklaşım, kendilerine
merhamet edilmesi şeklindedir,
- Özellikle ODEK’nda Türk ve Müslümanlar’a karşı çok olumsuz ifadeler yer
almaktadır. (Moe: 2008, 115)
Dinsel öteki ile ilgili yukarıdaki tespitlere, gene Moe’nun editörlüğünü
yaptığı kitaba ‘Hırvatistan’da Dinsel Mesafe” isimli sosyolojik inceleme çalışmasıyla
katkı veren Dinka Marinović Jerolimov’un tespitlerini eklemek, Hırvatistan’da
hâkim durumda bulunan Katolik nüfusun farklı meslek, din, sosyo-demografik ve
57
sosyo-kültürel yapı mensuplarının dinsel öteki ve aynı dinin farklı mezheplerinin
üyelerine (Katolik, Protestan, Ortodoks), farklı dinlere (İslam, Yahudilik gibi), yeni
dini hareketler ve ateistlere karşı olan tutumlarını anlamamız bakımından faydalı
olacaktır:
Jerolimov’un çalışmasından çıkan sonuçlar şöyle:
- Hırvat halkı kendilerini Avrupa’nın en dindar halkı, ülkelerini ise en dindar
ülkesi olarak tanımlamakta,
- Dinsel ötekine karşı en büyük önyargı kendini dinsel olarak tanımlayan
kişilerden, en az eğitimliler, çiftçiler, işçiler ve küçük kasaba sakinlerine
doğru ilerlemekte,
- Kendini dindar olarak tanımlamayanlara karşı konan mesafe, Katolikler
haricindeki diğer dini gruplara duyulan mesafeden daha az,
- En çok mesafe % 4.31’le Yahova Şahitlerine, %25 ile Hare Krishna’ya iken
Müslümanlar %3.76 ile Yahudi ve Adventistlerden sonra gelmekte. Ancak,
“ülke dışına atılması gereken gruplar” listesinde Yahova Şahitlerinden sonra
Müslümanlar gelmekte,
- En çok mesafe konan gruplar olan Hamsinciler, (Pentecostals),
Scientologistler, Mormonlar, Hare Krishna ve Yahova Şahitleri ile ilgili
“Bilmiyorum” cevabı en fazla çıkmış,
- En az mesafe, sırasıyla Ortodokslar, Yahudiler ve Müslümanlara karşı
konmakta.
- Öteki dinlere karşı konan mesafe kendini dindar olarak tanımlayan kişilerde,
kendini din dışı olarak tanımlayanlardan çok daha fazla,
- Kadınların din dışı insanlara karşı mesafeleri, erkeklerinkinden daha büyük,
- Budistler söz konusu olunca gençler ve yetişkinler arasındaki farklılaşma
başlamakta, 18-29 yaş arası gençler Budistlere, yetişkenlerden daha az
mesafe koymakta,
- Üniversite mezunları en az mesafe koyan, iİlkokul mezunları ise en çok
mesafe koyan gruplar olmakta,
58
- Büyük şehirlerde yaşayanlarda mesafe, küçük kasaba ve köylerde
yaşayanyardan daha küçük,(Bunun nedeni, kasaba ve köylerde azınlık dinlere
mensup olanların yaşamaması ve buralarda yaşayanların daha dindar
olmaları)
- İnsanların daha az dindar olduğu bölgelerde (Istra, Primorje ve Zagreb)
dinsel mesafe daha azken, Dalmaçya, Lika ve Banovina gibi halkın daha
dindar olduğu yerlerde mesafe daha büyük,
- Katolikler dışındaki tüm dinsel ötekilere karşı genel bir mesafe bulunmakta,
- Dinsel ötekine konan dinsel mesafe, inanmayanlara karşı olandan daha fazla.
(Moe: 2008, 116-117)
3.1.2.Tarih Ders Kitaplarının Ötekisi: Osmanlı, Müslüman ve Türk Algıları
Bosna-Hersek’te okutulmakta olan din eğitimi ders kitaplarıyla ilgili yukarıda
yapılan değerlendirmeler ülkedeki üç farklı dini cemaatin birbirlerine karşı olan algı
ve mesafelerini gözler önüne sermektedir. Ülkedeki ilköğretim okullarında okutulan
tarih ders kitaplarıyla ilgili benzer bir çözümleme ise, sadece dini cemaatlerin değil,
aynı zamanda ülke halkının genelinin olmasa bile büyük çoğunluğunun kafasındaki
“öteki” algı ve stereotipleri belirleme açısından dikkate değer veriler sunacaktır.
Balkanlarda yükselen milliyetçi söylemlerin silahlı çatışmalara dönüşmesinde
tarih ders kitaplarının etkisi olduğu saptamasından yola çıkılarak, tüm Balkan
ülkeleri ilk ve ortaöğretiminde okutulan tarih ders kitaplarının incelenmesi
konusunda bir takım çalışmalar yürütülmüş ve yürütülmektedir. Bu çalışmaların
temel düşüncesi, tarih öğretiminde kullanılan metodların değiştirilmesiyle komşu
halkların birbiriyle ilgili algılamalarının uzun vadede değiştirilebileceği olmuştur.
Bu çalışmalar sonucunda gerçekleştirilen faaliyetlerden bir tanesi, Balkanlar
bölgesinin tarihini yeniden yazma çabalarının çerçevesinde oluşturulan “Yeni Balkan
topluluğu” konsepti oldu. Bu kapsamda Güneydoğu Avrupa Demokrasi ve Barış
Merkezi kuruldu. Merkez’in kurulmasından önce, bir Yunan kuruluşu olan
Balkanlarda Birlik ve Demokrasi Derneği’nin, 1997 yılında “Güneydoğu Avrupa’da
Kültür ve Barış” başlığıyla bir konferans düzenledi. Bu konferansın oturumlarından
59
biri Balkanlarda okutulan ders kitaplarıyla ilgiliydi. Merkezin ilk programı
“Güneydoğu Avrupa Ortak Tarih Projesi” başlatmaktı ve projenin yürütücülüğünü
Bulgar tarihçi Maria Todorova üstlendi.
Proje kapsamında, 2001 yılında Tarih Eğitim Komitesi oluşturuldu ve tarih
ders kitapları üzerine tüm bölgeyi kapsayan bir çalışma yürütüldü. Beşinci Ders
Kitapları Çalıştayı İstanbul’da gerçekleştirildi. Çok sayıda çalıştaylar, raporlar,
öğretmen eğitimleri, bölgesel tarih için önemli gelişmeler üzerine materyaller
üretildi. İncelemeler, Balkan ülkelerinin eğitim sistemleriyle ilgili genel bilgiler,
zorunlu ve seçmeli ders kitabı yazma sistemi, müfredatta tarihin pozisyonu, ders
saatleri, öğretilen konular, ulusal, bölgesel, Avrupa ve uluslararası tarih anlatımının
oranları gibi başlıklara başlıklara odaklandı.
Araştırma kapsamında elde edilen bulgular, Christina Koulouri tarafından
edite edilen “Clio In The Balkans: The Politics of History Education” kitabında bir
araya getirildi. Birbirinden değerli rapor ve makalelerin derlenerek, Balkan tarihinin
düşmanlık yerine “ortaklık ve barış” üretecek yeni bir bakış açısıyla yeniden ele
alınıp inşa edilmesi çabalarına önemli bir veri olarak tüm bölge araştırmacı ve
akademisyenlerinin hizmetine sunuldu.
Bu çalışmanın temel inceleme alanı olan Bosna-Hersek okullarında okutulan
tarih ders kitaplarındaki Osmanlı, Türk ve Müslüman imajlarını incelemeden önce,
yukarıda bahsedilen araştırma ve incelemeler sonucunda bütün Balkan ülkeleri için
ulaşılan bazı tespitlere değinmek, resmin tamamını görebilmek açısından değerli
olabilir.
Çalışma, iki Balkan İmparatorluğu olan Bizans ve Osmanlı’nın bıraktığı
miraslar çerçevesinde temel düşmanlığın Yunanlılar ve Türkler arasında üretilen
tarihi gerginlikte bulunduğu tespitiyle başlar. Bu iki ülkede ortak tarih karşıt mitler
üzerine kurulur, her iki ulusal tarih de aynı olaylar üzerine kendi ve birbirinin
tamamıyla zıddı gerçeklerini giydirirler. (Koulouri: 2002, 36)
60
Yugoslavya döneminde Makedonya’da okutulan tarih kitaplarında Osmanlı
bağımsızlık için mücadele eden ulusal hareketlerle durmaksızın savaşan bir güç
olarak sunulur. Bu imaj Balkan halklarının hemen hepsinde görülür.
Her bir Balkan ülkesinin Osmanlı’yı ele alış tarzı kendi tarih yazımı
geleneklerini takip eder ve genellikle siyasi koşullarla bağlantılı olarak ele alınırlar.
1960 ve 1970’li yılların aşırı politize olmuş atmosferinde, Balkan tarihçileri Osmanlı
üzerine çalışmalarını birer kaçış olarak yoğunlaştırırlar.
Bulgar ders kitaplarında ekonomik ve kültürel tarihe doğru atılan yavaş
adımların yanı sıra Osmanlı’dan milli “mega-anlatı” çerçevesinde bahsedilir. Bulgar
milli kimliğinin temel yapıtaşının Ortodoksi olduğu kabulünden yola çıkılarak,
Osmanlı Avrupa dışı ve “doğulu” olarak resmedilir.
Romanya’da da benzer durumlar söz konusudur. Osmanlı mirası, Romanya
kültürünün çok önemli bir parçasının oluşturmasına rağmen yabancı bir unsur olarak
ele alınır. Romenlerin Osmanlı’ya direnişine özel bir önem verilir. Romanya
prensliklerinin Osmanlı ile ilişkilerine ekstra bir vurgu konurken, bu prensliklerin
özel statülerinden, Osmanlılara karşı Romanya direnişinden özellikle bahsedilir.
Diğer taraftan, Romanyalı öğrencilerin zihinlerinde ders kitaplarında olmayan
Osmanlı stereotiplerinin varlığı tespit edilir.
Balkan ülkelerinde okutulan tarih ders kitapları genellikle batı yönelimlidir ve
komşu ülkelerle ilişkiler bir bütün olarak değil, çift taraflı ele alınır. Avusturya-
Macaristan’la karşılıklı ilişkilerin yoğunluğu nedeniyle Romanya, Sırbistan,
Hırvatistan ve Slovenya ders kitaplarında diğer Balkan ülkelerindekinden daha çok
yer alır. Her bir toplum, bu konuya kendi milli tarihi prizmasından yer verir.
Paradoksal bir şekilde, Osmanlının çöküşü ve yeni ulus devletlerin ortaya
çıkmasıyla, Türkiye’nin kendisi bile, Osmanlının tarihi mirasını ve onunla olan
sürekliliğini reddeder ve “geri kalmışlığının” nedeni olarak Osmanlı’yı ilan eder.
Eski Yugoslavya’nın tarih yazımına damgasını vuran “İdeolojiden”
arındırma, yani Marksist ideolojinin tasfiyesi bütün ülkelerde eşit hızda ilerlemez,
61
niteliksel gelişmelere rağmen, içerikte ciddi problemler gözlemlenir. Ortak tarihin
büyük bir kısmı ders kitaplarından çıkarılmıştır ve olumsuz biçimde değerlendirilir.
İlk Yugoslavya (1918) “halkların hapishanesi” olarak tanımlanır. Daha olumlu bir
bakış açısıyla sunulmuş olmasına rağmen, ikinci Yugoslavya, demokrasilerle
karşılaştırılır ve “adaletsiz” olarak tanımlanır.
Slovenya ders kitapları en “tarafsız” tarih anlatımını sunarken, Hırvatistan ve
Sırbistan ders kitaplarında milliyetçi ve etnosentrik yaklaşım hakimdir. Sırbistan ders
kitapları, faşizmle savaşta en amansız savaşçı olarak Sırpları gösterirken, Hırvatistan
ders kitaplarında tam tersi söylenir. Sırp ve Hırvat ders kitaplarının en tartışmalı
yorumlarının yapıldığı faktörler Sırp Çetnikleri ve Hırvat Ustaşaları’dır. Hem Hırvat
hem Sırp ders kitapları dini farklılıklara vurgu yaparlar, ikincisi bu farklılıkları
savaşın temel nedeni olarak gösterir ve bu farlılıkları gelişmelerin aşırı
basitleştirilmiş ve yorumlanmış tüm tarihi gelişmelerin anahtarı olarak kullanır.
Batı’yla ilişkiler ülkeden ülkeye değişen karmaşık bir seyir gösterir.
“Avrupa’ya dönüş” sloganı ve serbest ekonominin tek model ve norm olarak
benimsenmiş olması “medenileşememiş Balkanlar” ve “suçlu Avrupa süpergüçleri”
stereotipleriyle birlikte var olur.
Milliyetçilik dini kullandığı zaman bölgedeki milliyetçi çatışmaları dine
atfetmenin tehlikeleri, Türk ders kitaplarının analizinde irdelenir. Devletin tüm laik
kimliğine rağmen, Türkler Müslüman olarak nitelendirilir ve Türklük kimliği İslam
diniyle bağlantılandırılır. Türk tarih anlatımında Hıristiyanlardan düşman olarak söz
edilir, bu düşmanlık Haçlı Seferleri sırasında doruğa ulaşır. Türkiye’de İslam
tarihinin anlatımı son derece karmaşıktır: Arap olmayan bir ülke olarak, Müslüman
kimliği ile Arap “ötekilik” arasında hassas bir denge oluşturmak için çabalar.
Bazı Marksist sterotiplerin varlığını sürdürmesine rağmen, Romanya’da dinin
tekrar devreye sokulması süreci son derece dinamik bir şekilde işler. Romanya milli
kimliğinin oluşumunda Hıristiyanlığın rolü çok önemlidir ve düşman komşularına
(Katolikler, Macarlar ve Polonyalılar ve Müslümanlar, Osmanlılar) karşı milli
kimliğin korunmasında Hıristiyanlığa ve Ortodoks Kilisesi’ne özel önem atfedilir.
62
3.2. Bosna-Hersek Tarih Ders Kitaplarında Osmanlı, Türk ve
Müslüman Algı ve Stereotipleri
Balkan ülkelerindeki tarih anlatımlarının genel karakteristiklerinin bu kısa
analizinden sonra Bosna-Hersek’te okutulan tarih ders kitaplarının ayrıntılı bir
analizine geçebiliriz. Ama önce, son derece karmaşık bir dini, etnik ve yönetsel
yapıya sahip olan ülkedeki eğitim sistemi ile ilgili kısa bilgi sunmak yararlı olacaktır.
Bosna-Hersek’teki mevcut eğitim sistemi de, ülkenin her anlamdaki
karmaşıklığını yansıtmaktadır. Şöyle ki: Bosna-Hersek'in önemli kısmında Boşnak,
Sırp ve Hırvat çocuklar aynı okullara gitmekte, ancak farklı sınıflarda ders
görmektedir. Her etnik gruba ise ayrı müfredat program uygulanmakta, yine her etnik
grubun derslerine kendi etnik kökeninden öğretmenler girmektedir. Okullardaki
öğretmen odaları dahi etnik gruplara göre ayrılmış durumdadır. UNICEF, Bosna-
Hersek'te "Tek Çatı Altında İki Okul" olarak adlandırılan bu sistemi kaldırmak ve
çocukların karma eğitim almalarını sağlamak için çalışma yürütmektedir. (Bosna-
Hersek'te yaklaşık faaliyet gösteren Türk okullarında ise Boşnak, Sırp ve Hırvat
öğrenciler tek çatı altında aynı müfredattan eğitim görmektedir. Birçok Bosnalı
yetkili de Türk okullarının uyguladığı müfredatı diğer okullarda uygulamaya
çalışmaktadır)
Bosna-Hersek’in farklı bölgelerinde farklı müfredat uygulaması, yakın
geçmişteki sıcak çatışmanın etkisini tüm açıklığıyla yansıtmaktadır. Okullarda
okutulan ders kitaplarının ağırlığı ve içeriği hem okulların niteliğine (yani teknik
eğitim, fen eğitimi ve sosyal eğitim odaklı olup olmamalarına) ve derecesine göre
(lise, ortaokul, ilkokul), hem de içinde bulundukları federe birimin niteliğine göre
(kantonlar veya SC) farklılık göstermektedir. Öte yandan SC’de ve Hırvat
kantonlarında okutulan kitapların hazırlanması ve yayınlanması için doğrudan Eğitim
Bakanlığı görevlendirilmişken, Boşnak kantonlarında 2005 yılından bu yana farklı
yazarlar tarafından hazırlanıp farklı yayınevleri tarafından yayınlanan ders kitapları
arasında Eğitim Bakanlığı’nın bir seçme yapması usulü izlenmektedir.
63
Bosna-Hersek eğitim sistemindeki ve ders kitaplarındaki bu karışık durumla
ilgilenen uluslararası toplum, Dünya Bankası Yönetim Kurulu, OSCE, Avrupa
Konseyi ve UNESCO, 1998’de Saraybosna Kantonu’ndan başlayarak, BH’de okul
kitaplarının yeniden gözden geçirilme sürecinde rol almıştır. Daha sonra bu süreç
tüm ülkeyi kapsayacak şekilde genişletilmiştir. 18 Mayıs 1998’de, BH Federasyonu
ve Sırp Cumhuriyetinin eğitim yetkilileri “Ders Kitaplarının İncelenmesi ve
Saldırgan Maddelerin Kaldırılması Anlaşmasını” imzalamıştır. Bu anlaşmanın
taahhütleri aynı yılın Haziran ayında tekrar gözden geçirilmiştir. Bu anlaşmaya göre
daha genel görünümde olan “1999-2000 okul döneminde BH’de kullanılacak Okul
Kitaplarından Uygunsuz Maddelerin Çıkarılması Anlaşması” 19.7.1999’da
Mostar’da imzalanmıştır. Aynı yıl BH’in Avrupa Birliği üyeliği için başvurması
üzerine kitaplarından potansiyel saldırgan maddelerin çıkarılması talep edilmiştir. Bu
konuyla ilgili değişik tarihlerde benzer nitelikli anlaşmalar imzalanmış ve bazı
maddelerin ders kitaplarından çıkarılması konusunda bir deklarasyon yayınlanmıştır.
Okul çağındaki neslin ortak kimlik ve BH vatandaşlığı duygularıyla yetişebilmesi
için tüm ders yayınlarında “paylaşılmış, temel unsurların” inşası süreci başlatılmış,
BH’e atıfta bulunmayan ulusal konulardaki ders kitaplarının BH’de kullanılmasının
uygun olmadığı yönünde görüş birliğine varılmıştır.
Böylece, birinci safhada uygunsuz maddeler ders kitaplarından çıkarıldıktan
sonra, yeni ders kitaplarının basımı olan ikinci safhaya geçilmiştir.
Bu süreçte iki tür metinle ilgilenilmiştir; kitapların yeni baskıları yayınlanana
kadar üzeri karalanarak ortadan kaldırılanlar ve dipnot olarak “Bu bölümde
doğruluğu henüz ortaya konmayan ya da saldırgan maddelerin hali hazırda incelenen
maddeler vardır” ibaresi bulunanlar. İlk başlarda, bu sürecin uygulanmaması için bir
çok teşebbüs olmuş ve 2002 ile 2003 yıllarında bir çok okul eski ders kitaplarını
kullanmıştır. Hatta bazı okullar değişen sayfaları okul panolarına asmış, bazıları ise
öğrencilerine üzeri karalanan paragrafların nasıl okunacağını öğretmiştir. Bu
anlaşmalar ilk ve ortaokullardaki coğrafya, anadil, görsel kültür, müzik kültürü,
müzik, ekonomi ve toplum ve hayat bilgisi kitaplarını kapsamaktaydı.
64
Ülkedeki Eğitim Bakanları BH’de ders kitaplarında tarih ve coğrafya
konularının yazılması üzerine rehberin geliştirilmesi için komisyonların kurulmasına
karar verdikten sonra, tarih öğretiminin geliştirilmesi yönündeki sonraki adım Mayıs
2004’de atılmıştır. Nisan 2005’te komisyon, ülkedeki her düzeyde eğitimden
sorumlu olan tüm bakanların kabul ettiği, “BH’deki İlk ve Orta Okullar için Tarih
Ders Kitaplarının Yazılması ve Değerlendirilmesi için Rehber” hazırlamıştır.
Rehberin amacı şu şekilde ortaya konmuştur: Öğrencilerin ülkedeki üç halkın ve
ulusal azınlıkların tarihini ve coğrafyasını temel olarak anlayacağı, BH’in temel
referans noktası olarak alınacağı, ülkedeki üç halkın ve ulusal azınlıkların kötü
olarak anılmayacağı bir şekilde ders kitaplarının geliştirilmesine bir zemin
hazırlamak.
Komisyon, bu temel hedeflere ulaşabilmek için bazı tavsiyelerde
bulunmuştur:
- Siyasi tarihle ilgili bilgiler azaltılmalıdır,
- BH de karşılıklı anlayış, barış ve uzlaşma oluşturulmalıdır,
- Öğrencilerin toleransı öğrenmesini sağlamak için geniş bakış açısı prensibi
benimsenmelidir,
- Ulusal tarih, BH’den örnekler alarak BH ve komşu ülkelerin bölgesel
bağlamında anlatılmalıdır,
- Genel olarak, ders kitaplarında kullanılan dil, özellikle komşu ülkelerden
bahsedildiğinde, nefreti meydana getirecek ve düşmanlığı körükleyecek tanım
ve ifadelerden uzak olmalıdır,
- Genel ve ulusal tarih, belirli zamanlardaki tarihsel kişiliklerden eşit olarak
bahsetmelidir.
Bu tavsiyelere uygun olarak yazılmış ders kitaplarının 2006 Eylülünden sonra
kullanılması öngörüldüğü halde, ne yazık ki, bu gerçekleşememiştir. (Moe: 2008, 43)
Yukarıda zikredilen “incitici imaj ve stereotiplerden arındırma” çaba ve
çalışmalarının BH’te okutulan tarih ders kitaplarına nasıl yansıdığını görmek
amacıyla ders kitaplarının analizine geçebiliriz.
65
Ülkede bu konuyla ilgilenen birçok tarihçi ve akademisyen, ders kitaplarıyla
ilgili bu çalışmaların sonuçlarını incelemek amacıyla son derece kapsamlı analizler
yapmıştır. 2001 ve 2005 yıllarına ait Sırp, Hırvat ve Boşnak tarih ders kitaplarıyla
ilgili Boşnak akademisyen Ahmet Alibašić’in yaptığı analiz çalışmasından
yararlanılmış, 2007, 2010 ve 2011 yıllarında basımı yapılan Sırp tarih ders kitapları
ise bu çalışma kapsamında incelenmiştir. Kitapların çevirisi konusunda yardım
alınmıştır. Yalnızca Sırp tarih ders kitapları incelenmiştir çünkü kitaplardaki olumsuz
ifadelerin ayıklanmasıyla ilgili süreç Boşnak ve Hırvat kitaplarında başarıyla
yürütülürken, Sırp ders kitaplarında böyle olmadığı yukarıda belirtilmiş, bu kitapların
yazar ve yayınevlerinin istenen değişikliklere uyma konusunda direnç gösterdiği
ifade edilmişti. Bu nedenlerden dolayı, hala devam eden ayıklama sürecinin yukarıda
zikredilen tarihlere ait Sırp tarih ders kitaplarında değişimlere neden olup olmadığını
görmek amacıyla, sadece Sırp okullarında okutulan tarih ders kitapları incelenmiştir.
Ahmet Alibašić’in incelediği kitaplar şöyledir:
Sırp okullarında okutulan kitaplar: Rade Mihalsic, Tarih 7, 2005
Rade Mihalsic, 6. sınıflar için Tarih Okuma Kitabı
Milutin Perovic, Borislav Stanojlovic ve Milo Strugar Tarih 8, 2005
Ranko Pejic, Tarih 9, 2005.
Hırvat okullarında okutulan kitaplar: Ivo Makek ve Andrija Nikic Tarih 6,
2001 (P6), Ivan Dukic, Kresimir Erdelja, Andria Nikic ve Igor Stojakovic Tarih 7,
2001 (P7)
Boşnak okullarında okutulan kitaplar: Enes Pelidija ve Fahreddin Isakovic
Tarih 6 Saraybosna 2001 (H6-Pelidija), Fahreddin Isakovic ve Enes Pelidija Tarih 7
Saraybosna 2001 (H7-Isakovic), Edin Radusic, Alattin Husic ve Vahid Smriko Tarih
7 Saraybosna, Saraybosna Yayınları, 2003 (H7-Radusic), Hatice Hadziabdic ve Edis
Dervisagic Tarih 7, Saraybosna: Saraybosna Yayınları 2005 ( b.s. H7-Hadziabdic )
Bu çalışma kapsamında incelenen kitaplar ise şu şekildedir:
66
Slobodanka Smaniç ve Draga Mastiloviç’e ait 1. Sınıf Ortaöğretim Tarih
Ders Kitabı (2007), Dobrila Bukanoviç ve Milija Merjanoviç’e ait 2. Sınıf
Ortaöğretim Tarih Ders Kitabı (2007), Rade Mihajiliç ve Borce Mikiç’e ait
Gimnazya 2. Sınıf Tarih Ders Kitabı (2003), Rade Mihajiliç’e ait Genel Ortaöğretim
2. Sınıf Tarih Ders Kitabı (2010), Borce Mikiç ve Darko Gavriloviç’e ait Gimnazja
3. Sınıf Tarih Ders Kitabı (2010), Prof. Dr. Rade Mihajliç’e ait Gimnazya 7. Sınıf
Tarih Ders Kitabı (2011) ve Zeliko Vladinoviç, Slaviça Kupreşaniç ve Gordana
Nagradiç’e ait Gimnazya 8. Sınıf Tarih Ders Kitabı (2011).
Öncelikle Alibašić’in incelediği ders kitaplarıyla ilgili genel
değerlendirmeleri zikredecek olursak: Sırp kitapları referans olarak BH’yi değil de
Sırp ulusunu ve devletini almaktadır. Özellikle, ders kitaplarında Hırvatlar kenarda
tutulurken, Boşnaklar Sultanın kendisinden daha kötü olarak, Hıristiyanlara karşı
eziyet eden ya da işbirlikçi olarak gösterilir. Bu ders kitaplarına göre, XIX. yüzyılda
Sultan tebaasına eşit haklar vermek istediğinde Boşnaklar bu uygulamaya karşı
çıkmışlardır.
Bosna tarihi dışında en çok Sırp tarihine yer verilir. Böylece Sırp tarih ders
kitaplarında ortaçağlardaki Sırp kralı Stefan Lazarevic’e iki sayfa, Kosova Savaşı’na
üç sayfa, Sırp göçlerine 14 sayfa, Sırbistan’daki ayaklanmalara 25 sayfa,
Avusturya’daki Sırplara ise önemli bir bölüm ayrılır. Öte yandan tüm Bosna
krallarına, Bosna’ya ve Osmanlı’nın yıkılışına sadece yarım sayfa, Boşnak göçlerine
(sadece altı kelime), Hırvat göçlerine ve Sırpların Bosna’ya yerleşmesine (özet
olarak bahsedilmiştir), ya da Bosna’daki Boşnaklara çok az yer verilir. Sırp ders
kitabı Tarih 7, Sırp krallığının çöküşüne 15 sayfa ayırırken Bosna krallığının
çöküşüne sadece 4 sayfa ayırır.
Aynı yaklaşım, 2007 yılından sonra yayınlanmış olan Sırp ders kitaplarında
da devam ettirilir, ülkedeki gelişmeler ve tarihi olaylar Sırplar merkeze konarak
anlatılır. Anlatılan tarih, hem askeri ve politik hem de Sırp ağırlıklıdır.
Hırvat ders kitapları da Osmanlı tarihine çok az yer ayırır (158 sayfanın 19
sayfası).
67
Bu ders kitaplarında askeri ve siyasi tarih ile diğer olaylar arasında çok az
denge varken, askeri gelişmelere daha çok vurgu yapılır. Türk ordusu için her
savaşın kâfirlere karşı kutsal savaş –cihad – olarak algılandığını belirtilir. Buna ek
olarak, ganimetlerle motive olan Türk ordusu korku veren bir güçtür. Ama Türk
ordusunu dini mi yoksa dünyevi mi nedenlerin motive ettiği belli değildir.
Özel kuvvetler olarak bahsedilen Akıncılar, sınır boyunca her yeri yakan,
Hırvat ve Slav topraklarını yağmalayan, köylere saldırıp terör estiren birlikler olarak
kitaplarda dört kez yer alır. Split Piskoposu, Vatikan’da ; “Onlar çocukları analarının
kucaklarından çekip aldı, kocalarının önünde kadınlara tecavüz etti, çocuklarının
önünde yaşlı ana babalarına katliam yaptılar” diye ağlayan bir kişi olarak tasvir
edilir.
Ahmet Alibašić, özellikle 2003 ve 2005’de basılan Boşnak ders kitaplarının
“Rehber”e uygunluk içinde olduğunu söyler. Bu kitapların her ikisi de, Osmanlı
tarihinin ekonomik, sosyal, kültürel, siyasi ve askeri yönlerinden bahseder. Hatta bu
konuları her yönden ele aldıkları için oldukça başarılı bulunurlar. Bu kitaplar
komitelerin incelemelerinden olumlu not almıştır.
1994 yılında yazılan kitaplar bile Bosna’daki üç halktan bahseder. Osmanlı
yönetimindeki Sırplardan ise çok az bahsedilir. Kosova Savaşı, örneğin, sadece
birkaç satırda yer alır. Sırbistan, Balkanlar ve Güney Slav ülkelerindeki gelişmelere
daha çok yer ayrılır. Bazı kitaplar kısmen Latin ve kısmen Kiril alfabesiyle
yazılmıştır. Bu kitaplar, Boşnaklar tarafından yazılmasına ve kullanılmasına rağmen,
en azından olaylara BH perspektifinden bakabilmektedir.
Bu kitaplarda Osmanlı Tarihi’nin anahtar konularına ders kitaplarının
yaklaşımları ise şöyledir:
3.2.1. 1389 Kosova Savaşı
1389 Kosova Savaşı Boşnak ders kitaplarında farklı yerlerde yer alır. Pelidija
ve Isakovic bu konuda oldukça tutumludurlar ve sadece beş satırda, 28 Haziran
1389’da Kosova’da Osmanlı ordusunun Sırp güçleri ve diğer Balkan lortları
68
karşısındaki zaferinin Osmanlı yayılmacılığını kolaylaştırdığından bahsederler.
“Savaştan sonra yenik beyler, yeni kurulan Sırp despotluğunda birer Osmanlı vasalı
olmuştur.”
Hırvat tarih ders kitapları XIV. yüzyıl tarihiyle ilgilenmez ve böylece Kosova
Savaşından bahsetmez. Sadece “Osmanlılar 1389’da Sırp Prensi Lazar’ı Kosova
meydanında yenilgiye uğrattı” denir.
Sırp ders kitabı Tarih 6 ise Kosova savaşına 3 tam sayfa ayırır ve öğrencilere
bu konuyla ilgili dört sayfanın bulunduğu Okuyucu Tarihi kitabına bakmayı önerir.
Her iki yazının yaklaşık üçte ikisi Kosova efsanesinden bahseder. Sırbistan, Türkleri
yenebilen öncü ülke olarak tanıtılır. Devamında şöyle denilmektedir:
Kosova Savaşı’ndan önce, Osmanlı iki kıtaya yayılan bir dünya gücüydü. Sultan Murat
kuvvetlerini her iki kıtadan topladı. Deneyimli komutanlarının yanı sıra, çocuklarını da savaş
meydanına getirmesi, Kosova’nın Sultan için küçük bir mesele olmadığını gösterir. Sultan
ayrıca bazıları Hıristiyan olan vasalları tarafından da destekleniyordu. O zamanlarda Sırbistan
çok küçüktü ve “detayları ve sonuçları bilinmeyen” (vurgu eklenmiştir) bir savaşa Sırp
liderinin tüm akrabaları ve arkadaşları askerlerini göndermemiştir. Sırp ve Türk yöneticileri
savaşta ölmüştür. Sultan Murat bir Sırp savaşçısı olan Miloş Obilic tarafından öldürülmüştür.
Murad’ın küçük oğlu Yakup, yeni Sultan olan abisi Beyazıt tarafından öldürülmüştür. (Moe:
2008, 47)
Ders kitabına göre, bazı Sırpların ihaneti ve bazılarının kahramanlığı kararsız
ve inançsız Sırplar için bir uyarı olmuş ve bu onların cesaretini artırmıştır. “Böylece
Osmanlı Sultanı, muhteşem ve ürkütücü bir düşman olmasına rağmen, Sırp
kahramanları ondan korkmadı.” Kitabın ilerleyen bölümlerinde, Floransa
Belediyesinin Bosna Kralı Tvrtko’yı “Hıristiyanlığın ismini dünya üzerinden
kazımak isteyen” vahşi düşmanı yendiği için tebrik ettiği belirtilir. “Sultan Murat
tiran ve barbardır ama gururlu ve muhteşem bir düşmandır. Adamları çok kurnazdır
ve savaşın tamamı adil olmamıştır ve trajiktir.” Miloş’un Sultana suikastı detaylı
olarak anlatılır. Bunun tersine, Okuma Tarihi 6 ise savaşın Aziz Vid gününde
olduğunu yazar. Kitapta ayrıca savaş kıyafetleri içinde Miloş’un bir resmi vardır.
69
2007 sonrası Sırp ders kitaplarında Kosova Savaşı ile ilgili anlatım aynen
devam ettirilir. Kosova Savaşı’nın bölge halkları için çok önemli bir savaş olduğu,
halklarda çok derin izler bıraktığı fakat savaşla ilgili çok fazla belge ve bilgi
olmadığı için bir efsaneye dönüştüğü söylenir. Sultan Murat’ın ölümünün iki kıtanın
hâkimi olan Osmanlı’nın yenilemez olduğu düşüncesinin yıktığı, Sırbistan’daki
istikrarsız durumun savaşı kaybetmeye neden olduğu belirtilir. Ders kitabına göre bu
savaş o gün dünyada yaşayan herkes üzerinde derin bir etki bırakmıştır. “Herkes
Osmanlılar’ın gücünü biliyordu. Kosova kahramanlarının başarısı Hıristiyan
dünyasında ve en ücra köşelerde bile çok büyük etki bıraktı. Sultanın ölümü,
birçoklarını Türklerin yenilebilir olduğuna inandırdı. Mamafih, her iki taraftan
verilen büyük kayıplar, sadece askersiz kalan Sırp devletlerini etkiledi ve Sırp lideri
Sultanın hâkimiyetini kabul etti. Savaştan geriye çok az güvenilir şahit kalınca, çok
kısa sürede bir efsane haline geldi. Tabi bu sıradan bir hikâye değildi. Gerçek bir
çarpışmaya dayanıyordu ve efsane tarihsel şuurun ortaya çıkmasına neden oldu.”
(Gimnazja 2 drustvenog smijera, s.221), Rade Mihajlović’in Gimnazya 7 kitabı,
Savaş sonrasında Prens Lazar’ın varislerinin bağışlandığını, ama Sultan’ın
hâkimiyetini kabul etmeyen Vuk Brankovic’in hayatının geri kalan kısmını hapiste
geçirdiğini ve bir kahraman ilan edildiğini yazar (Istorija 7, s. 8) Ortaöğretim 1. Sınıf
ders kitabı ise Kosova Savaşı’nın galibinin belli olmadığını söyler. (Srednje Strucne
Skole 1, s.115)
3.2.2. BH’de İslamlaştırma
BH’in Müslümanlaştırılması, Osmanlı İmparatorluğu ile ilgili en tartışmalı
konulardan biridir ve siyasi anlamlar yüklenerek ele alınır. İslamlaşma’nın gönüllü
olarak yapılmasının inkârı, Sırp ve bazı Hırvat tarihçileri için ortak bir uygulamadır.
Hırvat ders kitabı P6, Türklerin Hıristiyanları İslam’ı kabul etmeleri için
zorlamadıklarını teyit eder. Buna göre:
Hıristiyanlar Sultan’ın koruması altında yaşıyordu ama buna karşılık yüksek miktarlarda
haraç ödüyorlardı. Bu yüksek haracı ödemekten kaçmanın bir yolu olmasından dolayı, birçok
Hıristiyan gönüllü olarak İslam’ı kabul etti. Bunun yanı sıra, İslam’ı kabul ettiklerinde, gözde
sınıfa tabi oluyorlar ve kazançlı hizmetlere giriyorlardı. İslam’ı seçen aristokrasi haklarını ve
70
kölelerini koruyordu. Evet, Türkler bazı sağlıklı ve kuvvetli oğlanları ve genç delikanlıları
“kan vergisi” adı altında Yeniçeri ocağına alarak, zorla İslamlaştırmıştır.”
Hırvat ders kitabı P7, küçük bir bölümde, “Bosna Paşalığı’nda İslam inancına
sahip çok sayıda insanın yaşadığından” bahseder.
Sırp ders kitapları ise, Türk fethinin genel sonuçları alt başlığında “mağlup
olanların bir kısmının İslam’ı – fethedenin dini (vurgu vardır) kabul ettiğini” belirtir.
Osmanlı devletinin, Hıristiyan komşularıyla olan savaşlarında sayıları
Balkanlardakilere kıyasla çok fazla olan yerel Müslümanlardan faydalandıkları yer
alır. “Hayatlarını kolaylaştırmak için Hıristiyanların önemli bir bölümünün İslam’ı”
seçtiğinden bahsedilir. Başka bir örnekte ise, Kosova’daki Cezzar Paşanın İslam’ı
seçmeleri için Sırpları zorladığı yer alır.
Boşnak ders kitabı Tarih 7, İslamlaştırma sürecine çok az yer ayırırken, daha
karmaşık süreçlerden bahseder. Katolik ve Ortodoks kiliselerinin çok daha önceden
kurulduğu yerler dışında, Arnavutluk dışındaki Balkan ülkelerine göre BH’de yoğun
bir şekilde İslamlaştırma’nın belirleyici bir faktör olduğu söylenir. Sıradan
Hıristiyanların yanı sıra, birçok ünlü feodal ailelerin üyeleri de İslam’a geçmiştir.
XIV. yüzyılın ikinci yarısında, köylerin ve bölgelerin tamamı geçiş yapmıştır.
Şehirlerde, önce tacirler ve zanaatkârlar İslam’a geçmiştir. Öte yandan, İslam’a
geçmeyenler de kararlarından dolayı herhangi bir zorlukla karşılaşmamıştır.
İslamileştirme sürecindeki devşirme olayı ise şöyle tanımlanır:
İslam’ın yayılması Osmanlı devletindeki üst düzey yöneticilerden, özellikle Yeniçeri
hizmetindekilerden etkilenmiştir. Bunlar önemli mülkler ve aileleri için güvenli tımarlar
edinmişlerdir. Kur’an’da belirtildiği gibi, İslam’a geçişte zorlama olmasa da, geçenler bunu
askeri ve siyasi bir kariyer için yapmıştır. Yeniçeri ocağına alınmayla (devşirme), İslam’a
geçiş dairesi çok yaygınlaşmıştır. (H6-Pelidja: 110-111). (H6-Pledija-111)
Radusic’in yazdığı Boşnak ders kitabı İslamlaştırma sürecini Osmanlı
yönetimi sırasında bu bölgedeki en önemli değişim olarak dikkate alır. Bu süreç
tedrici ve tamamen gönüllüdür. Devşirme yoluyla geçen küçük Hıristiyan
çocuklardan bahsedilmez. İslamlaştırma bilhassa XVI. yüzyılın ilk yarısında
71
yoğundur. Bu daha çok birlikte yaşayan bir ailedeki Müslüman olan ve olmayanlarda
görülmüştür. Bu ise Bosna’daki kuvvetli bir kilise organizasyonunun eksikliğiyle
açıklanabilir. Sürecin sonunda, Bosna’daki din üçgeni – Bosna, Katolik ve Ortodoks
Kiliseleri- İslam’ın Bosna Kilisesi’nin yerini almasıyla yerlerini yeni bir dini
mozaiğe bırakmıştır. (H7-Radusic:65-66) Hacıabdic ve Dervişagic Tarih 7’de bu
görüşü tamamen paylaşır. İslam’ı seçmekle Müslüman nüfus, ülke yönetiminde yer
alarak siyasi konularda bir ayrıcalık elde etmiştir. Bunun yanı sıra İmparatorluğun
savunmasını da üstlenmişlerdir. (H7-Hacıabdic: 48-49) Alibašić, Boşnak ders
kitaplarında İslamileştirme sürecinin çok az ve gereksizce yer aldığını düşünür.
2010 yılına ait Sırp ders kitabı, BH’teki İslamlaşma’yı anlatırken, Osmanlı
İmparatorluğu’nun başlangıçta din değiştirme konusunda baskı uygulamadığını,
ancak, Müslüman olanların ayrıcalıklı durumundan faydalanmak isteyen halkın din
değiştirdiğini yazar (Gimnazya 2, s. 223). Gene 2010 basımı Gimnazya 3, Bosna’nın
hiç direnmeden Osmanlı’ya teslim oluşunu ve çok hızlı bir biçimde gerçekleşen
İslamlaşma’nın nedenlerini şu şekilde anlatır: Bogomil dinine mensup olanların
güçlü bir kilise örgütlenmesinden yoksun oluşu ve sürekli Macar saldırılarının neden
olduğu güçsüz bir devlet. (Gimnazya 3, s. 47) Osmanlı devletinin, bölgedeki
savaşlarda yerel Müslümanlar’dan faydalandığı cümlelerine artık yer verilmezken,
Hıristiyanların Müslüman olarak ayrıcalıklı bir konuma sahip olmayı seçtikleri
birkaç kez tekrarlanır. Cezzar Paşa’nın Sırpları zorla İslamlaştırdığı gibi ifadelere ise
artık yer verilmez.
3.2.3. Diğer Cemaatlerin Statüsü ve Dini Tolerans
Boşnak ders kitapları Osmanlıların Hıristiyan ve Yahudi tebaalarına karşı
toleranslı davrandıklarını yazarlar. Hacıabdic ve Dervişagic Osmanlı Devleti’nin
diğer din taraftarlarına karşı hoşgörülü olduğunu belirtir. “Ortodoks Sırplar XVI.
yüzyılda Pec Patrikliğine bağlandılar. Fatih Sultan Mehmet’in 1463’teki Ahidnamesi
ile Katolik Kilisesi’nin faaliyetleri meşrulaştırıldı.” ( H7-Hacıabdic: 49). Ders
kitabında bu Ahidname’nin bir resmi vardır. Ayrı bir derste ise, daha çok askerlik,
vergiler ve Osmanlı yönetiminde yer alma haklarıyla ilgili olarak insanların hakları
ve sorumlulukları işlenmektedir. Devamında şunlar yazılmaktadır:
72
Müslümanlar tüm haklara sahipti ve haraç ödemiyordu ama devleti savunmak için ön
cephelerde hayatlarını ortaya koyuyorlardı. Ama herkes dini haklarını uygulama ve
özgürlükler konusunda eşitti. Ahdname’ nin güvencesiyle, çok küçük bir bölge olan
Saraybosna’da birçok dini yapı inşa edildi. Pec Patrikliği yeniden haklarına kavuştu ve
Yahudiler göç edebildi. Dernek üyeliklerinde her dine mensup kişiler vardı ve dernekteki
faaliyetler ve uygulamalar ilgili üyelerin bağlı olduğu dinin gereklerine göre yapılıyordu. Bu
ise Bosna’daki gibi, o dönemin Osmanlı dini çevresinin çok kuvvetli bir karşılıklı saygı ve
tanıma içinde var olduğunun bir göstergesidir. (H7-Hacıabdic: 61-62).
Bu konu anlatılırken “millet sistemine” ait bir referans bulunmaz. Ders kitabı
devam eder: “Bosna’daki Müslüman ve Hıristiyan ayrılığı 18. yüzyılda bir takım
savaşları beraberinde getirmiştir. İlave vergilerin getirilmesi yüzünden,
Hıristiyanların statüsü hızla bozulmuştur. Sonuç olarak bunlar, Osmanlıların düşmanı
olan Hıristiyan devletlere meyletmeye başladılar. Hâlbuki Müslümanlar ise bu
devletlerle yapılan savaşlarda ön cephelerde ölüyorlardı. Sonuç olarak, Bosna’daki
Hıristiyanlar ve Müslümanlar arasındaki ayrılık daha fazla konuşulur hale geldi. (H7-
Hacıabdic: 135)
Daha sonraki sayfalarda “Osmanlı Devleti’nin farklı dinlerdeki tebaasına çok
toleranslı davrandığı” tekrar edilir. Sonuç, devletin zor kullanmadığı İslamlaşma
sürecine rağmen, İspanya’dan kovulan Yahudilerin kabul edilmesinde olduğu gibi
Ortodoks ve Katolik toplumların korunması olmuştur. Ahidname’nin bir resmi bu
ders kitabında da yer almıştır. Katolik papazların düşmanın bir casusu oldukları
şüphesiyle kontrol edildikleri de belirtilmiştir. Yazarlar ayrıca, dernek ve lonca
üyelerinin kendi inanışlarına göre yaşadıklarını da belirtmiştir.
Boşnak yazarlar İsakoviç ve Pelidija Tarih 7’de, Osmanlı politikalarına karşı
Müslüman ve Hıristiyanların isyanlarında Hüseyin-kapetan Gradascevic’in
gayrimüslimlerle yaptığı ittifaktan bahseder. Aynı yazarlar Tarih 6’da, Sultan’ın
yönetimi altında dini toleransın çok fazla olduğunu belirtirler, fakat bunun Osmanlı
İmparatorluğu’ndaki kriz zamanında hızla değiştiğini iddia ederler: .
Zaman içinde karşılıklı saygı ve tanıma şuuru gelişmiştir. Bu daha çok aynı ailedeki farklı
dinlere sahip kişilerde olmuştur. Müslümanlar ve Hıristiyanlar kutsal mekânları ziyaret
etmişlerdir ve bazı Müslüman yazarlar birbirlerinin mekânlarını da ziyaret etmelerini talep
etmiştir. Yüzyıllarca süren Osmanlı yönetimine rağmen, BH halkı Bosna dilini korumuştur.
73
Farklılıkların üstesinden iyi komşuluk ilişkilerinin geliştirilmesiyle gelinmiştir. Boşnaklar,
Hırvatlar, Sırplar ve Yahudiler “komşuluk kültürünü tesis etmiştir. Komşuluk hakkının
akrabalık hakkından daha kuvvetli olduğu inancı çok yaygın bir halk inanışı olmuştur.
(B6:114)
Hırvat ders kitabı P6’da, dini toleransı sayesinde “Türkiye’nin” ilk
dönemlerinde dini inanışlarından dolayı zulüm görenler için bir sığınak olduğunu
belirtilir. Buna rağmen Hırvat Katolikler Osmanlı yönetiminde acı çekmişlerdir.
Sayıları köylerde ve şehir merkezlerinde dramatik olarak düşmüştür. Ortodoks
ruhban sınıfı ayrıcalıklı bir statü elde edip, işlerini problemsiz bir şekilde görürken,
Türkler Katolik ruhban sınıfına düşmanlık göstermiştir. Fransiskenler de Katoliklere
göre daha iyi bir konumdadır. P7 de aynı şekilde, İstanbul ve Vatikan arasındaki
sürekli düşmanlıktan dolayı XIX. yüzyılda en kötü konumda olanların Katolikler
olduğunu belirtir. Fransiskenler Bosna’nın fethinden itibaren kendi kurallarına göre
yaşamışlardır. Ahidnameden ise bahsedilmemiştir.
Sırp ders kitabı Tarih 8, Osmanlı’nın dini politikalarından olumlu olarak
bahsetmez. Pec Patrikliği’nin yeniden tesisi İslamlaşmış Sokollu Mehmet Paşanın ve
Sırpların Türk fetihlerinde oynadığı rolün bir sonucudur. Kiliselerin ve Manastırların
yeniden inşasından iki kez bahsedilse de, bu Osmanlının dini politikalarının bir
sonucu değildir. 1594’de, Türkler St. Sava’nın kalıntılarını Sırpları korkutmak için
yakmıştır. Tarih 6, sadece Türklerin Smederevo’yu fethinden sonra kilise çanlarını
kaldırdığını ve kiliseleri camiye dönüştürdüğünü belirtir.
Burada yorum yapan Alibašić, Boşnak dilindeki ders kitaplarının yazarlarının
Osmanlı Bosna’sı için pembe bir tablo çizdiklerini söyler. Öte yandan, Hırvat ve Sırp
yazarların Osmanlı dini politikalarının kurbanlarından bahsettiklerini ve Hırvat
yazarların bunu daha adilane ve tarihi gerçeklere uygun olarak yaptığını belirtir.
Osmanlı uygulamalarını yüceltmeden, dini politikalarının pozitif yönlerini, şeriatın
rolünü de belirterek, ortaya koymuşlardır.
Son dönem Sırp tarih ders kitaplarında da konuyla ilgili anlatımlar aynen
korunmuştur. Gene Kilise ve Manastırların yeniden inşasından bahsedilir, ama
camilerin kiliseye dönüştürüldüğü Aya Sofya örneği verilerek anlatılır (Aya
74
Sofya’dan bahsedilen bölüme Sultan Ahmet Camii’nin resmi eşlik eder.), bazı
kiliselerin ise tamamen yerle bir edildiği söylenir (Gimnazya 8, s. 108). Gimnazya 3.
Sınıf tarih ders kitabı, Osmanlı yönetimi sırasında Sırpların en kötü durumda
olduğunu, ağır vergiler altında ezildiklerini ve bu kötü durumdan kurtulmak isteyen
Hıristiyanların İslam’ı seçtikleri anlatılır (s. 47). Reformlardan bahseden Gimnazya
8, Hıristiyanlar’ın durumunun düzelmesinden rahatsızlık duyan yerel
Müslümanlar’ın bu konudaki olumsuz çabalarına değinir (s. 105-107)
3.2.4.Devşirme
Devşirme konusu da İslamlaşma gibi, en çok tartışılan ve efsane üretilen
konudur.
Sırp ders kitaplarının yazarları bu dönemle ilgili olmayan konularda bile genç
okuyucularına bu kötü uygulamadan bahsederler. Tarih 7, bu uygulama için ünlü
deyimi “danak u krvi” (kanlı vergi) kullanır. Tarih 8 de aynı deyimi kullanır. Bu
konunun anlatımına atların üstünde ağlayan çocuk çizimleri eşlik eder. Osmanlı
askerleri zavallı ailelerini kamçılamaktadır ve arkada yanan evler vardır. ( Alibašić’e
göre, bu resim Türklere karşı beslenen duyguları göstermek için yeterlidir.)
Yazara göre, devşirme konusu, Boşnak ders kitabı yazarlarının anlatmakta en
çok zorlandıkları konudur ve dürüstlük konusunda yetersiz kalmışlardır. Radusic ana
konunun dışında, “Devşirme yoluyla Hıristiyan çocukların Anadolu’daki ailelerin
yanında ikamet etmek üzere toplandığını” belirtir. Burada Türkçe öğrenmiş ve
İslamlaşmışlardır. Çocuklar İstanbul ve Edirne’de özel eğitim almıştır. Bunlardan
başarılı olanlar, İmparatorlukta en yüksek siyasi ve askeri makamlara gelmiştir. Ama
bunların çoğunluğu yeniçeri olarak hizmet etmiştir. Hacıabdic ve Dervisagic bunu
“sağlıklı çocukların askeri hizmetler ve idari görevler için” askere alınması olarak
tanımlar. Bunun “kan içindeki vergi” olarak bahsedildiğini de belirtirler.
Pelidija ve Isakoviç’in kitapları “Fatih Sultan Mehmet döneminden sonra
Bosna halkına yeniçeri sistemi altında Sultan’a hizmet etmeleri için (acemi oğlan)
çocuklarını gönderme ayrıcalığı verildiğini söyler. Bu uygulama sonucu birçok kişi
yüksek öğretim görmüş ve askeri ve idari olarak önemli görevler üstlenmiştir. Bir
75
kısmı ise Ulemaya katılmıştır. Bazıları ülkeleriyle ilişkisini kesmemiş bazıları da
Bosna’ya dönerek orada çalışmıştır. Bosnalı Müslümanlar Sultan’dan çocuklarını bu
uygulamaya dâhil etmelerini isterlerken, Hıristiyan ailelerden çocuklarının zorla
alınması hem aileler hem de çocuklar için çok zor bir deneyim olmuştur. Bu
çocukların geleceği konusundaki belirsizlik aileleri için teselli olamamıştır.”
2010 basımı Gimnazya 3. Sınıf tarih ders kitabı, ülkenin İslamlaştırılması
bağlamında devşirmeden bahsederken, küçük erkek çocuklarının ailelerinden zorla
alınıp götürüldüğünü ve evlenme ve aile kurmanın yasak olduğu yeniçeri ocağında
eğitildiklerini, dinlerinin değiştirildiğini, Türk dili ve kültürü öğretildiğini söyler.
Yalnız, önceki Sırp ders kitaplarındaki yakılmış evler, dövülmüş ebeveyn, at
üstündeki kaçırılan Hıristiyan çocuk görseli artık metne eşlik etmez. Onun yerine
yeniçeri askerlerinin çizimleri vardır. (Gimnazja 3, s. 47-48)
3.2.5. 1683 Büyük Viyana Savaşından Önce Ve Sonra Osmanlı Devleti
Hırvat ders kitabı P6 bu süreci şöyle gösterir: “Türkiye tarihinin ilk
dönemlerinde, güçlülüğü ve sosyal sisteminin çekiciliği nedeniyle Avrupa tarafından
kıskanılıyordu.” P7, XVIII. yüzyıldan bahsederken, yerel elitlerin ne isterlerse
yaptığı başıbozuk bir devletten bahseder. Sırp ders kitabı Tarih 8, reayanın her
zaman bunaltıldığına dair bir paragraf ayırır. “Daha sonraki dönemlerde, sultanlar
serflerin durumunu iyileştirecek bir takım reformlar ve kanunlar uygulamıştır.
Ancak, bu önlemler durumu daha da kötüleştirmiştir.
Radusic, durumun giderek kötüleştiğini örneklerle anlatır. Yazar, Osmanlı
tarihini üç bölüme ayırır: Yükselme, kriz ve çöküş. Birinci dönem belirginlik ve
askeri başarılar, diğer dönemler ise kötüden daha da kötüye geçiş olarak tanımlanır.
XVI. yüzyıldaki Osmanlı ve Avrupa feodal sistemlerinin karşılaştırılmasında,
Osmanlılar tebaalarına karşı daha hoşgörülü tanımlanır. Devamında şu tespitler
yapılmaktadır:
XVIII. yüzyılda savaşlar kaybedildiğinde bu durum değişmiş ve açlıklar, istilalar, isyanlar baş
gösterdiğinde Hıristiyan tebaanın durumu kötüleşmiştir. Bu zor şartlar, sadece Müslümanlar
ve Hıristiyanlar arasında değil, aynı zamanda yerel Müslüman nüfus ile İstanbul’daki merkezi
76
hükümet arasında da kutuplaşmaya yol açmıştır. Çiftçilik vergisi olan çiftliğin uygulamasının
başlaması toplum ve devlet arasında öldürücü bir etki bırakmıştır. Sonraki reformlar
Hıristiyanların şartlarını iyileştirse de bu hem çok az hem de çok geç olmuştur. (Moe: 2008,
55)
Hacıabdic ve Dervisagic çiftlik vergisinin uygulanmasını, Osmanlı
Devleti’nin çöküş ve parçalanmasındaki en önemli konu olarak değerlendirir. Diğer
bölgelerde bu uygulama BH nüfusunun İstanbul’a direnmesine yol açmıştır. Pelidija
ve Isakoviç Tarih 6’da tebaanın durumunun bozulmasını XVII. ve XVIII.
yüzyıllardaki krize bağlar. “Bu yeni zor şartlar hem Müslümanlar hem de
Hıristiyanlar arasında direnme ve isyanlara yol açtı.”
Boşnak yazarlara göre Osmanlı Devleti’nde XVII. yüzyıl sonlarındaki gözle
görülür değişmeler Boşnakları Osmanlılardan ayırmaya başlamış, Hüseyin Kaptan
Gradascevic’in isyanıyla sonuçlanan bağımsız Bosna tarihine zemin hazırlamıştır.
3.2.6. Sultan ve Yerel Elitler
Yazar, bu başlık altında Sultanı temsil eden merkezi Osmanlı yetkililer ile
yerel Müslüman elit arasındaki göreli imajı inceler. Osmanlı tarihinin, sadece
Türkiye’den dolayı değil, Sırplar ve Hırvatlar tarafından Osmanlıların torunları
olarak görülen yerel Müslüman nüfusundan dolayı BH halkının zihninde özel bir yer
tuttuğunu, ama yine de bunların Osmanlılarla bir tutulmadığını ifade eder.
Radusic’in Boşnak derskitabı Bosna’nın Osmanlı Devleti’nde özel ve
ayrıcalıklı bir yer almaktan hoşnut olmadığını iddia eder. “Tımar sistemi yabancılar
ve merkez tarafından yanlış bir şekilde uygulanırken, yerel sipahiler o topraklardan
sorumluydu.” Birkaç sayfa sonra ise yerel yetkililerin vergileri toplarken yetkilerini
yanlış kullandıklarından bahsedilir. “Reformlar merkezi hükümet ve Sultan’ın artık
kendilerini düşünmediğini sanan Boşnaklar arasında bir güvensizlik uçurumu
meydana getirdi”. Hacıabdic ve Dervisagic de Boşnakların XVIII. yüzyıl başlarında
Bab-ı Aliye olan güvenlerini kaybettiklerinden bahseder. “Ancak, Osmanlı Devleti
içinde Bosna’yı savunma ve koruma fikriyle birleşen Boşnaklar Sultan’a karşı
çelişkili duygular içindeydi.” .” Hayatlarını sultan için ortaya koyan genç
77
Boşnakların sayısının artmasından hoşnut değillerdi ama kendi ülkeleri olan
Bosna’yı da Sultan olmadan koruyamıyorlardı.”
Benzer şekilde, Pelidija ve Isakoviç Tarih 7’de, XVIII. yüzyıl sonları ve XIX.
yüzyıl başlarında Boşnakların merkezi hükümete karşı olan tutumlarına bir bölüm
ayırır. Bunlara göre, Osmanlı hükümetinin temsilcileri yerel nüfusun gözünde her
hangi bir saygıya sahip olmamışlardır. Boşnaklar kendilerini sürekli yalnız
hissetmeye başlamışlardır. Reformlar boyunca, bu his sipahi-tımar sisteminde oluşan
otantik Bosna kurumlarının (Yeniçeri, Kaptan, Sipahi, Ayan ve Esnaf gibi) yerel
yöneticiler tarafından ortadan kaldırılması teşebbüsüne karşı açık bir isyana
dönüşmüştür. Boşnaklar Sırplarla olan yakın ilişkilerinden ve aşırı vergilerden dolayı
Bâb-ı Âlî’yi eleştirmişlerdir. XVIII. yüzyıldan itibaren Boşnaklar Osmanlıları BH
topraklarına gelip zenginleşen ve Hıristiyanların ekonomik ve siyasi kontrolü ele
geçirmelerine neden olan yabancılar olarak algılamaya başlamışlardır. Nihayet,
Sultan’ın Bosna’yı Avusturyalılara sattığına dair 1878’de kuvvetli bir inanış
oluşmuştur. Pelidija ve Isakoviç Tarih 6’da, çoğunlukla Boşnakların Bâb-ı Âlî’nin
politikalarından ve Bosna’yı savunmadaki rollerinden bahseder.
Hırvat ders kitabı P6, Sultan’ı reayanın koruyucusu olarak gösterirken. P7
Sultanın kontrol edemediği yerel “Türklerin” saldırgan tutumu karşısında, Sultan’ın
reayanın koruduğundan bahsetmez. Sırp ders kitabı Tarih 8, Sultan’ın reformlarından
olumlu larak bahseder.
Boşnak ders kitapları, Boşnakları Osmanlılardan ayırmaya çalışır ve Osmanlı
dönemindeki sıkıntılardan, Sırp ve Hırvatlarla olan kötü hatıralardan kaçınarak daha
milliyetçi bir tutumu benimserler. Öte yandan Hırvat ve Sırp yazarlar aşağılayıcı bir
deyim olan “poturica gori od Turčina” (İslamlaşma Türklerin kendisinden daha
kötüdür) ile tutarlı olarak, bugün Boşnakların ataları olan yerel Müslümanları
İstanbul’daki Osmanlılardan daha kötü göstermek için ellerinden geleni yapmışlardır.
2011 basımı Gimnazya 8 Sırp tarih ders kitabı reformlara 3 tam sayfa ayırır
ve reform çabalarından olumlu bir söylemle bahseder. Metne Sultan Selim ve Sultan
Mahmut’un resimleri eşlik eder. Hıristiyan tebanın haklarının iyileştirilmesine
78
yönelik bu çabanın yerel Müslümanlar’ca iyi karşılanmadığı bir kez daha ifade edilir.
Yani, daha önceki yıllara ait anlatımlar aynen korunur ve Osmanlı yöneticilerinin
yerel Müslümanlar’dan daha iyi oldukları ima edilir (Gimnazya 8, s. 105-107).
3.2.7. Müslümanların ve Hıristiyanların Durumları ve Rolleri
Hırvat ders kitapları P6 ve P7, birçok yerde Osmanlı yönetimi altında
kaybedenlerin hep Katolikler olduğunu vurgular. Müslümanların da aynı şekilde
reaya olduğu belirtilir. Sırp ders kitabı Tarih 7 ise, birçok bölümde kısaca Hıristiyan
beylerden ve Sırp vassallardan bahseder. Tarih 8, Sırpların dost ya da düşman olarak
Osmanlı fetihleri için önemli olduğunu söyler. “Ancak, Hıristiyan ülkelerine karşı
Osmanlıları savaşlarda destekleyenler yerel Müslümanlardı. Sırplar reaya sınıfının
çoğunluğunu oluşturuyordu. Reaya sınıfında Müslümanlar da vardı ama onlar
yönetici dinine mensup olduklarından ayrıcalıklı bir konuma sahiptiler, Hersek’in
batı bölümlerinde ve Bosna’da yaşayan Katolik azınlık Ortodoks Hıristiyanlarla aynı
şartlarda yaşıyordu. Sürekli savaşlar, Sırpların göçleri ve Sırpların “İslam dini
taraftarlarıyla olan savaşları” Osmanlı yönetiminin sonuna kadar Bosna’daki dini ve
sosyal ilişkilerin bozulmasına yol açmıştır. Bazı Hıristiyanlar yönetici sınıfla işbirliği
yapmış ve İslam’a girmiştir. Sultanlar reform yapmaya çalıştıklarında, yerel
muhafazakâr Müslümanlar reformlara karşı çıkmış ve sultana isyan etmişlerdir.”
Boşnak ders kitapları Müslümanların ayrıcalığını önemsemezken, Osmanlı
hükümetinin bölgedeki ağır politikalarına karşı Müslümanların ve Hıristiyanların
işbirliğine önem verir. Pelidija ve Isakoviç Tarih 6’da, Müslümanların çoğunluğunun
yönetici sınıfa değil de reaya sınıfına bağlı olduğunu söyler. Statülerinin Hıristiyan
reaya sınıfıyla hemen hemen benzer olduğunu belirtir. “Müslüman reaya haraç
ödemezdi ama sultanın savaş çağrısına cevap vermek zorundaydı. Sonuç olarak, on
yedinci yüzyıldan itibaren hem Müslümanlar hem de Hıristiyanlar Osmanlı
politikalarına direnmiştir.”
Radusic Tarih 7’de, XVI. yüzyılda Bosna’daki reaya sınıfının çoğunluğunu
Müslümanların oluşturduğunu belirterek şunları yazmaktadır: “Onlar (Müslümanlar)
Hıristiyan reaya ile “tamamen aynı durumdaydılar. Her ikisi de boyun eğdirilmişti.
79
Ödenen vergiler de hemen hemen benzerdi. Hıristiyanlar haraç ödüyor, Müslümanlar
da savaşa gidiyordu. Hor görülen çiftlik sahipleri hem zengin Müslümanlar hem de
gayrimüslimlerdi. 1820’lerdeki büyük Boşnak isyanının lideri Hüseyin-Kapetan
Gradascevic’in Hıristiyanlarla iyi ilişkileri vardı ve her iki toplumun da desteğini
almıştı. Kendi başına Sultan’ın iznini almadan bir kilise, manastır ve okul inşa
edilmesine müsaade etti.” (Radusic: 36, 43, 66)
Boşnak dilindeki ders kitapları bugünün kaderine temel olması hasebiyle
Osmanlı yönetimi altında üç toplumun ortak yönlerini ortaya çıkarırken, özellikle
Sırp ders kitapları –kurbanların (Sırplar) ve zorbaların (Boşnaklar) bir arada
yaşayamayacağının bir başka ispatı olarak - Bosnalı Müslümanları Osmanlı
işgalcilerin işbirlikçisi olarak betimlemeye çalışır.
2010 basımı Gimnazya 3. Sınıf Sırp ders kitabı, Sırpların reaya sınıfının
çoğunluğunu oluşturduğunu söylemeye devam eder. Sırp halkının ağır vergiler
altında ezildiği vurgulanır, bu durumdan kaçmak isteyen Hıristiyanların İslam’a
geçtikleri bir kez daha vurgulanır (Gimnazja 3: s. 45-48). Daha eski yıllara ait
kitaplardaki anlatımlar aynen korunmuştur.
3.2.8. Göçler ve Demografik Değişimler
Boşnak yazar Radusic Tarih 7’de, göç eden nüfusun dini ve etnik arka planına
bakmadan, sadece BH bağlamında bu konuyu ele alır. Yazarın ifadesine göre,
“Bosna’nın fethi Hersek’te ve Macaristan’ın sınırlarında çok sık göçlere neden
olmuştur. Terkedilmiş topraklar, özellikle Vrbas nehrinin batısında demografik ve
etnik değişimlere yol açarak, komşu bölgelerdeki nüfusla dolduruldu. Düşük
vergiler ve daha fazla dini özgürlüklerden dolayı, Ortodoks nüfus Katolik
yönetimindeki bölgeleri terk ederek Osmanlı Bosna’sına yerleşmiştir. XIX.
yüzyıldan bahsedilirken üç tür göç ele alınır. Birinci tür, savaşlardan dolayı
Bosna’dan yapılan göçlerdir. Bosna’dan hangi etnik ya da dini nüfusun ayrıldığından
bahsedilmez. İkinci tür, Ortodoks nüfusun Karadağ, Batı Hersek ve Dalmaçya’dan
Bosna’nın doğu ve batı kısımlarına yerleşmesidir. Bu daha ziyade XVIII. yüzyıl
sonlarında ve XIX. yüzyıl başlarında gerçekleşmiştir. Bunlar daha ziyade önceden
80
Müslüman toprakları olan bölgelerdeki istilaların neden olduğu boşlukları
doldurmuşlardı. Sırbistan’dan kovulan Müslümanlar ise Bosna’ya yerleşmiştir.
Hacıabdic ve Dervisagic Tarih 7’de savaşların göçlerin asıl nedeni olduğunu
ve bundan en çok Hersek’in ve buna sınır olan Macaristan topraklarının etkilendiğini
belirtir. Bunlara göre Bosna’ya yerleşenlerin çoğunluğu Ulah’lardı.
Pelidija ve Isakoviç’in Tarih 6’sına göre, XVI. yüzyılda Osmanlı fetihleri
Macaristan’ın güneyi ve bugünkü Sırbistan’daki Voyvodina yönünde, güneyden
kuzeye göçlere neden olmuştur. Fethedilen topraklardaki ekonomik hayatı
canlandırmak amacıyla, Osmanlılar insanları nüfusu az olan ya da terkedilmiş
bölgelere yerleştirmişlerdir. “Bu süreçte sığır yetiştiricileri olan Ulahları Bosna’ya
getirdiler. Bosna’daki çiftçileri de Slovenya ve Dalmaçya’da iskân etmişlerdir.”
Bütün bu göçlerin sonucunda Balkanların merkezinde ve güneybatısında güney
Slavların etnik üstünlüğünün oluştuğunu ve ortak değerler, hayat tarzı, giyim kuşam,
vs.nin bölge boyunca yayıldığı söylenir. Bu kitaplara göre, XVIII. yüzyılda Büyük
Viyana Savaşı’ndan (1683-99) sonra Osmanlıların kaybettiği topraklarda kalan
Müslümanları bekleyen kader, Boşnaklar için İstanbul’dan fazla yardım beklemeden
kendi toprakları için savaşma konusunda ana güdü olmuştur. “Osmanlılar bu
bölgeleri terk ettikten sonra kalanların başlarına soykırım gelmiştir. Gerçekten bu,
dini inanışları yüzünden modern tarihte Boşnakların başına gelen soykırımların
ilkidir.” (Pelidija, Isakovic, B6, 124)
Yazarlar bu bölgelerde İslam’ın kalıntılarının kaldırılmasına ve Boşnakların
kaderine bir sayfa ayırırlar. Buna göre; “XVIII. yüzyıl boyunca Boşnaklar’ın
Karadağ’dan kovulması “istraga poturica” (Türk dinini seçenlerin kökünün
kazınması) şeklinde devam etmiştir.” Aynı yazarlar, Tarih 7’de, XVIII. yüzyıl sonları
ve XIX. yüzyıl başlarındaki ayaklanmalardan sonra Sırbistan’daki Müslümanların
akıbetlerine vurgu yapar.
Hırvat ders kitabı P6 Osmanlı ülkesinden Macaristan’a göçeden Sırplar
hakkında bilgiler vermektedir. Buna göre Savoy’lu Eugene’nin başarısız isyanından
sonra Osmanlıların tepkisinden korkan 30.000 Sırp Sırbistan’dan Macaristan’a
81
gitmek zorunda kalmıştır. Ortodoks nüfus ise, daha önce Katoliklerin yaşadığı
bölgelere yerleştirilmiştir. Bunun yanı sıra, Slovenya’daki Ulah Sırpları topraklarını
kaybeden Osmanlıları takip etmiştir.
Hırvat ve Boşnak ders kitapları diğer iki BH ulusunun kaderiyle ilgili en
azından parça parça bilgi verirken, Sırp ders kitapları göçlerini tamamen inkâr
ederler. Dalmaçya’daki Katolik kilise ve manastırlarının Ortodoks kiliselerine
çevrilmesi konusu da işlenmez. Tarih 7, XIV. ve XV. yüzyılda Macaristan’a olan
Sırp göçlerine üç sayfa ayırır. Tarih 6 ise bu konuya iki sayfa ayırır. Bu kitaplara
göre, “Sadece 1480 yılının sonbaharında 60.000 Sırp Sava nehrini geçmiştir.” Ders
kitapları sınır savaşlarında öldürülen 300 Türk’ün kesik başının nasıl Sırp liderlerin
önüne getirildiğini anlatır. Tarih 8, Osmanlıların Sırpları Macaristan sınırına
yerleştirilme hikâyesini ve bu toprakların XVI. yüzyıl sonlarından itibaren nasıl
“Sırbistan” adını aldığını anlatır. Ayrıca diğer Sırplarında sınırın diğer tarafına
yerleştirilmesi ayrıntılı olarak anlatılır. Tam bir bölüm, binlerce Sırp ailesinin zorla
1683’de güney Macaristan’a göç ettirilmesine ayrılmıştır. Müslüman göçüne ait tek
bilgi, Tarih 9’da, 1852 yılında Novi Pazar sancağının kurulmasından sonra birçok
Arnavut, Türk ve Müslüman’ın özgür Sırp topraklarını terk ederek buraya
yerleşmesiyle ilgili verilir.
Göçlerle ilgili son dönem Sırp ders kitaplarının yaklaşımı değişmemiştir.
Gimnazya 8’de iki tam sayfa göçlere ayrılır ve sadece Sırp göçlerinden bahsedilir.
Hem XIV ve XV. Yüzyıllarda Macarlar’ın neden olduğu, hem Osmanlı Devleti hem
de Avusturya Macaristan dönemindeki Sırp göçleri ayrıntılı olarak anlatılır. Metne,
bir Sırp görüntüsü eşlik eder; at üstünde kucağında bebeğiyle bir kadın, yanında genç
bir erkek çocuğu, arkada Ortodoks rahipler, yanlarında sürüleriyle beraber Sırp
askerlerinin eşliğinde göç etmektedir (Gimnazja 8, s.57). Resimde Ortodoks din
adamlarının belirgin varlığı anlamlıdır.
3.2.9. İsyanlar ve Ayaklanmalar
Hırvat ders kitabı P7’ye göre, “Türkler” yani yerel Müslümanlar Osmanlılara
değil de onların ayrıcalıklarını tehdit eden reformlara karşı isyan etmiştir. Boşnak
82
ders kitapları ayaklanma ve isyanların çokluğundan bahseder. Buna göre, “Hem
Müslümanlar hem de Hıristiyanlar Osmanlılara karşı ayaklanmıştır. Ayaklanmalara,
Boşnakların otonomi istemesi ve Boşnaklara göre İslam-karşıtı olarak görülen
Osmanlıların zulmü, aşırı vergiler ve reformlar neden olmuştur.” Radusic’e göre,
1875’deki isyanlara zor şartlar ve kötü politikalar neden olmuş ve yönetim şeklinin
yanlışlığı bunu “provoke” etmiştir. “İsyanlara rahipler ve yabancılar liderlik
etmiştir.”
Hacıabdic ve Dervisagic, Boşnakların XIX. yüzyılda Osmanlılara karşı
isyanlarını ayrıntılı bir şekilde anlattıktan sonra şu tespiti yapmaktadır: “Bosna’da
Osmanlı yönetimine karşı Ortodoks ve Katolik nüfusunun son ayaklanmasına
ekonomik durumları neden olmuştur.” Devamında bu konuda şunları yazmaktadırlar:
“Bu ayaklanmaya Müslümanların da katılmasına yönelik teşebbüsler boşa çıkmıştır.
Bütün ayaklanmalar kanlı bitmiştir. Bosna’da üç yıllık karmaşa döneminde yaklaşık
150.000 kişi ölmüştür.”
Sırp ders kitabı Tarih 8, Osmanlılara karşı olan ilk ayaklanmalardan övgüyle
söz eder ve isyancıların yakalanmaları halinde cezalarının ölüm olacağını belirterek
şu iddialara yer verir: “Kiliselerinin yönlendirdiği Ortodoks Hıristiyanlar XVI.
yüzyıldan itibaren başarısızca ama hemen hemen sürekli olarak isyan etmiştir.”
Sadece yarım sayfa ayrılan Hüseyin-Kapetan Gradascevic’in isyanından farklı
olarak, Sırbistan’daki 1804 ve 1815 Sırp ayaklanmalarına özel bir yer ayrılmıştır.
Her iki ayaklanmanın tüm süreçleri ve “Türklerin” isyanları bastırma çabaları detaylı
olarak verilmektedir. Ayrıca bu isyanlar hakkında yapılan diğer bir tespite göre,
“Bosna’da Sırpların ayaklanmaları, artan vergiler ve serflerin durumlarının
kötüleşmesinden dolayı XIX. yüzyılın ilk yıllarından itibaren yoğunlaşmıştır.” Bu
isyanlar “tarımsal konu”ların ya da toprak sahipliğinin çözümlenmemesinin neden
olduğu 1875 isyanıyla doruğa ulaşmıştır. Müslümanların katılmaları için sürekli
davet edildiği bu isyan detaylı olarak anlatılır ve odak noktasına Bosna Sırpları
konur.
Boşnak ders kitapları, Boşnakları Osmanlılardan mesafeli tutmaya çalışır ve
Osmanlıların yardımı olmadan Bosna için savaşta Boşnakların rolünü ortaya
83
koymaya çalışır. Sırp ders kitapları ise yerel Müslümanlara rağmen Bosna’daki
nüfusu Sırpların özgürlüğe kavuşturduğunu göstermeye çalışır.
2011 basımı Gimnazya 8, Osmanlılara karşı olan ilk ayaklanmalardan
övgüyle söz etmeye devam eder. Alibasic’in incelediği Sırp kitabındaki metin aynen
devam ettirilir. Yakalanan isyancıların cezalarının ölüm olduğu, hatta kafalarının
kesilerek bir kule yapıldığı anlatılır ve Niş’teki “Kelle Kule”sinin resmine yer verilir.
Hüseyin-Kapetan Gradascevic’in isyanından övgüyle bahsedilir, metne onun bir
resmi eşlik eder (Gimnazya 8, s. 131, 165).
3.2.10. Yerel Kültüre Osmanlıların Katkısı
Boşnak ders kitapları genellikle Osmanlı toplumu ekonomisinin tarıma dayalı
olduğuna işaret eder. Diğer önemli sektörler madencilik, ticaret ve zanaatkârlıktır. İlk
endüstriyel gelişmeler XIX. yüzyıl ortalarında olmuştur. XIX. yüzyılın ilk yıllarında
endüstri ve altyapının niçin azgelişmiş olduğuna dair çok fazla bir analiz yoktur.
Kültürel düzey hakkında şunlara yer verilmektedir: “Oryantal-İslami kültür yerel
kültürü zenginleştirmiştir ve Osmanlı döneminde insanların ve kültürlerin kaynaşımı
günümüz BH toplumunun “etnik temelini” oluşturmaktadır”. Pelidija ve Isakoviç
dört ana dini toplumdaki kültürel gelişimlere epey yer ayırır.
Osmanlı ekonomisinin dönemin Avrupa’sıyla karşılaştırılmasında, Hırvat
ders kitabı P6’ya göre, “Osmanlı ekonomisi ilk dönem ortaçağ seviyesindeki kırsal
ekonomiye dayanırken, Avrupa devletleri pazar ekonomisini geliştiriyor ve
ordularını modernize ediyordu. İslami kültürün etkisi pozitif yönde verilmiştir. Bu
dönemde birçok Müslüman ve Fransisken, edebiyat ve bilimde etkindi. İslami kültür
Hıristiyan nüfusun adetlerini bile etkilemiştir. Dini mimarinin bir örneği Mimar
Sinan tarafından inşa edildiği öne sürülen ve bitişiğindeki bina ile neredeyse tıpa tıp
aynı olan Bosna’daki Hüsrev-Begova camisidir. Altyapılar ticareti desteklemek, dini
binalar ise nüfusun sosyal ihtiyaçlarını karşılamak için inşa edilmiştir. Dini
toleransları, gücü ve cazibesi nedeniyle, Osmanlı devleti ilk dönemlerinde
kendilerinden epey şey alan Avrupalılar tarafından gıpta edilmiştir.”
84
Sırp ders kitabı Tarih 7’ ye göre, “İlkel Türk feodal sistemi tebaanın
ekonomik ve sosyal gelişimini yavaşlatmıştır. Özellikle madencilikte genel üretim
azalmıştır. Ticaret ölmüş, parasal ekonominin yerine takas sistemi canlanmıştır.”
Tarih 8, XVI. yüzyıldan XVIII. yüzyıla kadar, bütün dinlerdeki insanların yer aldığı
ticaret ve zanaatkârlığın gelişiminden olumlu olarak söz eder. Ancak, Sırpların dini
özgürlüklerinde karşılaştığı zorluklardan da bahseder. Devamında ise, XIX. yüzyılda
Osmanlı hükümeti Sırp ulusal şuurunun ortaya konmasına karşı oldukça katı olduğu
ve kamusal alanda Sırp ismininin söylenmesinin, Sırp dilinin ve yazısının
yasaklandığı iddia edilmektedir. “Sırbistan’dan kitap getirmek, ya yasaklanmış ya da
çok sıkı kontrol altına alınmıştı. Hükümet “Boşnak” dilinin yayılmasını
körüklüyordu.” Tarih 9, XIX. yüzyıldan bahsederken, “Türk feodal sisteminin ve
yozlaşmış idarenin ekonomik ve kültürel olarak bu bölgeleri az gelişmişliğe ittiği”
sonucuna varır. “Kapitalizmin ve yerel orta sınıfın gelişmesini yavaşlatmıştır.
Sultanın reformları her şeyi sadece daha da kötüleştirmiştir.” Yerel kültürler
üzerindeki Osmanlı etkisinin değerini dürüstçe ortaya koyan Hırvat ve Bosna ders
kitaplarının aksine, Sırp ders kitapları, Osmanlıların kültürlerine olan her hangi bir
katkısını inkâr eder. Benzer sessizlik 2010 ve 2011 yıllarında basılan Sırp tarih ders
kitaplarında da devam eder. Bu nitelikte herhangi bir açıklama yapılmaksızın
Gimnazja 8’de Mostar Köprüsü’nün bir resmine yer verilir. Köprünün, XVI. ve
XVII. Yüzyıllarda “Sultan Süleyman”, XVIII. Yüzyılda “Büyük Köprü”, daha
sonraki dönemlerde ise “Eski Köprü” adını aldığı söylenir. Mimar Hayreddin
tarafından yapıldığı belirtilen köprü kısaca tasvir edilir (Gimnazja 8, s.50). Aynı
kitabın 53. sayfasında Drina Köprüsü’nün bir resmi vardır. 1571-1577 yılları
arasında yapılan köprünün mimarının kim olduğu yazılı değildir. “Na Drini Çuprija”
koyu yazılmış ve muhtemelen Ivo Andric’in aynı adlı romanına ustaca bir
göndermede bulunulmuştur.
3.2.11.Osmanlıların Ahlaki Niteliği
Hırvat ders kitabı P6, ender olarak akıncılara, cihada ve ganimetlere
odaklanır. Ders kitapları, Split Piskoposu’nun, Vatikan’da; “Onlar çocukları
analarının kucaklarından çekip aldı, kocalarının önünde kadınlara tecavüz etti,
çocuklarının önünde yaşlı ana babalarına katliam yaptılar” (‘Dječicu trgaju s
85
majčinih prsa, žene pred očimamuževa oskvrnjuju, djevojke grabe iz majčina
zagrljaja, stare roditelje na očigled sinova sijeku…’) diye ağlar. Bunun sonucu olarak
Osmanlı imajı, vahşi ve barbardır. Aynı ders kitabı, “Balkan devletlerini
yağmalayan” Türkleri ve “parlak Haçlı ordusunu” (sjajna križarska vojska), “parıltılı
Haçlı süvari birliğinin” (blistave križarske viteške čete konjanika, ve “parlak
Avrupalı şövalyelerin Haçlı ordusunu” resmeder. Bu kitaba göre, Osmanlılar
ahlaktan yoksundurlar ve onlara güvenilmez. Buna kanıt olarak ise, Fatih Sultan
Mehmet’in verdiği söze rağmen son Bosna kralını öldürttüğü gösterilmektedir.
Hırvat ders kitaplarında Ali Paşa Rizvanbegoviç’ten bahsederken epik bir dil
kullanır: “Haraç isteyen ve altı yıldır ölü olanlardan bile vergi toplayan Ali Paşa’nın
çocuklarının ve vergi tahsildarlarının zorbalığından “reaya” son nefeslerini
veriyordu. Türkler, Mostar’dan Hıristiyanların kökünü kazımak için yemin etmişti.
1840’ta, Osmanlılar Katolikleri şehirden ve civar köylerden kovmuştu. Bu şekilde
yaklaşık 320 aile sürgün edilmişti.” Kitap, Osmanlı yönetiminde Balkanlardaki
yüzlerce göç hareketinden sadece bu göç hareketine dramatik ve detaylı olarak bir
bölüm ayırır ve 1990’larda Hersek’teki Hırvat güçlerinin yaptığı etnik temizlikten
hiç bahsetmez.
Boşnak ders kitaplarına göre, Osmanlıların yönetimlerinin ikinci dönemi
“acımasızlık ve yozlaşma” dönemidir. Sırp ders kitaplarına göre, bu dönemin
Osmanlıları “kanlı işgalciler ve zalim yöneticiler”di. “Balkanları işgal ederken
yaptıkları; yağmalama, yakıp yıkma, köleleştirme ve korkudur. Ahlaksızlık,
karışıklık, yağmalama ve asalaklık, yönetim biçimlerinin ana hatlarıdır. Karışıklık ve
zulmün her türlüsünü uygulamışlardır.” Tarih 6’da, Novo Brdo’nun Osmanlılar
tarafından fethini ve işgal edilen yerdeki nüfusa nasıl davrandıklarını anlatan bir
yeniçeri günlüğünden alıntı yapılır. “Osmanlılar küçük erkek çocukları diğer erkek
ve kadınlardan ayırmıştır. Erkeklerden en önemlileri öldürülmüş ve geriye kalanlar
kendilerine dokunulmadan evlerine gönderilmiştir. Sultan 320 erkek çocuğu ve 700
kadını tebaasına dağıtmış ve sayısı belirlenemeyen gençler yeniçeri birimlerine
götürülmüştür.” Bu hikâye ile 1992-1995 arası Bosna’da olanlar arasındaki
benzerlik dikkat çekicidir.
86
Son dönem Sırp ders kitapları, “kanlı işgalciler ve zalim yöneticiler”
tanımlamalarına fırsat buldukça yer verirken, Türklerin neden olduğu terör ve
korkuyu halk şarkılarına dönüştüren Sırp ozanlardan bahsedilir. Ozanlar, Türklerin
zulmü altında ezilen Sırp halkına ağıtlar yakar, onların barbarlıklarını lanetler
(Gimnazya 8, s. 131). St. Sava’nın kalıntılarını yakmaktan, hatta Bizans krallarını
bile köleleştirmekten geri durmayan Türkler barbar ve güvenilmezdir; Osmanlı
Sultanı söz verdiği halde, Sırp Kralını öldürmüştür (Gimnazya 2, s.8)
3.2.12. Görseller
Hırvat ders kitaplarında bulunan görseller: Sipahi, yeniçeri, Sultan Beyazıd,
Fatih Sultan Mehmet, Türklerle bir savaş, Kanuni Sultan Süleyman, Vezir Kara
Mustafa, Osmanlılara karşı ayaklanmanın liderlerinin resimleri, rahip Makro Mesic,
1606-1791 yıllarındaki Türklerle savaştan sonraki “Hırvat” haritası, Saraybosna’daki
“Hüsrevbey Camisi” görselleri yer alır. “Feodal vergileri” betimleyen bir dizi küçük
resimler vardır. (Tarlada çalışan köylüler, at üstünde bir sipahi, sultana altı çocuk
götüren at üstündeki bir asker, ve elleri ve ayakları kavuşmuş bir şekilde sofada
oturan bir Osmanlı memuruna vergisini ödeyen bir zavallı tebaa). Resimlerin en
üstünde elleri karnı üzerinde kavuşmuş olarak ayakta duran Sultan ve arka planda
Aya Sofya’nın olduğu bir resim yer alır.
Boşnak ders kitaplarında bulunan görseller: Fatih Sultan Mehmet, Osmanlı
Devleti’nin XIV. ve XVI. yüzyıllardaki genişlemesini gösteren bir harita, Sokollu
Mehmet Paşa, Bosna Eyaleti’nin haritası, XX. yüzyıla ait, sokaktaki Müslüman ve
gayri müslimlerin geleneksel kıyafetleri içindeki resimleri, Başçarşı içindeki örtülü
Müslüman kadın ve fes giymiş Müslüman bir adam ve çocuklarının resmi, tarihi
Mostar Köprüsü, Sefarad Sinagogu, Pocitelj şehrinin resmi, Zitomislici Manastırı ve
Kilisesi, Ferhat Paşa camisi, Hüseyin-kapetan Gradascevic, Sultan Abdülmecit,
Ömer Paşa Latas, Başçarşı’da bir tekstil dükkânı önünde oturan üç Müslüman erkek,
Başçarşı’da Kazandiç sokağı, 1875 BH ayaklanmasına ait bir harita, Berlin
Kongresi’nden sonraki Balkan haritası, Berlin Kongresi’ndeki devlet adamlarının
resmi, Ahidname, Sokollu Mehmet Paşa, Sultan III. Selim, Sultan II. Mahmut.
87
Sırp ders kitaplarında bulunan görseller: XVI. ve XVII. yüzyıllardaki güney
Slav ülkeleri haritası, Sultan Süleyman’ın resmi, devşirme resimleri, isyancıların
lideri Stanoje Glavas ve Stojan Yankovic, Pec Patrikliğinin yayılmasının ve İslam’ın
Balkanlarda genişlemesinin haritaları, Sokollu Mehmet Paşa, Pec Patrikliği, patrik
Makarije Sokolovic, bir dizi manastır, XVIII. yüzyıl sonundaki güney Slav ülkeleri
haritası, 1802’de Mustafa Paşa’nın idamı, Karadorde ve çok sayıda Sırp milli
kahraman, 1805-13’de ayaklanan Sırpların bayrağı, Sırp ayaklanmalarına ait
haritalar, Karadorde kalesi, Karadağ’daki askerlerin elbisesi, XIX. yüzyılın ilk
yarısında BH, XIX. yüzyılda Bosna’da vergi uygulaması, 1876’da Sırp kurmay
heyeti, 1875-78’de Hersekli asiler ve mülteciler (muhtemelen Sırplar) gibi
gösterimler vardır. Bu kitaplarda Sırp olmayan pek fazla bir şey bulunmaz.
2007 sonrası basılan Sırp tarih ders kitapları, bir iki eksikle yukarıda anılan
görselleri kullanırlar. En belirgin eksiklik, daha önce de değinildiği gibi,
devşirmeden bahsedilirken kullanılan dramatik resmin artık ders kitaplarından
çıkarılmış olmasıdır. Diğer görseller ve eşlik eden metinler aynen korunsa da, Sırp
bilinçaltında önemli bir yer işgal eden söz konusu resmin kitaplardan çıkarılmış
olması bile önemli bir gelişme olarak nitelenebilir. Çalışmanın sonuna bu
görsellerden örnekler ekleneceği için burada tekrar bahsedilmemiştir.
Eğer “Ders kitapları geçmişi olan bir insan toplumunun imajını ve dolaylı
olarak geleceğini yansıtır” şeklindeki değerlendirme doğruysa, Ahmet Alibašić’in
yukarıdaki manzara karşısında duyduğu endişeyi paylaşıyor ve Bosna-Hersek’te
okutulan ders kitaplarının, bu topraklarda meskun insanlar ve genel olarak insanlığın
geleceği adına, acilen yeniden yazılması gerektiğini vurgulayarak bu çalışmayı
bitiriyoruz.
88
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
SONUÇ, DEĞERLENDİRME ve ÖNERİLER
Balkanlardan bahsederken Osmanlı, Türk, Müslüman kelimelerine atıfta
bulunmadan konuşmak ne kadar zorsa, ders kitaplarının yukarıdaki analizinden
görüldüğü üzere, Balkan ülkelerinin herhangi birinin tarihini Osmanlı’dan ve onun
unsurlarından bahsetmeden yazmak o kadar zordur. Hele de söz konusu olan ülke,
“en Osmanlı” izler taşıyan Bosna-Hersek ise, en uç noktalarda Osmanlı atıflarıyla
karşılaşmamak imkânsız gibidir. Boşnak tarih ders kitapları Osmanlı geçmişlerini
aklamak, herşeyin tozpembe olduğu göstermek çabası ile söz konusu dönemde
Boşnaklar’ın sahip olduğu ayrıcalığı umursamamak gibi kafa ve duygu karmaşası
arasında gidip gelirler. Zaman zaman en ihtişamlı dönemlerinde Avrupa’nın gıpta ile
baktığı bir imparatorluğun yaşayan mirası olmaktan duyulan memnuniyet sezilirken,
zaman zaman da ülkenin diğer iki meskûnu olan Hırvat ve Sırplar’la birlik olup
Osmanlı’ya isyan etmekten duyulan gizli gurur, Osmanlı ve Türkler’le araya mesafe
koyma çabası hissedilir. Her ne kadar, Osmanlı yönetimi altında ezilenlerin hep
kendileri olduğunu durmadan vurgulasalar da, Hırvatlara ait tarih ders kitapları
Osmanlı tarihine daha dengeli bir yaklaşım sergilerler. En azından, Osmanlı’nın
yerel kültüre olan katkıları konusunda olumlu birkaç cümle etme fırsatını
kaçırmazlar. Osmanlı ve Türkler ile ilgili tarihsel anlatımların en sorunlu ve olumsuz
olduğu yerler Sırp tarih ders kitaplarıdır. Bu iki unsurla ilgili tek bir olumlu ifadeye
rastlanmaz. Bütün Sırp tarih ders kitaplarında söylenenler aynı stereotip ve imajların
etrafında oluşturulur: Gaddar, barbar, zalim, kandökücü, haraç kesen, tecavüz eden,
çocuklarını zorla kaçıran, yağmalayan, yakıp yıkan, köleleştiren vs. Aynı
stereotipler, Ortodoks din eğitimi ders kitaplarının da temel malzemeleridir. İslam
tek başına bir din değildir; yukarıdaki niteliklere sahip olan Osmanlı, Türk, Arnavut,
Boşnak Müslümanlar’ın dinidir.
89
Özellikle Osmanlı’ya muhalefetle oluşturulan Sırp kimliği ve genellikle tüm
Balkan ülkeleri tarihyazımları için Osmanlı, Müslüman ve Türk olmazsa olmazdır.
Tarih ve ders kitabı yazımlarından Osmanlı sahnesinin çıkarılması ontolojik bir
boşluk yaratır. Bu, çalışma boyunca anlatılmaya çalışılan Osmanlı mirasının ta
kendisidir: Algılama olarak Osmanlı mirasının.
Bu mirasın ne tür imaj ve stereotiplerle Bosna-Hersek tarih ders kitaplarında
kullanıma sokulduğu önceki bölümde ayrıntılı olarak gösterilmeye çalışıldı. Ülkede,
1992-1995 yılları arasında yaşanan her anlamda büyük kayıpların verildiği savaşa ait
değişik sahnelerde bu algı ve stereotipleri okumak acı ama öğretici bir çalışma
olurdu.
Bosna-Hersek’te okutulmakta olan tarih ders kitaplarındaki “ötekileştirici” ve
düşmanlık üretici söylem ve stereotipleri tespit etmeyi başlangıç noktası olarak
belirleyen, fakat yol boyunca karşılaştığı bütün ilgili unsurları bünyesine katmaktan
kendini alamayan elinizdeki bu çalışma bir hayli dağınık gibi dursa da, meramını
anlatacak ve belli argümanlar çerçevesinde yeterli resmi oluşturacak bir bütünlüğün
çok uzağında görünmüyor.
O zaman, bu çalışmanın nihai hedefine geçebiliriz ve ders kitaplarının
sunduğu bu manzara karşısında genelde insanlık, özelde de ülkede yaşayan
Müslümanlar adına atmamız gereken adımların neler olabileceğini maddeler halinde
önerilere dönüştürebiliriz:
1. Bosna-Hersek’te okutulan tarih ders kitaplarındaki olumsuz ve incitici
maddelerin ayıklanması çalışmalarını yakından takip edip, tarihçiler, bilim
adamları, akademisyenler arası yoğun işbirliği çalışmaları geliştirebiliriz.
2. Özellikle Sırp Ortodoks Kilisesi’nin düşmanlık ve ötekilik üretme
sürecindeki rolünü hatırlarsak, farklı dinler arasında karşılıklı anlayış ve
hoşgörüyü geliştirme adına yapılacak işbirliği ve ülkede zaten başlatılmış
olan “dinlerarası diyalog” çalışmalarını yaygınlaştırıp derinleştirebiliriz.
Başta dini cemaat temsilcileri ve bu cemaatlere mensup inananlar arasında
90
geliştirilip derinleştirilecek, farklılıkları değil benzerlikleri vurgulayan
diyalog ve işbirliklerinin bu çabalara vereceği destek bir çok değişimi
başlatabilir.
3. Tüm Balkanlar bölgesinde yürütülen algı ve imaj çalışmaları,
öğrencilerin zihinlerinde, ders kitaplarında olmayan Osmanlı stereotiplerinin
varlığını tespit ettiğine göre, yalnızca ders kitapları üzerine yoğunlaşmış bir
çalışma yeterli olmayacaktır. Tarihsel bilincin oluşturulduğu diğer
kaynakların tespit edilip, o alanlarda da çalışmalar yapmaya ihtiyaç
duyulacaktır.
4. Bu alanlardan biri üniversitelerde ve araştırma merkezlerinde üretilen
akademik bilgidir. Akademik ve okul tarihleri arasındaki ilişkiler yakın ya da
uzak olabilir ancak varlığı şüphesizdir. Akademik bilgi, bir taraftan ders
kitaplarında anlatılan tarihe ham bir malzeme sunarken, diğer taraftan pek
çok akademisyen okullarda okutulan ders kitaplarının ya doğrudan yazarı, ya
da kitap yazım komisyonlarının üyeleridirler. O halde, ülke tarihçilerine,
akademisyenlerine, araştırmacılarına, ders kitabı yazarlarına büyük bir rol ve
sorumluluk düşmektedir. Akademik çalışmanın, yalnızca akademik bir
çalışma olmadığı gerçeğini de zihnimizin bir tarafında hep canlı tutarak,
Türkiye-Bobna-Hersek tarihçileri arasında bu konuda yapılacak yakın
işbirliği ve çalışmalar için gerekli sürdürülebilir bir zeminin oluşturulması
için çaba gösterebiliriz.
5. “Öteki”ne dair algı ve stereotiplerin biçimlendirildiği en önemli alan
şüphesiz ailedir. Aileye ulaşmanın en kestirme iki aracının ise din ve medya
olduğunu düşünürsek; Ders kitaplarıyla ilgili yürütülen algı tespiti
çalışmalarını Bosna-Hersek medyası konusunda da yürütebiliriz. Belki biraz
naiv bir öneri olabilir ama teklifmiz şu: Beğenelim ya da beğenmeyelim,
hepimiz biliyoruz ki, Türk dizileri Ortadoğu ve Arap ülkelerinden sonra,
şimdi de Balkanlardaki neredeyse bütün “liberal” nitelikteki televizyonları ele
geçirmiş durumda ve Balkan insanı çok yoğun bir ilgiyle izlediği bu diziler
sayesinde Türkçe konuşabilecek düzeye neredeyse gelmiş durumda. Bu
91
durum, bizim için kolay ele geçmez bir fırsat olarak görünmekte: Medya
incelemeleri sonucu tespit ettiğimiz Osmanlı, Türk ve Müslüman algı ve
stereotiplerini düzeltmek için Türk dizilerini neden kullanmamalıyız?
Örneğin, özellikle Sırp milliyetçi söylemin bolca kullandığı “devşirme”
sisteminin tarihi gerçekliğinin de vurgusunu içeren bir Osmanlı dönemi
dizisi, bilinçaltlarına kazınmış imajların bir nebze de olsa sarsılması adına iyi
iş çıkarabilir.Diğer taraftan, bölge aydınlarıyla geliştirilecek diyalog ve ortak
çalışma kültürü, birer kanaat önderi durumundaki aydınların kamuoyu
oluşturma yeteneğine sahip medyayı yönlendirmesi adına bir fırsata
dönüştürülebilir.
6. Balkanlardaki ders kitaplarının gözden geçirilip, ayıklama
çalışmalarının organizasyonunu yapan CDRSEE ve Georg Eckert
Enstitüsü’nün ki elinizdeki bu çalışmaya büyük oranda dayanak
oluşturmaktadır, başlattığı “Güneydoğu Avrupa Tarih Öğretmenleri Eğitim
Projesi”, bir taraftan ders kitaplarını ve müfredatı değiştirirken, diğer taraftan
tarih öğretmenlerinin eğitiminin kaçınılmazlığının fark edilmesiyle yürütülen
yararlı bir çalışma gibi görünmekte. Hem lisans öğrenimi, hem de hizmet içi
eğitimler yoluyla tarih öğretmenlerine belli bir perspektifin kazandırılması
orta vadede istenen sonuçlara ulaşmak açısından önemli. Yukarıdaki
kuruluşların yürüttüğü çalışmaya benzer bir çalışma başlatarak Bosna-Hersek
ve Türkiye üniversitelerinin ilgili bölümleri arasında bu türden bir ortaklık
oluşturulması yönünde girişimde bulunabiliriz.
7. Peki, öğretmenlere tarih öğretimiyle ilgili kazandırılabilecek yeni
perspektif hangi unsurları içermelidir? Bu soruya verilecek cevap, ders
kitaplarının yeni içeriklerinin hangi perspektifle hazırlanması gerektiği
sorusuna verilecek cevapla aynı olacaktır: Her şeyden önce, askeri ve siyasi
tarih anlayışından ekonomik, kültürel ve sosyal tarihe doğru geçiş,
öğrencilere daha tanıdık gelen ve ilginç olguların vurgulanması ve tarihsel
ilerlemenin bir unsuru olarak özellikle ülkedeki etnik gruplar, komşu ülkeler
ve Osmanlı ile yaşanan savaşların vurgulanmaması ana perspektif olarak
92
geliştirilebilir. Öğrencilerin analiz ve yorum yeteneklerinin geliştirilmesi
yoluyla aldıkları bilgileri yorumlama alışkanlığının kazandırılması bu yeni
perspektifin bir başka unsuru olabilir. Veya bölgede yaşanan çatışmaların
bambaşka bir perspektiften anlatılması ve eleştirel düşüncenin
kazandırılması.
Burada aklımıza şu soru gelebilir: Bosna-Hersek’te 17 yıl önce üç
etnik grup arasında yaşanan Savaş, tarih ders kitaplarında ne kadar
anlatılmalı? Eğer anlatılacaksa, nasıl anlatılmalı; nasıl bir perspektifle, hangi
terminolojiyle? Savaşla ilgili duygular henüz bu kadar tazeyken ve tanıkları
hayattayken-bu bir öğretmen de olabilir veya savaşta bir yakınını kaybetmiş
bir öğrenci de olabilir- -soykırımların, tecavüzlerin, göç ettirmelerin olduğu
böylesine yıkıcı bir savaş, bir arada yaşamaya çalışan üç ayrı etnik grubun
çocuklarına nasıl anlatılabilir? Bir süre sessiz mi kalınmalı? Ama öğrenciler,
aileleri, arkadaşları, medya veya sözlü anlatım aracılığıyla zaten
bilgilenmekte ve kanaat oluşturmaktadır. Bu konu, Bosna-Hersek’teki her
konu gibi zor ve çözümsüz gibi görünmekte. Ancak, üzerinde kafa yormayı
hak edecek kadar da hayati bir konu.
8. Siyasi ve askeri tarih ve savaşlar ders kitaplarından çıkarılıp kültürel
tarih vurgulanırsa ne olur? Ders kitaplarında siyasi ve askeri tarihten
tamamıyla kaçınmak mümkün müdür? Aynı fikirde olunmasa bile ders
kitaplarında “öteki”nin algılayış ve bakış açısının da yer alması diğerlerini
tanımak için ilk adım olabilir mi? Belki de sormamız ve cevaplamamız
gereken soru şu: Tarihi niçin öğretiyoruz? Vereceğimiz cevap, sorun mu,
yoksa çözüm mü üretmeye daha yakın durduğumuzu da belirleyecektir.
9. Modern hayatın doğrudan ve aracısız iletişim konusunda sunduğu
geniş olanakların kullanılması konusunda daha fazla harekete ihtiyacımız var
gibi görünüyor. Birebir insani bağlantı ve iletişimin dinamiğinden
faydalanma noktasında, ülkemizde üniversite eğitimi alacak uluslararası
öğrencilerle ilgili süreci yürüten bir kurum olarak sonsuz fırsatlara sahibiz.
Daha sık ve yakın öğrenci etkileşimleri, sistemli ve programlı eğitim
93
programları ve seminerler, ilköğretim düzeyinden başlanarak öğrenci
buluşmaları, ortaöğretim ve üniversite düzeyinde öğrenci ve öğretim elemanı
değişimleri, yaz kursları ve kampları, kültür gezileri, vs. Belki de en önemlisi,
kreş ve okulöncesi kurumları.
10. Son olarak, yukarıdakilerden tamamen farklı bir alanda, gündelik
hayat alanında zaten var olan ortaklıklarımız üzerine ortak bir tarihin
kurulması mümkün görünmektedir: “Yemek ve dildeki ortak Osmanlı
unsurlar”. Bu unsurlar üzerinden özel bir iletişim alanı üretmek neden
mümkün olmasın?
94
KAYNAKÇA
Kitaplar
1. Adanır, Fikret ve Suraiya Faroqhi (Der.), 2011. Osmanlı ve Balkanlar: Bir
Tarihyazımı Tartışması (1. Baskı). İstanbul: İletişim Yayınları.
2. Alparslan, Şenol, 2008. Bosna’da Türk Kültürünün İzleri. İstanbul: IQ
3. Altınay, Ahmet R., 2001. Sokollu. İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları
4. Anderson, Benedict, 2011. Hayali Cemaatler (6. Baskı). İstanbul: Metis
Yayıncılık.
5. Andriç, Ivo, 2012. Drina Köprüsü (15. Baskı). İstanbul: İletişim Yayınları.
6. Andjelic, Neven, 2003. Bosnia-Herzegovina: the end of a legacy. London:
Frank Cass.
7. Arman, Murat Necip, 2012. Çağdaş Balkan siyaseti. Ankara: Gazi Kitabevi.
8. Atabay, Mithat, 2012. 20. yüzyılda Türkiye ve Balkanlar: (savaş, barış, göç
ve dramın tarihi). İstanbul: Kriter Yayınları.
9. Bahadır, Gürbüz, 2002. Batı’dan Doğu’ya Uzanan Çizgide Balkanlar ve
Türkler. Konya: Çizgi Yayınevi.
10. Berger, John, 1988. Görme Biçimleri (3. Baskı). İstanbul: Metis
Yayınları. (Çev: Yurdanur Salman)
11. Belloni, Roberto, 2007. State building and international intervention in
Bosnia. Milton Park, Abingdon, Oxon; Routledge.
12. Bilgin, İsmail, 2011. Elveda Balkanlar: unutulan vatan. İstanbul: Timaş
Yayınları.
13. Bosnavi, Ömer, 1979. Bosna Tarihi. Ankara: Kültür Bakanlığı
Yayınları
14. Brown, L. Carl, 2010. İmparatorluk Mirası: Balkanlarda ve
Ortadoğu’da Osmanlı Damgası (5. Baskı). İstanbul: İletişim Yayınları.
15. Castellan, Georges, 1995. Balkanların Tarihi (2.Baskı). İstanbul:
Doğan Yayın Holding
16. Çalış, Şaban H., 2010. Hayaletbilimi ve Hayali Kimlikler (4. Baskı). Konya:
Çizgi Kitabevi.
17. Davutoğlu, Ahmet, 2011. Geleceğe dönük bir Balkan vizyonu. Ankara: SAM.
95
18. Eagleton, Terry, 1996. İdeoloji, (1. Baskı). İstanbul: Ayrıntı Yayınları. (Çev:
Muttalip Özcan)
19. Economopoulos, Nikos, 2007. Balkanlarda: In the Balkans. İstanbul:
Fotoğrafevi Yayınları.
20. Emgili, Fahriye, 2012. Sırbistan'ın Osmanlı topraklarındaki istihbarat ve
teşkilatlanma çalışmaları (1898-1912): Balkan faciasının 100. yılı
münasebetiyle. Ankara: Cedit Neşriyat.
21. Eralp, Doğa Ulaş, 2012. Politics of the European Union in Bosnia-
Herzegovina: between conflict and democracy. UK: Lexington Books.
22. Ercan, Yavuz, 1986. Devşirme Sorunu, Devşirmenin Anadolu ve Balkanlarda
Türkleşme ve İslamlaşmaya Etkisi. Belleten, TTK Yayını, Cilt 1, sayı 198,
Aralık
23. Friedman, Francine, 2004. Bosnia and Herzegovina: a polity on the brink.
New York: Routledge.
24. Gökçe, Gülise ve Orhan Gökçe, 2011. Avrupa’da İslam ve Türk İmajı.
Ankara: Birleşik Yayınevi
25. Göle, Nilüfer, 2009. İç İçe Girişler: İslam ve Avrupa. İstanbul: Metis
Yayınları
26. Gündüz, Tufan, 2012. Alahimanet Bosna. İstanbul: Yeditepe Yayıncılık.
27. Halaçoğlu, Ahmet, 1994. Balkan harbi sırasında Rumeli'den Türk göçleri,
1912-1913. Ankara :Atatürk, Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk
Tarih Kurumu Yayınları.
28. Hamzaoğlu, Yusuf, 2010. Balkan Türklüğü: (Osmanlı öncesi, Osmanlı
dönemi ve Osmanlı sonrası Sırbistan Türklüğü), 3. cilt Üsküp: Logos A.
29. Jelavich, Barbara, 2009. Balkan Tarihi, (2. Baskı). İstanbul: Küre Yayınları.
30. Jezernik, Božidar, 2006. Vahşi Avrupa: Batı’da Balkan İmajı, (1. Baskı).
İstanbul: Küre Yayınları.
31. Karpat, Kemal H. (ed.), 1974. The Ottoman Empire and Its Place in World
History. Leiden: Brill.
32. Karpat, Kemal H., Yetkin Yıldırım (ed), 2012. Osmanlı Hoşgörüsü. İstanbul:
Timaş Yayıncılık.
96
33. Lowry, Heath W., 2008. Osmanlı döneminde Balkanların şekillenmesi 1350-
1500: The shaping of the Ottoman Balkans 1350-1500. İstanbul: Bahçeşehir
Üniversitesi.
34. Malcolm, Noel, 2002. Bosnia: A Short History (2. Baskı). Londra: Pan
Books.
35. Nettelfield, Lara J. 2010, Courting democracy in Bosnia and Herzegovina:
The Hague tribunal's impact in a postwar state. USA: Cambridge
University Press.
36. Okey, Robin, 2009. Taming Balkan nationalism: The Habsburg 'civilizing
mission' in Bosnia 1878-1914. New York: Oxford University Press.
37. Ortaylı, İlber, 2011. Avrupa ve Biz, (8. Baskı). İstanbul: Yaylacık
Matbaacılık.
38. Pasic, Amir, 1994: Islamic architecture in Bosnia and Hercegovina. İstanbul:
Organisation of the Islamic Conference, Research Centre for Islamic History,
Art, and Culture.
39. Sakin, Serdar, 2012. Balkanlar'da güvenlik arzusu Türkiye-Yunanistan-
Yugoslavya ilişkileri ve Balkan paktı. Ankara: Berikan Yayınevi.
40. Seyfettin, Ömer, 2011. Balkan Harbi hatıraları. İstanbul: Dün Bugün Yarın
Yayınları.
41. Simic, Olivera, 2012. Peace Psychology in the Balkans: Dealing with a
Violent Past while Building Peace. Boston, MA: Springer US.
42. Todorova, Maria Nikolaeva, 2009. Imagining the Balkans. New York:
Oxford University Press
43. Todorova, Maria, 2010. Balkanları Tahayyül Etmek (3. Baskı). İstanbul:
İletişim Yayınları.
44. Wachtel Andrew Baruch,2009. Dünya tarihinde Balkanlar. İstanbul: Doğan
Kitap.
45. 1995. Balkans: a mirror of the new international order. İstanbul: Eren.
46. 2007. Evaluating the EU's crisis missions in the Balkans. Brussels, Belgium:
Centre for European Policy Studies.
47. 2012. The balkans and Caucasus: parallel processes on the opposite sides of
black sea. UK Cambridge Scholar Publishings
97
48. 1993. Bosna-Hersek bibliyografyası: Bosnia-Herzegovina bibliography.
Ankara: Başbakanlık Devlet Arşivleri Gn. Md.
49. 1995. Bosna - Hersek bibliyografyası I: A bibliography of Bosnia –
Herzegovina. Ankara :Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü.
50. 1995. Bosna-Hersek bibliyografyası II: A bibliography of Bosnia –
Herzegovina. Ankara Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü.
51. 1997. Yeni Balkanlar, eski sorunlar. İstanbul: Bağlam yayınları
52. 2007. Balkanlar'da Türk Kültürü. Bursa: Kare tanıtım
Makaleler
1. Alibašić, Ahmet, 2008. “Images of the Ottomans in History Textbooks in
Bosnia and Hrcegovina,” Christian Moe (Derl.), Images of the Religious
Other: Discourse and Distance in the Western Balkans içinde, Novi Sad:
CEIR, 39-71.
2. Alkan, Necmettin. 2010. “Alman Kaynaklarında Değişen\Dönüşen Türk
Tarihi Tasviri ve Algısı” (1745-1846), Osmanlı Araştırmaları, (35): 181-209
3. İnalcık, Halil, 1999. “Osmanlı Tarihi En Çok Saptırılmış, Tek Yanlı
Yorumlanmış Tarihtir,” Cogito Osmanlılar Özel Sayısı 19: ?
4. Jerolimov, Dinka Marinović, 2008. “Religious Distance in Croatia,” Christian
Moe (Derl.), Images of the Religious Other: Discourse and Distance in the
Western Balkans içinde, Novi Sad: CEIR, 201-231.
5. Koren, Snježana, 2002. Yugoslavia: a Look in the Broken Mirror. Who is the
Other?,” Christina Koulouri (Derl.), Clio In The Balkans: The Politics of
History Education içinde, Selanik: Petros Th. Ballidis and Co, 193-202.
6. Koulouri, Christina, 2002. “Introduction,” Christina Koulouri (Derl.), Clio In
The Balkans: The Politics of History Education içinde, Selanik: Petros Th.
Ballidis and Co, 15-48.
7. Kuburić, Zorica, 2008. “Images of the Religious Other in Serbia,” Christian
Moe (Derl.), Images of the Religious Other: Discourse and Distance in the
Western Balkans içinde, Novi Sad: CEIR, 167-198.
98
8. Marinović, Ankica, 2008. “Images of the Religious Other in Religious
Instruction Textbooks in Croatia,” Christian Moe (Derl.), Images of the
Religious Other: Discourse and Distance in the Western Balkans içinde, Novi
Sad: CEIR, 75-95.
9. Moe, Christian, 2008. “Images of the Religious Other: Discourse and
Distance in the Western Balkans,” Christian Moe (Derl.), Images of the
Religious Other: Discourse and Distance in the Western Balkans içinde, Novi
Sad: CEIR, 9-17.
10. Momčinović, Zlatiborka Popov, 2008. The Serbian Orthodokx Church’s
Images of Religious Others,” Christian Moe (Derl.), Images of the Religious
Other: Discourse and Distance in the Western Balkans içinde, Novi Sad:
CEIR, 125-165.
11. Smajic, Aid, 2008. “Images of Religious Others in Religious Education
Textbooks for Primary Schools in Bosnia-Hercegovina,” Christian Moe
(Derl.), Images of the Religious Other: Discourse and Distance in the
Western Balkans içinde, Novi Sad: CEIR, 97-122
İnternet
1. http://www.de-zorata.de/forum/index.php?topic=554.0 (Interview with Adela
Peeva) (Erişim Tarihi: 15.05.2012)
2. http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.G
TS.506341377b0493.17625149 (Erişim Tarihi: 25.09.2012)
3. http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.G
TS.506344f261b754.85188510 (Erişim Tarihi: 25.09.2012)
4. http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.G
TS.50634525d6bc66.56530135 (Erişim Tarihi: 25.09.2012)
5. http://tureng.com/search/stereotype (Erişim Tarihi: 25.09.2012)
6. http://tureng.com/search/image (Erişim Tarihi: 25.09.2012)
7. http://tureng.com/search/perception (Erişim Tarihi: 25.09.2012)
99
Tarih Ders Kitapları
1. Bukanoviç, Dobrila, Milija Merjanoviç. 2007. Za 2. Razred Sredinje Strucne
Skola. Sarajevo: Istocno.
2. Mihajiliç, Rade. 2010. Istorija 2 Gimnazja Drustvenog Smijera. Sarajevo:
Istocno.
3. Mihajliç, Rade. 2011. Za 7. Razred Osnovne Skole. Sarajevo: Istocno.
4. Mihajiliç, Rade, Borce Mikiç. 2003. Istorija 2 Gimnazja. Sarajevo: Sırpsko.
5. Mikiç, Borce, Darko Gavriloviç. 2010. Za Treci Razred Gimnazije. Sarajevo:
Istocno.
6. Smaniç Slobodanka, Draga Mastiloviç. 2007. Istorija Za 1. Razred Sredinje
Strucne Skola. Sarajevo: Istocno.
7. Vladinoviç, Zeliko, Slaviça Kupreşaniç, Gordana Nagradiç. 2011. Za 8.
Razred Osnovne Skole. Sarajevo: Istocno.
100
EKLER
Boşnak Tarih Ders Kitabı 2’nin iç kapağından: Osmanlı Ordusu
101
Sırp Tarih Ders Kitabı Istorija 1’den: “Yeniçeriler”
102
Sırp Tarih Ders Kitabı Istorija 2’den: “Türk atlıları çok başarılı binici ve
okçuydu.”
103
Sırp Ders Kitabı Istorija 2’den: “Sipahiler”
104
Sırp Ders Kitabı Istorija 2’den: Köylüden Haraç Toplayan Bir Osmanlı
Askeri: “Ilija Bircanin haraç ödüyor.”
105
Sırp Ders Kitabı Istorija 2’den: Niş’teki Kelle Kulesi: “Cegri’de Osmanlı’nın
galibiyetinden sonra hayatını kaybedenlerin kafataslarından kule inşa edildi.”
106
Sırp Ders Kitabı Istorija 2 Srednje strucne skoladan: Sırp milli
kahramanlarından “Takov’un konuşması”
107
Sırp Tarih Ders Kitabı Istorija 2 Srednje strucne skoladan: “Prens
Mihajilovic’in Sırp düşüncesinin konuşulduğu gece yaptığı konuşma.”
108
Sırp Tarih Ders Kitabı Istorija 8’den: “Sipahi”
109
Sırp Tarih Ders Kitabı Istorija 8’den: “Türk hakimiyeti döneminde çok sık
göçler yaşandı ve çok Sırp kaybına neden oldu.”
110
Sırp Tarih Ders Kitabı Istorija 8’den: Osmanlı Arması ve Ayasofya Camii
(Aya Sofya Kilisesi’nin camiye dönüştürüldüğü bilgisi verilir.)
111
Sırp Tarih Ders Kitabı Istorija 8’den: Karacorcevo
112
Sırp Tarih Ders Kitabı Istorija 8’den: Sırp milli kahramanları Karacorcevo
Petrovic ve Jelena Jovanovic ile ilgili bilgi. Sol taraftaki arma ve bayraklar
Karacorcevo’nun ordusuna ait.
113
Sırp Tarih Ders Kitabı Istorija 8’den: Stefan Sincelic’in katıldığı savaşlardan
biri resmedilmiş.
114
Sırp Tarih Ders Kitabı Istorija 8’den: Bosna’nın otonomisi için Osmanlı’ya
karşı savaşan son direnişçilerden biri olan Husejin-kapetan Gradascevic’in
yenilgiden sonra Avusturya’ya kaçtığı anlatılmakta. Osmanlı’ya isyan eden bu
Boşnak’tan övgüyle söz edilmekte.
115
Sırp Tarih Ders Kitabı Istorija 8’den: Mostar’daki Mostar Köprüsünün resmi,
resim altında köprüyle ilgili kısa bir açıklama.
116
Sırp Tarih Ders Kitabı Istorija 8’den: Vişegrad’daki Drina Köprüsü’nün bir
resmi.
117
Sırp Tarih Ders Kitabı Istorija 8’den: III. Selim zamanının Türk Ordusu
top related