amina Ş Çr vİÇ - wikileaks.org
TRANSCRIPT
Amina ŞEÇEROVİÇ 555-552-3516
İstanbul
Eğitim Bahçeşehir Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, ‘’Pazarlama İletişimi ve Halkla İlişkiler’’ Yüksek Lisans, İstanbul, 2011 İstanbul Üniversitesi, İletişim Fakültesi, ‘’Gazetecilik’’ Lisans, İstanbul, 2008
ALCC, İngilizce Dil Okulları, New York, 2006
First Bosnian High School, Sarayevo, 2004
Deneyim Türkiye Temsilcisi 2009 – devam
Oslobodjenje Gazetesi – Bosna Gazetesi | Bosna Hersek
Köşe yazarı 2010 – devam
www.on5yirmi5.com | İstanbul
Muhabir 2006
NTV99 – Bosna Kanalı | Bosna Hersek
Muhabir 2007
Güney Ekspres Gazetesi | Staj
Muhabir 2006
İletim Gazetesi | Staj
Muhabir 2006
İÜ Haber Ajansı | Staj
Röportajlar Türkiye Dış İşleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Ağustos 2011
Sami Yusuf, Eylül 2009
Fenerbahçe Ülker Basketbol Takımı, Ömer Onan, Ekim 2009
Özg
eçm
iş:
2
Organizasyonlar 8372 Srebrenitsa Anma Günü Projesi | 2011, Türkiye
8372.org Genç Boşnaklar Derneği Üyesi
kitapgonder.org Organizasyon Kurucusu
dosd.org Doğa Sporları Derneği Kurucusu, Yönetim Kurulu Üyesi
Dil Boşnakça | Anadil
Türkçe | Mükemmel
Sırpça | Mükemmel
Hırvatça | Mükemmel
İngilizce | İyi
Konuk Olarak Katıldığı Programlar TRT Haber Gün Sonu programı | Srebrenitsa Katliamı Yıldönümü hakkında
TGRT Haber | Srebrenitsa Katliamı Yıldönümü ve Bosna savaşı hakkında
A Haber | 8372 projesi hakkında
NTV | 8372 projesi hakkında
Star Gazetesi | ‘’8 bin 372 çift ayakkabı yeter mi acıyı soğutmaya’’ Özkan Güven röportajı
Zaman Gazetesi | ‘’ Srebrenitsa kurbanlarına 8 bin çift ayakkabıyla anma‘’ Fatih Vural röportajı
Akşam Gazetesi | “8372 projesi” Ömer Karahan röportajı
Mostar Dergisi | “Bosna Savaşı” Sadık Şanlı röportajı
Tarih ve Kültür Araştırmaları Derneği | “Bosna Savaşı Yıllarında Yaşananlar” konuşmacı
Referanslar Vildana Selimbegoviç | Oslobodjenje Genel Yayın Yönetmeni
Osman Sert | Dış İşleri Bakanlığı Basın Danışmanı
3
KÖŞE YAZARLIĞINA ADAY
Ben Kimim?
Yabancı olduğu kadar, buranın da insanı Savaşı yaşamış, bu yüzden hayata farklı bakan Kitap okumaktan çok kitap, şiir okumaktan çok şiir yazan ve 2011 yılı sonunda savaş anılarına dair ilk kitabını bitirecek Mesleğine tutkulu genç bir gazeteci ve Köşe yazarı adayı...
Neden Ben?
Yabancı bir kalemden, alışılmışın dışında, güçlü bir yorumla toplumun bakış açısına katkı sağlayabileceğim için.
Niye köşe yazarlığı?
Hayatın içinde yaşanan ve merak edilen, bazen basit bazen sıra dışı olayları aktarmak amacıyla kalemime özgür bir alan sunduğu için.
Ne Sunabilirim?
Türkiye’de yaşanan güncel olaylara yabancı bir kalem olarak, Türkiye’nin kültürel bağları güçlü olan Balkan coğrafyasında yaşanan tüm olayları yakından
yaşayıp her iki tarafın da insanı olarak, gerçek ve farklı bir yorum tarzı.
Siz Ne Kazanacaksınız?
Her iki coğrafyaya ve dile hakim, genç, mesleğinde tutkulu bir kalem. Balkanlara ilgi duyan okuyucu kitle.
Okuyucular Ne Kazanacak?
Balkanlara ilgi duyan okuyucu kitlesi, saptırılmamış gerçekleri ilk elden okuma fırsatı. Türkiye’de yaşananlara bir yabancının kaleminden bakış.
Özg
eçm
iş:
4
Örnek Haberler
5
Özg
eçm
iş:
6
7
Özg
eçm
iş:
8
Örnek Yazıları
Yeni Söz gazetesi köşe yazısı
Sekizbinüçyüzyetmişiki… Söylerken bile zorlanıyor insan, değil mi?
Üstünden ne kadar yıl geçerse geçsin, Sekiz bin üç yüz yetmiş ikiyi söylemek daha kolay olmayacak. Hatta
zaman geçtikçe zorlaşacak.
Srebrenitsa’dan bahsederken, katledilmiş canlardan can değilmişler gibi söz etmek çok acı. ‘’Bu kadın yedi
sekiz kişiyi kaybetti’’ ya da ‘’Bu kadın üç beş oğlunu toprağa verdi’’ cümlelerini duyabiliriz. Yahut ‘’Bu
kadının kocasından bir kol iki bacak bulundu sadece’’ diye duyabiliriz.
Yedi sekiz oyuncak değil ya da üç beş kalem kitap değil…
Can!.. Canlardan bahsediyoruz.
Tam sekiz bin üç yüz yetmiş iki candan bahsediyoruz.
11 Temmuz 1995 yılında Srebrenitsa’da katledilmiş canlar…
Masum insanlar… Yaklaşık 500 kadar 18 yaş altı olan masum çocuklar…
Geride kalan binlerce anne.
Ve kocaman bir adaletsizlik.
O dönemde Srebrenitsa BM’nin koruması altındaydı. Bilirim nasıldır…
Savaşı yaşadığım Saraybosna da BM’nin koruması altında ilan edilmiş bölgelerden biriydi. Okuldan eve
dönebildiğim her gün keskin nişancılardan kaçabildim, diye şükrederdim. BM öyle bir koruyordu ki bizi
tam 44 ay şehrin içinde kuşatma altındaydık. Kimseyi duymadık, kimse bizi duymadı…
Şehirden çıkmak için kullanılan tek yol olan tünelden önce, insanlar BM’nin kontrol ettiği havalimanı
üzerinden şehirden çıkarlardı. Tabii deneyen herkes başarılı olamamıştır. Çünkü o bölgede BM’nin
askerleri vardı ve havalimanı pisti üzerinden şehirden çıkmaya çalışanları gördükleri anda alıp, şehre geri
götürüyorlardı. Onlara görünmemek büyük marifetti… Bazı kaynaklara göre o pistte 268 kadar kişi canını
kaybetti, 700 kişi de yaralandı.
İşte böyle koruyordu BM bizi.
9
Tıpkı Srebrenitsa’yı koruduğu gibi.
Sırp askerleri Srebrenitsa’ya saldırmaya başladıklarında, silahsız kalan Srebrenitsalı insanlar Hollandalı BM
askerlerine, “bizi nasıl koruyacaksınız” diye soruyorlarmış. “NATO uçakları birkaç dakikada burada olur
çağırdığımızda…” diye Hollandalı askerler cevap verirlermiş.
Ama o uçaklar sadece söylenmiş bu yalan cümlelerde kalmış.
Göz göre göre 8 bin 372 can katledildi.
Ve yapılanlar hala inkâr ediliyor.
O kadar ki, Ratko Mladiç kahraman ilan ediliyor.
Ve belki daha da üzücü, Ratko Mladiç’e destek eylemleri Saraybosna’da da, Srebrenitsa’da da yapılıyor.
Savaştan önce yüzde 60 Boşnak şehri olan Vişegrad şehrinde bugün Ratko Mladiç kahraman ilan ediliyor.
Ve bizler elimiz kolumuz bağlı seyrediyoruz. Seyretmek zorundayız çünkü artık şehrim Saraybosna’da bir
Sırp Saraybosna’sı da var ve bizim elimiz dokunmuyor oralara.
Çok da normal aslında… Dünyanın görüşüne baktığımız zaman, Bosna’nın hala pek umurlarında
olmadığını da görebiliriz. Ratko Mladiç yakalandığı zaman Almanya, İsveç, Fransa, AB’nin yorumları
Sırbistan’ı göklere çıkartıyordu. Srebrenitsa’da yaşananları değil, Ratko Mladiç’in neden 16 yıl sonra
yakalanabildiğini değil, Sırbistan’ın artık AB’ye girmesi gerektiği yorumladı.
Herkes Sırbistan’ı alkışladı.
Yani anlayacağınız Srebrenitsa yine unutuldu.
Bosna toprağım…
Daha 18 yaşındayken şehit düşmüş ağabeyimin kanıyla da kaplı o toprağım, yine ikinci planda kaldı.
Ben, ilkokulda keskin nişancılara yakalanmamak için zik-zak koşmada çok yetenekliydim.
Yakalanmadan bugüne geldim.
Ve insanlık için…
Unutamam.
Sekiz bin üç yüz yetmiş iki can için Allah’tan rahmet diliyorum.
Özg
eçm
iş:
10
On5yirmi5 Yazıları
‘’Teravihi boş ver, Ramazan’ı da sabitle gitsin’’
‘’Ortaya’’ yazılan bir şey yoruma açıktır…
Efendim, birkaç gündür yapılan Ramazan muhabbetlerine ortak oluyoruz, okuyoruz, yorumluyoruz, şaşırıyoruz,
hatta belki de kafamız karışıyor.
Belki de amaç bu, kafa karıştırmak.
Bir profesör demiş işte, İslam’da teravih namazı diye bir şey yoktur.
Hay demez olaydı, herkes üstüne geldi. Ben dahil…
Oysa ben bilmiyordum, bu profesörümüz önceden de 5 vakit 3 vakit tartışmasını yapmış, namazın Türkçe
kılınmasını anlatmış falan filan… Bilsem, bir şey der miydim?..
Yabancılık işte benimkisi…
Tabii hepimiz de diyoruz ya, hay şu namaz vakitleri 3 olsaydı başımı secdeden kaldırmazdım… Dini ondan
kolaylaştırmaya çalışıyor profesörümüz.
Biliyoruz, Peygamberimiz teravihi cemaatle kılmazmış. Ama öyle bir namaz yoktur demek de ne?.. O kadar
hadisi, Peygamberin ashaplarının yaptıkları niye duruyor önümüzde?..
Ama zor ya… Şu sıcaklarda, dopdolu bir iftar sofrasından kalktıktan sonra, yatmak varken bir de gidip camide
20 rekat kılacağız. Her şeyi kolaylaştıralım, yok diyelim olsun bitsin.
Sonra bir baktık ki Ramazan’ı sabitleyelim mi, diye bir fikir çıktı ortaya.
Fikri ortaya koyanın da haklı gerekçeleri var.
Efendim, malum günler uzun sıcak, zor oluyor dayanmak. Yahu şu sevapları almanın biraz kolay yolu olamaz
mı?.. Tutalım işte orucu da, bari günlerin kısa olduğu vakitte tutalım. İftar şöyle saat 17.00’de falan olsun, koşa
koşa kapalım sevapları. Olmam mı?
Şimdi sabitleme olayı fikrinin sahibi Kuzey Küre – Güney Küre diye hesaplamış. Ülkeler arasında denge yok…
Yani, haksızlık var, biz 17 saat oruç tutarken, oralarda bir yerlerde bizden birkaç saat daha az oruç tutan ve aynı
sevabı kazananlar var. Olmaz…
E hadi diyelim sabitledik…
En kısa gün Aralık’taymış, Ramazan Aralık’ta olsun. E Avustralya’dakiler bize darılmaz mı? Güney Kürede o
zaman yaz var. Bizde sıcak var, daha zor demezler mi?
Adaleti tam sağlayacaksak, herkesin en kısa gününe göre yapalım hesabı o zaman. Dağıtalım Ramazan’ı
Aralık’a, Temmuz’a falan…
11
Ramazan Bayramı da dağılsın… Ülkelere göre Bayram kutlansın. Ben kutlarken, Güney Küre’de varsa bir eş dost
akrabam beklesin. Sonra Kurban Bayramı da dağılsın… E Hacca gitme vakitleri de dağılır… ‘’Paslaşarak’’ gideriz,
biri döner diğeri Hacca gider.
Hatta bir şey diyeyim mi, gelin biz şu orucu gece yapalım. En kolayı, uyurken olsun hiçbir şey anlamayız.
Ramazan kısa hatta gece oruç, teravihi çoktan boş verdik, türbanla şarap, mini etekle 3 vakit namaz… Hava
hoş.
Yani, kolaylaştıracağız derken mümkün olduğu kadar karıştıralım dini, inancı, farzları, sünnetleri.
Ya da siz siz olun…
Kur’an ve Hadis’ten şaşmayın.
Öylece her şey anlaşılır olacak.
‘’Üç maymunluk dünya’’
Bosna savaşını Saraybosna’da yaşadım… Gündüz gece fark etmez, Sırplar şehri bombalamaya
başladıklarında çok güçlü siren sesleri çalmaya başlardı. Bilirdik ki çok ağır geçebilecek bir gün / gece daha
önümüzde…
Düşünmezdik bile bir zamandan sonra bizden başkaları var mıdır, diye…
O siren seslerini bizden başkaları duyuyor mu?..
O düşen bombaları bizden başkaları görüyor mu?..
Ölen çocukları, masum insanları bizden başkaları konuşuyor mu?..
Zaman geçtikçe ‘’tekiz’’ anlamıştık… Biz sesimizi duyuramıyorduk, belki onun için azıcık şansım olduysa
bile, duymak isteyenler yoktu. Öyle kala kalmıştık, artık bağırmadan çığlık atmadan.
Tıpkı Gazze işte…
‘’Bizler de şehit verirken neden Gazze’yi bu kadar konuşalım’’ gibi görüşler de var, yok değil. Üzücü
aslında var olması…
Çünkü insanlığın geldiği noktayı göstermektedir.
Bizden öteyi görmeyelim, duymayalım, konuşmayalım. Hatta bazen de ‘’benden öteyi’’ noktasında bile
kalıyoruz. Dünyayı kendimize daraltıyoruz.
Somali de öyle… ‘’Bizim ülkede de aç insan varken, Somali’ye niye gidiyoruz’’ gibisinden entelektüel
görüşler mevcut.
Ve şuna inanıyorum… Bu gibi görüşlere desek ki ‘’Haydi Türkiye’deki aç çocuklar için bir şeyler yapalım’’
diye, ‘’Ben zaten bir çocuk okutuyorum’’ gibi cevaplarla karşılaşırız. İnanıyorum demeyelim de, karşılaştım
bununla diyelim.
Aslında fark nerede biliyor musunuz?..
Acı aynı…
Özg
eçm
iş:
12
Burada hayatını kaybeden şehitleri gazeteden öğreniyoruz. Haberi okumadığımız sürece dağda bir yerde
çatışmanın olduğunu, birilerin öldüğünü veya yaralandığını bilmiyoruz. İstediğimiz zamanda yatıp
kalkıyoruz, huzurlu uyuyoruz, istediğimizi yiyip içiyoruz, dilediğimiz yere gidiyoruz, Boğaz’a karşı çay keyfi
yapıyoruz… Ta ki haberi okuyana dek… Ama sonra yine aynı hayata devam ediyoruz.
Gazze’de ise, kimse rahat uyuyamıyor, ölen veya yaralanan kişinin bugün ta kendisi olabileceğini
düşünüyor biliyor, dışarı çıkma tehlikesini düşünerekten mecbur olduğu yerlere gider, eşini dostunu
korumaya çalışır…
Gazeteyi okumaz bile.
Yahut Somali… Herkes aç susuz hasta… Kimse farklı değil… Bugün ölecek çocuğun onun olabileceğini
düşünüyor biliyor… Bir lokma peşindedir, başka hayatı da bilmez.
Gazetesi yoktur bile.
İşte bu yüzden aynı acıları paylaşmalıyız.
Çünkü, insan yüreği iki acıyı da alabilecek kadar geniş, insan eli iki yere de uzanacak kadar uzundur.
Yeter ki yüreği açmayı, eli de uzatmayı isteyelim.
‘’Dayton sonrası Bosna’’
Valentin İnzko Bosna hakkında The Guardian için geçen günlerde şöyle demiş;
‘’Bosna savaştan sonraki en kötü döneminden geçiyor.’’
Buna sebep olarak da Bosna Hersek’te var olan ve Bosna’yı ‘’felç eden’’ Sırp politikasını gösteriyor.
Savaştan sonra Bosna Hersek sınırları içerisinde oluşan Sırp Cumhuriyetinin son günlerde gerçekleştirmek
istediği referandum için de ‘’Dayton’dan sonra ki en ciddi kriz’’ olarak nitelendiriyor.
Valentin İnzko, 2009 yılından beri Bosna Hersek Yüksek Temsilcisi ve AB’nin Bosna özel temsilcisi olarak
görev yapıyor.
Bir başka deyişle, 3 millet olarak anlaşamadığımız durumlarda AB karar veriyor…
Doğru olabilir, Bosna’nın kötü dönemi… Ama bu dönem yeni değil ki, Dayton anlaşmasıyla beraber
başlayan bir dönemdi. Sadece, savaştan kurtulmanın getirdiği sevinçten hemen anlaşılmıyordu. Oysa hep
aynıydı…
Ne beklenir ki?..
Konfüçyüs ne demiş; ‘’Bir milleti yok etmek istiyorsanız işe önce dili ile başlayın’’.
E tamam bizim dilimiz öyle ya da böyle duruyor. Devlet kanalında ana haberlerin hem Latin hem Kiril
alfabesinde yayınlandığını saymazsak…
Ama, o güzelim altı zambaklı bayraktan sonra, bayrağımız yok gibi…
Üçe bölünmüş ülkede, üç milletin temsilcisinin bayrak konusunda anlaşabileceğini de nasıl
düşünürsünüz?.. Anlaşamadılar zamanında tabii…
1998 yılında araya yine dönemin Yüksek temsilcisi Carlos Westendorp girdi ve bayrağımızı çizdi. Üçgen üç
milleti temsil ediyormuş, yıldızlar Avrupa’yı, mavi renk de AB bayrağının rengini. Yani Bosna hariç her bir
şeyi temsil ediyor bayrağımız.
Neyin sonucu? Dayton’un sunucu…
13
Geçen günlerde Türkiye’de yapılan Judo şampiyonasında Boşnak Amel Mekiç altın madalya kazanmış.
Organizasyon eksikliği mi, başka bir şey mi bilmem amma milli marş olarak eski milli marşımız çalınmış.
Organizatörleri de suçlamamak lazım, kaç tane milli marş değiştirdik, ne yapsın adamlar…
‘’Ja sin sam tvoj’’ (Ben senin oğlunum ) milli marşımızdan sonra bir süreliğine ‘’Jedna si jedina’’ adında
milli marşımız olmuştu. Diğeri kadar güzel olmasa da değerliydi, çünkü bari ismi ve sözleri vardı.
Sonrasında yine tahmin edilir sorunlar… Neymiş efendim, sözlerde Sırp ve Hırvatlardan
bahsedilmiyormuş, oysa Bosna Hersek etnik gruptan da bahsedilmiyordu. Ama değiştirmek zorundaydık.
Şimdi de milli marşımız olarak bir müziğimiz var, öyle lay lay lom… Ne ismi var, ne sözleri var… Hani maçta
çalsa da, öyle kalkıp boş boş duracağız, havaya bakarak…
Neyin sonucu?.. Dayton’un sonucu.
Şimdi Sırp Cumhuriyeti devlet seviyesindeki mahkeme ve savcılık yetkilerinin otonom yapılara
devredilmesi için referandum istiyor. Yine araya İnzko giriyor ve diyor ki ‘’Ya Sırbistan iptal edecek
referandumu ya da onu biz yapacağız’’. Buna karşılık olarak da Milorad Dodik meydan okuyup
‘’Karışmaları halinde AB’ye vereceğimiz cevap hazır’’ diyor.
Sırp Cumhuriyet meclis başkanı ise ‘’Bosna Federasyon meclisi Sırp Cumhuriyetinin işine karışmasın, onun
için yetkisi yok’’ diyor.
Aynı ülkeden bahsediyoruz.
Ama herkes kendi çalıp, kendi oynuyor.
Dayton…
Savaş durdu mu? Durdu.
Ülke darmadağınık oldu mu? Oldu.
Not. Geçen günlerde Sırbistan’da yapılan ve Cumhurbaşkan Abdullah Gül’ün de katıldığı üçlü zirve
Dodik’e göre ‘’zirvede pek değerli şeyler olmamış ve Türkiye’nin rolü şüphe uyandırıyormuş’’.
‘’Bizimkisi bir Türkiye hikayesi’’
Türkiye’de çok farklı görüşlerden tanıdıklarım, arkadaşlarım, dostlarım var. Hepsini de ayrı ayrı sever,
değer veririm. Kimseyi de o görüşlere göre yargılamam… Hangi parti, hangi ‘’yandaş’’, kimlerdensin kızım
demem…
Sonuçta benim de kendi görüşüm var ve karşımdaki insanın bana o görüşüm yüzünden değil, benim ben
olduğum için değer vermesini/vermemesini isterim. Farkındayım, biraz felsefi ve günümüzde pek
uygulanmayan bir istek benimkisi…
Aslında hepsi bana aynı gözle bakarlar…
Bir deli Boşnak…
Bu yüzden de hepsiyle iyi anlaşırım.
Ve bu karmaşık çevremin içinde şunu fark ettim…
Ben Kürtleri bire bir tanımak için kalkıp tek başıma Bitlis’e gittim, dediğimde farklı görüşte olanların illa ki
‘’Kürtler şöyledir, Kürtler böyledir, ne bela varsa İstanbul’dan onlardandır’’ gibi diyecek birkaç lafı oluyor…
Özg
eçm
iş:
14
Veya…
29 Ekim’i kutlamak için Bağdat caddesindeki konvoya katıp ‘’Türk’e durmak yaraşmaz, Türk önde Türk
ileri’’ şarkısını söylemekten sesim gitti, dediğimde yine ona karşı görüşte olanlar ‘’Yahu cumhuriyetin
nesini kutluyorsun sen, cumhuriyetmiş vatanmış’’ tarzında biraz da bana ‘’Bu yabancı bilmiyor’’ gözüyle
bakarak tepkileri oluyor.
Yahut…
Ben Sn. Başbakan Erdoğan’ı, Sn. Cumhurbaşkan Gül’ü, Sn. Bakan Davutoğlu’yu takdir eder, sayar,
severim, çok iyi yaptıkları şeyler de var dediğimde… (Çeçen arkadaşların Off yerine dedikleri gibi – Aff! )
Özellikle şimdi bunu dediğimde karşı görüşte olanlar, kadınların altın günlerinde yaptıkları dedikodular
gibi, hep bir ağızdan başlarlar “Yahu onların nesini seveceksin ülkeyi sattılar, benzine şu kadar zam geldi,
dini kullanıyorlar’’ vs.
Ya da…
Ben Türk bayrağını gördüğümde göğüsüm kabarıyor, gurur duyuyorum kendimi ona ait hissediyorum,
dediğimde benim gibi düşünmeyenler ‘’Ya bırak Allah aşkına ne vatan sevgisi, milliyetçilik boş şeyler ‘’ gibi
sözlerle o gururumu tekrar gözden geçirmeme neredeyse sebep olacaklar. Allah’tan öyle zayıf değil o
duygularım.
Hele ki…
Bosna gezisinde cumhurbaşkanı Gül ve eşiyle birlikte fotoğraf çektirdiğimde, ki tamamen mesleki bir
şeydi, haber için, nasıl tepkiler aldığımı size hiç yazmayayım. Aslında o tepkiler, bu yazımın özü olabilirdi…
‘’Utan’’ diyenden ‘’Yürü Emine, gururumuzsun’’ diyene…
Şimdi…
Sevgili karşıt görüşlü arkadaşlarım…
Türkiye’de yaşıyor olmamdan ve mesleğimden dolayı buradaki konuları, olayları ben biliyor olabilirim.
Fakat…
Şunu anlamalısınız…
Bizler, Boşnaklar, Türkiye’yi sizin bakış açınızdan değerlendirmiyoruz. Biz sizin gözünüzle bakıp
sevmiyoruz Türkiye’yi. Biz türban, benzin düşünüp gururumuzu yaşamıyoruz. Biz Türkleri sağcı, solcu
olarak bölüp, dost bilmiyoruz.
Bencil olabiliriz. Ama suçlayamazsınız.
Onun için, bir Boşnak size Türkiye’yi sevdiğini söylerse, onu saf bir sevgi olarak kabul ediniz.
Biz Türkiye’yi babamız, ağabeyimiz gibi bakar, görürüz.
Biz Türkiye’yi dost, Türkleri Boşnak biliriz.
Biz, Türk olmaktan gurur duyarız.
15
‘’Bilge Kral’a dair anılar’’
Bir toplumun lideri olmak zordur… Hele ki o toplum kendini birden bire beklenmedik bir savaşın içinde
bulduysa, çok daha zordur.
Doğruyu yanlışı görebilmek, karar verebilmek oldukça büyük sorumluluktur. Yaşam mücadelesi veren bir
toplum adınadır verdiğiniz her karar.
Sonra gün gelir o verilen kararlar tartışılır… Ve elbette aralarında doğruları olduğu gibi, yanlışları da olur.
Fakat bu liderin önemini azaltmaz.
Öyle bir dönemde liderliği üstlenmek bile başlı başına bir cesarettir.
İşte o cesaretli liderlerden biridir rahmetli Aliya İzetbegoviç.
Lider olarak yaptıklarından size bahsetmeyeceğim… Eminim fazlasıyla okuma fırsatınız olmuştur.
Bizimle geçirdiği normal bir savaş gününden bahsedeceğim.
Bizimle dediğim de, o zaman 7–10 arası yaşında çocuklar…
İlkokula gidiyorduk. Çalışan tek okuldu gittiğimiz…
O yaşta, şehre yüzlerce bomba düşerken, okula gitmek de büyük cesaretti. Açıkçası şu an kendime de o
cesaretimden dolayı hayret ediyorum ama öyle bir durumda insan farklı bir güce sahip oluyor.
Her neyse…
Bu çocuksu cesaretimizi fark eden biri daha vardı. Rahmetli Aliya İzetbegoviç’in ta kendisi…
Öyle bir dönemde, ülkeyi savaştan kurtarmaya çalışırken, bütün dünya ile görüşmeler yaparken, bir
liderin aklına okula gitmeye çalışan çocuklar gelir mi?
Onun geldi işte…
Ve bir gün kapımızı çaldı.
Ziyaretimize geldi.
Bir hafta öncesinden de geleceğinden haberdar etti bizleri.
Hazırlandık tabi ki…
Geldiğinde, sınıf adına ben bir şiir okudum ona. Bir de çiçek verdim. ( Şu an, o günlerde o çiçeği nereden
bulduğumuzu inanın bilmiyorum. )
Bir arkadaşım da ‘’Hoş geldiniz başkanım’’ diye başlayan kısa bir konuşma yaptı.
Çok etkilenmişti… Duygulanmıştı…
Karşısında bizler, uğuruna savaştığı, vatanın geleceği duruyordu. Ve tüm olanlar karşısında pes
etmemiştik.
Bizler ise, küçük yaşta büyük insanlar olmuş, karşımızda duran büyük liderle gurur duyuyorduk.
Ama sadece lider olarak değildi orada… Bir insan olarak bizimleydi.
Elleri boş da gelmemişti.
Bize Almanya’dan getirdiği çikolatalardan verdi.
Bizden mutlusu yoktu.
Şimdi yıllar geçti… Ve yıllar geçmeye devam edecek… Kimisi onu sadece Bilge Kral’ı olarak hatırlayacak.
Kimisi ise, onun insani yönleriyle de hatırlayacak.
Çünkü onda her ikisi de vardı.
Özg
eçm
iş:
16
Mostar Dergisi’nde yayınlanmış söyleyişine dair editörün notu;
‘’ Bu sayıda dosya dışında bir başka önemli söyleşi daha var. Boşnak gazeteci Emine Şeçeroviç’le yapılan
söyleşi birkaç yönden değerli. Birincisi kendisi geçtiğimiz ay İstanbul’da gerçekleştirilen 8372 Projesi’ni
düzenleyen Genç Boşnaklar Derneği’nin üyelerinden ve eylemin katılımcılarından birisi. Şeçeroviç,
Srebrenitsa katliamında hayatını kaybeden 8372 kişinin acısını yeniden hatırlatmak için düzenledikleri
eylemi öncesi ve sonrasıyla detaylı bir şekilde anlatıyor. Söyleşinin diğer önemli yanı ise Şeçeroviç’in hem
felaket günlerini yaşayan birisi olması hem de yaklaşık dört yıldır Türkiye’de geçirdiği süreyle, hem
Bosna’ya buradan, hem Türkiye’ye oradan bakabilmesi. Şeçeroviç’in sözleri sadece 8372 eylemini değil,
Srebrenitsa katliamını da, uluslararası toplumun ikiyüzlülüğünü de, Bosna’nın hali hazırda ve hâlâ süren
belirsiz ve üç başlı durumunu da gözler önüne seriyor. ‘’